EN'AM SURESİ 5

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla: 5

İnsanın Yaratılışı, Ömrü Ve Şüphe: 6

Allah'ın Maddi Ve Manevi Alemle İlişkisi: 8

Allah'ın Ayetlerine Karşı Kafirlerin Tavrı: 8

Hakikati Yalanlamak: 9

Günâh Nesilleri Çökertir: 9

İnkarın Kok Salması: 10

Bitmeyen İstekler: 10

Değişim Etki Etmedi: 11

Alay Edenin Durumu: 12

Alay Etmek Yalanlamaktır: 13

Allah'a İman Ve Ahiret İnancı: 13

Allah Herşeyın Sahibidir: 15

Dost Kimdir?. 16

Allah'a Âsî Olmaktan Korkmak: 16

İlahı Uygulamaya Karşı Koymak: 17

Şahit Olarak Allah Yeter: 18

Allah'a İftira Zulümdür: 20

Âhirette Müşriklerin Durumu: 21

Pişmanlık Fayda Vermez: 22

Geri Dönüş Yok: 25

Ahireti İnkar: 25

Allah'a Kavuşmayı İnkar Edenlerin Durumu: 26

Dünya Ve Âhiret Hayatı: 28

Peygambere Tepki Allah'a Tepkidir: 28

Kimler Duyar, Kimler Duymaz?. 30

Kur'an En Büyük Mucize: 31

Varlıklar, Kitap Ve Haşr: 32

Fereta Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 34

Yalanlama, Saptırma Ve Doğru Yol: 34

Cezanın Caydırıcı Özelliği: 35

Ders Fayda Vermeyince: 36

Allah Âyetlerini Açıklıyor: 38

Peygamber İle Halkın Görevi: 39

Azap İnsana Kendi Yaptıklarından Dolayı Dokunur: 40

Peygamber Kendine Vahyedılene Uyar: 40

Kur'ân İle Uyarma: 42

Kur'an, Sosyal Seviye Farkının Gözetilmesini Yasaklar: 44

Allah'ın Merhameti: 46

Allah'ın Âyetlerini Açıklamasının Sebebi: 47

Peygambere Yasaklananlar: 48

Azapta Acele Edilmez: 48

İnsan Ceza Vermede Acelecidir: 50

Nasıl Bir Allah'a İnanıyoruz?. 51

İnsan Mevlasına Dönecektir: 54

Sıkıntı Anında Dua, Rahatlık Anında Şirk: 55

Olumsuz Değişim Azaptır: 56

Peygamberler İnsanların Vekili Değildir: 58

Her Şeyin Bir Zamanı Vardır: 58

Müslüman Dinine Hakaret Ettirmemelidir: 59

İnanmayanların Sorumluluğu: 60

Öğüt Kur'ân'la Verilmelidir: 60

Şirk Ve Şeytan: 62

Yaratan-Yaratılan İlişkisi: 64

Hz. İbrahim'in Arayışı: 65

Cennet Kelimesinin Kur'ân'daki Anlamları: 67

İmanla Zulüm Birbirine Karıştırılmamalı: 69

Allah'ın Dereceler Verdiği Peygamberler: 71

Neslin Asaleti: 73

İktidar Değişimi: 74

Doğru Yol: 74

Hz. Muhammed'e İndirilen Vahyi İnkâr Etmek: 75

Kur'an Nedir Ve Onunla Ne Yapılır?. 76

Allah'a İftira Edenlerin Cezası: 77

Allah'ın Huzuruna Çıkmak: 78

Allah'ın Madde Ve İnsanla Olan İlişkisi: 78

Allah'a Şirk Koşmak: 81

Allah'ın Sıfatları: 83

Âyetler Derinlemesine Açıklanıyor: 85

Peygamber De Vahye Uymalı: 85

İnanç Hürriyeti: 86

Farklı İnançlara Mensup İnsanlar Arasındaki Tartışmada Metot: 86

Onlar Mucizeye İnanmazlar: 88

Cin Ve İnsanlardan Meydana Gelen Şeytanlar: 89

Tartışmada Hakem Allah'tır: 91

Allah'ın Yolundan Sapmak: 93

Allah'ın Adı Anılarak Kesilen Hayvan: 94

Yaşayan Ölüler: 96

Bozgunculuk Yapanlar: 97

İnanmayanların Durumu: 99

Doğru Yol Ve Ogut Dinleyen İnsan: 100

Düşünen Toplum: 100

Ömrü Şeytanlarla Bitirmek: 101

Ma’şer Kelimesinin Kur’andaki Manaları: 101

Dinsizlik Ve İmansızlık: 102

Kendi Aleyhine Şahitlik: 103

Uyarılmayan Toplumların Durumu: 104

Eylemlerin Dereceleri: 104

İktidar Değişimi: 104

Özgürlükler Herkes İçindir: 106

Şirkin Bir Çeşidi: 106

Sahte Tanrılar Da Kurban İster: 107

Dine Beşeri Düşünce Karıştırmak: 108

Hicr Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 108

Erkek-Kadın Ayırımı: 109

Câhiliye Kavramının Kaynağı: 110

Zekat Vermek: 110

Haram Et Yemek: 111

Fetva-Bılgı İlişkisi: 112

Yanlış Fetva Zulümdür: 112

Haramın Tesbıti: 113

Ceza Verme Yöntemi 114

Yalanlamanın Cezası: 114

Suçu Allah'a Atmak: 115

Doğru Yolu Bilmek: 116

Müşriklere Uyulmaz: 117

Temel Haklar: 117

Tevrat'ın Amacı: 120

Kur'an Ve Merhamet: 121

Kur'ân ın Amacı: 121

İman Ve Fayda: 122

Dinde Tefrika: 123

Cezada Denklik, Ödülde Fazlalık: 124

Söylenmesi Gerekenler: 125

Her Şey Allah'a Aittir: 125

Dinde Bütünlük: 126

Af Ve Merhamet: 128



 EN'AM SURESİ

 

Tamamının Mekke'de indiği konusunda ittifak vardır. Ancak 20, 21, 91, 93, 114, 151. âyetlerinin Medine'de nazil olduğu şeklinde de rivayetler mevcuttur. Kendinden önceki sûrelerle

bağlantısı olduğu gibi, aynı zamanda onların bir açılımı durumundadır. En'âm terimi "dört bacaklı, iki tırnaklı, geviş getiren, otobur hayvanlar" anlamına gelmektedir. Etleri yenen hayvanların

tanımlandığı bu açıklamalardan hareketle, diğer sûrelerle bağlantısı olduğunu söylemek mümkündür.

Bakara sûresinin yahudilere kesilmesi emredilen ineği ele alması bakımından En'âm süresiyle bir bağlantısı vardır. Yahudilerin buzağıya tapmaları, Mekke müşriklerinin putlarına davarlarını adayarak kesmeleri bize gösteriyor ki, insanlar hayvanları kutsamışlardır. Bakara sûresinde, Isrâiloğulları'mn gönlündeki

şirki boğazlamak ve tevhîd inancını korumak için kutsallık verdikleri ineği boğazlamaları emredilmişti. En'âm sûresinde de davarlar konusunda Araplar'ın yanlış uygulamaları ele alınmakta, bu konudaki yanlış inanış biçimleri açıklanmaktadır. Bu sebeple En'âm sûresinin Bakara sûresi ile bir bağlantısı vardır ve onun bir açılımı durumundadır.

Nisa sûresinin 119. âyetinde şeytan insanları etkilerken davarların kulaklarını yarmayı emredeceğini söylemektedir. Orada da davarlar vasıtasıyla insanlara yanlış iş yaptırdığını itiraf ettiği için En'âm sûresinin davarlar konusuyla Nisa sûresine bağlantılı olduğu görülmektedir. Hangi hayvanların etinin helâl, hangilerinin haram olduğunu anlatan Mâide sûresinin 1-4. âyetleriyle bağlantılı olduğundan, bu sûrenin de bir açılımı durumundadır. Dört ayaklı, iki tırnaklı, geviş getiren ve otobur davarların kurban olacağını emreden Hac sûresinin 28, 30 ve 34. Âyetleriyle bağlantısı olduğundan, bu sûre ile de alâkası vardır. Anlayışsız, basiretsiz ve sağır inkarcıları yüce Allah, en'âma benzetmektedir. Bu bakımdan da En'âm sûresinin A'râf, Furkân ve Muhammed süreleriyle bağlantısı vardır. Hayvanlardan çeşitli açılardan istifade etme konularını ele alan Nahl, Mü'minûn, Zümer, Fâtır, Zuhruf, Furkân, Yasin, Tâhâ, Abese, Secde süreleriyle de yakından alâkası vardır. En'âm sûresi, "hamd"le başlaması sebebiyle Fatiha, Kehf, Sebe ve Fâtır süreleriyle de konu bağlantısı vardır. Hz. Peygamber'i kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanıyıp sonra inanmayan kitap ehlini ele alması bakımından, Bakara sûresinin 146. âyetiyle alâkası vardır. Bu sûrede şirkle mücadele verilmektedir. Dünya hayatına tapmanın yanlışlığı gösterilerek âhiret inancı vurgulanmaya çalışılmaktadır. Genel anlamda haklar ele alınmakta, ahlâkın

üzerine oturduğu temel değerler işlenmekte, tebliğ görevi yapılırken karşılaşılacak tepkiler, tebliğin metotları, gafletin ve cehaletin meydana getirdiği yanlışlar ve Câhiliye döneminin bâtıl inançları, Allah'a iftira ve yalancı peygamberlerin durumu ele alınmaktadır. Bir adı da Hucce olan sûre 165 âyettir.[1]

 

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla:

 

1. Her türlü övgü, gökleri ve yeri yaratan, derin karanlık­ları ve parlak aydınlığı var eden Allah'a aittir. Sonra hakikati inkâr edenler, başka güçlen rableri ile eş tu­tarlar.

Bu âyetin analizine geçmeden önce, Fatiha sûresinin 2. âyetine işa­ret ettiğini söylemek gerekir. Orada âlemlerin rabbi olan Allah'a övgü tahsis edilirken, burada ise övgü, göklerin ve yerin yaratıcısı, karanlıkla­rın ve ışığın var edeni olan Allah'a özgü kılınmaktadır. Böylece Fatiha sû­resinin 2. âyetinde yer alan rab kavramının, yaratma ve var etme anlamı burada zikredilirken; Kehf sûresinde rab sıfatının öğretici ve eğitici mânası; Sebe sûresinde rab sıfatının sahiplenme anlamı, Fâtır'da da yine ya-tstama. Ne lacym etme an\am\ gövdeme getvdlmektedk. B\t bakıma Etv' âm, Kehf, Sebe ve Fâtır sûrelerinin ilk âyetleri, Fatiha sûresinin 2. âyetinin açılımı olmaktadır.

En'âm sûresinin 1. âyeti, Mâide sûresinin son âyeti olan 120. âyetin devamı mahiyetindedir. Mâide sûresinin 120. âyetinde, göklerin ve yerin Allah'a ait olduğu ve Allah'ın her şeye gücü yettiği söylendikten sonra, bu gücün neler yaptığı, Mâide sûresinin ilk âyetlerinde açıklanmaktadır. Bu konu beraberliği, En'âm sûresinin, Mâide'nin devamı olduğu düşün­cesini uyandırmaktadır. Mâide sûresinin 120. âyetiyle ilgili olarak şu so­ruyu sorarsak, bu devamlılık özelliği daha net bir biçimde anlaşılır: Gök­ler ve yer nasıl Allah'a ait olmaktadır. O'nun kudretinin her şeye yettiği­nin delili nedir? Bu sorunun cevabı, gökleri ve yeri yaratması, karanlık­larla ışığı var etmesi sebebiyle onlar Allah'a aittir ve Allah'ın gücünün her şeye yettiğini yaptıklarından anlıyoruz. Böylece Mâide sûresinin 120. âyetinden, En'âm sûresinin başladığını söylemenin yanlış olmayacağı or­taya çıkmaktadır. Bu sebeple Mâide sûresinin 120. âyetinin, En'âm süre­siyle alâkası olduğunu söylemek mümkündür.

1. Hamd kavramı, Fatiha sûresinin 2. âyetinde açıklandı. Hamd-den sonra ele alınması gereken konu, göklerin ve yerin yaratılmasıdır. Kur'ân'ın genelinde göklerin önce, yerin de sonra yaratıldığı düşüncesini uyandıran bir kavram dizisi olduğu görülmektedir. Önce gökler sonra yer yaratıldığına işaret edercesine, gökler, önce gelmektedir.

Bu konuya açıklık getirebilmek için Enbiyâ sûresinin 30. âyetini hatırlamak gerekir. Orada göklerle yerin bitişik olduğu, daha sonra onla­rın birbirinden ayrıldığı ifade edilmektedir. Bu âyetten öyle anlaşılıyor ki, önceleri bitişik olan göklerle yer, bir anda ayrılıp bir anda yaratılmışlardır. O zaman En'âm sûresinin 1. âyetindeki dizilişten, öncelik sonralık fikrini çıkarmak doğru değildir.

Duhân sûresinin 9-12. âyetlerinde öncelik yeryüzüne verilmiştir. Duhân sûresinin bu âyetleri, Enbiyâ sûresinin 30. âyeti ile nasıl bağdaş­tırılacaktır? Enbiyâ sûresinin 30. âyetinde, göklerle yerin ilk ayrılışı anla­tıldığı halde, Duhân süresindeki âyetlerin, bu ayrılıştan sonraki safhayı ele aldığı görülmektedir. Çünkü bu âyetlerde yeryüzü yaratıldıktan sonra göklere yönelmiştir. Bu âyetlerde göklerle yerin aynı anda ayrıldığı, ama önce yeryüzünün sonra göğün düzenlendiği ortaya çıkmaktadır.

Diğer taraftan göklerin çoğul, yerin tekil olarak kullanılmasının se­bebine gelince; Mülk sûresinin 3. âyetinde "yedi gök"ün yaratıldığı söy­lenmektedir. Aynı sûrenin 5. âyetinde de dünyaya en yakın olan gökten bahsetmektedir. Onun için En'âm sûresinin birinci ve sonraki âyetlerinde gök kavramı çoğul olarak kullanılmaktadır. Bazı âyetlerde de "semâ" şek­linde tekil olarak geçmektedir.

Aslında gökleri yedi gök olarak yaratmasının aynısını yer için de ya­rattığını, Talâk sûresinin 12. âyetinde anlatmaktadır: "Allah, yedi göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasında inip durmaktadır ki, böylece Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattı­ğını bilesiniz ".

"Yerden bir o kadarını yarattı" ifadesini açarsak, yer küresi gibi yedi gezegen yarattığını anlamak daha doğru olacaktır. Ayrıca En'âm sûresinin 1. âyetinden çıkarılacak bir öğretim metodu daha vardır. Göklerin önce, yerin sonra gelmesi, uzaktan yakına öğretim metodunun kullanıldığına delildir. Yüce Allah önce tabiat kanunlarına dikkat çekmektedir. Uzaktan yakına doğru metodu kullanılarak, bütün övgünün nasıl bir Allah'a ait ol­duğunu anlatmaktadır. İnsanın uzak çevresi ile yakın çevresi gündeme getirilerek ders verilmektedir. Böylece "yaratma" sıfatının göksel ve yerel kanunlar olarak nasıl tecellî ettiğini gündeme taşımaktadır.

Diğer taraftan âyetin devamında karanlıklarla aydınlığı, yani nuru var ettiğini söylemektedir. Âyetin bu kısmındaki karanlık ve nûr kavram­larını gece ile gündüz olarak alabiliriz. O zaman nûr mefhumunu maddî mânada almak gerekir.

Burada şöyle bir soru sormak gerekiyor: Neden Allah Teâlâ gece ile gündüzü yarattığını söylemiyor da karanlıklarla nuru, ışığı var ettiğini söylüyor? Bu sorunun cevabını verirken Bakara sûresinin 157., İbrâhîm sûresinin 1. âyetine bakmak gerekir. Bu âyetlerdeki karanlık ve nûr kav­ramları, tamamen manevî anlamda kullanılmaktadır. Karanlıklar kavramını manevî mânada alırsak, nefsin arzularının meydana getirdiği karanlık, cehaletin meydana getirdiği karanlık, kötünün meydana getirdiği karanlık olarak düşünebiliriz.

Nûr da aklın, vahyin, bilginin, tevhîd inancının meydana getirdiği aydınlıktır. Yüce Allah, Hz. Peygamber'e Kur'ân'ı, insanları karanlıklar­dan aydınlığa çıkarmak için gönderdiğini söylerken, yukarıdaki karanlık­lardan, aklın, yani iyinin, güzelin, doğrunun meydana getirdiği nurlu âleme çıkarmayı amaçladığını ifade etmektedir. Bakara sûresinin 257. âyetinde aynı eylemi, kendisinin yaptığını açıklamaktadır.

Karanlık ile nurun bu manevî anlamıdır ki, başındaki fiili ce'ale olarak getirmiştir. Çünkü gökler ve yerin yaratılması için haleka fiiline, karanlıklar ve nûr için ise ce'ale fiiline yer verilmiştir. Ka­ranlık ve nûr maddî anlamda alınsaydı, haleka fiili onlar için yeterli olabi­lirdi.

2. "Sonra kâfir olanlar (hâlâ putları) rableriyle denk tutuyorlar". Yüce Allah'ın bu sonsuz kudretine, eserlerini gözlem­lemelerine rağmen inkâr karanlığında olanlar, hâlâ yüce Allah'a şirk koş­maktadırlar.

Âyetin bu bölümünde bi-rabbihim denirken, Allah kendisini kâfirlerin de rabbi olarak görmesine rağmen; onların O'na eş koştuğuna işaret edilmektedir. Âyetteki üjJjüJ ya'dilûn kelimesi, "adalet" kelime­sinden türemiş çoğul bir fiildir. Yüce Allah adalet kelimesine de bir mâna vererek, onun "eşit tutmak" anlamına geldiğini söylemektedir. Böylece inkâr edenlerin şirke saptıklarını söylemiş, hem kâfir hem de müşrik ol­duklarına dikkat çekmiştir.

İlk defa adalet kavramının olumsuz mânada kullanıldığına şahit olu­yoruz. Eşit olmayanı eşit kabul etmek fiili veya inancı, adalet kavramını lekelemekte ve ona şirk mânasını yüklemektedir.

En'âm sûresinin 1. âyetinden çıkarılacak diğer bir genelleme de şu­dur: Yüce Allah, varlığına ve birliğine tabiat olayları vasıtasıyla gidilme­sini ve bu şekilde iman edilmesini istemektedir. Tabiat kanunlarını, yani Allah'ın eserlerini gözlemek, sadece Allah'ın varlığını değil, eşsiz olduğuna giden yolu, imanı açmalıdır. Eserden müesire gitme metodunu öğütleyen Allah, inkâr psikolojisinin şirke nasıl dönüştüğüne de dikkat çekmektedir. Tabiat olaylarını gözlemekle elde edilecek olan imanın, tah-kikî, yani bilinçli bir iman olacağı da bir gerçektir. Böylece âyetin kuruluş sistemi, bilinçli imanın istendiğine de delil teşkil etmektedir.

Bu noktadan hareket edersek, âyetin ilk kelimesi olan hamdin, yani bütün övgülerin içinde imanın da yer aldığını söyleyebiliriz. Kâinatı göz­leyen, Allah'ın yaratma ve var etme sıfatlarını anlayan insanın, aklı ile fi­ziksel olaylar arasındaki bağı kurabilmekte, bu bağı Allah'a kadar uzata­bilmekte olduğunu beyan etmektedir.[2]

 

İnsanın Yaratılışı, Ömrü Ve Şüphe:

 

2. O'dur sizi balçıktan yaratan ve sonra bir ömür tayin eden; sadece O'nun bildiği bir ömür. Ama hâlâ şüphe edip duruyorsunuz.

1. Genel mânada 1. âyetle bir irtibat kurulunca, yine uzaktan yakına doğru metodunun devam ettiğini görmek mümkündür. 1. âyet göksel, ye­rel ve zamanla ilgili olguları gündeme getirirken, 2. âyet insanın bizzat kendisini ele almaktadır. Uzak olgulardan yakın olgulara, uzak çevreden yakın çevreye gelerek, kudretini ve eşsizliğini anlatmaktadır. Göksel, ye­rel ve insanın yaratılışıyla ilgili bilgilerin önemi vurgulanarak, şirkten kur­tarıcı işlevleri öğretilmektedir.İnsanlar balçıktan mı yaratılıyorlar? J&iJS- halekaküm (sizi yarattı) ifadesi çoğuldur. Halbuki bizim bildiğimiz Hz. Âdem topraktan, yani balçıktan yaratılmıştır. "Siz" ifadesi ne anlama gelmektedir.?

Bu sorulara iki türlü cevap vermek mümkündür. Birincisi burada kastedilen insanın yaratılışı, Hz. Âdem'in yaratılışıdır. İnsanın atasının nereden yaratıldığını söyleyerek, insanın geldiği ilk maddeye dikkat çe­kilmektedir. İkincisi de insanın yaratılmakta olduğu sperm ve yumurtanın geriye doğru giderek ilk kaynaklarına varılmaktadır. Meni kandan, kan besinlerden, besinler bitkilerden, bitkiler de topraktan oluşmaktadır. Çünkü hayvansal gıdalar da topraktan meydana gelen bitkiden oluşmak­tadır. Toprak, su ile birleşince bitkiye, bitkiden gıdaya, oradan kana, kandan meni ve yumurtaya dönüşüp ikisinin döllenmesi de insanı mey­dana getirmektedir.

Tîn kelimesi "balçık", yani "çamur" mânasına geldiğine göre, top­rağın su ile buluştuğunu ifade etmektedir. Toprağın içindeki elementler H2O, yani iki hidrojen ve bir oksijen atomu ile buluşunca, canlının yara­tılması, kıvamına gelmiş demektir. Çamurdan bitkiye, oradan gıdaya, gı­dadan kana, kandan sperm ve yumurtaya, onların döllenmesiyle insan de­nen varlığa giden uzun bir yolculuktaki değişim ve dönüşüm evrelerini anlayan ve bunu bilgiye çeviren insanoğlunun iman etmemesi mümkün müdür? Bu âyet insanın kendi yaratılışını araştırmasını temin etmek için gönderilmiştir. Bu araştırmayı yapabilmesi için geçeceği evrelerin ilk kay­nağını söz konusu edip, toprak ve suyun birleşimi olan çamurdan başla­masını, ya da geriye doğru oraya kadar inmesini önermektedir.

"Sizi çamurdan yarattı" ifadesinden, psikolojik bir analiz de çıkar­tabiliriz. Allah insana nereden yaratıldığına hatırlatarak, gurura kapılıp Allah'ı inkâr etmesini önleme amacı da olabilir. İnsana aslını hatırlatarak alçak gönüllü olmasını, ona inanç bakımından ahlâkî bir tavır kazandır­masını sağlamaktadır. 1. âyetteki inkârın şirke dönüşmesini önlemek, hem inkârı hem de şirki ortadan kaldırmak için insanın nereden geldiğini gözlemlemesini istemektedir. Gökler, yer, karanlıklar, aydınlık ve insanın yaratıldığı ilk madde, insanın önüne bir kitap olarak konulmakta, bu kitabı okuyup anlaması ve oradan Allah'ın eşsiz oluşu fikrine ulaşması isten­mektedir.

2. "Ve sonra (sizin için) bir ömür tayin eden odur. Bir de O'nun katında muayyen bir ömür (ecel) vardır". Ayetin bu kısmında geçen kadâ kelimesinin geniş açıklaması, Bakara sû­resinin 117. âyetinde yapıldı. "Hükmetmek, emretmek, son vermek, ta­mamlamak, takdîr etmek, canını vermek, karar vermek, açığa vurmak, vahyetmek, bildirmek, açıklamak, işi bitirmek, gidermek, yaratmak" mâ­nalarına gelen bu kavram, yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyette "takdir etmek" anlamına gelmektedir.

Yüce Allah insanı balçıktan yarattıktan sonra ona bir ömür takdir etti. Mü'minûn sûresinin 12-15. âyetleri arasında, insanın yaratıldığı ça­murun özü gündeme getirildikten sonra, geçirdiği evreler anlatılıp, "Elbette siz, bunun ardından şüphesiz öleceksiniz" buyurulmaktadır. "Ecel takdir etti" ifadesi, iki anlama gelmektedir. "Ömür takdir etti, ölümü takdir etti" demektir.

Her canlının bir ecelinin, yani ömrünün olması, onun ölümlü oldu­ğunu ifade etmektedir Ayrıca âyette Allah'ın kendi katında bir ecel, yani ömür olduğu da beyan edilmektedir. Bazı müfessirlere göre âyetteki bi­rinci ömür, insanın tek tek ömrü, ikinci ömür de kâinatın ömrüdür.

Müfessirlerin ikinci ecel kelimesine kâinatın ömrü, yani kıyametin kopması mânasını vermeleri doğru mudur? Bu sorunun cevabını âyetin sonundaki ifadeden verebiliriz. "Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz" ibaresi, bu­nun genelde öldükten sonra dirilme konusunda olduğunu göstermektedir. Çünkü Hac sûresinin 5. âyetinin ilk kısmı, "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilme konusunda şüphede iseniz" şeklindedir. O zaman "Onun katında muayyen bir ecel vardır" ifadesi, şüphe ile birleşince "Öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceği kıyamettir" denilebilir. Âyette geçen iki ecel, yani iki ömür konusuna başka bir açıdan bakılabilir: Yüce Allah insanı yaratırken ona bir ömür takdir etmiştir. İn­san normal hayat şartları altında yaşarsa, o ömrü tamamlayacaktır. Ama insan normal şartlar altında hayatını sürdürmezse, ömrünü kısa zamanda tamamlayabilir; o zaman Allah ikinci eceli devreye sokacak ve onun ölü­müne hükmedecektir.

Bu konunun anlaşılması için teşbihte hatâ olmaması kaydıyla şu ör­neği verebiliriz: Bir araba imal eden fabrikanın mühendisleri, o arabaya belli bir kilometre yapma ömrünü biçerler. Derler ki bu araba normal yol­larda kullanılırsa, 300.000 km. yapacaktır. Ama onu alan şoför, arabayı dağ bayır demeden uygun olmayan yollarda kullanırsa, 150.000 km. yap­madan hurdaya çıkaracaktır.

Âyetteki birinci ecele göre insana bir ömür biçilmiştir. Ama insan kötü bir hayat yaşarsa, kötü şartlar altında beklenmeyen olaylara karışırsa, ömrünü kısaltır, işte o zaman Allah kendi katında olan ikinci eceli devreye sokacaktır. Bu durumda âyetteki ikinci eceli kıyametle ilgili değil, insanın ikinci eceline işaret etmektedir.

Demek ki birinci eceli takdir edince o insanın eceli olmaktadır. Ama hâlâ Allah'ın katında olan bir ecel daha vardır. Onu, şartlara göre devreye sokacaktır. Meselâ bir insanın intihar etmesi, arabasını hızlı sürerek ölüme sebebiyet vermesi, birisi tarafından vurulup öldürülmesi gibi. Bu olay­larda birinci ecel değil, ikinci ecel devreye girmektedir.

Âyetteki iki eceli bu şekilde açıkladıktan sonra, âyetin sonundaki "şüphe etme"ye nasıl bir yorum getireceğiz? O zaman şüphenin inkâra, inkârın şirke götürdüğünü söyleyebiliriz. 1. âyetteki Allah'ın gökleri ve yeri yaratması, karanlıklarla nuru var etmesi, 2. âyetteki insanı yaratıp ona iki ecel takdir etmesi gibi çok üstün deliller karşısında şüphe eden insan­lar, inkâra sapacak, inkâra sapınca da varacağı nihaî nokta şirk olacaktır. Böylece Allah, bilimsel olgularla insanı eğitime tâbi tutmasına rağmen, onlara göksel, yere] ve yaratılış kanunlarını, karanlıkla aydınlığı anlatma­sına rağmen şüpheye sapan insan, gerçekten psikolojik olarak rahatsızdır. Bu rahatsızlık ona gönül hastalığı olan inkârı ve onun ölümcül hastalığı olan şirki getirecektir.[3]

 

Allah'ın Maddi Ve Manevi Alemle İliş­kisi:

 

3. Göklerin ve yerin Allah'ı, gizlediğiniz ve açıktan yap­tığınız her şeyi ve ne kazanacağınızı da bilir.

Aslında âyetin metnine uygun bir meal şöyle olmalıdır: "O, göklerde Allah'tır; yerde de Allah'tır. Sizin içinizi de dışınızı da bilir. Ne kazana­cağınızı da bilir".

Âyetin açıklamasını ilk iki âyete bağlantılı olarak yapmakta yarar vardır.

1. Yüce Allah, 1. âyette yaratma sıfatıyla fizikî âlemle olan ilişkisini anlatmaktadır. 3. âyette ise yarattığı gökler ve yerle, yaratılış sonrası iliş­kisini açıklamaktadır. Gökler ve yer yok iken onları yaratma sıfatıyla var etti. Ama yarattıktan sonra onlarla ilişkisi ne oldu? Bu soruyu şu örnekle cevaplandırmak gerekiyor: İnsan, meydana getirdiği eserinin dışında ka­lır, kendini eserinin her yerine koyamaz. Ama Allah yarattığı eserinin içine kendini koyar. O, hem eserinin içinde hem de dışındadır, yani me­kândan münezzehtir. Mekândan münezzeh olmanın anlamı, "Her yerde vardır; O'nun olmadığı hiçbir yer yoktur" demektir.

1. âyette gökleri yarattı, 3. âyette kendini yarattıklarının içine koydu, onları kapsadı anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle, o eserle­rinin Allah'ı oldu. O eserler onun mülkü oldu, demektir. Böyle bir mâna ve yorumu nasıl ispat ederiz? Bu sorunun cevabını Tâhâ sûresinin 6. âye­tinde bulmak mümkündür: "Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeylerle toprağın altında olanlar hep O'nundur". İşte "O, göklerde de, yerde de Allah'tır" ifadesini, Tâhâ sûresinin 6. âyeti ile bu şekilde açıkla­mak mümkündür.

En'âm sûresinin 3. âyetinin başka bir açıklaması, Zuhruf sûresinin 84. âyetidir: "Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur. O, hakimdir, her şeyi bilendir". Bunun anla­mını En'âm sûresinin 3. âyetiyle beraber şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah göklerle yeri yaratmış, ama onları terketmemiş, oldukları gibi bırakma­mış, onlara sahip çıkmıştır. Onları idare etmekte ve düzenlerini devam et­tirmektedir. Allah hükmünü göklerde ve yerde icra etmektedir.

Yüce Allah bu açıklamayı neden yapmaktadır? 1. âyette Allah'a şirk koşan kâfirlerle 2. âyette şüphede olanlara cevap vermekte ve onlara ken­disinin nasıl bir Allah olduğunu ve denginin bulunmadığını öğretmekte­dir. "Başka güçleri rableri ile eş tutmalarını" önlemek için onları bilinç­lendirmektedir. "Nereye yönelirseniz, Allah'ın kudreti oradadır" (Bakara 2/115) ifadesi de bu amacı taşımaktadır.

2. "Gizlinizi, açığınızı bilir; ne kaza­nacağınızı da bilir". Âyetin bu kısmı, 2. âyetin devamı durumundadır. Demek ki 3. âyetin birinci bölümü, 1. âyetin; ikinci bölümü de 2. âyetin devamı olmaktadır. 2. âyette Allah insanı balçıktan yarattığını ve ona bir ömür biçtiğini buyurup, 3. âyetin ikinci bölümünde de yarattığı insan de­nen varlığı, içten ve dıştan ilmi ile kuşattığını, bütün yapıp etmelerini bil­diğini gündeme getirmektedir.

Sır kavramı beyin, gönül ve nefiste cereyan eden bütün oluşumları ifade etmektedir. Düşünceler, niyetler, istekler, arzular hep bu kelimenin kapsamına girmektedir. Cehr kelimesi kelimesinin kapsamına da, "söylenen sözler ve yapılan davranışlar ve bütün yazılanlar, mimikler" girmektedir.

Bunu, insanı içten ve dıştan ilmi ile ihata ettiği şeklinde ifade etmek mümkündür. Önce sır, sonra da cehr kelimesi neden kullanıldı? Bunun cevabı şudur: İnsanın içindeki düşünceleri, niyetleri, arzuları, açıkta yap­tıklarının sebepleri durumundadır. Önce sebepleri, sonra da sonuçlan gündeme getirdiği için bu sırayı takip etmektedir.

Madem ki sır kelimesi, insanın içindeki oluşumları; cehr de davra­nışları ifade etmektedir, o zaman kesb neyi ifade etmektedir? Kesb kavramı, kazanılan şeyler için kullanılmıştır. Kazanılan şeylerden kasıt, ceza ve mükâfattır. İnsanın fiilleri ya cezalandırılır ya da ödüllendirilir. İşte ka­zanılan şeyler bunlardır. Bir fayda getiren veya bir zarara sebep olan fiil­ler, bu kelimenin kapsamına girmektedir. Bize göre burada bir sebepler zinciri ve bir sonuç vardır.

Sır, cehrin sebebi, cehr de kazanılanın sebebi durumundadır. Daha doğrusu kazanılan şeyin sebepleri, sır ile cehr olmaktadır. Kesb, insanın düşünce, niyet ve isteklerinin ürünü olan davranışlarının neticesidir.

Yüce Allah bu âyetin ikinci bölümünde iki defa bilme fiiline yer vermektedir. 2. âyette yaratma ve bir ömür takdir etme fiilleriyle ilişki ku­rulurken, burada bilme sıfatıyla ilişki kurulduğu görülmektedir.

En'âm sûresinin ilk üç âyetine genel mânada bakıldığında Allah kendisinin nasıl bir varlık olduğunu, fizikî ve beşerî âlemle ilişkilerinin neler olduğunu açıklamakta, insanı bu konuda öğretime tâbi tutmaktadır. Bu öğretimle, inkârı, şirki ve şüpheyi gidermek ve bu fiilleri işleyenlerin mazeretlerini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.[4]

 

Allah'ın Ayetlerine Karşı Kafirlerin Tavrı:

 

4. Rablerinin âyetlerinden onlara bir âyet gelmeye dur­sun, o âyetlerden yüz çevirirler.

Yüce Allah, burada, 1. âyette geçen kâfir ve müşriklerin, 2. âyette geçen şüphecilerin Allah'ın âyetlerine nasıl tepki gösterdiklerini açıklamaktadır. İnkâr, şirk ve şüphe insanda buluşunca, beyin ve gönlü tahrip edip, âyetlere sırtını dönme gibi ağır ve kirli bir davranışı üretmek­tedir.

Dikkat edilirse Allah, "rableri" diyerek, yine onların rabbi olduğunu ilân etmekle onlara yaklaşmaktadır. Âyetlerinden yüz çevirmelerine rağ­men, onların bu davranışlarını anlatırken, rableri ifadesini ihmâl etmemek­tedir. Farklı bir muhteva içerisinde olmakla beraber Yasin sûresinin 46. âyeti de aynı tepkiye işaret etmektedir.[5]

 

Hakikati Yalanlamak:

 

5. Gerçekten onlar, kendilerine hak geldiğinde, onu ya­lanlamışlardı. Fakat yakında onlara alay ettikleri şeyin haberleri gelecektir.

Buradaki "hak" kavramı neyi ifade etmektedir? Bize göre hak kav­ramı, Kur'ân mesajını ifade etmektedir. Başka bir ifade ile, "Öldükten sonra dirilme, yani gerçek olan âhiret hayatını yalanladılar" demektir. Ya­lanlamak, inkâr, şirk koşmak ve şüphe etmek, bulaşıcı hastalık gibi nesil­den nesle intikal etmektedir. Onların geçmiş nesilleri inkâr ettiler, şirk koştular ve şüphe ettiler, Hz. Peygamber dönemindeki nesilleri de Kur'ân mesajını yalanladılar.

Âyetin birinci bölümüne bakarsak O lemmâ câ'ehüm ifade­sinin olduğu görülecektir. Bu ifadenin anlamı, "geldiğinde"dir. Gelenin hak olduğunu söyleyen bu ifade, hakkı özne makamında kullanmıştır. O zaman hak, hareket eden bir varlık gibi düşünülmektedir. Demek ki Kur'ân mesajı hareket etmekte, ilâhî âlemden beşerî âleme yolculuk etmekte­dir. Onu Cebrail getirmesine rağmen, beşerî âleme getirilmesinden sonra, kendisi hareket halindedir. Beyinden beyne, gönülden gönüle hareket eden Kur'ân mesajı, kendisine bir hareket alanı çizmektedir. Onun içindir ki âyette "hak onlara geldiğinde" ifadesinde hak, özne olmuştur.

Yalanlamadaki tavrın, alay etme şeklinde olduğunu âyetin son keli­mesinden öğrenmekteyiz: "Fakat yakında onlara alay ettikleri şeyin haber­leri gelecektir". Ayetteki "haberler" kelimesi, ilâhî azabı ifade etmektedir. "Alay ettikleri şeyin haberleri" ifadesinden, öldükten sonra dirilme ile alay ettikleri de anlaşılabilir.

En'âm sûresinin 1. âyetinden 5. âyetinin sonuna kadar şu tavırlar takmılmaktadır: "İnkâr etmek, şirk koşmak, haktan şüphe etmek, âyetler­den yüz çevirmek, hakkı yalanlamak ve alay etmek". Allah bu olumsuz yapının zamanla toplumun çöküşünü hazırlayacak dinamikler haline ge­lebileceğini, bir sonraki, yani 6. âyette açıklamaktadır. Hakîkate karşı ta­kınılan bu tavırlar, olduğu yerde durmamakta, insanın psikolojisinden çı­karak, insanlığa yayılmaktadır. Allah insanlara kâinat, insan, insanın için­deki oluşumlar ve ortaya koyduğu davranışlarla ilişkisi konusunda verdiği derse rağmen, bu kadar olumsuz tavır takınmasının ağır bir yükümlülüğü olacağı gerçeğini, bu âyetlerde vurgulamaktadır.[6]

 

Günâh Nesilleri Çökertir:

 

6. Onlardan önce nice nesilleri yok ettiğimizi görmezler mi? Size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indi­rip evlerinin altından ırmaklar akıttığımız toplumları günâhları sebebiyle helak ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık.

En'âm sûresinin 1-3. âyetleri arasında yaratma sıfatının kâinat ve insanla olan ilişkisi ele alınırken, insanı çevreleyen bilme sıfatı konusunda önemli bir ders verilmesine rağmen, sırtını dönenlere bu sefer de geçmişteki toplumların çöküşünün sebepleri zikredilerek ders verilmek istenmektedir. İşlenen günâhların birikip bir toplumu nasıl helak ettiğini anlatarak, yanlışta olan toplumları, o yanlıştan caydırma yoluna sevketmek istemektedir.

1. "Onlardan önce nice nesilleri yok ettiğimizi görmezler mi? " Burada Allah "görmezler mi?" der­ken, gözlem metodunu öne çıkartmaktadır. Görmezler mi ifadesini, "bilmiyorlar mı?" şeklinde mânalandırmak gerekiyor. Çünkü çökmüş toplumları gözleme imkânı yoktur. Geçmiş nesillerin helaki, sadece tarihî bir olgu olarak nesilden nesile aktarılır ve haber olarak bilinir. Ama Allah, geçmişteki bu olguların, kesin olarak olması sebebiyle gözle görür gibi bilinmesini istemektedir. Nûh, âd, Semûd, Lût, Ahkâf ve Firavun top­lumlarının başına gelenler, kutsal kitaplarda anlatılmaktadır.

Geçmiş nesillerin helak olma sebeplerinin, yaşayan ve gelecekteki nesillerin sosyal hayatına olumlu etkide bulunması için bilinmesindeki ya­rar gündeme getirilmektedir. Yüce Allah bu soruyu, inkâr edip Allah'a şirk koşan (En'âm 6/1); öldükten sonra dirilme konusunda şüphede olan (En'âm 6/2); Allah'ın âyetlerinden yüz çeviren (En'âm 6/4); kendilerine gelen hakîkati yalanlayıp alay edenlere (En'âm 6/5) yöneltmektedir.

2. "O nesillere, size vermediğimiz bütün imkânları verdik, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altından ırmaklar akıttık". Yüce Allah, helak ettiği geçmiş nesillere verdiği imkânları, âyetin bu kısmında anlatmaktadır. Bu anlatışın amacı, bir milletin çöküşünü maddî imkânsızlıkların hazırlamadığı, çöküşün sebeplerinin başka yerlerde aranması zaruretidir. Toplumlar en iyi ekonomik imkânlara ve sosyal se­viyeye sahip olabilirler, ama onların beyin, gönül ve davranışlarındaki bo­zulma, çürüme ve gerilik, çöküşün ana sebepleri olmaktadır.

İnkâr, şirk, şüphe, hakikatten yüz çevirme ve alay etmek gibi beyni ve gönlü bir mikrop gibi tahrip eden, davranışları yozlaştıran insanlar arası ilişkileri bozan sebepler, geçmiş nesillerin çöküşünü hazırlamış ve onun sebebi olmuştur.

3. "Biz onları, günâhları sebe­biyle helak ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık". Yukarıda an­latılan sebepler, davranışları etkileyip insanlar arası ilişkiler sistemini al­tüst etti. Bunun anlamı, o nesillere günâh işletti. Günâh işleme toplumsal boyut kazanınca, yani toplumun her yerine, her katmanına yayılınca, ilâhî âleme yükselerek oradan helaki alıp getirdi. Onun içindir ki âyette (bi-zünûbihim (günâhları sebebiyle) ifadesine yer verilmiştir. Günâh kelimesinin başındaki be harfi sebep bildirmektedir. Böylece günâhın sebep, helakin de netice olduğuna işaret etmektedir.

Yüce Allah âyetin başındaki soru ile, yaşamakta olan nesillere, geçmiş olguları sebep-sonuç ilişkilerine göre tedkik etmelerinin öğretimini vermektedir. Geçmiş nesillerin niçin çöktüğü sorusunu sorarak, sebep ve onun sonucunu tedkik etmek, yaşamakta olan nesillere doğruyu bulmakta yardım edecektir. Geçmiş olguları sebep-sonuç ilişkisi içerisinde tedkik etmek, geleceğe ışık tutmaktır. O nesillerin helak olmasıyla dünya boş kalmadı, onların yerine yeni nesiller getirildi. Âyetin son kısmında yer alan enşe'nâ kelimesine âlimler, "yaratmak, var etmek, meydana getirmek" mânalarını vermişlerdir.

Dünyayı günâha bulaştıran ve kirleten nesillere Allah, savaş açarak helak etmekte ve onların yerine yeni nesiller getirmekte olduğunu açıkla­yarak, insanlığa günâh kirliliğine dikkat etmelerinin önemini öğretmekte­dir.

Bu âyetten çıkarılacak diğer bir sonuç da şudur: Günâh denen yanlış davranışların birikimi, bir toplumun bereketini, ekonomik gücünü ve me­denî seviyesini kemirmekte, çürütmekte ve yıkımına sebep olmaktadır.[7]

 

İnkarın Kok Salması:

 

7. Eğer sana kâğıt üzerine yazılmış bir kitap indirseydik de onlar elleriyle ona dokunmuş olsalardı, yine de o inkâra batmış olanlar: "Bu, apaçık büyüden başka bir şey değildir" derlerdi.

Bu âyetin açıklamasına girmeden önce Nisa sûresinin 153. âyetiyle bağlantılı olduğunu söylemekte yarar vardır. Kitap ehli, Hz. Peygamber'-den kendilerine gökten bir kitap indirmelerini istediler. Bu istekleri yerine geldiği takdirde, inanıp inanmayacaklarına dair bilgiyi vermektedir. Diğer taraftan yüce Allah, Hz. Musa'dan istedikleri yerine geldiği takdirde bu kişilerin ne yapacaklarını ve nasıl tepki göstereceklerini, Nisa sûresinin 153. âyetinde anlatmıştı. Diğer taraftan En'âm sûresinin 7. âyetinin Fur-kân sûresinin 32. âyetiyle bağlantısını kurabiliriz: "Kâfirler: 'Kur'ân ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?' dediler".

Gerek kitap ehlinin, gerekse kâfirlerin Kur'ân hakkında bu söylenti­lerinin veya isteklerinin yerine gelmesiyle gerekeni yapacakları anlamına gelmeyeceğini anlatmak için En'âm sûresinin 7. âyeti indirilmiştir.

1. "Eğer sana kâğıt üzerine yazılmış bir kitap indirseydik de onlar elleriyle onu tutmuş olsalardı". Kırtâs kelimesi, "kâğıt" anlamına gelmektedir. Öyle anlaşılıyor ki kâğıt kavramı o dönemde bilinmekteydi. Âyette "bir kâğıt" ifadesi yer al­maktadır. Buradaki "bir" kelimesi, Kur'ân'ın bir tek sayfada yazılı olarak onların önüne konmuş olması anlamına gelmektedir. Ayrıca "bir kâğıda" yazılı olmasının başka bir sonucunu da âyet vermektedir. O da elleriyle tutmalarını temin etmektir. Başka bir ifade ile gökten bir sayfaya yazılı olarak bir anda Hz. Muhammed'e inecek ve onlar da onu elleriyle doku­nacaklardı. Bu isteklerini yerine getirme ihtimalini Allah gündeme getire­rek, nasıl bir tepki vereceklerini açıklamaktadır.

2. "İnkâr edenler, 'Elbette, bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir' derlerdi". Âyetin bu kısmı, onlara Ku-r'ân bir sayfa içinde dokunacakları şekilde indirilseydi, yine de tepki göstereceklerini açıklamaktadır. En'âm sûresinin 3. âyetinde belirtildiği gibi, "Gizlinizi, açığınızı bilir" ilkesinden hareket edersek, onların nasıl bir tepki göstereceklerinin önceden Allah tarafından bilindiğinden bahse­dilmektedir.

Âyetin bu kısmında, inkâr edenlerin Kur'ân hakkında ne söyleye­ceklerini öğrenirken, inkâr psikolojisinde olanların ne kadar yanlış değer­lendirme yapacaklarını anlıyoruz. Allah'ın kitabına aldatmacadan ibaret olan bir kitap demekten utanmayacaklardır. Çünkü sihir denen "büyü", aldatmacadan ibarettir. Böylece onlar sihrin, büyünün, yani aldatıcı olanın ne olduğunu da biliyorlardı. Allah'ın kitabı hakkında büyü, yani aldatıcı değerlendirmesini yapmalarının sebebi, onların sahip olduğu inkâr psiko-lojisidir. İnkâr, sebep; ağızlarından dökülen kelimeler de sonuç olmakta­dır.

Kur'ân istedikleri gibi dokunacakları bir kâğıtta yazılı olarak indiril­seydi, onların yine de onu sihir olarak göreceklerinden şöyle bir sonuca ulaşabiliriz: Yüce Allah bu âyetiyle eğitilemeyecek insanların olduğunu, Kur'ân'ın beyin ve gönüllerine giremeyecek insanların bulunduğunu açıklamaktadır. Allah'ın kitabının etkili olmadığı insanları beşerin eğit­mesi, imkân dışında kalmaktadır. Kimlerin eğitilemeyeceğini önceden ancak Allah tesbit edebilir ve o insanların bu durumu, karşılaştıkları hakikate gösterecekleri tepki ile bilinebilir.[8]

 

Bitmeyen İstekler:

 

8. "Ona bir melek gönderilmeli değil miydi?" dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik, elbette iş bitiril­miş olur, artık kendilerine göz bile açtınlmazdı.

Bu âyetten anlıyoruz ki, inkâr edenler Hz. Muhammed'e alenen, açıkta görebilecekleri şekilde meleğin inmesini istemişlerdir. Bir önceki isteklerinde, Kur'ân'ın bir sayfa içinde yazılı ve kendilerinin dokunabile­cekleri şekilde inmesini istediklerini açıklamışlardı; bu sefer de ona bir meleğin alenen gelmesini istediler.

Yüce Allah bu isteklerini yerine getirdiği takdirde kıyametin kopa­cağını, âyetin ikinci bölümünde açıklamaktadır. Aynı durum Bakara sû­resinin 210. âyetinde gündeme getirilmiştir: "Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerinin gelmesini mi beklerler? Halbuki iş bitiril­miştir".

Demek ki meleklerin insanlara kendilerini alenen gösterecekleri an, kıyametin kopuşu anıdır. Bu isteklerinin neden yerine gelmeyeceğini, bu şekilde cevaplandırmaktadır. Kâfirler sadece Hz. Muhammed'e bir melek indirilmesini istemiyorlar; kendilerine de meleklerin inmesini istiyorlar:

"Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, bize ya melekler indirilmeliydi ya da rabbimizi görmeliydik, dediler" (Furkân 25/21).

Öyle anlaşılıyor ki kâfirlerin bu istekleri, tehlikeli isteklerdir. Yüce Allah inkâr psikolojilerinin onları ne kadar tehlikeli konulara, isteklere it­tiğini bize anlatarak, böyle tehlikeli isteklerde bulunmayı önlemenin eği­timini yapmaktadır. İnsanların gönüllerindeki beklentiler, ümitsiz alan­larda dolaşmamalı, boşa çıkacak konulara yönelmemelidir. İstekler, bek­lentiler, kötü niyetle ortaya çıkarsa, kıyametin tehlikesi kadar tehlikeli ola­cakları beyan edilmektedir.

Tehlikeli istekler, beklentiler, göz açtırmayacak kadar olumsuz olu­şumlara yol açabilirler. Âyetin sonundaki sümme lâ yünza-rûn (artık kendilerine göz bile açtırılmaz) ifadesi, bunu vurgulamaktadır. İnsan aklının, kapasitesinin, idrâkinin üstünde olan şeylerin oluşumunu istemek, beklemek, hele onları iman etmesi için şart koşmak, hiç mühlet verilmesi gibi tehlikeli cezalarla karşılanabilir.

İmanın doyum noktasına ulaşması için deney şeklinde bir delili, daha önce Hz. İbrahim Bakara sûresinin 260. âyetinde istemişti. Âhirete inanmayan insana da âhiret inancını bir tatbikatla Bakara sûresinin 259. âyetinde ispat etmişti. En'âm sûresinin 7 ve 8. âyetlerinde anlatılan kâfir­lerin istekleri bunu aşmakta ve sınırlan zorlamaktadır. Allah'ın uygulama­larıyla beşerî isteklerin kesiştiği nokta, sınırları zorlayan bir alanda olma­malıdır. Aksi takdirde işin bitmesine sebep olacaktır.[9]

 

Değişim Etki Etmedi:

 

9. Eğer peygamberleri bir melek kılsaydık, elbette onu insan suretine sokar, onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük.

İnsanlığın geçmişinde, beşer suretinde bir peygamberi kabul etme­yip, onu bir melek olarak bekleyen toplumlar olmuştur. Araplar'ın Hz. Peygamber'i melek olarak beklemeleri, beşer olarak onun peygamberli­ğine inanmamalarını, daha önce Semûd kavmi Salih peygambere karşı göstermişti. Beşer olması sebebiyle, Salih peygamberi inkâr etmişler ve ona tâbi olmalarının imkânsızlığını gündeme getirmişlerdi.

Salih peygambere karşı takındıkları bu tavrı, Şuarâ sûresinin 154. âyetinde görmek mümkündür: "Bizim gibi bir insandan başka biri değil­sin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir!" Aynı tepkilerini Kamer sûresinin 24. âyetinde de gösterdiler: "Aramızdan bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz, dediler".

Her iki âyetten anlıyoruz ki, Semûd kavmi, peygamberlerinin melek olmasını istiyor, kendi içlerinden olan bir beşerin peygamber olmasını iç­lerine sindiremiyorlardı.

Aynı tepkiyi Araplar, Hz. Peygamber'e gösterdiler, onun beşer ol­masını bir türlü hazmedemediler ve şu şekilde onun bir melek olması için fikir beyan ettiler: "Onlar içlerinden bir uyarıcının kendilerine gelmesine şaştılar da, kâfirler şöyle dediler: 'Bu şaşılacak bir şeydir" (Kâf 50/2). İlâhî mesajın tebliğini, kendileri gibi ölümlü bir varlığın yapmasını tuhaf karşıladılar.

"Onlar şöyle dediler: 'Bu ne biçim peygamber? Yemek yiyor, çarşı­larda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeliydi, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı" (Furkân 25/7).

En'âm sûresinin 9. âyetinde, onların bu düşünceleri ele alınarak ce­vaplandırılmaktadır. Demek ki insanlık tarihinde, toplumlar kendi içlerin­den çıkan peygambere, kendi içlerinden olduğundan dolayı tepki gösterip inanmamışlar, onu bir melek olarak beklemişlerdir. "Mum dibine ışık vermez" ifadesini, insanlık tarihi bu şekilde yaşamıştır. Yabancıya fazla alâka gösterip, kendi içinden yetişenleri benimsememe hastalıklı bir tepki tarzıdır. Aynı sosyal hayatı, kültürel değerleri paylaşan biri tarafından ilâhî mesajın tebliğ edilmesini kendi içlerine sindiremeyen ve buna alışa-mayanlar, inkâra kadar giden bir süreci başlatmışlardır. Bu süreç hasta­lıklı tepkilerle doludur.

Kötü alışkanlıkların insanları kıskıvrak yakaladığı, köle ruhlu insan­ların kendi içlerinden yetişen liderlere tâbi olmadıkları da tarihî bir olgu­dur. Bu tarz bir tepki, peygamberlere de yapılmıştır. Medenî toplumlar kendi içlerinden yetişen liderleri, ilim adamlarını kendi içlerine sindirir, onları benimser ve onlara tâbi olurlar. Medenî olmayan toplumlar, kendi içlerinden çıkan lider ve ilim adamlarını içlerine sindiremez, benimseye­mez ve tâbi olmazlar. Onlar daima yabancı liderlere boyun eğerler, kendi âlimlerini benimsemediklerinden, yabancıları referans olarak kabul etmek için de can atarlar.

Yüce Allah kendi içlerinden bir beşerin dini tebliğ etmelerini hazme­demeyen, bir meleğin gelmesini bekleyenlere karşı, En'âm sûresinin 9. âyetini göndererek, Hz. Peygamber'in melek olması durumunda ne ola­cağını açıklamaktadır.

1. "Eğer peygamberi bir melek yapsaydık, elbette onu insan suretinde gösterirdik". Âyetin bu kısmındaki racul ke­limesini, Kamer sûresinin 24. âyetindeki gibi "beşer" anlamında almak mümkündür. Meryem sûresinin 17. âyetinde, Cebrail'in beşer şeklinde Hz. Meryem'e gözükmesini de delil olarak gösterebiliriz. Hûd sûresinin 69-78. âyetlerine bakılırsa, Hz. İbrahim'e ve Hz. Lût'a meleklerin insan suretinde geldiği görülür. Ayrıca Hz. Peygamber'e, insan suretine girerek Cebrail vahiy getirmiştir.

En'âm sûresinin 9. âyetindeki racul kavramı, başka bir şeye işaret etmektedir. Araplar, melekleri Allah'ın kızları olarak kabul ettiklerinden dolayı, peygamber olarak istedikleri meleğin de dişi olması gerekirdi. Onun için Allah, "Peygamber bir melek olsaydı, yine erkek olurdu" de­mek istemiştir. Bu yorum ihtimalden öteye geçemez, ama melek olsaydı, gene insan suretinde olurdu, demek gerekiyor.

2. "Ve onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük". Âyetin bu bölümü, onların istekleri yerine getirilse bile inanmayacaklarına dikkat çekmektedir. Başka bir ifadeyle, onlar peygam­berin melek olmasını veya peygambere bir melek indirilmesini istiyorlardı (En'âm 6/8). Onların bu istekleri Allah tarafından kabul edilip gerçekleş-tirilseydi, gene inanmayacaklardı.

Onların imana gelmeyip şüphe ve kargaşa içine sürüklenmelerini, Allah, onlara bir elbise gibi giydirecekti. Çünkü meleği beşer suretinde peygamber olarak kabul etmeyecekler ve ona şüphe ile bakacaklardı. Va­hidî, lebese kelimesinin, bir kimsenin bir şeyi başkalarına karışık göste­rip onu çözümsüz, içinden çıkılmaz hale getirmesi durumunda kullanıldı­ğını söylemektedir. Bu mânadan hareket edersek diyebiliriz ki, yüce Al­lah, meleği peygamber olarak gönderdiği takdirde onlara şüphe elbisesini giydirmiş olacaktı. Âl-i İmrân sûresinin 71. âyetinde lebese kelimesi açıklandı, burada Kur'ân'da geçen mânaları özet olarak verilecektir. Bu kelime, "Şüphe etmek, bozmak, karartmak, ayırmak, takınmak, giyin­mek, elbise ve örtü, zırh" anlamlarına gelmektedir. Başka kavramlarla bir araya gelince, "takva elbisesi, namus elbisesi, açlık ve korku elbisesi" manalarını da ifade etmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette, "şüphe etmek, şüphe elbi­sesini giydirmek" anlamındadır. Demek ki onların, peygamberin melek olma istekleri yerine gelseydi, kafaları daha da karışacak, şüpheye derin­lemesine dalacaklar ve şüpheyi bir elbise olarak giymiş olacaklardı.

Âyetin genelinden şu neticeyi çıkarabiliriz: Çoğu zaman insanlar kendi istek ve değerlendirmelerinde yanılabilirler. İstekleri gerçekleşti­ğinde, karşılarına nelerin çıkacağını kestirmeleri bazan çok zor olabilir.

Hz. Peygamber döneminde de bazı kâfirler, Kur'ân'a ve peygam­bere inanmaları için, ona bir melek indirilmesini veya bir meleğin pey­gamber olmasını istediler; ama kendilerine bir meleğin peygamber olma­sıyla nasıl bir şüphe çamurunun içinde kalacaklarını kestiremediler. Allah onların bu yanılgılarını, yani şüphe çamuruna batmalarını önlemek için, insanlar arasından peygamber çıkardığını söylemiştir. Diğer taraftan insanlar arasında yaşayan, onların ihtiyaçlarını bilen, onlarla hayatı payla­şan, aynı değerler içinde hayatını geçiren insanın, onlarla daha iyi iletişim kuracağı gerçeğini de hiçbir zaman göz ardı etmemek gerekiyor.[10]

 

Alay Edenin Durumu:

 

10. Andolsun ki, senden önceki peygamberlerle de alay edilmiş, bu yüzden onlarla alay edenleri, alay ettikleri şey, kuşatıvermişti.

Bu âyetin analizini yaparken, bundan önceki iki âyetle ilişkisini kurmak gerekiyor:

1. "Hz. Muhammed'e bir melek indirilmeliydi" veya "Bir melek peygamber olmalıydı" demelerinin amacı, onunla alay etmekti. Yüce Al­lah, onların bu isteklerinin alay etmek için olduğu değerlendirmesini yap­makta ve böylece geçmiş peygamberlerin de alaya mâruz kaldığını açıkla­maktadır.

2. Peygamberlerle alay etmek çok eski bir geleneğe sahiptir. Zuhruf sûresinin 7. âyeti bunu şöyle açıklıyor: "Onlar, kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya alırlardı".

Geçmişte insanlar Allah'ın âyetleriyle, peygamberleriyle, mii'min-lerle alay etmişler ve alaylarını Allah'a kadar uzatmışlardı. Bu durum Tevbe sûresinin 65. âyetinde şöyle sorgulanıyor: "De ki: Allah ile, O'nun âyetleriyle ve O'nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz?"

İnanmayan insanların inkârları, kendi içlerinde olduğu gibi durma­dığından, dışarı çıkarak sosyal ve dînî nitelik kazanan önemli oluşumlara sebep olmaktadır. İnkâr, Allah ile alay etmeye kadar uzanırken, insan-Al-lah ilişkisini kirletmektedir. Allah'ın âyetlerini ve peygamberlerini alaya alarak dînî alanı kirletmektedirler. Bu geçmişte böyle olmuş, bugün de olmaktadır. İman ile inkâr alternatif değerler olarak kıyamete kadar devam edeceğine göre, bu alay işi de devam edecektir.

3. Hz. Peygamber'i teselli etmek amacıyla geçmiş peygamberlerin de aynı tepki ile karşılaştıkları açıklanmaktadır.

En'âm sûresinin 34. âyetinde söylendiği gibi, Hz. Peygamber'den önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Fakat Allah 33. âyette Hz. Pey-gamber'e, onların, Allah'ın âyetlerini inkâr ettiklerini söyleyerek tesellî etmesine devam etmektedir.

4. Âyetin ikinci bölümünde, alay edenlerin yaptıkları alayın onları çepeçevre kuşattığı söylenmektedir. Bu kuşatma işi, bu dünyada olduğu kadar, âhirette de olacaktır. Alayın yaygınlığı, toplumların manevî ve ah­lâkî hayatlarını temelden sarsıp mutluluklarını yok edecektir.

Âyetin bu kısmında yer alan hâka fiili, hayk kökünden türe­miştir. Fiil kalıbından "onlara vacip oldu", isim kalıbında "musîbet" an­lamına gelmektedir. Ferrâ, hâka kelimesine "döndü, tekrar geldi"; Zeccâc ve Ezherî, "kuşattı" mânalarını vermişlerdir.

Bunun anlamı, peygamberlerle yapılan alay, dünya ve âhirette azaba dönüşmekte ve onu yapanları kuşatmaktadır. Allah'ın peygamberleriyle alay etmek, fertlerin ve toplumların mutluluğunu boğarak yok etmiştir. Çünkü Hucurât sûresinin 11. âyetinde bu olay, bir zulüm olarak nitelen­dirilmektedir. Toplumların manevî değerlerini çürüten, kurutan, öldüren bu alay, insanlığı manen çok geri bırakmıştır. Belki de toplumların çökü­şüne yol açan sebeplerden biri olmuştur.[11]

 

Alay Etmek Yalanlamaktır:

 

77. De &i: "Yeryüzünde dolaşınız ve hakikati yalanlayan­ların sonlarının ne olduğunu görünüz".

Bu âyetin sonundaki "yalanlayanlar" ifadesi, bir önceki âyette geçen "alay edenler" kelimesinin anlamı olmaktadır. Alay etmek, yalanlamak demektir; yalanlamak da alay etmek demektir. Yalanlamak, yani alay et­mek, azapla, yani ceza ile neticelenmektedir.

Yüce Allah, "Yeryüzünde dolaşınız!" ifadesiyle, yalanlayanların, alay edenlerin cezalarının bu dünyada verildiğini, onların kalıntılarıyla göstermek istemektedir. "Bakınız!" ifadesi de o olgular üzerinde gözlemin yapılmasını emretmektedir. Şüpesiz bu kalıntılar zaman içinde yok ola­caktır, o takdirde âyetteki gezme ve bakma konusundaki emir, bu sahada yapılmış olan araştırmaların okunması şeklinde anlaşılmalıdır.

Başka bir açıdan bakarsak, yaşayan toplumlardan Allah'ın âyetle­rini, peygamberlerini yalanlayıp alaya alanların çöküşü, gelecek nesillere araştırma alanı olarak kalacaktır. Bu âyet, toplumların çöküş sebepleri arasına yalanlamayı da koymaktadır. Bunun araştırılmasını isteyen Allah, geçmiş olgulardan çıkarılacak tecrübenin, bilgi ile yaşanan zamana ışık tutmasını istemektedir. Yaşanmış hayatın neticeleriyle yaşanan hayata ışık tutup, tarihî araştırmaların önemi öne çıkartılmakta, tarihin hayata can vermesi temin edilmektedir. Böylece Allah, tarihî araştırmalara, gezi ve gözlem metodunu koymuş, insanlığın yapıp ettiklerini, her yönüyle ince­lenmesini istemiştir.

Ayette geçen akıbet kelimesi de "sonuç" mânasına gelmektedir. Sebep ise yalanlamaktır. Sebep-sonuç ilişkisi içerisinde tarihî araştırmala­rın yapılması, gelecek nesillerin hayatına yön verecek nitelik kazandıra­caktır. Yüce Allah sebebi verip sonucun insanlar tarafından tesbit edilmesini istiyor. Bu bir nevi ödev anlamını taşımaktadır. Bu ödev verme tar­zıyla Allah, tarihî araştırmalarda öğreticilerin, öğrencilerine sonucu bul­mayı bırakmalarını öğretmektedir. Bu da matematiksel bir yoldur. Bili­nenler verilir, bilinmeyenler ortaya çıkartılır. Bilinenlerden hareket ederek bilinmeyenleri, yani sonucu bulmak, tarihî araştırmalarda kullanılacak bir yöntemdir.[12]

 

Allah'a İman Ve Ahiret İnancı:

 

12. De ki: "Kime aittir göklerde ve yerde olan her şey?" De ki: "Rahmeti ve şefkati kendisine ilke edinen Alla­h'a. Sizi varlığında şüphe olmayan kıyamet gününde elbette toplayacaktır. Kendilerini ziyana sokanlar var ya, işte onlar inanmazlar".

Âyetin bütününe bakıldığında, Allah inancı, rahmet, âhiret inancı ve inkâr konularının ele alındığı görülecektir.

1. Kâinatın sahibi. En'âm sûresinin ilk âyetinde Allah'ın gök­leri, yeri, karanlıkları ve ışığı; 2. âyetinde insanı yarattığı; 3. âyetinde de Allah'ın gökleri ve yeri kapladığı beyan edilmiş ve böylece kâinatla ilişkisi gündeme getirilerek öğretilmişti. 12. âyette ise, kâinatın sahibinin kim ol­duğu sorusunu sorarak, nasıl cevap verileceğini de öğretmektedir.

Hz. Peygamber'e, göklerde ve yerde olan her şeyin kime ait olduğu sorusunu insanlara yöneltmesini, ardından da "Allah'tır" demesini emretmiştir. Burada, soruyu sorduranın, cevabı da verdiğine şahit oluyoruz. Kur'ân'ın pek çok yerinde Hz. Peygamber'e sorular soruluyor ve ardın­dan soruların cevaplandınldığma şahit oluyoruz. Meselâ İnfitâr sûresinin 17. âyetinde, din gününün ne olduğu soruluyor, 18. âyette de cevaplan­dırılıyor. Beled sûresinin 12. âyetinde, akabenin ne olduğu soruluyor, 13-15. âyetlerinde de cevaplandırılıyor. Bu yöntemin insanlara, özellikle eğitimcilere bir metot öğrettiğine inanıyoruz. Muhatabın, yani öğrencile­rin, cevabını bilemeyecekleri sorulan şok anlamda sorup onları şaşırtmak ve ardından tekrar öğretmenin cevaplandırması, ilâhî bir uygulamadır. Öğretimde bu metodun kullanılması, öğrencileri derse karşı daima uyanık tutacak ve derse katılmasını temin edecektir. Uyanık olmak ve derse ka­tılmak, konuların daha iyi öğrenilmesi anlamına geleceği açıktır.

Sorulan soru ve verilen cevapların içeriğine bakarsak, kâinatın sa­hibinin kim olduğunun sorulduğu görülecektir. İnkarcıları, "sahiplik" ve "idare etme" kavramlarını gündeme getirerek tevhîd inancına ve şirki ter-ketmeye davet etmektedir. Mülkiyet kavramından hareketle, âhiret inan­cına varma yolu izlenmektedir. Bu kâinatı yaratan, ona sahiptir. Bu sıfat­lara sahip olan da bir sonraki âlemi var edecektir.

Göklerde ve yerde olan her şeyin sahibinin kim olduğu konusuna zihnini yormak, onu düşünmek, gönüldeki inanç duygusunu harekete geçirip doğru imana götürebilir. Sahip olma, hayvanlarda içgüdüsel ola­rak; insanlarda hem duygusal hem de aklî olarak vardır. Fakat göklerde ve yerde yaşayan canlı, cansız varlıklara ve gezegenlere sahip olmaya kimin gücü yetebilir? Öyle ise onları kim yarattı ise, mülkiyetleri de O'na aittir.

2. Sahiplik rahmet iledir. Hz. Peygamber'e, göklerde ve yerde olan her şeyin sahibinin Allah olduğu söylenirken, özellikle O'nun "rahmef'ini öne çıkartmasını emredilmektedir "Rahmeti kendisine yazan Allah". Buradaki "yazmak" kelimesi, farz kılmak anla­mına geldiği gibi, ilke edinmek mânasına da gelmektedir. Nefis kelimesi "zâtına, öz benliğine" demektir. Yüce Allah, rahmet ve merhameti kendine ilke edinmiş, sıfatlarının merkezine yerleştirmiştir. Kur'ân'da bu tarz bir ifade En'âm sûresinin 54. âyetinde geçmektedir. Orada da rahmeti kendi öz benliğine yazdığını, ilke edindiğini, yani farz kıldığını gündeme getirmistir. Bu iki âyetin dışında farklı bir tarzda A'râf sûresinin 156. âyetinde şöyle geçmektedir.

"Bize hem bu dünyada güzellik yaz, hem de âhirette. Şüphesiz biz sana döndük. Allah buyurdu ki: 'Kimi dilersem onu azabıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatır. Onu sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetle­rimize inananlara yazacağım".

Yüce Allah takva sahiplerine, yani günâhtan sakınan insanlara, ze­kâtı verenlere ve Allah'ın âyetlerine inananlara da merhamet etmeyi ken­disine farz kılmıştır. Takva sahibi insan merhametlidir; zekât veren insan da merhameti gereği Allah rızâsı için malından fedakârlık etmektedir. Al­lah'ın âyetlerine inanan insanlar da merhametli olmalıdırlar. Burada önemli olan konu, Allah'ın merhametinin her şeyi kapsadığıdır. Kudsî bir hadîste olduğu gibi "Benim rahmetim gazabımı aşar"[13].

"Rahmeti kendine yazdığını" söylemesi ne anlama gelmektedir? Bu soruya cevap verebilmek için, En'âm sûresinin ilk âyetinden buraya kadar anlatılan konulara bakmak gerekir. Allah gökleri, yeri, karanlıkları, ay­dınlığı, insanı yaratması, onun rahmetinin, yani merhametinin gereği ol­muştur. Onun içindir ki Âl-i İmrân sûresinin 6. âyetinde, insanı yarattığı annenin döl yatağına "merhamet" anlamına gelen rahim demiştir. Çocuğu koruduğu, dengeli bir çevre oluşturduğu için ona bu ad verilmiştir.

Allah bütün varlıklara rahmetini, merhametini yaymıştır. Günâh iş­leyen, şirk koşan, inkâr eden insanlar, sonradan tövbe edip tevhîd inan­cına dönünce, Allah'ın rahmetini, merhametini karşılarında bulurlar. Önemli olan olumlu mânada tevhîdden yana gönüllerinde köklü değişimin meydana gelmesidir. Kâinata sahip olmakla, merhamet, yani rahmet ara­sında önemli bir ilişki vardır.

Bu ilişkiyi insanlar arasına da indirgeyebiliriz: Memleketine sahip olan devlet adamları, merhamet sahibi olmalıdırlar. Merhamet sahibi ol­mayan devlet adamları, memleketlerine sahip çıkamazlar. İş verenler, ana babalar, öğretmenler idare ettiklerine daima merhametli davranmalıdırlar. Sahip olmak, merhametle gerçekleşecektir. Onun için A'râf sûresinin 156. âyetinde kullarına da rahmetini, merhametini yazdığını ilân etmiştir. Nasıl ki insanoğlu anne karnında merhamet teknesinde şekillendirdi ise, bütün kâinatı da rahmet ve merhametiyle yaratmıştır.

3.  Ahirette toplanılacaktır. Yüce Allah âyetin üçüncü kısmını, toplanılacak kıyamet günü, şüphe ve manen iflâs ile örmüştür: "Sizi, varlığında şüphe ol­mayan kıyamet gününde elbette toplayacaktır. İnanmayanlar, kendilerini ziyana sokmuşlardır".

En'âm sûresinin 2. âyetinde, kıyamet gününden şüphe edildiği gündeme getirilmişti. Burada ise kıyamet gününün iki özelliğine işaret et­mektedir. Toplanma günü ve yeri olma, şüphe edilemeyen özelliklere sa­hip oluş. Yüce Allah bu ifadesini yine merhameti, rahmeti gereği söyle­mektedir. Orada rahmeti gereği genel af ilân edecektir, ama inkâr edenler, şirk koşanlar ve âhiret konusunda şüphe taşıyanlar, Allah'ın âyetlerinden yüz çevirenler, hakkı yalanlayanlar, Allah'ın âyetleri ve peygamberleriyle alay edenler, Allah'ın kitabına sihir diyenler, peygamberin melek olmasını isteyip, onu inkâr edenler, bu aftan yararlanamayacaklardır. Geçmiş nesil­lerle sonraki nesillerin bir araya gelecekleri mahşer gününden şüphe edil­memesinin önemi burada vurgulanmaktadır. Yukarıdaki eylemleri gerçek­leştirenler, Allah'ın her şeyi kaplayan rahmetinin dışında kalacaklarından bu uyan yapılmaktadır. Rahmet deryasına girebilmek için, inkâr ve şirk­ten soyunmak gerekiyor.

Ahirette Allah'ın bütün insanları bir araya getirmesi, onlara rahmeti, merhameti ve affı ile muamele yapmasının anlamı, iyileri ödüllendirece-ğidir. Buradaki toplama olgusunu bir tehdit değil de bir teşvik mânasına almak mümkündür. Dünyada peşpeşe gelen nesiller şeklinde yaratması, gidenlerle gelenler arasında bir hasret oluşturmuştur. Ahirette bir araya toplanılacağının söylenmesi, bu hasreti hafifletmekte ve böylece âhiret inancının pekişmesi temin edilmektedir.

4. İnanmayanlar kaybediyor. Yüce Allah âyetin sonunda, ahi­rette Allah'ın rahmetinden istifade edemeyecek olanları açıklamaktadır. "Nefislerini ziyana uğratanlar" ifadesinden şunu anlıyoruz: Dünya haya­tında insanın doğa kanunu takip etmemesi, kendisine doğuştan verilen psikolojik güçleri, yani aklını, gönlünü ve nefsini kullanıp geliştirmemesi, onları devre dışı bırakması, beynini, gönlünü ve nefsini kirletmesi de­mektir. Şems sûresinin 10. âyetleriyle cevap verecek olursak "Öz benli­ğini (nefsini) karanlığa gömen hüsrandadır" demek gerekir. Nefsi ziyana uğratmak, onu karanlıklara gömmek demektir.[14]

 

Allah Herşeyın Sahibidir:

 

13. Gece ve gündüzde barınan her şey, O'nundur. O her şeyi işitendir, bilendir.

Bu âyetin açıklamasını yaparken En'âm sûresinin 1. âyetiyle ilgisi­nin kurulması gerekir. 1. âyette göklerle yerin yaratıldığı söylendikten sonra, 12. âyette onların sahibi olduğu vurgulanmıştı. Aynı şekilde 1. âyette karanlıklarla nurun var edildiği söylendikten sonra, 13. âyette on-larm sahibi olduğuna dikkat çekilmektedir. Yaratma önce, sahiplilik ar­dından gelmektedir. Yaratan yarattığının sahibidir; yaratılan O'na aittir.

Kurulan bu ilişki, bizi şu açıklamayı yapmaya götürür: Allah'ın ya­ratmasını beşerî âleme indirirsek, "doğurma ve oluşturma" mânası veri­lebilir. Doğuran, doğurduğunun sahibi olmalı, ona sahip çıkmalıdır, çünkü o ona aittir. Bir devleti oluşturanlar, o devletin sahipleridir, o dev­lete sahip çıkmalıdırlar.

Din eğitimi açısından En'âm sûresinin 12. âyetine genel anlamda yaklaşırsak, şu sonuca varabiliriz: İlâhî eğitim, insanlara kâinatın sahibi­nin kim olduğunu ve onun rahmetinin her şeyi kapsadığını, âhiret gününden şüphe edilemeyeceğini, o gün bütün insanların bir araya geleceğini, kendi öz benliğine ziyan eden kâfirlerin ilâhî rahmetten istifade edemeye­ceğini öğrettiği gibi, din eğitimi de bu konulan öğretmelidir. İnsanın kendi öz benliğine nasıl zarar vereceğini ve ilâhî rahmetin dışında hangi eylem ve inanış biçimleriyle kalacağını öğreterek, insanları bilinçlendir­melidir.

İnsanların bu dünyada akıl ve gönüllerini hakîkatin, yani ilâhî vah­yin dışında tutmalarının, âhirette ilâhî rahmetin dışında kalacaklarına se­bep teşkil edeceğini öğretmelidir. Bu dünyada ilâhî rahmetin içine gireme­yen beyin ve gönülün, öteki dünyada dışında kalacağı inancını aşılamalı-dır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin son kelimesi, öz benliğini ziyana uğratan eylemi belirlemekte ve onun "iman etmemek" olduğunu söylemektedir. Öz benlik dediğimiz nefsin ziyanı, inanmamaktır. Öz ben­liğini ziyana sokmak, ona zulmetmektir. Aklın ve yeteneklerin, duygula­rın iyi yönde kullanılmamasının anlamı, zulümdür. Böylece insan kendi kendine zulmetmiş olmaktadır.

Özbenliğini iman etmemek suretiyle ziyana uğratan insanlara, o günde ilâhî rahmetten istifade edemeyecekleri konusunda bu toplanma uyarısı bir tehdit oluşturmaktadır. Öz benliğine zarar vermeyi En'âm sû­resinin ilk âyetlerinden itibaren işlenen konularla değerlendirirsek, inkâr, şirk, şüphe, âyetlere yüz çevirmek, hakikati yalanlamak ve âyetlerle alay etmek, Allah'ın kitabına sihir demek, peygamberi melek olarak istemek, peygamberle alay etmek şeklinde anlamak mümkündür.

1. âyette göklerle yerin yaratılmasının ardından, karanlıklarla nurun var edilmesine geçiş yapılmış, 12. âyette göklerin ve yerin sahipliliğinin ardından, gece ile gündüzün içinde yerleşen her şeyin sahipliliğine geçil­miştir. Görülüyor ki burada, daha az karmaşıktan daha çok karmaşık olana, daha somut olandan daha soyut olana, daha uzak olandan daha yakın olana doğru bir öğretim metodu uygulanmaktadır.

Âyette geçen sekene kelimesinin geniş bir açıklaması, Bakara sû­resinin 248. âyetinde yapıldı. Burada ise kısaca açıklanacaktır. Gece ve gündüzde, hareketinden sonra sakinleşen, durağan hale gelen her şeyin Allah'a ait olduğu gündeme getirilmektedir. Durağan olan şeyin gündeme gelmesi, aynı zamanda hareketin gündeme getirilmesi demektir. Çünkü sükûnet, hareketten sonradır ya da hareket sükûnetten sonra oluşmakta­dır. Kâinatta aslolan harekettir, sükûnet sonradan meydana gelir.

Tıpkı Nahl sûresinin 81. âyetinde "sıcaktan koruyan elbiseler" der­ken, soğuktan korumayı gündeme getirmemesi gibi, burada da hareket­sizliği gündeme getirirken, hareketten bahsetmemektedir. Ama biz bunu, "elbisenin sıcaktan koruması" derken, soğuktan koruması şeklinde yo­rumlayabiliriz; sükûneti de hareketle yorumlayabiliriz. Çünkü aslolan elbi­senin soğuktan korumasıdır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de aslolan harekettir. Kâinatta mademki asıl olan harekettir, hatırlatılması ge­reken sükûnet olmaktadır.

Gece ve gündüzde barınan ifadesini, gece ve gündüzde meydana gelen olayları ve zaman dilimlerinin varlıklara sağladığı her şeyi kapsa­mına alacak şekilde anlamak mümkündür. Karanlıklarda barınan ile ışıkta barınan kavramlarını başka bir açıdan yorumlamak mümkündür. Meselâ insanların aldığı gıdadan oluşan kan, kandan doluşan sperm ve yumurta, onların anne karnında buluşması, orada safhadan safhaya geçmesinin hep karanlıklarda olduğu, Zümer sûresinin 6. âyetinde anlatılmaktadır. Daha sonra o yavru dünyaya gelerek ışıkta barınmaktadır. Daha önce karanlık­larda barınırken, sonra da ışıkta barınmaktadır. Bütün canlıların yaratılı­şında bu özellik vardır. İnsanın beyninde, gönlünde ve nefsinde olanlar, karanlıkta barınmaktadır; daha sonra onlardaki oluşumlar davranışlar ve sözlerle ışığa çıkacaklardır. Böylece o sözler bazan kitaplarda, bazan da hayatın her alanında barınmaya başlar. Bütün bu oluşumları Allah işit­mekte ve bilmektedir. İşte bu sebeple de onların sahibi olmaktadır.

En'âm sûresinin ilk âyetinden buraya kadar olan konuları düşündü­ğümüz zaman, 13. âyetin sonundaki Allah'ın işitme ve bilme sıfatlarını da katınca, karanlıkların insanların içindeki oluşumlara, gündüzün de açıkta yaptıklarına işaret olduğunu söyleyebiliriz.[15]

 

Dost Kimdir?

 

14. De ki: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah'tan başkasını mı dost edi­neceğim?" De ki: "Bana müslüman olanların ilki ol­mam ve müşriklerden olmamam emredildi".

Bu âyette Hz. Peygamber'e yapması gereken iki önemli eylem ile öğretmesi gereken iki önemli konu yer almaktadır.

1. Dostunu bileceksin. "Dost" fikrine nasıl gidileceğini Allah şöyle öğretmektedir:

a) Gökleri ve yeri yoktan yaratmış olmak.

b) Yedirdiği halde yedirilmeyen özelliklere sahip olan varlık dost edinilmeye lâyıktır.

Buraya kadar Allah'ın yaratma sıfatı ile varlıkları beslemesi öne çı­karılmaktadır. Ayetin birinci bölümünde fatır sıfatı gündeme getirilmiştir. Buraya kadar hâliklik sıfatı işlenirken, burada yoktan yaratmayı ve ilk ya­ratmayı ifade eden fâtırlık öne çıkarılmıştır.

Allah kâinatı ve onun içindeki varlıkları yaratma planı denen kade­rini ilk önce hayata geçirmesi, fâtır sıfatı gereği olmuştur. Fâtır kavramı, hem ilk yaratmayı, hem de yaratılana görevini verme, belirleme eylemini ifade etmektedir. Meselâ insanın yaratılışı ele alındığında, ilk defa yaratıl­ması ve ona psikolojik özelliklerin verilmesi, fâtırlık sıfatı ile gerçekleş­miştir.

İnsanın dost edineceği varlık, bu ilk yaratılışı gerçekleştiren ve gö­revleri belirleyen Allah olmalıdır. Yedirdiği halde yedirilmeyenin anlamı, beslenme ile hayatını sürdüren varlıklara geçimlerini temin eden, rızıkla-rını veren ve böylece ekonomik ihtiyaçlarını gideren Allah'ın, kendisinin böyle bir ihtiyaca sahip olmaması demektir.

İnsanların ya da bütün canlıların temel ihtiyaçlarından biri beslenme olduğu halde, Allah'ın böyle bir ihtiyacı yoktur. Dost daima ihtiyaç sahip­lerini destekleyen olmalıdır. Allah'ın ihtiyacı olmadığı için menfaati de düşünmez. İhtiyaç sahipleri menfaat peşine koşar, menfaatlerin çatıştığı yerde dostluk biter. Allah'ın ihtiyaç sahibi olmaması ve menfaat peşinde koşmaması sebebiyle dostluğu mutlaktır.

Âyette geçen velî kelimesi, "yakın" anlamına geldiği gibi, "tanrı" mânasına da gelmektedir. Burada tanrı mânasını verme imkânı olduğu halde, başka yerlerde "yakîn, dost, destek çıkan" mânasını verebiliriz. Velî kelimesinin anlamı içinde, gönlü Allah'tan başkasından temizlemek, sadece Allah'a yöneltmek mânası da vardır. Kişi dostuna iltifat eder, gönlünü ona çevirir. İnsanın da Allah'ı dost edinmesi demek, O'na iltifat etmesi, O'na yönelmesi ve gönlünü O'na vermesi demektir.

Âyetin kendisine yakından baktığımızda, Allah'ın veliliğinin, O'nun yaratıcılığı ve beslemesi ile ifade edildiği görülecektir. Demek ki dost ya­ratandır ve besleyendir.

Şirki ortadan kaldırmak için Allah, Hz. Peygamber'e bu soruyu sordurmuştur: "Gökleri ve yeri yoktan yaratan, yedirdiği halde yedirilme-yen Allah'tan başkasını mı dost (tanrı) edineceğim?" Demek ki, insanlar Allah'tan başkasını dost ediniyorlardı. Ama Allah'tan başkasını dost (tanrı) edinmelerinin arka planında yer alan sebep, kullandıkları yanlış öl­çüttür. Başka bir ifade ile dostlarında aradıkları vasıflar yanlıştı. Allah Hz. Peygamber'le bu vasıfları insanlara öğreterek, yanlış varlıkları tanrı edin­melerini engellemektedir. Tanrı mânasındaki dost, ilk yaratan, doyurduğu halde kendisinin beslenmeye ihtiyacı olmayan bir varlık olmalıdır.

2. Dosta teslim olmak, ona şirk koşmamaktır. Dost insana her şey teslim edilir ve onun tek olduğu söylenir. Hz. Peygamber müslümanların ilki olduğunu ilân ettiği gibi, müşriklerden olmadığını da açıkladı. Âyetin birinci bölümünde Allah'ı dost edindiğini söyledi, sonra dostuna teslim olduğunu ve ona eş koşmadığını beyan etti.

Demek ki âyetin birinci bölümü, Allah'ın önemli vasıflarını gün­deme getirmiştir. İkinci bölümü de böyle bir varlığa karşı ne yapılmasını açıklamaktadır. Asıl amaç Allah'a teslim olarak şirki ortadan kaldırmaktır.

Teslimiyet ve şirkten kurtulmak için, Allah'ın kâinat ve canlılar alemiyle olan ilişkiler konusunda bir ders vermektedir. Hz. Peygamber'in anlatımıyla bu dersi verdirmesi, aynı teslimiyetten onun da sorumlu oldu­ğuna delil teşkil etmektedir. Böylece Allah, kendisinin dost edinilmesini âyetin örgüsüne koymuştur.[16]

 

Allah'a Âsî Olmaktan Korkmak:

 

15.  De ki: "Eğer rabbine isyan edersem, büyük bir gü­nün azabından korkarım".

16.  (O öyle bir gündür ki) o gün kim esirgenirse, Allah ona rahmetini bağışlamış olur. Bu da apaçık bir kurtuluş olacaktır.

Yüce Allah kendisine isyan edilmesine bir tanım getirmektedir. 14. âyette geçen Allah'ı dost edinmek, O'na teslim olmak ve O'na şirk koşan­lardan olmamak. Üç ilkenin yerine getirilmemesi, Allah'a isyandır. Allah'ı dost edinmeyen, O'na teslim olmayan ve O'na şirk koşanlar, Allah'a isyan etmektedirler. Onun içindir ki, Hz. Peygamber'e isyan etmemesini emretmektedir. Böylece 14. âyetteki üç ilkeyi yerine getirmediği takdirde isyan etmiş olacağını açıklamaktadır.

Diğer taraftan isyanın âhirette ceza göreceği de söylenmektedir. O büyük günün azabından korkmak, isyanı engellemektedir. Âhiretteki ce­zanın korkusu, Allah'a karşı isyandan caydırıcı özelliği, bu şeklide anla­tılmaktadır.

Allah'ı dost edinmemek, O'na teslim olmamak ve O'na şirk koş­mak, O'na bir isyandır. Bu isyan âhirette azabı getirmektedir. Burada Al­lah hem isyana bir tanım getirmekte, hem de korku denen psikolojik duy­gunun etkinliğini vurgulamaktadır.

Peygamber de Allah'a isyan etmekten kendini koruyacak, büyük günde azabın ona isabet etmesinden korkacaktır. Korku denen duygu, inanç duygusunu yönlendirmekte, teslimiyet ve tevhîd inancının yeşer­mesine ciddî yardımda bulunmaktadır.

16. âyette kendisinden azabın çevrildiği kişiye Allah'ın rahmet ettiği kesindir. Azabın çevrilmesinin anlamı, o kişinin esirgenmesidir. Kıyamet günü azabın yüz çevirtilmesinin sebebi, 14 ve 15. âyetlerde yatmaktadır. Allah'tan başkasını (ann edinmek, Allah'a teslim olmamak, O'na şirk koşmak, kıyametin azabından korkmayıp Allah'a âsi olmak gibi, kalbî ve amelî şeylerden vazgeçenden azap çevrilecektir.

Korkunun gönülde gerçekleştirdiği bu değişim, ilâhî rahmeti bera­berinde getirecek ve bu rahmet sonucu apaçık kurtuluş elde edilmiş ola­caktır. Demek ki insanlar cennete ilâhî rahmet sayesinde gireceklerdir. İn­sanların amelleri rahmeti, rahmet de apaçık kurtuluşu beraberinde getirmiş olacaktır. Buradaki değişimin, yani şirkten tevhîde geçişin, amel ve apa­çık kurtuluşla ilâhî rahmetin alâkasını Hz. Peygamber şöyle yorumlamak­tadır:

"Ruhumu kudretinde bulunduran Allah'a yemin olsun ki, insanlar­dan hiç kimsenin ameli, onu cennete sokmaz. 'Senin amelinde mi seni cennete sokmaz ey Allah'ın peygamberi?' dediler. 'Benim amelim de beni cennete sokmaz, meğer Allah rahmeti ile beni korumuş ola' dedi ve elini başının üstüne koyarak sesini yükseltti[17].

En'âm sûresinin 16. âyetinde geçen ilâhî rahmet ve kurtuluş ilişki­sini açıklayan bu hadîs, insanlara amellerinin cennet için yeterli olamaya­cağını, cennete girişin ilâhî rahmet sayesinde olacağını öğretmektedir. Bunun anlamı, insan kendi ameline güvenmeyecektir. "Benim amelim âhiretteki cennet, yani kurtuluş için yeterlidir" düşüncesinde bir kibir vardır. Bu kibrin kırılmasını, yorumunu yapmakta olduğumuz âyet ve onu açıklayan hadîs temin etmektedir.[18]

 

İlahı Uygulamaya Karşı Koymak:

 

17. Allah sana bir zarar verirse, onu O'ndan başkası gi­deremez; eğer sana bir iyilik de verirse, şüphesiz O, her şeye gücü yetendir.

18.  Zira kullarının üzerine otorite sahibi, sadece O'dur. O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.

Her iki âyeti beraber açıklamak zorundayız, çünkü ikinci, birinciyi tamamlar durumdadır.

1. Allah dostun kim olacağını açıklıyor. Allah 14. âyette velî, yani tanrı olmaya kimin lâyık olduğunu açıklamaya devam ettiğini 17. âyette de sürdürmektedir. Buna göre velî, göklerin ve yerin ilk yaratıcısı, her var­lığı besleyen ama kendisinin beslenmeye ihtiyacı olmayan (14. âyet); in­sana bir zarar verdiği takdirde onu O'ndan başkası gideremeyen ve hayrı vermeye gücü yeten (17. âyet) bir varlıktır. Demek ki insanın velî edine­ceği varlık, yegâne otorite sahibi olmalıdır. Hiç kimse onun vereceği za­rarı ortadan kaldıramamak, vereceği faydaya da engel olamamalıdır.

2. Yüce Allah fayda ve zarar bakımından kendi otoritesini tanımla­makta ve kullarıyla ilişkisini belirlemektedir. O zaman şu soru karşımıza çıkar: Allah kuluna zarar verir mi? Âyetteki "Eğer Allah seni zarara uğra­tırsa " ifadesinden, Allah'ın kuluna zarar vermek istediği veya verdiği fik­rini çıkarmak doğru değildir. Zaten âyette "isterse" şeklindeki kelime ka­lıbına yer verilmektedir. Bunun anlamı, Allah kuluna zarar vermek iste­mez, ama isterse verir. Çünkü kulun başına gelen bütün zarar, belâ, sı­kıntı ve kötülükler kendi nefsinden, kendi yaptıklarından kaynaklanmak­tadır. Kur'ân'ın bu temel ilkesi, Nisa sûresinin 79. âyetinde açıklandı: "Sana gelen iyilik Allah'­tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir".

Meselâ Yûnus sûresinin 21. âyetine bakılırsa, insana dokunan sı­kıntıyı gündeme getirirken, sıkıntının kendisi fail durumundadır. Allah rahmeti kendisi tattırıyor, ama sıkıntının kendisi insana dokunuyor. Aynı şekilde Yûnus sûresinin 12. âyetinde de, "İnsana bir zarar dokunduğu zaman" derken, "zarar" özne durumundadır. Allah zararı dokundurmu­yor, zarar kendisi dokunuyor. İsrâ sûresinin 83. âyetinde de nimeti veren Allah'tır, kötülük ise kendisi dokunmaktadır. Bütün bunlardan şunu çı­karıyoruz: Allah kuluna durup dururken zarar vermez, ona bir kötülük gelmesini istemez ve buna razı olmaz (Zümer 39/7). Demek ki kul kö­tüyü, belâyı kendisi ister, Allah da yaratır.

3. En'âm sûresinin 17. âyetinde geçen zarardan neyi anlamalıyız? sorusunun cevabını, 14. âyetin son kelimesiyle verebiliriz. 17. âyette ge­çen zarar, "şirk"tir. Çünkü şirkten daha büyük bir belâ, zarar ve kötülük yoktur. Allah şunu ifade etmektedir. "Şirki sana dikseydim, kimse onu ortadan kaldıramazdı".

Şirk inancı Allah'tan gelmiyor, onun için mutlak değil, ârizîdir, yani sonradan kulun isteği ile meydana gelmektedir. Onun için kulun isteği ile değişime uğrayabilir. Eğer ben sana inkâr ve şirk gibi büyük bir zararı dokundursaydım, kimse onu değiştiremezdi, çünkü o zaman mutlak ola­caktı.

Yüce Allah'ın vereceği bir zararı ortadan kaldıracak bir varlık ol­saydı, o da tanrı olurdu. Böyle bir gücün olmaması, şirk denen olayın olamayacağını açıklamaktadır. 17. âyetin sonunda yer alan "Allah'ın gücü her şeye yeter" ifadesi, 18. âyette insanlar üzerinde yegâne otorite sahibi­nin Allah olduğunun açıklanması, hep şirkin büyük zarar olduğunu öğ­retmeyi amaçlamaktadır.

4. Her iki âyette Allah'ın "kadîr, kahhâr, hakîm ve habîr" sıfatları verilmektedir. Allah bu sıfatlarıyla her şeye gücünün yettiğini, kullarının üzerinde yegâne otorite sahibi olduğunu, işlerini yerli yerinde yaptığını ve her şeyden haberdâr olduğunu söylemektedir.[19]

 

Şahit Olarak Allah Yeter:

 

19. De ki: "Tanıklık bakımından hangi şey daha büyük­tür? " De ki: "Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım. Siz gerçekten Allah'ın yanında başka ilâhların bulunduğuna tanıklık ediyor musu­nuz?" De ki: "Ben buna tanıklık etmiyorum". De ki: "Ben buna tanıklık etmiyorum ". De ki: "O sadece tek bir tanrıdır. Ve ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım".

20. Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (peygamberi) kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini ziyan edenler var ya, işte onlar inanmazlar.

19. âyette anlatılan konunun nüzul sebebi, 20. âyet olmaktadır. Konu, Hz. Muhammed'in peygamber olup olmadığı meselesidir. Mekke­'nin ileri gelenleri Hz. Muhammed'in peygamber olmasını bir türlü be­nimseyemedi, içlerine sindiremedi ve alışamadılar. Onların tepkisini İbn Abbâs şöyle anlatmaktadır: "Mekke'nin ileri gelenleri, 'Allah senden başka peygamber tayin edecek birini bulamadı mı?' sorusunu sormuş­lardı. 'Seni tasdîk eden birini göremiyoruz. Seni yahudi ve hıristiyanlara da sorduk. Senin peygamber olduğuna dair yanlarında hiçbir delilin ol­madığını söylüyorlar. O halde bize, senin peygamber olduğuna tanıklık eden bir kimse göster". Bu konuşmanın üzerine Allah bu âyeti indirdi. 19. âyet müşriklere, 20. âyet de yahudi ve hiristiyanlara cevap olmakta­dır.

1. Allah onların Hz. Muhammed'i peygamber olarak kabullenme­melerine ve tepki göstermelerine karşı şu soruyu sormasını istemektedir: "Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür? " Âye­tin bu kısmında geçen şehâdet kelimesini "tanık" olarak çevirmek müm­kündür. Tanık ile J& ekber kelimesi bir araya gelince, ekbere "daha güvenilir" mânasını vermemize yol açılmış olmaktadır. Böylece çeviriyi, "Tanıklık bakımından en güvenilir kimdir?" şeklinde yapabiliriz. Konuyu biraz daha açarsak, Hz. Peygamber'in peygamberliğinin en güvenilir ta­nığı Allah'tır. "Hakikatin en büyük şahidi, yani en güvenilir tanığı kim­dir" şeklindeki soru, Allah'ı bilen müşriklere yöneltilmektedir.

Bundan şu neticeyi çıkartabiliriz: Müşriklerin tepkileri sebebiyle Hz. Peygamber'in peygamberliği için istedikleri kanıt hususundaki açıkla­mayı, Allah yapmaktadır. Onlarla bu konuda fikir tartışmasına Hz. Pey­gamber'in girmesini istememektedir.

2. Onların sorusuna soruya Allah soruyla karşılık verince, sorduğu soruya cevabını yine kendisi vermektedir. "De ki: 'Benimle sizin aranızda Allah tanıktır".

Bu cevabı şu şekilde açıklayabiliriz: Kâinatta öyle cisimler ve öyle varlıklar vardır ki, onları göremediğimiz halde var olduklarına inanırız. Ama onların var olduğuna Allah'ın tanıklık etmesi yeterlidir. Bizim onları görmememiz, onların var olmadığına delil teşkil etmez. Allah'ın onların varlığına tanıklık etmesi, var oluşlarının delili olarak yeterlidir.

Bu açıklamayı, âyetin ikinci bölümünün tefsîri için alabiliriz. Hz. Muhammed'in peygamberliğine Allah'ın tanıklık etmesi, delil olarak ye­terlidir; müşriklerin inanıp inanmaması önemli değildir.

Allah Hz. Peygamber'e, peygamberliğini kendi iddiasına göre ispat­laması yerine, Allah'ı şahit koşması, O'nu tanık olarak göstermesini em­retmesi, ispatın güçlü olmasını istemesindendir. Çünkü peygamberlerin en çok eziyet çektikleri konulardan biri, peygamberliklerini ispat etmekti. Hz. Peygamber bu görevi kendisinin yüklenmediğini, Allah'ın bir seçimi, yani bir lütfü olduğunu söyleyerek, inanmalarını kolaylaştırma yoluna gitmiştir.

Bu âyetin 1. ve 2. bölümüyle, tanıklık kavramını insanlığın haya­tına, hukukuna ve kültürüne aşılamıştır. Her oluşumun ve iddianın tanığı, delili, ispatı olmasını gündeme getirerek, objektif delilin önemini insanlara öğretmektedir. Ayrıca tanıklar, deliller arasında, önemsizden önemli olana doğru bir sıralamanın olabileceğini ve en güvenilir delilin ispat için alın­masını vurgulamaktadır.

3. Allah, Hz. Peygamber'e, kendisine vahyedilen Kur'ân'ın göre­vini açıklayarak da peygamberliğini ispat etmesini emretmektedir.

"Bu Kur'ân bana vahyedildi ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım". Âyetin bu kısmından çıkarılabilecek önemli ilkeler vardır.

a) Din adına insanları uyarmak, ancak ilâhî vahiyle olabilir. Beşerî düşünce, anlayış ve felsefelerle, din adına uyarı yapılamaz. Allah Hz. Peygamber'e uy ansını Kur'ân ile yapmasını ve insanları buna inandırma­sını istemektedir.

b) Kur'ân'ın görevleri arasında yer alan "uyarı", insanları gittikleri yanlış yoldan çevirmeyi amaçlamaktadır. Çünkü uyarı, olumsuz bir dav­ranıştan vazgeçirmenin ve olumlu mânada değişimi gerçekleştirmenin uğ­runa yapılan bir eğitim faaliyetidir.

c)  "Bu Kur'ân bana vahyolundu" diyerek, Kur'ân'ı kendisinin yaz­madığını göstermektedir.

d)  Kur'ân'ın uyarma görevinin evrenselliğini gösteren ifade, "ulaştığı kimseler"dir. Âyetin bu kısmındaki belega fiilinin öznesi, Kur'ân'dır. Yüce Allah Kur'ân'ı, hareket eden bir canlı olarak kabul ettiği için, ulaşma eylemini ona vermektedir. Şûra sûresinin 52. âyetine göre Kur'ân, bir "ruh"tur. Ruh da canlılığı ifade etmektedir. O'nun konuşan bir kitap olduğu da dikkate alınırsa, insan gibi hareket edip insanlara ulaş­tığı söylenebilir. Onun için "ulaştığı kimseleri" ifadesine yer verilerek, Kur'ân özne yerine konmuştur.

Bunun anlamı şudur: Kur'ân önceden hareket ediyor, Hz. Peygam-ber'in önünü açıyor, açılan yerden girerek insanları uyarıyor. Din adına Kur'ân'ın ulaşmadığı insanları uyarmanın etkili olamayacağına da işaret etmektedir. Onun için din eğitimcileri ve âlimleri, insanlara önce Kur'ân'ı ulaştıracaklar sonra da yine Kur'ân ile uyaracaklardır.

4. Allah Hz. Peygamber'den şirk konusunda onlara başka bir soru yöneltmesini istemiştir: "Siz gerçekten Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna tanıklık mı ediyorsunuz? De ki: 'Ben buna tanıklık etmiyorum'. De ki: 'O, sadece tek bir tanrıdır. Ve ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım ".

Âyetin bu kısmındaki şehâdet kelimesi, "inanmak" anlamına gel­mektedir. "Siz gerçekten Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna inanıyor musunuz?" şeklinde çevirmek daha doğru olacaktır. Bu sorunun amacı, Allah'tan başkasını tanrı edinen müşriklerin zihninde bir soru işa­reti uyandırarak, şok bir etkide bulunup inançlarını sorgulama uyarısında bulunmaktır. Uyarının ilk basamağı bununla başlamaktadır.

Bu sorudan varılacak diğer bir genelleme de şudur: Karşıdaki insa­nın inancını ortaya çıkarmadan, onu müşrik olarak itham etmek doğru değildir. Önce şirk meselesi soru halinde yöneltilerek şok etkide bulunu­lur, sonra da alınacak tepkiye göre değerlendirme yapılır.

Soruyu karşı tarafa yönelttikten sonra, kendi inancını söylemek ge­rektiğinden, Hz. Peygamber'den şöyle demesi istenmektedir: "De ki: 'Ben inanmıyorum", yani "Ben tanıklık etmiyorum". Bu ifade En'âm sû­resinin 14. âyetinin bir devamı niteliğindedir.

Âyetin bu bölümünden şu ilkeyi çıkartıyoruz: Önce şirkle uğraşıla­cak, sonra ondan boşalan yere tevhîd inancı dikilecektir. Bu metot daha önce Bakara sûresinin 256. âyetinde görülmüştü: "Kim tâğutu inkâr edip Allah'a inanırsa" ifadesinde, önce Allah'tan başkasını inkâr, sonra da Al­lah'a iman önerilmektedir.

Şirkin bulunduğu gönüle tevhîd inancını sokmak mümkün değildir. Onun içindir ki, âyetin bu kısmında şirkle ilgili soru soruluyor, sonra da tevhîd inancına geçiliyor: "De ki: 'O, sadece tek bir tanrıdır". Şirkin red­dinden sonra Allah'ın tekliği vurgulanmaktadır.

Bu vurgudan sonra, Hz. Peygamber onların ortak koştuklarından uzak olduğunu ilân etmektedir. Bunun anlamı, onlara müşrik olduklarını farklı bir şekilde hatırlatmaktır.

19. âyetin tamamı ele alındığında, bir din âliminin müşriklerle nasıl tartışacağına dair önemli bir metodun bulunduğu söylenebilir. Daha gü­venilir olanı, vahyi, Kur'ân'ı, uyarıyı, şirki ve tevhîd inancım gündeme getiren bu âyetin örgüsü, inançlar arası ilişkilere, iletişime ve tartışmaya ışık tutmaktadır.

5. Müşriklerin Hz. Peygamber'i kabullenmemeleri meselesini irde­leyen 19. âyetten sonra, kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanların tavırları ve tepkileri ele alınmaktadır.

Müşrikler, yahudi ve hıristiyanlara Hz. Muhammed'in peygamber­liği konusunda delil olup olmadığını sorunca, onlardan olumsuz cevap aldılar. Onların bu olumsuz cevabına karşılık Allah 20. âyeti göndermiştir: "Kendilerine kitap verdiklerimiz, Hz. Muhammed'i kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar". Kitap ehlinin, yani yahudi ve hıristiyanların kendi kutsal kitaplarında Hz. Muhammed'in isim ve özellikleri geçiyordu. Fetih sûresinin 29. âyetine göre Tevrat'ta Muhammed; Saf sûresinin 6. âyetine göre de İncil'de Ahmed ismi yer alı­yordu. Sadece isimleri değil, onun vasıfları, ona inananların özellikleri de yer alıyordu. Bunları bildikleri ve çocuklarını tanıdıkları gibi Hz. Mu­hammed'i tanıdıkları halde, müşriklere yanlış bilgi vermeleri ve inkâr et­meleri, onlar için büyük bir talihsizlik olmuştur.

Bakara sûresinin 146. âyetinde aynı konu gündeme taşınmakta ve âyetin ikinci bölümünde: "Buna rağmen onlardan bir grup bile bile gerçeği gizler" ifadesine yer verilmektedir. En'âm sûresinin 20. âyetinde ise ikinci bölüm şöyle sona ermektedir: "Kendilerini ziyan edenler var ya, işte onlar inanmazlar".

Şimdi Bakara sûresinin 146. âyetinin ikinci bölümü ile En'âm sû­resinin 20. âyetinin ikinci bölümünü bir araya getirelim: Hz. Muhammed­'in peygamber olduğu gerçeğini bile bile gizlemek, kendini ziyan etmek­ten başka bir şey değildir. Böylece onlar, öz benliklerini boşa harcamış­lardır. Kendini ziyan eden, hakîkati bile bile gizleyen insanların iman et­mesi mümkün değildir. Buradan şu genellemeye varıyoruz: İman etmeye­cek insanların olabileceğini gündeme getiren Yüce Allah, din âlimlerine eğitimin gücünün sınırlı olduğu kanununu öğretmektedir.

Ama eğitimin etkinliğine sınır koyan yine insanların kendi değişmez inanç ve tutumları olmaktadır. İman etmeme bir sonuç, bile bile hakîkati gizleme de bunun sebebi olmaktadır. Çocuklarını tanır gibi tanıdığı halde, hakîkat onların önüne bu kadar net konduğu halde, onu gizleyip kendini heder eden insanın inanmayacağına işaret eden Allah, tanıma, bilme gibi önemli zihin eylemlerinin gereğini yerine getirmeyip hakîkati bir kenara itenlere eğitim vermenin imkânsız hale geldiğine dikkat çekmektedir.

Beynin tanıma, bilme gibi eylemleriyle hakikati buluşturamayanlar, kendi öz benliklerindeki enerjiyi boşa harcamış olacaklardır. Bu enerjinin boşa harcanmasının da telâfisi mümkün olmayan boyutlara uzanmakta ol­duğunu vurgulamaktadır.[20]

 

Allah'a İftira Zulümdür:

 

21. Allah'a yalan uyduran, ya da O'nun âyetlerini yalan­layanlardan daha zâlim kim olabilir? Şüphesiz zâlimler kurtuluşa eremezler.

Bu âyet, bir önceki âyette geçen çocuklarını tanır gibi Hz. Peygam-ber'in peygamberliğini tanıyan ve bile bile hakkı gizleyerek kendilerini zi­yan eden kitap ehlinin iftirasını ve âyetleri yalanlamasını konu edinmekte­dir. Kitap ehlinin Allah'a iftirası ya da Allah'ın âyetlerini yalanlaması, hangi konularda yapılıyordu? Bu sorunun cevabını pek çok âyetle verebi­liriz.

1. Hz. Muhammed'in peygamber olduğuna dair ellerinde bir delilin olmadığını söyleyerek bu iftira veya yalanlamalarını yapmışlardı. Bu iftira vaya yalanlama şekli devam etmektedir.

Hz. Muhammed'in peygamber olmadığını söyleyerek, bizzat bu ko­nuda kendi kitaplarında yer alan âyetleri yalanlıyor ve Allah'a iftira etmiş oluyorlardı. Çünkü bu, Bakara sûresinin 146. âyetinde bile bile hakîkati gizlemekten başka bir şey değildi. Diğer taraftan onların bile bile hakîkati gizlemeleri, En'âm sûresinin 20. âyetinde açıklandığı gibi, iman etmele­rini engellemişti.

Anladığı ve bildiği bir gerçeği gizleyerek bizzat kendi imanını engel­leyen insanlar kendilerine zulmederek kurtuluşlarının önünü kesmişlerdir.

Tevrat ve İncil'de yer alan Hz. Muhammed'in peygamberliği konu­sundaki âyetlerin tersine fetva vermek, Allah'a iftira etmektir, ya da o âyetleri yalanlamaktır. Bu sadece iftira veya yalanlamakla kalmamış, ki­taplardan da çıkarılmıştı. Bu iftira ve yalanlama nesilden nesle intikal ede­rek günümüze kadar uzanmıştır.

2. Yahudi ve hıristiyanların diğer iftiralarından biri de Mâide sûre-sinin 18. âyetinde yer almaktadır: "Yahudiler ve Hıristiyanlar: 'Biz Allah­'ın oğullan ve sevgilileriyiz dediler". Bu iftiradaki yalan, yeri göğü titre­tecek kadar korkunçtur. Böyle bir yalan, onların öz benliklerini heder et­miş, mutluluklarını yok etmiş ve Allah tarafından zâlim olarak ilân edil­mişlerdir. Bunlar, diğer insanlara karşı üstünlüklerini ilân etmek için, Al­lah'ın oğulları ve sevgilileri olduklarını söyleyerek, Allah'a yalan iftirada bulundular.

3. Bakara sûresinin 79. âyetine göre İsrâiloğulları "Elleriyle (bir) kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için, 'Bu Allah ka-tındandır, diyenlere yazıklar olsun'. Bu yaptıklarıyla Allah'a yalan uydu­ruyorlardı. Böylece Allah katından olmadığı halde 'Bu Allah katındandır' derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar" (Âl-i İmrân 3/78). Âyete göre İsrâiloğulları, "Allah'ın göndermediği âyeti göndermiş, söylemedi­ğini söylemiş" diyerek büyük iftirada bulunmuşlardır.

4. Yahudilerin bir kısmı, "Allah fakir, biz ise zenginiz" (Âl-i İmrân 3/181); "Allah'ın eli bağlıdır" (Mâide 5/64) diyerek, doğrudan Allah'a ifti­rada bulunmuşlardır.

5. Müşrikler de Allah'a iftirada bulunmuş, onlar da Allah'ın âyetle­rini yalanlamışlardır: "Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: 'Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti' derler. De ki: 'Allah kötü­lüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz" (A'râf 7/28). Yaptıkları yanlışları, "Allah bize böyle emrediyor" diyerek Allah'a iftira etmeleri, hem zâlim olmalarına, hem de kurtuluşlarını engel­lemelerine sebep olmuştur.

6. Yüce Allah'ın onlara putlara tapmalarını emrettiğini söyleyerek, şirke sapmalarını Allah'a maletmişlerdir: "Allah bahîra, sâibe, vesile ve hâm diye bir şey kümamıştır. Fakat kâfirler yalan yere Allah'a iftira et­mektedirler ve onların çoğunun kafaları çalışmaz" (Mâide 5/103). Ayetten anlaşılıyor ki, kâfirler Allah'a iftira ederek, bahîra, sâibe, vesîle ve hâm putlarını tanrı olarak tayin etmiş olduğunu söylemektedirler.

7. Müşrikler ya da kâfirler kız çocuklarını Allah'ın kızları olarak görüyorlardı: "Onlar, kızların Allah'a ait olduğunu iddia ediyorlar. Hâşâ! Allah bundan münezzehtir" (Nahl 16/57). Bu görüş de onların uydurduğu bir yalandır. Diğer taraftan Allah'ın "Melekleri kız çocukları olarak edindi" fetvasını da vermişlerdi: "(Ey müşrikler!) Rabbiniz, erkek çocuk­ları sizin için ayırdı da, kendisi meleklerden kız çocuklar mı edindi? Çok büyük bir söz söylüyorsunuz" (İsrâ 17/40).

8. Hz. Muhammed'in getirdiği mucizeleri inkâr etmeleri, ona sihir­baz demeleri de Allah'ın âyetlerini yalanlama eyleminin kapsamına gir­mektedir (En'âm 6/7).

9. Ateşin kendilerine sayılı günler dokunacağını söyleyerek, Allah hakkında bilmediklerini söylemeleri (Bakara 2/80), âhiret yurdunun sa­dece kendilerine ait olduğu fetvasını vermeleri (Bakara 2/94), yahudilerin Allah'a iftira etmelerinden kaynaklanmaktadır.

En'âm sûresinin 21. âyetinde, Allah'ın "Daha zâlim kim vardır?" dediği insanlar, bu iftiraları yapanlardır. Böyle iftiraları zulüm olarak nite­lendirmesi, onların kurtuluşa eremeyecekleri kararını vermesinin asıl amacı, müslümanlann, özellikle din âlimlerinin gelişigüzel fetva verip Al­lah'a iftira etmelerini önlemektir. İleride müslümanlan muhatap alan âyet­ler gelecektir (En'âm 6/93; Nahl 16/116 vb.).

En'âm sûresinin 21. âyetine dönersek, şu gerçeği yakalamak müm­kündür: Bir önceki âyete bakarsak, Allah'a yalan iftira eden ya da âyetle­rini yalanlayan zâlimlerin kitap ehli, ama bir sonraki âyetlere bakarsak bunların müşrik oldukları görülecektir. Onun için onların uydurdukları iftirâların neler olduğunu anlatırken, hem kitap ehlinden, hem de müşrik­lerden örnekler verilmiştir.

Demek ki doğrunun yerine yalanı koymak, din adına iftira ve zulüm olmaktadır. İftira denen zulüm, toplumların mutluluğunu, kurtuluşunu, yani felahını alıp götürmektedir. "Zâlimler kurtuluşa eremezler" ifadesin­den anlaşılıyor ki, Allah'ın helâl veya haram demediği şeyi helâl veya ha­ram diyen, ya da Allah'ın helâl dediğini haram, haram dediğini helâl di­yenler, Nahl sûresinin 116. âyetinde söylendiği gibi, toplumların felahını alıp götürmektedirler.

Buradan şu genellemeye varıyoruz: Din âlimi ve görevlisi olacaklara öğretilecek en önemli şey, Allah adına fetva verirken, dinin hükmünü açıklarken, Kur'ân'ın temel alınmasının gerekliliğidir. O konuda Allah'ın ne dediğini bilmek lâzımdır. Bu durum ilâhi vahye, yani Kur'ân'a karşı saygı gereğidir. İslâm ahlâkının en önemli alanı, Allah'a iftiradan sakın­mak, Kur'ân'ı bilmeden fetva vermemek, kendi görüşünü Allah'ın gö­rüşü gibi göstermemek, ilâhî vahye saygı göstermek, tersini yapanların zâlim olduklarının ve kurtuluşa eremeyeceklerinin bilincinde olmaktır. Din eğitimi, öğrencilere bu ahlâkı kazandırmalı, ilâhî lutfun müslümanlara ge­lişini engellememeleri için gerekenin yapılmasını öğretmelidir.[21]

 

Âhirette Müşriklerin Durumu:

 

22. Bir gün onların hepsini bir araya toplayacağız- Sonra da, Allah'a ortak koşanlara: "Nerede boş yere dava­sını güttüğünüz ortaklarınız" diyeceğiz.

23.  Sonunda şunu söylemekten başka bahaneleri kal­maz:  "Rabbimiz! Allah'a yemin olsun ki, ortak koşanlardan değildik".

24.  Bak da gör, nasıl yalan söylediler, öz benliklerine karşı! Ve iftira için kullanladıkları şeyler, kendilerin­den nasıl kaybolup gitti!

Bu âyetlerin açıklamalarının yanı sıra şu soruların da cevaplandırıl­ması gerekir: Bu toplanma günü mahşer midir? Mahşer ise, müşriklerin orada yalan söylemeleri mümkün müdür?

Birinci soruya tek kelime ile mahşerdir, diyebiliriz; ama ikinci soru­nun cevabı uzun sürecektir. Râzî, tefsîrinde bu âyeti açıklarken, mahşerde yalan söylenip söylenemeyeceğini geniş bir şekilde anlatmıştır. Biz mah­şerde yalan söylemeyeceğini ileri sürenlerin iddiasını bir tarafa bırakıyor, söylenebileceğinin ispatını yapıyoruz:

1. Eğer yalan söyleme ihtimali olmasaydı, Yasin sûresinin 65. âye­tinde, "O gün on­ların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahit­lik eder" buyurmazdı. Demek ki En'âm sûresinin 24. âyetinde bahsedilen yalan, ağızların mühürlenmesinden önce olacaktır.

2. İnsanların orada kendi vücutlarının doğruyu söylemesinden do­layı niçin doğruyu söylediğinden dolayı baskı yapacaklarını, yani yalan söylemelerini isteyeceklerini, Fussılet sûresinin 20-21. âyetleri beyan et­mektedir.

"Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir"; "Derilerine: 'Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?' derler. Onlar da: 'Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu" diye cevap verirler.

Eğer insanoğlu mahşerde doğruyu söyleseydi, yalan konuşma ihti­mali olmasaydı, vücudunun çeşitli organlarını Allah şahit tutar mıydı? On­lar derilerine "Niçin aleyhimize şahitlik ediyorsunuz derler miydi? "

3. Müşrik ve kâfirler dünyaya geri dönmek isteyecekler. Bu istek­lerini Allah'a sunarken iyi insan olacaklarını ve hatâlarını idrâk ettiklerini söyleyeceklerdir. Ama Allah bunun yalan olduğunu beyan etmektedir:  "Hayır! Daha

önce gizlemekte oldukları şeyler kendilerine göründü. Eğer geri gönderil-seler, yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar ger­çekten yalancıdırlar" (En'âm 6/28).

4. Onların mahşerde yalan söyleyeceklerinin diğer bir delili de şu âyettir "O gün Allah onların hepsini yeniden diriltecek, onlar da dünyada size yemin ettikleri gibi, Allah'a yemin edeceklerdir. Kendilerinin bir şey üzerinde olduklarını sanırlar. İyi biliniz ki onlar gerçekten yalancıdırlar" (Mücâdele 58/18).

Bütün bu âyetler, müşrik ve kâfirlerin dünyada yalan konuştukları gibi, orada da yalan konuşacaklarına delil teşkil etmektedir. Şimdi yoru­munu yapmakta olduğumuz âyetlere dönebiliriz. Âyetlerde işlenen konu­ları sıra ile şöyle açıklayabiliriz:

a) "Bir gün onların hepsini bir araya toplayaca­ğız" Mahşerde hesap günü bütün insanlar bir araya geleceklerdir. Bu du­rum veya konu, inanç alanına girmektedir. Ama bazı âyetlerde meselâ Hac sûresinin 5. âyeti, tabiat kanunlarıyla kıyamette dirilme gününü ispat et­mektedir. Bununla beraber mahşerde toplanma meselesi, iman alanına girmektedir.

b) "Sonra da, Allah'a or­tak koşanlara: 'Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?' diye­ceğiz". Âyetin bu kısmı, birinci bölümdeki toplanmanın amacını vermek­tedir. Yüce Allah bu amacı, müşrikleri sorgulama olarak tesbit etmektedir. Allah'tan başka varlıklara ilâhlık yakıştıranlara, bu ulûhiyyete ortak olarak hayâl ettiklerinin nerede oldukları sorulacaktır. Bu sorgulamanın olacağı bu dünyada Allah tarafından garanti edilmektedir. Bu dünyada bazan in­sanlar putlara, bazan da insanlara, bazan da diğer varlıklara ulûhiyyet vermiş ve böylece Allah'a eş koşmuşlardır. Bu durumun yanlışı sadece dünyada kalmayacak, âhirete uzanacak ve orada sorgulaması yapılacaktır. Bu sorgulamanın olacağını söylemekle Allah, insanları şirkten caydırmak istemektedir.

c) "Sonra onların maze­retleri, 'Rabbimiz Allah'a yemin olsun ki, biz ortak koşanlar olmadık!' demelerinden başka bir şey olmadı". Bu âyet, müşriklerin orada yalan konuşacaklarını gündeme getirip ispat etmektedir. Âyetteki fitne keli­mesi, "çaresiz bir şaşkınlığı" ifade etmektedir. Orada hem "rabbimiz" di­yecekler, hem de "Allah'a yemin" edeceklerdir. Bu dünyada Allah'a başka varlıkları eş koştuklarını orada yemin ederek inkâr edeceklerdir, ama bu onların yalancı olduğunu ortadan kaldırmayacaktır.

Bu sahneyi anlatmakla Allah, müslümanlara pişmanlık duyacakları tarzda fikir beyan etmemelerini ve yanlış davranışta bulunmamalarını öğütlemektedir. Kısaca müslüman, dünyasını âhirete göre planlar ve piş­man olacağı işi yapmaz. Çünkü bilir ki mahşerde gösterilecek mazeretin hiçbir faydası olmayacaktır.

d) "Bak da gör, nasıl yalan söylediler, öz benliklerine karşı! Ve (tanrı diye) uydurdukları şeyler kendilerinden nasıl kaybolup gitti".

Şirk âhirette insana kendi öz benliğine yalan söyletecektir. Bu dün­yada da insanın kendi doğasına yalan söylemeyi ifade etmektedir. O za­man şirkin bir yalan olduğunu söyleyebiliriz. Zaten 24. âyetin sonundaki hJJ*ı yefterûn kelimesi, "uyduruyorlar" anlamına gelmektedir. Şirk, bir iftira, bir yalan ve bir uydurmadır. Mahşerde yalan, insanı terkedip gi­decektir. Orada bu dünyada ulûhiyyet verilen sahte tanrılar kaybolup gi­derken, böyle inananlar sorguya çekilecektir.

Mahşerde sahte tanrıların terkedilmişliği içinde, pişmanlığın ağır baskısı altında yalan söylemektense, bu dünyada tevhîd inancının peşinde koşmanın eğitimi verilmektedir. Oradaki terkedilmişlik ve pişmanlık, in­sana kendisi hakkında yalan söyletecektir.

Kur'ân eğitimi ile Allah, insanı, mahşerde terkedilmişlik ve piş­manlık psikolojisi içinde görmeyi ortadan kaldırmak istiyor. Bu sebeple din âlimi ve eğitimcilerine tevhîd inancını insanlara aşılamaları, şirkle onunla beraber mücadele vermeleri, bunu biricik amaç edinmeleri gerek­mektedir. Din eğitiminin başarısı ve kaliteyi yakalaması da bu amacı ger­çekleştirmesine bağlıdır. Tevhîd ağacının gönüldeki köklerine dökülen su, din eğitimini güçlendirecektir.[22]

 

Pişmanlık Fayda Vermez:

 

25. "İçlerinden seni dinleyenler vardır; fakat biz onu an­lamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. Onlar her mucizeyi görseler de yine ona inanmazlar. Hatta sana geldiklerinde, seninle tartışırlar. O kâfirler: "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" derler.

26.   Onlar hem insanları ondan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendi­lerini mahvediyorlar, ama farkında değiller.

27.  Ateşin başında durdurulmuş iken onların: "Ah ne olurdu, keşke biz dünyaya geri çevrilseydik de rab-bimizin âyetlerini yalanlamasaydık, inananlardan ol­saydık! " dediklerini bir görsen!

Bu âyetler, Hz. Peygamber döneminde yaşayan müşriklerin Kur'â-n'a ve Hz. Peygamber'e karşı takındıkları tavrın şeklini ve kaynağını açıklamaktadır. Âhiretteki pişmanlığın ve yalan konuşmanın, bu dünya­daki tavırlarından ve tepkilerinden kaynaklandığını, sebep-sonuç ilişkisi içinde anlatmaktadır. 21-24. âyetlerde olanların sebebi, bu âyetlerde or­taya konmaktadır.

1. "İçlerinden seni dinleyenler vardır-".Müşrik­lerin bazısı Hz. Peygamber'in tebliğine kulak veriyordu. İbn Abbâs bun­ların kimler olduğunu saymaktadır. Onların isimlerinden çok, nasıl tepki gösterdikleri bizim için önemlidir. Bu tepkiyi Allah, âyetin sonunda vere­cektir. Bizim burada söyleyeceğimiz şey, dinlemenin yeterli olmadığı, gönlün anlamaya hazır olmasının öneminin vurgulanmasıdır.

2. "Fakat biz onu anlama­larına engel olmak için kalplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık koyduk". Âyetin bu kısmında çok ciddî, ciddî olduğu kadar da önemli bir olgu ile karşı karşıyayız. Dikkat edilirse, l3u> ce'alnâ fiilinde "Biz koyduk" deniyor, yani onların kalplerinin üstüne kılıfı; kulaklarının içine de ağırlığı koyan Allah'tır.

O zaman şu soru ile karşılaşırız: Madem ki onların kalplerinin üze­rine anlamamaları için kılıfı, kulaklarının içine de ağırlığı Allah koydu, ne diye onları sorumlu tutmaktadır? Bunu yaptıktan sonra onları sorumlu tutup cezalandırması zulüm olmaz mı?

Birinci soruyu cevaplandırabilmek için başka âyetlere gitmek gere­kiyor. Çünkü "içlerinden seni dinleyenler vardır" dedikten sonra, onların Hz. Peygamber'e hangi sözlerle tepki gösterdikleri bu âyette açıklanma­maktadır. Biz o âyetlere giderek ilk soruyu cevaplandırma yolunu tutaca­ğız.

a) "Ve dediler ki: 'Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulun­maktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapmaktayız" (Fussılet 41/5). Onların bu konuşmasından sonra, En'âm sûresinin 25. âyetinde söyledikleri Allah Teâlâ tarafından tescil edilmektedir. Onun içindir ki ce'alnâ fiilini kullanmış, heleknâ fiilini kullanmamıştır. Bunun anlamı, ağırlık ve perde yoktu da yarattı, demektir; ama ce'alnâ "var olanı tesbit etti, belirledi" mânasını vermektedir. "İçlerinden seni dinleyenler vardır" ifadesiyle, ce'alnâ ile başlayan ifadenin arasına Fussılet sûresinin 5. âyetini koyduğumuzda, mâna daha iyi anlaşılmış olacaktır.

b) Bunun başka bir cevabını da Bakara sûresinin 88. âyetinde buluyoruz: (Yahudiler peygam­berlerle alay ederek) 'Kalplerimiz perdelidir' dediler. Hayır, küfür ve is­yanları sebebiyle Allah onlara lanet etmiştir. O yüzden çok az inanırlar".

Demek ki inkâr ettikten sonra Allah onlara lanet etmektedir. Bu lanet de kalplerinin perdeli olduğu hissini onlara uyandırmaktadır. Laneti, ku­lun inkârı davet etmektedir. İnkâr sebep, lanet de sonuç olmaktadır. Lanet de "kalplerinin perdelenmesi" anlamına gelmektedir.

Bu ilkeden hareket ettiğimiz zaman, En'âm sûresinin 25. âyetinde "İçlerinden seni dinleyenler vardır" ifadesinden hemen sonra, onların in­kârını ve o sebeple de Allah'ın lanetini koymak gerekiyor. Allah onlara zulmetmiyor, onların inkârının tescilini yapıyor.

c) "Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve 'Kalplerimiz kılıflanmıştır' demeleri sebebiyle, Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Pek azı müstesna ar­tık iman etmezler" (Nisa 4/155). Bu âyette de İsrâiloğulları örneği verile­rek, Allah'ın onlara yaptığı muamelenin sebebi, onların inkârına bağlan­mıştır.

d) Yüce Allah onların kalplerini kilitleseydi, kalplerinin üstüne kılıf koysaydı, şu soruyu sorar mıydı?: "Onlar Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?" (Muhammed 47/24).

e) "Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştı­racağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlar­dan gafil olmalarından ileri gelmektedir" (A'râf 7/146).

Âyetlerinden uzaklaştırmasının sebebi kibirlenmeleri, mucizeleri gördüklerinde inanmamaları, doğruya gitmemeleridir. Azgınlık yoluna gitmelerinin sebebi de inkârlarıdır. Demek ki, En'âm sûresinin 25. âye­tinde sorduğumuz sorunun cevabını, insanın eylemi neticesinde Allah Teâlâ öyle yapmaktadır, şeklinde vermek gerekiyor.

Şimdi En'âm sûresinin 25. âyetine dönersek, "Anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık koyduk" ifadesi anlaşılmış olacaktır. Durup dururken Allah Teâlâ insanların kalple­rine kılıf, kulaklarının içine de ağırlık koymaz. Görülen o ki, kaçak mal satan dükkânın polisler tarafından mühürlenmesi gibi, yanlış inançlarla dolu olan kalp de Allah tarafından mühürlenmektedir.

Âyetin bu bölümüne dikkatle bakarsak, anlamanın gönüle ve beyne ait olduğu anlaşılmış olacaktır. "Kulaklarının içine" derken beynin kaste­dildiği bilinmelidir. "Parçayı gündeme getirerek bütünün kastedildiği" il­kesinden hareketle, "kulağın içine" ifadesinin, "beyn"e demek olduğunu çıkarabiliriz. Âyetin bu kısmındaki fıkıh denen "anlama" faaliyetinin, hem beynin hem de gönlün ortaklaşa eylemi olduğuna işaret edilmektedir.

Bakara sûresinin 88 ve Nisa sûresinin 155. âyetine bir kere daha dönersek, oradaki küfür, yani inkâr etmeleri sebebiyle denmesinin önemli bir işareti vardır. İnkâr, yani kefere kelimesinin "örtmek" mâna­sından hareketle, bu işareti yakalayabiliriz. Neyi örttüklerinden dolayı onlara kâfir denmektedir? Birinci anlamı, gönüllerini örttükleri, ikincisi de hakikati örttüklerinden kâfir sıfatını almışlardır. Bakara sûresinin 88. âyetinde, gönüllerini örtmek anlamına alınırsa, En'âm sûresinin 25. âyetinde, neden Allah'ın onların kalplerini kılıfladığı ve kulaklarının içine ağırlık koyduğu anlaşılmış olacaktır.

3. "Onlar her mucizeyi görseler de yine ona inanmazlar". Gönüllerini gerçeğe karşı, yani Kur'ân'a karşı örtmeleri ve Allah'ın da bu örtmeyi tescil etmesi neticesinde, onların inanma kapasite­leri dumura uğramıştır, mucizeleri görseler de asla inanmayacaklardır.

"Her âyeti" ifadesinden şunu anlıyoruz ki, bu insanların önüne ko­nan hangi mucize olursa olsun, etkilenip inanmaları mümkün değildir. Buradan hareketle şu genellemeye varabiliriz: Kalpleri kılıflı, kilitli, per­deli, örtülü olan insanları eğitmek, imkânsızdır. Gönüldeki karanlık olu­şumlar, eğitimi engellemektedir. Eğitimin gücüne sınır koyan, insanın beyni ile gönlüdür. Eğitimin gücü, kapalı, kılıflı, örtülü, perdeli ve tıkalı olan beyin ve gönüllere yetmemektedir. Bu beyin ve gönüller, ilâhî eği­timin gücünü bile sınırlamaktadır. Bu ilkeden başka birine intikal edebili­riz: Allah, beşerî eğitime hedef göstererek, bütün gücünü, insan beyni ve gönlüne yoğunlaştırmasını istemektedir.

4. "Hatta sana geldiklerinde seninle tartışırlar. O kâfirler: 'Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir' derler". Kılıflı gönül, tıkalı beyin, değerlendirme­sinde hatâ yaparak hakîkatle mücadelede bulunur. Burada Allah, kâfirlerin neden Hz. Peygamberle mücadeleye girdiklerinin sebebini açıklamakta­dır. İnkâr psikolojisi, yani beyninin ve gönlünün anlayışını örten insanlar, davranış bozukluğu gösterir ve değerlendirmelerinde hatâ ederler. Bunlar Hz. Peygamberle mücadele ediyor ve Kur'ân'a eskilerin masalları değer­lendirmesini yapıyorlar.

"Eskilerin masalı" ifadesinden, Araplar'ın, masal kültürüne sahip oldukları anlaşılmaktadır. Onların tepkisi sadece mücadele etmek ve masal değerlendirmesini yapmakla kalmıyor, başka davranışlar da sergiliyorlar.

5. "Onlar hem insanları ondan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar". Kur'ân'a "eskilerin masalı" demeleriyle kalmayarak ilişkiler siste­mine bulaşmakta, yani bir bulaşıcı hastalık gibi yayılmaktadır. Daha doğ­rusu onlar bu değerlendirmelerini başkalarına bulaştırmaktadırlar. Burada şu soruyu sormakta yarar vardır: Başkalarını Kur'ân'dan nasıl me-nediyorlar? Bu sorunun cevabını vermek için Fussılet sûresinin 26. âyetine gitmek gerekiyor: "İnkâr edenler: 'Bu Kur'ân'ı dinlemeyiniz, okunurken gürültü çıkarınız. Umulur ki bastırırsınız' dediler". Kur'ân'ın başkalarının kulağına ulaşmasını istemiyorlardı. Kur'ân'ın can veren bu etkisini ortadan kaldırmak için uğultu çıkarmalarını söylüyorlardı. Günümüzde beyni ve gönlü kapalı olan insanlar, kitap, yazı, makale ve konuşmalarıyla uğultu çıkarmakta, "başkalarını Kur'ân'dan menetmenin" yolunu bu şekilde tesbit etmektedirler. Kur'ân'dan başkalarını alıkoymak, asırlardır bir süreç olarak devam etmektedir. Onu insanlığın dinlememesi, araştırıp anlamaması için her yerden bir uğultu gelmektedir.

"Sadece başkalarını Kur'ân'ı dinleyip anlamaktan alıkoymuyorlar; aynı zamanda kendilerini de ondan uzak tutuyorlar". Âyetin bu kısmın­daki ne'y kelimesi "uzaklaşmak" anlamına gelmektedir. Neden Kur­'ân'dan uzaklaşıyorlar? Bunun cevabını Müddessir sûresinin 49-53. âyetleriyle verebiliriz: "Böyle iken onlara ne oluyor ki, âdeta arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi Kur'ân'dan yüz çeviriyorlar. Daha doğ­rusu onlardan her biri, kendisine açılmış sayfalar verilmesini istiyor. Ha­yır! Aslında onlar âhiretten korkmuyorlar".

Bu âyetler bize kâfirlerin neden dolayı Kur'ân'dan kaçtıklarını açıklamaktadır. Yaban eşeği psikolojisi içinde olduklarından Kur'ân'ın güçlü ışığından kaçıyorlar. Kendilerine bir kitap verilmediğinden dolayı kıskanıyorlar ve âhiretten çekinmiyorlar. Bu psikoloji, bu anlayış ve bu katılık, onların Kur'ân'dan uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Bakara sû­resinin 118. âyetindeki gibi "Allah neden bizimle konuşmaz ve neden bize mucize işaretler göstermez" kıs­kançlığı, bu davranışın sebebi olmaktadır.

5. "Böylece yalnız kendilerini mah­vediyorlar, ama farkında değiller". Onların bu inanış biçimleri ve davranış şekilleri, aslında kendilerini helak etmektedir. Yüce Allah burada helak kelimesini psikolojik anlamda kullanmaktadır. İnsanın kendi kendini he­lak etmesi, beyin, gönül ve nefis arasındaki dengelerin bozulması anla­mına gelmektedir. İnkâr, yanlış değerlendirme, Kur'ân'dan kaçma ve başkalarını kaçırma gibi inanç ve davranışlar, nefisten gönüle ve oradan beyne ulaşan depremin fay hattını oluşturmaktadır. Bu fay hattı harekete geçip onları helak ederken, o bunun farkına varamamaktadırlar. Çünkü inkâr psikolojisi, onların bilincini ortadan kaldırmıştır. "Onların, ateşin başında durdurulmuş iken: Ah ne olurdu keşke biz (dünyaya) geri çevrilseydik de, rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık, inananlardan olsaydık! dediklerini bir görsen". Bu âyeti anlamak için 25. âyetten başlamak gerekiyor. İnkârı ile beynini ve gönlünü hakikate kapa­tan ve Allah'ın da bundan ötürü kalplerine bir kılıf, kulaklarına da bir ağırlık koyduğu, hiçbir mucizeye inanmayan, peygamberle mücadele edip Kur'ân'a eskilerin masalı diyen, kendilerini Kur'ân'dan uzak tuttukları gibi başkalarını da ondan meneden ve farkında olmadan kendilerini helak eden kâfirlerin âhiretteki yalvarış ve pişmanlıkları, 27. âyette ele alınmak­tadır.

a) Onlar ateşin karşısında durdurulacaklar. Buradaki ateşten kasıt cehennemdir. Burada şu soruyu sorabiliriz: "Allah kulunu yakar mı?" Ku-r'ân'ın tamamına baktığımızda şu gerçeği görürüz: Allah asla kulunu yakmaktan yana değildir. Ancak kulunun beyin ve gönlüne sahip çıkma­ması, nefsinin tutsağı olması sebebiyle, onun nefsi cehennem ateşinin yanmaya başladığı yer olur.

Başka bir ifadeyle, insanın inançları ve amelleri, onun ateşini, yani cehennemini oluşturmaktadır. Mülk sûresinin 10. âyetinde bu gerçeği ce­hennemlikler şu şekilde itiraf etmektedirler: "Ve, şayet dinleseydik veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık, diye ilâve ederler".

Dinleme ile ilgili duyu organını kullanmamak ve aklını çalıştırma­manın cehennemi getirdiğini itiraf ederek, ateşin nerede yanmaya başla­dığını anladıklarını göstermektedirler. Demek ki âhiretteki cehennem ate­şini, kendi içinde insan bu dünyadan götürmektedir.

b) Ateşle karşılaşınca şöyle diyecekler: "Ah, keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha rabbimizin âyetlerini yalanlamasak!" Âyetin bu kısmı, zaten onları ateşe götüren eylemin, Allah'ın âyetlerini yalanlamak olduğunu açıklamaktadır.

Bu noktada pişmanlık kendini gösterecektir. Pişmanlığın meydana gelmesinden önce insanları uyararak eğitmek, onları bilgilendirmek ve şuurlandırmak, eğitimin ilk amaçları arasında yer almalıdır, ilâhî eğitimin olmazsa olmazını teşkil eeden bu görevden kaçınılamaz: "Resulüm, sen onları pişmanlık ve üzüntü günü hakkında uyar. Çünkü onlar bir gafletin içine dalmış oldukları halde ve henüz iman etmemişken, (bakarsın) iş olup bitmiştir" (Meryem 19/39). Geri dönüşü ve telâfisi mümkün olmayan pişmanlıkların insanların başına gelmemesi için gerekli olan uyarının ya­pılması, Hz. Peygamber'in görevleri arasında yer alırken, din eğitiminin de görevleri arasında olmalıdır.

Oradaki pişmanlığın geri dönme isteğini meydana getireceğini Allah çeşitli âyetlerinde açıklamaktadır. Secde sûresinin 12. âyetinde, mücrimler dünyaya dönmek isteyecek, Zümer sûresinin 58. âyetinde kâfir, iyilerden olmak için bir kere daha dünyaya gelmeyi temenni edecektir.

c) Pişmanlığın doğurduğu geri dönüş isteği, hangi şeyleri yapmayı gündeme getirecektir? Bunun cevabını âyetin sonundan anlıyoruz: Allah­'ın âyetlerini yalanlamamak ve inananlardan olmak. Şimdi bu iki eylem­den hareket edersek diyebiliriz ki, mahşerde insanı ateşle karşı karşıya bı­rakan eylemler, yalanlamak ve iman etmemektir. Yalanlamak nefsin, iman etmemek de gönlün eylemidir. Yalanlamayı terketmek, nefisle mücadele­nin zaferi, iman etmek de gönlün zaferi olmaktadır.

Secde sûresinin 12. âyetinde iyi işler yapmak ve kesin olarak inan­mak, Zümer sûresinin 58. âyetinde, muhsin, yani kaliteli müslümanlardan olmak için geri dönüş istenecektir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyet ve işaret ettiğimiz diğer âyet­ler, dünyada nasıl inanılması ve davranılması gerektiğini, âhiret pişman­lığı örneği ile bize anlatmaktadır. Çarpıcı ve şok bir sahne karşısında in­sanın duyacağı pişmanlık neticesinde, nelerin eksik, nelerin yanlış oldu­ğunu belirleyerek, etkili bir uyarı amaçlanmaktadır.

"Bir görsen!" ifadesiyle, bu sahnenin görülmesinin imkânsızlığına dikkat çekildiği gibi, kesin olarak olacağına da işaret edilmektedir. Bunun anlamı, o sahnenin kesin olarak görüldüğüdür.

Netice olarak diyebiliriz ki, dünyadaki inanış biçimi ve eylemleri­miz, öteki dünyada cennet veya cehennemimizi oluşturacak, mutluluk veya üzüntümüzün doğuracağı pişmanlığı meydana getirecektir. Dünyada hakikati anlamama, onu yalanlama, ona karşı tavır takınma, onu inkâr et­me, ona iman etmeme, cehennemin yakıtı olacaktır. Yüce Allah Kur'ân ve Peygamberle bu cehennemin oluşmasını engellemek, oluşmuş olanını söndürmeyi amaçlamaktadır. Çünkü bu tip insanlar sadece âhireti değil, En'âm sûresinin 26. âyetine göre, kendi içlerini ve dünyayı cehenneme çevirmektedirler. Din âlimi ve eğitimcileri, dünya insanlığını bu ateşten kurtaramazsa, kendileri de onun içinde yanacaklardır.[23]

 

Geri Dönüş Yok:

 

28. Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler kendi­lerine göründü. Eğer (dünyaya) geri gönderilseler, yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar.

27. âyetteki temenni, ya da yalvarışları Allah tarafından kabul edil­meyecektir. Neden kabul edilmeyeceğini Allah açıklamaktadır:

a) Dünyada gizli olarak yaptıkları ameller orada karşılarına çıkacak­tır. Bu ifade ile Allah insanlardan gizledikleri, ama Allah'tan gizleyeme-dikleri amelleri önlerine koyacaktır. Bu amellerin cezası görülmeden dün­yaya dönmeleri mümkün değildir.

b) Dünyaya geldiklerinde yine eski eylemlerine dönecek oldukla­rından 27. âyetteki, "Yalanlamayacağız ve iman edeceğiz" sözlerinin doğ­ruyu aksettirmediği bilindiğinden, dünyaya geri dönme isteklerine müsâ­ade edilmeyecektir.

Allah, sonsuz ilmiyle onların tekrar bu dünyaya geldiklerinde, ya­saklandıkları kötü amellere döneceklerini bilmektedir. Böylece dünyaya tekrar gelmelerini, yine kendilerinin engellediğine işaret etmektedir. Bu konuda verdikleri sözde yalancı olduklarına da dikkat çekmektedir.

27 ve 28. âyetlerde önemli bir psikolojik analiz yapılmaktadır. Kötü davranışlar işlene işlene insanların ayrılmaz karakteri haline gelebilir. Bu insanlara iyi insan olmak için ne kadar fırsat verilirse verilsin, yine o kötü eylemlerine döneceklerdir. Bu sebeple onları affetmekle iyiye dönecekleri konusundaki beklentinin yanlış olacağını öğretmektedir. İnsanların iyiye doğru değişimini bekleme, bazan boşa çıkabilir. Bütün uyarılara rağmen, anlamayan hakikate inanmayan, onunla mücadele verip hakaret eden, bu manevî hastalığını insanlığa yayan ve böylece bilinçsizce kendini heder eden insanlar, yalan konuştuklarından dolayı onlara güvenilemez.

Onlara ikinci bir şans verilebilmesi için hakikate karşı gönüllerinde bir sevgi ve iman oluşması gerekiyor. Ama sevgi ve iman sebebiyle değil de, dünyada gizledikleri amellerinin korkunç neticesinden doğan korku­dan dolayı, ikinci bir şansı istiyorlarsa, buna müsaade edilmeyecektir. Allah insanın içinde gizlediği niyetini iyi bildiği için, kararını o niyet üze­rine temellendirmektedir. Yalan üzerine ikinci bir şansın verilemeyeceğine^ dikkat çekerek yüce Allah, inancın bizatihi inanç olduğu için istenmesi, ona karşı gönülde bir sevda oluşması gerekliliğini gündeme getirmektedir.

Amellerinin neticesinde oluşan cehennem ateşini gördükten sonra doğan pişmanlık ve onun getirdiği sahte iman üzerine ikinci şans verilme­yecektir. Korkunç sahne kaybolduktan sonra eski alışkanlıklarına dönme ihtimalinin kesinliği, bu ikinci şansa müsaadeyi verdirmemektedir.[24]

 

Ahireti İnkar:

 

29.  Onlar, "Hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan iba­rettir, biz, bir daha da dirilecek değiliz" demişlerdi.

30. Rablerinin huzuruna getirildikleri zaman, sen onları bir görsen! Allah: "Bu, hak değil miymiş?" diyecek. Onlar da "Rabbimize andolsun ki evet!" diyecekler. Allah da "Öyleyse inkâr ettiğinizden dolayı azabı ta­dın! " diyecek.

1. Bu âyetler daha önceki âyetlerin devamı durumundadırlar. Onla­rın yalancı olduklarını ispat eden 29. âyettir. Dünyada iken öldükten sonra dirilme ve âhiret hayatını inkâr edip, bu dünya hayatının dışındaki bir ha­yatı kabul etmemeleri, onların yalan konuştuklarının en büyük delilidir. Yeniden dirilmeyi reddeden bu insanlar, madde âleminin ötesine geçecek bir zihni faaliyete sahip olmadıklarını göstermektedirler.

Kur'ân'ın belirttiğine göre, insanların en zor kabul ettikleri inanç il­kesi, öldükten sonra dirilme ve onun getirdiği âhiret hayatıdır. Peygam­berler ve ilâhî vahiy en çok bu konuda tepki görmüş ve inkâr cihetine gi­dilmiştir. Yüce Allah öldükten sonra dirilme konusunu çeşitli mucize ve

delillerle ispat etmektedir. Bu konu, Bakara sûresinin 259 ve 260. âyetle­rinde ayrıntılı bir biçimde açıklandı.

2. 30. âyette bu şekilde konuşup inanan insanlara nelerin yapılacağı ve bizzat konunun ispatının nasıl yapılacağı anlatılmaktadır.

a) Onlar Allah'ın huzurunda durdurulacak, yani huzura getirilecekler.

b) Onlara, "Bu hakîkat değil mi?" diye yüce Allah soracaktır. De­mek ki dünyada hakikati anlayıp inanmayanlara, âhirette hakîkat gösterile­cektir. Yüce Allah bu sorusuyla, "Onlara iş işten geçmeden önce hakikate inanmalıydınız, şimdi hakikati gördünüz, ama pişmanlık fayda vermeye­cektir" esasını öğretmektedir.

c)  "Onlar da rabbimize andolsun ki evet, diyecekler". Bundan anlıyoruz ki Allah onlarla konuşacak, onlara soru soracak ve ce­vaplar alacaktır. Bu dünya hayatından başka hayatın olduğunu kabullen­meyenler, orada bunun doğruluğunu yaşayarak göreceklerdir.

d) Bu   cevabın   üzerine   Allah   onlara   şöyle   diyecektir. "Öyle ise inkâr ettiğinizden dolayı azabı tadı­nız!". Âyetin bu bölümünde sebep-sonuç ilişkisiyle bir oluşumun emri verilmektedir. İnkâr sebep, azabın tadılması da sonuç olmaktadır. Azabın sebebi onların inkârı olunca, azabı Allah'ın vermediği ortaya çıkmaktadır.[25]

 

Allah'a Kavuşmayı İnkar Edenlerin Durumu:

 

31. Allah'ın huzuruna varmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğradılar. Nihayet onlara kıyamet vakti ansızın gelip çatınca, onlar, günâhlarını sırtlarına yüklenerek diyecekler ki: "Dünyada iyi amelleri terketmemizden dolayı vay halimize!" Dikkat ediniz! Taşıdıkları şey ne kötüdür.

Bu âyetin önceki âyetlerle ilişkisi vardır. Bu dünya hayatının dı­şında hayatın olduğunu inkâr edenler (En'âm 6/29), 31. âyete göre Allah­'ın huzuruna çıkmayı yalanlamış olmaktadırlar. İşte ziyana uğrayanlar bunlardır. Şimdi Kur'ân'ın bütününe göre kimlerin ziyana uğradığına ba­kabiliriz. Âyette geçen S~* hasira kelimesi, "alışverişte aldanmak, helak olmak, sapıtma, eksik yapmak, kaybetmek, iyilikten uzaklaştırmak"; ha­sır kalıbından alınınca, "alçaklık, sapıklık, iğrençlik" anlamına gelmek­tedir.

Aşağıda verilen âyetler, hangi inanış biçimi ve davranış şekillerin­den dolayı ziyana uğranıldığını açıklayacaktır.

1.  Şeytanı dost edinenler. Nisa sûresinin 119. âyetinde şu bölüm yer almaktadır: "Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyan içindedir". Demek ki Allah'ı dost edinmeyip şeytanın dediklerini yaparak onu dost edinenler sapılmışlardır, manen iflâs etmişlerdir.

2. Çocuklarını öldüren ve Allah'a iftira edenler. En'âm sûresinin 140. âyetinde bu konu şöyle açıklanmaktadır: "Bilgi­sizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendile­rine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek haram kılanlar, elbette ziyana uğ­ramışlardır. Onlar gerçekten sapmışlardır ve doğru yolu bulacak da değil­lerdir".

Görüldüğü gibi bu âyette iki konu ele alınarak, kimlerin ziyanda ol­duğu açıklanmaktadır. Cehaletle çocuklarını öldürmek ve helâli haram ya­parak Allah'a iftira etmek. Ayrıca hasira kelimesine de [p» dalle, yani "sapıtmak" mânası verilmektedir.

3. Allah'a yalnız bir yönden kulluk eden. Hac sûresinin 11. âyeti bu tip insanların davranışlarını şöyle açıklamaktadır: "İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki, kendi­sine bir iyilik dokunursa, buna çok memnun olur, bir de musibete uğ­rarsa, çehresi değişir. O, dünyasını da, âhiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir". İyilikle musibet karşısında istikrarlı bir tavır takınamayan insanın durumu, açık bir ziyandır.

4. Bâtılı seçen. Mü'min sûresinin 78. âyetinde şöyle buyurul-maktadır: "Allah'ın emri gelince de

hak uygulanır ve o zaman bâtılı seçenler ziyana uğrayacakladır". Hak ile bâtılın arasında bir tercihle karşı karşıya kalanlar, bâtılı tercih ettiklerinde, manen iflâs etmiş olacaklardır.

5. İnkâr eden. "Fakat azabımızı gördükleri zaman, imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah'ın kulları hakkında süregelen âdeti budur. İşte o zaman kâfirler hüsrana uğrayacaklardır" (Mü'min 40/85). Bunun an­lamı, En'âm sûresinin 12. âyetinde, "İnanmayanlar kendilerini ziyana sokmuşlardır" şeklinde verilmiştir.

6. Allah'ın  âyetlerine  haksızlık  eden. A'râf sûresinin 9. âyetinde, âhirette sevapları hafif gelenlerin durumu açıklanırken şöyle denmektedir: "Âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır".

7. Sözünden dönen, sıla-i rahimi önleyen ve fesat çıka­ran. Bakara sûresinin 27. âyetinde insanları ziyana götüren üç davranış şekline    işaret   edilmektedir: "Fâsıklar, kesin söz ver­dikten sonra sözlerinden dönerler. Allah'ın, ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde boz­gunculuk çıkarırlar. İşte onlar gerçekten ziyana uğrayanlardır".

8. Allah'ın azabından emin olma. A'râf sûresinin 99. âyetin­de, kimin ziyanda olduğu açıklanmaktadır:

"Allah'ın azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan toplu­luktan başkası, Allah'ın mühlet vermesinden emin olamaz".

9. Allah'a anmaktan alıkonanlar. Yüce Allah Münâfikûn sû­resinin 9. âyetinde, iflâsa başka bir açıdan bakmakta ve bunun ebeveyn ve çocuklar   arasındaki   ilişkilerde   olduğuna   dikkat  çekmektedir:

"Ey /man edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alı­koymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır".

10.  İslâm'dan başkasını din edinen. "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır" (Âl-i İmrân 3/85).

11.  Savaştan  kaçan. "Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes top­rağa giriniz ve arkanıza dönmeyiniz, yoksa ziyanda olarak dönmüş olur­sunuz" (Mâide 5/21).

12. Nefsin etkisinde kalarak katil olan. Yüce Allah, Hz. Âdem'in oğulları arasındaki öldürme olgusunu anlatırken, nefsinin onu bu davranışa ittiğini söylemektedir. "Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü; bu yüzden kaybedenlerden oldu" (Mâide 5/30).

13.  Allah'ın  affetmediği  ve  merhamet  etmediği  kimse.

Hz. Âdem, Allah'a tövbe ederken nasıl ziyanda olacaklarını şöyle açıkla­maktadır: ' "Dediler ki: 'Ey rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acı­mazsan, mutlaka ziyan edenlerden oluruz" (A'râf 7/23).

14. Şirk koşmak. İlâhî eğitimin bir süreç olduğu daha önce açıklanmıştı. Bunu temin eden en önemli ilkelerden biri, her peygambere vahyettiği dinde şirkin bir manevî iflâs, yani ziyan olduğunu bildirmesi­dir. "Şüp­hesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur: 'Andolsun! Allah'a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider ve ziyan edenlerden olur­sun" (Zümer 39/65).

15. îyi iş yaptığını zannederek kötü iş yapanlar. Bazı in­sanlar, iyi iş yaptıklarım zannederek sapıkça işler yapmaktadırlar. Bunlar en çok ziyana uğrayanlardır: 'Size işler bakımından en çok zi­yana uğrayanları bildireyim mi? İyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir" (Kehf 18/103-104).

16.  Allah'ın huzuruna çıkacağını yalanlayan. Yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 31. âyetinde, âhiret hayatını inkâr edip rabbine kavuşacağını yalanlayanın, manen iflâs ettiğine işaret edil­mektedir. "Nihayet onlara kıyamet vakti ansızın gelip ça­tınca, onlar günâhlarını sırtlarına yüklenerek diyecekler ki: 'Dünyada iyi amelleri terketmemizden dolayı vah bize!' Dikkat ediniz yüklendikleri şey ne kötüdür!" Âyetin bu kısmı bazı konulan gündeme getirmektedir:

Kıyamet ansızın gelecektir. Saat kelimesi, "kıyamet günü"nü ifade etmektedir. bağte de "ansızın" demektir. Bu ifadenin anlamı şudur: Âhiret hayatını yalanlayıp, "Hayat bu dünya hayatıdır" diyenler, aniden gelen kıyamet sebebiyle inançlarında bir değişim yapma fırsatını bulamayacaklardır. Öyleyse onların ansızın gelecek olan kıyametten önce bu değişimi gerçekleştirmeleri gerekiyor. Âyet bu değişimi amaç edinen bir uyarı mahiyetindedir.

Derin bir pişmanlık duyacaklar. Âyetin bu kısmında yer alan yâ hasretenâ "Eyvah bize!" ifâdesi, onların kıyamet kopunca, âhireti inkâr ettiklerini hatırlayacaklarını ve derin bir pişmanlık içinde ola­caklarını anlatmaktadır. Ama önemli olan, ilâhî vahye inanarak, o tecrü­beyi yaşamadan iman etmeleriydi. Olacak olan bir olguyu önceden haber vererek gerekli olan inanış biçimini ve sergilenmesi gereken davranışı meydana getirmeyi hedef almaktadır.

Kur'ân'da pişmanlık ifade eden bazı kavramlar yer almaktadır.

a) "Ne yazık şu kullara!" (Yasin 36/30). Burada kullara olan "Ey pişmanlık nerdesin" diye yapılan bir seslenişi ifade et­mektedir. Bu pişmanlığın sebebi, peygamberlerle alay etmektir.

b) "Yazıklar olsun bana, Allah'a karşı gitmem ve alay edenlerden olmamdan dolayı" (Zümer 39/56). Allah'a karşı gitmek ve alaycı olmak, kıyamet günü bu pişmanlığı doğuracaktır.

îlkinde genel mânada, kulun üzerine pişmanlık olurken, ikincide kişi amelinden dolayı kendi üzerinde pişmanlık duyacaktır. Her iki piş­manlık şekli, ansızın gelen kıyametten sonra olacaktır. Bu ifadelerin dı­şında hayret ifade eden tabirler de vardır.

c) "Vay, ben mi doğuracağım?" (Hûd 38/72).

Melekler Hz. İbrahim ve hanımına İshak peygamberi müjdeleyince, çocuk doğurma yaşını geçtiğinden dolayı, müjdeyi bu hayret ifadesiyle karşılamıştır. Normal tabiat olaylarının dışında gerçekleşecek olan bir olgu karşısında duyulan hayrettir.

d) "Ah Yûsuf um ah!" (Yûsuf 12/84). Yûsuf pey­gamberin babası, kaybettiği oğlundan dolayı çektiği hasretin ifadesi olarak dökülen kelimelerdir; evlât kaybının verdiği hasrettir.

e)  "Eyvah bize!" Bu ifadenin anlatmak istediği, yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 31. âyetinde söz konusu edilen. "iyi amelleri terketmemizden dolayı" duyulan bir pişmanlık

olacaktır. İyi amelleri ya da âhirete inanmayı göz ardı etmeyi ifade etmek­tedir.

Âyetin devamında: "Günâhları sırtlarına yükleneceklerdir" ifadesi yer almaktadır. Yüce Allah burada günâhları maddî bir yük şeklinde takdim etmektedir. Vizr kelimesi, "ağırlık" anla­mına gelmektedir. Çoğulu evzârdır. Dînî mânada günâh, dünyevî hukuk bakımından suç, hatâ mânasına gelmektedir.

Âyetin bu kısmında uhrevî ve dünyevî hukuk bakımından bir dev­rim vardır. "Âhirette herkes kendi günâhını kendisi yüklenecektir" derken, günâhı ferdîleştirmektedir. İsrâ sûresinin 15. âyetinde, dünyevî suçu da ferdîleştirmektedir. "Hiçbir suçlu, başkasının suçunu üstlenmez " bu-yurulurken, modern hukukun suçu ferdîleştirme ilkesinin temelini atmış­tır. Böylece Kur'ân hem günâhı hem de suçu ferdîleştirmiş olmaktadır.

Günâhın ferdîleştirilmesinin bir istisnası vardır. Nahl sûresinin 25. âyeti şöyledir: "Kıyamet gününde kendi günâhlarını tam olarak taşımaları ve bilgisizce saptırmakta oldukları kimselerin günâhlarından da bir kıs­mını yüklenmeleri için...". Demek ki, dünyada bir kişi, başka birini yol­dan çıkarıp günâh işletirse, onun günâhının bir kısmını da âhirette yükle­necektir. Aslında burada da yine ferdîlik vardır. Çünkü yoldan çıkarma işini kendisi yapmıştır.

Burada belirtilen günâhları sırtlarında taşıma ifadesi, günâhların onlardan ayrılmayacağı anlamına gelmektedir. "Dikkat ediniz, yüklendik­leri şey ne kötüdür!" Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayıp, hayat olarak sadece bu dünya hayatını görmek, iyi amelleri terketmek gibi günâhların işlenmemesi için yaşayanların dikkati çekilmektedir. "Ne kötüdür" der­ken, değerlendirmeyi bizzat kendisi yapmaktadır. Demek ki bu dünyada günâh işleyenler, âhirette o günâhın oluşturacağı yükün altına girecekler­dir.

Böylece bu âyette iman, inkâr, kıyametin kopuşu, pişmanlık, iyi amelleri terketme ve âhirette günâhlarının yükünü taşıma konularında bir ders verilmekte, bu derse dikkat edilmesini istemektedir. Bahsedilen ko­nularla bir dantel örer gibi konuyu işlemektedir. Dünya hayatında akan inkâr, günâh ırmağının âhirete uzanıp nasıl sonuçlar doğurduğuna dikkat çekmektedir. İnanç ve davranışlar sebebi, âhiretteki yük de sonucu teşkil etmektedir.[26]

 

Dünya Ve Âhiret Hayatı:

 

32. Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttaki olanlar için âhiret yurdu elbetteki daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?

Yüce Allah bu âyetiyle, özellikle, 29. âyette bu dünya hayatından başka bir hayatın olmadığına inancını vurgulamakta, öldükten sonra diril­meyi reddeden insanlara da bir cevap vermektedir.

Yüce Allah insanlara rehberliğini, dünya hayatıyla âhiret yurdunu mukayese edip değerlendirerek gerçekleştirmektedir. İnsanlar "oyun" ve "eğlence"nin ne olduğunu bildiklerinden, bu kavramları kullanarak dünya hayatını anlatmaktadır. Oyun ve eğlencenin en önemli özelliği, geçici ol­malarıdır. Çoğu zaman insana bir fayda da temin etmemektedirler. Geçici ve faydası yeterli olmayan dünya hayatını kutsallaştırıp ona tapınırcasma tutkuyla bağlanmanın zararı anlatılmaktadır. Daha faydalı ve daha kalıcı olanı araması gereken insan, onu bu dünya hayatında bulamayacak, ancak âhirette bulabilecektir. Unutulmamalıdır ki, o bulma işini ona bu dünyada âhirete yönelik ürettiği ameller kazandıracaktır. Burada dünya hayatına yönelik amellerin, âhirete yönelik amellerden değer bakımından daha dü­şük olduğu öğretilmektedir.

Âhiret yurdu, takva sahipleri için bir değer ifade etmektedir. Takva kavramı, iman, iyi amel ve günâhlardan sakınmayı ifade ettiğine göre, âhiret onlar için daha hayırlı bir anlam taşımaktadır.

Takvayı manevî yapının bağışıklık sistemi olarak alırsak, dünya ha­yatına tapanların bu bağışıklık sistemini kaybettikleri ve beyin faaliyeti bakımından hastalandıkları ortaya çıkmaktadır. O zaman takvaya yeni bir anlam kazandırılmaktadır: Aklın çalışmasını durağanlaşmaktan korumak. Âyetin sonunda yer alan "Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?" ifa­desi, takva ile aklı işletme, yani düşünme arasında bir ilişki kurmaktadır. Daha önce Bakara sûresinin 197. âyetinde, akıl ile takva arasındaki iliş­kiyi anlatmıştık. Bu iki âyet arasında bir ilişki kurarsak, ortak noktalarının aklı kullanmakla takva arasında kurdukları ilişki olduğu görülecektir.

Buradaki aklı işletmenin anlamı, dünya ile âhiret hayatı arasındaki değer farkını yakalamaktır. Yüce Allah aklın bu değer farkını yakalayaca­ğına işaret etmektedir.

Âyeti bir önceki âyetlerle irtibatlandırırsak, şöyle bir genellemeye varabiliriz: Dünya hayatından başka bir hayatın olmadığını söyleyen, öl­dükten sonra dirilmeye inanmayan, Allah'a kavuşmayı yalanlayan ve Kur'ân'a sırtını dönen, Kur'ân'ın evvelkilerin masalı olduğunu iddia eden insanlar için bu dünya oyun ve eğlenceden ibarettir. Böyle düşünen, böyle inanan ve davranan insanlar, aklı devre dışı bıraktıklarından dolayı Allah tarafından sorgulanmaktadırlar. "Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz" sorusu bunu ifade etmektedir. Böylece din eğitiminin insan aklını devreye sokma gibi önemli bir görevi ve amacı olduğu ortaya çıkmaktadır.[27]

 

Peygambere Tepki Allah'a Tepkidir:

 

33.  Biliyoruz onların dedikleri seni üzüyor. Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler, bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar.

34.  Senden önce de elçiler yalanlanmıştı. Yalanlamala­rına ve eziyet edilmelerine sabrettiler, nihayet onlara yardımımız yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebile­cek kimse yoktur. Sana da elçilerin haberinden bir parça gelmiştir.

35.  Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi yerin içine bir tünel, ya da göğe bir merdiven daya ki, onlara bir mucize getiresin. Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzerinde toplardı. O halde câhillerden olma!

Bu âyetlerde Hz. Peygamber'e karşı sözlerle ve davranışlarla gös­terilen olumsuz tepkilerin bir değerlendirilmesi yapılmakta ve bir ölçüde de peygamber teselli edilmektedir.

1. Müşriklerin sözleri peygamberi üzüyordu. Hz. Peygamber'e geldiklerinde onunla mücadele ediyor ve Kur'ân'a eskilerin masalı diyor­lardı. Dünya hayatını gerçek hayat olarak görüyor ve öldükten sonra di­rilmeyi inkâr ediyorlardı. İsrâ sûresinin 47. âyetinde olduğu gibi, Hz. Peygamber'i kötü maksatla dinliyorlar, büyülenmiş bir adama uyduklarını insanlara söylüyorlardı. Bu ve buna benzer sözlü tepkiler, Hz. Peygam­ber'i içten yaralıyordu. Bu üzüntünün derin olması sebebiyle ilâhî âleme yükseldi ve oradan En'âm sûresinin 33 ve 35. âyetlerini alıp geldi.

Yüce Allah, bu sözlerin Hz. Peygamber'i derinden üzdüğünü bil­diğini söyleyerek ilâhî takip altında olduğunu ona hissettirmektedir. "Onların dediklerinin seni üzüyor olduğu bilgi­min dahilindedir" ifadesiyle peygambere bir tesellî verilmektedir.

Ama esas tesellî âyetin sonunda gelmektedir: "Gerçekten onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler, bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyor­lar". Şirk, zulüm olduğu için, Allah onları zâlim olarak nitelendirmekte­dir. "O zâlimler aslında Allah'ın âyetlerini yalanlıyorlar" demekle, tepki­nin dolaylı bir yol izlediğine işaret etmektedir.

2. Eski peygamberler de yalanlanmıştı. Yüce Allah 34. âyette, pey­gamberlere gösterilen bu tepkinin bir süreç niteliği taşıdığını, daha önce de bu tür tepkilerin gösterildiğini şöyle açıklamaktadır: "Senden önce de peygamberler yalanlanmıştı". Demek ki tarihte insanlar, peygamberlerle yalanlama şeklinde mücadele etmişlerdir. Nisa sûresinin 155. âyetine göre bazılarını da öldürmüşlerdir.

Yalanlama tarzındaki tepkinin Hz. Muhammed'e de yapıldığı bu âyette görülmektedir. Ancak 33. âyetteki ifadeye göre, bu yalanlama Hz. Muhammed'in şahsına değil, Allah'ın âyetlerine yapılmaktaydı.

Buradan şu genellemeye varacağız: Peygamberlere olan yalanlama şeklindeki tepkinin, din âlimlerine de olması doğaldır. Ama onlar bilecek­lerdir ki, esas tepki kendilerine değil, Allah'ın âyetlerine olmaktadır. Bu tarz tepkinin meydana getirdiği mücadele, kıyamete kadar sürüp giden bir süreç olacaktır.

Bunun en iyi tesellisi, daha önce bu ağır tepkilerin peygamberlere de yapıldığını bilmekten ibarettir. Çünkü farklı bir şey söyleyen, insanları doğruya, güzele, iyiye ve hakka çağıran ve bunu yapabilmek için ilâhî vahyi anlatan insanlar, daima tepki görme ihtimali ile karşı karşıyadırlar. İlâhî vahyi tebliğ eden peygamberler, farklı şeyleri insanlara öğretiyorlar, evrensel değerlere çağırıyorlardı. Onların bu görevi, toplumlarda yeni bir oluşum meydana getiriyor, yeniye karşı olanlar şiddetli bir tepki gösteri­yordu.

Âlimler şunu iyi bilmelidirler ki, iyi, doğru, güzel ve hak adına "yeni"nin doğması çok zor, çok sancılı ve çok çileli olmuş, oluyor ve ola­caktır. Toplumlara yeni bir ilâhî mesaj getiren peygamberler, yeniyi insan­ların beyin ve gönlünde gerçekleştirecekleri köklü değişim sayesinde ha­yata geçiriyorlardı. Böyle sancılı, çileli ve zor olan bir işin tepkiyle karşı­lanması, doğal bir nitelik taşımaktadır.

3. "Peygamberler sabrettiler". 34. âyetin ikinci bölümünde, tepkilerle karşı karşıya kalan geçmiş peygamberlerin nasıl davrandıkları, eziyet edilmelerine rağmen sabretmeleri, sonunda Allah'ın yardımının onlara yetiştiği bildirilmektedir.

Demek ki yalana ve eziyete karşı peygamberlerin kullandığı en etkili silâh "sabır" olmuştur. Buradaki sabır, "dayanmak, ümitsizliğe düşme­mek, yalan ve eziyetin altında ezilmemek" anlamına gelmektedir. Allah, Hz. Peygamber'e sabrı bir metot olarak teklif etmektedir. Çünkü âyetin ruhundan anlıyoruz ki, sabır evrensel bir metot mahiyetindedir.

Burada sabrın, nereye kadar olacağı sorulabilir. Âyetin bu bölümü soruyu cevaplandırmaktadır: Allah'ın yardımı gelinceye kadar. Allah'ın dininden dolayı yalanlanan ve eziyet edilen peygamberlerin sabrı, ilâhî yardımı getirmektedir.

Kur'ân'da Hz. Peyamber'e sabırlı olması için emirler verilmiştir: "Sen onların söylediklerine sabret" (Tâhâ 20/130); "Sen şimdi sabret! Bil ki, Allah­'ın vaadi gerçektir. İyice inanmamış olanlar, sakın seni gevşekliğe sev-ketmesin!" (Rûm 30/60); "Onların söylediklerine sabret! Kulumuz Davud'u, o kuvvet sahibi zâtı hatırla! O, hep Allah'a yönelirdi" (Sâd 38/17); "O halde, peygamberlerden azîm sahibi olanların sabrettiği gibi, sen de sabret! Onlar hakkında acele etme!" (Ahkâf 46/35); "Rabbinin hükmüne sabret! Çünkü sen gözlerimi­zin önündesin" (Tûr 52/48); "Onların söylediklerine sabret ve onlardan güzellikle ayrıl!" (Müzzemmil 73/10).

Bütün bu âyetler, sabrın ne kadar büyük bir ibâdet ve önemli bir değer olduğunu vurgulamaktadır. Bu konuda Allah geçmiş peygamberleri örnek olarak göstermektedir.

Bakara sûresinin 153. âyetine göre sabır, Allah'ın beraberliğini ge­tirmektedir. Rum sûresinin 60. âyetine göre, Allah'ın vaad ettiği yardım gelecektir. İlâhî yardımla O'nun beraberliği, sabredenlere olacağına göre, sabrın ne kadar etkili bir metot olduğu ortaya çıkmaktadır.

4. Allah'ın verdiği söz değişmez. Yüce Allah yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 34. âyetinde: "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. Elbette peygamberlerin haberlerinden bazısı sana geldi" buyurmaktadır. Ayetin bu kısmında geçen "Allah'ın kelimeleri" ne anlama gelmektedir? Genel olarak müfessirler bunu Allah'ın peygamberlere yardım edeceği konusun­daki vaadi olarak mânalandırmaktadırlar. Buna delil olarak da Sâffât sû­resinin \1\-\12. âyetlerini göstermektedirler: "Andolsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir. Onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır".

Diğer taraftan Mücâdele sûresinin 21. âyetinde: "Allah, mutlaka ben ve elçilerim galip geleceğiz diye yazmıştır". Yüce Al­lah'ın bu fermanı, kararı ve sözü değiştirileme; O, verdiği sözü yerine ge­tirecektir.

Bunun bir ispatını da, geçmiş peygamberlerin Kur'ân'da anlatılan olgularından yapılabilir. Çünkü Kur'ân'da anlatılan kıssalarda, bu ilâhî yardımın yapıldığı görülecektir. O peygamberlerin sabrına karşılık Yüce Allah onlara yardım etmiştir. Böyle bir yardımı Allah'ın yazması, Hz. Peygamber için en büyük tesellî olmuştur. Tevbe sûresinin 40. âyetine baktığımızda: "Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir diyordu" ifadesini görürüz. Bu söylev, bu yardım âyetlerinin verdiği inanç, şuur ve metanetle söylenmiştir. Geçmiş peygamberlerin yaşadıkla­rından hareket ederek, ilâhî yardımın geleceği konusunda emin olmak, onların da yalanlandığı ve eziyet gördüğünü bilerek görevinde gevşeklik göstermemek, cesaretini elden bırakmamak gerektiğine işaret etmektedir.

5.  Onların tepkisi ağır gelmemeli. En'âm sûresinin 35. âyetinde, zâlimlerin, yani kâfirlerin Allah'ın âyetlerini inkâr ederek peygamberden yüz çevirmelerinin peygambere ağır gelme ihtimali sebebiyle önemli tek­liflerde bulunmaktadır.

Aslında onların yüz çevirmelerinin Hz. Peygambere ağır gelmesini, inanmamalarından dolayı üzülmemesini istemektedir. Çünkü Kur'ân onlar için en büyük mucizedir. Hz. Peygamber'den, onları etkileyip inandıracak mucize istiyorlardı. Bu mucize Kur'ân'ın kendisidir.

Âyetin ilk bölümünde yer alan i'râz, "yüz çevirmek" anlamına gel­diği kadar, manevî anlamda beyni ve gönlü çevirme mânasını da ifade et­mektedir. İnsan maddî anlamda yüzünü çevirmeden önce, beynini ve gönlünü çevirmektedir.

6. Âyetin bu bölümünde şu husus îmâ edilmektedir: Kur'ân muci­zesinin yeterli olmamasından dolayı yüz çevirdiklerini zannediyorsan, o zaman yüzlerini çevirmeyecekleri mucizeleri hadi bakalım sen getir:

"Gücün yeterse, ye­rin içine inebileceğin bir tünel, ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven daya ki, onlara bir mucize getiresin!"

Âyetin bu kısmından şunu anlıyoruz: Allah'ın âyetlerini inkâr edip peygamberine karşı yüz çevirip tepki gösteren insanlara, yerin dibinden ve gökten bir mucize getirilse bile inanmalarının mümkün olmayacağı vurgulanmaktadır. O zâlimlerin, kâfirlerin, müşriklerin derdi inanmak ol­madığından, mucizenin çeşidi onları etkileyecek değildir.

Diğer taraftan insanların inanması için delil getirmenin önemi de vurgulanmaktadır. Mucizenin veya delilin etkileyeceği insanlar olduğu gibi etkilemeyeceği insanlar da vardır.

Bakara sûresinin 3. âyetindeki infâk ibâdeti açıklanırken, bu kelime­nin çeşitli anlamları verilmişti. Bunlardan biri "tünel", yani "yol"dur. Fiil olarak kullanınca, "tünel kazmak" anlamına gelmektedir. Münafık keli­mesi de bundan türemiştir. Psikolojik yapısında tüneller olan, tarla faresi gibi her yere yol açan, bir yerden tehlike görünce öteki yola sapan, ikili oynayan insanı ifade etmektedir. Süllem kelimesi de "merdiven" anlamına gelmektedir. Bu kelime selâmet kelimesinden türemiştir. "İnsanı çıkacağı yere ulaştıran şey" anlamına gelmektedir.

Âyetin bu kısmını günümüze getirirsek, astronomi ve tabiat bilimi araştırmalarına işaret edildiğini söyleyebiliriz. Yerin dibine tünelin açılabi­leceğini, göğe merdivenden çıkar gibi çıkılacağını bir nevi öğütlemekte ve müjdelemektedir. Çünkü Allah olmayacak bir işi peygamberine teklif et­mez. Belki o dönemde Hz. Peygamber için bu imkânsızdır, ama gelecek nesiller için onun muhal olmadığı görülmekte ve görülecektir.

7. "Allah dilese, bütün insanları kendi rehberliği altına toplardı". "Allah dileseydi, onları hidâyete, yani doğru yola, yani tevhîd inancına iletirdi" demekle, onların iman etmelerini dile­mediğini mi ifade etmektedir? Bu sorunun cevabı, "Allah onların iman et­mesini istemedi" şeklinde verilmemelidir. Çünkü Allah kullarının iman etmesini ister. Buradaki ifadede bu anlamı değil de, kullarına iman etme hürriyetini verdiği, onların gönlündeki oluşuma göre kendi takdirini ger­çekleştirebileceği vurgulanmaktadır. Allah'ın dilememesinin anlamı, on­ları zorlamaması, onlara seçenek tanımasıdır.

Bu anlamı ispat sadedinde cevap olarak Yûnus sûresinin 99. âyeti gösterilebilir: "Eğer rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen inanmaları için insanları zorlayacak mısın?" Bu âyette zorlama kavramı geçmektedir. Hz. Peygamber'e insanları zorlayarak iman ettir­menin doğru bir metot olmadığı öğretilmektedir. "Ve dedi ki: 'Hak rabbinizdendir. Öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" (Kehf 18/29). Bu âyetlerden anlıyoruz ki, kulunun iman etmesi konusundaki Allah'ın dilemesi, kulunun dilemesini takip etmektedir.

8. Âyetin sonu, "O halde sakın câhillerden olma" şeklinde gelmektedir. Burada câhil kelimesine yeni bir anlam verilmek­tedir. İnsanların iman etme konusunda zorlanmayacaklarını, onların bu konuda muhtar olduklarını, dileklerinin rol oynayacağını ve Allah'ın dile­mesiyle onların doğru yola geleceklerini bilmemek, cehalettir. İnsanlara inanç özgürlüğünü vermemek, câhiliyettir. Cahillikten kurtulmanın bir yolu da inanç özgürlüğünü tanımaktır. Demek ki bir top­lumda inanç özgürlüğü yoksa, o toplum cehalet karanlığı içinde kalmış demektir. Ama inanç özgürlüğü, anarşiye ve düşmanlığa dönüşmemelidir. Allah'ın âyetlerini inkâr, peygamberden yüz çevirmek gibi eylemler, ina­nanlara zarar vermedikçe, sıcak bir çatışmaya dönüşmedikçe, olduğu gibi kalabilir. Düşünce ve inanç halinde kalmaları normaldir; onların olumsuz tepkisinin eyleme dönüşmesinin cehaleti kadar onlara bu seçeneği tanı­mamak da cehalettir.

Biz bundan şu genellemeye varıyoruz: Allah'ın âyetlerinden ve pey­gamberin tebliğinden herkes aynı derecede olumlu mânada etkilenmeye­cektir. Olumlu tepki verenler olacağı gibi, olumsuz tepki gösterecekler de olacaktır. Bu durum din eğitiminin evrensel kanunu olmaktadır. Din âlimi ve adamları bu ilkeyi göz önünde tutmalıdırlar.[28]

 

Kimler Duyar, Kimler Duymaz?

 

36. Ancak (samimiyetle) dinleyenler, çağrıyı kabul eder. Ölülere gelince, Allah onları diriltecek, sonra da O'na döndürüleceklerdir.

Bu âyet, En'âm sûresinin 23. âyetinden itibaren anlatılan Hz. Pey­gamberin daveti ile ilgili olduğu için, o âyetlerin bir devamı mahiyetinde­dir.

1. Âyetin ilk bölümü, kabullenme ile dinleme arasında bir bağlantı kurmaktadır. "Ancak (samimiyetle) dinleyenler, çağrıyı kabul ederler" derken, kulağın yaptığı dinleme faaliyetiyle gönül­deki kabullenme eylemi arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir.

Dinlenilen şey, Allah'ın gönderdiği ve Hz. Peygamber'in tebliğ et­tiği mesajdır, yani Kur'ân'dır. Biraz daha özelleştirirsek tevhîd inancıdır, diyebiliriz.

Çağrılan şeye uymak, karşılık vermek, onu kabullenmek, can ku­lağı ile dinlemeye bağlıdır. Âyette geçen dinleme eyleminin böyle bir nite­liğe sahip olduğu ortaya çıkmaktadır. Can kulağı ile ilâhî mesajı dinlemek, onu benimsemeye götürecektir. Bunu başka bir şekilde açıklamak müm­kündür: Anlatılan şeye alâka duymak, o mesajın anlaşılmasını temin ede­cektir. Anlaşılan şeyin kabul edilmesi de kolaylaşacaktır.

Bakara sûresinin 186. âyetinde, çağrıya uymak, karşılık vermek meselesi ele alınmıştı. Yüce Allah dua edenin yakarışına her zaman karşı­lık vermekte, kullarının da O'nun çağrısına uymalarını istemektedir.

En'âm sûresinin 36. âyetinde Hz. Peygamber'e, dinleme konu­sunda olmazsa olmazını samimiyetin teşkil ettiği açıklanmaktadır.

2. Âyetin ikinci bölümünde, ilâhî mesajı can kulağı ile dinlemeyip kabul etmeyenler, yaşayan ölüler olarak takdim edilmektedir. "Ölülere gelince, Allah onları diriltecek, sonra da O'na döndürülecekler". Âyetin bu kısmını başka âyetlerle açıklamak mümkündür: "Bil ki sen ölü­lere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderken sağırlara da daveti duyura-mazsın " (Nemi 27/80). Aynı âyetin bir benzeri, Rûm sûresinin 52. âyeti­dir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetle bu iki âyet bize şunu anlatı­yor: Duyu organları kapalı olan, aklı ve gönlü çalışmayan insanlar, yaşa­yan ölüdürler; ölülere daveti duyurmak da imkânsızdır.

Demek ki insanî anlamda canlılık, hayvanı canlılık değildir. İnsan, aklını, duyu organlarını ve gönlünü olumlu mânada kullandığı ölçüde canlıdır. Hayat, beynin ve gönlün kullanılması anlamına gelmektedir. Duyu organlarını, aklını ve gönlünü olumlu mânada kullanamayanlar, Fâ-tır sûresinin 22. âyetinde, kabirdeki ölüler olarak kabul edilmekte; Hz. Peygamber'e de kabirdekilere mesajını duyuramayacağı söylenmektedir.

Ölülerin kıyamet günü diriltileceği, yani onların orada anlar hale ge­lecekleri anlatıldıktan sonra, Allah'a döndürüleceklerine dikkat çekilmek­tedir. Vurgulanan şey, insanların bu dünyada iken beyin ve gönüllerini Allah'a döndürmeleridir. Önemli olan âhirette döndürülmeden önce bu dünyada döndürülmek, yani bizzat kendisinin dönmesidir. Duyan, dinle­yen, anlayan, uyan insanlar, ancak beyin ve gönüllerini bu dünyada Alla­h'a döndürebilirler. Başka bir ifade ile, can kulağı ile ilâhî mesajı dinle­yen, ona uyan insan canlı olduğu için, bütün öz benliğini Allah'a çevirme, O'na döndürme gücüne sahip olan insandır.

Böylece eğitim faaliyetlerinin kimlere etkili olacağı anlatılırken, kimlere etkili olamayacağı da belirtilmektedir. Eğitim faaliyeti, bir sihirli değnek olmadığından, her şeyi ondan beklemek doğru değildir. Eğitilen insanın duyu organlarını samimi olarak kullanmasının bu etkinlikte büyük payı varır.[29]

 

Kur'an En Büyük Mucize:

 

37. Dediler ki: "Ona rabbinden bir mucize indirilseydi ya! " De ki: "Şüphesiz, Allah bir mucize indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bilmiyorlar".

Bu âyet, kurgu itibariyle En'âm sûresinin 8. âyetinin başka bir bo­yutunu teşkil etmektedir. O âyette, "Muhammed'e bir melek indirilsiydi ya! dediler" ifadesi yer aldığı gibi, burada da, "Ona rabbinden bir mucize indirilseydi ya! dediler" ibaresi yer almaktadır. O zaman, 37. âyetteki mucizenin, 8. âyetteki melek olduğunu söyleme imkânı doğmaktadır. Bu takdirde istedikleri mucize, çıplak gözleriyle inen meleği görmeleri ola­caktır.

Kâfirlerin bu âyette istedikleri mucize, Furkân sûresinin 32. âyetindeki, "İnkâr edenler: Kur'ân ona bir defada indirilmeli değil miydi? " şeklindeki istekleri olabilir. Aynı isteği kitap ehli, "gökten bir kitap" indirmesi şeklinde öne sürmüşlerdi.

Öyle anlaşılıyor ki kâfirler, Kur'ân'ı mucize olarak kabul etmiyorlar ve onu Hz. Peygamber'in Allah'ın elçisi olduğuna dair bir delil olarak benimsemiyorlar, onun ötesinde bir delil istiyorlar. Kur'ân'ın içeriğine baksalardı, onun mucizevî yönünü anlayacaklardı. Kur'ân'ı okuyup an­lamamaları, onların şüpheye düşmesine sebep olmuştur. Bakara sûresinin 23. âyetinde, "Kur'ân'ın benzeri bir sûre getirmelerini" istemişti. Yüce Allah'ın Kur'ân'da böyle bir meydan okuması, onun mucize olduğunu ifade etmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 37. âyetindeki âyetin, yani mucizenin Kur'ân olmadığını, âyetin devamı açıklamaktadır. Çünkü devamında, "De ki: Şüphesiz Allah mucize indirmeye kadirdir". Eğer kâfirlerin istediği mucize, Kur'ân'ın bütün halinde inmesi olsaydı, yüce Allah mucize indirmeye kadir olduğunu söylemeyecek, indirmekte olduğunu söyleyecekti. Demek ki kâfirler, Kur'ân dışında peygamberli­ğini ispat eden başka bir mucize indirilmesini istemişlerdi.

Konunun hassas noktası, onların, Kur'ân dışı bir mucize istemiş ol­malarında yatmaktadır. Kur'ân'ın en büyük mucize oluşunu yaralamaktan başka bir şeyi ifade etmeyen bu istek, onların Kur'ân'a iman etmelerini yokuşa sürmekte ve inatlaşmalarını ifade etmektedir. Kur'ân'ın üstünde bir mucize olmadığına göre, ondan başka bir mucize istemek, ona hakaret olacaktır.

Genelde mucizeler insanların isteklerine göre gönderilmez, orada sadece ve sadece ilâhî irâde rol oynar. Çünkü insanların istedikleri anda Allah'ın mucize gönderip onların da bu mucizeye inanmamaları duru­munda, helak olmaları mukadder olacaktı. İsteğe bağlı mucize gönderil­mez, ama gönderildiği takdirde inanılmazsa, helakin gelmesi zorunlu olur.

Bunun böyle olduğunu ve olacağını En'âm sûresinin 8. âyetinden öğreni­yoruz. "Muhammed'e bir melek indirilseydi ya! dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik, el­bette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırılmazdı".

Demek ki mucize Allah'ın isteği gereği gönderilirse, insan ona ina­nıp inanmamakta serbesttir, ama insanın isteğine göre gönderilirse, inan­mamakta serbest olmadığından, inanmak zorundadır. O zaman inanma­ması helakine götürecektir.

En'âm sûresinin 37. âyetinin sonunda "Fakat onların çoğu bilmezler" ifadesi, mucize gönderildiği takdirde inanmaz­larsa, helak olacaklarını bilmediklerini açıklamaktadır.

Diğer taraftan kâfirlerin bilmedikleri şeyin, Allah'ın gücünün her şeye yettiğidir. Mucize gönderemeyen varlık Allah olamaz. Ayrıca onların bilmedikleri şeyin, mucize geldiğinde inatlaşıp iman etmeyecekleri oldu­ğunu söyleyebiliriz. O zaman kâfirlerin kendi kendilerini tanımadıklarını, bilmediklerini ifade etmiş oluruz.

İster kendi isteklerine göre gönderildiği takdirde mucizeye inanmaz­larsa helak olacaklarını, ister Allah'ın kudretinin her şeye yeterli oldu­ğunu, isterse de kendi içlerinde cereyan eden inadın sebep olduğu inkârın farkında olmasınlar, bilmesinler; meselenin bilmeye dayandığı ortaya

çıkmaktadır.

Böylece Allah kâfirlerin inkârının sebebini bilmemelerine bağlaya­rak bilgisizliğin nerelere götürdüğünü vurgulamaktadır. O takdirde şu ne­ticeye ulaşmak gerekiyor: İmanın alt yapısındaki temel direklerden biri, bilgi değeri; diğeri de bilme eylemidir.[30]

 

Varlıklar, Kitap Ve Haşr:

 

38. Yerde yürüyen ne kadar hayvan, kanatlarıyla uçan ne kadar kuş varsa, bütün bunlar sizin gibi birer top­luluktur. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonunda rableri önünde hasredilirler.

Bu âyet üç önemli konuyu içermektedir: Hayvanlar alemiyle insan­lar âlemi arasındaki benzerlik, kitabın eksiksiz oluşu ve Allah'ın huzu­runda toplanma, yani haşr olgusu.

"Yerde yürüyen ne kadar hayvan, kanatlarıyla uçan ne kadar kuş varsa, bütün bunlar sizin gibi birer toplulukturlar".

Âyetin birinci bölümünü teşkil eden bu ibarede dâbbe kavramı yer almaktadır. Bu kavram, "yeryüzünde debelenen, hareket eden hay­vanları" kapsamına almaktadır. Bu kelime kuş, balık cinsi ve insanın dı­şındaki hayvanları ya da canlıları ifade etmektedir. Âyet, kuş ve insanları ayrı anmakta ve "yerde" diyerek, hangi canlı türlerini kastettiğini ortaya koymaktadır, yani karada debelenen, hareket eden hayvanlan ifade etmek­tedir.

Yüce Allah yerde debelenen, hareket eden hayvanlarla, kanatlarıyla uçan kuşlarla insanlar âlemi arasında bir benzetme yapmaktadır. Bu ben­zetmenin sebebi ve amacı ne olabilir?

1. Varlık olma açısından bir açıklama veya benzetme yapmaktadır. Konuya "varlık olma" bakımından yaklaşınca, âyetin birinci bölümündeki ümem kelimesine "topluluklar" mânasını verme yerine, "varlıklar" mânasını vermek gerekiyor.

O zaman "Yerde debelenen, hareket eden canlılarla, kanatlarıyla uçan kuşlar sizin gibi varlıklardır" şeklinde mânalandırmak en iyisi ola­caktır. Bu yaklaşım ontolojik, yani varlıksal bir yaklaşım olmaktadır. Bu­nun anlamı, bazı özelliklere sahip olma açısından bir benzetme yapılmak­tadır. Varlıklar topluluğunun ortak özelliklerini öne çıkarmayı ve bir ben­zetme yapmayı amaçlamaktadır.

İbn Manzûr Lisânü7-Arab 'da bu âyeti örnek göstererek, ümem ke­limesine Allah'ın mahlûkatı, yani yaratıkları mânasını vermektedir. De­mek ki Allah, mahlûkat, yaratık ya da varlık olma açısından bir benzerlik kurmakta ve var olan müşterek özelliklere dikkat çekmektedir. Bu açıkla­madan hareket ettiğimiz zaman, 37. âyetle bir bağlantı kurmak isabetli olacaktır.

Kâfirler Hz. Peygamber'e bir mucize indirilmesini istediler. Yüce Allah onlara bu âyeti indirerek, varlıklar âlemine baktıklarında ilâhî kud­reti anlayabileceklerini söylemektedir. Varlıklar alemindeki ortak özellik­leri aklen belirlemek yeterli olacaktır. Yeryüzünde debelenen, gökte uçan canlılarla insanlar arasındaki ortak noktayı yakalamak, "hayvanlar kitabı" ile "insan kitabı"nı okumak anlamına gelmektedir. Her iki kitabı okuyan insan, Allah'ın kudretini anlayacaktır.

2. Toplumsal hayat açısından bir benzetme yapmaktadır. Yerde ha­reket eden ve gökte uçan kuşların toplu halde yaşamaları gibi, insanlar da toplu halde yaşamaktadırlar. O zaman ümem kelimesine "topluluklar" mâ­nasını vermek en doğrusu olacaktır. Her hayvan türünün kendine has bir toplu yaşama tarzı vardır.

Yeryüzündeki hayvanların ve gökte uçan kuşların her türü kendi arasında topluluklar halinde yaşamalarıyla, insanların topluluklar kurma­ları, önemli mucizelerden birini teşkil etmektedir. Buna toplu halde ya­şama mucizesi diyebiliriz. Yüce Allah, kâfirlere "Mucize istiyorsanız, bu mucize size yeterli olmalıdır" işaretini vermektedir.

Canlıların var olma özellikleriyle toplu halde yaşama özellikleri mu­cizevî bir oluşumdur. Bu kitabı okumak, anlamak, beyninde sindirmek ilâhî kudretin sonsuzluğunu öğretmiş olacaktır. Var olmak kadar, toplu halde yaşamanın da mucizevî bir yönü vardır. Toplu halde yaşamanın ge­tirdiği, türünü devam ettirmek, paylaşım ve iş bölümü, bu mucizenin par­çaları olmaktadır. Meselâ Arılar ile karıncaların oluşturduğu toplu yaşama ve iş bölümüne göre çalışma sistemleri, mucizevî bir hayatın delili olmak­tadır. Kur'ân'ın her iki canlı türü için birer sûre ayırması da bunu ifade etmektedir.

3. Tesbîh ibâdeti açısından bir benzetme yapmaktadır. Âyetin ilk bölümündeki ümem kelimesini "varlıklar, yaratıklar" anlamına alırsak, benzetmenin başka bir boyutu da bütün yaratıkların Allah'ı tesbîh etmede aynı ibâdeti paylaşmalarıdır denebilir: "Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her varlık Allah'ı teşbih eder. O'nu övgüyle (hamd) teşbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Ne var ki siz onların teşbihini anlamazsınız" (İsrâ 17/44); "Göklerde ve yerde bulunanların dizi dizi kuşların Allah'ı teşbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi duasını ve teşbihini bilmiştir. Allah onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir" (Nûr 24/41).

4. Öldürme eylemi için bir benzetme yapmaktadır. Yüce Allah yer­deki hayvanlarla kuşları, insanlar gibi varlıklar, yaratıklar, ya da topluluk­lar olduğunu neden gündeme getirmiştir? sorusuna, canlı varlığın sahip olduğu hayat değeri açısından cevap verilebilir.

Her varlık can taşıması bakımından mucizevî bir değer taşımakta ol­duğundan, haksız yere öldürülmemelidir. Buna âyetlerin ışığı altında "hayat hakkı" diyebiliriz. Yüce Allah bütün canlıların hayat hakkı oldu­ğunu şu âyetlerde söylerken, onların haksız yere öldürülemeyeceğini de hükme bağlamaktadır: "Allah'ın yasakla­dığı cana haksız yere kıymayınız" (En'âm 6/151; Furkân 25/68). Her iki âyette de can kelimesi kullanılırken, sadece insan kastedilmemekte, bütün canlılar ifade edilmektedir. Haksız yere yeşile, hayvana ve insana kıyıla-maz.

Hz. Peygamber, "Kim bir serçeyi boş yere öldürürse, o serçe kı­yamet gününde seslenerek Allah'a gelir ve şöyle der: Ya rabbi! Bu, beni

boş yere öldürdü. Benden istifade etmediği gibi, yeryüzünde otlarından yememe de müsaade etmedi."[31]

Bu hadîsi bütün hayvanlar için genelleştirmek mümkündür. Ekolo­jik dengenin korunması için, haksız yere hayvanlara kıymanın yasak ol­duğu ilkesine götürmek de mümkündür. Özellikle av yasağına dikkat edip, ihtiyaç duyulmayan ve tehlike bulunmayan anlarda bir cana kıymak doğru değildir ve günâhtır. En'âm sûresinin 38. âyetinde, yerde yürüyen ve gökte uçan kuşların insanlar gibi varlıklar olduğu söylenmekle, onların da hayat hakkına sahip oldukları ve haksız yere öldürülemeyecekleri gün­deme getirilmektedir.

5. Haşrolma için bu benzetme yapılmaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 38. âyetinin son kelimesine bakıldığında bunu görmek mümkündür: "Nihayet toplanıp rablerinin huzuruna getirilecekler". Rablerinin huzurunda haşrolacak olanların kim­ler olduğu sorulduğunda, bütün canlılar şeklinde cevap vermek âyete ters düşmeyecektir. "Kısas yapılarak boynuzludan boynuzsuzların hakkı alı­nır" (Müsned, II, 72). Hz. Peygamber'in bu sözü, gerçekten kendisine ait ise, mecazî bir anlatımın olduğunu söyleyebiliriz. Bu dünyada boynuzlu hayvanların boynuzsuzları vurması gibi, bazı güçlü insanlar da güçsüz in­sanlara çeşitli açılardan zarar vermiş olabilirler. Hz. Peygamber onları boynuzlu hayvanlara benzetmektedir. Hakkı çiğnenen insanların hakkı, çiğneyenlerden alınacaktır. Hadîsi bu şekilde anlamak mümkün olduğu gibi, mecaza sapmadan da anlamak mümkündür. Böylece insan denen varlıkla, hayvanların Allah'ın huzurunda haşrolacaklan esasını âyetin so­nundan anlamış oluyoruz.

6. Rızıklandırma açısından bir benzerlik kurulmaktadır. Râzî, özetle bu konuyu şöyle anlatmaktadır: Kâfirler, Hz. Peygamber'den kesin, açık ve net bir mucize getirmesini istemişlerdi. Bunun üzerine Allah, yardımı­nın insanlara ulaşması gibi, bütün canlılara lutfu ile rızkım ulaştırdığını gündeme getirmiştir. Hayvanlara rızkını veren Allah, insanlara da vermektedir. Hayvanlara cömert davranan Allah, insanlara da cömert davranmaktadır. Onların istedikleri mucizelerin gönderilmesi onlara fayda vermeyeceğinden tam tersine zarar vereceğinden dolayı, mucizelerini göndermemektedir.[32] Gönderme yerine tabiattaki hayvanların varlığına bakmaları, onlar için mevcut bir mucizeyi teşkil etmelidir.

"Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık".

Âyetin bu kısmında ferata kelimesi yer almaktadır. "İleri geçmek, aşın gitmek, çabuk olmak, süratli davranmak, havuzu taşacak şekilde doldur­mak" mânasına gelen bu kelime iş kelimesi ile kullanılınca, "işi unutmak, gücü üzerinde yük yüklemek, bir şeyi terketmek, haddi aşma"; bulut ile kullanılınca, "mevsim başında yağmurunu yağdırmak"; kılıç ile kullanı­lınca, "kılıcını acele çekmek"; ferrata kalıbından gelince, "bir şeyi aczin­den dolayı mahvedip kaybetmek, bir kimseyi geride bırakıp savuşup git­mek, mübalağa ile övmek, bir çirkin işi ortadan kaldırmak" mânalarına gelmektedir. Bu kelime Kur'ân'da şu anlamı ifade etmektedir:

 

Fereta Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1. Taşkınlık yapmak. "Mûsâ ile Harun: 'Ey rabbimiz! Onun bize karşı taşkınlık yapmasından yahut azgınlıkta devam etmesinden korkarız" dediler (Tâhâ 20/45). Buradaki taşkınlık, düşmanca davranmak anlamına gelmektedir.

2. Umursamaz davranmak. "Kişinin: 'Allah'a karşı umursamaz davranmamdan dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim' (diyeceği günden sakının)" (Zümer 39/56). Aslında buradaki ferrattü keli­mesine, "aşın gitmek" mânası da verilebilir.

3.  Güven  kırıcı  davranmak. "En büyükleri: Babanızın sizden, Alla­h'ı şahit tutarak söz aldığını ve ayrıca bundan önce Yûsuf konusunda nasıl güven kırıcı davrandığınızı hatırlamıyor musunuz?" (Yûsuf 12/80) derken, jJiy   ferrattum kelimesine yer vermektedir. Bu kelimeye

"haksızlık etmek" mânası da verilebilir. Ama biz burada babalarına karşı güven kırıcı davranma anlamını tercih ediyoruz. Çünkü Yûsuf a karşı haksızlık yapmaları, babaları için güven kinci bir davranış olmuştur.

4. Gözardı etmek. "Kıyamet saati ansızın gelip çatıncaya (ve) 'Yazıklar olsun bize ki onu gözardı etmişiz' diye ağlayıp dövününceye kadar Allah'a varacaklarını inkâr edenler, gerçekten hüsrana uğrayanlar­dır, çünkü omuzlarında günâhlarının yükünü taşıyacaklardır: Ah yüklene­cekleri ağırlık ne kötüdür!" (En'âm 6/31). Genelde "aşırı gitmek" mânası verilen ferratnâ kelimesinin bu âyetteki anlamı, "göz ardı etmek"tir.

5. Bir işi atlamak. "Bir işi atlamak, o işi eksik yapmak" anla­mına gelmektedir. En'âm sûresinin 61. âyetinde bu anlamda kullanılmış­tır: "Yalnız O'dur kulları üzerinde hüküm sahibi olan. Ve O, birinize ölüm yaklaştığında, elçilerimiz onun canını alıncaya kadar sizi gözetlemek için semavî güçler gönderir ve bu güçler (hiç kimseyi) atlamazlar". . Önden    gitmek.    "Kendilerinin bile çirkin bulacağı şeyleri Allah'a isnat ediyorlar. Dilleri de yalan düzüp donatıyor. En ileri güzellik onlarınmış! Kuşkusuz olan şu, onlar işin ateş vardır. Ve ona en önden gi­deceklerdir" (Nahl 16/62).

6. Aşırılık. Kehf sûresinin 28. âyetinde fürutâ kalıbında yer alan bu   kelime,   "aşırılık"   anlamına   gelmektedir:   "Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!"

Ferata kelimesinin bu anlamlarından birini, yorumunu yapmakta ol­duğumuz En'âm sûresinin 38. âyeti için alacak olursak, "göz ardı etmek", "atlamak" mânasına almak lâzımdır. "Biz o kitapta, hiçbir şeyi atlamadık, göz ardı etmedik, eksik bırakmadık" mânasını vermek gerekiyor.

Âyetin bu bölümünde geçen kitap hangi kitaptır? Bu soruyu cevap­landırırken Râzî, iki görüşü nakletmektedir. Birisi âyetteki kitabın levh-i mahfuz, yani "korunmuş levha"; ikincisi de Kur'ân olduğundan, Râzî'nin kendisi âyetteki kitabın Kur'ân olduğundan yana tercihini kullanmaktadır, ama Zemahşerî bunun levh-i mahfuz olduğunu söylemektedir. Demek ki mâna, "Biz Kur'ân'da hiçbir şeyi eksik bırakmadık" şeklinde olmalıdır. Zemahşerî ve onu takip edenlere göre mâna, "Biz levh-i mahfuzda hiçbir şeyi eksik bırakmadık" tarzında olmalıdır.

Bütün bu mânalardan hareket edersek şu neticeye ulaşabiliriz: Yüce Allah tabiat kitabında, insan kitabında ve din kitabında ve bütün bunları kendinde toplayan ana kitapta hiçbir şeyi eksik yapmamış ve göz ardı et­memiştir. O'nun ortaya koyduğu bütün tabiat kitabındaki oluşumlar, birer mucize niteliğindedir. Onun için 37. âyette kâfirlerin istediği mucizeyi in­san ve tabiat âleminde bulmaları mümkündür.

"Nihayet toplanıp rablerinin huzuruna getirecekler". Âyetin bu kısmından anlaşılıyor ki hayvanlar da haşrolacaklardır. Acaba bu doğru mudur? Çünkü biz insanların haşrolacağını, yani Allah'ın huzu­runa toplanacağını biliyoruz. Ama âyetin bu kısmı, insan ve hayvanların beraber haşrolacağı şeklinde düzenlenmiştir. Sorunun cevabını Tekvîr sû­resinin 5. âyetiyle vermek mümkündür: "Vahşi hayvan­lar toplanıp bir araya getirildiğinde". Bu âyetten hareket ettiğimizde, hay­vanların birbirlerinden hak alacakları gibi, insanlardan da hak alacakları meselesine varabiliriz. O zaman "hayvan haklan" kavramını gündeme ge­tirmek mümkün olacaktır. Yukarıda nakledilen şu hadîs de hayvan hakla­rına dikkat çekmektedir: "Kim bir serçeyi boş yere öldürürse, o serçe kı­yamet gününde seslenerek Allah'a gelir ve şöyle der: 'Yâ rabbi! Bu beni boş yere öldürdü. Benden istifade etmediği gibi, yeryüzünün otlarından yememe de müsâade etmedi"[33]. Demek ki hayvanlar insanlardan hak alacaklardır. Böylece 38. âyette geçen haşr olgusu, hay­vanlar için de geçerli olmaktadır.[34]

 

Yalanlama, Saptırma Ve Doğru Yol:

 

39. Bizim âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklara gö­mülmüş sağır ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse, onu saptırır ve dilediğini de doğru yola yöneltir.

Bu âyetin ikinci bölümünü şu şekilde mânalandırmak mümkündür: "Allah, dileyeni saptırır ve dileyeni de doğru yola yöneltir". İlk mealinde dilemenin faili Allah, ikincisinde ise insandır. Burada yorum Allah'ın di­lemesi şeklindeki anlam üzerine yapılacaktır:

1.   Allah'ın âyetlerini yalanlamanın psikolojik neticesi.

Allah'ın âyetlerinden kasıt, O'nun mesajlarıdır. Ama, Allah'ın mucizeleri anlamına gelebileceğini söylemekte yarar vardır. En'âm sûresinin 37. âyetine bağlantılı olarak ele alındığında, mucize; 33. âyetle ilgi kurulursa, âyetleri, mesajları mânasını verebiliriz. Kısaca 39. âyette geçen "âyetler" kavramının hem mucize hem de mesaj anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Kur'ân'ın âyetleri de mucize, mucizeler de mesaj taşımaktadır.

Yüce Allah'ın mucizelerini veya mesajlarını yalanlama konusu daha önce ele alındığı halde burada niçin tekrar ele alınmaktadır? Bu sorunun cevabı âyetin devamındadır. Başka bir ifade ile, burada âyetleri yalanla­manın doğurduğu psikolojik netice öne çıkmaktadır. "Karanlıklara gö­mülmüş sağır ve dilsizlerdir".

Yalanlamak, insanı karanlıklara götürmektedir, hem de sağır ve dil­siz olarak. Buradaki karanlık, insanın iç alemindeki karanlıktır;, beyin, gönül ve nefsin karanlığa gömülmesidir. "Her kim nefsini (benliğini) anndırırsa, kesinlikle mutluluğa erişecektir. Kim de nefsini (benliğini) karanlığa gömerse, hüsrana uğramıştır" (Şems 91/9-10) âyetlerinde belirtildiği gibi, insan kendisini diri diri manen me­zarlığa, yani karanlıklara gömmektedir.

2. Sapıklık ve doğru yola girmek. Yüce Allah, âyetin birinci bölümünde yer alan insanın yalanlamasını değerlendirmeye tâbi tutarak, kendi takdirini devreye sokmaktadır. "Allah dilerse, onu saptırır" ifadesinde, dilemenin faili Allah'tır. Allah kulunu saptırır mı? Kulunu saptırırsa, sonra onu sorumlu tutar mı? Bu sorulara tarihte verilen cevaplar, pek çok mezhebin doğmasına sebep olmuştur.

Âyetin birinci bölümündeki "yalanlama" eylemini dikkate almadan verilecek her cevap isabetsiz kalacaktır. İnsanın yalanlaması, Allah'ın onu sapıttırmasının sebebi olmaktadır. Yalanlama olmasaydı, sapıttırma da ol­mayacaktı. Demek ki Allah durup dururken kulunu sapıttırmaz ve sapıt-tırmamaktadır. İnsanın eylemi, Allah'ın bu konudaki dilemesini harekete geçirmektedir. İnsanın gönlündeki oluşum neyi gerekli kılıyorsa, Allah onu gerçekleştirmektedir. Onun için insan Allah'a, "Beni niye sapıttırdın" deme imkânına sahip değildir.

"Dilediğini de doğru yola iletir" bölü­müyle âyet, doğru yola iletmenin ilâhî dilemeye bağlı olduğuna işaret et­mektedir. Aynı şekilde, insanın gönlünde doğru yola iletilecek şekilde bazı oluşumlar meydana gelirse, Allah'ın onu doğru yola iletmesiyle son bulacaktır. Ama insanın dilemesi ya da iyiden yana eylemi olmasa bile Allah Teâlâ onu doğru yola iletebilir.

O zaman bu durumu şu şekilde formüle dökebiliriz: İnsan kötülüğü isterse Allah onu yaratır; ama iyiliği Allah hem ister hem yaratır. İyiliği in­san da isteyebilir. Demek ki kötülüğün alt yapısını, yani sebebini mutlaka insanın dilemesi veya eylemi teşkil etmektedir.

Bu açıklamaları yaparken, âyette geçen "sapıttırmak" eylemine şu mânayı verirsek, sorulacak soruları daha rahat bir şekilde cevaplandırma fırsatını yakalamış oluruz: "Allah dilerse, onu sapıttırır" değil de "Allah dilerse, onu sapıklık içinde bırakır" şeklinde mânalandırmak daha çözüm getiren bir mâna olmaktadır. İnsanın Allah'ın âyetlerini yalanlaması bir sapıklıktır. Allah da onu, o sapıklığının içinde bırakmaktadır.

Yukarıda sorulan sorulara en iyi cevap Bakara sûresinin 26 ile 27. âyetleri olmaktadır. Bu âyetleri beraberce ele alırsak şu netice ile karşılaş­mak mümkündür: Verdikleri sözden dönen, sıla-ı rahim yapmayan, yani yakınlarını ziyaret edip durumlarıyla ilgilenmeyen, yeryüzünde fitne ve fesat çıkaran fâsıklardan başkasını sapıttırmaz. Diğer taraftan İbrahim sû­resinin 27. âyetinde, "Allah zâlimleri saptırır" ifadesine yer vermektedir. Bu âyeti de Bakara sûresinin 26-27. âyetleriyle birleştirirsek, Allah'ın fâ-sıkları ve zâlimleri saptırdığını beyan ettiği ortaya çıkacaktır. Dikkat edi­lirse, önce insanın fâsıklık ve zalimlik eylemleri teşekkül ettikten sonra

Allah'ın onları sapıklık içinde bırakmasının gerçekleştiği görülmüş ola­caktır. Zaten fâsıklık ve zulüm, sapıklıktır. Allah onların bu sapıklığını tescil etmektedir.

En'âm sûresinin 39. âyetinin son kısmının açıklamasını şu âyetlerle beraber yapabiliriz. "Allah bununla rızâsına uyan­lara hidâyet eder" (Mâide 5/16). Bu âyette, öncelikle insan Allah'ın rızâ­sını getirecek olan şeye tâbi olması, sonra Allah'ın onu hidâyete erdirmesi gerçekleşmektedir.

"Hidâyete ermiş olanların hidâyetini arttırır ve takvalarını temin eder" (Muhammed 47/17). Burada da insanın hidâyete ermesi sebep, Allah'ın onun hidâyetini arttırmasıyla takvasını vermesi sonuç olmaktadır. İnsan aklını doğru yolu bulacak şekilde kulla­nırsa, Allah da onun bu eylemini tescil ediyor ve yardımı ile artırıyor. Üstelik takva denen sorumluluk bilincini de temin ediyor.

"Yüce Allah sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam tu­tar" (İbrahim 14/27) âyetinden de anlaşılıyor ki, önce insan sağlam sözle iman edecek, sonra da Allah'ın sapasağlam tutması gerçekleşecektir. İn­san sağlam tutunca, Allah da sağlamlaştırmaktadır. [35]

 

Cezanın Caydırıcı Özelliği:

 

40.  De ki: "Ne dersiniz; size Allah'ın azabı gelse veya o kıyamet gelip çatıverse size, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz (söyleyin baka­lım!)".

41.  Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız da, O dilerse, ya­kındığınız belâyı uzaklaştırır. Ve siz, ortak konuştuk­larınızı unutuverirsiniz.

Bu âyetlerde, insan psikolojisinin durağan olmadığı, olaylara karşı değişkenlik arzettiği, başka bir ifade ile bir ritim özelliğine sahip olduğu vurgulanmakta, başa gelen belâların veya azabın onu şirkten tevhîd inan­cına doğru kaydırdığına dikkat çekilmektedir.

1. Belâ   veya   azabın   meydana   getireceği   değişim. 40.âyette Allah'tan başkasına yalvarıp O'na şirk

koşanların ruhsal analizi yapılmaktadır. Ayetin ilk bölümünde yer alan ra'eyteküm ifa­desinin anlamı, "Bir düşünün bakalım!", "Anlatınız bana!", "Düşünebilir misiniz?", "Ne dersiniz?" şeklinde verilebilir.

Bu ifade ile müşriklerin, kendi inançları hakkındaki değişimi sorgu­lanmaktadır. Allah'ın azabı veya kıyamet geldiğinde, Allah'tan başkasına yalvarıp yalvarmayacakları sorulmaktadır. En'âm sûresinin 39. âyetinde, yalanlayanların karanlık içinde olduklarına dikkat çekilmişti. Bu âyet beyni ve gönlü karanlıkta olan insanların, kime dua edip yalvaracaklarını bilemeyeceklerine işaret etmektedir. Maddî anlamda karanlık içinde kalan objeleri ve onların renklerini seçemediği gibi, beyin ve gönül bakımından manevî karanlık içinde kalanlar da Allah'tan başkasını tanrı sanarak onlara yalvarırlar. Çünkü onlar manen karanlıkta olduklarından, tanrının kim ol­duğunu seçememekte, yakarışını kime yönelteceğini bilememektedirler.

Bu yanlış varlığa, ya da yanlış tanrıya şirk koşarak yalvarmanın yanlış olduğunu ancak azap veya kıyamet olgusu telkin edebilecektir. Böyle olgular karşısında kaldıklarında kime yalvaracakları sorusuna mertçe cevap vermeleri istenmektedir. "Eğer sözünüzün eri iseniz, Allah'­tan başkasına yalvarır mısınız?" sorusunun sorulmasındaki amaç budur.

Bu noktadan hareket edersek şu neticeye varabiliriz: Sıkıntılar, belâ­lar ve problemler, insanı şirkten kurtarmak için önemli derslerdir. Sıkıntı­lar, insanı Allah'tan uzaklaştırma yerine, Allah'a yaklaştırmaktadır. İsrâ sûresinin    67.    âyeti    bunu    şu    şekilde    ifade    etmektedir:

"Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, Allah'tan başka bütün yalvar-dıklarınız kaybolup gider. Allah sizi kurtarıp karaya çıkardığında, (eski halinize) dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür". Sıkıntı ve belâ, şirki or­tadan kaldırırken, rahatlık, insanın bazan yanlış inançlara gitmesine ortam hazırlamaktadır.

2. Belâyı görünce tevhîde yönelir. Hayat endişesi olmayan, zengin insanların bir kısmı kendini müstağni, yani yeterli görür, Allah'a pek yanaşmaz. Çileler içinde bir hayat yaşayanların imanı daha sağlam ol­duğu gibi, kendilerini de Allah'a daha yakın hissederler. Her iki psikolo­jinin istisna olan oranları vardır. Ama En'âm sûresinin 41. âyetinde bu­nun genel görüntüsü verilmektedir: "Bilâkis yalnız Allah'a yalvarırsınız"- Böylece belâların şirkten caydırıcı bir özelliğe sahip oldu­ğuna dikkat çekilmektedir. Burada hayattaki olayların değişiminin, insa­nın gönlündeki değişimi meydana getirdiğinin öğretimi verilmektedir. Olayların kötüye gitmesi, gönülde iyiye giden değişimi oluşturmaktadır.

İnsanın gönlünde şirkten tevhîde doğru olan değişim de, Allah'ın o belâları ortadan kaldırması şeklindeki değişimine sebep olmaktadır. "Allah da kendisine yalvardığınız belâyı, dilerse giderir". Böylece kulun gönlünde şirkten tevhîde doğru meydana gelen değişim, ilâhî dilemeyi devreye sokmakta, o belâya müdahale etmesine sebep olmaktadır. "Ve siz ortak koştuğumuz şeyleri unutursunuz "

Allah'tan başkalarını tanrı edinip onlara yalvarmalarını unutmaları­nın anlamı, Yûnus sûresinin 22. âyetinde, Allah'ın dininde hâlis ve sam-îmî kimseler olmaları, yani Allah'ın dinine sımsıkı sarılıp Allah'a dua et­meleridir. Bundan şu gerçeğe varıyoruz: Şirkin ve tevhîdin önemli ayıraç­larından biri, kime dua edildiğidir. Allah'tan başkasına yalvarmak, ya da

Allah'tan başkasını aracı koyarak yalvarmak, şirk olmakta; sadece Allah'a yalvarmak da tevhîd inancını ifade etmektedir.

En'âm sûresinin 40-41. âyetlerinde eğitim açısından önemli mesaj­lar vardır: Allah bütün insanlara olduğu gibi, din âlimi ve görevlilerine şirkin durağan bir yapıya sahip olmadığını, değişime açık olduğunu öğ­retmektedir. Önemli olan onu değiştirecek bir öğretim çevresini oluştur­maktır. Allah kendi adına bu ortamı azap ve kıyametin kopuşu olarak be­lirlemektedir. Belirlenen bu ortamı, insanlara sunmak, eğitim açısından etkili olacağı gibi, Kur'ân'ın başka âyetlerinden de örnekler verilebilir. Meselâ Enbiyâ sûresinin 66. âyetinde, Hz. İbrahim, fayda ve zarar vere­bilme konusunu gündeme getirerek şirkle mücâdele vermektedir; "İbrahim, 'Öyleyse' dedi, Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? " Böylece insanı en çok ilgilendi­ren konuları gündeme getirerek şirkin kalıcılığına darbe indirmek de önemli bir metottur. [36]

 

Ders Fayda Vermeyince:

 

42.  Senden önce de milletlere elçiler göndermiştik. Bo­yun eğsinler diye onları darlık ve sıkıntıya uğrattık.

43.  Hiç olmazsa kendilerine böyle baskımız geldiği za­man boyun eğselerdi! Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan da onlara, yaptıklarını süslü gösterdi.

44. Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Kendilerine verilenle se­vince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık, bir­den bire bütün umutlarını yitirdiler.

45.  Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi. Hamd, âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur.

Bu dört âyet birbirleriyle ilişkili olarak analiz edilerek anlatılırsa, daha cazip neticelere ulaşmak mümkün olacaktır. Allah, geçmişten bazı olguları gündeme getirerek, şirkin ne kadar yıkıcı olduğunu anlatıp, ciddî uyarılarda bulunmaktadır.

1. Darlık ve sıkıntı boyun eğdirir. 42. âyette iki önemli kav­ram yer almaktadır. be'sâ "şiddetli fakirlik", yani "ekonomik yok­sulluğu" ifade eden bu'ûs kelimesinden türemiştir. darrâ' keli­mesi de "hastalıklar, acılar, zorluklar, zelil ve zayıf olmak" mânasına gel­mektedir. Bu iki kelime kullanılarak, hem bir din eğitimi, hem de sosyo­lojik bir kanunun öğretimi yapılmaktadır.

Yüce Allah geçmişte insanları eğitmek için peygamberler gönder­miş, ama onlar bu peygambere aldırış etmemişlerdi. Bilgilendirme yeterli olmayıp beklenen etki gerçekleşmeyince, devreye ekonomik yoksulluk ve çeşitli acılar sokulmuştur. Yoksulluk ve acıları devreye sokmanın amacı, onlara boyun eğdirmektir. Şımaran, gururlanan ve kendini müstağnî gö­ren insanlara boyun eğdirmenin yollarından biri de, yoksulluk ve sıkıntı­dır.

Demek ki eğitimin etkili olabilmesi için en önemli metotlardan biri de mahrum bırakmaktır. Âyetteki yoksulluk, ekonomik mahrumiyeti ifade etmektedir. Sevgiden mahrum bırakmak da aynı metodun başka bir boyu­tunu teşkil etmektedir.

2. Yoksulluk ve sıkıntı ters tepki yaptı. 43. âyet şöyledir: "Kendilerine yoksulluk şeklindeki azabımız geldiği zaman boyun eğmeleri gerekmez miydi?" Bu ifadeden anlıyoruz ki, onlar boyun eğmediler, tevazu göstermediler, yani yalvarmadılar. Böylece ceza, yapması gereken caydırıcılığı gerçekleştiremedi, istenen etkide buluna­madı. Bunun anlamı, bazan disiplin cezaları veya hukukî cezalar, bekle­nen etkiyi veya caydırıcılığı gerçekleştiremeyebilir, tam tersine daha kötü oluşumlara sebep olabilir.

Beklenen olumlu etkiyi yapamadı, ama ne oldu? Bu sorunun ceva­bını 43. âyetin devamı vermektedir. "Fakat kalpleri iyice katılaştı". Bu, "Kalplerinin katılığı arttı" anlamını ifade etmektedir. Kalplerini yumaşat-ması gerekirken, kalplerinin katılığını artırdı. Bakara sûresinin 74. âye­tinde, kalbin katılaşmasının ne anlama geldiği açıklandı. Kalbin katılaş­ması, boyun eğmenin zıddıdır. Bir toplumun başına gelen belâlardan ders almalı, alçak gönüllü ve boyun eğme gibi ahlâkî değerleri kazanmalıdır. Diğer taraftan ilâhî vahyin kalpte meydana getirmesi gereken değişimi yapmaması durumunda kalbin aldığı hali ifade etmektedir.

Âyetin bu kısmı, hem eğitime, hem de hukuka çok önemli bir ilke kazandırmaktadır. Cezalar her zaman aynı etkiyi meydana getirmeyebilir. Uygulanan cezanın etki göstermesini belirleyen, cezayı uyguladığımız ki­şinin psikolojisidir. En'âm sûresinin 39-43. âyetlerine bakarsak cezanın ters etkide bulunduğu insanların psikolojisini görmek mümkündür: Alla­h'ın âyetlerini yalanlayıp karanlıklar içinde kalanlar (39), şirk koşanlar (40-41).

Kalplerin giderek katılaşması, tamamen psikolojik bir oluşumdur. Bazan ceza, katı olan kalpleri daha da katılaştırmaktadır. Kalplerinin katı­laşması, başka bir neticeyi beraberinde getirdi. O neticeyi de âyetin sonu vermektedir: "Çünkü şeytan bütün yaptıklarını onlara güzel gösterdi". Allah'ın âyetlerini yalanlayıp karanlıklar içinde kalan, şirk koşan ve kalbi katılaşan insan, kötü ve yanlış davranışlarını şeytanın etkisi ile güzel görür. Kalbin katılığı, davranışlarının kötülüğünü ve yanlışlığını ona güzel göstermesi için şeytana fırsat verir.

Kalbin katılaşması, gönül gözü dediğimiz basîreti kör eder. Basi­retsiz insan, şeytanın gör dediğini görmeye başlar. Şeytanın sahte süsle­mesi ile, davranışlarını iyi görme hatâsına düşer.

39. âyetten itibaren bir sebep-sonuç ilişkiler zinciri açıklanmaktadır. Allah'ın âyetlerini yalanlama ve şirk, cezanın ters etki yapmasına, yani kalplerin katılaşmasına, onun da şeytanın davranışları süslemesine sebep olduğu görülmektedir.

3. Başka bir metot uygulanıyor. 43. âyetten anladık ki, yok­sulluk şeklinde uygulanan ceza, ters tepki uyandırmış, kalplerinin yumu­şaması yerine katılığının artmasına sebep olmuştu. 44. âyette, bu sefer de başka bir metot uygulandığı görülmektedir: "Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, üzerlerine her şeyin kapılarını açtık". Onları daha önce yoksullukla, yani sefaletle cezalandırarak denemişti. Bu sefer de bol nimetler vererek denemeye tâbi tuttu. Yoksulluk, yani sefalet ters tepki uyandırdı, acaba bolluk nasıl bir tepki uyandıracaktı? Bolluk ve darlıkla denemenin yapıldığı ve yapılacağı, Fecr sûresinin 15-16. âyetlerinde de vurgulanmaktadır. Burada önce yok-suluk, sonra bolluk uygulanırken, Fecr sûresinde önce bolluk sonra dar­lık uygulanmaktadır. Her ikisinden beklenen şey, insanın nasıl bir tepki göstereceğidir. Her iki uyulamada da yanlış tepki gösterildiğine şahit olu­yoruz.

"Her şeyin kapılarını açtık"tan kasıt, "Bütün nimetleri onlara sun­duk" anlamına gelmektedir. Her nimetin bir çıkış ve geliş kapısı vardır. Yoksulluk denemesinde bu kapılar onlara kapalı idi. Yoksullukla netice alınamayınca, bu sefer de bollukla deneme devreye sokuldu. Demek ki mutluluğa gidecek yolların hepsi onlara açıldı.

Bollukla denemenin neticesi ne oldu? 44. âyetin son kısmı bunu açıklamaktadır; "Nihayet kendilerine verilenler yüzün­den şımardılar". Kalbi katılaşmış ve davranışlarını kendilerine şeytanın süslü gösterdiği kimseler, sahip oldukları nimetin kıymetini takdir etmek­ten mahrum kalması doğaldır. Onlar da bol olan nimet karşılığında, daha mütevazi ve daha yumuşak kalpli olup nimeti takdir etme yolunu seçecek­lerine şımarmaya başladılar. Demek ki yoksulluk, kalplerinin katılaşma­sına, bolluk da şımarmalarına sebep olmuştur. Her iki uygulama ya da denemede uçlara kaçtılar, beklenen sağlıklı inanç ve davranışı göstere­mediler. Hz. Peygamber bu âyeti şu şekilde tefsîr etmektedir: "Yüce Alla­h'ın günâh işleyene sevdiği nimeti verdiğini görürsen, bil ki bu, yavaş yavaş onu cezalandırmaktır[37].

Âyetteki "şımardılar" eylemi, sahip oldukları nimetleri kendilerinin kazandıklarını ve kendilerinin hak ettiğini düşünmelerinden kaynaklan­maktadır. Bunun başka bir anlamı da, nimetin kaynağında Allah'ın ol­duğu inancını terkedip o kaynağın kendileri olduğu zannına kapılmalarının doğurduğu bir eylemdir. Yoksulluk ve bolluk tarzında uygulanan dene­meler ters tepki görünce, Allah onları ansızın yakaladı.

4. Cezaların caydırmaması daha büyük cezayı getirmiş­tir. "Onları apansızın yakaladık. İşte o anda bütün ümitlerini kaybettiler". Yoksulluk, sıkıntı ve uyarının etkili olamadığı yerde bir bolluk fırsatı daha verilmiştir.

Bütün bu uygulamalar çare olmayınca, Allah onları ansızın yakaladı ve bütün ümitlerini yitirdiler. Âyetin son kelimesi olan eblese keli­mesi, "bütün ümitlerini yitirdi" anlamına gelmektedir. Bunun anlamı, ru­hen çökmektir. Mublis, "ümitleri sona eren kimse" anlamına gelmektedir. Râzî, iblâs kelimesinin üç anlamını vermektedir: Yok edici belâlar geldi­ğinde kurtulma ümidini yitirmek, delilin sona ermesi, bitmesi, tükenmesi, insanın başına gelen belâlardan dolayı hayrete düşmesi.

Ümitlerini yitirecek kadar ansızın yakalanmış olmak, en büyük ce­zaya çarptırılmayı ifade etmektedir. Ümidi kesen bu âni yakalayışın sonu­nun ne olduğunun cevabı 45. âyette verilmektedir: "Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi". Burada manevî hakikatleri kavrama yeteneklerini kaybeden toplumların düştüğü sosyal ve moral çö­küntü ifade edilmektedir.

Cezaların caydırıcı olmadığı, hakikatlere karşı kalplerin katılaştığı, yanlış davranışları güzel gören, uyarıları unutan ve Allah'ın verdiği nimet­lere karşı şükretmeyip nankörce davranan toplumların bu hareketleri, bir zulümdü. Böyle zâlim bir toplumun köklerinin kesildiği ve kesileceği uyarısında bulunulmaktadır.

5. Hamd âlemlerin rabbi Allah'a aittir. Yüce Allah kalpleri katılaşmış, nimete karşı nankörlük edip şımaran kavmin kökünü kazıya­rak peygamberlerini kurtarması, hamd etmeye lâyık bir iştir. "Allah'a hamd olsun ki, bu toplumdan dünya temizlendi" dercesine bir nefes alışı ifade etmektedir. İnsanlığı böyle bir kavmin zulmünden kurtarmak, iyiden yana değişimin ümidi kalmadığı sosyal oluşumları, bir ur gibi temizlemek hamde değer bir iştir.

Netice olarak diyebiliriz ki, En'âm sûresinin 42-45. âyetleri, gele­ceğe ışık tutmayı amaçlamaktadır. Geçmişteki olguların anlatımı, yaşanan ve yaşanacak olan hayata ışık tutmayı hedef almaktadır. Gelecek nesillerin bunlardan ibret alarak, hakikatleri kavrama yeteneklerinin teminine çalı­şılmaktadır. Tarihî olgularla eğitim etkinliğini gerçekleştirmeye çalışan bu âyetler, beyin, gönül ve nefis sistemlerinin çökmeden çarelerinin alınma­sını öngörmektedir. Allah'a boyun eğmemek, kalplerin kararması, şeyta­nın etkisiyle yanlış davranışları güzel görmek, uyarıları unutup nimetlere karşı şımarmak, ümitsiz bir vak'a olarak görülmektedir. [38]

 

Allah Âyetlerini Açıklıyor:

 

46.  De ki: "Ne sanıyorsunuz? Eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse, bunları size Allah'tan başka hangi tanrı geri verebilir? Bakınız, delilleri nasıl çok yönlü açıklıyoruz. Onlar hâlâ yüz çeviriyorlar!"

47.  De ki: "Söyler misiniz? Size Allah'ın azabı ansızın veya açıkça gelirse, zâlim toplumdan başkası mı helak olur?"

Bu âyetlerin analizinden önemli neticelere ulaşmak mümkündür:

1. İlâhî kudrete, insanın doğasını tesbit ederek varılabi­lir. 46. âyette insanın üç önemli duyu organı gündeme getirilerek, onların işlemesi ve görevlerini yerine getirmeleri ile Allah'ın varlığı, kudreti ve benzeri bulunmadığı açıklanmakta ve ispat edilmektedir.

Bu yapılırken, insanın kendine yönelmesi, kendi psikolojik güçle­rinin işlerliği konusunda bir düşünceye sahip olması, kural haline getiril­mektedir. Kulak, göz ve kalp insanı insan yapan, insan olmanın olmazsa olmazını teşkil eden organların devre dışı kalması ile sahte tanrılar arasın­daki ilişki gündeme getirilerek, şirkin kökü kazınmaktadır.

Eğer Allah kulakları sağır, gözleri kör ve kalpleri mühürlü hale geti­rirse, sahte tanrıların bunları işler hale getirip getiremeyeceği sorularak, bu organların işlemesinin arkasındaki gücün Allah'a ait olduğunu hatırla­tılmaktadır. İlâhî kudret olmazsa ne kulak işitir ne göz görür ve ne de kalp anlayabilir.

Bu duyu organlarının çalışmamasının bir anlamı, insanın deli ol­ması, diğer anlamı ise, yaşayan ölü haline gelmesidir. Âyeti, En'âm sû­resinin 41. âyetinin sonundaki "şirk" olgusuna bağlarsak, sahte tanrıların deliyi akıllı yapıp yapamayacakları sorusunun sorulmakta olduğu anla­şılmış olacaktır.

"Allah'tan başka hangi tanrı bunları size geri ve­rebilir?" Bu soruyu 45. âyetin sonundaki "Hamd âlemlerin rabbi olan Al­lah'a mahsustur" ifadesine bağlarsak, şu neticeye varabiliriz: Kulak, göz ve kalbin çalışması, Allah'a hamdetmek için yeterli olmaktadır. Sahte tanrıların yapamayacağı bu işten dolayı Allah'a övgü yağdırmak insanın görevi olmaktadır. Şirk ortadan kalkınca, hamd Allah'a ait olacaktır.

En'âm sûresinin 46. âyetindeki şirkin ortadan kaldırılmasıyla, hamdin Allah'a tahsîs edilmesine üçüncü bir ilâveyi, İsrâ sûresinin 36. âyetiyle yapabiliriz "Bilmediğin şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptıklarından sorguya çekilecektir". Böylece Allah duyu organlarının sorumluluğunu gündeme getirerek, ferdin ve toplumun ba­şına gelen, En'âm sûresinin 36-45. âyetleri arasında açıklanan belâlara dikkat çekmektedir. Kötü mânada insanın başına ne geliyorsa, hep duyu organlarını kullanamamaktan geldiğine işaret edilmektedir.

"Bilmediğin şeyin ardına gitme " derken, gerçek olup olmadığı bi­linmeyen sahte tanrı inancının ardına düşmemeyi kastetmektedir. Bir in­sanın bilmediği bir konuda fikir beyan etmesi, duyu organlarını sorumlu hale getirmektedir. Böyle yanlış çalıştırılan duyu organları Allah tarafın­dan iptal edilirse, ardına düştüğü tanrılar tarafından geri getirip getireme­yeceği sorulmaktadır. En'âm sûresinin 45. âyetine göre zulmedenlerin kökünün kesileceği söylenirken, oradaki zulmün bir anlamı da şirktir. 46. âyette, toplumların çöküşüne götüren zulmün önüne ne ile geçileceği an­latılmış olmaktadır. Kulak ile göz aklı, kalp de gönlü temsil ettiğine göre, bunlar vasıtasıyla şirkin önlenip hamdin sadece Allah'a tahsisi gerçekleşe­cektir.

2. Açıklamaya sırtını dönmek. En'âm sûresinin 46. âyetinin ikinci bölümünde kötü bir davranış şu şekilde gündeme getirilmektedir: "Bak, âyetleri nasıl açıklıyoruz. Onlar hâlâ yüz çeviriyorlar". Âyetin bu kısmındaki âyet kavramı, "mesaj, delil" an­lamına alınabilir. Geri dönerek 36-45. âyetlerin arasındaki tutarlılık, an­latılan konular arasındaki sebep-sonuç ilişkisi, içerdikleri uyarılar, derin­lemesine açıklamanın yapıldığına delil teşkil etmektedir. Buna rağmen bu ilâhî öğretiden yüz çevirmişlerdir.

En'âm sûresinin 46. âyetinin sonundan anlıyoruz ki, bütün açıkla­malara rağmen eğitimden, öğretimden etkilenmeyecek insanlar olacaktır.

Bunu günümüze taşırsak, kulağı, gözü ve kalbi hakîkate kapalı olan in­sanları eğitmek çok zordur. Hatta bazan imkânsız hale gelmektedir. Din âlimleri bu gerçeği bilerek eğitimlerini sürdüreceklerdir. İlâhî açıklamaya, yani öğretime sırtını dönenler, elbette bizim açıklamalarımıza da sırtlarını döneceklerdir. Onun içindir ki, Allah bu oluşuma dikkat edilmesini em­retmektedir. İnsanın olduğu yerde, böyle haktan dönmeler olacaktır. Her­kes aynı derecede eğitimden nasibini alamaz.

3. Allah'ın açıklamalarına sırt çevirmek, helaki getiren bir zulüm­dür. En'âm sûresinin 47. âyetinin sonunda yer alan zulüm kelimesine açıklık getirmek gerekiyor. Daha önce söylediğimiz gibi, şirk bir zulüm­dür. Ayrıca 46. âyete göre duyu organlarını yerli yerinde kullanmamak da bir zulüm teşkil etmektedir. Çünkü adalet, bir şeyi yerli yerinde kullan­mak olduğuna göre, bir şeyi yerli yerinde kullanmamak da zulümdür. Di­ğer taraftan Allah'ın delillerine sırtını dönmek de bir zulümdür, ama En'âm sûresinin 47. âyelindeki zulüm, toplumsal bir nitelik taşımaktadır: "De  ki:   'Söyler misiniz? Size Allah'ın azabı ansızın veya açıkça gelirse, zâlim toplumdan başkası mı helak olur?" Âyetin bu kısmında geçen kavim kavramı, "toplum" mânasına alınırsa, zulmün toplumu sardığı neticesine varabiliriz. Toplumu saran zulüm, ümitsiz vak'a halini almış demektir. Bütün vücudu saran kanser gibi ardından ölümü getirmektedir.

"Söyler misiniz?" ibaresini, "Kendinizi görebilir misiniz?" şeklinde mânalandırmak da mümkündür. Allah'ın azabı ansızın veya açıktan geldiğinde, insanların kendilerini görmeleri mümkün olmadığına dikkat çekilmektedir. Zulmün getirdiği helak şeklindeki azap, kendini görmeyi bile engelleyecektir. Hakîkate kulağını tıkayan, gözü görmez hale getiren, kalbini kilitleyen insan, azap anında da aynı durumu kendine karşı yaşayacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki, En'âm sûresinin 46-47. âyetlerinde, duyu organlarından başlayan olumsuz oluşumlar, işi helâka kadar götür­mektedir. Şirk, toplumsal boyut kazanınca, helak denen yıkımı getirmek­tedir. Allah, zâlim olan toplumdan başkasının helak olmayacağına dikkat çekmektedir. Böyle bir yıkım anında, insanlar kendilerini göremeyecek, yani kendilerini değerlendirip düzeltme fırsatını kaçırmış olacaklardır. [39]

 

Peygamber İle Halkın Görevi:

 

48. Biz elçileri, sadece müjdeleyiciler ve uyarıcılar ola­rak göndeririz. Kim inanır ve uslanırsa, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

Bu âyetin anlaşılabilmesi için En'âm sûresinin 34. ve 37. âyetlerine dönmek gerekiyor. Bu âyetlere göre, peygamberler büyük tepkiler gör­müş ve onlardan mucizeler istenmiştir. Bunun üzerine peygamberlerin mucize gösterme yetkisinde olmadıkları, mucizeyi Allah'ın gönderebile­ceği, ama peygamberlerin müjdeleme ve uyarma görevlerinin olduğu bu âyetlerde hatırlatılmakta ve öğretilmektedir.

1. Peygamberlerin görevi müjdelemek ve uyarmaktır. Peygamber­ler neyi müjdelerler? Onlar Allah'ın kullarına olan rahmetini müjdelerler. İman edip iyi amel yapanlara Allah'ın rızâsını ve cennetini müjdelerler. İman ve iyi iş işleyenlere varacakları mutluluğu müjdelerler.

Bakara sûresinin 25. âyetinde her çeşit nimetin bulunduğu cennetin ve oradaki ebedî hayatın müjdelenmesi, Hz. Peygamber'den istenmekte­dir. "Allah'tan büyük bir lutfa ereceklerini müminlere müjdele1." (Ahzâb 33/47); "Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih. Mü'minleri müjdele!" (Saf 61/13); "Af ve değerli bir ödülü müj­dele!" (Yasin 36/11).

Âyetten anlıyoruz ki, peygamberlerin ilk görevi müjdelemektir. Müjde ile uyarı aynı âyette yer alıyorsa, müjde önce gelmektedir. Allah'ın rahmetini ve merhametini müjdelemenin anlamı, besmelede ve Fâtiha'nın 3. âyetinde geçen rahman ve rahîm sıfatlarının gerçekleşeceğini haber vermektir.

Diğer taraftan peygamberler insanlara uyanda bulunurlar. İnkârın, şirkin ve yanlış davranışların varacağı kötü neticeleri önceden haber verir­ler. Onlardan sakınmak için uyanda bulunurlar. "Azap şeklinde gelecek olan kasırgaya karşı uyarmak" (Fussılet 41/13); "şiddetli azapla uyarmak" (Kamer 54/36); "vahiyle uyarmak" (Enbiya 21/45) gibi.

2. Müjde ve uyarının gayesi değişimdir. 48. âyetin son kısmında, korkusuzluğa ve kedersizliğe giden yol ve bu yol için gerekli olan değişim ele alınmaktadır. Aslında peygamberlerin görevinden sonra, halka düşen vazife gündeme getirilmektedir.

a) İman etmek. İman etmenin anlamı, şirki terkedip tevhîd inancını gönüle yerleştirmektir. İman etmek, gönülde meydana gelen köklü bir değişimin gerçekleşmesidir. İnkârdan imana geçiş, psikolojik anlamda en köklü, en derin ve en faydalı gönül eylemi olmaktadır.

b) Kendini düzeltmek. Âyette ıslâh kavramı ile ifade edilen bu de­ğişim, davranışlardaki düzeltmeyi şart koşmaktadır. Bunun anlamı, doğru ve yararlı iş üretmektir. Zulüm gibi çok kötü eylemden, doğru ve yararlı eylemlere geçişi ifade eden bu köklü değişim, yine insana dönerek korku­suzluk ve kedersizlik gibi önemli psikolojik oluşumları meydana getir­mektedir.

Korku ve üzüntüyü ortadan kaldıran iman ile faydalı ameller, köklü değişimi gerçekleştirmektedir. Peygamberlerin müjde ve uyarısına uyan insanlar, iman ve faydalı amelle hem bu dünyada hem de âhirette korku ve üzüntülerini ortadan kaldıracaklardır. Böylece müjde ve uyannın amacı­nın, insanları ağır psikolojik yük altına sokan korku ve üzüntüyü gider­mek olduğu anlaşılmış olmaktadır. En'âm sûresinin 47. âyetinde yer alan peygamberlerin görevlerin­den olan müjde ve uyan, din âlimlerinin de metodu olmalı ve görevlerini o şekilde yürütmelidirler. Aksi takdirde peygamberlerin bulunmadığı çağ­larda bu âyetin geçerliliğini açıklama imkânı olmazdı. Din âlimleri, müj­denin yeterli ve geçerli olmadığı yer ve zamanlarda, devreye uyarıyı sok­malıdırlar. Müjdenin bittiği yerde uyarı başlamalıdır. [40]

 

Azap İnsana Kendi Yaptıklarından Dolayı Dokunur:

 

49. Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, yoldan çıkmala­rından dolayı azaba çarptırılacaklardır.

Bir önceki âyette iman edip kendi durumunu düzeltenlere korku ve üzüntünün olmayacağı açıklandıktan sonra, 49. âyette Allah'ın âyetlerini yalanlayıp inkâr edenlere yapılacak muamele anlatılmaktadır.

Bu âyette fâsık kavramı tanımlanmaktadır. Allah'ın âyetlerini ya­lanlamak, fasıklıktır. Bunun başka bir anlamı, Allah'ın âyetlerini yalanla­mak, yoldan çıkmaktır. Fâsık kelimesi, Bakara sûresinin 27. âyetini açıklarken izah edilmişti. Günahkârca işlenen günâhlar, fâsık kapsamına girmektedir. Allah'ın âyetlerini yalanlayarak fâsıklık yapanlar, bu yaptık­ları sebebiyle azaba uğratılacaklardır.

Âyette geçen messe kelimesi, "arada hiçbir şeyin olmadığı do­kunma" anlamına gelmektedir. Dikkat edilirse âyette, dokunma fiilinin öznesi azaptır. Yüce Allah "Ben onlara azabı dokunduracağım" demiyor, azap onlara dokunacaktır. Azap sanki, hareket eden bir canlı durumunda­dır.Bu açıklamadan şu neticeye varabiliriz: Allah'ın âyetlerini yalanlayıp yoldan çıkanlar, aslında azabı doğuruyor ve ona can veriyorlar. İnkârları, azabın hem varlığı, hem gıdası, hem de canı olmaktadır. Oluşturdukları, can verdikleri ve besledikleri o azap gelip kendilerine dokunmaktadır.

Âyetteki bi-mâ, "konu olmalarından dolayı" ifadesiyle sebebi ortaya koymakta, azabın dokunması da neticesini teşkil etmektedir. Böy­lece Yüce Allah konuyu sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklamaktadır. Yoldan çıkma denen Allah'ın âyetlerini inkâr, azabı harekete geçiren se­bep olmaktadır. Bunun anlamı, Allah kullarına azap etmez, kul kendi azabını kendi inanç ve amelleriyle oluşturur. [41]

 

Peygamber Kendine Vahyedılene Uyar:

 

50. De ki: "Ben size Allah'ın hazineleri benim yanımda-dır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolu-nana uyarım ". De ki: "Kör ile gören hiç bir olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz? "

Bu âyetin bir benzerini Hûd sûresinin 31. âyetinde buluyoruz. Aynı sözleri başka şartlar altında Hz. Nuh'un söylediğini o âyetten öğreniyoruz. Hz. Nûh, insanları Allah'a şirk koşmamalarını, sadece O'na kulluk etmelerini, kavmine elem verici azabın gelmesinden korktuğunu söyledik­ten sonra, ileri gelen kâfirler ona bir beşer olduğunu ve statüsü düşük in­sanların kendisine inandığını söylemişlerdi. Hz. Nûh onlara kendisine inanan insanları etrafından koyamayacağım, peygamberlik görevi için halktan bir karşılık istemediğini, onları etrafından kovduğunda, ilâhî azaba çarptırılacağını söylerken, düşünüp düşünmediklerini sormuştur. Bu konuşmalardan sonra yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresi­nin 50. âyetindeki gibi, Allah'ın hazinelerinin kendi katında olmadığını, gaybı bilmediğini ve bir melek olmadığını söylemişti (Hûd 11/26-31).

Hz. Peygamber'den müşriklerin istekleri ve onun hakkında yaptık­ları bazı değerlendirmeleri üzerine Allah 50. âyeti gönderip, insanlara neye tâbi olacaklarını tebliğ etmesini istemiştir.

1. "Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum". Yüce Allah Hz. Peygamber'e böyle bir sözü durup durur­ken söyletmemiştir. Müşrikler Hz. Peygamber'den bir şeyler istemişlerdir ki bunun üzerine Allah'ın hazinelerine sahip olmadığını söyleme zorunlu­luğu doğmuştur. İstenen şeyler neler olabilir?

a)  "Onlar, sen dediler bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız" (İsrâ 17/90).

b) "Yahut, senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ır­maklar akıtmalısın" (İsrâ 17/91).

c)   "Ona rabbinden bir mucize indirilseydi ya! dediler" (En'âm 6/37).

Müşrikler Hz. Peygamber'den çöl olan topraklarını bostana dön­dürmesini, oralarda hurma ve üzüm bağlarının olabilmesi için ırmaklar akıtmasını istediler.

Diğer taraftan sanki Allah'ın mucize hazinesi onun yanındaymış gibi, ondan mucizeler bekliyorlardı. Böylece âyetteki hazîneler şeklindeki çoğul kelime ile, hem rızık, hem de ilmî hazinenin kastedildiğini söyleyebiliriz. Bu istekler karşısında Allah, peygamberlerin katında Alla­h'ın hazînelerinin olmadığını söyleyerek, yanlış istekte bulunduklarını açıklamıştır.

Daha önce Hz. Mûsâ da aynı isteklerle karşılaşmıştı. Kavmi ondan yemek ve su istemişti; hatta Allah'ı açıkça görmek istemişlerdi (Bakara 2/55,60,61). Allah'ı açıkça görme isteği hariç diğerleri Allah tarafından yerine getirilmişti.

Demek ki peygamberler, halk tarafından olmayacak isteklerde bulu­nularak zor durumda bırakılmışlardır. Hz. Muhammed de, çöl olan bir yerde pınar akıtıp bostanlar oluşturması gibi bir mucize ile zor duruma düşürülmek istenmiştir. Onların bu isteğine Allah 50. âyetin ilk kısmı ile cevap vermektedir:

"De ki: 'Ben size Allah 'in hazineleri benim yanımdadır demiyorum ". Âyetin bu kısmı ile iki boyutlu öğretimde bulu­nulmaktadır: Öncelikle Allah'ın kudretini vurgulamakta, ardından bütün rızık hazinelerinin onun katında olduğu bilgisini vermektedir. İkinci ola­rak da peygamberlerin nelere sahip olduklarını ve ne yapabileceklerini bildirmektedir.

2. "Ben gaybı da bilmem". "Gaybı bilmiyorum" de­mesini Allah'ın Hz. Peygamber'den istemesinin ne ile bağlantısı vardır? Bu sorunun cevabını verebilmek için A'râf sûresinin 188. âyetine gitmek gerekir: "Eğer ben gaybı bil­seydim, elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı".

Bu âyet sorumuzu cevaplandırırken, gaybı bilen insanın, iyiliği kendi iradesiyle çoğaltması ve başına gelecek zararı önlemesi gerektiğini öne sürmektedir. Mademki iyiyi çoğaltma ve gelecek kötülüğü önleme gücü onda yoktur, öyleyse gaybı da bilmemektedir. Çünkü bu işleri yapa­cak olan varlıkta tanrılık, yani ulûhiyyet özelliği var demektir. Zaten A'râf sûresinin 188. âyetinin ilk kısmı, peşinen bu ulûhiyyet özelliğini bir tarafa bırakmaktadır: "De ki: 'Ben, Allah 'indilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim". Bu güç ancak gaybı bilen varlığa aittir. Zaten Allah, bu­nun kendisine ait olduğuna açıklamaktadır.

Müşrikler ulûhiyyete, yani tanrılık sıfatına bürünmesini istercesine istekte bulunuyorlardı. Allah da onun bir beşer olduğunu hatırlatarak ce­vaplandırıyordu. Yaratılmış hiçbir varlığın, az ya da çok hiçbir şekilde, Allah'ın sıfat ve gücüne ortak olamayacağı vurgulanmaktadır. Gaybı bil­mek gibi konulardaki Allah'ın ilmini, peygamber bile paylaşamaz. Beşer ancak gayba iman eder, ama asla onu bilemez. Böylece iman ile bilginin sınırlarını da tesbit etmiş olmaktadır. Gaybı bilmek, sonsuz bir güç, doğ­rudan iyiyi çoğaltmak ve kötüyü kendi iradesiyle engelleme eylemini şart koşmaktadır.

Diğer taraftan âyetin ikinci bölümü için yukarıda sorduğumuz so­ruya En'âm sûresinin 37. âyetiyle cevap verebiliriz: O âyette, müşriklerin Hz. Peygamber'e bir mucize indirilmesi isteği ele alınmakta ve mucizenin ancak Allah tarafından indirilebileceği hatırlatılmaktadır. Hz. Peygamber gaybı bilseydi, kendisi bir mucize indirebilirdi. Gaybı bilen Allah oldu­ğuna göre, mucize indirme yetkisi de O'na aittir.

3. "Size, ben meleğim de demiyorum". Müşrikler, Hz. Peygamber'in meleklik sıfatlarına bürünmesini istiyorlar, onda o özellikleri görmek istiyorlardı. İnsan davranışlarını onda görünce tuhaf karşılıyor, hatta tenkit ediyorlardı. Onların bu beklentileri ve tenkitleri, Furkân sûresinin 7. âyetinde şöyle anlatılmaktadır: "Ama onlar yine de şöyle diyorlar: Bu ne biçim peygamber, yemek yiyor, çarşı-pazar dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı". On­ların bu tenkidi şu şekilde cevaplandırılmaktadır: "Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşı-pazar dolaşırlardı" (Furkân 25/20).

Yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 50. âyetinin bi­rinci ve ikinci bölümünde ulûhiyyet özellikleri, bu bölümde de meleklik özelliği istendiği ortaya çıkmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, müşriklerin kafası o kadar karışıktı ki, öylesine olumsuz tepki gösteriyorlardı ki, pey­gamberde hem tanrılık hem de meleklik vasıflan arıyorlardı.

4. "Ben, sadece bana vahyolunana uyarım ". Âyetin bu bölümü çok ilginç mesajlar taşımaktadır.

a)  Peygamber, kendisine gelen vahye uymak mecburiyetindedir. Bunun anlamı şudur: Peygamber ilâhî vahyi tebliğ edip, insanların ona uyup tatbik etmelerini isterken, kendisini istisna edemez. O da ona uyacak ve tatbik edecektir.

b) Peygamber din adına kendine göre konuşamaz. O ancak kendine vahyedileni konuşabilir. Bunun delili, Necm sûresinin 3-5. âyetleridir: "Peygamber kendi arzu­suna göre konuşmaz. Onun konuştuğu, indirilmiş vahiyden başkası de­ğildir. Çünkü onu güçlü kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (Cebrail) öğ­retti". Demek ki peygamber, kendisine Allah tarafından ne vahyedildi ise, onu insanlara ulaştırmaktadır.

c) Peygamber, kendisine vahyedileni değiştiremez, ona müdahale etme yetkisi yoktur.

"On­lara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman bize kavuşmayı beklemeyenler: 'Ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir' dediler. De ki: 'Onu kendiliğimden değiştiremem, benim için mümkün olan bir şey de­ğildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü rabbime is­yan edersem, elbette büyük günün azabından korkarım" (Yûnus 10/15). Vahye müdahale edip onu değiştirme yetkisinde olmayan peygamberin görevi, o vahye uyup onu tatbik edip insanlara anlatmaktır, öğretmektir.

Madem ki peygamber Allah'ın indirdiği vahye uyuyor, onun bu ey­lemini yapanlar da Kur'ân'a uymalıdırlar. Çünkü sadece Kur'ân'ı hayata geçirmekle yükümlü olan peygambere bu konuda uymak mecburiyetin­deyiz. A'râf sûresinin 158. Âl-i İmrân sûresinin 31. âyetleri bunu zorunlu kılmaktadır. Bakara sûresinin 170; En'âm sûresinin 104; Lokman sûresinin 31. âyetleri gibi âyetlerde, doğrudan Allah'ın indirdiğine uyulması in­sanlardan istenmektedir.

5. "De ki: Hiç gören ile görme­yen bir olur mu? Siz düşünmez misiniz?" Âyetin bu kısmında, gören ile görmeyenin bir olup olmadığı sorulmakla, insanların ilâhî vahiy karşı­sında takındıkları tavır gündeme getirilmektedir. Gören insanın çevresini algılayıp hayatını ona göre tanzim etmesiyle, kör insanın hayatını tanzim etmesi arasındaki farkın bilinmesi istenmektedir. İlâhî vahye tâbi olma­yan, kör; ilâhî vahye tâbi olan da gören insan anlamına gelmektedir. Bu açıklamaya göre bir soru sorabiliriz: İlâhî vahyin, gördüren bir özelliğe sahip olduğunu nasıl ispat edersiniz? Bu soruya cevap verebilmek için şu âyetlere gitmek gerekir "Fakat biz Kur-

'ân'ı kullarımızdan dilediğimizi kendisi ile doğru yola ulaştırdığımız bir ışık kıldık" (Şûra 42/52).

"Ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerin­deyiz" (Yûsuf 12/108). 1. âyette nûr, yani ışık, 2. âyette basîret kav­ramı gündeme getirilmektedir. Basîret, görmeyi; ışık da görmek için ge­rekli olan aydınlığı ifade etmektedir.

Demek ki ilâhî vahiy hem ışık hem de gördüren göz olmaktadır. Onun içindir ki Allah, ilâhî vahye tâbi olanı gören, tâbi olmayanı da kör olarak nitelemekte, bu farkın bilinmesini istemektedir. Bunun anlaşılma­sını da zihne bağlamaktadır. Ayetin sonundaki "Siz düşünmez misiniz" sorusu, bu sebeple sorulmakta ve ilâhî vahye düşünce ile yaklaşılması öngörülmektedir.

Kör insan hayatını başkasının desteği olmaksızın sürdüremez, hare­ketlerini kıvrak ve tereddütsüz bir şekilde yapamaz, her an tehlike korku­suyla karşı karşıyadır, düşmanını sezemez. Gören insan bunların tam zıddını yapabilecek durumdadır. Kur'ân kendi ayaklan üzerinde durup hayatını sürdürecek, tereddüt ve korkudan emin kılacak ve düşmanını ta­nıyacak özellikleri insana kazandırmaktadır.

Âyetin analizini bu şekilde yaptıktan sonra neticeyi şu şekilde tesbit edebiliriz: Rızık hazinesi veya hazineleri, Allah'ın mülkiyetindedir. Maddî nimetlerin dağıtımını gerçekleştirir. Gaybm bilgisi Allah katındadır. Pey­gamberlerine bu bilgiyi verme yetkisi de Allah'a aittir. Peygamber gaybı bilmediğine göre, başka hiçbir kimse bu bilgiye sahip olamaz. Diğer taraf­tan peygamber melek olamaz. Çünkü insanlara yol gösterecek, eğitim ve öğretim faaliyetinde bulunacak olan varlığın insan olması gerekir. Onların meselelerini, dertlerini, çilelerini, ihtiyaçlarını ancak insan bilebilir. İnsan­lar ancak insan olan birini örnek alabilirler. Melekler insan ahlâkını yaşa­yamazlar. Onlar yemez, içmez, evlenip çoğalmazlar. Bu eylemleri yapa­mayan varlıklar, insanlara örnek olacak bir hayat sunamazlar.

Bu yüzdendir ki müşriklerin Hz. Peygamber'den bekledikleri bazı özellik ve davranışların yersiz olduğu bu âyetle vurgulanmaktadır. Diğer taraftan peygambere inananlara da, peygamberi bir beşer olarak kabul et­melerini, yahudilerin Hz. Üzeyir'i, hıristiyanların da Hz. îsâ'yı kutsallaş-tırıp tanrılaştırmaları gibi yanlış inanca sapmalarının şirk olacağını öğret­mektedir.

Peygamber bir beşer olduğuna göre, kendiliğinden bir din koya­maz, sadece kendisine vahyedilene uymak zorundadır. Tanrı olmadığına göre, vahiy üretemez, ancak Allah'ın gönderdiğine tabi olur ve onu insan­lara öğretir.

Vahye tâbi olmak, gören göze sahip olmaktır. Vahye sırtını dönmek körlüktür. Gören insanla, görmeyen insan arasındaki farkı düşünüp, vahye tâbi olanla olmayanın farkını ortaya çıkartmak gerekir. Bu konuyu düşünce alanına taşımak, düşüncenin konuları arasına sokmak, insandan beklenen bir görev olmaktadır. Peygamber kendisine vahyedilene uydu­ğuna göre, onu örnek alanlar da aynı davranışı sergilemelidirler. Din âlimleri ve görevlileri bu olguyu, bu ilâhi emri insanlara aşılayacakları gibi, kendileri de buna uymak mecburiyetindedirler. "İlâhî vahyi anlaya­mayız" diyerek hem kendilerini hem de insanları ondan uzak tutmaları, körlüğü seçmek kadar vahim bir davranış içerisine girmek anlamına gelir. [42]

 

Kur'ân İle Uyarma:

 

51. Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur'ân ile) uyar! Onlar için rablerinden başka ne bir dost ne de bir aracı vardır, belki sakınırlar.

Bu âyet, din eğitiminin can alıcı noktasını gündeme taşımaktadır. Kimi ne ile uyaracağımıza açıklık getirerek önemli bir metot sunmaktadır.

1. "Rablerinin huzurunda topla­nacaklarından korkanları Kur'ân ile uyar!"

a) Âyetin bu kısmı, Kur'ân ile uyarılacak olanların inanç bakımın­dan bir alt yapıya sahip olmalarını öngörmektedir. Allah'ın huzurunda toplanılacağına inanan ve bundan çekinen insanı Kur'ân ile uyarmak ge­rekiyor. Demek ki haşr olgusuna inanıp inanmadığı sorulduktan sonra, uyarı gündeme getirilmelidir. Uyarının etkili olabilmesi, âhiret inancı gibi bir alt yapıya sahip olunmasını gerektiriyor. Demek ki uyarının başarıya ulaşması, uyarı yapılanın âhirete inanıp inanmamasına bağlı olduğu, bu âyette vurgulanmaktadır. Kastedilenlerin kitap ehli olma ihtimali de bü­yüktür.

b) Uyarıyı yapacak olan kişi, uyarıyı kendi düşüncelerine ve istek­lerine göre değil de Kur'ân ile yapmalıdır. Peygamber bununla yükümlü olduğuna göre, bütün din âlimleri aynı yolu izlemelidirler. Dinde birlik ancak Kur'ân ile sağlanır.

"Kur'ân ile uyar!" emri, 50. âyette geçen "Ben sadece bana vahyolunana uyarım" ilkesine dayanmaktadır. İlâhî vahye tâbi olmak, onunla uyarmayı gerekli kılmaktadır. "Kur'ân ile uyarmak", başka âyet­lerde    "Kur'ân    ile    öğüt   ver!"    şeklinde    yer    almaktadır.

"Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felâkete duçar olmaması için Kur'ân ile nasihat et!" (En'âm 6/70); "Tehdidimden korkanlara Kur'ân ile öğüt ver!" (Kâf 50/45). Öyle anlaşılıyor ki günümüzde yapılan vaazların etkili olma­masının sebebi, içerisinde Kur'ân'a çok az yer verilmesinden kaynaklan­maktadır.

Din görevlilerine Kur'ân ile uyarma ve Kur'ân ile nasihat etme öğ­retilip, bunun din eğitiminin olmazsa olmazı olduğu vurgulanmalıdır. Dünyada kendi fikirleriyle insanlara öğüt vermeye ve onları uyarmaya ehil sadece peygamber olmalıydı; ona bu yetki verilmediğine göre, diğer in­sanların veya din görevlilerinin bunu yapması hiç doğru olmaz.

Mâide sûresinin 67. âyetinde şu emir yer almıştı: "Ey Resulüm! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun ". De­mek ki Allah'ın indirdiği Kur'ân ile nasihat etmeyenler, onunla uyarıda bulunmayanlar ve onu tebliğ etmeyenler din âlimliği görevini yerine ge­tirmemiş olmaktadırlar. Din adına yapılacak nasihatlerin Kur'ân ile yapıl­ması, etkiyi arttıracak, hem Allah'ın emri, hem de peygamberin sünneti yerine getirilmiş olacaktır.

2. "Onlar için rablerinden başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır, belki sakınırlar". Bakara sûresinin 48. âyetinde şefaat konusu ve şefaat yetkisinin tamamen Allah'a ait ol­duğu derinlemesine açıklanmıştır. Bakara sûresinin 255. âyetinde de O'­nun izin vereceği kimselerin şefaat edebileceği anlatılmıştı. Diğer taraftan Bakara sûresinin 254. âyetinde de kıyamet gününde Allah'tan başka dost olmayacağı vurgulanmıştı. Açıklamalar bu âyetlerde yapıldığından burada izah yapmayı uygun bulmuyoruz.

Mahşer günü insanlar Allah'ın huzuruna çıktıklarında, dünyadaki sahte dost ve yardımcıları bulamayacaklar, sadece gerçek dost ve şefaatçi olarak Allah'ı bulacaklardır. Bu sebeple dünyada da aynı düşünüş, inanış ve eylem biçiminin gerçekleştirilmesi istenmektedir. Orada insan, dün­yada işlediği amellerle başbaşa kalacaktır.

Âyetin son kelimesinde, Kur'ân ile uyarmanın amacı tesbit edilmek­tedir. "Belki sakınırlar" ifadesinden anlıyoruz ki, uyarının amacı takvayı elde etmeleridir. "Sakınma" anlamı verilen bu kelime, Muhammed Esed-'in çevirisiyle, sorumluluk bilincini kazanmak şeklinde mânalandırılmak-tadır. Bilinçli olarak Allah'ın yasakladığı davranışlardan kendini uzak tutmak mânası ile takva, kulun irâdesine bağlı olduğu için, kelimenin ba­şına [P le'alle, yani ihtimali belirleyen bir kelime getirilmiştir. Allah'a karşı sorumluluk bilincini kazanmak, ona göre davranmak konusunda in­sanın irâdesi üzerine Allah kesin ifade kullanmamaktadır. Çünkü insan irâdesine dayanan eylemlerde kesinlik yoktur.

Diğer taraftan böyle ihtimalli bir ifade kullanmasının bir anlamı da, insana tanıdığı hürriyettir. Allah insana farklı davranabilme hürriyetini ta­nımıştır. Hürriyetin olduğu yerde, ihtimalli ifade kullanılacağı için âyette le'alle kelimesine yer verilmiştir.

Şimdi de bu âyetten elde edeceğimiz bazı çıkarımları sıralayabiliriz:

a) Din bilginleri bu âyeti dikkate alarak, Hz. Peygamber gibi Kur-'ân ile uyarıda bulunacaklardır. Din eğitiminin ana sorunlarından biri, belki de en büyüğü, insanlara ne ile uyarıda bulunulduğu meselesidir. Al­lah'ın vahyini bir tarafa bırakarak, kendi görüşlerini dinin yerine koyarak yapılan nasihatler, vaazlar insanları dinden uzaklaştırmaktadır. Çünkü be­şerî düşünceler tartışma yaratmakta ve dinî konuların ihtilâfların içinde boğulup gitmesine sebep olmaktadır.

b) Uyarının etkili olabilmesi için, uyarılan insanlarda imanî bir alt yapının oluşturulması gerekir. Âyette bu imanî alt yapı, Allah'ın huzuruna çıkma şeklinde takdim edilmektedir.

c) Uyarının ilk ayağı âyette sunulmaktadır: Âhirette Allah'tan başka dost ve şefaatçinin olamayacağı bilinci insanlara kazandırılmaktır. Dost ve şefaat konusunda bu dünyada bazı inanç gruplarının sahip oldukları dü­şünceyi ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Mâide sûresinin 18. âyetine göre yahudiler ve hiristiyanlar kendilerini Allah'ın oğulları ve sevgilileri olarak görmektedirler. Mü'min sûresinin 18. âyetine göre de zâlimlerin ne dostu ne de sözü dinlenir şefaatçisi olacaktır. Müddessir sûresinin 48. âyetinde de şefaat edicilerinin hiçbir şefaatinin onlara fayda vermeyeceği hatırlatılmaktadır.

Uyarının etkisi, bu konularda insanlara kazandıracağı caydırıcı özellikle kendini göstermiş olacaktır. Caydırıcı özellik de, takva denen so­rumluluk bilinci ile doruk noktasına ulaşacaktır. Âhiretteki oluşumlar ko­nusunda verilecek bilgi ve yapılacak uyan, bu dünyada takva denen ruh olgunluğunu ve ahlâkî davranış dengesini doğurmalıdır. [43]

 

Kur'an, Sosyal Seviye Farkının Göze­tilmesini Yasaklar:

 

52.  Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam O'na yal­varanları yanından kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk, senin hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur ki, onları kovup da zâlimlerden olasın.

53.  Aramızda Allah'ın kendilerine lütuf ve ihsanda bu­lunduğu kimseler de bunlar mı? demeleri için onların bir kısmını diğerleriyle işte böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?

Tefsirlerde bu âyetin nüzul sebebi olarak bir olay, nakledilmektedir. Özü şudur: Kureyş'in ileri gelenleri Hz. Peygamber'e gelip etrafındaki sosyal seviyesi düşük insanları kovduğu takdirde müslüman olacaklarını bildirmişlerdi. Çünkü Hz. Peygamber'in etrafında köle ve ekonomik se­viyesi düşük insanlar vardı. Bu teklifleri Hz. Peygamber tarafından he­men reddedilmiştir. Bu reddetme eylemini gerçekleştiren etki bu âyettir.

Nüzul sebebi olarak nakledilen bu olay âyetin ruhuna uygun düş­mektedir. AynroTguTîz. Nuh'un başından da geçmiştir: "Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki, biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görü­yoruz. Basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uydu­ğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz " (Hûd 11/27).

Öyle anlaşılıyor ki sosyal statü denilen değerlendirmeler, çok eski tarihlerde insanlığın hayatına girmiştir. Bazı insanların, bazı insanları aşağı görmesi, onlara bir statü biçmesi ve onlarla bir arada olmama gibi davranışta bulunmaları, Hz. Nûh dönemine kadar inmektedir. Hûd sûre­sinin 27. âyetinden hareketle diyebiliriz ki, yukarıda nakledilen nüzul se­bebi doğrudur. Şimdi âyetin analizine geçebiliriz:

1. "Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları yanından kovma!" Yukarıda an­latılan nüzul sebebi ile âyetin bu kısmını birleştirince, şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Dinler genelde insan haklarını öne çıkardığı, ezilenlerin hak­kını savunduğu için, peygamberlere sosyal seviyesi düşük insanlar inanmış ve etraflarında yer almışlardı.

Bu insanlar, kendileri için peygamberlerin getirdikleri mesajları bir kurtuluş yolu olarak görmüşlerdi. Toplumların ileri gelenleri, ellerinde bulundurdukları sömürü ve köleleştirme imkânlarını kaybetmemek için peygamberlere tepki gösterip hatta onları öldürmeye kadar gitmişlerdir. Bunlar, sınıf çatışmalarını iman alanına kadar götürmüş, inanmamalarına bir bahane olarak ortaya atmışlardır: "Onlar şöyle cevap verdiler: 'Sana düşük seviyeli kimseler tâbi olup dururken, biz sana iman edermiyiz hiç?" (Şuarâ 26/111). Hz. Nuh'a söylenen bu söz, sosyal tabaka kavramlarının çok eskilere dayandığını göstermektedir.

Peygamberlerin getirdiği mesajlar, insanlara sosyal seviyesine göre muamele etmeme konusunda köklü bir devrim yapmıştır. Hz. Nuh'un onlara verdiği cevap şudur: "Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur. Onların hesabı ancak rabbime aittir. Bir düşünseniz! Ben iman edecek kimseleri kovacak değilim" (Şuarâ 26/112-114).

En'âm sûresinin 52. âyetinde geçen "kovma" ifadesini aynen Hz. Nûh da kullanmıştır. tard kelimesini Hz. Nûh kullanırken, Allah aynı kelimenin emir kalıbına En'âm sûresinin 52. âyetinde yer vermiştir.

En'âm sûresinin 52. âyetinde, insanların değerini amellerinin belir­leyeceği ilkesini de yakalıyoruz. İlâhî değerlendirme, dünyada bulunulan sosyal sınıf, ya da sosyal tabakaya göre değil, inanç ve amele göre ola­caktır. Onun içindir ki, "Sabah akşam Allah'ın rızâsını umarak dua eden­leri kovma!" emrini vermektedir. Onların sosyal statüsü belki düşüktür, ama Allah katındaki seviyeleri doruk noktasındadır. Demek ki dünyada insanların insanlara biçtiği statünün âhirette hiçbir geçerliliği olmayacaktır.

2. "Onların hesa­bından sana bir sorumluluk, senin hesabından da onlara herhangi bir so­rumluluk yoktur ki!" Hz. Nûh Şuarâ sûresinin 113. âyetinde, "Onların hesabı rabbime aittir" derken, aynı şeyi ifade etmiştir. Hz. Peygamber'e yanından onları kovma derken, gösterilen en önemli esas, amellerinin karşılıklı olarak birbirlerine bir sorumluluk getirip getirmediği olmuştur. "Herkesin amelinin sorumluluğu kendisine ait olduğuna göre, onların müslüman olmaları ve sosyal seviyelerinin düşük olması, kötü muamele görmelerine sebep olmamalıdır" ilkesini gündeme getirmektedir.

Buradaki hesap kavramı, amellerinin sorumluluğu olduğu kadar, onların geçimini de ifade etmiş olabilir. Onların alt tabakadan olmasının anlamı, ekonomik bakımdan yetersiz olmalarıdır. Aksi takdirde, akşam sabah rabbine dua eden insanı beyin açısından alt tabakaya itmek, haksız­lık olacaktır. Meseleyi ekonomik açıdan ele almak ve âyete o şekilde yak­laşmak en doğru yol olacaktır.

Allah'ın onlara ekonomik yaşam açısından dar bir hayatın hesabı Hz. Peygamber'e düşmediği gibi, Hz. Peygamber'in ekonomik geçimininhesabı da onlara düşmemektedir. İnsanın gönül açısından Allah'a yakın olması, ekonomik imkânlarla belirlenemez.

Kendilerini üst tabakadan zannedenlerin isteği ile, alt tabakadan ol­duklarına hükmedilenlere muamelede bulunmak doğru değildir. Hz. Pey­gamber1 in Mekke döneminde şu sözlere muhatap olduğunu görüyoruz: "İnkâr edenler, iman edenler

hakkında, eğer Hz. Muhammed'in getirdiği iyi bir şey olsaydı, onlar bizi geçemezdi" (Ahkâf 46/11), yani "Biz onlardan önce onu kabul ederdik".

3. "Onları kovarsan zâlimlerden olursun". Müşriklerin ileri gelenlerinin, "Onları yanından kovarsan biz müslüman olup yanma geliriz" teklifini yerine getirdiği takdirde Hz. Peygamber'in zâlimlerden olacağını söylemekle, onu bu hareketten caydırmıştır.

Bu değerlendirme, zulüm kavramına farklı bir mâna yüklemiştir. Yanlış yolda olan toplumun ileri gelenlerinin teklifi ile, doğru yolda olan alt tabakadaki insanlara yanlış bir muamelede bulunmak, zulümdür. Bir bakıma bu, din ve vicdan özgürlüğünü ortadan kaldırmaktadır. İnandığı Allah'ın rızâsını kazanmak için sabah, akşam dua yapmak, aynı zamanda bir ibâdet özgürlüğüdür. Bu özgürlüğü engellemek, zulümdür. Buradan şu neticeye varıyoruz: Din ve vicdan özgürlüğüne sınıf farkı girmemelidir. Bu konuda üst tabakanın alt tabakaya baskı yapması ve bunu devletin ileri gelenlerine uygulatması zulümden başka bir şey değildir.

Peki, Hz. Peygamber onları kovmayacaktı da ne yapacaktı? Bu so­runun cevabını Kehf sûresinin 28. âyetinde buluyoruz: "Sabah akşam rablerine, O'nun rızâsını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et! Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme! Kalbini bizi anmaktan gâfü kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!" Bu âyet Hz. Peygamber'in ne yapması gerektiğine açıklık getirmektedir:

a) Onları kovmayıp, onlarla beraber olmak konusunda candan sab­retmek.

b) Onlardan yüzünü çevirmemek.

c) Yanından onları kovma teklifinde bulunan müşriklerin teklifine boyun eğmemek. Başka bir ifade ile Hz. Nuh'un dediğini demek: "Ben iman etmiş insanları kovamam" (Şuarâ 26/114).

4. "Biz böylece onların bir kısmını diğer bir kısmı ile imtihana çektik ki, şunu söylesinler: Allah aramızda şunlara mı lüfufta bulundu?"

Yüce Allah, ekonomik bakımdan insanların farklı olması ve bu farklılığın giderek sosyal sınıflaşmaya ya da sosyal tabakalaşmaya yol açmasının, daha sonra bunun kültürel sınıflaşmaya dönüşmesinin ne an­lama geldiğini bu âyetinde açıklamaktadır. Bunun bir imtihan olduğunu söyleyerek, sosyal sınıfları birbiriyle denediğini vurgulamaktadır.

Ekonomik bakımından üst tabakada olanlar, bu seviyede olmayan alt tabakadakileri küçümser ve onlarla alay eder, alt tabakadakiler de üst tabakada olanları kıskanır, çekemez ve hasetlik ederlerse, her iki taraf için imtihan kazanılmamış demektir. Zuhruf sûresinin 32. âyetinde, bu eko­nomik farklılaşmanın bir istihdam politikası olduğu vurgulanarak, üst ta-bakadakilerin alt tabakadakileri küçümsememesi ve alay etmemesi, alt ta-bakadakilerin de üst tabakadakileri kıskanıp haset etmemesi temin edil­mektedir.

Bunun bir başka açıklaması da şudur: Zengin fakir ile, fakir zengin ile sınanmaktadır. Ekonomik ve mevki farklılıkları gözetmeden Allah'a kulluk eyleminde birleşilmesi, bu imtihanın başarı ile geçilmesi demektir. Bunu gerçekleştiren toplumlar veya halklar, ilâhî mesajın amacını, yani dinî ve sosyal tevhîdi gerçekleştirmiş olacaklardır.

5. "Şunu söylesinler: Allah aramızda şunlara mı lütufta bulundu?" Alt tabakadakilere karşı kibirlenenler, yani üst tabakadakilerin tepeden bakması, bu sözlerin ağızlarından dökülme­sine sebep olmaktadır. Aslında bu kibrin, aşağılık duygusundan kaynak­landığı ortaya çıkmaktadır. Alt tabakadakiler üst tabakadakileri kıskanması gerekirken, bu sefer üst tabakadakiler alt tabakadakileri kıskanmaya baş­lamıştır. Aslında onların bu küçümsemelerinin özünde, kendilerindeki aşağılık duygusu yatmaktadır.

Böyle bir tepki Hz. Peygamber'e karşı da yapılmıştı: "Aramızda öğüt (vahiy) ona mı (Muhammed'e mi) verildi?" (Kamer 54/25). En'âm sûresinin 53. âyetindeki menne kelimesi ile Kamer süresindeki ulkıye kelimesi, hemen hemen aynı mânaya gelmektedir.

Daha önce Şuayb peygambere karşı benzer bir tepki gösterilmiştir: "Dediler ki: 'Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz) görüyoruz. Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin" (Hûd 11/91). Hz. Şuay-b'a karşı, acizlik ve üstünlük sıfatlarını kullanarak, ona gelen mesaja karşı tepki göstermişlerdi.

Öyle anlaşılıyor ki bütün peygamberler, bir şekilde küçümsenme ile karşılaşmışlardır. Bir taraftan ilâhî vahyin verildiği peygamberler küçüm-senirken, diğer taraftan onlara inanan toplumun alt kesimindeki insanlar da küçümseniyordu. Genelde bu küçümsemeyi yapanlar, toplumun ileri gelenleri denen üst tabakadakilerdi. Kimi zaman peygamberler ve onlara inananlar, kimi zaman da Ahkâf sûresinin 11. âyetinde olduğu gibi, ilâhî mesaj küçümseniyordu.

En'âm sûresinin 53. âyetinin bu kısmında yer alan li-ye-kûlû (demeleri için) ifadesini, li-en lâ-yekûlû şeklinde dü­şünürsek, "dememeleri için" mânasını verebiliriz. Yüce Allah onların bir kısmını diğerleri ile imtihan ederken, şöyle desinler diye değil de, şöyle demesinler diye sınamaktadır. Dememeleri için imtihan edilirler, ama on­lar demekte ısrar ederler. Tıpkı A'raf sûresinin 76. âyetinde olduğu gibi: "Büyüklük taslayanlar dediler ki: 'Biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz".

6. "Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?" Al­lah kullarını değerlendirirken, şükredip etmediğine bakmaktadır. Şükret­mek burada iki mânaya gelmektedir.

a) înanmak. Müfessirler Zümer sûresinin 7. âyetinde geçen şükür kelimesi ile însân sûresinin 3. âyetinde geçen şükür kelimesine, inanmak mânasını vermektedirler.

b) Nimetin kıymetini bilmek ve gerekeni yapmak. Kur'ân'da geçen şükür kelimesine çoğunlukla "nimetin değerini bilip, o nimeti vereni öv­mek, yâdetmek" şeklinde karşılık verilmektedir.

En'âm sûresinin 53. âyetinde inanmak mânasına almak en doğrusu olacaktır. "Allah inananları daha iyi bilmez mi?" şeklinde mânalandırmak gerekiyor. Çünkü bir önceki âyetle bu âyetin ilişkisini bir arada düşünür­sek, konunun, nimetin kıymetini bilip onu vereni sena etmek değil, iman etmek meselesi olduğu anlaşılmış olacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki, En'âm sûresinin 52-53. âyetlerinde, toplumlarda üst tabakanın alt tabakaya bakışının bir kanser hücresi gibi sıçrayarak iman alanına intikal ettiği görülmektedir. Gurur yaparak alt ta­bakaya tepeden bakanlar, bu tavırlarını din alanına taşıyınca, imanlarından olmuşlardır.

Burada sosyal alandaki dengesizliğin, yani sınıflaşmanın getirdiği kibrin kirliliğinin, din alanına sızarak imana giden yolu kirletip tıkadığı görülmektedir. Bir peygambere, "Yanındaki insanları kovarsan, biz senin yanma gelip iman ederiz" şartını koşmanın ne kadar tahrip edici bir anla­yış olduğu anlatılarak, psikolojik bir analiz yapılmaktadır. Diğer taraftan, insanların iman etmesini engelleyen sebeplerden birinin gündeme getirilip işlendiği anlaşılmaktadır.

Ayrıca bu âyetler ve onların anlamını paylaşan diğer âyetler bize gösteriyor ki, genelde peygamberlere karşı çıkanlar, toplumların ekono­mik bakımdan ileri gelenleri, inananlar da ekonomik bakımdan durumları iyi olmayan insanlardır. Bunun böyle olmasının sebeplerinden biri, ilâhî vahyin getirdiği haklar ve eşitik ilkesidir.

En'âm sûresinin 53. âyetinde, toplumlardaki bu sınıfsal ayrılığın, kendileri için bir imtihan olduğu beyan edilerek, sosyal bölünmeyi dinî alana bir imtihan olarak taşımaktadır. Böylece sosyal tabakalaşmanın kir­letici özelliğini ortadan kaldırıp, eşitlik ilkesini yerleştirme amacı güdül­mektedir.

En'âm sûresinin 52-53. âyetleri, mal ve mevkinin insan psikoloji­sine hâkim olup sınıflaşma meydana getirmesi yerine, insan psikolojisinin  mal ve mevkinin önüne geçip, ona hâkim olarak kibri önlemeli, sınıflaş­mayı ortadan kaldırmalıdır, mesajını vermektedir. Başka bir ifade ile in­sana şu fikri aşılamaktadır: Sen mal ve mevkine hâkim olursan, gururunu kırarsın; mal ve mevki sana hâkim olursa, gurura kapılıp imandan olur­sun. Din eğitimcileri bu âyetleri topluma anlatarak, sosyal tabakalaşmanın önlenmesi yönünde gayret göstermelidirler. [44]

 

Allah'ın Merhameti:

 

54. Âyetlerimize inananlar sana geldiğinde, onlara de ki; "Selâm size! Rabbiniz merhamet etmeyi kendisine yazdı. Gerçek şu ki, sizden kim bilmeyerek bir kötü­lük yapar, sonra ardından tövbe edip de kendini ıslâh ederse, bilsin ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir".

Âyetin merkezî konusunu merhamet oluşturmaktadır. Şimdi âyeti kısımlara ayırarak açıklamasını yapabiliriz:

1. "Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde, onlara de ki: 'Selâm size!" Âyetin bu kısmından çıkarıla­cak en önemli ilke şudur: Oturmakta olan bir kimse, yanma gelenlere se­lâm verebilir. Genelde selâm verme âdabını açıklarken, hareket halinde olanın oturmakta olana selâm vereceği söylenirdi, ama bu âyet, gelmekte olana, oturmakta olanın selâm vereceğini esasa bağlamaktadır.

Âyetin bu kısmım bir önceki âyetlerle bağlantılı olarak ele alırsak, müşriklerin ileri gelenlerinin, yanından kovmasını istedikleri fakir insanlar yanlarına geldiğinde, değil onları kovmak, onlara selâm vererek Allah'ın rahmetini dilemeleri emredilmektedir.

Kehf sûresinin 28. âyetini bu âyetle birlikte düşünürsek, "Sabah akşam rablerine rızâsına ermek için yalvaran o aşağı görülen insanları hem selâmla karşılayacaksın, hem de onlarla beraber oturmaya sabredeceksin " hükmünün, insanları aşağı yukarı diye ayırmayı ortadan kaldırdığı esasına götürdüğünü anlamış oluruz. Bu emirleri, yani En'âm sûresinin 54. âye-tindeki "Onlara selâm ver!" ile Kehf sûresinin 28. âyetindeki "Onlarla be­raber olmaya sabret!" emrini günümüze taşırsak, yöneticilerin ve özellikle din âlimi ve görevlilerinin halkı alt tabaka, üst tabaka diye ayırmalarının doğru olmayacağı esasına varabiliriz.

2. "Rabbiniz merhamet etmeyi kendisine yazdı". Mâide sûresinin 116. âyetinde, nefis kelimesinin Allah için kul­lanıldığında "zât" mânasına geldiği açıklanmıştı. Orada Hz. îsâ, "Benim içimdekini sen bilirsin, ama ben senin zâtındakini bilmem " ifadesine yer vermiş ve nefsi Allah ile ilgili kullanmıştı. Buradaki mânayı En'âm sûre­sinin 54. âyetiyle karşılaştırırsak, anlamını şu şekilde verebiliriz: "Rabbiniz merhameti kendi zâtına yazdı".

Bundan şu ilkeyi çıkartıyoruz: Allah Teâlâ kahretmeyi, intikam al­mayı kendi zâtına yazmadı, ama merhameti yazdı. Demek ki merhamet et­mek asıl olandır. Yüce Allah kendi kendisini rahmet, yani merhamet et­mekle görevlendirmiştir.

a) Âyetin bu kısmının birinci kısmı ile ilişkisini kurarak bir genel­leme yapabiliriz: "Bizim âyetlerimize inananlar sana geldiklerinde, onlara de ki: Selâm size!" emrinin, yani selâm verme emrinin niçin verildiğini açıklamaktadır. "Madem ki Allah kendi zâtına rahmet etmeyi yazdı, siz de insanlara rahmet duasında bulunun" demektir.

b) Âyetin bu kısmının, âyetin son bölümüyle de ilişkisi vardır. Bu ilişkiyi kurarak da genelleme yapabiliriz. Bilmeyerek günâh işleyip ardın­dan tövbe edene, Allah merhametiyle muamele edecek ve affedecektir. Onun içindir ki merhameti kendi zâtına yazdığını ifade etmiştir. Bundan hareketle, merhametleri gereği insanları affedici olmaları ilkesini çıkarta­biliriz.

Gerçek şu ki, sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra ardından tövbe edip de kendini ıslâh ederse, bilsin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir".

Âyetin bu kısmında işlenen, kötülük yapmaya ya da günâh işlemeye ihtimal vermek olmadığı için, hem Nisa sûresinin 17. âyetinde, hem de yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 54. âyetinde, "bilmeyerek" ifadesine yer verilmektedir. Hz. Peygamber de bu hususu şu şekilde açıklamaktadır: "Zina eden, mümin olduğu halde zina etmez; hırsızlık eden de mümin olduğu halde hırsızlık etmez" (Buhârî, "Mezâlim", 30).

Hz. Peygamber'in bu yorumu, hem Kur'ân'ın ruhuna uygun düş­mekte, hem de günâhın psikolojik boyutunu gündeme getirmektedir. Bir davranış, imanı devre dışı bırakması sebebiyle de günâh olmaktadır. Sa­dece toplumun ahlâkına, sosyal ilişkilere indirdiği darbe değil, insanın gönlüne indirdiği darbeden dolayı da günâh olmaktadır. İmanın etkisini ortadan kaldırıp, onu devre dışı bırakmaktan daha büyük kötülük, günâh ve zulüm var mıdır?

Onun içindir ki Hz. Peygamber'in bu yorumunu, yani davranışın o eylemi gerçekleştirene indirdiği psikolojik darbeyi işleyerek, din eğitimi­nin verilmesi gerekmektedir. İşlenen fiilin başkasına verdiği zarar kadar, insanın kendisine verdiği zarar da işlenerek eğitim yapılırsa, daha etkili olacaktır.

b) Tövbe etmek. Bilmeyerek bir kötülük yapan, yani günâh işleyen kimsenin hemen ardından tövbe etmesi gerekiyor. Nisa sûresinin 17. âyetinde "Tez elden tövbe ediniz1." denirken, bu âyette "sonra ardından tövbe eden..." demektedir. İkisi de aynı an­lama gelmektedir.

Buradaki tövbe, bu fiilden vazgeçmek ve iyiye yönelmek anlamına gelmektedir. Bu yöneliş ve vazgeçme, bir bakıma af dilemeyi de kapsa­maktadır. Tövbe kavramının geniş açıklaması, Bakara sûresinin 37. âye­tinde yapıldı.

Nisa sûresinin 17. âyetinde, Allah katında geçerli olan tövbenin za­man geçirmeden yapılmış olması, onun kabulünü arttırmaktadır. Nisa sû­resinin 18. âyetinde ölüm anma kadar kötülük işleyip, ölüm anı gelip çat­tığında tövbe etmenin işe yaramayacağı ilkesi gündeme getirilmektedir.

c) Kendini düzeltmek. Tövbenin kabul görmesi için, insan kendi­sini düzelterek dürüst ve erdemli bir hayat yaşamaya başlamalıdır. Töv­benin ardından dürüst ve erdemli hayat yaşamaya başlayanın, kötülükle­rinin güzelliklere dönüşeceği, Furkân sûresinin 70. âyetinde müjdelen-mektedir.

d) "Bilsin ki, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir". Bilmeyerek kötülük işleyen insanın, zaman geçmeden tövbe edip kendisini düzeltmesi, dürüst ve erdemli bir hayat yaşamaya başla­ması, Allah'ın affedici sıfatıyla merhametini harekete geçirmektedir.

Âyetin bu kısmı ile Allah affedici olduğunu ve kullarına merhamet edeceğini bir ferman şeklinde gündeme getirmektedir. Kulunun günâhını affettiği için gafurdur; kendini düzeltip dürüst ve erdemli bir hayat yaşa­maya başlamasını ödüllendirmesi ile de ona rahimdir.

Netice olarak diyebiliriz ki, insanın bilmeyerek günâh işlemesi, töv­besi ve kendini düzeltmesi ile Allah'ın af ve merhameti arasındaki ilişki kurulmakta, günahkâr olanların kötümserliğe kapılmaları önlenmektedir. Önemli olan, insanın iyiden yana değişimi gerçekleştirmesidir. Değişimi gerçekleştiren kişi, af ve merhameti yeryüzüne indirmektedir. [45]

 

Allah'ın Âyetlerini Açıklamasının Se­bebi:

 

55. Böylece suçluların yolu belli olsun diye âyetleri iyice açıklıyoruz.

Bu âyeti kısımlara ayırarak şu şekilde açıklamak mümkündür:

1. "Böylece âyetleri açıklıyoruz". Yüce Allah En'âm sûresinin başından itibaren tabiat kanunlarıyla psikolojik kanunları ve onların temel teşkil ettiği davranışları açıklamaktadır. İnkâr psikolojisi ile iman psikolojisini yan yana izah etmektedir. Zaman zaman devreye kendi af ve merhamet edici sıfatlarını sokmaktadır. Âyetin bu kısmındaki "âyetler" kelimesi, "mesajlar" anlamına geldiği gibi, "kanun" anlamına da gelmektedir. "Açıklamak" anlamına gelen nüfassil kelimesi de, derinlemesine izah etmek demektir.

2. "Suçluların yolu belli olsun diye ". Bunun anlamı, iman edip dürüst ve erdemli olarak davranan insanların yolunu or­taya çıkartmak için, suçluların yolunun ne olduğunun ortaya konması ge­rekiyor. Allah, zıtların farkını ortaya koyarak açıklamasını yapmaktadır. Kur'ân'ın bir adı da furkândır. iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, hak ile bâtılı birbirinden ayırma görevini yerine getirirken, Kur-'ân, aynı zamanda suçlularla erdemli insanların yolunu da birbirinden ayırmaktadır.

Böylece Allah'ın âyetlerini derinlemesine açıklamasının amacı, suçlularla erdemlilerin yollarındaki farkı ortaya çıkartmaktır. Dikkat edi­lirse, mücrimlerin yolu demiş, müminlerin, ya da dürüst ve erdemlilerin yolu, dememiştir. Kötülerin yolunu anlatmakla, iyilerin yolu kendiliğin­den ortaya çıkacağı için böyle yapmaktadır. Mücrimlerin yolu iyice ortaya çıkınca, hakkın yolundan gidenlerin yolu da belli olacaktır. Kur'ân'ın başka âyetlerinde müminlerin yolunun ne olduğu anla­tılmıştır. Özellikle Fatiha sûresinin 6-7. âyetlerine bakılırsa, bu açıklama görülecektir. Orada da gazap edilen ve sapıtan insanların yolunun dışın­daki yol, "doğru yol" olarak tanımlanmıştır. Diğer taraftan En'âm sûresi­nin 151-153. âyetlerinde, Allah'ın yolu olarak belirlenen doğru yolun ne olduğu derinlemesine açıklanmaktadır. Kısaca orada aklın, düşüncenin ve takvanın yolu olduğu söylenmektedir. A'râf sûresinin 146. âyetinde, "rüşdün yolu" doğru yol olarak tesbit edilmektedir. Demek ki Kur'ân'ın muhtelif âyetlerinde doğru yol anlatılırken, En'âm sûresinin ilk âyetlerin­den itibaren daha çok şirk koşan, inkâr eden, günâh işleyenlerin, kısaca mücrimlerin yolu açıklanmaktadır. Bu açıklama ile doğru yol da ortaya çıkmaktadır. Bundan şu sonuca varıyoruz: Din eğitimcileri, din âlimi ve görevlileri, iyilerin yoluyla suçluların yolunun ne olduğunu açıklamadan, din eğitimi hedefine ulaşamayacaktır. Doğru yolu oluşturan iman ve de­ğerlerin neler olduğunun anlatılması ve bunların Kur'ân'ın ışığı altında tesbit edilmesi zorunludur. Yüce Allah din eğitimi yaparken, Kur'ân'da bu metodu kullanmaktadır. [46]

 

Peygambere Yasaklananlar:

 

56. De ki: "Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi". De ki: "Ben sizin arzularınıza uy­mam, aksi halde sapıtırım da hidâyete erenlerden ol­mam". İki şeyin yasaklandığını gördüğümüz âyette, ayrıca bu yasakların çiğnenmesiyle meydana gelecek iki şeyin ne olacağı da tesbit edilmekte­dir.

1. "De ki:  'Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi". Âyetin bu kısmında, Hz. Peygamber'e konan ilk yasak ele alınmakta ve bunun şirk koşmakla ilgili olduğu belirlenmektedir. Bilindiği gibi bütün peygamberler, şirkle müca­dele etmekle görevlendirilmişlerdir. "Bana yasak edildi" ifadesiyle, Kur-'ân'ı Hz. Peygamber'in yazmadığı, bu yasağın birisi tarafından konduğu da anlaşılmaktadır.

Bir peygamberin, getirmiş olduğu şirkten uzak kalma ilkesini ken­disi tatbik etmesi gerekir, aksi takdirde hem tebliği hem de mücadelesi ba­şarısız kalmış olacaktır. İşte "Sizin taptıklarınıza tapmam bana yasaklandı" demekle, o toplumda bir inanç çatışması başlamış oldu. Bu inanç çatış­ması, yani tek tanrı inancı ile çok tanrılı inancın mücadelesi, geçmiş pey­gamberlerin döneminde olduğu gibi Hz. Muhammed döneminde de baş­lamış oldu.

"Kime kulluk edilecektir" meselesi, insanlıkla başlamış, onunla be­raber kıyamete kadar akıp gidecektir. Tek tanrılı inanç ile çok tanrılı inanç, ya da Allah'tan başkasını tanrı edinip ona tapınmanın çatışması, insan ak­lının ve gönlünün kimi zaman imtihandan başarı ile çıkması, kimi zaman da kirlenmesiyle neticelenmiştir. İlâhî eğitimi yeryüzüne indiren vahiy, bu mücadelenin tevhîd inancı, yani tek tanrılı inançtan yana zaferle sona er­mesini amaçlamıştır. Bu noktadan hareket ederek diyebiliriz ki, din eği­timi bu çatışmayı önemsemelidir. Bir bakıma Âl-i İmrân sûresinin 64. âyetindeki mesajı yerine getirerek mücadelesine devam etmelidir.

2. "De ki: 'Ben sizin arzularınıza uymam! " Ayette geçen ehvâ kelimesi, dayanağı, mesnedi olmayan görüş ve istekler­dir. Bu uymama emri de Allah tarafından verilmektedir.

Nefsinin ve şeytanın etkisi altında kalarak tevhîd inancından şirke sapanların istekleri, akıldan değil nefisten kaynaklanacağı için, onların is­teklerine uymak bir peygambere yakışmayacaktır. Diğer taraftan Allah, peygamberin, halkın dayanaksız istek ve görüşlerine uyma ihtimalinin olacağına da işaret etmektedir. Bu ihtimale, bütün peygamberler de açık­tır. Sad sûresinin 26. âyeti, Hz. Davud'un bu tehlikeye açık olduğuna dikkat çekmektedir. Burada şu soru akla gelmektedir: Hz. Peygamber onların dayanaksız, bâtıl isteklerine uysaydı ne olurdu? Bu sorunun ce­vabı âyetin devamında verilmektedir.

3. "Aksi halde sapıtırım ". Demek ki peygamber bile olsa, sapıtma ihtimalini göz ardı etmemektedir. "Sapıtırım" ifadesi ile, müşrik­lerin mesnetsiz istekleri arasında bir bağlantı kurulmakta ve sapıtmanın tanımı yapılmaktadır. Mesnetsiz görüşlerin peşinden koşmak, sapıklıktır. Demek ki sapıklığı meydana getiren ve insanı yoldan çıkaran, bâtıl, doğru olmayan görüşlerdir. Bu görüşlerde haktan bir kırıntı bulunmamaktadır.

4. "Doğru yolu bulanların arasında olamam!" Diğer taraftan doğru yolu bulmanın ne anlama geldiğinin açıklaması da yapıl­maktadır. Doğru görüşlere uymak, doğru yola girmektir. Böylece bir ta­raftan sapkınlığın, diğer taraftan da hidâyetin tanımı yapılmaktadır. Bütün mesele, nefsin arzularına tâbi olmak veya olmamakta odaklanmaktadır. Öyle ise insanın nefsinden çıkan arzularla, akim önerdikleri arasındaki farkı, sapıklıkla hidâyetin ayıracı olmaktadır, diyebiliriz. Burada önemli olan, eğitim vasıtasıyla insana, nefsin istekleriyle rahmânî olan oluşumla­rın farkını meydana çıkaracak basîreti, takvayı kazandırmaktır.

"Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese do­kunduğunda, düşünür ve hemen gerçeği görürler" (A'râf 7/201) niteliğini insana kazandırmak, eğitimin önemli amaçları arasında yer almaktadır. İn­sanın, içinde kopan fırtınaların rahmânî mi şeytanî mi olduğunu anlayıp ayıracak basîrete, düşünceye sahip olması, erdemin doruk noktasında ol­duğuna delil teşkil ettiği için, bu kişi müttakî olarak sıfatlandırmaktadır. [47]

 

Azapta Acele Edilmez:

 

57. De ki: "Şüphesiz ben rabbimden gelen apaçık bir kanıta dayanmaktayım ve siz onu yalanlamış oluyor­sunuz. Çabucak gelmesini istediğiniz (azap), benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah'ındır. O, hakkı anlatır ve en iyi hüküm veren O'dur.

Âyetin analizinden şu genellemelere varılabilir:

1. Kanıt çok önemli bir silâhtır. "De ki: 'Bakın ben rabbimden gelen apaçık bir kanıta dayanmaktayım ve siz onu yalanlamış oluyorsunuz". Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, her şeyde, meselâ ilimde ve hukukta mutlaka bir delile dayanmak gerekir. Özellikle peygamberler, peygamberliklerini ispat etmek için mucizeleri kanıt olarak göstermişlerdir. Kanıtın önemi, inandırıcı olması, konuyu kesin hale getirmesidir. Bâtılla, hurafelerle ve bid'atlarla mücadele ver­mekte en etkili yol, bir delile dayanmaktır. Delilin aydınlatıcı özelliği, hak-îkatin düşmanı olan bu mikropları kaçırmaktadır, çünkü onlar delilin ışı­ğına dayanmamaktadırlar.

Hz. Peygamber'in üzerinde bulunduğu en büyük kanıt, Kur'ân'ın kendisidir. Kâfirlerin ve müşriklerin yalanladığı da Kur'ân'dı. Böylece Kur'ân, bilimsel araştırmalarda ve hukukî davalarda delilin mühim oldu­ğunu söyleyerek, deney ve gözlemin insanlığın hayatındaki önemini vur­gulamış, kıyamete kadar değişmeyecek bir inkılâbı gerçekleştirmiştir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, din âlimi ve görevlileri, Hz. Peygamber gibi, bir kanıta dayanmadan fetva vermemelidirler. Onlar için en büyük kanıt, Kur'ân'dır. Dînî alanı, hurafe, bid'at ve bâtıldan kurtarmanın yolu budur.

2. Cezada acele etmek doğru değildir. Âyetin ikinci bölü­münde şu ifade yer almaktadır: "Çabucak gelmesini istediğiniz (azap), benim yanımda değildir". Müşriklerin azaba uğrayacak­larını söyleyen Kur'ân ve onu tebliğ eden Hz. Peygamber'den, azabın olacağına dair delil istiyorlardı. Kâfir ve müşrikler bir türlü Kur'ân'm Al­lah katından geldiğini kabullenemiyor ve şöyle diyorlardı: "Hanı (o kâfirler) bir zaman da: 'Ey Allahımız! Eğer bu kitap senin katından gelmiş bir gerçek ise, üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir, demişlerdi" (Enfâl 8/32).

Aslında Kur'ân'm kendisi bir kanıt olmasına rağmen, Kur'ân'ın hak bir kitap olduğuna dair kanıt istemeleri ve bu kanıtın azap olması çok ilginçti. Ama bu şekilde kanıt istemek, peygamberden önceki milletlerde de vardı.

Meselâ Hûd peygamberden de benzer bir istekte bulunulmuştu. Ah-kâf sûresinin 21. âyetinde Hz. Hûd, Ahkâf halkını şirkten vazgeçmesi için uyarırken: "Ben sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum demişti". Onun bu uyarısına karşı onların cevabı: "Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin? Hadi doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir, dediler" (Ahkâf 46/22) şek­linde olmuştu.

Ankebût sûresinin 53 ve 54. âyetlerinde de Hz. Peygamber'den azabın çarçabuk gelmesini istedikleri gündeme getirilmektedir. "(Durmadan mucize isteği ile) onlar bizim azabımızı mı çarçabuk istiyorlardı?" sorusu da aynı şeyi vurgulamaktadır.

Allah, Hz. Peygamber'e, azabı gönderme yetkisinin kendinde ol­madığını söylemesini emretmiştir. İnsanlar hukuken birbirlerine ceza ve­rirler, ama azap edemezler. Cezanın beşerî boyutu vardır, ama azabın be­şerî boyutu yoktur. Mucize anlamında gönderilecek azabın kaynağında Allah vardır. Onun içindir ki Allah, "Çabucak gelmesini istediğiniz (azap), benim yanımda değildir" demesini Hz. Peygamber'den istemiştir.

Ahkâf halkı, Hz. Hûd Peygamber'den azabı getirmesini isteyince, onun cevabı şöyle olmuştur.: "Bilgi ancak Allah'ın katın-dadır" (Ahkâf 46/23). Bu cevap En'âm sûresinin 57. âyetindeki Hz. Pey-gamber'in cevabının aynısı olmaktadır. Mucize şeklindeki azabın bilgisi ve gerçekleştirilmesi Allah'a aittir.

3. Bu konuda hüküm Allah'a aittir. Kur'ân'ın hak kitap ol­duğunu ispat etmek için delil olarak gönderilecek azabın hükmü Allah'a ait olduğu için, âyetin bu kısmında: *1) SM j&Jl ç>l "Hüküm ancak Allah­'ındır" ifadesine yer verilmiştir. Hz. Hûd'un "Bilgi Allah'ın katındadır" (Ahkâf 46/23) ifadesiyle, "Hüküm sadece Allah'ındır" ifadesi aynı anlama gelmektedir. Ankebût sûresinin 53. âyetinde, "Eğer önceden tayin edilmiş bir vade olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı" ibaresinden anlıyo­ruz ki, azap konusunda Allah belli bir vade tesbit etmiştir, yani azabı belli bir hükme bağlamış, onu planlamıştır, fakat o planın hayata geçmesi için bazı şartların oluşması gerekmektedir. Her istendiği anda azap olmayacağı fikri buradan ortaya çıkmaktadır. Meryem sûresinin 84. âyetinde de şu ifade yer almaktadır: "Öyleyse onlar hakkında acele etme! Biz onlar için teker teker sayıyoruz".

Peygamberin bile azabın acele gelmesini istemekle gelmeyeceği, Allah'ın takdir ettiği, yani hükme bağladığı şartların oluşmasının zorunlu­luğu öne sürülmektedir.

Kur'ân'ın hak olduğu ve Hz. Pey gamber'in peygamberliğini ispat etmek için istenen kanıtın azap şeklinde gerçekleşmesi, halkın ortadan kalkması anlamına gelir ki, o zaman delilin kimin için bir delil olacağı so­rusu sorulacaktır. Böylece Allah'ın, Kur'ân ve Peygamber'in hak oldu­ğuna delil olarak başka bir şeyin istenmesini öngördüğü ortaya çıkmakta­dır. Aslında Kur'ân'ın kendisi, hem kendinin hem de peygamberin pey­gamberliğinin hak olduğunun kanıtı olmaktadır. Şûra sûresinin 52. âye­tine göre, daha önce kitabın ne olduğunu bilmeyen bir insanın böyle bir kitabı getirmesi, yazması imkânsızdır. İmkânsız olanın gerçekleşmesi, kendinin delili olmaktadır.

4. Hüküm neden Allah'a aittir? Âyetin son bölümünde Allah bunu iki madde ile açıklamaktadır:

a) "Allah hakkı anlatır". Âyetin bu kısmındaki kıssa kav­ramı, "hükmetmek, anlatmak, haber vermek, öğretmek" mânalarına gel­mektedir. Hükmün hakkı anlatana, onu öğretene ait olduğuna işaret edil­mektedir. Başka bir ifade ile Allah, hak olana hüküm verir, bâtıl olana değil. Bu âyetin tefsîrinde Râzî şu dikkat çekici açıklamayı yapmaktadır: "Allah ne kâfirin inkârını ne de günahkârın günâhını ister. Çünkü bunlar hak değildir". Râzî'nin bu manidar açıklamasından hareket edersek, müş­riklerin yalanladığı apaçık kanıtın, yalanlanmasının hükmünü Allah'ın vermediği ilkesine varırız.

Râzî'nin naklettiğine göre Zeccâc, âyetteki yekussu fiiline "yapar" mânasını vermiştir. Hüküm, yaptığı her şey hak olan Allah'a ait­tir. Hakkı öğreten, hakkı gerçekleştiren ve hakkı anlatan Allah, hüküm verme yetkisine sahiptir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, hukuku bilmeyen insanlar hüküm veremezler.

En'âm sûresinin 57. âyetine dönersek, şu gerçeği de yakalama im­kânını bulabiliriz: Hakkı anlatmak, hakkı ilân etmek anlamına da gelir. Azabı gönderip insanları yok etseydi, hak kime anlatılacak, kime ilân edi­lecekti? Eğitim faaliyetini gerçekleştirdikten sonra, imana gelenlerle gel­meyenler belli olacaktı; işte o zaman azap etme imkânı doğacaktı. En'âm sûresinin 131. ile İsrâ sûresinin 15. âyetleri buna işaret etmektedir.

b) "Allah, (hak ile bâtıl arasında) en iyi hüküm ve­rendir". Âyetin bu kısmında yer alan fasıl kavramı, "ayırt etmek" anla­mına gelmektedir. Ayırma eylemi, hükümlerde olmaktadır. Hükümlerin hak olanı ile bâtıl olanını ayıran, ancak hakkı öğretebilir ve hüküm yetki­sine sahip olabilir.

En'âm sûresinin 55. âyetinde fasıl kelimesinin yüklem kalıbına "açıklamak" mânası verilmişti. Burada da aynı mânayı verebiliriz: "Allah en iyi açıklayandır" deme imkânına sahibiz. O zaman kıssa ile fasıl keli­melerinin aynı anlamda kullanıldığını söyleyebiliriz. Ama buradaki fasıl kavramına ayırt etmek mânasını vermek daha doğru olacaktır. Hûd sûresinin 1. âyetinde "iyice açıklanmış", Târik sûresinin 13. âyetinde hak ile bâtılı "ayırt eden" anlamına gelmektedir.

En iyi açıklayan, en iyi ayırt eden, aynı zamanda en iyi hüküm ve­ren mânasına gelmektedir. O zaman, "En iyi hüküm veren Allah'tır" an­lamını verme imkânını elde etmiş oluyoruz.

Netice olarak diyebiliriz ki, "Neden hüküm sadece Allah'a aittir" so­rusunun cevabı, çünkü Allah hakkı anlatır ve en iyi hüküm veren O'dur. Hak ile bâtılı birbirine karıştırmadan hüküm veren O olduğu için, hüküm de sadece O'na aittir. Azabı kanıt olarak gönderip göndermeme hükmü sadece Allah'a aittir, şeklinde olmalıdır.

Bu âyette, beşerin gücü ile ilâhî kudretin tanımı yapılmakta ve sınır­ları belirlenmektedir. Hükmün kime ait olduğunun tesbiti, "hak" ile olan ilişkiye göre olacağı vurgulanmaktadır. İstenen kanıtın doğru olup olma­dığını bilmeyen ve bu bilgi, katında olmayan varlık delil getiremez ve ne zaman ne şekilde kanıt verileceğine de hükmedemez.

Cezanın veya azabın ne zaman bir delil olarak uygulanacağının eği­timini de yapmaktadır. Çünkü azabın kanıt oluşu, cezanın eğitici yönünü ortaya çıkartmaktadır. Peygamberler insanları yanlış inanç ve davranışlar­dan caydırabilmek için azapla uyarıda bulunmuşlardır. Bu uyarının caydı­rıcı olması, onun eğitici yönünü gündeme getirmektedir. Bazan bu şekil­deki uyarılar ters tepkiye sebep olmuştur. Bunun bir delili de En'âm sû­resinin 57. âyetidir. [48]

 

İnsan Ceza Vermede Acelecidir:

 

58. De ki: "Acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı, elbette benimle sizin aranızda iş bitirilmişti. Allah zâ­limleri daha iyi bilir".

Âyetin analizinden şu genellemeleri çıkartmak mümkündür:

1. Azap etmek peygamberin elinde değildir. 57. âyette, müşriklerin istediği azabın kendi elinde olmadığını söyleyen peygamber, bu âyette kendi elinde olsaydı, ne olacağını açıklamaktadır. Her iki âyeti bir araya getirirsek, mucize, yani kanıt olarak peygamberin azap getirme yetkisinin olmadığı ilkesi ortaya çıkacaktır.

2. İnsan sabırsız olduğundan hemen azabı uygulama teşebbüsünde bulunacaktır: "De ki: 'Acele ettiğiniz şey benim elimde olsaydı, elbette be­nimle sizin aranızda iş bitirilmişti". Bunun anlamı, sabırsızlık gösterip gü­cümün dahilinde olan o azabı sizin başınıza getirirdim. Böylece Allah'ın hukukî kuralları çiğneyene ceza verilmesinin yetkisini insana verdiği halde, inkâr ve günâha verilecek azabın yetkisini insana vermediği gerçeği ortaya çıkmaktadır.

Müşriklerin Kur'ân ve Peygamber'i reddetmeleri, Allah adına Hz. Peygamber'in gönlünde öylesine derin bir yara açmıştı ki, azap etme yet­kisi olsaydı, onları helak edeceğini itirafa kadar götürmüştür. Ama bu iti­rafın âyetle tesbit edildiği hiç akıldan çıkarılmamalıdır.

İnsanın bu konudaki sabırsızlığını Allah bildiği için, Meryem sûre­sinin 84. âyetinde: fji '^ '^ O j**İe "j^ *£ "Öyleyse onlar hakkında acele etme! Biz onlar için teker teker sayıyoruz" buyurmuştur. Hakka sû­resinin 1-5. âyetleri de şöyledir: "Soran birisi, geleceği kuşkusuz olan azabı sordu. O küfre sapanlar içindir. Onu savacak yoktur. Yükselme de­recelerinin sahibi Allah'tır. Melekler ve ruh O'na miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler. Artık güzel bir sabırla sabret! "

Yüce Allah inanmayanlara azap isteme konusunda acele etmemesini ve sabırlı davranmasını Hz. Peygamber'den istemekte ve bizzat emret­mektedir. Bunun anlamı, insanları cezalandırma konusunda acele etme­mek gerektiğidir. Yanlış davranışın sebeplerini araştırmak gerekir.

3. Cezada bilgi önemlidir. 58. âyetin sonunda şöyle denmesi isten­mektedir: "Allah zâlimleri daha iyi bilir". Buradaki zâlim kavramı, şirk koşanları, cezalandırılacak kadar önemli günâh işleyenleri ifade etmektedir.

Bu noktada Allah devreye, bilmeyi, yani bilgiyi sokmaktadır. Her şeyi bilen varlık, mucize olarak cezayı uygulayacaktır. İçten ve dıştan in­sanı sarmalayan Allah bu bilgiye sahip olduğu için, kanıt olarak azabı da o gönderecektir. Cezalandırma, azap etme yetkisi, bilgi ile doğru orantılı olarak işlemelidir. Öyle her günâh işleyene helak edici bir azap indirilseydi, yeryüzünde insan kalmaz, Allah'ı bilen ve O'na kulluk edecek olan insanların var olması imkansızlaşırdı. Yüce Allah bilgisi dahilinde, kimi zaman cezalar verir, kimi zaman da ağır günâhlardan dolayı helak eder. Suça göre ceza verme ilkesini Allah, hukukun temeline yerleştirmiştir.

Ayrıca bu âyet bize inanç farklılıklarından doğan eylemlerin saldır­ganlık haline gelmedikleri takdirde cezalandırılmalarının Allah'a bırakıl­masını anlatmaktadır. İnsanlar inancı değil, eylemi değerlendirmeli ve ce-zâlandırmalıdırlar. Böylece düşünce hürriyetinin engellenmemesi, ama za­rarlı bir eyleme dönüşünce, disipline edilmesi esası ortaya çıkmaktadır. Onun içindir ki, kanıt olarak istenen azabın Hz. Peygamber'in elinde ol­madığı ifadesine yer verilmektedir. [49]

 

Nasıl Bir Allah'a İnanıyoruz?

 

59.  Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'n-dan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bi­lir, O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, ye­rin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.

60.  Geceleyin sizi öldüren, gündüzün de ne işlediğinizi bilen, sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündü­zün sizi dirilten O'dur. Sonra dönüşünüz yine O'na-dır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir.

61.  O, kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sa­hibidir. Size koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi, elçilerimiz onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler.

Yüce Allah bu âyetlerle kendisini tanımlamaktadır. Böylece Allah'ın sıfatlarını anlatırken, Bakara sûresinin 255. âyetinin açılımını da yapmak­tadır. Yüce Allah sıfatlarını, ilişkiler sistemi içinde anlatmaktadır.

1. "Gaybın anahtarları O'nun katındadır". Yüce Allah 59. âyetin ilk bölümünde, "Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır" buyurmaktadır. Âyetin bu kısmında iki önemli kavram yer almaktadır: "Anahtar" ve "gayb". Bu kavramların ne olduğu Bakara sûresinin 3. âye­tinde açıklanmıştı. Bakara sûresinin 3. âyetinde insanların gayba inanması gündeme getirilirken, burada da gaybı Allah'ın bilmesi gündeme getiril­mektedir. Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır, ama insanlar gayba inanmak zorundadır.

Âyette geçen mefâtih kavramı, miftâh kelimesinin çoğulu­dur. Mecazî bir anlatımla Allah gaybı bir ilim, yani bilgi hazinesi olarak takdim etmekte, onun anahtarları olduğuna dikkat çekmektedir. Gaybın bir anahtarı değil de, birden çok anahtarı olduğuna da işaret etmektedir. Anahtar denen âlet, kapalı olan ve içinde gizli tutulan bir şeyi açmak için kullanılır. İnsan idrâkini aşan, idrâkin ulaşamadığı âlem, gayb âlemi ol­duğuna göre, onun anahtarlarının Allah'a ait olduğu ilkesi bu âyette gün­deme getirilmektedir. Böylece insanın bilgisi ve idrâkinin alanıyla, ilâhî bilginin alanı tesbit edilmektedir.

2. "O anahtarları sadece Allah bilir". Bunun anlamı, onları Allah'tan başkasının bilemeyeceğidir. Âyetin bu kısmının kurgusu, "Allah'tan başkasının onları bilemeyeceği" şeklindedir. Gaybın anahtarla­rını Allah'tan başkası bilemeyeceğine göre, insanın gayb âlemine iman ile yaklaşması, önemli bir iman şartı olmaktadır.

Dikkat edilirse 59. âyet, 57 ve 58. âyetleri açıklamaktadır. Hüküm neden sadece Allah'a aittir; neden sadece O, hakkı anlatır; neden O, en iyi hüküm verendir ve neden O, zâlimleri daha iyi bilir? sorularının cevabı, 59. âyet ve devamındaki âyetler olmaktadır. Çünkü gaybın anahtarları onun katındadır ve onları O'ndan başkası bilememektedir. Anahtarların nerede olduğunu bilmeyen varlık, kapıyı açıp hazineyi görünür ve bilinir hale getiremez.

İnsan çalıştıkça, Allah'ın rızık hazînesinden kendisine gelmekte, ilmî araştırma yaptıkça, bilgi hazinesinden de gelmektedir. Tabiat kitabını insanlar araştırıp kanunlarını bulma gayretinde olduklarında, gayb âlemi­nin hazînelerinin anahtarları çalışmakta, oradan ilhamla insanların beynine akan bilgi kanalları işlemeye başlamaktadır. Aslında tabiat kanunları, gayb değil de şehâdet, yani görünen âlemin kanunları durumundadırlar. Ama onlar keşfedilmedikleri müddetçe, insan için gayb durumundadırlar. Böylesi gayb âleminin dışında başka bir gayb âlemi olduğu gerçeğini de kabul etmek zorundayız. "Ben size elbette gök­lerin ve yerin gaybını bilirim" (Bakara 2/33). Demek ki göklerin ve yerin görünen ve bilinen bir boyutu olduğu gibi, insan için bilinmeyen sırları, yani gaybı da vardır.

Aynı şekilde Nahl sûresinin 77. âyetinde göklerin ve yerin gaybinin Allah'a ait olduğu söylenmektedir. Demek ki göklerin ve yerin bilinenleri olduğu gibi, bilinmeyenleri de vardır. Bu bilinmeyenlere, yani gayba göklerin ve yerin sırrı demek de mümkündür. O zaman En'âm sûresinin 59. âyetinde "gaybm anahtarları" dediği gibi, Şûra sûresinin 12. âyetinde de "Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur" ifadesine yer verilmektedir.

En'âm sûresinin 59. âyetinde mefâtih kavramı kullanıldığı halde Şûra sûresinin 12. âyetinde mekâlid kavramı kullanılmaktadır. İkisi de "anahtarlar" anlamına gelmektedir. Göklerin ve yerin gaybının anahtarla­rını, zamanı geldikçe bu sırları araştıranlara açacaktır. Tabiatın sırlarını araştırmayı zaten Allah insanlığa bir ödev olarak vermiştir. Bu ödevi ye­rine getirenlere, bu hazînesinden bilgi aktarımı yapacaktır. Göklerin ve yerin sırlarını araştıranlar, Allah'ın kudretini daha iyi anlayacak ve bundan şeref kazanacaktır.

Nemi sûresinin 65. âyetinde, göklerin ve yerin gaybım Allah'tan başkasının bilemeyeceğine dikkat çekilmektedir. Bunun anlamı, insanlar tabiatı araştırdıkça, onun pek çok sırrını deşifre ettikçe, başka sırlar âle­minin olduğunun farkına varacaktır. Her zaman için bir sırlar âlemi var olacaktır. Böylece gayba iman da devam edecektir.

Allah'ın zâtı konusundaki bilgi de bizim için gaybî bir alanı teşkil etmektedir. İnsanın bunu bilmesi mümkün değildir. Bu alana sadece inanmakla yükümlüdür. Hz. îsâ Mâide sûresinin 116. âyetinde bunu şöyle ifade etmektedir:  "Sen benim içimdekini bilirsin, ama ben senin zâtında olanı bilmem. Gaybı, yani gizlilikleri eksiksiz bilen sensin!"

Onun içindir ki, "Sen ancak Ku-r'ân'a uyan ve gaybda olan Allah'tan korkan kimseyi uyarabilirsin" (Yâsîn 36/11) buyurulmaktadır. Allah'ın zâtını göremememiz, O'nun gaybî boyutunu gündeme getirmektedir.

Kâinatta var olan, ama hâlâ sır olma özelliğini taşıyan kitabın oku­nup deşifre edilmesi, insana bir ödev olarak sunulurken, Allah'ın zâtı iti­bariyle gaybî olması, daima iman alanına kalacaktır. Bilinmekten ziyade, iman edilmekle yerinilecek bir alan olarak devam edecektir. Allah'ın gaybîliğine inanmak da bir bilmeyi ifade etmektedir.

3. Tabiattaki bütün oluşumları bilir. En'âm sûresinin 59. âyetinde, Allah'ın ilminin kuşatıcı olduğu anlatılmaktadır: "Allah, karada ve denizde ne varsa bilir. O'nun bilgisinin dışında bir yap­rak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir".

Yüce Allah kâinatın büyük kanunlarıyla ilgilenir, ama küçükleriyle ilgilenmez, diyenlere bu âyetiyle cevap vermektedir. O'nun ilminin dı­şında bir şeyin kalamayacağını ifade ederken, yaprak ve toprağın içindeki taneyi örnek olarak vermektedir.

4. Her şey bir kitaptadır. Âyetin sonunda: "Yaş ve kuru ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır" buyurularak, bütün bilgilerin bir kitapta olduğuna ve bu kitabın apaçık olduğuna dikkat çekilmektedir. Kuru ve yaş, canlı ve cansız anlamına da gelmektedir.

Âyette geçen kitap kavramının, Allah'ın ilmi olduğunu söyleyenler vardır. Râzî buna dikkat çekmekte, bunu doğru olarak nitelendirmektedir, ama Zeccâc Hadîd sûresinin 22. âyetini delil getirerek başka bir açılım sunmaktadır: "Yeryüzünde gerçekleşen ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış ol­masın. Şüphesiz bu Allah'a göre kolaydır".

O zaman kitap kavramı, Allah'ın kaderi anlamına gelmektedir. Kâ­inatta ve insanlar alemindeki bütün oluşumların önceden planlanması ve bu planın oluşturduğu şeyin ismi, kitap olmaktadır. Âyetteki kitap kav­ramı, "korunmuş levha" anlamına gelen levh-i mahfuz da olabilir.

En'âm sûresinin 59. âyeti neden gündeme getirilmiştir? Bu sorunun cevabını Yûnus sûresinin 61. âyetiyle vermek mümkündür: "Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur'ân'dan bir şey okusan ve siz bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şâhidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey rabbinden uzak (gizli) kalmaz.

Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki, apaçık kitapta bulunma­sın".

Tabiattaki oluşumları örnek vererek, insanın her şeyini bildiğini ifade etmek için bu âyetleri göndermiştir. İnsanın, Allah'ın kontrolü ve bilgisi dışında hiçbir şey yapamayacağının bilincini vermektedir. İşte En'âm sûresinin 58. âyetinde yer alan "Allah zâlimleri daha iyi bilir" ifa­desinin açılımı, 59. âyet olmaktadır. Bir yaprağın ve toprak içindeki tane­nin hareketi, O'nun bilgisinde olduğu gibi, insanın bütün yapıp etmeleri de onun bilgisindedir.

Yüce Allah tabiatla olan ilişkisini anlatırken, aslında insanla olan ilişkisini anlatmak amacındadır. İnsan da tabiatın bir parçası olarak, onun da canlı olduğu zaman ve kuruduğu zaman vardır. O da toprağın karanlık-larındaki bir tane gibi, ana ve babasının sulbündeydi. Onun da tâbi olduğu kanunlar, tabiat kanunları gibi apaçık bir kitaptan gelmekte ve Allah'ın kaderi olarak tecellî etmektedir.

Tabiatı inceleyen insan, kendini incelemiş gibi olacak, kökenlerinin aynı olduğunu bilecek, kendine yönelecek ve ne kadar âciz ve güçsüz bir kaynaktan geldiğini bilecek ve böylece Allah'ın kudretini takdir edecektir.

5. Allah'ın insanla ilgili başka işleri de vardır. En'âm sûresinin 60. âyetinin ilk bölümünde, gece ve gündüz vaktinin insanla olan ilişkisi gün­deme getirilmektedir: "Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün de ne işlediğinizi bilen O'dur".

59. âyette bilgisinin her şeyi kuşattığı, görünen ve gayb, yani bilin­meyen âlemleri bilen Allah, bu âyette kudretinin sonsuzluğunu gündeme getirmektedir. Böylece bilgiden kudrete intikal ettiğini öğreniyoruz. Bun­dan şu hikmeti çıkarıyoruz: Bilgi güçtür; sonsuz bilgi, sonsuz kudrete götürmektedir. Onun içindir ki, 59. âyette bilmesini, 60. âyette de kudre­tini açıklamaktadır.

Yüce Allah'ın insanları geceleyin öldürmesi ne anlama gelmektedir? Bunun cevabını en güzel şekilde Zümer sûresinin 42. âyetinde bulabiliriz: "Allah canları, ölümleri sırasında alır; ölmeyenleri de uykuları sırasında.

Sonra, haklarında ölüm hükmünü verdiklerini alıkoyar; ötekileri, belirle­nen bir süreye kadar salıverir". Bu âyeti En'âm sûresinin 60. âyetine gö-türürsek anlıyoruz ki, uyku hali yarı ölüm halidir. Geceleyin öldürmesinin anlamı, uykuda tutması demektir. İnsanın hayatında, uyku olgusu çok önemli bir yer işgal etmektedir.

Bu konu Allah'ın kudretinin sonsuzluğunu belirleyen en önemli kanıtlardan biri olmaktadır. "Gündüzün insanların ne işlediğini de bilmek­tedir". Dikkat edilirse, vefat ettiren Allah olduğu halde, gündüzleri yapılan şeyin öznesi insan olmaktadır. Yapılan şeyi bilen Allah, eylemi gerçekleş­tiren ise insandır. Onun için "yaptıklarınızı" ifadesine yer vermektedir.

6. Ecel gelinceye kadar yaşatan odur. "Sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten O'dur". Geceleyin yarı ölüm denen uykuyu veren, sonra gündüzün uyandıran Al­lah'ın kudreti sonsuzdur. Uykuya dalmak, uykudan uyanmak gibi olgu­lar, Allah'ın kudretine ne kadar bağımlı olduğumuzu göstermektedir. Gece ile gündüzün içinde değişik pozisyonda olmamız, belli bir eceli ta­mamlamaya yöneliktir. Bu iki olgu, ömürü belirlemekte ve onun tüketi­mine yönelik çalışmaktadır.

7. Dönüş Allah'adır. 60. âyetin bu bölümünde: "Sonra dönüşünüz yine O'nadır" ifadesine yer verilmektedir. İnsanlar Allah'ın yaratmasıyla, tek olan kudretten çokluk âlemine geldiler; yine geldikleri teklik âlemine döneceklerdir. Allah'tan gelip, yine Allah'a niçin dönece­ğiz?   Âyetin   sonundaki   ifade   bu   soruyu   cevaplandırmaktadır: "Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir". Dönüşün ana gayesini bu ifade belirlemektedir. Bu dünyada yapılanları insana haber vermektir. Bu dünyada hukukun yakalayamadığı, insan haklarının çiğnenmesi gibi önemli eylemler, öteki dünyada bir bir insanın önüne konacak, bilgilendirilecek ve değerlendirilecektir.

Bu iman, insanın içinde bir iç disiplin duygusu meydana getirebilir. Bu da, onun polise ve jandarmaya ihtiyacı olmadan ahlâkî davranmasını temin edebilir. Allah, bu iç disiplin duygusunu oluşturmak için 60. âyetin son kısımlarını gündeme getirmektedir.

8. Kullarıyla ilişkisinde eşi yoktur. Yüce Allah kendi sıfatlarının anlatımına 61. âyette de devam etmektedir: "Allah, kul­larının üstünde yegâne hüküm sahibidir". Ayetteki kahir kavramını İbn Abbâs ve Hâzin, "galip gelmek, kudretiyle üstünlük kurmak" anlamına geldiğini söylemektedirler. "Hüküm sahibi olmak" anlamını da verebiliriz. Galip gelen, hükmeder. Kudret ve tasarrufta bulunmak mânasını da vere­biliriz. Yüce Allah kullarının üzerine yegâne tasarruf sahibidir. Bu tasar­rufunda eşi yoktur, bunu kimse ile paylaşmamaktadır.

9. İnsanı korur ve amellerini kaydettirir. 61. âyetin ikinci bölü­münde, "Size koruyucular gönderir" ifadesine yer veril­mektedir. Bunun anlamı Allah Teâlâ'nm kulları üzerindeki tasarrufunu beyan etmektir. Onların üzerine koruyucular göndermesi, tasarrufunun ilk kademesini göstermektedir. Koruyucularını göndermesi ne anlama gel­mektedir?

a) Ra'd sûresinin 11. âyetine göre, "Onun önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu koruyan ta­kipçiler (melekler) vardır" diye buyuran yüce Allah, insanı izleyen, ona refakat eden muhafızlar göndermektedir.

b) Kâf sûresinin 18. âyetinde bu konuda şu ifade yer almaktadır: "İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözet­leyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın ". İnsanın konuştuğunu kay­deden gözcü vardır. Söylenen her sözü muhafaza etmekte, yani o sözü korumaktadır. Hem insanı gözetliyor, hem de söylediklerini kaydediyor.

c) İnfitâr sûresinin 10-12. âyetlerinde şöyle buyurulmaktadır: 'jj^jî: £> 'üJSjÛ üujI? Cfj> ^-kilkl J^Çli o[ j "Şunu iyi biliniz ki, üzerinizde

bekçiler, değerli yazıcılar vardır; onlar, yapmakta olduklarınızı bilirler". Böylece muhafaza meleklerinin ne anlama geldiği açıklanmaktadır. Hem koruyor, hem yazıyor, hem de işlenen bütün fiilleri biliyorlar.

Yüce Allah insanın yapıp ettiklerini bilmiyor mu da, meleklerini gö­revlendirmektedir? Bu sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz: Yüce Allah her şeyi bilmektedir. En'âm sûresinin 59. âyetinde belirtildiği gibi, ku­ruyu, yaşı ve yerin içindeki taneyi bilmektedir. Ama Allah kuluna karşı tarafsız olduğunu, yani objektif davrandığını göstermek ve insanın rabbim bana zulmediyor düşüncesine kapılmaması için meleklere amel defterini tutturmakta, işlenen fiilleri ve söylenen sözleri kaydettirmektedir. Bu kitap sayesinde şöyle konuşulacaktır: "Kitap ortaya konmuştur. Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. Vay halimize der­ler, bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sa­yıp dökmüş! Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin rabbin hiç kimseye zulmetmez" (Kehf 18/49).

Yüce Allah kulunun amellerini değerlendirirken, zulmetmediğini, bu kitabını meleklerine kaydettirerek göstermektedir. Değerlendirmesinde ta­rafsız bir delile dayandığını, bu kitabı ile ispat etmektedir. İsrâ sûresinin 13 ve 14. âyetlerinde, bu kitabın insanın boynuna asılacağından, kendisi­nin okuyup değerlendireceğinden bahsedilmektedir. Böylece Allah'ın ne­den yazıcı melekleri görevlendirdiği sorusunun cevabı ortaya çıkmaktadır.

10. İnsanların canını alan melekler vardır. "Nihayet birinize ölüm geldiğinde, elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler" şeklindeki 61. âyette yer alan ifade, Azrail'in birden fazla olduğuna işaret etmektedir. Âyetin bu kısmında vurgulanması gereken iki konu vardır:

a) "Birinize ölüm geldiği zaman " ifadesinde "ölüm", cümlenin öz­nesi durumundadır. Gelme işini ölüm kendisi yapmaktadır. Sanki ölümün kendisi, canlı bir varlık gibi hareket edip insana gelmektedir. Münâfikûn sûresinin 11. âyetinde de aynı şekilde ecel kelimesi, özne durumundadır: "Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi ertelemez". Yûnus sûresinin 49. âyetinde de bir toplumun ecelinden bahsedilirken, yine ecel özne durumundadır.

"Günler, aylar ve yıllar geçtikçe insan mı ölüme yaklaşıyor, yoksa ölüm mü insana yaklaşıyor" sorusunun cevabı, bu âyetlerle verilmektedir. Ölüm insana yaklaşmakta, insana gelmektedir.

b) "Elçilerimiz onun canını alırlar. Onlar vazifelerinde kusur etmez­ler". Ölüm geldiğinde canı kim alır? Bu sorunun cevabını verirken çeşitli âyetlere gitmek gerekiyor:

1. Canı Allah alır. Zümer sûresinin 42. âyetinde, "Allah canları, ölümleri sırasında alır" buyurulurken, can alma

işini Allah'ın gerçekleştirdiği net bir şekilde anlaşılmaktadır.

2. Canı, ölüm meleği alır. Secde sûresinin 11. âyeti bunu şöyle açıklamaktadır: "Söyle onlara:  'Size vekil edilen ölüm meleği canınızı alır".

3. Yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 61. âyetinde de, "Elçilerimiz onun canını alırlar" buyurulmaktadır. Ayrıca En'âm sû­resinin 93 ve Enfâl sûresinin 50. âyetinde de meleklerin can aldığı söy­lenmektedir. Elçilerimiz ve melekler aynı şeyi ifade etmekte, ama çoğul olmaları dikkati çekmektedir.

Bu üç maddedeki âyetler arasında sanki zıtlık varmış gibi görünü­yor. Dikkatle bakıldığında, zıtlığın olmadığı görülecektir. Cam alan Alla­h'tır, bunu gerçekleştirirken de ölüm meleklerini görevlendirmektedir. Vahyi gönderen Allah'tır, ama elçilik görevinin Cebrail'e verilmesi gibi. Aslında hidâyeti gerçekleştiren, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaran Allah olmasına rağmen, kendi izniyle Kur'ân'la insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarma görevini Hz. Peygamber'e vermesi gibi (İbrahim 14/1).

Secde sûresinin 11. âyetinde "ölüm meleği" tekil iken, diğer âyet­lerde çoğul olarak geçmesi, tezat gibi görünmektedir. Halk dilinde Azrail tek bir melek olarak bilinmektedir. Üçüncü maddede verilen âyetlerde, çoğul olarak geçmektedir. Burada da bir zıtlık görünmemektedir; çünkü ölüm meleği, can alan meleklerin genel adıdır. Bunu şöyle açıklayabiliriz. "Bu işi asker yaptı" derken, yapan kişilerin sıfatı söylendi. O işi bir asker değil, birçok asker yapmıştır. İnsanın canını bir ölüm meleği değil, birden çok ölüm meleği almaktadır. O meleklerin genel adı, ölüm meleğidir.

Netice olarak diyebiliriz ki, En'âm sûresinin 57. ile 61. âyetleri arasında Allah kendi özelliklerini anlatarak, inananların nasıl bir Allah'a inandıklarının bilincini vermektedir. İnsanlık âlemi ve tabiat âlemi ile nasıl bir ilişkisi olduğunu anlatarak, sıfatlan konusunda ders vermektedir.

Bu âyetlerin içeriğindeki konular gündeme getirilerek, din âlimleri, Allah'ı insanlara anlatmalıdırlar. Varlık âlemine gelmek, ölmek, gaybı bilmek, hüküm, melek, hükümrân olmak, âhiretteki durum gibi önemli konular bu âyetlerin ışığı altında anlatılmalıdır. Allah'ı anlatırken, insan, tabiat ve âhiret hayatındaki ilişkiler sistemi içinde anlatmanın, insan gön­lünü etkileyecek, insana aczini hissettirecek bir boyutu vardır. Din eğitimi bu boyutu ihmal etmemelidir. [50]

 

İnsan Mevlasına Dönecektir:

 

62. Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndü­rülürler. Bilesiniz ki, hüküm yalnız O'nundur ve O hesap görenlerin en çabuğudur.

Bu âyet iki temel konuyu işlemektedir. Birisi ölen insanın Allah'a dönmesi, diğeri de hükmün çok süratli değerlendirme yapacak olan Alla­h'a ait olmasıdır. Bunları şöyle açıklayabiliriz:

1. "Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Alla­h'a döndürülürler". İnsan ruhu Allah'tan geldiğine göre, ölüm anında çı­kan bu ruh, tekrar Allah'a dönecektir. İnsanın Allah'a dönmesini iki bo­yutlu olarak ele almak gerekiyor:

a)  Çıkan canın ruh olarak Allah'a dönmesi: "Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz" ('Ankebût 29/57). Bunun anlamı, çıkan canın Allah'a dönmesidir.

b) Mahşerde hesap görülmek üzere insanın Allah'a dönmesidir. Gerek birincisi, gerekse bu şekilde Allah'a dönme işi mutlaktır, yani bunda şüphe yoktur.

"Allah'ın gerçek bir vaadi olarak hepinizin dönüşü ancak O'nadır" (Yûnus 10/4). Bu âyetle, En'âm sûresinin 62. âyeti bir araya getirilirse, bu dönüş şeklinin genel olduğu anlaşılmış olur. Bu dönüşün amacı, dünyada insanların işledikleri amellerin süratle değer­lendirilip karara bağlanmasıdır. En'âm sûresinin 62. âyetinin sonu bu de­ğerlendirmeye dikkat çekmektedir.

Bu genel dönüşün bir de özel olanı vardır. Özel olanlardan biri olumlu, diğeri de olumsuz anlamda gerçekleşecektir. Olumlu anlamda olanını Fecr sûresinde görüyoruz: "Ey doyuma ulaşmış insan! Sen Allah'tan hoşnut, Allah da senden hoşnut olarak rabbine dön!" (Fecr 89/27-28). Olumsuz olanını da Hûd sûresinin 18. âyetinde görüyoruz:  uydurandan daha zâlim olabilir? Onlar (kıyamet gününde) rablerine arzedilecekler, şahitler de: 'İşte bunlar rablerine karşı yalan söyleyenler­dir' diyecekler. Biliniz ki, Allah'ın laneti zâlimlerin üzerinedir".

Farklı amelleri gerçekleştirenler, olumlu veya olumsuz anlamda Al­lah'a döndürüleceklerdir. Belli ki onlara bir değerlendirme ve farklı bir muamele yapılacaktır.

Genel anlamda bakılınca, insan bu dünyada gurbettedir. Başka bir ifade ile bu dünya ayrılık dünyasıdır. İnsanın ölümüyle ruhu sılasına dönmekte ve âhirette de gerçek sahibinin sılasına dönmektedir. Bu sılaya dönüş, herkes için aynı derecede sevinç getirmeyecektir. Gurbete çıkıp zamanını iyi değerlendirip bol para kazanan insan sılasına nasıl onurlu dönerse, bu dünyada gurbete gelen insan, iman ve faydalı amelleriyle sı­lası olan Allah'ının huzuruna o şekilde mutlu olarak dönecektir. Gurbet dünyasında iman etmeyip iyi amel üretemeyenler, iflâs etmiş gibi sılasına dönenlerin dönüşünü andıran bir dönüşle rablerinin huzuruna çıkacaklar­dır.

Ayetin bu kısmında "gerçek mevlâ" kavramı yer almaktadır. Mevlâ kavramının kökeni, "yakınlık" mânasına gelen velîdir. Demek ki mevlâ, yakınlığı ifade eden "sahip" anlamına gelmektedir. Kâf sûresinin 16. âyetinde, bu dünyada Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu, Hadîd sûresinin 4. ve Mücâdele sûresinin 7. âyetinde de nerede olursak olalım bizimle beraber olduğunu beyan etmektedir. Öteki dünyada da mevlâ ismi ile bize yakın olacağına işaret etmektedir.

Burada mevlâ ismini kullanıp başka bir ismini kullanmamasının bir hikmeti olmalıdır. Bu hikmeti Râzî, Allah'ın kullarına merhamet edip on­ları affetmesini öne çıkarmasına bağlamaktadır. Râzî'nin bu yorumuna hak vermemek mümkün değildir.

Eğitim açısından âyetin bu kısmına bakınca, şu genellemeyi yapabi­liriz: Mevlâ kelimesi ile Allah, kullarının korkmasını önlemektedir. Mah­şerde huzuruna çıkacaklara, rableri, kahredici değil de sahip çıkan ve on­lara yakınlık gösteren bir tavır takınacaktır. Bu mâna, insanları korku psi­kolojisine itmekten ziyade, sevinç psikolojisine götürmeyi amaçlamakta­dır. Din âlimi ve din görevlileri, bu kavramı ve onun mânasını iyi işleye­rek halka anlatmalıdırlar. İnsanın mahşerde mevlâsma döneceğini söyle­menin insan ruhuna vereceği sevinç, âhirete imanı kolaylaştıracak, hatta teşvik edici olacaktır.

2. "İyi biliniz ki, bütün hüküm O'nundur. O, hesap görenlerin en hızlısıdır".

Hükmün sadece Allah'a ait olmasını beyan etmekle bu âyet, Mâide sûresinin 57. âyetini taşımaktadır. Aslında bu âyet Fatiha sûresinin 4. âyetinin bir açılımı durumundadır: "Ceza gününün mâlikidir" denirken, ceza gününün yegâne hâkimidir, anlamını ifade etmektedir.

Ceza gününün sahibi olabilmek için, ceza alacaklarla, ödül alacak­lara hükmeden olmak gerekir. Mâide sûresinin 62. âyetindeki "Hüküm yalnız O'nundur" ilkesini yerine getiren varlık, aynı zamanda o günün sa­hibi olmaktadır. Hüküm sahibi olan, aynı zamanda değerlendirmesini en çabuk yapan olmalıdır. Onun içindir ki, âyetin sonunda en çabuk değer­lendiricinin Allah olduğu beyan edilmektedir.

Gelişmiş toplumların, hukukî kararları en çabuk veren, davaların sürüncemede kalmasına müsaade etmeyen, hukuktaki kararlarının kısa za­manda bitmesini temin eden toplumlar olduğunda şüphe yoktur. Hukukun gecikmesi, halkın güvenini kırabilir. Toplumun hafızası, yılın dörtte biri kadardır. Geciken hukukî davalar, bu hafızayı aşarsa, adalet denen mül­kün temeline karşı güvensizliği doğurabilir. Geciken adalet, zulmediliyor fikrine götüreceğinden, tehlikelidir ve halk kendi kendisini hukukun ye­rine koyarak hak almaya kalkabilir. [51]

 

Sıkıntı Anında Dua, Rahatlık Anında Şirk:

 

63.   De ki:   "Karanın ve denizin karanlıklarından (tehlikelerinden) sizi kim kurtarabilir ki? (O zaman) Allah'a gizli gizli yalvararak, eğer bizi bundan kurta­rırsan andolsun şükredenlerden olacağız, diye dua edersiniz".

64. De ki: "Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kur­tarır. Sonra siz yine O'na ortak koşarsınız".

Her iki âyette insanın psikolojik özelliklerinin analizi yapılmaktadır. Diğer taraftan da şirkle mücadele edilirken, ilâhî kudret gündeme getiril­mektedir.

1. Tehlikelere karşı ilâhî kudret. Yüce Allah tarafından Hz. Pey-gamber'e bazı sorular sordurularak, hem şirkle mücadelenin metodu, hem de insan psikolojinin analizi yapılmaktadır.

Bu metodun, insan psikolojisini çökerten tehlikeler anında kullanıl­dığına şahit oluyoruz. Sıkıntılar anında insan, bunu çözecek bir sonsuz kudret arar. Onun için şu sorunun sorulmasını istemektedir: "Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarabilir ki? " Karanın ve denizin karanlıkları, neyi ifade etmekte­dir? Çünkü karanın ve denizin karanlıklarından kastedilen, fizikî, yani maddî anlamdaki karanlıklar mıdır? Bu soruların cevabını çeşitli âyetlerle verebiliriz:

a) Maddî anlamda kara ve denizin tehlikelerini ifade etmiş olabilir. Bu mânaya delil olarak şu âyetleri verebiliriz: "O gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını an­larlar" (Yûnus 10/22); "Denizde başınıza bir musibet geldiğinde..." (İsrâ 17/67); "Karanlığın çöktüğü zaman gecenin şerrinden" (Felâk 113/3). Bu âyetlerdeki belâları maddî anlamda aldığımız zaman, En'âm sûresinin 63. âyetindeki karanlıkları da maddî karanlıklar, yani kara ve denizin tehlikeleri olarak alabiliriz. O takdirde, karanın tehlikeleri seller, depremler, kuraklıklar ve bereketsizlikler şek­linde yorumlanabilir. Denizin tehlikeleri de, denizin kirlenmesi, denizin taşıp karaları basması, içinde barındırdığı besin olan hayvanların yok ol­ması anlamına alınabilir. Başka bir mâna da, kara ve deniz savaşları ola­rak düşünülebilir.

Bu tehlikeler, karanlıklar halinde insanların başına çökünce, tek kurtarıcının kim olacağı sorusunu sorarak, şirkle ciddî bir mücadele baş­latmaktadır.

b) Karanın karanlıklarından kasıt, ekonomik sıkıntılar; denizin ka­ranlıklarından kasıt da manevî sıkıntılar olabilir. Biz buna maddî ve ma­nevî sıkıntıların doğurduğu karanlıklardır, diyebiliriz. Nefsin karanlığı, cehaletin karanlığı, sahte ve tehlikeli arzuların karanlığı, akıl güneşinin devre dışı kalması ile meydana gelen karanlık, bu manevî karanlıkları ifade etmiş olabilir.

Buna delil olarak hangi âyeti getirebiliriz? İbrahim sûresinin 1. âyeti buna delil olabilir:

"Rabterinin izni ile insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için sana bu ki­tabı indirdik". Bu âyetteki karanlıklardan kasıt şirkin, cehaletin, nefsin ka­ranlıklarıdır. Bunlardan tevhidin, bilginin, aklın aydınlığı, yani Allah'ın yolunun aydınlığına çıkarılmak için Kur'ân gönderilmiştir. Bu âyeti En'âm sûresinin 63. âyetine götürürsek, oradaki karanlıkların manevî ka­ranlıklar olduğunu söyleyebiliriz. Karanın karanlıkları için, bereketin kay­bolup ekonomik sıkıntıların baş göstermesidir, denebilir.

Yukarıda zikrettiğimiz Yûnus sûresinin 22. âyetindeki gemi olgu­sunu, toplum olarak kabul edebiliriz. Bir toplum bir gemiyi andırır. Etra­fındaki sosyal patlamalar fırtınayı andırır. Düşmanları dalgalar gibi hücum edince, çepeçevre kuşatıldıklarını zannederler. Bu dalgalar, ekonomik, kültürel ve manevî dalgalar olabilir; Enbiyâ sûresinin 96. âyetinde olduğu gibi: "Nihayet Yecûc ve Me-cûc (sedleri) açıldığı zaman ve onlar her tepeden akın ettiği zaman ".

Buradaki açılma olayı, bir toplumun fertlerinin beyin gönül ve ne­fislerinin düşmanlığa ve şirk kültürüne açık olması anlamına gelmektedir. Her tepeden kasıt da, medyanın her çeşidi, yazılı ve görsel basın, siyaset ve ekonomik tepeleridir. Yecûc ve Mecûc bu tepelerden hücum ederek bir toplumu karanlığa boğabilir. Bu karanlıklardan, yani bu sıkıntılardan ve tehlikelerden insanı kim koruyacaktır? Bu sorunun sağlıklı cevabı, insan­ları şirk batağından kurtaracaktır.

2. Sıkıntılar tevhîd inancına götürür. En'âm sûresinin 63. âyetinin devamı şöyledir: Ona  gizli gizli yalvararak, eğer bizi bundan kurtarırsan, andolsun şükredenler-den olacağız, diye dua edersiniz ". Demek ki sıkıntılar, tehlikeler insanın gönlünde köklü bir değişim meydana getirerek, tevhîd inancına yönelt­mektedir. Kara ve denizin karanlıklanyla, yani maddî ve manevî sıkıntı ve tehlikelerle karşı karşıya kalan bir müşrik, gönlündeki şirki atıp sadece ve sadece Allah'tan yardım dileyerek kurtarılmasını istemektedir.

Buna karşılık, yemin ederek şükredenlerden olacağına da söz ver­mektedir. Buradaki şükür kavramı, "kurtuluşun değerini bilmek" anla­mına geleceği gibi, "inanmak" mânasına da gelebilir. Bu dua şeklinin A'râf sûresinin 189. âyetindeki Âdem ile eşinin duasına bir benzerliği vardır: "Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen, elbette şükredenlerden olacağız, diye dua ettiler".

Yüce Allah'tan bir şey istemenin karşılığında bir şeyin yapılmasının bilinci de bu âyette verilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki rahatlık, insanı şı­martıyor ve insanın şirke sapmasına sebep oluyor. Sıkıntı ve tehlikeler de tam tersine tevhîde götürüp Allah'ın hatırlanmasına sebep oluyor. Bir toplumun hayatında yer alan, bolluk ve darlık, rahatlık ve sıkıntı gibi iniş çıkışların arkasındaki piskolojik olgu, bu şekilde anlatılmaktadır. Sosyal olgular, sonuç; psikolojik oluşumlar da sebep olmaktadır. Bu sebepler aynı zamanda insan gönlündeki tevhîd ağacının yeşermesine de neden ol­maktadır.

3. Sıkıntı gidince şirke dönüş başlar. En'âm sûresinin 64. âyetinde "Kara ve denizin karanlıklarından ve bütün sıkantılardan sizi Allah kurtarır ve sonra siz şirk koşarsınız " ifa­desi yer almaktadır.

Tehlikeleri ve sıkıntıları Allah giderince, kötü mânada bir değişim meydana gelmekte ve insanlar tekrar şirke dönmektedirler. Bunun adına ise nankörlük denmektedir. Yüce Allah bu nankörlüğü çeşitli âyetlerde anlatmaktadır: "Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, Allah 'tan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. Allah sizi kurtarıp karaya çıkardı­ğında, (yine eski halinize) dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür" (İsrâ 1767). Demek ki şirkin altında yatan psikolojik durumun adına nankörlük denmektedir. Nankörlük psikolojisi, şirke sebep olmaktadır. Tevhîd inancını tehlike ve sıkıntıya bağlayan insanlar, bunların kalkmasıyla tekrar şirke dönmektedirler.

İnsana bir zarar geldiği zaman yatarken ve ayakta iken bize yal­varır, fakat biz ondan sıkıntısını giderince, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan dolayı bize yalvarmamış gibi geçip gider" (Yûnus 10/12). Bu ve buna benzer âyetler, insanın nankör olduğunu ve bu psikolojinin giderek nimetin değerini bilmemeye yol açtığını ve oradan şirke götüren bir yol izlediğini görüyoruz. Nankörlük, insanın içinde akan psikolojik bir ırmak gibidir. Bu ırmak şirkin türbinlerini çevirerek, gönlü, dönen çark­ların arasında darmadağın etmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Allah insanı insana tanıtmakta, ince bir psikolojik analiz yapmaktadır. İnsanın dönekliğini, nankörlüğünü, iyiden yana istikrarsızlığını ve kaypaklığını gözler önüne sererken, bizzat Allah­'ına karşı böyle davrandığına dikkat çekmektedir. Yüce Allah bunu anla­tırken, diğer taraftan da tevhîd eğitimi yapmakta, şirki önlemenin metotla­rını uygulamaktadır. Tevhîd eğitiminin karşısına çıkan dev bir nankörlük psikolojisi ile boğuşmanın zorluğunu da göstermektedir.[52]

 

Olumsuz Değişim Azaptır:

 

65. De ki: "Allah'ın size üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeye, ya da birbirinize düşü­rüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter". Bak, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!

Tehlike ve sıkıntı anında Allah'a yönelip O'nu birleyerek yalvar­mak, iyiden yana olan bir değişimi ifade etmektedir. Tehlike ve sıkıntılar geçince, tekrar şirke dönme gibi olumsuz mânada değişim ise, ilâhî takdiri rahatsız etmekte olduğunu bu âyetiyle Allah açıklamaktadır. Tevhîd inan­cında duramama ve oradaki istikrarsızlık, tabiat olaylarının ceza haline gelmesine sebep olmaktadır. Demek ki gönüldeki olumsuz oluşumlar, olumsuz neticeler veren tabiat olaylarına sebep olmaktadır. Görülüyor ki insan gönlü veya nefsi, kâinatı sarsacak kadar güçlü oluşumlara sahiptir.

Yüce Allah bu durumu Mü'minûn sûresinin 71. âyetinde şöyle an-latmaktadır:  "Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mut­laka gökler, yer ve bunlarda bulunanlar bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik, fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirdiler". Görüldüğü gibi insanın nefsi, hakîkatin önüne geçince, kâinatın sarsıla­cağı, düzeninin bozulacağı net bir şekilde anlatılmaktadır.

Bu âyeti En'âm sûresinin 63-64. âyetine götürürsek, nefsin gönle diktesi olan şirk, tevhîdin önüne geçince, toplumların hayatı alt üst ola­caktır. Bu bozuşma veya cezalandırma nasıl gerçekleşecektir?

1. De ki: Al­lah'ın sizin üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeye gücü yeter". Bunun anlamı, gökten ve yerden azap göndermektir. Aslında Allah geçmiş toplumlara uyguladığı cezaların benzerini, Hz. Peygamber dönemindeki müşriklere uygulayabileceğine dikkat çekmektedir. Gökten gönderilen azapları şu âyetlerde buluyoruz:

a) "Nihayet emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca..." (Hûd 11/40). Hz. Nûh ile alay edip şirk koş­malarına devam edenlere, Allah, ceza vermek üzere suları hem gökten yağdırdı, hem de yerden fışkırttı. Onların ilâhî emirlere karşı olumsuz tu­tumları ve şirklerine devam etmeleri, normalin dışında yağmurun yağma­sına sebep olmuş ve o şekilde cezalandırılmışlardır.

b) "Emrimiz gelince, onların altını üstüne getirdik ve üzerlerine pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık. O taşlar, rab-bin katında işaretlenerek (yağdırılmıştır). Onlar zâlimlerden uzak değildir" (Hûd 11/82-83). Nefsin isteklerinin peşine düşerek, cinsellik açısından normal tabiat kanununu çiğneyince, Allah onlara gökten taş yağdırarak cezalandırmıştır.

c) "Emrimiz gelince, Şuayb'ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar" (Hûd 11/94). Med-yen halkını da üstlerinden gelen ya da gönderdiği azapla, yani gürültü ile cezalandırdı.

d) "Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgar gönderdik" (Fussılet 41/16). Yüce Allah Âd kavmini de üstlerinden gelen bir azapla cezalandırdı. Bu azapta, soğuk rüzgâr kullanılmıştır.

e) "Semûd'a gelince, onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar kör­lüğü doğru yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükler yü­zünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarptı" (Fussılet 41/17). Semûd kavmine de üzerlerine yıldırım göndererek cezalandırdı.

f) "Onların üstüne ebabil kuşlarını gönderdi. O kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu" (Fîl 105/3-4). Bütün bu âyetler, Allah'ın tabiat olaylarını kullanarak, sapıtmış toplumları cezalandırma şekillerini anlatmaktadır. En'âm sûresinin 65. âyetinde kastedilen, üzerlerinden bir azap gönderile­ceği tarzındaki ifadenin bir azap olacağı ilkesi şeklinde yorumlamamız mümkündür. Diğer taraftan "ayaklarının altından" gönderileceği bir azapla cezalandıracağı ifadesine dair geçmişten getireceğimiz deliller da şunlar olabilir:

a) "Nihayet biz, onu da sarayını da yerin dibine geçirdik" (Kasas 28/81). Azgınlık eden, şımaran, şirk koşan ve halkı sö­müren Karun'un cezalandırılması, ayaklarının altından olmuştur.

b) "Biz    de âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil fcalmaları sebebiyle kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk" (A'râf 7/136). Bu da bir çeşit ayaklarının altından verilen ceza çeşididir. Deprem, fırtına, rüzgâr, sel gibi tabiat olaylarıyla Allah insanları cezalandırmaya gücü yeteceğini bu âyetiyle göstermektedir. Yüce Allah bu şekildeki cezalan, insanların ey­lemlerinin türüne göre düzenlemektedir.

2. "Ya da birbirinize düşürüp ki­minize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter". Âyetin bu kısmında geçen kavramların mânalarını açıklayarak yorumunu yapmayı uygun buluyoruz. Âyetin bu kısmında geçen yelbisü kelimesinin mânası, Âl-i İmrân sûresinin 71. âyetinde açıklandı. Kur'ân âyetlerinde geçen mânaları, şüphe etmek (En'âm 6/9); bozmak (En'âm 6/137); karartmak (En'âm 6/82); ayırmaktır (En'âm 6/65). Diğer mânaları için Âl-i İmrân sûresinin 71. âyetine bakılabilir. En'âm sûresinin 65. âyetinde, "ayırmak", "birbirine düşürmek" mânasına gelmektedir.

Âyetin bu kısmındaki diğer bir kavram da şiya"dır. Râzî, "bir şey üzerinde birleşen, ittifak eden" gruba şî'a dendiğini nakletmektedir. Siya' veya eşya', şî'anın çoğulu olmaktadır. "Birbirini izleyen, birbirine tâbi olan" anlamına gelen şey'u kelimesi, bu kavramın kökü olmaktadır.

ev yelbiseküm şiye'an "ya da sizi gruplara ayırır" mânası verileceği gibi, "Birbirine muhalif topluluklar haline getirir", "Sizi birbirinize karıştırır" anlamı da verilebilir. Libâs kelimesi, "elbise" an­lamına gediğine göre, "Size ayrılık elbisesini giydirir" mânası da verilebi­lir. "İşlerinizi karmakarışık hale getirir" anlamı da verilebilir.

Yukarılarından ve ayaklarının altından azap vererek cezalandırırken, tabiat olaylarını kullanırken, bu ceza şeklinde toplumsal olayları kullana­cağına işaret etmektedir. Toplumu gruplara ayırarak tefrikaya düşürmek, bu yolla işlerini içinden çıkılmaz hale getirmek de bir ceza şekli olmakta­dır. Bu ceza şekli, şirk koşmaya uygun düşmektedir. Şirk koşarak be­yinle gönlü birbirinden ayıranları, tevhîd inancını parçalayanları, Allah da parçalara ayırmaktadır. Bu parçalara ayırma, olumsuz mânada toplumu çürütmekte, grupları birbirine düşürmekte, tefrika denen cehennem çukuruna çevirmektedir.

"Kiminizin kiminize hıncını tattırmaya gücü yeter" ifadesinden anlı­yoruz ki, tefrika, toplumda bölünmelere yol açar. Gruplar birbirlerine kıskınçlık, kin ve düşmanlık duygularıyla muamele yapmaya başlar. Toplum iç savaşa sürüklenir. Fikrî tartışmalar, fikrî kavgaya, oradan düşmanlığa, oradan da çatışmaya varır. Böylece insanlar, yani gruplar birbirini cezalandırmaya başlar ki, cezaların en büyüğünü tatmış olurlar. Aynı bayrağın altında yaşayan, aynı toprakları vatan edinen, aynı kaderi paylaşan ve aynı kültürün içinde büyüyen bu insanlar, birbirinin kanını akıtır hale gelebilir.

Bunun anlamı şudur: Şirk koşarak tevhîd inancının kanını akıtan bu insanlara, ceza olsun diye kendi kendilerinin kanını akıtma eylemi lâyık görülür. Nefsin isteğine göre hareket edip gönle ve akla şirkin zehirini tattıran insanlara, kendi adamlarının düşmanlık zehirini tattıracağını söyle­yen Allah, sosyal cezalandırma metodunu uyguladığına dikkat çekmekte­dir.

3. "Bak, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!" Buradaki âyetler, mesajlar anlamındadır. Her yönüyle Allah mesajlarını açıklamaktadır. Üç türlü ceza şeklinden bahsetmesi, ta­biat olaylarını veya toplumdaki grupları birbiriyle çarpıştırarak ceza için kullanması, insana şok etkisi yapmalıdır. Bu anlatış tarzının amacı, insan­ların anlamasını temin etmektir. Anlayan insanlar, yaptıkları yanlış eylem­den cayacaklardır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Kur'ân gibi bir kitapta azaptan bahse-dilmesinin amacı, insanların anlama kabiliyetlerini harekete geçirmek ve bu anlayış vasıtasıyla bilinçli olarak şirkten, isyandan, taşkınlıktan vaz­geçmeleridir. Sosyal olayları ve tabiat olaylarını bu derin anlayışla yorum­lama yeteneğini onlara kazandırmaktır. Tarihî olgulardan hareketle, yaşa­nan hayata ışık tutma kabiliyetini elde etmelerini temin etmektir. [53]

 

Peygamberler İnsanların Vekili De­ğildir:

 

66. Kur'ân hak olduğu halde kavmin onu yalanladı. De ki: "Ben size vekîl değilim".

Âyetin analizini yapınca iki önemli konu ortaya çıkmaktadır:

1. Hakka tepki göstermek. Âyetin birinci bölümünde, Kur'ân'ın hak olduğu ve onun yalanlandığı meselesi ele alınmaktadır. Kur'ân'ın hak olmasının anlamı, Allah tarafından gönderildiği; Hz. Peygamber tarafın­dan yazılmadığıdır. Hak olan kitabın yalanlanması çok ciddî, ciddî olduğu kadar da kötü bir tepkidir.

Bunun ne kadar kötü olduğunu şöyle açıklayabiliriz: Bir devletin kendi elçisiyle diğer devlete gönderdiği mesajını, o devletin yalanlaması ne kadar iğrenç bir durum ise, Yüce Allah'ın gönderdiği mesajı yalanla­mak da ondan daha kötü bir davranıştır.

"Kur'ân hak olduğu halde kavmin onu yalan­ladı ". Âyette hak olan şeyin ne olduğu belirlenmemiş, onu sadece bir za-mîr ile * bihî şeklinde ifade edilmiştir. Bazıları bu zamîrin Hz. Pey-gamber'e, bazıları da üstteki âyette geçen azaba, diğerleri de Kur'ân'a git­tiğini söylemişlerdir. Bize göre oradaki zamîr, Kur'ân'a gitmektedir. Ni­tekim Kur'ân olmaz ise, diğerlerinin olması mümkün değildir.

"Hz. Peygamber'in toplumu" dendiğine göre, senin toplumun seni yalanlıyor demeliydi. Senin toplumun onu yalanlıyor dediği için, Hz. Peygamber'in dışında bir şeyi yalanlamakta oldukları ortaya çıkmaktadır. Âyetin bu kısmındaki yalanlama eylemi, Arap toplumunun Kur'ân'a gös­terdiği tepkiyi ifade etmektedir. Hz. Peygamber'e gönderilen Kur'ân'ı yalanladıklarına göre, din bilginlerinin yapacakları öğretim faaliyetine olumsuz tepki göstermeleri her zaman için mümkündür.

2. Onların tepkilerine cevap. Yüce Allah, Hz. Peygamber'in onların yalanlamalarına karşı zor duruma düştüğünü görünce, onun onlara nasıl bir cevap vereceğini bizzat kendisi bildirmektedir: "De ki: Ben size vekil değilim". Bunun anlamı, "Ben sizin davranışlarınızdan sorumlu değilim"dir. Çünkü vekîl kelimesi, "bekçi, muhafız, koruyucu" mânalarına gelmektedir. Bu kelimenin eş anlamlısı, Şûra sûresinin 48. âyetindedir: "Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik". Bu âyette geçen "hafız" ke­limesi ile, yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 66. âyetin-deki vekîl kelimesi, hemen hemen aynı anlama gelmektedirler.

Âyetin bu kısmından şu genellemeye varıyoruz: Peygamberler Alla­h'ın mesajını tebliğ etmekle yükümlüdürler, insanların yaptıklarıyla so­rumlu değillerdir. Bu durum bütün peygamberler için söz konusudur.

Şuayb peygamber örneğini verebiliriz: "Eğer inanıyorsanız, Allah'ın (helâlinden) bıraktığı (kâr) sizin için daha iyidir. Ben üzerinize bir bekçi değilim" (Hûd 11/86). Peygamberler halkın din adına yaptıklarından so­rumlu olmadıklarına göre, din bilginleri de kendilerini öyle bilmelidirler. Dini öğretmekle yükümlüdürler, ama halkın dine karşı takınacakları tavır­dan sorumlu olmadıklarını bilmelidirler. İster inkâr ederler, ister kabul ederler, bu onların sorumluluğundadır. Burada önemli olan şey, din âlimlerinin dini doğru anlatmalarıdır. Yükümlü oldukları görev budur. Dini öğretirken, ilâhî mesajı yalın halde anlatmaları, öğretmeleri ve du­yurmaları onların sorumluluğundadır. Halkın ne yapacağından sorumlu değillerdir. Böylece Allah, peygamberine, onun vasıtasıyla da din bilgin­lerine, din eğitimi metotlarından birini Öğretmiştir. [54]

 

Her Şeyin Bir Zamanı Vardır:

 

67. Her haber belli bir süreç içinde gerçekleşir. Ve siz zaman içinde anlayacaksınız.

Âyetin açıklamasına geçmeden önce müstakar kelimesinin açıklamasını yapmak gerekiyor. Bu kelimenin kökü, karredir. "Yerleşmek, oturmak, tesis etmek, tayin etmek; yerleşik, sabit durmak, kalmak" mânalarına gelen bu kelimenin türevleri çoktur. Bunlardan biri de âyette geçen müstekar kalıbıdır. "Bir yerde kalmak, ikamet et­mek, dinlenme yeri" anlamını ifade etmektedir. Mekân ismi olduğu kadar, zaman ismi de olabilir.

"Haberle" bağlantılı olarak mânalandırdığımız zaman, her haberin gerçekleşeceği bir yer ve zaman vardır. Biz buna her haberin belli bir sü­reç içinde gerçekleşeceği mânasını verebiliriz. İstikrar mânasına alındı­ğında, Râzî buna şu mânayı vermektedir: Allah'ın verdiği her sözün istik­rarı vardır, yani kesindir; o söz mutlaka gerçekleşecektir. Âyette geçen haber kelimesi neyi ifade etmektedir? Buna iki şekilde yorum getirebili­riz:

a) "Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Alla­h'a döndürülürler" (En'âm 6/62). İnsanların öldükten sonra dirilip Allah­'ın huzuruna amellerinin değerlendirilmesi için çıkacaklarının haberi kas­tedilmiş olabilir. Bu haber, vakti gelince gerçekleşecektir ve insanlar bu hakîkati o zaman anlayacaklardır.

b) "De ki: 'Yalnız O dur sizi tepenizden ve ayaklarınızın altından bir azap gönderme ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırma kudretinde olan..." (En'âm 6/65). Müşrik iken sıkıntı ve tehlike anında tevhîd inancını benimseyen, sıkıntı ve tehklikenin geçme­siyle tekrar şirke dönen ve Kur'ân'ı yalanlayan insanlara Allah'ın yukarıdaki cezayı vereceği haberi anlamına da gelebilir. Yüce Allah'ın belli dav­ranışları sergileyenleri o şekilde cezalandıracağı haberinin gerçekleşeceği bir zaman ve mekânı vardır. O zaman ve mekân geldiğinde, insanlar onu anlayacaklardır. Ama biz âyetteki "her haber" kavramını, Allah'tan gelen her haber olarak manalandırmamız gerekiyor.

c) "Kur'ân hak olduğu halde, kavmin onu ya­lanladı" (En'âm 6/66). Buradaki haberin Kur'ân olduğunu söyleyebiliriz. 67. âyette geçen haberin Kur'ân olduğunu nasıl ispatlarız? Bu sorunun cevabı Mürselât sûresinin 50. âyetindedir. "Peki bun­dan sonra, başka hangi habere (Kur'ân'dan başka) inanacaklardır". En'âm sûresinin 67. âyetinde nebe, Mürselât sûresinin 50. âyetinde hadîs kavramı olarak yer almaktadır.

Onlar Kur'ân'ı yalanladılar, ama O Kur'ân âyetlerinin bir süreç içe­risinde gerçekleşeceğini, gönüllerde yer bulacağını ileride anlayacaklardır. Unutulmamalıdır ki, ilk iki maddede bahsedilen mahşer ve cezayı da Kur­'ân haber vermektedir. [55]

 

Müslüman Dinine Hakaret Ettirmemeli­dir:

 

68. Ayetlerimiz hakkında ileri-geri konuşanları gördü­ğünde, onlar başka bir söze dalıncaya kadar onlardan uzak dur! Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlimler topluluğu ile oturma!

Bu âyet analiz edilirken çıkarılacak önemli ilkeler vardır:

1. Allah'ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşanları susturamıyorsan, en azından orada oturmaman gerekiyor. Hz. Peygamber'e hitap edi­lirken, bütün müslümanlar hedef alınmaktadır. Böylece şartlara göre dav­ranma seçeneğini insana tanımaktadır. Allah'ın âyetlerine hakaret eden ve onları alaya alan insanları susturmak en iyisidir, ama bu yapılamıyorsa, orasını terketmenin en doğru davranış olacağını âyet vurgulamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber orada bulunmasaydı, Allah'ın âyetlerine hakaret edilmeyecekti.

Önemli olan Allah'ın âyetlerine hakaret ettirmemektir. Susturulamı-yorsa, o gücü insan kendinde bulamıyorsa, oradan ayrılmak gerekir. Müslüman kendi dinine, Allah'ın âyetlerine hakaret ettirecek davranışlar­dan sakınmalıdır. Müsait olmayan ortam ve topluluklarda, Allah'ın âyet­leri gündeme getirilerek, hakarete mâruz bırakılmamalıdır. Bu husus Nisa sûresinin 140. âyetinde açıklanmıştı. Nisa sûresinin 140. âyeti Medine­'de, En'âm sûresinin 68. âyeti ise Mekke'de inmiştir. Böylece Nisa sûre­sinin 140. âyeti, En'âm sûresinin 68. âyetinin tefsîri durumundadır. Bazı müfessirlerin söylediği gibi, aralarında nâsih mensûh diye bir ilişki yok­tur, yani Nisa sûresinin 140., En'âm sûresinin 68. âyetini ortadan kal­dırmamıştır. Aksine Nisa sûresinin 140. âyeti, En'âm sûresinin 68. âye­tinin bir devamı ve pekiştirici bir unsurudur: "Allah 'in âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayınız" (Nisa 4/140).

2. Tamamen terketmemelidir. Allah'ın âyetleri hakkında ileri geri konuşanların yanından kalkıp gidilecek, ama onlardan tamamen ayrı duru­lacak anlamına alınmamalıdır: "Onlar başka bir söze dalıncaya kadar" dendiğine göre, konu değişince yine onlara katılınacağı ilkesi anlaşılmaktadır. İnkâr, alay ve ileri-geri konuşulmaya başlanınca terkedilecek, konu değişince yine onlarla beraber oturulabilecektir. Demek ki bu tip adamlar tamamen terkedilmeyecektir.

3. Şeytan bu ilâhî emri unutturabilir. "Eğer şeytan sana unutturursa " ifadesiyle, Allah, peygamber bile olsa, şeytanın ona müdahale edip unutturma ihtimalinin olduğuna dikkat çekmektedir. Bu unutma hâdisesi olmamıştır, ama olma ihtimali vardı. Burada âyet bütün müminleri kap­samına aldığına göre, emri ve bu ihtimali genel olarak düşünmekte ve yo­rumlamakta yarar vardır. Meselâ Hz. Âdem örneğinde unutma hâdisesine rastlıyoruz: "Andolsun biz, daha önce de Adem'e ahid vermiştik. Ne var ki o unuttu; onda azim de bulma­dık" (Tahâ20/U5).

Hz. Âdem'in unuttuğu ilâhî ahid, Allah'ın emir ve vahyi idi. Bu âyetteki unutma eyleminin faili, Hz. Âdem'dir, ama ona bunu unutturan şeytan olmuştur. Netice olarak diyebiliriz ki, bütün insanlar şeytanın unutturma şeklindeki etkisinin tesirine açıktırlar. Ama İbn Mâce'nin talâk bahsinde rivayet ettiği hadîse göre, hatâ, unutma ve zor karşısında yapılan bir davranıştan dolayı affolunacaklardır.

4. Hatırlayınca ne yapılacak? Yüce Allah âyetin sonunda şu ifadeye yer vermektedir: "Hatırladıktan sonra artık o zâlimler topluluğu ile oturma!" Âyetin bu kısmından şu çıkarımları yapa­biliriz:

a) Allah'ın âyetlerine karşılık ileri geri konuşmak, Nisa sûresinin 140. âyetinde olduğu gibi inkâr etmek, alaya almak zulümdür. Böylece zulüm kelimesine Allah, yeni bir tanım getirmektedir. Çünkü Allah'ın âyetlerine yakışan davranışı yerli yerinde göstermemek, onların hakkına tecavüz olmaktadır. Bir şeyi yerli yerine koymamak zulüm olduğuna göre, bu davranışlar da zulüm olarak nitelendirilmektedir.

b) Allah'ın bu konudaki emrini hatırlayınca derhal orayı terketmek gerekiyor. Terketmezsek ne olur? Bu sorunun cevabını Nisa sûresinin 140. âyeti vermektedir. "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz" Allah'ın âyetlerini yalanlayan, inkâr eden, alaya alan ve onlar hakkında ileri-geri konuşan insanlarla beraber oturulmaması gerektiği konusundaki ilâhî emri bildiği ve hatırladığı halde onlarla oturmak, onlardan olmak an­lamına geldiğini Allah söylemektedir. Bunun sonucu da, onlarla cehen­nemde bir araya gelmektir (Nisa 4/140). Onun içindir ki, müslümanlar çok kaypak, çok değişken, çok ağır tenkitlerle dolu olan siyaset alanına âyetleri sokmamalıdırlar. O takdirde Allah'ın âyetlerine karşı ileri-geri ko­nuşulacak, alaya alınacaklardır. Bir müslüman buna fırsat vermemelidir.

Âyetin bütünü dikkate alındığında görüyoruz ki, Allah âyetlerine hakaret edilmesine razı olmamakta ve bunun sorumluluğunu müslümana yüklemektedir. Bu konuda müslüman nerede, nasıl davranacağının bilin­cini kazanmalıdır. Zaten âyet bu bilinci vermektedir. Din âlimi ve görevli­leri için çok ince, nazik ve önemli bir metodu işleyen bu âyet, kutsala ha­karet etmenin, alaya almanın erdemsizliğini vurgulamaktadır.

Başkasının inandığı kutsal kitabın âyetleriyle alay etmek, onları ya­lanlamak, onlar hakkında ileri-geri konuşmak bir zulümdür. İnanca saygı duymak, erdemli insan olmanın ve adaletin şartlarından biri ve en önemlisidir. [56]

 

İnanmayanların Sorumluluğu:

 

69. Takva sahiplerine, inanmayanların hesabından her­hangi bir sorumluluk yoktur. Fakat korunurlar, diye hatırlatmak gerekir.

Bu âyet, 68. âyetin bir devamı mahiyetindedir. Bu devamlılığı şu şekilde açıklayabiliriz:

1. Dini tebliğ ederken, kâfirlerin dinle alay etmelerine katlanmaktan dolayı takva sahibi insanlara bir vebal olmayacağı anlatılmaktadır, "Takva sahiplerine inanmayanların he­sabından herhangi bir sorumluluk yoktur". Hesabından kasıt günâhları­dır. Büyük günâhlardan sakınan, dinin emirlerini yerine getiren, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olan takva sahibi insanların üzerine, dine hakaret eden, ileri-geri konuşan, alaya alan kâfirlerin günâhından hiçbir yük yüklenmez.

2. Takva sahibi insanlara düşen görev, onlara öğüt vermektir. Din ile alay edenlerle beraber oturmanın tek mazereti, onlara öğüt verme niye­tidir. Ama bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Din ile alay edecek kadar inkârında ileri giden insana öğüt vermenin faydası olur mu? Bunun cevabını âyetin son kısmı ve A'râf sûresinin 164. âyetiyle vermek müm­kündür.

Yüce Allah "Fakat öğüt düşer" derken, takva sahiplerinin inkarcılara öğüt vermelerinin zorunluluğunu gündeme getirmektedir. Bu öğüt görevinin amacı, bir ihtimali takip etmektir. Bu ihtimâlde din ile alay eden inkarcıların sakınmalarıdır. Onun içindir ki, âyetin sonunda, "Umulur ki korunurlar" ifadesine yer verilmektedir. "Umulur ki korunurlar"ın buradaki yeri, öğüt tarzında verilen din eğitiminin amacı olmaktadır.

"İçlerinden bir grup: 'Allah'ın helak edeceği yahut şiddetli bir şe­kilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?' dedi. (Öğüt ve­renler) Dediler ki: 'Rabbimize mazeret beyan edelim diye, bir de sakınırlar ümidiyle" (A'râf 7/164). Bu âyetin sonunda da, "sakınırlar ümidi" denen amaç yer almaktadır. Bu iki âyetin sonundaki amaçlar, bize şu ilkeyi hatır­latmaktadır: Dinin en azılı düşmanı veya hak olan Kur'ân'ın düşmanı, öğütten etkilenebilir. Peygamberler bu ümit ışığının peşinde koştukların­dan, din bilginleri de bu ümidi kovalamalıdırlar. Öğüt vermeden, o insa­nın dönüp dönemeyeceğini, sakınıp sakınamayacağını nereden anlayabili­riz?

Hz. Mûsâ ile Hz. Harun'u, kendini tanrı yerine koyan Firavun'a gönderirken, öğüt alma ve saygı duyma ümidi besleniyordu (Tâhâ 20/43-44). Demek ki denenmeden bir insanın irâdesinin ne şekilde tezahür ede­ceğini bilemeyiz. [57]

 

Öğüt Kur'ân'la Verilmelidir:

 

70. Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Kazandıkları sebe­biyle hiçbir nefsin felâkete dûçâr olmaması için Kur'ân ile öğüt ver! O nefis için Allah'tan başka ne dost var­dır, ne de şefaatçi. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günâhlar) yüzünden helâka sürüklenmişlerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.

Pek çok konuyu ihtiva eden bu âyet, önceki iki âyetin bir açılımı du­rumundadır, dini yalanlayan, onunla alay eden kimselerin durumunu daha geniş bir bakış açısıyla incelemektedir. Şimdi âyetin analizine geçebiliriz:

1. "Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinenleri bırak!" Âyetin başında yer alan j'i zer emri, "bırak" anlamının yanı sıra, "Yüz çevir, aldırış etme!" mânasına da gelmektedir. Aynı emir Hicr sûresinin 3. âyetinde de geçmektedir. "Onları bırak! Yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyala-yadursun. Yakında bilecekler".

Bu emirden sonra, "dinlerini oyuncak ve eğlence edinenler" ifadesi yer almaktadır. Âyetin bu kısmındaki din ile oyuncak ve eğlence kavram­ları arasındaki ilişkiye iki türlü mana verilmektedir.

a) "Dinlerini oyun ve eğlence edinenler!" Demek ki bir grup insanın dini var, yani bir dini kabul ediyor, ama onu oyun ve eğlence ediniyor. Bu ne anlama gelmektedir? Bu mânayı verince, kâfirler kastedilmiş olmamaktadır. Çünkü kâfirin dini yoktur. Ama âyette "dinlerini" ifadesine yer verilmektedir. Demek ki bir dine inanan insanlar konu edinilmektedir.

Dini olan bir insan, yani bir dini kabul eden insan, onunla nasıl alay eder, onu oyun ve eğlence edinir? Dinin emirlerini, hükümlerini ve açık­ladığı konuları kendi arzu ve görüşüne göre yorumlar, onları bir tarafa atarak fetva verirse, dinini oyun ve eğlence edinmiş olur. Dinî konularda ihtiyatlı davranmayan, taklide dayalı açıklamalarda bulunan, Allah'ın ha­ram dediğini helâl, helâl dediğini haram diyen insanlar, dinlerini oyun ve eğlenceye almış olmaktadırlar.

Dinin sınırlarını zorlayarak, insanların ictihadlarını dindenmiş gibi gösteren ve böylece dini beşerîleştiren insanlar, dinde bölücülük yapma hatâsına düşmüş ve dinî konuları tartışma, münakaşa, kavga ve düşman­lık alanı haline getirmiş olacaklardır. Derin tartışmanın olduğu yerde, ta­raflardan biri diğeri ile alay edecek, onun fikrini oyuncak edinecektir, o zaman din, oyun ve eğlence haline gelecektir.

Bir dine inandığını ve o dinin görevlisi olduğunu söyleyen biri, di­nin hükümlerini tam anlamıyla bilmeden fetva vermeye kalkışırsa veya halk olarak ötede beride dinî konuları tartışırsa, dini oyun ve eğlence edinmiş olacaktır. İnanan insan, inandığını ciddiye alır, ona saygı duyar ve bilmediği halde gelişigüzel onun hakkında konuşmaz ve fetva vermez. Böyle gelişigüzel, oyun ve eğlence edinircesine fetva verenleri, Allah, zâ­lim olarak ilân etmektedir (En'âm 6/93; Nahl 16/116). Allah'a iftira eden insan, zâlimdir; çünkü dinini oyun ve eğlenceye almıştır.

b) "Oyun ve eğlenceyi din edinenler". Âye­tin birinci bölümünü bu şekilde mânaladıranlar da vardır. Bu mânayı ve­renlerin arasında Râzî, Semerkandî ve Muhammed Esed vardır. Râzî, esas mâna olarak "dinlerini oyun ve eğlence edinenleri" aldığı halde, Se­merkandî Te'vtlât-ı Kâşâniyye'sinde ve Muhammed Esed Kur'ân Mesajı-'nda ana mâna olarak almışlardır.

Zemahşerî, bu âyetin tefsirinde bu mânayı bir alternatif açıklama olarak vermektedir. Bu anlama delil olarak hangi âyeti verebiliriz? Câsiye sûresinin 23. âyeti şöyledir: "Hevâ ve hevesini tanrı edineni gördün mü?" Nefsinin arzularını tanrı edinen insan, oyun ve eğ­lenceyi de din edinmiş olacaktır. İbadetini sistemli olarak yapan insanlar olduğu gibi, ibâdetlerini eğlence edinenler, eğlencelerini, oyunlarını din-leştirmiş olacaklardır. Zaten nefsin arzuları, insanı oyun ve eğlenceye, geçici zevklere sürükleyecektir.

Zevk ve eğlenceyi hayatlarının ana gayesi haline getirmek, onu din-leştirmek anlamına gelir. Bu tip insanlar, geçici zevk ve eğlencenin peşine koşmayı tutku haline getirir, böylece onları dinleştirirler. Tutku halinde bir şeyi takip etmek, kendini ona adamak demektir. Kendini adadığı şeyin uğruna hayatını feda edecek demektir. Bunun anlamı da onu tanrılaştır­maktır.

Bu tip insanlar için ruhî ve manevî değerlerin hiçbir anlamı yoktur. Bir şey zevk veriyorsa, o ahlâkî demektir. Ahlâkın ölçüsü zevk, eğlence ve oyundur. Bunların dışında aranacak olan evrensel değerlerin bir mâ­nası yoktur. Zemahşerî, Râzî, Semerkandî ve Muhammed Esed'in bu mânasına, yukarıdaki açıdan bakınca, hak vermemek elde değildir. Ama biz, her iki mânayı kabullendiğimizi söylemeliyiz. Çünkü dinlerini oyun ve eğlence edinenler olduğu gibi, oyun ve eğlence denen, geçici sahte zevklerini din haline getirenler de olacaktır. Âyetin kurgusal yapısından bu insanlara göndermenin olabileceğini söyleyebiliriz. Dinini oyun ve eğlence edinenle, oyun ve eğlencesini dinleştiren, hemen hemen aynı hatâyı işlemektedirler. Allah bu insanları anlatırken, olumsuz bir değerlendirme içinde olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor.

2. "Dünya hayatının al­dattığı kimseleri bırak!" Âyetin bu kısmında garre fiili yer almaktadır. Bu kelimenin çeşitli kalıpları, farklı mânalara gelmektedir, ama esas an­lamı "aldatmak"tır.  garre yegurru kalıbından alınınca, bir insanı bâtıl ve sahte şeylere tamah ettirerek aldatmak anlamına gelmektedir: "Ey insanlar! Allah'ın vaadi ger­çektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın!" (Fâtır 35/5). Bu âyetle En'âm sûresinin 70. âyeti bir araya getirilirse, dünya hayatının aldatıcı olduğuna işaret etmekte oldukları görülür. "Ve aldatıcı şeytan, Allah ile sizi aldatmasın!" (Fâtır 35/5). Demek ki sadece dünya hayatı değil, aynı zamanda da aldatıcı şeytan da insanı kandırmaktadır. Aynı fiil, aynı kalıpta "su" ile kullanılınca, "suyu dökmek" anlamına gelmektedir. Suyu dökmek ile aldatmak arasında yakın bir ilişki olduğundan, aynı fiille ifade edilmektedir. Aldatan insan, gerçeği kabından boşaltmaktadır. Dünya hayatı insanı aldatınca, bütün ümit, inançlarını onun gönlünden boşaltmaktadır.

Bu fiili "kuş" yapınca, yavrusunu yedirmek anlamını ifade etmek­tedir. Aldatıcı dünya hayatının karşısında, hiçbir iş yapmaya gücü olma­yan kuş yavrusu gibi, bazı insanların beyni ve gönlü sahte fikir, inanç ve ümitlerle doldurulmaktadır.

Bu kelime garrare kalıbından alınınca, "tehlikeye atmak", yani insanın kendisini tehlikeye atması anlamını kazanmaktadır. Aldanma veya aldatma ile tehlikeye atma mânaları arasında bir benzerlik vardır. Dünya hayatının, sahte emellerin, şeytanın aldattığı insanlar, aslında Allah katında kendilerini tehlikeye atmışlardır. Onların hayatı intihardan başka bir şey değildir. En'âm sûresinin 70. âyetinde ibsâl kelimesi bunu açık­lamaktadır.

Âl-i İmrân sûresinin 24. âyetinde, insanların uydurdukları şeylerin onları dinleri konusunda aldattıklarından bahsedilmektedir.

Bu kelime JJe. gurur kalıbından alınanca, "hîle" anlamına gelmek­tedir, "Böylece onları hîle ile aldattı" (A'râf 7/22). Kâfir ile

bağlantılı olarak kullanılınca, "yanılgı, gaflet" anlamını ifade etmektedir: "İnkarcılar ancak derin bir gaflet içinde bulunmaktadır­lar" (Mülk 67/20).

Âyetin birinci ve ikinci bölümünde geçen, oyun ve eğlencesini din edinen ya da dinini oyun ve eğlence edinen ile dünya hayatının aldattığı insanlar aynı derecede hatalı iş işlemektedirler. Aslında bu iki grup insanı, aynı gruba dahil edebilir miyiz? O zaman bu iki durum, birbirinin sebep ve sonucu olabilirler. Dünya hayatının aldattığı insanlar, dinlerini oyun ve eğlence edinirler. Dinlerini oyun ve eğlence edinenler, dünya hayatına al­danırlar. Ama iki durumu birbirinden ayrı düşünebiliriz. Dinlerini alaya alanlarla, dünya hayatının aldattığı kimseler, farklı gruplar olabilirler.

3. "Kur'ân ile öğüt ver!". Âyette geçen bihî kelimesin­deki zamîr Kur'ân'a gitmektedir. Onun Kur'ân'a gittiğini Kâf sûresinin 45. âyetiyle ispat edebiliriz: "Tehdidimden korkan­lara Kur'ân'la öğüt ver!". Bu âyette Kur'ân kelimesi geçtiği halde, En'âm sûresinin 70. âyetinde geçmemektedir. Onun için bu âyeti, En'âm sûresi­nin 70. âyetine götürürsek, Allah'ın Hz. Peygamber'e Kur'ân ile öğüt vermesini emrettiğini söyleyebiliriz. Burada şu soruyu sormak gerekir: Kur'ân ile kime öğüt verilecek ve neler anlatılacak? Âyetin devamında bu sorular cevaplandırılmaktadır.

a) "Bir can, yaptığı işlerin eline teslim edilecek­tir". Zemahşerî âyetin bu kısmında geçen ibsâl kelimesine "menetmek, ya­sak ve mahzurlu olan şey; yüzünü ekşitmek, cesur davranmak" mânalarını verdiği gibi, "rehin ve tutsak etmek, teslim etmek, felâkete düşmek" an­lamına da gelmektedir. Bu mânalardan hangisinin seçileceğine yine bir âyetle karar vermek gerekiyor.

"Her nefis, kazandığından dolayı rehin tutula­caktır?" (Tûr 52/21) Bunun anlamı, her can yaptıkları tarafından rehin tu­tulacaktır. Herkes yaptığının sorumlusu olacaktır. Bu âyette geçen rehin kelimesi, En'âm sûresinin 70. âyetinde, ibsâl kelimesinin fiil kalıbı ile ifade edilmektedir. Demek ki Kur'ân ile öğüt verirken ele alınacak ilk konu, mahşerde, insanın bu dünyada kazandıklarına teslim edilip rehin olacağıdır. Bu ne anlam ifade etmektedir? Dinini oyun ve eğlence edinen, dünya hayatına aldanan insan, âhirette bu eylemlerine, inançlarına rehin olacaktır. Başka bir ifade ile, onlardan dolayı Allah tarafından rehin tutu­lacaktır. İbsâl kelimesini, "teslim etmek" mânasına alırsak, âhirette kişi bu dünyada yaptığı amellerine teslim edilecektir, demektir.

b) "O nefis için Allah'tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçi?" Kur'ân ile öğüt verirken ele alınacak ikinci konu, mahşerde insan amellerine rehin kalınca, onların eline teslim edi­lince, dost ve şefaatçisinin kim olacağı meselesidir. Yüce Allah, kendisin­den başka şefaatçi ve dost olamayacağının bilincinde olunmasını iste­mekte, bu bilinçle dünya hayatına aldanmayı ve dinini oyun ve eğlence edinmeyi engelleme amacını gütmektedir. Bu konu Bakara sûresinin 48. âyetinde geniş bir şekilde açıklanmıştı.

c) "O nefis, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez ". Âyetin bu kısmında geçen adi keli­mesi, "fidye" mânasına gelmektedir. Bu kelime ve onunla ilgili konu, Ba­kara sûresinin 48. âyetinde açıklandı. Burada söylenecek şey, mahşerde azaptan kurtulmak için fidyenin geçerli olmadığının bilincinde olarak dav­ranmanın gerektiğidir.

d) "Onlar kazandıkları yüzünden helâka uğ­ramışlardır". Ayetin bu kısmındaki ibsâl kelimesine "helak olmak, rehin tutulmak" mânaları verilebilir. Mahşerde insanın başına ne gelecekse yap­tıklarından gelecektir. İnsanın amelleri, mahşerde onu tutsak edip helake sürükleyecektir. Kur'ân ile verilecek öğüdün dördüncü basamağı budur.

e) "İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır". Âyette iki kere kesebe fiili, yani "kazanmak, iş işlemek" kelimesi geçtiği halde, bu bölümde inkâr kelimesi geçmektedir. Kesb kelimesi, eylemle alâkalı, inkâr ise inançla ilgili bir kavramdır.

Ameller rehin alırken veya aldırırken, inkâr azabın içine atmaktadır. Böylece Kur'ân ile öğüt verecek olanlar, dini oyun ve eğlenceye almanın, dünya hayatına aldanmanın, yani inkârın ne kadar vahîm bir iş olduğunu anlatmalıdırlar. [58]

 

Şirk Ve Şeytan:

 

77. De ki: "Allah'ı bırakıp da bize ne fayda ne de zarar veren şeylere mi yalvaralım? Allah bizi doğru yola ilettikten sonra topuklarımızın üzerinde gerisin geri mi dönelim? Tıpkı kendisini doğru yola çağıran ar­kadaşları: 'Bizimle gel' diye seslendikleri halde şeytanların ayartmasına kapılıp dünyevî zevkler peşinde körü körüne koşturan kimse gibi (mi olalım? ") De ki: "Allah'ın gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir ve biz âlemlerin rabbine teslim olmakla emrolunduk".

72. Namazı kılınız, Allah'tan sakınınız, diye emredildi. O, huzuruna varıp toplanacağımız Allah'tır.

Âyetin geneline bakınca, sanki birileri Hz. Peygamber ve arkadaş­larını putperestliğe çağırıyor, Allah da bu çağırıya karşı nasıl cevap verile­ceğini öğretiyor.

Böyle bir çağrının zorlayacak kadar ciddî boyutlara ulaştığını, En'âm sûresinin 56. âyetinden de anlıyoruz: "De ki: 'Allah'tan başka tap­tığınız şeylere tapmak bana yasak edildi'. De ki: 'Ben sizin arzularınıza uymam, aksi halde sapıtırım da hidâyete erenlerden olmam!" Bu âyet bize ifade ediyor ki, putperestler Hz. Peygamber'i, şirke dayalı inançlarına çekmek istiyorlardı. Onun içindir ki Allah, Hz. Peygamber'den yasağı onlara hatırlatmasını, onların arzularına uymayacağını, uyarsa nelerin ola­cağını söylemesini istemiştir.

Bir bakıma En'âm sûresinin 71 âyeti, En'âm sûresinin 56. âyetinin devamı ve bir açılımı mahiyetindedir. Onun içindir ki, 71. âyeti açıklar­ken, putperestler tarafından yapılan çağrıya üç soru ile cevap verildiğini dikkate alarak, yeni bir metot geliştirildiğine dikkat çekmek gerekiyor. Şimdi âyeti, sorulan soruların analizini yaparak yorumlayabiliriz:

1. "De ki: 'Allah'ı bırakıp da bize ne fayda ne de zarar vermeyen şeylere mi yalvaralım?" Bu soru ile En'âm sûresinin 56. âyetini karşılaştırırsak görürüz ki, En'âm sûresinin 56. âyetinde Hz. Peygamber sadece kendisinin Allah'tan başkasına tap­masının yasaklandığını söylemişti. Ama bu âyette çoğul bir ifade kulla­nılmaktadır. "Yalvaralım" ifadesi çoğuldur. Bundan anlaşılıyor ki, bir grup adına konuşması, onların sözcüsü olması istenmiştir, yani Allah ta­rafından istenmiştir. Âyetin bu kısmındaki ned'û kelimesine, "Yalvaralım" mânası verileceği gibi, "Tapınalım" mânası da verilebilir. Birinci soru, fayda ve zarar kavramlarını öne çıkararak sorulmaktadır. Bu şekilde soru ve açıklamalar, Kur'ân'ın pek çok âyetinde yer almaktadır.

Bu kavramlardan hareketle Hz. Peygamber'e sorulan bu soruya gü­nümüzün müslümanlarımn da ihtiyacı vardır. Çünkü pek çok müslüman, Allah'tan başka varlıklardan, hatta ölülerden yardım beklemektedirler. Bu durum müslümanlarm aynı anda hem Müslümanlığı hem de şirki yaşama­larına sebep olmaktadır.

Böylece âyet, fayda ve zarar kavramlarından kalkarak insanı tevhîd inancına getirmektedir. Ama soru şeklinde yöneltilerek, insan aklı çalış­tırılarak meselenin kabullenilmesine gidilmektedir. Demek ki insan, ken­disine gelecek olan fayda ve zararları düşünerek Allah'a varabilir.

2. "Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra topuklarımızın üzerinde gerisin geri mi dönelim?" Tek tanrı inan­cından, çok tanrılı inanca dönüşü, Allah geri dönüş olarak kabul etmek­tedir. Onun içindir ki, Allah, bunu topuklarının üzerine gerisin geri dön­mek olarak nitelendirmektedir. Mecazî bir anlatımla Allah, gönlün tevhîd inancından çok tanrılı inanca geçişini, maddî anlamda insanın topukları üzerinde geriye dönmesi olarak mânalandırmaktadır. Sanki gönlünde to­pukları vardır, onlarla geri dönerek putperestliğe düşmektedir.

Bunun anlamı nedir? Bunun anlamı, tevhîd inancının doğal olduğu, çok tanrılı inancın, yani putperestliğin sonradan meydana çıktığıdır. Tek tanrı inancı ilâhî kader olduğu halde, çok tanrı inancı, insanın uydurduğu sahte bir inanış biçimidir. Böylece çok tanrılı inanca sahip olanlar, doğaya aykırı hareket etmektedirler. Bundan hareketle diyebiliriz ki, putperestler doğa ile çatışmaktadırlar. İnsanın doğası ile çatışanlar, Allah ile de çatış­maktadırlar. Çünkü o doğayı yaratan Allah'tır.

İnsanın beyni ve gönlü tevhîd inancına doğru akıp giderken, çok tanrılı inanç, o akan nehri tersine akıtmak kadar sahte ve zor bir iş olmak­tadır. İnsan beynini ve gönlünü geri çevirmek bir zulüm olduğundan, şirke, en büyük zulüm ve sapıklık denmiştir (Nisa 4/116; Lokman 31/13).

Üstelik Allah doğru yola ilettikten sonra şirke dönmek, büsbütün zulüm olmaktadır. Allah doğruya ilettikten sonra, kötü anlamda gerçek­leştirilen bu değişim, nefsin beyni ve gönlü sarsan depreminden başka bir şey değildir.

3. "Tıpkı kendisini doğru yola çağıran arkadaşları: 'Bizimle gel!' diye seslendikleri halde şeytanların ayartmasına kapılıp dünyevî zevkler peşinde körü kö­rüne koşturan kimse gibi (mi olalım?)". Âyetin bu kısmında açıklanması gereken iki kavram yer almaktadır:

a) "Şeytanların ayarttığı kimse!" Buradaki istehvet kelimesi, hevâdan türemiştir. Bu kelimenin mânası, Hac sûresinin 31. âyetinde verilmiştir. "Yukarıdan aşağı düşmek, çukura düşmek  yukarıdan  aşağı  yuvarlanmak"   anlamına  gelmektedir: "Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o gökten düşüp parçalanmıştır". Bu âyette harre kelimesi, hevâ kelime­sine mâna vermektedir. Şeytanın birinin şuurunu ve aklını çalması, kötü isteklerini ona hoş göstermesi anlamına gelmekte; onu yoldan çıkarması, onu şaşırtması, onu boşluğa bırakması mânasını da ifade etmektedir.

Onun içindir ki, Bakara sûresinin 256. âyetinde gönlün şirkten te­mizlenip tevhîd inancını yakalaması, sağlam kulpa yapışmak olarak nite­lendirilmektedir. Tevhîd inancını bırakıp şirke dönmek de, bu sağlam kulptan elleri çözülüp boşluğa düşmektir. Şeytanların ayarttığı, saptırdığı ya da boşluğa bıraktığı kimse gibi olunamayacağı ifade edilirken, bu keli­meye yer verilmektedir.

b) "Şaşkın bir halde!" Âyetin bu kısmında hayran kelimesi yer almaktadır. Şaşkın bir durumu ifade eden bu kelime, çıkış yolunu bu­lamayacak bir şekilde tereddüt içinde olmak anlamına gelmektedir.

Bu kısma bir bütün olarak bakarsak, şeytanların ayartıp yoldan çı­kardığı kimseler, şaşkın halde dolaşıp dururlar. Onlar sanki yüksek bir yerden alçak bir yere düşüp ne olduğunun farkında olamayan kimselerin durumundadırlar. Tevhîd inancından şirke düşen insanlar, yüksek bir yerden şeytanların aşağıya attığı insanlardır.

Arkadaşları kendisini tevhîd inancına çağırdığı halde şeytanlara kapılan insanlar, tevhîdden şirke dönenlere benzemektedirler, ya da müş­rikler onlara benzemektedirler. "Arkadaşlarının çağırması" ifadesinden, eğitim faaliyetini anlıyoruz. Tevhîd inancının öğretilmesine rağmen şey­tanın etkisinde kalıp şirke sapmak, öğrendiklerine ters düşmektir. Böyle bir çağnya geçmişten iki örnek verebiliriz:

Meryem sûresinin 42. âyetinden başlayıp 49. âyete kadar devam eden Hz. İbrahim'le babasının arasındaki konuşma, Hz. İbrahim'in ba­basını tevhîd inancına çağrısını anlatmaktadır. Hz. İbrahim, babasının şeytana taptığını söylerken, şeytanın onu nasıl etkileyip yoldan çıkardı­ğına işaret etmektedir.

Hûd sûresinin 42-43. âyetlerinde, Hz. Nuh'un oğluna çağrısı anla­tılmaktadır. Şirkten bir türlü kurtulamayan oğlunun sonu, ölüm olmuştur. Demek ki şirk batağına dalan insanlar, manen ölüdürler. Görüldüğü gibi oğul babasını, babası oğlunu tevhîd inancının yoluna davet ederken, onlar şeytanın boşluğa bıraktığı insanlar gibi tereddüt, şaşkınlık denizinde do­laşıp durdular, tıpkı dümensiz gemi gibi.

kararlılık, bir tereddütsüzlük, bir şüphesizlik ve bir netliktir. Ama şirkte bir tereddüt, şüphe ve bulanıklılık vardır. Bu âyetle, insan beyni ve gönlü tereddüt, şaşkınlık ve bulanıklılıktan kurtarılmak istenmektedir. Müşrik şaşkınlık içinde olan insandır.

4. "De ki: 'Allah'ın yolu yegâne yoldur". Bun­dan önce üç tane soru ile şirkin binası sarsılmakta, şeytanın yolundaki köprüler atılmaktadır. Şirkin ve şeytanın yolu atılırken, yerine âyetin bu kısmı ile Allah'ın yolu konmaktadır. Dikkat edilirse, âyetin bu bölü­münde, hudâ kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime hem "yol", hem de "rehberlik" anlamına alındığı zaman, "De ki, Allah'ın rehberliği yegâne rehberliktir" şeklinde mânalandırmak gerekir.

Aynı açıklama Bakara sûresinin 120. âyetinde de görülmüştü. Ba­kara sûresinin 120. âyetinde sahte ve kötü arzuların dışında kalan yol, Al­lah'ın yolu olurken, burada şeytanın yolunun ve şirkin dışında kalan yol olmaktadır. Allah'ın çağrısında ve onun rehberliğinde kesinlik vardır, O, kulları için asla kötüyü düşünmez. Tereddütün, şüphenin, bulanıklılığın, şaşkınlığın olmadığı rehberlik ve yolun tek sahibi Allah'tır.

5. "Bize, âlemlerin rabbine teslim olmamız em­redildi". Demek ki Allah'ın yolu, O'na teslim olmaktır. "Biz" derken, toplumsal mânada bir oluşu ifade etmektedir. Tam anlamı ile Allah'a tes­lim olmayan insan, kolaylıkla şeytanın etkisi ile şirke sapabilir. Onun için âyetin sonundaki ilâhî emirde, tam teslimiyet vurgulanmaktadır. İlâhî reh­berliğin ilk basamağı teslimiyettir. Din eğitimcileri de bu noktadan başlar­larsa, Kur'ân'ın metodunu uygulamış olurlar.

Allah'a teslimiyetten sonra, emredilen ikinci amel, namazı kılmaktır. Onun içindir ki 72. âyette şu ifade yer almaktadır: "Namazı dosdoğru kılınız!". Allah Teâlâ'nın çağrısı olan tevhîd inancı kabullenil­dikten sonra, yapılacak ibâdetlerin başında namaz gelir. Bunun sebebi, Ankebût sûresinin 45. âyetine göre namazın bir ahlâk sistemi olmasıdır. Demek ki iman, yani teslimiyetten sonra ahlâk gelmektedir.

Yapılacak işlerin üçüncü basamağında, Allah'ı üzmekten sakınmak gelmektedir. Başka bir ifadeyle, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olmak geliyor. Bunun anlamı, takva denen ruh olgunluğunu elde etmek­tir. Dördüncü merhalede de: "O, huzuruna varıp topla­nacağınız Allah'tır" inancı yer almaktadır. Demek ki 71. âyet ile 72. âyet şirkten kurtulmanın formülünü vermektedir. Öncelikle gerçek yolun ve rehberliğin Allah'ın yolu ve rehberliği olduğuna inanmak, Allah'a teslim olmak, namazı kılmak, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olmak, yani takva ve Allah'ın huzurunda toplanılacağına inanıp ona göre davran­mak. Bu formülü uygulayana şeytan hâkim olamaz, geri dönüp şirke saplanması mümkün değildir.

Günümüzün ve geleceğin din âlimleri, Allah'ın Hz. Peygamber vasıtasıyla insanlığa aktardığı bu ilkeleri insanlığa kazandırmalıdırlar. Din eğitiminin yolu bu olmalıdır. Bu yol insanı Allah ile barışık tutacak, onu şirk batağına gömülmekten kurtaracaktır. Allah'ın huzurunda kul olma, insanlar arasında da insan olma onurunu duymasını temin edecektir. [59]

 

Yaratan-Yaratılan İlişkisi:

 

73. O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır. "Ol" dediği gün her şey oluverir. O'nun sözü gerçektir. Sûra üflendiği gün de hükümranlık O'nundur. Gizliyi ve aşikâr olanı bilendir. O, tam hikmet sahibidir ve her şeyden haber­dardır.

Bu âyetle Allah hem kendini tanıtmakta, hem de varlıklar âlemi ile olan ilişkisini anlatmaktadır. Âyetin açıklamasını yaparken bu sistem gö­rülecektir.

1. "O, gökleri ve yeri hak ile yara­tandır". En'âm sûresinin 1. ve 3. âyetlerinde bu konu ele alınmış, 14. âyette de tekrar değinilmişti. Özellikle En'âm sûresinin 1. âyetinde, gök­leri ve yeri yarattığını söylemiş, ama hak kavramını kullanmamıştı. Me­selâ İbrahim sûresinin 19. âyetinde gökleri ve yeri hak ile yarattığını söy­lemektedir. Kur'ân'ın pek çok âyetinde yaratma ile hak kavramları bir arada kullanılmaktadır.

Hak ile yaratmasının anlamı, hikmetle, hakkı izhâr etmek ve hakla bâtılı açıklamak amacıyla yaratmış olmasıdır. İbn Abbâs, Hâzin ve Nesefî bu açıklamanın parçalarını koymuşlardır. Hak ile demek, bir amaca yöne­lik demektir. Hak ile demek, gerçekten var olan ve potansiyel olarak var olan her şeyin anlamlı olması demektir. Hak ile demek, hiçbir şeyin kâ­inatta tesadüfi olmadığını söylemektir.

"Hak ile yaratma"nın ne anlama geldiği, Âl-i İmrân sûresinin 191. âyetinde verilmektedir: "Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında de­rin derin düşünürler (ve şöyle derler): 'Rabbimiz! Sen gök ile yeri boşuna yaratmadın ". Demek ki hak ile yaratmanın anlamı, boşuna yaratmamaktır. Boşuna yaratılmayan şeyin bir hikmeti, bir amacı ve bir öğretisi vardır.

Hak, "boş olmayan" anlamına gelmektedir. Sâd sûresinin 27. âyetinde de aynı şey vurgulanmaktadır:

"Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadın. Bu, inkâr edenle­rin zannıdır".

Demek ki Allah, kâinatı, amaç ve anlamdan yoksun olarak yarat­mamıştır. Kainatın amaç ve anlamdan yoksun olduğunu, ancak kâfirler söyler. O zaman şu soru sorulur: Kâinatın amacı ve anlamı nedir? Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretini ortaya koyması, sıfatlarını tezahür ettir­mesi, insana fizikî bir çevre hazırlaması, insanı alıp Allah'a götürmesi ve insanın önüne araştırsın diye kâinatın ödev olarak konmasıdır. Göklerin ve yerin hak ile yaratılmasının anlamını bu şekilde verebiliyoruz.

2. "Ol dediği gün her şey oluverir". Yüce Allah­'ın bu kâinatı yaratırken, daha sonra âhirette insanları diriltirken kullandığı sistemin adı, "ol" demektir. "Ol" dediği her canlı ve nesneler hemen olu­verir. Yasin sûresinin 82. âyetinde bu sistem şöyle açıklanmaktadır: "Bir şey yaratmak istediği zaman O'nun yaptığı, 'ol' demekten ibarettir; hemen oluverir". Demek ki Allah'ın ol demeden önce, istemesi gelmektedir. Bir şeyi var etmek için irâdenin olmasının ve ol emrinin verilmesinin gerekli olduğunu Allah beyan etmektedir. Bu sistemi hiçbir varlık kullanamaz, o Allah'ın yaratmasıdır.

3.  "O'nun sözü gerçektir". Âyetin birinci kısmında şunlar ifade edilmektedir. Gökleri ve yeri hak ile yarattı, çünkü O'nun sözü hak­tır. Yüce Allah boş yere ol demez. O'nun ol deyip yarattığı şey de boşuna değildir. Kur'ân ve daha önceki peygamberlere gönderdiği vahiy de O'­nun sözü olduğundan, onlar da hakkı açıklamakta, hakkı konuşmaktadır­lar. Allah boşuna, amaçsız ve anlamsız bir söz söylemez. Bu açıdan da O'nun eşi yoktur.

4. "Sûra üflendiği gün de hükümranlık O'-nundur". Ayetin "Sûra üflendiği gün" kısmı hariç, hükümranlığın Allah'a ait olduğu konusu, Fatiha sûresinin 4. âyetinde anlatılmıştı.

Mülk, kudret ve kanun, kâinatın idaresi, siyasî erk, kral, sahip ol­mak, melek adı, idare edilen, kendine sahip çıkmak mânalarına gelen bir kelimedir. Bu mânaların âyetlerle açıklanması için Fatiha sûresinin 4. âyetine bakılabilir. En'âm sûresinin 73. âyetindeki mânası, "sahibi ol­mak"; mülkün, yani idarenin sadece kendisine ait olmasıdır. Fâtiha'da ceza ve mükâfat, yani din gününün yegâne sahibi, hükümrânı O'dur dendiği gibi, burada da sûra üfürüldüğü günün sahibi, hâkimi anlamına gelmektedir.

Âyetin bu kısmında yer alan diğer bir kavram da sûrdur. Kıyametin kopuşunda ve âhirette tekrar dirilişimizde İsrafil meleğinin üfleyeceği bo­runun adı olmaktadır. Boru mânasını, beşerî idrâke sunulması adına vermiş oluyoruz.

Sûra iki defa üfleneceğini Zümer sûresinin 68. âyetinden öğreniyo­ruz: Sûra üflenince, Allah'ın diledikleri istisna olmak üzere, göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölecektir. Sonra ona bir daha üflenince, bir de ne göresin, onlar ayağa kalkmış bakıyorlar!"

Demek ki birinci sûra üfürülünce, tabiat kanunları, yani kâinatın dü­zeni tamamen altüst olacak, İbrahim sûresinin 48. âyetinde buyurulduğu gibi, yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüşecektir. Daha sonra ikinci üfleme ile insanlar dirilecek, İbrahim sûresinin 48. âyetine göre gücüne karşı konulamayacak, En'âm sûresinin 73. âyetine göre, o günün yegâne sahibi olan Allah'ın önüne çıkarılacaklardır.

Yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüşünce ve âhirette tekrar dirilince ne olacak, Allah'ın hükümranlığında neler olacaktır? Bu sorunun net cevabını Zümer sûresinin 69. âyeti vermektedir. Yer ilâhî nurla aydınlanacak, kitap ortaya konacak, peygamberler ve şahitler getiri­lecek, aralarında hakkaniyetle hüküm verilecek ve asla zulmedilmeyecek-lerdir.

Fatiha sûresinin 4. âyetine göre, din gününün yegâne sahibi, En'âm sûresinin 73. âyetine göre, sûra üfürüldüğü günün yegâne sahibi, İnfitâr sûresinin 19. âyetine göre, mahşer gününde bütün işin kendisine kaldığı Allah'ın hükümranlığında zulüm yoktur.

5. "Gizliyi ve aşikâr olanı bilendir, O hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır". Âyetin son bölümünü teşkil eden üç sıfattır: Bilmek, işini yerli yerinde yapmak ve her şeyden haber­dar olmak. Bu sıfatların burada sıralanmasının sebebini, âyetin önceki kı­sımlarına bakarak tesbit edebiliriz: Gökleri hak ile yaratırken, ol dediği her şey olurken, sözü gerçek olurken, âhirette hükümranlığını sürdürürken, öne çıkan sıfatlardan üçü ilim, hakîm ve habîrdir. Başka bir ifade ile bilme, her şeyi yerli yerinde yapma ve her şeyden haberdar olmasıyla bunları gerçekleştirmektedir.

Önceki iki âyetin devamı mahiyetindeki En'âm sûresinin 73. âyetine başka bir açıdan bakarsak, âyetin her bölümünde Allah anlatılmakta, müminlerin nasıl bir Allah'a inandıkları açıklanmaktadır. [60]

 

Hz. İbrahim'in Arayışı:

 

74. İbrahim, babası Âzer'e demişti ki: "Sen putları tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum ".

75.  Böylece biz İbrahim'e, göklerin ve yerin melekû-tunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.

76.  Üzerine gece basınca (İbrahim) bir yıldız gördü: "Budur rabbim" dedi. Yıldız batınca: "Batanları sev­mem " dedi.

77. Ayı doğarken görünce: "Budur rabbim " dedi. O da batınca: "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, el­bette sapan topluluktan olurdum " dedi.

78.  Güneşi doğarken görünce: "Budur rabbim, bu daha büyük" dedi. (O da) batınca dedi ki: "Ey kavmim, ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uza­ğım".

79.  "Ben, yüzümü tamamen gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben O(na) ortak koşanlardan değilim!"

80.  Kavmi onunla tartışmaya girişti. (O onlara) dedi ki: "Beni doğru yola iletmiş iken Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam, ancak rabbimin dilediği olur! Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ (kendinize gelip) öğüt almıyor musunuz?"

81. "Hem siz, Allah'ın size (tanrı oldukları) hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, O'na ortak koşmaktan korkmuyor musunuz da ben nasıl sizin (O'na) ortak koştuğunuz şeylerden korkarım? Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki topluluktan hangisi (tek Allah'a ina­nanlar mı, yoksa Allah'a ortak koşanlar mı) güvende olmaya daha lâyıktır? "

Bu âyetlerde Hz. İbrahim'in bir taraftan şirkle mücadele vermesi, diğer taraftan da tevhîd inancı konusundaki arayışları anlatılmaktadır. Hz. İbrahim'in milletinden olan Hz. Nûh da şirkle çetin bir mücadele vermişti. Hz. Nûh, oğlu ile uğraşırken, onu Allah'a imana davet ederken, onun milletinden olan Hz. İbrahim (Sâffât 37/83) babasını şirkten kurtarıp tev­hîd inancına gelmesi için mücadele veriyordu.

1. Hz. İbrahim, babası Âzer'e şirkin kötülüğünü anlatıyor. "ibrahim, babası Âzer'e demişti ki: 'Sen putları tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum' demişti".

Âyetin bu kısmından çıkarılacak ilkeler vardır. Öncelikle, Şuarâ sû­resinin 214. âyetiyle Hz. Peygamber'e "En yakın akrabanı uyar!" emrini Hz. İbrahim'in uyguladığını görüyoruz. Yani Hz. İbrahim en yakınından başlamıştır. Şirkle mücadelesinde ilk önce babasını seçmiştir. Tebliğde, uyarıda peygamberler daima yakın çevrelerinden başlayarak, uzak çevre­lerine doğru açılım gösteren bir metot uygulamışlardır.

Hz. İbrahim babasına uyarıda bulunurken bir soru sormaktadır: "Sen putları tanrı mı ediniyorsun?" Aslında bu soru şok bir sorudur. Oğlundan babasına balyoz gibi indirilen bir soru olmaktadır. Şirkle ölmüş olan gönüle yapılan şok tedavi şeklini andırmaktadır.

Bu sorunun ardından, Hz. İbrahim müşriklerin değerlendirmesini yapmaktadır. Doğrudan doğruya babasına ve babasının toplumuna "sapık" demiştir. Demek ki şirk, sapıklıktır, müşrik de sapıktır. En'âm sûresinin 56. âyetinde, Allah'tan başkasına tapmanın sapıklık olduğu ilân edilmişti. Lokman sûresinin 13. âyetinde, Lokman aleyhisselâm şirki zu­lüm olarak nitelemiştir. Hz. İbrahim'in nitelendirmesiyle de "apaçık bir sapıklık" olmaktadır.

Buradan hareketle şu noktaya varıyoruz: Din eğitimi ve öğretimi, öncelikle şirkle mücadele vermelidir. Şirkin dünya insanlığının beyin ve gönlünü kirlettiğine, Allah ile olan ilişkileri bozduğuna şahit oluyoruz. Din eğitimcileri, enerjilerinin büyük çoğunluğunu şirkle mücadeleye har-camalıdırlar. Semavî kaynaklı olduğunu öne süren dinlerin din âlimleri, şirkle mücadelenin zulümle, sapıklıkla mücadele olduğunu bilerek hareket etmelidirler.

2. Kesin inanç nereye bağlıdır? Yüce Allah Hz. İbrahim'in kesin bir imana sahip olabilmesi için ona bir öğretim şekli uygulamaktadır. "Böylece Biz İbrahim 'e, göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan ol­sun!" (En'İm 6/75).

Hz. İbrahim açısından bakınca onun gözleme başvurduğunu görü­yoruz. Demek ki iman eğitiminde gözlem metodunun önemli bir yeri var­dır. Çünkü gözlem, imanı doyum noktasına ulaştırmakta ve ona kesinlik kazandırmaktadır. Bakara sûresinin 260. âyetinde ölünün diriltilmesini Allah'tan gösterilmesini isterken Hz. İbrahim, imanının doyum noktasına ulaşmasını mazeret olarak göstermişti.

En'âm sûresinin 75. âyetinde de kesin imana ulaşması için Allah ona göklerin ve yerin melekûtunu göstermiştir. Melekût nedir? Melekût, "mülk" anlamına gelmektedir. Râzî'ye göre, kelimenin sonundaki "te" harfi, mübalağa için gelmiştir. Buradaki mülk, Allah'ın gökler ve yer üzerindeki güçlü hükümranlığını ifade etmektedir. Melekût, ilâhî idarenin altında, kâinatın işleme tarzı anlamına da gelmektedir.

Hz. İbrahim'im imanı bu gözlemle doyum noktasına ulaşacağına ve kesinlik kazanacağına göre, maddî âlemi aşarak, o âlemi yaratan varlığa ulaşması, O'nun kudretini anlaması bakımından kâinatın kanunlarına hâ­kim olmayı da ifade etmektedir.

Diğer taraftan bu âyetteki melekût kavramını Fussılet sûresinin 53. âyeti ile de mânalandırabiliriz: "İnsanlara dış âlemde ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz" buyurulurken, gösterilecek olan şeyin âyetler olduğu ifade edilmektedir. "Âyet" ile "melekût", bu mânada bir araya gel­mektedirler. Buradaki âyetler kavramı, dış âlemle insanın iç âleminin ka­nunları anlamını ifade etmektedir.

Başka bir ifade ile Allah'ın o âlemleri idare ederken koyduğu ka­nunlardır; melekût da bu demektir. Fussılet sûresinin 53. âyetindeki göz­lemin amacı (Kur'ân'm) hak olduğunun insanlara belli olmasıdır, yani Kur'ân hakikatine inanmalarıdır. En'âm sûresinin 75. âyetinde de imanın kesinlik kazanması amaç edinilmektedir.

Biz bundan şu neticeyi çıkarıyoruz: Tabiat bilimleri, gözlemle deney arasındaki ilişkiler sistemine göre elde edilmektedir. Nazariye, gözlem ve deney, bilimsel bilginin temelini oluşturduğuna göre, din eğitiminde iman, gözlem ve deney üçlüsünün yer alması gerekiyor. Bu üçlü, gönül­deki imana kesinlik ve doyum kazandırmaktadır. Hz. İbrahim olgusunda, deneyi yapan Allah'tır. Gözlemi de O yaptırıyor. Hedef ise Hz. İbrahim­'in imanına kesinlik kazandırmaktır. Demek ki dînî tahsil yapanlar, mut­laka deneysel bilimleri öğrenmelidirler. Tabiat kitabını okumayanlar, ta­biat kanunlarını öğreten deneysel bilimleri öğrenmeyenler, göksel bilim­den haberi olmayanlar, Kur'ân'ı anlayıp anlatmakta zorluk çekerler ve eğitimde etkili olamazlar.

En'âm sûresinin 75. âyetine bilgi nazariyesi açısından bakarsak, şu neticeye varabiliriz: Bilginin kaynağında, akıl, sezgi ve deney vardır, di­yenlerin düşüncelerini kabul etmemizle beraber, bütün bu kaynakların ötesinde gerçek bilginin kaynağında ilâhî ilham vardır, ilkesine varıyoruz.

Göksel ve yerel ilimlerin araştırmacılarının, araştırmalarında tesbit ettikleri ve çözümledikleri kanunların kaynağında ilâhî ilham vardır. Bunun anlamı şudur: İlâhî bilginin ve öğretisinin olmadığı yerde, beşerin bilgi elde etme imkânı olamaz. En'âm sûresinin 75. âyetinde bu gerçeğe dikkat çekilmek­tedir.

3. Gözlem başlıyor. Hz. İbrahim tevhîd inancına vardıracak olan bir dizi gözlem yolculuğuna başlıyor ve gözlemle beraber akıl yürütmesini de sürdürüyor. Bu yolculuğundaki gözlem ve akıl yürütmesinin amacı, tek Allah inancına, başka bir ifadeyle tevhîd inancına ulaşmaktır.

a) "Gecenin ka­ranlığı onu kaplayınca, bir yıldız gördü. 'Rabbim budur' dedi. Yıldız ba­tınca, 'Batanları sevmem' dedi" (En'âm 6/76). Âyette geçen o cenne kelimesi, "örtmek kapatmak" anlamına gelmektedir. Ölü ile kullanılınca, "kefenlemek"; gece ile beraber kullanılınca, "gecenin kararması, basması, örtmesi"; cunne kalıbından kullanılınca, "aklın yok olması, delir­mek"; bitki ile kullanılınca, "uzayıp kalınlaşmak"; sinekle beraber getiri­lince, "vızıltısının fazla olması"; ecenne kalıbından alınınca, "birini deli etmek, aklını almak"; ictenne kalıbından, "gizlenmek, saklan­mak"; cânnun kalıbı da "cin, yılan"; cenan kalıbı, "kalp, her şeyin içi, ruh, gizli iş, gecenin karanlığının şiddeti"; cennet kalıbı da "bahçe, bostan, cennet" mânalarına gelmektedir.

 

Cennet Kelimesinin Kur'ân'daki Anlamları:

 

1. Örtmek. Yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 76. âyeti de bu anlama gelmektedir: "Gece onu Örttüğü za­man".

2. Yılan. Kur'ân'da, özellikle Hz. Mûsâ'nun asâsıyla ilgili âyet­lerde, asânm yılana dönüşümü anlatılırken bu kelime kullanılmaktadır. "Asanı at! Mûsâ (asayı atıp) onu yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı" (Nemi 27/10). Bu âyette jl» cânnun kalıbı kullanılmaktadır.

3. Cin. "Görünmeyen, şeytanların meydana geldiği, müslümanı ve kâfiri olan, irâdeye sahip varlıklar" anlamına gelmektedir. Hz. Âdem'e

secde etmeyen İblîs de cinlerdendi. "Cinleri Allah'a or­tak koştular" (En'âm 6/100).

4. Delilik. "Cinnet getirmiş, cin çarpmış" anlamında Kur'ân'da iki kalıpta kullanılmaktadır. Birisi cinnet, diğeri mecnûn kalıplandır: "Düşünmediler mi ki, arkadaşların da (Muhammed'de) delilik yoktur?" (A'râf 7/184) derken, cinnet kalıbı; "Dediler ki: 'Ey kendisine Kur'ân in­dirilen (Muhammedi) Sen mutlaka bir mecnûnsun!" (Hicr 15/6) derken de mecnûn kalıbı kullanılmaktadır. Cinnet getirmiş, cin çarpmış anlamına gelmektedir.

5. Bahçe. Kur'ân'ın bazı âyetlerinde dünyadaki bir bahçeyi ve bostanı ifade etmektedir. O zaman "cennet" kalıbında kullanılmaktadır. Bakara sûresinin 265. âyetinde "bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki" şeklinde yer alan ifade de bu anlama gelmektedir. "Biri sağda, diğeri solda iki bahçeleri vardı" (Sebe 34/15) âyetinde de bu mânayı ifade etmektedir.

6. Cennet. "Bahçe" anlamına gelmesine rağmen, "öldükten sonra iyi insanların gidecekleri yer"in adıdır: "Takva sahip­lerine vaad olunan cennetin özelliği" (Muhammed 47/15).

7. Kalkan. Bu kelimenin cunne kalıbı, "kalkan" anlamına gelmektedir. "Onlar yeminlerini kalkan ya­pıp Allah'ın yolundan alıkoydular" (Mücâdele 58/16).

8. Çocuk. "Vie siz annelerinizin karınla­rında bulunduğunuz sırada!" (Necm 53/32).

Anne karnındaki çocuğa cenîn denir. Anne karnı onu saklayıp ört­tüğü için ona cenîn denmiştir. Gece basınca, Hz. İbrahim bir yıldız görü­yor, gördüğü yıldız hakkında şöyle bir değerlendirme yapıyor: "Rabbim budur". Bunun anlamı, Hz. İbrahim rab denen varlığı aramaya çıktığında, yakınındaki objelerden birini değil de, uzakta ışık verip parla­yan yıldızın tanrı olabileceği konusunda bir akıl yürütmesi yapmıştır.

Dikkat edilirse Hz. İbrahim bu noktada kalmayıp, mantık silsilesini işletmeye devam ediyor ve şöyle diyor: "Yıldız ba­tınca, batanları sevmem dedi". Yıldızın kaybolması, onun hareket ettiğine işaret etmektedir. Batan bir şey, aynı zamanda doğmuş demektir. Doğup batan bir cisim veya varlık tanrı olamaz.

"Batanları sevmem" ifadesindeki sevgiyi, "inanmak" mânasına al­mak gerekiyor. "Batanlara inanmam" demektir. Başka bir ifade ile "Batan varlıkların tanrı olmasını kabul etmiyorum" anlamına gelmektedir. Sevgi kelimesine böyle bir mâna verince, sevgi ile iman arasındaki ilişkiyi gün­deme getirmiş oluyor.

b) "Ayı doğarken görünce, 'Rabbim budur' dedi. O da batınca, 'Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum' dedi".

Küçükten büyüğe giden bir çizgiyi izlerken, ayın güneşten daha bü­yük ve parlak olduğunu gördü, bu sefer de onu rab olarak tanıdı. Mantı­ğının çatısını bu şekilde kurarken, gözlemi onu şirkten kurtardı ve onun batışıyla şu neticeye varan bir değerlendirmeyi yaptı: "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum". Dikkat edilirse Hz. İbrahim "Benim rabbim" ifadesine yer vermiştir. Bunun anlamı ken­disi rabbini biliyordu, ama o gök cisimlerine tapanlara bir ders vermek istemişti. Aksi takdirde "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi" ifade­sine yer verir miydi? Yıldızların batmasıyla yürüttüğü mantıkî ilke ya­nında, bu sefer başka bir değerlendirme ile ilâhî müdahaleyi gündeme ge­tirmektedir.

İlâhî müdâhale olmadan şirkten kurtulamanın mümkün olmadığına işaret etmektedir. Diğer taraftan, şirkin sapıklık olduğu tanımı yapılmak­tadır. "Sapık topluluktan olurum" ifadesiyle, içinde yaşadığı toplumun müşrik olduğuna, toplumsal boyutta şirkten bahsettiğine şahit oluyoruz.

c ) "Güneşi doğarken görünce de, 'Rabbim budur, zira bu daha büyük' dedi. O da batınca, dedi ki: 'Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım ". Küçükten büyüğe doğru sıçrayan mantık silsilesinin "en bü­yüğü" bulmaya yönelik işlediğini görüyoruz. Yıldızdan aya, aydan gü­neşe giden bu arayışın şirke dönüşmesini önleyen, ufûl kelimesinden kaynaklanan^ efele fiili olmaktadır. "Batmak, kaybolmak" anlamına

gelen bu kelime, her üç âyette yer almakta ve Hz. İbrahim'in değerlen­dirmesinin eksen kavramı olmaktadır. Yıldız, ay ve güneşin tanrı olmasını önleyen bu "batma" fiili olmaktadır.

Bu arayıştan hemen sonra halka dönüp şu değerlendirmeyi yapmak­tadır: "Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım ". Bunun anlamı şudur: Halk gök cisimlerine tapıyordu, onları Allah'a eş koşuyorlardı. Hz. İbrahim bu arayışını, gözlemini ve fikir yürütmesini halka ders vermek için gerçekleştirmişti. Çünkü kendisi rabbin kim oldu­ğunu biliyor ve inanıyordu. "Batma" kavramından hareketle sevgi, sapık­lık ve daha büyük kavramlarını işlemiş ve neticede halkın şirk batağında olduğunu ve kendisinin o bataktan uzak kaldığını söyleyerek dersini bi­tirmiştir.

Hz. İbrahim 74. âyette zaten halkın şirk koştuğu değerlendirmesini yapmıştı. Tevhîd inancına sahip olmayan bir insan, o değerlendirmeyi ya­pabilir mi? Bu değerlendirmeyi nasıl yaptığını anlatırken, 75. âyette Hz. İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu öğrettiğini ve onun kesin bir imana sahip olduğunu gündeme getirmiştir. Kesin imana sahip olan biri, böyle bir mantıkla Allah'ı arama ihtiyacı duymaz.

Böylece halka "en büyüğü" aramanın önemli olduğunu, batma olgu­sunun tanrıyı belirlemede şirkten kurtaran bir özellik olduğunu öğretmiş­tir. Hz. İbrahim, bu akıl yürütmeleriyle insanlığa çok önemli bir mantık yürütme sistemini ve tanrının tabiat ötesi aşkın bir varlık olduğu gerçeğini bırakmıştır. İnsan zihnine tabiata takılıp kalmadan onu aşmanın yolunu öğretmektedir. Göklerin ve yerin melekûtunu, yani idare mekanizmasını bilen bir insan, ancak bu öğretim faaliyetini gerçekleştirebilir.

Diğer taraftan Hz. İbrahim, sevgi ile imanı birleştirmekte, sevginin sonsuz kudrete yönelmesini istemekte, onlardan başkasına yöneltmesinin şirk olacağının da dersini vermektedir. İnsan sevgisi, sonsuz kudret sahibi olan varlığı araması görevini vererek ve öğreterek, bir duygu eğitimi yaptığına şahit oluyoruz. Çünkü sevgi denen duygu çok kaypak bir alan­dır. Bakara sûresinin 165. âyetinde açıklandığı gibi insanı şirke götürebi­lir.

4. Güvende olan kimdir? Hz. İbrahim halkın tanrı edindikleri gök cisimleri konusundaki dersini bitirdikten sonra imanını ilân ediyor ve halk onunla tartışmaya başlıyor, "Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Alla­h'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim" (En'âm 6/79).

Âyette açıklanması gereken kavramlar vardır. "Yüz" anlamına gelen vech; "dönmek, meyletmek" anlamına gelen hanîf; "ilk yarat­mak" mânasına gelen fetara, kavramları. Vech kavramı, yüz anla­mına gelmekle beraber, parçayı zikrederek bütünü kastetme kuralı gere­ğince, burada bütün benliği kastetmektedir. Bu kelimenin anlamı, Bakara sûresinin 112. âyetinde anlatılmış, "öz, cevher ve benlik" mânasına gel­diği söylenmişti. İbrahim, yüz kelimesi ile benliğini ifade etmektedir.

Hanîf kelimesi, "dönmek, meyletmek, etrafını çevreleyen yanlış iti-kadlan bir tarafa atan, bâtıl olan her şeyden uzak duran" anlamına gelmek­tedir. Bakara sûresinin 135. âyetinde açıklanan bu kavram, "sağlam, ku­sursuz ve katıksız inanca sahip olma"yı ifade etmektedir. "Yoktan var et­mek, yaratmak" anlamına gelen fetara kelimesi, "yarmak, çatlatmak, tak­sim etmek, delmek, kırmak, parçalara ayırmak, oruçtan sonra yemek iç­mek, yani iftar etmek, yaratmak, var etmek, çıkarmak, meydana getir­mek, bahşetmek, ihsan etmek; bir işi ilk defa icat etmek, sadaka çeşidi, Allah'ın dini, yani kanunu". Bu kavramın Kur'ân'daki mânaları şunlardır:

a) Yaratılış kanunu. İsim kalıbından alınınca "yaratılış kanunu, fıt­rat, doğa kanunu" anlamına gelmektedir. Rûm sûresinin 30. âyetinde bu anlamdadır: "Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir". Burada, Allah'ın insanın doğasına koy­duğu özelliklerin bütünü anlamına gelmektedir. Kısaca, insanın tabiatı demektir.

Bu âyette fıtrata din mânası verilmektedir. Din, "kanun", fıtrat da onun mânası olduğuna göre, "doğa kanunu" mânasını ifade etmiş oluyor. Böylece tabiattaki bütün varlıkların ve canlıların yaratılışından gelen maddî ve manevî özelliklerinin tamamı olmaktadır.

Hz. Peygamber de meşhur fıtrat hadîsinde bu kavramı kullanmıştır: "Her çocuk bu fıtrat üzerine yaratılır" derken, çocuğun doğasını kastet­miştir. Bu kelime ile, çocuğun doğasında tevhîd inancına yönelme denen inanç duygusunun doğuştan var olduğuna işaret etmiştir.

b) Yoktan yaratma eylemi, bu kelime ile ifade edilmektedir. En'âm sûresinin 79. Âyetinde "Gökleri ve yeri yoktan yarattı"

ifadesi yer almaktadır. Şûra sûresinin 11. âyetinde de şöyle buyurulmak-tadır: "Gökleri ve yeri yoktan yaratandır". İsrâ sûresinin 51. âyetinde "Peki, sizi ilk defa yaratan kimdir?" sorusunda, "yaratma" mânası fetara fiili ile ifade edilmektedir.

c) Çatlamak. "Öyle ki bu iddianın dehşetinden neredeyse gökler çatlayacaktı" (Meryem 19/90). Bu âyette fetara kelimesi,  tefettara kalıbında gelmiştir, "çatlamak" anlamını ifade etmektedir. Hıristiyanların, "Rahman çocuk edindi" şeklindeki sözlerinden dolayı ne­rede ise gökler çatlayacaktı. Kur'ân'da, rızkın kaynağında Allah'ın oldu­ğunu inkâr edip servetini kendisinin kazandığını söyleten insanların he-vâsı (Kasas 28/78-81), kâinatı sarsacak seviyeye ulaşmaktadır.

d) Fetara kelimesi, infetara kalıbından alınınca, "yarılma" anla­mını ifade etmektedir: "Gökyüzü yarıldığı zaman " (İnfitâr 82/1).

e) Mülk sûresinin 3. âyetinde fütur kalıbında yer almaktadır: "Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor mu­sun?"

Bu mânaların ortak anlamı, fıtratın bir "oluşum"u ifade etmiş ol­masıdır. İlk yaratılışı ifade ettiği gibi, var olanın yok olmasına da işaret et­mektedir. En'âm sûresinin 29. âyetinde şu gerçeği yakalamak mümkün­dür: Hz. İbrahim, tevhîd inancına bir tanım getirmektedir. İnsan benliğim, her şeyi yoktan yaratana çevirmelidir. Benliğini O'ndan başkasına çevirmesi tevhîd inancını bozacaktır. Tevhîd inancını belirleyen şey, benliğini çevirdiği sonsuz kudrettir. Bu durumda insan müşriklerden olmadığını iddia edebilir. 79. âyetin sonunda Hz. İbrahim de bunu ifade etmektedir. Bunun için mücadeleye şirkten başlanmalıdır.

Hz. İbrahim, iman ettiğini ilân ederek benliğini Allah'a çevirmesi üzerine, müşrikler onunla tartışmaya başladılar. "Kavmi onunla tartış­maya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak rabbimin bir şey dilemesi hariç. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt almıyor musunuz? " (En'âm 6/80). Halk Hz. İbra­him'le neyi tartışıyordu, savundukları şey neydi?

Hz. İbrahim, "taptıkları putların ne olduğu" şeklindeki sorusunu so­runca, "Dediler ki: 'Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk" (Enbiyâ 6/53). Hz. İbrahim onların bu taklitçi savunmalarına karşılık: "Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz, dedi" (Enbiyâ 6/54). Kavmi taklitçilik vasıtasıyla şirki savunurken, Hz. İbrahim onların şirk koşmasını sapıklık olarak nitelendirmektedir.

Hz. İbrahim onların şirki savunmalarını, Allah hakkında tartışma olarak nitelendirmektedir. O Allah ki, Hz. İbrahim'i doğru yola iletmişti. Hz. İbrahim'in "Beni doğru yola iletmişken" şeklindeki sözü, hidâyetin Allah'a ait olduğunu vurgulamaktadır.

Hz. İbrahim, onların taptıkları tanrılardan korkmadığını söyleyerek, korku psikolojisini gündeme getirmektedir. Putlar insanlara fayda ve zarar verebiliyorsa, zararından korkulur, faydası da ümit edilir. Korku ve ümit dengesindeki psikoloji, müslümanın psikolojisidir.

Hz. İbrahim, "Sahte tanrılardan korkmuyorum " derken, korku-ümit dengesinin olmadığına işaret etmiştir. Onun içindir ki, Enbiyâ sûresinin 66. âyetinde şu soruyu onlara yöneltmiştir: "Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ ibâdet edecek misiniz?" Tanrının vereceği cezadan korkmak gerekir. Fayda ve zarar, putlar için söz konusu olmayınca, korkulmaktan uzaktırlar.

Hz. İbrahim, "Rabbimin dilemesi hariç" demesiyle, Allah'ın insana uygulayacağı bir imtihan konusunda başarısız olma korkusunu gündeme getirmektedir. Bir insan, istikbalde başına ne geleceğini bilemediğinden daima endişe içinde olmalıdır.

Bu endişe onun daima uyanık olmasına, hatâdan kaçınmasına sebep olacaktır. Bir günâh işlediği zaman kendisine ceza verecek olan varlıktan korkacaktır. "Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır" ifadesiyle Hz. İbrahim, Allah'ın kuşatıcı ilmini gündeme taşıyarak, hiçbir varlığın sonsuz bir ilme sahip olmadığına dikkat çekmektedir. Tapınılan tanrı, insana nereden za­rar ve fayda geleceğini bilen, o doğrultuda insanı uyaran bir varlık olma­lıdır.

80. âyetin sonunda Hz. İbrahim, "Hâlâ öğüt almayacak mısınız?" sorusunu sorarak, kendi tartışmasının kavga değil, öğüt olduğuna işaret etmektedir. Onlarla konuşmasının amacı, onlara öğüt vermekti. Onlar düşmanlık duygusuyla tartışırlarken, Hz. İbrahim öğüt vermek için uğra­şıyordu.

Müşrikler Allah'tan korkmadan başka tanrılara taparlarken, kendi­sinin onların tanrılarından korkmasının mümkün olamayacağını 81. âyette söyleyerek, sahte tanrılar hakkında Allah'ın hiçbir hüküm indirmediğini vurgulamaktadır.

Hz. İbrahim konuyu "güven" meselesine getirmektedir. İnananlar mı, şirk koşanlar mı daha güvendedir? Bu sorunun cevabının bilerek ve­rilmesini istemektedir. Onun için âyetin sonunda, "biliyorsanız" ifadesine yer vermektedir.

Hz. İbrahim'in bu mantık silsilesinden şu noktaya varabiliriz: Tek tanrıya inanmak, tevhîd inancına sahip olmak, bir güvendir, şirk ise bir güvensizliktir. Şirk inancının bulunduğu gönül, güvende değildir. Gönül, tevhîd inancıyla güven bulur. Tevhîd inancı, gelecek için insana bir güven sağlarken, şirkin böyle bir güvencesi yoktur, çünkü sahte tanrılardan oluşmaktadır.

Kısaca diyebiliriz ki, Hz. İbrahim dersinin ikinci bölümünü, benli­ğini Allah'a çevirme, ilk yaratış, Hanîflik, şirk, korku psikolojisi ve güven duygusuna tahsis etmiştir. Bu kısımda tartışma çıktığını da görüyo­ruz. Tartışmada kendi amacı öğüt olduğu halde, onlar, düşmanca bir tavır takınıyorlardı. Özellikle Enbiyâ sûresinin 68. âyetinden, bu düşmanlığın Hz. İbrahim'i yakmaya kadar uzandığını öğreniyoruz. [61]

 

İmanla Zulüm Birbirine Karıştırılma­malı:

 

82. İnanıp da imanlarına herhangi bir zulmü bulaştırma-yanlar var ya, işte güven onlarındır. Ve onlar doğru yolu bulanlardır.

83. İşte bu, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz delilleri-mizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yük­seltiriz. Şüphesiz ki senin rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.

Bu âyetlerin analizinden şu ilkelere ulaşmak mümkündür:

1. İmana şirk bulaşmamalıdır. 82. âyette geçen zulüm kavramını Kâdî Beyzâvî, Hâzin, İbn Abbas, Nesefî, Semerkandî şirk, Zemahşerî isyan ve inkâr olarak mânalandırmaktadırlar. Bize göre imana karışan in­kâr değil, şirktir. Çünkü şirkte Allah'ı inkâr etmek yoktur. Allah'ı kabul­lenme olduğu halde, O'ndan başkalarına tanrılık vermek vardır. Ama in­kâr, tamamen reddetmek, yani Allah'ın varlığını kabul etmemektir.

Diğer taraftan Kur'ân'da şirk, zulüm olarak tanımlanmaktadır (Lokman 31/13). "îman edip de imanlarına herhangi bir şirki karıştırma­yanlar" derken, iman eden insanların şirke bulaşma ihtimallerinin oldu­ğuna dikkat çekilmektedir. Bir an mümin, bir an müşrik olan insanların olabileceğini dikkate alarak, imanın saflığını korumanın çok ciddi bir me­sele olduğunu da bilerek hareket etmek gerekiyor. Din eğitiminin en önemli ve en ciddî uğraşılarından biri bu olmalıdır.

2. İmanın katıksızlığı güven getiriyor. 82. âyetin devamında "İşte güven onlarındır". Konuya ters taraftan bakınca, imana şirkin karışması­nın güveni alıp götürmekte olduğu ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan "Onlar doğru yolu bulanlardır" derken, doğru yolun tevhîd inancı oldu­ğunu beyan etmektedir. Hidâyet, "doğru yol"u, şirkten arınmış imanı gerekli kılmaktadır.

Kısaca söyleyebiliriz ki, güvene ve doğru yola, iman ile şirkin ay­rılmasıyla ulaşılmaktadır. Allah'ın azabından, cezasından, helak etmesin­den insanı koruyan güç, şirkin bulaşmadığı imandır. İnsanı doğruya, gü­zele, iyiye ve hakka ulaştıran yolu meydana getiren de aynı şeydir. Zaten iman kelimesinin kökü, emnâdır. Bakara sûresinin 125 ve 126. âyetle­rinde bu kelime, "güven" anlamına gelmektedir. İman eden insan hem kendine güvenen, hem de güvenilen biri durumundadır. En'âm sûresinin 82. âyetinde güvende olması, onun hakkı olarak ortaya çıkmaktadır. En'âm sûresinin 74. âyetinden itibaren Hz. İbrahim'in ısrarla insanlara güven vermek ve onları doğru yola iletmek amacında olduğu belirtilmek­tedir.

3. Allah dilediğinin derecesini yükseltir. 83. âyette Allah, 74. âyet­ten itibaren tevhîd inancı uğruna Hz. İbrahim'in verdiği amansız mücade­lenin delillerini bizzat kendisinin öğrettiğini söylemektedir. Bize göre bu ilâhî deliller, 75. âyette bahsedilen göklerin ve yerin melekûtudur. Bu du­rum, öncelikle Hz. İbrahim'in kesin iman etmesini temin etti, sonra da halkın şirkten kurtulup tevhîd inancına yönelmesi için delil olarak kulla­nıldı.

Muhammed Esed buradaki hüccet kavramını, "muhakeme tarzı" anlamına almaktadır. Yıldızlardan aya, oradan güneşe giden ve sonra bütün benliğini Allah'a çeviren çizgideki muhakeme şeklinin Allah tarafın­dan ona öğretildiği ortaya çıkmaktadır. Batma, kaybolma gibi özelliklere sahip olan bir göksel cismin tanrı olamayacağı, ona iman edilemeyeceği, çünkü batan şeylerin sevilemeyeceği, sevginin ebedî olana yönelik olduğu ilkelerini ona Allah öğretmişti.

İlâhî müdahalenin olmadığı muhakemenin insanı saptıracağını, korku psikolojisi ile tanrılık fikri arasında irtibat kurulacağını, tann olacak varlığın kapsayıcı ve sonsuz bir bilgiye sahip olması gerektiğini, şirkin karışmadığı imanın güven ve doğru yolu getireceğini, ona yine Allah öğ­retmişti. Bütün bunlar, ilâhî muhakemenin, Hz. İbrahim'in muhakeme­sine yansımasıdır.

Bu muhakemeyi elde eden kişinin derecesi, Allah katında yüksel­mektedir. Bunları öğrettiği kişinin derecesini yükseltmek amacına işaret etmektedir. "Allah dilediğinin derecesini yükseltir" ifa­desi, ilâhî dilemeye lâyık bir beyin ve gönle sahip olunmasının zorunlulu­ğunu vurgulamaktadır.

Hz. İbrahim'in derece bakımından yükseltilmesi ne anlama gelmek­tedir? Bu sorunun cevabını verebilmek için Nisa sûresinin 125. âyetini hatırlamak gerekir. Buna göre Allah, İbrahim'i dost edinmiştir. Allah'ın halîl, "dost" edindiği kimsenin derecesi yükselmiş demektir. Bütün ben­liğini Allah'a çeviren Hz. İbrahim'in bu durumu ona Allah'a dost olmayı veya Allah'ın onu dost edinmesini getirmiştir.

Sorunun başka bir cevabını da Meryem sûresinin 50. ve Şuaiâ sû­resinin 84. âyetleriyle verebiliriz: Her iki âyet, doğrudan ve doğruluktan yana üstün bilinip sonraki nesillerde anılmayı ona vermekle, üstün bir de­receye yükselmiştir.

Bir taraftan Allah'ın dostluğunu kazanması, diğer taraftan insanlar arasında doğruluğu ve iyiliği ile anılıp şöhret olması, onun derecelerle yükseltilmesini ifade etmektedir. Ama bunlara ilâve olarak, Allah'ın ona verdiği delillerle muhakeme yürütme yeteneği de zikredilmelidir. Demek ki Hz. İbrahim, kendine Allah tarafından bahşedilen özel yetenek psikolo­jisi, Allah ile ilişkisi ve diğer insanlarla ilişki, bakımından gelecek nesillere bıraktığı davranış örnekleriyle bu dereceye ulaşmıştır. Psikolojik, sosyal ve ahlâkî donanımı ile Hz. İbrahim bunu haketmişti.

Yukarıda sorulan soruya 83. âyetten sonra gelen âyetlerle cevap verilebilir. O zaman, Hz. İbrahim'in neslinden pek çok peygamberin gel­mesi, onun Allah katında yüksek bir dereceye sahip olduğunun bir delili olabilir.

Bütün bu oluşumların arka planındaki irâde, hakîm ve ilim sıfatını kullanmıştır. 74. âyetten itibaren Hz. İbrahim Allah'ın hâdî, yani "doğru yolu gösterici"; fâtır yani "yoktan yaratıcı, ilmi ile her şeyi kuşatıcı" sıfat­larını işleyerek dersini vermiştir. 83. âyetin sonunda da Allah, hikmet sa­hibi ve her şeyi bildiği sıfatlarını gündeme getirerek, bütün bu oluşumları ne ile gerçekleştirdiğine ışık tutmaktadır. 83. âyeti hatırlarsak, insanın de­rece kazanmasının bir ucu kendi elinde ise, diğer ucu da Allah'ın dileme­sinde olduğu ilkesine ulaşmak mümkündür. [62]

 

Allah'ın Dereceler Verdiği Peygam­berler:

 

84.  Biz ona İshâk ve Yâkub'u da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve onun so­yundan Davud'u,  Süleyman'ı,  Eyyûb'u,   Yûsufu, Musa'yı ve Harun'u doğru yola iletmiştik. Biz iyi davrananları işte böyle mükafatlandırırız.

85.  Zekeriyyâ, Yahya, îsâ ve İlyâs'ı da doğru yola ilet­miştik. Hepsi de iyilerden idi.

86.  ismail, Elyesa', Yûnus ve Lût'u da hidâyete erdirdik. Hepsini âlemlere üstün kıldık.

Bu âyetlerin analizinden bazı ilkeleri ortaya çıkarmaya çalışacağız:

1. Oğul ve torunun ihsan edilmesi. 84. âyetin ilk bölümünde Hz. îbrâhim peygambere bağışlanan oğlu İshak ile torunu Yâkub ele alınmaktadır: "Biz İbrahim'e Ishak'ı ve Yâkub'u bağışladık".

Daha önceki âyetlerde Hz. İbrahim'e bahşedilen bazı özel durumlar anlatılmıştı. 75. âyette göklerin ve yerin melekûtunun gösterilmesi, öğre­tilmesi, 80. âyette doğru yolun gösterilmesi, 83. âyette delillerin veril­mesi, bunlar arasında sayılabilir. 84. âyette de neslinden peygamberlerin gelmesi, ona bahşedilen bir diğer nimet olmaktadır.

Daha önceki âyetlerde göstermek, hidâyet etmek, vermek gibi fiiller kullanıldığı halde, 84. âyetin başında vehebe kelimesinin kullanıl­masının sebebi nedir? Bu sorunun cevabını verebilmek için, öncelikle ke­limenin anlamından hareket etmek gerekir. "Karşılıksız vermek, hibe et­mek, bağışlamak" mânalarına gelen vehebe kelimesi, evhebe kalıbından alınınca, "bir işi yapabilmek için gerekli olan her şeyi hazırlamak" anla­mını ifade etmektedir. Aynı kalıptan, "devam etmek" mânasına da gel­mektedir. Mevhûb kalıbı da, "bağış olarak verilen çocuk" anlamını ifade etmektedir. Vehhâb da "çok bağışlayan" demektir. Kur'ân'ın geneline bakıldığı zaman, bağışlama anlamına gelen vehebe kelimesinin yer aldığı bağışlan görebiliriz:

a) Hikmet bahşetmek. Bu anlamda kelime öğretim faaliyeti ile ilgili bir mâna kazanmaktadır. Buradaki hikmet, hüküm verebilme yeteneğini ifade etmektedir. O zaman da yaratılış kanununun bir parçası ola­rak, psikolojik anlama sahip olduğu anlaşılacaktır. Psikolojik anlamı ve eğitim anlamı ile bu kelime iki yerde geçmektedir. Mânaları itibariyle bir sıralama yapacak olursak, Hz. İbrahim'in duasında yer aldığı şekliyle öğ­retmek anlamını ifade etmektedir: "Ey rabbim! Bana (doğru ile eğrinin ne olduğuna) hükmedebilme bilgi ve yeteneğini bağışla " (Şuarâ 96/83). Bu âyette, Hz. İbrahim'in vehebe kelimesi ile beraber kullandığı hüküm kelimesi, daha çok "bilgi" anlamına gelmektedir. O zaman da ve­hebe kelimesi, öğretim ağırlıklı bir anlam kazanmaktadır. "Bana bağışla!" derken "Bana öğret!" demek istemiştir.

Aynı kelimeler Şuarâ sûresinin 21. âyetinde, Hz. Musa'nın ifadesi olarak geçmektedir: "Ama daha sonra rabbim bana hüküm verebilme yeteneğini bahşetti". Bu âyette daha çok psikolojik mânada ye­tenek bahşetmekten bahsedilirken, biraz da öğretim anlamında bilgi ver­meyi ifade etmektedir.

b) Rahmet ile ödüllendirmek.  Meryem sûresinin 50. âyetinde "rahmet, bağışlamak, rahmet ile ödüllendirmek" anlamlarına gelmektedir: "Ve onları rahmetimizle ödüllendirdik".

c) Hibe etmek, teklif etmek. Ahzâb sûresinin 50. âyetinde şu ifade yer almaktadır: "Ve kendilerini özgür iradeleriyle peygambere teklif eden" . Hz. Peygamber'in evlenmek istediği kadınların özgür iradeleriyle kendilerini peygambere hibe etmeleri anlamına gelmek­tedir.

d) Hükümranlık bahşetmek. Hz. Süleyman'ın duasında yer almaktadır: "Bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver" (Sad 89/35).

e) Çocuk bahşetmek. Genelde peygamberlerin ve mümin kimse­lerin çocuk isteme dualarında yer alan çok nazik bir kelimedir. Bu dualar­dan iki örnek verebiliriz.

"(Ve Hz. İbrahim şöyle yalvardı): 'Ey rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir çocuk bağışla!" (Sâffât 91/100). "(Ve o müminler): 'Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla!" (Furkân 2911 A). Bu ve buna benzer âyetlerde "bağışlamak" kelimesi, çoğunlukla, "çocuk bağış­lamak" anlamında kullanılmaktadır.

Son anlamdan hareket ederek, yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 84. âyetine dönebiliriz. Hz. İbrahim Sâffât sûresinin 100. âyetinde belirtildiği gibi, sâlihlerden olacak bir çocuğun Allah tara­fından kendisine bahsedilmesini istemiştir. Bu duasında Jı 'v* heb lî "Bana bağışla!" ifadesine yer verdi. Bu duaya icabet eden yüce Allah En'âm sûresinin 84. âyetinde belirttiği gibi bu çocuğu O'na bağışladı.

Genelde Hz. İbrahim ve Hz. Zekeriyyâ, "bağışlama" duasını yaşlı­lık anlarında yapmışlardır. Bunun anlamı, çocuk yapmaktan düşmüş bir insanın yalvarışında geçen bir kelime özelliğini taşımaktadır. Ama Furkân sûresinin 74. âyetinde olduğu gibi, ahlâkî anlamda da kullanılmaktadır. Hz. İbrahim'in yaptığı bu duanın kabulünden sonra, Allah ona ihtiyarlık halinde çocuk verdi. Hz. İbrahim buna hamdetmektedir: "İhtiyar  halimde

bana İsmail'i ve İshak'ı lütfeden (bağışlayan) Allah'a hamdolsun! Şüp­hesiz rabbim duayı işitendir" (İbrâhîm 40/39).

Allah, Hz. İbrahim'e İsmail ile İshak'ı bahşetmeden önce, İshâk ile Yâkub'u melekler vasıtasıyla müjdelemişti: "O esnada hanımı ayakta idi ve (bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak'ı, İshak'ın ardından Yâku­b'u müjdeledik"; "(İbrahim'in hanımı) olacak şey değil! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım?" (Hûd 38/71-72).

Öyle anlaşılıyor ki, biyolojik olarak çocuk doğurma çağını geçmiş eşlere çocuk vermeyi ifade ederken, vehebe kelimesi kullanılmak­tadır. Burada şöyle bir soru sorulabilir:

Biyolojik olarak çocuk doğurma çağını geçen kadına çocuk nasıl bahşedilir? Bunun cevabı, Enbiyâ sûresinin 90. âyetinde verilmektedir: "Biz Zekeriyyâ'nın duasını da kabul ettik ve ona Yahya'yı bahşettik, eşini de kendisi için elverişli kıldık". Hz. Zekeriyyâ'nın eşi de yaşlı idi; mucize olarak o çocuk doğuracak hale getirildi. Âyette "Elverişli hale getirdik" buyurulurken, bu durum ifade edil­mektedir.

Kısaca 84. âyetin başındaki vehebe kelimesinin niçin kullanıldığı açıklanmış oldu. Daha önce Allah'ın yaşlılık halinde ona çocuk müjdele­mesi ve ardından böyle bir çağda çocuk vermesini ifade etmek için bu ke­limenin kullanıldığı anlatılmıştı. Bunun böyle olduğuna delil olarak Hz. Âdem olgusu verilebilir: A'râf sûresinin 189. âyetinde, Hz Âdem ile eşi Allah'tan iyi evlât isterlerken, "bahşetme" değil de "verme" kelimesi kul­lanılmakta, 190. âyette de duaları kabul edilip çocuk verilince, âtâ-hümâ kelimesine yer verildi. "Onlara kusursuz bir çocuk verince" buyu-rulmuştur. Burada verme anlamına gelen kelime kullanıldığı halde, bah­şetme kelimesi kullanılmamıştır. Ancak bu yorumu genelleştirmek doğru değildir. Hz. İbrahim'e, Allah öyle bir nesil verdi ki, duasının sonu Hz. Muhammed ile gelmiştir.

îshâk, Hz. İbrahim ve eşi Sâre'nin ihtiyarlık dönemlerinde dünyaya gelmiştir. Takriben milâttan önce XVIII. asırda yaşamıştır. Filistin Kralı Abimelek'in yurduna gitti, orada zengin oldu. Güçlendiğini gören Abime-lek onu yurdundan çıkardı. İshak, Rebeka ile evlendi. Esav daha çok kır­sal kesimde, Yâkub da şehirde yaşadı (Tekvîn, 25-28).

İshak'ın oğlu Yâkub, Hz İbrahim'in eşine müjdelenmişti. (Hûd 11/71) Harran'da yaşamış, daha sonra Mısır'a göçerek orada vefat etti. Daha sonra peygamber olan Yûsuf, onun oğludur. Yâkub'un on iki oğlu ve bir kızı olmuştur (Tekvîn, 35). Hz. İbrahim'in temellerini attığı ailenin asaleti, nesilden nesile intikal etmiş, o nesilden pek çok peygamberin gel­mesini temin etmiştir.

2. Hz. Nûh gibi hepsine hidâyet edilmiştir. Yüce Allah âyetin ikinci bölümünde, Hz İbrahim'in neslinin geldiği köke de inmek­tedir. Aslında neslinin Hz. Âdem'e kadar inmesine rağmen, insanlığın ikinci atası sayılan Hz. Nuh'u ziketmesi manidardır. Ancak burada, doğ­rudan doğruya Hz. Nuh'un, onun ceddi olduğu denmemiştir. Hidâyete iletmesi bakımından bir benzerlik kurulmaktadır. Sâffât sûresinin 83. âyetinde şu ifade bunu gündeme getirmektedir:  "Şüphesiz ibrahim de onun (Nuh'un) milletinden idi".

Burada açıklanması gereken ana konu, önceden Hz. Nuh'un hidâ­yete erdirilmesi gibi, İshak ve Yâkub'un da hidâyete erdirilmesi mesele­sidir. Hidâyete erdirmek ne anlama gelmektedir? Bu soruya çeşitli âyet­lerle cevap vermek mümkündür:

a) En'âm sûresinin 84 âyetinin sonundaki ifadeden, buradaki hidâ­yetin mükâfatlandırma olduğunu söyleyebiliriz: "Biz iyi davrananları işte böyle mükâfatlandırırız". hedeynâ kelimesi, neczî mânasına alınabilir, "Doğru yola ilettik, mükâfatlandırdık" demek olur.

b) Allah'ın yoluna ulaştırmak. Ankebût sûresinin 69. âyetine göre: "Bizim uğrumuzda mücadele edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Elbette Allah iyi davrananlarla beraberdir". Dikkat edilirse, En'âm sûresinin 84. âyetinin sonu muhsin kelimesiyle bittiği gibi, Ankebût sûresinin 69. âyeti de aynı kelime ile son bulmakta­dır. Ankebût sûresinin 69. âyetine göre, "Allah uğrunda gayret gösteren, emek verenler" muhsinlerdir. Peygamberler hakikate ulaşmak ve insan­ları ulaştırmak için son güçlerine kadar gayret etmişlerdir. Allah da onları kendi yollarına ulaştırmıştır.

c) Onlara peygamberlik görevini vermiştir. "Hepsini doğru yola ilettik" ifadesi, "Hepsine peygamberlik verdik" anlamına gelebilir. Bu mânanın delili, onların hepsinin peygamber olmasıdır. Misâl olarak Nisa sûresinin 163. ve Şûra sûresinin 13. âyetlerini verebiliriz. Bununla ilgili olarak Sâffât sûresinin 112. âyetinde, Hz. Ishak'ı peygamber olarak Hz. İbrahim'e müjdelediği gündeme getirilmektedir.

3. Onun zürriyetinden birçok peygamber gönderdi. Âye­tin üçüncü bölümünde geçen 'ey j ve min zürriyyetihî ifadesin-deki zamîrin, İbrahim'e mi yoksa Hz. Nuh'a mı gittiği, âlimler tarafından tartışılmıştır. Râzî bu tartışmaları açıklamıştır. Arapça gramere göre, zamîr en yakın olana gider. Zamîre yakın olan Hz. Nuh'tur; ama Hz. İbrahim'e gideceğini de savunanlar olmuştur.

Burada zamîrin Hz. Nuh'a veya Hz. İbrahim'e gitmesi önemli de­ğildir. Çünkü Hz. İbrahim de Hz. Nuh'un neslindendir. Hz. İbrahim'in neslinden gelenler de Nuh'un neslinden olmaktadır. Dâvud, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ ve Harun peygamberler, İshâk peygamberden Hz. İbrahim'e, ondan da Hz. Nuh'a uzanmaktadırlar.

Burada şu soru sorulabilir: Bunlar arasında Hz. İsmail niçin sayıl­mamaktadır? Nisa sûresinin 163. âyetinde Hz. İbrahim'den hemen sonra İsmail geldiği halde, bu âyette adı geçmemektedir. Hz. İshak'tan İsrâilo-ğulları türemiştir, Araplar da İsmail'in soyundan gelmektedir. Hz. İsma­il'in neslinden Hz. Muhammed, peygamber olarak gelmiştir. Takriben Hz. İbrahim ve birinci derecedeki oğulları, milâttan önce XVIII. asırda yaşadıklarına göre, Hz. Muhammed yirmi üç asır sonra gelmiştir. Uzun zaman Hz. İbrahim'in neslinden peygamber gelmediğine delil olarak, Yasin sûresinin 6. âyetini gösterebiliriz: "Ataları uyarümamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir top­lumu uyarman için indirilmiştir". Bu âyet bize, Araplar'dan uzun zaman peygamber gelmediğini anlatmaktadır.

Râzî, En'âm sûresinin 84-86. âyetlerinde isimleri geçen peygamber­leri özelliklerine göre sınıflandırmaktadır. Bu sınıflandırma ilginçtir. Bu sebeple burada zikretmeyi uygun buluyoruz:

a) Mülk, hükümranlık ve kudret verilenler: Hz. Dâvud ve Hz. Sü­leyman.

b) Belâ ve sıkıntılara uğrayanlar: Hz. Eyyûb gibi.

c) Hükümanlık ve belâya uğruyanlar: Hz. Yûsuf gibi.

d) Mucizeleri kuvvetli, aklî delilleri çok, saygı uyandıran, heybetli, kuvvetli ve en çok eziyet çeken: Hz. Mûsâ ve Hz. Harun.

e)  Zühd içinde olan, dünyaya iltifat etmeyen: Hz. Zekeriyyâ, Yahya, îsâ ve İlyas gibi.

f) İnsanlar arasında taraftarları bulunmayanlar: İsmail, Elyesa', Yû­nus ve Lût gibileri.

Râzî'nin yaptığı bu sıralamadan sonuncusu, tartışılır bir niteliktedir. Çünkü taraftan olmayan başka peygamberler de vardır. Aslında Hz. Mu-hammed'e inanan ve ona ümmet olan insanlar, aynı zamanda önceki peygamberlere de tabidirler. Çünkü bütün peygamberler, İslâm'ı tebliğ etmiş­lerdir; hepsine gelen vahiy Allah'tan gelmiştir.

4. Her gruba bir sıfat verilmiştir. Hz. İbrahim, İshâk, Yâkub, Nûh, Dâvud, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ ve Hânın muhsin olarak, Zekeriyyâ, Yahya, îsâ ve İlyâs, sâlih olarak vasıflandırılmaktadır. Hz. İs­mail, Elyesa, Yûnus ve Lût, âlemlere üstün kılınmıştır. Aslında muhsin, sâlih ve âlemlere üstün kılınmak, denirken aynı anlam ifade edilmektedir­ler. [63]

 

Neslin Asaleti:

 

57. Onların babalarından, çocuklarından ve kardeşlerin­den bazılarına da (üstün meziyetler verdik). Onları seçkin kıldık ve doğru yola ilettik.

88. İşte bu, Allah'ın hidâyetidir, kullarından dilediğini ona iletir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yap Bu âyetler daha önce peygamberlerin on sekizinin sayıldığı âyetlerle alâkalıdır. Âyetlerin analizinde şu neticelere ulaşabiliriz:

1. Yukarıda sayılan peygamberlerin babalarının nesliyle, çocukla­rından pek çoğu anılmamıştır. Allah onlar için genel bir değerlendirme yapmaktadır.

Âyetin başındaki min cer harfi, "bazıları" anlamına gelmekte­dir. Bunun mânası, o gruptan bir kısmının aynı erdemler içinde olmadı­ğıdır. Meselâ Hz. Nuh'un oğlu, Hz. İbrahim'in babası tevhîd inancını kabul etmemişlerdi.

Râzî'nin ifade ettiği gibi "Onları seçtik" ifadesinden, "Peygamberlik verdik" anlaşılıyorsa, o zaman doğal anlamda hepsi pey­gamber olmamıştır. Peygamber olanları seçilmiştir, ya da seçilenleri pey­gamber olmuştur, mânası çıkabilir. Önceki âyetlerde adı geçen peygam­berlerin dışında da neslinden peygamber geldiği anlaşılabilir.

2. "Onları seçtik" ifadesine, "Peygamber tayin ettik" mânasını ve­rebilir miyiz? Bunun peygamberlik vermek mânasına geldiğini, Âl-i Imrân sûresinin 33-34. âyetleriyle ispat edebiliriz: "Allah birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlem­lere üstün kıldı. Allah işiten ve bilendir".

Bu âyetlerin başındaki ıstafâ (seçti) ifadesiyle, En'âm sûre­sinin 87. âyetindeki v'ectebeynâhüm (Onları seçtik) ifadesi, aynı anlama gelmektedir.

3. Yüce Allah, dilediğine vereceği hidâyeti onlara  ver­miştir. 87. âyetin sonunda, "Onlar doğru yola iletildi" denirken, bu doğru yolun ne olduğu, 88. âyetin başında "Allah'ın rehberliği" şeklinde açıklanmıştır. Bu öyle bir doğru yoldur ki, dilediğini ona iletmektedir. Doğru yolun ne olduğu, âyetin devamında açıklanmaktadır. "Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmakta oldukları amelleri elbette boşa gi­derdi". Allah'a ortak koşmanın karşıtı, Allah'ı birlemek, yani tevhîd inancıdır. Demek ki tevhîd inancına ulaştırılmış olmaları, Allah'ın rehber­liği olmaktadır. Böylece Allah'ın rehberliği, tevhîd inancı anlamına gel­mektedir. Demek ki şirk, doğru yoldan çıkmak, Allah'ın rehberliğinin dı­şında kalmaktır.

4. Şirk, amelleri boşa çıkarmaktadır. Daha önce Âl-i İmrân sûresi­nin 21-22. âyetlerinden, inkârın, amellerin değerlendirmeye tabi tutulma­sını ortadan kaldıracağı gerçeğini öğrenmiştik. Bu sefer En'âm sûresinin 88. âyetinde de şirkin amelleri ortadan kaldırdığı ifade edilmektedir. De­mek ki tevhîd inancının en önemli faydası, bu dünyada yapılanların öteki dünyada değerlendirmeye tâbi tutulmasını temin etmesidir.

Netice olarak diyebiliriz ki, usûl bakımından baba nesli, fürû bakı­mından çocuklar nesli ve kardeşlik kavramları burada gündeme getirilir­ken, bizler için önemli bir ilke ortaya çıkmaktadır: "Herkes evinin önünü süpürürse, dünya tertemiz olur" sözü gibi, "Herkes çocuklarının ve kar­deşlerinin eğitimi ile ilgilenirse, insanlık eğitilmiş hale gelir". Baba nesli­nin erdeminin, eğitim yoluyla nesilden nesile intikal edeceği gerçeği bu­rada vurgulanmaktadır.

Bütün benliğini Hanîf olarak Allah'a çeviren Hz. İbrahim, ailesine çok büyük bir tevhîd inancı miras bırakmıştır. Bakara sûresinin 132-133. âyetlerinde, babanın çocuklarına nasıl bir vasiyet yapması gerektiği, Hz. îbrâhim ve torunu Yâkub örneği ile öğretilmişti. Baba neslinin çocukla­rına bırakacağı en büyük miras tevhîd inancıdır.

Hz. İbrahim'in neslinin anılmasının sebebi ne olabilir? O dönemde Hz. İbrahim'in babası müşrikti (En'âm 6/74). Müşrik bir ailede doğup büyümesine rağmen tevhîd inancını bulması, ailenin ezici baskısına rağ­men tevhîd yolunu tutması, ona bu büyüklüğü getirmektedir. Hz. Mu-hammed'in doğrudan babası ve annesi, müşrik kültürünü oğullarına aşı­lama durumunda olmamışlardır. Onun da kabilesi ve amcaları müşrikti, ama babasını doğmadan, annesini de altı yaşında kaybettiği için, bu açı­dan Hz. İbrahim gibi baba baskısını yaşamadı.

Hz. İbrahim'in başlattığı tevhîd inancını savunma mücadelesi, Hz. Muhammed'e kadar uzandı. Artık şimdi normal insanlar, bu ırmağın gele­ceğe doğru akmasının gayretini vermelidirler ve zaten vermektedirler. [64]

 

İktidar Değişimi:

 

89. İşte onlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamber­lik verdiğimiz kimselerdir. Eğer onlar (kâfirler) bun­ları inkâr ederlerse, şüphesiz yerlerine bunları inkâr etmeyecek bir toplum getiririz.

1. Bu âyetin birinci bölümünde, yukarıda sayılan peygamberlere verilen üç önemli esas açıklanmaktadır. İlâhî emirleri içine alan kitap, "sağlam muhakeme" diye tercüme edebileceğimiz hikmet ve nihayet pey­gamberlik. İlk ikisine sahip olamayan kişi peygamber olamaz. Demek ki vahiyle sağlam muhakeme, peygamberliğin olmazsa olmazını teşkil et­mektedir.

2. Âyetin ikinci bölümünde, bir toplumun iktidarını nasıl kaybede­ceğinin önemli bir sebebi verilmektedir. Bunu da Allah "inkâr" olarak tesbit etmektedir. "Eğer kâfirler bunları inkâr ederlerse, şüphesiz yerlerine bunları inkâr etmeyecek bir toplum getiririz".

İnkâr, bazan toplumsal değişimi meydana getirecek kadar ciddî bir çizgiye ulaşabilir; bir toplumun yerine diğerinin gelmesine sebep olabilir. Âyette geçen vekkelnâ (vekîl kılarız) ifadesi, "Onların yerine ikti­dara getiririz" mânasını ifade etmektedir. "Onların işlerini, inkâr etmeyen bir topluma havale ederiz" demek, "İktidarı onlardan alıp başkasına veri­riz" demektir.

Bu açılımdan hareket edersek, müslüman toplumlarla, müslüman olmayanların arasındaki ilişkiyi daha rahat kavrayabiliriz. Müslümanlar, Allah'ın gönderdiği vahyi kabul etmiş gibi görünüp hayatlarına tatbik et­mezlerse, işlerinin başka toplumlara havale edileceğini bilmelidirler. "İslâm'a inanıyorum" deyip kâfirin, münafığın hayatını yaşayanlar için iktidar yoktur. Onlar "Müslümanız, ama neden bu hale geldik?" sorusu­nun sebebini başkalarına havale etmemeli, tam tersine imanlarını bir kere daha sorgulamalıdırlar. [65]

 

Doğru Yol:

 

90. "işte o peygamberler, Allah'ın hidâyet ettiği kimse­lerdir. Sen de onların yoluna uy!" De ki: "Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum". Bu âlemler için sadece bir öğüttür.

1. Âyetten çıkarılacak önemli ilkeler vardır: "İşte o peygamberler, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!" Âyetin bu bölümünden anlıyoruz ki, bütün peygamberlerin yolu tevhîd yoludur. Bu­nun için Hz. Muhammed, "Sen de o yola uy!" emrine muhatap olmuştur. Bir peygamberin daha önceki peygamberlerin yoluna uyması, kendi üm­meti için önemli bir örnek teşkil etmektedir. Allah'ın yoluna uymayana, halkın uyma sorumluluğu yoktır. Uyana uyulur, uymayana uyulmaz.

Hz. Peygamberin uymak zorunda olduğu eski peygamberlerin yolu, tevhîd yoludur; dinlerin asla değişmeyen ilkelerinin yoludur. Âyetin bu kısmındaki "Uy!" emri, Hz. Peygamber sağ olmadığına göre, müslüman-ları ve özellikle din bilginlerini kapsamına almaktadır. Bütün peygamber­leri Allah doğru yola ilettiğine göre, onların yoluna gelecek nesillerin de uyması gerekir. Önemli olan, din âlimlerinin bu yolun ne olduğunu tam anlamıyla öğretebilmeleridir. Bütün peygamberlerin yolunu Kur'ân açık­lamaktadır. Kur'ân'ın geliş sebeplerinden biri de budur.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: "Allah'ın hidâyet ettiği kimseler" ifadesine neden yer verilmiştir? Bize göre bunun cevabını İbrahim sûre­sinin 1. âyeti vermektedir: "Rabbinin izniyle insanları karanlıktan aydın­lığa, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkartman için sana indirdiğimiz bir kitaptır".

Demek ki uyulması istenen yolu peygamberler uydurmuş değil, tam tersine onların da uyması gereken yolu Allah belirlemiştir. Kendisi hidâ­yet edilen bir peygamber, hidâyet gibi bir yolu tesis edemez. O zaman, Allah'ın koyduğu yoldan gidene uyulacaktır, esasına varabiliriz.

2. Dini tebliğ etmekten dolayı ücret alınmaz. "De ki: 'Ben buna (peygamberlik görevime) karşılık sizden bir ücret istemiyo­rum". Bu ifade, bütün peygamberlerin uyduğu bir ilkedir. Şuarâ sûresinin 108. âyetinde Hz. Nûh ile başlayan bu esas, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Lût ve Hz. Şuayb ile devam etmiştir. Hz. Muhammed'e hem En'âm sû­resinin 90, hem de Şûra sûresinin 23. âyetinde bu emir verilmektedir. Dinin tebliğ alanı, para kazanma alanı olmamalıdır.

Bu âyette peygamberlik görevine karşılık bir şey istemediğini söy­lemesi istenirken, Şûra sûresinin 23. âyetinde, akrabalık sevgisi isteyebi­leceği gündeme getirilmektedir.

3.  Hz. Peygamber'den Kur'ân'ın bir öğüt kitabı olduğunu ilân et­mesi istenmektedir. "Âlemler" kavramının ne ifade ettiği, Fatiha sûresinin 2. âyetinde açıklandı. Söz konusu âyet yorumlanırken, Câsiye sûresinin 36. âyetini hatırlatmıştık. "Eğitilmeye ve sahip çıkılmaya elverişli insan­lar" anlamına gelmektedir, demiştik. Hatta bu kavramın kapsamına cinleri de katmıştık. Demek ki Kur'ân, insan ve cinlere bir öğüt kitabı olarak gelmiştir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, Hz. Peygamber, "Ben sizden bir ücret istemiyorum, ama Kur'ân'ın öğüdüne uymanızı istiyorum" de­mek istemektedir.

Kısaca diyebiliriz ki, En'âm sûresinin 74. âyetinden itibaren başla­yan şirkle mücadele bir ilâhî rehberlik yolu olup, peygamberler arası devam eden bir miras şeklinde görülmelidir. Hz. İbrahim'in, tevhîd inancını yayıp şirkle mücadelesine babasından başladığına şahit oluyoruz. [66]

 

Hz. Muhammed'e İndirilen Vahyi İn­kâr Etmek:

 

91. Allah'ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi" dediler. De ki: "Öyle ise Mu­sa'nın insanlara bir nûr ve hidâyet olarak getirdiği ki­tabı kim indirdi? Siz onu kâğıtlara yazıp açıklıyor, ço­ğunu da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın da bileme­diği şeyler size öğretilmiştir. Sen 'Allah' de, sonra on­ları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar!"

Ayetin analizinden önemli genellemelere varmak mümkündür:

1. Âyetin ilk bölümünde: "Allah'ı gereği gibi ta­nımadılar" ifadesi yer almaktadır. Bu bölümde kadere kelimesi, "takdîr etmek, anlamak, değerlendirmek, bilmek" mânasına gelmektedir. Ka­dere iman ilkesinde yer alan kader kelimesi de bundan türemiştir. Kim Allah'ı gereği gibi anlayamadı, takdir edemedi, bilemedi, saygı göster­medi? Bunun cevabını âyetin devamı verecek ve biz bunun yahudiler ol­duğunu anlayacağız.

Kullarına rehberlik olsun, mutluluğun yolunu göstersin, öğüt ver­sin, karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye rab sıfatı gereği vahiy göndere­ceğine inanmamak ve Allah'ın gücünün herşeye yeteceğini kabul etme­mek, O'nu gereği gibi anlayamamaktır. Âyetin devamında hangi sözü söyleyerek bu sürece girdiklerini görüyoruz: "Çünkü, Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi" diyerek, bilmediklerini ortaya koydular. Bunun anlamı, Allah'ın Kur'ân'ı Hz. Muhammed'e in­dirdiğini inkâr etmektir. Demek ki konu, Hz. Muhammed'e indirilen va­hiy idi. Bu sözü söyleyenler, daha önce indirilen vahye inanan insanlardı. O zaman âyetin birinci bölümüne "Allah'a gerektiği şekilde inanmadılar" mânasını verme imkânını elde ediyoruz.

Hâzin, âyetin birinci bölümündeki ve mâ kaderul-lâhe ifadesine, "İnanmadılar" mânasını vermektedir. Çünkü Allah'a ge­reği gibi iman etselerdi, "Allah hiçbir insana bir şey indirmedi" demez­lerdi.

Allah onların bu sözleri üzerine onlara sorulmak üzere Hz. Peygam-ber'e şunu vahyetti "De ki: 'Öyle ise Musa'nın insanlara bir nâr ve hidâyet olarak getirdiği kitabı kim indirdi?" Bundan anlıyoruz ki, Hz. Peygamber'e bir şey indirilmediğini söyleyenler, yahudilerdi. Sorulan sorunun içinde Tevrat'ın yer alması, buna işaret etmektedir. Demek ki Allah'a gerektiği şekilde inanmayan, Allah'ı gerektiği gibi tanımayan, bilmeyen ve takdir etmeyen yahudilerdi. Tefsirlerde yer alan nüzul sebebini burada zikretmiyoruz. Zâten âyetin içindeki, yahudilerin "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi" sözleri, nüzul sebebi olarak açıklanmaktadır.

Âyetin bu kısmında, Tevrat'ın nûr ve rehber olduğu vurgulanmak­tadır. Bu özellikler aynen Kur'ân için de geçerlidir. Bu noktadan hareketle şu genellemeye varıyoruz: Peygamberlere gelen vahiy, bir ışık, bir rehber görevini görmüştür. İnsanların gönlünü, sosyal ilişkileri ve Allah'a giden yolu aydınlatan bir ışık olmaktadır. Nefsin, şeytanın ve kötü insanların bulunduğu bir ortamda, insanın elinden tutup doğru yola götüren bir reh­ber durumundadır. Cehalet karanlığının içinden çıkarıp bilginin, medeni­yetin aydınlığına götüren bir rehber olmaktadır. Şirkin ve inkârın kirlettiği beyin ve gönlün elinden tutup, tevhîd inancının meyvelerini tatmaya götü­ren bir rehber niteliğindedir.

2.  Âyetin devamı, yahudilerin Tevrat'a karşı işledikleri kötü tavrı açıklamaktadır. "Siz Tevrat'ı kâğıtlara ya­zıp (istediğinizi) açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz ". Bunun anlamını El-malılı Hamdi Yazır şöyle veriyor: Aydınlanıp amel edecek yerde parça parça kâğıtlara koyuyor, kuru evrak haline getiriyorsunuz.

Yahudiler Tevrat'ın Hz. Peygamber'le ilgili kısımlarını gizlemişler­dir. Gizledikleri âyetlerden biri Fetih sûresinin 29. âyetinin ilk yarısıdır. Allah orada Hz. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğunu ve onunla birlikte olanların durumunu açıklamaktadır.

3. Kur'ân bilinmeyeni öğretti. Âyetin bu kısmı, Kur'ân'm önemli bir görevini gündeme getirmektedir: Kur'ân yahudikrin ve ondan önceki babalarının bilmediklerini öğretmekteydi. Demek ki daha önce Tevrat'ta olmayan bazı konuları da Kur'ân'da bulmak ve ondan öğrenmek müm­kündür. Allah bu hitabıyla onların Kur'ân'ı okuyup, farklı olan yönlerini görmelerini istemektedir.

4. Yapılacak nedir? Âyetin son kısmında Allah, Hz. Peygamber'e ne diyeceğini ve ne yapacağını öğütlemektedir:  "(Resulüm) Allah de!". Sizin ve babalarınızın bilmediğini size öğretenin kim olduğu soru­sunu cevaplandırmak üzere "Allah de!" emri verilmiştir.

Kur'ân'ı indirip, Hz. Muhammed'i peygamber yapan ve onlara bil­mediklerini öğreten Allah'tır. Bunu kabul etmemeleri durumunda yapıla­cak işi âyetin sonu belirlemektedir: "Sonra onları bı­rak, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar".

Bütün açıklamalara rağmen anlamayan ve anlamaya yanaşmayan ve bunu Allah'ın vahiy göndermeyeceğine kadar uzatan insanları kendi baş­larına bırakmaktan başka çare yoktur. Allah bu âyetle, Kur'ân'a karşı ta­kınılan tavrın analizim yapmaYYad berlerinden başkasını tanımayanların, "bataklık" halini almış gönüllerini gündeme taşımaktadır.

Allah'ı gereği gibi anlamayan, O'na gereği gibi inanmayan, başka­larına vahyin gelemeyeceğini iddia eden, kendi ellerindeki kitabı kimin indirdiğini göremeyecek kadar gabî olan, ellerindeki kitabın bir kısmını gizleyip hükümlerini halka açmayan insanların beyin ve gönülleri çamur doludur.

Allah, Hz. Peygamber'den onları o çamurun içinde bırakmasını is­temiştir. Aynı metodun günümüzde de geçerli olduğunun bilinmesinde yarar vardır. Kur'ân'm Allah tarafından indirildiğini kabul etmeyen ya-hudi ve hıristiyanlar, kendi çamurları içinde oynamak üzere bırakılmalıdır­lar. Meseleyi ileri götürüp kavga etmenin anlamı yoktur. Böylece âyet din âlimlerine eskimeyen altın bir kural bırakmaktadır. [67]

 

Kur'an Nedir Ve Onunla Ne Yapılır?

 

92. Bu da şehirlerin anası olan (Mekke'yi) ve çevresini uyarman için sana indirdiğimiz feyiz kaynağı ve ken­dinden öncekini doğrulayan bir kitaptır. Ahirete ina­nanlar, ona da inanırlar, namazlarına devam ederler.

Bu âyetin analizinden varılabilecek bazı ilkeler vardır:

1. Kur'ân'm üç vasfı.

a) Kur'ân, Allah tarafından indirilmiştir. "Onu indirdik" ifa­desi, Kur'ân'ı Hz. Muhammed'in yazmadığını, vahiy yoluyla ona ilâhî âlemden indiğini göstermektedir. Allah tarafından indirilmiş olması, beşer fikrinin ona karışmadığının ve tarafsız bir kitap olduğunun delili olmak­tadır.

b)  Kur'ân mübarek bir kitaptır. Mübarek kelimesi, "kutlu, feyiz kaynağı, bereketli" anlamına gelmektedir. İbn Abbâs mübarek kelimesini, "içinde mağfiret ve rahmet olan kitap" anlamına almıştır; Kâdî Beyzâvî, Hâzin, Nesefî de "çok faydalı" mânasına geldiğini söylemişlerdir.

c) Kur'ân kendinden öncekini tasdîk edici, yani teyit edici bir özel­liğe sahiptir. Bu özelliğinin anlamı: Kur'ân geçmiş peygamberlere gelen vahiyle çatışmak için gelmemiş, tam tersine tasdîk edici olarak gelmiştir.

Âyetin bu kısmındaki "Önündekini tasdîk edici" ifadesinin geniş açıklaması, Âl-i İmrân sûresinin 3. âyetinde yapılmıştır. Demek ki Kur'ân, Allah tarafından indirilmiş, feyiz kaynağı ve önünde­kini tasdîk edici özelliklere sahip bir kitaptır.

2. Kur'ân'ın indiriliş sebebi.

Âyetin ikinci bölümü bu sebebin ne olduğunu açıklamaktadır: "Şehirlerin anasını ve onun çevresindekileri uyarasın diye indirdik". ümmü'1-kurâ (şehirlerin anası) ifadesinden kasıt, Mekke'dir. İlk mabedin orada yapılmış olması sebebiyle bu ad verilmiştir.

Medeniyetin beşiği orasıdır. İlk mâbed olan Kabe orada inşa edil­miştir. "Âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak kurulan ilk ev, (mâbed) Mekke'deki (Kâbe)dir" (Âl-i İmrân 3/96). Onun içindir ki, "şehirlerin anası" adını almıştır; bu ismi ona Allah vermiştir.

Kur'ân bu şehrin halkını ve onun etrafındaki şehirlerin halkını da uyarmak için Hz. Peygamber'e indirilmiştir. Yasin sûresinin 6. âyetinde ifade edildiği gibi, babalan uyarılmamış toplumu uyarmak için indirilmiş­tir. liTji- havlehâ kelimesi, "onun etrafını" anlamına gelmektedir. Mek­ke'nin etrafı deyince, Mekke dışında insanların yaşadığı her yer anlaşıl­maktadır. Âyetin bu kısmına Hz. Peygamber açısından bakınca, o devirde kitle haberleşme vasıtalarının olmadığını, yüz yüze gelmekten başka bir vasıtanın, sadece mektup olduğunu düşünürsek, Mekke ve civarı mânasını anlamak doğru olacaktır. Ama bu âyete günümüzün teknolojik imkân­ları açısından bakıp, bu uyarı işinin devam eden bir süreç olduğu fikrin­den hareket edersek, etraf kelimesinin içine insan olan her yer mânasını vermek gerekmektedir. Hz. Peygamber'in, davet etmek için yazdığı mektupları gönderdiği ülkeleri düşünürsek, uyarının insanların bulunduğu yerle sınırlı olacağı anlaşılmış olacaktır.

Bu ifadeden şunu anlıyoruz: Feyiz, ışık ve medeniyet, şehirden ka­saba ve köylere doğru yayılacaktır. Şehirler düzelirse, onların etrafında yaşayan insanlar da düzelecektir. Âyet, kalkınmaya şehirden mi, köyden mi başlanmalıdır, sorusuna şehirden cevabını vermektedir.

3. Kur'ân'a kimler inanır?

Âyetin son bölümünde Kur'ân'a inanacak olanların özellikleri sa­yılmaktadır:

a) "Âhirete inananlar ona inanırlar". Âye­tin bu kısmını, 91. âyetle ilişkilendirmek gerekiyor. Yahudiler "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi" dediler. Bunun anlamı, Kur'ân'ı ilâhî ki­tap olarak kabullenmediler, ona inanmadılar. "Neden inanmadılar?" soru­sunu sorunca, cevabını 92. âyetin bu kısmı vermektedir: Onlar âhirete inanmıyorlardı, çünkü âyet "Âhirete inananlar ona inanır" demektedir. Demek ki Kur'ân'a inanmayanların âhirete imanlarında bir zorları vardır.

Dikkat edilirse, âyetin bu kısmında, imandan imana geçişin olabile­ceğinin vurgusunun yapıldığı farkedilecektir. Âhirete iman, Kur'ân'a iman şekline dönüşmektedir. Âhirete iman sebep, kitaba iman da sonuç olmaktadır. Bundan şu neticeye varıyoruz: İman denen değer doğurgan, amip gibi çoğalan bir özelliğe sahiptir.

Demek ki iman gönülde teşekkül ettiğine göre, gönül çoğalma yeri ve imanın doğum yaptığı bir yer olmaktadır. Gönlü imandan yana doğur­gan olmayan insanlar, Kur'ân'a inanmazlar.

b) "Onlar namazlarını kılmaya devam eder­ler". Buradaki namaz kavramı, eylemi temsil etmektedir. Âhirete iman­dan sonra namaz kılmanın getirilmesi, imandan sonra eylemin gelmesi anlamını taşımaktadır. Diğer taraftan namaz, ahlâkın temelini teşkil etmekte­dir (Meryem 19/59; Ankebût 29/45). Bu işlevi sebebiyle, imandan hemen sonra namaz kılma gündeme getirilmiştir.

Netice olarak diyebiliriz ki, 91. âyette Tevrat'ın ışık ve rehber özel­liği verildikten sonra, 92. âyette de Kur'ân'ın feyiz kaynağı ve önünde-kini tasdîk edici özellikleri gündeme getirilmektedir. Bu özellikleriyle ya-hudi ve diğer insanları Kur'ân'a inanmaya davet etmektedir. Her iki kita­bın özellikleriyle, yahudilerle Kur'ân arasında bir köprü kurmayı amaçla­maktadır. Kitaba imanı, âhirete imana bağlamakla, Kur'ân'a inanmayan­ların âhirete imanlarını sorgulamalarını öğütlemektedir. Eğitim faaliyetinin şehirden çevreye doğru yayılmasını ilke haline getirmektedir. îmandan he­men sonra eylemin gelmesine dikkat çekerek, eylemin önemini vurgula­maktadır. Ayetin içeriğine dikkat edersek, din eğitimcileri için çok önemli mesajlar taşıdığını görebiliriz. İman, kitap, uyarı ve eylem örgüsünü ku­ran âyetin, müslümam bütüncül bir yapı içinde eğitmeyi amaçladığı anlaşı­lacaktır. [68]

 

Allah'a İftira Edenlerin Cezası:

 

93. Allah'a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, "Bana da vahyolundu" diyen­den ve "Ben de Allah'ın indirdiği âyetlerin benzerini in­direceğim " diyenden daha zâlim kim vardır? Bir görsen o zâlimleri, ölüm sıkıntısı içindeyken; melekler ellerini uzatmış "Çıkarın canlarınızı!" diye, Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı ki­birlilik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız.

Bu âyetin içeriğinde günümüzün din âlimleriyle ilgili çok ciddi ve hayatî konular yer almaktadır. Âyetin birinci bölümünde, üç davranış bi­çiminin aynı seviyede günâh olduğuna ve zulüm işlendiğine dikkat çekil­mektedir.

1. Dünyanın en zâlimi kimdir? Yüce Allah bu soruyu sormakta ve yine kendisi cevaplandırmaktadır:

a) "Allah'a karşı yalan uyduran". Âyetteki bu eylemi kimlerin gerçekleştirdiğine bakarken, 91. âyete gitmek gerekiyor. "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi" dediler. Bi­rinci derecede bunların Allah'a iftira ettikleri, yani yalan uydurdukları or­taya çıkmaktadır.

Yüce Allah kendisine iftira etmenin en büyük zulüm olduğu soru­sunu, başka âyetlerde de sormaktadır. En'âm sûresinde bunu üç defa sor­maktadır; 21, 93, 144. âyetlere bakılabilir. A'râf sûresinin 37., Yûnus sû­resinin 17., Hûd sûresininl8. âyetlerinde de aynı konu işlenmektedir.

Allah'a yalan uydurmanın bir şekli de Allah'ın haramını helâl; helâ­lini haram yapmaktır. Diğer bir şekli de kendi felsefesini, "Allah'ın görü­şüdür" diye insanlara fetva olarak vermektir. Bu konu En'âm sûresinin 21. âyetinde anlatılmıştı.

b) "Kendisine hiçbir şey vahyedilmemiş­ken, 'Bana da vahyolundu' diyenden ". Bu insan, yalancı peygamberlik iddiasında bulunmaktadır. Müseylimetü'l-kezzâb ile Esved el-Ansî gibi insanların yalancı peygamberlik iddiasında bulunmaları, zulmün en büyü­ğüdür. Her dönemde böyle insanlar çıkacaktır. Kendisinin mesîh oldu­ğunu iddia edenler bu gruba girmektedirler. Allah'a yalan iftira edenle, yalancı peygamberlik iddiasında olanlar eşit seviyede günâh işlemektedir­ler. Daha doğrusu bunlar dinden çıkmaktadırlar. Çünkü bu insanlar şirk işlediklerinden, eylemleri zulüm olarak nitelendirilmektedir.

c) "Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim". Bu insan, Kur'ân'ın bir benzerini yazabileceğini iddia etmektedir. Nadr b. Haris bu konuda şöyle demişti, "Eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini söyleriz" (Enfâl 8/31). Kur'ân'ın bir benzerinin yazılamayacağını vurgulayan pek çok âyet vardır. Bunlardan biri Bakara sûresinin 23-24. âyetlerinde açıklanmıştı.

2. Bu insanlara neler olacak?

a) "O zâ­limler, ölüm sıkıntısı içinde, melekler ellerini uzatmış, onlara: 'Haydi canlarınızı kurtarınız' derken, onların halini bir görsen". Bu insanların ölümü çok kötü olacaktır. Melekler pençeleriyle onların canlarını alırken, bir taraftan da canlarını kurtarmalarını söyleyeceklerdir. Bunun anlamı, ölüm anında melekler onlarla konuşacak ve canlarını kurtarmak için tek­lifte bulunacaklardır.

Âyetin bu kısmında yer alan ahricû enfüseküm "Canlarınızı kurtarınız!" anlamına geldiği gibi, "Canlarınızı çıkarınız!" an­lamına da gelmektedir. İkinci mânayı alırsak, "Melekler pençeleriyle bo­ğazlarını sıkıp bırakacak, bir anda canlarını almayacaklar" anlamı çıkmak­tadır. Diğer taraftan of^i gamerât kelimesi, "bir şeyi suyun bürüyüp kaplaması" anlamına gelen gamera kelimesinden türemiştir. Bu kelime­nin çeşitli kalıpları vardır. Gamrenin çoğulu olan gamerât, "şiddet, sı­kıntı" anlamına gelmektedir. Âyete dönersek, "ölümün şiddeti, sıkıntısı, sarhoşluğu" mânasını vermek mümkündür.

Aynı âyetin bir benzeri, kâfirler için Enfâl sûresinin 50. âyetinde yer almaktadır: "Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak canlarını alırken, bir görseydin " derken, vura vura canlarının alınacağı kişiler, kâfirler olmaktadır. Diğer taraftan, "melekler" kelimesinin çoğul olduğunu görüyoruz. Demek ki ölüm meleği tek değil, birden fazladır.

b) "Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı kibirlik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile ceza­landırılacaksınız, derken onların halini bir görsen!"

Melekler onlara sadece, "Canlarınızı kurtarınız!" demeyecek, aynı zamanda son konuşmayı da yapacaklardır. Demek ki can alma anında, melekler onların Allah'a karşı gerçeği söylemedikleri, kibirli davrandıkla­rını bildireceklerdir. Bunun anlamı, melekler kimin canını aldıklarını ön­ceden bilmektedirler. Onlar bu durumu, amelleri yazan meleklerden öğ­renmektedirler veya Allah durumu onlara bildirmektedir.

Allah'a yanlış fetvalarla iftirada bulunmak, yani Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenin, O'nun âyetlerine karşı kibirli davranmanın cezası, ölüm sıkıntısı anında başlamaktadır.

Buradan şu neticeye varmak mümkündür: Din adına konuşurken, fetva verirken, o konuda Allah'ın ne dediğini bilmek gerekiyor. Aksi tak­dirde, din alanına beşerî düşünceler girecek, böylece Allah'a iftira edilmiş olacaktır, yani Allah'a karşı gerçek olmayan şeyler söylenmiş olacaktır. Din âlimleri ve din görevlileri, Kur'ân'dan delil getirmedikçe, din adına fetva vermeyecek, yapacakları açıklamanın kendilerine veya daha önceki âlimlere ait olduğunu, yani onun bir kültür olduğunu söyleyeceklerdir. Böylece din ile kültürün arasını ayırmış olacaklardır.

Bu hassasiyeti göstermeyenler Allah'a iftira edince, hem kendileri alçaltıcı azapla cezalandırılacaklar, hem de toplumun felahını yok edecek­lerdir (Nahl 16/116). Diğer taraftan âhirette ihanet edileceklerdir (Hûd 11/18). Demek ki Nahl sûresinin 116. âyetine göre, bunların topluma çok zararları olacaktır. Böyle yapan müslüman âlim ve din görevlisi varsa, Âl-i İmrân sûresinin 78. âyetine göre, yahudilere benzemektedir. Yukarıda verilen âyetler, din âlimi ve din görevlilerini din adına yalan söylemekten menetmektedir. [69]

 

Allah'ın Huzuruna Çıkmak:

 

94. Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker te­ker bize geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız- Sizinle ilgili olarak ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda göremeyeceksiniz. Andolsun aranız açılmış ve (tanrı) sandığımız şeyler sizden kaybolup gitmiştir.

Âyette ölüm anı ile âhirette olacaklar anlatılmaktadır.

1. "Andolsun ki, sizi ilk defa yarat­tığımız gibi teker teker bize geleceksiniz". Bunun anlamı, insan yapayan-lız Allah'a dönecek ve O'nun huzuruna çıkacaktır. Buradaki ifade, âhirette değil, dünyada insana söylenmektedir. Çünkü dünyada bazan insanlar grup içinde irâdelerini kaybetmekte ne yaptıklarının şuurunda olmamak­tadırlar. Onlar zannediyorlar ki, bulundukları grup onları kurtaracaktır. Genelde dinî gruplaşmalarda bu anlayış vardır. Dine karşı menfî tutum sahiplerinin gruplaşmasında da buna benzer bir anlayış vardır. Onun içindir ki, Allah'a karşı gerçek olmayanı söyleyenler, onun âyetlerine karşı kibirli davrananlar, bir grup teşkil etmektedir (En'âm 6/93). Önce­likle Allah bunlara, huzuruna teker teker geleceklerini, gruplarının onlara bir faydası olmayacağını hatırlatmaktadır.

Allah'ın huzuruna çıkış, ilk yaratılıştaki gibi teker teker olacaktır. Allah ilk yaratılışı örnek vererek, Allah'a gidişin nasıl olacağını açıkla­maktadır. Böylece ilk yaratılışla, öldükten sonra Allah'a gidişin benzerli­ğini bilmenin ve onun bilincinde olarak davranmanın önemi öne çıkarıl­maktadır.

2. "Ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız". Tek tek Allah'ın huzuruna çıkmanın bir anlamı budur. Allah'ın dünyada insana verdiği şeyler, mal mülk ve evlâtlardır. Bunlar geride bırakılarak Allah'a dönülecektir. Orada malın ve evlâdın hiçbir faydası olmayacaktır (Şuarâ 26/88).

3. "Sizinle ilgili olarak or­taklarınız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmeyeceğiz". Bu dün­yada birilerini şefaatçi olarak görmek, Allah'a şirk koşmak anlamına gel­mektedir. Bu şefaatçiler de yanlarında olmayacaktır. Tek tek Allah'ın hu­zuruna çıkmanın bir anlamı da budur.

4. "Andolsun, aranız açılmış ve (tanrı) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir". Ayetin bu kısmındaki gtî kata'a fiili, "bağların kopması" anlamına gelmektedir. O zaman şu soru sorulacaktır. Kimlerle aramızda olan bağlar kopacaktır? Bunun ce­vabı için öncelikle İbrahim sûresinin 22. âyetine gitmeliyiz. Bu dünyada şeytanın çağrısına uyanlar, onunla ilişki kurmakta, ona tapınmaktadırlar, ama âhirete gidince şeytan bağlarını bu insanlarla şöyle koparacaktır:

"5en/ yermeyiniz, kendinizi yeriniz. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Kuşkusuz daha önce ben, beni ortak koşmanızı reddettim". Böylece aradaki bağlar kopacak, şeytan insanları terkedip gi­decektir. Diğer taraftan bu dünyada taparcasına şefaat edeceği sanılan in­sanlar da orada kaybolup gideceklerdir. [70]

 

Allah'ın Madde Ve İnsanla Olan İliş­kisi:

 

95. Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır, ölü­den diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O halde (haktan) nasıl dönersiniz?

96.  O, sabahı aydınlatandır. O, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı (vakitlerin tayini için) birer hesap ölçüsü kılandır. İşte bu, azız olan (ve her şeyi) pek iyi bilen Allah'ın takdiridir.

97.  O, kara ve denizin karanlıklarında kendileri ile yol bulaşınız,  diye sizin için yıldızları yaratandır. Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri geniş geniş açıkladık.

98.  O, sizi bir tek nefisten (cevherden) yaratandır. (Sizin için) bir kalma yeri, bir de emanet olarak konulacağı-nız yer vardır. Anlayan bir toplum için âyetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık.

99. O, gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O bitkiden de kendisinde iistüste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik, hurmanın to­murcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verir­ken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine ba­kın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır.

Yüce Allah tohumdan ve çekirdekten başlayarak, insanın yaratılı­şından, güneş sistemine uzanan bir dizi yaratılış kanunu ele almaktadır. Tevhîd inancından, kitap ve peygamberlik müessesesine geçecek, onlara karşı takınılan tavrı ve âhiretteki durumu ele aldıktan sonra, yaratılış ka­nunu ile Allah'ın sonsuz kudrete sahip olduğunu anlatacaktır. Bu açık­lama, aslında En'âm sûresinin 1. âyeti ile 2. âyetinin açılımı olmaktadır. Bu açıklamanın metodu, küçükten büyüğe, yakından uzağa, sonra yine büyükten küçüğe olmaktadır.

1. "Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği çatla-tandır". Âyetin bu bölümünde yer alan ve konunun eksen kavramını teşkil eden J& feleka fiilidir. İbn Abbâs, Dahhâk, Mukâtil, bu kelimenin "yaratmak" anlamına geldiğini söylemişler, Râzî de onların bu mânasını benimsemiştir. Hâzin de bu mânaya işaret etmektedir. Kâdî Beyzâvî, Nesefî gibi müfessirler de çatlatmak mânasını vermektedirler. Dikkat edi­lirse, En'âm sûresinin ilk âyetinde haleka (yaratma) fiili, 79. âye­tinde fetara (yoktan yaratma) yer alırken, burada çatlatma şeklindeki yaratma yer almaktadır.

Habb kelimesi "buğday, arpa ve benzeri şeylerin tohumu" anla­mına gelmektedir. Aslı, tane demektir. Neva ise "şeftali, hurma, zeytin vb. meyvelerin çekirdeği" anlamına gelmektedir.

Toprağa atılan tohumu orada çatlatıp içinden canlı bitki ve ağacı çı­karanın Allah olduğunu gündeme getiren bu âyet, ilâhî kudretin yaratıcı­lığının nerelerde başladığını anlatmaktadır. Allah tohumu ve çekirdiği hem üstünden hem de altından çatlatarak, üstten bitki ve ağacın bedeni, alttan da kökleri çıkarmaktadır. Aynı tohum ve çekirdekten çıkan bu kök ve be­den, çok farklı işlev görmekte ve farklı şekle bürünmektedir.

Allah, bitki ve ağacın planını o tohum ve çekirdeğin içine nasıl yer­leştirip kaderini belirlediğinin araştırılmasını istemektedir. Yer üstüne çı­kan bitki ile fidanın, yerin altına giden köklerle beslenmesi, ikisinin aynı cevherden çıkması, ama uzandıkları âleme göre yapılanmaları, hangi kud­ret sayesinde olmaktadır?

Şeftalinin çekirdeğinden şeftali ağacı çıkıp başka bir ağacın çıkma­masını ve her çekirdeğin ve tohumun içine kendi kaderini koyarak, diğer­lerinden farklı olduklarını düşününce, Allah düşüncesine varmamak mümkün değildir.

2. "Ölüden diriyi çıkaran, diri­den de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O halde (haktan) nasıl döner­siniz?"

Ölüden diriyi çıkarmaya örnek, tohum, çekirdek ve yumurta gibi akı olan şeylerden canlı çıkartmaktır. Diriden ölü çıkarmaya örnek olarak, bitkinin ve meyvenin tohumları ve çekirdekleri verilebilir. Ayrıca tavuktan yumurtanın çıkması da bu tür örneklerdendir. Âyetin bu kısmının birinci kısmıyla yakından alâkası vardır. "Tohum ve çekirdeği çatlatıp ölüden di­riyi, diriden ölüyü çıkarandır" şeklinde tercüme etmekte yarar vardır.

İnsanlar bitkiler alemindeki tohum ve çekirdeklerdeki kodlan, şifre­leri çözdükçe, Allah'ın kudretini daha iyi anlayacaklardır. Kocaman ağacı bir çekirdeğin içinde kodlaması, sonra uygun ortamını bulunca, o kodun kendisini ortaya çıkarması, ilâhî kaderin hayata geçişi anlamına gelmek­tedir. Ağacın cinsini, şeklini ve ne kadar büyüyeceğini o çekirdeğin içinde kodlayan güç, Allah'tır.

Âyetin sonunda Allah, insanın beyninin nasıl tersyüz olup döndü­rüldüğünü sormaktadır. Döndürülme ve tersyüz olma işinin sonradan olduğunu, kelimenin yapısı vermektedir. Demek ki insanın aklı yaratılıştan Allah'a varabilecek şekilde yaratılmasına rağmen, döndürülme sonradan olmaktadır.

Allah tabiatın doğasında var olanla, insanın doğasında var olanı bir araya getirip tevhîd inancına ulaşılmasını isterken, bazan yanlış eğitim bu iki doğanın buluşmasını engellemekte, insan beyninin ondan dönmesine sebep olmaktadır, tnsan beyni, özellikle tohumların ve çekirdeklerin çat­layıp canlının ortaya çıkması gibi tabiat olaylarıyla buluşunca, kendi için­deki sıçramayla Allah fikrine varmalıdır.

"Ölüden diriyi çıkarma" eyleminde, neyin ölü olduğu konusuna, Yasin sûresinin 33. âyetiyle cevap vermek mümkündür: "Ölü toprak onlar için mühim bir delildir. Biz ona yağmurla hayat verdik ve ondan tane çı­kardık, işte onlar bundan yerler".

Hac sûresinin 5. âyeti de aynı tabiat olayına dikkat çekmektedir: "Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün, fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten bitkiler verir".

Demek ki "ölüden" kastedilen, tohumun ve çekirdeğin kendisi ola­cağı gibi, toprağın kendisi de olabilir. En'âm sûresinin 95. âyetinde tohu­mun ve çekirdeğin çatladığı yer, topraktır. Toprak da ölüdür. Ölü toprak­tan canlı bitki çıkmaktadır. Bu tabiat olayının, insan zihnini Allah'a götü­recek nitelikte bir delil olduğu, Yasin sûresinin 33., öldükten sonra diril­meye bir delil olduğu da Hac sûresinin 5. âyetinde gündeme getirilmek­tedir.

3. "O, tan yerini ağartandır. O, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı birer hesap ölçüsü kılmıştır. İşte bu aziz olan ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir".

95. âyette yerel bilimlerden örnek verirken, şimdi de göksel olgular­dan hareket ederek, Allah'ın sonsuz kudretini ve teklifini ispat etmektedir. 96. âyette sabahın aydınlanması meselesini açıklarken, yine tohum ve çe­kirdeğin çatlatılması için kullandığı felâk kelimesini kullanmaktadır. De­mek ki aynı kelime, zaman için de kullanılmaktadır.

Bu âyette insanın ya da bütün canlıların gece ile olan ilişkileri ele alınmaktadır. Geceyi dinlenme anı olarak var ettiğini beyan eden Allah, güneşle ayın hesap ölçüsü olarak kullanılacağına işaret etmektedir. Gün­düz, gece, güneş ve ay gibi göksel kanunların araştırılması ve onların amacının tesbit edilmesinin varacağı nihaî noktayı da Allah belirlemekte­dir. "Bütün bunlar, aziz olan ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir" ilkesine ulaşılmalıdır. İnsan beyni tabiat kanunlarını deşifre ederken, aynı zamanda oradaki kaderin kim tarafından konduğunu da keş-fetmelidir.

4. "O, kara ve denizin karanlıklarında kendileriyle yol bulaşınız, diye sizin için yıldızları yaratandır. Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri geniş geniş açıkladık".

Tohumdan ve çekirdekten sabaha, güneşe ve aya giden Allah, 97. âyette yıldızların işlevini açıklayarak, yaratıcı kudretini insana ispatlamak­tadır. İnsanlar, denizde yolculuk ederken veya karadayken, geceleyin yo­lunu bulmakta, hareket etmekte zorluk çeker. Yıldızların yol gösterici ışık olarak sunulması, Allah'ın varlığı, birliği ve kudreti için bir delil olmak­tadır.

Âyetin bu kısmında yer alan fassale kelimesi, "bir sözü veya eylemi açıklamak"; elbise ile kullanılınca, "elbiseyi biçmek, bir şeyi fasıl­lara ayırmak, hayvanı kesip parçalara bölmek" mânalarına gelmektedir. Bu mânaları En'âm sûresinin 97. âyetine uyarlarsak, "elbiseyi biçmek, yara hayvanı kesip parçalamak" mânalarıyla birleştirebiliriz.

O zaman derinlemesine açıklamanın anlamı, analizdir. Konuyu ana­liz etmek, yani parçalara ayırarak açıklama yapmaya fasıl denmektedir.

Yüce Allah analiz ederek, bu açıklamaları, bilen bir toplum için yaptığını söylemektedir. "Toplum" için yaptığını söylemekle, ferdi değil de toplumu hedef aldığına işaret etmektedir. Âyetteki kavim kelimesini, "toplum, millet veya grup" olarak mânalandırabiliriz.

Âyetteki "bilen" kelimesinden kasıt ne olabilir? Bilen zaten biliyor, ona açıklama yapmanın anlamı nedir? Râzî bu soruların cevabını şöyle vermektedir: "Bilen kimseler için" ifadesi, düşünen, görüp işittiği şeyler vasıtasıyla aklî konularda delil çıkaran, görünen âlemden görünmeyen gayb âlemine yol bulan topluluğu hedef almaktadır.

Buradaki "bilen bir toplum için" ifadesindeki "bilme" eylemini, Ba­kara sûresinin 164. âyetinin sonundaki, "aklını kullanıp düşünen" kelime­leriyle mânalandırmak mümkündür. Bilen kelimesine, Âl-i İmrân sûresi­nin 190. âyetinin sonuyla, "selîm akıl sahipleri" şeklinde, mâna verebili­riz.

Aklını kullanan, düşünen ve bilen bir toplum için yapılan bu açık­lamalar, aslında insanın önüne tabiat olaylarının kitabını koymayı, o kitap vasıtasıyla Allah'ın varlığına ulaşmayı hedef almaktadır. Aklını kullanan, yani bilen insana açıklama yapılacağını vurgulayarak, din eğitimcilerine metot vermektedir.

Diğer taraftan tabiat bilimlerinin müslüman bilginler için olmazsa olmazı teşkil ettiği de vurgulanmaktadır. Tabiat kanunlarını bilmeyen bir din bilgini, Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretini nasıl açıklayabilir? Al­lah bile kendisini, yarattığı bu kanunları anlatarak ispat etmektedir.

sizi bir tek cevherden yarattı. Bu yaratmada bir karar kılma yeri, bir de emanet yeri vardır. Anlayan bir toplum için âyetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık". Âyeti üç bölüme ayırarak açıklamaya çalışalım:

a) "O, sizi bir tek cevherden yarattı". Âye­tin bu kısmında geçen nefis kelimesini biz "cevher" diye tercüme ettik. Müfessirler bunun Hz. Âdem olduğunu söylemektedirler. Muhammed Abduh[71] bunun Hz. Âdem olmadığını söyleyip, açıkla­masını bu görüşü üzerine bina etmiştir. Nefis kelimesinin ne anlama gel­diği, Nisa sûresinin 1. âyetinde açıklanmıştı. Enbiyâ sûresinin 30. âyetine göre, bütün canlıların kökeninin su olduğunu düşünürsek, âyette kastedi­len nefis, yani cevher, suyun, toprakla birleşmesinden oluşan insanoğlu­nun aslını, kaynağını teşkil etmiştir.

Diğer taraftan nefis kelimesi dişidir. Dişi olan bir kelimeyi Hz. Âdem olarak mânalandırmak doğru değildir. Nefis kelimesini insanın ya­ratıldığı ilk cevher olarak mânalandırmanın en doğru yol olacağına inanı­yoruz.

enşe'e kelimesi, "var olan bir şeyden başka bir şey yaratmak" anlamına gelmektedir. Vücuda getirmek, yani "var etmek, meydana getir­mek" mânalarına da gelmektedir.

b) "(Sizin için) bir kalma yeri, bir de emanet olarak konulacağınız yer vardır". Kalma yeri müstakar kavramıyla ifade edilmektedir. Bu kavramları gruplandırarak bize aktaran Râzî, "Sizin için bir karar kılma yeri bulunmaktadır" anlamını vermektedir.

1.  Cerîr, İbn Abbâs'a bir mektup yazarak müstakar ile müstevda' kavramlarının mânalarını sorar. Hac sûresinin 5. âyetini delil getirerek İbn Abbâs, müstakar "annelerin rahimleri", müstevda' da "babaların sulbleri-dir" cevabını verir. Hac sûresinin 5. âyetinin bir kısmı şöyledir: "Sizi dileyeceğimiz bir vakte kadar rahim­lerde durduruyoruz". Demek ki müstakar kavramı, annelerin rahmi ile il­gili bir kavram olduğundan İbn Abbâs bu anlamı vermiştir.

2. Başka bir görüş, bunun tam tersini savunmaktadır. Müstakar ba­baların sulbü; müstevda' da annelerin rahmi olmaktadır. Çünkü âyette müstakar önce, müstevda' sonra gelmektedir. İnsan önce babanın sul­bünde kalmakta, sonra emanet olarak annenin rahmine intikal etmektedir.

3. Esamm'a göre müstekar, ilk cevherden yaratılarak dünyaya gel­mesi ve orada karar kılmasıdır; müstevda' ise henüz yaratılmamış, fakat yaratılacak olan mânasına gelmektedir.

4. Ebû Müslim el-İsfahânî'ye göre müstakar, erkek, müstevda' da kadındır. Râzî başka görüşleri de nakletmektedir, ama burada anmayı uy­gun bulmuyoruz.

Müstakar ve müstevda' kavramları, Hûd sûresinin 6. âyetinde bü­tün canlılar için kullanılmaktadır: "Allah o canlının karar kıldığı noktayı da bilir, emanet edildiği yeri de ".

Muhammed Esed, müstakar kavramına "bir gidişin sonu, yolun sonu, yani bir şeyin amacı veya sona erdiği nokta" derken, müstevda' ke­limesine "havale yeri, gönderme yeri veya ambar" anlamını vermektedir. Böylece müstekar, yeryüzünde bir vade, müstevda' da ölümden sonra bir dinlenme yeri mânasına gelmektedir.

Yukarıda sıralanan görüşlerin hangisi alınırsa alınsın, müstekar ve müstevda' kavranılan, bütün canlılar için müşterek bir durumu anlatmak­tadır.

İnsan için düşünüldüğünde, bir cevherden yaratıldıktan sonraki ka­rar kılınan ve emanet edilen yeri ifade etmektedir. Her iki kavram, insanın fânî olduğunu anlatmaktadır. Yaratıldıktan sonra, ölümle kıyamete kadar beklemesi de emanet edildiği yer olacaktır. Bu değişimler onun baki ol­madığı, tam tersine fâni olduğunu göstermektedir.

c) Yaratılma, bir yerde yerleşme ve bir yere emanet edilme kanun­ları, birer âyettirler. Bu kanunları, yani âyetleri anlayan bir toplum için derinlemesine açıklamaktadır. Allah, anlamayan toplumları muhatap ola­rak almamaktadır.

Bu âyetten şu genellemeyi çıkarıyoruz: İnsanın ilk yaratılış cevheri­nin ne olduğu araştırılmalı, dünyadaki durumuyla öldükten sonraki duru­munun ne olduğu ve ne olacağı Kur'ân'ın ışığında ve bilimsel araştırma­ların yardımıyla ortaya konmalıdır.

4. "O, gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitir­dik. O bitkiden de kendisinde üst üste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik, hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin mey­vesine bakınız! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır". Bu âyetin biraz daha özeli, Bakara sûresinin 164. âyetinde açık­landı. Biz şimdi burada âyetin bütünü üzerinde genellemeler yapacağız:

a) Yüce Allah su ile tabiattaki canlılık arasındaki ilişkiyi öğretmekte ve bunu tabiattaki oluşumlarla açıklamaktadır. Su ile bitki arasındaki ilişkinin araştmlmasından önce, suyun gökten nasıl indiği ve onu hangi kud­retin indirdiğinin bilinmesini istemektedir.

b) Sudan bitkiye, bitkiden taneye giden safhalara dikkat çekmekte­dir. Suyu indiren Allah, bitkinin her çeşidini çıkaran da Allah'tır. Bu bitkilerden örnekler de vermektedir. "Birbirinin üstüne binmiş taneler" derken tahıl bitkisini kastetmekte, "Ve hurma tomurcuğundan yakın sal­kımlar" derken de meyve ağacını kastetmektedir. Âyette geçen hfa   kınvân "salkımlar" anlamına gelmektedir. tal' ise, hurmanın tomurcu­ğuna denmektedir.

c) Yüce Allah insanın temel ihtiyaçlarını karşılama bakımından hu-bûbâtı, hurmadan üstün tutmaktadır. Böylece âyette önemliden, hayatî olandan önemsize doğru sıralamaktadır. Onun için önce tahıl sonra hurma, sonra üzüm, zeytin ve nar gelmektedir. Bu sıralanışın önemli öl­çütü insan hayatındaki yeridir. Gıda ve beslenme açısından her birinin ayrı ayrı faydası vardır.

d) Yüce Allah âyetin bir kısmında "Birbirine hem benzeyen hem benzemeyen " ifadesine yer vermektedir. Bitkilerin arasın­dan arpa, buğday gibileri birbirine benzerler. Meyvelerde de portakal ile mandalina birbirine benzer; ama muz ile nar birbirine benzemez. Yapı ve tat itibariyle birbirine benzeyenler olduğu gibi, benzemeyenler de vardır. Vitamin açısından birbirine benzeyenleri olduğu gibi, benzemeyenleri de vardır. Protein yükü bakımından da aralarında farklar vardır.

e) "Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakınız!". Yüce Allah insana, meyvelerin ilk teşek­kül safhası ile olgunlaştığı anının gözlenmesini istemektedir. Tabiatta su ile oluşan bütün bu tahıl ve meyve çeşitlerinin gözlenmesi, insanı Allah'a imana götürecektir. Onun için âyetin sonunda: "Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır" buyu-rulmaktadır. Dikkat edilirse, 97. âyetin sonu, bilen bir toplum; 98. âyetin sonu, anlayan toplum; 99. âyetin sonu da inanan toplum ifadeleriyle bit­mektedir. Bilme, anlama ve inanma faaliyetleri, gidilen çizgiyi göstermek­tedir.

Bilme beynin, anlama ile inanma gönlün eylemleri olmaktadır. 95. âyetten itibaren sergilenen şudur: Tabiat kanunlarının insan beynini ve gönlünü nasıl harekete geçirip insana yaraşır beyin ve gönül ürünleri ve­receği anlatılmaktadır. Allah, gözlem metoduyla araştırılmayı istemekte­dir. Tane ve çekirdekten bitki ve meyvelere, cevherden insana, sudan bütün bu tabiatın canlılığına ve göksel cisimlerin hareketine giden bir dizi olayların ve olguların araştırılması, dinin emridir.

Gözlem, yani araştırma emrini Allah verdiğine göre, kâinat ve tabiat kitabını araştırmak bir ibâdet olmaktadır. Tabiatın hangi varlık ve olayın­dan hareket ederseniz ediniz, varacağınız nihaî nokta Allah'ın varlığı, bir­liği ve sonsuz kudretidir. Din âlimleri bu tabiat ve kâinat kitabını okuma­dıkça, araştırmadıkça yavan kalacaklardır.[72]

 

Allah'a Şirk Koşmak:

 

100.  Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa ki, onları da Allah yaratmıştı. Bilgisizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar.  O'nun şanı yücedir,  onların ileri sürdükleri vasıflardan uzaktır.

101.  O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O'nun eşi olmadığı halde, nasıl çocuğu olabilir? Her şeyi O ya­ratmıştır ve her şeyi hakkı ile bilen O'dur.

Bu âyette iki türlü şirk ele alınmakta ve onlara cevap da verilmekte­dir.

1. "Cinleri Allah'a ortak koştular". Cinleri Alla­h'a ortak koşmanın anlamı, "cinlere tapınmak, onları da tanrı yerine koy­mak, onlara sığınmak, onlardan yardım beklemek"tir. Aslı yalın ateş olan, yani yalın ateşten yaratılan (Rahman 55/15), bizim göremediğimiz ama onların bizi gördüğü yaratıklardan olan (A'râf 7/27) varlıklara Kur'ân, cin demektedir. Bu kelimenin ne anlama geldiği, En'âm sûresinin 76. âye­tinde anlatılmıştı.

a) Cinlere tapınma. Günümüzde şeytana tapanların ve satanist-lerin olması bunu ispat etmektedir. Eskiden de şeytana, yani cinlere tapılı­yordu. Özellikle Hz. İbrahim'in babası Âzer şeytana tapmaktaydı: "Babacığım! Şeytana tapınma!" (Meryem 19/44). Şey­tan cinlerden olduğuna göre şeytana tapan, cinlere tapıyor demektir.

b)  Cinlere sığınma. Kur'ân'da sığınma eylemi, sadece Allah'a yapılır. Allah'tan başka bir varlığa sığınmak, şirk koşmaktan başka bir şey değildir: "Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, on­ların taşkınlıklarını arttırırlardı" (Cin 72/6).

c) Cinlere iman etmek. Cinlere tapınmak, aynı zamanda onlara Allah'a iman eder gibi iman etmekle başlar:   "(Melekler de:) Sen yücesin, bizim dostu­muz onlar değil sensin! Belki onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inanmıştı, diyecekler" (Sebe 34/41). Demek ki insanların bazısı cinlere tapınıp onlara sığınarak ve onlara iman ederek Allah'a şirk koşuyorlardı.

d)  Şeytanın çağrısına uyup Allah'ın çağrısına uymamak da bir şirktir. İbrahim sûresinin 22. âyetinde, şeytan bunu şirk olarak tanımlamaktadır: "İş bitirilince şeytan diyecek ki: 'Şüphesiz Allah size gerçek olanı vaad etti, ben de size vaad ettim, ama size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni kınamayınız, kendinizi kı­nayınız. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Kuşkuşuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızı reddettim'. Şüphesiz zâlimler için elem verici bir azap vardır". Bu âyette Allah'ın çağrısına aldırış etmeyerek şeytanın çağrısına uymak da şirk olarak nitelen­dirilmektedir.

e) Şeytanı dost edinmek. Nisa sûresinin 119. âyetinde Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinenler ele alınmaktadır. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinmek, şirkin ta kendisidir. Âyetin ilk kısmında şeytan insana pek çok kötü şeyi emredip yaptıracağını söylemektedir. Onun emrini dinleyen ve o doğrultuda eylem yapan insanlar, onun dostu olmaktadırlar.

Allah, müşriklerin bu uygulamasına: "Oysa ki, onları da Al­lah yaratmıştı" ifadesiyle cevap vermektedir. Allah'ın yarattığını, Allah'a eş koşmak kadar büyük zulüm olabilir mi? Âyetin bu kısmı, En'âm sûre­sinin   94.   âyetiyle   ilgilidir. 

"Yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda göre­meyeceğiz ". Bu âyetteki şirkten sonra Allah kâinatla, dünya ve varlıklar âlemi ile olan ilişkisini ele alarak, eşi olmadığının, sonsuz kudrete sahip olduğunun dersini verdi. (En'âm 6/95-99). Buna rağmen insanların cin­leri O'na şirk koştuğunu görüyoruz. Bu da görünen varlıkları değil de gö­rünmeyenleri eş koştular, demektir.

2. "Bilgisizce, O'na oğullar ve kızlar ya­kıştırdılar".

a) Allah'a oğullar yakıştırmayı ilk başlatanlar yahudiler olmuş, on­ların bu uygulamaları hıristiyanları da etkilemiştir: "Yahudiler, 'Üzeyr Allah'ın oğludur' dediler. Hı­ristiyanlar da 'Mesih (îsâ) Allah'ın oğludur' dediler" (Tevbe 9/30). Aynı âyette Allah, bu tip konuşmaların, geçmişteki kâfirlerin konuştuklarına benzediğini söylemektedir. "Rahman çocuk edindi dediler" (Meryem 19/88). Böylece önceleri birine, yani bir peygambere "Allah'ın oğlu" derken, daha sonra kendilerine "Allah'ın oğlu" demeye başladılar. Bu da insanlık tarihinde şirkin bir başka çeşidi olarak yerini almıştır.

b) Genelde Araplar da Allah'ın kızlar edindiğini söylemişlerdir. Ya­hudi ve hıristiyanların oğul edinme inancı, onlara kızlar edinme şeklinde geçmiştir. "Onlar, kızların Allah'a ait olduğunu iddia ediyorlar" (Nafıl 16/57). "Onlara sor, kızlar rabbinin de erkekler onların mı?" (Sâffât 37/149). "Allah, kızları oğullara tercih mi etmiş?" (Sâffât 37/153). "Fofoa Allah, yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğulları size 'mi ayırdı ? " (Zuhruf 43/16). " Allah'ın, erkekler de sizin mi?" (Tûr 52/39). "(Ey müşrikler!) Rabbiniz erkek çocukları sizin için ayırdı da, kendisi melekleri kız çocuklar mı edindi?" (İsrâ 17/40).

Bu âyetlerden anlıyoruz ki, Araplar'ın erkek çocuklarını sevmeleri, kız çocuklarını sevmemeleri sebebiyle, onlara Allah'ın kızları demeye başladılar. Bu yetmiyormuş gibi, melekleri de Allah'ın kızları olarak gö­rüyorlardı. Bu da ayrı bir şirk koşma biçimi olmuştur. Aslında cinleri eş koşmak, Allah'ın oğul ve kız edindiğine inanmak gibi şirk olgusu, tevhîd inancını kirletmiştir.

3. "Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir". Allah, onların şirk koşmasını başka bir anlatımla cevap­landırmaktadır. Allah oğullar ve kızlar edindi demeleri, kâinatı çatlatacak nitelikte çirkin bir inançtır. Meryem sûresinde bunun çirkinliği şu şekilde anlatılmaktadır: "Rahman çocuk edindi, dediler. Hakîkaten siz, pek çir­kin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı nerede ise gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir" (Meryem 19/88-90).

Allah, onların bu çirkin söylevlerinden, vasıflandırmalarından uzak olduğunu söyleyerek, bu söylevlerinin geçersiz olduğunu ve yeri göğü tit­retecek nitelikte olduğunu vurgulamaktadır. Cinleri O'na eş koşmaları, oğul ve kız edindiğini söylemeleri, Allah'ın noksan sıfatlardan uzak ve yüce oluşu inancını kirlettiğinden, bu sıfatları bir daha tekrar etmektedir. Yüce Allah, onların bu çirkin iddialarını En'âm sûresinin 101. âyetiyle de cevaplandırmaktadır.

a) "O, göklerin ve yerin yoktan var edenidir". Âyetin bu kısmında geçen bedî' sıfatı, "yoktan yaratmak" anlamına gelmektedir. Meselâ kâinatı ilk önce yoktan var etmesi ifade edilirken, hem bedî', hem de fâtır sıfatları gündeme getirilmektedir. Gökleri ve yeri, yani kâinatı yoktan yaratan bir varlığın eşi olamaz.

b) "O'nun eşi olmadığı halde nasıl ço­cuğu olur?" Allah için bir evlilik olgusunu düşünmeye kadar varan bu if­tira ve şirk, bu olguyla da cevaplandırılmaktadır. Allah çocuk edindi de­mek, onun eşi var anlamına kadar gitmektedir. Onun içindir ki, bu kadar derinlere inen bu sözler, kâinatı yıkacak niteliğe ulaşmaktadır.

c) "Her şeyi o yaratmıştır ve her şeyi hakkı ile bilen odur". Allah bu açıklamasıyla, hâliklik sıfatıyla alîmlik sı­fatını gündeme getirmektedir. En'âm sûresinin 100 ve 101. âyetlerinden şu genellemeye varıyoruz:

Din eğitimcileri, Allah'ın bütün kusurlardan uzak olduğunu, çocuk edinmek gibi yetersizliklerden münezzeh olduğunu, kâinatın yaratılış ka­nunu ile açıklamalıdırlar. Bilimin uzandığı nihaî noktaya kadar inerek, yoktan var etme olgusunu işlemelidirler.

Yüce Allah'ı anlatırken, "benzerliklerden" hareket edilemeyeceğini, tam tersine "benzemezlikler"den hareket edilmesini bilmeli ve bunu uygu­lamalıdırlar. Yüce Allah Şûra sûresinin 11. âyetinde, "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" derken, bu metodu kullanmakta ve bize öğret­mektedir. Benzerinin olmaması ilkesi, dengi olmadığı esasına götürmek­tedir. "O'nun hiçbir dengi yoktur". Benzersizlik ve denksiz-lik, O'nun tek oluşunun temellerini teşkil etmektedir. Ama unutulmama­lıdır ki, Allah'ın sıfatlan, onun kâinatla olan ilişkiler sisteminin anlatımı­dır. Maddî ve manevî âlemdeki bütün oluşumlar, onun sıfatlarının bir te­zahürüdür, ama asla aynı değildir.

En'âm sûresinin 74. âyetinden 101. âyetine kadar anlatılan bütün konular, Allah'ı gereği gibi tanımanın, takdîr etmenin, bilmenin ve O'na gereği gibi inanmanın dersini vermektedir. Bu ders, Hz. İbrahim örneği ile başlamakta ve Allah'ın kâinatın her zerresi ile olan ilişkilerini derinlemeşine anlatılmakta ve nihayet şirk denen zulmü, kirliliği ortadan kal­dırma ile son bulmaktadır. Böylece tabiat bilimlerinden hareket edilerek, şirkin nasıl ortadan kaldırılıp tevhîd inancının yerleştirileceğinin dersi ve­rilmektedir.

Yüce Allah kâinat ve tabiatta olan bütün olayları, bir kitap halinde insanın önüne koyuyor. Zerreden, güneş sistemine giden çizgideki bütün sistemlerin modelini ortaya koyarak, analizini yapmaktadır. însan aklının, bu oluşumlar üzerine eğilerek, onları birbirine bağlayarak Allah'a gidişi­nin yolunu öğretmektedir. Bilme, anlama ve iman etme gibi beyin ve gö­nül ilişkilerinin kurulmasını istiyor. Verdiği bütün dersler, bu üç şeyi elde etme amacına yöneliyor. [73]

 

Allah'ın Sıfatları:

 

102. İşte rabbiniz Allah O'dur. O'ndan başka tanrı yok­tur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk ediniz, O her şeye vekildir (güvenilip dayanılacak tek varlık O'dur).

103.  Gözler O'nu göremez; halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır.

104. (Doğrusu) size rabbiniz tarafından basiretler (idrâk kabiliyeti) verilmiştir. Artık kim hakkı görürse, fay­dası kendisine, kim de kör olursa, zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim.

Bu âyetler, Allah'ın sıfatlarından bazılarını gündeme getirirken, müslümanlarm nasıl bir Allah'a inandıklarının bilincini de vermektedir.

1. "İşte rabbiniz Allah O'dur". 102. âyetin başındaki zâlike (işte bu) zamîri, bu âyetleri önceki âyetlere bağlamaktadır. En'âm sûresinin 95. âyetinden itibaren yedi âyette anlatılan vasıflar, Alla­h'ın nasıl bir varlık olduğunu açıklamaktadır. Yüce Allah'ı çeşitli sıfatla­rıyla ele aldıktan sonra, 102. âyette "İşte rabbiniz Allah O'dur" ifadesine yer verilmekte; Allah adıyla rab ismi bir araya getirilmektedir.

"Allah sizin rabbinizdir" derken, Allah'ın yaratmak, rehberlik et­mek, besleyip büyütmek ve terbiye etmek eylemlerini bir arada saymış oldu. Çünkü bu eylemler rab sıfatının içinde yer almaktadır, Rab-bukum (sizin rabbiniz) derken, insanlar âlemini muhatap almaktadır.

2. "O'ndan başka tanrı yoktur". Âyetin bu kısmında, lâ harfi yer almaktadır. Bu harf, Allah'tan başka varlıkların tanrılığının reddedilmesi, inkâr edilmesi, dışlanması anlamına gelmektedir.

Bu harfin tevhîd inancının ifadesinde yer almasının sebebi ne olabi­lir? Bu sorunun cevabı, Bakara sûresinin 256. âyetinde açıklandı. "O halde kim tâğûtu reddedip Allah 'a inanırsa " derken, mümin önce Allah'tan başkasının tanrılığını inkâr edecek, sonra Allah'a iman edecek, ilkesini koymaktadır. İnsan gönlünde başka tanrılar varken, Allah'a imanın oraya girmesi mümkün değildir.

İşte lâ derken, "Allah'tan başka varlıkların, tâğûtun tanrılığına hayır, onları inkâr ediyorum" şeklindeki akıl ve gönül eylemini gündeme getirmiş oluyoruz. Böylece âyetin bu kısmında, olumsuzdan olumluya gi­den bir çizgi izlenmektedir.

3. "O, her şeyin yaratıcısıdır". İnsanın dehşete düştüğü en önemli konulardan biri, kâinatın yaratılışıdır. Bunun karşısında insan aczini derinden hissetmektedir. Onun içindir ki, 95. âyetle 101. âyet ara­sında, yaratma eyleminin çeşitli türevleri gündeme taşınmıştır. Tohumu ve çekirdekleri çatlatıyor, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarıyor, sabahı ay­dınlatıyor, güneşi, ayı ve yıldızları yaratıyor, insanları tek bir cevherden var ediyor, gökleri ve yeri yoktan yaratıyor. Bütün bunlar yaratma eyle­minin kâinata ve özellikle tabiata yansımasıdır.

4. "Öyle ise O'na kulluk ediniz!". Bütün bunlara sahip olan ve her şeyi yaratan Allah'a yapılması gereken şey, kulluktur. Bakara sû­resinin 21. âyetinde açıklandığı gibi, buradaki O'na kulluk edi­niz!" emrindeki 'abede kelimesinin bir anlamı da "O'nu tanıyınız"; "O'nu biliniz!"dir. Çünkü kulluk, tanıma ve bilme ile başlamaktadır. Zâriyât sû­resinin 56. âyetinde, "Bütün cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım " buyurulurken, beni bilsinler, beni tanısınlar anlamı kastedilmek­tedir.

"O'na kulluk ediniz!" emrini, âyetin önceki bölümüne bağlantılan-dırırsak, "O'nu tanıyınız!" diyebiliriz; ama sonu ile bağlantılandırırsak, "O'na kulluk ediniz" mânasını verebiliriz.

5. "O her şeye vekildir". Genelde insanlar Al­lah'ın varlığını kabul etmekte zorluk çekmiyorlar, ama işlerini havale et­mek, vekîl edinmek konusunda hatâ ediyorlar. Allah'a dayanmak, O'na güvenmek ve bütün gücünü sarfettikten sonra işini O'na havale etmek ko­nusunda o kadar isabetli değiller.

Buradaki vekîl kavramı, "koruyucu" anlamına da gelir. Al­lah, kendisinden başka koruyucu olmadığını, insanların bütün işlerinin düzenleyicisi olduğunun öğretimini yapmaktadır. Allah'ı vekîl edinmek, hem imanî bir konu, hem de eylemi gerektiren bir ilke olmaktadır.

6. "Gözler O'nu göremez; halbuki O, gözleri görür". En'âm sûresinin 95. âyetinden itibaren anlatılan Allah'ın, vasıfları gereği görülemez olduğu gündeme getirilmektedir. Zaten gözle görülseydi, O'nun ne olduğu bilinecekti, bu şekilde anlatılmasına lüzum kalmayacaktı. 103. âyette geçen idrâk kavramı, "ulaşmak" anlamına

gelmektedir. "Gözler O'nu göremez" derken, gözler ona ulaşamaz, onu idrâk edemez mânası kastedilmektedir.

Âyetin bu kısmındaki ebsâr "gözler"den kasıt, beyindir. Par­çayı anıp geneli kasdetme ilkesinden hareketle diyebiliriz ki, gözlerden kasıt beyindir. O zaman, hiçbir beşerî görüşün ve tasavvurun O'nu ihata edemeyeceği mânası verilebilir. Halbuki Allah bütün beşerî görüşü ve ta­savvuru kuşatır, bilir, görür ve onlara ulaşabilir.

7. "Çünkü O, eşyayı pek iyi bilen ve her şeyden haberdan olandır". Zemahşerî latif sıfatını, "gözlerin göremeyeceği kadar ince" anlamına geldiğini söylemektedir. Aslında latîf, her şeye nüfuz edebilecek bir niteliği ifade ettiği gibi, kendisine nüfuz edilemeyeceğini de ifade etmektedir. Diğer taraftan bu kavram, incelik, yufkalık, acıma mâ­nasına da gelmektedir.

Bu sıfat Kur'ân'da genellikle habîr sıfatıyla beraber geçmektedir. Her şeyden haberdar olmayı ifade eden bu kelime, Allah'ın ilminin başka bir ifadesi olmaktadır. Beşerî gözler onu göremez, ona ulaşamaz, ama O latif olduğu için her şeyden haberdardır. Latîf i "bilen"; habîri de "haberdâr" mânasına alırsak, "O, her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr­dır" diyebiliriz.

8. "Gerçek şu ki, rabbinizden size basiretler gelmiştir". Âyette geçen besâir kavramı, farklı şekilde mânalandı-rılmıştır. "Gönül gözleri" dendiği gibi, Zemahşerî "kalbin nuru"; Hâzin "içinde deliller ve beyânın olduğu Kur'ân", İbn Abbâs "beyân", Râzî "kalpte meydana gelen tam idrâk" mânasına geldiğini söylemektedirler.

Besâir kelimesinin bu mânalarını göz önünde bulundurup, ardından âyetin kurgusuna bakarsak, gerçek mânayı bulmak mümkündür. Besâir kelimesi, cümlenin öznesi durumundadır. Besâir kelimesine "verilmiştir" mânasını vermek doğru değildir. "Rabbinizden size basiretler gelmiştir" demek daha doğrusudur. Gelen besâir insanlara gelmiştir, yani sonradan olan bir olayı ifade etmektedir.

O zaman gelen besâir, gelen deliller olmaktadır. Hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, hidâyet ile sapıklığı gösteren deliller anlamını vermek gerekiyor. Bu yorumdan hareketle Hâzin'i haklı görmemek mümkün değildir.

Süleyman Ateş, "açık kanıtlar" mânasını vermekle isabet etmiştir. Besâir kelimesini genel muhteva içinde düşünürsek 95 ile 101. âyetler arasında anlatılan bütün deliller, yani kanıtlardır anlamını vermekte bir hatâ olmayacaktır.

9. "Kim görürse kendi yararına, kim körlük ederse, kendi zararınadır". Âyetin bu kısmında ebsara keli­mesi geçmektedir; "gördü" anlamına gelmektedir. Demek ki besâir denen kanıtlar, deliller, açıktadır, görülebilir durumdadır; insan bunları görebilir. Bir önceki kısımda geçen ve delil, kanıt anlamına gelen besâir kelimesine, Fussılet sûresinin 53. âyetiyle mâna verebiliriz. Besâir denen kanıtlar, dış âlemdeki ve insanın iç alemindeki âyetler, yani kanunlar olmaktadır. Zaten bu âyette Allah, iç ve dış kanunları insanlara öğreteceğini, göstereceğini söylemektedir.

Besâir denen âyetler, kanunlar, kanıtlar, deliller, görülebilecek nite­liktedir ve bunun için de Allah insanı psikolojik donanımla yaratmıştır. Bu âyetle önceki âyeti birleştirirsek, verilen mesajı daha rahat anlayabiliriz: Allah'ın zâtını görmek mümkün değildir, ama O'ndan gelen kanunları, delilleri ve O'nun varlığına delil teşkil eden kanunları görebilirsiniz. Ka­nıtlar görülebilir, ama Allah'ın zâtı görülmez. Kanıtlardan hareketle Alla­h'a varılabilir, ama doğrudan O'nu görmek imkân dışındadır. Çünkü in­san bu psikolojik donanıma sahip değildir.

Bu kanıtları görerek Allah'a varıp O'na iman eden, kendi lehine, kendi menfaatlerine bir iş yapmış olur. Bu kanıtları göremeyen veya gör­mek istemeyen gönül gözü kör insanlar da, kendi aleyhlerine iş yapmış olurlar. Dikkat edilirse, burada görme işinde Allah insanları serbest bı­rakmıştır. Kendi tercihlerine göre hareket edip fayda ve zararı elde etmiş olacaklardır. Allah, gönül gözü ile görme işinde zorlama yapmamaktadır. Önemli olan kanıtların gelmesiydi, artık bundan sonraki görme işi insanın kendisine aittir.

10. "Ben sizin üzerinize bekçi değilim!" Allah'­tan gelen açıklamalar, kanıtlar, âyetler, insanın görmesi için yeterlidir. Kanıtlarla insan arasına peygamberin giremeyeceğini gündeme getiren bu âyet, Hz. Peygamber'i bekçilikten çıkarmaktadır. İnsanların gönül gö­züne, görmelerine bekçilik yapılamaz. İnsan isterse gönül gözünü kulla­nır, isterse kullanmaz, başkasının buna müdühale etmesi doğru değildir.

Gönüle hükmedilemez. Baskılarla ona şekil verilemez. Gönül kendi ülkesinde bağımsız hareket eder ve hiçbir zorlayıcı tedbire açık değildir. Gönüldeki hür irâde, baskıya sürü gibi davranmaya hiç müsait değildir. Bunun içindir ki Allah, Hz. Peygamber'e, insanlara bu konuda muhafız olamayacağını beyan etmektedir. Bekçinin olduğu yerde sınırlama, zor­lama, engelleme vardır. Gönül bunların hiçbirini istemez ve onlara sıcak bakmaz.

Âyetteki "görme" işinin gönül gözü ile görme, kör olma işinin de gönül gözünün kör olması olduğunu ne ile ispat ederiz? Bu sorunun ce­vabı için Hac sûresinin 46. âyetini hatırlamak gerekir: "Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz, lâkin sînelerdeki kalpler kör olur". Demek ki En'âm sû­resinin 104. âyetindeki körlük, gönül gözünün körlüğüdür.

En'âm sûresinin 104. âyetindeki görme ve kör olma kavramlarına başka bir yorum getirmek de mümkündür: Görme, bilmeyi; körlük de ce­haleti ifade etmektedir. "Kim kanıtları bilirse, kendi lehine, kim de ceha­leti seçerse, kendi aleyhinedir".

"Ben sizin üzerinize bekçi değilim!" ifadesini, Şûra sûresinin 48. âyeti ile mânalandırabiliriz. "Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni on­ların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece tebliğ, yani duyur­maktır". Demek ki İslâmî eğitimde zorlama yoktur. İnsanlar öğrenip öğ­renmemekte, görüp görmemekte serbesttirler. [74]

 

Âyetler Derinlemesine Açıklanıyor:

 

105. Böylece biz âyetleri derinlemesine açıklıyoruz ki, "Sen ders almışsın " desinler ve onu kavrayan top­luma izah ediyoruz.

Bu âyetin bir bölümüne farklı bir mâna vermeyi uygun buluyoruz. Âyette geçen "Sen ders almışsın" ifadesinde, lâm'dan sonra en lâ düşünülebilir. O zaman mâna, "Sen ders aldın demesinler

diye" şeklinde mânalandırılmış olacaktır. Çünkü çoğul olan "söylemek" fiilinin sonundaki nun harfi, bu sebeple düşmüştür. Şimdi yukarıdaki

mealden hareket ederek bir yorum getirebileceğimiz gibi, bizim verdiğimiz meale göre de bir yorum getirebiliriz:

1. "Böylece biz âyetleri derinlemesine açıklıyoruz ki, 'Sen ders almışsın' desinler". Bunun anlamı şudur: "Yapmış olduğumuz bu açıklamalardan iyi ders almışsın desinler". Hz. Peygamberin Allah tarafından iyi bir öğretime tâbi tutulduğunu, bu öğre­timden de Hz. Muhammed'in iyi ders aldığının anlaşılması açısından bir açıklamada bulunulmaktadır.

"Böylece biz âyetleri derinlemesine açıklıyoruz ki, senin ders aldı­ğını söylemesinler". Bu mealden hareket edersek, Allah mesajlarını, yani âyetlerini, delillerini o kadar derinlemesine açıklıyor ki, bu açıklamaların Hz. Peygamber tarafından yapıldığı fikrine kapılmasınlar. Çünkü bu açıklamaları Hz. Muhammed'in yapması mümkün değildir. Böylece Kur-'ân'ın Allah tarafından gönderildiği anlaşılmış olsun.

"Ders aldın" demeleri, "Kur'ân'ı birinden öğrendin" anlamına da gelebilir. Daha önceden kitabın ne olduğunu bilmeyen Hz. Peygamber'e "Allah'tan ders görüyor" demeleri de mümkündür. "Bu kitabı veya âyet­leri birinden ders aldın" şeklindeki olumsuz mânayı, Furkân sûresinin 4. âyeti desteklemektedir: "İnkâr edenler: 'Bu (Kur'ân) olsa olsa Muhamme-d'in uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir' dediler".

Bizim verdiğimiz li-en lâ yekûlû "dememeleri" için şeklindeki meali Râzî tenkit etmekte, fakat çoğul fiilin sonundaki nun har­finin neden düştüğünü söylememektedir. Ama biz çoğunluğa uyarak, "Sen ders almışsın" mealini öne çıkarıyoruz. Biz burada iki türlü meali vererek açıklama yapıyoruz. İlim adamları ve okuyucular kendileri karar vereceklerdir. Bizim tercihimiz ikinciden yana olmakla beraber kimseyi bağlamamaktadır.

2. "Bilen toplum için Kur 'ân 'ı açıklayalım!" Bura­daki "bilen toplum"dan kasıt, anlayan, kavrama yeteneğine sahip, ilimden nasibi olandır. Bu âyetten şu ilkeyi de çıkartıyoruz: Verilen dersin amacı, anlaşılmaya yönelik olmalıdır. Konu derinlemesine açıklanırsa, anlaşılır hale gelecektir. Din bilginleri, ilâhî vahyi halkın anlayacağı bir şekilde enine boyuna açıklamalı, bilinemeyen ve anlaşılamayan noktalar kalma­malıdır. Diğer taraftan derinlemesine açıklama, kavrama yeteneği olan, bilgiden nasibi olan insanlara, gruba veya topluma yapılmalıdır.[75]

 

Peygamber De Vahye Uymalı:

 

106. Rabbin tarafından sana vakyolunana uy! O'ndan başka tanrı yoktur. Ortak koşanlardan yüz çevir.

Bu âyet hem günümüzdeki hem de gelecekteki müslümanlara çok önemli mesajlar taşımaktadır.

1. "Rabbin tarafından sana vahyolunana uy!" Demek ki din konusunda Hz. Muhammed'in bile keyfî hareket etmesi, kendisinin uydurduğu bir düşünceye uyma müsaadesi yoktur. O da vah­yolunana uyacaktır. "Ben bana vahyolunandan başkasına uymam!" (Yûnus 10/15).

Hz. Peygamber vahye uymak zorunluluğu içinde olduğu halde, müslümanlar Allah'ın vahyinin dışında başka bir şeye nasıl uyarlar? Pey­gambere tâbi olmak demek, onun sünnetini yaşamak demektir. Hz. Pey-gamber'in sünnetinin özünü Kur'ân'a tâbi olması oluşturmaktadır. Âl-i İmrân sûresinin 31. âyetinde açıklandığı gibi, peygambere tâbi olmak, Kur'ân'a uymaktır. "Rabbinden sana vahyolunana uy!" emrini gerçekleş­tirebilmek için, o vahyin bilinmesi gerekiyor. Hz. Peygamber vefat etti­ğine göre, bu âyetin, okuyan herkesi muhatap aldığı bilinmelidir. Allah vahyini, Hz. Peygamber vasıtasıyla bütün insanlığa göndermiştir.

Hucurât sûresinin 1. âyetine rağmen, müslümanlar kendi düşünce­lerini vahyin önüne geçirmektedirler. Bu durum müslümanlarm imanını tehlikeye sokmaktadır. İlâhî vahye saygı, onun önüne hiçbir şeyi geçir­memekle ve ona tâbi olmakla gösterilebilir.

2. "Ondan başka tanrı yoktur. Müşriklerden yüz çevir!". Neden o vahye tâbi olacağız? Bu sorunun cevabını âyetin bu kısmı vermektedir. Kendisinden başka tanrı olmayan Allah'ın indirdiği vahiy olduğundan o vahye tabi olacağız; çünkü Kendisinden başka tanrı olmayan, objektif bilgi verecektir. Vahyin tarafgir bir yanı yoktur. Allah bütün kullarının menfaatini hedef alarak vahiy göndermektedir.

Bu tâbi olma olayında sana karşı çıkıp hakaret eden müşrikler ola­caktır. Onlardan yüz çevirmek suretiyle dinî hayatına devam edeceksin. A'râf sûresinin 199. âyetinde "Câhillerden yüz çevir!" emri yer almakta­dır. Müşriklerden yüz çevirmekle, câhilerden yüz çevirmek, hemen he­men aynı anlama gelmektedir. Bu davranış biçimi, günümüz ve geleceğin müslümanlan için önemli bir metot olmalıdır. [76]

 

İnanç Hürriyeti:

 

107. Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin.

Bu âyette birbiriyle ilişkisi bulunan üç konu vardır:

1. İnanmakta insanın hürriyeti vardır: "Allah dile­seydi, onlar ortak koşmazlardı". Bunun anlamı şudur: Yüce Allah kulu­nun şirk koşmasını asla dilemez. Kendisinin tek olduğunu öğreten Allah, insanın şirk koşmasına sebep olmaz. Şirk zulüm olduğuna göre, o zaman da zulüm işlemiş olurdu. Allah insanın şirk koşmasını da engellememek­tedir. Dileseydi onları engellerdi, ama o zaman kulun dilemesinin hiçbir anlamı kalmayacaktı. Tevhîd inancına sahip olmakla, şirk koşmak konu­sunda kulun irâdesi serbesttir.

2. Peygamberin de zorlayıcı bir etkinliği olmamalıdır: "Seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onla­rın vekili de değilsin ". Yüce Allah müşriklerin şirk koşmasına engel ol­madığı, onları bu konuda zorlamadığı gibi, Hz. Muhammed de zorlayıcı bir tedbir almamalıdır. Çünkü ne onların bekçisi, ne de vekîlidir. Bunun anlamını Râzî şöyle vermektedir: Kalbin onların sözleriyle meşgul olması yakışık almaz. Râzî'nin bu yorumunda haklı olduğunu düşünüyoruz, çünkü Hz. Peygamber onların imana gelmemesi sebebiyle çok üzülü­yordu: "Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın! " (Şuarâ 26/3); "Bu yeni kitaba inanmazlarsa, arkalarından üzüntüyle nere­deyse kendini harap edeceksin" (Kehf 18/6).

Eğitimin yetersizliği, din âlimlerinin Kur'ân'ı tam anlatamama ve öğretememeleri sebebiyle, nesiller arasında tevhîd inancına ve Allah'ın önerdiği ahlâkî hayata alâka duymayan, hatta tepki gösterenler olacaktır. Zaman zaman bu durum şiddetlenecektir. Bunlar karşısında tevhîd inan­cına sahip olan, ilâhî ahlâka önem veren, onun evrensel değerlerini öne çıkaranlar, elbette üzüntü duyacaklardır. Bu üzüntüyü muhafızlık ve vek-îllik seviyesine getirmenin bir anlamı yoktur; ama tevhîd inancının yayıl­ması için emeğinin son damlasına kadar çalışması gerektiği vardır.

Âyet insanların irâdesine dokunmadan, hürriyetlerini kısıtlamadan, bu değişimin öğretisini vermektedir. Burada ölçü şu âyet olmalıdır: "Ve de ki: 'Hak, rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" (Kehf 18/29). [77]

 

Farklı İnançlara Mensup İnsanlar Arasındaki Tartışmada Metot:

 

108. Allah'tan başkasına tapanlara sövmeyiniz! Sonra onlarda bilmeyerek Allah'a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini süsledik. Sonunda dönüşleri rablerinedir. Artık O, ne yaptıklarını kendilerine bildi­recektir.

Bu âyetin analizinden çıkarılacak önemli ilkeler vardır:

1. Başkasının inandığı kutsala küfredilmez. İnsanlığın Ortaçağ'ı yaşadığı bir dönemde başkasının kutsalına küfredersen, kendi değerlerine küfrettirirsin. Onun içindir ki Allah, "Allah'tan başkasına tapanlara sövmeyiniz! Sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler" buyurmaktadır.

Tartışma anında tevhîd inancına sahip olanlar, sabırlı davranarak müşriklere ağır laflar söylememelidirler. Çünkü onların tapındığı tanrılar, onlar için kutsallık taşıyor. Müşrik, câhil insan olduğundan, cehaletle Al­lah'a sövebilir. Müslüman insan buna meydan vermemelidir. Bu metot bütün müslümanların uygulaması gereken bir metottur. Tartışma, tole­ransın, tatlı sözün, saygının ötesine geçmemelidir.

2. Her grup işini süslü görür. Âyetin ikinci bölümünde şu ifade yer almaktadır: "Böylece biz her ümmete işlerini süsle­dik". Yüce Allah bir topluma yanlış amellerini süsler mi? Böyle olursa, Allah zulmetmiş olmaz mı? Kendi süslediği işlerden dolayı insanları so­rumlu tutması doğru olur mu? Alimler bu sorulara çeşitli şekilde cevaplar vermişlerdir. Sorulara doğru cevap verebilmek için başka âyetleri devreye sokmak gerekir.

a) Amelleri şeytan süslüyor. Kur'ân'da kötü amelleri süsle­yip, insanları bunları yapmaya sevkedenin şeytan olduğu söylenmektedir: "Fakat kalpleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi" (En'âm 6/43). "Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi de " (Enfâl 8/48). Bu ve buna benzer pek çok âyette, kötü amelleri insana süsleyip cazip gösterenin şeytan olduğu anlatılmaktadır.

b) Arkadaş. İnsanlar, içinde yaşadıkları grubun etkisinde kalırlar. Çoğu zaman grubun görüşü ve yaşantısı, tek tek fertlerin elinden irâdele­rini alır ve onlara kötü amelleri süslü gösterebilir: "Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de, onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler" (Fussılet 41/25). Onun içindir ki, Tevbe sûresinin 119. âyetinde "Doğrularla beraber olunuz! " emri verilmektedir.

c) İnsanın kendi zannı. Bilindiği gibi, insanın davranışlarını idare eden üç merkez vardır: Beyin, gönül ve nefis. Bunlardan beyin ve gönül, akıllı davranmayı, yani rasyonel eylemi öngörerek insanı etkile­mektedir. Nefis ise insana daima kötüyü emrettiği için (Yûsuf 12/53) dav­ranışların kötüsünü güzel zannettirerek yapılmasını temin etmektedir.

"De ki: 'Size yapıp ettiklerinde en büyük kayba uğrayan kimseleri haber vereyim mi? Bunlar, güzel iş yaptıklarını zannettikleri halde, dünya haya­tının peşinde bütün çabaları eğri ve çarpık olan kimselerdir" (Kehf 18/103-104). Davranışlarını akıl ve doğru bilginin temelleri üzerinde değil de zanna dayandıranlar, amellerini süslü göreceklerdir.

d)  Yüce Allah. Hucurât sûresinin 7. âyetinde şu ifadeye yer ver­mektedir: "Fakat Allah size imanı sev­dirmiş ve onu gönüllerinizde süslemiştir". Demek ki Allah, insanın gön­lüne imanı süslemektedir. Aynı âyetin devamında inkârı, fışkı ve isyanı da çirkin gösterdiğini beyan etmektedir.

Bu açıklamadan sonra yorumunu yapmakta olduğumuz 108. âyete dönebiliriz. Yukarıda verdiğimiz insana ya şeytan ya arkadaş ya da insa­nın kendi zannı amellerini süslemektedir. Allah iyiliği süslemektedir. Ama ifade, "Böylece her ümmete kendi işlerini süslü gös­terdik" şeklindedir.

Âyetin birinci bölümünde, bir tartışmanın olduğu ortaya çıkmakta­dır. Bunun küfürleşmeye varacak kadar ağır ve saldırgan bir tartışma ol­duğu anlaşılmaktadır. Râzî'nin yorumundan hareketle diyebiliriz ki, Alla­h'tan başkasına tapan müşrikler, tartışmada bu süslemeyi kimin yaptığını öne sürmektedirler. "Allah bize bunu emretti ve bunu bize O süslü gös­terdi" şeklindeki sözleri, yani kendi iddialarınca "Bunu biz süslemedik" şeklinde olur. Râzî bu yorumu zayıf bulmasına rağmen, bize manidar gel­mektedir. Râzî'nin naklettiği bu yorumun kabul görmemesi halinde başka bir yorum getirme zorunluluğu vardır.

Farklı bir açıklama için Seyyid Kutub'un Fî Zılâli'l-Kur'ân adlı tefsirinde bu âyete getirdiği yoruma bakmak gerekir. Kutub meseleyi ya­ratılış (fıtrat) kanunundan hareket ederek çözümlemektedir. "Allah'ın in­sanoğluna bahşettiği fıtrat şöyledir: Kim bir şey yaparsa, onu hoş karşılar ve müdafaa eder. Şayet iyi amel işliyorsa, onu iyi kabul eder ve savunur. Şayet kötü amel işlerse, onu da aynı şekilde iyi kabul eder ve savunmasını yapar. Açıkçası insan hidâyette de olsa kendi durumunu iyi kabul eder, dalâlette de olsa! Bu insanın tabiatıdır"[78]. Demek ki Allah insanın yaratılışına böyle bir kabiliyet koydu. İnsanın tabiatına böyle bir özellik koymasaydı, Kur'ân'da, iyi amellerle kötüleri ayırmasına gerek kalmayacaktı.

Demek ki Allah insanın doğasına yaptığı işleri güzel görme özelli­ğini koymuştur. Bu da nefsin kendisi olmaktadır. Madem ki nefis kötüyü emretmektedir (Yûsuf 12/53); onu süslü göstererek yaptırmaktadır. İn­sandaki nefsi Allah yarattığına göre, böyle görme özelliğini de O vermiş olmaktadır. En'âm sûresinin 108. âyetindeki süsleme olayını bu şekilde anlamak gerekir.

Âyetin ikinci bölümünde geçen ümmet kelimesi ile inanç sahibi grupları kastetmiş olacağı gibi, milletleri de kastetmiş olabilir. Konu şirk ve tevhîd inancı olduğuna göre, inançları savunan grupların olması daha doğrudur. Şirki savunan insanlar, kötü davranışta bulunanlar, amellerini ve inançlarını güzel gördüklerinden savunurlar, gerekirse saldırganlığa başvururlar.

3. Sahte süs âhirette belli olacak. Âyetin üçüncü bölümünde şu ifade yer almaktadır: "Sonunda dönüş­leri rablerinedir. Artık O, ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir". Allah'­tan başkasına tapan müşrikler için Allah bir uyarı niteliğinde, rablerine döneceklerini söylemektedir. Dikkat edilirse, "rablerine" ifade­siyle, hâlâ onların rabbi olduğundan vazgeçmediğine işaret etmektedir. Rableri, onlara âhirette, yaptıkları amellerin ne olduğunu haber verecektir. Sahte süsün peşine koşarak yapılan amellerin ne kadar sahte olacaklarını mahşerde öğreneceklerdir. Bu demektir ki, amellerinin durumu onlara ha­ber verilmeden cezalandırılmayacaklardır. Bu ifadenin burada yer almasının eğitim açısından önemi şudur: Amellerin neler olduğunu mahşerde öğrenmeden, haberini almadan önce bu dünyada öğrenmek daha doğru olacaktır. Geri dönüşü olmayan bir du­rumda mahcup olmamaları için, amellerdeki sahte süsü görmek gibi önemli bir erdemi insana kazandırmak istemektedir. Diğer taraftan tevhîd inancını savunanların, müşriklere küfretmemeleri, çünkü mahşerde amel­lerinin onlara haber verileceği belirtilmektedir. Onun için tartışmada ileri gitmenin bir anlamı yoktur. Âhirette işleri görülecektir, çünkü orada sahte amellerini savunacak tarafları kalmayacaktır.

Âyetin tamamı değerlendirildiğinde şu genellemeyi yapabiliriz: Alla­h'tan başkasına tapanlarla tartışmayı, küfürleşmeye kadar götürmek doğru değildir. Onların amellerini tevhîd inancına sahip olanlar değil, mahşerde Allah değerlendirecektir. Çünkü amellerin değerlendirilmesi, Allah'a ait­tir. İnsanlar birbirlerine iyiliği emredip kötülükten sakındırabilirler, ama amellerin nihaî derecede değerlendirilmesi, mahşerde Allah tarafından yapılacaktır. Mümin bir insan, Allah'a sövdürecek kadar tartışmalarda ileri gitmemelidir. Kendisinin inandığı kutsala hakareti nasıl uygun bul­muyorsa, başkasının sahte bile olsa kutsalına küfretmemelidir. [79]

 

Onlar Mucizeye İnanmazlar:

 

709. £ger kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka ina­nacaklarına olanca güçleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: "Mucizeler ancak Allah'ın yanındadır". Hem bilir misiniz, o gelmiş olsa da onlar inanmazlar.

110.  Gönül ve gözlerini ters çeviririz, ilkin ona inanma­dıkları gibi mucizeyi gördükten sonra da inanmazlar ve bırakırız onları, azgınlıkları içinde bocalayıp durur­lar.

111. Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirsey-dik, Allah dilemedikten sonra yine inanmazlardı; fakat çokları bilmezler.

Bu âyetler birbirleriyle bağlantılıdır. Anlaşılmaları için 109. âyetin nüzul sebebini bilmek gerekiyor. Aslında 109. âyetin kendisi, nüzul sebe­bini açıklamaktadır. Ancak Râzî, âyetin verdiği mesajın bir arkasına gide­rek, Şuarâ sûresinin 4. âyetini gündeme getirmektedir: "Eğer dilersek on­ların üzerine gökten bir mucize indiririz de, ona boyunları eğili kalır". Bu âyetin gelmesinin ardından, müşrikler Allah'a yemin ederek, kendilerine bir mucize geldiği takdirde inanacaklarını söylemişlerdi. Âyet, bu yemin­ler üzerine gelmiştir. Nüzul sebebini verdikten sonra âyetin analizine ge­çebiliriz:

1. "Eğer kendilerine bir mucize gelirse, ona mutlaka inanacaklarına olanca güçleriyle Allah'a ye­min ettiler". Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, insanlar gözlem yaparak inanmak istemektedirler. Bizim için mucize olan, Allah katında sadece bir deneydir. Daha önce Bakara sûresinin 259-260. âyetlerinde anlatıldığı gibi, gözlem ve deney hem imana götürmekte, hem de imanı doyum nok­tasına ulaştırmaktadır.

Diğer taraftan âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, müşrikler Allah'a inanmaktaydılar. Çünkü Allah'a yemin ediyorlardı. Allah'a yemin etmele­rine rağmen, Kur'ân ve Hz. Muhammed'e inanmamaları, ilginç bir tablo oluşturmaktadır. Bir mucize geldiğinde ona kesinlikle inanacaklarını Alla­h'a yemin ederek söyleyen bu insanların, içleri aynı olmadığı açıklanmak­tadır. Öyle anlaşılıyor ki, Câhiliye Arapları'nda yemin yapma kültürü vardı.

2. "De ki: 'Mucizeler ancak Allah katındadır". Mucizeler, insanların isteklerine göre gönderilmez. Âyetin birinci bölü­münde, "gelme" fiilinin öznesi mucizedir. Mucizeler Allah katındadır. Onların gönderilip gerçekleştirilmesi, Allah'ın takdiri, izni ve dilemesiyle olmaktadır.

3. "Hem bilir misin, o (mucize) gel­miş olsa da onlar inanmazlar". Onların yaptıkları yeminlerin şekli, ciddi oldukları intibaını uyandırmıştır. Görünüşte böyle inandırıcı bir hava es-tirmişlerdir Maksatları mucizeyi görüp inanmak değildi, işi yokuşa sür­mekti. Bir bakıma onların bu davranışı münafıklıktı. Çünkü dilleriyle de­dikleri şey, gönüllerinde yoktu. Bu tarz davranış da münafıklık alâmetidir:

"Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyor­lardı " (Âl-i İmrân 3/167); "Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler" (Feth 48/11).

Böylece bu insanlar bir taraftan müşrik, diğer taraftan münafık ola­rak konuşup davranıyorlardı. Hz. Peygamber ve sahabesinin bunu bil­mesi, hissetmesi ve farkına varması mümkün olmadığı için, Allah bunu açıklamaktadır. Vaktiyle bâtıl inançlara, yani şirke sarılan insanlar, za­manla gerçeği kavrama yeteneğini kaybetmektedirler. Yanlış inanç onların dinleme, anlama ve kavrama yeteneklerini devre dışı bırakmaktadır. Bu durum koyulaştıkça kalplerinin mühürlenmesine sebep olmaktadır.

4. "Gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz. İlkin ona inanmadıkları gibi, (mucizeyi gördükten sonra da inanmazlar) ve bırakırız onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar". En'âm sûresinin 110. âyeti, 109. âyetinin de­vamı mahiyetindedir. Mucize geldiği takdirde bütün güçleriyle inanacak­larını söyleyen, ama içlerinde bunun tam tersi niyet besleyen bu müşrik ve münafıklara Allah'ın uyguladığı ceza onların kalplerini ve gözlerini çevir­mektir. Önce kul iman etmemeye karar veriyor, ondan sonra Allah onun kalbinde ve beyninde bazı operasyonlara girişiyor. "Gözlerini çeviririm" ifadesi, "Beynini çeviririm" anlamına gelmektedir. Parçayı anarak geneli kastetmek kuralı gereğince, gözler anılmakta, ama beyin kastedilmektedir.

İkili oynayan ve kesinlikle inanmayacağı halde mucize isteyenlerin beyninde ve gönlünde kötüden yana bir oluşumu Allah meydana getir­mektedir. Bunun anlamı, gönlünü ve beynini hakikatten çeviren insanın bu durumunu Allah tescil etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Allah insanı ak­lından ve gönlünden yakalamakta, orada bazı değişimler meydana getir­mektedir. "Müminin kalbi, Rahmân'ın kudretindedir, onu dilediği gibi çevirir"[80].

Aynı âyetten hareket ederek, Hz. Peygamber şöyle dua etmektedir: "Ey gönülleri ve gözleri çeviren, kalbimi senin dinin üzerinde tut!"[81]

Âyette geçen kallebe fiili, "bir halden başka bir hale çevirmek" anlamına gelmektedir. Kalp kelimesi de bundan türemiştir. Kalp dediği­miz biyolojik organ, durmadan hareket edip halden hale geçmektedir. Manevî kalp de aynı şekildedir; psikolojik olarak durmadan değişip hal­den hale geçtiği için bu ismi almıştır.

Âyette geçen ikinci kavram, âlji fu'âddır. Bu kelime, "yüreğine vurmak, gönlüne dokunmak" anlamına gelen fe'ede veya fe'udeden tü­remiştir. İfte'ede kalıbından alınınca, "ateş yakma, eti ateşte pişirmek" anlamına gelmektedir. Âyette geçen ef ide, fuâdın çoğuludur. Fuâd, "kalp, akıl, gönül" mânasını ifade etmektedir. Necm sûresinin 11. âyeti şöyledir: "Gördüğünü gönlü yalanlamadı". Bu ve buna benzer âyetlerde fu'âd kelimesi geçmektedir.

Âyetin ilk bölümü sanki âhirette olacakmış gibi görünmektedir. "îman etmedikleri ilk durumdaki gibi" derken, sanki bu dünyadaki iman etmemelerini gündeme getirmektedir. O zaman, göz ve gönüllerini çe­virme işinin âhirette olacağı fikrini vermektedir.

5.  "Ve onları şaşkın olarak azgınlıkları içeri­sinde bırakırız"- Âyetin bu kısmına bakınca, kalp ve gözlerinin çevrilme işinin bu dünyada olduğu ve olacağı fikri uyanmaktadır. Buradan şu il­keyi çıkarıyoruz: Din eğitimcileri, herkesin eğitilebileceği fikrinden hare­ket ederler, ama eğitim süreci içinde eğitilemeyecek olanlar ortaya çıkar­lar. O zaman onları bulundukları azgınlıkları içinde bırakmak, o hallerine terketmekten başka çıkar yol kalmayacaktır. Allah bu uygulamayı bizzat kendisinin icat ettiğine işaret etmektedir. Bu tip insanları hiçbir bilginin, mucizenin imana getirmeyeceği gerçeği, En'âm sûresinin 111. âyetinde anlatmaktadır.

6. "Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuş­saydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe onlar yine de iman etmezlerdi". Bu âyet, En'âm sûresinin 109. âyetinin bir açı­lımı durumundadır. "O mucize geldiği zaman, onların yine iman etmeye­ceklerinin farkında değil misiniz?" ifadesini daha geniş boyutlara taşımak­tadır.

En'âm sûresinin 111. âyetinin iniş sebebini İsrâ sûresinin 90-95. âyetlerinden öğreniyoruz: "Onlar: 'Sen dediler, bizim için yerden bir kay­nak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız". "Veya senin bir hurma bah­çen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtma­lısın". "Yahut iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın ve Allah'ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin". "Ya da altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indir­mediğin sürece, (göğe) çıktığına da asla inanmayız. De ki: 'Rabbimi ten­zih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim". "Zaten kendilerine hidâyet rehberi geldiğinde, insanların (buna) inanmalarını sırf Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi? demeleri engellemiştir". "Şunu söyle: 'Eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gök­ten, peygamber olarak bir melek gönderirdik".

Hz. Peygamber dönemindeki müşrikler, İsrâiloğulları'nın Hz. Mû-sâ'dan kendilerine Allah'ı göstermelerini istemeleri gibi, Hz Peygamber'-den Allah'ı ve melekleri gözlerinin önüne koymalarını istediler. Bu âyette istenen bütün mucizelerin kendilerine getirildiği takdirde ne olacağını, En'âm sûresinin 111. âyeti cevaplandırmaktadır: "Eğer biz onlara melek­leri indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşıla­rına getirseydik, Allah dilemedikçe, yine inanacak değillerdi".

Ra'd sûresinin 31. âyetinde, "Kur'ân ile ölüler konuşturulsaydı" ifadesi yer almaktadır. "Allah'ın dilemesi olmadan iman etmek mümkün değildir" demekle, insanlara iman etme seçeneğini ve hürriyetini verdiğini ifade etmektedir. Bu kısımda yer alan "Allah dilemedikten sonra yine inanmazlardı" ifadesi, inanmanın temelindeki ana ilkeyi göstermektedir. "Eğer rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?" (Yûnus 10/99). "Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanamaz" (Yûnus 10/100); "O, akıllarını kullanmayanları, mur­dar kılar" (Yûnus 10/100). Akıllarını kullansın da iman etsinler diye, Al­lah'ın dilemediği ortaya çıkmaktadır.

Dikkat edilirse pek çok âyette "Ey iman edenler! " denmemektedir. İman etme eyleminde fail, insanın kendisidir. Yûnus sûresinin 103. âye­tinde "Hz. Peygamberler'i ve iman edenleri kurtarırız" buyurulurken, "iman ettirdiklerimiz" denmiyor da iman edenler deniyor. Demek ki insan, iman etme eylemini gerçekleştirdiği anda, eş zamanlı olarak Allah da dile­mektedir.

7. "Fakat onların çoğu bilmezler". Âyetin son ke­limesi, yechelûndur. "Bilmiyorlar" anlamına geldiğinde ittifak vardır. Fakat bu kelimeye "cehalet üretiyorlar" anlamını vermeyi uygun buluyoruz. Cehalet kelimesi fiil halinde geldiğinde, cehaleti üretmek anlamını vermek daha doğru olacaktır. "Bilmemek" mânasına alındığında, Allah'ın çözümü bilgide aradığı esasını yakalıyoruz. Bilememe, insanı çok büyük zararlara götürmektedir.

En'âm sûresinin 109-111. âyetlerinden çıkaracağımız ilkelerden bazıları şunlardır: İman, ağızdan çıkan yeminlerle ispat edilemez. Fakat insanların, yapılan bu yeminin sahte olduğunu anlaması mümkün değil­dir. Çifte standart uygulayan münafıkları, deliller açısından tatmin etmek imkânsızdır. Meleklerin inmesi, ölülerin konuşması, her şeyin şahit ola­rak önlerine konması, onları etkilemeyecektir. Böylece din eğitiminden nasibini alamayacak insanlar bulunacak ve eğitimciler bunun bilincinde hareket edeceklerdir. [82]

 

Cin Ve İnsanlardan Meydana Gelen Şeytanlar:

 

112. Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytan­larım düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak, için birbirle­rine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi, onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.

113. Âhirete inanmayanların kalpleri, ona (yaldızlı söze) kansın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçu işle­meye devam etsinler diye (böyle yaparlar).

En'âm sûresinin 112. âyeti, önceki dört âyete dayanmakta, bir ba­kıma onların devamı olmaktadır. Allah'tan başkasına tapan, ikili oynayan, mucizelere aldırmayan müşrikler ve münafıklar oldukları yerde kalmıyor­lar. Onlar geçmişteki peygamberlere düşmanlık yaptıkları gibi, Hz. Pey-gamber'e de düşmanlık yapmaktadırlar. Tabiî ki bu düşmanlık, Hz. Mu-hammed'in zatına değil, Allah'ın indirdiği Kur'ân'a ve O'nun dinine ola­caktır.

Bu şekilde düşmanlık edenler, karakter itibariyle şeytana dönüş­mektedirler. Böylece cinlerden oluşan şeytanlara, insanlardan meydana gelen şeytanlar da katılmaktadır.

1. "Böylece biz, her pey­gambere, insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık". İyilikle kötülük, bu dünyada mücadele halinde yaşamaktadırlar. İyiliği temsil eden peygam­berlerle, kötülüğü temsil eden şeytanlar, daima mücadele etmekte ve düş­manlığı daima şeytanlar yapmaktadırlar. Bu durum, dünya hayatının bir kaderidir.

Maddî âlemde mikrop ne yapıyorsa, manevî âlemde de şeytan onu yapmaktadır. Tıp ilmi mikropla mücadele verirken, şeytanla da insan aklı ve onu destekleyen ilâhî vahiy mücadele vermektedir. İyi ile kötünün bu mücadelesi olmasaydı, insanların iyisi ile kötüsü anlaşılamayacak, manen başarılı olanla olamayan ortaya çıkmayacaktı.

Bu mücadelenin en önde gelen insanları, peygamberlerdir. Peygam­berler sadece cinlerden meydana gelen şeytanlarla da uğraştılar. Cinnî ve insanî şeytanlar düşmanlıklarını nasıl sürdürmektedirler? Bu sorunun ce­vabını âyetin ikinci bölümünde bulmak mümkündür.

2.   "(Bunlar) aldatmak için birbir­lerine yaldızlı sözler fısıldarlar". Âyetin bu kısmında üç kavram yer al­maktadır:

a) Vahiy. Bu kelime  vehâdan türemiştir. "Sürat etmek, il­ham etmek, işaret etmek, birine elçi göndermek, gizlice söz söylemek" mânalarına gelen bu kelime, kitapla beraber kullanılınca, "yazı yazmak; bağırmak"; nefisle beraber kullanılınca, "kalbe korku düşmesi, emretmek, ölünün arkasından ağlamak"; isim kalıbında, "söz, ses, yazı, ilham, Allah tarafından ilham olunan" anlamına gelmektedir. Buradaki mânası, "çabucak bir şeyi söylemek, îmâ etmek"tir.

b) Zuhruf. "İçi bâtıl, ama dışı süslü olan, akıl çelici, cilâlı yalan­lar" mânasına gelmektedir. Muhammed Esed'in dediği gibi, aldatıcı ve çekicilikleri ile insanı baştan çıkaran ve onu bütün gerçek ruhsal değerleri gözardı etmeye yönelten yarı hakîkatları ifade etmektedir. Zuhruf kelime­sinin olumsuz anlamı bu olurken, İsrâ sûresinin 93. âyetinde "altın" an­lamında kullanılmıştır: "Yahut altından bir evin ol­madıkça" derken, altını zuhruf kelimesi ile ifade etmiştir. En'âm sûresinin 112. âyetinde, "söz" ile bir araya gelmiştir. "Yaldızlı söz, dıştan cazip, ,av işe yaramayan sahte şeyten anlatan söz" anlamını ifade et­mektedir.

c) Gurur. Bu kelimenin cümlede bulunduğu yer, yaldızlı, sahte sözleri şeytanların birbirine, ya da başkalarına fısıldamalarının amacını belirleyen bir yerdir. Onların sahte sözleri birbirlerine fısıldamalarının amacı, aldatmaktır. Tabiî öncelikle cinlerden oluşan şeytanlar, insanlardan oluşan şeytanları aldatmak amacıyla, sahte sözleri onlara fısıldarlar. Daha sonra da başkalarını aldatmak için göğüslerine vesvese verirler, kuruntu­ları onlara fısıldarlar, hiçbir değeri olmayan sözlerin peşinden koştururlar. jjji- gurur kelimesini, 111. âyetin son kelimesine bağlayarak mânalandı-rabiliriz: Gurur, cehaletin bizzat kendisi olacağı gibi, bilmemekten doğan aldanma da olabilir.

Âyetin bu kısmının örgüsünü meydana getiren, fısıldama, sahte, yaldızlı söz ve aldanma kelimelerini, âyetin birinci bölümüne götürürsek, oradaki "düşman" kavramının içini doldurmuş oluruz. Düşmanlığın en tehlikeli olduğu şeklin, insanı baştan çıkaran ve bütün manevî değerlerini dışlamasını sağlayan etkileme şekli olduğu ilkesine varabiliriz. Bu ruhsal değerleri bir tarafa atmanın en güzel ifadesini, Furkân sûresinin 30. Âyeti söylemektedir: "Peygamber der ki: 'Ey rabbim! Kavmim bu Kur'ân'ı büsbütün terketti".

Bir topluma, sahip olduğu en kutsal kitabı, ilâhî vahyi terkettirmek-ten daha büyük düşmanlık olabilir mi? Onun içindir ki, En'âm sûresinin 112. âyetindeki bu düşmanlığı sadece peygamberlere değil, kıyamete ka­dar gelecek olan bütün nesiller için değerlendirmek gerekiyor.

Artık insanî şeytanlar aldatmak üzere sahte sözleri insanlara bire bir fısıldamamaktadırlar, teknolojinin getirdiği imkânlarla, kitle haberleşme vasıtalarını kullanarak çok uzaklardan da bunu yapmaktadırlar. Üstelik ki­tap, makale yazarak, radyo ve televizyonla bunu gerçekleştirmektedir. Günümüzde bu sebeple aldatıcı, yaldızlı ve sahte sözleri fısıldamanın alanı çok genişledi ve etkisi de çok derinleşti.

3. "Rabbin dileseydi, onu da yapa­mazlardı. Öyleyse onları uydurduklanyla baş başa bırak!". Bunun anlamı, Allah insanların irâdesine müdahale etmemektedir. Fikirleri sahte de olsa, başkalarına zararlar da verse, insanlara fikirlerini yayma özgürlüğünü ver­mektedir. Önemli olan başkalarını doğru fikirlerle donatıp, onlara kanma­masını temin etmektir.

Âyetin bu kısmı, insanlık için düşüncesini söyleme özgürlüğüne, giderek basın özgürlüğüne giden bir örnek veya ilkeyi teşkil etmektedir. Bırakınız insanları, kafalarındaki kirli veya doğru fikirleri söylesinler, yazsınlar, ifade etsinler. Âyete derinlemesine bakınca, bu özgürlükler gö­rülecektir. Allah "Ben dileseydim bu aldatıcı yaldızlı fısıldamalara mani olurdum" buyurmasına rağmen, mani olmamaktadır. İnsanlar kafaların­daki kirli fikirleri ortaya dökmeli, bunlar tartışılıp cevaplarını bulmalıdır. Aksi takdirde, onlar zihinde kalıp mermerleşecektir. Böyle bir durum da eğitim için çok tehlikelidir.

Hem özgürlüğün, hem de uyduruk şeylerin ortaya çıkmasını buyu­ran âyetin son kısmı şöyledir: "Öyleyse, onları düzmekte oldukları yalanlarıyla bırak!" "Bırak!" demenin anlamı, "Özgürlüklerine dokunma!" demektir. Âyetin son kelimesi, zuhrufun ne anlama geldiğini açıklamaktadır.

Bir toplumun manevî kültürünü ayakta tutan değerleri savunan, on­lar konusundaki fikirleri topluma yayanlar oldukça, insanî şeytanların ser­best kalıp yaldızlı, yalan ve iftira dolu sözleri söylemekte özgür bırakılma­larının bir zararı olmayacaktır.

Virüs ve bakteri denen mikropları Allah tabiatta yaratmış ve serbest bırakmıştır. Diğer taraftan da bağışıklık sistemini yaratmış ve faydalı bak­terileri de üretmiştir. Bu zararlı mikroplar olmasaydı, tıp ve ilâç araştırma­ları olmayacaktı. Bütün insanlık virüs ve bakterilerin zararlı olanlarıyla mücadele vermektedir.

Bu cinnî ve insanî şeytanların insan beyni, gönlü, kültürü için üret­tikleri virüs ve bakteri niteliğindeki fikirleriyle, bütün insanlık mücadele vermeli ve böylece psikolojik ve sosyal mânada insanlığın erdemini, ma­nevî bağışıklık sistemini sağlam tutmalı ve ayağa kaldırmalıdırlar. Bu mü­cadele olmadan, yani onları uydurduklarıyla özgür bırakmadan, manevî kültürün erdemi ortaya çıkmayacaktır. Virüs ve bakteri mahiyetindeki fi­kirlerin serbest kalması, korkulacak bir şey değildir, onlarla mücadele vermemek, bağışıklık sistemini, yani manevî değerleri ayakta tutamamak gerçek tehlikedir.

4. Âhirete inanmayanların kalpleri ona (yaldızlı söze, uydurukçaya) kansın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçu işlemeye devam etsinler, diye ". Bu âyette açıklanması gereken iki kelime yer almaktadır:

a) sagâ. "Kulak verip dinlemek, meyletmek" anlamındaki bu kelime güneşle kullanılınca, "güneşin batmaya yüz tutması"; Kur'ân'da ise "kalplerin meyletmesi" anlamında kullanılmaktadır. Bu âyette "hoşlanmak, kanmak", yani "doymak" mânasına gelmektedir.

b)  karafe. "Sitem etmek, yalan söylemek, bir şeyi karıştır­mak, kabuğunu soymak" anlamındaki bu kelime akrafe kalıbından alı­nınca, "bir insana töhmette bulunmak, hastaya yaklaşıp hastalığın bulaş­ması, cinsel ilişkide bulunmak"; günâhla beraber kullanılınca, "günâh iş­lemek" mânalarına gelmektedir.

Bu kavramları 112. âyetle ilgili olarak da açıklayabiliriz. Cinnî ve insanî şeytanların, yaldızlı ve yalan dolu sözlerinin etkisinde kimlerin ka­lacağını bu âyet açıklamaktadır. Onların fısıldamasının etkisinde, âhirete inanmayanlar kalacaktır. Onların virüs ve zararlı bakteri şeklindeki vesve­selerinin etki edemeyeceği insanlar da böylece ortaya çıkmaktadır. Âhiret inancı, bu sahte sözlere karşı bağışıklık sistemini sağlam tutmaktadır. O zaman âhirete inanmanın önemli bir etkinliğini görmüş oluyoruz. İnsanı, şeytanların yaldızlı sözlerine, yalanlarına ve vesveselerine karşı koru­makta, yani koruyucu bir zırh olmaktadır.

Âhirete iman gibi manevî koruyucu sistemine sahip olmayan insan­ların kalpleri, o sahte sözlerle, yalanlara ve vesveselere kanacaktır. Böy­lece onların, yani o virüs ve zararlı bakterilerin ilk etkisi gönülden başla­mış olmaktadır. Âhirete inanmayan insanların gönlü, onların etkisine açık durumdadır.

Gönül kanınca, o sahte sözlerden hoşlanma başlamaktadır. Hoş­lanma başlayınca, davranışlara sıçramakta ve insana devamlı olarak günâh işletmektedir. Kandırıyor, hoşlandırıyor ve günâh işletiyor. Yüce Allah burada sebep-sonuç ilişkisi kurarak, bir davranış analizi yapmaktadır. Âhirete inanmamak, gönlün manevî bağışıklık sistemini yıkmakta, yıkılan bu sistem, şeytanların yaldızlı söz ve yalanlarının etkisinde kalmaya sebep olmaktadır. Bu etki, ilk önce gönlü kandırıyor, oradan hoşlanmaya, ora­dan da günâh işlemeye sebep oluyor. İlk sebebin sonucu, başka bir sonu­cun sebebi oluyor ve böylece bir sebepler ve sonuçlar zinciri ortaya çıkı­yor. En son sonuç, günâh işlemeye devam etmektir.

Yüce Allah'ın psikolojik analizden davranış analizine giden bu açıklamasının amacı, insanların bu etki altında kalmamalarını temin et­mektir. Âhirete inanmamanın nelere sebep olacağını öğretmek ve bu ko­nuda bir bilinç kazandırmaktır. Allah'ın koyduğu dininin eğitimi bu olunca, buradan hareketle din eğitimcilerine de aynı yolu izlemelerinin önemli bir ilke ve metodunu vermektedir. [83]

 

Tartışmada Hakem Allah'tır:

 

114. Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size kitabı açık olarak indiren O'dur. Kendilerine ki­tap verdiğimiz kimseler, Kur'ân'in gerçekten rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Sakın şüpheye düşenlerden olma!

115. Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından ta­mamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir.

En'âm sûresinin 112. âyetindeki cinnî ve insanî şeytanların, pey­gamberlere olan düşmanlıklarını yaldızlı sözlerle etkileme şeklinde başlat­tıklarında, dünyada bir fikir tartışması açmış olmaktadırlar. Bu tartışma­lar, âhirete inanmayanları olumsuz yönde etkileyecek ve bir davranış kir­lenmesi meydana getirecektir. Bu tartışmalarda taraflardan birinin haklı olduğunu ortaya çıkaracak olan kimdir? 114. âyet bu soruyu cevaplan­dırmaktadır.

1. "Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım ? " Tartışmaların doğruluğunu ve yanlışlığını ortaya çıkaracak olan Allah'tır. Daha önce Nisa sûresinin 59. âyetinde açıklandığı gibi, Allah şu emri ver­mektedir: "Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve âhirete gerçekten inanı­yorsanız, onu Allah'a ve Resulü'ne götürün". O zaman ikinci bir soru ile karşılaşırız: Yüce Allah bu hakemliğini ne ile yapacaktır? En'âm sûresinin 114. âyetinin devamı bu soruyu cevaplandıracaktır.

2. "Size kitabı açıklamış olarak indirmiş iken ". Öyle anlaşılıyor ki, tartışmanın ana konusu, Hz. Peygamber'in hak peygamber olup olmadığı ve Kur'ân'ın hak kitap olup olmadığıdır. O za­man, açıklanmış olarak indirilen kitabın, Kur'ân'dan önceki kitaplar ol­duğu fikri uyanmaktadır. Âyetin bu kısmında, "hak ile bâtılı ayırmak" mânasına gelen mufassalan kelimesi yer almaktadır. Bu kavrama ba­kınca, kitabın Kur'ân olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki Allah hakemliğini Kur'ân ile yapmaktadır. Dini ilgilendiren konularda yapılan tartışmalarda başvurulacak kaynak, Kur'ân'dır. Çünkü Allah hakemliğini onunla yap­maktadır.

Âyetin bu kısmına başka bir açıdan bakınca, şu neticeye varılabilir: Kur'ân, Allah tarafından açıklanmıştır, yani Kur'ân kendi kendini açıkla­maktadır. Açıklanmış kitabı insanlara indiren Allah'ın hakemliğine baş­vurmak, hem peygamberin görevi, hem de inananların görevidir.

Demek ki taraflar çözüm üretemiyorlarsa, üçüncü birine başvurma­ları gerekir. Bunun anlamı taraf olmayan birinin hakem olarak seçilmesi demektir. Dinî bir konudaki tartışmada tarafsız olacak olan da Allah'tır.

3. "Kitap verdiğimiz kimseler, Kur'ân'ın gerçekten rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Sakın şüpheye düşenlerden olma!" Daha önce En'âm sûresinin 109. âyetinde, mucize geldiği takdirde ona mutlaka inanacak­larını söylemişlerdi. Allah bu âyetiyle Kur'ân'ın en büyük mucize olduğuna dikkat çekmektedir. Hz. Muhammed'in peygamberliğini ispat etmek için mucize olarak Kur'ân yeterlidir.

Bu durumu, yani Kur'ân'ın Allah tarafından indirilen hak kitap ol­duğunu, daha önce kendilerine kitap verilenler bilirler, diyerek kitap kül­türüne sahip olanların bu konuyu-daha iyi anlayacağına işaret etmektedir.

Kendilerine kitap verilenlerden kastedilen, İsrâiloğulları'dır. "Bu kanıya nereden varıyoruz?" diye sorulursa, Ahkâf sûresinin 10. âyetini gösterebiliriz: "De ki: 'Hiç düşündünüz mü? Şayet bu, Allah'ın katından ise ve siz onu inkâr etmişseniz, İsrâiloğulları'ndan bir şahit de bunun ben­zerini görüp inandığı halde, siz yine de büyüklük taslamışsanız, (haksızlık etmiş olmaz mısınız?"

Ahkâf sûresinin 10. âyetinde İsrailoğullan'ndaki şahit tek olduğu halde, En'âm sûresinin 114. âyetindeki kendilerine kitap verilenler ise ço­ğuldur. Ahkâf sûresinin 10. âyetindeki İsrâiloğulları'ndaki şahidin kim olduğunu, günümüzdeki Tevrat'ın âyetlerinden Hz. Mûsâ olarak tesbit ediyoruz. Tevratm yukarıda belirlenen yerdeki ifadesi şöyledir: "Tanrın Rab, sizin için aranızdan, kardeşlerinizin içinden tıpkı benim gibi bir pey­gamber çıkaracak, siz onu dinleyeceksiniz" (Tesniye, 16/15). "Rabbiniz Allah aranızdan bir peygamber çıkaracaktır. Sizin kardeşiniz, bana benze­yen ve ben onlar için senin kardeşlerin arasından, sana benzeyen bir pey­gamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım" (Tesniye, 16/18).

Peki İsrâiloğulları'nın kardeşleri kimler oluyor? Bilindiği gibi İsrâ-iloğulları, Hz. İshâk'ın, Araplar da Hz. İsmail'in soyundan gelmektedir­ler. Demek ki Hz. İsmail ile Hz. İshak kardeş olduğundan, Hz. Musa'ya müjdelenen bu peygamber, Hz. Muhammed olmaktadır. Buna başka bir delil olarak, Fetih sûresinin 29. âyetini gösterebiliriz: O âyette Tevrat'ta Hz. Peygamber'in adının Muhammed olduğu söylendikten sonra, Hz. Muhammed ile beraber olanların durumu ve şahsiyetleri anlatılmaktadır.

En'âm sûresinin 114. âyetindeki ifade, çoğul olarak gelmiştir. "Kendilerine kitap verilenler" ifadesinden, sadece Hz. Mûsâ değil, onu ta­kip edenler de anlaşılmalıdır. Yuhanna İncili'nin 14. babının 16-17. âyet­lerinde şu ifade yer almaktadır: "Ben de Baba'ya yalvaracağım ve O size başka bir tesellîci, hakîkat ruhunu verecektir, ta ki daima sizinle beraber olsun. Onu dünya kabul edemez, çünkü onu görmez ve bilmez. Siz onu bilirsiniz, çünkü yanınızda duruyor ve içinizde olacaktır".

Bu âyetler Saf sûresinin 6. âyetine uygun düşmektedir. "Onlar onu bilmez, siz onu bilirsiniz" ifadesiyle bu âyetler, En'âm sûresinin 114. âyetine uygun düşmektedir: "Kendilerine kitap verilenler, Kur'ân'ın ger­çekten rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler". Demek ki dünya, Hz. Muhammed'i ve ona indirilen Kur'ân'a inanmasa, ondan şüphe etse, onu bilmese bile, hıristiyanlar onu bilir, onu tanır ve ondan şüphe etmez­ler.

Demek ki Ahkâf sûresinin 10. âyetinde "bir şahit" ifadesi, daha sonraları En'âm sûresinin 114. âyetinde şahitlere dönüşmektedir. "Öyleyse sakın şüphe edenlerden olma!" emri, birinci derecede Hz. Peygamber'i muhatap almaktadır, ama ikinci derecede İslâm'a inanan herkesi kapsamına almaktadır. Peki Hz. Peygamber hangi konuda şüphe edenler­den olmayacaktı? İlk bakışta Kur'ân'ı Allah'ın indirdiğinden şüphe etme­yecekti. Hz. Peygamber için böyle bir şüphenin olması mümkün müdür? Kâfirler ya da müşrikler öylesine tartışıyorlar, yaldızlı ve yalan lafları et­rafa yayıyorlar ki, Hz. Peygamber'i bile şüpheye düşürecek hale getirdiler mi diyeceğiz?

Bize göre, Râzî'nin getirdiği yorumlardan biri daha doğrudur. Kendilerine kitap verilenlere, Kur'ân'ın Allah tarafından hak olarak indi­rildiğini bildiklerinden dolayı şüphe etmemeleri emredilmektedir. "Tartışmalarda neden Allah hakem tayin edilecektir?" sorusunun bir ce­vabını da En'âm sûresinin 115. âyetini vermektedir.

4. "Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. Onun sözlerini de­ğiştirecek kimse yoktur. O, işitendir, bilendir". Bu âyetin analizini yapar­ken, kavramların açıklamasının da yapılması gerekiyor.

a) "Rabbinin sözü tamamlanmıştır". Bu ifadede yer alan "kelime kavramı ne anlama gelmektedir? Kelime, Hz. îsâ'nın kendisidir (Âl-i İmrân 3/45); "ilke" anlamına gelmektedir (Âl-i İmrân 3/64); ayrıca âyetlerde va'd (verilen söz) (A'râf 7/137); dava (Tevbe 9/40); söz (Tevbe 9/74; İbrâhîm 14/24); karar (Yûnus 10/19); yol göste­rici sözler (Bakara 2/37); emirler, sorular (Bakara 2/124); vaad (Yûnus 10/64) gibi mânalara da gelmektedir.

Kelimenin tam olduğunun belirtilmesi ve kâmil oldu denmesinin önceki âyetlerle ilişkisi vardır. Yüce Allah'ın hakem olmasının anlamı, Kur'ân'ı hakem olarak göndermesidir. Onunla insanlar arasındaki tartış­malarda hakemlik yapmaktadır. Tam olmayan bir kitap, yani söz hakem olamaz. Diğer taraftan sözün tam olması, Kur'ân'm mucize olarak tamam­lanmış olması, yani yeterli olması anlamını ifade etmektedir.

Ayrıca âyetin bu kısmındaki kelimeyi "vaad" mânasına da alabiliriz. O zaman Tevrat'ta Hz. Musa'ya, İncil'de de Hz. îsâ'ya geleceğini vaad ettiği, söz verdiği Hz. Muhammed'in gelişi gerçekleşince, Allah vaadini yerine getirmiş olmaktadır.

b) "Doğruluk ve adaletle". Bu ifadeleri birinci bölüme bağladığımızda, iki boyutlu mânayı göz önüne alarak yorumlamak duru­mundayız: Yüce Allah hakemdir. O, hakemliğini doğru ve adaletle verir. O'nun doğru ve âdil oluşu, Kur'ân'a yansımıştır. Onun için Kur'ân'a başvurunca, onun hakemliği doğru ve âdildir. Kur'ân'da doğru olanı ve âdil hükümleri bulursunuz. 112. âyette olduğu gibi, şeytanların yaldızlı ve yalan fısıldamaları onda yer almamaktadır. Diğer boyutu da Allah'ın vaadi ile ilgilidir. Allah'ın vaadi, doğruluk ve adaletle yerine geldi, demektir. Daha önce Tevrat ve İncil'de Araplar arasından Mûsâ gibi bir peygamber göndereceğine dair vaadini yerine getirmiş olmasıdır.

c) "O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O, işitendir, bilendir". Daha önceki kitapların başına gelen değiş­tirme olayının, Kur'ân'ın başına gelmeyeceğini vurgulamaktadır. Bunun böyle   olduğunu   Hicr   sûresinin   9.   âyetiyle   delillendirebiliriz "Kur'ân'ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız" Bu garanti fermanı ile Kur'ân'ın değiştirilmesinin imkânsızlığı ortaya çıkmaktadır.

En'âm sûresinin 115. âyetindeki kelime, "vaad" anlamında alındı­ğında, Hz. Muhammed'i gönderme konusundaki sözünü kimsenin değiş­tiremeyeceğine ve engel olamayacağına işaret etmektedir.

Genel mânada bakacak olursak, Allah'a karşı hâkimlik, ayırtmanlık ve düzelticilik yapacak kimsenin olmadığı vurgulanmaktadır. Allah'ın verdiği hükümden daha doğrusunu, daha âdilini kimse veremez ve böyle bir kelime üretemez. Çünkü daha doğru ve daha âdil olan, o seviyede doğru ve âdil olmayanı elbette değiştirecektir. İsrâ sûresinin 9. âyetine göre, Kur'ân en doğruya götürdüğüne göre, onu değiştirecek hiçbir söz olamaz.

Âyetin sonunda yer alan "O, işitendir, bilendir" ifadesi, âyetin ver­diği fermanın altına konan mühürdür. Allah'ın vaadi doğruluk ve adaletle yerine gelmiştir. O'nun vaadinin gerçekleşmesini engelleyecek hiçbir kuvvet yoktur.[84]

 

Allah'ın Yolundan Sapmak:

 

116.  Yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Alla­h'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye uymazlar ve onlar, sadece yalan söylerler.

117. Şüphesiz ki rabbin, yolundan sapanları çok iyi bilir; doğru yolda olanları da en iyi bilen O'dur.

Yüce Allah bir önceki âyette doğru ve âdil hüküm vermeyi anlatır­ken, burada zan ve yalana tâbi olmayı ve ona göre hüküm vermeyi ele alıp, varacağı neticeye dikkat çekmektedir.

1. " Yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar". Ayette geçen "çoğunluk" kelimesi, hukukta doğru ve âdil olan insanların altın madeni gibi çok az olduğunu, çoğunluğun doğru ve âdil olamayacağını vurgula­maktadır. Bu tip çoğunluk, hukuk adına hiçbir değer ifade etmemektedir. Peygamber, dolayısıyla müslümanlar onlara uyarlarsa, Allah'ın yolundan çıkacaklarını bilmelidirler.

Burada "Allah'ın yolu" kavramı neyi ifade etmektedir? Bu sorunun cevabını bir üstteki âyette geçen "doğruluk ve adalettir" diye cevaplandı­rabiliriz. "Seni Allah'ın yolundan saptırırlar" demek, "Seni doğruluktan ve adaletten saptırırlar" anlamına gelmektedir.

En'âm sûresinin 116. âyetine göre mânalandırırsak, "zan ve yalanın olmadığı yoldur" diyebiliriz. Zan, doğrunun karşıtı; yalan da adaletin karşıtı olmaktadır. Hz. Peygamber'e yapılan bu hitap, aynı zamanda bü­tün müslümanları kapsamına almaktadır. Hz. Peygamberin bile sapma ihtimali olduğuna göre, normal insanların da olacaktır.

2. "Onlar zandan başka bir şeye uymazlar ve onlar sadece yalan söylerler". hakikatten payı olmayan görüştür. İnsanların çoğunun doğru bilginin değil de zannın peşinden koştuğunu, çoğu zaman yalan söylediklerini vurgulayan Allah, bu tip in­sanların ardından gidilemeyeceğine dikkat çekmektedir.

Zan ve yalan, insanı Allah'ın yolundan çıkarmaktadır. Demek ki nefisten kaynaklanan yalan ile zan, insanın beynini ve gönlünü etkileyerek öylesine sarsmaktadır ki, Allah'ın yolundan ayırmaktadır. Zan ve yalan öylesine bir deprem meydana getiriyor ki, doğruluk ve adalet denen de­ğerlerin binasını yerle bir ediyor. Bu depremin sarsıntısı, peygamberin gittiği yolu bile tahrip etmekte, geçilemez hale getirmektedir.

3. "Şüphesiz ki rabbin, yolundan sapanları çok iyi bilir, doğru yolda olanları da en iyi bilen O'-dur". Yüce Allah kimin yoldan çıktığını, kimin zan ve yalan peşinde koş­tuğunu insanın kestirmesinin mümkün olmadığını söylemekte, bunun bi­linmesinin kendisine ait olduğuna işaret etmektedir. Ama Kur'ân vasıtasıyla bu bilgileri, ölçüleri, değerlendirmeleri insanlara aktarmaktadır. Al­lah'ın yolunu ören evrensel değerleri öğretirken de, ondan çıkaran yanlış davranışları belirlerken de bunu yapmaktadır. [85]

 

Allah'ın Adı Anılarak Kesilen Hay­van:

 

118.  Kesilirken Allah'ın adı anılmış olan hayvanlardan yiyiniz! Eğer O'nun âyetlerine inanan kimseler iseniz.

119.  Üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan niçin yeme-yesiniz? Oysa Allah, çaresiz yemek zorunda kaldığı­nız dışında, haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır.

Doğrusu birçoğu bilgisizce, kendi kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki rabbin haddi aşan­ları çok iyi bilir.

120.  Günâhın açığını da gizlisini de bırakınız! Çünkü günâh işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çeke­ceklerdir.

121.  Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlar­dan yemeyiniz! Kuşkusuz bu büyük günâhtır. Ger­çekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız, şüp­hesiz siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz.

Bu âyetler, insanın gıdalarından biri olan etin helâl olmasının zorun­luluğunu hükme bağlamaktadır. Helâl ve haram et kavramına açıklık getir­mektedir.

1. 118. âyet, Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanın etinden yeni­lebileceğini ilân etmekte ve bunu iman konusunun bir işareti olarak takdim etmektedir. "Allahın âyetlerine ina­nıyorsanız, üzerine O'nun adı anılarak kesilenlerden yiyiniz!" denirken, inanan insana besmele ile (Bismillâhi Allahüekber) kesilen etin helâl ol­duğu bildirilmektedir.

Bunun sebebi, insanın kendisi veya putlar adına kesilen etin yene­meyeceğini hükme bağlamaktır. İman eden bir mümin, üzerine Allah'ın ismi anılmayan eti yemez ve yememelidir. 119. âyette üzerine Allah'ın isminin anıldığı hayvanın etinin haram edilmesi için hiçbir sebebin olma­dığı vurgulanmaktadır.

2. 119. âyette "Haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır" ifadesi yer almaktadır. Haram kılınan şeyler daha önce Mâ-ide sûresinin 3. âyetinde açıklanmıştı: "Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulup öldürülmüş, boynuzlanıp ölmüş, canavarların yediği hayvanlar, dikili taşlar üzerine boğazlanmış hayvanlar, size haram kılındı".

Mâide sûresinin 3. âyetinde bu açıklamaları yaptıktan sonra, En'âm sûresinin 119. âyetinde bunların dışında, Allah'ın adı anılarak kesilen, geviş getiren, ot obur, çifte tırnaklı hayvanlarla kuş ve tavuk cinsinden hayvanların yenileceğine ruhsat verilmektedir.

3. 119. âyetteki şu ifade zaruret halinde eti yenmesi yasak olanların yenebileceğine ruhsat vermektedir:  "Kendisine kati surette mecbur ve muhtaç olmanız durumu müstesna!" Böylece Allah insana içinde bulunduğu şartlara göre davranma seçeneğini sunmaktadır.

Günümüzde domuzdan insana organ naklinin yapılmasına imkân veren hüküm, âyetin bu kısmından çıkarılabilir. Hastalığının ancak organ nakli ile tedavi edilmesi mümkün olacak insana, domuz organı daha uyumlu ise, onun organının nakledilmesi caiz olur. Açlıktan ölmek üzere olan insan da aynı ruhsata tâbidir.

Yüce Allah kullarını dönüşü olmayan tek yönlü bir yola sokmamak­tadır. Hayatın beklenmeyen şartları altında farklı davranma müsadesini ona tanımaktadır. Özellikle gıda konusunda ve hastalık anında bu müsa­adeyi vermektedir. Mâide sûresinin 3. âyetinde de bu ruhsat gündeme ge­tirilmişti.

4. En'âm 119. âyette "Doğrusu birçoğu bilgisizce kendi kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Elbette rabbin haddi aşanları çok iyi bilir" buyurulmaktadır. Bilgisizce, in­sanları arzularına uyarak saptırma ne anlama gelmektedir? Bu sorunun ce­vabını Mâide sûresinin 103. âyetiyle verebiliriz.

Câhiliye Arapları'nm meralara salıp kullanılmalarını veya kesilmele­rini yasaklayarak, çeşitli tanrılarına adamayı âdet edindikleri bazı evcil hayvanları vardı. Bunlara bahîra, sâibe, vesîle ve hâm denirdi. Bu hay­vanlar sayılarına, cinsiyetlerine ve soylarına göre seçilirlerdi. Bâtıl inanç­larla işaretlenmiş ve insanların kullanımından alıkonmuş belli hayvan cinsleriydi.

En'âm sûresinin 138-139., 143-144. âyetlerinde, hayvanlar konu­sundaki tartışmalar gelecektir. Buradan nereye varmak istediğimizi, yo­rumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 119. âyetine dönerek anlatabiliriz: "Üzerinde Allah'ın adı anılıp kesilenden yememenize sebep ne?" sorusunu Allah, Araplar'ın bazı hayvanların kesilmesini yasaklamaları, onların etlerini haram kılmalarına soru şeklinde verilen bir cevap olarak gündeme getirmektedir. Yukarıda Mâide sûresinin 103. âyetinden aldı­ğımız uygulama âdetini ortadan kaldırmak için bu soru sorulmaktadır. Demek ki Araplar'da bazı hayvanları kutsallaştırma şeklinde ortaya çıkan bir totemizm inancı vardı.

Kendi arzularına uyarak insanları yoldan çıkartmakla sorumlu tut­tuğu kimseler, Mâide sûresinin 103. âyetindeki âdetleri ya da totemizm inancını topluma yayanlardır. Âyetin bu kısmında, hevâ ile "bilgisizce" ifadesi yanyana gelmiştir. Bunun anlamı, hevâ denen nefsin kötü arzuları ve bilgiyi devre dışı bırakmasıdır. "Bilmeden, ilimsiz" diye tercüme etti­ğimiz bi-gayr-i 'ilm ifadesine, "bilgiyi dışlayarak" anlamını vermek daha doğru olur. Çünkü hevâ, bilgiyi dışlayarak olumsuz hareket­leri insanlara yaptırmaktadır.

Allah, bilgiyi dışlayarak insanları kötü arzularıyla yoldan çıkaranlara mu'tedîn demektedir. "Allah'ın sınırlarını, haddini aşanlar" an­lamına gelmektedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bilgi, insanın kötü arzu­larını disipline eden bir güçtür. Bu güçten kurtulan kötü arzular, Allah'ın koyduğu ilkeleri tanımayıp onları çiğnemektedir. Uzun zaman ahırda tutu­lan bir hayvanın ahırdan çıkarılıp serbest bırakıldığında, komşunun tarla-sma gitmesi gibi, bilginin bağından kurtulan kötü arzular da ilâhî sınırları aşıp gitmektedirler.

Bunların kalplerinde oluşan kötü niyetlerini, hakkı gizlemelerini ve bütün hallerini Allah bilmektedir. "Senin rabbin haddi aşanları en iyi bil­mektedir" sözünde, aynı zamanda tehdide varan ağır bir uyan vardır.

5. "Günâhın açığını da gizlisini de bırakınız. Çünkü günâh işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir". Günâhın gizlisi ve aşikâr olanı ne anlama gelmektedir? Bu sorunun cevabını En'âm sûresinin 151. âyetine giderek verebiliriz: "Fuhşun açığına da gizlisine de yaklaşmayınız!" Fuhuş kelimesinden fahişelik türemiştir. Birinci mânada, "Zinanın gizlisinden ve açığından sakınınız!" denmektedir. Fakat fuhuş kelimesi genel olarak "kötülük" anlamına da gelmektedir. Böyle kabul edildiğinde, "Kötülüğün gizlisine ve aşikârına yanaşmayınız!" mânasını ifade etmektedir.

Bunun başka bir cevabı da Nisa sûresinin 108. âyetindedir: "İnsanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler". Toplumun şahit olduğu günâha aşikâr günâh, toplumdan gizlenene ise gizlice işlenen günâh den­mektedir.

Toplumdan saklayarak işlenen günâh aslında Allah için aşikârdır. Fakat Allah, insanlar arası ilişkileri esas alarak, gizli ve aşikâr kavramla­rını kullanmaktadır. Toplumda günâhın alenî işlenmesi, sosyal kontrolün ortadan kaldırılması demektir. Meselâ rüşvet gizli alınır, ama hukukî bir yaptırım olmayınca, alenî yapılmaya başlanır. İster topluma karşı alenî ol­sun, ister toplumdan gizlensin, hepsi de Allah için alenîdir. Bu bakımdan Allah, sosyal ilişkiler bakımından gizli ve alenî olan günâhların terkedil-mesini istemektedir.

En'âm sûresinin 120. âyetinin 118 ve 119. âyetlerle alâkası vardır. "Allah'ın isminin anıldığı hayvanların etini yiyeceksiniz, çaresizlik şartla­rında da yasaklananlardan yiyebilirsiniz!" denirken, bu ruhsatın istismar edilmesi bu âyetle engellenmektedir.

Gizli ve aşikâr kavramlarına hukukî mânada yaklaşabiliriz. Gizli olarak işlenen kötü bir davranış, hukukî açıdan belki suç olmamaktadır, ama Allah onu günâh olarak değerlendirecektir. Aşikâr yapılan kötü bir davranış, hem suç, hem de günâh olabilir. Hukuku ilgilendirdiği için suç, dini ilgilendirdiği için günâhtır. Meselâ haksız yere birinin malını yiyen biri, hem suç hem de günâh işlemektedir. Hem kamuyu ilgilendiren kötü bir davranış olmakta, hem de Allah'ın emirlerini ilgilendirmektedir. O za­man "Hem hukuku hem de âhireti ilgilendiren günâhlardan kaçının!" mâ­nasını verebiliriz.

Yüce Allah yapılan günâhın olduğu gibi kalmayacağını, mutlaka ce­zalandırılacağını vurgulayarak, cezanın caydırıcı özelliğini devreye sok­maktadır. Dünyevî hukuktan kaçsa bile mahşerde yakalanacaktır. Onun için, "Âhirete kalan kalsın" diyerek günâh işlemenin yanlışlığı da ortaya çıkmaktadır.

6. "Üzerine Allah'ın adı anıl­madan kesilen hayvanlardan yemeyiniz! Kuşkusuz bu büyük bir günâh­tır". En'âm sûresinin 118. âyetinde, üzerinde Allah'ın isminin anıldığı hayvanların etinden yenmesi emredilirken, 121. âyette bunun tersi olan yasak gündeme getirilmektedir. Üzerinde Allah'ın isminin anılmadığı hayvanın etini yemenin büyük günâh olduğu, yani fâsıklık olduğu vurgu­lanmaktadır. Fâsıkhğın ne olduğu Bakara sûresinin 26. âyetinde açık­lanmıştı. Buradaki fâsıklık kavramına "haram" mânası da verilebilir.

Âyetin kurgusunda "kesme" eylemi geçmemektedir. O zaman bütün yemeklerde besmelenin çekilmesi mi gerekiyor? Aslında âyetin meali şöyledir: "Üzerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyiniz!" Kesme kavramı olmadığından, hazırlanan bütün yemekler için olduğunu söyle­yebilir miyiz? Müctehidler bunu tartışmıştır. Râzî'nin naklettiğine göre, İmam Mâlik bunu kesme olarak almış, İmam Âzam da aynı fikri savun­muştur. İmam Şafiî de kesme eylemini öngörmüştür. Tartıştıkları konu, unutulması veya kasten terkedilmesi durumunda ne olacağıdır, yani Alla­h'ın ismini anmanın unutulması veya kasten terkedilmesinin neticesinde nelerin doğacağıdır.

Bu sorulara nasıl cevap veririz? "Allah'ın isminin anılması" eylemi­nin sadece hayvan kesimiyle ilgili olduğuna, Hac sûresinden delil getir­mek mümkündür: Hac sûresinin 28. âyetinde "Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerinde belli günlerde anmaları"; "Biz her ümmete kurban kesmeyi farz kıldık. Hayvan cin­sinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerinde Allah'ın adını ansınlar diye" (Hac 22/34).

Allah'ın isminin anılacakların ot obur, çifte tırnaklı, geviş getiren hayvanlar olduğunu söylemekle, En'âm sûresinin 118 ve 121. âyetlerinde Allah'ın isminin anılacağının hangi hayvanlar olduğuna açıklık getirilmek­tedir.

Bu noktadan hareket edersek, hazırlanan her yemekte Allah'ın ismi­nin anılmasının zorunlu olmadığı ortaya çıkmış olacaktır. Çünkü hayvanı kesip kan akıtmakla, soğanı kesmek aynı anlama alınmamalıdır. Tabii ki müslüman her işinde besmele çekecektir, ama bir yemeğin helâl veya ha­ram oluşu için ölçü olur mu? Netice olarak diyoruz ki, kanı akacak olan bir hayvanı keserken besmele çekilmesi zorunludur.

7. "Gerçekten şeytanlar dostla­rına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar". Yukarıdaki âyetin hemen ardından böyle kısmın gelmesi ilginçtir. "Şeytanların dostları" kimdir? Müslümanlarla ölü, yani kesilmeden herhangi bir şekilde leş ha­line gelmiş ölü hayvanın yenebileceği konusunda mücadele verenler müş­riklerdir. En'âm sûresinin 112. âyetinde açıklandığı gibi, insanlardan olu­şan şeytanlar da vardır. O zaman müşriklerin ileri gelenleri, müşrik olan dostlarına bu konu üzerinde müslümanlarla mücadele etmeleri için tel­kinde bulunabilirler. Bize göre, ikinci yorumdaki insanî şeytanlar daha doğrudur. İnsanî şeytanlar kendi dostlarına, besmelesiz kesilen hayvanın etinin yenebileceğini savunmaları için telkinde bulunmuşlardır.

8. "Eğer onlara uyarsanız, siz de Allah'a or­tak koşanlardan olursunuz". Âyetin bu kısmı, çok ince noktalara uzan­makta, çok ağır neticeler doğurmaktadır. Çünkü "bir amel"in şirke gö­türme ilkesine işaret etmektedir. Bir müslüman müşriklerin teklif ettiği, besmelesiz kesilen hayvanın etini yemeyi kabul eder ve yiyip onlara uyarsa, nasıl müşrik olur? Genelde bilinen, başka bir varlığı Allah'a eş koşan insan müşrik olurdu. Ama bir müşriğin ölü hayvan etinin yenme­sini teklif ettiği müslüman ona uyup yerse, müşrik olur mu? Ayet bunun olabileceğine dair hükmü bize iletmektedir. Bu âyetten hüküm çıkaran iki kişinin görüşünü Râzî bize nakletmektedir. Bunlardan;

a) Zeccâc'a göre, Allah'ın haram kıldıklarından birini helâl veya helâl kıldıklarından birini haram kabul eden her insanın müşrik olduğuna dair bir delili bu âyetten çıkarabiliriz. Çünkü Allah, kendisinden başkası­nın hükmünü kabul edeni müşrik saymıştır. Bize göre Zeccâc çok usta bir yorum getirmiştir. Bu durumda Zeccâc'a şöyle bir soru yöneltebiliriz: Tahrîm sûresinin 1. âyetinde Hz. Peygamber'e yöneltilen şu sorunun an­lamı nedir? "Ey Peygamber! Eşlerinin rızâsını gözeterek Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?" Böyle bir işlemi Hz. Peygamber yaptığından dolayı müşrik mi oldu? Zeccâc'ın açıklamasına göre öyle olması gerekiyor.

Zeccâc'a hak vereceğimiz nokta olabilir mi? Bir kimse kendi adına hatâen Hz. Peygamber gibi helâli haram kılan bir fetva verirse, bu şirk ol­mayabilir, ama bir başkasının yanlış fetvasına uyup Allah'ın hükmünü bir tarafa atarsa, bu tehlikeye düşebilir. Çünkü Câsiye sûresinin 23. âyetinde, kendi nefsini tanrı edinen insanı ele almaktadır. İnsan kendi hevâsım, yani nefsini nasıl tanrı edinebilir? Nefsinin dediğini yapar da Allah'ın dediğini yapmazsa, nefsini tanrı edinmiş olur.

b) Kâ'bî'ye göre bu âyet, iman kelimesinin bütün tâat ve ibâdetle­rin adı olduğuna bir delil teşkil etmektedir. Müşrik her ne kadar Allah'ın bir ortağı olduğuna inanan kimse anlamına gelse de, Allah kendisine mu­halif olan her türlü duruma şirk demektedir. Bunun delili, leş olan bir hayvanın etini yeme konusunda müşriklerin telkinine uyan kimseyi müş­rik olarak nitelendirmesidir. Kâ'bî'nin iman kelimesini bu kadar genişlet­mesine delil bulmak çok zordur. Kâ'bî'nin dediği gibi olsaydı, Allah iman edenleri, iyi amel işleyenleri birbirinden ayırmazdı. Ama Râzî'nin bu âye­tin açıklamasında getirdiği açıklamaya hak vermek gerekir: Bu âyetteki şirkten maksadın, hükmetme ve sorumlu tutmakta Allah'ın bir ortağı ol­duğuna inanma mânası olması niçin caiz olmasın? Böyle olunca da şirk, sadece inançla ilgili olur.

Demek ki dinde Allah'tan başkası hüküm koyamaz ve başkalarını sorumlu tutamaz. Böyle inanan bir kimse olursa, Allah'a eş koşmuş olur. En'âm sûresinin 121. âyetine dönersek, Allah kendi adının anılmadığı bir hayvanın etinin yenemeyeceği hükmünü vermesine rağmen buna aldırma­yarak, müşrik birinin fetvasına uyarak böyle bir eti yiyen müslüman müşrik olur.

Netice olarak bu âyetten çıkarılabilecek genellemeler şunlardır: Kur-'ân gıda konusuna kadar inen açıklamalar getirmekte ve Allah'ın hüküm­lerini bize ulaştırmaktadır. İnsanlar kendilerini tanrı yerine koyup, Allah­'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram yapmamalıdır. Böyle yaparlarsa, En'âm sûresinin 93. âyetinde belirtildiği gibi, zâlim olurlar. Böylesine fetva verenlere uyanlar da müşrik olurlar. Şirk, zulüm olduğuna göre, böyle fetva verenle onun fetvasıyla amel eden aynı noktada buluşmaktadırlar.

Bu açıklamalar, din âlimi ve din görevlilerinin dinî konularda fetva verme konusunda hassas davranmalarına sebep olmalıdır. Allah'ın neyi haram ve neyi helâl kıldığını bilmeden fetva vermenin, imanî mânada teh­likeli olduğunun bilincinde olmalıdırlar. Din eğitiminde önce bunun bilinci verilmelidir. Çünkü fetva meselesi, hem imanî, hem ahlâkî, hem de sos­yal sorumluluklar taşıyan bir alanı temsil etmektedir. [86]

 

Yaşayan Ölüler:

 

122. Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları böyle süslü göste­rilmiştir.

Âyetin analizi bizi bazı genellemelere götürecektir. Onu kısımlara ayırarak şu şekilde açıklayabiliriz.

1. Yaşayan ölüler.

Kur'ân'ın bazı âyetlerinde kâfir ve müşrik insanlar, ölü olarak tak­dim edilmektedir. Onun için bu âyette geçen "ölü" kelimesi, bildiğimiz ölü anlamına gelmemektedir. "Ölü iken" ifadesi, hakikati anlayıp iman etmeyen insana işaret etmektedir. Bunu nasıl ispat ederiz? Nahl sû­resinin 21. âyeti, şirk koşan insanları şu şekilde nitelendirmektedir: "Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler". Nemi sûresinin 80. âyeti de aynı benzetmeyi yapmaktadır: "Bil ki sen ölülere işittiremezsin!" "Dirilerle ölüler de bir olmaz" (Fâtır 35/22).

Kâfir kelimesinin türediği kefere kelimesi, "tohumu toprağa atıp üstünü örtmek" anlamına gelmektedir. İnkâr eden hakikati örttüğü için bu adı almaktadır. Kâfir insan, Allah tarafından daha doğuştan, kendisini bulma kabiliyeti engellenip cehaletin karanlığına gömüldüğü için ölü ola­rak takdim edilmektedir. O, insan ruhunu toprağın içine gömmüş gibidir; ölmeden ölü haline gelmiştir. Bunun tam ifadesi yaşayan ölüdür.

Böylece Kur'ân'ın bir fizikî mânada ölü, bir de manen ölü kavram­larına yer verdiği görülmektedir. Demek ki şirk ve inkâr, insanın gönlüne atılan en büyük silâhtır. Bu silâhlarla insanın maneviyatı ölmektedir. O in­sana Allah, ölü demektedir. Dünyada ölülerin dirilerden daha çok olduğu söylenebilir.

Bunun delili Yûsuf sûresinin 103. âyetidir: "Sen ne kadar arzu edersen et, insanların çoğu iman edecek değillerdir". Toprağın altındaki ölülerle üstündeki yaşayan ölülerin hiçbir farkı yoktur. Bir farkla ki toprağın altındakilerin zararı yokken, üstündekilerin zararı vardır, çünkü inkârlarını bulaştırıyorlar. En'âm sûresinin 121. âyeti bu duruma dikkat çekmektedir.

2. İki can taşıyanlar.

Yüce Allah "dirilttiğimiz" ifadesiyle, iman edeni kastetmek­tedir. Bunun anlamı iman eden insan iki can taşımaktadır. Birisi bedenini hareket ettiren ruhu, diğeri de iman etmekle elde ettiği canıdır. İman, aklın çalıştığını gösteren en büyük delildir. Aklı çalışan adam, manevî hayatına can veriyor demektir.

3.  Işıkta yürüyenle karanlıkta kalan.

Yüce Allah iman etmekle can verdiği kimseye başka bir muamelede bulunmaktadır: "Kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verilen kimse, karan­lıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayacak durumdaki gibi olur mu?"

İki can taşıyan imanlı kimse, yani aklını kullanarak amel eden insa­nın, beyninde ve gönlünde bir nûr vardır. Bu kişiye bu nuru veren Alla­h'tır. O kişi, insanlar arasında bu dünyada mı, yoksa âhirette mi dolaşa­caktır? Sorunun cevabını iki âyetle verebiliriz. Yorumunu yaptığımız bu âyete göre, bu dünyada insanlar arasında dolaşmaktadır, ama aynı ışık âhirette de olacaktır. Buna Hadîd sûresinin 12. âyeti işaret etmektedir: "Mümin erkeklerle mümin kadınlar, önlerinden ve sağlarından nurları aydınlatıp giderken gördüğün günde...".

Demek ki iman hem bu dünyada, hem de âhirette insanın önünü aydınlatan bir nûr olacaktır. İşte o ikinci can, nûr haline gelecek ve insan onunla insanlar arasında dolaşacaktır. Dolaşmanın anlamı, kimseye çarp­madan, sürtünmeden, belâ çıkartmadan, problem oluşturmadan, kırıp dökmeden işlerini insanlarla yürütmesi demektir.

Allah, bir ışıkla insanlar arasında dolaşan insanla, içinden asla çı­kamayacağı karanlıklar içerisinde kalan insanın aynı olup olamayacağını sormaktadır. Müşrik insan ile kâfir, çıkış kapısı olmayan bir karanlığın içine gömülüdürler. Onun için Allah ona ölü demektedir. Karanlıklara gömülü bir ölü... Bu karanlık, nefsin örttüğü gönül ve beyin karanlığıdır.

4.  Süse aldanırlar.

Aklını kullanıp önündeki meseleleri onun ışığı ile çözme imkânını kaybeden insanlar, yanlış davranışlarını süslü görmeye başlar. Çünkü onların kötü yön ve özelliklerini göremez. Sahte süse aldanıp bakırı altın diye satın alan insanın aldanması gibi aldanacaklarından, Allah bu ifadeye yer vermektedir. Demek ki ışığın olmadığı bir yerde altını görüp ayarını anlamak imkânsızdır. Aklın ve imanın ışığından yoksun olan insan da amellerinin kalitesini anlamaktan yoksun kalacaktır.

Âyetin son kısmıyla önceki kısmı arasında bir ilişki kurulursa, şu soru sorulabilir: Karanlıkta kalan bu insan neden oradan çıkamayacaktır? Âyetin sonunda yer alan "İşte kâfirlere yaptıkları şeyler böyle süslü gös­terilmiştir" ifadesindeki "yaptıkları" kelimesinden anlıyoruz ki, insanların eylemleri, zamanla onların karakteri haline gelmektedir. Demek ki bir do­ğuştan getirilen karakter vardır, bir de sonradan kazanılan karakter vardır. İnsanların inançları, eylemleri, onların ayrılmaz karakterleri haline gel­mektedir. Direnen insanın kendi irâdesi değil, sonradan oluşan bu sahte karakterdir. Bu karakter, beyin ve gönlü bürüdüğünden, karanlıklar içinde bırakmaktadır. Allah, psikolojiden eyleme, eylemden psikolojiye giden sebep-sonuç ilişkisine dikkat çekmektedir. [87]

 

Bozgunculuk Yapanlar:

 

123. Böylece biz her kasabada, oralarda bozgunculuk yapmaları için, günahkârlarını liderler yaptık. Onlar yalnız kendilerini aldatırlar, ama farkında olmazlar.

124. Onlara bir âyet geldiğinde, "Allah'ın elçilerine veri­lenin benzeri kendilerine verilmedikçe, kesinlikle inanmayacağız" dediler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, yapmakta ol­dukları hilelere karşılık Allah tarafından aşağılık ve çetin bir azap erişecektir.

Bu âyetler, sosyal oluşumların arkasındaki sebeplerin manevî âlem­den geldiğini açıklamaktadır.

1. "Böylece biz her kasa­bada, oralarda bozgunculuk yapmaları için günahkârlarını liderler yaptık". Âyette geçen her kasaba kavramı, kapalı toplum dönemindeki durumu yansıtan bir tercüme tarzı olmaktadır. Aslında her toplum, her millet tabi­rini kullanarak tercüme etmekte yarar olduğuna inanıyoruz. Allah'ın karye kelimesi ile ifade ettiği kasaba büyüklüğündeki toplumu, en büyük topluma kadar düşünme imkânına sahibiz. En küçüğünü verip, en büyü­ğünün düşünülmesini temin etmektedir.

Âyetin bu kısmında sorulacak soru şudur: Allah bozgunculuk ya­panları neden lider durumuna getirir? Aslında âyetin mealini Muhammed Esed gibi düşünürsek, sorunun cevabını daha rahat verebiliriz: "Ve işte böylece her ülkenin önde gelenlerini, hile ve entrika peşine koşan suçlular durumuna sokarız ". Bu mealden hareket edersek, cevap biraz daha kolay­laşmaktadır.

Bu insanlar En'âm sûresinin 112. âyetinde belirtildiği gibi, insanî şeytanlardır. En'âm sûresinin 121. âyetinde de belirtildiği gibi, insanî şeytanlar kendi dostlarına iyi insanlarla mücadele etmek için telkinde bulu­nurlar. Demek ki Allah insanî şeytanlara, kendilerine tâbi olanları azdırma fırsatını vermektedir. Bunun anlamı şudur: Çürüyen bir ette kurtlar olu­şur. İyilerin çekildiği ve kötülüğün toplumu sardığı anlarda, orada günâh işleyen ve suç işleyen önderler oluşur. Allah maddeye verdiği bu çürüme, kurtlanma özelliğini toplumlara da vermiştir. Sosyal bünye de kurtlanır, kokuşur ve çürür. Bu çürümenin liderlerden başladığına dikkat çeken Al­lah, balığın baştan kokmaya başladığını vurgulamaktadır.

Aslında çürüme ve kokuşma, et parçası gibi sosyal bünyeden baş­lamaktadır, çünkü o leş olmasaydı, kurtlar oluşmayacaktı. Sosyal bünye çürümeye terkedilince, etteki kurtlar gibi suç üreten önderler üreyecektir. İleri gelenler, içinden çıktıkları toplumun bedenini, tıpkı etten üreyen kurtların dönüp o eti yemeleri gibi kemirmeye başlarlar. Sosyal mânadaki bu kemirme işini, önde gelenlerin entrikaları, suçları ve günâhları yapa­caktır. Bu insanlar yaptıklarını doğru görmeye başlarlar, iyilerin tenkidine karşı kendilerini kapatırlar. Kendi yaptıklarını haklı gören önderler, kendilerine tâbi olanları da tehlikeye atmaktadırlar. Bunlar servet ve mevkileri gereği şımarmış, hevâ ve heveslerinin peşine canhıraş bir biçimde koşmuş, etraflarındaki iyilere ve topluma zarar vermiş ve vermekte olan kimselerdir.

Peygamberlerin karşısına malları ve mevkileri gereği şımarmış ve tutkularını tanrı edinmiş insanlar çıkmış, entrikalarını tatbikata koymuş­lardır. Bütün tuzaklarını, peygamberlerin görevlerini engellemenin uğruna kurmuşlardı. Aynı entrikalara Hz. Muhammed de muhatap olmuştur. Bu mücadelelerin ulaşacağı netice bir aldatmacadır. Peygamberleri dolayısıyla iyileri engelleyenler zarara uğramıştır.

2. "Onlar yalnız kendilerini aldatırlar, ama farkında olmazlar". Bu insanların iyiye, güzele, doğruya ve Allah'ın vahyine karşı yaptıkları entrikalar, kendilerine yönelir. Hatta bu geri tep­menin bilincinde olmazlar. Bunun anlamı, kendi erdemlerini, ruhlarını, insanî değerlerini, kurdukları tuzaklara kurban ettiklerinin farkında olma­malarıdır.

122. âyette bahsedilen karanlık bu karanlıktır. Ne yaptığının, iyiyi, güzeli, doğruyu yaraladığının ve dolayısıyla kendi kendisini entrikalarının içine attığının bilincinde olamamanın karanlığı. Bu âyet, sosyal çürümenin önde gelen sebeplerinden bir kısmını sunmakta, iyi ile kötünün daima mücadele içinde olduğunu gündeme getirmekte, kötülerin kötülüğünün daima kendi başlarına bir kara bulut gibi çöktüğünü vurgulamaktadır.

3. "Onlara bir âyet geldiğinde, Allah'ın elçilerine verilenin benzeri bize verilmedikçe, kesin­likle inanmayız, dediler". Âyetin bu kısmının içeriği, kıskançlık, hased ve çekemezlik doludur. Bu sözlerin arkasında, neden kendilerine âyet gön­derilip peygamberlik verilmediğinin ıstırabı yatmaktadır? Allah, müşriklerin tepkilerinin arkasında yatan sebeplerden bazılarını şu şekilde açıkla­maktadır:

a)  Müddessir sûresinin 49-53. âyetleri arasında, Kur'ân'dan kaç­malarının sebepleri açıklanmaktadır: "Böyle iken onlara ne oluyor ki, âdeta arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi Kur'ân'dan yüz çeviri­yorlar? Daha doğrusu onlardan her biri kendisine açılmış sayfalar veril­mesini istiyor. Hayır! Aslında onlar âhiretten korkmuyorlar". Kendilerine kitap verilmesini istemeleri ve âhirete inanmamaları, hem Kur'ân'a hem de Hz. Peygamber'e inanmalarını engellemiştir.

b) Hz. Peygamber'e inanabilmeleri için umulmadık mucizeler is­tediler. İsrâ sûresinin 90-93. âyetlerinde bu isteklerinin neler olduğu açıklanmaktadır. Yerden kaynak fışkırtması, içlerinden gürül gürül akan ırmakların olduğu hurma ve üzüm bahçeleri, Allah'ı ve melekleri görmek istemeleri, altından evi olması, göğe çıkıp bir kitap getirmesi gibi olmaya­cak mucizeler istemeleri.

Âyetin bu bölümünde dikkati çeken diğer bir husus da, Allah'ı bil­meleri ve ona inanmalarıdır. "Elçiler" kelimesinin çoğul olduğuna dikkat edilirse, diğer peygamberleri de gündeme getirdiklerini görmek mümkün­dür. Diğer taraftan imanlarını belli bir şarta bağladıklarına şahit oluyoruz. Ama bu şartın yerine gelmesi mümkün değildir. Peygamberlere verilenin bir benzeri kendilerine verilince inanacaklarmış!.. Burada görülen kendini üstün görme dediğimiz kibir halidir ve başkasına verilene karşı duyulan kıskançlıktır. Bu tip bir istekle yapılan konuşma, En'âm sûresinin 123. âyetindeki hilekârlıklardan birini teşkil etmektedir.

4. "Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir". Peygamberler, ilâhî âlemin beşerî âlemdeki elçileridir. Al­lah'ın elçisi olmalarına rağmen, onları beşerî âlemden seçmektedir. Şöyle düşünelim, bir devlet diğer bir devlete göndereceği elçisini kendisi seçer. Bu seçişinde başkalarının etkisinde kalmaz ve her isteyeni de elçi seçmez.

Yüce Allah kimi elçi tayin edeceğine kendisi karar verir. Bu, Allah­'ın seçmesine ve takdirine bağlıdır. Onun içindir ki âyetin bu kısmında, kendisinin kime peygamberlik vereceğini daha iyi bildiğini beyan etmektedir. Müşriklerin "Allah'ın elçilerine verilen bize verilmedikçe, iman et­meyiz" demelerinin arka planında, peygamber tayin edilme istekleri yat­maktadır. Çekemezliğin, hasedin doğurduğu bu istekler, aslında onların hayatını karartacak hale gelmişti.

5. Suç işleyenlere, yapmakta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından aşağılık ve çetin bir azap erişecektir". İki eyleme iki azap verilmektedir: a) Suça karşılık, aşağılık azap; b) Hîleye karşılık, çetin bir azap. Her iki kötü ey­lemi bir arada işleyene iki çeşit azap uygulanacaktır. Buradan şu ilkeye varıyoruz: Suça denk azap verilmelidir. İşlenen suça hangi cezanın verile­ceği önceden belirlenmelidir. Allah bu âyetiyle, hangi suça hangi cezayı vereceğini önceden tesbit etmektedir.

Cezanın önceden belirlenmesinin amacı, caydırıcı olmasıdır. Hu­kukî cezanın eğitici yönlerinden biri de budur. Caydırıcı olan ceza, eğitim bağlamında işlevini görmüş demektir. Onun için bazan insanlar, inanma­dıkları bir vahyi bile hukukî açıdan inceleme sabrını göstermelidirler. [88]

 

İnanmayanların Durumu:

 

125. Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun kalbini islâm'a açar; kimi de saptırmak isterse, göğe çıkıyor­muş gibi kalbini iyice daraltır. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir.

Bu âyete göre, yüce Allah bazı kullarını doğru yola iletmek isterken, bazılarını da saptırmaktadır. Allah kulunu saptırmak ister mi? Bu sorunun cevabını verebilmek için söz konusu âyetin yanısıra konu ile ilgili diğer âyetleri de göz önünde bulundurmak gerekir.

"Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür". Buradan anlıyoruz ki Allah'ın muradı, ya da Allah'ın kulunu doğru yola iletmesi, iman etmesinden sonra devreye gir­mektedir. İnsan inkâr etmedikçe, Allah onu yoldan çıkartmaz.

"Uğrumuzda üstün gayret gösterenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz" (Ankebût 29/69). Bu âyetten de an­lıyoruz ki, insanın gayreti olmadan Allah onu doğru yola iletmeyecektir. Allah'ın hidâyet etmesi, kulun bütün gayretini göstermesinden sonra ola­caktır. Demek ki Allah'ın takdiri, doğruya iletmesi veya yoldan çıkart­ması, tamamen kulun niyet ve eylemleri doğrultusunda olmaktadır. Yoksa Allah durup dururken insanı ne doğru yola iletir, ne de onu yoldan çıkar­tır. Bu âyetlerden sonra En'âm sûresinin 125. âyetinin analizini yapmaya devam edebiliriz.

1. "Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun kalbini islâm'a açar". Önceki âyetlerde, Allah'ın doğru yola iletme isteğinin, kulun imanına ve gayretine bağlı olduğu anlatılmıştı. İn­sanın niyet ve eylemlerindeki oluşumlar iyiden yana ise, Allah onu doğru yola iletmektedir. "Onun göğsünü islâm'a açar". Bu durum Allah'ın ona uyguladığı ikinci bir müdahale olmaktadır. Kalbin İslâm'a açılması ne an­lama gelmektedir? Bu sorunun cevabını verebilmek için İslâm kelimesinin anlamına bakmak gerekir.

İslâm kavramı, silm kökünden gelmektedir. Bu kelimenin bi­rinci anlamı, "barış"tır. Akıl, gönül ve nefis arasındaki barış, aileden top­luma, oradan bütün insanlığa ulaşan sosyal ve siyasî barış. İkinci mânası "güven", üçüncü mânası "teslimiyet" olan bu kelime, bütün benliği ile Allah'a teslim olmayı ifade eder. Dördüncü mânası ise "rahmef'tir.

Şimdi bu mânalar çerçevesinde âyeti tahlîl edebiliriz. Allah insanın kalbini, barışa, güvene, teslimiyete ve rahmete açmaktadır. Burada islâm kelimesi, "din" anlamına gelen İslâm'ı ifade etmektedir. "İnsanın kalbinin İslâm'a, yani barışa, güvene, teslimiyete ve rahmete açık olmasının neti­cesi nedir?" diye sorulacak bir sorunun cevabını, Zümer sûresinin 22. âyetiyle vermek mümkündür:  "Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o, rabbinden bir nâr üzerinde değil mi­dir?" Demek ki kalbin İslâm'a açılması, Allah tarafından oraya nûr doldu­rulmasıyla neticelenmektedir. Başka bir ifade ile kalbin İslâm'a açılması, "ilâhî ışık üzerinde olmak" anlamına gelmektedir.

İnşirah sûresinin 1. âyetinde, "Biz senin göğsünü açmadık mı?" buyurulmaktadır. Dolayısıyla bu soru daralmış, "Onların söyledikleri şeylerden dolayı göğsünün daraldığını andolsun biliyoruz "Hz. Peygamber'e gösterilen tepkiden dolayı, söylenen sözlerin onun kal­binde doğurduğu sıkıntı ve darlığın bertaraf edilmesi, yani rahatlatılması anlamını ifade etmektedir.

2. Kimi de sap­tırmak isterse, göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır". Allah, daha önce anlatıldığı gibi, insanın düşüncesine, niyetine ve inkârına göre onun yoldan çıkmasına müsaade etmektedir. Daha doğrusu onun yoldan çıkışını tescil etmektedir. Bu durum anlatılırken, fiziksel kanun gündeme getirilmektedir. Göğe yükseldikçe basınç azalır, oksijen düşer ve bunun neticesinde nefes almak güçleşir. İnsan nefes alıp vermede zorluk çeker. Münkir de manen aynı durumu yaşamaktadır. Bu kişi problemlerine, sıkıntılarına bir çıkış kapısı bulamaz. Kalp daralması şeklinde tanımlanan bu hal tamamen psikolojiktir.

Âyetin bu kısmında yer alan harec kelimesi, "içine girilmeyecek kadar ağaçları birbirine girmiş bir vadi" anlamına gelmektedir. Başka bir ifade ile vahşi hayvanların, çobanların içine giremeyeceği kadar birbirine girmiş ağaçlık demektir. Bunun anlamı, o insanın psikolojik anlamda çok zahmet çekeceğidir. İnkâr eden insanın kalbindeki haller, Arap saçına dö­necek, vahşi hayvanların giremeyeceği kadar ağaçlan birbirine girmiş bir ormana dönüşecektir.

3. "Allah inanmayanların üstüne böyle murdarlık verir". Mâide sûresinin 90. âyetinde rics kavramı açıklanmıştı. Recese kalıbından alınınca, "devenin kükremesi"; gökle beraber kullanılınca, "bulutların hareket edip göğün çok gürlemesi, birinin işine mani olmak"; recüse kalıbı da "pis olmak, çirkin iş yapmak"; bina kelimesiyle kullanılınca, "sarsılmak"; rics şeklindeki isim kalıbı da "murdar, necis, pislik, günâh, çirkin iş, işkence, hışm, gadap, lanet, kü­für, şeytanın vesvesesi"; mercûs kalıbı da "karışıklık, düzensizlik" mânalarına gelmektedir.

İnanmayan insanlar hem kendi hayatlarını, hem de insanlığın haya­tını kirletiyorlar. Esas gönül çevresinin kirlenmesi gerçek kirlenmedir. Çevre bilimi ve mühendisliğini gönülden başlatmak gerekiyor. Yûnus sû­resinin 100. âyetinde, aklını kullanmayanların murdar kılınacağı açıklan­maktadır. Aklını kullanmamak ve iman etmemek, hem ferdi, hem toplum­ları, hem de bütün insanlığı kirletmekte, murdar hale getirmektedir. Bu­nun anlamı, beynini ve gönlünü çalıştırmayan insanların murdar hale gele­cekleri, bu halleriyle yaptıkları her işi ve bulundukları her çevreyi kirlet­miş olacaklarıdır.

Âyetin bu kısmına dikkat edilirse, inanmadıkları için Allah murdar­lığı o insanlara vermektedir. Kulun inancı veya eylemi ilâhî takdîri hare­kete geçirmektedir. Yûnus sûresinin 26-27'. âyetlerinde gördüğmüz, gü­zellik üretene güzellik, kötülük üretene zilletin olması gibi. İnanmayanlara pislik verileceğine, onların murdar kılınacağına karşılık, inanan ve aklını kullanıp iyi amel üretenlere, Fâtır sûresinin 10. âyetine göre şeref vardır.

İnanmayan insanlara dünyada murdarlık, öteki dünyada da lanet ve azap vardır. Râzî'nin naklettiğine göre, Zeccâc, rics kavramına "lanet ve azap" mânasını vermektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, bu âyette, Allah tarafından insanların gönüllerinde bir operasyon gerçekleştirildiğine işaret edilmektedir. Dinî eğitimin amacı, insanı o ameliyata hazır hale getirmektir. Din eğitimcileri, insanlara akıllarını kullanmayı öğretmeli, akıl vasıtasıyla gönüllerinde imanın teşekkül etmesine yadımcı olmalıdırlar. Allah o insanların gönüllerini İslâm'a açacaktır. Bu görev yapılmayıp insanlar inkârın kucağına terkedilirlerse, Allah o gönülleri daraltır ve inanmayanları murdar kılar. Bu bağlamda din eğitimcileri, şekilciliği bırakıp insanların beyin ve gönülle­rine ulaşarak, kirlenmenin önlemini almaları gerekir. [89]

 

Doğru Yol Ve Ogut Dinleyen İnsan:

 

126. Bu, rabbinin doğru yoludur. Biz, öğüt alacak bir kavim için âyetleri ayrıntılı olarak açıkladık.

Âyetin açıklamasını yaparken, öncelikle "bu" zamîrinden neyin kas­tedildiğini belirlemek gerekir. Söz konusu zamirin bir önceki âyete işaret etmesi gerekir, çünkü zamir en yakına gider. 125. âyette anlatılan metot, sebep-sonuç ilişkisine işaret etmektedir. Diğer taraftan zamir, Kur'ân'ın tamamına işaret ederek, yeni bir cümle başlatmış da olabilir. Bu iki açık­lamanın hangisi daha doğrudur? Sorunun cevabını verebilmek için En'âm sûresinin 153. âyetine bakmak gerekir. En'âm sûresinin 151 ve 152. âyetlerinde haklar sıralanıyor, birtakım emirler ve yasaklar konuyor. He­men ardından, "Şüphesiz, bu benim dosdoğru yo-lumdur" deniyor.

Orada "Bu benim doğru yolumdur" dediği ile, bir önceki iki âyette anlattığı hakları kastetmekte ve "bu" zamîrini, o âyetlere ve onların içeri­ğine göndermektedir. Tekrar En'âm sûresinin 126. âyetine dönersek, bu­radaki "bu" zamirinin bir önceki âyete ve onun içeriğine işaret ettiğini söyleyebiliriz.

İman edenin gönlünü İslâm'a açmak, inkâr edenin gönlünü daralt­mak ve inanmayanlara murdarlık vermek, Allah'ın uyguladığı bir metot­tur. Böylece "doğru yol" kavramına yeni bir tanım getirilmektedir. Âyetin son kısmında, düşünen toplum için âyetlerini derinlemesine açıkladığını buyurmaktadır. Buradaki âyet, "kanun" anlamına gelmektedir. "Gönül İslâm'a nasıl açılır, gönül nasıl daraltılır ve iman etmeyen insanlara nasıl muamele edilir" gibi önemli ilişkilerin kanunlarını, Allah, düşünen top­luma açıklamaktadır.

Bütün bu anlatımlarda hedef alınan insanî vasıf düşünmektir. Ferdî mânada değil, toplumsal anlamda düşünme hedef alınmaktadır. Böylece Allah, insanlığa düşünmesini öğütlemektedir. Toplumsal akıl, toplumsal bilinç, toplumsal idrâkin yanına, bir de toplumsal düşünce ilâve edilmek­tedir. Demek ki Allah, aklını kullanan, düşünen ve öğüt alan toplumu mu­hatap alıp açıklamasını yapmaktadır. [90]

 

Düşünen Toplum:

 

127. Rableri katında onlara esenlik yurdu vardır. Ve yapmakta oldukları işler sebebiyle Allah onların dos­tudur.

Ayetin iki cümlesini ayn ayrı açıklamak, anlaşılırlığını daha iyi sağ­layacaktır.

1. "Rableri katında onlara esenlik yurdu vardır". Âyette geçen selâm yurduna "esenlik yurdu" dendiği gibi, "barış ve güvenlik yurdu" da denebilir. Selâm kelimesi, "rahmet" anlamına geldiği için, "rahmet yurdu" da denebilir. Selâm, Allah'ın isimlerinden biridir. Selâm yurdu, "Allah'ın yurdu" anlamına da gelebilir. Selâm, Allah ile irtibatlandırılınca, "kurtarıcı" anlamına gelmektedir. O zaman "kurtuluş yurdu" da denebilir.

Yûnus sûresinin 24. âyetinin son kısmı şöyledir: "İşte iyi düşünen toplum için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz"'. 25. âyette de,  "Allahkullarını esenlik yurduna ve dilediğini doğru yola iletir" buyurulmaktadır.

En'âm sûresinin 126. âyetinde tezekkür eden toplum için esenlik yurdu olduğu ifade edilirken, Yûnus sûresinin 24. âyetinde tefekkür eden toplum için esenlik yurduna çağrı vardır. Dolayısıyla tezekkürün, te­fekkür anlamına geldiği ifade edilmektedir. Yûnus sûresinin 25. âyetin-deki esenlik yurdunun dünyada, En'âm sûresinin 127. âyetindekinin de âhirette olduğuna inanıyoruz.

Dünyanın barış ve güven yurdu haline gelmesi için Allah çağrıda bulunmaktadır. Bunun anlamı nedir? Aklını kullanarak düşünen insanlar, hem dünyalarını, hem de âhireti esenlik yurdu haline getireceklerdir.

2. "Ve yapmakta oldukları işler sebebiyle Al­lah onların dostudur". En'âm sûresinin 126. âyetinin sonu, "düşünmek"; 127. âyetinin sonu da "iş görmek"le bitmektedir. Düşünceden eyleme gi­den çizgi ele alınmaktadır. Düşünerek üretilen güzel, doğru, faydalı bilgi­ler eyleme dönüşünce, Allah ödül olarak dostluğunu ortaya koymaktadır.

Düşünceyi eyleme dönüştürenler, Allah'a dost olmaktadırlar. İyiyi ve doğruyu aklıyla üretip eylem haline getirenlere Allah, dostluğunu ilân etmektedir. Demek ki evliyâullah makamı, düşünce ve amelle elde edil­mekte, o makama doğru düşünceyi eyleme dönüştürmekle ulaşılmaktadır. Düşünmeyen ve iş üretmeyenler evliyâullah olamazlar. Düşünen ve dü­şünceyi eyleme dönüştürenler, Allah'a dost olurlar. Bu sadece fert için değil, toplumlar için de geçerlidir. Âyetlerde toplumsal boyut gündeme getirilmektedir.

125. âyetin sonuyla bu formülü bağlantılandırırsak, iman, düşünce ve eylem üçlüsü ve bunların meydana getirdiği bütünlük, insan ve toplumları Allah'ın dostu olma seviyesine çıkartmaktadır. Kısaca iman, düşünce ve yararlı iş yapmak, Allah'ın dostu olmanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir. [91]

 

Ömrü Şeytanlarla Bitirmek:

 

128. Hepsini bir araya topladığı gün: "Ey cin (şeytan)lar topluluğu! (der). Siz insanlarla çok uğraştınız ". Onla­rın, insan dostları derler ki: "Rabbimiz, birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık". (Allah) buyurur ki: "Durağınız ateştir. Allah'ın, dile(yip affet)mesi hariç orada sürekli kalacaksınız "Kuşkusuz rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir, bilen­dir.

Bu âyetlerin analizinden çıkarılabilecek neticeler şunlardır:

1. "Hepsini bir araya topladığı gün!" Ây'etin bu kısmında yer alan "onlar" zamiriyle kastedilenler kimlerdir? Burada zamir olarak kullanıldığına göre, önceden belirtilmiş olması gerekir. Bize göre, En'âm sûresinin 112. âyetinde bahsedilen insanî ve cinnî şeytanlardır. İn­sanları etkileyip yoldan çıkaranlar, insanlar ve cinlerdir. Ama âyetin devamında, insanî şeytanları dışlayıp sadece cinlere hitap edildiği anlaşıl­maktadır. O zaman En'âm sûresinin 121. âyetindeki "Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar" ifadesinde cin, şeytanların oluşturduğu cinlerdir.

2. "Ey cinler topluluğu! Siz insanlarla çok uğraştınız der". Âyetin bu kısmında geçen ma'şer kavramı, ortak temel nitelikleri olan grubu, topluluğu, akıllı, duygulu varlık türle­rini ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu kavram, mallarının öşrünü al­mak mânasına gelen 'aşera, ya'suru kelimesinden türemiştir. 'Aşera, ya'şirudan alınınca, dokuza bir ekleyip on yapmaktadır. Bu kelimeden tü­reyen 'aşera, "insanların birbirleriyle kaynaşıp hoşça geçinmeleri, uyum içinde bulunmak, yakın olmak" anlamlarında kullanılmaktadır. Ma'şer de hayatlarında aynı şartları paylaşan ve birbirine yakın olan insanlar topluluğudur. İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab'da "İnsanın ailesi, onun ma'şeridir" demektedir. Bu mânadan hareket ettiğimizde Kur'ân'da şu mânalarda kullanıldığını görmekteyiz:

 

Ma’şer Kelimesinin Kur’andaki Manaları:

 

1) Geçinmek. Bu kelime "hoşça, iyilikle geçinmek" anlamında Nisa   sûresinin   19.   âyetinde   emir  kalıbında  kullanılmaktadır "Kadınlarınızla iyi geçininiz!"

2)  Uyruk, dost. Hac sûresinin 13. âyetinde 'âşir kalıbında yer almaktadır. "O ne kötü bir yardımcı, ne kötü bir dosttur!" "Dost" mânası verildiği gibi, "uyruk" mânası da verilmektedir.

3) Kabile, akraba. Şuarâ sûresinin 214. ve Mücâdele sûresinin 22. âyetlerinde "kabile" veya "akraba" anlamında geçmektedir. "En yakın akrabanı uyar!" (Şuarâ 26/214) denirken, aşîret kalı­bında kullanılmaktadır. O zaman kelime, sosyal bütünlüğü ifade etmekte­dir; ilkel ama yan yana yaşayan, aynı örf ve âdetleri, değerleri paylaşan bir sosyal bütünlük.

4) Gebe deve. Tekvîr sûresinin 4. âyetinde, iş'ar kalıbında kul­lanılmakta ve "gebe deve" anlamına gelmektedir. "Gebe develer salıverildiğinde!"

5) On. Kur'ân'ın pek çok âyetinde "on" rakamının karşılığı olarak yer almaktadır. Sebe sûresinin 45. âyetinde "onda bir"; Bakara sûresinin 60. âyetinde "on" mânasına gelmektedir.

6) Topluluk. En'âm sûresinin 128. âyetinde, "topluluk" mânasını ifade etmektedir. Ama ma'şer kalıbında geçmektedir.

Bu kelimeler kullanıldıkları yerlere göre farklı mânalar kazanmala­rına rağmen, anlamları birbirlerine çok yakındır. Hepsi de "bir arada olma, aynı değerleri paylaşma, ortak niteliklere sahip olanların grubu" an­lamlarını ifade etmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyete geri dönersek, şeytanların insanlarla uğraşmasının bir gerçek olduğunu görürüz. Fakat Allah cinler topluluğuna hitap etmektedir. Bu konu Fatiha sûresinin tefsirinde ayrıntılı bir biçimde açıklanmıştı. Şeytanların tahrîk etmek, vesvese vermek ve unutturmak suretiyle insanı etkilediğini Kur'ân'dan öğreniyoruz. Şeytan­lar bu metotlarını insan hayatının çeşitli alanlarında kullanmış ve kullan­maktadırlar.

İsrâ sûresinin 64. âyetinde bu metotlar uygulanırken, hangi silâhların kullanıldığı ve hangi alanların seçildiği anlatılır:

"Onlardan gücünün yettiği kimseleri şaşırt, süvarilerinle, yayala­rınla onları yaygaraya boğ, mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine va-adlerde bulun! Şeytan, insanlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez". Demek ki şeytan, insanlarla mücadele etmekte, mal ve evlâtlarına ortak olmaktadır.

3. "Onların insanlardan olan dostları ise: 'Ey rabbimiz! Birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık' derler". Daha önce En'âm sûresinin 121. âyetinde "şeytanların dostları" ifadesi geçmişti. Burada da şeytanla­rın dostu olan insanlar gündeme getirilmektedir. Bir tarafta evliyâullah, yani Allah dostları, diğer tarafta evliyâüşşeytan, yani şeytanın dostları kavramları yer almaktadır.

Şeytanlara dost olanlar Allah'a karşı şeytanlarla karşılıklı olarak ya­rarlandıklarını itiraf edeceklerdir. Cinlerle insanlar karşılıklı olarak birbir­lerinden nasıl istifade etmiş olabilirler? İlk bakışta şeytanlar istifade etmiş olabilir, ama insanlar nasıl istifade etmiş olabilirler? Buların cevabını Kur-'ân'dan bulmak mümkündür.

a) İnsanların cinlerden istifadeleri. Cin sûresinin 6. âyeti bu istifadeyi şöyle anlatır: "Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınır­lardı da, onların taşkınlıklarını arttırırlardı". Buradaki "sığınmak" keli­mesi, "yardım ve himaye talebinde bulunmak" anlamına gelmektedir. Fi­ziksel ve ruhsal ihtiyaçları gidermek için yardım isteğinde bulunmaktır. İnsanlardan bazıları, tabiat üstü kuvvetlerin veya varlıkların ki bu âyette bunlar cin olarak geçmektedir, onlara hayat boyu rehberlik edip sorunla­rını çözeceğine inanıyor ve bu sebeple istifade için sığmıyordu. Süleyman peygamber cinleri çeşitli işlerde kullanarak istifade ediyordu.

b) Cinlerin insanlardan istifadesi. Cinler, insanları insanlara karşı kullanarak bir kısım insanları yoldan çıkartmaktadırlar. Böylece in­sanlar kötü fiilleri işlediklerinde, şeytana yardım etmektedirler. Çünkü kötülüğün yayılmasına yardımcı olmaktadırlar. Her kötülük, şeytanın fa­aliyetlerini beslemektedir.

"Bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık" denirken, cinlerle insanların karşılıklı yardımlaşmalarının geçici ve zamanla sınırlı olduğu ifade edil­mektedir. Bunun anlamı şudur: Cinlerin insanlara, insanların cinlere, in­sanların insanlara sunduğu fayda gelip geçicidir. Bakî kalan Allah katında olandır. Tâhâ sûresinin 131. âyetinde şöyle ifade edilmektedir: "Sakın, kendilerini denemek için onlardan bir kısmını faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı hem de daha süreklidir".

Yorumunu yaptığımız âyetin 3. bölümüne dönersek, "verilen süre" kavramına açıklık getirmek gerekir. Verilen süreden anlıyoruz ki, Allah insanlara çeşitli davranış şekillerini seçme ve ona göre davranma hürriye­tini vermiştir. Ama bu hürriyeti kullanmanın belli bir müsadesi vardır. "Birbirimizden faydalandık" ifadesinden, şeytanın etkisinde kalıp kötü davranışlar sergileyenlere de Allah'ın dünya nimetlerinden istifade imkânı tanıdığı ilkesine varabiliriz. Onlar dünyada iken, bu faydalanmanın son­suza kadar devam edeceğini zannediyorlardı, ama gerçeğin böyle olmadı­ğını görünce, itirafta bulunmaktadırlar. Takdîr edilen ecel, ömrün bitmesi anlamına da gelebilir. Her ferde ve her topluma bir ecel takdîr edilmiştir. Bu ömür bitince, âhirette gerçeğin ne olduğu anlaşılacaktır.

4. "Allah da bu­yurdu ki: 'Allah'ın dilediği hariç, içinde kalacağınız yer ateştir. Şüphesiz rabbin hikmet sahibidir, bilendir". Allah, insanlarla çok uğraşıp yoldan çıkaran cinlerle, onların etkisinde kalıp onlardan istifade edeceğini zanne­denleri cehennemle cezalandıracaktır. Âyette geçen konuşmalar geçmiş zaman kipi ile yapılmasına rağmen gelecek anlatılmaktadır. Bunun sebebi, konuşmanın ve cezalandırmanın kesin olacağını ifade etmektir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Allah sonsuz hikmeti ve bilgisi gereği insanları uyarmakta, onların bilinçlenmesini amaç edinmektedir. İnsanlarla şeytanlar arasındaki mücadelede zafer, şeytanlardan yana, mağlûbiyetler de insanlardan yana sonuçlandığından, Allah insanları des­tekleyip onlara yardım etmek istemektedir. Cinnî şeytanlardan insanların çok sıkıntı çektiiği söylenirken, bu çileyi çeken insanlar yapılanları itiraf edeceklerdir.

İnsanın şeytana mağlûbiyeti, cehenneme gitmesine sebep olmakta­dır. Onun içindir ki, Hz. Âdem'le eşi tövbelerinde, "Biz kendimize zulmettik" (A'râf 7/23) demişlerdir. İşte bu sebeple din eği­timcilerinin insanları bu bilgilerle teçhiz etmeleri gerekir. Bu bilgiler şey­tanla mücadelede en önemli yöntemi oluşturmaktadır. [92]

 

Dinsizlik Ve İmansızlık:

 

129. İşte kazandıkları (günâhlarından ötürü zâlimlerin bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız.

Âyetin merkezî konusunu, Allah'ın günahkârları birbirlerinin peşine takması, birinin diğerini yoldan çıkartması oluşturmaktadır.

Âyette yer alan nüvellî kelimesi, "musallat etmek, peşine takmak" anlamlarına gelmektedir. Âyet, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde kader konusuna açıklık getirmektedir. Bir zâlim başka bir zâlimden hıncını alırken, "Bunu başıma Allah getirdi, kaderim buydu" diyemez, yani işlediği günâhların sebebini başkasına bağlayamaz, başkalarının ona kötü mânada etki edip zarar verdiğini mazeret olarak ileri süremez.

Şeytanın etkisinde kalıp yoldan çıkan zâlimler birbirlerine zarar ver­meye de başlarlar. Bu durum ilâhî takdîrdir, ama bu takdîrin sebebi zâlim­lerin işledikleri günâhlardır.

Günahkârlar toplumda bir grup oluştururlar. Bunların kendilerine özgü bir hayat anlayışları ve bir dünya görüşleri vardır. Zamanla Allah bunları birbirine düşürerek, birinin diğerine saldırıp eziyet etmesini temin eder. Böylece kötülerin dünyasında kavgalar meydana gelir.

Buradaki musallat fiiline, siyasî açıdan da bakabiliriz. Halk kötülük işlemeye ve zulüm yapmaya başlayınca, onların idarecilerini Allah kendi­lerinden seçer ve başlarına musallat eder. "Nasılsanız öyle idare edilirsi­niz" ilkesinden hareketle, kötülerin hakkından kötüler gelmiş olur. Bu ilke bize şunu hatırlatıyor: Halk kendisinin iyilikten veya kötülükten yana ne­rede olduğunu anlamak istiyorsa, idarecilerine baksın. Bir aynaya bakmış gibi, idarecilerinin durumu onlara ne olduklarını söyleyecektir.

Halk günâh işlemeyi terketmedikçe, zâlim idarecilerden kurtulamaz. Onun içindir ki âyetin ilk kelimesinde kullanılan Jy' nüvellî kelimesine "İdareci tayin ederiz" mânasını da verebiliriz. Zâlimi zâlime idareci yap­manın, işlenen günâhlardan dolayı olacağını da vurgulamaktadır. Böylece günâhın siyasî alanı da kirlettiği ortaya çıkmaktadır.

Yüce Allah siyasetin altın kuralını insanlığa bildirmektedir. Zulme uğrayanlar bunun sebebini önce kendilerinde aramalıdırlar. Allah, zulmün ve günâhın sel gibi aktığı toplumun siyasî alanına bu şekilde müdahale et­mektedir.

Din eğitimcileri insanları günâh işlemekten alıkoyabilirlere, zulmün tahribatını iyi anlatırlarsa, siyasetin kirlenmesini de önlemiş olurlar. Bu­rada özellikle yapılan zulmün, işlenen günâhın yok olup gitmediği, za­manla birikip bir çığ gibi onları işleyenlerin başına çöktüğü vurgulanarak, caydırma yöntemiyle insanların disipline edilmesi amaçlanmaktadır. İşle­nen her günâh, yapılan her zulüm, toplumun saadetinden bir taş kopar­maktadır. [93]

 

Kendi Aleyhine Şahitlik:

 

130. Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Derler ki: "Kendi aleyhi­mize şahitlik ederiz". Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.

Âyetin analizinden çıkarılacak birtakım neticeler vardır. Birinci bö­lümde âhiretteki sorgulama tarzı verilmektedir.

1. "Ey cin ve insan topluluğu! içinizden size âyetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" Âyetin bu kısmında yer alan soru şeklinin başka âyetlerde de yer aldığını görüyoruz:

a) "Cehennem bekçileri onlara: 'Size, içinizden rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" (Zümer 39/71).

b) "Her ne zaman cehenneme bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara: 'Size uyarıcı bir peygamber gel­memiş miydi?' diye sorarlar" (Mülk 67/8). En'âm sûresinin 130. ile Zü­mer sûresinin 71. âyetleri, uyarının hangi doğrultuda yapılacağını da ha­ber vermektedir. Böylece Allah uyarmanın hem konularını hem de meto­dunu gündeme getirmektedir.

Buradan şu ilkeyi çıkartabiliriz: Din âlimleri insanlara Allah'ın âyet­lerini okuyacak, açıklayacak ve âhiret inancının önemini öğreteceklerdir. Âhiret inancı olmadığı takdîrde dinin etkinliğinin ortadan kalkacağı açıkla­nacaktır. Zaten âhiret inancı, felsefî sistemlerin din olamayacağının temel ayıracı durumundadır. Onun içindir ki, âhiret inancının caydırıcılığının öğretilmesi gerekmektedir. Demek ki insanların Allah'ın âyetlerini öğrenmeleri ve âhiret inancına sahip olmaları, din eğitiminin görevini ye­rine getirmesiyle mümkündür. Çünkü böyle bir eğitimi gerçekleştirmek, hem Allah'ın emrini hem de peygamberlerin sünnetini yerine getirmek an­lamına gelmektedir. Âyetin birinci bölümünde âhiretle uyarmanın olup olmadığı sorulduktan sonra, ardından insanların orada verecekleri cevaba geçilmektedir.

2. "Dediler ki: 'Kendi aleyhimize şahitlik ederiz. Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler". Âyetin birinci bölümünü açıklarken, Kur'ân'ın başka âyetlerinde aynı sorunun sorul­duğu delillendirilmişti. Şimdi aynı âyetlerde verilen cevapların neler oldu­ğuna bakılacaktır:

a) Zümer sûresinin 71. âyetindeki cevap şöyledir: "Evet geldi, der­ler, ama azap sözü kâfirlerin üzerine hak olmuştur". Dünyada kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan ve âhirette kavuşacaklarına dair uyarıda bulu­nan peygamberlerin geldiğini, ama onları dinlemeyip, âhirette azabı hak ettiklerini itiraf edeceklerdir.

b) Mülk sûresinin 7. âyetinde sorulan sorunun cevabı, yine Mülk sûresinin 9-11. âyetlerinde yer almaktadır: "Onlar şöyle cevap verdiler: 'Evet, doğrusu bize uyaran bir peygamber gelmişti; fakat biz (onu) yalan saymış ve Allah'ın bir şey gönderdiği yok, siz olsa olsa büyük bir sapık­lık içindesiniz' demiştik. 'Ve şayet dinleseydik veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık' diye ilâve ederler. Böylece günâhlarını itiraf ederler. Artık uzak olsun, o alevli cehennemin mahkûmları".

En'âm sûresinin 130. âyeti ile bu âyetleri birlikte ele alacak olursak, şu neticeye varmak mümkün olur: Verilen cevaplarda kendi aleyhlerinde bile olsa suçlarını itiraf eemek, günâh veya suçlarının sebebini de tesbit etmek, peygamberleri dinlememek, akıllarını kullanmamak ve onları ya­lanlamak. Dünya hayatının kendilerini aldatması ve inkârları da bu sebep­ler arasında yer almaktadır. Demek ki Allah mahşerde âyetin birinci bölü­mündeki soruyu insanlara ve cinlere yöneltecek, onlar da doğru cevabı vererek, dünyada hangi yanlışları yaptıklarını itiraf edeceklerdir. Kısaca bu hatâların dinlememe, aklını kullanmama, inkâr edip yalanlama ve dünya hayatına aldanma olduğu ortaya çıkmaktadır.

Allah insanlara, dünyadaki hayatlarını âhirete göre düzenlemelerini önermektedir. Dünya hayatının cazibe ve zevklerine aldanmamalarını, akıllarını kullanıp erdemli hayat yaşamalarının önemini vurgulamaktadır. Âhiret hayatında pişmanlık duymadan, kendi aleyhine itirafta bulunacak­ları gün gelmeden, peygamberlerin getirdikleri vahyi dinlemenin zorunlu­luğunu hatırlatmaktadır. Böylece dinin görevinin, gelecekteki pişmanlığı bu günden önlemek olduğu insanlığa ilân edilmektedir.

Pişmanlığın fayda vermeyeceği yer ve zaman belirlenerek, nerede ve ne şekilde düşünmek, inanmak, davranmak gerektiği konusunda eğitim verilmektedir. Aslında bu açıklama tarzı, dünya hayatı için de geçerlidir. Pişman olunacak bir şeyin yapılmaması gerekir. Hayatı akıl, düşünce ve vahiy üzerinde kurmak ve ona göre sürdürmek lâzımdır. [94]

 

Uyarılmayan Toplumların Durumu:

 

131. Gerçek şu ki, halkı habersizken, rabbin haksızlıkla ülkeleri helak edici değildir.

Bu âyet 130. âyetin devamı durumundadır. "Size uyarıcı bir pey­gamber gelmedi mi" sorusunu sorarken, 131. âyette geçen kanunun ger­çekleştirildiği vurgulanmaktadır.

131. âyette, gaflette olan bir toplumun helak edilmeyeceği buyurul-maktadır. Çünkü böyle bir toplumu helak etmek haksızlık olacaktır. Din­den, âhiretten, günâhtan haberi olmayan bir toplumun cezalandırılmama­sının anlamı şudur: Bilen insan, bilgisini hayata geçirmelidir. Aksi takd-îrde bilginin değerini düşürmüş ve ona gereken ihtimamı göstermemiş olur. Bilgiye böylesine kötü muamelede bulunan toplum helaki hak etmektedir.

Demek ki bilgi, insanın sorumluluğunu arttırmaktadır. Allah pey­gamber gönderip insanları eğitmeyi ve böylece merhamet etmeyi kendisine görev olarak vermiştir. Bu konu En'âm sûresinin 54. âyetinde açıklanmıştı. İnsanları gafletten uyandırmak, âyetlerini öğretmek, âhirete kavuşacaklarını bildirmek suretiyle eğitim faaliyetinin gerçekleştirildiği görülmektedir.

Gafiller bilginin ne olduğunu, neye inanacaklarını ve medenî olma­nın ne mânaya geldiğini bilmezler. Onlar için gelişmişliğin ne olduğu da bilinmezler arasındadır. Bu insanları helak etmek haksızlık olur. Diğer ta­raftan Allah bu uygulamasıyla hukuka şu evrensel kuralı kazandırmakta­dır: Önce eğitim, sonra ceza. Eğitimin olmadığı toplumlarda hukuku yer­leştirmek mümkün değildir. Hukukun caydırıcılığı ve geçerliliği, bilgi nisbetinde olacaktır. [95]

 

Eylemlerin Dereceleri:

 

132. Herkesin yaptıkları işlere göre dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.

Bu âyetin önceki âyetlerle bağlantısı vardır. İnsanlar mahşerde, dünyada yaptıkları işlere göre değerlendirilip dereceler alacaklardır, ama dünyada da yaptıkları işlere göre medeniyette dereceleri olacaktır. Aklını kullanmak, dinlemek, peygambere tâbi olmak da birer eylemdir. 130. âyette bunları yapmama ile bunları yapmanın kazandıracağı dereceler an­latılmaktadır. Bu âyeti çeşitli açılardan ele alıp tahlîl edebiliriz. İnsanları eylemlerine göre derecelendiren ölçüler vardır.

1. Bilenle bilmeyen bir olmaz. "De ki: 'Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? " (Zümer 39/9). Demek ki doğru bilgiye sahip olan insanla câhil insanı Allah bir tutmamaktadır; ara­larında derece farkı vardır.

2. AIlah'a kulluk edenle etmeyen bir değildir. "Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, âhiretten çekinen ve rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir?" (Zümer 39/9) Buradan anlıyoruz ki, inananlarla inanmayanlar, kulluk edenlerle etmeyenler bir değildir.

3. Çalışanla çalışmayan bir değildir. Madem ki Necm sûresinin 39. âyetinde "İnsan için çalışmasında, başka bir şey yoktur" deniyor, öyleyse emeğini sarfederek bir iş ortaya koymak, hem dünyadaki, hem de âhiretteki farkı ortaya koyacaktır. En'âm sûresi­nin 130. âyeti, bu farka ve dereceye işaret etmektedir, ama bu iş insanın kendi emeği ile gerçekleştirilmelidir. Necm sûresinin 39. âyeti buna dikkat çekerken, başkasının emeğini kullanarak derece alınamayacağını da gündeme getirmektedir.

İnsan bir iş üretirken, Allah'ın ondan gaflette olmadığını bilmelidir. Bu bilinç, doğru ve insanlara faydalı olan eylemi getirecektir. İyi ve fay­dalı eylemin getireceği derecelenme, aynı zamanda şeref yönünden de ola­caktır. Fâtır sûresinin 10. âyeti bunu şöyle anlatmaktadır: "Kim şeref istiyorsa, bil­sin ki şerefin hepsi Allah'ındır. O'na ancak güzel sözler yükselir. Onları da Allah'a iyi amel ulaştırır". Demek ki güzel sözden kasıt, iman ve doğru bilgidir. Bunları Allah'a götüren de iyi ameldir, yani o bilginin hayata ge­çirilmesidir. [96]

 

İktidar Değişimi:

 

133.  Ve yalnızca rabbindir kendi kendine yeterli, sınırsız merhamet sahibi. O, dilerse sizin varlığınıza son verir ve daha sonra dilediğini sizin yerinize geçirir, tıpkı sizi başka insanların soyundan var ettiği gibi.

134.  Size vaad edilen mutlaka gelecektir. Siz bunu önle­yemezsiniz.

Bu âyetleri kısımlara ayırarak açıklamak, daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

1. Allah müstağnidir ve merhamet sahibidir. Ayetin ilk kısmında Allah'ın iki sıfatı gündeme getirilmektedir. Birincisi "kendi kendine ye­terli" anlamına gelen ganîdir. Bu kavram ganiye fiilinden türemiş­tir; "malı çok olmak, zengin olmak" anlamına gelmektedir. Mekânla bera­ber kullanılınca, "imar olmak, başkasına muhtaç olmamak" mânasına da gelmektedir. Çeşitli mânaları içermektedir:

a)  Bir yerde oturmak, orada bulunmak, bir yerde meskûn olmak. Kur'ân'da "Bir toplumun bir yerde oturması, yerleşik hayat yaşaması, bitkinin bir yerde bulunması" anlamındadır. Bitki için Yûnus sûresinin 24. âyetinde şöyle ifade edilmektedir: "Bir gece veya gündüz ona emrimiz gelir de, onu sanki dün ye­rinde yokmuş gibi kökünden kopararak biçilmiş bir hale getiririz". Âyet­teki "yokmuş gibi" ifadesi, ke-en lem tagne ibaresiyle ifade edilmektedir. Cümlede ganâ fiilinin başına olumsuzluk edatı geldiğinden, "yokmuş" şeklinde tercüme edilmektedir. Olumsuzluk kaldırılınca da "varmış" anlamına gelir.

Bu anlam, helak edilen toplumların geride bıraktıkları görüntüyü ifade etmek için de kullanılmaktadır: "Şuayb 'ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibiydiler" (A'râf 7/92). Bu ve buna benzer âyetlerde olumsuzluk edatıyla kullanılmaktadır. "Oturmamış"ın karşıtı, "oturmuş" demektir. Demek ki ganâ fiili "bir yerde meskûn olmak" anlamına gelmektedir.

b) Yarar sağlamak, fayda vermek. Bu mânada genelde ağnâ kalıbı kullanılmaktadır. Bu şekildeki kullanım, Kur'ân'ın pek çok âyetinde yer almaktadır. Bunlardan birini örnek verebiliriz: "Malım bana hiç fayda sağlamadı" (Hakka 69/28).

c) Zenginleştirmek. Ağnâ kalıbı, "zenginleştirmek" anlamına gelen "fayda temin etmek" mânasında bazı âyetlerde geçmektedir. "Zengin eden de, yoksul kılan da O'dur" (Necm 53/48);

"Ve sırf Allah ve Resulü kendi lütuflarından onları zen­ginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar" (Tevbe 9/74). Bu anlamda Allah için bir sıfat olarak kullanılmaktadır. "Allah zengindir, siz ise fakirsiniz" (Muhammed 47/38). Burada fakirliğin tam karşıtı olarak yer almaktadır. Aynı mânada Fâtır sûresinin 15. âyetinde de geçmektedir.

d) Yerini tutmak. Hak ile zan arasındaki ilişki anlatılırken bu kav­rama yer verilmektedir: "Onların çoğu sadece zanna uymaktadırlar. Oysa, zan hiçbir şekilde hakikatin ye­rini tutmaz" (Yûnus 10/36; Necm 53/28). Yine burada olumsuzluk edatıyla geldiği için "yerini tutmaz" denmiştir. Olumsuzluk edatını kaldırınca, "yerini tutmak" mânası ortaya çıkacaktır.

e) Yeterli görmek. Bu kelime istağnâ kalıbında kullanılınca "kendini yeterli görmek" anlamına gelmektedir. Tegâbün sûresinin 6. âyetinde Allah için: "Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi". Alak sûresinin 7. âyetinde insan için olumsuz mânada kullanıl­maktadır: "Ne zaman kendini yeterli görse!" Bu mânada Allah için pek çok âyette ganiyyü kalıbında kullanılmakta ve O'nun kendi kendine yeterli olduğu ifade edilmektedir.

f) Savmak. İbrahim sûresinin 21 ve Gâfir sûresinin 47. âyetlerinde ağnâ kalıbının çoğul emri olan muğnûn = savmak şeklindedir. "Şimdi siz, Allah'ın azabından herhangi bir şeyi bizden savabilir misiniz?" (İbrahim 14/21). En'âm sûresinin 133. âyetindeki "ganiyyü kelimesinin, "kendi kendine yeterli" anlamında Allah'a sıfat olduğunu gördükten sonra, orada "rahmet sahibi" sıfatı da geçmektedir. Bunun ne anlama geldiği Fatiha sûresinde anlatılmıştı.

Yüce Allah burada müstağni ve rahmet sıfatlarını gündeme getirdi de başka sıfatlarına niçin yer vermedi? Bu sıfatların 131 ve 132. Âyetlerle ilişkisi vardır. Allah, müstağni ve rahmet sıfatından habersiz olan toplum­ları, hatâlarından dolayı helak etmez. O'nun ilmi tam olduğundan, bilgiye ihtiyacı yoktur. Allah'ın, 130. âyete göre âyetlerini açıklayan ve âhiret için uyarıda bulunacak peygamberler göndermesi, rahmeti gereğidir.

Allah'ın derecelendirmeye ve değerlendirilmeye ihtiyacı yoktur, ama insanların bir sosyal statü kazanmaya gereksinimleri vardır. Âyetteki rah­met kelimesinin başına, sahip anlamına gelen zûnun gelmesi mani­dardır. Bunun anlamı, "Allah merhametin kaynağıdır. Allah bütün canlı­lara rahmetinden bir özellik vermiştir" demektir. Böyle olunca 132. âyette ifade edilen, insanların yaptıklarıyla kemale ulaşmadıkları, isyan etmele­riyle de bir noksanlığın meydana gelmediğidir.

2. Dilerse sizi yok eder ve sizi başka bir kavmin zürriyetinden yarattığı gibi, sizden sonra dilediği bir kavmi yaratır". Âyetin bu kısmında, bir toplumun cezâ-landırılışı ve onun yerine başka bir toplumun getirilişi yer almaktadır. Bu değişimin sebepleri, 125. âyetten sonraki âyetlerde verilmektedir. Zulüm, inkâr, dünya hayatına aldanma, toplumların çöküş sebeplerindendir. Fertten başlayan bu sebepler topluma sıçrayınca, çöküşü beraberinde ge­tirmektedir. Ferdin şahsiyetindeki değişim, toplumun şahsiyetinin deği­şimine kadar uzanırsa, toplumsal değişim de ilâhî takdîrin konusu haline gelir.

Toplumsal değişimlerde ilâhî irade devreye girerse, Allah o toplumu yok edip yerine başka bir toplumu getirir: "Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar, Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır" (Enfâl 8/53). "Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez" (Ra'd 13/11).

Bu iki âyet, En'âm sûresinin 133. âyetindeki, bir kavmi giderip onun yerine başka bir toplumu getirmesinin alt yapısını vermektedir. Toplumun şahsiyetindeki değişim önemli bir dinamiktir. Bunun üzerine Allah kendi dilemesini değiştirmekten yana gerçekleştirirse, o toplumu değiştirmektedir. Böylece değişimin en güçlü sebebi, ilâhî irade olmaktadır. Tarihteki toplumların çöküşü ve yerine yeni bir toplumun gelişindeki sebeplere dikkat çeken Allah, hem siyaset hem toplum bilimi, hem de tarih felsefesi açısından önemli bir kanun öğretmektedir.

3. "Size vaad edilen mutlaka gelecektir". En'âm sûresinin 134. âyeti, bir önceki değişim olgusunu açıklamaktadır. Bu âyete iki açıdan bakmak gerekir.

a) Vaad edilen gelecek, kıyamettir. O zaman kıyameti inkâr eden, öldükten sonra dirilmeyi kabul etmeyenlere hitap etmektedir. "Kıyametin gelişi kaçınılmazdır" diyerek imana teşvik etmektedir.

b)  Vaad edilen gelecek, bir toplumun çöküşü ve yerini başka bir toplumun alışıdır.  134. âyetin sonundaki "Siz   âciz bırakabilecek kimseler değilsiniz" ifadesinde, toplumun çöküşü veya kıyamet anlatılmakta; her ikisinin de engellenemeyeceği vurgulanmaktadır.

En'âm sûresinin 133-134. âyetleri, aslında Hûd sûresinin 117. âye­tini çağrıştırmaktadır. "Halkı ıslâh olmuşken, rabbin o ülkeleri zulümle helak edici değildir". Bunun anlamı halk kötü gidişe "dur" demek için gerekli olan düzenlemeleri yaparsa, toplumu çöküşten kurtarabilirler. Çünkü âyette barış yapan toplumun ba-tırılmayacağına işaret edilmektedir. Barış topluma can vermekte ve onun yaşamasını temin etmektedir. Islahat halkın beyninde, gönlünde ve eylem­lerinde, genel mânada da şahsiyetinde olacaktır. Toplumun hayatta kal­masının sebepleri, yani dinamikleri de bunlar olmaktadır. [97]

 

Özgürlükler Herkes İçindir:

 

735. De ki: "Ey kavmim! Elinizden geleni yapınız! Ben de yapacağım! Yurdun sonunun kimin lehine oldu­ğunu yakında bileceksiniz. Gerçek şu ki, zâlimler if­lah olmazlar".

1. Allah'ın vahyine, âhiret inancına ve peygambere karşı takınılan tavır sebebiyle, tartışmayı daha ileri götürmemek için, Kâfirûn sûresinin 6. âyetinde "Sizin dininiz size, benim dinim de bana!" ifadesinde olduğu gibi, "Sizin ameliniz size, benim amelim bana!" demek istemektedir. "Siz yapacağınızı yapınız, yapacağınızı ardınıza koymayınız, ama ben de yapa­cağımı yapacağım" denilerek, uyarıda bulunulmaktadır. Aslında burada kâfirlerin imana gelmesinden ümidin kesildiği de ifade edilmektedir. An­laşıldı siz artık yola gelmeyeceksiniz, öyleyse "Dilediğinizi yapınız" (Fussılet 41/40) denmektedir.

2. Âyetin ikinci bölümünde "Yurdun sonunun kimin lehine oldu­ğunu yakında bileceksiniz" denirken, toplumun çöküşüne veya âhiret yur­dunun kime ait olacağına işaret edilmektedir. Buradaki 'âkıbetü'd-dâr ifadesi, "yurdun sonu, gelecek, akıbet, dünya ve âhiret" şeklinde tercüme edilmiştir. Zemahşerî âyetteki dâr kelimesini, "dünya yurdu" olarak anlamış, tefsirlerin çoğunda da "âhiret yurdu" ola­rak anlaşılmıştır. Meselâ İbn Abbâs ve Hâzin "cennet" olarak mânalan-dırmışlardır.

Yurdun sonu, "güzel sonuç" anlamına gelmektedir. Bilmek kelime­sinin burada yer alması, önceden inanmayanın gerçeği deneysel olarak ya­şayıp bilmesi demektir. Akıbet kavramı ise, olguların sebeplerinden hare­ket edilerek sonuçların bilinebileceğine işaret etmektedir. Bilinenlerden hareket ederek bilinmeyenleri bilinir hale getirme metodu vurgulanmak­tadır. Sonuç çıkmadan bilgi oluşmaz. Onun içindir ki öncelikle güzel sonucun bilinmesi gerekir.

3. Âyetin son bölümünde "Gerçek şu ki, zâlimler kurtuluşa eremez­ler" ifadesinde, felah ve zâlim kavramları yan yana kullanılmaktadır. Tevhîd inancını kabul etmeyen müşriklere zâlim denmektedir. Çünkü şirk zulümdür; şirk inancını savunanlar da zâlimlerdir.

"Zâlimler kurtuluşa eremezler" ifadesinin mânası, "Amaçlarına ve niyetlerine ulaşamayacaklardır" demektir. Allah'a inanmamanın veya Al­lah'a şirk koşmanın en büyük tahribatı, amaca ulaşmayı engellemiş olma­sıdır. Bir peygamberle bir müşriğin yaptıkları arasındaki temel fark, neti­ceyi elde etmekte görülmektedir. Akla, düşünceye, bilgiye, imana daya­nan bir eylemle, aklı dışlayan, düşünceden doğmayan, kesin bilgiye da­yanmayan ve imanî temeli olmayan bir eylemin farkı, 125. âyetten itibaren ortaya konmaktadır. [98]

 

Şirkin Bir Çeşidi:

 

136. Onlar, Allah'ın yarattığı ekin ve davar gibi şeyler­den bir pay ayırırlar. Kendi zanlarınca "Bu Allah'ın­dır, bu da ortaklarımızındır" derler. Ortakları için olan Allah'a ulaşmıyor, Allah için olan ortaklarına ulaşı­yordu. Bunlar ne kadar kötü hükmediyorlar.

Bu âyette Câhiliye döneminde şirk koşmanın bir çeşidi ele alınıp, sonunda da bir değerlendirme yapılmaktadır.

1. "Onlar, Allah'ın yarattığı ekin ve davar gibi şeylerden bir pay ayırırlar". Bu cümlede fiilin faili belli olmadiği için, "onlar" zamiri kullanılmıştır. Bunun yerine "müşrikler" de­nebilirdi. Ama failin belirlenmemesinin sebebinin ortaya konması gerekir. Bize göre oradaki fail, her asırda, her nesilde değişecektir. Onun için fiilin faili zaman içinde belirlenecektir. Ekin ve davar ifadeleri, toplumun ziraat ve hayvancılıkla uğraştığının bir delili olmaktadır.

İnsanlar, infâk ibadetini sahip oldukları ürüne göre yapıyorlardı. Bu durum, onların davarlarından ve ekinlerinden bir pay ayırarak infâk ibade­tini yapacaklarının bilincinde olduklarını da ortaya koymaktadır. Tanrı için pay ayırmak, paylaşım kavramını bildiklerinin bir delilidir. Böylece pay­laşımı, dinî hayatın esaslarından biri olarak gördüklerine şahit oluyoruz. Bu âyet, hem o devir Arap toplumunun yapısını, hem de ibadet anlayışla­rım anlatan bir belge olmaktadır.

2. "Kendi zanlarınca 'Bu Allah'ındır; bu da ortaklarımızındır' derler". Böylece paylaşım ruhuna şirk katarak kirlettiler. Bir mal veya para infâk edilirken, sadece Allah rızâsı için infâk edilir. Allah'ın yarattığı veya nimet olarak verdiği şeyden başkası adına infâk etmek veya pay ayırmak, çok kötü dinî bir uygulamadır.

Âyetin bu bölümünde geçen şürekâ kavramından, Allah'ın dışında tanrılık vasfı verdikleri gerçek veya hayalî varlıkların olduğunu anlamak gerekir. İnanç ve ibadetle ilgili olduklarında onları ulûhiyyete ortak koş­tuklarını, ulûhiyyeti onlarla paylaştıklarını görüyoruz.

Bakara sûresinin 272. âyetinde, "Yapacağınız hayırları, sadece Allah'ın rızâsını kazanmak için yapmalısınız" şeklinde buyurulduğu gibi. Müslümanlara, müşriklerin düştüğü hatâya düşmeme­leri için bu emri vermektedir. Demek ki günümüzde müslümanların "Şu çeşmeyi, şu camiyi babam için yaptırıyorum" demelerinin ne kadar tehli­keli olduğu bu âyetten anlaşılmaktadır.

İnfâkta aslolan Allah rızâsıdır. Bu durum Bakara sûresinin 272. âyetinde ifade edilmektedir. En'âm sûresinin 136. âyetinin bu kısmında bi-zağmihim (kendi zanlarınca) ifadesi yer almaktadır. Bu ifade ile dinde insanın zannınm rol oynamaması gerektiğine işaret edilmektedir. Zanla iman, ibadet ve din bir arada olmaz. Müşrikler, paylaşım denen in-fâk ibadetini yaparken zanlarını kullanmaktadırlar.

Böylece iman ve infâk ilişkisine zan karışınca, inançtaki kirlenmenin kaynağı ortaya çıkmaktadır. Zanda hakikatten bir pay olmadığına göre, onların amellerinde de gerçek imandan bir pay bulunmamaktadır.

3. "Ortaklan için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşı­yor". Bunun anlamı şudur: Kendi ortaklarına, tanrılarına ayırdıkları pay­dan herhangi bir şekilde noksanlaşma olursa, Allah'a ayırdıkları paydan alıp oraya ilâve ederlerdi. Ama herhangi bir şekilde Allah'a ayırdıkları payda bir noksanlaşma olursa, ortaklarının payından alıp Allah'ın payına ilâve etmezlerdi. Bu davranış şeklinden anlıyoruz ki, onlar ekin tarlada iken, hayvanlar canlı iken, bu paylaşımı yapıyorlardı. Allah'a ayrılan pa­yın fakirlere ayrılan bir fon olarak düşünmekte yarar vardır. Bu noktadan hareket edersek, o dönemdeki Araplar'ın Allah adına fakire yardım etme anlayışına sahip olduklarını söyleyebiliriz.

4. "Onlar ne kötü hükmediyorlar!" Bir insanın akıl yürütmesine zan karışınca hüküm kötüleşmektedir. Paylaşımda Allah'a ortak koşma ve ortaklan Allah'tan üstün tutmak, akılsızca bir davranıştır.

Allah için infâkta bulunan müslümanlar, ölmüşleri için kurban kes­melerinin, hacca gitmelerinin, infâk etmelerinin şirke varacağını bilmeleri gerekir. "Allah için hatim okutuyorum" diyeceğine, "Ölülerim için hatim okutuyorum" demenin çok kötü bir niyet olduğu artık bilinmelidir. Yapı­lan bütün ibadet ve eylemler Allah için yapılmalıdır. "Hatmi Allah için yapıyorum, babamın ruhuna da gönderiyorum" demenin hiçbir anlamı yoktur. Bu tür niyetler ve uygulamalar tevhid inancını kirletmektedir. En'âm sûresinin 136. âyetinde anlatılanları iyi kavrayıp Allah'tan başka­sını niyetimizde anmamalıyız. [99]

 

Sahte Tanrılar Da Kurban İster:

 

737. Aynen bunun gibi, müşriklerden birçoğuna, Allah'a ortak koştukları putlar, öz evlâtlarını öldürmeyi güzel göstermiştir ki, hem onları yok etsinler, hem de dinle­rini karmakarışık hale getirsinler. O halde onları, düz­dükleri iftiralarla haşhaşa bırak!

Bu âyet Hz. Peygamber'den önceki döneme, Câhiliye dönemi den­mesinin önemli sebeplerinden birini gündeme getirmektedir.

1. "Aynen bunun gibi, müşriklerden birçoğuna, Allah'a ortak koştukları putlar, öz evlâtlarını öldürmeyi güzel göstermiştir". İnsanlık tarihinde iki çağda çocuklara karşı cinayet işlenmiştir. Birincisi Mısır'da Firavun dö­neminde siyasî kaygılar sebebiyle erkek çocukları, ikincisi de Hz. Pey­gamber'in yaşadığı Arap toplumunda çeşitli sebeplerle kız çocukları öldü­rülmüşlerdir. Burada ise Araplar dönemi ele alınmaktadır. Âyetin analizini yapabilmek için kavramlar üzerinde durmayı uygun buluyoruz.

a) Yüce Allah, müşriklerin ortaklarının etkisinde kaldıklarını ve bu etkinin boyutlarının çok ağır olmasından dolayı çocuklarını feda ettiklerini bildiriyor.

b) Âyette geçen şürekâühüm "onların ortakları" ifadesin­den kimler kastedilmektedir? Bu sorunun cevabını müfessirler çeşitli şe­kilde vermektedirler. Ortaklar, Araplar'a çocuklarını öldürmeyi süslü gösterdiklerine göre, canlı varlıklardır. Taştan olan putlar, böyle bir etkide bulunamaz ve böyle bir süsleme de yapamazlar. Canlı varlık deyince, akla iki grup canlı gelmektedir. Birincisi Araplar'in önde gelenleri, ikincisi de taptıkları şeytanlardır. Günümüzde satanistler olduğu gibi, o dönemde de vardı. Meselâ Meryem sûresinin 44. âyetine göre, Hz. İbrahim'in babası şeytana tapıyordu. Şimdi onların tanrıları, ister toplumun ileri gelenleri, isterse şeytanlar olsun, önemli olan bu tanrıların kurban istemesidir.

Bu anlatımdan sonra, onların ortaklarının kendi toplumlarının önderleri veya şeytanlar olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü putlar bu şekilde emir veremezdi. En'âm sûresinin 22. âyetine göre mahşerde şöyle sorulacaktır: "O gün onları hep birden toplayacağız, sonra da, Allah'a or­tak koşanlara, 'Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?' di­yeceğiz"- Putların davası, fikri, ideolojisi olmaz. Bunlar ancak canlı varlıklar için düşünülebilir. Bunlar da toplumda insanlara yön veren, on­lara kendi düşüncelerini empoze edip tanrı gibi davrananlardır.

Burada sorulması gereken soru şudur: Bu insanî ve cinnî şeytan tanrıları, onlara çocuklarını öldürmeyi nasıl süslü gösterip de bu günâhı işletiyorlardı? Bu sorunun cevabını âyetlerle vermek gerekir.

1. Fakirlik sebebi. En'âm sûresinin 151 ve İsrâ sûresinin 31. âyetlerinde bu konu ele alınmaktadır. İsrâ sûresinin 31. âyeti şöyledir: "Geçim endişesi ile çocuklarınızı öldürmeyiniz! Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günâh (suç)tur". Tanrıları, onlara fakirlik yüzünden evlâtlarını öldürmeyi emretmektedir.

Araplar'in kendilerine göre âdetleri, inanış ve uygulamaları vardı. Kız çocuklarını Allah'a, erkekleri kendilerine verirlerdi (Nahl 16/57). Bu­nun sebebi, ailede doğan ilk çocuk ayıp olarak kabul edilirdi (Nahl 16/58-59). Tanrıları onlara fakirliği empoze ederek bunları yaptırıyordu. Burada şöyle bir soru sorabiliriz: Onların bâtıl uygulamalarını Allah bize niçin an­latıyor?

Fakirlik günümüzde de sürmekte ve buna başka sebepler de ilâve edilerek öldürmenin farklı biçimleri gerçekleştirilmektedir. Günümüzde çocuklar, o dönemlerdeki gibi canlı canlı toprağa gömülmüyorlar, ama canlı canlı sokak denen mezarlara, alkolün, eroin gibi uyuşturucuların,  fuhşun bataklıklarına gömülmektedirler. Söz konusu mekânlar ve eylem­ler birden can almıyor, ıstırabı çok daha uzun süreli oluyor. Gençlerin ya­şayan ölüler haline getirilmesi, Câhiliye döneminden daha acı verici bir özelliğe sahiptir.

2.  "Hem onları yok etsinler, hem de din­lerini karmakarışık hale getirsinler". "Onları yok etsinler, mahvetsinler, helak etsinler" mânasına gelen irdâ kelimesi, Sâffât sûresinin 56. âye­tinde de geçmektedir. "Yemin ederim ki, sen beni az daha helak edecektin!" Bu sözü, mahşerde bu dünyada iki farklı inanca mensup olanlar söyleyecektir. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden, arka­daşını cehennemin ortasında gören, tevhid inancını kabul eden arkadaşı söyleyecektir. Bu âyetten anlıyoruz ki, Araplar'ı helak etmek durumunda olanlar insanî tanrılardı. Dinlerini karıştırmak da inançlarını bozmak an­lamına gelmektedir.

Demek ki cinnî ve insanî tanrılar Araplar'a çocuklarını öldürmeyi emrederlerken, iki amaç gütmekteydiler: Birincisi onları helak etmek, ikincisi de onların inançlarını karıştırmaktı. Buradaki helak kavramını iki boyutlu düşünmek gerekir: Birisi dünyayı onlara dar etmek, diğeri de cehennemle helak etmek. Âyette geçen "Kendilerine karşı dinlerini karmakarışık etmek" ifadesindeki lebise kelimesi, "bir işi şüpheli, içinden çıkılmaz hale getirmek, karıştırmak" anlamına gelmektedir.

Âyetin bu kısmından çıkarılacak netice şudur: İnsanlar dünya ve âhiretlerini helak edecek, dinlerini karıştıracak düşünce ve eylemlerden uzak durmalıdırlar. Dine sokulmak istenen hurafe ve bid'atlar, farkında olmayarak insanların inançlarını karıştırıp şirke götürmektedir. Bazı insanlar, bunları savunup dinde ortaklık kurmakta, kendini tanrı yerine koyarak fetva verip dinî hayatı karmakarışık hale getirmektedirler. Bazıları da "Bunları temizliyorum" derken, dinin safiyetini lekelemektedirler. İslâm'ın kaynağı Kur'ân ortadadır. Bununla dinin karıştırılmasını önlemek mümkündür.

3. "Eğer Allah dileseydi, bunu yapamazlardı. Artık sen onları, düzdükleri iftiralarla baş başa bırak". Allah, onların işlediği günâhın altında kendi dilemesinin olmadığını ifade etmektedir. Diğer taraftan insanı serbest bıraktığını, işlediği fiillerde özellikle hür olduklarını beyan etmektedir. Âyetin bu kısmından anlaşılması gereken iki önemli hususu vurgulamak gerekiyor: Birincisi onların bu tür davranışlarında Allah'ın dilemesi yoktur. İkincisi de Allah kullarına seçme ve davranma hürriyetini vermiştir.

Yüce Allah onları serbest bıraktığı için, peygamber ve din bilginle­rine onları iftirâlanyla baş başa bırakmayı emretmektedir. Fussılet sûresi­nin 40. âyetindeki gibi, "Dilediğinizi yapınız!" şeklindeki hürriyeti onlara vermektedir. Allah onları engelleseydi, davranışları ahlâkî olmayacaktı. Demek ki sahte tanrılar insanlara öylesine etki etmektedirler ki, çocuklarını öldürmelerine kadar gitmektedirler. [100]

 

Dine Beşeri Düşünce Karıştırmak:

 

138. Kendi zanlarına göre şöyle dediler: "Bu, (tanrılar için ayrılan) hayvanlarla ekinler haramdır. Bunları bi­zim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da binil­mesi yasaklanmış hayvanlardır". Bir kısım hayvanlar da Allah'a iftira ederek üzerlerine Allah'ın adını an­madan boğazlarlar. Allah onları düzdükleri iftiralar yüzünden cezalandıracaktır.

Bu âyetin analizinden çıkarılacak önemli ilkeler vardır. Şimdi âyeti kısımlara ayırarak açıklayabiliriz.

1. "Kendi zanlanna göre şöyle dediler: 'Bu hayvanlarla ekinler haramdır". Buradaki haram kavramı hicr keli­mesiyle ifade edilmektedir. Bu kelime, "engel olmak, mahrum etmek, ta­sarruftan menetmek, çamurun taş kesilmesi, sıkmak, daraltmak, sığın­mak, yardım dilemek, nefsine bir şeyi haram kılmak, akıl, Semûd kav­minin yaşadığı bölge, hısımlık, oda" mânalarına gelmektedir.

 

Hicr Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1) Taş. Kur'ân'ın pek çok âyetinde "taş" anlamına gelmektedir. Buna bir örnek olarak Bakara sûresinin 60. âyetini alabiliriz: "Değneğin ile taşa vur demiştik". Kelime taş anlamında ben­zetme için de kullanılmıştır; meselâ "Bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi, yahut daha da kandır" (Bakara 2/73).

2) Yer adı. "Andolsun, Hicr halkı da peygamberleri yalanlamıştı" (Hicr 15/80). Semûd kavminin yaşadığı top­raklara verilen addır.

3)  Perde, sınır. "İkisinin arasına bir engel, karışmalarını önleyen bir perde koyan O'dur" (Furkân 25/52). Bu âyette hem hicr hem de mahcura kalıbında gelmiştir. Hicr "perde", diğeri de "önleyen" anlamına gelmektedir.

4)  Oda. "Sana odalarının arkasından bağıranların çoğu, aklı ermez kimselerdir" (Hucurât 49/4). Burada hucurât şeklinde çoğul olarak kullanılmaktadır.

5)  Akıl. Aklın insanı bazı davranışlardan alıkoyduğu ve arzuları durdurup taşlaştırdığı için bu adı almıştır. Diğer taraftan akıl, nefisteki şeytanî üsleri taşladığı için de böyle denmiş olabilir: "Bunlarda akıl sahibi için elbette birer delil vardır" (Fecr 89/5).

6) Haram, yasak. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette ve Furkan sûresinin 22. âyetinde bu anlama gelmektedir. Burada bir soru daha sormak gerekir: Allah neden haram kavramını kullanmadı da "hicr" kelimesini kullandı? Buradaki hicr kavramına, "kutsal" mânasını vermek için o kelimeyi kullanmış olabilir. O zaman "Şu hayvanlar ve tarla mahsulleri kutsaldır" şeklinde tercüme edilebilir. Hayvanlar ve ekinler için verdikleri haram veya kutsal fetvasını, kendi zanlarına göre verdiklerinden bi-zağmihim kelimesine yer verilmiştir.

2. "Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez ". Eti yenebilecek hayvanları ve gıda olabilecek ekinlerin ürünle­rini yasaklamaları ve onların kutsal olduğuna kendiliklerinden karar ver­meleri yeterli olmayıp, yenmesini de yasaklamışlardı. Kendilerinin müsa­ade ettiği insanların yiyebileceğini söylemekle, halk arasında ayırımcılık yapıyorlardı. Ama onların en tehlikeli yönleri, haramları, kendi zanları adına koymaları olmuştur.

3. "Bunlar da binilmesi yasaklanmış hayvanlardır". Hayvanlar konusundaki yasaklar devam ederken, binme konusuna kadar uzanmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki bu âyette, söz konusu görüşler gündeme getirilmekle, onların koyduğu yasağın yanlışlığı vurgulanmaktadır.

4. "Bir kısım hayvanları da Alla­h'a iftira ederek üzerlerine Allah'ın adını anmadan boğazlarlar". Allah'a iftira etmelerinin anlamı, "Allah böyle dedi" diyerek, o hayvanları keser­ken Allah'ın adını anmamalarıdır. Allah'ın ismini anmamak, kesilen hay­vanın etini haram hale getirmektedir. Mâide sûresinin 3. âyetinde "Allah'tan başkasının adına boğazlanan " hayvan haram

kılınırken, burada "Allah'ın adının anılmaması" haramı oluşturmaktadır.

Dikkat edilirse En'âm sûresinin 118. âyetinde, önce Allah'ın adı anılarak kesilmesinin emri verilmekte, 119. âyette yasak konmakta, 121. âyette Allah'ın ismi anılmadan kesilen hayvanın etini yemenin fâsıklık ol­duğu belirtilmekte, 138. âyette de bunu yapanların olduğu gündeme geti­rilmektedir. Daha sonra bunun Allah'ın fetvası olduğu söylenerek, günâ­hın büyüğünü işlediler. "Kutsal olmayanı kutsal, haram olmayanı haram, binilebilecek olanı binilmez, yenilebilecek olana yenmez" şeklinde uy­durma fetvalar vermek ve onları dine sokmak bir günâh, ama Allah'ın adı anılmadan hayvanın kesilebileceği ve etinin yenebileceği fetvasını Allah'ın verdiğini söyleyip O'na iftirada bulunmak, daha büyük bir günâhtır.

5. "Yapmakta oldukları iftiraları yüzünden Al­lah onları cezalandıracaktır". Allah'a uydurulan iftiraların cezalandırılacağı söylenmekle, insanlar eğitilmek istenmektedir.

Günümüzde gelişigüzel bir biçimde Allah'a iftira ederek, "Bu he­lâldir, bu haramdır" diyenler çoğaldı (Nahl 16/116). Nahl sûresinde bu insanların toplumun kurtuluşunu engelledikleri söylenirken, En'âm sûre­sinin 93. âyetinde zâlim ilân edilmektedirler. En'âm sûresinin 138. âye­tinde de cezalandırılacakları gündeme getirilmektedir. Aslında bu âyetin, işaret ettiği temel âyetlerden biri, Mâide sûresinin 103. âyetidir. Bahîra, Sâibe, Vesîle adlı hayvanları putlara kurban etmeleri için onları serbest bı­rakırlardı. Hâm denen hayvana da binmezlerdi. En'âm sûresinin 138. âyetinde de buna işaret edilmektedir.

Buradan hareketle şu neticeye varmak mümkündür: Hz. Âdem'e ağaç, Semûd kavmine deve, Araplar'a da yukarıda bahsedilen hayvanlar problem olmuştur. Demek ki, insanı etkilemesi neticesinde yanlış inanç ve davranışların ortaya çıkmasına bazan tabiat sebep olmuştur. Tabiatı aşa­mayan insanlar, onun etki alanında takılıp kalmışlardır. [101]

 

Erkek-Kadın Ayırımı:

 

139. Dediler ki: "Şu hayvanların karınlarında olanlar, yalnız erkeklerimize aittir; kadınlarımıza ise haram kı­lınmıştır. Şayet (yavru) ölü doğarsa, o zaman (kadın-erkek) hepsi onda ortaktır. Allah bu değerlendirmele­rinin cezasını verecektir. Şüphesiz ki O, hikmet sa­hibidir, hakkıyla bilendir".

Araplar biraz daha ileri giderek belirledikleri hayvanların kannların-daki yavrunun erkeğe helâl, kadına haram olduğunu söyleyerek gıdalan-mada erkek-kadın ayırımı yaptılar. Kadını ikinci derecede bir varlık gör­meyi, hayvan yavrusunun yenmesine kadar indirgediler.

Yavru ölü doğduğu takdîrde, kadının da erkekle beraber ondan yi­yebileceği hükmünü vermelerinde, iki türlü hatâ yaptılar. Ölü eti yemekle bir hatâ, ölüden kadının yiyebileceğine dair hükümleri de ikinci hatâları oldu. Bu âyetin Mâide sûresinin 103. âyeti ile alâkası olduğunu söyleye­biliriz. O âyette sıralanan bahîra ve sâibe ismini verdikleri hayvanların yavruları hakkında bu fetvaları vermişlerdi. Âyetin sonunda yer alan "Allah onların böylesi değerlendirmelerinin cezasını vere­cektir" ifadesindeki vasfehüm kelimesi, "isnat etmek, iddiada bulunmak, değerlendirme yapmak, vasıflandırmak, nitelendirmek" mâna­larına gelmektedir. [102]

 

Câhiliye Kavramının Kaynağı:

 

140. Bilgisizlikleri yüzünden öz evlâtlarını akılsızca kat­ledenler, Allah'a iftira ederek, Allah'ın kendilerine verdiği nzıkları haram kılanlar, ziyana uğramışlardır. Onlar gerçekten sapıtmışlardır ve doğru yolu bulacak da değillerdir.

Bu âyette Câhiliye çağının nereden, hangi eylemlerden geldiği anla­tılmaktadır. Âyetin analizini yaparak bazı genellemelere varabiliriz.

1. "Bilgisizlik yüzünden öz evlât­larını akılsızca katledenler". Araplar'm çocuklarını öldürme âdetleri, En'âm sûresinin 137. âyetinde anlatılmıştı. Fakat Allah burada Araplar'ın çocuklarını katlederken nasıl bir psikolojik durumda olduklarını açıkla­maktadır.

a) Sefîhlik, yani akılsızlık, dar kafalılık sebebiyle bunu yaptıkları söylenmektedir. Bakara sûresinin 130. âyetinde bu kelimenin mânaları tesbit edildi. "Delilik, aptallık, bilmemek, helak etmek, saptırmak" mâna­larına geldiği gibi, "ahmaklık, küstahlık, arsızlık, terbiyesizlik" anlamla­rını da ifade etmektedir. Yüce Allah dar kafalılıkları sebebiyle bu kötülüğü işlediklerini söylerken, sebebin psikolojik olduğuna dikkat çekmektedir.

Bu durum bize niçin anlatılıyor? Bununla, dar kafalılığı ve dar gö­nüllülüğü ortadan kaldırmak için bir eğitim seferberliğine girişmenin önemi vurgulanmaktadır. Sefîh insan ahmaktır. Eğitimin eritemediği en zor ve en dirençli psikolojik özelliklerden biri ahmaklıktır. Taşı eritebilir­siniz, ama ahmaklığı eritemezsiniz. Ahmaklığın doğurduğu en korkunç eylem, kendi öz çocuğunu öldürmektir.

b)  Bilgisizlik yüzünden. Dar kafayı açacak ve onu yumuşatacak olan bilgi gücüdür. Dar kafalılıkla bilgisizlik bir araya gelince, insanın saldırganlık içgüdüsü dizginlenemeyecek hale gelmektedir. Demek ki Câhiliye döneminin en belirgin özelliği, öz evlâtlarını öldürmektir. Bu bir sonuçtur. Sebebi dar kafalılık ve cehalettir. Aynı zamanda bu iki özellik, Câhiliye döneminin özellikleri arasında bulunmaktadır.

2. "Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek (kadınlara) haram kılanlar". Âyetin bu bölümünde de iki çeşit günâh işledikleri açıklanmaktadır:

a) Allah'a iftira etmek. Câhiliye döneminin en önemli özelliklerin­den biri, dinde Allah'ın haram demediğini haram, helâl demediğini helâl deme gibi bir iftiraya bulaşmaktır. Dinin hükümleriyle oynamak, ya da dinî olmayan bir konuyu din alanına çekmek geleneği oluşturmuştur. Araplar'm kardeşi olan İsrâiloğulları bu tarz davranışı oldukça ileri götür­müşlerdi (Mâide 5/13). Yüce Allah insanların insana yaptığı iftiraya çok büyük tepki gösterirken, kendisine iftira edenlere elbette çok ağır ceza ve­recektir.

b) Allah'ın verdiği helâl rızkı kadınlara haram kılmak. Birbirlerini aşağı görmelerinden dolayı, bazı gıdaları kadınlara haram etmeleri, bazı insanlara lâyık gördükleri gıdaları diğerlerine lâyık görmemeleri şeklindeki uygulamaları da Allah'ın hükümlerine ters düşmekteydi. Bunu böyle yaparken, kendi görüşlerini Allah'a mal etmeleri, Allah'a iftira etmeleri anlamına geliyordu.

3. "Onlar gerçekten sapmışlardır ve doğru yolu bulacak da değillerdir". Yüce Allah bu davranışları, geri dönüşü ol­mayan sapıklık olarak değerlendirmektedir. "Doğru yolu bulacak da değil­lerdir" denirken, geri dönüşü olmayan bir yol olarak nitelendirmektedir. Câhiliye döneminin en belirgin özelliklerinden biri, geri dönüşü olmayan sapkınlıklara zemin hazırlamış olmasıdır. Diğer taraftan âyetin başında hasira kelimesini kullanılarak, onların manen iflâs ettikleri de söy­lenmektedir. Böylece manen ziyana uğrayıp iflâs etmenin, geri dönüşü olmayan bir sapkınlık olduğu belirtilmiş olmaktadır.

Bu âyetten çıkarılacak önemli ilkeler vardır: Dar kafalılık, bilgisizlik, Allah'a iftira ederek dinde haram olmayan bir şeyi haram saymak, geri dönüşü olmayan bir sapıklığın oluşturduğu manevî bir iflâstır. Din bilginleri insanlığı bu iflâstan kurtarmak için gayret göstermelidirler. Dar kafalılık ve bilgisizlik, yani cehalet o devirde biyolojik olarak çocuklarını öldürmeye sebep olurken, günümüzde de manen öldürülmelerine sebep olmaktadır. Bu âyetle, insanların bir daha böyle hatâlar işlemeleri önlenmek istenmektedir. Din bilginleri, gençliğin gönül ve beyinlerinin öldürülmesinin anlamını ve sonuçlarını bilme­lidirler. [103]

 

Zekat Vermek:

 

141. Çardaklı ve çardaksız bahçeleri, çeşit çeşit hurma­ları, sebzeleri, zeytinleri, narları yaratan O'dur. Her biri meyve verdiği zaman, meyvesinden yiyiniz. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sada­kasını) veriniz. İsraf etmeyiniz, Allah israf edenleri sevmez.

Âyetin analizinden çıkarılacak üç önemli ilke vardır:

1. Yaratıcının kim olduğunu bilmek. Allah, Hz. Muhammed döneminde ve daha sonraki dönemlerde yaşayacak olan insanlara, meyve olarak yediklerine dikkat etmelerini önerirken, oradan yaratıcı kudrete varmalarını istemektedir. "Bahçeleri yaratan odur" denir­ken, bağlarda yetiştirilen bütün meyvelerin o hâle gelmesindeki ilâhî kud­retin görülmesi istenmektedir. Aslında, bahçedeki meyvelerden hareket ederek Allah'a varılabileceği önerilmektedir. Bahçesine gönül gözü ile ba­kanlar, bahçedeki oluşumlarla Allah'a ulaşabilirler.

Muhammed Esed bunu şöyle anlatmaktadır: Âyetteki ma'rûşât ve gayru ma'rûşât (lafzan çardaklı olan ve olmayanlar) terimleri, genel ka­bul gören açıklamalardır. Bahçelerden söz edilmesi ile, burada yaşayan ve büyüyen her şeyin -evlerdeki başka şeyler gibi- varlığını yalnız Allah'a borçlu olduğu ve bu sebeple, onu gerçek veya muhayyel başka bir güce tesadüfi veya bilinçli olarak atfetmenin sapıklık olduğu inancın tasvir edilmesi amacı güdülmektedir.

Diğer taraftan âyetin ilk bölümünde birbirine benzeyen ve benzeme­yen meyvelerin olduğunun gündeme getirilmesi manidardır. Tabiattaki benzerlik ve benzemezlikler, insanlar âleminde de vardır. Ferdî farklar psikolojisi bundan doğmuştur. Ra'd sûresinin 4. âyetinde, komşu toprak­ların aynı su ile sulanmalarına rağmen tadı farklı meyveler verdiği söyle­nirken de bu farklılığa işaret edilmiş, akıl sahiplerinin bunu araştırması istenmiştir. Aslında bu âyet, En'âm sûresinin 99. âyetinin başka bir açı­lımı mahiyetindedir. Orada da şirk koşanlara Allah'ın varlığını ve birliğini anlatmak için gündeme getirilmişti; burada aynı amaca benzer bir açılımla şirkten sonra anlatılmaktadır.

2. Zekât ve sadaka vermek. Tabiattaki oluşumların yaratıcısı olan kudreti tanıyıp O'na inandıktan sonra, artık sahip olunan nimetleri O'nun adına paylaşma ibadetinin gerçekleştirilmesi gerekir. "Onun hak­kını veriniz!" denirken, burada "Kimin hakkını?" diye sormak gerekiyor. Bize göre âyetteki "hak" kavramı üç mânaya alınmalıdır:

a) Devşirilip toplanan meyvelerin zekâtı ve sadakasının verilmesi bir hak olarak ortaya çıkmaktadır. Zekât ve sadaka verilmeyince, sahip olunan malın hakkı verilmemiş olur.

b) "Fakirin hakkı" anlamına da gelebilir. Zâriyât sûresinin 19. âyeti şöyledir: "Mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır". Burada bu hakka işaret edilmiş olabilir.

c) "Allah'ın hakkı" mânasına da gelebilir. O meyveleri yaratan, ge­liştirip olgunlaştıran, onlar için uygun bir fizik ortam hazırlayan Allah'ın hakkı verilmelidir. Bu hak da, fakirle paylaşılarak ödenmiş olacaktır. As­lında bunlar toplanıp Allah adına fakirle paylaşım hakkına dönüşmektedir.

Malından fedakârlık yapıp fakirle paylaşmak erdemi için verilen bir emir durumundadır. Bir bakıma bu paylaşım, onların yaratana inanmalarının bir delili olmaktadır.

3. İsraf etmemek. Bu meyvelerden yerken israfa gitmemek, on­ları insanların faydasına sunmak gerekir. Çünkü Allah israf edenleri sev­mez. Müfessirler âyetteki "İsraf etmeyiniz!" emrini, farklı mânalarda yo­rumlamışlardır: "Mahsûlün tamamını verip kendinize ayırmazlık etmeyi­niz; sadaka vermezlik etmeyiniz; ekin ve davarlarınızı putlar adına verme­yiniz; Allah'a isyan konusunda harcamayınız" anlamında almışlardır. Bu mânaların tamanını kabul etmekte yarar vardır. Çünkü hepsinin Kur'ân'ın ruhu ile ilgisi vardır.

Netice olarak diyebiliriz ki, yaratıcıyı tanımak ve O'na inanmak, paylaşım için zekât ve sadakasını vermek ve israfa gitmemek konuları bu âyetin temel kavramları olmuştur. Âyetin çatısı bunlardan oluşurken, mal ile insanın ilişkisi ele alınmış, bu ilişkiden hareket edilerek Allah ile iliş­kinin bilincine varılmıştır.

Tabiat kitabından çıkarılacak mâna, onun tesbîhi ile Allah'a varma ve kudretini tabiatta görme suretiyle dar kafalılığı bir tarafa bırakmanın eğitimi verilmektedir. Bu âyette yakından uzağa metodu kullanılmakta, paylaşımın önemi öne çıkarılmakta, 136. âyette anlatılan müşriklerin uy­gulamasına alternatif ve doğru olan bir uygulama şekli sunulmaktadır. [104]

 

Haram Et Yemek:

 

142. Hayvanlardan yük taşıyanı da, tüyünden döşek yapılanı da yaratan yine O'dur. Allah'ın size verdiği nzıklardan yiyiniz, şeytanın ardına düşmeyiniz. Şüp­hesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.

Bu âyet 138-139. âyetlerin bir devamı mahiyetindedir. Bu âyetten çıkarılacak genellemeler de şunlardır:

1. Tek yaratıcı Allah'tır. Âyetin birinci bölümünde Allah'ın ya­ratıcılık sıfatı gündeme getirilmektedir. Yük taşıyan hayvanlarla yününden döşek, yaygı yapılan hayvanların gözlenmesi ile varılacak nihaî noktanın, yaratıcının varlığı olduğuna işaret edilmektedir. Âyetin bu bölümünde ge­çen hamule kelimesi, "hamal" kelimesinin başka bir kalıpta söylenen şeklidir. Arapça "yük taşıyana hamal" veya "hamule" denmektedir.

Ferş kelimesi, iki mânaya alınmıştır: Birisi henüz binilme çağma gelmemiş küçük hayvan, diğeri de yününden, kılından döşek, yaygı, sergi, çorap yapılan hayvandır. Bu mânalardan hangisini tercih edebiliriz? Bakara sûresinin 22. âyetine bakarsak, orada döşek anlamında fırâş kelimesi geçmektedir. Ferş ile fırâş aynı kökten gelen kelimelerdir: "O rab ki, yeri sizin için bir döşek yaptı".

Diğer taraftan En'âm sûresinin 141. âyetinde, yenen meyvelerin benzer ve benzer olmayanları ele alınmıştı. Burada da hayvanların çok farklı olanlarına dikkat çekilmektedir. Yük taşıyanlarla yününden ve kılın­dan istifade edilenler gibi, arada çok büyük farkların olduğunun tesbit edilmesi istenmektedir. Aslında tesbit edilecek olan bu farklardan, istifade edilen bu nimetlerden hareketle Allah'a varmanın yolu aranmakta veya takdim edilmektedir.

2. Âyetin ikinci bölümünde helâl rızık, "Allah'ın verdiği rızık" ola­rak tanımlanmaktadır. Bunun anlamı, Allah'ın sizin yemeniz için belirle­diği rızıklardır. Âyetin birinci bölümüne dönersek, yününden kılından istifade edilen hayvanların, aynı zamanda etinden istifade edilen hayvanlar anlamına geldiğini söyleyebiliriz. O zaman 138-140. ve 142-144. âyetler-deki konulara açıklık getirilerek, İslâm öncesi Araplar'in koyduğu tabu ve yanlış fetvaların ortadan kaldırıldığı söylenebilir. Bunun başka bir anlamı da Mâide sûresinin 3-4. âyetlerinin işletilmesini öngörmektedir. Başka bir ifade ile gıda olarak istifade edilecek hayvanların tesbitinin Allah'a ait ol­duğu ilkesi vurgulanmaktadır.

Allah'ın helâl kıldığı rızıkların dışındakileri gıda olarak kullanmak ne anlama gelmektedir? Bu sorunun cevabı, âyetin devamında verilmek­tedir. Böyle bir iş şeytana uymaktır. Onun içindir ki Allah, "Sizin apaçık düşmanınız olan şeytanın ardına düşmeyiniz!" emrini vermektedir. Demek ki haram lokma yiyen insan şeytanın yolundan gitmekte, şeytan ona bir tasma takarak durmadan çekmektedir.

"Allah'ın size verdiği rızık" ifadesinden çıkarılacak başka bir ilke de şudur: Bir rızkın helâl olup olmadığını belirleyecek olan yegâne güç, Alla­h'tır. Müşriklerin yaptığı gibi haramı helâl, helâli haram kılmak yanlıştır. Âyetin sonunda, bu şekilde davranmanın düşmanının peşinden gitmek ol­duğu söylenmektedir. 140. âyette bahsedilen dar kafalılık ve cehalet bu­dur. Her haram lokma, çocukların asaletine, şahsiyetine sıkılan bir kur­şundur. Çünkü haram lokma, toplumun asaletini yıkmaktadır. Toplumun asaletini yıkan her şey de toplumun düşmanıdır. Haram lokmanın kendisi şeytandır. Haram lokma insana tatlı geldiği için peşinden koşturmaktadır. Genel mânada bu âyet, İslâm öncesi Arap toplumunun gelenek halindeki hayvansal gıdalar konusundaki görüşlerinin, uygulamalarının yanlışlığını gündeme getirip ortadan kaldırmaktadır. [105]

 

Fetva-Bılgı İlişkisi:

 

143. (Dişi ve erkek olarak) sekiz eş yarattı: Koyundan iki, keçiden iki... De ki: "O, bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulu­nan yavruları mı haram etti? Eğer doğru iseniz bana ilimle söyleyiniz".

Bu âyet, bir önceki âyetin devamı ve 138 ile 139. âyetlerdeki İslâm öncesi Arap toplumunun görüşlerinin bir tenkidi mahiyetindedir.

1. Allah çift çift yaratmıştır. Canlıların üremesi çiftli sistem üzeri­nedir: "Şurası muhakkak ki, atıl­dığında meniden erkek ve dişiden ibaret olan iki çifti O yarattı" (Necm 53/45-46). Bunun anlamı, erkek ve dişi olarak yarattı, demektir. En'âm sûresinin 143. âyetinde de hayvanlardan sekiz çift yaratıldığı açıklanmak­tadır. Bu sekiz çiftin eti yenen hayvanlar olduğu anlaşılmaktadır. 'ey "Koyundan iki çift"; "Keçiden iki çift". Birin­cideki da'n kelimesi, yünü olan davar, yani koyun demektir. ma'z da kılı olan, yani keçi anlamını ifade etmektedir. Böylece bu âyette iki çift ele alınmaktadır.

2. Yüce Allah bir soru soruyor: "De ki: 'O, bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı ha­ram etti?" Âyetin bu kısmı, En'âm sûresinin 139. âyetine bir cevap ve tenkit durumundadır. 139. âyet şöyleydi: "Şu hayvanların karınlarında olan­lar yalnız erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise haram kılınmıştır. Şayet ölü doğarsa, erkek kadın onda ortaktır". Onların yanlış düşünceleri dü­zeltilirken, yukarıdaki soru sorulmaktadır. Onların koyduğu yasağı, Allah tasvip etmediği için bu soruyu sormaktadır.

3. Fetva bilgiye dayanmalıdır. "Eğer doğru iseniz bana ilimle söyleyiniz". Bunun anlamı, "Bana bilerek söyleyiniz", yani zanna dayanarak konuşmayınız. En'âm sûresinin 136. âyetinde "zanlarınca" fetva verdiklerini belirlemiş, aynı âyetin sonunda kötü hüküm verdikleri değerlendirmesi yapılmıştı. 38. âyette iftira ettikleri, 139. âyette değerlendirdikleri şeklinde ifade edilen bu davranışlar, bilgiye dayandınlmadığmm bir göstergesi olmaktadır.

"Bana bilgi ile söyleyiniz! " denirken, verilecek fetvaların, haram ve helâl şeklindeki açıklamaların bilgiye dayandırılmasının zorunluluğu ifade edilmektedir. Zanna göre değil de bilgi ile konuşmak gerekir. Mâide sû­resinin 143. âyetinde yer alan "Bana bilgi ile söyleyiniz!" emri, günümüz din eğitiminin en büyük sorunlarından biridir. Din âlimi ve görevlileri ilâhî vahye dayanmadan haram alanında fetva vermemelidirler. Allah Hz. Peygamber'den bunu söylemesini isterken, fetvaların kaynağının tesbit edilmesini emretmektedir. Fetva zanna dayanılarak verilemez ve verilmemelidir. [106]

 

Yanlış Fetva Zulümdür:

 

144. Develerden de iki, sığırdan da iki (yarattı). De ki: "O, bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kıldı? Yoksa Allah'ın size böyle vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz? Bilgisizce insanları saptırmak için Alla­h'a karşı yalan uydurandan kim daha zâlimdir? Şüp­hesiz Allah, o zâlimler topluluğunu doğru yola ilet­mez.

143. âyette koyun ve keçi çiftleri ele alındıktan sonra, 144. âyette de develerin ve sığırların çifti söz konusu edilmektedir. Bunlar konusunda da, koyun ve keçiler için sorduğu soruyu sormaktadır. Bu soru, daha önce onların verdikleri zanna dayanan fetvalarının bir tenkidi durumun­dadır. Zanna dayanan kötü hüküm ve değerlendirmelerin meydana getir­diği kirlenmeyi ortadan kaldırmak için sorulmaktadır.

1. Emir   verilirken   şahit   olmak   gerekir.   Yüce   Allah, "Yoksa Allah'ın size böyle vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz?" sorusuyla, konuyu ilginç bir noktaya taşımaktadır. Râzî bu konuyu şöyle açıklıyor: Siz hiçbir peygambere inanmamış olduğunuz halde, Allah bunu haram kılarken orada mıydınız? Peygamberi kabul et­meyenler, helâl-haram hükümlerine nasıl girebilirler? Bundan anlıyoruz ki, İslâm öncesi Arap toplumunda, helâl ve haram kavramı olduğu kadar, kutsal kavramı kültürü de gelişmişti. 138. âyette geçen ve bizim haram diye yasakladığımız hicr; 139. âyette muharrem; 140. âyette geçen herramû kavramları, onlarda haram ve helâl kültürünün ol­duğuna delil teşkil etmektedir. Çok tanrılı bir din anlayışına sahip olmala­rına rağmen, helâl-haram kültürünü geliştirmişlerdi.

Onların yaptıkları hatâ, haram ile helâlin yerini değiştirmeleri, helâl olana haram, haram olana helâl demiş olmaları idi. Onun içindir ki, Allah, o çiftleri ve onların karnındaki yavruları kendisinin haram kılmadığını an­latmaktadır. "Yoksa Allah'ın size böyle vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz? " denirken, kendilerinin vahiy alıp almadıkları sorulmaktadır. Peygambere ve onun getirdiği vahye inanmayanların, böylesine fetva verip görüş be­yan etmelerine karşılık kendilerinin vahiy alıp almadıkları sorulacaktır.

Böyle bir emrin Allah tarafından verildiğine dair delil istenmektedir. Günümüzde din adına soru soranlar, kendilerine fetva verenlere delillerini ve delillerini neye dayandırdıklarını da sormaları gerekir. Bu sorular dinde yanlış fetva vermeyi önlemekte yararlı olacaktır.

2. Allah'a iftira zulümdür. Adalet, "bir şeyi yerli yerine koymak" olduğuna göre, zulüm de "bir şeyi yerli yerine koymamak"tır. Dinde zulüm, Allah'ın vahyinin yerli yerine konulmaması, kişinin kendi görüşünü Allah'ın fetvasının yerine koyarak insanlara sunmasıdır. Allah'ın dediğini demedi, demediğini dedi gibi göstermektir.

"Bilgiye dayanmadan insanları saptırmak için Allah'a yalan uydurandan kim daha zâlimdir?" be­yanıyla, insanın niçin Allah'a yalan uydurduğunun sebebi gündeme geti­rilmektedir. "Bilgiye dayanmadan insanları yoldan çıkartmak" bu iftiranın amacını teşkil etmektedir. Daha önce böyle bir iftiranın zulüm olduğu açıklanmıştı. En'âm sûresinin 21, 93; A'râf sûresinin 37; Yûnus sûresinin 17; Hûd sûresinin 18; Ankebût sûresinin 68. âyetlerinde, Allah'a yalan if­tira etmenin zulüm olduğu vurgulanmıştır.

Dikkat edilirse, "bilgiye dayanmadan" ifadesine yer verilmekle, bil­ginin önemi vurgulanmaktadır. Buradaki bilgiden kasıt, birinci derecede Allah'ın vahyi konusunda, daha sonra da yasaklanan şeyin mahiyeti hak­kındaki bilgidir. Böylece bilgiye dayanmaksızın verilecek fetvaların insan­ları yoldan çıkaracağına da işaret edilmektedir. Sapık yol, bilgisizliğin yoludur. İnsanları sapıklıktan kurtarmanın yolu, onları bilgilendirmektir. Din konusunda yanlış fetva verenler, insanları yoldan çıkarmaktadırlar.

3. Zâlim toplumu Allah doğruya iletmez. Allah'a iftira eden kimse, aslında toplumu Allah'tan uzaklaştırmaktadır:

"Şüphesiz Allah, o zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez" buyurulur-ken, uzaklaşmaya işaret edilmektedir. Doğru yola iletmemek, durumlarına alâka duymamak, kötü hallerini düzeltmeleri için yardımda bulunmamak, onları aydınlığa çıkarmak gibi desteğinden mahrum bırakmaktır. [107]

 

Haramın Tesbıti:

 

145. De ki: "Bana vahyedilende leş veya akan kan veya iğrenç bir şey olan domuz eti veya üzerinde Allah'tan başka bir ismin anıldığı günahkârca bir kurban dı­şında, yenmesi yasak olan hiçbir şey bulamıyorum. Ama kişi zaruret içindeyse, başkasına zarar verme­mek ve sınırı aşmamak üzere yiyebilir, Rabbin affe­dici ve merhamet sahibidir".

Âyet, din eğitiminde çok önemli bir sorunu ve bu sorunu çözme yolunu göstermektedir.

1. Peygamber bile haramı, vahiyde arayacaktır. "De ki: 'Bana vahyolunanda ... yasak olanı bulamıyorum". Şimdi âyetin bu kısmına bakarsak, şu iki şeklin şekillendiğini görebiliriz:

a) Bir şeyin haram olup olmadığını vahiyde aramak Allah'ın emridir.

b) Bu arayışı yapan ve ilk defa onu hayata geçiren Hz. Peygamber-'dir. Öyle ise aynı zamanda Hz. Peygamber'in sünnetidir.

Bu iki şekillenmeden hareketle diyebiliriz ki, din âlimleri neyin ha­ram olduğuna dair bilgiyi Kur'ân'da ararlarsa, hem Allah'ın emrini, hem de peygamberin sünnetini yerine getirmiş olurlar. Allah, Hz. Peygamber­'in Kur'ân'dan ayrılarak fetva vermesini istemiyor. Fetva, Kur'ân'da arandığına göre, din bilginlerinin de orada araması gerekir.

Ölü, akan kan, domuz eti ve Allah'ın dışında biri için kesilen kur­banın haram oluşu, Mâide sûresinin 3. âyetinde açıklanmıştı. Domuz eti, pislik; başkası adına kesilen de fısktır. Fışkın ne olduğu da En'âm sûre­sinin 121. âyetinde anlatılmıştı.

2. Zor şartlar. En'âm sûresinin 119. âyetinde "Çaresiz kaldığınızın dışında" denirken, burada da, "Kim yemek zorunda kalırsa " buyurulmaktadır. Zaruret halinde, yukarıda yasaklanan hayvanî gıdalara müsaade edilmektedir. Bu zaruretlerde hayatî tehlikenin şart olduğu bilinmelidir; meselâ ameliyat halinde kan almak, organ nakli için domuz organını kullanmak, gibi. Zaruretin haram olan şeylerden yenmesine müsaade getirmesinin yanı sıra, nasıl yeneceğine de ışık tutul­ması gerekir. Âyetin devamında yeme işinin nasıl olacağı açıklanmaktadır: "başkasına zarar vermemek", "ve sınırı aşmamak". Aynı kavramlar, Bakara sûresinin 173. âyetinde de geçmektedir.

Mâide sûresinin 3. âyetinde, söz konusu kavramlara şu mânalar ve­rilmektedir: "Kim gönülden günâha yö­nelmemek kaydıyla, açlık halinde dara düşerse " buyurulurken, günâha düşmemek kaydıyla hükmü getirilmektedir. "Zaruretler haramı mübâh kı­lar" ilkesinden hareket edeceğiz, ama haddi aşmamak, başkasına zarar vermemek ve günâha düşmemek kaydıyla. Zot şartları istisna eden Allah, bu alana affedici ve merhamet edici sıfatlarıyla müdahale ettiğini ve ede­ceğini âyetin sonunda belirlemektedir. Haramdan sakınmak, zaruretleri tesbit edip karar vermek çok zor olduğundan, insanların hatâ yapma ihti­mali vardır. Bu ihtimal, Allah'ın affını ve merhametini devreye sokmak­tadır, ama bunun için insanın af dilemesi ve tövbe etmesi gerekir. Allah âyetin sonunda "Ben buradayım, sen de gerekeni yap" buyurmaktadır. [108]

 

Ceza Verme Yöntemi

 

146. Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında veya bağırsaklarında taşıdıkları, ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve ko­yunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezadır. Biz el­bette doğruyu söyleriz.

Bu âyeti açıklarken sebep-sonuç ilişkisini kurmaya çalışacağız.

1. Gıdadan mahrum bırakmak bir cezadır. Bu âyetle, eğitimde, hu­kukta ve siyasette çok önemli bir cezaya işaret edilmektedir. Çocukları dövmek yerine belli yemeklerden, belli zaman dilimi içerisinde mahrum bırakmak etkili bir cezadır. Katıksız hapis de hukukî bir ceza olabilir. Devletler arası ilişkilerde bazı ticarî mallarda ambargo uygulamak bir ceza olabilir ve bugün  bu  ceza şekli  revaçtadır.   Allah yahudilere, "Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezadır" der­ken, zulümlerine karşılık olarak onları gıdadan mahrum bıraktığını vurgu­lamaktadır. Sebep zulüm, neticesi de gıdadan mahrum olma cezasıdır.

2. Yahudilerin yaptıkları zulüm neydi? a) Peygamberleri öldürme­leri (Nisa 4/155), b) Rüşvet almaları (A'râf 7/169), c) Kelimelerin yerle­rini değiştirmeleri (Mâide 5/13), d) Birbirlerini vatanlarından çıkarmaları ve birbirlerini öldürmeleri (Bakara 2/84-85), e) Allah'ın kitabını arkala­rına atmaları (Bakara 2/101), f) Allah'ı görmek istemeleri (Nisa 4/153; Bakara 2/55), g) Cumartesi balık avlamaları (Bakara 2/65), h) Haramı helâl, helâli haram saymaları (Bakara 2/79-80; Âl-i İmran 3/78). Bu ve buna benzer fiilleri sebebiyle Allah onlara, belli gıdalardan mahrum bı­rakma cezasını vermiştir.

3. Gıda mahrumiyeti hangi konularda oldu? Buna âyette şu şekilde cevap verilmektedir a) "İnek ve koyunun iç yağlarını haram kıldı". Bu hayvanların sırtlanndaki yağlar, bağırsakla­rının yüzeyine sarılan yağlar, kemiklerine karışmış olan yağlar haram değildir, b) "Bütün tırnaklı hayvanlar haram kılındı". Bu ceza şekli, as­lında onlara has bir ceza şekli olmaktadır. Ama günümüzde ve gelecekte bu cezanın uygulanmaması, âyetin evrenselliğine bir sakınca getirmez mi? Bu soruya "elbette getirecektir" cevabını verdikten sonra, nasıl sorusunu da cevaplandırmak gerekir.

Zalimlikleri ve Allah'ın nimetlerinin kıymetini bilmeyip ona şükret­memeleri sebebiyle gıdalardan bazı mahrumiyetleri uygulamaktadır. Fakat insanların çoğu bunun farkında değildir. Biz farkında olmadan bazı nimet­lerin darlığını çekiyoruz. Bakara sûresinin 155. âyetinde açıklandığı gibi, mallardaki noksanlaşma ile Allah bizi imtihan etmektedir.

Zaten âyetin sonunda yer alan "Biz elbette sâdıklarız" ifadesi, iki mânaya alınmalıdır. "Onlara bu cezayı uyguladığımıza dair ha­berimizde doğruyuz. Diğer taraftan, gelecekte böyle uygulamaları yapa­cağımız meselesinde de doğru söylüyoruz". Şimdi bu âyetten çıkarılacak ilkeleri söyleyebiliriz. Yüce Allah, gıdadan mahrum bırakmanın eğitici ve caydırıcı bir yönü olduğunu gündeme getirmektedir. Zulüm bu tip cezanın uygulanmasına sebep olmaktadır. [109]

 

Yalanlamanın Cezası:

 

147. Eğer seni yalanlarlarsa, de ki: "Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir. Bununla beraber O'nun azabı, suç­lular topluluğundan uzaklaştırılamaz".

Hayvansal gıdalar konusunda 118. âyetteki açıklamalardan sonra böyle bir âyetin gelmesi, yahudi ve putperestlerin bu ilkeleri yalanlayabilecekleri ihtimalini gündeme getirmektedir.

1. Âyetin başında yer alan "eğer senin yalan söylediğini iddia ederlerse " ifadesinde de, kimin yalanlamasına işaret edilmektedir? Bu âyetin, hemen bir önceki âyete işaret ettiğini kabul edersek, yahudileri konu edindiğini söylemek mümkündür. Ama 136. âyetten itibaren düşü­nürsek, putperestleri de içine aldığını söyleyebiliriz.

Allah kimin yalanlanacağını söylemediğine göre, ifadenin genel ol­duğunu söylemekte yarar vardır. Çünkü, 146. âyette yahudilere verilen ceza gündeme getirilmektedir. Diğer taraftan şu gerçeğe de işaret etmek gerekir: "Eğer seni yalanlarlarsa " ifadesinde yer alan "sen" zamîri, sadece peygamber değil, bu âyeti okuyup bu işle meşgul olan herkesi kapsamaktadır.

2. Yalanlamanın ardından, Hz. Peygamber'e ne söyleyeceği öğre­tilmektedir. "De ki: 'Rabbiniz geniş rahmet sahi­bidir". Buradaki genişlik kavramından, sonsuzluk kastedilmektedir. Yalanlayanlara Allah'ın rahmetinden bahsedilmesinin sebebi ne olabilir? Allah, affetmekten yana olduğunu, yalanlamaktan vazgeçtikleri takdîrde Allah'ın merhametini ve affını karşılarında bulacaklarını onlara duyurmaktadır. Bir bakıma onları af dilemeye teşvik vardır.

3. Tövbe etmedikleri takdîrde, hayvansal gıdalar konusundaki ya­lanlamalarından dolayı suçlu ilân edilmektedir. Suçlu kaldıkları müddetçe Allah'ın azabı ile muamele edilecektirler: "O'nun azabı, suçlular topluluğundan uzaklaştırılamaz". Allah'ın koyduğu yasak­ların sınırlarını aşan, o yasakları yalanlayanlara Allah'ın yapacağı azabı, vereceği cezayı engelleyecek kimsenin olmadığı vurgulanmaktadır.

Buradan çıkarılacak netice şudur: Bir devletin koyduğu yasaları ta­nımayan, o yasaları çiğneyenleri cezalandırma yoluna gitmesi, onları âsi ve suçlu ilân etmesi olgusuna bu âyette işaret edilmektedir. Asırlarca önce Allah, koyduğu haramları tanımayan ve onları çiğneyip geçenleri suçlu ilân etmektedir. Ama öncelikle, onların doğru yola gelip kazanılmalarını, Allah'ın merhametinden istifade etmelerini teşvik etmektedir.

Böylece âsi olan, devlete karşı suç işleyenlerin, cezalandırılmaların­dan önce kazanılmaları gerektiğinin ilkesini insanlığa sunmaktadır. Devletin kazanma çabasına tepki göstermeleri de onların suçlarını iki katma çı­kartmaktadır. Allah'ın, kendi haramlarını yalanlayanlara önce rahmetini anmasının anlamı, onları kazanmak içindir. "Buna da olumsuz cevap ve­renler mutlaka cezalandırılacaktır" esasını gündeme taşımaktadır. [110]

 

Suçu Allah'a Atmak:

 

148. Müşrikler diyecekler ki: "Allah isteseydi, ne biz ne de babalarımız ortak koşardı; bir şeyi haram yapmaz­dık. Onlardan önce yalanlayanlar da öyle demişlerdi de sonunda azabımızı tatmışlardı". De ki: "Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz ".

Bu âyet pek çok konuyu kapsamına almakta ve bu konuların kısaca çözümünü sunmaktadır.

1. "Müşrikler diyecekler ki: 'Allah isteseydi, ne biz, ne de babalarımız ortak koşardı; bir şeyi haram yapmazdık". Âyetin bu kısmında iki konu vurgulanmaktadır:

a) Şirk koşmalarının kabahatini Allah'a atmaktadırlar. Kısaca Allah dileseydi, bize kendisine şirk koşturmazdı. Hatta atalarımız da şirk koş­mamış olurlardı. Allah bunu dilemedi ve biz o sebeple müşrik olduk, de­mektedirler. İlâhî dilemenin yokluğu, bizi bu hallere düşürmüştür. Âyet, sonunda bunlara cevap vermektedir. Bu iddianın bir zan ve bir yalan ol­duğu değerlendirmesini yapmaktadır.

Onların bu iddiası zan ve yalandır, ama zan ve yalanı Kur'ân ile is­pat etmek gerekir. Şirk koşan insanın bu gönül eyleminin arkasında hangi irade vardır? İlâhî irade ile beşerî iradenin etkinliği burada nedir? Kur'ân-'ın genelinde genel geçer ilke, Allah daima iyiyi diler, ama kulun iradesi kötüden yana ise, o takdîrde kötüyü diler. Demek ki şirkte önce kulun gönlündeki oluşumlar gerçekleşir, sonra o oluşumlara göre ilâhî dileme devreye girer. Bu durum nasıl ispat edilebilir?

Bir şeyi dilemek için o şeye karşı rızânın olması gerekir. Zümer sû­resinin 7. âyetinde, Allah'ın rızâsının kulun inkârına değil, tam tersine şükrüne olduğu vurgulanmaktadır: "Eğer inkâr ederseniz, şu bir gerçek ki ben sizden uzağım, eğer inanırsanız, sizden buna razı olur".

Demek ki Allah kulunun inkârına razı olmadığı için inkâr etmesini de dilemez. Kul inkâr ettikten sonra, Allah'ın dilemesi devreye girmekte­dir. Allah'ın rızâsının olmadığı bir inanış veya bir eylemi Allah önceden dilemez, kulun dilemesinden sonra diler. Zümer sûresinin 7. âyeti, bu esasa işaret etmektedir. Diğer taraftan Zümer sûresinin 57-59. âyetleri bu konuya başka bir boyuttan ışık tutmaktadır. "Veya Allah bana hidâyet ver­seydi, elbette ben sakınanlardan olurdum diyeceği, yahut azabı gördü­ğünde: 'Keşke benim için bir defa (dönmeye) imkân bulunsa da iyilerden olsam!' diyeceği günden sakınınız. Hayır (dönemeyeceksin). Ayetlerim sana gelmişti, sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve inkarcılardan olmuştun ".

Zümer sûresinin 57. âyetinde görüldüğü gibi, hidâyet etmeme konusunda Allah'a bir suçlama vardır. "Allah bana hidâyet etseydi, inkâr etmezdim veya kötü yolda olmazdım. O bana hidâyet etmediği için bu yola düştüm" demektedir. Bu ifade ile En'âm sûresinin 148. âyetindeki ifade aynıdır. En'âm sûresinin 148. âyetinde bunun bir zan ve yalan olduğu söylendiği halde, Zümer sûresinin 59. âyetinde şu ifadeye yer verilmektedir:  "Sen yalanladın, sen kibirlendin ve sen inkâr ettin". Âyetteki inkâr, kibir ve yalanın faili, insanın kendisi olmaktadır. "Sen inkâr ettin!"; "Sen kibirlendin!" ve "Sen kâfir oldun!" ifadelerindeki o te harfi, eylemin failini belirlemektedir.

Zümer sûresinin 59. âyetinden hareket ederek, En'âm sûresinin 148. âyetine dönersek, şirki bizzat müşriklerin koştuğu söylenebilir. Kendileri şirkin kötü olduğunu anladıkları halde, "Allah dikseydi ne biz ne de babalarımız şirk koşardı" demekle, kabahati Allah'a yüklemiş oldu­lar.

b) Haram fetvası vermelerini de Allah'a bağlamaktadırlar. "Allah dikseydi, biz hiçbir şeyi haram kılmazdık" demeleri, ikinci bir zan ve ya­lan olmaktadır. Neyi kendi kafalarından, kendi zanlanndan haram kılmış­lardı? En'âm sûresinin 138 ve 139. âyetlerindeki açıklamalarda yer al­mıştı: "Onlar, saçma düşüncelerine göre dediler ki: 'Bu (tanrılar için ayrı­lan) hayvanlarla ekinler haramdır. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlarda binilmesi yasaklanmış hayvanlardır" (En'âm 6/138); "Dediler ki: 'Şu hayvanlardaki yalnız erkeklere aittir, kadınlarınıza ise ha­ram kılınmıştır" (En'âm 6/139).

Bu fetvaların Allah'a bir iftira olduğu ve bunu yapanların zâlim ol­dukları, En'âm sûresinin 144. âyetinde ilân edildi. Bunun üzerine müşrik­ler, "Allah dikseydi, bunları haram kılan fetvaları vermezdik" demekle suçu Allah'a atmaktadırlar. Halbuki Allah onların iman etmelerini ve doğru fetva vermelerini diler. Onların ilâhî dilemeyi herekete geçirecek irade ve niyetlerini ortaya koymaları gerekirdi.

2. "Onlardan öncekiler de aynı şekilde (peygamberleri) yalanladırlar ve sonunda azabımızı tattılar". Arap müşriklerinin Hz. Peygamber döneminde yaşayanların söyledikleri bu sözlerin, daha sonraki nesiller tarafından veya daha sonraki toplumlar ta­rafından söyleneceği ifade edilmektedir. Burada akla şu soru gelmektedir: Onlar bunu nasıl söylediler? Bu sorunun cevabını verebilmek için Nahl sûresinin 35. âyetine gitmek gerekir:

 "Allah'a ortak koşanlar dediler ki: 'Allah dileseydi ne biz ne de babalarımız ondan başkasına tapardık. Onun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık. Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı".

Demek ki gelecekte müşriklerin söyleyeceklerini ifade edilen En'âm sûresinin 148. âyetindeki ifade, Nahl sûresinin 35. âyetiyle de desteklen­mektedir. Her iki âyette geçmişte de böyle davranıldığına işaret edilmek­tedir. O zaman peygamberleri yalanlamak, insanlığın kirli ırmağında de­vam eden bir süreç niteliğini taşımaktadır.

Hz. Peygamber döneminde yapılan bu yalanlama, geçmişte olduğu gibi gelecekte de olacaktır. Gelecekte olacağı, En'âm sûresinin 148. âye­tinde belirtilmektedir. Demek ki inkâr ve yalanlamanın da insanlıkta bir geleneği vardır. Eğitim vasıtasıyla "iyi", nesilden nesile aktarılırken, inkâr ve yalanlama da aynı şekilde nesilden nesile intikal etmektedir. İnsanların dar kafalılığı ve dar gönüllülüğü, cehaletleri bunu yaptırmaktadır.

Hz. Peygamber zamanındaki müşriklerin şirk koşmalarının ve ha­ram olmayanı haram kılmalarının suçunu Allah'a atmalarının ve gelecek­teki müşriklerin de böyle yapacak olmalarının neticesi ne olacaktır? Bu so­runun cevabı, En'âm sûresinin 148. âyetinin devamında verilmektedir. "Sonunda azabımızı tattılar". Burada Allah geçmişte böyle bir düşünce içerisinde bu şekilde ifadede bulunanların cezalandırıldığını söy­leyerek gelecekteki müşrikleri de uyarmaktadır. Bu demektir ki, "Size de azabı tattıracağım".

3. "De ki: 'Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz". Yüce Allah bu konunun bilgi ile çözülebileceğini bu ifadesiyle ortaya koymaktadır. "Allah dileseydi biz şirk koşmazdık ve bir şeyi haram kılmazdık" ifadesi­nin, bir bilgiye dayandırılması ve bu bilginin açıklanması gerektiği buyurulmaktadır. Bu ihtilaflı konuyu ancak bilgi çözümleyebilir. Allah onlar­daki bilginin ortaya konmasını istemekte ve emretmektedir.

Bu bilgiyi ortaya koyamadıkları takdîrde, zan peşinde koşmak ve yalan konuşmakla itham olunacakları söylenmektedir. O zaman âyetin birinci bölümünde söyledikleri, "Allah dileseydi, biz şirk koşmazdık ve hiçbir şeyi haram kılmazdık" ifadeleri, zan ve yalandan ibarettir. Onlar yalanlarına tâbi olduklarından, şirklerinde devam etmekte ve Hz. Pey­gamber'i yalanlamaktadırlar. Ama âyetin son bölümünden şunu çıkartıyo­ruz: Zan ve yalan sanki bir canlı varlık gibi insanı peşinden sürüklemekte, insan da ona tâbi olmaktadır.

Zan ve yalanı insan öylesine kutsallaştırıyor ve öylesine büyütüyor ki, Allah'a eş koşacak hale getiriyor. Kendisinden doğana tanrı diye tapı­nıyor. Helvadan put yapıp ona tapıp sonra da onu yiyen müşrikler gibi, kafasında ürettiğine tapınıyor ve sonra tapındığı zan ve yalan azap olarak ona geri dönüyor. [111]

 

Doğru Yolu Bilmek:

 

149. De ki: "Kesin delil Allah 'a aittir. Allah dikseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi".

Bu âyet, müşriklerin ortaya koyabilecekleri bir bilgiye, yani bir delile sahip olmadıkları anlaşılınca söylenen bir söz olarak gündeme gelmektedir. 'De ki: 'Kesin delil Allah 'a aittir". Buradaki hüccet kelime­si, "delil" anlamına gelmektedir. balığa kelimesi de "gelişmesi tam olan" anlamına, burada ise "kesin" anlamına gelmektedir. "Hiç eksikliği, ha­tası olmayan" demektir. Hâzin, bu kelimeye "tam", Kâdî Beyzâvî "açık" mâ­nasını vermektedir. İbn Abbâs hüccetü'l-bâlığa terimine "vesika" demekte­dir. Bu mânaların hepsi doğrudur.

Buradaki kesin, tam ve açık olan delil nedir? En'âm sûresinin 149. âye­tinin devamı bunu açıklamaktadır: "Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi". Demek ki Allah kulu dileyince onu doğru yola iletmektedir. Kulunun dileği olmadan, onu hidâyete getirseydi, bu hidâyetin ve âhiretteki ödülün hiçbir anlamı kalmayacaktı. Böyle bir dileme, dayatma, zorlama ve şartlandırma anlamına gelecekti.

Allah bunun zorlama anlamına geleceğini Yûnus sûresinin 99. âyetin­de açıklamaktadır: "Eğer Rabbin dikseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?" Böylece iman alanında zorlamanın olmayacağını söyleyen Allah, kendi dilediğini kulunun dileğin­den önce o alana sokmaktadır.

İmanın insanların gönlünde Allah'ın dileği ile değil de, kendilerinin di­lemesiyle olmasını buyurmaktadır. İnsana yararlı olan ve iyi bir netice geti­ren başkasının dileği ile kazandığı değil, kendi dileği ile kazandıklarıdır. Kendi ayaklan üzerinde duran, kendi kendine karar verebilen ve kendi niyet ve dilemesiyle hareket eden insanların yetişmesi için Allah, iman ve hidâyet­te kendi dileğini ilk sıraya koymamaktadır. Allah, kendi dileğini buraya ka­rıştırmamakta, peygamberine de karışmamasını emretmektedir.

Bu âyeti insan kendi hayatına uyarladığı zaman ilginç neticelere ulaş­mak mümkündür: Başkalarının niyetine, düşüncesine ve kararlarına tam tes­limiyetle hareket eden, kendi kendine karar veremeyen, üretemeyen, kendi geleceklerini iradeli bir biçimde planlayamayan toplumlar hür olamazlar, başkasımn isteğine göre hareket eden köleler haline gelirler.

Onun içindir ki Allah, kulunun kararı, dilemesi, niyeti ve düşüncesiyle iman etmesini, doğru yolu aramasını istemektedir. Böylece Allah kulunun gönlündeki oluşuma göre kendi dileğini yapmaktadır. Bu durum insanlığa, insanların dilemesine, niyetlerine, kendi kararlarına müdahale edilmemesi­nin öğretimini vermektedir. İnsanlık bu konuda Allah'ı örnek alıp insanların gönlüne hükmetmeyi ve onları kendi felsefelerine uyma konusunda zorlama­yı bırakmalıdır.[112]

 

Müşriklere Uyulmaz:

 

150. De ki: "Allah şunu yasak etti, diye şehâdet edecek şahitlerinizi getiriniz! Eğer onlar şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik etme! Âyetlerimizi yalanlayan­ların ve âhiret gününe inanmayanların arzularına uy­ma! Onlar Rablerine eş tutuyorlar".

Bu âyetten günümüze ait çıkarımlarda bulunacağız. Âyetin daha önce­ki Bökii tamamlayıcı bir niteliğe sahip olduğunu da söylememiz gerekir.

1. "De ki: 'Allah şunu yasak etti Mye şehâdet edecek şahitlerinizi getiriniz!" Âyetin bu kısmı, hâlâ müşrikle­rin 138.139 ve 143-145. âyetlerde geçen keyfî yasakların tenkidini yaptıktan ve onların Allah'a iftira olduğunu söyledikten sonra, 148. âyette konunun bil­giyi bu âyette de şahitleri istemektedir. Allah'ın bu âyetlerdeki hükümleri, açıklamaları ve değerlendirmeleri, yanlış hüküm, Allah'a iftira ve şirkle kir­letilen din alanım temizlemeyi amaçlamakta ve bunun eğitimini vermektedir.

'Allah bunu haram kıldı" diyen din bilginlerinden, önce delil sonra da $âint istemek gerekir. Kimse dînî alanda bilgisiz, delilsiz ve şahitsiz konuş­mamalıdır. En'âm sûresinin 145. âyetinde Kur'ân'dan delil, 148. âyetinde bilgi. 150. âyetinde de şahit istenmektedir. Günümüzdeki din âlimi ve görev­lileri bu metoda uymak zorundadırlar. Bu keyfî bir kural değil, tam aksine yukarıda verilen üç âyette Allah'ın emrettiği bir metot ve kural olmaktadır.

Din eğitimi faaliyeti, insanlara Kur'ân'dan âyet, bilgi ve şahitle konu­şacak din bilgini ve görevlileri yetiştirmelidir. Bu görevi ve amacı yerine ge­tirmeyen dînî eğitim insanları dinden uzaklaştırır. Kur'ân'ın, bilginin, delilin ve şahidin olmadığı bir fetva alanı, tam bir kargaşa, dağınıklık ve perişanlık manzarası arzedecektir.

2.  'Eğer onlar şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik etme! Âyetlerimizi yalanlayanların ve âhiret gününe inanmayanların arzularına uyma! On­lar Rablerine eş tutuyorlar". Âyetin bu kısmı Allah'a eş koşan, âyetlerini ya­lanlayan ve âhirete inanmayanlara karşı takınılacak tavrı belirlemektedir.

a) "Eğer onlar şahitlik ederse, sen onlarla beraber şahitlik etme!" Demek ki müşrikler yalan yere şahitlik edebilmektedirler. Ya­lan yere şahitlik etmek onların karakteri haline gelmiştir. Bunlara karşı takı­nılacak en önemli tavır, seviyelerine inmemek ve onlarla beraber hareket et­memektir.

b) "Âyetleri-mizi yalanlayanların ve âhiret gününe inanmayanların arzularına uyma! On­lar Rablerine eş koşuyorlar". Bunun anlamı şudur: 136, 137, 138, 139, 140 ve 148. âyetlerde müşriklerin verdikleri fetvalar, tamamen nevalarından kay­naklanmaktadır. Demek ki akıl kaynaklı bilginin yanı sıra bir de hevâ kay­naklı bilgi vardır. Hevâ kaynaklı olan bilgi, zan ve yalandır. Akıl kaynaklı olan ise gerçektir.

Allah bu âyette müşterek hevâdan bahsetmektedir. Onun için hevâ ke­limesini çoğul olarak kullanmaktadır. Öyle görülüyor ki hevânın etrafında toplanmak, aklın, bilginin ve delilin etrafında toplanmaktan daha kolaydır. Hevânın bu çekiciliğinin Hz. Peygamber i etkilememesi için Allah bu emri vermekte ve onların hevâsına uymamasını istemektedir.[113]

 

Temel Haklar:

 

151. De ki: "Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığı­nı okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, ana ba­baya iyilik ediniz, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öl­dürmeyiniz! Sizin de onların da rızkını biz veririz; kötü­lüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayınız ve Al­lah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayınız! işte bunlar Allah'ın size emrettikleridir. İşte düşünesiniz diye Allah size bunları emretti".

152. Rüşd çağına erişinceye kadar yetimin malına, sa­dece en iyi tutumla yaklaşınız; ölçü ve tartıyı adaletle yapınız! Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli olunuz; Allah'a verdiğiniz sözü tutunuz. İşte hatırlayıp öğüt alasınız diye Allah size bunları emretti.

153. Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyu­nuz, (başka) yollara uymayınız; zira o yollar sizi Al­lah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.

Bu üç âyet birbirinin tamamlayıcısı olduğundan bir bütün teşkil etmek­tedirler. Aslında, müşriklerin kendi zan ve yalanlarına dayanarak verdikleri haram fetvalarına hem bir cevap hem de onları düzelten bir özellik taşımak­tadırlar. 151 ve 152. âyetler Allah'ın haram kıldığı ve bizim temel haklar di­ye nitelendirdiğimiz konuları ele almaktadır.

1- "De ki: 'Gelin, Rabbinizin size neleri ha­ram kıldığını okuyayım". Dikkat edilirse Allah, Hz. Peygamber e nelerin ha­ram olduğunu bildirip onları okumasını, yani öğretmesini emrediyor. Orada­ki haram alanına Hz. Peygamber in müdahele etmesine müsaade etmiyor. Al­lah'ın Hz. Peygamber Üen müşriklere öğretmesini istediği haramlar (haklar) nelerdir?

a) "Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayınız!" Bütün pey­gamberler birinci derecede şirkle mücadele ederek, şirkin kirliliğini gönüller­den temizleyip tevhîd inancının gönüllerde yeşermesine gayret etmişlerdir. Allah'a eş koşmayıp Allah'ın bir olduğuna inanmak Allah'ın hakkıdır. İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi hde yer almayan bu hak, Kur'ân'ın haklar be­yannâmesinde birinci sırayı işgal etmektedir.

Hak sahibine hakkını vermek adalet, aksi ise zulümdür. Bu tanımdan hareket edersek diyebiliriz ki, Allah'ın hakkı ona şirk koşmamaktır; yani onu birlemektir. Allah'a bu hakkını vermemek, yani ona şirk koşmak, bu sebeple Lokman sûresinin 13. âyetinde zulüm olarak tanımlanmaktadır.

b) "Anne babanıza iyilik yapınız!" Dikkat edilirse Allah, anne babaya iyilik yapma konusunda emir vermemektedir. Bunun ne anlama geldiği Bakara sûresinin 83. âyetinde anlatıldı. Onun için burada anne baba­ya iyilik konusu anlatılmayacaktır. Sadece, bu iyiliğin anne baba hakkı oldu­ğunu söylemekle yetineceğiz. Demek ki anne babaya iyilik yapmak bir seçe-

c) "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürme­yiniz!" Biz buna "hayat hakkı" diyoruz. Çocuğun hayat hakkı anne karnında başlamakta ve doğduktan sonra da devam etmektedir. Benzer bir âyet de İs-râ sûresinin 31. âyetidir. Çocukların öldürülmesinin ne anlama geldiği En'âm sûresinin 137 ve 140. âyetlerinde açıklandı. Ekonomik endişe yüzünden, ço­cukların hayat haklarının ellerinden alınamayacağım vurgulayan bu âyet, ha­yat hakkına farklı bir boyut kazandırmaktadır. Bütün insanların rızkını Al­lah'ın verdiğine dair iman, bu hakkı çiğnemeyi önleyecektir.

d) "Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayınız!" Biz buna "toplumun hakkı" diyebiliriz. Çünkü toplum biz­den ahlâkî yapının, ahlâkî değerlerin ayakta tutulmasını istemektedir. Bize sunduklarıyla toplum bu hakkı elde etmektedir. Gizli ve açık kötülüklere ya­naşmak, onları işlemek toplumun hakkını çiğnemektir.

e) "Ve Allah'ın yasakladığı cana haksız ye­re kıymayınız!" Yukarıda, "c" şıkkında özel anlamda çocuğun hayat hakkına işaret edildi, burada ise genel mânada hayat hakkına dikkat çekilmektedir. Bu konu Mâide sûresinin 32. âyetinde de açıklandı. "Bir kişiyi öldürmenin bü-riin insanlığı öldürmek" kadar korkunç bir eylem olduğunu söyleyen Tevrat ve Kur'ân, aynı zamanda bir canı kurtarmanın bütün insanlığı kurtarmaya denk olduğunu vurgulamaktadır. En'âm sûresinin 151 ve Furkân sûresinin 68. âyetlerinde hayat hakkına haksız yere dokunulamayacağı ilkesi yer al­maktadır.

f) "Rüşd çağına erişinceye kadar ye-r.min malına sadece en iyi tutumla yaklaşınız!" Biz buna kısaca "yetim hak­kı" diyoruz. Yetimin malına dokunulmaması emredilmektedir. Kur'ân yeti­min haklarına dokunulmazlık ilkesini getirirken, haklar sistemine çok önem­li bir hakkı daha ilâve etmektedir. Aynı hak, İsrâ sûresinin 34. ve Nisa sûre­sinin 10. âyetinde de konu edilmektedir.

g) "Ölçü ve tartıyı adaletle yapınız!" Ekonomik haklardan, "tüketici hakkı" adını verebileceğimiz bir konu ile karşı karşıya-yiz. Aslında bunun adma biz kul hakkı diyebiliriz, ama kul hakkı çok geniş "sır alana yayıldığı için bu ismi veremiyoruz. Âyetin bu kısmındaki emir, tü­keticiyi koruma kanunu niteliğindedir. Aynı konu İsrâ sûresinin 35. Âyetinde şu şekilde ifade edilmektedir: "Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçünüz ve doğru terazi ile tartınız! Bu, hem

daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir".

h) Adaletin hakkı. En'âm sûresinin 152. âyetinde hukukun yanıltılma-ması ilkesi gündeme getirildiğinde, "Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli olunuz!" buyurulmaktadır. Bu konu Nisa sûresinin 135. âyetinde detaylı bir şekilde ele alındı. İnsanlar evrensel bağlamda mahkemede şahitlik yaparken, hâkim olarak karar verirken, huku­kun gereğini yerine getirmek için adaleti elden bırakmamalıdır. Çünkü âdil olmayan insanlar hukukun hakkını çiğnemektedirler. Aslında bu hak da in­sanların haklan arasında yer almaktadır. Konuştuğunda doğruyu söylemeyen insanlar, aslında kul hakkını çiğnemektedirler.

i) Allah hakkı. "Allah'a verdiğiniz sözü tutunuz!" buyuru-lurken, En'âm sûresinin 151-152. âyetlerinde sıralanan haklara Allah kendi hakkı ile başlamakta ve yine kendi hakkı ile bitirmektedir. Allah'a verilen söz yerine getirilince, hak da ortadan kalkmaktadır.

Görüldüğü gibi bu iki âyette, dokuz haktan veya dokuz haramdan bah­sedilmektedir. Âyetlerden şöyle bir sonuç çıkartmak mümkündür: Bazı emir­ler olumsuz emir kalıbında olduğu halde, bazı emirler yasaklama şeklinde değil de olumlu emir kahbındadır; meselâ 151. âyette "Anne babaya iyilik ediniz!" şeklinde olumlu bir emir verilmektedir.

152. âyette, "Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapınız", "Söz söylediğiniz za­man, yakınlarınız dahi olsa adaletli olunuz", "Allah'a verdiğiniz sözü tutu­nuz" şeklinde üç emir, olumlu olarak yer almaktadır. Bir olumlu emir 151. âyette, üç olumlu emir 152. âyette olduğuna göre, dokuz hakkın beşi olum­suz, dördü de olumlu emir kalıbında verilmektedir.

151. âyetin başında, "De ki: 'Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldı­ğını okuyayım" denmişti. Haramlar beş tane, olumlu emirler dört olarak geç­mektedir. Bunun anlamı söz konusu âyetlerde beş haram, dört farz yer al­maktadır. Allah insanların buradaki olumlu emirlerin tersini yapacağına hiç ihtimal vermediğinden, yasak şeklinde değil de olumlu emir olarak vermektedir.

Bu emirlerin sistematiği şöyledir: "Allah'a şirk koşmayınız" olumsuz emir, "Anne babaya iyilik ediniz!" olumlu emir, ondan sonra "Çocuklarını­zı öldürmeyiniz, gizli açık kötülüklere yaklaşmayınız, haksız yere bir cana kıymayınız, yetimin malına yaklaşmayınız!" şeklinde dört olumsuz emir; da­ha sonra "ölçü ve tartıda adaletli olmak, doğru söz söylemek, Allah'a verilen sözün yerine getirilmesi" şeklinde üç olumlu, yani farz emir gelmektedir.

Burada sorulması gereken soru şudur: Yüce Allah'ın bu iki âyette sıra­ladığı dokuz hakkın amacı nedir? "İşte düşünesiniz diye Allah size bunları emretti". Demek ki 151. âyetin sonunda yer alan bu ifade­den anlıyoruz ki, Allah'ın bu emirleri vermekten kastı, insan aklını harekete geçirip çalıştırmaktır. Çünkü akıl çalışmadıkça bu emirler havada kalacaktır. Haram ve farzların yerine getirilmesi akla bağlı olduğu için, âyetin sonunda "Umulur ki aklınızı kullanırsınız" ifadesine yer verilmiştir.

Yüce Allah ikinci amacını 152. âyetin sonunda belirlemektedir: "İşte hatırlayıp öğüt alasınız diye Allah size bunları em­retti" . Demek ki birinci amaç aklı kullanmak, ikinci amaç da düşünmektir. Aslında düşünmek aklın faaliyetleri arasında yer almaktadır. Birincide aklı kullanmak denirken genel bir akıl faaliyeti amaçlanıyor; düşünmek denirken de özel bir aklın faaliyet alanı gündeme getiriliyor.

İkinci soruyu cevaplandırırsak, "Allah'ın bu emirlerine akılla yaklaş­mak gerekiyor" diyebiliriz. Demek ki Allah'ın yasak ve farzlarına, yani bu­radaki genel mânadaki haklar sistemine akıl ve düşünceyle yaklaşıldığı tak­dirde onların değerini anlayıp hayata geçirebiliriz. Önce Allah'ın bu emirle­rini aklımızla karşılayacak, düşüncemizde yoğuracak ve sonra hayata aktara­cağız. "Umulur ki aklınızı kullanırsınız ve yine umulur ki düşünürsünüz" denmesinin amacı, Allah'ın bu emirlerine nefisle değil bunlarla yaklaşılması­nın vurgulanmasıdır.

Ayrıca 152. âyette yer alıp yukarıda bahsedimeyen bir konu burada ele alınmaktadır. "Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz". Bu ifade 152. âyetin bir bölümünü teşkil etmektedir. Haram ve farzların sıralandığı âyetlerde böyle bir ifadeye niçin yer verilmiştir? Yüce Allah dokuz hakkın yerine getirilmesini emrederken, insana fazla yük yükle­mediğini vurgulamak için bu ifadeye yer vermiştir. Söz konusu âyette Al­lah'ın yasaklan veya farzlarının, insanın gücünü aşacak, onu zorlayacak nite­likte olmadığına dikkat çekilmektedir. Aynı ifade Bakara sûresinin 286. âye­tinde açıklandı.

Buradan çıkarılacak netice şudur: Allah yasaklar koyup emirler verir­ken, kulunun gücünü esas almaktadır. Çünkü bütün görevler insan için kon­maktadır.

2. "Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyunuz, (başka) yollara uy­mayınız, zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İste sakınmanız için Allah size bunları emretti".

Bu âyet, 151 ve 152. âyetlerin neticesi durumundadır. Bu âyetlerde sı­ralanan Allah'ın emirleri, yani genel haklar Allah'ın doğru yolunu, yani sırât-ı müstakimi meydana getirmektedir. Bunları yerine getirenler Allah'ın yolu­na girip O'na doğru yol almaktadır. Onun içindir ki, 153. âyette o yola tâbi olunması istenmektedir. Önceki âyetlerin sonunda yer alan "akıl ve düşün­ce "nin Allah'ın yolunu teşkil ettiğine de işaret edilmektedir.

Allah'ın ve insanların haklan Allah'ın doğru yolunu oluşturduğuna, bu yolda yürümeyi de akıl ve düşünce gerçekleştireceğine göre, bu yolun vara­cağı nihaî nokta ne olabilir? Bu sorunun cevabı 153. âyetin son kısmında yer almaktadır. Böyle bir doğru yolun tesisinin ana amacı, tefrikayı ortadan kal­dırıp takva denen ruh olgunluğuna ulaştırmaktır. Onun için de Allah şu yasa­ğı koymaktadır:"Başka yollara uymayınız. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır". En büyük ayrılık Allah'ın yolundan ay-nhp O hdan uzakta kalmaktır. Allah'ın yolundan uzakta kalan insan yüksek ruh olgunluğuna, sorumluluk duygusuna ulaşamaz, "Al­lah size bunları takvaya ulaşasınız diye emretti" ifadesi, 151, 152 ve 153. âyetlerde geçen bütün emirlerin nihaî amacının takva denen ruh olgunluğu­na ulaşmak olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu amacı formüle edersek şöyle bir sistem kurabiliriz: Akıl x düşün-ce=takvâ. Allah'ın emirlerine akıl ve düşünce ile yaklaşılınca takvaya ulaş­mak mümkün olacaktır. Allah'ın belirlediği hakların yolu, Allah'ın yolu, ak­lın yolu, düşüncenin yolu, tefrikayı önleyen tevhidin yolu ve nihayet takva­nın yolu olmaktadır. Bu yolu oluşturan hakların hayata geçirilmesinin ama­cı, aklı harekete geçirmek, düşünceyi oluşturmak ve nihayet takvaya ulaş­maktır.

Bu üç âyet birlikte düşünüldüğünde "on emir" tamamlanmaktadır. 151 ve 152. âyetlerde dokuz emir; 153. âyette de "Allah'ın doğru yoluna uyunuz, başka yollara uymayınız!" ilkesi onuncu emir olmaktadır. Böylece En'âm sûresinin bu üç âyeti, "on emri" insan ha­yatına sokmakta ve ona ruh olgunluğu kazandırmaktadır. Bu sûrenin başın­dan itibaren gelen bütün emirlerin ve anlatımların bu on emirde toplandığına şahit oluyoruz. İnsanın erdemli ve onurlu bir hayat yaşamasının planını çiz­mekte, insanın insanı istismar etmesi, sömürmesi gibi çok büyük hataları ön­lemekte ve şirkle mücadelesini vermektedir.[114]

 

Tevrat'ın Amacı:

 

154. Sonra güzel davrananlara (nimetimizi) tamamla­mak, her şeyi açıklamak, bir kılavuz ve rahmet olmak üzere Musa'ya kitabı verdik ki onlar Rablerine kavuşa­caklarına inanabilsinler.

Bu âyetin içeriği, sanki bir önceki ve bir sonraki âyetlerden farklı gibi görünmektedir. Bizce âyetin daha önce En'âm sûresinin 146. âyetinde yahu-dilere uygulanan bazı gıdalardan mahrumiyet cezasıyla ilgili olduğunu gör­mek gerekir. Diğer taraftan 151, 152 ve 153. âyetlerde geçen genel hakların, Allah'ın doğru yolu, akıl, düşünce ve takva denen manevî gelişim basamak-larıyla da ilgisi vardır.

1. "Sonra güzel dav-rananlara (nimetimizi) tamamlamak, her şeyi ayrıntılı kılmak, bir kılavuz ve rahmet olarak Musa'ya kitabı verdik". Ayetin bu kısmında, Tevrat'ın hem özellikleri hem de görevleri gündeme getirilmektedir. Allah, Tevrat gibi bir kitabın -ki âyet buna sadece kitap demektedir- neden verildiğini açıklamak­tadır.

a) İyi davrananlara nimetini tamamlamak. İyi davranacak olanlara mı, yoksa önceden iyi davranmış olanlara mı? Bu sorunun cevabını ikinci tercümeye göre verecek olursak, Hz. Musa'ya verilen kitap, kitap gelmeden önce iyi davranışta bulunanlara gelmiştir diyeceğiz. Böyle bir tercüme veya yorum doğru olabilir mi? İyiliği hayata geçirip muhsin olacak kadar iyi olan adamın kitaba ihtiyacı var mı? Muhsin insan zaten iyi insandır, iyiyi yaşayan insandır.

İster önceden iyi olana, isterse kitabı aldıktan sora iyi olacak olana ol­sun amaç "nimeti tamamlamaktır". Bundan anlıyoruz ki insan ne kadar iyi olursa olsun, yine ilâhî kitaba ihtiyacı vardır. O zaman kitap, nimeti tamam­layıcı bir özelliğe ve göreve sahip olmaktadır. Burada yapacağımız bir açılım daha vardır: Bir insanın iyi olması, iyiyi hayatına geçirmesi, Allah'ın bir ni­metidir. Belki de var olmaktan sonra en büyük nimet budur. Allah bu nimeti kulu için yeterli bulmamakta, ona tamamlayıcı olsun diye kitabını gönder­mekte, hayatına yeni ve tamamlayıcı bir boyut kazandırmaktadır. Bu açıkla­madan sonra şu neticeye varabiliriz: İnsan ilâhî kitap olmadan bile mükem­mel bir insan olabilir.

Aklını kullanarak iyi olmayı becerebilir. Allah da ona iyi olma nimeti­ni tamamlamak üzere kitabını gönderebilir. İyilere olan nimeti tamamlamak, kötüleri eğitip doğru yola getirmek için elbette vahye ihtiyaç vardır. O zaman geçmişin iyiliğini tamamlayacağı kadar geleceğin iyisini de tamamlayacaktır.

Konuyu biraz daha açarsak "Hz. Musa'ya gönderilen kitap akıl nimeti­nin tamamlayıcısı durumundadır" diyebiliriz. Kitap olmadan insanın iyi ol­masını temin eden akıldır. Kur'ân'm kendisine vahyolunacağını hiç umma­yan (Kasas 28/86); kitabın ve imanın ne olduğunu önceden bilmeyen (Şûra 42/52) Hz. Muhammed'in mükemmel oluşu aklı sayesinde değil miydi? Ona Kur'ân'm verilmesi, ona olan nimetin tamamlanması mahiyetindedir. Hz. Mûsâ da kitabı almadan önce iyi insanlardandı. Bu kitapla O'na olan nimet tamamlanmış oldu. Demek ki âyette geçen "iyilik edenler" veya "iyilik eden"den kasıt, Hz. Mûsâ ve kardeşi Harun olabilir. Çünkü âyetteki  ahsene kelimeleri tekil durumdadır.

b) Her şeyi açıklamak. Tevrat'ın başka bir özelliği veya görevi de za­manında açıklanma ihtiyacı duyulan her şeyi açıklamasıdır. Tabii ki bu açık­lamalar, dinî bakımdan gerekli olan açıklamalardır. Buradaki Js-j^J &-JÛj "her şeyi açıklamak" meselesinin içine Hz. Muhammed'in geleceği de gir­mektedir. Maddî ve manevî anlamda İsrail toplumunun ihtiyaç duyduğu ve duyacağı konular da açıklanmaktadır.

c)  Bir kılavuz olarak. Hz. Musa'ya Allah'ın verdiği kitabın başka bir özelliği veya görevi de "kılavuzluk" yapmaktır. Bu özelliği açısından da Kur'ân ile aynı özelliği paylaşıyordu. Âyette , hüden olarak geçen bu özellik veya görevi, "rehber" veya "kılavuz" olarak tercüme etmek mümkün­dür. Şeytanın ve nefsin tozdumana kattığı dünyada doğru yolu bulmak için bir kılavuza ihtiyaç vardır. Hz. Musa'nın kitabı İsrâiloğullan ha bunu temin etmek için gönderilmişti.

d) Bir rahmet olarak. Kur'ân bir rahmettir. Peygamberlere gönderilen kitapların müşterek özelliklerinden biri de budur. Rahmet olma özelliğini bir­kaç açıdan açıklayabiliriz: Allah'ın kitabı gönüllere, beyinlere inince, orada canlanma başlatmaktadır. Ayrıca onun rahmet oluşu, insanlara merhameti öğ­retmek için ilâhî merhameti getirmektedir. İlâhî âlemden, ilâhî merhameti ge­tirdiği için bir rahmet olma özelliğine sahiptir.

Allah bu kitabı niçin indirdi? Yukarıda sayılan görevler kitabın indirili­ri için güdülen amaçlardır. Ama bu amaçların ötesinde de bir amaç vardır:

"Umulur ki onlar Rablerine kavuşacaklarına yürekten inanırlar".

Böylece Hz Musa'nın kitabı nimeti tamamlarken, her şeyi açıklarken, kılavuzluk ederken ve rahmet olurken amacı, Allah'a imanı gerçekleştirmek­ti. Âhiret inancını yaymak, insanların ona inanmasını temin etmek önde ge­len amaçlardan biri olmaktadır. Âhirete iman o kadar zordur ki, onu ancak Allah'ın gönderdiği kitap gerçekleştirebilecektir.

İnsan kendi aklıyla iyiyi bulabilir, ama âhirete iman edilmesi gerektiği­ni bulamaz. Allah'ın var olduğunu anlar ve bu fikre, imana ulaşabilir; ahla­ken mükemmel bir hayat yaşayabilir. Böyle bir durumda devreye vahiy gir­mektedir. Âyetin başında geçen nimeti tamamlamaktan kasıt, âhiret inancı­nın mevcudiyetini anlatmak ve ona inanmayı temin etmektir. Fakat imanı gerçekleştirecek olan insan olduğundan, Allah onun adına kesinlik yerine  le'alle (umulur ki) kelimesine yer vermektedir.[115]

 

Kur'an Ve Merhamet:

 

155. Bu da bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Bu­na uyunuz ve sakınınız ki size merhamet edilsin.

Hz. Musa'ya indirilen kitap (Tevrat) anlatıldıktan hemen sonra Kur'ân gündeme getirilmektedir. Kur'ân'ın başka yerlerinde de bu duruma rastlamak mümkündür. En'âm sûresinin 91 ve 92. âyetleri bu" şekilde sıralanmıştır. 90. âyette Hz. Mûsâ'mn insanlara bir nur ve kılavuz olarak getirdiği kitabı Al­lah'ın indirdiği belirtildikten sonra 92. âyette, kendisinden öncekileri doğru­layan "mübarek" Kur'ân'ın indirildiğinden bahsedilmektedir. Hûd sûresinin 17. âyetinde aynı âyet içerisinde Kur'ân ve Tevrat İn ele alındığına şahit oluyoruz. Mâide sûresinin 44. âyetinde Tevrat, 46. âyetinde İncil ve 47. âyetin­de Kur'ân peşpeşe ele alınmaktadır. Ahkâf sûresinin 12. âyetine bakılırsa, bu anlatım biçimi orada da görülecektir.

Bu âyette Kur'ân'ın mübarek olma özelliği öne çıkarılmaktadır. Kısa­ca "kutsal ve bereketli" anlamına gelen bu kelime, Tevrat'ın yukarıda belirti­len özelliklerinin bereketli olduğunu ifade etmektedir. Ferdî anlamda insanın ruhuna, sosyal anlamda topluma bereket getirmektedir. Bereketli, yani kutsal olan kitaba uyulması gerekiyor. Onun içindir ki, "Ona uyunuz!" ifade­sine yer verilmektedir. Ardından "Sakınınız!" emri gelmektedir. "Kur'ân'a karşı çıkmaktan sakınınız, ona olan sorumluluğunuzun bilincinde ve onu ha­yata geçirecek ruh olgunluğunda olunuz!" denmek istenmektedir. Bereketli Kur'ân'a tâbi olur ve sakınırsak ne olacak? Kur'ân'ın amacını bu sorunun ce­vabında bulmak mümkündür.

 "Umulur ki merhamet olunursunuz". Allah'ın merhameti­ne nail olmak, onu elde etmek için Kur'ân'a tâbi olmak ve takva denen ruh olgunluğuna ulaşmak gerekiyor. Kur'ân'a tâbi olmanın anlamı, onu öne ge­çirip ardından gitmektir. Yoksa kendi düşüncesini, ideolojisini, siyasî görü­şünü öne alıp Kur'ân'ı onun ardından getirmek değildir.

Kur'ân vasıta olamaz. Kur'ân'ı öğrenmek, tatbik etmek, insanların bir amacı olmalıdır. Kendilerini öne çıkarıp Kur'ân'ı vasıta kılamazlar. Onun için Allah, Kur'ân'ın ardından gidilmesini emretmektedir. Kur'ân'ı amaç edi­nen, kendi düşünce ve ideolojisini onun hizmetine sunan insanlara merhamet etmesinin ümidinin belirdiğini açıklamaktadır.[116]

 

Kur'ân ın Amacı:

 

156.  Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından gerçekten habersizdik de-meyesiniz diye.

157.  Yahut, eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk, demeyesiniz (diye). İşte size de Rabbinizden açık bir delil, kılavuz ve rahmet geldi. Allah'ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevi­renden daha zâlim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çe­virenleri, yüz çevirmelerinden dolayı azabın en kötü­süyle cezalandıracağız!

Bu âyetlerin Hz. Peygamberin döneminde yaşayan insanlara hitap eden tarihî bir boyutu olduğu kadar, bütün zamanların kendilerine kitap gel­meyen toplumlarını da içine aldığını söylemek gerekir. Allah Kur'ân'ı neden indirdiğini açıklamaktadır. Böylece âyetler hem bu sebebi açıklamakta hem de Kur'ân'ın diğer görev ve özelliklerini gündeme getiriyor.

1. "Kitap, yalnız bizden önceki iki toplu­luğa indirildi". Bu ifade çok önemli sosyal ve dinî mesajlar taşımaktadır. Araplar Hz. İsmail'in, İsrâiloğulları da İshak'ın soyundan geliyorlardı. İki kardeşten türeyen ve kardeş toplumlar olarak takdim edilen toplumlar birbir­lerinin dinlerini kabul etmiyorlardı. Onun içindir ki, Araplar Yahudiliği ve Hıristiyanlığı kabul etmediler. Demek ki iki kardeş toplum hem toplumsal yapı hem de din açısından kesin hatlarla birbirinden ayrı idiler. Araplar put­perest idiler, diğerleri ise kitabın ne olduğunu biliyordu. Araplar içerisinde Hz. Muhammed gibi Hanîf dinine mensup olanlar vardı.

Diğer taraftan Araplar kitaplı bir dine sahip olmak istediklerini de bu sözleriyle açığa vurmuşlardı. Toplumsal ayrıcalığı o kadar ileri götürdüler ki, dinî ayrılığa kadar vardırdılar. "Biz onların kitabını kabul etmiyoruz, bize de kitap inmelidir" dercesine, kitap beklentisi içine girdiler. Onların bu beklen­tisi putperestliklerine mazeret olarak sunulmaktadır.

2. "Biz onların okumasından gerçekten habersizdik demeyesiniz diye...". Âyetin bu kısmında dirâset kelimesi yer almaktadır. Bunun anlamı "okumak, ders görmek, öğretim faaliyeti içinde olmak"tır. Ya­hudi ve hıristiyanlar, kendi kitaplarını ana dilleriyle okutup öğrettiklerinden Araplar onu anlamıyorlardı. Onların dilini bilmediklerinden, o kitapları öğ-renemedikleri, bunu putperestliklerine mazeret olarak sundukları anlaşılmak­tadır. Böylece öğretim faaliyetinin ana dili ile yapılmasının zarureti ortaya çıkmış olmaktadır. Ana dili ile eğitimin zorunlu olduğu, bu kanunun Allah ta­rafından konduğu, İbrahim sûresinin 4. âyetinden anlaşılmaktadır.

Kur'ân'm indirilmesi suretiyle onların hem bu dünyada hem de âhiret-teki mazeretleri ortadan kaldırılmış oldu. Bunlar, "Bizden önceki iki toplulu­ğa kitap verildi, biz onların öğretim faaliyetlerinden gaflette idik" mazereti­nin dışında başka mazeret de ileri sürdüler.

3. "Yahut, bize de kitap indirilsey-di, biz onlardan daha çok, doğru yolda olurduk, demeyesiniz diye". Bu söz­leriyle Araplar'ın, kitap ile hidâyet arasında bağlantı kurabildikleri veya ku­rabilecekleri ortaya çıkmaktadır. Aslında 156. âyetteki mazeretle buradaki mazeretin gelecekte söyleneceği anlaşılmaktadır.

Diğer taraftan öğretimin yapılmamasının yanlış inanç ve davranışlar için bir mazeret olacağı gerçeğine de dikkat çekilmektedir. "Gerçek şu ki, halkı habersizken Rabbin haksızlıkla ülkeleri helak edici değildir" (En'âm 6/131); "Biz bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz" (İsrâ 17/15) âyetlerinde olduğu gibi, öğretim olmadan sorumluluk ve ceza yoktur.

Daha doğru yolda olacaklarını söylemekle, sahip olacakları kitabı daha iyi tatbik edeceklerine işaret edilmektedirler. Bu da şu demektir: Yahudilerin ve hıristiyanların kendi kitaplarını tam manasıyla tatbik etmediklerini Arap­lar biliyorlardı. O kadar ki, bir "doğru yol" bir de "en doğru yol" kavramla­rının farkındaydılar. Putperest ve süflî bir hayata sahip olan bir toplum bile kitap eğitimi ile doğru yola, hatta daha doğru yola girilebileceğini biliyordu. Demek ki kötü yolda olan insanlar bile iyi yolun, doğru yolun özlemini çe­kiyorlar.

"Onlardan daha doğru yolda olurduk" ifadesinde, aynı zamanda doğ­ruda, iyide bir yarışmanın olabileceğine de işaret vardır. Daha kaliteli olanı yakalamak için bir yarış olmalıdır. Daima daha doğru ve iyiye doğru bir gay­ret içinde olmak gerekiyor.

4. "İşte size de Rabbinizden açık bir delil, hi­dâyet ve rahmet geldi". Buradaki özellikler Kur'ân'ı anlatmakta ve En'âm sûresinin 104. âyetinde, Hz. Musa'ya indirilen kitabın özelliklerini andırmak­tadır.

a) Burada beyyine özelliği, Hz. Musa'nın kitabı için tafsîlen li-külli şey'in olarak geçmiştir. Beyyine her şeyi açıklayan delil mâ­nasına olur, Hz. Musa'nın kitabı da "her şeyi açıklamak" için gönderilmiştir. Kur'ân da hakikatin açık bir kanıtı durumundadır.

b)  Bu âyette Kur'ân'ın bir rehber olarak takdimiyle, Musa'ya verilen kitabın özelliğine sahip olduğu ortaya konmaktadır. Tevhîd inancına sahip ol­mayan insanlar kördür. Kör insanların kılavuza ihtiyacı vardır. Kur'ân, ceha­letin ve nefsin oluşturduğu karanlığın içinde kalan insanlara kılavuzluk et­mektedir.

c) En'âm sûresinin 154. âyeti açıklanırken, Tevrat İn rahmet özelliğine işaret edilmişti. Kur'ân da aynı görevi yapmakla yükümlüdür. Bunun anlamı şudur: Rahmet yeryüzüne su olarak indiği zaman, toprağa canlılık verir, var olan bitkileri geliştirir. Kur'ân da insanın gelişmesine yardım eder ve onu ol-gunlaştınr.

5. ''Allah'ın âyetlerini yalanlayıp onlar­dan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir?" Allah'ın âyetlerini yalanlamak, manevî bir hastalıktır. Bu hastalığın en önemli yanı bulaşıcı olmasıdır. Onun. için önce " kezzebe, sonra da sadefe fiilleri gelmiştir. Birincisi "sapıklık", ikincisi de "başkasını yoldan çıkartmak"tır. Yalanlama eylemini başkasına bulaştırmaktır.

Allah'ın âyetlerine yakışan, onlara iman etmek ve onlara gereken değe­ri vermektir. Onlara bu şekilde davranmak adalettir, yani onların hakkını ver­mektir. Onları yalanlayınca, yerli yerine konmayan bir hareket yapılmış ola­cağından, Allah onu zulüm olarak tanımlamaktadır. Ama bu, eşi benzeri ol­mayan bir zulüm niteliğini taşımaktadır.

Allah'ın âyetlerini yalanlamak, sonra onu başkasına bulaştırarak yoldan çıkarmak, zulüm kavramına kültürel ya da dinî bir tanım kazandırmaktadır. Zulüm kavramında, şirk ile Allah'ın âyetlerini yalanlamak ve onlardan yüz çevirmek buluşmaktadır. Zulmün fizikî anlamı karanlıktır. Allah'ın âyetlerini yalanlamak, onu başkasına bulaştırıp yüz çevirmesine sebep olmak da karan­lık bir iştir. Bu karanlık beyin ve gönül karanlığıdır.

6. "Âyetlerimizden yüz çe­virenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın en kötüsüyle cezalandıracağız". Âyetin bu bölümünde, sebep-sonuç ilişkisi içinde ilâhî cezalandırmanın na­sıl olduğuna ışık tutulmaktadır. Allah kendiliğinden azap etmemekte, onların yüz çevirme eylemleri azaba dönüşmektedir.

Din eğitimcileri, insanların eylemlerinin azaba dönüştüğünü öğreterek, Allah'ın kullarına zulmetmediğini, eylemlerinin geriye dönüşü şeklinde oldu­ğunu vurgulamalıdırlar. Bu âyetteki "azabın en kötüsü" ifadesinin sebebi şu­dur: 156. âyette kendilerinden önceki iki gruba kitap verildiğini, kendilerine verilmemiş gibi şikâyet ettiklerini gördük. Bir taraftan kitap verildiği takdir­de onlardan daha doğru yolda olacağını söyle, sonra da gelen âyetleri yalan­la ve onlara sırtını dön. Bu durum azabın en kötüsünü getirecektir.[117]

 

İman Ve Fayda:

 

158. Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini yahut Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da imanında bir hayır ka­zanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz. De ki: "Bekleyiniz, şüphesiz biz de beklemekteyiz".

Bu âyetin analizinden çıkarılacak önemli ilkeler vardır, ancak önce âye­ti açıklayalım.

1. Müşriklerin beklentisi. Âyetin birinci bölümünde, kendilerine kitap geldiği takdirde, yahudi ve hıristiyanlardan daha doğru yolda olacaklarını söyleyenler, iman etmemek için işi yokuşa sürerek olmayacak işleri günde­me getirmektedirler.

a) "Meleklerin onlara gelmesini..." Melekler onlara nere­den gelecekti? Bu sorunun cevabını Bakara sûresinin 210. âyeti vermektedir. O âyete göre, buluttan gölgeler içinde Allah'ı ve melekleri bekliyorlardı. Bu beklenti meselesi, Nahl sûresinin 33. âyetinde ele alınmaktadır. Bu âyette, melekler ve Allah'ın emirleri beklentisi içinde oldukları görülmektedir. Ba­kara sûresinin 210. âyetinde ve Nahl sûresinin 33. âyetinde iki beklentileri varken, En'âm sûresinin 158. âyetinde melekler, Allah ve Allah'ın bazı âyet­leri olmak üzere üç şey bekliyorlardı. Demek ki Allah'ın ve meleklerin, bu­luttan gölgelerin içinden çıkıp gelmeleri beklentisi içine girmişlerdi.

b) "Senin Rabbinin gelmesini..." Bakara sûresinin 210. âyetin­de önce Allah'ı, sonra melekleri beklerlerken, En'âm sûresinin 158 ve Nahl sûresinin 33. âyetinde önce melekler, sonra Allah bekleniyordu.

c)  "Yahut Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini..."

Âyetin bu kısmında geçen "âyetler" kelimesini, alâmetler olarak tercüme et­memizin sebebi, âyetin devamıdır. Bu üç şeyden şunu çıkartıyoruz: İnsanlar maddenin ötesine geçemedikleri için, inanılacak olan şeyleri hep görmek is­terler. "Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça gör-"-.€dikçe asla sana inanmayız" (Bakara 2/55) demeleri ile yahudiler Allah'ı me isteğinin geleneğini başlatmış oldular. Müşriklerin, En'âm sûresinin " 5S. âyetinde istedikleri olmayacak üç şeyi, iman etmeleri için ileri sürdük­leri anlaşılmaktadır. Ama bu durumlardan üçüncüsü geldiğinde, iman etme­nin fayda vermeyeceğine dikkat çekilmektedir.

2.  "Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazan­mamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz". "Rabbinin bazı alâmet­leri" denen şeyler, kıyametin alâmetleri anlamına gelmektedir. Allah'ın alâ­metleri geldikten sonra yapılacak iman fayda vermeyecektir; tıpkı ölüm anın­da yapılan iman gibi. Yûnus sûresinin 90. âyetinde Firavun boğulmaya baş­layınca, Allah'a iman ettiğini söyledi, ama 91. âyette Allah "Şimdi mi?" di­yerek imanının kabul edilmeyeceğini buyurdu.

Diğer taraftan âyetin bu kısmında "imanından bir iyilik kazanmamış" ifadesi yer almaktadır. İman insanı iyi işler yapmaya sevketmelidir. Kur'ânî irJamda iman, hemen ardından iyi amel gelmelidir. İnandığı halde bir iyilik yapmayan kimseye de imanı bir fayda getirmemektedir.

Demek ki iman ettiğini sözle söylemek değil, davranışlarla ifade etmek gerekiyor. Bu davranışlar da iyiyi, faydalı olanı getiren davranışlar olmalıdır. Böylece Allah, kendisinin ve meleklerin gelmesini değil, Allah'ın alâmetleri­nin gelmesi neticesinde neler olacağını açıklayarak bu beklentinin hem yan­lış hem de neticesinin ölümcül olacağını vurgulamaktadır.

3. "De ki: 'Bekleyiniz, elbette biz de beklemekteyiz". İnanan insanın beklemesi ile inanmayanın beklemesi arasındaki fark vurgu­lanmaktadır. İnanan ve imanı kendisine fayda verenle, inanmayanın beklen­tileri birbirinden farklıdır.[118]

 

Dinde Tefrika:

 

159. Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlarla senin hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.

Âyette geçmişin geleceğe bıraktığı en kötü miraslardan biri ele alın­maktadır.

1. "Dinlerini parça parça edenler". Bu âyet, dinlerini par­çalayanları ele almaktadır. Bunun anlamı kendi dinlerinde tefrika yaratıp, di­nin, inanç sisteminin bütünlüğünü bozmaktır. Din insanları belli bir inanç çerçevesinde birleştirip tevhîd inancını, davranış bütünlüğünü ve fikrî bera­berliği tesis etmek için gönderilmiştir. Parçalanmayı, bölünmeyi din alanına sokmak, dine yapılacak en büyük ihanettir.

Burada şu soruyu sormakta yarar vardır: İnsanlar niçin dinlerinde tefri­kaya düşerler, dinlerini parça parça ederler? Bu soruya birkaç âyetle cevap verilebilir.

a) Öz benlikleriyle Allah'a yönelmemek. Rûm sûresinin 31. âyeti şöy­ledir: "Hepiniz Allah'a yönele­rek O'na karşı gelmekten sakınınız, namazı kılınız, müşriklerden olmayınız!" Beyin, gönül ve nefsin bütünleşmesiyle Allah'a yönelmemek, dinde tefrika meydana getirecektir. Onun içindir ki önce "Allah'a yöneliniz!" sonra "Müş­riklerden olmayınız!" emri verilmektedir. Bu âyetin ardından 32. âyette "Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan olmayınız!" emri gelmektedir. Bütün öz benliği ile Allah'a yönelince şirkten, ardından da dinini parçalayan olmaktan kurtulmuş olunacaktır.

b) Allah'ın yolundan başka yollara tâbi olmak ve onları takip etmek. Daha önce En'âm sûresinin 151-153. âyetlerinde Allah'a giden yolu oluşturan haklar veya yasaklar görülmüştü. Allah'a şirk koşmamak, anne babaya iyilik etmek, açlık korkusuyla çocukları öldürmemek, toplumun ahlâkını bozmamak için gizli-açık kötülüklerden sakınmak, haksız yere bir cana kıy-rramak. yetimin malına kötü niyetle yaklaşmak, tartı ve ölçüde âdil olmak, koccşunea doğruyu söylemek, Allah'a verilen sözü yerine getirmek vb. Bu ycjfan dışındaki yollara tâbi olmak insanı Allah'ın yolundan ayıracak; akıl,  ve takvanın yolundan sapmak ise dinde tefrikaya düşmenin sebebi

c) Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak. Bu konu daha öoce Bakara sûresinin 85. âyetinde ele alınmıştı. "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"; "Kendilerine 'Allah'ın indirdiğine iman ediniz' denilince: 'Biz sadece bize indirilene inanırız' der­ler ve ondan başkasını inkâr ederler" (Bakara 2/91). Dinde tefrika, bölün­müşlük, o dinin kaynağını teşkil eden kitabın hükümleri konusundaki bölün­müşlük, onun bütününe olan imandaki parçalanmadan kaynaklanmaktadır.

b) Dinde gelişigüzel fetva vermek. Nahl suresinin 116. Âyetinde,  "Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak, 'Bu helâldir, şu da haramdır' de­meyiniz, aksi takdirde Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan iftirada bulunanlar kurtuluşa eremezler".

Helâl ve haram denince din alanına girilmiş oluyor. Herkes bildiği ve bilmediği konularda konuşursa, dindar sayısı kadar ortaya din çıkar ve ilâhî-lik özelliğini yitirir. Dinin kaynağı bir tarafa atılır, insanların görüşleri öne çı­kar ve böylece dinde tefrika başlar. Bunu önlemek için Kur'ân bazı mesajlar vermektedir. Meselâ Nahl sûresinin bununla ilgili 43. âyeti şöyledir: "Eğer bilmiyorsanız, Kur'ân'ı bilenlere sorunuz"; Kendi fetvalarını, görüş ve felsefelerini Kur'ân ve Peygamber'in sünnetinin önüne geçirince dinde tefrika başlar. "Ey iman edenler! Allah'ın ve peygamberinin önüne geçmeyiniz" (Hucurât 49/1). "Allah'a ve âhirete gerçek­ten inanıyorsanız, tartışmaya düştüğünüz konuyu Allah'a ve Peygamberi'ne götürünüz" (Nisa 4/59).

Dinî meselelerde birlik ve beraberliğe ulaşabilmek için bu âyetlerin emrettikleri yerine getirilmelidir. Aksi takdirde, Rûm sûresinin 32. âyetinde olduğu gibi, "Herfırka, kendilerinde olanla böbürle-necektir". Her böbürlenen grup kendine özgü bir din oluşturmuş olacak, din­de büyük bir bilgisizlik ve saygısızlıkla bölünmeler başlayacaktır. O zaman "Dini ayakta tutunuz ve onda ayrılığa düşmeyiniz!" (Şûra 42/13) emri boşta kalacak, Allah'ın lütfunun kesilmesine sebep olacak­tır.

2. "Gruplara ayrılanlar..." Tefrikanın istediği en büyük kur­ban, dînî meselelerdeki birlik ve beraberliğin katledilmesidir. Tefrikayı bes­leyen en büyük gıda da gruplara ayrılmak ve o grupların birbirleriyle tartış­malarıdır. Dinde tefrikaya düşüp gruplara ayrılmak kolay başlar, ama geri dö­nüşü çok zor olur. Bu gruplar Kur'ân'ın mesajının en iyi temsilcisi oldukla­rını iddia ederler.

3. "Senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur" şeklinde tercüme et­tiğimiz bu kısmı Muhammed Esed'in meali ile daha anlaşılır buluyoruz: "On­lar için yapabileceğin hiçbir şey yoktur". Muhammed Esed'in meali ile din­de tefrika ve bölünüp gruplaşmaya çare bulmanın çok zor olduğu fikrine ula­şıyoruz. Hiçbir şey yapılamayacak olanlar kimlerdir? Âyetin bu kısmını Hz. Peygamber'e tahsis edersek, ilk bakışta ,Sİİ leşte kelimesindeki t> te harfi, doğrudan Hz. Muhammed'i muhatap almaktadır. O zaman dinlerini parçala­yıp gruplar haline gelenler, yahudi ve hıristiyanlardır. Onlar kendi inanç ve anlayışlarında kaldıkları müddetçe yapılacak bir şeyin olmadığı vurgulan­maktadır. Muhammed Esed'in mealinin haklı olduğunu âyetin devamı ispat­lamaktadır.

4. "Onların işi ancak Allah'a kalmıştır". Demek ki senin on­lar için yapacak hiçbir şeyin yoktur; yani onlar için hiçbir şey yapamazsın, çünkü onların işi Allah'a kalmıştır. Beşerî anlamda onların bu dinde tefrika yaratıp grup haline gelmeleri çözümü olmayan bir durumdur.

5. "Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir". Âye­tin bu kısmında, inkarcıların yaptıklarının yanlarına kalmayacağı; tefrikaları, grupçuluk yapıp Allah'ın dinini incitmeleri, dünyada süslü gördükleri bu ey­lemlerinin ne kadar tiksindirici olduğunun önlerine konup kendilerine göste­rileceği bildirilmektedir.

Dinî eğitim açısından da şu neticeyi çıkartıyoruz: Din eğitiminin ana sorunlarından biri, belki de en önemlisi, dini parçalamayı ve bu konuda grup­lara ayrılmayı önlemektir. Din adına gruplaşıp birbirini tekfir etmenin vehâ-rnetıni insanlara anlatarak, din alanına gereken saygınlığı kazandırmaktır. Hz. Peygamber'in yapabileceği bir şeyin olmadığı bir duruma düşmeden ön­ce tedbirin alınması, din adına bilenlerin konuşması, dinin kaynağından in­sanlara anlatılması, din öğretimi ve eğitiminin yapması gereken işler arasın­da yer almaktadır. Toplumlar gerçek anlamda din bilginlerini yetiştirirlerse, islim âleminin geleceği aydınlıktır.[119]

 

Cezada Denklik, Ödülde Fazlalık:

 

160. Kim bir güzellik getirirse, ona getirdiğinin on katı var. Kim de kötülük getirirse, o sadece getirdiğinin den­gi ile cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.

Dikkat edilecek olursa bu âyet, hukukta bir devrim özelliği taşımakta­dır. Çünkü hukukun en önemli sorunlarından biri, suça denk cezayı bulmak­tır. Bu alanda Kur'ân'ın getirdiği yenilik, ceza suçtan fazla olamaz, yani su­ça denk cezanın verilmesi gerektiğidir.

Allah bu kuralı koyduktan sonra, önce dünyadaki uygulamanyla bu ku­rala kendisi uydu ve âhirette de buna uyacağını vaad etti. Suça denginden fazla ceza vermenin zulüm olacağı da âyetin sonunda ifade edilmektedir.

Şûra sûresinin 40. âyetinde "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür" buyurulurken, aynı ilkeye işaret vardır. Diğer taraftan bir iyiliğe ve­rilecek olan karşılık veya ödül, ondan fazla olabilir. Allah bu konuda bazı âyetlerde j£ hayr "daha iyisi" ifadesine yer vermektedir. Meselâ Nemi 89, Kasas sûresinin 84. âyetleri bunlara örnek gösterilebilir. Bazı âyetlerde de taÇj ziyâde (fazlası) demektedir; Yûnus sûresinin 26. âyetinde olduğu gibi.

Diğer bazı âyetlerde Allah ne kadar vereceğini, rahmetinin sonsuzluğu ile belirlemektedir. Bakara sûresinin 261. âyetinde bire yedi yüz ve bire son­suz vereceğini beyan etmektedir. Kasas sûresinin 54. âyetinde, sabredenlerin ödülünün iki kat verileceğine işaret edilmektedir. Demek ki bire iki, bire on, bire yedi yüz, bire sonsuz şeklinde ödüllendirmeler yapılmaktadır.

Aslında yukarıda verilen âyetlerde geçen ödüldeki fazlalık genel mâna­da bir rakamı değil, yapılan iyi bir amele verilecek olan karşılığın sonsuzlu­ğunu ifade etmektedir. Ancak buradaki ödüllerde görülen farklılıkların, o ameli gerçekleştirenin niyetine ve amelden insanlığın elde ettiği istifadeye göre oluştuğunu söylemekte yarar vardır. Bunların ötesinde En'âm sûresinin 12 ve 54. âyetlerinde, Allah'ın rahmeti kendisine yazdığını ve A'râf sûresinin 156. âyetinde, rahmetinin her şeyi kapsadığını beyan ettiğinden, ödülün da­ima amelden fazla tutulmakta olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. "Onlar haksızlığa uğratılmazlar" ifadesi bu konu ile bağlantılı düşünülme­lidir. Allah, kulunun yaptığı ibadetler, çalışma ve hayırların karşılıksız kal­mayacağını, kaldığı takdirde bunun zulüm olacağım vurgulamaktadır.

Böylece Allah "zulme" farklı bir tanım getirmiş olmaktadır. Bir suça kendi büyüklüğünden fazla ceza vermek veya iyi bir ameli ödüllendirmemek zulümdür. Başarıyı ödüllendirmeyen toplumlar zulmetmektedirler. İnsanlığa faydalı bir şey üreten mutlaka ödüllendirilmelidir ki, daha başarılı işler mey­dana gelsin. Bir başarının, faydalara dönüşmesi ödüllendirilmeye bağlıdır. Çünkü ödüllendirilmeyen başarılar, zamanla solarlar.[120]

 

Söylenmesi Gerekenler:

 

161. De ki: "Rabbim beni dosdoğru yola iletmiştir. Güçlü, pürüzsüz dine, Hanîf olan ibrahim'in dinine. Ibrâhim, ortak koşanlardan değildi".

Âyetin açıklamasından önemli neticeler çıkacaktır. Hidâyet kime aittir? Bu sorunun cevabı Bakara sûresinin 272. âyetinde açıklandı. Burada aynı izahlara girilmeyecek, ancak bazı hususlar vurgulanmaya çalışılacaktır.

Allah Hz. Peygamber'e kendisini Rabb'inin hidâyete erdirdiğini insan­lara ilân etmesini emretmiştir. Bu emirde, Hz. Peygamber'in bir beşer oldu­ğu, kendisinin hidâyete iletme gücüne sahip olmadığı, bu sebeple onu tanrı­laştırmanın doğru olmayacağı vurgulanmaktır. "Şok dönüş" anlamındaki hi­dâyetin kaynağında Allah'ın olduğuna dikkat çekilmektedir.

"Rabbim bizi doğru yola getirdi" demekle "Ben Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim" (Ar'âf 7/188) demenin hiçbir farkı yoktur. Bunun başka bir anlamı, peygam­berliğinden önce ve sonra da bir peygamberin Allah'ın hidâyetine ihtiyacı vardır. Burada peygamber Allah'ın hidâyetine, doğru yola iletmesine muhtaç iken peygamberi hidâyet kaynağı olarak görmek veya normal bir insanı hi­dâyet edici olarak takdim etmenin şirke götüreceği gerçeği açıkça ortaya çık­maktadır.

Yüce Allah Hz. Peygamber'i aynı zamanda güçlü, pürüzsüz, düzgün bir dine iletti. Daha doğrusu pürüzsüz, sağlam bir din vasıtasıyla onu doğru yo­la iletmiş oldu. "Sağlam bir dine" ifadesini, hidâyete ne ile ilettiği şeklinde anlamakta yarar vardır. Sağlam, pürüzsüz ve düzgün bir inançla doğru yola iletmiştir. "Hanîf olan İbrahim'in dinine" denirken, peygamber olmadan önceki inanç sistemine, yani Hanîfliğe işaret edilmektedir.

Hanîf kavramı Bakara sûresinin 135. âyetinde açıklandı. "Sağlam, ku­sursuz, dengeli" mânasına gelen bu kelime, Hz. İbrahim'in şirkten eser bu­lunmayan bir inanca sahip olduğunu ifade etmektedir. Âyetteki millet keli­mesini "inanç" mânasına almakta yarar vardır. Hz. Peygamber'e Kur'ân gel­meye başlamadan önce bir dine değil, Hanîf olan bir inanca mensuptu. Şûra sûresinin 52. âyetinde, "Sen kitap nedir, iman nedir bil­mezdin" buyurulmaktadır. Millet kelimesini "din" olarak tercüme edersek, din kavramının içine kitap ve iman girecektir.

Zaten âyetin sonundaki ifade hanîf kelimesine ve dolayısıyla millet ke­limesine açıklık getirmektedir. "O, müşriklerden değildi". Şir­ke sapmamış olmak, Hanîf inanca sahip olmayı ifade etmektedir. Yüce Allah müşrik olmayan Hz. İbrahim'i örnek olarak göstermektedir. Niçin Hz. İbra­him örnek gösterilmektedir?

Hz. îsâ ya da Hz. Musa'yı örnek verseydi, o dönemdeki yahudi ve hı-ristiyanlar, Hz. Muhammed'in daha önce kendi dinlerine mensup olduğunu söyleyeceklerdi. Tıpkı "İbrahim ne yahudi ne de hıristiyandı. Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi" (Âl-i İmrân 3/67) âyetinde olduğu gibi. Kendilerinden önce yaşamış bir pey­gamberi kendi dinlerine mensup olduğunu söyleyecek kadar câhil insanlar, Hz. Peygamber'i de aynı şekilde göreceklerdi. Bundan dolayı, onların da iti­raz edemeyecekleri bir şahsiyet örnek gösterilmiştir. "Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi" (Âl-i İmrân 3/67) ifadesinden, örnek oluşunun delilini çıkartıyoruz.

Pürüzsüz bir inancın oluşturduğu doğru yola ancak Allah ulaştırabilir. Günümüzün en önemli konularından birini teşkil eden hidâyet konusunun in­sanlara öğretilmesi gerekir. Bu durum din âlimlerinin öncelikli görevleri ara­sında yer almaktadır.[121]

 

Her Şey Allah'a Aittir:

 

162. De ki: "Şüphesiz benim namazım, kurbanım, haya­tım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir".

163.  "O'nun ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben müslümanlann ilkiyim".

1. Bu âyette dört husus konu edilmektedir: Namaz, kurban, hayat ve ölüm. Hayata varlık, ölüme de yokluk denebilir. Yüce Allah bunu söyleme­sini Hz. Peygamber'den isterken, ibadetlerdeki niyetin kime yapılacağına dikkat çekmektedir. Namaz Allah için kılınır, kurban Allah için kesilir. Bu ni­yetler başka birisiyle paylaşılamaz. Sadece namaz ve oruç değil, hayat ve ölüm de Allah içindir.

Dikkat edilirse namazdan hemen sonra kurban getirilmiştir. Bunun bir benzerini de Kevser sûresinin 2. âyetinde bulmaktayız. "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!" Orada namazdan sonra kurban kesme ibadeti geldiği gi­bi, yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 162. âyetinde de na­mazdan hemen sonra kurban gelmektedir. Kevser sûresinde emir kipinde gel­diği halde burada isim olarak getirilmiştir.

Kevser sûresinde Jİlj v'enhar (kurban kes) şeklinde emir verilirken, En'âm sûresinin 162. âyetinde nüsük (kurban) kelimesi yer almaktadır. Ba­zı müfessirler nüsük kavramını "ibadet" olarak mânalandırmışlardır. Zemah-şerî bu kelimeyi "ibadet, kurban, hac" mânalarına almıştır. Semerkandî, "yaklaşma"; İbn Abbâs, "din, hac, kurban, ibadet"; Kâdî Beyzâvî, "ibadet, kurban, hac"; Hâzin ise, Mücâhid, Saîd b. Cübeyr, Dahhâk ve Süddî'den nak­lederek bu kavramın hacda ve umrede kesilen kurban, ibadet ve Allah'a yak­laştıran bütün ibâdetler olarak mayalandırmaktadırlar.

Burada nüsük kelimesinin mânasından hareket ederek ne anlama geldiğine açıklık getireceğiz. Neseke "Allah'a kulluk etmek, güzel fiillerle Allah'a yaklaşmak, kurban kesmek, elbiseyi su ile yıkayıp temizlemek, yeri verimli kılmak için gübrelemek, güzel işlere ve yollara devam etmek"; nesuke "zâ-hid olmak"; mensik ve onun çoğulu olan menâsik "ibadet yapılan yer, zâhid olmanın yolu, usulü, kurban boğazlanan yer" mânasına gelmektedir.

Râzî bu kavramın anlamını özetle şöyle açıklamaktadır: Kesilen hayva­nın kendisi. "Kim şöyle yaparsa, ona bir nüsük, yani akıtacağı bir kan ceza­sı gerekir" sözü de bu anlama gelmektedir. Saieb ibnü'l-A'râbî'nin şöyle de­diği nakledilmektedir: Nüsük "saf dökme gümüş" manasınadır. Her eritilip dökülmüş maddenin bir kalıbı vardır. İbadet edene de nâsik denir. Çünkü o insan, kendini günâhın kirlerinden arındırmış gibi saf bir hale gelmiştir. Bu izaha göre, Allah'a yaklaşmayı temin eden ibadettir; fakat örfte genellikle ke­silen kurban anlamında kullanılmıştır.

Nüsük kelimesinin kurban anlamına geldiğine delil olarak Hac sûresi­nin 34. âyetini getirebiliriz. Orada mensek kelimesinden hemen sonra, hay­vanların üzerine Allah'ın isminin anılması gelmektedir. Kurban anlamına gel­meseydi, böyle bir ilişki olmazdı. En'âm sûresinin 162. âyetindeki nüsük ke­limesi ibadet anlamına alınırsa, ondan önce gelen namazın ayrı sayılmaması gerekirdi.

En'âm sûresinin 162. âyeti, bütün benliğini ve yapıp ettiklerini, ibadet­lerini tamamen Allah'a teslim etmek ve O'ndan başkasını tanrı olmaktan dış­lamak anlamındadır. Bir önceki âyette Hz. İbrahim'in inancına Hanîflik de­nirken, bu âyette o inancın ne olduğu açıklanarak, En'âm sûresinin 79. âye­tine işaret edilmektedir: "Ben Hanîf olarak bütün benliğimi, gökleri ve yeri yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim" şeklinde imanını ortaya koyan Hz. İbrahim'in örnek alınması gerekir. Hz. İbrahim'in bu ifadesi, bir bakıma Hz. Peygamber'e tek­rar edilmektedir.

En'âm sûresinin 162. âyetinin sonu Fatiha sûresinin 2. âyetini andır­maktadır.  "Âlemlerin Rabbi Allah'a aittir". Fatiha sûresinde, ham-din âlemlerin Rabbi Allah'a ait olduğu ifade edilirken burada namazın, kur­banın, hayatın ve ölümün âlemlerin Rabbi Allah'a ait olduğu vurgulanmaktadır. Demek ki gerçek benliğini bulabilmek için benlikten vazgeçmenin eğiti­mini veren bu âyette, insanların ibâdetlerinden kendilerine bir pay çıkarma­maları, kendilerinde bir ayrıcalık görmemeleri vurgulanmaktadır.

2. 163. âyetle bu anlamın açılımı yapılmaktadır.

a) Allah'ın ortağı yoktur. İnsanın ibadetlerinin ve bütün varlığının Al­lah'a ait olması demek, O'na şirk koşmamak demektir. Hz. Peygamber'e de böyle söylemesi emredilirken, kendisinden sonra gelecek olan bütün müslü-manlann şirkten nasıl arınacaklarının öğretisi verilmektedir. Hz. Peygamber bununla emredildiğini söylemekle, dinin önde gelen değerinin tevhîd inancı­nın ağacını dikebilmek için şirki ortadan kaldırmak olduğuna dikkat çekmek­tedir. "Bana sadece bu emrolundu" demekle, bu inanç sisteminin kendisi ta­rafından kurulmadığını, bunun ona öğretildiğini ifade etmektedir.

b) "Ben müslümanların ilkiyim" derken, kendine gönderilen dinin ilk "inanan"ı olduğuna işaret etmesi istenmektedir. Tabii ki Hz. Peygamber'den önce müslüman olanlar vardı. Son dinin ilk müslümanı ve Allah'a ilk teslim olan olduğunu açıklaması istenmiştir. Aynı ifade tarzı Zümer sûresinin 11-14. âyetlerinde yer almaktadır: "De ki: 'Bana, dini Allah'a has kılarak O'na kul­luk etmem emrolundu. Bana müslümanların ilki olmam emrolundu". De ki: "Rabbime karşı gelirsem, doğrusu büyük günün azabından korkarım". Dini Allah'a has kılmak, müslümanların ilki olmak, Allah'a âsî olmaktan korkmak gibi dinin temel prensipleri burada olduğu gibi, En'âm sûresinin 162-163. âyetlerinde de gündeme getirilmiştir.[122]

 

Dinde Bütünlük:

 

164. Şunu da söyle: "Allah her şeyin Rabbi iken O'ndan başka Rab mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklen­mez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. Ve O, ihtilâfa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir".

Artık En'âm sûresinin son kısmında yer alan ve Allah'ın Hz. Peygam-ber'e söylemesini emrettiği tevhîd inancı ile ilgili ilkelerin sonuncusuna gelmiş bulunmaktayız.

1. "De ki: 'Allah her şeyin Rabbi iken ben O'ndan başka Rab mi arayacağım?" Burada 161. âyetten itibaren insanlara öğretil­mesi istenen tevhîd inancının son hükümleri de Kur'ân'da yerini almaktadır. Her şeyin Rabbi olandan başkasına tanrılık sıfatı verilemez. "Her şeyin Rab­bi" demek, "her şeyi yaratan, doğruya kılavuzluk eden, besleyip büyüten, terbiye eden" demektir. Hz. Peygamber Allah'tan başka bir yaratıcı arayışı içinde olmayacağını söylerken, arayanlara hatalı olduklarını öğretmektedir. Onlara tevhîd inancına gelmelerinin gerekliliğini hatırlatmaktadır. Bu ifade­den öyle anlıyoruz ki, müşrikler Allah'ın Rab sıfatını, yani O'nun rubûbiyeti-ni kabul ediyorlardı.

Rubûbiyyetini kabul edenler, ulûhiyyetini başkalarıyla paylaşıyorlardı. Rabhkh Mhlık aynı şeylerdir. Önün içindir ki âyette Allah ile Rab yan yana gelmiş, Allah'ın Rab sıfatıyla neler yaptığı anlatılmıştır. Rab sıfatı gereği yaptıklarıyla, Allah'tan başka tanrı aramayı engellemektedir. Yüce Allah eşi ve benzeri olmadığını yaptıklarıyla ispat etmektedir.

2. "Herkesin kazandığı kendisine ait­tir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez". İnsanın işlediği iyilikle kö­tülük kendisine aittir. Böylece Allah iyiyi ve kötüyü ferdîleştirmektedir. Hu­kukta suçun ferdî olması ilkesini Kur'ân getirmiştir. Toplumları aşiret sevi­yesinden medenî seviyeye çıkaran temel hukuk ilkelerinden birisi de budur.

Bu ilke, medenî olmanın göstergelerinden biridir. Hukuktaki değişimin topluma kazandırdıklarının önünde gelen bu ilke, Kur'ân eğitiminin temel direklerinden birini teşkil etmektedir. 160. âyette "Kim de kötülük getirirse, o sadece getirdiğinin dengi ile cezalandırılır" denirken, suça denk cezanın bulunması ve suçun ferdîliği öğretilmektedir. Her iki âyet ve kural, Kur'ân'ın bir hukuk eğitimi verdiğinin delili olmaktadır. "Herkes kendi düşüncesinden, sözlerinden, yapıp ettiklerinden sorumludur" ilkesini benimseme seviyesine kolay gelinmemiştir. Toplumların ahlâkî, dinî ve hu­kuki bakımdan bu ilkeyi işletir hale gelmesinin bedeli epey ağır olmuştur.

Günümüzde ilkel toplumlarda kendi adamlarının suç işlemesi duru­munda, onu çeşitli yollarla kurtarma denemeleri yapıldığı görülmektedir. Suç başkasına anlamadığı gibi, ondan kurtarmak için başkaları da çaba vermeme­lidir. Hukuk hem koruyucu hem de cezalandırıcı bir nitelik taşımalıdır.

3. "Ve O, ihtilâfa düştüğünüz gerçeği size haber vere­cektir" . Âyetin bu bölümünü açıklarken şu soruyu sormak gerekir: Kim ihti­lâfa düşüyordu ve hangi konularda ihtilâf ediyorlardı ve niçin uyuşmazlığa düşüyorlardı? Üç konuyu içine alan bu soruyu şu şekilde cevaplandırabiliriz:

a) Uyuşmazlığa düşenler, En'âm sûresinin 159. âyetinde açıklandığı gi­bi, dinlerini paramparça edip gruplara ayrılanlardır. Bununla beraber bunla­rın kimler olduğu ortaya çıkmadı. Görülebileceği gibi bunlar En'âm sûresi­nin 156 ve 157. âyetlerinde bahsedilen müşriklerdir. Onlar, kendilerinden ön­ceki yahudi ve hıristiyanlara kitap verildiğini, kendilerine verilirse daha doğ­ru yolda olacaklarını söylemişlerdi.

İhtilâf edenler sadece müşrikler değil, aynı zamanda yahudi ve hıristi-yanlardı. Bakara sûresinin 113. âyetinde bu husus şu şekilde anlatılmaktadır: "Hepsi de kitabı (Tevrat ve İncil) okumakta oldukları halde yahudiler, 'Hı­ristiyanlar doğru yolda değillerdir' dediler. Hıristiyanlar da 'Yahudiler doğ­ru yolda değillerdir' dediler. Kitabı bilmeyenler de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıya­met günü onlar hakkında hükmünü verecektir". Bundan anlıyoruz ki ihtilâf yahudi ve hıristiyanlar arasında cereyan ediyordu. Kitabı bilenler de uyuş­mazlık gösteriyor, bilmeyenler de. Aynı uyuşmazlığı Hac sûresinin 67-69. âyetlerinde de görmek mümkündür.

İslâm'dan sonra bir din gelseydi, ya da Kur'ân'dan sonra başka bir ki­tap gelseydi, bizim uyuşmazlıklarımız da orada yer alacaktı. "Kur'ân'da müşrikler, yahudi ve hıristiyanlar yer alıyor" diye bizim ondan kurtulmamız mümkün değildir. Dinimizin çeşitli konulan hakkındaki ihtilâflarımız onla-nnki kadar derin, tehlikeli ve yıpratıcıdır. Yüce Allah bunları anlatırken, on-lan terbiye etmeyi değil, müslümanlan terbiye etmeyi amaçlamaktadır.

b) "Neden ihtilâf ediyorlardı?" sorusunun cevabmı verebilmek için Ba­kara sûresinin 213. âyetine bakmak gerekir. Orada ihtilâfın sebebi olarak kıs­kançlık gösterilmektedir. Bağy kelimesi ile ifade edilen bu sebep, şu şekilde anlatılmaktadır: "Ancak ken­dilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra aralarındaki kıs­kançlıktan dolayı dinde anlaşmazlığa düştüler". Aslında bağy, kıskançlığın biraz daha ileriki safhası olan haset anlamına gelmektedir.

c) "Hangi konularda ihtilâf ediyorlardı?" sorusunun cevabı, Bakara sû­resinin 213. âyetine göre din konusudur. En'âm sûresinin 159, Enbiyâ sûre­sinin 93 ve Mü'minûn sûresinin 53. âyetlerine göre ihtilâfın temel konusu, dindir. Daha önce En'âm sûresinin 136. âyetinden 150. âyetine kadar olan âyetlerde ihtilâfın konusu haram ve helâl meseleleriydi. Daha çok hayvani gıdalar üzerinde neyin helâl neyin haram olduğu konusunda ihtilâf ediliyor­du. Meryem sûresinin 37. âyetine göre, Hz. îsâ'nın Allah'ın oğlu veya Al­lah'ın kendisi olup olmadığı meselesinde gruplar ihtilâfa düştüler.

Bakara sûresinin 76. âyetine göre kitap, Bakara sûresinin 253. âyetine göre peygamberlere iman etme, Hz. îsâ'yı öldürüp öldürmedikleri (Nisa 4/156); cumartesi tatili (Nahl 16/124) konularında ihtilâfa düştüler. Bunlar ihtilâf edilen konulann sadece birkaçıdır.

Yüce Allah ihtilâf ettikleri konuları kendilerine mahşerde haber verme­den önce, ihtilâflannı bu dünyada çözebilmelerini sağlamak için Kur'ân'ı

"Allah peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Aralarında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, peygamberlerle beraber gerçekleri içinde taşıyan kitapları da gönderdi" (Bakara 2/213);

sana sırf hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye indirdik"  (Nahl  16/64);

"Doğrusu bu Kur'ân, İsrâiloğulları'na, hakkında ihtilâf ede geldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır" (Nemi 27/76). Bu âyetler bize neyi öğretiyor? Kur'ân'a inanan İslâm âlimle­ri ve din görevlileri, ihtilâf çıkartma yerine ihtilâfları çözme görevinde ol­duklarını öğretmektedir.

Âyetin bütününe bakıp bir netice çıkaracak olursak diyebiliriz ki, Al­lah tan başkasını tanrı edinmek, hayvan etlerinin hangisinin helâl ve haram olduğu konusunda ihtilâfa düşmek, din alanını kirletmektedir. Bu kirliliği te­mizlemek işi Kur'ân'a ait olduğuna göre, din eğitimcileri bu görevi Kur'ân'ın önderliğinde yapmalıdırlar.[123]

 

Af Ve Merhamet:

 

165. Sizi yeryüzünde iktidar sahipleri yapan O'dur. Ver­diği nimetlerle sizi denemek için kiminizi kiminizden de­recelerle üstün kılan O'dur. Şüphesiz Rabbin, cezası ça­buk olandır ve gerçekten O, çok bağışlayan, çok merha­met edendir.

Genelde Kur'ân, özelde En'âm sûresi bazı hususların yapılmasını, ba­zı hususların da yapılmamasını emrederken, insanları imtihana tâbi tuttuğu­nu bildirmektedir.

1. "Sizi yeryüzünde iktidar sahipleri yapan O'dur". Âyetin bu kısmı, yeryüzünde öne çıkıp iktidarı ele alma konusunda Allah'ın müdahalesini gündeme getirmektedir. Halîfe kavramı, Bakara sûresinin 30. ayetinde anlatıldı. Burada sadece "onun yerine geçmek, mirasçısı olmak, iktidarı ele geçirmek" anlamına geldiğini söylemekle yetineceğiz.

Yüce Allah, bazı dönemlerde bazı toplumlara iktidarı lütfederken, dün­ya toplumları arasında da bir veya birkaç toplumu öne çıkarıp dünyayı idare etme yetkisini vermektedir. Bunun anlamı, Allah takdir etmedikçe bir toplum veya grup iktidarı ele alamaz. Ama Allah'ın takdiri de o grup veya toplumun çalışmasına ve aklını kullanmasına bağlıdır. Toplumu veya insanlığı idare edecek nitelikte olmayan insanlara bunu vermeyecek, aksine beyin ve gönül gücünü yerli yerinde kullanan ve insan olmanın nimetlerini devşirene vere­cektir.

2. "Verdiği nimetlerle sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur". Âyetin bu kısmını üç açıdan ele almak gerekir.

a) İnsanları birbirinden üstün kılmanın anlamı, psikolojik kabiliyetler­dir. Akıl, zekâ ve yetenek bakımından daha donanımlı insanlar vardır. Psiko­lojik anlamda insanların birbirlerinden.farklı yaratıldıkları, bilimsel ve fıtrî bir gerçektir. Her toplumun ve insanlığının %11'i üstün zekâlı, %69'u orta ze­kâlı ve % 20'si de normalin altındadır.

Üstün zekâlı olanlar icatları yapacak, siyaseti yürütecek, ekonominin kaptanı olacak ve insanlığı veya tek bir toplumu zenginleştirip ileri götüre­ceklerdir. Akıl, zekâ ve yeteneklerle donatılmış olmak bir imtihan konusudur. "Verdiği nimetlerden" ilk planda anlaşılanlar, psikolojik nimetlerdir. Psiko­lojik farklılıkların uyuşmaya mı, kavgaya mı sebep olduğu konusu, imtiha­nın alanı haline gelmektedir.

b) Yüce Allah ekonomik açıdan insanları birbirlerinden üstün kılmıştır. "Verdiği nimetler" ifadesi, hayatın bütün ekonomik imkânlarını belirtmek üzere kullanılmıştır. Nahl sûresinin 71. âyetinde bu husus şöyle ifade edil­mektedir: "Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi". Ekonomik rızıkta niçin böyle davrandığını da Zuhruf sûresinin 32. âyetinde anlattı: "Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık". Eğer bütün insan­lar aynı ekonomik imkânlara sahip olsalardı, iş görecek insan bulamazlardı, iş hayatı dururdu. Ekonomik farklılığın sebebi, istihdam politikasıdır.

Bir topluma veya gruba verilen farklı ekonomik nimetler, bir imtihan konusudur. Cimrilik yapan ya da ekonomik imkânları başkalarına baskı ara­cı yapanlar, bu imtihanı kaybetmişlerdir. Siyasî iktidarın elden gidişi diyebi­leceğimiz iktidar değişiminin sebeplerinden biri de budur (Muhammed 47/38).

c) Yüce Allah şeref ve makam, ya da sosyal ve siyasî statü bakımından da insanları farklı kılmıştır. Düşünen, doğru bilgi üreten, bu bilgileri hayata geçirip faydalı amel haline getirenlere şeref verileceği, Fâtır sûresinin 10. âyetinde beyan edilmektedir. Bir toplumun, dünya toplumlar ailesinde şeref bakımından öne geçmesi veya bir grubun toplum içinde asaletini geliştirerek Allah tarafından üstün kılınması da bir nimettir. Bu nimet de imtihan alanına girmektedir.

Akıl, kabiliyet, zekâ, ekonomik güç ve şeref bir araya gelip bunlara iman da katılınca, iktidar Allah tarafından takdir edilmektedir. Hatalardan dönülmesi halinde, karşılarında Allah'ın affını ve merhametini bulacaklardır. Çünkü halkı ıslah edici olan bir toplumu Allah helak etmeyecektir (Hûd 11/117).

Bu açıklamalarla En'âm sûresinin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Genel bir değerlendirme yapmak gerektiğinde şu maddeleri sıralamak mümkün ola­caktır:

1. Yüce Allah kendi kudretini ve yaptıklarını anlatarak tek tanrı oldu­ğunu, O'nu tek tanrı tanımakla O'na eş koşmanın ne anlama geldiğini, bu inancın insanlar arasındaki farkı belirleyici bir etken olduğunu, inkârın ve şirkin insanlığı kirlettiğini anlatmaktadır.

2. Allah rahmeti, merhameti kendine yazdığını, yani kendine bir görev olarak tayin ettiğini, aslında rahmetinin gazabından daha kapsayıcı olduğunu vurgulamaktadır.

3. Hz. Peygamber'e gösterilen tepkinin aslında ona değil de, Allah'ın Ayetlerine olduğuna, bu sebeple onlara karşı sabırlı davranılmasma, bu tepki-"erin eski peygamberlerin zamanından beri devam edegelen bir süreç olduğu­na, müslümanın dininin herhangi bir değerine hakaret ettirmemesinin önem­di olduğuna, başkalarının tanrısına küfretmenin kendi Allah'ına küfretmek olacağına dikkat çekilmektedir.

4. Gaybı ancak Allah'ın bilebileceği, yanlışların peşinde koşup kendini heder eden insanlara Kur'ân'la öğüt vermenin önemi, Hz. İbrahim'in Allah'a varış serüveninin cazibesi vurgulanmaktadır.

5. Allah'ın demediğini "dedi" diyerek O'na iftira etmenin zulüm oldu­ğuna, mahşerde herkesin, Allah'ın huzuruna tek tek geleceklerine ve kendi yaptıklarıyla baş başa kalacaklarına, hangi delili getirirseniz getiriniz, bazı insanların eğitilemeyeceğine işaret edilmektedir.

6. Gelişigüzel fetva vermenin doğru olmadığı, neyin helâl neyin haram olduğunu Allah'ın Hz. Peygamber'e bildirdiği ve bunları haklar sistemi ola­rak sunduğu, dinde tefrika çıkaranların zor eğitilecekleri gündeme taşınmak­tadır.

7. Akıl, bilgi, iman, düşünce, bilinç, anlayış gibi insanî değerlerin bir­leşmesiyle insanlığın ayağa kalkacağı, yüceleceği, Allah'ın katında değer ka­zanacağı anlatılmaktadır.

8. Bu sûrede, kâinatı araştırıp kanunlarını bilmenin, öğrenmenin insana ödev olarak verildiğine şahit olmaktayız.[124]



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/217-218.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/219-223.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/223-226.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/227-229.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/229-230.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/230-231.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/231-234.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/234-236.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/236-237.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/237-241.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/241-242.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/243-244.

[13] Buhârî, "Tevhîd", 15.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/244-248.

[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/248-250.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/251-253.

[17] Buhârî, "Rikak", 18.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/253-255.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/255-257.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/257-263.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/263-266.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/266-270.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/270-278.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/278-280.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/280-281.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/281-287.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/288-289.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/289-296.

[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/296-298.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/298-300.

[31] Nesâî, "Dahâyâ" , 42.

[32] Râzî, age, IX,416.

[33] Nesâî, "Dahâyâ", 42.

[34] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/301-307.

[35] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/307-310.

[36] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/310-313.

[37] " tbn Hanbel, IV, 145.

[38] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/313-318.

[39] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/318-322.

[40] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/322-324.

[41] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/324-325.

[42] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/325-331.

[43] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/332-335.

[44] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/335-342.

[45] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/342-345.

[46] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/346-347.

[47] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/347-349.

[48] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/350-354.

[49] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/354-356.

[50] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/356-366.

[51] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/366-369.

[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/369-373.

[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/373-377.

[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/378-379.

[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/380-381.

[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/381-384.

[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/384-386.

[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/386-392.

[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/392-397.

[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/397-401.

[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/401-414.

[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/414-417.

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/417-424.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/424-426.

[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/427-428.

[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/428-430.

[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/430-433.

[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/433-436.

[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/436-439.

[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/440-441.

[71] Menâr, IV, 323.

[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/441-451.

[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/451-456.

[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/456-461.

[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/462-463.

[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/463-464.

[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/465-466.

[78] Kutub, age, V,369.

[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/466-470.

[80] Müslim, "Kader", 17.

[81] İbn Mâce, "Duâ", 2.

[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/470-476.

[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/476-481.

[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/482-487.

[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/487-489.

[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/489-497.

[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/497-500.

[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/500-504.

[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/504-508.

[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/508-509.

[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/509-511.

[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/511-515.

[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/515-517.

[94] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/517-520.

[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/520-521.

[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/521-522.

[97] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/522-526.

[98] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/526-52.

[99] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/528-530.

[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/531-534.

[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/534-537.

[102] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/537-538.

[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/538-541.

[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/541-543.

[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/543-545.

[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/545-547.

[107] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/547-549.

[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/549-551.

[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/551-553.

[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/553-555.

[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/555-559.

[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/13-14.

[113] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/14-16.

[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/16-23.

[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/23-26.

[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/26-27.

[117] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/27-31.

[118] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/31-33.

[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/34-37.

[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/37-38.

[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/39-40.

[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/41-43.

[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/43-47.

[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/47-50.