Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla:
İnsanın Yaratılışı, Ömrü Ve Şüphe:
Allah'ın Maddi Ve Manevi Alemle İlişkisi:
Allah'ın Ayetlerine Karşı Kafirlerin Tavrı:
Allah'a İman Ve Ahiret İnancı:
İlahı Uygulamaya Karşı Koymak:
Allah'a Kavuşmayı İnkar Edenlerin Durumu:
Peygambere Tepki Allah'a Tepkidir:
Fereta Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Yalanlama, Saptırma Ve Doğru Yol:
Azap İnsana Kendi Yaptıklarından Dolayı Dokunur:
Peygamber Kendine Vahyedılene Uyar:
Kur'an, Sosyal Seviye Farkının Gözetilmesini Yasaklar:
Allah'ın Âyetlerini Açıklamasının Sebebi:
İnsan Ceza Vermede Acelecidir:
Sıkıntı Anında Dua, Rahatlık Anında Şirk:
Peygamberler İnsanların Vekili Değildir:
Müslüman Dinine Hakaret Ettirmemelidir:
Cennet Kelimesinin
Kur'ân'daki Anlamları:
İmanla Zulüm Birbirine Karıştırılmamalı:
Allah'ın Dereceler Verdiği Peygamberler:
Hz. Muhammed'e İndirilen Vahyi İnkâr Etmek:
Kur'an Nedir Ve Onunla Ne Yapılır?
Allah'a İftira Edenlerin Cezası:
Allah'ın Madde Ve İnsanla Olan İlişkisi:
Âyetler Derinlemesine Açıklanıyor:
Farklı İnançlara Mensup İnsanlar Arasındaki Tartışmada
Metot:
Cin Ve İnsanlardan Meydana Gelen Şeytanlar:
Allah'ın Adı Anılarak Kesilen Hayvan:
Doğru Yol Ve Ogut Dinleyen İnsan:
Ma’şer Kelimesinin
Kur’andaki Manaları:
Uyarılmayan Toplumların Durumu:
Sahte Tanrılar Da Kurban İster:
Dine Beşeri Düşünce Karıştırmak:
Hicr Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Cezada Denklik, Ödülde Fazlalık:
Tamamının Mekke'de indiği konusunda ittifak vardır. Ancak 20, 21, 91,
93, 114, 151. âyetlerinin Medine'de nazil olduğu şeklinde de rivayetler
mevcuttur. Kendinden önceki sûrelerle
bağlantısı olduğu gibi, aynı zamanda onların bir açılımı durumundadır.
En'âm terimi "dört bacaklı, iki tırnaklı, geviş getiren, otobur
hayvanlar" anlamına gelmektedir. Etleri yenen hayvanların
tanımlandığı bu açıklamalardan hareketle, diğer sûrelerle bağlantısı
olduğunu söylemek mümkündür.
Bakara sûresinin yahudilere kesilmesi emredilen ineği ele alması
bakımından En'âm süresiyle bir bağlantısı vardır. Yahudilerin buzağıya
tapmaları, Mekke müşriklerinin putlarına davarlarını adayarak kesmeleri bize
gösteriyor ki, insanlar hayvanları kutsamışlardır. Bakara sûresinde,
Isrâiloğulları'mn gönlündeki
şirki boğazlamak ve tevhîd inancını korumak için kutsallık verdikleri
ineği boğazlamaları emredilmişti. En'âm sûresinde de davarlar konusunda
Araplar'ın yanlış uygulamaları ele alınmakta, bu konudaki yanlış inanış
biçimleri açıklanmaktadır. Bu sebeple En'âm sûresinin Bakara sûresi ile bir
bağlantısı vardır ve onun bir açılımı durumundadır.
Nisa sûresinin 119. âyetinde şeytan insanları etkilerken davarların
kulaklarını yarmayı emredeceğini söylemektedir. Orada da davarlar vasıtasıyla
insanlara yanlış iş yaptırdığını itiraf ettiği için En'âm sûresinin davarlar
konusuyla Nisa sûresine bağlantılı olduğu görülmektedir. Hangi hayvanların
etinin helâl, hangilerinin haram olduğunu anlatan Mâide sûresinin 1-4.
âyetleriyle bağlantılı olduğundan, bu sûrenin de bir açılımı durumundadır. Dört
ayaklı, iki tırnaklı, geviş getiren ve otobur davarların kurban olacağını
emreden Hac sûresinin 28, 30 ve 34. Âyetleriyle bağlantısı olduğundan, bu sûre
ile de alâkası vardır. Anlayışsız, basiretsiz ve sağır inkarcıları yüce Allah,
en'âma benzetmektedir. Bu bakımdan da En'âm sûresinin A'râf, Furkân ve Muhammed
süreleriyle bağlantısı vardır. Hayvanlardan çeşitli açılardan istifade etme
konularını ele alan Nahl, Mü'minûn, Zümer, Fâtır, Zuhruf, Furkân, Yasin, Tâhâ,
Abese, Secde süreleriyle de yakından alâkası vardır. En'âm sûresi,
"hamd"le başlaması sebebiyle Fatiha, Kehf, Sebe ve Fâtır süreleriyle
de konu bağlantısı vardır. Hz. Peygamber'i kendi oğullarını tanıdıkları gibi
tanıyıp sonra inanmayan kitap ehlini ele alması bakımından, Bakara sûresinin
146. âyetiyle alâkası vardır. Bu sûrede şirkle mücadele verilmektedir. Dünya
hayatına tapmanın yanlışlığı gösterilerek âhiret inancı vurgulanmaya
çalışılmaktadır. Genel anlamda haklar ele alınmakta, ahlâkın
üzerine oturduğu temel değerler işlenmekte, tebliğ görevi yapılırken
karşılaşılacak tepkiler, tebliğin metotları, gafletin ve cehaletin meydana
getirdiği yanlışlar ve Câhiliye döneminin bâtıl inançları, Allah'a iftira ve
yalancı peygamberlerin durumu ele alınmaktadır. Bir adı da Hucce olan sûre 165
âyettir.[1]
1. Her türlü övgü, gökleri ve yeri yaratan, derin karanlıkları ve
parlak aydınlığı var eden Allah'a aittir. Sonra hakikati inkâr edenler, başka
güçlen rableri ile eş tutarlar.
Bu âyetin analizine geçmeden önce, Fatiha sûresinin 2. âyetine işaret
ettiğini söylemek gerekir. Orada âlemlerin rabbi olan Allah'a övgü tahsis
edilirken, burada ise övgü, göklerin ve yerin yaratıcısı, karanlıkların ve
ışığın var edeni olan Allah'a özgü kılınmaktadır. Böylece Fatiha sûresinin 2.
âyetinde yer alan rab kavramının, yaratma ve var etme anlamı burada zikredilirken;
Kehf sûresinde rab sıfatının öğretici ve eğitici mânası; Sebe sûresinde rab
sıfatının sahiplenme anlamı, Fâtır'da da yine ya-tstama. Ne lacym etme an\am\
gövdeme getvdlmektedk. B\t bakıma Etv' âm, Kehf, Sebe ve Fâtır sûrelerinin ilk
âyetleri, Fatiha sûresinin 2. âyetinin açılımı olmaktadır.
En'âm sûresinin 1. âyeti, Mâide sûresinin son âyeti olan 120. âyetin
devamı mahiyetindedir. Mâide sûresinin 120. âyetinde, göklerin ve yerin Allah'a
ait olduğu ve Allah'ın her şeye gücü yettiği söylendikten sonra, bu gücün neler
yaptığı, Mâide sûresinin ilk âyetlerinde açıklanmaktadır. Bu konu beraberliği,
En'âm sûresinin, Mâide'nin devamı olduğu düşüncesini uyandırmaktadır. Mâide
sûresinin 120. âyetiyle ilgili olarak şu soruyu sorarsak, bu devamlılık
özelliği daha net bir biçimde anlaşılır: Gökler ve yer nasıl Allah'a ait
olmaktadır. O'nun kudretinin her şeye yettiğinin delili nedir? Bu sorunun
cevabı, gökleri ve yeri yaratması, karanlıklarla ışığı var etmesi sebebiyle
onlar Allah'a aittir ve Allah'ın gücünün her şeye yettiğini yaptıklarından
anlıyoruz. Böylece Mâide sûresinin 120. âyetinden, En'âm sûresinin başladığını
söylemenin yanlış olmayacağı ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple Mâide sûresinin
120. âyetinin, En'âm süresiyle alâkası olduğunu söylemek mümkündür.
1. Hamd kavramı, Fatiha
sûresinin 2. âyetinde açıklandı. Hamd-den sonra ele alınması gereken konu,
göklerin ve yerin yaratılmasıdır. Kur'ân'ın genelinde göklerin önce, yerin de
sonra yaratıldığı düşüncesini uyandıran bir kavram dizisi olduğu görülmektedir.
Önce gökler sonra yer yaratıldığına işaret edercesine, gökler, önce
gelmektedir.
Bu konuya açıklık getirebilmek için Enbiyâ sûresinin 30. âyetini
hatırlamak gerekir. Orada göklerle yerin bitişik olduğu, daha sonra onların
birbirinden ayrıldığı ifade edilmektedir. Bu âyetten öyle anlaşılıyor ki,
önceleri bitişik olan göklerle yer, bir anda ayrılıp bir anda yaratılmışlardır.
O zaman En'âm sûresinin 1. âyetindeki dizilişten, öncelik sonralık fikrini
çıkarmak doğru değildir.
Duhân sûresinin 9-12. âyetlerinde öncelik yeryüzüne verilmiştir. Duhân sûresinin bu âyetleri, Enbiyâ sûresinin 30. âyeti ile nasıl bağdaştırılacaktır? Enbiyâ sûresinin 30. âyetinde, göklerle yerin ilk ayrılışı anlatıldığı halde, Duhân süresindeki âyetlerin, bu ayrılıştan sonraki safhayı ele aldığı görülmektedir. Çünkü bu âyetlerde yeryüzü yaratıldıktan sonra göklere yönelmiştir. Bu âyetlerde göklerle yerin aynı anda ayrıldığı, ama önce yeryüzünün sonra göğün düzenlendiği ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan göklerin çoğul, yerin tekil olarak kullanılmasının sebebine
gelince; Mülk sûresinin 3. âyetinde "yedi gök"ün yaratıldığı söylenmektedir.
Aynı sûrenin 5. âyetinde de dünyaya en yakın olan gökten bahsetmektedir. Onun
için En'âm sûresinin birinci ve sonraki âyetlerinde gök kavramı çoğul olarak
kullanılmaktadır. Bazı âyetlerde de "semâ" şeklinde tekil olarak
geçmektedir.
Aslında gökleri yedi gök olarak yaratmasının aynısını yer için de yarattığını,
Talâk sûresinin 12. âyetinde anlatmaktadır: "Allah, yedi göğü ve yerden
bir o kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasında inip durmaktadır ki, böylece
Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz
".
"Yerden bir o kadarını yarattı" ifadesini açarsak, yer küresi
gibi yedi gezegen yarattığını anlamak daha doğru olacaktır. Ayrıca En'âm
sûresinin 1. âyetinden çıkarılacak bir öğretim metodu daha vardır. Göklerin
önce, yerin sonra gelmesi, uzaktan yakına öğretim metodunun kullanıldığına
delildir. Yüce Allah önce tabiat kanunlarına dikkat çekmektedir. Uzaktan yakına
doğru metodu kullanılarak, bütün övgünün nasıl bir Allah'a ait olduğunu
anlatmaktadır. İnsanın uzak çevresi ile yakın çevresi gündeme getirilerek ders
verilmektedir. Böylece "yaratma" sıfatının göksel ve yerel kanunlar
olarak nasıl tecellî ettiğini gündeme taşımaktadır.
Diğer taraftan âyetin devamında karanlıklarla aydınlığı, yani nuru var
ettiğini söylemektedir. Âyetin bu kısmındaki karanlık ve nûr kavramlarını gece
ile gündüz olarak alabiliriz. O zaman nûr mefhumunu maddî mânada almak gerekir.
Burada şöyle bir soru sormak gerekiyor: Neden Allah Teâlâ gece ile
gündüzü yarattığını söylemiyor da karanlıklarla nuru, ışığı var ettiğini
söylüyor? Bu sorunun cevabını verirken Bakara sûresinin 157., İbrâhîm sûresinin
1. âyetine bakmak gerekir. Bu âyetlerdeki karanlık ve nûr kavramları, tamamen
manevî anlamda kullanılmaktadır. Karanlıklar kavramını manevî mânada alırsak,
nefsin arzularının meydana getirdiği karanlık, cehaletin meydana getirdiği
karanlık, kötünün meydana getirdiği karanlık olarak düşünebiliriz.
Nûr da aklın, vahyin, bilginin, tevhîd inancının meydana getirdiği
aydınlıktır. Yüce Allah, Hz. Peygamber'e Kur'ân'ı, insanları karanlıklardan
aydınlığa çıkarmak için gönderdiğini söylerken, yukarıdaki karanlıklardan,
aklın, yani iyinin, güzelin, doğrunun meydana getirdiği nurlu âleme çıkarmayı
amaçladığını ifade etmektedir. Bakara sûresinin 257. âyetinde aynı eylemi,
kendisinin yaptığını açıklamaktadır.
Karanlık ile nurun bu manevî anlamıdır ki, başındaki fiili ce'ale
olarak getirmiştir. Çünkü gökler ve yerin yaratılması için haleka fiiline,
karanlıklar ve nûr için ise ce'ale fiiline yer verilmiştir. Karanlık ve nûr
maddî anlamda alınsaydı, haleka fiili onlar için yeterli olabilirdi.
2. "Sonra kâfir olanlar
(hâlâ putları) rableriyle denk tutuyorlar". Yüce Allah'ın bu sonsuz
kudretine, eserlerini gözlemlemelerine rağmen inkâr karanlığında olanlar, hâlâ
yüce Allah'a şirk koşmaktadırlar.
Âyetin bu bölümünde bi-rabbihim denirken, Allah kendisini kâfirlerin de rabbi olarak görmesine rağmen; onların O'na eş koştuğuna işaret edilmektedir. Âyetteki üjJjüJ ya'dilûn kelimesi, "adalet" kelimesinden türemiş çoğul bir fiildir. Yüce Allah adalet kelimesine de bir mâna vererek, onun "eşit tutmak" anlamına geldiğini söylemektedir. Böylece inkâr edenlerin şirke saptıklarını söylemiş, hem kâfir hem de müşrik olduklarına dikkat çekmiştir.
İlk defa adalet kavramının olumsuz mânada kullanıldığına şahit oluyoruz.
Eşit olmayanı eşit kabul etmek fiili veya inancı, adalet kavramını lekelemekte
ve ona şirk mânasını yüklemektedir.
En'âm sûresinin 1. âyetinden çıkarılacak diğer bir genelleme de şudur:
Yüce Allah, varlığına ve birliğine tabiat olayları vasıtasıyla gidilmesini ve
bu şekilde iman edilmesini istemektedir. Tabiat kanunlarını, yani Allah'ın
eserlerini gözlemek, sadece Allah'ın varlığını değil, eşsiz olduğuna giden
yolu, imanı açmalıdır. Eserden müesire gitme metodunu öğütleyen Allah, inkâr
psikolojisinin şirke nasıl dönüştüğüne de dikkat çekmektedir. Tabiat olaylarını
gözlemekle elde edilecek olan imanın, tah-kikî, yani bilinçli bir iman olacağı
da bir gerçektir. Böylece âyetin kuruluş sistemi, bilinçli imanın istendiğine
de delil teşkil etmektedir.
Bu noktadan hareket edersek, âyetin ilk kelimesi olan hamdin, yani
bütün övgülerin içinde imanın da yer aldığını söyleyebiliriz. Kâinatı gözleyen,
Allah'ın yaratma ve var etme sıfatlarını anlayan insanın, aklı ile fiziksel
olaylar arasındaki bağı kurabilmekte, bu bağı Allah'a kadar uzatabilmekte
olduğunu beyan etmektedir.[2]
2. O'dur sizi balçıktan yaratan ve sonra bir ömür tayin eden; sadece
O'nun bildiği bir ömür. Ama hâlâ şüphe edip duruyorsunuz.
1. Genel mânada 1. âyetle bir
irtibat kurulunca, yine uzaktan yakına doğru metodunun devam ettiğini görmek
mümkündür. 1. âyet göksel, yerel ve zamanla ilgili olguları gündeme
getirirken, 2. âyet insanın bizzat kendisini ele almaktadır. Uzak olgulardan
yakın olgulara, uzak çevreden yakın çevreye gelerek, kudretini ve eşsizliğini
anlatmaktadır. Göksel, yerel ve insanın yaratılışıyla ilgili bilgilerin önemi
vurgulanarak, şirkten kurtarıcı işlevleri öğretilmektedir.İnsanlar balçıktan
mı yaratılıyorlar? J&iJS- halekaküm (sizi yarattı) ifadesi çoğuldur.
Halbuki bizim bildiğimiz Hz. Âdem topraktan, yani balçıktan yaratılmıştır.
"Siz" ifadesi ne anlama gelmektedir.?
Bu sorulara iki türlü cevap vermek mümkündür. Birincisi burada
kastedilen insanın yaratılışı, Hz. Âdem'in yaratılışıdır. İnsanın atasının
nereden yaratıldığını söyleyerek, insanın geldiği ilk maddeye dikkat çekilmektedir.
İkincisi de insanın yaratılmakta olduğu sperm ve yumurtanın geriye doğru
giderek ilk kaynaklarına varılmaktadır. Meni kandan, kan besinlerden, besinler
bitkilerden, bitkiler de topraktan oluşmaktadır. Çünkü hayvansal gıdalar da
topraktan meydana gelen bitkiden oluşmaktadır. Toprak, su ile birleşince
bitkiye, bitkiden gıdaya, oradan kana, kandan meni ve yumurtaya dönüşüp
ikisinin döllenmesi de insanı meydana getirmektedir.
Tîn kelimesi "balçık", yani "çamur" mânasına
geldiğine göre, toprağın su ile buluştuğunu ifade etmektedir. Toprağın
içindeki elementler H2O, yani iki hidrojen ve bir oksijen atomu ile buluşunca,
canlının yaratılması, kıvamına gelmiş demektir. Çamurdan bitkiye, oradan
gıdaya, gıdadan kana, kandan sperm ve yumurtaya, onların döllenmesiyle insan
denen varlığa giden uzun bir yolculuktaki değişim ve dönüşüm evrelerini
anlayan ve bunu bilgiye çeviren insanoğlunun iman etmemesi mümkün müdür? Bu
âyet insanın kendi yaratılışını araştırmasını temin etmek için gönderilmiştir.
Bu araştırmayı yapabilmesi için geçeceği evrelerin ilk kaynağını söz konusu
edip, toprak ve suyun birleşimi olan çamurdan başlamasını, ya da geriye doğru
oraya kadar inmesini önermektedir.
"Sizi çamurdan yarattı" ifadesinden, psikolojik bir analiz de
çıkartabiliriz. Allah insana nereden yaratıldığına hatırlatarak, gurura
kapılıp Allah'ı inkâr etmesini önleme amacı da olabilir. İnsana aslını
hatırlatarak alçak gönüllü olmasını, ona inanç bakımından ahlâkî bir tavır
kazandırmasını sağlamaktadır. 1. âyetteki inkârın şirke dönüşmesini önlemek,
hem inkârı hem de şirki ortadan kaldırmak için insanın nereden geldiğini
gözlemlemesini istemektedir. Gökler, yer, karanlıklar, aydınlık ve insanın
yaratıldığı ilk madde, insanın önüne bir kitap olarak konulmakta, bu kitabı
okuyup anlaması ve oradan Allah'ın eşsiz oluşu fikrine ulaşması istenmektedir.
2. "Ve sonra (sizin için)
bir ömür tayin eden odur. Bir de O'nun katında muayyen bir ömür (ecel)
vardır". Ayetin bu kısmında geçen kadâ kelimesinin geniş açıklaması,
Bakara sûresinin 117. âyetinde yapıldı. "Hükmetmek, emretmek, son vermek,
tamamlamak, takdîr etmek, canını vermek, karar vermek, açığa vurmak,
vahyetmek, bildirmek, açıklamak, işi bitirmek, gidermek, yaratmak" mânalarına
gelen bu kavram, yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyette "takdir etmek"
anlamına gelmektedir.
Yüce Allah insanı balçıktan yarattıktan sonra ona bir ömür takdir etti.
Mü'minûn sûresinin 12-15. âyetleri arasında, insanın yaratıldığı çamurun özü
gündeme getirildikten sonra, geçirdiği evreler anlatılıp, "Elbette siz,
bunun ardından şüphesiz öleceksiniz" buyurulmaktadır. "Ecel takdir
etti" ifadesi, iki anlama gelmektedir. "Ömür takdir etti, ölümü
takdir etti" demektir.
Her canlının bir ecelinin, yani ömrünün olması, onun ölümlü olduğunu
ifade etmektedir Ayrıca âyette Allah'ın kendi katında bir ecel, yani ömür
olduğu da beyan edilmektedir. Bazı müfessirlere göre âyetteki birinci ömür,
insanın tek tek ömrü, ikinci ömür de kâinatın ömrüdür.
Müfessirlerin ikinci ecel kelimesine kâinatın ömrü, yani kıyametin
kopması mânasını vermeleri doğru mudur? Bu sorunun cevabını âyetin sonundaki
ifadeden verebiliriz. "Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz" ibaresi, bunun
genelde öldükten sonra dirilme konusunda olduğunu göstermektedir. Çünkü Hac
sûresinin 5. âyetinin ilk kısmı, "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilme
konusunda şüphede iseniz" şeklindedir. O zaman "Onun katında muayyen
bir ecel vardır" ifadesi, şüphe ile birleşince "Öldükten sonra
dirilmenin gerçekleşeceği kıyamettir" denilebilir. Âyette geçen iki ecel,
yani iki ömür konusuna başka bir açıdan bakılabilir: Yüce Allah insanı
yaratırken ona bir ömür takdir etmiştir. İnsan normal hayat şartları altında
yaşarsa, o ömrü tamamlayacaktır. Ama insan normal şartlar altında hayatını
sürdürmezse, ömrünü kısa zamanda tamamlayabilir; o zaman Allah ikinci eceli devreye
sokacak ve onun ölümüne hükmedecektir.
Bu konunun anlaşılması için teşbihte hatâ olmaması kaydıyla şu örneği
verebiliriz: Bir araba imal eden fabrikanın mühendisleri, o arabaya belli bir
kilometre yapma ömrünü biçerler. Derler ki bu araba normal yollarda
kullanılırsa, 300.000 km. yapacaktır. Ama onu alan şoför, arabayı dağ bayır
demeden uygun olmayan yollarda kullanırsa, 150.000 km. yapmadan hurdaya
çıkaracaktır.
Âyetteki birinci ecele göre insana bir ömür biçilmiştir. Ama insan kötü
bir hayat yaşarsa, kötü şartlar altında beklenmeyen olaylara karışırsa, ömrünü
kısaltır, işte o zaman Allah kendi katında olan ikinci eceli devreye
sokacaktır. Bu durumda âyetteki ikinci eceli kıyametle ilgili değil, insanın
ikinci eceline işaret etmektedir.
Demek ki birinci eceli takdir edince o insanın eceli olmaktadır. Ama
hâlâ Allah'ın katında olan bir ecel daha vardır. Onu, şartlara göre devreye
sokacaktır. Meselâ bir insanın intihar etmesi, arabasını hızlı sürerek ölüme
sebebiyet vermesi, birisi tarafından vurulup öldürülmesi gibi. Bu olaylarda
birinci ecel değil, ikinci ecel devreye girmektedir.
Âyetteki iki eceli bu şekilde açıkladıktan sonra, âyetin sonundaki
"şüphe etme"ye nasıl bir yorum getireceğiz? O zaman şüphenin inkâra,
inkârın şirke götürdüğünü söyleyebiliriz. 1. âyetteki Allah'ın gökleri ve yeri
yaratması, karanlıklarla nuru var etmesi, 2. âyetteki insanı yaratıp ona iki
ecel takdir etmesi gibi çok üstün deliller karşısında şüphe eden insanlar,
inkâra sapacak, inkâra sapınca da varacağı nihaî nokta şirk olacaktır. Böylece
Allah, bilimsel olgularla insanı eğitime tâbi tutmasına rağmen, onlara göksel,
yere] ve yaratılış kanunlarını, karanlıkla aydınlığı anlatmasına rağmen
şüpheye sapan insan, gerçekten psikolojik olarak rahatsızdır. Bu rahatsızlık
ona gönül hastalığı olan inkârı ve onun ölümcül hastalığı olan şirki
getirecektir.[3]
3. Göklerin ve yerin Allah'ı, gizlediğiniz ve açıktan yaptığınız her
şeyi ve ne kazanacağınızı da bilir.
Aslında âyetin metnine uygun bir meal şöyle olmalıdır: "O,
göklerde Allah'tır; yerde de Allah'tır. Sizin içinizi de dışınızı da bilir. Ne
kazanacağınızı da bilir".
Âyetin açıklamasını ilk iki âyete bağlantılı olarak yapmakta yarar
vardır.
1. Yüce Allah, 1. âyette
yaratma sıfatıyla fizikî âlemle olan ilişkisini anlatmaktadır. 3. âyette ise
yarattığı gökler ve yerle, yaratılış sonrası ilişkisini açıklamaktadır. Gökler
ve yer yok iken onları yaratma sıfatıyla var etti. Ama yarattıktan sonra
onlarla ilişkisi ne oldu? Bu soruyu şu örnekle cevaplandırmak gerekiyor: İnsan,
meydana getirdiği eserinin dışında kalır, kendini eserinin her yerine koyamaz.
Ama Allah yarattığı eserinin içine kendini koyar. O, hem eserinin içinde hem de
dışındadır, yani mekândan münezzehtir. Mekândan münezzeh olmanın anlamı,
"Her yerde vardır; O'nun olmadığı hiçbir yer yoktur" demektir.
1. âyette gökleri yarattı, 3. âyette kendini yarattıklarının içine
koydu, onları kapsadı anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle, o eserlerinin
Allah'ı oldu. O eserler onun mülkü oldu, demektir. Böyle bir mâna ve yorumu
nasıl ispat ederiz? Bu sorunun cevabını Tâhâ sûresinin 6. âyetinde bulmak
mümkündür: "Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeylerle toprağın
altında olanlar hep O'nundur". İşte "O, göklerde de, yerde de Allah'tır"
ifadesini, Tâhâ sûresinin 6. âyeti ile bu şekilde açıklamak mümkündür.
En'âm sûresinin 3. âyetinin başka bir açıklaması, Zuhruf sûresinin 84. âyetidir: "Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur. O, hakimdir, her şeyi bilendir". Bunun anlamını En'âm sûresinin 3. âyetiyle beraber şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah göklerle yeri yaratmış, ama onları terketmemiş, oldukları gibi bırakmamış, onlara sahip çıkmıştır. Onları idare etmekte ve düzenlerini devam ettirmektedir. Allah hükmünü göklerde ve yerde icra etmektedir.
Yüce Allah bu açıklamayı neden yapmaktadır? 1. âyette Allah'a şirk
koşan kâfirlerle 2. âyette şüphede olanlara cevap vermekte ve onlara kendisinin
nasıl bir Allah olduğunu ve denginin bulunmadığını öğretmektedir. "Başka
güçleri rableri ile eş tutmalarını" önlemek için onları bilinçlendirmektedir.
"Nereye yönelirseniz, Allah'ın kudreti oradadır" (Bakara 2/115)
ifadesi de bu amacı taşımaktadır.
2.
"Gizlinizi, açığınızı
bilir; ne kazanacağınızı da bilir". Âyetin bu kısmı, 2. âyetin devamı durumundadır.
Demek ki 3. âyetin birinci bölümü, 1. âyetin; ikinci bölümü de 2. âyetin devamı
olmaktadır. 2. âyette Allah insanı balçıktan yarattığını ve ona bir ömür
biçtiğini buyurup, 3. âyetin ikinci bölümünde de yarattığı insan denen
varlığı, içten ve dıştan ilmi ile kuşattığını, bütün yapıp etmelerini bildiğini
gündeme getirmektedir.
Sır kavramı beyin, gönül ve nefiste cereyan eden bütün oluşumları ifade
etmektedir. Düşünceler, niyetler, istekler, arzular hep bu kelimenin kapsamına
girmektedir. Cehr kelimesi kelimesinin kapsamına da, "söylenen sözler ve
yapılan davranışlar ve bütün yazılanlar, mimikler" girmektedir.
Bunu, insanı içten ve dıştan ilmi ile ihata ettiği şeklinde ifade etmek
mümkündür. Önce sır, sonra da cehr kelimesi neden kullanıldı? Bunun cevabı
şudur: İnsanın içindeki düşünceleri, niyetleri, arzuları, açıkta yaptıklarının
sebepleri durumundadır. Önce sebepleri, sonra da sonuçlan gündeme getirdiği
için bu sırayı takip etmektedir.
Madem ki sır kelimesi, insanın içindeki oluşumları; cehr de davranışları
ifade etmektedir, o zaman kesb neyi ifade etmektedir? Kesb kavramı, kazanılan
şeyler için kullanılmıştır. Kazanılan şeylerden kasıt, ceza ve mükâfattır.
İnsanın fiilleri ya cezalandırılır ya da ödüllendirilir. İşte kazanılan şeyler
bunlardır. Bir fayda getiren veya bir zarara sebep olan fiiller, bu kelimenin
kapsamına girmektedir. Bize göre burada bir sebepler zinciri ve bir sonuç
vardır.
Sır, cehrin sebebi, cehr de kazanılanın sebebi durumundadır. Daha
doğrusu kazanılan şeyin sebepleri, sır ile cehr olmaktadır. Kesb, insanın
düşünce, niyet ve isteklerinin ürünü olan davranışlarının neticesidir.
Yüce Allah bu âyetin ikinci bölümünde iki defa bilme fiiline yer
vermektedir. 2. âyette yaratma ve bir ömür takdir etme fiilleriyle ilişki kurulurken,
burada bilme sıfatıyla ilişki kurulduğu görülmektedir.
En'âm sûresinin ilk üç âyetine genel mânada bakıldığında Allah
kendisinin nasıl bir varlık olduğunu, fizikî ve beşerî âlemle ilişkilerinin
neler olduğunu açıklamakta, insanı bu konuda öğretime tâbi tutmaktadır. Bu
öğretimle, inkârı, şirki ve şüpheyi gidermek ve bu fiilleri işleyenlerin
mazeretlerini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.[4]
4. Rablerinin âyetlerinden onlara bir âyet gelmeye dursun, o âyetlerden
yüz çevirirler.
Yüce Allah, burada, 1. âyette geçen kâfir ve müşriklerin, 2. âyette
geçen şüphecilerin Allah'ın âyetlerine nasıl tepki gösterdiklerini
açıklamaktadır. İnkâr, şirk ve şüphe insanda buluşunca, beyin ve gönlü tahrip
edip, âyetlere sırtını dönme gibi ağır ve kirli bir davranışı üretmektedir.
Dikkat edilirse Allah, "rableri" diyerek, yine onların rabbi
olduğunu ilân etmekle onlara yaklaşmaktadır. Âyetlerinden yüz çevirmelerine rağmen,
onların bu davranışlarını anlatırken, rableri ifadesini ihmâl etmemektedir.
Farklı bir muhteva içerisinde olmakla beraber Yasin sûresinin 46. âyeti de aynı
tepkiye işaret etmektedir.[5]
5. Gerçekten onlar, kendilerine hak geldiğinde, onu yalanlamışlardı.
Fakat yakında onlara alay ettikleri şeyin haberleri gelecektir.
Buradaki "hak" kavramı neyi ifade etmektedir? Bize göre hak
kavramı, Kur'ân mesajını ifade etmektedir. Başka bir ifade ile, "Öldükten
sonra dirilme, yani gerçek olan âhiret hayatını yalanladılar" demektir. Yalanlamak,
inkâr, şirk koşmak ve şüphe etmek, bulaşıcı hastalık gibi nesilden nesle
intikal etmektedir. Onların geçmiş nesilleri inkâr ettiler, şirk koştular ve
şüphe ettiler, Hz. Peygamber dönemindeki nesilleri de Kur'ân mesajını
yalanladılar.
Âyetin birinci bölümüne bakarsak O lemmâ câ'ehüm ifadesinin olduğu
görülecektir. Bu ifadenin anlamı, "geldiğinde"dir. Gelenin hak
olduğunu söyleyen bu ifade, hakkı özne makamında kullanmıştır. O zaman hak,
hareket eden bir varlık gibi düşünülmektedir. Demek ki Kur'ân mesajı hareket
etmekte, ilâhî âlemden beşerî âleme yolculuk etmektedir. Onu Cebrail
getirmesine rağmen, beşerî âleme getirilmesinden sonra, kendisi hareket
halindedir. Beyinden beyne, gönülden gönüle hareket eden Kur'ân mesajı,
kendisine bir hareket alanı çizmektedir. Onun içindir ki âyette "hak
onlara geldiğinde" ifadesinde hak, özne olmuştur.
Yalanlamadaki tavrın, alay etme şeklinde olduğunu âyetin son kelimesinden
öğrenmekteyiz: "Fakat yakında onlara alay ettikleri şeyin haberleri
gelecektir". Ayetteki "haberler" kelimesi, ilâhî azabı ifade
etmektedir. "Alay ettikleri şeyin haberleri" ifadesinden, öldükten
sonra dirilme ile alay ettikleri de anlaşılabilir.
En'âm sûresinin 1. âyetinden 5. âyetinin sonuna kadar şu tavırlar
takmılmaktadır: "İnkâr etmek, şirk koşmak, haktan şüphe etmek, âyetlerden
yüz çevirmek, hakkı yalanlamak ve alay etmek". Allah bu olumsuz yapının
zamanla toplumun çöküşünü hazırlayacak dinamikler haline gelebileceğini, bir
sonraki, yani 6. âyette açıklamaktadır. Hakîkate karşı takınılan bu tavırlar,
olduğu yerde durmamakta, insanın psikolojisinden çıkarak, insanlığa
yayılmaktadır. Allah insanlara kâinat, insan, insanın içindeki oluşumlar ve
ortaya koyduğu davranışlarla ilişkisi konusunda verdiği derse rağmen, bu kadar
olumsuz tavır takınmasının ağır bir yükümlülüğü olacağı gerçeğini, bu âyetlerde
vurgulamaktadır.[6]
6. Onlardan önce nice nesilleri yok ettiğimizi görmezler mi? Size
vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol
yağmurlar indirip evlerinin altından ırmaklar akıttığımız toplumları günâhları
sebebiyle helak ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık.
En'âm sûresinin 1-3. âyetleri arasında yaratma sıfatının kâinat ve
insanla olan ilişkisi ele alınırken, insanı çevreleyen bilme sıfatı konusunda
önemli bir ders verilmesine rağmen, sırtını dönenlere bu sefer de geçmişteki
toplumların çöküşünün sebepleri zikredilerek ders verilmek istenmektedir.
İşlenen günâhların birikip bir toplumu nasıl helak ettiğini anlatarak, yanlışta
olan toplumları, o yanlıştan caydırma yoluna sevketmek istemektedir.
1. "Onlardan önce nice
nesilleri yok ettiğimizi görmezler mi? " Burada Allah "görmezler
mi?" derken, gözlem metodunu öne çıkartmaktadır. Görmezler mi ifadesini,
"bilmiyorlar mı?" şeklinde mânalandırmak gerekiyor. Çünkü çökmüş
toplumları gözleme imkânı yoktur. Geçmiş nesillerin helaki, sadece tarihî bir
olgu olarak nesilden nesile aktarılır ve haber olarak bilinir. Ama Allah,
geçmişteki bu olguların, kesin olarak olması sebebiyle gözle görür gibi
bilinmesini istemektedir. Nûh, âd, Semûd, Lût, Ahkâf ve Firavun toplumlarının
başına gelenler, kutsal kitaplarda anlatılmaktadır.
Geçmiş nesillerin helak olma sebeplerinin, yaşayan ve gelecekteki
nesillerin sosyal hayatına olumlu etkide bulunması için bilinmesindeki yarar
gündeme getirilmektedir. Yüce Allah bu soruyu, inkâr edip Allah'a şirk koşan
(En'âm 6/1); öldükten sonra dirilme konusunda şüphede olan (En'âm 6/2);
Allah'ın âyetlerinden yüz çeviren (En'âm 6/4); kendilerine gelen hakîkati
yalanlayıp alay edenlere (En'âm 6/5) yöneltmektedir.
2. "O nesillere, size
vermediğimiz bütün imkânları verdik, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar
indirip evlerinin altından ırmaklar akıttık". Yüce Allah, helak ettiği
geçmiş nesillere verdiği imkânları, âyetin bu kısmında anlatmaktadır. Bu
anlatışın amacı, bir milletin çöküşünü maddî imkânsızlıkların hazırlamadığı,
çöküşün sebeplerinin başka yerlerde aranması zaruretidir. Toplumlar en iyi
ekonomik imkânlara ve sosyal seviyeye sahip olabilirler, ama onların beyin,
gönül ve davranışlarındaki bozulma, çürüme ve gerilik, çöküşün ana sebepleri
olmaktadır.
İnkâr, şirk, şüphe, hakikatten yüz çevirme ve alay etmek gibi beyni ve
gönlü bir mikrop gibi tahrip eden, davranışları yozlaştıran insanlar arası
ilişkileri bozan sebepler, geçmiş nesillerin çöküşünü hazırlamış ve onun sebebi
olmuştur.
3. "Biz onları, günâhları
sebebiyle helak ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık".
Yukarıda anlatılan sebepler, davranışları etkileyip insanlar arası ilişkiler
sistemini altüst etti. Bunun anlamı, o nesillere günâh işletti. Günâh işleme
toplumsal boyut kazanınca, yani toplumun her yerine, her katmanına yayılınca,
ilâhî âleme yükselerek oradan helaki alıp getirdi. Onun içindir ki âyette
(bi-zünûbihim (günâhları sebebiyle) ifadesine yer verilmiştir. Günâh
kelimesinin başındaki be harfi sebep bildirmektedir. Böylece günâhın sebep,
helakin de netice olduğuna işaret etmektedir.
Yüce Allah âyetin başındaki soru ile, yaşamakta olan nesillere, geçmiş
olguları sebep-sonuç ilişkilerine göre tedkik etmelerinin öğretimini
vermektedir. Geçmiş nesillerin niçin çöktüğü sorusunu sorarak, sebep ve onun
sonucunu tedkik etmek, yaşamakta olan nesillere doğruyu bulmakta yardım
edecektir. Geçmiş olguları sebep-sonuç ilişkisi içerisinde tedkik etmek,
geleceğe ışık tutmaktır. O nesillerin helak olmasıyla dünya boş kalmadı,
onların yerine yeni nesiller getirildi. Âyetin son kısmında yer alan enşe'nâ
kelimesine âlimler, "yaratmak, var etmek, meydana getirmek"
mânalarını vermişlerdir.
Dünyayı günâha bulaştıran ve kirleten nesillere Allah, savaş açarak
helak etmekte ve onların yerine yeni nesiller getirmekte olduğunu açıklayarak,
insanlığa günâh kirliliğine dikkat etmelerinin önemini öğretmektedir.
Bu âyetten çıkarılacak diğer bir sonuç da şudur: Günâh denen yanlış
davranışların birikimi, bir toplumun bereketini, ekonomik gücünü ve medenî
seviyesini kemirmekte, çürütmekte ve yıkımına sebep olmaktadır.[7]
7. Eğer sana kâğıt üzerine yazılmış bir kitap indirseydik de onlar
elleriyle ona dokunmuş olsalardı, yine de o inkâra batmış olanlar: "Bu,
apaçık büyüden başka bir şey değildir" derlerdi.
Bu âyetin açıklamasına girmeden önce Nisa sûresinin 153. âyetiyle
bağlantılı olduğunu söylemekte yarar vardır. Kitap ehli, Hz. Peygamber'-den
kendilerine gökten bir kitap indirmelerini istediler. Bu istekleri yerine
geldiği takdirde, inanıp inanmayacaklarına dair bilgiyi vermektedir. Diğer
taraftan yüce Allah, Hz. Musa'dan istedikleri yerine geldiği takdirde bu
kişilerin ne yapacaklarını ve nasıl tepki göstereceklerini, Nisa sûresinin 153.
âyetinde anlatmıştı. Diğer taraftan En'âm sûresinin 7. âyetinin Fur-kân
sûresinin 32. âyetiyle bağlantısını kurabiliriz: "Kâfirler: 'Kur'ân ona
bir defada topluca indirilmeli değil miydi?' dediler".
Gerek kitap ehlinin, gerekse kâfirlerin Kur'ân hakkında bu söylentilerinin
veya isteklerinin yerine gelmesiyle gerekeni yapacakları anlamına gelmeyeceğini
anlatmak için En'âm sûresinin 7. âyeti indirilmiştir.
1. "Eğer sana kâğıt
üzerine yazılmış bir kitap indirseydik de onlar elleriyle onu tutmuş
olsalardı". Kırtâs kelimesi, "kâğıt" anlamına gelmektedir. Öyle
anlaşılıyor ki kâğıt kavramı o dönemde bilinmekteydi. Âyette "bir
kâğıt" ifadesi yer almaktadır. Buradaki "bir" kelimesi,
Kur'ân'ın bir tek sayfada yazılı olarak onların önüne konmuş olması anlamına
gelmektedir. Ayrıca "bir kâğıda" yazılı olmasının başka bir sonucunu
da âyet vermektedir. O da elleriyle tutmalarını temin etmektir. Başka bir ifade
ile gökten bir sayfaya yazılı olarak bir anda Hz. Muhammed'e inecek ve onlar da
onu elleriyle dokunacaklardı. Bu isteklerini yerine getirme ihtimalini Allah
gündeme getirerek, nasıl bir tepki vereceklerini açıklamaktadır.
2.
"İnkâr edenler,
'Elbette, bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir' derlerdi". Âyetin
bu kısmı, onlara Ku-r'ân bir sayfa içinde dokunacakları şekilde indirilseydi,
yine de tepki göstereceklerini açıklamaktadır. En'âm sûresinin 3. âyetinde
belirtildiği gibi, "Gizlinizi, açığınızı bilir" ilkesinden hareket
edersek, onların nasıl bir tepki göstereceklerinin önceden Allah tarafından
bilindiğinden bahsedilmektedir.
Âyetin bu kısmında, inkâr edenlerin Kur'ân hakkında ne söyleyeceklerini
öğrenirken, inkâr psikolojisinde olanların ne kadar yanlış değerlendirme
yapacaklarını anlıyoruz. Allah'ın kitabına aldatmacadan ibaret olan bir kitap
demekten utanmayacaklardır. Çünkü sihir denen "büyü", aldatmacadan
ibarettir. Böylece onlar sihrin, büyünün, yani aldatıcı olanın ne olduğunu da
biliyorlardı. Allah'ın kitabı hakkında büyü, yani aldatıcı değerlendirmesini yapmalarının
sebebi, onların sahip olduğu inkâr psiko-lojisidir. İnkâr, sebep; ağızlarından
dökülen kelimeler de sonuç olmaktadır.
Kur'ân istedikleri gibi dokunacakları bir kâğıtta yazılı olarak indirilseydi,
onların yine de onu sihir olarak göreceklerinden şöyle bir sonuca ulaşabiliriz:
Yüce Allah bu âyetiyle eğitilemeyecek insanların olduğunu, Kur'ân'ın beyin ve
gönüllerine giremeyecek insanların bulunduğunu açıklamaktadır. Allah'ın
kitabının etkili olmadığı insanları beşerin eğitmesi, imkân dışında kalmaktadır.
Kimlerin eğitilemeyeceğini önceden ancak Allah tesbit edebilir ve o insanların
bu durumu, karşılaştıkları hakikate gösterecekleri tepki ile bilinebilir.[8]
8. "Ona bir melek gönderilmeli değil miydi?" dediler. Eğer
biz öyle bir melek indirseydik, elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine
göz bile açtınlmazdı.
Bu âyetten anlıyoruz ki, inkâr edenler Hz. Muhammed'e alenen, açıkta
görebilecekleri şekilde meleğin inmesini istemişlerdir. Bir önceki
isteklerinde, Kur'ân'ın bir sayfa içinde yazılı ve kendilerinin dokunabilecekleri
şekilde inmesini istediklerini açıklamışlardı; bu sefer de ona bir meleğin
alenen gelmesini istediler.
Yüce Allah bu isteklerini yerine getirdiği takdirde kıyametin kopacağını,
âyetin ikinci bölümünde açıklamaktadır. Aynı durum Bakara sûresinin 210.
âyetinde gündeme getirilmiştir: "Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde
Allah'ın ve meleklerinin gelmesini mi beklerler? Halbuki iş bitirilmiştir".
Demek ki meleklerin insanlara kendilerini alenen gösterecekleri an,
kıyametin kopuşu anıdır. Bu isteklerinin neden yerine gelmeyeceğini, bu şekilde
cevaplandırmaktadır. Kâfirler sadece Hz. Muhammed'e bir melek indirilmesini
istemiyorlar; kendilerine de meleklerin inmesini istiyorlar:
"Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, bize ya melekler indirilmeliydi
ya da rabbimizi görmeliydik, dediler" (Furkân 25/21).
Öyle anlaşılıyor ki kâfirlerin bu istekleri, tehlikeli isteklerdir.
Yüce Allah inkâr psikolojilerinin onları ne kadar tehlikeli konulara, isteklere
ittiğini bize anlatarak, böyle tehlikeli isteklerde bulunmayı önlemenin eğitimini
yapmaktadır. İnsanların gönüllerindeki beklentiler, ümitsiz alanlarda
dolaşmamalı, boşa çıkacak konulara yönelmemelidir. İstekler, beklentiler, kötü
niyetle ortaya çıkarsa, kıyametin tehlikesi kadar tehlikeli olacakları beyan
edilmektedir.
Tehlikeli istekler, beklentiler, göz açtırmayacak kadar olumsuz oluşumlara
yol açabilirler. Âyetin sonundaki sümme lâ yünza-rûn (artık kendilerine göz
bile açtırılmaz) ifadesi, bunu vurgulamaktadır. İnsan aklının, kapasitesinin,
idrâkinin üstünde olan şeylerin oluşumunu istemek, beklemek, hele onları iman
etmesi için şart koşmak, hiç mühlet verilmesi gibi tehlikeli cezalarla
karşılanabilir.
İmanın doyum noktasına ulaşması için deney şeklinde bir delili, daha
önce Hz. İbrahim Bakara sûresinin 260. âyetinde istemişti. Âhirete inanmayan
insana da âhiret inancını bir tatbikatla Bakara sûresinin 259. âyetinde ispat
etmişti. En'âm sûresinin 7 ve 8. âyetlerinde anlatılan kâfirlerin istekleri
bunu aşmakta ve sınırlan zorlamaktadır. Allah'ın uygulamalarıyla beşerî
isteklerin kesiştiği nokta, sınırları zorlayan bir alanda olmamalıdır. Aksi
takdirde işin bitmesine sebep olacaktır.[9]
9. Eğer peygamberleri bir melek kılsaydık, elbette onu insan suretine
sokar, onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük.
İnsanlığın geçmişinde, beşer suretinde bir peygamberi kabul etmeyip,
onu bir melek olarak bekleyen toplumlar olmuştur. Araplar'ın Hz. Peygamber'i
melek olarak beklemeleri, beşer olarak onun peygamberliğine inanmamalarını,
daha önce Semûd kavmi Salih peygambere karşı göstermişti. Beşer olması
sebebiyle, Salih peygamberi inkâr etmişler ve ona tâbi olmalarının
imkânsızlığını gündeme getirmişlerdi.
Salih peygambere karşı takındıkları bu tavrı, Şuarâ sûresinin 154.
âyetinde görmek mümkündür: "Bizim gibi bir insandan başka biri değilsin.
Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir!" Aynı
tepkilerini Kamer sûresinin 24. âyetinde de gösterdiler: "Aramızdan bir
beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş
oluruz, dediler".
Her iki âyetten anlıyoruz ki, Semûd kavmi, peygamberlerinin melek
olmasını istiyor, kendi içlerinden olan bir beşerin peygamber olmasını içlerine
sindiremiyorlardı.
Aynı tepkiyi Araplar, Hz. Peygamber'e gösterdiler, onun beşer olmasını
bir türlü hazmedemediler ve şu şekilde onun bir melek olması için fikir beyan
ettiler: "Onlar içlerinden bir uyarıcının kendilerine gelmesine şaştılar
da, kâfirler şöyle dediler: 'Bu şaşılacak bir şeydir" (Kâf 50/2). İlâhî
mesajın tebliğini, kendileri gibi ölümlü bir varlığın yapmasını tuhaf
karşıladılar.
"Onlar şöyle dediler: 'Bu ne biçim peygamber? Yemek yiyor, çarşılarda
dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeliydi, kendisiyle birlikte o da uyarıcı
olmalıydı" (Furkân 25/7).
En'âm sûresinin 9. âyetinde, onların bu düşünceleri ele alınarak cevaplandırılmaktadır.
Demek ki insanlık tarihinde, toplumlar kendi içlerinden çıkan peygambere,
kendi içlerinden olduğundan dolayı tepki gösterip inanmamışlar, onu bir melek
olarak beklemişlerdir. "Mum dibine ışık vermez" ifadesini, insanlık
tarihi bu şekilde yaşamıştır. Yabancıya fazla alâka gösterip, kendi içinden
yetişenleri benimsememe hastalıklı bir tepki tarzıdır. Aynı sosyal hayatı,
kültürel değerleri paylaşan biri tarafından ilâhî mesajın tebliğ edilmesini
kendi içlerine sindiremeyen ve buna alışa-mayanlar, inkâra kadar giden bir
süreci başlatmışlardır. Bu süreç hastalıklı tepkilerle doludur.
Kötü alışkanlıkların insanları kıskıvrak yakaladığı, köle ruhlu insanların
kendi içlerinden yetişen liderlere tâbi olmadıkları da tarihî bir olgudur. Bu
tarz bir tepki, peygamberlere de yapılmıştır. Medenî toplumlar kendi içlerinden
yetişen liderleri, ilim adamlarını kendi içlerine sindirir, onları benimser ve
onlara tâbi olurlar. Medenî olmayan toplumlar, kendi içlerinden çıkan lider ve
ilim adamlarını içlerine sindiremez, benimseyemez ve tâbi olmazlar. Onlar
daima yabancı liderlere boyun eğerler, kendi âlimlerini benimsemediklerinden,
yabancıları referans olarak kabul etmek için de can atarlar.
Yüce Allah kendi içlerinden bir beşerin dini tebliğ etmelerini hazmedemeyen,
bir meleğin gelmesini bekleyenlere karşı, En'âm sûresinin 9. âyetini
göndererek, Hz. Peygamber'in melek olması durumunda ne olacağını
açıklamaktadır.
1. "Eğer peygamberi bir
melek yapsaydık, elbette onu insan suretinde gösterirdik". Âyetin bu
kısmındaki racul kelimesini, Kamer sûresinin 24. âyetindeki gibi
"beşer" anlamında almak mümkündür. Meryem sûresinin 17. âyetinde,
Cebrail'in beşer şeklinde Hz. Meryem'e gözükmesini de delil olarak
gösterebiliriz. Hûd sûresinin 69-78. âyetlerine bakılırsa, Hz. İbrahim'e ve Hz.
Lût'a meleklerin insan suretinde geldiği görülür. Ayrıca Hz. Peygamber'e, insan
suretine girerek Cebrail vahiy getirmiştir.
En'âm sûresinin 9. âyetindeki racul kavramı, başka bir şeye işaret
etmektedir. Araplar, melekleri Allah'ın kızları olarak kabul ettiklerinden
dolayı, peygamber olarak istedikleri meleğin de dişi olması gerekirdi. Onun
için Allah, "Peygamber bir melek olsaydı, yine erkek olurdu" demek
istemiştir. Bu yorum ihtimalden öteye geçemez, ama melek olsaydı, gene insan
suretinde olurdu, demek gerekiyor.
2.
"Ve onları yine
düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük". Âyetin bu bölümü, onların
istekleri yerine getirilse bile inanmayacaklarına dikkat çekmektedir. Başka bir
ifadeyle, onlar peygamberin melek olmasını veya peygambere bir melek
indirilmesini istiyorlardı (En'âm 6/8). Onların bu istekleri Allah tarafından
kabul edilip gerçekleş-tirilseydi, gene inanmayacaklardı.
Onların imana gelmeyip şüphe ve kargaşa içine sürüklenmelerini, Allah,
onlara bir elbise gibi giydirecekti. Çünkü meleği beşer suretinde peygamber
olarak kabul etmeyecekler ve ona şüphe ile bakacaklardı. Vahidî, lebese
kelimesinin, bir kimsenin bir şeyi başkalarına karışık gösterip onu çözümsüz,
içinden çıkılmaz hale getirmesi durumunda kullanıldığını söylemektedir. Bu
mânadan hareket edersek diyebiliriz ki, yüce Allah, meleği peygamber olarak
gönderdiği takdirde onlara şüphe elbisesini giydirmiş olacaktı. Âl-i İmrân sûresinin
71. âyetinde lebese kelimesi açıklandı, burada Kur'ân'da geçen mânaları özet
olarak verilecektir. Bu kelime, "Şüphe etmek, bozmak, karartmak, ayırmak,
takınmak, giyinmek, elbise ve örtü, zırh" anlamlarına gelmektedir. Başka
kavramlarla bir araya gelince, "takva elbisesi, namus elbisesi, açlık ve
korku elbisesi" manalarını da ifade etmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette, "şüphe etmek, şüphe elbisesini
giydirmek" anlamındadır. Demek ki onların, peygamberin melek olma
istekleri yerine gelseydi, kafaları daha da karışacak, şüpheye derinlemesine
dalacaklar ve şüpheyi bir elbise olarak giymiş olacaklardı.
Âyetin genelinden şu neticeyi çıkarabiliriz: Çoğu zaman insanlar kendi
istek ve değerlendirmelerinde yanılabilirler. İstekleri gerçekleştiğinde,
karşılarına nelerin çıkacağını kestirmeleri bazan çok zor olabilir.
Hz. Peygamber döneminde de bazı kâfirler, Kur'ân'a ve peygambere
inanmaları için, ona bir melek indirilmesini veya bir meleğin peygamber
olmasını istediler; ama kendilerine bir meleğin peygamber olmasıyla nasıl bir
şüphe çamurunun içinde kalacaklarını kestiremediler. Allah onların bu
yanılgılarını, yani şüphe çamuruna batmalarını önlemek için, insanlar arasından
peygamber çıkardığını söylemiştir. Diğer taraftan insanlar arasında yaşayan,
onların ihtiyaçlarını bilen, onlarla hayatı paylaşan, aynı değerler içinde
hayatını geçiren insanın, onlarla daha iyi iletişim kuracağı gerçeğini de
hiçbir zaman göz ardı etmemek gerekiyor.[10]
10. Andolsun ki, senden önceki peygamberlerle de alay edilmiş, bu
yüzden onlarla alay edenleri, alay ettikleri şey, kuşatıvermişti.
Bu âyetin analizini yaparken, bundan önceki iki âyetle ilişkisini
kurmak gerekiyor:
1. "Hz. Muhammed'e bir
melek indirilmeliydi" veya "Bir melek peygamber olmalıydı"
demelerinin amacı, onunla alay etmekti. Yüce Allah, onların bu isteklerinin
alay etmek için olduğu değerlendirmesini yapmakta ve böylece geçmiş
peygamberlerin de alaya mâruz kaldığını açıklamaktadır.
2. Peygamberlerle alay etmek
çok eski bir geleneğe sahiptir. Zuhruf sûresinin 7. âyeti bunu şöyle açıklıyor:
"Onlar, kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya alırlardı".
Geçmişte insanlar Allah'ın âyetleriyle, peygamberleriyle, mii'min-lerle
alay etmişler ve alaylarını Allah'a kadar uzatmışlardı. Bu durum Tevbe
sûresinin 65. âyetinde şöyle sorgulanıyor: "De ki: Allah ile, O'nun
âyetleriyle ve O'nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz?"
İnanmayan insanların inkârları, kendi içlerinde olduğu gibi durmadığından,
dışarı çıkarak sosyal ve dînî nitelik kazanan önemli oluşumlara sebep
olmaktadır. İnkâr, Allah ile alay etmeye kadar uzanırken, insan-Al-lah
ilişkisini kirletmektedir. Allah'ın âyetlerini ve peygamberlerini alaya alarak
dînî alanı kirletmektedirler. Bu geçmişte böyle olmuş, bugün de olmaktadır. İman
ile inkâr alternatif değerler olarak kıyamete kadar devam edeceğine göre, bu
alay işi de devam edecektir.
3.
Hz. Peygamber'i teselli
etmek amacıyla geçmiş peygamberlerin de aynı tepki ile karşılaştıkları
açıklanmaktadır.
En'âm sûresinin 34. âyetinde söylendiği gibi, Hz. Peygamber'den önceki
peygamberler de yalanlanmıştı. Fakat Allah 33. âyette Hz. Pey-gamber'e,
onların, Allah'ın âyetlerini inkâr ettiklerini söyleyerek tesellî etmesine
devam etmektedir.
4.
Âyetin ikinci bölümünde,
alay edenlerin yaptıkları alayın onları çepeçevre kuşattığı söylenmektedir. Bu
kuşatma işi, bu dünyada olduğu kadar, âhirette de olacaktır. Alayın yaygınlığı,
toplumların manevî ve ahlâkî hayatlarını temelden sarsıp mutluluklarını yok
edecektir.
Âyetin bu kısmında yer alan hâka fiili, hayk kökünden türemiştir. Fiil kalıbından "onlara vacip oldu", isim kalıbında "musîbet" anlamına gelmektedir. Ferrâ, hâka kelimesine "döndü, tekrar geldi"; Zeccâc ve Ezherî, "kuşattı" mânalarını vermişlerdir.
Bunun anlamı, peygamberlerle yapılan alay, dünya ve âhirette azaba
dönüşmekte ve onu yapanları kuşatmaktadır. Allah'ın peygamberleriyle alay
etmek, fertlerin ve toplumların mutluluğunu boğarak yok etmiştir. Çünkü Hucurât
sûresinin 11. âyetinde bu olay, bir zulüm olarak nitelendirilmektedir.
Toplumların manevî değerlerini çürüten, kurutan, öldüren bu alay, insanlığı
manen çok geri bırakmıştır. Belki de toplumların çöküşüne yol açan sebeplerden
biri olmuştur.[11]
77. De &i: "Yeryüzünde dolaşınız ve hakikati yalanlayanların
sonlarının ne olduğunu görünüz".
Bu âyetin sonundaki "yalanlayanlar" ifadesi, bir önceki
âyette geçen "alay edenler" kelimesinin anlamı olmaktadır. Alay
etmek, yalanlamak demektir; yalanlamak da alay etmek demektir. Yalanlamak, yani
alay etmek, azapla, yani ceza ile neticelenmektedir.
Yüce Allah, "Yeryüzünde dolaşınız!" ifadesiyle,
yalanlayanların, alay edenlerin cezalarının bu dünyada verildiğini, onların
kalıntılarıyla göstermek istemektedir. "Bakınız!" ifadesi de o
olgular üzerinde gözlemin yapılmasını emretmektedir. Şüpesiz bu kalıntılar
zaman içinde yok olacaktır, o takdirde âyetteki gezme ve bakma konusundaki
emir, bu sahada yapılmış olan araştırmaların okunması şeklinde anlaşılmalıdır.
Başka bir açıdan bakarsak, yaşayan toplumlardan Allah'ın âyetlerini,
peygamberlerini yalanlayıp alaya alanların çöküşü, gelecek nesillere araştırma
alanı olarak kalacaktır. Bu âyet, toplumların çöküş sebepleri arasına
yalanlamayı da koymaktadır. Bunun araştırılmasını isteyen Allah, geçmiş
olgulardan çıkarılacak tecrübenin, bilgi ile yaşanan zamana ışık tutmasını
istemektedir. Yaşanmış hayatın neticeleriyle yaşanan hayata ışık tutup, tarihî
araştırmaların önemi öne çıkartılmakta, tarihin hayata can vermesi temin
edilmektedir. Böylece Allah, tarihî araştırmalara, gezi ve gözlem metodunu
koymuş, insanlığın yapıp ettiklerini, her yönüyle incelenmesini istemiştir.
Ayette geçen akıbet kelimesi de "sonuç" mânasına gelmektedir.
Sebep ise yalanlamaktır. Sebep-sonuç ilişkisi içerisinde tarihî araştırmaların
yapılması, gelecek nesillerin hayatına yön verecek nitelik kazandıracaktır.
Yüce Allah sebebi verip sonucun insanlar tarafından tesbit edilmesini istiyor.
Bu bir nevi ödev anlamını taşımaktadır. Bu ödev verme tarzıyla Allah, tarihî
araştırmalarda öğreticilerin, öğrencilerine sonucu bulmayı bırakmalarını
öğretmektedir. Bu da matematiksel bir yoldur. Bilinenler verilir,
bilinmeyenler ortaya çıkartılır. Bilinenlerden hareket ederek bilinmeyenleri,
yani sonucu bulmak, tarihî araştırmalarda kullanılacak bir yöntemdir.[12]
12. De ki: "Kime aittir göklerde ve yerde olan her şey?" De
ki: "Rahmeti ve şefkati kendisine ilke edinen Allah'a. Sizi varlığında
şüphe olmayan kıyamet gününde elbette toplayacaktır. Kendilerini ziyana
sokanlar var ya, işte onlar inanmazlar".
Âyetin bütününe bakıldığında, Allah inancı, rahmet, âhiret inancı ve
inkâr konularının ele alındığı görülecektir.
1. Kâinatın sahibi. En'âm sûresinin ilk
âyetinde Allah'ın gökleri, yeri, karanlıkları ve ışığı; 2. âyetinde insanı
yarattığı; 3. âyetinde de Allah'ın gökleri ve yeri kapladığı beyan edilmiş ve
böylece kâinatla ilişkisi gündeme getirilerek öğretilmişti. 12. âyette ise,
kâinatın sahibinin kim olduğu sorusunu sorarak, nasıl cevap verileceğini de
öğretmektedir.
Hz. Peygamber'e, göklerde ve yerde olan her şeyin kime ait olduğu
sorusunu insanlara yöneltmesini, ardından da "Allah'tır" demesini
emretmiştir. Burada, soruyu sorduranın, cevabı da verdiğine şahit oluyoruz.
Kur'ân'ın pek çok yerinde Hz. Peygamber'e sorular soruluyor ve ardından
soruların cevaplandınldığma şahit oluyoruz. Meselâ İnfitâr sûresinin 17.
âyetinde, din gününün ne olduğu soruluyor, 18. âyette de cevaplandırılıyor.
Beled sûresinin 12. âyetinde, akabenin ne olduğu soruluyor, 13-15. âyetlerinde
de cevaplandırılıyor. Bu yöntemin insanlara, özellikle eğitimcilere bir metot
öğrettiğine inanıyoruz. Muhatabın, yani öğrencilerin, cevabını bilemeyecekleri
sorulan şok anlamda sorup onları şaşırtmak ve ardından tekrar öğretmenin
cevaplandırması, ilâhî bir uygulamadır. Öğretimde bu metodun kullanılması,
öğrencileri derse karşı daima uyanık tutacak ve derse katılmasını temin
edecektir. Uyanık olmak ve derse katılmak, konuların daha iyi öğrenilmesi
anlamına geleceği açıktır.
Sorulan soru ve verilen cevapların içeriğine bakarsak, kâinatın sahibinin
kim olduğunun sorulduğu görülecektir. İnkarcıları, "sahiplik" ve
"idare etme" kavramlarını gündeme getirerek tevhîd inancına ve şirki
ter-ketmeye davet etmektedir. Mülkiyet kavramından hareketle, âhiret inancına
varma yolu izlenmektedir. Bu kâinatı yaratan, ona sahiptir. Bu sıfatlara sahip
olan da bir sonraki âlemi var edecektir.
Göklerde ve yerde olan her şeyin sahibinin kim olduğu konusuna zihnini
yormak, onu düşünmek, gönüldeki inanç duygusunu harekete geçirip doğru imana
götürebilir. Sahip olma, hayvanlarda içgüdüsel olarak; insanlarda hem duygusal
hem de aklî olarak vardır. Fakat göklerde ve yerde yaşayan canlı, cansız
varlıklara ve gezegenlere sahip olmaya kimin gücü yetebilir? Öyle ise onları
kim yarattı ise, mülkiyetleri de O'na aittir.
2. Sahiplik rahmet iledir. Hz. Peygamber'e, göklerde
ve yerde olan her şeyin sahibinin Allah olduğu söylenirken, özellikle O'nun
"rahmef'ini öne çıkartmasını emredilmektedir "Rahmeti kendisine yazan
Allah". Buradaki "yazmak" kelimesi, farz kılmak anlamına
geldiği gibi, ilke edinmek mânasına da gelmektedir. Nefis kelimesi
"zâtına, öz benliğine" demektir. Yüce Allah, rahmet ve merhameti
kendine ilke edinmiş, sıfatlarının merkezine yerleştirmiştir. Kur'ân'da bu tarz
bir ifade En'âm sûresinin 54. âyetinde geçmektedir. Orada da rahmeti kendi öz
benliğine yazdığını, ilke edindiğini, yani farz kıldığını gündeme getirmistir.
Bu iki âyetin dışında farklı bir tarzda A'râf sûresinin 156. âyetinde şöyle
geçmektedir.
"Bize hem bu dünyada güzellik yaz, hem de âhirette. Şüphesiz biz
sana döndük. Allah buyurdu ki: 'Kimi dilersem onu azabıma uğratırım; rahmetim
ise her şeyi kuşatır. Onu sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize
inananlara yazacağım".
Yüce Allah takva sahiplerine, yani günâhtan sakınan insanlara, zekâtı
verenlere ve Allah'ın âyetlerine inananlara da merhamet etmeyi kendisine farz
kılmıştır. Takva sahibi insan merhametlidir; zekât veren insan da merhameti
gereği Allah rızâsı için malından fedakârlık etmektedir. Allah'ın âyetlerine
inanan insanlar da merhametli olmalıdırlar. Burada önemli olan konu, Allah'ın
merhametinin her şeyi kapsadığıdır. Kudsî bir hadîste olduğu gibi "Benim
rahmetim gazabımı aşar"[13].
"Rahmeti kendine yazdığını" söylemesi ne anlama gelmektedir?
Bu soruya cevap verebilmek için, En'âm sûresinin ilk âyetinden buraya kadar
anlatılan konulara bakmak gerekir. Allah gökleri, yeri, karanlıkları, aydınlığı,
insanı yaratması, onun rahmetinin, yani merhametinin gereği olmuştur. Onun
içindir ki Âl-i İmrân sûresinin 6. âyetinde, insanı yarattığı annenin döl
yatağına "merhamet" anlamına gelen rahim demiştir. Çocuğu koruduğu,
dengeli bir çevre oluşturduğu için ona bu ad verilmiştir.
Allah bütün varlıklara rahmetini, merhametini yaymıştır. Günâh işleyen,
şirk koşan, inkâr eden insanlar, sonradan tövbe edip tevhîd inancına dönünce,
Allah'ın rahmetini, merhametini karşılarında bulurlar. Önemli olan olumlu
mânada tevhîdden yana gönüllerinde köklü değişimin meydana gelmesidir. Kâinata
sahip olmakla, merhamet, yani rahmet arasında önemli bir ilişki vardır.
Bu ilişkiyi insanlar arasına da indirgeyebiliriz: Memleketine sahip
olan devlet adamları, merhamet sahibi olmalıdırlar. Merhamet sahibi olmayan
devlet adamları, memleketlerine sahip çıkamazlar. İş verenler, ana babalar,
öğretmenler idare ettiklerine daima merhametli davranmalıdırlar. Sahip olmak,
merhametle gerçekleşecektir. Onun için A'râf sûresinin 156. âyetinde kullarına
da rahmetini, merhametini yazdığını ilân etmiştir. Nasıl ki insanoğlu anne
karnında merhamet teknesinde şekillendirdi ise, bütün kâinatı da rahmet ve
merhametiyle yaratmıştır.
3.
Ahirette
toplanılacaktır. Yüce Allah âyetin üçüncü kısmını, toplanılacak kıyamet
günü, şüphe ve manen iflâs ile örmüştür: "Sizi, varlığında şüphe olmayan
kıyamet gününde elbette toplayacaktır. İnanmayanlar, kendilerini ziyana
sokmuşlardır".
En'âm sûresinin 2. âyetinde, kıyamet gününden şüphe edildiği gündeme
getirilmişti. Burada ise kıyamet gününün iki özelliğine işaret etmektedir.
Toplanma günü ve yeri olma, şüphe edilemeyen özelliklere sahip oluş. Yüce
Allah bu ifadesini yine merhameti, rahmeti gereği söylemektedir. Orada rahmeti
gereği genel af ilân edecektir, ama inkâr edenler, şirk koşanlar ve âhiret
konusunda şüphe taşıyanlar, Allah'ın âyetlerinden yüz çevirenler, hakkı
yalanlayanlar, Allah'ın âyetleri ve peygamberleriyle alay edenler, Allah'ın
kitabına sihir diyenler, peygamberin melek olmasını isteyip, onu inkâr edenler,
bu aftan yararlanamayacaklardır. Geçmiş nesillerle sonraki nesillerin bir
araya gelecekleri mahşer gününden şüphe edilmemesinin önemi burada
vurgulanmaktadır. Yukarıdaki eylemleri gerçekleştirenler, Allah'ın her şeyi
kaplayan rahmetinin dışında kalacaklarından bu uyan yapılmaktadır. Rahmet
deryasına girebilmek için, inkâr ve şirkten soyunmak gerekiyor.
Ahirette Allah'ın bütün insanları bir araya getirmesi, onlara rahmeti,
merhameti ve affı ile muamele yapmasının anlamı, iyileri ödüllendirece-ğidir.
Buradaki toplama olgusunu bir tehdit değil de bir teşvik mânasına almak
mümkündür. Dünyada peşpeşe gelen nesiller şeklinde yaratması, gidenlerle
gelenler arasında bir hasret oluşturmuştur. Ahirette bir araya toplanılacağının
söylenmesi, bu hasreti hafifletmekte ve böylece âhiret inancının pekişmesi
temin edilmektedir.
4. İnanmayanlar kaybediyor. Yüce Allah âyetin sonunda,
ahirette Allah'ın rahmetinden istifade edemeyecek olanları açıklamaktadır.
"Nefislerini ziyana uğratanlar" ifadesinden şunu anlıyoruz: Dünya
hayatında insanın doğa kanunu takip etmemesi, kendisine doğuştan verilen
psikolojik güçleri, yani aklını, gönlünü ve nefsini kullanıp geliştirmemesi,
onları devre dışı bırakması, beynini, gönlünü ve nefsini kirletmesi demektir.
Şems sûresinin 10. âyetleriyle cevap verecek olursak "Öz benliğini
(nefsini) karanlığa gömen hüsrandadır" demek gerekir. Nefsi ziyana uğratmak,
onu karanlıklara gömmek demektir.[14]
13. Gece ve gündüzde barınan her şey, O'nundur. O her şeyi işitendir,
bilendir.
Bu âyetin açıklamasını yaparken En'âm sûresinin 1. âyetiyle ilgisinin
kurulması gerekir. 1. âyette göklerle yerin yaratıldığı söylendikten sonra, 12.
âyette onların sahibi olduğu vurgulanmıştı. Aynı şekilde 1. âyette
karanlıklarla nurun var edildiği söylendikten sonra, 13. âyette on-larm sahibi
olduğuna dikkat çekilmektedir. Yaratma önce, sahiplilik ardından gelmektedir.
Yaratan yarattığının sahibidir; yaratılan O'na aittir.
Kurulan bu ilişki, bizi şu açıklamayı yapmaya götürür: Allah'ın yaratmasını
beşerî âleme indirirsek, "doğurma ve oluşturma" mânası verilebilir.
Doğuran, doğurduğunun sahibi olmalı, ona sahip çıkmalıdır, çünkü o ona aittir.
Bir devleti oluşturanlar, o devletin sahipleridir, o devlete sahip
çıkmalıdırlar.
Din eğitimi açısından En'âm sûresinin 12. âyetine genel anlamda
yaklaşırsak, şu sonuca varabiliriz: İlâhî eğitim, insanlara kâinatın sahibinin
kim olduğunu ve onun rahmetinin her şeyi kapsadığını, âhiret gününden şüphe
edilemeyeceğini, o gün bütün insanların bir araya geleceğini, kendi öz
benliğine ziyan eden kâfirlerin ilâhî rahmetten istifade edemeyeceğini
öğrettiği gibi, din eğitimi de bu konulan öğretmelidir. İnsanın kendi öz
benliğine nasıl zarar vereceğini ve ilâhî rahmetin dışında hangi eylem ve
inanış biçimleriyle kalacağını öğreterek, insanları bilinçlendirmelidir.
İnsanların bu dünyada akıl ve gönüllerini hakîkatin, yani ilâhî vahyin
dışında tutmalarının, âhirette ilâhî rahmetin dışında kalacaklarına sebep
teşkil edeceğini öğretmelidir. Bu dünyada ilâhî rahmetin içine giremeyen beyin
ve gönülün, öteki dünyada dışında kalacağı inancını aşılamalı-dır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin son kelimesi, öz benliğini ziyana
uğratan eylemi belirlemekte ve onun "iman etmemek" olduğunu
söylemektedir. Öz benlik dediğimiz nefsin ziyanı, inanmamaktır. Öz benliğini
ziyana sokmak, ona zulmetmektir. Aklın ve yeteneklerin, duyguların iyi yönde
kullanılmamasının anlamı, zulümdür. Böylece insan kendi kendine zulmetmiş
olmaktadır.
Özbenliğini iman etmemek suretiyle ziyana uğratan insanlara, o günde
ilâhî rahmetten istifade edemeyecekleri konusunda bu toplanma uyarısı bir
tehdit oluşturmaktadır. Öz benliğine zarar vermeyi En'âm sûresinin ilk
âyetlerinden itibaren işlenen konularla değerlendirirsek, inkâr, şirk, şüphe,
âyetlere yüz çevirmek, hakikati yalanlamak ve âyetlerle alay etmek, Allah'ın
kitabına sihir demek, peygamberi melek olarak istemek, peygamberle alay etmek
şeklinde anlamak mümkündür.
1. âyette göklerle yerin yaratılmasının ardından, karanlıklarla nurun
var edilmesine geçiş yapılmış, 12. âyette göklerin ve yerin sahipliliğinin
ardından, gece ile gündüzün içinde yerleşen her şeyin sahipliliğine geçilmiştir.
Görülüyor ki burada, daha az karmaşıktan daha çok karmaşık olana, daha somut
olandan daha soyut olana, daha uzak olandan daha yakın olana doğru bir öğretim
metodu uygulanmaktadır.
Âyette geçen sekene kelimesinin geniş bir açıklaması, Bakara sûresinin
248. âyetinde yapıldı. Burada ise kısaca açıklanacaktır. Gece ve gündüzde,
hareketinden sonra sakinleşen, durağan hale gelen her şeyin Allah'a ait olduğu
gündeme getirilmektedir. Durağan olan şeyin gündeme gelmesi, aynı zamanda
hareketin gündeme getirilmesi demektir. Çünkü sükûnet, hareketten sonradır ya
da hareket sükûnetten sonra oluşmaktadır. Kâinatta aslolan harekettir, sükûnet
sonradan meydana gelir.
Tıpkı Nahl sûresinin 81. âyetinde "sıcaktan koruyan
elbiseler" derken, soğuktan korumayı gündeme getirmemesi gibi, burada da
hareketsizliği gündeme getirirken, hareketten bahsetmemektedir. Ama biz bunu,
"elbisenin sıcaktan koruması" derken, soğuktan koruması şeklinde yorumlayabiliriz;
sükûneti de hareketle yorumlayabiliriz. Çünkü aslolan elbisenin soğuktan
korumasıdır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de aslolan harekettir. Kâinatta
mademki asıl olan harekettir, hatırlatılması gereken sükûnet olmaktadır.
Gece ve gündüzde barınan ifadesini, gece ve gündüzde meydana gelen
olayları ve zaman dilimlerinin varlıklara sağladığı her şeyi kapsamına alacak
şekilde anlamak mümkündür. Karanlıklarda barınan ile ışıkta barınan
kavramlarını başka bir açıdan yorumlamak mümkündür. Meselâ insanların aldığı
gıdadan oluşan kan, kandan doluşan sperm ve yumurta, onların anne karnında
buluşması, orada safhadan safhaya geçmesinin hep karanlıklarda olduğu, Zümer
sûresinin 6. âyetinde anlatılmaktadır. Daha sonra o yavru dünyaya gelerek
ışıkta barınmaktadır. Daha önce karanlıklarda barınırken, sonra da ışıkta
barınmaktadır. Bütün canlıların yaratılışında bu özellik vardır. İnsanın
beyninde, gönlünde ve nefsinde olanlar, karanlıkta barınmaktadır; daha sonra
onlardaki oluşumlar davranışlar ve sözlerle ışığa çıkacaklardır. Böylece o
sözler bazan kitaplarda, bazan da hayatın her alanında barınmaya başlar. Bütün
bu oluşumları Allah işitmekte ve bilmektedir. İşte bu sebeple de onların
sahibi olmaktadır.
En'âm sûresinin ilk âyetinden buraya kadar olan konuları düşündüğümüz
zaman, 13. âyetin sonundaki Allah'ın işitme ve bilme sıfatlarını da katınca,
karanlıkların insanların içindeki oluşumlara, gündüzün de açıkta yaptıklarına
işaret olduğunu söyleyebiliriz.[15]
14. De ki: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde
yedirilmeyen Allah'tan başkasını mı dost edineceğim?" De ki: "Bana
müslüman olanların ilki olmam ve müşriklerden olmamam emredildi".
Bu âyette Hz. Peygamber'e yapması gereken iki önemli eylem ile
öğretmesi gereken iki önemli konu yer almaktadır.
1. Dostunu bileceksin.
"Dost" fikrine nasıl gidileceğini Allah şöyle öğretmektedir:
a)
Gökleri ve yeri yoktan
yaratmış olmak.
b) Yedirdiği halde
yedirilmeyen özelliklere sahip olan varlık dost edinilmeye lâyıktır.
Buraya kadar Allah'ın yaratma sıfatı ile varlıkları beslemesi öne çıkarılmaktadır.
Ayetin birinci bölümünde fatır sıfatı gündeme getirilmiştir. Buraya kadar
hâliklik sıfatı işlenirken, burada yoktan yaratmayı ve ilk yaratmayı ifade
eden fâtırlık öne çıkarılmıştır.
Allah kâinatı ve onun içindeki varlıkları yaratma planı denen kaderini
ilk önce hayata geçirmesi, fâtır sıfatı gereği olmuştur. Fâtır kavramı, hem ilk
yaratmayı, hem de yaratılana görevini verme, belirleme eylemini ifade
etmektedir. Meselâ insanın yaratılışı ele alındığında, ilk defa yaratılması ve
ona psikolojik özelliklerin verilmesi, fâtırlık sıfatı ile gerçekleşmiştir.
İnsanın dost edineceği varlık, bu ilk yaratılışı gerçekleştiren ve görevleri belirleyen Allah olmalıdır. Yedirdiği halde yedirilmeyenin anlamı, beslenme ile hayatını sürdüren varlıklara geçimlerini temin eden, rızıkla-rını veren ve böylece ekonomik ihtiyaçlarını gideren Allah'ın, kendisinin böyle bir ihtiyaca sahip olmaması demektir.
İnsanların ya da bütün canlıların temel ihtiyaçlarından biri beslenme
olduğu halde, Allah'ın böyle bir ihtiyacı yoktur. Dost daima ihtiyaç sahiplerini
destekleyen olmalıdır. Allah'ın ihtiyacı olmadığı için menfaati de düşünmez.
İhtiyaç sahipleri menfaat peşine koşar, menfaatlerin çatıştığı yerde dostluk
biter. Allah'ın ihtiyaç sahibi olmaması ve menfaat peşinde koşmaması sebebiyle
dostluğu mutlaktır.
Âyette geçen velî kelimesi, "yakın" anlamına geldiği gibi,
"tanrı" mânasına da gelmektedir. Burada tanrı mânasını verme imkânı
olduğu halde, başka yerlerde "yakîn, dost, destek çıkan" mânasını
verebiliriz. Velî kelimesinin anlamı içinde, gönlü Allah'tan başkasından
temizlemek, sadece Allah'a yöneltmek mânası da vardır. Kişi dostuna iltifat
eder, gönlünü ona çevirir. İnsanın da Allah'ı dost edinmesi demek, O'na iltifat
etmesi, O'na yönelmesi ve gönlünü O'na vermesi demektir.
Âyetin kendisine yakından baktığımızda, Allah'ın veliliğinin, O'nun
yaratıcılığı ve beslemesi ile ifade edildiği görülecektir. Demek ki dost yaratandır
ve besleyendir.
Şirki ortadan kaldırmak için Allah, Hz. Peygamber'e bu soruyu
sordurmuştur: "Gökleri ve yeri yoktan yaratan, yedirdiği halde
yedirilme-yen Allah'tan başkasını mı dost (tanrı) edineceğim?" Demek ki,
insanlar Allah'tan başkasını dost ediniyorlardı. Ama Allah'tan başkasını dost
(tanrı) edinmelerinin arka planında yer alan sebep, kullandıkları yanlış ölçüttür.
Başka bir ifade ile dostlarında aradıkları vasıflar yanlıştı. Allah Hz.
Peygamber'le bu vasıfları insanlara öğreterek, yanlış varlıkları tanrı edinmelerini
engellemektedir. Tanrı mânasındaki dost, ilk yaratan, doyurduğu halde
kendisinin beslenmeye ihtiyacı olmayan bir varlık olmalıdır.
2. Dosta teslim olmak, ona
şirk koşmamaktır. Dost insana her şey teslim edilir ve onun tek olduğu
söylenir. Hz. Peygamber müslümanların ilki olduğunu ilân ettiği gibi,
müşriklerden olmadığını da açıkladı. Âyetin birinci bölümünde Allah'ı dost
edindiğini söyledi, sonra dostuna teslim olduğunu ve ona eş koşmadığını beyan
etti.
Demek ki âyetin birinci bölümü, Allah'ın önemli vasıflarını gündeme
getirmiştir. İkinci bölümü de böyle bir varlığa karşı ne yapılmasını açıklamaktadır.
Asıl amaç Allah'a teslim olarak şirki ortadan kaldırmaktır.
Teslimiyet ve şirkten kurtulmak için, Allah'ın kâinat ve canlılar
alemiyle olan ilişkiler konusunda bir ders vermektedir. Hz. Peygamber'in
anlatımıyla bu dersi verdirmesi, aynı teslimiyetten onun da sorumlu olduğuna
delil teşkil etmektedir. Böylece Allah, kendisinin dost edinilmesini âyetin
örgüsüne koymuştur.[16]
15. De ki: "Eğer rabbine
isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım".
16. (O öyle bir gündür ki) o gün
kim esirgenirse, Allah ona rahmetini bağışlamış olur. Bu da apaçık bir kurtuluş
olacaktır.
Yüce Allah kendisine isyan edilmesine bir tanım getirmektedir. 14.
âyette geçen Allah'ı dost edinmek, O'na teslim olmak ve O'na şirk koşanlardan olmamak.
Üç ilkenin yerine getirilmemesi, Allah'a isyandır. Allah'ı dost edinmeyen, O'na
teslim olmayan ve O'na şirk koşanlar, Allah'a isyan etmektedirler. Onun içindir
ki, Hz. Peygamber'e isyan etmemesini emretmektedir. Böylece 14. âyetteki üç
ilkeyi yerine getirmediği takdirde isyan etmiş olacağını açıklamaktadır.
Diğer taraftan isyanın âhirette ceza göreceği de söylenmektedir. O
büyük günün azabından korkmak, isyanı engellemektedir. Âhiretteki cezanın
korkusu, Allah'a karşı isyandan caydırıcı özelliği, bu şeklide anlatılmaktadır.
Allah'ı dost edinmemek, O'na teslim olmamak ve O'na şirk koşmak, O'na
bir isyandır. Bu isyan âhirette azabı getirmektedir. Burada Allah hem isyana
bir tanım getirmekte, hem de korku denen psikolojik duygunun etkinliğini vurgulamaktadır.
Peygamber de Allah'a isyan etmekten kendini koruyacak, büyük günde
azabın ona isabet etmesinden korkacaktır. Korku denen duygu, inanç duygusunu
yönlendirmekte, teslimiyet ve tevhîd inancının yeşermesine ciddî yardımda
bulunmaktadır.
16. âyette kendisinden azabın çevrildiği kişiye Allah'ın rahmet ettiği
kesindir. Azabın çevrilmesinin anlamı, o kişinin esirgenmesidir. Kıyamet günü
azabın yüz çevirtilmesinin sebebi, 14 ve 15. âyetlerde yatmaktadır. Allah'tan
başkasını (ann edinmek, Allah'a teslim olmamak, O'na şirk koşmak, kıyametin
azabından korkmayıp Allah'a âsi olmak gibi, kalbî ve amelî şeylerden
vazgeçenden azap çevrilecektir.
Korkunun gönülde gerçekleştirdiği bu değişim, ilâhî rahmeti beraberinde
getirecek ve bu rahmet sonucu apaçık kurtuluş elde edilmiş olacaktır. Demek ki
insanlar cennete ilâhî rahmet sayesinde gireceklerdir. İnsanların amelleri
rahmeti, rahmet de apaçık kurtuluşu beraberinde getirmiş olacaktır. Buradaki
değişimin, yani şirkten tevhîde geçişin, amel ve apaçık kurtuluşla ilâhî
rahmetin alâkasını Hz. Peygamber şöyle yorumlamaktadır:
"Ruhumu kudretinde bulunduran Allah'a yemin olsun ki, insanlardan
hiç kimsenin ameli, onu cennete sokmaz. 'Senin amelinde mi seni cennete sokmaz
ey Allah'ın peygamberi?' dediler. 'Benim amelim de beni cennete sokmaz, meğer
Allah rahmeti ile beni korumuş ola' dedi ve elini başının üstüne koyarak sesini
yükseltti[17].
En'âm sûresinin 16. âyetinde geçen ilâhî rahmet ve kurtuluş ilişkisini
açıklayan bu hadîs, insanlara amellerinin cennet için yeterli olamayacağını,
cennete girişin ilâhî rahmet sayesinde olacağını öğretmektedir. Bunun anlamı,
insan kendi ameline güvenmeyecektir. "Benim amelim âhiretteki cennet, yani
kurtuluş için yeterlidir" düşüncesinde bir kibir vardır. Bu kibrin
kırılmasını, yorumunu yapmakta olduğumuz âyet ve onu açıklayan hadîs temin
etmektedir.[18]
17. Allah sana bir zarar verirse, onu O'ndan başkası gideremez; eğer
sana bir iyilik de verirse, şüphesiz O, her şeye gücü yetendir.
18. Zira kullarının üzerine
otorite sahibi, sadece O'dur. O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.
Her iki âyeti beraber açıklamak zorundayız, çünkü ikinci, birinciyi
tamamlar durumdadır.
1. Allah dostun kim olacağını
açıklıyor. Allah 14. âyette velî, yani tanrı olmaya kimin lâyık olduğunu
açıklamaya devam ettiğini 17. âyette de sürdürmektedir. Buna göre velî,
göklerin ve yerin ilk yaratıcısı, her varlığı besleyen ama kendisinin
beslenmeye ihtiyacı olmayan (14. âyet); insana bir zarar verdiği takdirde onu
O'ndan başkası gideremeyen ve hayrı vermeye gücü yeten (17. âyet) bir
varlıktır. Demek ki insanın velî edineceği varlık, yegâne otorite sahibi
olmalıdır. Hiç kimse onun vereceği zararı ortadan kaldıramamak, vereceği
faydaya da engel olamamalıdır.
2.
Yüce Allah fayda ve zarar
bakımından kendi otoritesini tanımlamakta ve kullarıyla ilişkisini
belirlemektedir. O zaman şu soru karşımıza çıkar: Allah kuluna zarar verir mi?
Âyetteki "Eğer Allah seni zarara uğratırsa " ifadesinden, Allah'ın
kuluna zarar vermek istediği veya verdiği fikrini çıkarmak doğru değildir.
Zaten âyette "isterse" şeklindeki kelime kalıbına yer verilmektedir.
Bunun anlamı, Allah kuluna zarar vermek istemez, ama isterse verir. Çünkü
kulun başına gelen bütün zarar, belâ, sıkıntı ve kötülükler kendi nefsinden,
kendi yaptıklarından kaynaklanmaktadır. Kur'ân'ın bu temel ilkesi, Nisa
sûresinin 79. âyetinde açıklandı: "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına
gelen kötülük ise nefsindendir".
Meselâ Yûnus sûresinin 21. âyetine bakılırsa, insana dokunan sıkıntıyı gündeme getirirken, sıkıntının kendisi fail durumundadır. Allah rahmeti kendisi tattırıyor, ama sıkıntının kendisi insana dokunuyor. Aynı şekilde Yûnus sûresinin 12. âyetinde de, "İnsana bir zarar dokunduğu zaman" derken, "zarar" özne durumundadır. Allah zararı dokundurmuyor, zarar kendisi dokunuyor. İsrâ sûresinin 83. âyetinde de nimeti veren Allah'tır, kötülük ise kendisi dokunmaktadır. Bütün bunlardan şunu çıkarıyoruz: Allah kuluna durup dururken zarar vermez, ona bir kötülük gelmesini istemez ve buna razı olmaz (Zümer 39/7). Demek ki kul kötüyü, belâyı kendisi ister, Allah da yaratır.
3. En'âm sûresinin 17.
âyetinde geçen zarardan neyi anlamalıyız? sorusunun cevabını, 14. âyetin son
kelimesiyle verebiliriz. 17. âyette geçen zarar, "şirk"tir. Çünkü
şirkten daha büyük bir belâ, zarar ve kötülük yoktur. Allah şunu ifade
etmektedir. "Şirki sana dikseydim, kimse onu ortadan kaldıramazdı".
Şirk inancı Allah'tan gelmiyor, onun için mutlak değil, ârizîdir, yani sonradan kulun isteği ile meydana gelmektedir. Onun için kulun isteği ile değişime uğrayabilir. Eğer ben sana inkâr ve şirk gibi büyük bir zararı dokundursaydım, kimse onu değiştiremezdi, çünkü o zaman mutlak olacaktı.
Yüce Allah'ın vereceği bir zararı ortadan kaldıracak bir varlık olsaydı,
o da tanrı olurdu. Böyle bir gücün olmaması, şirk denen olayın olamayacağını
açıklamaktadır. 17. âyetin sonunda yer alan "Allah'ın gücü her şeye
yeter" ifadesi, 18. âyette insanlar üzerinde yegâne otorite sahibinin
Allah olduğunun açıklanması, hep şirkin büyük zarar olduğunu öğretmeyi
amaçlamaktadır.
4. Her iki âyette Allah'ın
"kadîr, kahhâr, hakîm ve habîr" sıfatları verilmektedir. Allah bu
sıfatlarıyla her şeye gücünün yettiğini, kullarının üzerinde yegâne otorite
sahibi olduğunu, işlerini yerli yerinde yaptığını ve her şeyden haberdâr
olduğunu söylemektedir.[19]
19. De ki: "Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür? "
De ki: "Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Bu Kur'ân bana vahyolundu
ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım. Siz gerçekten Allah'ın yanında
başka ilâhların bulunduğuna tanıklık ediyor musunuz?" De ki: "Ben
buna tanıklık etmiyorum". De ki: "Ben buna tanıklık etmiyorum ".
De ki: "O sadece tek bir tanrıdır. Ve ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden
uzağım".
20. Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (peygamberi) kendi oğullarını
tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini ziyan edenler var ya, işte onlar
inanmazlar.
19. âyette anlatılan konunun nüzul sebebi, 20. âyet olmaktadır. Konu,
Hz. Muhammed'in peygamber olup olmadığı meselesidir. Mekke'nin ileri gelenleri
Hz. Muhammed'in peygamber olmasını bir türlü benimseyemedi, içlerine
sindiremedi ve alışamadılar. Onların tepkisini İbn Abbâs şöyle anlatmaktadır:
"Mekke'nin ileri gelenleri, 'Allah senden başka peygamber tayin edecek
birini bulamadı mı?' sorusunu sormuşlardı. 'Seni tasdîk eden birini
göremiyoruz. Seni yahudi ve hıristiyanlara da sorduk. Senin peygamber olduğuna
dair yanlarında hiçbir delilin olmadığını söylüyorlar. O halde bize, senin
peygamber olduğuna tanıklık eden bir kimse göster". Bu konuşmanın üzerine
Allah bu âyeti indirdi. 19. âyet müşriklere, 20. âyet de yahudi ve
hiristiyanlara cevap olmaktadır.
1.
Allah onların Hz. Muhammed'i
peygamber olarak kabullenmemelerine ve tepki göstermelerine karşı şu soruyu
sormasını istemektedir: "Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?
" Âyetin bu kısmında geçen şehâdet kelimesini "tanık" olarak
çevirmek mümkündür. Tanık ile J& ekber kelimesi bir araya gelince, ekbere
"daha güvenilir" mânasını vermemize yol açılmış olmaktadır. Böylece
çeviriyi, "Tanıklık bakımından en güvenilir kimdir?" şeklinde
yapabiliriz. Konuyu biraz daha açarsak, Hz. Peygamber'in peygamberliğinin en
güvenilir tanığı Allah'tır. "Hakikatin en büyük şahidi, yani en güvenilir
tanığı kimdir" şeklindeki soru, Allah'ı bilen müşriklere
yöneltilmektedir.
Bundan şu neticeyi çıkartabiliriz: Müşriklerin tepkileri sebebiyle Hz.
Peygamber'in peygamberliği için istedikleri kanıt hususundaki açıklamayı,
Allah yapmaktadır. Onlarla bu konuda fikir tartışmasına Hz. Peygamber'in
girmesini istememektedir.
2. Onların sorusuna soruya
Allah soruyla karşılık verince, sorduğu soruya cevabını yine kendisi
vermektedir. "De ki: 'Benimle sizin aranızda Allah tanıktır".
Bu cevabı şu şekilde açıklayabiliriz: Kâinatta öyle cisimler ve öyle
varlıklar vardır ki, onları göremediğimiz halde var olduklarına inanırız. Ama
onların var olduğuna Allah'ın tanıklık etmesi yeterlidir. Bizim onları
görmememiz, onların var olmadığına delil teşkil etmez. Allah'ın onların
varlığına tanıklık etmesi, var oluşlarının delili olarak yeterlidir.
Bu açıklamayı, âyetin ikinci bölümünün tefsîri için alabiliriz. Hz.
Muhammed'in peygamberliğine Allah'ın tanıklık etmesi, delil olarak yeterlidir;
müşriklerin inanıp inanmaması önemli değildir.
Allah Hz. Peygamber'e, peygamberliğini kendi iddiasına göre ispatlaması
yerine, Allah'ı şahit koşması, O'nu tanık olarak göstermesini emretmesi,
ispatın güçlü olmasını istemesindendir. Çünkü peygamberlerin en çok eziyet
çektikleri konulardan biri, peygamberliklerini ispat etmekti. Hz. Peygamber bu
görevi kendisinin yüklenmediğini, Allah'ın bir seçimi, yani bir lütfü olduğunu
söyleyerek, inanmalarını kolaylaştırma yoluna gitmiştir.
Bu âyetin 1. ve 2. bölümüyle, tanıklık kavramını insanlığın hayatına,
hukukuna ve kültürüne aşılamıştır. Her oluşumun ve iddianın tanığı, delili,
ispatı olmasını gündeme getirerek, objektif delilin önemini insanlara
öğretmektedir. Ayrıca tanıklar, deliller arasında, önemsizden önemli olana
doğru bir sıralamanın olabileceğini ve en güvenilir delilin ispat için alınmasını
vurgulamaktadır.
3. Allah, Hz. Peygamber'e,
kendisine vahyedilen Kur'ân'ın görevini açıklayarak da peygamberliğini ispat
etmesini emretmektedir.
"Bu Kur'ân bana vahyedildi ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi
uyarayım". Âyetin bu kısmından çıkarılabilecek önemli ilkeler vardır.
a) Din adına insanları
uyarmak, ancak ilâhî vahiyle olabilir. Beşerî düşünce, anlayış ve felsefelerle,
din adına uyarı yapılamaz. Allah Hz. Peygamber'e uy ansını Kur'ân ile yapmasını
ve insanları buna inandırmasını istemektedir.
b) Kur'ân'ın görevleri
arasında yer alan "uyarı", insanları gittikleri yanlış yoldan
çevirmeyi amaçlamaktadır. Çünkü uyarı, olumsuz bir davranıştan vazgeçirmenin
ve olumlu mânada değişimi gerçekleştirmenin uğruna yapılan bir eğitim
faaliyetidir.
c)
"Bu Kur'ân bana vahyolundu"
diyerek, Kur'ân'ı kendisinin yazmadığını göstermektedir.
d)
Kur'ân'ın uyarma görevinin evrenselliğini
gösteren ifade, "ulaştığı kimseler"dir. Âyetin bu kısmındaki belega
fiilinin öznesi, Kur'ân'dır. Yüce Allah Kur'ân'ı, hareket eden bir canlı olarak
kabul ettiği için, ulaşma eylemini ona vermektedir. Şûra sûresinin 52. âyetine
göre Kur'ân, bir "ruh"tur. Ruh da canlılığı ifade etmektedir. O'nun
konuşan bir kitap olduğu da dikkate alınırsa, insan gibi hareket edip insanlara
ulaştığı söylenebilir. Onun için "ulaştığı kimseleri" ifadesine yer
verilerek, Kur'ân özne yerine konmuştur.
Bunun anlamı şudur: Kur'ân önceden hareket ediyor, Hz. Peygam-ber'in önünü açıyor, açılan yerden girerek insanları uyarıyor. Din adına Kur'ân'ın ulaşmadığı insanları uyarmanın etkili olamayacağına da işaret etmektedir. Onun için din eğitimcileri ve âlimleri, insanlara önce Kur'ân'ı ulaştıracaklar sonra da yine Kur'ân ile uyaracaklardır.
4. Allah Hz. Peygamber'den
şirk konusunda onlara başka bir soru yöneltmesini istemiştir: "Siz
gerçekten Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna tanıklık mı ediyorsunuz? De
ki: 'Ben buna tanıklık etmiyorum'. De ki: 'O, sadece tek bir tanrıdır. Ve ben
sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım ".
Âyetin bu kısmındaki şehâdet kelimesi, "inanmak" anlamına gelmektedir.
"Siz gerçekten Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna inanıyor
musunuz?" şeklinde çevirmek daha doğru olacaktır. Bu sorunun amacı,
Allah'tan başkasını tanrı edinen müşriklerin zihninde bir soru işareti
uyandırarak, şok bir etkide bulunup inançlarını sorgulama uyarısında
bulunmaktır. Uyarının ilk basamağı bununla başlamaktadır.
Bu sorudan varılacak diğer bir genelleme de şudur: Karşıdaki insanın
inancını ortaya çıkarmadan, onu müşrik olarak itham etmek doğru değildir. Önce
şirk meselesi soru halinde yöneltilerek şok etkide bulunulur, sonra da
alınacak tepkiye göre değerlendirme yapılır.
Soruyu karşı tarafa yönelttikten sonra, kendi inancını söylemek gerektiğinden,
Hz. Peygamber'den şöyle demesi istenmektedir: "De ki: 'Ben
inanmıyorum", yani "Ben tanıklık etmiyorum". Bu ifade En'âm sûresinin
14. âyetinin bir devamı niteliğindedir.
Âyetin bu bölümünden şu ilkeyi çıkartıyoruz: Önce şirkle uğraşılacak,
sonra ondan boşalan yere tevhîd inancı dikilecektir. Bu metot daha önce Bakara
sûresinin 256. âyetinde görülmüştü: "Kim tâğutu inkâr edip Allah'a
inanırsa" ifadesinde, önce Allah'tan başkasını inkâr, sonra da Allah'a
iman önerilmektedir.
Şirkin bulunduğu gönüle tevhîd inancını sokmak mümkün değildir. Onun
içindir ki, âyetin bu kısmında şirkle ilgili soru soruluyor, sonra da tevhîd
inancına geçiliyor: "De ki: 'O, sadece tek bir tanrıdır". Şirkin reddinden
sonra Allah'ın tekliği vurgulanmaktadır.
Bu vurgudan sonra, Hz. Peygamber onların ortak koştuklarından uzak
olduğunu ilân etmektedir. Bunun anlamı, onlara müşrik olduklarını farklı bir
şekilde hatırlatmaktır.
19. âyetin tamamı ele alındığında, bir din âliminin müşriklerle nasıl
tartışacağına dair önemli bir metodun bulunduğu söylenebilir. Daha güvenilir
olanı, vahyi, Kur'ân'ı, uyarıyı, şirki ve tevhîd inancım gündeme getiren bu
âyetin örgüsü, inançlar arası ilişkilere, iletişime ve tartışmaya ışık
tutmaktadır.
5. Müşriklerin Hz. Peygamber'i
kabullenmemeleri meselesini irdeleyen 19. âyetten sonra, kitap ehli olan
yahudi ve hıristiyanların tavırları ve tepkileri ele alınmaktadır.
Müşrikler, yahudi ve hıristiyanlara Hz. Muhammed'in peygamberliği konusunda delil olup olmadığını sorunca, onlardan olumsuz cevap aldılar. Onların bu olumsuz cevabına karşılık Allah 20. âyeti göndermiştir: "Kendilerine kitap verdiklerimiz, Hz. Muhammed'i kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar". Kitap ehlinin, yani yahudi ve hıristiyanların kendi kutsal kitaplarında Hz. Muhammed'in isim ve özellikleri geçiyordu. Fetih sûresinin 29. âyetine göre Tevrat'ta Muhammed; Saf sûresinin 6. âyetine göre de İncil'de Ahmed ismi yer alıyordu. Sadece isimleri değil, onun vasıfları, ona inananların özellikleri de yer alıyordu. Bunları bildikleri ve çocuklarını tanıdıkları gibi Hz. Muhammed'i tanıdıkları halde, müşriklere yanlış bilgi vermeleri ve inkâr etmeleri, onlar için büyük bir talihsizlik olmuştur.
Bakara sûresinin 146. âyetinde aynı konu gündeme taşınmakta ve âyetin
ikinci bölümünde: "Buna rağmen onlardan bir grup bile bile gerçeği
gizler" ifadesine yer verilmektedir. En'âm sûresinin 20. âyetinde ise
ikinci bölüm şöyle sona ermektedir: "Kendilerini ziyan edenler var ya,
işte onlar inanmazlar".
Şimdi Bakara sûresinin 146. âyetinin ikinci bölümü ile En'âm sûresinin
20. âyetinin ikinci bölümünü bir araya getirelim: Hz. Muhammed'in peygamber
olduğu gerçeğini bile bile gizlemek, kendini ziyan etmekten başka bir şey
değildir. Böylece onlar, öz benliklerini boşa harcamışlardır. Kendini ziyan
eden, hakîkati bile bile gizleyen insanların iman etmesi mümkün değildir.
Buradan şu genellemeye varıyoruz: İman etmeyecek insanların olabileceğini
gündeme getiren Yüce Allah, din âlimlerine eğitimin gücünün sınırlı olduğu
kanununu öğretmektedir.
Ama eğitimin etkinliğine sınır koyan yine insanların kendi değişmez
inanç ve tutumları olmaktadır. İman etmeme bir sonuç, bile bile hakîkati
gizleme de bunun sebebi olmaktadır. Çocuklarını tanır gibi tanıdığı halde,
hakîkat onların önüne bu kadar net konduğu halde, onu gizleyip kendini heder eden
insanın inanmayacağına işaret eden Allah, tanıma, bilme gibi önemli zihin
eylemlerinin gereğini yerine getirmeyip hakîkati bir kenara itenlere eğitim
vermenin imkânsız hale geldiğine dikkat çekmektedir.
Beynin tanıma, bilme gibi eylemleriyle hakikati buluşturamayanlar,
kendi öz benliklerindeki enerjiyi boşa harcamış olacaklardır. Bu enerjinin boşa
harcanmasının da telâfisi mümkün olmayan boyutlara uzanmakta olduğunu
vurgulamaktadır.[20]
21. Allah'a yalan uyduran, ya da O'nun âyetlerini yalanlayanlardan
daha zâlim kim olabilir? Şüphesiz zâlimler kurtuluşa eremezler.
Bu âyet, bir önceki âyette geçen çocuklarını tanır gibi Hz.
Peygam-ber'in peygamberliğini tanıyan ve bile bile hakkı gizleyerek kendilerini
ziyan eden kitap ehlinin iftirasını ve âyetleri yalanlamasını konu edinmektedir.
Kitap ehlinin Allah'a iftirası ya da Allah'ın âyetlerini yalanlaması, hangi
konularda yapılıyordu? Bu sorunun cevabını pek çok âyetle verebiliriz.
1. Hz. Muhammed'in peygamber
olduğuna dair ellerinde bir delilin olmadığını söyleyerek bu iftira veya
yalanlamalarını yapmışlardı. Bu iftira vaya yalanlama şekli devam etmektedir.
Hz. Muhammed'in peygamber olmadığını söyleyerek, bizzat bu konuda kendi kitaplarında yer alan âyetleri yalanlıyor ve Allah'a iftira etmiş oluyorlardı. Çünkü bu, Bakara sûresinin 146. âyetinde bile bile hakîkati gizlemekten başka bir şey değildi. Diğer taraftan onların bile bile hakîkati gizlemeleri, En'âm sûresinin 20. âyetinde açıklandığı gibi, iman etmelerini engellemişti.
Anladığı ve bildiği bir gerçeği gizleyerek bizzat kendi imanını engelleyen
insanlar kendilerine zulmederek kurtuluşlarının önünü kesmişlerdir.
Tevrat ve İncil'de yer alan Hz. Muhammed'in peygamberliği konusundaki
âyetlerin tersine fetva vermek, Allah'a iftira etmektir, ya da o âyetleri
yalanlamaktır. Bu sadece iftira veya yalanlamakla kalmamış, kitaplardan da
çıkarılmıştı. Bu iftira ve yalanlama nesilden nesle intikal ederek günümüze
kadar uzanmıştır.
2. Yahudi ve hıristiyanların
diğer iftiralarından biri de Mâide sûre-sinin 18. âyetinde yer almaktadır:
"Yahudiler ve Hıristiyanlar: 'Biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz
dediler". Bu iftiradaki yalan, yeri göğü titretecek kadar korkunçtur.
Böyle bir yalan, onların öz benliklerini heder etmiş, mutluluklarını yok etmiş
ve Allah tarafından zâlim olarak ilân edilmişlerdir. Bunlar, diğer insanlara
karşı üstünlüklerini ilân etmek için, Allah'ın oğulları ve sevgilileri
olduklarını söyleyerek, Allah'a yalan iftirada bulundular.
3. Bakara sûresinin 79.
âyetine göre İsrâiloğulları "Elleriyle (bir) kitap yazıp sonra onu az bir
bedel karşılığında satmak için, 'Bu Allah ka-tındandır, diyenlere yazıklar
olsun'. Bu yaptıklarıyla Allah'a yalan uyduruyorlardı. Böylece Allah katından
olmadığı halde 'Bu Allah katındandır' derler. Onlar bile bile Allah'a iftira
ediyorlar" (Âl-i İmrân 3/78). Âyete göre İsrâiloğulları, "Allah'ın
göndermediği âyeti göndermiş, söylemediğini söylemiş" diyerek büyük
iftirada bulunmuşlardır.
4. Yahudilerin bir kısmı,
"Allah fakir, biz ise zenginiz" (Âl-i İmrân 3/181); "Allah'ın
eli bağlıdır" (Mâide 5/64) diyerek, doğrudan Allah'a iftirada
bulunmuşlardır.
5. Müşrikler de Allah'a
iftirada bulunmuş, onlar da Allah'ın âyetlerini yalanlamışlardır: "Onlar
bir kötülük yaptıkları zaman: 'Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu
emretti' derler. De ki: 'Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz
şeyleri mi söylüyorsunuz" (A'râf 7/28). Yaptıkları yanlışları, "Allah
bize böyle emrediyor" diyerek Allah'a iftira etmeleri, hem zâlim olmalarına,
hem de kurtuluşlarını engellemelerine sebep olmuştur.
6. Yüce Allah'ın onlara
putlara tapmalarını emrettiğini söyleyerek, şirke sapmalarını Allah'a
maletmişlerdir: "Allah bahîra, sâibe, vesile ve hâm diye bir şey
kümamıştır. Fakat kâfirler yalan yere Allah'a iftira etmektedirler ve onların
çoğunun kafaları çalışmaz" (Mâide 5/103). Ayetten anlaşılıyor ki, kâfirler
Allah'a iftira ederek, bahîra, sâibe, vesîle ve hâm putlarını tanrı olarak
tayin etmiş olduğunu söylemektedirler.
7.
Müşrikler ya da kâfirler kız
çocuklarını Allah'ın kızları olarak görüyorlardı: "Onlar, kızların Allah'a
ait olduğunu iddia ediyorlar. Hâşâ! Allah bundan münezzehtir" (Nahl
16/57). Bu görüş de onların uydurduğu bir yalandır. Diğer taraftan Allah'ın
"Melekleri kız çocukları olarak edindi" fetvasını da vermişlerdi:
"(Ey müşrikler!) Rabbiniz, erkek çocukları sizin için ayırdı da, kendisi
meleklerden kız çocuklar mı edindi? Çok büyük bir söz söylüyorsunuz" (İsrâ
17/40).
8. Hz. Muhammed'in getirdiği
mucizeleri inkâr etmeleri, ona sihirbaz demeleri de Allah'ın âyetlerini
yalanlama eyleminin kapsamına girmektedir (En'âm 6/7).
9. Ateşin kendilerine sayılı
günler dokunacağını söyleyerek, Allah hakkında bilmediklerini söylemeleri
(Bakara 2/80), âhiret yurdunun sadece kendilerine ait olduğu fetvasını
vermeleri (Bakara 2/94), yahudilerin Allah'a iftira etmelerinden
kaynaklanmaktadır.
En'âm sûresinin 21. âyetinde, Allah'ın "Daha zâlim kim
vardır?" dediği insanlar, bu iftiraları yapanlardır. Böyle iftiraları
zulüm olarak nitelendirmesi, onların kurtuluşa eremeyecekleri kararını
vermesinin asıl amacı, müslümanlann, özellikle din âlimlerinin gelişigüzel
fetva verip Allah'a iftira etmelerini önlemektir. İleride müslümanlan muhatap
alan âyetler gelecektir (En'âm 6/93; Nahl 16/116 vb.).
En'âm sûresinin 21. âyetine dönersek, şu gerçeği yakalamak mümkündür:
Bir önceki âyete bakarsak, Allah'a yalan iftira eden ya da âyetlerini
yalanlayan zâlimlerin kitap ehli, ama bir sonraki âyetlere bakarsak bunların
müşrik oldukları görülecektir. Onun için onların uydurdukları iftirâların neler
olduğunu anlatırken, hem kitap ehlinden, hem de müşriklerden örnekler
verilmiştir.
Demek ki doğrunun yerine yalanı koymak, din adına iftira ve zulüm olmaktadır. İftira denen zulüm, toplumların mutluluğunu, kurtuluşunu, yani felahını alıp götürmektedir. "Zâlimler kurtuluşa eremezler" ifadesinden anlaşılıyor ki, Allah'ın helâl veya haram demediği şeyi helâl veya haram diyen, ya da Allah'ın helâl dediğini haram, haram dediğini helâl diyenler, Nahl sûresinin 116. âyetinde söylendiği gibi, toplumların felahını alıp götürmektedirler.
Buradan şu genellemeye varıyoruz: Din âlimi ve görevlisi olacaklara
öğretilecek en önemli şey, Allah adına fetva verirken, dinin hükmünü
açıklarken, Kur'ân'ın temel alınmasının gerekliliğidir. O konuda Allah'ın ne
dediğini bilmek lâzımdır. Bu durum ilâhi vahye, yani Kur'ân'a karşı saygı
gereğidir. İslâm ahlâkının en önemli alanı, Allah'a iftiradan sakınmak,
Kur'ân'ı bilmeden fetva vermemek, kendi görüşünü Allah'ın görüşü gibi
göstermemek, ilâhî vahye saygı göstermek, tersini yapanların zâlim olduklarının
ve kurtuluşa eremeyeceklerinin bilincinde olmaktır. Din eğitimi, öğrencilere bu
ahlâkı kazandırmalı, ilâhî lutfun müslümanlara gelişini engellememeleri için
gerekenin yapılmasını öğretmelidir.[21]
22. Bir gün onların hepsini bir araya toplayacağız- Sonra da, Allah'a
ortak koşanlara: "Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız"
diyeceğiz.
23. Sonunda şunu söylemekten
başka bahaneleri kalmaz:
"Rabbimiz! Allah'a yemin olsun ki, ortak koşanlardan
değildik".
24. Bak da gör, nasıl yalan
söylediler, öz benliklerine karşı! Ve iftira için kullanladıkları şeyler,
kendilerinden nasıl kaybolup gitti!
Bu âyetlerin açıklamalarının yanı sıra şu soruların da cevaplandırılması
gerekir: Bu toplanma günü mahşer midir? Mahşer ise, müşriklerin orada yalan
söylemeleri mümkün müdür?
Birinci soruya tek kelime ile mahşerdir, diyebiliriz; ama ikinci sorunun
cevabı uzun sürecektir. Râzî, tefsîrinde bu âyeti açıklarken, mahşerde yalan
söylenip söylenemeyeceğini geniş bir şekilde anlatmıştır. Biz mahşerde yalan
söylemeyeceğini ileri sürenlerin iddiasını bir tarafa bırakıyor,
söylenebileceğinin ispatını yapıyoruz:
1. Eğer yalan söyleme ihtimali
olmasaydı, Yasin sûresinin 65. âyetinde, "O gün onların ağızlarını
mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder"
buyurmazdı. Demek ki En'âm sûresinin 24. âyetinde bahsedilen yalan, ağızların
mühürlenmesinden önce olacaktır.
2. İnsanların orada kendi
vücutlarının doğruyu söylemesinden dolayı niçin doğruyu söylediğinden dolayı
baskı yapacaklarını, yani yalan söylemelerini isteyeceklerini, Fussılet
sûresinin 20-21. âyetleri beyan etmektedir.
"Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir"; "Derilerine: 'Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?' derler. Onlar da: 'Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu" diye cevap verirler.
Eğer insanoğlu mahşerde doğruyu söyleseydi, yalan konuşma ihtimali
olmasaydı, vücudunun çeşitli organlarını Allah şahit tutar mıydı? Onlar
derilerine "Niçin aleyhimize şahitlik ediyorsunuz derler miydi? "
3. Müşrik ve kâfirler dünyaya
geri dönmek isteyecekler. Bu isteklerini Allah'a sunarken iyi insan
olacaklarını ve hatâlarını idrâk ettiklerini söyleyeceklerdir. Ama Allah bunun
yalan olduğunu beyan etmektedir:
"Hayır! Daha
önce gizlemekte oldukları şeyler kendilerine göründü. Eğer geri
gönderil-seler, yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar
gerçekten yalancıdırlar" (En'âm 6/28).
4. Onların mahşerde yalan
söyleyeceklerinin diğer bir delili de şu âyettir "O gün Allah onların
hepsini yeniden diriltecek, onlar da dünyada size yemin ettikleri gibi, Allah'a
yemin edeceklerdir. Kendilerinin bir şey üzerinde olduklarını sanırlar. İyi
biliniz ki onlar gerçekten yalancıdırlar" (Mücâdele 58/18).
Bütün bu âyetler, müşrik ve kâfirlerin dünyada yalan konuştukları gibi,
orada da yalan konuşacaklarına delil teşkil etmektedir. Şimdi yorumunu
yapmakta olduğumuz âyetlere dönebiliriz. Âyetlerde işlenen konuları sıra ile
şöyle açıklayabiliriz:
a) "Bir gün onların
hepsini bir araya toplayacağız" Mahşerde hesap günü bütün insanlar bir
araya geleceklerdir. Bu durum veya konu, inanç alanına girmektedir. Ama bazı
âyetlerde meselâ Hac sûresinin 5. âyeti, tabiat kanunlarıyla kıyamette dirilme
gününü ispat etmektedir. Bununla beraber mahşerde toplanma meselesi, iman
alanına girmektedir.
b) "Sonra da, Allah'a ortak
koşanlara: 'Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?' diyeceğiz".
Âyetin bu kısmı, birinci bölümdeki toplanmanın amacını vermektedir. Yüce Allah
bu amacı, müşrikleri sorgulama olarak tesbit etmektedir. Allah'tan başka
varlıklara ilâhlık yakıştıranlara, bu ulûhiyyete ortak olarak hayâl
ettiklerinin nerede oldukları sorulacaktır. Bu sorgulamanın olacağı bu dünyada
Allah tarafından garanti edilmektedir. Bu dünyada bazan insanlar putlara,
bazan da insanlara, bazan da diğer varlıklara ulûhiyyet vermiş ve böylece
Allah'a eş koşmuşlardır. Bu durumun yanlışı sadece dünyada kalmayacak, âhirete
uzanacak ve orada sorgulaması yapılacaktır. Bu sorgulamanın olacağını
söylemekle Allah, insanları şirkten caydırmak istemektedir.
c)
"Sonra onların mazeretleri,
'Rabbimiz Allah'a yemin olsun ki, biz ortak koşanlar olmadık!' demelerinden
başka bir şey olmadı". Bu âyet, müşriklerin orada yalan konuşacaklarını
gündeme getirip ispat etmektedir. Âyetteki fitne kelimesi, "çaresiz bir
şaşkınlığı" ifade etmektedir. Orada hem "rabbimiz" diyecekler,
hem de "Allah'a yemin" edeceklerdir. Bu dünyada Allah'a başka
varlıkları eş koştuklarını orada yemin ederek inkâr edeceklerdir, ama bu
onların yalancı olduğunu ortadan kaldırmayacaktır.
Bu sahneyi anlatmakla Allah, müslümanlara pişmanlık duyacakları tarzda
fikir beyan etmemelerini ve yanlış davranışta bulunmamalarını öğütlemektedir.
Kısaca müslüman, dünyasını âhirete göre planlar ve pişman olacağı işi yapmaz.
Çünkü bilir ki mahşerde gösterilecek mazeretin hiçbir faydası olmayacaktır.
d) "Bak da gör, nasıl yalan söylediler, öz benliklerine karşı! Ve (tanrı diye) uydurdukları şeyler kendilerinden nasıl kaybolup gitti".
Şirk âhirette insana kendi öz benliğine yalan söyletecektir. Bu dünyada
da insanın kendi doğasına yalan söylemeyi ifade etmektedir. O zaman şirkin bir
yalan olduğunu söyleyebiliriz. Zaten 24. âyetin sonundaki hJJ*ı yefterûn
kelimesi, "uyduruyorlar" anlamına gelmektedir. Şirk, bir iftira, bir
yalan ve bir uydurmadır. Mahşerde yalan, insanı terkedip gidecektir. Orada bu
dünyada ulûhiyyet verilen sahte tanrılar kaybolup giderken, böyle inananlar
sorguya çekilecektir.
Mahşerde sahte tanrıların terkedilmişliği içinde, pişmanlığın ağır
baskısı altında yalan söylemektense, bu dünyada tevhîd inancının peşinde
koşmanın eğitimi verilmektedir. Oradaki terkedilmişlik ve pişmanlık, insana
kendisi hakkında yalan söyletecektir.
Kur'ân eğitimi ile Allah, insanı, mahşerde terkedilmişlik ve pişmanlık
psikolojisi içinde görmeyi ortadan kaldırmak istiyor. Bu sebeple din âlimi ve
eğitimcilerine tevhîd inancını insanlara aşılamaları, şirkle onunla beraber
mücadele vermeleri, bunu biricik amaç edinmeleri gerekmektedir. Din eğitiminin
başarısı ve kaliteyi yakalaması da bu amacı gerçekleştirmesine bağlıdır.
Tevhîd ağacının gönüldeki köklerine dökülen su, din eğitimini güçlendirecektir.[22]
25. "İçlerinden seni dinleyenler vardır; fakat biz onu anlamalarına
engel olmak için kalplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık
koyduk. Onlar her mucizeyi görseler de yine ona inanmazlar. Hatta sana
geldiklerinde, seninle tartışırlar. O kâfirler: "Bu, eskilerin
masallarından başka bir şey değildir" derler.
26. Onlar hem insanları ondan
menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini
mahvediyorlar, ama farkında değiller.
27. Ateşin başında durdurulmuş
iken onların: "Ah ne olurdu, keşke biz dünyaya geri çevrilseydik de
rab-bimizin âyetlerini yalanlamasaydık, inananlardan olsaydık! "
dediklerini bir görsen!
Bu âyetler, Hz. Peygamber döneminde yaşayan müşriklerin Kur'â-n'a ve
Hz. Peygamber'e karşı takındıkları tavrın şeklini ve kaynağını açıklamaktadır.
Âhiretteki pişmanlığın ve yalan konuşmanın, bu dünyadaki tavırlarından ve
tepkilerinden kaynaklandığını, sebep-sonuç ilişkisi içinde anlatmaktadır.
21-24. âyetlerde olanların sebebi, bu âyetlerde ortaya konmaktadır.
1. "İçlerinden seni
dinleyenler vardır-".Müşriklerin bazısı Hz. Peygamber'in tebliğine kulak
veriyordu. İbn Abbâs bunların kimler olduğunu saymaktadır. Onların
isimlerinden çok, nasıl tepki gösterdikleri bizim için önemlidir. Bu tepkiyi
Allah, âyetin sonunda verecektir. Bizim burada söyleyeceğimiz şey, dinlemenin
yeterli olmadığı, gönlün anlamaya hazır olmasının öneminin vurgulanmasıdır.
2. "Fakat biz onu anlamalarına
engel olmak için kalplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık
koyduk". Âyetin bu kısmında çok ciddî, ciddî olduğu kadar da önemli bir
olgu ile karşı karşıyayız. Dikkat edilirse, l3u> ce'alnâ fiilinde "Biz
koyduk" deniyor, yani onların kalplerinin üstüne kılıfı; kulaklarının
içine de ağırlığı koyan Allah'tır.
O zaman şu soru ile karşılaşırız: Madem ki onların kalplerinin üzerine
anlamamaları için kılıfı, kulaklarının içine de ağırlığı Allah koydu, ne diye
onları sorumlu tutmaktadır? Bunu yaptıktan sonra onları sorumlu tutup
cezalandırması zulüm olmaz mı?
Birinci soruyu cevaplandırabilmek için başka âyetlere gitmek gerekiyor.
Çünkü "içlerinden seni dinleyenler vardır" dedikten sonra, onların
Hz. Peygamber'e hangi sözlerle tepki gösterdikleri bu âyette açıklanmamaktadır.
Biz o âyetlere giderek ilk soruyu cevaplandırma yolunu tutacağız.
a) "Ve dediler ki: 'Bizi
çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda bir ağırlık vardır.
Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap,
biz de yapmaktayız" (Fussılet 41/5). Onların bu konuşmasından sonra, En'âm
sûresinin 25. âyetinde söyledikleri Allah Teâlâ tarafından tescil edilmektedir.
Onun içindir ki ce'alnâ fiilini kullanmış, heleknâ fiilini kullanmamıştır.
Bunun anlamı, ağırlık ve perde yoktu da yarattı, demektir; ama ce'alnâ
"var olanı tesbit etti, belirledi" mânasını vermektedir.
"İçlerinden seni dinleyenler vardır" ifadesiyle, ce'alnâ ile başlayan
ifadenin arasına Fussılet sûresinin 5. âyetini koyduğumuzda, mâna daha iyi
anlaşılmış olacaktır.
b) Bunun başka bir cevabını da
Bakara sûresinin 88. âyetinde buluyoruz: (Yahudiler peygamberlerle alay
ederek) 'Kalplerimiz perdelidir' dediler. Hayır, küfür ve isyanları sebebiyle
Allah onlara lanet etmiştir. O yüzden çok az inanırlar".
Demek ki inkâr ettikten sonra Allah onlara lanet etmektedir. Bu lanet
de kalplerinin perdeli olduğu hissini onlara uyandırmaktadır. Laneti, kulun
inkârı davet etmektedir. İnkâr sebep, lanet de sonuç olmaktadır. Lanet de
"kalplerinin perdelenmesi" anlamına gelmektedir.
Bu ilkeden hareket ettiğimiz zaman, En'âm sûresinin 25. âyetinde
"İçlerinden seni dinleyenler vardır" ifadesinden hemen sonra, onların
inkârını ve o sebeple de Allah'ın lanetini koymak gerekiyor. Allah onlara
zulmetmiyor, onların inkârının tescilini yapıyor.
c) "Sözlerinden
dönmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri
öldürmeleri ve 'Kalplerimiz kılıflanmıştır' demeleri sebebiyle, Allah o kalpler
üzerine mühür vurmuştur. Pek azı müstesna artık iman etmezler" (Nisa
4/155). Bu âyette de İsrâiloğulları örneği verilerek, Allah'ın onlara yaptığı
muamelenin sebebi, onların inkârına bağlanmıştır.
d)
Yüce Allah onların
kalplerini kilitleseydi, kalplerinin üstüne kılıf koysaydı, şu soruyu sorar
mıydı?: "Onlar Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?"
(Muhammed 47/24).
e)
"Yeryüzünde haksız yere
böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler
de iman etmezler. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Fakat azgınlık
yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi
yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir"
(A'râf 7/146).
Âyetlerinden uzaklaştırmasının sebebi kibirlenmeleri, mucizeleri
gördüklerinde inanmamaları, doğruya gitmemeleridir. Azgınlık yoluna
gitmelerinin sebebi de inkârlarıdır. Demek ki, En'âm sûresinin 25. âyetinde
sorduğumuz sorunun cevabını, insanın eylemi neticesinde Allah Teâlâ öyle
yapmaktadır, şeklinde vermek gerekiyor.
Şimdi En'âm sûresinin 25. âyetine dönersek, "Anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık koyduk" ifadesi anlaşılmış olacaktır. Durup dururken Allah Teâlâ insanların kalplerine kılıf, kulaklarının içine de ağırlık koymaz. Görülen o ki, kaçak mal satan dükkânın polisler tarafından mühürlenmesi gibi, yanlış inançlarla dolu olan kalp de Allah tarafından mühürlenmektedir.
Âyetin bu bölümüne dikkatle bakarsak, anlamanın gönüle ve beyne ait
olduğu anlaşılmış olacaktır. "Kulaklarının içine" derken beynin kastedildiği
bilinmelidir. "Parçayı gündeme getirerek bütünün kastedildiği" ilkesinden
hareketle, "kulağın içine" ifadesinin, "beyn"e demek
olduğunu çıkarabiliriz. Âyetin bu kısmındaki fıkıh denen "anlama"
faaliyetinin, hem beynin hem de gönlün ortaklaşa eylemi olduğuna işaret
edilmektedir.
Bakara sûresinin 88 ve Nisa sûresinin 155. âyetine bir kere daha
dönersek, oradaki küfür, yani inkâr etmeleri sebebiyle denmesinin önemli bir
işareti vardır. İnkâr, yani kefere kelimesinin "örtmek" mânasından
hareketle, bu işareti yakalayabiliriz. Neyi örttüklerinden dolayı onlara kâfir
denmektedir? Birinci anlamı, gönüllerini örttükleri, ikincisi de hakikati
örttüklerinden kâfir sıfatını almışlardır. Bakara sûresinin 88. âyetinde,
gönüllerini örtmek anlamına alınırsa, En'âm sûresinin 25. âyetinde, neden
Allah'ın onların kalplerini kılıfladığı ve kulaklarının içine ağırlık koyduğu
anlaşılmış olacaktır.
3.
"Onlar her mucizeyi
görseler de yine ona inanmazlar". Gönüllerini gerçeğe karşı, yani Kur'ân'a
karşı örtmeleri ve Allah'ın da bu örtmeyi tescil etmesi neticesinde, onların
inanma kapasiteleri dumura uğramıştır, mucizeleri görseler de asla
inanmayacaklardır.
"Her âyeti" ifadesinden şunu anlıyoruz ki, bu insanların önüne konan hangi mucize olursa olsun, etkilenip inanmaları mümkün değildir. Buradan hareketle şu genellemeye varabiliriz: Kalpleri kılıflı, kilitli, perdeli, örtülü olan insanları eğitmek, imkânsızdır. Gönüldeki karanlık oluşumlar, eğitimi engellemektedir. Eğitimin gücüne sınır koyan, insanın beyni ile gönlüdür. Eğitimin gücü, kapalı, kılıflı, örtülü, perdeli ve tıkalı olan beyin ve gönüllere yetmemektedir. Bu beyin ve gönüller, ilâhî eğitimin gücünü bile sınırlamaktadır. Bu ilkeden başka birine intikal edebiliriz: Allah, beşerî eğitime hedef göstererek, bütün gücünü, insan beyni ve gönlüne yoğunlaştırmasını istemektedir.
4. "Hatta sana
geldiklerinde seninle tartışırlar. O kâfirler: 'Bu, eskilerin masallarından
başka bir şey değildir' derler". Kılıflı gönül, tıkalı beyin,
değerlendirmesinde hatâ yaparak hakîkatle mücadelede bulunur. Burada Allah,
kâfirlerin neden Hz. Peygamberle mücadeleye girdiklerinin sebebini açıklamaktadır.
İnkâr psikolojisi, yani beyninin ve gönlünün anlayışını örten insanlar,
davranış bozukluğu gösterir ve değerlendirmelerinde hatâ ederler. Bunlar Hz.
Peygamberle mücadele ediyor ve Kur'ân'a eskilerin masalları değerlendirmesini
yapıyorlar.
"Eskilerin masalı" ifadesinden, Araplar'ın, masal kültürüne
sahip oldukları anlaşılmaktadır. Onların tepkisi sadece mücadele etmek ve masal
değerlendirmesini yapmakla kalmıyor, başka davranışlar da sergiliyorlar.
5. "Onlar hem insanları
ondan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar". Kur'ân'a
"eskilerin masalı" demeleriyle kalmayarak ilişkiler sistemine
bulaşmakta, yani bir bulaşıcı hastalık gibi yayılmaktadır. Daha doğrusu onlar
bu değerlendirmelerini başkalarına bulaştırmaktadırlar. Burada şu soruyu
sormakta yarar vardır: Başkalarını Kur'ân'dan nasıl me-nediyorlar? Bu sorunun
cevabını vermek için Fussılet sûresinin 26. âyetine gitmek gerekiyor:
"İnkâr edenler: 'Bu Kur'ân'ı dinlemeyiniz, okunurken gürültü çıkarınız.
Umulur ki bastırırsınız' dediler". Kur'ân'ın başkalarının kulağına
ulaşmasını istemiyorlardı. Kur'ân'ın can veren bu etkisini ortadan kaldırmak
için uğultu çıkarmalarını söylüyorlardı. Günümüzde beyni ve gönlü kapalı olan
insanlar, kitap, yazı, makale ve konuşmalarıyla uğultu çıkarmakta,
"başkalarını Kur'ân'dan menetmenin" yolunu bu şekilde tesbit
etmektedirler. Kur'ân'dan başkalarını alıkoymak, asırlardır bir süreç olarak
devam etmektedir. Onu insanlığın dinlememesi, araştırıp anlamaması için her
yerden bir uğultu gelmektedir.
"Sadece başkalarını Kur'ân'ı dinleyip anlamaktan alıkoymuyorlar;
aynı zamanda kendilerini de ondan uzak tutuyorlar". Âyetin bu kısmındaki
ne'y kelimesi "uzaklaşmak" anlamına gelmektedir. Neden Kur'ân'dan
uzaklaşıyorlar? Bunun cevabını Müddessir sûresinin 49-53. âyetleriyle
verebiliriz: "Böyle iken onlara ne oluyor ki, âdeta arslandan ürküp kaçan
yaban eşekleri gibi Kur'ân'dan yüz çeviriyorlar. Daha doğrusu onlardan her
biri, kendisine açılmış sayfalar verilmesini istiyor. Hayır! Aslında onlar
âhiretten korkmuyorlar".
Bu âyetler bize kâfirlerin neden dolayı Kur'ân'dan kaçtıklarını
açıklamaktadır. Yaban eşeği psikolojisi içinde olduklarından Kur'ân'ın güçlü
ışığından kaçıyorlar. Kendilerine bir kitap verilmediğinden dolayı
kıskanıyorlar ve âhiretten çekinmiyorlar. Bu psikoloji, bu anlayış ve bu
katılık, onların Kur'ân'dan uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Bakara sûresinin
118. âyetindeki gibi "Allah neden bizimle konuşmaz ve neden bize mucize
işaretler göstermez" kıskançlığı, bu davranışın sebebi olmaktadır.
5. "Böylece yalnız
kendilerini mahvediyorlar, ama farkında değiller". Onların bu inanış
biçimleri ve davranış şekilleri, aslında kendilerini helak etmektedir. Yüce
Allah burada helak kelimesini psikolojik anlamda kullanmaktadır. İnsanın kendi
kendini helak etmesi, beyin, gönül ve nefis arasındaki dengelerin bozulması
anlamına gelmektedir. İnkâr, yanlış değerlendirme, Kur'ân'dan kaçma ve
başkalarını kaçırma gibi inanç ve davranışlar, nefisten gönüle ve oradan beyne
ulaşan depremin fay hattını oluşturmaktadır. Bu fay hattı harekete geçip onları
helak ederken, o bunun farkına varamamaktadırlar. Çünkü inkâr psikolojisi,
onların bilincini ortadan kaldırmıştır. "Onların, ateşin başında
durdurulmuş iken: Ah ne olurdu keşke biz (dünyaya) geri çevrilseydik de,
rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık, inananlardan olsaydık! dediklerini bir
görsen". Bu âyeti anlamak için 25. âyetten başlamak gerekiyor. İnkârı ile
beynini ve gönlünü hakikate kapatan ve Allah'ın da bundan ötürü kalplerine bir
kılıf, kulaklarına da bir ağırlık koyduğu, hiçbir mucizeye inanmayan,
peygamberle mücadele edip Kur'ân'a eskilerin masalı diyen, kendilerini
Kur'ân'dan uzak tuttukları gibi başkalarını da ondan meneden ve farkında
olmadan kendilerini helak eden kâfirlerin âhiretteki yalvarış ve pişmanlıkları,
27. âyette ele alınmaktadır.
a) Onlar ateşin karşısında
durdurulacaklar. Buradaki ateşten kasıt cehennemdir. Burada şu soruyu
sorabiliriz: "Allah kulunu yakar mı?" Ku-r'ân'ın tamamına
baktığımızda şu gerçeği görürüz: Allah asla kulunu yakmaktan yana değildir.
Ancak kulunun beyin ve gönlüne sahip çıkmaması, nefsinin tutsağı olması
sebebiyle, onun nefsi cehennem ateşinin yanmaya başladığı yer olur.
Başka bir ifadeyle, insanın inançları ve amelleri, onun ateşini, yani cehennemini oluşturmaktadır. Mülk sûresinin 10. âyetinde bu gerçeği cehennemlikler şu şekilde itiraf etmektedirler: "Ve, şayet dinleseydik veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık, diye ilâve ederler".
Dinleme ile ilgili duyu organını kullanmamak ve aklını çalıştırmamanın
cehennemi getirdiğini itiraf ederek, ateşin nerede yanmaya başladığını
anladıklarını göstermektedirler. Demek ki âhiretteki cehennem ateşini, kendi
içinde insan bu dünyadan götürmektedir.
b)
Ateşle karşılaşınca şöyle
diyecekler: "Ah, keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha rabbimizin
âyetlerini yalanlamasak!" Âyetin bu kısmı, zaten onları ateşe götüren
eylemin, Allah'ın âyetlerini yalanlamak olduğunu açıklamaktadır.
Bu noktada pişmanlık kendini gösterecektir. Pişmanlığın meydana
gelmesinden önce insanları uyararak eğitmek, onları bilgilendirmek ve
şuurlandırmak, eğitimin ilk amaçları arasında yer almalıdır, ilâhî eğitimin
olmazsa olmazını teşkil eeden bu görevden kaçınılamaz: "Resulüm, sen
onları pişmanlık ve üzüntü günü hakkında uyar. Çünkü onlar bir gafletin içine
dalmış oldukları halde ve henüz iman etmemişken, (bakarsın) iş olup
bitmiştir" (Meryem 19/39). Geri dönüşü ve telâfisi mümkün olmayan
pişmanlıkların insanların başına gelmemesi için gerekli olan uyarının yapılması,
Hz. Peygamber'in görevleri arasında yer alırken, din eğitiminin de görevleri
arasında olmalıdır.
Oradaki pişmanlığın geri dönme isteğini meydana getireceğini Allah
çeşitli âyetlerinde açıklamaktadır. Secde sûresinin 12. âyetinde, mücrimler
dünyaya dönmek isteyecek, Zümer sûresinin 58. âyetinde kâfir, iyilerden olmak
için bir kere daha dünyaya gelmeyi temenni edecektir.
c) Pişmanlığın doğurduğu geri
dönüş isteği, hangi şeyleri yapmayı gündeme getirecektir? Bunun cevabını âyetin
sonundan anlıyoruz: Allah'ın âyetlerini yalanlamamak ve inananlardan olmak.
Şimdi bu iki eylemden hareket edersek diyebiliriz ki, mahşerde insanı ateşle
karşı karşıya bırakan eylemler, yalanlamak ve iman etmemektir. Yalanlamak
nefsin, iman etmemek de gönlün eylemidir. Yalanlamayı terketmek, nefisle
mücadelenin zaferi, iman etmek de gönlün zaferi olmaktadır.
Secde sûresinin 12. âyetinde iyi işler yapmak ve kesin olarak inanmak,
Zümer sûresinin 58. âyetinde, muhsin, yani kaliteli müslümanlardan olmak için
geri dönüş istenecektir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyet ve işaret ettiğimiz diğer âyetler, dünyada nasıl inanılması ve davranılması gerektiğini, âhiret pişmanlığı örneği ile bize anlatmaktadır. Çarpıcı ve şok bir sahne karşısında insanın duyacağı pişmanlık neticesinde, nelerin eksik, nelerin yanlış olduğunu belirleyerek, etkili bir uyarı amaçlanmaktadır.
"Bir görsen!" ifadesiyle, bu sahnenin görülmesinin
imkânsızlığına dikkat çekildiği gibi, kesin olarak olacağına da işaret edilmektedir.
Bunun anlamı, o sahnenin kesin olarak görüldüğüdür.
Netice olarak diyebiliriz ki, dünyadaki inanış biçimi ve eylemlerimiz,
öteki dünyada cennet veya cehennemimizi oluşturacak, mutluluk veya üzüntümüzün
doğuracağı pişmanlığı meydana getirecektir. Dünyada hakikati anlamama, onu
yalanlama, ona karşı tavır takınma, onu inkâr etme, ona iman etmeme,
cehennemin yakıtı olacaktır. Yüce Allah Kur'ân ve Peygamberle bu cehennemin
oluşmasını engellemek, oluşmuş olanını söndürmeyi amaçlamaktadır. Çünkü bu tip insanlar
sadece âhireti değil, En'âm sûresinin 26. âyetine göre, kendi içlerini ve
dünyayı cehenneme çevirmektedirler. Din âlimi ve eğitimcileri, dünya
insanlığını bu ateşten kurtaramazsa, kendileri de onun içinde yanacaklardır.[23]
28. Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler kendilerine göründü.
Eğer (dünyaya) geri gönderilseler, yine kendilerine yasak edilen şeylere
döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar.
27. âyetteki temenni, ya da yalvarışları Allah tarafından kabul edilmeyecektir.
Neden kabul edilmeyeceğini Allah açıklamaktadır:
a) Dünyada gizli olarak
yaptıkları ameller orada karşılarına çıkacaktır. Bu ifade ile Allah
insanlardan gizledikleri, ama Allah'tan gizleyeme-dikleri amelleri önlerine
koyacaktır. Bu amellerin cezası görülmeden dünyaya dönmeleri mümkün değildir.
b) Dünyaya geldiklerinde yine
eski eylemlerine dönecek olduklarından 27. âyetteki, "Yalanlamayacağız ve
iman edeceğiz" sözlerinin doğruyu aksettirmediği bilindiğinden, dünyaya
geri dönme isteklerine müsâade edilmeyecektir.
Allah, sonsuz ilmiyle onların tekrar bu dünyaya geldiklerinde, yasaklandıkları
kötü amellere döneceklerini bilmektedir. Böylece dünyaya tekrar gelmelerini,
yine kendilerinin engellediğine işaret etmektedir. Bu konuda verdikleri sözde
yalancı olduklarına da dikkat çekmektedir.
27 ve 28. âyetlerde önemli bir psikolojik analiz yapılmaktadır. Kötü
davranışlar işlene işlene insanların ayrılmaz karakteri haline gelebilir. Bu
insanlara iyi insan olmak için ne kadar fırsat verilirse verilsin, yine o kötü
eylemlerine döneceklerdir. Bu sebeple onları affetmekle iyiye dönecekleri
konusundaki beklentinin yanlış olacağını öğretmektedir. İnsanların iyiye doğru
değişimini bekleme, bazan boşa çıkabilir. Bütün uyarılara rağmen, anlamayan
hakikate inanmayan, onunla mücadele verip hakaret eden, bu manevî hastalığını
insanlığa yayan ve böylece bilinçsizce kendini heder eden insanlar, yalan
konuştuklarından dolayı onlara güvenilemez.
Onlara ikinci bir şans verilebilmesi için hakikate karşı gönüllerinde bir sevgi ve iman oluşması gerekiyor. Ama sevgi ve iman sebebiyle değil de, dünyada gizledikleri amellerinin korkunç neticesinden doğan korkudan dolayı, ikinci bir şansı istiyorlarsa, buna müsaade edilmeyecektir. Allah insanın içinde gizlediği niyetini iyi bildiği için, kararını o niyet üzerine temellendirmektedir. Yalan üzerine ikinci bir şansın verilemeyeceğine^ dikkat çekerek yüce Allah, inancın bizatihi inanç olduğu için istenmesi, ona karşı gönülde bir sevda oluşması gerekliliğini gündeme getirmektedir.
Amellerinin neticesinde oluşan cehennem ateşini gördükten sonra doğan
pişmanlık ve onun getirdiği sahte iman üzerine ikinci şans verilmeyecektir.
Korkunç sahne kaybolduktan sonra eski alışkanlıklarına dönme ihtimalinin
kesinliği, bu ikinci şansa müsaadeyi verdirmemektedir.[24]
29. Onlar, "Hayat ancak bu
dünyadaki hayatımızdan ibarettir, biz, bir daha da dirilecek değiliz"
demişlerdi.
30. Rablerinin huzuruna getirildikleri zaman, sen onları bir görsen!
Allah: "Bu, hak değil miymiş?" diyecek. Onlar da "Rabbimize
andolsun ki evet!" diyecekler. Allah da "Öyleyse inkâr ettiğinizden
dolayı azabı tadın! " diyecek.
1. Bu âyetler daha önceki
âyetlerin devamı durumundadırlar. Onların yalancı olduklarını ispat eden 29.
âyettir. Dünyada iken öldükten sonra dirilme ve âhiret hayatını inkâr edip, bu
dünya hayatının dışındaki bir hayatı kabul etmemeleri, onların yalan
konuştuklarının en büyük delilidir. Yeniden dirilmeyi reddeden bu insanlar,
madde âleminin ötesine geçecek bir zihni faaliyete sahip olmadıklarını
göstermektedirler.
Kur'ân'ın belirttiğine göre, insanların en zor kabul ettikleri inanç ilkesi,
öldükten sonra dirilme ve onun getirdiği âhiret hayatıdır. Peygamberler ve
ilâhî vahiy en çok bu konuda tepki görmüş ve inkâr cihetine gidilmiştir. Yüce
Allah öldükten sonra dirilme konusunu çeşitli mucize ve
delillerle ispat etmektedir. Bu konu, Bakara sûresinin 259 ve 260.
âyetlerinde ayrıntılı bir biçimde açıklandı.
2.
30. âyette bu şekilde
konuşup inanan insanlara nelerin yapılacağı ve bizzat konunun ispatının nasıl
yapılacağı anlatılmaktadır.
a) Onlar Allah'ın huzurunda
durdurulacak, yani huzura getirilecekler.
b) Onlara, "Bu hakîkat
değil mi?" diye yüce Allah soracaktır. Demek ki dünyada hakikati anlayıp
inanmayanlara, âhirette hakîkat gösterilecektir. Yüce Allah bu sorusuyla,
"Onlara iş işten geçmeden önce hakikate inanmalıydınız, şimdi hakikati
gördünüz, ama pişmanlık fayda vermeyecektir" esasını öğretmektedir.
c)
"Onlar da rabbimize andolsun ki evet,
diyecekler". Bundan anlıyoruz ki Allah onlarla konuşacak, onlara soru
soracak ve cevaplar alacaktır. Bu dünya hayatından başka hayatın olduğunu
kabullenmeyenler, orada bunun doğruluğunu yaşayarak göreceklerdir.
d)
Bu cevabın
üzerine Allah onlara
şöyle diyecektir. "Öyle ise
inkâr ettiğinizden dolayı azabı tadınız!". Âyetin bu bölümünde
sebep-sonuç ilişkisiyle bir oluşumun emri verilmektedir. İnkâr sebep, azabın
tadılması da sonuç olmaktadır. Azabın sebebi onların inkârı olunca, azabı
Allah'ın vermediği ortaya çıkmaktadır.[25]
31. Allah'ın huzuruna varmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana
uğradılar. Nihayet onlara kıyamet vakti ansızın gelip çatınca, onlar,
günâhlarını sırtlarına yüklenerek diyecekler ki: "Dünyada iyi amelleri
terketmemizden dolayı vay halimize!" Dikkat ediniz! Taşıdıkları şey ne
kötüdür.
Bu âyetin önceki âyetlerle ilişkisi vardır. Bu dünya hayatının dışında
hayatın olduğunu inkâr edenler (En'âm 6/29), 31. âyete göre Allah'ın huzuruna
çıkmayı yalanlamış olmaktadırlar. İşte ziyana uğrayanlar bunlardır. Şimdi
Kur'ân'ın bütününe göre kimlerin ziyana uğradığına bakabiliriz. Âyette geçen
S~* hasira kelimesi, "alışverişte aldanmak, helak olmak, sapıtma, eksik
yapmak, kaybetmek, iyilikten uzaklaştırmak"; hasır kalıbından alınınca, "alçaklık,
sapıklık, iğrençlik" anlamına gelmektedir.
Aşağıda verilen âyetler, hangi inanış biçimi ve davranış şekillerinden
dolayı ziyana uğranıldığını açıklayacaktır.
1. Şeytanı dost edinenler. Nisa sûresinin 119.
âyetinde şu bölüm yer almaktadır: "Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost
edinirse, elbette apaçık bir ziyan içindedir". Demek ki Allah'ı dost
edinmeyip şeytanın dediklerini yaparak onu dost edinenler sapılmışlardır, manen
iflâs etmişlerdir.
2. Çocuklarını öldüren ve Allah'a iftira edenler. En'âm sûresinin 140.
âyetinde bu konu şöyle açıklanmaktadır: "Bilgisizlikleri yüzünden
beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı,
Allah'a iftira ederek haram kılanlar, elbette ziyana uğramışlardır. Onlar
gerçekten sapmışlardır ve doğru yolu bulacak da değillerdir".
Görüldüğü gibi bu âyette iki konu ele alınarak, kimlerin ziyanda olduğu
açıklanmaktadır. Cehaletle çocuklarını öldürmek ve helâli haram yaparak
Allah'a iftira etmek. Ayrıca hasira kelimesine de [p» dalle, yani "sapıtmak"
mânası verilmektedir.
3. Allah'a yalnız bir yönden
kulluk eden.
Hac sûresinin 11. âyeti bu tip insanların davranışlarını şöyle açıklamaktadır:
"İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki, kendisine
bir iyilik dokunursa, buna çok memnun olur, bir de musibete uğrarsa, çehresi
değişir. O, dünyasını da, âhiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta
kendisidir". İyilikle musibet karşısında istikrarlı bir tavır takınamayan
insanın durumu, açık bir ziyandır.
4. Bâtılı seçen. Mü'min sûresinin 78. âyetinde şöyle buyurul-maktadır:
"Allah'ın emri gelince de
hak uygulanır ve o zaman bâtılı seçenler ziyana uğrayacakladır".
Hak ile bâtılın arasında bir tercihle karşı karşıya kalanlar, bâtılı tercih
ettiklerinde, manen iflâs etmiş olacaklardır.
5. İnkâr eden. "Fakat azabımızı
gördükleri zaman, imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah'ın
kulları hakkında süregelen âdeti budur. İşte o zaman kâfirler hüsrana
uğrayacaklardır" (Mü'min 40/85). Bunun anlamı, En'âm sûresinin 12. âyetinde,
"İnanmayanlar kendilerini ziyana sokmuşlardır" şeklinde verilmiştir.
6. Allah'ın âyetlerine
haksızlık eden.
A'râf sûresinin 9. âyetinde,
âhirette sevapları hafif gelenlerin durumu açıklanırken şöyle denmektedir:
"Âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana
sokanlardır".
7. Sözünden dönen, sıla-i
rahimi önleyen ve fesat çıkaran. Bakara sûresinin 27. âyetinde insanları ziyana
götüren üç davranış şekline
işaret edilmektedir:
"Fâsıklar, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah'ın,
ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten
vazgeçerler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte onlar gerçekten ziyana
uğrayanlardır".
8. Allah'ın azabından emin
olma. A'râf
sûresinin 99. âyetinde, kimin ziyanda olduğu açıklanmaktadır:
"Allah'ın azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın mühlet vermesinden emin olamaz".
9. Allah'a anmaktan
alıkonanlar.
Yüce Allah Münâfikûn sûresinin 9. âyetinde, iflâsa başka bir açıdan bakmakta
ve bunun ebeveyn ve çocuklar
arasındaki ilişkilerde olduğuna
dikkat çekmektedir:
"Ey /man edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan
alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır".
10. İslâm'dan başkasını din edinen.
"Kim İslâm'dan başka
bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve
o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır" (Âl-i İmrân 3/85).
11. Savaştan
kaçan.
"Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes toprağa giriniz ve arkanıza
dönmeyiniz, yoksa ziyanda olarak dönmüş olursunuz" (Mâide 5/21).
12. Nefsin etkisinde kalarak
katil olan.
Yüce Allah, Hz. Âdem'in oğulları arasındaki öldürme olgusunu anlatırken,
nefsinin onu bu davranışa ittiğini söylemektedir. "Nihayet nefsi onu,
kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü; bu yüzden kaybedenlerden oldu"
(Mâide 5/30).
13. Allah'ın
affetmediği ve merhamet
etmediği kimse.
Hz. Âdem, Allah'a tövbe ederken nasıl ziyanda olacaklarını şöyle açıklamaktadır:
' "Dediler ki: 'Ey rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz
ve bize acımazsan, mutlaka ziyan edenlerden oluruz" (A'râf 7/23).
14. Şirk koşmak.
İlâhî eğitimin bir süreç
olduğu daha önce açıklanmıştı. Bunu temin eden en önemli ilkelerden biri, her
peygambere vahyettiği dinde şirkin bir manevî iflâs, yani ziyan olduğunu
bildirmesidir. "Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle
vahyolunmuştur: 'Andolsun! Allah'a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider
ve ziyan edenlerden olursun" (Zümer 39/65).
15. îyi iş yaptığını
zannederek kötü iş yapanlar. Bazı insanlar, iyi iş yaptıklarım zannederek
sapıkça işler yapmaktadırlar. Bunlar en çok ziyana uğrayanlardır: 'Size işler
bakımından en çok ziyana uğrayanları bildireyim mi? İyi işler yaptıklarını
sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir" (Kehf
18/103-104).
16. Allah'ın huzuruna çıkacağını yalanlayan. Yorumunu yapmakta olduğumuz
En'âm sûresinin 31. âyetinde, âhiret hayatını inkâr edip rabbine kavuşacağını
yalanlayanın, manen iflâs ettiğine işaret edilmektedir. "Nihayet onlara
kıyamet vakti ansızın gelip çatınca, onlar günâhlarını sırtlarına yüklenerek
diyecekler ki: 'Dünyada iyi amelleri terketmemizden dolayı vah bize!' Dikkat
ediniz yüklendikleri şey ne kötüdür!" Âyetin bu kısmı bazı konulan gündeme
getirmektedir:
Kıyamet ansızın gelecektir. Saat kelimesi, "kıyamet günü"nü
ifade etmektedir. bağte de "ansızın" demektir. Bu ifadenin anlamı
şudur: Âhiret hayatını yalanlayıp, "Hayat bu dünya hayatıdır"
diyenler, aniden gelen kıyamet sebebiyle inançlarında bir değişim yapma
fırsatını bulamayacaklardır. Öyleyse onların ansızın gelecek olan kıyametten
önce bu değişimi gerçekleştirmeleri gerekiyor. Âyet bu değişimi amaç edinen bir
uyarı mahiyetindedir.
Derin bir pişmanlık duyacaklar. Âyetin bu kısmında yer alan yâ
hasretenâ "Eyvah bize!" ifâdesi, onların kıyamet kopunca, âhireti
inkâr ettiklerini hatırlayacaklarını ve derin bir pişmanlık içinde olacaklarını
anlatmaktadır. Ama önemli olan, ilâhî vahye inanarak, o tecrübeyi yaşamadan
iman etmeleriydi. Olacak olan bir olguyu önceden haber vererek gerekli olan
inanış biçimini ve sergilenmesi gereken davranışı meydana getirmeyi hedef
almaktadır.
Kur'ân'da pişmanlık ifade eden bazı kavramlar yer almaktadır.
a)
"Ne yazık şu
kullara!" (Yasin 36/30). Burada kullara olan "Ey pişmanlık
nerdesin" diye yapılan bir seslenişi ifade etmektedir. Bu pişmanlığın
sebebi, peygamberlerle alay etmektir.
b) "Yazıklar olsun bana,
Allah'a karşı gitmem ve alay edenlerden olmamdan dolayı" (Zümer 39/56).
Allah'a karşı gitmek ve alaycı olmak, kıyamet günü bu pişmanlığı doğuracaktır.
îlkinde genel mânada, kulun üzerine pişmanlık olurken, ikincide kişi
amelinden dolayı kendi üzerinde pişmanlık duyacaktır. Her iki pişmanlık şekli,
ansızın gelen kıyametten sonra olacaktır. Bu ifadelerin dışında hayret ifade
eden tabirler de vardır.
c)
"Vay, ben mi
doğuracağım?" (Hûd 38/72).
Melekler Hz. İbrahim ve hanımına İshak peygamberi müjdeleyince, çocuk
doğurma yaşını geçtiğinden dolayı, müjdeyi bu hayret ifadesiyle karşılamıştır.
Normal tabiat olaylarının dışında gerçekleşecek olan bir olgu karşısında
duyulan hayrettir.
d) "Ah Yûsuf um ah!"
(Yûsuf 12/84). Yûsuf peygamberin babası, kaybettiği oğlundan dolayı çektiği
hasretin ifadesi olarak dökülen kelimelerdir; evlât kaybının verdiği hasrettir.
e)
"Eyvah bize!" Bu ifadenin anlatmak
istediği, yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 31. âyetinde söz konusu
edilen. "iyi amelleri terketmemizden dolayı" duyulan bir pişmanlık
olacaktır. İyi amelleri ya da âhirete inanmayı göz ardı etmeyi ifade
etmektedir.
Âyetin devamında: "Günâhları sırtlarına yükleneceklerdir"
ifadesi yer almaktadır. Yüce Allah burada günâhları maddî bir yük şeklinde
takdim etmektedir. Vizr kelimesi, "ağırlık" anlamına gelmektedir.
Çoğulu evzârdır. Dînî mânada günâh, dünyevî hukuk bakımından suç, hatâ mânasına
gelmektedir.
Âyetin bu kısmında uhrevî ve dünyevî hukuk bakımından bir devrim
vardır. "Âhirette herkes kendi günâhını kendisi yüklenecektir"
derken, günâhı ferdîleştirmektedir. İsrâ sûresinin 15. âyetinde, dünyevî suçu
da ferdîleştirmektedir. "Hiçbir suçlu, başkasının suçunu üstlenmez "
bu-yurulurken, modern hukukun suçu ferdîleştirme ilkesinin temelini atmıştır.
Böylece Kur'ân hem günâhı hem de suçu ferdîleştirmiş olmaktadır.
Günâhın ferdîleştirilmesinin bir istisnası vardır. Nahl sûresinin 25.
âyeti şöyledir: "Kıyamet gününde kendi günâhlarını tam olarak taşımaları
ve bilgisizce saptırmakta oldukları kimselerin günâhlarından da bir kısmını
yüklenmeleri için...". Demek ki, dünyada bir kişi, başka birini yoldan çıkarıp
günâh işletirse, onun günâhının bir kısmını da âhirette yüklenecektir. Aslında
burada da yine ferdîlik vardır. Çünkü yoldan çıkarma işini kendisi yapmıştır.
Burada belirtilen günâhları sırtlarında taşıma ifadesi, günâhların
onlardan ayrılmayacağı anlamına gelmektedir. "Dikkat ediniz, yüklendikleri
şey ne kötüdür!" Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayıp, hayat olarak sadece
bu dünya hayatını görmek, iyi amelleri terketmek gibi günâhların işlenmemesi
için yaşayanların dikkati çekilmektedir. "Ne kötüdür" derken,
değerlendirmeyi bizzat kendisi yapmaktadır. Demek ki bu dünyada günâh
işleyenler, âhirette o günâhın oluşturacağı yükün altına gireceklerdir.
Böylece bu âyette iman, inkâr, kıyametin kopuşu, pişmanlık, iyi
amelleri terketme ve âhirette günâhlarının yükünü taşıma konularında bir ders
verilmekte, bu derse dikkat edilmesini istemektedir. Bahsedilen konularla bir
dantel örer gibi konuyu işlemektedir. Dünya hayatında akan inkâr, günâh
ırmağının âhirete uzanıp nasıl sonuçlar doğurduğuna dikkat çekmektedir. İnanç
ve davranışlar sebebi, âhiretteki yük de sonucu teşkil etmektedir.[26]
32. Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttaki
olanlar için âhiret yurdu elbetteki daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı işletmeyecek
misiniz?
Yüce Allah bu âyetiyle, özellikle, 29. âyette bu dünya hayatından başka
bir hayatın olmadığına inancını vurgulamakta, öldükten sonra dirilmeyi
reddeden insanlara da bir cevap vermektedir.
Yüce Allah insanlara rehberliğini, dünya hayatıyla âhiret yurdunu
mukayese edip değerlendirerek gerçekleştirmektedir. İnsanlar "oyun"
ve "eğlence"nin ne olduğunu bildiklerinden, bu kavramları kullanarak
dünya hayatını anlatmaktadır. Oyun ve eğlencenin en önemli özelliği, geçici olmalarıdır.
Çoğu zaman insana bir fayda da temin etmemektedirler. Geçici ve faydası yeterli
olmayan dünya hayatını kutsallaştırıp ona tapınırcasma tutkuyla bağlanmanın
zararı anlatılmaktadır. Daha faydalı ve daha kalıcı olanı araması gereken
insan, onu bu dünya hayatında bulamayacak, ancak âhirette bulabilecektir.
Unutulmamalıdır ki, o bulma işini ona bu dünyada âhirete yönelik ürettiği
ameller kazandıracaktır. Burada dünya hayatına yönelik amellerin, âhirete
yönelik amellerden değer bakımından daha düşük olduğu öğretilmektedir.
Âhiret yurdu, takva sahipleri için bir değer ifade etmektedir. Takva
kavramı, iman, iyi amel ve günâhlardan sakınmayı ifade ettiğine göre, âhiret
onlar için daha hayırlı bir anlam taşımaktadır.
Takvayı manevî yapının bağışıklık sistemi olarak alırsak, dünya hayatına
tapanların bu bağışıklık sistemini kaybettikleri ve beyin faaliyeti bakımından
hastalandıkları ortaya çıkmaktadır. O zaman takvaya yeni bir anlam
kazandırılmaktadır: Aklın çalışmasını durağanlaşmaktan korumak. Âyetin sonunda
yer alan "Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?" ifadesi, takva ile
aklı işletme, yani düşünme arasında bir ilişki kurmaktadır. Daha önce Bakara
sûresinin 197. âyetinde, akıl ile takva arasındaki ilişkiyi anlatmıştık. Bu
iki âyet arasında bir ilişki kurarsak, ortak noktalarının aklı kullanmakla
takva arasında kurdukları ilişki olduğu görülecektir.
Buradaki aklı işletmenin anlamı, dünya ile âhiret hayatı arasındaki
değer farkını yakalamaktır. Yüce Allah aklın bu değer farkını yakalayacağına
işaret etmektedir.
Âyeti bir önceki âyetlerle irtibatlandırırsak, şöyle bir genellemeye
varabiliriz: Dünya hayatından başka bir hayatın olmadığını söyleyen, öldükten
sonra dirilmeye inanmayan, Allah'a kavuşmayı yalanlayan ve Kur'ân'a sırtını
dönen, Kur'ân'ın evvelkilerin masalı olduğunu iddia eden insanlar için bu dünya
oyun ve eğlenceden ibarettir. Böyle düşünen, böyle inanan ve davranan insanlar,
aklı devre dışı bıraktıklarından dolayı Allah tarafından sorgulanmaktadırlar.
"Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz" sorusu bunu ifade etmektedir.
Böylece din eğitiminin insan aklını devreye sokma gibi önemli bir görevi ve
amacı olduğu ortaya çıkmaktadır.[27]
33. Biliyoruz onların dedikleri
seni üzüyor. Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler, bile bile
Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar.
34. Senden önce de elçiler
yalanlanmıştı. Yalanlamalarına ve eziyet edilmelerine sabrettiler, nihayet
onlara yardımımız yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek kimse
yoktur. Sana da elçilerin haberinden bir parça gelmiştir.
35. Eğer onların yüz çevirmesi
sana ağır geldiyse, haydi yerin içine bir tünel, ya da göğe bir merdiven daya
ki, onlara bir mucize getiresin. Allah dileseydi, elbette onları hidâyet
üzerinde toplardı. O halde câhillerden olma!
Bu âyetlerde Hz. Peygamber'e karşı sözlerle ve davranışlarla gösterilen
olumsuz tepkilerin bir değerlendirilmesi yapılmakta ve bir ölçüde de peygamber
teselli edilmektedir.
1. Müşriklerin sözleri
peygamberi üzüyordu. Hz. Peygamber'e geldiklerinde onunla mücadele ediyor ve
Kur'ân'a eskilerin masalı diyorlardı. Dünya hayatını gerçek hayat olarak
görüyor ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlardı. İsrâ sûresinin 47.
âyetinde olduğu gibi, Hz. Peygamber'i kötü maksatla dinliyorlar, büyülenmiş bir
adama uyduklarını insanlara söylüyorlardı. Bu ve buna benzer sözlü tepkiler,
Hz. Peygamber'i içten yaralıyordu. Bu üzüntünün derin olması sebebiyle ilâhî
âleme yükseldi ve oradan En'âm sûresinin 33 ve 35. âyetlerini alıp geldi.
Yüce Allah, bu sözlerin Hz. Peygamber'i derinden üzdüğünü bildiğini söyleyerek ilâhî takip altında olduğunu ona hissettirmektedir. "Onların dediklerinin seni üzüyor olduğu bilgimin dahilindedir" ifadesiyle peygambere bir tesellî verilmektedir.
Ama esas tesellî âyetin sonunda gelmektedir: "Gerçekten onlar seni
yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler, bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar".
Şirk, zulüm olduğu için, Allah onları zâlim olarak nitelendirmektedir. "O
zâlimler aslında Allah'ın âyetlerini yalanlıyorlar" demekle, tepkinin
dolaylı bir yol izlediğine işaret etmektedir.
2.
Eski peygamberler de
yalanlanmıştı. Yüce Allah 34. âyette, peygamberlere gösterilen bu tepkinin bir
süreç niteliği taşıdığını, daha önce de bu tür tepkilerin gösterildiğini şöyle
açıklamaktadır: "Senden önce de peygamberler yalanlanmıştı". Demek ki
tarihte insanlar, peygamberlerle yalanlama şeklinde mücadele etmişlerdir. Nisa
sûresinin 155. âyetine göre bazılarını da öldürmüşlerdir.
Yalanlama tarzındaki tepkinin Hz. Muhammed'e de yapıldığı bu âyette
görülmektedir. Ancak 33. âyetteki ifadeye göre, bu yalanlama Hz. Muhammed'in
şahsına değil, Allah'ın âyetlerine yapılmaktaydı.
Buradan şu genellemeye varacağız: Peygamberlere olan yalanlama
şeklindeki tepkinin, din âlimlerine de olması doğaldır. Ama onlar bileceklerdir
ki, esas tepki kendilerine değil, Allah'ın âyetlerine olmaktadır. Bu tarz
tepkinin meydana getirdiği mücadele, kıyamete kadar sürüp giden bir süreç
olacaktır.
Bunun en iyi tesellisi, daha önce bu ağır tepkilerin peygamberlere de
yapıldığını bilmekten ibarettir. Çünkü farklı bir şey söyleyen, insanları
doğruya, güzele, iyiye ve hakka çağıran ve bunu yapabilmek için ilâhî vahyi
anlatan insanlar, daima tepki görme ihtimali ile karşı karşıyadırlar. İlâhî
vahyi tebliğ eden peygamberler, farklı şeyleri insanlara öğretiyorlar, evrensel
değerlere çağırıyorlardı. Onların bu görevi, toplumlarda yeni bir oluşum
meydana getiriyor, yeniye karşı olanlar şiddetli bir tepki gösteriyordu.
Âlimler şunu iyi bilmelidirler ki, iyi, doğru, güzel ve hak adına
"yeni"nin doğması çok zor, çok sancılı ve çok çileli olmuş, oluyor ve
olacaktır. Toplumlara yeni bir ilâhî mesaj getiren peygamberler, yeniyi insanların
beyin ve gönlünde gerçekleştirecekleri köklü değişim sayesinde hayata
geçiriyorlardı. Böyle sancılı, çileli ve zor olan bir işin tepkiyle karşılanması,
doğal bir nitelik taşımaktadır.
3.
"Peygamberler
sabrettiler". 34. âyetin ikinci bölümünde, tepkilerle karşı karşıya kalan
geçmiş peygamberlerin nasıl davrandıkları, eziyet edilmelerine rağmen
sabretmeleri, sonunda Allah'ın yardımının onlara yetiştiği bildirilmektedir.
Demek ki yalana ve eziyete karşı peygamberlerin kullandığı en etkili
silâh "sabır" olmuştur. Buradaki sabır, "dayanmak, ümitsizliğe
düşmemek, yalan ve eziyetin altında ezilmemek" anlamına gelmektedir.
Allah, Hz. Peygamber'e sabrı bir metot olarak teklif etmektedir. Çünkü âyetin
ruhundan anlıyoruz ki, sabır evrensel bir metot mahiyetindedir.
Burada sabrın, nereye kadar olacağı sorulabilir. Âyetin bu bölümü
soruyu cevaplandırmaktadır: Allah'ın yardımı gelinceye kadar. Allah'ın dininden
dolayı yalanlanan ve eziyet edilen peygamberlerin sabrı, ilâhî yardımı
getirmektedir.
Kur'ân'da Hz. Peyamber'e sabırlı olması için emirler verilmiştir:
"Sen onların söylediklerine sabret" (Tâhâ 20/130); "Sen şimdi
sabret! Bil ki, Allah'ın vaadi gerçektir. İyice inanmamış olanlar, sakın seni
gevşekliğe sev-ketmesin!" (Rûm 30/60); "Onların söylediklerine
sabret! Kulumuz Davud'u, o kuvvet sahibi zâtı hatırla! O, hep Allah'a
yönelirdi" (Sâd 38/17); "O halde, peygamberlerden azîm sahibi
olanların sabrettiği gibi, sen de sabret! Onlar hakkında acele etme!"
(Ahkâf 46/35); "Rabbinin hükmüne sabret! Çünkü sen gözlerimizin
önündesin" (Tûr 52/48); "Onların söylediklerine sabret ve onlardan
güzellikle ayrıl!" (Müzzemmil 73/10).
Bütün bu âyetler, sabrın ne kadar büyük bir ibâdet ve önemli bir değer
olduğunu vurgulamaktadır. Bu konuda Allah geçmiş peygamberleri örnek olarak
göstermektedir.
Bakara sûresinin 153. âyetine göre sabır, Allah'ın beraberliğini getirmektedir.
Rum sûresinin 60. âyetine göre, Allah'ın vaad ettiği yardım gelecektir. İlâhî
yardımla O'nun beraberliği, sabredenlere olacağına göre, sabrın ne kadar etkili
bir metot olduğu ortaya çıkmaktadır.
4.
Allah'ın verdiği söz
değişmez. Yüce Allah yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 34. âyetinde:
"Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. Elbette
peygamberlerin haberlerinden bazısı sana geldi" buyurmaktadır. Ayetin bu
kısmında geçen "Allah'ın kelimeleri" ne anlama gelmektedir? Genel
olarak müfessirler bunu Allah'ın peygamberlere yardım edeceği konusundaki
vaadi olarak mânalandırmaktadırlar. Buna delil olarak da Sâffât sûresinin \1\-\12.
âyetlerini göstermektedirler: "Andolsun ki, peygamber kullarımıza söz
vermişizdir. Onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır".
Diğer taraftan Mücâdele sûresinin 21. âyetinde: "Allah, mutlaka
ben ve elçilerim galip geleceğiz diye yazmıştır". Yüce Allah'ın bu
fermanı, kararı ve sözü değiştirileme; O, verdiği sözü yerine getirecektir.
Bunun bir ispatını da, geçmiş peygamberlerin Kur'ân'da anlatılan
olgularından yapılabilir. Çünkü Kur'ân'da anlatılan kıssalarda, bu ilâhî
yardımın yapıldığı görülecektir. O peygamberlerin sabrına karşılık Yüce Allah
onlara yardım etmiştir. Böyle bir yardımı Allah'ın yazması, Hz. Peygamber için
en büyük tesellî olmuştur. Tevbe sûresinin 40. âyetine baktığımızda:
"Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir diyordu" ifadesini görürüz.
Bu söylev, bu yardım âyetlerinin verdiği inanç, şuur ve metanetle söylenmiştir.
Geçmiş peygamberlerin yaşadıklarından hareket ederek, ilâhî yardımın geleceği
konusunda emin olmak, onların da yalanlandığı ve eziyet gördüğünü bilerek
görevinde gevşeklik göstermemek, cesaretini elden bırakmamak gerektiğine işaret
etmektedir.
5.
Onların tepkisi ağır gelmemeli. En'âm
sûresinin 35. âyetinde, zâlimlerin, yani kâfirlerin Allah'ın âyetlerini inkâr
ederek peygamberden yüz çevirmelerinin peygambere ağır gelme ihtimali sebebiyle
önemli tekliflerde bulunmaktadır.
Aslında onların yüz çevirmelerinin Hz. Peygambere ağır gelmesini,
inanmamalarından dolayı üzülmemesini istemektedir. Çünkü Kur'ân onlar için en
büyük mucizedir. Hz. Peygamber'den, onları etkileyip inandıracak mucize
istiyorlardı. Bu mucize Kur'ân'ın kendisidir.
Âyetin ilk bölümünde yer alan i'râz, "yüz çevirmek" anlamına
geldiği kadar, manevî anlamda beyni ve gönlü çevirme mânasını da ifade etmektedir.
İnsan maddî anlamda yüzünü çevirmeden önce, beynini ve gönlünü çevirmektedir.
6. Âyetin bu bölümünde şu
husus îmâ edilmektedir: Kur'ân mucizesinin yeterli olmamasından dolayı yüz
çevirdiklerini zannediyorsan, o zaman yüzlerini çevirmeyecekleri mucizeleri
hadi bakalım sen getir:
"Gücün yeterse, yerin içine inebileceğin bir tünel, ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven daya ki, onlara bir mucize getiresin!"
Âyetin bu kısmından şunu anlıyoruz: Allah'ın âyetlerini inkâr edip
peygamberine karşı yüz çevirip tepki gösteren insanlara, yerin dibinden ve
gökten bir mucize getirilse bile inanmalarının mümkün olmayacağı
vurgulanmaktadır. O zâlimlerin, kâfirlerin, müşriklerin derdi inanmak olmadığından,
mucizenin çeşidi onları etkileyecek değildir.
Diğer taraftan insanların inanması için delil getirmenin önemi de
vurgulanmaktadır. Mucizenin veya delilin etkileyeceği insanlar olduğu gibi
etkilemeyeceği insanlar da vardır.
Bakara sûresinin 3. âyetindeki infâk ibâdeti açıklanırken, bu kelimenin
çeşitli anlamları verilmişti. Bunlardan biri "tünel", yani
"yol"dur. Fiil olarak kullanınca, "tünel kazmak" anlamına
gelmektedir. Münafık kelimesi de bundan türemiştir. Psikolojik yapısında
tüneller olan, tarla faresi gibi her yere yol açan, bir yerden tehlike görünce
öteki yola sapan, ikili oynayan insanı ifade etmektedir. Süllem kelimesi de
"merdiven" anlamına gelmektedir. Bu kelime selâmet kelimesinden
türemiştir. "İnsanı çıkacağı yere ulaştıran şey" anlamına gelmektedir.
Âyetin bu kısmını günümüze getirirsek, astronomi ve tabiat bilimi
araştırmalarına işaret edildiğini söyleyebiliriz. Yerin dibine tünelin açılabileceğini,
göğe merdivenden çıkar gibi çıkılacağını bir nevi öğütlemekte ve
müjdelemektedir. Çünkü Allah olmayacak bir işi peygamberine teklif etmez.
Belki o dönemde Hz. Peygamber için bu imkânsızdır, ama gelecek nesiller için
onun muhal olmadığı görülmekte ve görülecektir.
7. "Allah dilese, bütün
insanları kendi rehberliği altına toplardı". "Allah dileseydi, onları
hidâyete, yani doğru yola, yani tevhîd inancına iletirdi" demekle, onların
iman etmelerini dilemediğini mi ifade etmektedir? Bu sorunun cevabı,
"Allah onların iman etmesini istemedi" şeklinde verilmemelidir.
Çünkü Allah kullarının iman etmesini ister. Buradaki ifadede bu anlamı değil
de, kullarına iman etme hürriyetini verdiği, onların gönlündeki oluşuma göre
kendi takdirini gerçekleştirebileceği vurgulanmaktadır. Allah'ın dilememesinin
anlamı, onları zorlamaması, onlara seçenek tanımasıdır.
Bu anlamı ispat sadedinde cevap olarak Yûnus sûresinin 99. âyeti
gösterilebilir: "Eğer rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette
iman ederlerdi. O halde sen inanmaları için insanları zorlayacak mısın?"
Bu âyette zorlama kavramı geçmektedir. Hz. Peygamber'e insanları zorlayarak
iman ettirmenin doğru bir metot olmadığı öğretilmektedir. "Ve dedi ki:
'Hak rabbinizdendir. Öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin"
(Kehf 18/29). Bu âyetlerden anlıyoruz ki, kulunun iman etmesi konusundaki
Allah'ın dilemesi, kulunun dilemesini takip etmektedir.
8. Âyetin sonu, "O halde
sakın câhillerden olma" şeklinde gelmektedir. Burada câhil kelimesine yeni
bir anlam verilmektedir. İnsanların iman etme konusunda zorlanmayacaklarını,
onların bu konuda muhtar olduklarını, dileklerinin rol oynayacağını ve Allah'ın
dilemesiyle onların doğru yola geleceklerini bilmemek, cehalettir. İnsanlara
inanç özgürlüğünü vermemek, câhiliyettir. Cahillikten kurtulmanın bir yolu da
inanç özgürlüğünü tanımaktır. Demek ki bir toplumda inanç özgürlüğü yoksa, o
toplum cehalet karanlığı içinde kalmış demektir. Ama inanç özgürlüğü, anarşiye
ve düşmanlığa dönüşmemelidir. Allah'ın âyetlerini inkâr, peygamberden yüz
çevirmek gibi eylemler, inananlara zarar vermedikçe, sıcak bir çatışmaya
dönüşmedikçe, olduğu gibi kalabilir. Düşünce ve inanç halinde kalmaları
normaldir; onların olumsuz tepkisinin eyleme dönüşmesinin cehaleti kadar onlara
bu seçeneği tanımamak da cehalettir.
Biz bundan şu genellemeye varıyoruz: Allah'ın âyetlerinden ve peygamberin
tebliğinden herkes aynı derecede olumlu mânada etkilenmeyecektir. Olumlu tepki
verenler olacağı gibi, olumsuz tepki gösterecekler de olacaktır. Bu durum din
eğitiminin evrensel kanunu olmaktadır. Din âlimi ve adamları bu ilkeyi göz
önünde tutmalıdırlar.[28]
36. Ancak (samimiyetle) dinleyenler, çağrıyı kabul eder. Ölülere
gelince, Allah onları diriltecek, sonra da O'na döndürüleceklerdir.
Bu âyet, En'âm sûresinin 23. âyetinden itibaren anlatılan Hz. Peygamberin
daveti ile ilgili olduğu için, o âyetlerin bir devamı mahiyetindedir.
1. Âyetin ilk bölümü,
kabullenme ile dinleme arasında bir bağlantı kurmaktadır. "Ancak
(samimiyetle) dinleyenler, çağrıyı kabul ederler" derken, kulağın yaptığı
dinleme faaliyetiyle gönüldeki kabullenme eylemi arasındaki ilişkiye dikkat
çekmektedir.
Dinlenilen şey, Allah'ın gönderdiği ve Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği
mesajdır, yani Kur'ân'dır. Biraz daha özelleştirirsek tevhîd inancıdır,
diyebiliriz.
Çağrılan şeye uymak, karşılık vermek, onu kabullenmek, can kulağı ile
dinlemeye bağlıdır. Âyette geçen dinleme eyleminin böyle bir niteliğe sahip
olduğu ortaya çıkmaktadır. Can kulağı ile ilâhî mesajı dinlemek, onu
benimsemeye götürecektir. Bunu başka bir şekilde açıklamak mümkündür:
Anlatılan şeye alâka duymak, o mesajın anlaşılmasını temin edecektir.
Anlaşılan şeyin kabul edilmesi de kolaylaşacaktır.
Bakara sûresinin 186. âyetinde, çağrıya uymak, karşılık vermek meselesi
ele alınmıştı. Yüce Allah dua edenin yakarışına her zaman karşılık vermekte,
kullarının da O'nun çağrısına uymalarını istemektedir.
En'âm sûresinin 36. âyetinde Hz. Peygamber'e, dinleme konusunda
olmazsa olmazını samimiyetin teşkil ettiği açıklanmaktadır.
2. Âyetin ikinci bölümünde,
ilâhî mesajı can kulağı ile dinlemeyip kabul etmeyenler, yaşayan ölüler olarak
takdim edilmektedir. "Ölülere gelince, Allah onları diriltecek, sonra da
O'na döndürülecekler". Âyetin bu kısmını başka âyetlerle açıklamak
mümkündür: "Bil ki sen ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderken
sağırlara da daveti duyura-mazsın " (Nemi 27/80). Aynı âyetin bir benzeri,
Rûm sûresinin 52. âyetidir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetle bu iki âyet
bize şunu anlatıyor: Duyu organları kapalı olan, aklı ve gönlü çalışmayan
insanlar, yaşayan ölüdürler; ölülere daveti duyurmak da imkânsızdır.
Demek ki insanî anlamda canlılık, hayvanı canlılık değildir. İnsan,
aklını, duyu organlarını ve gönlünü olumlu mânada kullandığı ölçüde canlıdır.
Hayat, beynin ve gönlün kullanılması anlamına gelmektedir. Duyu organlarını,
aklını ve gönlünü olumlu mânada kullanamayanlar, Fâ-tır sûresinin 22. âyetinde,
kabirdeki ölüler olarak kabul edilmekte; Hz. Peygamber'e de kabirdekilere
mesajını duyuramayacağı söylenmektedir.
Ölülerin kıyamet günü diriltileceği, yani onların orada anlar hale gelecekleri
anlatıldıktan sonra, Allah'a döndürüleceklerine dikkat çekilmektedir.
Vurgulanan şey, insanların bu dünyada iken beyin ve gönüllerini Allah'a
döndürmeleridir. Önemli olan âhirette döndürülmeden önce bu dünyada
döndürülmek, yani bizzat kendisinin dönmesidir. Duyan, dinleyen, anlayan, uyan
insanlar, ancak beyin ve gönüllerini bu dünyada Allah'a döndürebilirler. Başka
bir ifade ile, can kulağı ile ilâhî mesajı dinleyen, ona uyan insan canlı
olduğu için, bütün öz benliğini Allah'a çevirme, O'na döndürme gücüne sahip
olan insandır.
Böylece eğitim faaliyetlerinin kimlere etkili olacağı anlatılırken,
kimlere etkili olamayacağı da belirtilmektedir. Eğitim faaliyeti, bir sihirli
değnek olmadığından, her şeyi ondan beklemek doğru değildir. Eğitilen insanın
duyu organlarını samimi olarak kullanmasının bu etkinlikte büyük payı varır.[29]
37. Dediler ki: "Ona rabbinden bir mucize indirilseydi ya! "
De ki: "Şüphesiz, Allah bir mucize indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu
bilmiyorlar".
Bu âyet, kurgu itibariyle En'âm sûresinin 8. âyetinin başka bir boyutunu
teşkil etmektedir. O âyette, "Muhammed'e bir melek indirilsiydi ya!
dediler" ifadesi yer aldığı gibi, burada da, "Ona rabbinden bir
mucize indirilseydi ya! dediler" ibaresi yer almaktadır. O zaman, 37.
âyetteki mucizenin, 8. âyetteki melek olduğunu söyleme imkânı doğmaktadır. Bu
takdirde istedikleri mucize, çıplak gözleriyle inen meleği görmeleri olacaktır.
Kâfirlerin bu âyette istedikleri mucize, Furkân sûresinin 32.
âyetindeki, "İnkâr edenler: Kur'ân ona bir defada indirilmeli değil miydi?
" şeklindeki istekleri olabilir. Aynı isteği kitap ehli, "gökten bir
kitap" indirmesi şeklinde öne sürmüşlerdi.
Öyle anlaşılıyor ki kâfirler, Kur'ân'ı mucize olarak kabul etmiyorlar
ve onu Hz. Peygamber'in Allah'ın elçisi olduğuna dair bir delil olarak
benimsemiyorlar, onun ötesinde bir delil istiyorlar. Kur'ân'ın içeriğine
baksalardı, onun mucizevî yönünü anlayacaklardı. Kur'ân'ı okuyup anlamamaları,
onların şüpheye düşmesine sebep olmuştur. Bakara sûresinin 23. âyetinde,
"Kur'ân'ın benzeri bir sûre getirmelerini" istemişti. Yüce Allah'ın
Kur'ân'da böyle bir meydan okuması, onun mucize olduğunu ifade etmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 37. âyetindeki âyetin, yani
mucizenin Kur'ân olmadığını, âyetin devamı açıklamaktadır. Çünkü devamında,
"De ki: Şüphesiz Allah mucize indirmeye kadirdir". Eğer kâfirlerin
istediği mucize, Kur'ân'ın bütün halinde inmesi olsaydı, yüce Allah mucize
indirmeye kadir olduğunu söylemeyecek, indirmekte olduğunu söyleyecekti. Demek
ki kâfirler, Kur'ân dışında peygamberliğini ispat eden başka bir mucize
indirilmesini istemişlerdi.
Konunun hassas noktası, onların, Kur'ân dışı bir mucize istemiş olmalarında
yatmaktadır. Kur'ân'ın en büyük mucize oluşunu yaralamaktan başka bir şeyi
ifade etmeyen bu istek, onların Kur'ân'a iman etmelerini yokuşa sürmekte ve
inatlaşmalarını ifade etmektedir. Kur'ân'ın üstünde bir mucize olmadığına göre,
ondan başka bir mucize istemek, ona hakaret olacaktır.
Genelde mucizeler insanların isteklerine göre gönderilmez, orada sadece
ve sadece ilâhî irâde rol oynar. Çünkü insanların istedikleri anda Allah'ın
mucize gönderip onların da bu mucizeye inanmamaları durumunda, helak olmaları
mukadder olacaktı. İsteğe bağlı mucize gönderilmez, ama gönderildiği takdirde
inanılmazsa, helakin gelmesi zorunlu olur.
Bunun böyle olduğunu ve olacağını En'âm sûresinin 8. âyetinden öğreniyoruz.
"Muhammed'e bir melek indirilseydi ya! dediler. Eğer biz öyle bir melek
indirseydik, elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile
açtırılmazdı".
Demek ki mucize Allah'ın isteği gereği gönderilirse, insan ona inanıp
inanmamakta serbesttir, ama insanın isteğine göre gönderilirse, inanmamakta
serbest olmadığından, inanmak zorundadır. O zaman inanmaması helakine götürecektir.
En'âm sûresinin 37. âyetinin sonunda "Fakat onların çoğu
bilmezler" ifadesi, mucize gönderildiği takdirde inanmazlarsa, helak
olacaklarını bilmediklerini açıklamaktadır.
Diğer taraftan kâfirlerin bilmedikleri şeyin, Allah'ın gücünün her şeye
yettiğidir. Mucize gönderemeyen varlık Allah olamaz. Ayrıca onların
bilmedikleri şeyin, mucize geldiğinde inatlaşıp iman etmeyecekleri olduğunu
söyleyebiliriz. O zaman kâfirlerin kendi kendilerini tanımadıklarını,
bilmediklerini ifade etmiş oluruz.
İster kendi isteklerine göre gönderildiği takdirde mucizeye inanmazlarsa
helak olacaklarını, ister Allah'ın kudretinin her şeye yeterli olduğunu,
isterse de kendi içlerinde cereyan eden inadın sebep olduğu inkârın farkında
olmasınlar, bilmesinler; meselenin bilmeye dayandığı ortaya
çıkmaktadır.
Böylece Allah kâfirlerin inkârının sebebini bilmemelerine bağlayarak
bilgisizliğin nerelere götürdüğünü vurgulamaktadır. O takdirde şu neticeye
ulaşmak gerekiyor: İmanın alt yapısındaki temel direklerden biri, bilgi değeri;
diğeri de bilme eylemidir.[30]
38. Yerde yürüyen ne
kadar hayvan, kanatlarıyla uçan ne kadar kuş varsa, bütün bunlar sizin gibi
birer topluluktur. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonunda
rableri önünde hasredilirler.
Bu âyet üç önemli
konuyu içermektedir: Hayvanlar alemiyle insanlar âlemi arasındaki benzerlik,
kitabın eksiksiz oluşu ve Allah'ın huzurunda toplanma, yani haşr olgusu.
"Yerde yürüyen ne
kadar hayvan, kanatlarıyla uçan ne kadar kuş varsa, bütün bunlar sizin gibi
birer toplulukturlar".
Âyetin birinci
bölümünü teşkil eden bu ibarede dâbbe kavramı yer almaktadır. Bu kavram,
"yeryüzünde debelenen, hareket eden hayvanları" kapsamına
almaktadır. Bu kelime kuş, balık cinsi ve insanın dışındaki hayvanları ya da
canlıları ifade etmektedir. Âyet, kuş ve insanları ayrı anmakta ve
"yerde" diyerek, hangi canlı türlerini kastettiğini ortaya
koymaktadır, yani karada debelenen, hareket eden hayvanlan ifade etmektedir.
Yüce Allah yerde
debelenen, hareket eden hayvanlarla, kanatlarıyla uçan kuşlarla insanlar âlemi
arasında bir benzetme yapmaktadır. Bu benzetmenin sebebi ve amacı ne olabilir?
1. Varlık
olma açısından bir açıklama veya benzetme yapmaktadır. Konuya "varlık
olma" bakımından yaklaşınca, âyetin birinci bölümündeki ümem kelimesine
"topluluklar" mânasını verme yerine, "varlıklar" mânasını
vermek gerekiyor.
O zaman "Yerde
debelenen, hareket eden canlılarla, kanatlarıyla uçan kuşlar sizin gibi
varlıklardır" şeklinde mânalandırmak en iyisi olacaktır. Bu yaklaşım
ontolojik, yani varlıksal bir yaklaşım olmaktadır. Bunun anlamı, bazı
özelliklere sahip olma açısından bir benzetme yapılmaktadır. Varlıklar
topluluğunun ortak özelliklerini öne çıkarmayı ve bir benzetme yapmayı
amaçlamaktadır.
İbn Manzûr Lisânü7-Arab
'da bu âyeti örnek göstererek, ümem kelimesine Allah'ın mahlûkatı, yani
yaratıkları mânasını vermektedir. Demek ki Allah, mahlûkat, yaratık ya da
varlık olma açısından bir benzerlik kurmakta ve var olan müşterek özelliklere
dikkat çekmektedir. Bu açıklamadan hareket ettiğimiz zaman, 37. âyetle bir
bağlantı kurmak isabetli olacaktır.
Kâfirler Hz.
Peygamber'e bir mucize indirilmesini istediler. Yüce Allah onlara bu âyeti
indirerek, varlıklar âlemine baktıklarında ilâhî kudreti anlayabileceklerini
söylemektedir. Varlıklar alemindeki ortak özellikleri aklen belirlemek yeterli
olacaktır. Yeryüzünde debelenen, gökte uçan canlılarla insanlar arasındaki
ortak noktayı yakalamak, "hayvanlar kitabı" ile "insan
kitabı"nı okumak anlamına gelmektedir. Her iki kitabı okuyan insan,
Allah'ın kudretini anlayacaktır.
2. Toplumsal
hayat açısından bir benzetme yapmaktadır. Yerde hareket eden ve gökte uçan
kuşların toplu halde yaşamaları gibi, insanlar da toplu halde yaşamaktadırlar.
O zaman ümem kelimesine "topluluklar" mânasını vermek en doğrusu
olacaktır. Her hayvan türünün kendine has bir toplu yaşama tarzı vardır.
Yeryüzündeki
hayvanların ve gökte uçan kuşların her türü kendi arasında topluluklar halinde
yaşamalarıyla, insanların topluluklar kurmaları, önemli mucizelerden birini
teşkil etmektedir. Buna toplu halde yaşama mucizesi diyebiliriz. Yüce Allah,
kâfirlere "Mucize istiyorsanız, bu mucize size yeterli olmalıdır"
işaretini vermektedir.
Canlıların var olma
özellikleriyle toplu halde yaşama özellikleri mucizevî bir oluşumdur. Bu
kitabı okumak, anlamak, beyninde sindirmek ilâhî kudretin sonsuzluğunu öğretmiş
olacaktır. Var olmak kadar, toplu halde yaşamanın da mucizevî bir yönü vardır.
Toplu halde yaşamanın getirdiği, türünü devam ettirmek, paylaşım ve iş bölümü,
bu mucizenin parçaları olmaktadır. Meselâ Arılar ile karıncaların oluşturduğu
toplu yaşama ve iş bölümüne göre çalışma sistemleri, mucizevî bir hayatın
delili olmaktadır. Kur'ân'ın her iki canlı türü için birer sûre ayırması da
bunu ifade etmektedir.
3. Tesbîh
ibâdeti açısından bir benzetme yapmaktadır. Âyetin ilk bölümündeki ümem
kelimesini "varlıklar, yaratıklar" anlamına alırsak, benzetmenin
başka bir boyutu da bütün yaratıkların Allah'ı tesbîh etmede aynı ibâdeti
paylaşmalarıdır denebilir: "Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her varlık
Allah'ı teşbih eder. O'nu övgüyle (hamd) teşbih etmeyen hiçbir varlık yoktur.
Ne var ki siz onların teşbihini anlamazsınız" (İsrâ 17/44); "Göklerde
ve yerde bulunanların dizi dizi kuşların Allah'ı teşbih ettiklerini görmez
misin? Her biri kendi duasını ve teşbihini bilmiştir. Allah onların yapmakta
olduklarını hakkıyla bilir" (Nûr 24/41).
4. Öldürme
eylemi için bir benzetme yapmaktadır. Yüce Allah yerdeki hayvanlarla kuşları,
insanlar gibi varlıklar, yaratıklar, ya da topluluklar olduğunu neden gündeme
getirmiştir? sorusuna, canlı varlığın sahip olduğu hayat değeri açısından cevap
verilebilir.
Her varlık can
taşıması bakımından mucizevî bir değer taşımakta olduğundan, haksız yere
öldürülmemelidir. Buna âyetlerin ışığı altında "hayat hakkı"
diyebiliriz. Yüce Allah bütün canlıların hayat hakkı olduğunu şu âyetlerde
söylerken, onların haksız yere öldürülemeyeceğini de hükme bağlamaktadır:
"Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayınız" (En'âm 6/151;
Furkân 25/68). Her iki âyette de can kelimesi kullanılırken, sadece insan
kastedilmemekte, bütün canlılar ifade edilmektedir. Haksız yere yeşile, hayvana
ve insana kıyıla-maz.
Hz. Peygamber,
"Kim bir serçeyi boş yere öldürürse, o serçe kıyamet gününde seslenerek
Allah'a gelir ve şöyle der: Ya rabbi! Bu, beni
boş yere öldürdü.
Benden istifade etmediği gibi, yeryüzünde otlarından yememe de müsaade
etmedi."[31]
Bu hadîsi bütün
hayvanlar için genelleştirmek mümkündür. Ekolojik dengenin korunması için,
haksız yere hayvanlara kıymanın yasak olduğu ilkesine götürmek de mümkündür.
Özellikle av yasağına dikkat edip, ihtiyaç duyulmayan ve tehlike bulunmayan
anlarda bir cana kıymak doğru değildir ve günâhtır. En'âm sûresinin 38.
âyetinde, yerde yürüyen ve gökte uçan kuşların insanlar gibi varlıklar olduğu
söylenmekle, onların da hayat hakkına sahip oldukları ve haksız yere
öldürülemeyecekleri gündeme getirilmektedir.
5. Haşrolma
için bu benzetme yapılmaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 38.
âyetinin son kelimesine bakıldığında bunu görmek mümkündür: "Nihayet
toplanıp rablerinin huzuruna getirilecekler". Rablerinin huzurunda
haşrolacak olanların kimler olduğu sorulduğunda, bütün canlılar şeklinde cevap
vermek âyete ters düşmeyecektir. "Kısas yapılarak boynuzludan boynuzsuzların
hakkı alınır" (Müsned, II, 72). Hz. Peygamber'in bu sözü, gerçekten
kendisine ait ise, mecazî bir anlatımın olduğunu söyleyebiliriz. Bu dünyada
boynuzlu hayvanların boynuzsuzları vurması gibi, bazı güçlü insanlar da güçsüz
insanlara çeşitli açılardan zarar vermiş olabilirler. Hz. Peygamber onları
boynuzlu hayvanlara benzetmektedir. Hakkı çiğnenen insanların hakkı,
çiğneyenlerden alınacaktır. Hadîsi bu şekilde anlamak mümkün olduğu gibi,
mecaza sapmadan da anlamak mümkündür. Böylece insan denen varlıkla, hayvanların
Allah'ın huzurunda haşrolacaklan esasını âyetin sonundan anlamış oluyoruz.
6. Rızıklandırma
açısından bir benzerlik kurulmaktadır. Râzî, özetle bu konuyu şöyle
anlatmaktadır: Kâfirler, Hz. Peygamber'den kesin, açık ve net bir mucize getirmesini
istemişlerdi. Bunun üzerine Allah, yardımının insanlara ulaşması gibi, bütün
canlılara lutfu ile rızkım ulaştırdığını gündeme getirmiştir. Hayvanlara
rızkını veren Allah, insanlara da vermektedir. Hayvanlara cömert davranan
Allah, insanlara da cömert davranmaktadır. Onların istedikleri mucizelerin
gönderilmesi onlara fayda vermeyeceğinden tam tersine zarar vereceğinden
dolayı, mucizelerini göndermemektedir.[32]
Gönderme yerine tabiattaki hayvanların varlığına bakmaları, onlar için mevcut
bir mucizeyi teşkil etmelidir.
"Biz o kitapta
hiçbir şeyi eksik bırakmadık".
Âyetin bu kısmında
ferata kelimesi yer almaktadır. "İleri geçmek, aşın gitmek, çabuk olmak,
süratli davranmak, havuzu taşacak şekilde doldurmak" mânasına gelen bu
kelime iş kelimesi ile kullanılınca, "işi unutmak, gücü üzerinde yük
yüklemek, bir şeyi terketmek, haddi aşma"; bulut ile kullanılınca,
"mevsim başında yağmurunu yağdırmak"; kılıç ile kullanılınca,
"kılıcını acele çekmek"; ferrata kalıbından gelince, "bir şeyi
aczinden dolayı mahvedip kaybetmek, bir kimseyi geride bırakıp savuşup gitmek,
mübalağa ile övmek, bir çirkin işi ortadan kaldırmak" mânalarına
gelmektedir. Bu kelime Kur'ân'da şu anlamı ifade etmektedir:
1. Taşkınlık yapmak. "Mûsâ ile Harun:
'Ey rabbimiz! Onun bize karşı taşkınlık yapmasından yahut azgınlıkta devam
etmesinden korkarız" dediler (Tâhâ 20/45). Buradaki taşkınlık, düşmanca
davranmak anlamına gelmektedir.
2. Umursamaz davranmak. "Kişinin:
'Allah'a karşı umursamaz davranmamdan dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben
alay edenlerdendim' (diyeceği günden sakının)" (Zümer 39/56). Aslında
buradaki ferrattü kelimesine, "aşın gitmek" mânası da verilebilir.
3. Güven kırıcı
davranmak. "En büyükleri:
Babanızın sizden, Allah'ı şahit tutarak söz aldığını ve ayrıca bundan önce
Yûsuf konusunda nasıl güven kırıcı davrandığınızı hatırlamıyor musunuz?"
(Yûsuf 12/80) derken, jJiy ferrattum
kelimesine yer vermektedir. Bu kelimeye
"haksızlık
etmek" mânası da verilebilir. Ama biz burada babalarına karşı güven kırıcı
davranma anlamını tercih ediyoruz. Çünkü Yûsuf a karşı haksızlık yapmaları,
babaları için güven kinci bir davranış olmuştur.
4. Gözardı etmek. "Kıyamet saati ansızın gelip çatıncaya (ve) 'Yazıklar olsun bize
ki onu gözardı etmişiz' diye ağlayıp dövününceye kadar Allah'a varacaklarını
inkâr edenler, gerçekten hüsrana uğrayanlardır, çünkü omuzlarında günâhlarının
yükünü taşıyacaklardır: Ah yüklenecekleri ağırlık ne kötüdür!" (En'âm
6/31). Genelde "aşırı gitmek" mânası verilen ferratnâ kelimesinin bu
âyetteki anlamı, "göz ardı etmek"tir.
5. Bir işi atlamak. "Bir işi atlamak, o işi eksik yapmak" anlamına
gelmektedir. En'âm sûresinin 61. âyetinde bu anlamda kullanılmıştır:
"Yalnız O'dur kulları üzerinde hüküm sahibi olan. Ve O, birinize ölüm
yaklaştığında, elçilerimiz onun canını alıncaya kadar sizi gözetlemek için
semavî güçler gönderir ve bu güçler (hiç kimseyi) atlamazlar". .
Önden gitmek. "Kendilerinin bile çirkin bulacağı
şeyleri Allah'a isnat ediyorlar. Dilleri de yalan düzüp donatıyor. En ileri
güzellik onlarınmış! Kuşkusuz olan şu, onlar işin ateş vardır. Ve ona en önden
gideceklerdir" (Nahl 16/62).
6. Aşırılık.
Kehf sûresinin 28. âyetinde fürutâ kalıbında yer alan bu kelime,
"aşırılık"
anlamına gelmektedir: "Kalbini bizi anmaktan gafil
kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun
eğme!"
Ferata kelimesinin bu
anlamlarından birini, yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 38. âyeti
için alacak olursak, "göz ardı etmek", "atlamak" mânasına
almak lâzımdır. "Biz o kitapta, hiçbir şeyi atlamadık, göz ardı etmedik,
eksik bırakmadık" mânasını vermek gerekiyor.
Âyetin bu bölümünde
geçen kitap hangi kitaptır? Bu soruyu cevaplandırırken Râzî, iki görüşü
nakletmektedir. Birisi âyetteki kitabın levh-i mahfuz, yani "korunmuş
levha"; ikincisi de Kur'ân olduğundan, Râzî'nin kendisi âyetteki kitabın
Kur'ân olduğundan yana tercihini kullanmaktadır, ama Zemahşerî bunun levh-i
mahfuz olduğunu söylemektedir. Demek ki mâna, "Biz Kur'ân'da hiçbir şeyi
eksik bırakmadık" şeklinde olmalıdır. Zemahşerî ve onu takip edenlere göre
mâna, "Biz levh-i mahfuzda hiçbir şeyi eksik bırakmadık" tarzında
olmalıdır.
Bütün bu mânalardan
hareket edersek şu neticeye ulaşabiliriz: Yüce Allah tabiat kitabında, insan
kitabında ve din kitabında ve bütün bunları kendinde toplayan ana kitapta
hiçbir şeyi eksik yapmamış ve göz ardı etmemiştir. O'nun ortaya koyduğu bütün
tabiat kitabındaki oluşumlar, birer mucize niteliğindedir. Onun için 37. âyette
kâfirlerin istediği mucizeyi insan ve tabiat âleminde bulmaları mümkündür.
"Nihayet toplanıp
rablerinin huzuruna getirecekler". Âyetin bu kısmından anlaşılıyor ki
hayvanlar da haşrolacaklardır. Acaba bu doğru mudur? Çünkü biz insanların
haşrolacağını, yani Allah'ın huzuruna toplanacağını biliyoruz. Ama âyetin bu
kısmı, insan ve hayvanların beraber haşrolacağı şeklinde düzenlenmiştir.
Sorunun cevabını Tekvîr sûresinin 5. âyetiyle vermek mümkündür: "Vahşi
hayvanlar toplanıp bir araya getirildiğinde". Bu âyetten hareket ettiğimizde,
hayvanların birbirlerinden hak alacakları gibi, insanlardan da hak alacakları
meselesine varabiliriz. O zaman "hayvan haklan" kavramını gündeme getirmek
mümkün olacaktır. Yukarıda nakledilen şu hadîs de hayvan haklarına dikkat
çekmektedir: "Kim bir serçeyi boş yere öldürürse, o serçe kıyamet gününde
seslenerek Allah'a gelir ve şöyle der: 'Yâ rabbi! Bu beni boş yere öldürdü.
Benden istifade etmediği gibi, yeryüzünün otlarından yememe de müsâade
etmedi"[33]. Demek ki hayvanlar
insanlardan hak alacaklardır. Böylece 38. âyette geçen haşr olgusu, hayvanlar
için de geçerli olmaktadır.[34]
39. Bizim âyetlerimizi
yalanlayanlar, karanlıklara gömülmüş sağır ve dilsizlerdir. Allah kimi
dilerse, onu saptırır ve dilediğini de doğru yola yöneltir.
Bu âyetin ikinci
bölümünü şu şekilde mânalandırmak mümkündür: "Allah, dileyeni saptırır ve
dileyeni de doğru yola yöneltir". İlk mealinde dilemenin faili Allah,
ikincisinde ise insandır. Burada yorum Allah'ın dilemesi şeklindeki anlam üzerine
yapılacaktır:
1.
Allah'ın
âyetlerini yalanlamanın psikolojik neticesi.
Allah'ın âyetlerinden
kasıt, O'nun mesajlarıdır. Ama, Allah'ın mucizeleri anlamına gelebileceğini
söylemekte yarar vardır. En'âm sûresinin 37. âyetine bağlantılı olarak ele alındığında,
mucize; 33. âyetle ilgi kurulursa, âyetleri, mesajları mânasını verebiliriz.
Kısaca 39. âyette geçen "âyetler" kavramının hem mucize hem de mesaj
anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Kur'ân'ın âyetleri de mucize, mucizeler de
mesaj taşımaktadır.
Yüce Allah'ın
mucizelerini veya mesajlarını yalanlama konusu daha önce ele alındığı halde
burada niçin tekrar ele alınmaktadır? Bu sorunun cevabı âyetin devamındadır.
Başka bir ifade ile, burada âyetleri yalanlamanın doğurduğu psikolojik netice
öne çıkmaktadır. "Karanlıklara gömülmüş sağır ve dilsizlerdir".
Yalanlamak, insanı
karanlıklara götürmektedir, hem de sağır ve dilsiz olarak. Buradaki karanlık,
insanın iç alemindeki karanlıktır;, beyin, gönül ve nefsin karanlığa
gömülmesidir. "Her kim nefsini (benliğini) anndırırsa, kesinlikle
mutluluğa erişecektir. Kim de nefsini (benliğini) karanlığa gömerse, hüsrana
uğramıştır" (Şems 91/9-10) âyetlerinde belirtildiği gibi, insan kendisini
diri diri manen mezarlığa, yani karanlıklara gömmektedir.
2. Sapıklık ve doğru yola girmek. Yüce
Allah, âyetin birinci bölümünde yer alan insanın yalanlamasını değerlendirmeye
tâbi tutarak, kendi takdirini devreye sokmaktadır. "Allah dilerse, onu
saptırır" ifadesinde, dilemenin faili Allah'tır. Allah kulunu saptırır mı?
Kulunu saptırırsa, sonra onu sorumlu tutar mı? Bu sorulara tarihte verilen
cevaplar, pek çok mezhebin doğmasına sebep olmuştur.
Âyetin birinci
bölümündeki "yalanlama" eylemini dikkate almadan verilecek her cevap
isabetsiz kalacaktır. İnsanın yalanlaması, Allah'ın onu sapıttırmasının sebebi
olmaktadır. Yalanlama olmasaydı, sapıttırma da olmayacaktı. Demek ki Allah
durup dururken kulunu sapıttırmaz ve sapıt-tırmamaktadır. İnsanın eylemi,
Allah'ın bu konudaki dilemesini harekete geçirmektedir. İnsanın gönlündeki oluşum
neyi gerekli kılıyorsa, Allah onu gerçekleştirmektedir. Onun için insan
Allah'a, "Beni niye sapıttırdın" deme imkânına sahip değildir.
"Dilediğini de
doğru yola iletir" bölümüyle âyet, doğru yola iletmenin ilâhî dilemeye
bağlı olduğuna işaret etmektedir. Aynı şekilde, insanın gönlünde doğru yola
iletilecek şekilde bazı oluşumlar meydana gelirse, Allah'ın onu doğru yola
iletmesiyle son bulacaktır. Ama insanın dilemesi ya da iyiden yana eylemi
olmasa bile Allah Teâlâ onu doğru yola iletebilir.
O zaman bu durumu şu
şekilde formüle dökebiliriz: İnsan kötülüğü isterse Allah onu yaratır; ama
iyiliği Allah hem ister hem yaratır. İyiliği insan da isteyebilir. Demek ki
kötülüğün alt yapısını, yani sebebini mutlaka insanın dilemesi veya eylemi
teşkil etmektedir.
Bu açıklamaları
yaparken, âyette geçen "sapıttırmak" eylemine şu mânayı verirsek,
sorulacak soruları daha rahat bir şekilde cevaplandırma fırsatını yakalamış
oluruz: "Allah dilerse, onu sapıttırır" değil de "Allah dilerse,
onu sapıklık içinde bırakır" şeklinde mânalandırmak daha çözüm getiren bir
mâna olmaktadır. İnsanın Allah'ın âyetlerini yalanlaması bir sapıklıktır. Allah
da onu, o sapıklığının içinde bırakmaktadır.
Yukarıda sorulan
sorulara en iyi cevap Bakara sûresinin 26 ile 27. âyetleri olmaktadır. Bu
âyetleri beraberce ele alırsak şu netice ile karşılaşmak mümkündür: Verdikleri
sözden dönen, sıla-ı rahim yapmayan, yani yakınlarını ziyaret edip durumlarıyla
ilgilenmeyen, yeryüzünde fitne ve fesat çıkaran fâsıklardan başkasını
sapıttırmaz. Diğer taraftan İbrahim sûresinin 27. âyetinde, "Allah
zâlimleri saptırır" ifadesine yer vermektedir. Bu âyeti de Bakara
sûresinin 26-27. âyetleriyle birleştirirsek, Allah'ın fâ-sıkları ve zâlimleri
saptırdığını beyan ettiği ortaya çıkacaktır. Dikkat edilirse, önce insanın
fâsıklık ve zalimlik eylemleri teşekkül ettikten sonra
Allah'ın onları
sapıklık içinde bırakmasının gerçekleştiği görülmüş olacaktır. Zaten fâsıklık
ve zulüm, sapıklıktır. Allah onların bu sapıklığını tescil etmektedir.
En'âm sûresinin 39.
âyetinin son kısmının açıklamasını şu âyetlerle beraber yapabiliriz.
"Allah bununla rızâsına uyanlara hidâyet eder" (Mâide 5/16). Bu
âyette, öncelikle insan Allah'ın rızâsını getirecek olan şeye tâbi olması,
sonra Allah'ın onu hidâyete erdirmesi gerçekleşmektedir.
"Hidâyete ermiş
olanların hidâyetini arttırır ve takvalarını temin eder" (Muhammed 47/17).
Burada da insanın hidâyete ermesi sebep, Allah'ın onun hidâyetini arttırmasıyla
takvasını vermesi sonuç olmaktadır. İnsan aklını doğru yolu bulacak şekilde kullanırsa,
Allah da onun bu eylemini tescil ediyor ve yardımı ile artırıyor. Üstelik takva
denen sorumluluk bilincini de temin ediyor.
"Yüce Allah
sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam tutar"
(İbrahim 14/27) âyetinden de anlaşılıyor ki, önce insan sağlam sözle iman
edecek, sonra da Allah'ın sapasağlam tutması gerçekleşecektir. İnsan sağlam
tutunca, Allah da sağlamlaştırmaktadır.
[35]
40. De ki: "Ne dersiniz; size Allah'ın azabı
gelse veya o kıyamet gelip çatıverse size, Allah'tan başkasına mı
yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz (söyleyin bakalım!)".
41. Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız da, O
dilerse, yakındığınız belâyı uzaklaştırır. Ve siz, ortak konuştuklarınızı
unutuverirsiniz.
Bu âyetlerde, insan
psikolojisinin durağan olmadığı, olaylara karşı değişkenlik arzettiği, başka
bir ifade ile bir ritim özelliğine sahip olduğu vurgulanmakta, başa gelen
belâların veya azabın onu şirkten tevhîd inancına doğru kaydırdığına dikkat
çekilmektedir.
1. Belâ veya
azabın meydana getireceği
değişim. 40.âyette Allah'tan başkasına yalvarıp O'na şirk
koşanların ruhsal
analizi yapılmaktadır. Ayetin ilk bölümünde yer alan ra'eyteküm ifadesinin
anlamı, "Bir düşünün bakalım!", "Anlatınız bana!",
"Düşünebilir misiniz?", "Ne dersiniz?" şeklinde
verilebilir.
Bu ifade ile
müşriklerin, kendi inançları hakkındaki değişimi sorgulanmaktadır. Allah'ın
azabı veya kıyamet geldiğinde, Allah'tan başkasına yalvarıp yalvarmayacakları
sorulmaktadır. En'âm sûresinin 39. âyetinde, yalanlayanların karanlık içinde
olduklarına dikkat çekilmişti. Bu âyet beyni ve gönlü karanlıkta olan
insanların, kime dua edip yalvaracaklarını bilemeyeceklerine işaret etmektedir.
Maddî anlamda karanlık içinde kalan objeleri ve onların renklerini seçemediği
gibi, beyin ve gönül bakımından manevî karanlık içinde kalanlar da Allah'tan
başkasını tanrı sanarak onlara yalvarırlar. Çünkü onlar manen karanlıkta
olduklarından, tanrının kim olduğunu seçememekte, yakarışını kime
yönelteceğini bilememektedirler.
Bu yanlış varlığa, ya
da yanlış tanrıya şirk koşarak yalvarmanın yanlış olduğunu ancak azap veya
kıyamet olgusu telkin edebilecektir. Böyle olgular karşısında kaldıklarında
kime yalvaracakları sorusuna mertçe cevap vermeleri istenmektedir. "Eğer sözünüzün
eri iseniz, Allah'tan başkasına yalvarır mısınız?" sorusunun
sorulmasındaki amaç budur.
Bu noktadan hareket
edersek şu neticeye varabiliriz: Sıkıntılar, belâlar ve problemler, insanı
şirkten kurtarmak için önemli derslerdir. Sıkıntılar, insanı Allah'tan
uzaklaştırma yerine, Allah'a yaklaştırmaktadır. İsrâ sûresinin 67.
âyeti bunu şu
şekilde ifade etmektedir:
"Denizde başınıza
bir musibet geldiğinde, Allah'tan başka bütün yalvar-dıklarınız kaybolup gider.
Allah sizi kurtarıp karaya çıkardığında, (eski halinize) dönersiniz. İnsanoğlu
çok nankördür". Sıkıntı ve belâ, şirki ortadan kaldırırken, rahatlık,
insanın bazan yanlış inançlara gitmesine ortam hazırlamaktadır.
2. Belâyı görünce tevhîde yönelir. Hayat
endişesi olmayan, zengin insanların bir kısmı kendini müstağni, yani yeterli
görür, Allah'a pek yanaşmaz. Çileler içinde bir hayat yaşayanların imanı daha
sağlam olduğu gibi, kendilerini de Allah'a daha yakın hissederler. Her iki
psikolojinin istisna olan oranları vardır. Ama En'âm sûresinin 41. âyetinde bunun
genel görüntüsü verilmektedir: "Bilâkis yalnız Allah'a
yalvarırsınız"- Böylece belâların şirkten caydırıcı bir özelliğe sahip
olduğuna dikkat çekilmektedir. Burada hayattaki olayların değişiminin, insanın
gönlündeki değişimi meydana getirdiğinin öğretimi verilmektedir. Olayların
kötüye gitmesi, gönülde iyiye giden değişimi oluşturmaktadır.
İnsanın gönlünde
şirkten tevhîde doğru olan değişim de, Allah'ın o belâları ortadan kaldırması
şeklindeki değişimine sebep olmaktadır. "Allah da kendisine yalvardığınız
belâyı, dilerse giderir". Böylece kulun gönlünde şirkten tevhîde doğru
meydana gelen değişim, ilâhî dilemeyi devreye sokmakta, o belâya müdahale
etmesine sebep olmaktadır. "Ve siz ortak koştuğumuz şeyleri unutursunuz "
Allah'tan başkalarını
tanrı edinip onlara yalvarmalarını unutmalarının anlamı, Yûnus sûresinin 22.
âyetinde, Allah'ın dininde hâlis ve sam-îmî kimseler olmaları, yani Allah'ın
dinine sımsıkı sarılıp Allah'a dua etmeleridir. Bundan şu gerçeğe varıyoruz:
Şirkin ve tevhîdin önemli ayıraçlarından biri, kime dua edildiğidir. Allah'tan
başkasına yalvarmak, ya da
Allah'tan başkasını
aracı koyarak yalvarmak, şirk olmakta; sadece Allah'a yalvarmak da tevhîd
inancını ifade etmektedir.
En'âm sûresinin 40-41.
âyetlerinde eğitim açısından önemli mesajlar vardır: Allah bütün insanlara
olduğu gibi, din âlimi ve görevlilerine şirkin durağan bir yapıya sahip
olmadığını, değişime açık olduğunu öğretmektedir. Önemli olan onu değiştirecek
bir öğretim çevresini oluşturmaktır. Allah kendi adına bu ortamı azap ve
kıyametin kopuşu olarak belirlemektedir. Belirlenen bu ortamı, insanlara
sunmak, eğitim açısından etkili olacağı gibi, Kur'ân'ın başka âyetlerinden de
örnekler verilebilir. Meselâ Enbiyâ sûresinin 66. âyetinde, Hz. İbrahim, fayda
ve zarar verebilme konusunu gündeme getirerek şirkle mücâdele vermektedir;
"İbrahim, 'Öyleyse' dedi, Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar
vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? " Böylece insanı en çok ilgilendiren
konuları gündeme getirerek şirkin kalıcılığına darbe indirmek de önemli bir
metottur.
[36]
42. Senden önce de milletlere elçiler
göndermiştik. Boyun eğsinler diye onları darlık ve sıkıntıya uğrattık.
43. Hiç olmazsa kendilerine böyle baskımız geldiği
zaman boyun eğselerdi! Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan da onlara,
yaptıklarını süslü gösterdi.
44. Kendilerine
yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik.
Kendilerine verilenle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık,
birden bire bütün umutlarını yitirdiler.
45. Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi. Hamd,
âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur.
Bu dört âyet
birbirleriyle ilişkili olarak analiz edilerek anlatılırsa, daha cazip
neticelere ulaşmak mümkün olacaktır. Allah, geçmişten bazı olguları gündeme
getirerek, şirkin ne kadar yıkıcı olduğunu anlatıp, ciddî uyarılarda
bulunmaktadır.
1. Darlık ve sıkıntı boyun eğdirir. 42. âyette iki önemli kavram yer almaktadır. be'sâ
"şiddetli fakirlik", yani "ekonomik yoksulluğu" ifade eden
bu'ûs kelimesinden türemiştir. darrâ' kelimesi de "hastalıklar, acılar,
zorluklar, zelil ve zayıf olmak" mânasına gelmektedir. Bu iki kelime
kullanılarak, hem bir din eğitimi, hem de sosyolojik bir kanunun öğretimi
yapılmaktadır.
Yüce Allah geçmişte
insanları eğitmek için peygamberler göndermiş, ama onlar bu peygambere aldırış
etmemişlerdi. Bilgilendirme yeterli olmayıp beklenen etki gerçekleşmeyince,
devreye ekonomik yoksulluk ve çeşitli acılar sokulmuştur. Yoksulluk ve acıları
devreye sokmanın amacı, onlara boyun eğdirmektir. Şımaran, gururlanan ve
kendini müstağnî gören insanlara boyun eğdirmenin yollarından biri de,
yoksulluk ve sıkıntıdır.
Demek ki eğitimin
etkili olabilmesi için en önemli metotlardan biri de mahrum bırakmaktır.
Âyetteki yoksulluk, ekonomik mahrumiyeti ifade etmektedir. Sevgiden mahrum
bırakmak da aynı metodun başka bir boyutunu teşkil etmektedir.
2. Yoksulluk ve sıkıntı ters tepki yaptı. 43. âyet şöyledir: "Kendilerine yoksulluk
şeklindeki azabımız geldiği zaman boyun eğmeleri gerekmez miydi?" Bu
ifadeden anlıyoruz ki, onlar boyun eğmediler, tevazu göstermediler, yani
yalvarmadılar. Böylece ceza, yapması gereken caydırıcılığı gerçekleştiremedi,
istenen etkide bulunamadı. Bunun anlamı, bazan disiplin cezaları veya hukukî
cezalar, beklenen etkiyi veya caydırıcılığı gerçekleştiremeyebilir, tam
tersine daha kötü oluşumlara sebep olabilir.
Beklenen olumlu etkiyi
yapamadı, ama ne oldu? Bu sorunun cevabını 43. âyetin devamı vermektedir.
"Fakat kalpleri iyice katılaştı". Bu, "Kalplerinin katılığı
arttı" anlamını ifade etmektedir. Kalplerini yumaşat-ması gerekirken,
kalplerinin katılığını artırdı. Bakara sûresinin 74. âyetinde, kalbin
katılaşmasının ne anlama geldiği açıklandı. Kalbin katılaşması, boyun eğmenin
zıddıdır. Bir toplumun başına gelen belâlardan ders almalı, alçak gönüllü ve
boyun eğme gibi ahlâkî değerleri kazanmalıdır. Diğer taraftan ilâhî vahyin
kalpte meydana getirmesi gereken değişimi yapmaması durumunda kalbin aldığı
hali ifade etmektedir.
Âyetin bu kısmı, hem
eğitime, hem de hukuka çok önemli bir ilke kazandırmaktadır. Cezalar her zaman
aynı etkiyi meydana getirmeyebilir. Uygulanan cezanın etki göstermesini
belirleyen, cezayı uyguladığımız kişinin psikolojisidir. En'âm sûresinin
39-43. âyetlerine bakarsak cezanın ters etkide bulunduğu insanların
psikolojisini görmek mümkündür: Allah'ın âyetlerini yalanlayıp karanlıklar
içinde kalanlar (39), şirk koşanlar (40-41).
Kalplerin giderek
katılaşması, tamamen psikolojik bir oluşumdur. Bazan ceza, katı olan kalpleri
daha da katılaştırmaktadır. Kalplerinin katılaşması, başka bir neticeyi
beraberinde getirdi. O neticeyi de âyetin sonu vermektedir: "Çünkü şeytan
bütün yaptıklarını onlara güzel gösterdi". Allah'ın âyetlerini yalanlayıp
karanlıklar içinde kalan, şirk koşan ve kalbi katılaşan insan, kötü ve yanlış
davranışlarını şeytanın etkisi ile güzel görür. Kalbin katılığı,
davranışlarının kötülüğünü ve yanlışlığını ona güzel göstermesi için şeytana
fırsat verir.
Kalbin katılaşması,
gönül gözü dediğimiz basîreti kör eder. Basiretsiz insan, şeytanın gör
dediğini görmeye başlar. Şeytanın sahte süslemesi ile, davranışlarını iyi
görme hatâsına düşer.
39. âyetten itibaren
bir sebep-sonuç ilişkiler zinciri açıklanmaktadır. Allah'ın âyetlerini
yalanlama ve şirk, cezanın ters etki yapmasına, yani kalplerin katılaşmasına,
onun da şeytanın davranışları süslemesine sebep olduğu görülmektedir.
3. Başka bir metot uygulanıyor. 43. âyetten anladık ki, yoksulluk şeklinde uygulanan
ceza, ters tepki uyandırmış, kalplerinin yumuşaması yerine katılığının
artmasına sebep olmuştu. 44. âyette, bu sefer de başka bir metot uygulandığı
görülmektedir: "Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, üzerlerine
her şeyin kapılarını açtık". Onları daha önce yoksullukla, yani sefaletle
cezalandırarak denemişti. Bu sefer de bol nimetler vererek denemeye tâbi tuttu.
Yoksulluk, yani sefalet ters tepki uyandırdı, acaba bolluk nasıl bir tepki
uyandıracaktı? Bolluk ve darlıkla denemenin yapıldığı ve yapılacağı, Fecr
sûresinin 15-16. âyetlerinde de vurgulanmaktadır. Burada önce yok-suluk, sonra
bolluk uygulanırken, Fecr sûresinde önce bolluk sonra darlık uygulanmaktadır.
Her ikisinden beklenen şey, insanın nasıl bir tepki göstereceğidir. Her iki
uyulamada da yanlış tepki gösterildiğine şahit oluyoruz.
"Her şeyin
kapılarını açtık"tan kasıt, "Bütün nimetleri onlara sunduk"
anlamına gelmektedir. Her nimetin bir çıkış ve geliş kapısı vardır. Yoksulluk
denemesinde bu kapılar onlara kapalı idi. Yoksullukla netice alınamayınca, bu
sefer de bollukla deneme devreye sokuldu. Demek ki mutluluğa gidecek yolların
hepsi onlara açıldı.
Bollukla denemenin
neticesi ne oldu? 44. âyetin son kısmı bunu açıklamaktadır; "Nihayet
kendilerine verilenler yüzünden şımardılar". Kalbi katılaşmış ve
davranışlarını kendilerine şeytanın süslü gösterdiği kimseler, sahip oldukları
nimetin kıymetini takdir etmekten mahrum kalması doğaldır. Onlar da bol olan
nimet karşılığında, daha mütevazi ve daha yumuşak kalpli olup nimeti takdir
etme yolunu seçeceklerine şımarmaya başladılar. Demek ki yoksulluk,
kalplerinin katılaşmasına, bolluk da şımarmalarına sebep olmuştur. Her iki
uygulama ya da denemede uçlara kaçtılar, beklenen sağlıklı inanç ve davranışı
gösteremediler. Hz. Peygamber bu âyeti şu şekilde tefsîr etmektedir:
"Yüce Allah'ın günâh işleyene sevdiği nimeti verdiğini görürsen, bil ki
bu, yavaş yavaş onu cezalandırmaktır[37].
Âyetteki
"şımardılar" eylemi, sahip oldukları nimetleri kendilerinin
kazandıklarını ve kendilerinin hak ettiğini düşünmelerinden kaynaklanmaktadır.
Bunun başka bir anlamı da, nimetin kaynağında Allah'ın olduğu inancını
terkedip o kaynağın kendileri olduğu zannına kapılmalarının doğurduğu bir
eylemdir. Yoksulluk ve bolluk tarzında uygulanan denemeler ters tepki görünce,
Allah onları ansızın yakaladı.
4. Cezaların caydırmaması daha büyük cezayı getirmiştir. "Onları apansızın yakaladık. İşte o anda bütün
ümitlerini kaybettiler". Yoksulluk, sıkıntı ve uyarının etkili olamadığı
yerde bir bolluk fırsatı daha verilmiştir.
Bütün bu uygulamalar
çare olmayınca, Allah onları ansızın yakaladı ve bütün ümitlerini yitirdiler.
Âyetin son kelimesi olan eblese kelimesi, "bütün ümitlerini yitirdi"
anlamına gelmektedir. Bunun anlamı, ruhen çökmektir. Mublis, "ümitleri
sona eren kimse" anlamına gelmektedir. Râzî, iblâs kelimesinin üç anlamını
vermektedir: Yok edici belâlar geldiğinde kurtulma ümidini yitirmek, delilin
sona ermesi, bitmesi, tükenmesi, insanın başına gelen belâlardan dolayı hayrete
düşmesi.
Ümitlerini yitirecek
kadar ansızın yakalanmış olmak, en büyük cezaya çarptırılmayı ifade
etmektedir. Ümidi kesen bu âni yakalayışın sonunun ne olduğunun cevabı 45.
âyette verilmektedir: "Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi".
Burada manevî hakikatleri kavrama yeteneklerini kaybeden toplumların düştüğü
sosyal ve moral çöküntü ifade edilmektedir.
Cezaların caydırıcı
olmadığı, hakikatlere karşı kalplerin katılaştığı, yanlış davranışları güzel
gören, uyarıları unutan ve Allah'ın verdiği nimetlere karşı şükretmeyip
nankörce davranan toplumların bu hareketleri, bir zulümdü. Böyle zâlim bir
toplumun köklerinin kesildiği ve kesileceği uyarısında bulunulmaktadır.
5. Hamd âlemlerin rabbi Allah'a aittir. Yüce Allah kalpleri katılaşmış, nimete karşı
nankörlük edip şımaran kavmin kökünü kazıyarak peygamberlerini kurtarması,
hamd etmeye lâyık bir iştir. "Allah'a hamd olsun ki, bu toplumdan dünya
temizlendi" dercesine bir nefes alışı ifade etmektedir. İnsanlığı böyle
bir kavmin zulmünden kurtarmak, iyiden yana değişimin ümidi kalmadığı sosyal
oluşumları, bir ur gibi temizlemek hamde değer bir iştir.
Netice olarak
diyebiliriz ki, En'âm sûresinin 42-45. âyetleri, geleceğe ışık tutmayı
amaçlamaktadır. Geçmişteki olguların anlatımı, yaşanan ve yaşanacak olan hayata
ışık tutmayı hedef almaktadır. Gelecek nesillerin bunlardan ibret alarak,
hakikatleri kavrama yeteneklerinin teminine çalışılmaktadır. Tarihî olgularla
eğitim etkinliğini gerçekleştirmeye çalışan bu âyetler, beyin, gönül ve nefis
sistemlerinin çökmeden çarelerinin alınmasını öngörmektedir. Allah'a boyun
eğmemek, kalplerin kararması, şeytanın etkisiyle yanlış davranışları güzel
görmek, uyarıları unutup nimetlere karşı şımarmak, ümitsiz bir vak'a olarak
görülmektedir.
[38]
46. De ki: "Ne sanıyorsunuz? Eğer Allah
kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse, bunları
size Allah'tan başka hangi tanrı geri verebilir? Bakınız, delilleri nasıl çok
yönlü açıklıyoruz. Onlar hâlâ yüz çeviriyorlar!"
47. De ki: "Söyler misiniz? Size Allah'ın
azabı ansızın veya açıkça gelirse, zâlim toplumdan başkası mı helak olur?"
Bu âyetlerin
analizinden önemli neticelere ulaşmak mümkündür:
1. İlâhî kudrete, insanın doğasını tesbit ederek
varılabilir. 46. âyette insanın üç
önemli duyu organı gündeme getirilerek, onların işlemesi ve görevlerini yerine getirmeleri
ile Allah'ın varlığı, kudreti ve benzeri bulunmadığı açıklanmakta ve ispat
edilmektedir.
Bu yapılırken, insanın
kendine yönelmesi, kendi psikolojik güçlerinin işlerliği konusunda bir
düşünceye sahip olması, kural haline getirilmektedir. Kulak, göz ve kalp
insanı insan yapan, insan olmanın olmazsa olmazını teşkil eden organların devre
dışı kalması ile sahte tanrılar arasındaki ilişki gündeme getirilerek, şirkin
kökü kazınmaktadır.
Eğer Allah kulakları
sağır, gözleri kör ve kalpleri mühürlü hale getirirse, sahte tanrıların
bunları işler hale getirip getiremeyeceği sorularak, bu organların işlemesinin
arkasındaki gücün Allah'a ait olduğunu hatırlatılmaktadır. İlâhî kudret
olmazsa ne kulak işitir ne göz görür ve ne de kalp anlayabilir.
Bu duyu organlarının
çalışmamasının bir anlamı, insanın deli olması, diğer anlamı ise, yaşayan ölü
haline gelmesidir. Âyeti, En'âm sûresinin 41. âyetinin sonundaki
"şirk" olgusuna bağlarsak, sahte tanrıların deliyi akıllı yapıp
yapamayacakları sorusunun sorulmakta olduğu anlaşılmış olacaktır.
"Allah'tan başka
hangi tanrı bunları size geri verebilir?" Bu soruyu 45. âyetin sonundaki
"Hamd âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur" ifadesine bağlarsak,
şu neticeye varabiliriz: Kulak, göz ve kalbin çalışması, Allah'a hamdetmek için
yeterli olmaktadır. Sahte tanrıların yapamayacağı bu işten dolayı Allah'a övgü
yağdırmak insanın görevi olmaktadır. Şirk ortadan kalkınca, hamd Allah'a ait
olacaktır.
En'âm sûresinin 46.
âyetindeki şirkin ortadan kaldırılmasıyla, hamdin Allah'a tahsîs edilmesine
üçüncü bir ilâveyi, İsrâ sûresinin 36. âyetiyle yapabiliriz "Bilmediğin
şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptıklarından
sorguya çekilecektir". Böylece Allah duyu organlarının sorumluluğunu gündeme
getirerek, ferdin ve toplumun başına gelen, En'âm sûresinin 36-45. âyetleri
arasında açıklanan belâlara dikkat çekmektedir. Kötü mânada insanın başına ne
geliyorsa, hep duyu organlarını kullanamamaktan geldiğine işaret edilmektedir.
"Bilmediğin şeyin
ardına gitme " derken, gerçek olup olmadığı bilinmeyen sahte tanrı
inancının ardına düşmemeyi kastetmektedir. Bir insanın bilmediği bir konuda
fikir beyan etmesi, duyu organlarını sorumlu hale getirmektedir. Böyle yanlış
çalıştırılan duyu organları Allah tarafından iptal edilirse, ardına düştüğü
tanrılar tarafından geri getirip getiremeyeceği sorulmaktadır. En'âm sûresinin
45. âyetine göre zulmedenlerin kökünün kesileceği söylenirken, oradaki zulmün
bir anlamı da şirktir. 46. âyette, toplumların çöküşüne götüren zulmün önüne ne
ile geçileceği anlatılmış olmaktadır. Kulak ile göz aklı, kalp de gönlü temsil
ettiğine göre, bunlar vasıtasıyla şirkin önlenip hamdin sadece Allah'a tahsisi
gerçekleşecektir.
2. Açıklamaya sırtını dönmek. En'âm sûresinin 46. âyetinin ikinci bölümünde kötü
bir davranış şu şekilde gündeme getirilmektedir: "Bak, âyetleri nasıl
açıklıyoruz. Onlar hâlâ yüz çeviriyorlar". Âyetin bu kısmındaki âyet
kavramı, "mesaj, delil" anlamına alınabilir. Geri dönerek 36-45.
âyetlerin arasındaki tutarlılık, anlatılan konular arasındaki sebep-sonuç
ilişkisi, içerdikleri uyarılar, derinlemesine açıklamanın yapıldığına delil
teşkil etmektedir. Buna rağmen bu ilâhî öğretiden yüz çevirmişlerdir.
En'âm sûresinin 46.
âyetinin sonundan anlıyoruz ki, bütün açıklamalara rağmen eğitimden,
öğretimden etkilenmeyecek insanlar olacaktır.
Bunu günümüze
taşırsak, kulağı, gözü ve kalbi hakîkate kapalı olan insanları eğitmek çok
zordur. Hatta bazan imkânsız hale gelmektedir. Din âlimleri bu gerçeği bilerek
eğitimlerini sürdüreceklerdir. İlâhî açıklamaya, yani öğretime sırtını
dönenler, elbette bizim açıklamalarımıza da sırtlarını döneceklerdir. Onun
içindir ki, Allah bu oluşuma dikkat edilmesini emretmektedir. İnsanın olduğu
yerde, böyle haktan dönmeler olacaktır. Herkes aynı derecede eğitimden
nasibini alamaz.
3. Allah'ın
açıklamalarına sırt çevirmek, helaki getiren bir zulümdür. En'âm sûresinin 47.
âyetinin sonunda yer alan zulüm kelimesine açıklık getirmek gerekiyor. Daha
önce söylediğimiz gibi, şirk bir zulümdür. Ayrıca 46. âyete göre duyu
organlarını yerli yerinde kullanmamak da bir zulüm teşkil etmektedir. Çünkü
adalet, bir şeyi yerli yerinde kullanmak olduğuna göre, bir şeyi yerli yerinde
kullanmamak da zulümdür. Diğer taraftan Allah'ın delillerine sırtını dönmek de
bir zulümdür, ama En'âm sûresinin 47. âyelindeki zulüm, toplumsal bir nitelik
taşımaktadır: "De ki: 'Söyler misiniz? Size Allah'ın azabı ansızın
veya açıkça gelirse, zâlim toplumdan başkası mı helak olur?" Âyetin bu
kısmında geçen kavim kavramı, "toplum" mânasına alınırsa, zulmün
toplumu sardığı neticesine varabiliriz. Toplumu saran zulüm, ümitsiz vak'a
halini almış demektir. Bütün vücudu saran kanser gibi ardından ölümü
getirmektedir.
"Söyler
misiniz?" ibaresini, "Kendinizi görebilir misiniz?" şeklinde
mânalandırmak da mümkündür. Allah'ın azabı ansızın veya açıktan geldiğinde,
insanların kendilerini görmeleri mümkün olmadığına dikkat çekilmektedir. Zulmün
getirdiği helak şeklindeki azap, kendini görmeyi bile engelleyecektir. Hakîkate
kulağını tıkayan, gözü görmez hale getiren, kalbini kilitleyen insan, azap
anında da aynı durumu kendine karşı yaşayacaktır.
Netice olarak
diyebiliriz ki, En'âm sûresinin 46-47. âyetlerinde, duyu organlarından başlayan
olumsuz oluşumlar, işi helâka kadar götürmektedir. Şirk, toplumsal boyut
kazanınca, helak denen yıkımı getirmektedir. Allah, zâlim olan toplumdan
başkasının helak olmayacağına dikkat çekmektedir. Böyle bir yıkım anında,
insanlar kendilerini göremeyecek, yani kendilerini değerlendirip düzeltme
fırsatını kaçırmış olacaklardır.
[39]
48. Biz elçileri,
sadece müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim inanır ve
uslanırsa, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
Bu âyetin
anlaşılabilmesi için En'âm sûresinin 34. ve 37. âyetlerine dönmek gerekiyor. Bu
âyetlere göre, peygamberler büyük tepkiler görmüş ve onlardan mucizeler
istenmiştir. Bunun üzerine peygamberlerin mucize gösterme yetkisinde
olmadıkları, mucizeyi Allah'ın gönderebileceği, ama peygamberlerin müjdeleme
ve uyarma görevlerinin olduğu bu âyetlerde hatırlatılmakta ve öğretilmektedir.
1.
Peygamberlerin görevi müjdelemek ve uyarmaktır. Peygamberler neyi müjdelerler?
Onlar Allah'ın kullarına olan rahmetini müjdelerler. İman edip iyi amel
yapanlara Allah'ın rızâsını ve cennetini müjdelerler. İman ve iyi iş
işleyenlere varacakları mutluluğu müjdelerler.
Bakara sûresinin 25.
âyetinde her çeşit nimetin bulunduğu cennetin ve oradaki ebedî hayatın
müjdelenmesi, Hz. Peygamber'den istenmektedir. "Allah'tan büyük bir lutfa
ereceklerini müminlere müjdele1." (Ahzâb 33/47); "Seveceğiniz başka
bir şey daha var: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih. Mü'minleri
müjdele!" (Saf 61/13); "Af ve değerli bir ödülü müjdele!"
(Yasin 36/11).
Âyetten anlıyoruz ki,
peygamberlerin ilk görevi müjdelemektir. Müjde ile uyarı aynı âyette yer
alıyorsa, müjde önce gelmektedir. Allah'ın rahmetini ve merhametini
müjdelemenin anlamı, besmelede ve Fâtiha'nın 3. âyetinde geçen rahman ve rahîm
sıfatlarının gerçekleşeceğini haber vermektir.
Diğer taraftan peygamberler
insanlara uyanda bulunurlar. İnkârın, şirkin ve yanlış davranışların varacağı
kötü neticeleri önceden haber verirler. Onlardan sakınmak için uyanda
bulunurlar. "Azap şeklinde gelecek olan kasırgaya karşı uyarmak"
(Fussılet 41/13); "şiddetli azapla uyarmak" (Kamer 54/36);
"vahiyle uyarmak" (Enbiya 21/45) gibi.
2. Müjde ve
uyarının gayesi değişimdir. 48. âyetin son kısmında, korkusuzluğa ve
kedersizliğe giden yol ve bu yol için gerekli olan değişim ele alınmaktadır.
Aslında peygamberlerin görevinden sonra, halka düşen vazife gündeme
getirilmektedir.
a) İman
etmek. İman etmenin anlamı, şirki terkedip tevhîd inancını gönüle
yerleştirmektir. İman etmek, gönülde meydana gelen köklü bir değişimin
gerçekleşmesidir. İnkârdan imana geçiş, psikolojik anlamda en köklü, en derin
ve en faydalı gönül eylemi olmaktadır.
b) Kendini
düzeltmek. Âyette ıslâh kavramı ile ifade edilen bu değişim, davranışlardaki
düzeltmeyi şart koşmaktadır. Bunun anlamı, doğru ve yararlı iş üretmektir.
Zulüm gibi çok kötü eylemden, doğru ve yararlı eylemlere geçişi ifade eden bu
köklü değişim, yine insana dönerek korkusuzluk ve kedersizlik gibi önemli
psikolojik oluşumları meydana getirmektedir.
Korku ve üzüntüyü
ortadan kaldıran iman ile faydalı ameller, köklü değişimi gerçekleştirmektedir.
Peygamberlerin müjde ve uyarısına uyan insanlar, iman ve faydalı amelle hem bu
dünyada hem de âhirette korku ve üzüntülerini ortadan kaldıracaklardır. Böylece
müjde ve uyannın amacının, insanları ağır psikolojik yük altına sokan korku ve
üzüntüyü gidermek olduğu anlaşılmış olmaktadır. En'âm sûresinin 47. âyetinde
yer alan peygamberlerin görevlerinden olan müjde ve uyan, din âlimlerinin de
metodu olmalı ve görevlerini o şekilde yürütmelidirler. Aksi takdirde
peygamberlerin bulunmadığı çağlarda bu âyetin geçerliliğini açıklama imkânı
olmazdı. Din âlimleri, müjdenin yeterli ve geçerli olmadığı yer ve zamanlarda,
devreye uyarıyı sokmalıdırlar. Müjdenin bittiği yerde uyarı başlamalıdır.
[40]
49. Ayetlerimizi
yalanlayanlara gelince, yoldan çıkmalarından dolayı azaba çarptırılacaklardır.
Bir önceki âyette iman
edip kendi durumunu düzeltenlere korku ve üzüntünün olmayacağı açıklandıktan
sonra, 49. âyette Allah'ın âyetlerini yalanlayıp inkâr edenlere yapılacak
muamele anlatılmaktadır.
Bu âyette fâsık
kavramı tanımlanmaktadır. Allah'ın âyetlerini yalanlamak, fasıklıktır. Bunun
başka bir anlamı, Allah'ın âyetlerini yalanlamak, yoldan çıkmaktır. Fâsık
kelimesi, Bakara sûresinin 27. âyetini açıklarken izah edilmişti. Günahkârca
işlenen günâhlar, fâsık kapsamına girmektedir. Allah'ın âyetlerini yalanlayarak
fâsıklık yapanlar, bu yaptıkları sebebiyle azaba uğratılacaklardır.
Âyette geçen messe
kelimesi, "arada hiçbir şeyin olmadığı dokunma" anlamına gelmektedir.
Dikkat edilirse âyette, dokunma fiilinin öznesi azaptır. Yüce Allah "Ben
onlara azabı dokunduracağım" demiyor, azap onlara dokunacaktır. Azap
sanki, hareket eden bir canlı durumundadır.Bu açıklamadan şu neticeye
varabiliriz: Allah'ın âyetlerini yalanlayıp yoldan çıkanlar, aslında azabı
doğuruyor ve ona can veriyorlar. İnkârları, azabın hem varlığı, hem gıdası, hem
de canı olmaktadır. Oluşturdukları, can verdikleri ve besledikleri o azap gelip
kendilerine dokunmaktadır.
Âyetteki bi-mâ,
"konu olmalarından dolayı" ifadesiyle sebebi ortaya koymakta, azabın
dokunması da neticesini teşkil etmektedir. Böylece Yüce Allah konuyu
sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklamaktadır. Yoldan çıkma denen Allah'ın
âyetlerini inkâr, azabı harekete geçiren sebep olmaktadır. Bunun anlamı, Allah
kullarına azap etmez, kul kendi azabını kendi inanç ve amelleriyle oluşturur.
[41]
50. De ki: "Ben
size Allah'ın hazineleri benim yanımda-dır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem.
Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolu-nana uyarım ".
De ki: "Kör ile gören hiç bir olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz? "
Bu âyetin bir
benzerini Hûd sûresinin 31. âyetinde buluyoruz. Aynı sözleri başka şartlar
altında Hz. Nuh'un söylediğini o âyetten öğreniyoruz. Hz. Nûh, insanları
Allah'a şirk koşmamalarını, sadece O'na kulluk etmelerini, kavmine elem verici
azabın gelmesinden korktuğunu söyledikten sonra, ileri gelen kâfirler ona bir
beşer olduğunu ve statüsü düşük insanların kendisine inandığını söylemişlerdi.
Hz. Nûh onlara kendisine inanan insanları etrafından koyamayacağım,
peygamberlik görevi için halktan bir karşılık istemediğini, onları etrafından
kovduğunda, ilâhî azaba çarptırılacağını söylerken, düşünüp düşünmediklerini
sormuştur. Bu konuşmalardan sonra yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin
50. âyetindeki gibi, Allah'ın hazinelerinin kendi katında olmadığını, gaybı
bilmediğini ve bir melek olmadığını söylemişti (Hûd 11/26-31).
Hz. Peygamber'den
müşriklerin istekleri ve onun hakkında yaptıkları bazı değerlendirmeleri
üzerine Allah 50. âyeti gönderip, insanlara neye tâbi olacaklarını tebliğ
etmesini istemiştir.
1.
"Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum". Yüce Allah Hz.
Peygamber'e böyle bir sözü durup dururken söyletmemiştir. Müşrikler Hz.
Peygamber'den bir şeyler istemişlerdir ki bunun üzerine Allah'ın hazinelerine
sahip olmadığını söyleme zorunluluğu doğmuştur. İstenen şeyler neler olabilir?
a)
"Onlar, sen dediler bizim için yerden
bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız" (İsrâ 17/90).
b) "Yahut,
senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar
akıtmalısın" (İsrâ 17/91).
c)
"Ona rabbinden bir mucize indirilseydi
ya! dediler" (En'âm 6/37).
Müşrikler Hz.
Peygamber'den çöl olan topraklarını bostana döndürmesini, oralarda hurma ve
üzüm bağlarının olabilmesi için ırmaklar akıtmasını istediler.
Diğer taraftan sanki
Allah'ın mucize hazinesi onun yanındaymış gibi, ondan mucizeler bekliyorlardı.
Böylece âyetteki hazîneler şeklindeki çoğul kelime ile, hem rızık, hem de ilmî
hazinenin kastedildiğini söyleyebiliriz. Bu istekler karşısında Allah,
peygamberlerin katında Allah'ın hazînelerinin olmadığını söyleyerek, yanlış
istekte bulunduklarını açıklamıştır.
Daha önce Hz. Mûsâ da
aynı isteklerle karşılaşmıştı. Kavmi ondan yemek ve su istemişti; hatta Allah'ı
açıkça görmek istemişlerdi (Bakara 2/55,60,61). Allah'ı açıkça görme isteği
hariç diğerleri Allah tarafından yerine getirilmişti.
Demek ki peygamberler,
halk tarafından olmayacak isteklerde bulunularak zor durumda bırakılmışlardır.
Hz. Muhammed de, çöl olan bir yerde pınar akıtıp bostanlar oluşturması gibi bir
mucize ile zor duruma düşürülmek istenmiştir. Onların bu isteğine Allah 50.
âyetin ilk kısmı ile cevap vermektedir:
"De ki: 'Ben size
Allah 'in hazineleri benim yanımdadır demiyorum ". Âyetin bu kısmı ile iki
boyutlu öğretimde bulunulmaktadır: Öncelikle Allah'ın kudretini vurgulamakta,
ardından bütün rızık hazinelerinin onun katında olduğu bilgisini vermektedir.
İkinci olarak da peygamberlerin nelere sahip olduklarını ve ne
yapabileceklerini bildirmektedir.
2. "Ben
gaybı da bilmem". "Gaybı bilmiyorum" demesini Allah'ın Hz.
Peygamber'den istemesinin ne ile bağlantısı vardır? Bu sorunun cevabını
verebilmek için A'râf sûresinin 188. âyetine gitmek gerekir: "Eğer ben
gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir kötülük
dokunmazdı".
Bu âyet sorumuzu
cevaplandırırken, gaybı bilen insanın, iyiliği kendi iradesiyle çoğaltması ve
başına gelecek zararı önlemesi gerektiğini öne sürmektedir. Mademki iyiyi
çoğaltma ve gelecek kötülüğü önleme gücü onda yoktur, öyleyse gaybı da
bilmemektedir. Çünkü bu işleri yapacak olan varlıkta tanrılık, yani ulûhiyyet
özelliği var demektir. Zaten A'râf sûresinin 188. âyetinin ilk kısmı, peşinen
bu ulûhiyyet özelliğini bir tarafa bırakmaktadır: "De ki: 'Ben, Allah
'indilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip
değilim". Bu güç ancak gaybı bilen varlığa aittir. Zaten Allah, bunun
kendisine ait olduğuna açıklamaktadır.
Müşrikler ulûhiyyete,
yani tanrılık sıfatına bürünmesini istercesine istekte bulunuyorlardı. Allah da
onun bir beşer olduğunu hatırlatarak cevaplandırıyordu. Yaratılmış hiçbir
varlığın, az ya da çok hiçbir şekilde, Allah'ın sıfat ve gücüne ortak
olamayacağı vurgulanmaktadır. Gaybı bilmek gibi konulardaki Allah'ın ilmini,
peygamber bile paylaşamaz. Beşer ancak gayba iman eder, ama asla onu bilemez.
Böylece iman ile bilginin sınırlarını da tesbit etmiş olmaktadır. Gaybı bilmek,
sonsuz bir güç, doğrudan iyiyi çoğaltmak ve kötüyü kendi iradesiyle engelleme
eylemini şart koşmaktadır.
Diğer taraftan âyetin
ikinci bölümü için yukarıda sorduğumuz soruya En'âm sûresinin 37. âyetiyle
cevap verebiliriz: O âyette, müşriklerin Hz. Peygamber'e bir mucize indirilmesi
isteği ele alınmakta ve mucizenin ancak Allah tarafından indirilebileceği
hatırlatılmaktadır. Hz. Peygamber gaybı bilseydi, kendisi bir mucize
indirebilirdi. Gaybı bilen Allah olduğuna göre, mucize indirme yetkisi de O'na
aittir.
3.
"Size, ben meleğim de demiyorum". Müşrikler, Hz. Peygamber'in
meleklik sıfatlarına bürünmesini istiyorlar, onda o özellikleri görmek
istiyorlardı. İnsan davranışlarını onda görünce tuhaf karşılıyor, hatta tenkit
ediyorlardı. Onların bu beklentileri ve tenkitleri, Furkân sûresinin 7.
âyetinde şöyle anlatılmaktadır: "Ama onlar yine de şöyle diyorlar: Bu ne
biçim peygamber, yemek yiyor, çarşı-pazar dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli,
kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı". Onların bu tenkidi şu
şekilde cevaplandırılmaktadır: "Senden önce gönderdiğimiz bütün
peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşı-pazar dolaşırlardı"
(Furkân 25/20).
Yorumunu yapmakta
olduğumuz En'âm sûresinin 50. âyetinin birinci ve ikinci bölümünde ulûhiyyet
özellikleri, bu bölümde de meleklik özelliği istendiği ortaya çıkmaktadır. Öyle
anlaşılıyor ki, müşriklerin kafası o kadar karışıktı ki, öylesine olumsuz tepki
gösteriyorlardı ki, peygamberde hem tanrılık hem de meleklik vasıflan
arıyorlardı.
4.
"Ben, sadece bana vahyolunana uyarım ". Âyetin bu bölümü çok ilginç
mesajlar taşımaktadır.
a)
Peygamber, kendisine gelen vahye uymak
mecburiyetindedir. Bunun anlamı şudur: Peygamber ilâhî vahyi tebliğ edip,
insanların ona uyup tatbik etmelerini isterken, kendisini istisna edemez. O da
ona uyacak ve tatbik edecektir.
b) Peygamber
din adına kendine göre konuşamaz. O ancak kendine vahyedileni konuşabilir.
Bunun delili, Necm sûresinin 3-5. âyetleridir: "Peygamber kendi arzusuna
göre konuşmaz. Onun konuştuğu, indirilmiş vahiyden başkası değildir. Çünkü onu
güçlü kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (Cebrail) öğretti". Demek ki
peygamber, kendisine Allah tarafından ne vahyedildi ise, onu insanlara
ulaştırmaktadır.
c)
Peygamber, kendisine vahyedileni değiştiremez, ona müdahale etme yetkisi
yoktur.
"Onlara
âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman bize kavuşmayı beklemeyenler: 'Ya bundan
başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir' dediler. De ki: 'Onu kendiliğimden
değiştiremem, benim için mümkün olan bir şey değildir. Ben, bana vahyolunandan
başkasına uymam. Çünkü rabbime isyan edersem, elbette büyük günün azabından
korkarım" (Yûnus 10/15). Vahye müdahale edip onu değiştirme yetkisinde
olmayan peygamberin görevi, o vahye uyup onu tatbik edip insanlara anlatmaktır,
öğretmektir.
Madem ki peygamber
Allah'ın indirdiği vahye uyuyor, onun bu eylemini yapanlar da Kur'ân'a
uymalıdırlar. Çünkü sadece Kur'ân'ı hayata geçirmekle yükümlü olan peygambere
bu konuda uymak mecburiyetindeyiz. A'râf sûresinin 158. Âl-i İmrân sûresinin
31. âyetleri bunu zorunlu kılmaktadır. Bakara sûresinin 170; En'âm sûresinin
104; Lokman sûresinin 31. âyetleri gibi âyetlerde, doğrudan Allah'ın
indirdiğine uyulması insanlardan istenmektedir.
5. "De
ki: Hiç gören ile görmeyen bir olur mu? Siz düşünmez misiniz?" Âyetin bu
kısmında, gören ile görmeyenin bir olup olmadığı sorulmakla, insanların ilâhî
vahiy karşısında takındıkları tavır gündeme getirilmektedir. Gören insanın
çevresini algılayıp hayatını ona göre tanzim etmesiyle, kör insanın hayatını
tanzim etmesi arasındaki farkın bilinmesi istenmektedir. İlâhî vahye tâbi olmayan,
kör; ilâhî vahye tâbi olan da gören insan anlamına gelmektedir. Bu açıklamaya
göre bir soru sorabiliriz: İlâhî vahyin, gördüren bir özelliğe sahip olduğunu
nasıl ispat edersiniz? Bu soruya cevap verebilmek için şu âyetlere gitmek
gerekir "Fakat biz Kur-
'ân'ı kullarımızdan
dilediğimizi kendisi ile doğru yola ulaştırdığımız bir ışık kıldık" (Şûra
42/52).
"Ben ve bana
uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz" (Yûsuf 12/108). 1. âyette nûr, yani
ışık, 2. âyette basîret kavramı gündeme getirilmektedir. Basîret, görmeyi;
ışık da görmek için gerekli olan aydınlığı ifade etmektedir.
Demek ki ilâhî vahiy
hem ışık hem de gördüren göz olmaktadır. Onun içindir ki Allah, ilâhî vahye
tâbi olanı gören, tâbi olmayanı da kör olarak nitelemekte, bu farkın
bilinmesini istemektedir. Bunun anlaşılmasını da zihne bağlamaktadır. Ayetin
sonundaki "Siz düşünmez misiniz" sorusu, bu sebeple sorulmakta ve
ilâhî vahye düşünce ile yaklaşılması öngörülmektedir.
Kör insan hayatını
başkasının desteği olmaksızın sürdüremez, hareketlerini kıvrak ve tereddütsüz
bir şekilde yapamaz, her an tehlike korkusuyla karşı karşıyadır, düşmanını
sezemez. Gören insan bunların tam zıddını yapabilecek durumdadır. Kur'ân kendi
ayaklan üzerinde durup hayatını sürdürecek, tereddüt ve korkudan emin kılacak
ve düşmanını tanıyacak özellikleri insana kazandırmaktadır.
Âyetin analizini bu
şekilde yaptıktan sonra neticeyi şu şekilde tesbit edebiliriz: Rızık hazinesi
veya hazineleri, Allah'ın mülkiyetindedir. Maddî nimetlerin dağıtımını
gerçekleştirir. Gaybm bilgisi Allah katındadır. Peygamberlerine bu bilgiyi
verme yetkisi de Allah'a aittir. Peygamber gaybı bilmediğine göre, başka hiçbir
kimse bu bilgiye sahip olamaz. Diğer taraftan peygamber melek olamaz. Çünkü
insanlara yol gösterecek, eğitim ve öğretim faaliyetinde bulunacak olan
varlığın insan olması gerekir. Onların meselelerini, dertlerini, çilelerini,
ihtiyaçlarını ancak insan bilebilir. İnsanlar ancak insan olan birini örnek
alabilirler. Melekler insan ahlâkını yaşayamazlar. Onlar yemez, içmez, evlenip
çoğalmazlar. Bu eylemleri yapamayan varlıklar, insanlara örnek olacak bir
hayat sunamazlar.
Bu yüzdendir ki
müşriklerin Hz. Peygamber'den bekledikleri bazı özellik ve davranışların yersiz
olduğu bu âyetle vurgulanmaktadır. Diğer taraftan peygambere inananlara da,
peygamberi bir beşer olarak kabul etmelerini, yahudilerin Hz. Üzeyir'i,
hıristiyanların da Hz. îsâ'yı kutsallaş-tırıp tanrılaştırmaları gibi yanlış
inanca sapmalarının şirk olacağını öğretmektedir.
Peygamber bir beşer
olduğuna göre, kendiliğinden bir din koyamaz, sadece kendisine vahyedilene
uymak zorundadır. Tanrı olmadığına göre, vahiy üretemez, ancak Allah'ın
gönderdiğine tabi olur ve onu insanlara öğretir.
Vahye tâbi olmak,
gören göze sahip olmaktır. Vahye sırtını dönmek körlüktür. Gören insanla,
görmeyen insan arasındaki farkı düşünüp, vahye tâbi olanla olmayanın farkını
ortaya çıkartmak gerekir. Bu konuyu düşünce alanına taşımak, düşüncenin
konuları arasına sokmak, insandan beklenen bir görev olmaktadır. Peygamber
kendisine vahyedilene uyduğuna göre, onu örnek alanlar da aynı davranışı
sergilemelidirler. Din âlimleri ve görevlileri bu olguyu, bu ilâhi emri
insanlara aşılayacakları gibi, kendileri de buna uymak mecburiyetindedirler.
"İlâhî vahyi anlayamayız" diyerek hem kendilerini hem de insanları
ondan uzak tutmaları, körlüğü seçmek kadar vahim bir davranış içerisine girmek
anlamına gelir.
[42]
51. Rablerinin
huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur'ân ile) uyar! Onlar için
rablerinden başka ne bir dost ne de bir aracı vardır, belki sakınırlar.
Bu âyet, din
eğitiminin can alıcı noktasını gündeme taşımaktadır. Kimi ne ile uyaracağımıza
açıklık getirerek önemli bir metot sunmaktadır.
1. "Rablerinin
huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'ân ile uyar!"
a) Âyetin bu
kısmı, Kur'ân ile uyarılacak olanların inanç bakımından bir alt yapıya sahip
olmalarını öngörmektedir. Allah'ın huzurunda toplanılacağına inanan ve bundan
çekinen insanı Kur'ân ile uyarmak gerekiyor. Demek ki haşr olgusuna inanıp
inanmadığı sorulduktan sonra, uyarı gündeme getirilmelidir. Uyarının etkili
olabilmesi, âhiret inancı gibi bir alt yapıya sahip olunmasını gerektiriyor.
Demek ki uyarının başarıya ulaşması, uyarı yapılanın âhirete inanıp inanmamasına
bağlı olduğu, bu âyette vurgulanmaktadır. Kastedilenlerin kitap ehli olma
ihtimali de büyüktür.
b) Uyarıyı
yapacak olan kişi, uyarıyı kendi düşüncelerine ve isteklerine göre değil de
Kur'ân ile yapmalıdır. Peygamber bununla yükümlü olduğuna göre, bütün din
âlimleri aynı yolu izlemelidirler. Dinde birlik ancak Kur'ân ile sağlanır.
"Kur'ân ile
uyar!" emri, 50. âyette geçen "Ben sadece bana vahyolunana
uyarım" ilkesine dayanmaktadır. İlâhî vahye tâbi olmak, onunla uyarmayı
gerekli kılmaktadır. "Kur'ân ile uyarmak", başka âyetlerde "Kur'ân ile
öğüt ver!" şeklinde
yer almaktadır.
"Kazandıkları
sebebiyle hiçbir nefsin felâkete duçar olmaması için Kur'ân ile nasihat
et!" (En'âm 6/70); "Tehdidimden korkanlara Kur'ân ile öğüt ver!"
(Kâf 50/45). Öyle anlaşılıyor ki günümüzde yapılan vaazların etkili olmamasının
sebebi, içerisinde Kur'ân'a çok az yer verilmesinden kaynaklanmaktadır.
Din görevlilerine
Kur'ân ile uyarma ve Kur'ân ile nasihat etme öğretilip, bunun din eğitiminin
olmazsa olmazı olduğu vurgulanmalıdır. Dünyada kendi fikirleriyle insanlara
öğüt vermeye ve onları uyarmaya ehil sadece peygamber olmalıydı; ona bu yetki
verilmediğine göre, diğer insanların veya din görevlilerinin bunu yapması hiç
doğru olmaz.
Mâide sûresinin 67.
âyetinde şu emir yer almıştı: "Ey Resulüm! Rabbinden sana indirileni
tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun ". Demek
ki Allah'ın indirdiği Kur'ân ile nasihat etmeyenler, onunla uyarıda
bulunmayanlar ve onu tebliğ etmeyenler din âlimliği görevini yerine getirmemiş
olmaktadırlar. Din adına yapılacak nasihatlerin Kur'ân ile yapılması, etkiyi
arttıracak, hem Allah'ın emri, hem de peygamberin sünneti yerine getirilmiş
olacaktır.
2.
"Onlar için rablerinden başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır,
belki sakınırlar". Bakara sûresinin 48. âyetinde şefaat konusu ve şefaat
yetkisinin tamamen Allah'a ait olduğu derinlemesine açıklanmıştır. Bakara
sûresinin 255. âyetinde de O'nun izin vereceği kimselerin şefaat edebileceği
anlatılmıştı. Diğer taraftan Bakara sûresinin 254. âyetinde de kıyamet gününde
Allah'tan başka dost olmayacağı vurgulanmıştı. Açıklamalar bu âyetlerde
yapıldığından burada izah yapmayı uygun bulmuyoruz.
Mahşer günü insanlar
Allah'ın huzuruna çıktıklarında, dünyadaki sahte dost ve yardımcıları
bulamayacaklar, sadece gerçek dost ve şefaatçi olarak Allah'ı bulacaklardır. Bu
sebeple dünyada da aynı düşünüş, inanış ve eylem biçiminin gerçekleştirilmesi
istenmektedir. Orada insan, dünyada işlediği amellerle başbaşa kalacaktır.
Âyetin son
kelimesinde, Kur'ân ile uyarmanın amacı tesbit edilmektedir. "Belki
sakınırlar" ifadesinden anlıyoruz ki, uyarının amacı takvayı elde
etmeleridir. "Sakınma" anlamı verilen bu kelime, Muhammed Esed-'in
çevirisiyle, sorumluluk bilincini kazanmak şeklinde mânalandırılmak-tadır.
Bilinçli olarak Allah'ın yasakladığı davranışlardan kendini uzak tutmak mânası
ile takva, kulun irâdesine bağlı olduğu için, kelimenin başına [P le'alle,
yani ihtimali belirleyen bir kelime getirilmiştir. Allah'a karşı sorumluluk
bilincini kazanmak, ona göre davranmak konusunda insanın irâdesi üzerine Allah
kesin ifade kullanmamaktadır. Çünkü insan irâdesine dayanan eylemlerde kesinlik
yoktur.
Diğer taraftan böyle
ihtimalli bir ifade kullanmasının bir anlamı da, insana tanıdığı hürriyettir.
Allah insana farklı davranabilme hürriyetini tanımıştır. Hürriyetin olduğu
yerde, ihtimalli ifade kullanılacağı için âyette le'alle kelimesine yer
verilmiştir.
Şimdi de bu âyetten
elde edeceğimiz bazı çıkarımları sıralayabiliriz:
a) Din bilginleri
bu âyeti dikkate alarak, Hz. Peygamber gibi Kur-'ân ile uyarıda
bulunacaklardır. Din eğitiminin ana sorunlarından biri, belki de en büyüğü,
insanlara ne ile uyarıda bulunulduğu meselesidir. Allah'ın vahyini bir tarafa
bırakarak, kendi görüşlerini dinin yerine koyarak yapılan nasihatler, vaazlar
insanları dinden uzaklaştırmaktadır. Çünkü beşerî düşünceler tartışma
yaratmakta ve dinî konuların ihtilâfların içinde boğulup gitmesine sebep
olmaktadır.
b) Uyarının
etkili olabilmesi için, uyarılan insanlarda imanî bir alt yapının oluşturulması
gerekir. Âyette bu imanî alt yapı, Allah'ın huzuruna çıkma şeklinde takdim
edilmektedir.
c) Uyarının
ilk ayağı âyette sunulmaktadır: Âhirette Allah'tan başka dost ve şefaatçinin
olamayacağı bilinci insanlara kazandırılmaktır. Dost ve şefaat konusunda bu
dünyada bazı inanç gruplarının sahip oldukları düşünceyi ortadan kaldırmayı
amaçlamaktadır. Mâide sûresinin 18. âyetine göre yahudiler ve hiristiyanlar
kendilerini Allah'ın oğulları ve sevgilileri olarak görmektedirler. Mü'min
sûresinin 18. âyetine göre de zâlimlerin ne dostu ne de sözü dinlenir
şefaatçisi olacaktır. Müddessir sûresinin 48. âyetinde de şefaat edicilerinin
hiçbir şefaatinin onlara fayda vermeyeceği hatırlatılmaktadır.
Uyarının etkisi, bu
konularda insanlara kazandıracağı caydırıcı özellikle kendini göstermiş
olacaktır. Caydırıcı özellik de, takva denen sorumluluk bilinci ile doruk
noktasına ulaşacaktır. Âhiretteki oluşumlar konusunda verilecek bilgi ve
yapılacak uyan, bu dünyada takva denen ruh olgunluğunu ve ahlâkî davranış
dengesini doğurmalıdır.
[43]
52. Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam
O'na yalvaranları yanından kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk,
senin hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur ki, onları kovup da
zâlimlerden olasın.
53. Aramızda Allah'ın kendilerine lütuf ve
ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı? demeleri için onların bir kısmını
diğerleriyle işte böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?
Tefsirlerde bu âyetin
nüzul sebebi olarak bir olay, nakledilmektedir. Özü şudur: Kureyş'in ileri
gelenleri Hz. Peygamber'e gelip etrafındaki sosyal seviyesi düşük insanları
kovduğu takdirde müslüman olacaklarını bildirmişlerdi. Çünkü Hz. Peygamber'in
etrafında köle ve ekonomik seviyesi düşük insanlar vardı. Bu teklifleri Hz.
Peygamber tarafından hemen reddedilmiştir. Bu reddetme eylemini gerçekleştiren
etki bu âyettir.
Nüzul sebebi olarak
nakledilen bu olay âyetin ruhuna uygun düşmektedir. AynroTguTîz. Nuh'un
başından da geçmiştir: "Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki, biz
seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Basit görüşle hareket eden
alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir
üstünlüğünüzü de görmüyoruz " (Hûd 11/27).
Öyle anlaşılıyor ki
sosyal statü denilen değerlendirmeler, çok eski tarihlerde insanlığın hayatına
girmiştir. Bazı insanların, bazı insanları aşağı görmesi, onlara bir statü
biçmesi ve onlarla bir arada olmama gibi davranışta bulunmaları, Hz. Nûh
dönemine kadar inmektedir. Hûd sûresinin 27. âyetinden hareketle diyebiliriz
ki, yukarıda nakledilen nüzul sebebi doğrudur. Şimdi âyetin analizine
geçebiliriz:
1.
"Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları yanından
kovma!" Yukarıda anlatılan nüzul sebebi ile âyetin bu kısmını
birleştirince, şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Dinler genelde insan haklarını öne
çıkardığı, ezilenlerin hakkını savunduğu için, peygamberlere sosyal seviyesi
düşük insanlar inanmış ve etraflarında yer almışlardı.
Bu insanlar, kendileri
için peygamberlerin getirdikleri mesajları bir kurtuluş yolu olarak
görmüşlerdi. Toplumların ileri gelenleri, ellerinde bulundurdukları sömürü ve
köleleştirme imkânlarını kaybetmemek için peygamberlere tepki gösterip hatta
onları öldürmeye kadar gitmişlerdir. Bunlar, sınıf çatışmalarını iman alanına
kadar götürmüş, inanmamalarına bir bahane olarak ortaya atmışlardır:
"Onlar şöyle cevap verdiler: 'Sana düşük seviyeli kimseler tâbi olup
dururken, biz sana iman edermiyiz hiç?" (Şuarâ 26/111). Hz. Nuh'a söylenen
bu söz, sosyal tabaka kavramlarının çok eskilere dayandığını göstermektedir.
Peygamberlerin
getirdiği mesajlar, insanlara sosyal seviyesine göre muamele etmeme konusunda
köklü bir devrim yapmıştır. Hz. Nuh'un onlara verdiği cevap şudur:
"Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur. Onların hesabı ancak rabbime
aittir. Bir düşünseniz! Ben iman edecek kimseleri kovacak değilim" (Şuarâ
26/112-114).
En'âm sûresinin 52.
âyetinde geçen "kovma" ifadesini aynen Hz. Nûh da kullanmıştır. tard
kelimesini Hz. Nûh kullanırken, Allah aynı kelimenin emir kalıbına En'âm
sûresinin 52. âyetinde yer vermiştir.
En'âm sûresinin 52.
âyetinde, insanların değerini amellerinin belirleyeceği ilkesini de
yakalıyoruz. İlâhî değerlendirme, dünyada bulunulan sosyal sınıf, ya da sosyal
tabakaya göre değil, inanç ve amele göre olacaktır. Onun içindir ki,
"Sabah akşam Allah'ın rızâsını umarak dua edenleri kovma!" emrini
vermektedir. Onların sosyal statüsü belki düşüktür, ama Allah katındaki
seviyeleri doruk noktasındadır. Demek ki dünyada insanların insanlara biçtiği
statünün âhirette hiçbir geçerliliği olmayacaktır.
2.
"Onların hesabından sana bir sorumluluk, senin hesabından da onlara
herhangi bir sorumluluk yoktur ki!" Hz. Nûh Şuarâ sûresinin 113.
âyetinde, "Onların hesabı rabbime aittir" derken, aynı şeyi ifade
etmiştir. Hz. Peygamber'e yanından onları kovma derken, gösterilen en önemli
esas, amellerinin karşılıklı olarak birbirlerine bir sorumluluk getirip
getirmediği olmuştur. "Herkesin amelinin sorumluluğu kendisine ait
olduğuna göre, onların müslüman olmaları ve sosyal seviyelerinin düşük olması,
kötü muamele görmelerine sebep olmamalıdır" ilkesini gündeme
getirmektedir.
Buradaki hesap
kavramı, amellerinin sorumluluğu olduğu kadar, onların geçimini de ifade etmiş
olabilir. Onların alt tabakadan olmasının anlamı, ekonomik bakımdan yetersiz
olmalarıdır. Aksi takdirde, akşam sabah rabbine dua eden insanı beyin açısından
alt tabakaya itmek, haksızlık olacaktır. Meseleyi ekonomik açıdan ele almak ve
âyete o şekilde yaklaşmak en doğru yol olacaktır.
Allah'ın onlara
ekonomik yaşam açısından dar bir hayatın hesabı Hz. Peygamber'e düşmediği gibi,
Hz. Peygamber'in ekonomik geçimininhesabı da onlara düşmemektedir. İnsanın
gönül açısından Allah'a yakın olması, ekonomik imkânlarla belirlenemez.
Kendilerini üst
tabakadan zannedenlerin isteği ile, alt tabakadan olduklarına hükmedilenlere
muamelede bulunmak doğru değildir. Hz. Peygamber1 in Mekke döneminde şu
sözlere muhatap olduğunu görüyoruz: "İnkâr edenler, iman edenler
hakkında, eğer Hz.
Muhammed'in getirdiği iyi bir şey olsaydı, onlar bizi geçemezdi" (Ahkâf
46/11), yani "Biz onlardan önce onu kabul ederdik".
3. "Onları
kovarsan zâlimlerden olursun". Müşriklerin ileri gelenlerinin,
"Onları yanından kovarsan biz müslüman olup yanma geliriz" teklifini
yerine getirdiği takdirde Hz. Peygamber'in zâlimlerden olacağını söylemekle,
onu bu hareketten caydırmıştır.
Bu değerlendirme,
zulüm kavramına farklı bir mâna yüklemiştir. Yanlış yolda olan toplumun ileri
gelenlerinin teklifi ile, doğru yolda olan alt tabakadaki insanlara yanlış bir
muamelede bulunmak, zulümdür. Bir bakıma bu, din ve vicdan özgürlüğünü ortadan
kaldırmaktadır. İnandığı Allah'ın rızâsını kazanmak için sabah, akşam dua
yapmak, aynı zamanda bir ibâdet özgürlüğüdür. Bu özgürlüğü engellemek,
zulümdür. Buradan şu neticeye varıyoruz: Din ve vicdan özgürlüğüne sınıf farkı
girmemelidir. Bu konuda üst tabakanın alt tabakaya baskı yapması ve bunu
devletin ileri gelenlerine uygulatması zulümden başka bir şey değildir.
Peki, Hz. Peygamber
onları kovmayacaktı da ne yapacaktı? Bu sorunun cevabını Kehf sûresinin 28.
âyetinde buluyoruz: "Sabah akşam rablerine, O'nun rızâsını dileyerek dua
edenlerle birlikte candan sebat et! Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini
onlardan çevirme! Kalbini bizi anmaktan gâfü kıldığımız, kötü arzularına uymuş
ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!" Bu âyet Hz. Peygamber'in ne
yapması gerektiğine açıklık getirmektedir:
a) Onları
kovmayıp, onlarla beraber olmak konusunda candan sabretmek.
b) Onlardan
yüzünü çevirmemek.
c) Yanından
onları kovma teklifinde bulunan müşriklerin teklifine boyun eğmemek. Başka bir
ifade ile Hz. Nuh'un dediğini demek: "Ben iman etmiş insanları
kovamam" (Şuarâ 26/114).
4. "Biz
böylece onların bir kısmını diğer bir kısmı ile imtihana çektik ki, şunu
söylesinler: Allah aramızda şunlara mı lüfufta bulundu?"
Yüce Allah, ekonomik
bakımdan insanların farklı olması ve bu farklılığın giderek sosyal sınıflaşmaya
ya da sosyal tabakalaşmaya yol açmasının, daha sonra bunun kültürel
sınıflaşmaya dönüşmesinin ne anlama geldiğini bu âyetinde açıklamaktadır.
Bunun bir imtihan olduğunu söyleyerek, sosyal sınıfları birbiriyle denediğini
vurgulamaktadır.
Ekonomik bakımından
üst tabakada olanlar, bu seviyede olmayan alt tabakadakileri küçümser ve
onlarla alay eder, alt tabakadakiler de üst tabakada olanları kıskanır, çekemez
ve hasetlik ederlerse, her iki taraf için imtihan kazanılmamış demektir. Zuhruf
sûresinin 32. âyetinde, bu ekonomik farklılaşmanın bir istihdam politikası
olduğu vurgulanarak, üst ta-bakadakilerin alt tabakadakileri küçümsememesi ve
alay etmemesi, alt ta-bakadakilerin de üst tabakadakileri kıskanıp haset
etmemesi temin edilmektedir.
Bunun bir başka
açıklaması da şudur: Zengin fakir ile, fakir zengin ile sınanmaktadır. Ekonomik
ve mevki farklılıkları gözetmeden Allah'a kulluk eyleminde birleşilmesi, bu
imtihanın başarı ile geçilmesi demektir. Bunu gerçekleştiren toplumlar veya
halklar, ilâhî mesajın amacını, yani dinî ve sosyal tevhîdi gerçekleştirmiş
olacaklardır.
5.
"Şunu söylesinler: Allah aramızda şunlara mı lütufta bulundu?" Alt
tabakadakilere karşı kibirlenenler, yani üst tabakadakilerin tepeden bakması,
bu sözlerin ağızlarından dökülmesine sebep olmaktadır. Aslında bu kibrin,
aşağılık duygusundan kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır. Alt tabakadakiler üst
tabakadakileri kıskanması gerekirken, bu sefer üst tabakadakiler alt
tabakadakileri kıskanmaya başlamıştır. Aslında onların bu küçümsemelerinin
özünde, kendilerindeki aşağılık duygusu yatmaktadır.
Böyle bir tepki Hz.
Peygamber'e karşı da yapılmıştı: "Aramızda öğüt (vahiy) ona mı (Muhammed'e
mi) verildi?" (Kamer 54/25). En'âm sûresinin 53. âyetindeki menne kelimesi
ile Kamer süresindeki ulkıye kelimesi, hemen hemen aynı mânaya gelmektedir.
Daha önce Şuayb
peygambere karşı benzer bir tepki gösterilmiştir: "Dediler ki: 'Ey Şuayb!
Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz)
görüyoruz. Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden
üstün değilsin" (Hûd 11/91). Hz. Şuay-b'a karşı, acizlik ve üstünlük
sıfatlarını kullanarak, ona gelen mesaja karşı tepki göstermişlerdi.
Öyle anlaşılıyor ki
bütün peygamberler, bir şekilde küçümsenme ile karşılaşmışlardır. Bir taraftan
ilâhî vahyin verildiği peygamberler küçüm-senirken, diğer taraftan onlara
inanan toplumun alt kesimindeki insanlar da küçümseniyordu. Genelde bu
küçümsemeyi yapanlar, toplumun ileri gelenleri denen üst tabakadakilerdi. Kimi
zaman peygamberler ve onlara inananlar, kimi zaman da Ahkâf sûresinin 11.
âyetinde olduğu gibi, ilâhî mesaj küçümseniyordu.
En'âm sûresinin 53.
âyetinin bu kısmında yer alan li-ye-kûlû (demeleri için) ifadesini, li-en
lâ-yekûlû şeklinde düşünürsek, "dememeleri için" mânasını
verebiliriz. Yüce Allah onların bir kısmını diğerleri ile imtihan ederken,
şöyle desinler diye değil de, şöyle demesinler diye sınamaktadır. Dememeleri
için imtihan edilirler, ama onlar demekte ısrar ederler. Tıpkı A'raf sûresinin
76. âyetinde olduğu gibi: "Büyüklük taslayanlar dediler ki: 'Biz de sizin
inandığınızı inkâr edenleriz".
6.
"Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?" Allah kullarını
değerlendirirken, şükredip etmediğine bakmaktadır. Şükretmek burada iki mânaya
gelmektedir.
a) înanmak.
Müfessirler Zümer sûresinin 7. âyetinde geçen şükür kelimesi ile însân
sûresinin 3. âyetinde geçen şükür kelimesine, inanmak mânasını vermektedirler.
b) Nimetin
kıymetini bilmek ve gerekeni yapmak. Kur'ân'da geçen şükür kelimesine
çoğunlukla "nimetin değerini bilip, o nimeti vereni övmek, yâdetmek"
şeklinde karşılık verilmektedir.
En'âm sûresinin 53.
âyetinde inanmak mânasına almak en doğrusu olacaktır. "Allah inananları
daha iyi bilmez mi?" şeklinde mânalandırmak gerekiyor. Çünkü bir önceki
âyetle bu âyetin ilişkisini bir arada düşünürsek, konunun, nimetin kıymetini
bilip onu vereni sena etmek değil, iman etmek meselesi olduğu anlaşılmış
olacaktır.
Netice olarak
diyebiliriz ki, En'âm sûresinin 52-53. âyetlerinde, toplumlarda üst tabakanın
alt tabakaya bakışının bir kanser hücresi gibi sıçrayarak iman alanına intikal
ettiği görülmektedir. Gurur yaparak alt tabakaya tepeden bakanlar, bu
tavırlarını din alanına taşıyınca, imanlarından olmuşlardır.
Burada sosyal alandaki
dengesizliğin, yani sınıflaşmanın getirdiği kibrin kirliliğinin, din alanına
sızarak imana giden yolu kirletip tıkadığı görülmektedir. Bir peygambere,
"Yanındaki insanları kovarsan, biz senin yanma gelip iman ederiz"
şartını koşmanın ne kadar tahrip edici bir anlayış olduğu anlatılarak,
psikolojik bir analiz yapılmaktadır. Diğer taraftan, insanların iman etmesini
engelleyen sebeplerden birinin gündeme getirilip işlendiği anlaşılmaktadır.
Ayrıca bu âyetler ve
onların anlamını paylaşan diğer âyetler bize gösteriyor ki, genelde
peygamberlere karşı çıkanlar, toplumların ekonomik bakımdan ileri gelenleri,
inananlar da ekonomik bakımdan durumları iyi olmayan insanlardır. Bunun böyle
olmasının sebeplerinden biri, ilâhî vahyin getirdiği haklar ve eşitik
ilkesidir.
En'âm sûresinin 53.
âyetinde, toplumlardaki bu sınıfsal ayrılığın, kendileri için bir imtihan
olduğu beyan edilerek, sosyal bölünmeyi dinî alana bir imtihan olarak
taşımaktadır. Böylece sosyal tabakalaşmanın kirletici özelliğini ortadan
kaldırıp, eşitlik ilkesini yerleştirme amacı güdülmektedir.
En'âm sûresinin 52-53.
âyetleri, mal ve mevkinin insan psikolojisine hâkim olup sınıflaşma meydana
getirmesi yerine, insan psikolojisinin
mal ve mevkinin önüne geçip, ona hâkim olarak kibri önlemeli, sınıflaşmayı
ortadan kaldırmalıdır, mesajını vermektedir. Başka bir ifade ile insana şu
fikri aşılamaktadır: Sen mal ve mevkine hâkim olursan, gururunu kırarsın; mal
ve mevki sana hâkim olursa, gurura kapılıp imandan olursun. Din eğitimcileri
bu âyetleri topluma anlatarak, sosyal tabakalaşmanın önlenmesi yönünde gayret
göstermelidirler.
[44]
54. Âyetlerimize
inananlar sana geldiğinde, onlara de ki; "Selâm size! Rabbiniz merhamet
etmeyi kendisine yazdı. Gerçek şu ki, sizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar,
sonra ardından tövbe edip de kendini ıslâh ederse, bilsin ki Allah, çok bağışlayan,
çok merhamet edendir".
Âyetin merkezî
konusunu merhamet oluşturmaktadır. Şimdi âyeti kısımlara ayırarak açıklamasını
yapabiliriz:
1.
"Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde, onlara de ki: 'Selâm size!"
Âyetin bu kısmından çıkarılacak en önemli ilke şudur: Oturmakta olan bir
kimse, yanma gelenlere selâm verebilir. Genelde selâm verme âdabını
açıklarken, hareket halinde olanın oturmakta olana selâm vereceği söylenirdi,
ama bu âyet, gelmekte olana, oturmakta olanın selâm vereceğini esasa
bağlamaktadır.
Âyetin bu kısmım bir
önceki âyetlerle bağlantılı olarak ele alırsak, müşriklerin ileri gelenlerinin,
yanından kovmasını istedikleri fakir insanlar yanlarına geldiğinde, değil
onları kovmak, onlara selâm vererek Allah'ın rahmetini dilemeleri emredilmektedir.
Kehf sûresinin 28.
âyetini bu âyetle birlikte düşünürsek, "Sabah akşam rablerine rızâsına
ermek için yalvaran o aşağı görülen insanları hem selâmla karşılayacaksın, hem
de onlarla beraber oturmaya sabredeceksin " hükmünün, insanları aşağı
yukarı diye ayırmayı ortadan kaldırdığı esasına götürdüğünü anlamış oluruz. Bu
emirleri, yani En'âm sûresinin 54. âye-tindeki "Onlara selâm ver!"
ile Kehf sûresinin 28. âyetindeki "Onlarla beraber olmaya sabret!"
emrini günümüze taşırsak, yöneticilerin ve özellikle din âlimi ve
görevlilerinin halkı alt tabaka, üst tabaka diye ayırmalarının doğru olmayacağı
esasına varabiliriz.
2.
"Rabbiniz merhamet etmeyi kendisine yazdı". Mâide sûresinin 116.
âyetinde, nefis kelimesinin Allah için kullanıldığında "zât"
mânasına geldiği açıklanmıştı. Orada Hz. îsâ, "Benim içimdekini sen
bilirsin, ama ben senin zâtındakini bilmem " ifadesine yer vermiş ve nefsi
Allah ile ilgili kullanmıştı. Buradaki mânayı En'âm sûresinin 54. âyetiyle
karşılaştırırsak, anlamını şu şekilde verebiliriz: "Rabbiniz merhameti
kendi zâtına yazdı".
Bundan şu ilkeyi
çıkartıyoruz: Allah Teâlâ kahretmeyi, intikam almayı kendi zâtına yazmadı, ama
merhameti yazdı. Demek ki merhamet etmek asıl olandır. Yüce Allah kendi
kendisini rahmet, yani merhamet etmekle görevlendirmiştir.
a) Âyetin bu
kısmının birinci kısmı ile ilişkisini kurarak bir genelleme yapabiliriz:
"Bizim âyetlerimize inananlar sana geldiklerinde, onlara de ki: Selâm
size!" emrinin, yani selâm verme emrinin niçin verildiğini açıklamaktadır.
"Madem ki Allah kendi zâtına rahmet etmeyi yazdı, siz de insanlara rahmet
duasında bulunun" demektir.
b) Âyetin bu
kısmının, âyetin son bölümüyle de ilişkisi vardır. Bu ilişkiyi kurarak da
genelleme yapabiliriz. Bilmeyerek günâh işleyip ardından tövbe edene, Allah merhametiyle
muamele edecek ve affedecektir. Onun içindir ki merhameti kendi zâtına
yazdığını ifade etmiştir. Bundan hareketle, merhametleri gereği insanları
affedici olmaları ilkesini çıkartabiliriz.
Gerçek şu ki, sizden
kim, bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra ardından tövbe edip de kendini ıslâh
ederse, bilsin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir".
Âyetin bu kısmında
işlenen, kötülük yapmaya ya da günâh işlemeye ihtimal vermek olmadığı için, hem
Nisa sûresinin 17. âyetinde, hem de yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin
54. âyetinde, "bilmeyerek" ifadesine yer verilmektedir. Hz. Peygamber
de bu hususu şu şekilde açıklamaktadır: "Zina eden, mümin olduğu halde
zina etmez; hırsızlık eden de mümin olduğu halde hırsızlık etmez" (Buhârî,
"Mezâlim", 30).
Hz. Peygamber'in bu
yorumu, hem Kur'ân'ın ruhuna uygun düşmekte, hem de günâhın psikolojik
boyutunu gündeme getirmektedir. Bir davranış, imanı devre dışı bırakması
sebebiyle de günâh olmaktadır. Sadece toplumun ahlâkına, sosyal ilişkilere
indirdiği darbe değil, insanın gönlüne indirdiği darbeden dolayı da günâh
olmaktadır. İmanın etkisini ortadan kaldırıp, onu devre dışı bırakmaktan daha
büyük kötülük, günâh ve zulüm var mıdır?
Onun içindir ki Hz.
Peygamber'in bu yorumunu, yani davranışın o eylemi gerçekleştirene indirdiği
psikolojik darbeyi işleyerek, din eğitiminin verilmesi gerekmektedir. İşlenen
fiilin başkasına verdiği zarar kadar, insanın kendisine verdiği zarar da
işlenerek eğitim yapılırsa, daha etkili olacaktır.
b) Tövbe
etmek. Bilmeyerek bir kötülük yapan, yani günâh işleyen kimsenin hemen ardından
tövbe etmesi gerekiyor. Nisa sûresinin 17. âyetinde "Tez elden tövbe
ediniz1." denirken, bu âyette "sonra ardından tövbe eden..."
demektedir. İkisi de aynı anlama gelmektedir.
Buradaki tövbe, bu fiilden
vazgeçmek ve iyiye yönelmek anlamına gelmektedir. Bu yöneliş ve vazgeçme, bir
bakıma af dilemeyi de kapsamaktadır. Tövbe kavramının geniş açıklaması, Bakara
sûresinin 37. âyetinde yapıldı.
Nisa sûresinin 17.
âyetinde, Allah katında geçerli olan tövbenin zaman geçirmeden yapılmış
olması, onun kabulünü arttırmaktadır. Nisa sûresinin 18. âyetinde ölüm anma
kadar kötülük işleyip, ölüm anı gelip çattığında tövbe etmenin işe
yaramayacağı ilkesi gündeme getirilmektedir.
c) Kendini
düzeltmek. Tövbenin kabul görmesi için, insan kendisini düzelterek dürüst ve
erdemli bir hayat yaşamaya başlamalıdır. Tövbenin ardından dürüst ve erdemli
hayat yaşamaya başlayanın, kötülüklerinin güzelliklere dönüşeceği, Furkân
sûresinin 70. âyetinde müjdelen-mektedir.
d) "Bilsin
ki, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir". Bilmeyerek kötülük
işleyen insanın, zaman geçmeden tövbe edip kendisini düzeltmesi, dürüst ve
erdemli bir hayat yaşamaya başlaması, Allah'ın affedici sıfatıyla merhametini
harekete geçirmektedir.
Âyetin bu kısmı ile
Allah affedici olduğunu ve kullarına merhamet edeceğini bir ferman şeklinde
gündeme getirmektedir. Kulunun günâhını affettiği için gafurdur; kendini
düzeltip dürüst ve erdemli bir hayat yaşamaya başlamasını ödüllendirmesi ile
de ona rahimdir.
Netice olarak
diyebiliriz ki, insanın bilmeyerek günâh işlemesi, tövbesi ve kendini
düzeltmesi ile Allah'ın af ve merhameti arasındaki ilişki kurulmakta, günahkâr
olanların kötümserliğe kapılmaları önlenmektedir. Önemli olan, insanın iyiden
yana değişimi gerçekleştirmesidir. Değişimi gerçekleştiren kişi, af ve
merhameti yeryüzüne indirmektedir.
[45]
55. Böylece suçluların
yolu belli olsun diye âyetleri iyice açıklıyoruz.
Bu âyeti kısımlara
ayırarak şu şekilde açıklamak mümkündür:
1.
"Böylece âyetleri açıklıyoruz". Yüce Allah En'âm sûresinin başından
itibaren tabiat kanunlarıyla psikolojik kanunları ve onların temel teşkil
ettiği davranışları açıklamaktadır. İnkâr psikolojisi ile iman psikolojisini
yan yana izah etmektedir. Zaman zaman devreye kendi af ve merhamet edici
sıfatlarını sokmaktadır. Âyetin bu kısmındaki "âyetler" kelimesi,
"mesajlar" anlamına geldiği gibi, "kanun" anlamına da
gelmektedir. "Açıklamak" anlamına gelen nüfassil kelimesi de,
derinlemesine izah etmek demektir.
2.
"Suçluların yolu belli olsun diye ". Bunun anlamı, iman edip dürüst
ve erdemli olarak davranan insanların yolunu ortaya çıkartmak için, suçluların
yolunun ne olduğunun ortaya konması gerekiyor. Allah, zıtların farkını ortaya
koyarak açıklamasını yapmaktadır. Kur'ân'ın bir adı da furkândır. iyi ile
kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, hak ile bâtılı birbirinden ayırma
görevini yerine getirirken, Kur-'ân, aynı zamanda suçlularla erdemli insanların
yolunu da birbirinden ayırmaktadır.
Böylece Allah'ın
âyetlerini derinlemesine açıklamasının amacı, suçlularla erdemlilerin
yollarındaki farkı ortaya çıkartmaktır. Dikkat edilirse, mücrimlerin yolu
demiş, müminlerin, ya da dürüst ve erdemlilerin yolu, dememiştir. Kötülerin
yolunu anlatmakla, iyilerin yolu kendiliğinden ortaya çıkacağı için böyle
yapmaktadır. Mücrimlerin yolu iyice ortaya çıkınca, hakkın yolundan gidenlerin
yolu da belli olacaktır. Kur'ân'ın başka âyetlerinde müminlerin yolunun ne
olduğu anlatılmıştır. Özellikle Fatiha sûresinin 6-7. âyetlerine bakılırsa, bu
açıklama görülecektir. Orada da gazap edilen ve sapıtan insanların yolunun
dışındaki yol, "doğru yol" olarak tanımlanmıştır. Diğer taraftan
En'âm sûresinin 151-153. âyetlerinde, Allah'ın yolu olarak belirlenen doğru
yolun ne olduğu derinlemesine açıklanmaktadır. Kısaca orada aklın, düşüncenin
ve takvanın yolu olduğu söylenmektedir. A'râf sûresinin 146. âyetinde,
"rüşdün yolu" doğru yol olarak tesbit edilmektedir. Demek ki
Kur'ân'ın muhtelif âyetlerinde doğru yol anlatılırken, En'âm sûresinin ilk
âyetlerinden itibaren daha çok şirk koşan, inkâr eden, günâh işleyenlerin,
kısaca mücrimlerin yolu açıklanmaktadır. Bu açıklama ile doğru yol da ortaya
çıkmaktadır. Bundan şu sonuca varıyoruz: Din eğitimcileri, din âlimi ve
görevlileri, iyilerin yoluyla suçluların yolunun ne olduğunu açıklamadan, din
eğitimi hedefine ulaşamayacaktır. Doğru yolu oluşturan iman ve değerlerin
neler olduğunun anlatılması ve bunların Kur'ân'ın ışığı altında tesbit edilmesi
zorunludur. Yüce Allah din eğitimi yaparken, Kur'ân'da bu metodu
kullanmaktadır.
[46]
56. De ki:
"Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi". De
ki: "Ben sizin arzularınıza uymam, aksi halde sapıtırım da hidâyete
erenlerden olmam". İki şeyin yasaklandığını gördüğümüz âyette, ayrıca bu
yasakların çiğnenmesiyle meydana gelecek iki şeyin ne olacağı da tesbit
edilmektedir.
1. "De
ki: 'Allah'ın dışında taptığınız şeylere
tapmak bana yasak edildi". Âyetin bu kısmında, Hz. Peygamber'e konan ilk
yasak ele alınmakta ve bunun şirk koşmakla ilgili olduğu belirlenmektedir.
Bilindiği gibi bütün peygamberler, şirkle mücadele etmekle
görevlendirilmişlerdir. "Bana yasak edildi" ifadesiyle, Kur-'ân'ı Hz.
Peygamber'in yazmadığı, bu yasağın birisi tarafından konduğu da
anlaşılmaktadır.
Bir peygamberin,
getirmiş olduğu şirkten uzak kalma ilkesini kendisi tatbik etmesi gerekir,
aksi takdirde hem tebliği hem de mücadelesi başarısız kalmış olacaktır. İşte
"Sizin taptıklarınıza tapmam bana yasaklandı" demekle, o toplumda bir
inanç çatışması başlamış oldu. Bu inanç çatışması, yani tek tanrı inancı ile
çok tanrılı inancın mücadelesi, geçmiş peygamberlerin döneminde olduğu gibi
Hz. Muhammed döneminde de başlamış oldu.
"Kime kulluk
edilecektir" meselesi, insanlıkla başlamış, onunla beraber kıyamete kadar
akıp gidecektir. Tek tanrılı inanç ile çok tanrılı inanç, ya da Allah'tan
başkasını tanrı edinip ona tapınmanın çatışması, insan aklının ve gönlünün
kimi zaman imtihandan başarı ile çıkması, kimi zaman da kirlenmesiyle
neticelenmiştir. İlâhî eğitimi yeryüzüne indiren vahiy, bu mücadelenin tevhîd
inancı, yani tek tanrılı inançtan yana zaferle sona ermesini amaçlamıştır. Bu
noktadan hareket ederek diyebiliriz ki, din eğitimi bu çatışmayı
önemsemelidir. Bir bakıma Âl-i İmrân sûresinin 64. âyetindeki mesajı yerine
getirerek mücadelesine devam etmelidir.
2. "De
ki: 'Ben sizin arzularınıza uymam! " Ayette geçen ehvâ kelimesi, dayanağı,
mesnedi olmayan görüş ve isteklerdir. Bu uymama emri de Allah tarafından verilmektedir.
Nefsinin ve şeytanın
etkisi altında kalarak tevhîd inancından şirke sapanların istekleri, akıldan
değil nefisten kaynaklanacağı için, onların isteklerine uymak bir peygambere
yakışmayacaktır. Diğer taraftan Allah, peygamberin, halkın dayanaksız istek ve
görüşlerine uyma ihtimalinin olacağına da işaret etmektedir. Bu ihtimale, bütün
peygamberler de açıktır. Sad sûresinin 26. âyeti, Hz. Davud'un bu tehlikeye
açık olduğuna dikkat çekmektedir. Burada şu soru akla gelmektedir: Hz.
Peygamber onların dayanaksız, bâtıl isteklerine uysaydı ne olurdu? Bu sorunun
cevabı âyetin devamında verilmektedir.
3.
"Aksi halde sapıtırım ". Demek ki peygamber bile olsa, sapıtma
ihtimalini göz ardı etmemektedir. "Sapıtırım" ifadesi ile, müşriklerin
mesnetsiz istekleri arasında bir bağlantı kurulmakta ve sapıtmanın tanımı
yapılmaktadır. Mesnetsiz görüşlerin peşinden koşmak, sapıklıktır. Demek ki
sapıklığı meydana getiren ve insanı yoldan çıkaran, bâtıl, doğru olmayan
görüşlerdir. Bu görüşlerde haktan bir kırıntı bulunmamaktadır.
4. "Doğru
yolu bulanların arasında olamam!" Diğer taraftan doğru yolu bulmanın ne
anlama geldiğinin açıklaması da yapılmaktadır. Doğru görüşlere uymak, doğru
yola girmektir. Böylece bir taraftan sapkınlığın, diğer taraftan da hidâyetin
tanımı yapılmaktadır. Bütün mesele, nefsin arzularına tâbi olmak veya olmamakta
odaklanmaktadır. Öyle ise insanın nefsinden çıkan arzularla, akim önerdikleri
arasındaki farkı, sapıklıkla hidâyetin ayıracı olmaktadır, diyebiliriz. Burada
önemli olan, eğitim vasıtasıyla insana, nefsin istekleriyle rahmânî olan
oluşumların farkını meydana çıkaracak basîreti, takvayı kazandırmaktır.
"Takvaya erenler
var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda, düşünür ve hemen
gerçeği görürler" (A'râf 7/201) niteliğini insana kazandırmak, eğitimin
önemli amaçları arasında yer almaktadır. İnsanın, içinde kopan fırtınaların
rahmânî mi şeytanî mi olduğunu anlayıp ayıracak basîrete, düşünceye sahip
olması, erdemin doruk noktasında olduğuna delil teşkil ettiği için, bu kişi
müttakî olarak sıfatlandırmaktadır.
[47]
57. De ki:
"Şüphesiz ben rabbimden gelen apaçık bir kanıta dayanmaktayım ve siz onu
yalanlamış oluyorsunuz. Çabucak gelmesini istediğiniz (azap), benim yanımda
değildir. Hüküm ancak Allah'ındır. O, hakkı anlatır ve en iyi hüküm veren
O'dur.
Âyetin analizinden şu
genellemelere varılabilir:
1. Kanıt çok önemli bir silâhtır. "De ki: 'Bakın ben rabbimden gelen apaçık bir
kanıta dayanmaktayım ve siz onu yalanlamış oluyorsunuz". Âyetin bu kısmından
anlıyoruz ki, her şeyde, meselâ ilimde ve hukukta mutlaka bir delile dayanmak
gerekir. Özellikle peygamberler, peygamberliklerini ispat etmek için mucizeleri
kanıt olarak göstermişlerdir. Kanıtın önemi, inandırıcı olması, konuyu kesin
hale getirmesidir. Bâtılla, hurafelerle ve bid'atlarla mücadele vermekte en
etkili yol, bir delile dayanmaktır. Delilin aydınlatıcı özelliği, hak-îkatin
düşmanı olan bu mikropları kaçırmaktadır, çünkü onlar delilin ışığına
dayanmamaktadırlar.
Hz. Peygamber'in
üzerinde bulunduğu en büyük kanıt, Kur'ân'ın kendisidir. Kâfirlerin ve
müşriklerin yalanladığı da Kur'ân'dı. Böylece Kur'ân, bilimsel araştırmalarda
ve hukukî davalarda delilin mühim olduğunu söyleyerek, deney ve gözlemin
insanlığın hayatındaki önemini vurgulamış, kıyamete kadar değişmeyecek bir
inkılâbı gerçekleştirmiştir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, din âlimi ve
görevlileri, Hz. Peygamber gibi, bir kanıta dayanmadan fetva vermemelidirler.
Onlar için en büyük kanıt, Kur'ân'dır. Dînî alanı, hurafe, bid'at ve bâtıldan
kurtarmanın yolu budur.
2. Cezada acele etmek doğru değildir. Âyetin ikinci bölümünde şu ifade yer almaktadır:
"Çabucak gelmesini istediğiniz (azap), benim yanımda değildir".
Müşriklerin azaba uğrayacaklarını söyleyen Kur'ân ve onu tebliğ eden Hz.
Peygamber'den, azabın olacağına dair delil istiyorlardı. Kâfir ve müşrikler bir
türlü Kur'ân'm Allah katından geldiğini kabullenemiyor ve şöyle diyorlardı:
"Hanı (o kâfirler) bir zaman da: 'Ey Allahımız! Eğer bu kitap senin
katından gelmiş bir gerçek ise, üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem
verici bir azap getir, demişlerdi" (Enfâl 8/32).
Aslında Kur'ân'm
kendisi bir kanıt olmasına rağmen, Kur'ân'ın hak bir kitap olduğuna dair kanıt
istemeleri ve bu kanıtın azap olması çok ilginçti. Ama bu şekilde kanıt
istemek, peygamberden önceki milletlerde de vardı.
Meselâ Hûd
peygamberden de benzer bir istekte bulunulmuştu. Ah-kâf sûresinin 21. âyetinde
Hz. Hûd, Ahkâf halkını şirkten vazgeçmesi için uyarırken: "Ben sizin büyük
bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum demişti". Onun bu uyarısına
karşı onların cevabı: "Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin?
Hadi doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir,
dediler" (Ahkâf 46/22) şeklinde olmuştu.
Ankebût sûresinin 53
ve 54. âyetlerinde de Hz. Peygamber'den azabın çarçabuk gelmesini istedikleri
gündeme getirilmektedir. "(Durmadan mucize isteği ile) onlar bizim
azabımızı mı çarçabuk istiyorlardı?" sorusu da aynı şeyi vurgulamaktadır.
Allah, Hz.
Peygamber'e, azabı gönderme yetkisinin kendinde olmadığını söylemesini
emretmiştir. İnsanlar hukuken birbirlerine ceza verirler, ama azap edemezler.
Cezanın beşerî boyutu vardır, ama azabın beşerî boyutu yoktur. Mucize
anlamında gönderilecek azabın kaynağında Allah vardır. Onun içindir ki Allah,
"Çabucak gelmesini istediğiniz (azap), benim yanımda değildir"
demesini Hz. Peygamber'den istemiştir.
Ahkâf halkı, Hz. Hûd
Peygamber'den azabı getirmesini isteyince, onun cevabı şöyle olmuştur.:
"Bilgi ancak Allah'ın katın-dadır" (Ahkâf 46/23). Bu cevap En'âm
sûresinin 57. âyetindeki Hz. Pey-gamber'in cevabının aynısı olmaktadır. Mucize
şeklindeki azabın bilgisi ve gerçekleştirilmesi Allah'a aittir.
3. Bu konuda hüküm Allah'a aittir. Kur'ân'ın hak kitap olduğunu ispat etmek için delil
olarak gönderilecek azabın hükmü Allah'a ait olduğu için, âyetin bu kısmında:
*1) SM j&Jl ç>l "Hüküm ancak Allah'ındır" ifadesine yer
verilmiştir. Hz. Hûd'un "Bilgi Allah'ın katındadır" (Ahkâf 46/23)
ifadesiyle, "Hüküm sadece Allah'ındır" ifadesi aynı anlama gelmektedir.
Ankebût sûresinin 53. âyetinde, "Eğer önceden tayin edilmiş bir vade
olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı" ibaresinden anlıyoruz ki,
azap konusunda Allah belli bir vade tesbit etmiştir, yani azabı belli bir hükme
bağlamış, onu planlamıştır, fakat o planın hayata geçmesi için bazı şartların
oluşması gerekmektedir. Her istendiği anda azap olmayacağı fikri buradan ortaya
çıkmaktadır. Meryem sûresinin 84. âyetinde de şu ifade yer almaktadır:
"Öyleyse onlar hakkında acele etme! Biz onlar için teker teker
sayıyoruz".
Peygamberin bile
azabın acele gelmesini istemekle gelmeyeceği, Allah'ın takdir ettiği, yani
hükme bağladığı şartların oluşmasının zorunluluğu öne sürülmektedir.
Kur'ân'ın hak olduğu
ve Hz. Pey gamber'in peygamberliğini ispat etmek için istenen kanıtın azap
şeklinde gerçekleşmesi, halkın ortadan kalkması anlamına gelir ki, o zaman
delilin kimin için bir delil olacağı sorusu sorulacaktır. Böylece Allah'ın,
Kur'ân ve Peygamber'in hak olduğuna delil olarak başka bir şeyin istenmesini öngördüğü
ortaya çıkmaktadır. Aslında Kur'ân'ın kendisi, hem kendinin hem de peygamberin
peygamberliğinin hak olduğunun kanıtı olmaktadır. Şûra sûresinin 52. âyetine
göre, daha önce kitabın ne olduğunu bilmeyen bir insanın böyle bir kitabı
getirmesi, yazması imkânsızdır. İmkânsız olanın gerçekleşmesi, kendinin delili
olmaktadır.
4. Hüküm neden Allah'a aittir? Âyetin son bölümünde Allah bunu iki madde ile
açıklamaktadır:
a)
"Allah hakkı anlatır". Âyetin bu kısmındaki kıssa kavramı,
"hükmetmek, anlatmak, haber vermek, öğretmek" mânalarına gelmektedir.
Hükmün hakkı anlatana, onu öğretene ait olduğuna işaret edilmektedir. Başka
bir ifade ile Allah, hak olana hüküm verir, bâtıl olana değil. Bu âyetin
tefsîrinde Râzî şu dikkat çekici açıklamayı yapmaktadır: "Allah ne kâfirin
inkârını ne de günahkârın günâhını ister. Çünkü bunlar hak değildir".
Râzî'nin bu manidar açıklamasından hareket edersek, müşriklerin yalanladığı
apaçık kanıtın, yalanlanmasının hükmünü Allah'ın vermediği ilkesine varırız.
Râzî'nin naklettiğine
göre Zeccâc, âyetteki yekussu fiiline "yapar" mânasını vermiştir.
Hüküm, yaptığı her şey hak olan Allah'a aittir. Hakkı öğreten, hakkı
gerçekleştiren ve hakkı anlatan Allah, hüküm verme yetkisine sahiptir. Bu
noktadan hareketle diyebiliriz ki, hukuku bilmeyen insanlar hüküm veremezler.
En'âm sûresinin 57.
âyetine dönersek, şu gerçeği de yakalama imkânını bulabiliriz: Hakkı anlatmak,
hakkı ilân etmek anlamına da gelir. Azabı gönderip insanları yok etseydi, hak
kime anlatılacak, kime ilân edilecekti? Eğitim faaliyetini gerçekleştirdikten
sonra, imana gelenlerle gelmeyenler belli olacaktı; işte o zaman azap etme
imkânı doğacaktı. En'âm sûresinin 131. ile İsrâ sûresinin 15. âyetleri buna
işaret etmektedir.
b)
"Allah, (hak ile bâtıl arasında) en iyi hüküm verendir". Âyetin bu
kısmında yer alan fasıl kavramı, "ayırt etmek" anlamına gelmektedir.
Ayırma eylemi, hükümlerde olmaktadır. Hükümlerin hak olanı ile bâtıl olanını
ayıran, ancak hakkı öğretebilir ve hüküm yetkisine sahip olabilir.
En'âm sûresinin 55.
âyetinde fasıl kelimesinin yüklem kalıbına "açıklamak" mânası
verilmişti. Burada da aynı mânayı verebiliriz: "Allah en iyi
açıklayandır" deme imkânına sahibiz. O zaman kıssa ile fasıl kelimelerinin
aynı anlamda kullanıldığını söyleyebiliriz. Ama buradaki fasıl kavramına ayırt
etmek mânasını vermek daha doğru olacaktır. Hûd sûresinin 1. âyetinde
"iyice açıklanmış", Târik sûresinin 13. âyetinde hak ile bâtılı
"ayırt eden" anlamına gelmektedir.
En iyi açıklayan, en
iyi ayırt eden, aynı zamanda en iyi hüküm veren mânasına gelmektedir. O zaman,
"En iyi hüküm veren Allah'tır" anlamını verme imkânını elde etmiş
oluyoruz.
Netice olarak
diyebiliriz ki, "Neden hüküm sadece Allah'a aittir" sorusunun
cevabı, çünkü Allah hakkı anlatır ve en iyi hüküm veren O'dur. Hak ile bâtılı
birbirine karıştırmadan hüküm veren O olduğu için, hüküm de sadece O'na aittir.
Azabı kanıt olarak gönderip göndermeme hükmü sadece Allah'a aittir, şeklinde
olmalıdır.
Bu âyette, beşerin
gücü ile ilâhî kudretin tanımı yapılmakta ve sınırları belirlenmektedir.
Hükmün kime ait olduğunun tesbiti, "hak" ile olan ilişkiye göre
olacağı vurgulanmaktadır. İstenen kanıtın doğru olup olmadığını bilmeyen ve bu
bilgi, katında olmayan varlık delil getiremez ve ne zaman ne şekilde kanıt
verileceğine de hükmedemez.
Cezanın veya azabın ne
zaman bir delil olarak uygulanacağının eğitimini de yapmaktadır. Çünkü azabın
kanıt oluşu, cezanın eğitici yönünü ortaya çıkartmaktadır. Peygamberler
insanları yanlış inanç ve davranışlardan caydırabilmek için azapla uyarıda
bulunmuşlardır. Bu uyarının caydırıcı olması, onun eğitici yönünü gündeme
getirmektedir. Bazan bu şekildeki uyarılar ters tepkiye sebep olmuştur. Bunun
bir delili de En'âm sûresinin 57. âyetidir.
[48]
58. De ki: "Acele
istediğiniz şey benim elimde olsaydı, elbette benimle sizin aranızda iş
bitirilmişti. Allah zâlimleri daha iyi bilir".
Âyetin analizinden şu
genellemeleri çıkartmak mümkündür:
1. Azap
etmek peygamberin elinde değildir. 57. âyette, müşriklerin istediği azabın
kendi elinde olmadığını söyleyen peygamber, bu âyette kendi elinde olsaydı, ne
olacağını açıklamaktadır. Her iki âyeti bir araya getirirsek, mucize, yani
kanıt olarak peygamberin azap getirme yetkisinin olmadığı ilkesi ortaya
çıkacaktır.
2. İnsan sabırsız
olduğundan hemen azabı uygulama teşebbüsünde bulunacaktır: "De ki: 'Acele
ettiğiniz şey benim elimde olsaydı, elbette benimle sizin aranızda iş
bitirilmişti". Bunun anlamı, sabırsızlık gösterip gücümün dahilinde olan
o azabı sizin başınıza getirirdim. Böylece Allah'ın hukukî kuralları çiğneyene
ceza verilmesinin yetkisini insana verdiği halde, inkâr ve günâha verilecek
azabın yetkisini insana vermediği gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Müşriklerin Kur'ân ve
Peygamber'i reddetmeleri, Allah adına Hz. Peygamber'in gönlünde öylesine derin
bir yara açmıştı ki, azap etme yetkisi olsaydı, onları helak edeceğini itirafa
kadar götürmüştür. Ama bu itirafın âyetle tesbit edildiği hiç akıldan
çıkarılmamalıdır.
İnsanın bu konudaki
sabırsızlığını Allah bildiği için, Meryem sûresinin 84. âyetinde: fji '^ '^ O
j**İe "j^ *£ "Öyleyse onlar hakkında acele etme! Biz onlar için teker
teker sayıyoruz" buyurmuştur. Hakka sûresinin 1-5. âyetleri de şöyledir:
"Soran birisi, geleceği kuşkusuz olan azabı sordu. O küfre sapanlar
içindir. Onu savacak yoktur. Yükselme derecelerinin sahibi Allah'tır. Melekler
ve ruh O'na miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler. Artık güzel bir
sabırla sabret! "
Yüce Allah
inanmayanlara azap isteme konusunda acele etmemesini ve sabırlı davranmasını
Hz. Peygamber'den istemekte ve bizzat emretmektedir. Bunun anlamı, insanları
cezalandırma konusunda acele etmemek gerektiğidir. Yanlış davranışın
sebeplerini araştırmak gerekir.
3. Cezada
bilgi önemlidir. 58. âyetin sonunda şöyle denmesi istenmektedir: "Allah
zâlimleri daha iyi bilir". Buradaki zâlim kavramı, şirk koşanları,
cezalandırılacak kadar önemli günâh işleyenleri ifade etmektedir.
Bu noktada Allah
devreye, bilmeyi, yani bilgiyi sokmaktadır. Her şeyi bilen varlık, mucize
olarak cezayı uygulayacaktır. İçten ve dıştan insanı sarmalayan Allah bu
bilgiye sahip olduğu için, kanıt olarak azabı da o gönderecektir. Cezalandırma,
azap etme yetkisi, bilgi ile doğru orantılı olarak işlemelidir. Öyle her günâh
işleyene helak edici bir azap indirilseydi, yeryüzünde insan kalmaz, Allah'ı
bilen ve O'na kulluk edecek olan insanların var olması imkansızlaşırdı. Yüce
Allah bilgisi dahilinde, kimi zaman cezalar verir, kimi zaman da ağır
günâhlardan dolayı helak eder. Suça göre ceza verme ilkesini Allah, hukukun
temeline yerleştirmiştir.
Ayrıca bu âyet bize
inanç farklılıklarından doğan eylemlerin saldırganlık haline gelmedikleri
takdirde cezalandırılmalarının Allah'a bırakılmasını anlatmaktadır. İnsanlar
inancı değil, eylemi değerlendirmeli ve ce-zâlandırmalıdırlar. Böylece düşünce
hürriyetinin engellenmemesi, ama zararlı bir eyleme dönüşünce, disipline
edilmesi esası ortaya çıkmaktadır. Onun içindir ki, kanıt olarak istenen azabın
Hz. Peygamber'in elinde olmadığı ifadesine yer verilmektedir.
[49]
59. Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır;
onları O'n-dan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir, O'nun ilmi
dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi
dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.
60. Geceleyin sizi öldüren, gündüzün de ne
işlediğinizi bilen, sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi
dirilten O'dur. Sonra dönüşünüz yine O'na-dır. Sonunda O, yaptıklarınızı size
haber verecektir.
61. O, kullarının üstünde yegâne kudret ve
tasarruf sahibidir. Size koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi,
elçilerimiz onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler.
Yüce Allah bu
âyetlerle kendisini tanımlamaktadır. Böylece Allah'ın sıfatlarını anlatırken,
Bakara sûresinin 255. âyetinin açılımını da yapmaktadır. Yüce Allah
sıfatlarını, ilişkiler sistemi içinde anlatmaktadır.
1.
"Gaybın anahtarları O'nun katındadır". Yüce Allah 59. âyetin ilk
bölümünde, "Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır" buyurmaktadır.
Âyetin bu kısmında iki önemli kavram yer almaktadır: "Anahtar" ve
"gayb". Bu kavramların ne olduğu Bakara sûresinin 3. âyetinde
açıklanmıştı. Bakara sûresinin 3. âyetinde insanların gayba inanması gündeme
getirilirken, burada da gaybı Allah'ın bilmesi gündeme getirilmektedir. Gaybın
anahtarları Allah'ın katındadır, ama insanlar gayba inanmak zorundadır.
Âyette geçen mefâtih
kavramı, miftâh kelimesinin çoğuludur. Mecazî bir anlatımla Allah gaybı bir
ilim, yani bilgi hazinesi olarak takdim etmekte, onun anahtarları olduğuna
dikkat çekmektedir. Gaybın bir anahtarı değil de, birden çok anahtarı olduğuna
da işaret etmektedir. Anahtar denen âlet, kapalı olan ve içinde gizli tutulan
bir şeyi açmak için kullanılır. İnsan idrâkini aşan, idrâkin ulaşamadığı âlem,
gayb âlemi olduğuna göre, onun anahtarlarının Allah'a ait olduğu ilkesi bu
âyette gündeme getirilmektedir. Böylece insanın bilgisi ve idrâkinin alanıyla,
ilâhî bilginin alanı tesbit edilmektedir.
2. "O
anahtarları sadece Allah bilir". Bunun anlamı, onları Allah'tan başkasının
bilemeyeceğidir. Âyetin bu kısmının kurgusu, "Allah'tan başkasının onları
bilemeyeceği" şeklindedir. Gaybın anahtarlarını Allah'tan başkası
bilemeyeceğine göre, insanın gayb âlemine iman ile yaklaşması, önemli bir iman
şartı olmaktadır.
Dikkat edilirse 59.
âyet, 57 ve 58. âyetleri açıklamaktadır. Hüküm neden sadece Allah'a aittir;
neden sadece O, hakkı anlatır; neden O, en iyi hüküm verendir ve neden O,
zâlimleri daha iyi bilir? sorularının cevabı, 59. âyet ve devamındaki âyetler
olmaktadır. Çünkü gaybın anahtarları onun katındadır ve onları O'ndan başkası
bilememektedir. Anahtarların nerede olduğunu bilmeyen varlık, kapıyı açıp
hazineyi görünür ve bilinir hale getiremez.
İnsan çalıştıkça,
Allah'ın rızık hazînesinden kendisine gelmekte, ilmî araştırma yaptıkça, bilgi
hazinesinden de gelmektedir. Tabiat kitabını insanlar araştırıp kanunlarını
bulma gayretinde olduklarında, gayb âleminin hazînelerinin anahtarları
çalışmakta, oradan ilhamla insanların beynine akan bilgi kanalları işlemeye
başlamaktadır. Aslında tabiat kanunları, gayb değil de şehâdet, yani görünen
âlemin kanunları durumundadırlar. Ama onlar keşfedilmedikleri müddetçe, insan
için gayb durumundadırlar. Böylesi gayb âleminin dışında başka bir gayb âlemi
olduğu gerçeğini de kabul etmek zorundayız. "Ben size elbette göklerin ve
yerin gaybını bilirim" (Bakara 2/33). Demek ki göklerin ve yerin görünen
ve bilinen bir boyutu olduğu gibi, insan için bilinmeyen sırları, yani gaybı da
vardır.
Aynı şekilde Nahl
sûresinin 77. âyetinde göklerin ve yerin gaybinin Allah'a ait olduğu
söylenmektedir. Demek ki göklerin ve yerin bilinenleri olduğu gibi,
bilinmeyenleri de vardır. Bu bilinmeyenlere, yani gayba göklerin ve yerin sırrı
demek de mümkündür. O zaman En'âm sûresinin 59. âyetinde "gaybm
anahtarları" dediği gibi, Şûra sûresinin 12. âyetinde de "Göklerin ve
yerin anahtarları O'nundur" ifadesine yer verilmektedir.
En'âm sûresinin 59.
âyetinde mefâtih kavramı kullanıldığı halde Şûra sûresinin 12. âyetinde mekâlid
kavramı kullanılmaktadır. İkisi de "anahtarlar" anlamına gelmektedir.
Göklerin ve yerin gaybının anahtarlarını, zamanı geldikçe bu sırları
araştıranlara açacaktır. Tabiatın sırlarını araştırmayı zaten Allah insanlığa
bir ödev olarak vermiştir. Bu ödevi yerine getirenlere, bu hazînesinden bilgi
aktarımı yapacaktır. Göklerin ve yerin sırlarını araştıranlar, Allah'ın
kudretini daha iyi anlayacak ve bundan şeref kazanacaktır.
Nemi sûresinin 65.
âyetinde, göklerin ve yerin gaybım Allah'tan başkasının bilemeyeceğine dikkat çekilmektedir.
Bunun anlamı, insanlar tabiatı araştırdıkça, onun pek çok sırrını deşifre
ettikçe, başka sırlar âleminin olduğunun farkına varacaktır. Her zaman için
bir sırlar âlemi var olacaktır. Böylece gayba iman da devam edecektir.
Allah'ın zâtı konusundaki
bilgi de bizim için gaybî bir alanı teşkil etmektedir. İnsanın bunu bilmesi
mümkün değildir. Bu alana sadece inanmakla yükümlüdür. Hz. îsâ Mâide sûresinin
116. âyetinde bunu şöyle ifade etmektedir:
"Sen benim içimdekini bilirsin, ama ben senin zâtında olanı bilmem.
Gaybı, yani gizlilikleri eksiksiz bilen sensin!"
Onun içindir ki,
"Sen ancak Ku-r'ân'a uyan ve gaybda olan Allah'tan korkan kimseyi
uyarabilirsin" (Yâsîn 36/11) buyurulmaktadır. Allah'ın zâtını göremememiz,
O'nun gaybî boyutunu gündeme getirmektedir.
Kâinatta var olan, ama
hâlâ sır olma özelliğini taşıyan kitabın okunup deşifre edilmesi, insana bir
ödev olarak sunulurken, Allah'ın zâtı itibariyle gaybî olması, daima iman
alanına kalacaktır. Bilinmekten ziyade, iman edilmekle yerinilecek bir alan
olarak devam edecektir. Allah'ın gaybîliğine inanmak da bir bilmeyi ifade
etmektedir.
3.
Tabiattaki bütün oluşumları bilir. En'âm sûresinin 59. âyetinde, Allah'ın
ilminin kuşatıcı olduğu anlatılmaktadır: "Allah, karada ve denizde ne
varsa bilir. O'nun bilgisinin dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin
karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir".
Yüce Allah kâinatın
büyük kanunlarıyla ilgilenir, ama küçükleriyle ilgilenmez, diyenlere bu
âyetiyle cevap vermektedir. O'nun ilminin dışında bir şeyin kalamayacağını
ifade ederken, yaprak ve toprağın içindeki taneyi örnek olarak vermektedir.
4. Her şey
bir kitaptadır. Âyetin sonunda: "Yaş ve kuru ne varsa, hepsi apaçık bir
kitaptadır" buyurularak, bütün bilgilerin bir kitapta olduğuna ve bu
kitabın apaçık olduğuna dikkat çekilmektedir. Kuru ve yaş, canlı ve cansız
anlamına da gelmektedir.
Âyette geçen kitap
kavramının, Allah'ın ilmi olduğunu söyleyenler vardır. Râzî buna dikkat
çekmekte, bunu doğru olarak nitelendirmektedir, ama Zeccâc Hadîd sûresinin 22.
âyetini delil getirerek başka bir açılım sunmaktadır: "Yeryüzünde
gerçekleşen ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu
yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah'a göre
kolaydır".
O zaman kitap kavramı,
Allah'ın kaderi anlamına gelmektedir. Kâinatta ve insanlar alemindeki bütün
oluşumların önceden planlanması ve bu planın oluşturduğu şeyin ismi, kitap
olmaktadır. Âyetteki kitap kavramı, "korunmuş levha" anlamına gelen
levh-i mahfuz da olabilir.
En'âm sûresinin 59.
âyeti neden gündeme getirilmiştir? Bu sorunun cevabını Yûnus sûresinin 61.
âyetiyle vermek mümkündür: "Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman
Kur'ân'dan bir şey okusan ve siz bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz
mutlaka üstünüzde şâhidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey
rabbinden uzak (gizli) kalmaz.
Bundan daha küçüğü ve
daha büyüğü yoktur ki, apaçık kitapta bulunmasın".
Tabiattaki oluşumları
örnek vererek, insanın her şeyini bildiğini ifade etmek için bu âyetleri göndermiştir.
İnsanın, Allah'ın kontrolü ve bilgisi dışında hiçbir şey yapamayacağının
bilincini vermektedir. İşte En'âm sûresinin 58. âyetinde yer alan "Allah
zâlimleri daha iyi bilir" ifadesinin açılımı, 59. âyet olmaktadır. Bir
yaprağın ve toprak içindeki tanenin hareketi, O'nun bilgisinde olduğu gibi,
insanın bütün yapıp etmeleri de onun bilgisindedir.
Yüce Allah tabiatla
olan ilişkisini anlatırken, aslında insanla olan ilişkisini anlatmak
amacındadır. İnsan da tabiatın bir parçası olarak, onun da canlı olduğu zaman
ve kuruduğu zaman vardır. O da toprağın karanlık-larındaki bir tane gibi, ana
ve babasının sulbündeydi. Onun da tâbi olduğu kanunlar, tabiat kanunları gibi
apaçık bir kitaptan gelmekte ve Allah'ın kaderi olarak tecellî etmektedir.
Tabiatı inceleyen
insan, kendini incelemiş gibi olacak, kökenlerinin aynı olduğunu bilecek,
kendine yönelecek ve ne kadar âciz ve güçsüz bir kaynaktan geldiğini bilecek ve
böylece Allah'ın kudretini takdir edecektir.
5. Allah'ın
insanla ilgili başka işleri de vardır. En'âm sûresinin 60. âyetinin ilk
bölümünde, gece ve gündüz vaktinin insanla olan ilişkisi gündeme
getirilmektedir: "Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün
de ne işlediğinizi bilen O'dur".
59. âyette bilgisinin
her şeyi kuşattığı, görünen ve gayb, yani bilinmeyen âlemleri bilen Allah, bu
âyette kudretinin sonsuzluğunu gündeme getirmektedir. Böylece bilgiden kudrete
intikal ettiğini öğreniyoruz. Bundan şu hikmeti çıkarıyoruz: Bilgi güçtür;
sonsuz bilgi, sonsuz kudrete götürmektedir. Onun içindir ki, 59. âyette
bilmesini, 60. âyette de kudretini açıklamaktadır.
Yüce Allah'ın
insanları geceleyin öldürmesi ne anlama gelmektedir? Bunun cevabını en güzel
şekilde Zümer sûresinin 42. âyetinde bulabiliriz: "Allah canları, ölümleri
sırasında alır; ölmeyenleri de uykuları sırasında.
Sonra, haklarında ölüm
hükmünü verdiklerini alıkoyar; ötekileri, belirlenen bir süreye kadar
salıverir". Bu âyeti En'âm sûresinin 60. âyetine gö-türürsek anlıyoruz ki,
uyku hali yarı ölüm halidir. Geceleyin öldürmesinin anlamı, uykuda tutması
demektir. İnsanın hayatında, uyku olgusu çok önemli bir yer işgal etmektedir.
Bu konu Allah'ın
kudretinin sonsuzluğunu belirleyen en önemli kanıtlardan biri olmaktadır.
"Gündüzün insanların ne işlediğini de bilmektedir". Dikkat edilirse,
vefat ettiren Allah olduğu halde, gündüzleri yapılan şeyin öznesi insan
olmaktadır. Yapılan şeyi bilen Allah, eylemi gerçekleştiren ise insandır. Onun
için "yaptıklarınızı" ifadesine yer vermektedir.
6. Ecel
gelinceye kadar yaşatan odur. "Sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye
gündüzün sizi dirilten O'dur". Geceleyin yarı ölüm denen uykuyu veren,
sonra gündüzün uyandıran Allah'ın kudreti sonsuzdur. Uykuya dalmak, uykudan
uyanmak gibi olgular, Allah'ın kudretine ne kadar bağımlı olduğumuzu
göstermektedir. Gece ile gündüzün içinde değişik pozisyonda olmamız, belli bir
eceli tamamlamaya yöneliktir. Bu iki olgu, ömürü belirlemekte ve onun tüketimine
yönelik çalışmaktadır.
7. Dönüş
Allah'adır. 60. âyetin bu bölümünde: "Sonra dönüşünüz yine O'nadır"
ifadesine yer verilmektedir. İnsanlar Allah'ın yaratmasıyla, tek olan kudretten
çokluk âlemine geldiler; yine geldikleri teklik âlemine döneceklerdir.
Allah'tan gelip, yine Allah'a niçin döneceğiz? Âyetin
sonundaki ifade bu
soruyu cevaplandırmaktadır:
"Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir". Dönüşün ana
gayesini bu ifade belirlemektedir. Bu dünyada yapılanları insana haber
vermektir. Bu dünyada hukukun yakalayamadığı, insan haklarının çiğnenmesi gibi
önemli eylemler, öteki dünyada bir bir insanın önüne konacak, bilgilendirilecek
ve değerlendirilecektir.
Bu iman, insanın
içinde bir iç disiplin duygusu meydana getirebilir. Bu da, onun polise ve
jandarmaya ihtiyacı olmadan ahlâkî davranmasını temin edebilir. Allah, bu iç
disiplin duygusunu oluşturmak için 60. âyetin son kısımlarını gündeme
getirmektedir.
8.
Kullarıyla ilişkisinde eşi yoktur. Yüce Allah kendi sıfatlarının anlatımına 61.
âyette de devam etmektedir: "Allah, kullarının üstünde yegâne hüküm
sahibidir". Ayetteki kahir kavramını İbn Abbâs ve Hâzin, "galip
gelmek, kudretiyle üstünlük kurmak" anlamına geldiğini söylemektedirler.
"Hüküm sahibi olmak" anlamını da verebiliriz. Galip gelen, hükmeder.
Kudret ve tasarrufta bulunmak mânasını da verebiliriz. Yüce Allah kullarının
üzerine yegâne tasarruf sahibidir. Bu tasarrufunda eşi yoktur, bunu kimse ile
paylaşmamaktadır.
9. İnsanı
korur ve amellerini kaydettirir. 61. âyetin ikinci bölümünde, "Size
koruyucular gönderir" ifadesine yer verilmektedir. Bunun anlamı Allah
Teâlâ'nm kulları üzerindeki tasarrufunu beyan etmektir. Onların üzerine
koruyucular göndermesi, tasarrufunun ilk kademesini göstermektedir.
Koruyucularını göndermesi ne anlama gelmektedir?
a) Ra'd
sûresinin 11. âyetine göre, "Onun önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu
koruyan takipçiler (melekler) vardır" diye buyuran yüce Allah, insanı
izleyen, ona refakat eden muhafızlar göndermektedir.
b) Kâf
sûresinin 18. âyetinde bu konuda şu ifade yer almaktadır: "İnsan hiçbir
söz söylemez ki, yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın
". İnsanın konuştuğunu kaydeden gözcü vardır. Söylenen her sözü muhafaza
etmekte, yani o sözü korumaktadır. Hem insanı gözetliyor, hem de söylediklerini
kaydediyor.
c) İnfitâr
sûresinin 10-12. âyetlerinde şöyle buyurulmaktadır: 'jj^jî: £> 'üJSjÛ üujI?
Cfj> ^-kilkl J^Çli o[ j "Şunu iyi biliniz ki, üzerinizde
bekçiler, değerli
yazıcılar vardır; onlar, yapmakta olduklarınızı bilirler". Böylece
muhafaza meleklerinin ne anlama geldiği açıklanmaktadır. Hem koruyor, hem
yazıyor, hem de işlenen bütün fiilleri biliyorlar.
Yüce Allah insanın
yapıp ettiklerini bilmiyor mu da, meleklerini görevlendirmektedir? Bu sorunun
cevabını şu şekilde verebiliriz: Yüce Allah her şeyi bilmektedir. En'âm
sûresinin 59. âyetinde belirtildiği gibi, kuruyu, yaşı ve yerin içindeki
taneyi bilmektedir. Ama Allah kuluna karşı tarafsız olduğunu, yani objektif
davrandığını göstermek ve insanın rabbim bana zulmediyor düşüncesine
kapılmaması için meleklere amel defterini tutturmakta, işlenen fiilleri ve
söylenen sözleri kaydettirmektedir. Bu kitap sayesinde şöyle konuşulacaktır:
"Kitap ortaya konmuştur. Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş
olduklarını görürsün. Vay halimize derler, bu nasıl kitapmış! Küçük büyük
hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmüş! Böylece yaptıklarını
karşılarında bulmuşlardır. Senin rabbin hiç kimseye zulmetmez" (Kehf
18/49).
Yüce Allah kulunun
amellerini değerlendirirken, zulmetmediğini, bu kitabını meleklerine
kaydettirerek göstermektedir. Değerlendirmesinde tarafsız bir delile
dayandığını, bu kitabı ile ispat etmektedir. İsrâ sûresinin 13 ve 14.
âyetlerinde, bu kitabın insanın boynuna asılacağından, kendisinin okuyup
değerlendireceğinden bahsedilmektedir. Böylece Allah'ın neden yazıcı melekleri
görevlendirdiği sorusunun cevabı ortaya çıkmaktadır.
10.
İnsanların canını alan melekler vardır. "Nihayet birinize ölüm geldiğinde,
elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur
etmezler" şeklindeki 61. âyette yer alan ifade, Azrail'in birden fazla
olduğuna işaret etmektedir. Âyetin bu kısmında vurgulanması gereken iki konu
vardır:
a)
"Birinize ölüm geldiği zaman " ifadesinde "ölüm", cümlenin
öznesi durumundadır. Gelme işini ölüm kendisi yapmaktadır. Sanki ölümün
kendisi, canlı bir varlık gibi hareket edip insana gelmektedir. Münâfikûn
sûresinin 11. âyetinde de aynı şekilde ecel kelimesi, özne durumundadır:
"Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi ertelemez". Yûnus sûresinin 49.
âyetinde de bir toplumun ecelinden bahsedilirken, yine ecel özne durumundadır.
"Günler, aylar ve
yıllar geçtikçe insan mı ölüme yaklaşıyor, yoksa ölüm mü insana
yaklaşıyor" sorusunun cevabı, bu âyetlerle verilmektedir. Ölüm insana
yaklaşmakta, insana gelmektedir.
b)
"Elçilerimiz onun canını alırlar. Onlar vazifelerinde kusur etmezler".
Ölüm geldiğinde canı kim alır? Bu sorunun cevabını verirken çeşitli âyetlere
gitmek gerekiyor:
1. Canı
Allah alır. Zümer sûresinin 42. âyetinde, "Allah canları, ölümleri
sırasında alır" buyurulurken, can alma
işini Allah'ın
gerçekleştirdiği net bir şekilde anlaşılmaktadır.
2. Canı,
ölüm meleği alır. Secde sûresinin 11. âyeti bunu şöyle açıklamaktadır:
"Söyle onlara: 'Size vekil edilen
ölüm meleği canınızı alır".
3. Yorumunu
yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 61. âyetinde de, "Elçilerimiz onun
canını alırlar" buyurulmaktadır. Ayrıca En'âm sûresinin 93 ve Enfâl
sûresinin 50. âyetinde de meleklerin can aldığı söylenmektedir. Elçilerimiz ve
melekler aynı şeyi ifade etmekte, ama çoğul olmaları dikkati çekmektedir.
Bu üç maddedeki
âyetler arasında sanki zıtlık varmış gibi görünüyor. Dikkatle bakıldığında,
zıtlığın olmadığı görülecektir. Cam alan Allah'tır, bunu gerçekleştirirken de
ölüm meleklerini görevlendirmektedir. Vahyi gönderen Allah'tır, ama elçilik
görevinin Cebrail'e verilmesi gibi. Aslında hidâyeti gerçekleştiren, insanları
karanlıklardan aydınlığa çıkaran Allah olmasına rağmen, kendi izniyle Kur'ân'la
insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarma görevini Hz. Peygamber'e vermesi
gibi (İbrahim 14/1).
Secde sûresinin 11.
âyetinde "ölüm meleği" tekil iken, diğer âyetlerde çoğul olarak
geçmesi, tezat gibi görünmektedir. Halk dilinde Azrail tek bir melek olarak
bilinmektedir. Üçüncü maddede verilen âyetlerde, çoğul olarak geçmektedir.
Burada da bir zıtlık görünmemektedir; çünkü ölüm meleği, can alan meleklerin
genel adıdır. Bunu şöyle açıklayabiliriz. "Bu işi asker yaptı"
derken, yapan kişilerin sıfatı söylendi. O işi bir asker değil, birçok asker
yapmıştır. İnsanın canını bir ölüm meleği değil, birden çok ölüm meleği
almaktadır. O meleklerin genel adı, ölüm meleğidir.
Netice olarak
diyebiliriz ki, En'âm sûresinin 57. ile 61. âyetleri arasında Allah kendi
özelliklerini anlatarak, inananların nasıl bir Allah'a inandıklarının bilincini
vermektedir. İnsanlık âlemi ve tabiat âlemi ile nasıl bir ilişkisi olduğunu
anlatarak, sıfatlan konusunda ders vermektedir.
Bu âyetlerin
içeriğindeki konular gündeme getirilerek, din âlimleri, Allah'ı insanlara
anlatmalıdırlar. Varlık âlemine gelmek, ölmek, gaybı bilmek, hüküm, melek,
hükümrân olmak, âhiretteki durum gibi önemli konular bu âyetlerin ışığı altında
anlatılmalıdır. Allah'ı anlatırken, insan, tabiat ve âhiret hayatındaki
ilişkiler sistemi içinde anlatmanın, insan gönlünü etkileyecek, insana aczini
hissettirecek bir boyutu vardır. Din eğitimi bu boyutu ihmal etmemelidir.
[50]
62. Sonra insanlar
gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler. Bilesiniz ki, hüküm yalnız
O'nundur ve O hesap görenlerin en çabuğudur.
Bu âyet iki temel
konuyu işlemektedir. Birisi ölen insanın Allah'a dönmesi, diğeri de hükmün çok
süratli değerlendirme yapacak olan Allah'a ait olmasıdır. Bunları şöyle
açıklayabiliriz:
1.
"Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler". İnsan
ruhu Allah'tan geldiğine göre, ölüm anında çıkan bu ruh, tekrar Allah'a
dönecektir. İnsanın Allah'a dönmesini iki boyutlu olarak ele almak gerekiyor:
a)
Çıkan canın ruh olarak Allah'a dönmesi:
"Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz" ('Ankebût
29/57). Bunun anlamı, çıkan canın Allah'a dönmesidir.
b) Mahşerde
hesap görülmek üzere insanın Allah'a dönmesidir. Gerek birincisi, gerekse bu
şekilde Allah'a dönme işi mutlaktır, yani bunda şüphe yoktur.
"Allah'ın gerçek
bir vaadi olarak hepinizin dönüşü ancak O'nadır" (Yûnus 10/4). Bu âyetle,
En'âm sûresinin 62. âyeti bir araya getirilirse, bu dönüş şeklinin genel olduğu
anlaşılmış olur. Bu dönüşün amacı, dünyada insanların işledikleri amellerin
süratle değerlendirilip karara bağlanmasıdır. En'âm sûresinin 62. âyetinin
sonu bu değerlendirmeye dikkat çekmektedir.
Bu genel dönüşün bir
de özel olanı vardır. Özel olanlardan biri olumlu, diğeri de olumsuz anlamda
gerçekleşecektir. Olumlu anlamda olanını Fecr sûresinde görüyoruz: "Ey
doyuma ulaşmış insan! Sen Allah'tan hoşnut, Allah da senden hoşnut olarak
rabbine dön!" (Fecr 89/27-28). Olumsuz olanını da Hûd sûresinin 18.
âyetinde görüyoruz: uydurandan daha
zâlim olabilir? Onlar (kıyamet gününde) rablerine arzedilecekler, şahitler de:
'İşte bunlar rablerine karşı yalan söyleyenlerdir' diyecekler. Biliniz ki,
Allah'ın laneti zâlimlerin üzerinedir".
Farklı amelleri
gerçekleştirenler, olumlu veya olumsuz anlamda Allah'a döndürüleceklerdir.
Belli ki onlara bir değerlendirme ve farklı bir muamele yapılacaktır.
Genel anlamda
bakılınca, insan bu dünyada gurbettedir. Başka bir ifade ile bu dünya ayrılık
dünyasıdır. İnsanın ölümüyle ruhu sılasına dönmekte ve âhirette de gerçek
sahibinin sılasına dönmektedir. Bu sılaya dönüş, herkes için aynı derecede
sevinç getirmeyecektir. Gurbete çıkıp zamanını iyi değerlendirip bol para
kazanan insan sılasına nasıl onurlu dönerse, bu dünyada gurbete gelen insan,
iman ve faydalı amelleriyle sılası olan Allah'ının huzuruna o şekilde mutlu
olarak dönecektir. Gurbet dünyasında iman etmeyip iyi amel üretemeyenler, iflâs
etmiş gibi sılasına dönenlerin dönüşünü andıran bir dönüşle rablerinin huzuruna
çıkacaklardır.
Ayetin bu kısmında
"gerçek mevlâ" kavramı yer almaktadır. Mevlâ kavramının kökeni,
"yakınlık" mânasına gelen velîdir. Demek ki mevlâ, yakınlığı ifade
eden "sahip" anlamına gelmektedir. Kâf sûresinin 16. âyetinde, bu dünyada
Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu, Hadîd sûresinin 4. ve Mücâdele
sûresinin 7. âyetinde de nerede olursak olalım bizimle beraber olduğunu beyan
etmektedir. Öteki dünyada da mevlâ ismi ile bize yakın olacağına işaret
etmektedir.
Burada mevlâ ismini
kullanıp başka bir ismini kullanmamasının bir hikmeti olmalıdır. Bu hikmeti
Râzî, Allah'ın kullarına merhamet edip onları affetmesini öne çıkarmasına
bağlamaktadır. Râzî'nin bu yorumuna hak vermemek mümkün değildir.
Eğitim açısından
âyetin bu kısmına bakınca, şu genellemeyi yapabiliriz: Mevlâ kelimesi ile
Allah, kullarının korkmasını önlemektedir. Mahşerde huzuruna çıkacaklara,
rableri, kahredici değil de sahip çıkan ve onlara yakınlık gösteren bir tavır
takınacaktır. Bu mâna, insanları korku psikolojisine itmekten ziyade, sevinç
psikolojisine götürmeyi amaçlamaktadır. Din âlimi ve din görevlileri, bu
kavramı ve onun mânasını iyi işleyerek halka anlatmalıdırlar. İnsanın mahşerde
mevlâsma döneceğini söylemenin insan ruhuna vereceği sevinç, âhirete imanı
kolaylaştıracak, hatta teşvik edici olacaktır.
2. "İyi
biliniz ki, bütün hüküm O'nundur. O, hesap görenlerin en hızlısıdır".
Hükmün sadece Allah'a
ait olmasını beyan etmekle bu âyet, Mâide sûresinin 57. âyetini taşımaktadır.
Aslında bu âyet Fatiha sûresinin 4. âyetinin bir açılımı durumundadır:
"Ceza gününün mâlikidir" denirken, ceza gününün yegâne hâkimidir,
anlamını ifade etmektedir.
Ceza gününün sahibi
olabilmek için, ceza alacaklarla, ödül alacaklara hükmeden olmak gerekir.
Mâide sûresinin 62. âyetindeki "Hüküm yalnız O'nundur" ilkesini
yerine getiren varlık, aynı zamanda o günün sahibi olmaktadır. Hüküm sahibi
olan, aynı zamanda değerlendirmesini en çabuk yapan olmalıdır. Onun içindir ki,
âyetin sonunda en çabuk değerlendiricinin Allah olduğu beyan edilmektedir.
Gelişmiş toplumların,
hukukî kararları en çabuk veren, davaların sürüncemede kalmasına müsaade
etmeyen, hukuktaki kararlarının kısa zamanda bitmesini temin eden toplumlar
olduğunda şüphe yoktur. Hukukun gecikmesi, halkın güvenini kırabilir. Toplumun
hafızası, yılın dörtte biri kadardır. Geciken hukukî davalar, bu hafızayı
aşarsa, adalet denen mülkün temeline karşı güvensizliği doğurabilir. Geciken
adalet, zulmediliyor fikrine götüreceğinden, tehlikelidir ve halk kendi
kendisini hukukun yerine koyarak hak almaya kalkabilir.
[51]
63. De ki: "Karanın ve denizin karanlıklarından
(tehlikelerinden) sizi kim kurtarabilir ki? (O zaman) Allah'a gizli gizli
yalvararak, eğer bizi bundan kurtarırsan andolsun şükredenlerden olacağız,
diye dua edersiniz".
64. De ki: "Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır.
Sonra siz yine O'na ortak koşarsınız".
Her iki âyette insanın psikolojik özelliklerinin analizi yapılmaktadır. Diğer taraftan da şirkle mücadele edilirken, ilâhî kudret gündeme getirilmektedir.
1.
Tehlikelere karşı ilâhî
kudret. Yüce Allah tarafından Hz. Pey-gamber'e bazı sorular sordurularak, hem
şirkle mücadelenin metodu, hem de insan psikolojinin analizi yapılmaktadır.
Bu metodun, insan psikolojisini çökerten tehlikeler anında kullanıldığına şahit oluyoruz. Sıkıntılar anında insan, bunu çözecek bir sonsuz kudret arar. Onun için şu sorunun sorulmasını istemektedir: "Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarabilir ki? " Karanın ve denizin karanlıkları, neyi ifade etmektedir? Çünkü karanın ve denizin karanlıklarından kastedilen, fizikî, yani maddî anlamdaki karanlıklar mıdır? Bu soruların cevabını çeşitli âyetlerle verebiliriz:
a) Maddî anlamda kara ve
denizin tehlikelerini ifade etmiş olabilir. Bu mânaya delil olarak şu âyetleri
verebiliriz: "O gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara
dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar" (Yûnus
10/22); "Denizde başınıza bir musibet geldiğinde..." (İsrâ 17/67);
"Karanlığın çöktüğü zaman gecenin şerrinden" (Felâk 113/3). Bu
âyetlerdeki belâları maddî anlamda aldığımız zaman, En'âm sûresinin 63.
âyetindeki karanlıkları da maddî karanlıklar, yani kara ve denizin tehlikeleri
olarak alabiliriz. O takdirde, karanın tehlikeleri seller, depremler,
kuraklıklar ve bereketsizlikler şeklinde yorumlanabilir. Denizin tehlikeleri
de, denizin kirlenmesi, denizin taşıp karaları basması, içinde barındırdığı
besin olan hayvanların yok olması anlamına alınabilir. Başka bir mâna da, kara
ve deniz savaşları olarak düşünülebilir.
Bu tehlikeler, karanlıklar halinde insanların başına çökünce, tek
kurtarıcının kim olacağı sorusunu sorarak, şirkle ciddî bir mücadele başlatmaktadır.
b) Karanın karanlıklarından
kasıt, ekonomik sıkıntılar; denizin karanlıklarından kasıt da manevî
sıkıntılar olabilir. Biz buna maddî ve manevî sıkıntıların doğurduğu
karanlıklardır, diyebiliriz. Nefsin karanlığı, cehaletin karanlığı, sahte ve
tehlikeli arzuların karanlığı, akıl güneşinin devre dışı kalması ile meydana
gelen karanlık, bu manevî karanlıkları ifade etmiş olabilir.
Buna delil olarak hangi âyeti getirebiliriz? İbrahim sûresinin 1. âyeti
buna delil olabilir:
"Rabterinin izni ile insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman
için sana bu kitabı indirdik". Bu âyetteki karanlıklardan kasıt şirkin,
cehaletin, nefsin karanlıklarıdır. Bunlardan tevhidin, bilginin, aklın
aydınlığı, yani Allah'ın yolunun aydınlığına çıkarılmak için Kur'ân
gönderilmiştir. Bu âyeti En'âm sûresinin 63. âyetine götürürsek, oradaki
karanlıkların manevî karanlıklar olduğunu söyleyebiliriz. Karanın karanlıkları
için, bereketin kaybolup ekonomik sıkıntıların baş göstermesidir, denebilir.
Yukarıda zikrettiğimiz Yûnus sûresinin 22. âyetindeki gemi olgusunu,
toplum olarak kabul edebiliriz. Bir toplum bir gemiyi andırır. Etrafındaki
sosyal patlamalar fırtınayı andırır. Düşmanları dalgalar gibi hücum edince,
çepeçevre kuşatıldıklarını zannederler. Bu dalgalar, ekonomik, kültürel ve
manevî dalgalar olabilir; Enbiyâ sûresinin 96. âyetinde olduğu gibi:
"Nihayet Yecûc ve Me-cûc (sedleri) açıldığı zaman ve onlar her tepeden
akın ettiği zaman ".
Buradaki açılma olayı, bir toplumun fertlerinin beyin gönül ve nefislerinin
düşmanlığa ve şirk kültürüne açık olması anlamına gelmektedir. Her tepeden
kasıt da, medyanın her çeşidi, yazılı ve görsel basın, siyaset ve ekonomik
tepeleridir. Yecûc ve Mecûc bu tepelerden hücum ederek bir toplumu karanlığa
boğabilir. Bu karanlıklardan, yani bu sıkıntılardan ve tehlikelerden insanı kim
koruyacaktır? Bu sorunun sağlıklı cevabı, insanları şirk batağından
kurtaracaktır.
2. Sıkıntılar tevhîd inancına
götürür. En'âm sûresinin 63. âyetinin devamı şöyledir: Ona gizli gizli yalvararak, eğer bizi bundan
kurtarırsan, andolsun şükredenler-den olacağız, diye dua edersiniz ".
Demek ki sıkıntılar, tehlikeler insanın gönlünde köklü bir değişim meydana
getirerek, tevhîd inancına yöneltmektedir. Kara ve denizin karanlıklanyla,
yani maddî ve manevî sıkıntı ve tehlikelerle karşı karşıya kalan bir müşrik, gönlündeki
şirki atıp sadece ve sadece Allah'tan yardım dileyerek kurtarılmasını
istemektedir.
Buna karşılık, yemin ederek şükredenlerden olacağına da söz vermektedir.
Buradaki şükür kavramı, "kurtuluşun değerini bilmek" anlamına
geleceği gibi, "inanmak" mânasına da gelebilir. Bu dua şeklinin A'râf
sûresinin 189. âyetindeki Âdem ile eşinin duasına bir benzerliği vardır:
"Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen, elbette şükredenlerden
olacağız, diye dua ettiler".
Yüce Allah'tan bir şey istemenin karşılığında bir şeyin yapılmasının
bilinci de bu âyette verilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki rahatlık, insanı şımartıyor
ve insanın şirke sapmasına sebep oluyor. Sıkıntı ve tehlikeler de tam tersine
tevhîde götürüp Allah'ın hatırlanmasına sebep oluyor. Bir toplumun hayatında
yer alan, bolluk ve darlık, rahatlık ve sıkıntı gibi iniş çıkışların
arkasındaki piskolojik olgu, bu şekilde anlatılmaktadır. Sosyal olgular, sonuç;
psikolojik oluşumlar da sebep olmaktadır. Bu sebepler aynı zamanda insan
gönlündeki tevhîd ağacının yeşermesine de neden olmaktadır.
3. Sıkıntı gidince şirke dönüş
başlar. En'âm sûresinin 64. âyetinde "Kara ve denizin karanlıklarından ve
bütün sıkantılardan sizi Allah kurtarır ve sonra siz şirk koşarsınız " ifadesi
yer almaktadır.
Tehlikeleri ve sıkıntıları Allah giderince, kötü mânada bir değişim
meydana gelmekte ve insanlar tekrar şirke dönmektedirler. Bunun adına ise
nankörlük denmektedir. Yüce Allah bu nankörlüğü çeşitli âyetlerde
anlatmaktadır: "Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, Allah 'tan başka
bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. Allah sizi kurtarıp karaya çıkardığında,
(yine eski halinize) dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür" (İsrâ 1767).
Demek ki şirkin altında yatan psikolojik durumun adına nankörlük denmektedir.
Nankörlük psikolojisi, şirke sebep olmaktadır. Tevhîd inancını tehlike ve
sıkıntıya bağlayan insanlar, bunların kalkmasıyla tekrar şirke dönmektedirler.
İnsana bir zarar geldiği zaman yatarken ve ayakta iken bize yalvarır,
fakat biz ondan sıkıntısını giderince, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan
dolayı bize yalvarmamış gibi geçip gider" (Yûnus 10/12). Bu ve buna benzer
âyetler, insanın nankör olduğunu ve bu psikolojinin giderek nimetin değerini
bilmemeye yol açtığını ve oradan şirke götüren bir yol izlediğini görüyoruz.
Nankörlük, insanın içinde akan psikolojik bir ırmak gibidir. Bu ırmak şirkin
türbinlerini çevirerek, gönlü, dönen çarkların arasında darmadağın etmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki, Allah insanı insana tanıtmakta, ince bir
psikolojik analiz yapmaktadır. İnsanın dönekliğini, nankörlüğünü, iyiden yana
istikrarsızlığını ve kaypaklığını gözler önüne sererken, bizzat Allah'ına
karşı böyle davrandığına dikkat çekmektedir. Yüce Allah bunu anlatırken, diğer
taraftan da tevhîd eğitimi yapmakta, şirki önlemenin metotlarını
uygulamaktadır. Tevhîd eğitiminin karşısına çıkan dev bir nankörlük psikolojisi
ile boğuşmanın zorluğunu da göstermektedir.[52]
65. De ki: "Allah'ın size üstünüzden veya ayaklarınızın altından
bir azap göndermeye, ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını
tattırmaya gücü yeter". Bak, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl
açıklıyoruz!
Tehlike ve sıkıntı anında Allah'a yönelip O'nu birleyerek yalvarmak,
iyiden yana olan bir değişimi ifade etmektedir. Tehlike ve sıkıntılar geçince,
tekrar şirke dönme gibi olumsuz mânada değişim ise, ilâhî takdiri rahatsız
etmekte olduğunu bu âyetiyle Allah açıklamaktadır. Tevhîd inancında duramama
ve oradaki istikrarsızlık, tabiat olaylarının ceza haline gelmesine sebep
olmaktadır. Demek ki gönüldeki olumsuz oluşumlar, olumsuz neticeler veren
tabiat olaylarına sebep olmaktadır. Görülüyor ki insan gönlü veya nefsi,
kâinatı sarsacak kadar güçlü oluşumlara sahiptir.
Yüce Allah bu durumu Mü'minûn sûresinin 71. âyetinde şöyle an-latmaktadır: "Eğer hak, onların kötü arzu ve
isteklerine uysaydı, mutlaka gökler, yer ve bunlarda bulunanlar bozulur
giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik, fakat onlar kendi
şereflerine sırt çevirdiler". Görüldüğü gibi insanın nefsi, hakîkatin
önüne geçince, kâinatın sarsılacağı, düzeninin bozulacağı net bir şekilde
anlatılmaktadır.
Bu âyeti En'âm sûresinin 63-64. âyetine götürürsek, nefsin gönle
diktesi olan şirk, tevhîdin önüne geçince, toplumların hayatı alt üst olacaktır.
Bu bozuşma veya cezalandırma nasıl gerçekleşecektir?
1. De ki: Allah'ın sizin
üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeye gücü yeter".
Bunun anlamı, gökten ve yerden azap göndermektir. Aslında Allah geçmiş
toplumlara uyguladığı cezaların benzerini, Hz. Peygamber dönemindeki müşriklere
uygulayabileceğine dikkat çekmektedir. Gökten gönderilen azapları şu âyetlerde
buluyoruz:
a) "Nihayet emrimiz gelip
de sular coşup yükselmeye başlayınca..." (Hûd 11/40). Hz. Nûh ile alay
edip şirk koşmalarına devam edenlere, Allah, ceza vermek üzere suları hem
gökten yağdırdı, hem de yerden fışkırttı. Onların ilâhî emirlere karşı olumsuz
tutumları ve şirklerine devam etmeleri, normalin dışında yağmurun yağmasına
sebep olmuş ve o şekilde cezalandırılmışlardır.
b)
"Emrimiz gelince,
onların altını üstüne getirdik ve üzerlerine pişirilip istif edilmiş taşlar
yağdırdık. O taşlar, rab-bin katında işaretlenerek (yağdırılmıştır). Onlar
zâlimlerden uzak değildir" (Hûd 11/82-83). Nefsin isteklerinin peşine
düşerek, cinsellik açısından normal tabiat kanununu çiğneyince, Allah onlara
gökten taş yağdırarak cezalandırmıştır.
c)
"Emrimiz gelince,
Şuayb'ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık.
Zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke
kaldılar" (Hûd 11/94). Med-yen halkını da üstlerinden gelen ya da
gönderdiği azapla, yani gürültü ile cezalandırdı.
d)
"Bundan dolayı biz de
onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk
bir rüzgar gönderdik" (Fussılet 41/16). Yüce Allah Âd kavmini de
üstlerinden gelen bir azapla cezalandırdı. Bu azapta, soğuk rüzgâr
kullanılmıştır.
e)
"Semûd'a gelince,
onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler.
Böylece yapmakta oldukları kötülükler yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı
onları çarptı" (Fussılet 41/17). Semûd kavmine de üzerlerine yıldırım
göndererek cezalandırdı.
f) "Onların üstüne ebabil
kuşlarını gönderdi. O kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış
taşlar atıyordu" (Fîl 105/3-4). Bütün bu âyetler, Allah'ın tabiat
olaylarını kullanarak, sapıtmış toplumları cezalandırma şekillerini
anlatmaktadır. En'âm sûresinin 65. âyetinde kastedilen, üzerlerinden bir azap
gönderileceği tarzındaki ifadenin bir azap olacağı ilkesi şeklinde yorumlamamız
mümkündür. Diğer taraftan "ayaklarının altından" gönderileceği bir
azapla cezalandıracağı ifadesine dair geçmişten getireceğimiz deliller da
şunlar olabilir:
a) "Nihayet biz, onu da
sarayını da yerin dibine geçirdik" (Kasas 28/81). Azgınlık eden, şımaran,
şirk koşan ve halkı sömüren Karun'un cezalandırılması, ayaklarının altından
olmuştur.
b)
"Biz de âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan
gafil fcalmaları sebebiyle kendilerinden intikam aldık ve onları denizde
boğduk" (A'râf 7/136). Bu da bir çeşit ayaklarının altından verilen ceza
çeşididir. Deprem, fırtına, rüzgâr, sel gibi tabiat olaylarıyla Allah insanları
cezalandırmaya gücü yeteceğini bu âyetiyle göstermektedir. Yüce Allah bu
şekildeki cezalan, insanların eylemlerinin türüne göre düzenlemektedir.
2. "Ya da birbirinize
düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter". Âyetin bu
kısmında geçen kavramların mânalarını açıklayarak yorumunu yapmayı uygun
buluyoruz. Âyetin bu kısmında geçen yelbisü kelimesinin mânası, Âl-i İmrân
sûresinin 71. âyetinde açıklandı. Kur'ân âyetlerinde geçen mânaları, şüphe
etmek (En'âm 6/9); bozmak (En'âm 6/137); karartmak (En'âm 6/82); ayırmaktır
(En'âm 6/65). Diğer mânaları için Âl-i İmrân sûresinin 71. âyetine bakılabilir.
En'âm sûresinin 65. âyetinde, "ayırmak", "birbirine
düşürmek" mânasına gelmektedir.
Âyetin bu kısmındaki diğer bir kavram da şiya"dır. Râzî, "bir
şey üzerinde birleşen, ittifak eden" gruba şî'a dendiğini nakletmektedir.
Siya' veya eşya', şî'anın çoğulu olmaktadır. "Birbirini izleyen, birbirine
tâbi olan" anlamına gelen şey'u kelimesi, bu kavramın kökü olmaktadır.
ev yelbiseküm şiye'an "ya da sizi gruplara ayırır" mânası
verileceği gibi, "Birbirine muhalif topluluklar haline getirir",
"Sizi birbirinize karıştırır" anlamı da verilebilir. Libâs kelimesi,
"elbise" anlamına gediğine göre, "Size ayrılık elbisesini
giydirir" mânası da verilebilir. "İşlerinizi karmakarışık hale
getirir" anlamı da verilebilir.
Yukarılarından ve ayaklarının altından azap vererek cezalandırırken,
tabiat olaylarını kullanırken, bu ceza şeklinde toplumsal olayları kullanacağına
işaret etmektedir. Toplumu gruplara ayırarak tefrikaya düşürmek, bu yolla
işlerini içinden çıkılmaz hale getirmek de bir ceza şekli olmaktadır. Bu ceza
şekli, şirk koşmaya uygun düşmektedir. Şirk koşarak beyinle gönlü birbirinden
ayıranları, tevhîd inancını parçalayanları, Allah da parçalara ayırmaktadır. Bu
parçalara ayırma, olumsuz mânada toplumu çürütmekte, grupları birbirine
düşürmekte, tefrika denen cehennem çukuruna çevirmektedir.
"Kiminizin kiminize hıncını tattırmaya gücü yeter"
ifadesinden anlıyoruz ki, tefrika, toplumda bölünmelere yol açar. Gruplar
birbirlerine kıskınçlık, kin ve düşmanlık duygularıyla muamele yapmaya başlar.
Toplum iç savaşa sürüklenir. Fikrî tartışmalar, fikrî kavgaya, oradan
düşmanlığa, oradan da çatışmaya varır. Böylece insanlar, yani gruplar birbirini
cezalandırmaya başlar ki, cezaların en büyüğünü tatmış olurlar. Aynı bayrağın
altında yaşayan, aynı toprakları vatan edinen, aynı kaderi paylaşan ve aynı
kültürün içinde büyüyen bu insanlar, birbirinin kanını akıtır hale gelebilir.
Bunun anlamı şudur: Şirk koşarak tevhîd inancının kanını akıtan bu
insanlara, ceza olsun diye kendi kendilerinin kanını akıtma eylemi lâyık
görülür. Nefsin isteğine göre hareket edip gönle ve akla şirkin zehirini
tattıran insanlara, kendi adamlarının düşmanlık zehirini tattıracağını söyleyen
Allah, sosyal cezalandırma metodunu uyguladığına dikkat çekmektedir.
3. "Bak, anlasınlar diye
âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!" Buradaki âyetler, mesajlar anlamındadır.
Her yönüyle Allah mesajlarını açıklamaktadır. Üç türlü ceza şeklinden
bahsetmesi, tabiat olaylarını veya toplumdaki grupları birbiriyle
çarpıştırarak ceza için kullanması, insana şok etkisi yapmalıdır. Bu anlatış
tarzının amacı, insanların anlamasını temin etmektir. Anlayan insanlar,
yaptıkları yanlış eylemden cayacaklardır.
Netice olarak diyebiliriz ki, Kur'ân gibi bir kitapta azaptan
bahse-dilmesinin amacı, insanların anlama kabiliyetlerini harekete geçirmek ve
bu anlayış vasıtasıyla bilinçli olarak şirkten, isyandan, taşkınlıktan vazgeçmeleridir.
Sosyal olayları ve tabiat olaylarını bu derin anlayışla yorumlama yeteneğini
onlara kazandırmaktır. Tarihî olgulardan hareketle, yaşanan hayata ışık tutma
kabiliyetini elde etmelerini temin etmektir.
[53]
66. Kur'ân hak olduğu halde kavmin onu yalanladı. De ki: "Ben size
vekîl değilim".
Âyetin analizini yapınca iki önemli konu ortaya çıkmaktadır:
1.
Hakka tepki göstermek.
Âyetin birinci bölümünde, Kur'ân'ın hak olduğu ve onun yalanlandığı meselesi
ele alınmaktadır. Kur'ân'ın hak olmasının anlamı, Allah tarafından
gönderildiği; Hz. Peygamber tarafından yazılmadığıdır. Hak olan kitabın
yalanlanması çok ciddî, ciddî olduğu kadar da kötü bir tepkidir.
Bunun ne kadar kötü olduğunu şöyle açıklayabiliriz: Bir devletin kendi
elçisiyle diğer devlete gönderdiği mesajını, o devletin yalanlaması ne kadar
iğrenç bir durum ise, Yüce Allah'ın gönderdiği mesajı yalanlamak da ondan daha
kötü bir davranıştır.
"Kur'ân hak olduğu halde kavmin onu yalanladı ". Âyette hak olan şeyin ne olduğu belirlenmemiş, onu sadece bir za-mîr ile * bihî şeklinde ifade edilmiştir. Bazıları bu zamîrin Hz. Pey-gamber'e, bazıları da üstteki âyette geçen azaba, diğerleri de Kur'ân'a gittiğini söylemişlerdir. Bize göre oradaki zamîr, Kur'ân'a gitmektedir. Nitekim Kur'ân olmaz ise, diğerlerinin olması mümkün değildir.
"Hz. Peygamber'in toplumu" dendiğine göre, senin toplumun
seni yalanlıyor demeliydi. Senin toplumun onu yalanlıyor dediği için, Hz.
Peygamber'in dışında bir şeyi yalanlamakta oldukları ortaya çıkmaktadır. Âyetin
bu kısmındaki yalanlama eylemi, Arap toplumunun Kur'ân'a gösterdiği tepkiyi
ifade etmektedir. Hz. Peygamber'e gönderilen Kur'ân'ı yalanladıklarına göre,
din bilginlerinin yapacakları öğretim faaliyetine olumsuz tepki göstermeleri
her zaman için mümkündür.
2. Onların tepkilerine cevap.
Yüce Allah, Hz. Peygamber'in onların yalanlamalarına karşı zor duruma düştüğünü
görünce, onun onlara nasıl bir cevap vereceğini bizzat kendisi bildirmektedir:
"De ki: Ben size vekil değilim". Bunun anlamı, "Ben sizin
davranışlarınızdan sorumlu değilim"dir. Çünkü vekîl kelimesi, "bekçi,
muhafız, koruyucu" mânalarına gelmektedir. Bu kelimenin eş anlamlısı, Şûra
sûresinin 48. âyetindedir: "Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni
onların üzerine bekçi göndermedik". Bu âyette geçen "hafız" kelimesi
ile, yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 66. âyetin-deki vekîl
kelimesi, hemen hemen aynı anlama gelmektedirler.
Âyetin bu kısmından şu genellemeye varıyoruz: Peygamberler Allah'ın
mesajını tebliğ etmekle yükümlüdürler, insanların yaptıklarıyla sorumlu
değillerdir. Bu durum bütün peygamberler için söz konusudur.
Şuayb peygamber örneğini verebiliriz: "Eğer inanıyorsanız,
Allah'ın (helâlinden) bıraktığı (kâr) sizin için daha iyidir. Ben üzerinize bir
bekçi değilim" (Hûd 11/86). Peygamberler halkın din adına yaptıklarından
sorumlu olmadıklarına göre, din bilginleri de kendilerini öyle bilmelidirler.
Dini öğretmekle yükümlüdürler, ama halkın dine karşı takınacakları tavırdan
sorumlu olmadıklarını bilmelidirler. İster inkâr ederler, ister kabul ederler,
bu onların sorumluluğundadır. Burada önemli olan şey, din âlimlerinin dini
doğru anlatmalarıdır. Yükümlü oldukları görev budur. Dini öğretirken, ilâhî
mesajı yalın halde anlatmaları, öğretmeleri ve duyurmaları onların
sorumluluğundadır. Halkın ne yapacağından sorumlu değillerdir. Böylece Allah,
peygamberine, onun vasıtasıyla da din bilginlerine, din eğitimi metotlarından
birini Öğretmiştir.
[54]
67. Her haber belli bir süreç içinde gerçekleşir. Ve siz zaman içinde
anlayacaksınız.
Âyetin açıklamasına geçmeden önce müstakar kelimesinin açıklamasını
yapmak gerekiyor. Bu kelimenin kökü, karredir. "Yerleşmek, oturmak, tesis
etmek, tayin etmek; yerleşik, sabit durmak, kalmak" mânalarına gelen bu
kelimenin türevleri çoktur. Bunlardan biri de âyette geçen müstekar kalıbıdır.
"Bir yerde kalmak, ikamet etmek, dinlenme yeri" anlamını ifade
etmektedir. Mekân ismi olduğu kadar, zaman ismi de olabilir.
"Haberle" bağlantılı olarak mânalandırdığımız zaman, her
haberin gerçekleşeceği bir yer ve zaman vardır. Biz buna her haberin belli bir
süreç içinde gerçekleşeceği mânasını verebiliriz. İstikrar mânasına alındığında,
Râzî buna şu mânayı vermektedir: Allah'ın verdiği her sözün istikrarı vardır,
yani kesindir; o söz mutlaka gerçekleşecektir. Âyette geçen haber kelimesi neyi
ifade etmektedir? Buna iki şekilde yorum getirebiliriz:
a) "Sonra insanlar gerçek
sahipleri olan Allah'a döndürülürler" (En'âm 6/62). İnsanların öldükten
sonra dirilip Allah'ın huzuruna amellerinin değerlendirilmesi için
çıkacaklarının haberi kastedilmiş olabilir. Bu haber, vakti gelince
gerçekleşecektir ve insanlar bu hakîkati o zaman anlayacaklardır.
b)
"De ki: 'Yalnız O dur
sizi tepenizden ve ayaklarınızın altından bir azap gönderme ya da birbirinize
düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırma kudretinde olan..." (En'âm
6/65). Müşrik iken sıkıntı ve tehlike anında tevhîd inancını benimseyen,
sıkıntı ve tehklikenin geçmesiyle tekrar şirke dönen ve Kur'ân'ı yalanlayan
insanlara Allah'ın yukarıdaki cezayı vereceği haberi anlamına da gelebilir.
Yüce Allah'ın belli davranışları sergileyenleri o şekilde cezalandıracağı
haberinin gerçekleşeceği bir zaman ve mekânı vardır. O zaman ve mekân
geldiğinde, insanlar onu anlayacaklardır. Ama biz âyetteki "her
haber" kavramını, Allah'tan gelen her haber olarak manalandırmamız
gerekiyor.
c) "Kur'ân hak olduğu
halde, kavmin onu yalanladı" (En'âm 6/66). Buradaki haberin Kur'ân
olduğunu söyleyebiliriz. 67. âyette geçen haberin Kur'ân olduğunu nasıl
ispatlarız? Bu sorunun cevabı Mürselât sûresinin 50. âyetindedir. "Peki
bundan sonra, başka hangi habere (Kur'ân'dan başka) inanacaklardır".
En'âm sûresinin 67. âyetinde nebe, Mürselât sûresinin 50. âyetinde hadîs
kavramı olarak yer almaktadır.
Onlar Kur'ân'ı yalanladılar, ama O Kur'ân âyetlerinin bir süreç içerisinde
gerçekleşeceğini, gönüllerde yer bulacağını ileride anlayacaklardır.
Unutulmamalıdır ki, ilk iki maddede bahsedilen mahşer ve cezayı da Kur'ân
haber vermektedir.
[55]
68. Ayetlerimiz hakkında ileri-geri konuşanları gördüğünde, onlar
başka bir söze dalıncaya kadar onlardan uzak dur! Eğer şeytan sana unutturursa,
hatırladıktan sonra artık o zâlimler topluluğu ile oturma!
Bu âyet analiz edilirken çıkarılacak önemli ilkeler vardır:
1.
Allah'ın âyetleri hakkında
ileri-geri konuşanları susturamıyorsan, en azından orada oturmaman gerekiyor.
Hz. Peygamber'e hitap edilirken, bütün müslümanlar hedef alınmaktadır. Böylece
şartlara göre davranma seçeneğini insana tanımaktadır. Allah'ın âyetlerine
hakaret eden ve onları alaya alan insanları susturmak en iyisidir, ama bu
yapılamıyorsa, orasını terketmenin en doğru davranış olacağını âyet vurgulamaktadır.
Çünkü Hz. Peygamber orada bulunmasaydı, Allah'ın âyetlerine hakaret
edilmeyecekti.
Önemli olan Allah'ın âyetlerine hakaret ettirmemektir. Susturulamı-yorsa, o gücü insan kendinde bulamıyorsa, oradan ayrılmak gerekir. Müslüman kendi dinine, Allah'ın âyetlerine hakaret ettirecek davranışlardan sakınmalıdır. Müsait olmayan ortam ve topluluklarda, Allah'ın âyetleri gündeme getirilerek, hakarete mâruz bırakılmamalıdır. Bu husus Nisa sûresinin 140. âyetinde açıklanmıştı. Nisa sûresinin 140. âyeti Medine'de, En'âm sûresinin 68. âyeti ise Mekke'de inmiştir. Böylece Nisa sûresinin 140. âyeti, En'âm sûresinin 68. âyetinin tefsîri durumundadır. Bazı müfessirlerin söylediği gibi, aralarında nâsih mensûh diye bir ilişki yoktur, yani Nisa sûresinin 140., En'âm sûresinin 68. âyetini ortadan kaldırmamıştır. Aksine Nisa sûresinin 140. âyeti, En'âm sûresinin 68. âyetinin bir devamı ve pekiştirici bir unsurudur: "Allah 'in âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayınız" (Nisa 4/140).
2. Tamamen terketmemelidir.
Allah'ın âyetleri hakkında ileri geri konuşanların yanından kalkıp gidilecek,
ama onlardan tamamen ayrı durulacak anlamına alınmamalıdır: "Onlar başka bir
söze dalıncaya kadar" dendiğine göre, konu değişince yine onlara
katılınacağı ilkesi anlaşılmaktadır. İnkâr, alay ve ileri-geri konuşulmaya
başlanınca terkedilecek, konu değişince yine onlarla beraber oturulabilecektir.
Demek ki bu tip adamlar tamamen terkedilmeyecektir.
3. Şeytan bu ilâhî emri
unutturabilir. "Eğer şeytan sana unutturursa " ifadesiyle, Allah,
peygamber bile olsa, şeytanın ona müdahale edip unutturma ihtimalinin olduğuna
dikkat çekmektedir. Bu unutma hâdisesi olmamıştır, ama olma ihtimali vardı.
Burada âyet bütün müminleri kapsamına aldığına göre, emri ve bu ihtimali genel
olarak düşünmekte ve yorumlamakta yarar vardır. Meselâ Hz. Âdem örneğinde
unutma hâdisesine rastlıyoruz: "Andolsun biz, daha önce de Adem'e ahid
vermiştik. Ne var ki o unuttu; onda azim de bulmadık" (Tahâ20/U5).
Hz. Âdem'in unuttuğu ilâhî ahid, Allah'ın emir ve vahyi idi. Bu
âyetteki unutma eyleminin faili, Hz. Âdem'dir, ama ona bunu unutturan şeytan
olmuştur. Netice olarak diyebiliriz ki, bütün insanlar şeytanın unutturma
şeklindeki etkisinin tesirine açıktırlar. Ama İbn Mâce'nin talâk bahsinde
rivayet ettiği hadîse göre, hatâ, unutma ve zor karşısında yapılan bir
davranıştan dolayı affolunacaklardır.
4. Hatırlayınca ne yapılacak?
Yüce Allah âyetin sonunda şu ifadeye yer vermektedir: "Hatırladıktan sonra
artık o zâlimler topluluğu ile oturma!" Âyetin bu kısmından şu çıkarımları
yapabiliriz:
a) Allah'ın âyetlerine
karşılık ileri geri konuşmak, Nisa sûresinin 140. âyetinde olduğu gibi inkâr
etmek, alaya almak zulümdür. Böylece zulüm kelimesine Allah, yeni bir tanım
getirmektedir. Çünkü Allah'ın âyetlerine yakışan davranışı yerli yerinde
göstermemek, onların hakkına tecavüz olmaktadır. Bir şeyi yerli yerine koymamak
zulüm olduğuna göre, bu davranışlar da zulüm olarak nitelendirilmektedir.
b) Allah'ın bu konudaki emrini
hatırlayınca derhal orayı terketmek gerekiyor. Terketmezsek ne olur? Bu sorunun
cevabını Nisa sûresinin 140. âyeti vermektedir. "Yoksa siz de onlar gibi
olursunuz" Allah'ın âyetlerini yalanlayan, inkâr eden, alaya alan ve onlar
hakkında ileri-geri konuşan insanlarla beraber oturulmaması gerektiği
konusundaki ilâhî emri bildiği ve hatırladığı halde onlarla oturmak, onlardan
olmak anlamına geldiğini Allah söylemektedir. Bunun sonucu da, onlarla cehennemde
bir araya gelmektir (Nisa 4/140). Onun içindir ki, müslümanlar çok kaypak, çok
değişken, çok ağır tenkitlerle dolu olan siyaset alanına âyetleri
sokmamalıdırlar. O takdirde Allah'ın âyetlerine karşı ileri-geri konuşulacak,
alaya alınacaklardır. Bir müslüman buna fırsat vermemelidir.
Âyetin bütünü dikkate alındığında görüyoruz ki, Allah âyetlerine
hakaret edilmesine razı olmamakta ve bunun sorumluluğunu müslümana
yüklemektedir. Bu konuda müslüman nerede, nasıl davranacağının bilincini
kazanmalıdır. Zaten âyet bu bilinci vermektedir. Din âlimi ve görevlileri için
çok ince, nazik ve önemli bir metodu işleyen bu âyet, kutsala hakaret etmenin,
alaya almanın erdemsizliğini vurgulamaktadır.
Başkasının inandığı kutsal kitabın âyetleriyle alay etmek, onları yalanlamak,
onlar hakkında ileri-geri konuşmak bir zulümdür. İnanca saygı duymak, erdemli
insan olmanın ve adaletin şartlarından biri ve en önemlisidir.
[56]
69. Takva sahiplerine, inanmayanların hesabından herhangi bir
sorumluluk yoktur. Fakat korunurlar, diye hatırlatmak gerekir.
Bu âyet, 68. âyetin bir devamı mahiyetindedir. Bu devamlılığı şu
şekilde açıklayabiliriz:
1.
Dini tebliğ ederken,
kâfirlerin dinle alay etmelerine katlanmaktan dolayı takva sahibi insanlara bir
vebal olmayacağı anlatılmaktadır, "Takva sahiplerine inanmayanların hesabından
herhangi bir sorumluluk yoktur". Hesabından kasıt günâhlarıdır. Büyük
günâhlardan sakınan, dinin emirlerini yerine getiren, Allah'a karşı
sorumluluğunun bilincinde olan takva sahibi insanların üzerine, dine hakaret
eden, ileri-geri konuşan, alaya alan kâfirlerin günâhından hiçbir yük
yüklenmez.
2.
Takva sahibi insanlara düşen
görev, onlara öğüt vermektir. Din ile alay edenlerle beraber oturmanın tek
mazereti, onlara öğüt verme niyetidir. Ama bu noktada şu soruyu sormak
gerekiyor: Din ile alay edecek kadar inkârında ileri giden insana öğüt vermenin
faydası olur mu? Bunun cevabını âyetin son kısmı ve A'râf sûresinin 164.
âyetiyle vermek mümkündür.
Yüce Allah "Fakat öğüt düşer" derken, takva sahiplerinin inkarcılara öğüt vermelerinin zorunluluğunu gündeme getirmektedir. Bu öğüt görevinin amacı, bir ihtimali takip etmektir. Bu ihtimâlde din ile alay eden inkarcıların sakınmalarıdır. Onun içindir ki, âyetin sonunda, "Umulur ki korunurlar" ifadesine yer verilmektedir. "Umulur ki korunurlar"ın buradaki yeri, öğüt tarzında verilen din eğitiminin amacı olmaktadır.
"İçlerinden bir grup: 'Allah'ın helak edeceği yahut şiddetli bir
şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?' dedi. (Öğüt verenler)
Dediler ki: 'Rabbimize mazeret beyan edelim diye, bir de sakınırlar
ümidiyle" (A'râf 7/164). Bu âyetin sonunda da, "sakınırlar
ümidi" denen amaç yer almaktadır. Bu iki âyetin sonundaki amaçlar, bize şu
ilkeyi hatırlatmaktadır: Dinin en azılı düşmanı veya hak olan Kur'ân'ın
düşmanı, öğütten etkilenebilir. Peygamberler bu ümit ışığının peşinde
koştuklarından, din bilginleri de bu ümidi kovalamalıdırlar. Öğüt vermeden, o
insanın dönüp dönemeyeceğini, sakınıp sakınamayacağını nereden anlayabiliriz?
Hz. Mûsâ ile Hz. Harun'u, kendini tanrı yerine koyan Firavun'a
gönderirken, öğüt alma ve saygı duyma ümidi besleniyordu (Tâhâ 20/43-44). Demek
ki denenmeden bir insanın irâdesinin ne şekilde tezahür edeceğini bilemeyiz.
[57]
70. Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının
aldattığı kimseleri bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felâkete dûçâr
olmaması için Kur'ân ile öğüt ver! O nefis için Allah'tan başka ne dost vardır,
ne de şefaatçi. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul
edilmez. Onlar kazandıkları (günâhlar) yüzünden helâka sürüklenmişlerdir. İnkâr
ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici
bir azap vardır.
Pek çok konuyu ihtiva eden bu âyet, önceki iki âyetin bir açılımı durumundadır,
dini yalanlayan, onunla alay eden kimselerin durumunu daha geniş bir bakış
açısıyla incelemektedir. Şimdi âyetin analizine geçebiliriz:
1.
"Dinlerini bir oyuncak
ve bir eğlence edinenleri bırak!" Âyetin başında yer alan j'i zer emri,
"bırak" anlamının yanı sıra, "Yüz çevir, aldırış etme!"
mânasına da gelmektedir. Aynı emir Hicr sûresinin 3. âyetinde de geçmektedir.
"Onları bırak! Yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyala-yadursun. Yakında
bilecekler".
Bu emirden sonra, "dinlerini oyuncak ve eğlence edinenler"
ifadesi yer almaktadır. Âyetin bu kısmındaki din ile oyuncak ve eğlence kavramları
arasındaki ilişkiye iki türlü mana verilmektedir.
a) "Dinlerini oyun ve
eğlence edinenler!" Demek ki bir grup insanın dini var, yani bir dini
kabul ediyor, ama onu oyun ve eğlence ediniyor. Bu ne anlama gelmektedir? Bu
mânayı verince, kâfirler kastedilmiş olmamaktadır. Çünkü kâfirin dini yoktur.
Ama âyette "dinlerini" ifadesine yer verilmektedir. Demek ki bir dine
inanan insanlar konu edinilmektedir.
Dini olan bir insan, yani bir dini kabul eden insan, onunla nasıl alay
eder, onu oyun ve eğlence edinir? Dinin emirlerini, hükümlerini ve açıkladığı
konuları kendi arzu ve görüşüne göre yorumlar, onları bir tarafa atarak fetva verirse,
dinini oyun ve eğlence edinmiş olur. Dinî konularda ihtiyatlı davranmayan,
taklide dayalı açıklamalarda bulunan, Allah'ın haram dediğini helâl, helâl
dediğini haram diyen insanlar, dinlerini oyun ve eğlenceye almış olmaktadırlar.
Dinin sınırlarını zorlayarak, insanların ictihadlarını dindenmiş gibi
gösteren ve böylece dini beşerîleştiren insanlar, dinde bölücülük yapma
hatâsına düşmüş ve dinî konuları tartışma, münakaşa, kavga ve düşmanlık alanı
haline getirmiş olacaklardır. Derin tartışmanın olduğu yerde, taraflardan biri
diğeri ile alay edecek, onun fikrini oyuncak edinecektir, o zaman din, oyun ve
eğlence haline gelecektir.
Bir dine inandığını ve o dinin görevlisi olduğunu söyleyen biri, dinin
hükümlerini tam anlamıyla bilmeden fetva vermeye kalkışırsa veya halk olarak
ötede beride dinî konuları tartışırsa, dini oyun ve eğlence edinmiş olacaktır.
İnanan insan, inandığını ciddiye alır, ona saygı duyar ve bilmediği halde
gelişigüzel onun hakkında konuşmaz ve fetva vermez. Böyle gelişigüzel, oyun ve
eğlence edinircesine fetva verenleri, Allah, zâlim olarak ilân etmektedir
(En'âm 6/93; Nahl 16/116). Allah'a iftira eden insan, zâlimdir; çünkü dinini
oyun ve eğlenceye almıştır.
b) "Oyun ve eğlenceyi din
edinenler". Âyetin birinci bölümünü bu şekilde mânaladıranlar da vardır.
Bu mânayı verenlerin arasında Râzî, Semerkandî ve Muhammed Esed vardır. Râzî,
esas mâna olarak "dinlerini oyun ve eğlence edinenleri" aldığı halde,
Semerkandî Te'vtlât-ı Kâşâniyye'sinde ve Muhammed Esed Kur'ân Mesajı-'nda ana
mâna olarak almışlardır.
Zemahşerî, bu âyetin tefsirinde bu mânayı bir alternatif açıklama
olarak vermektedir. Bu anlama delil olarak hangi âyeti verebiliriz? Câsiye
sûresinin 23. âyeti şöyledir: "Hevâ ve hevesini tanrı edineni gördün
mü?" Nefsinin arzularını tanrı edinen insan, oyun ve eğlenceyi de din
edinmiş olacaktır. İbadetini sistemli olarak yapan insanlar olduğu gibi,
ibâdetlerini eğlence edinenler, eğlencelerini, oyunlarını din-leştirmiş
olacaklardır. Zaten nefsin arzuları, insanı oyun ve eğlenceye, geçici zevklere
sürükleyecektir.
Zevk ve eğlenceyi hayatlarının ana gayesi haline getirmek, onu
din-leştirmek anlamına gelir. Bu tip insanlar, geçici zevk ve eğlencenin peşine
koşmayı tutku haline getirir, böylece onları dinleştirirler. Tutku halinde bir şeyi
takip etmek, kendini ona adamak demektir. Kendini adadığı şeyin uğruna hayatını
feda edecek demektir. Bunun anlamı da onu tanrılaştırmaktır.
Bu tip insanlar için ruhî ve manevî değerlerin hiçbir anlamı yoktur.
Bir şey zevk veriyorsa, o ahlâkî demektir. Ahlâkın ölçüsü zevk, eğlence ve
oyundur. Bunların dışında aranacak olan evrensel değerlerin bir mânası yoktur.
Zemahşerî, Râzî, Semerkandî ve Muhammed Esed'in bu mânasına, yukarıdaki açıdan
bakınca, hak vermemek elde değildir. Ama biz, her iki mânayı kabullendiğimizi
söylemeliyiz. Çünkü dinlerini oyun ve eğlence edinenler olduğu gibi, oyun ve
eğlence denen, geçici sahte zevklerini din haline getirenler de olacaktır.
Âyetin kurgusal yapısından bu insanlara göndermenin olabileceğini
söyleyebiliriz. Dinini oyun ve eğlence edinenle, oyun ve eğlencesini
dinleştiren, hemen hemen aynı hatâyı işlemektedirler. Allah bu insanları
anlatırken, olumsuz bir değerlendirme içinde olduğunu akıldan çıkarmamak
gerekiyor.
2. "Dünya hayatının aldattığı
kimseleri bırak!" Âyetin bu kısmında garre fiili yer almaktadır. Bu
kelimenin çeşitli kalıpları, farklı mânalara gelmektedir, ama esas anlamı
"aldatmak"tır. garre yegurru
kalıbından alınınca, bir insanı bâtıl ve sahte şeylere tamah ettirerek aldatmak
anlamına gelmektedir: "Ey insanlar! Allah'ın vaadi gerçektir, sakın dünya
hayatı sizi aldatmasın!" (Fâtır 35/5). Bu âyetle En'âm sûresinin 70. âyeti
bir araya getirilirse, dünya hayatının aldatıcı olduğuna işaret etmekte
oldukları görülür. "Ve aldatıcı şeytan, Allah ile sizi aldatmasın!"
(Fâtır 35/5). Demek ki sadece dünya hayatı değil, aynı zamanda da aldatıcı
şeytan da insanı kandırmaktadır. Aynı fiil, aynı kalıpta "su" ile
kullanılınca, "suyu dökmek" anlamına gelmektedir. Suyu dökmek ile
aldatmak arasında yakın bir ilişki olduğundan, aynı fiille ifade edilmektedir.
Aldatan insan, gerçeği kabından boşaltmaktadır. Dünya hayatı insanı aldatınca,
bütün ümit, inançlarını onun gönlünden boşaltmaktadır.
Bu fiili "kuş" yapınca, yavrusunu yedirmek anlamını ifade
etmektedir. Aldatıcı dünya hayatının karşısında, hiçbir iş yapmaya gücü olmayan
kuş yavrusu gibi, bazı insanların beyni ve gönlü sahte fikir, inanç ve
ümitlerle doldurulmaktadır.
Bu kelime garrare kalıbından alınınca, "tehlikeye atmak",
yani insanın kendisini tehlikeye atması anlamını kazanmaktadır. Aldanma veya
aldatma ile tehlikeye atma mânaları arasında bir benzerlik vardır. Dünya
hayatının, sahte emellerin, şeytanın aldattığı insanlar, aslında Allah katında
kendilerini tehlikeye atmışlardır. Onların hayatı intihardan başka bir şey
değildir. En'âm sûresinin 70. âyetinde ibsâl kelimesi bunu açıklamaktadır.
Âl-i İmrân sûresinin 24. âyetinde, insanların uydurdukları şeylerin
onları dinleri konusunda aldattıklarından bahsedilmektedir.
Bu kelime JJe. gurur kalıbından alınanca, "hîle" anlamına
gelmektedir, "Böylece onları hîle ile aldattı" (A'râf 7/22). Kâfir
ile
bağlantılı olarak kullanılınca, "yanılgı, gaflet" anlamını
ifade etmektedir: "İnkarcılar ancak derin bir gaflet içinde bulunmaktadırlar"
(Mülk 67/20).
Âyetin birinci ve ikinci bölümünde geçen, oyun ve eğlencesini din
edinen ya da dinini oyun ve eğlence edinen ile dünya hayatının aldattığı
insanlar aynı derecede hatalı iş işlemektedirler. Aslında bu iki grup insanı,
aynı gruba dahil edebilir miyiz? O zaman bu iki durum, birbirinin sebep ve
sonucu olabilirler. Dünya hayatının aldattığı insanlar, dinlerini oyun ve
eğlence edinirler. Dinlerini oyun ve eğlence edinenler, dünya hayatına aldanırlar.
Ama iki durumu birbirinden ayrı düşünebiliriz. Dinlerini alaya alanlarla, dünya
hayatının aldattığı kimseler, farklı gruplar olabilirler.
3. "Kur'ân ile öğüt
ver!". Âyette geçen bihî kelimesindeki zamîr Kur'ân'a gitmektedir. Onun
Kur'ân'a gittiğini Kâf sûresinin 45. âyetiyle ispat edebiliriz:
"Tehdidimden korkanlara Kur'ân'la öğüt ver!". Bu âyette Kur'ân
kelimesi geçtiği halde, En'âm sûresinin 70. âyetinde geçmemektedir. Onun için
bu âyeti, En'âm sûresinin 70. âyetine götürürsek, Allah'ın Hz. Peygamber'e
Kur'ân ile öğüt vermesini emrettiğini söyleyebiliriz. Burada şu soruyu sormak
gerekir: Kur'ân ile kime öğüt verilecek ve neler anlatılacak? Âyetin devamında
bu sorular cevaplandırılmaktadır.
a) "Bir can, yaptığı
işlerin eline teslim edilecektir". Zemahşerî âyetin bu kısmında geçen
ibsâl kelimesine "menetmek, yasak ve mahzurlu olan şey; yüzünü ekşitmek,
cesur davranmak" mânalarını verdiği gibi, "rehin ve tutsak etmek,
teslim etmek, felâkete düşmek" anlamına da gelmektedir. Bu mânalardan
hangisinin seçileceğine yine bir âyetle karar vermek gerekiyor.
"Her nefis, kazandığından dolayı rehin tutulacaktır?" (Tûr
52/21) Bunun anlamı, her can yaptıkları tarafından rehin tutulacaktır. Herkes
yaptığının sorumlusu olacaktır. Bu âyette geçen rehin kelimesi, En'âm sûresinin
70. âyetinde, ibsâl kelimesinin fiil kalıbı ile ifade edilmektedir. Demek ki
Kur'ân ile öğüt verirken ele alınacak ilk konu, mahşerde, insanın bu dünyada
kazandıklarına teslim edilip rehin olacağıdır. Bu ne anlam ifade etmektedir?
Dinini oyun ve eğlence edinen, dünya hayatına aldanan insan, âhirette bu
eylemlerine, inançlarına rehin olacaktır. Başka bir ifade ile, onlardan dolayı
Allah tarafından rehin tutulacaktır. İbsâl kelimesini, "teslim
etmek" mânasına alırsak, âhirette kişi bu dünyada yaptığı amellerine
teslim edilecektir, demektir.
b) "O nefis için
Allah'tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçi?" Kur'ân ile öğüt verirken
ele alınacak ikinci konu, mahşerde insan amellerine rehin kalınca, onların
eline teslim edilince, dost ve şefaatçisinin kim olacağı meselesidir. Yüce
Allah, kendisinden başka şefaatçi ve dost olamayacağının bilincinde olunmasını
istemekte, bu bilinçle dünya hayatına aldanmayı ve dinini oyun ve eğlence
edinmeyi engelleme amacını gütmektedir. Bu konu Bakara sûresinin 48. âyetinde
geniş bir şekilde açıklanmıştı.
c)
"O nefis, bütün varını
fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez ". Âyetin bu kısmında
geçen adi kelimesi, "fidye" mânasına gelmektedir. Bu kelime ve
onunla ilgili konu, Bakara sûresinin 48. âyetinde açıklandı. Burada söylenecek
şey, mahşerde azaptan kurtulmak için fidyenin geçerli olmadığının bilincinde
olarak davranmanın gerektiğidir.
d) "Onlar kazandıkları
yüzünden helâka uğramışlardır". Ayetin bu kısmındaki ibsâl kelimesine
"helak olmak, rehin tutulmak" mânaları verilebilir. Mahşerde insanın
başına ne gelecekse yaptıklarından gelecektir. İnsanın amelleri, mahşerde onu
tutsak edip helake sürükleyecektir. Kur'ân ile verilecek öğüdün dördüncü
basamağı budur.
e) "İnkâr ettiklerinden
dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap
vardır". Âyette iki kere kesebe fiili, yani "kazanmak, iş
işlemek" kelimesi geçtiği halde, bu bölümde inkâr kelimesi geçmektedir.
Kesb kelimesi, eylemle alâkalı, inkâr ise inançla ilgili bir kavramdır.
Ameller rehin alırken veya aldırırken, inkâr azabın içine atmaktadır.
Böylece Kur'ân ile öğüt verecek olanlar, dini oyun ve eğlenceye almanın, dünya
hayatına aldanmanın, yani inkârın ne kadar vahîm bir iş olduğunu
anlatmalıdırlar.
[58]
77. De ki: "Allah'ı bırakıp da bize ne fayda ne de zarar veren
şeylere mi yalvaralım? Allah bizi doğru yola ilettikten sonra topuklarımızın
üzerinde gerisin geri mi dönelim? Tıpkı kendisini doğru yola çağıran arkadaşları:
'Bizimle gel' diye seslendikleri halde şeytanların ayartmasına kapılıp dünyevî
zevkler peşinde körü körüne koşturan kimse gibi (mi olalım? ") De ki:
"Allah'ın gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir ve biz âlemlerin
rabbine teslim olmakla emrolunduk".
72. Namazı kılınız, Allah'tan sakınınız, diye emredildi. O, huzuruna
varıp toplanacağımız Allah'tır.
Âyetin geneline bakınca, sanki birileri Hz. Peygamber ve arkadaşlarını
putperestliğe çağırıyor, Allah da bu çağırıya karşı nasıl cevap verileceğini
öğretiyor.
Böyle bir çağrının zorlayacak kadar ciddî boyutlara ulaştığını, En'âm
sûresinin 56. âyetinden de anlıyoruz: "De ki: 'Allah'tan başka taptığınız
şeylere tapmak bana yasak edildi'. De ki: 'Ben sizin arzularınıza uymam, aksi
halde sapıtırım da hidâyete erenlerden olmam!" Bu âyet bize ifade ediyor
ki, putperestler Hz. Peygamber'i, şirke dayalı inançlarına çekmek istiyorlardı.
Onun içindir ki Allah, Hz. Peygamber'den yasağı onlara hatırlatmasını, onların
arzularına uymayacağını, uyarsa nelerin olacağını söylemesini istemiştir.
Bir bakıma En'âm sûresinin 71 âyeti, En'âm sûresinin 56. âyetinin
devamı ve bir açılımı mahiyetindedir. Onun içindir ki, 71. âyeti açıklarken,
putperestler tarafından yapılan çağrıya üç soru ile cevap verildiğini dikkate
alarak, yeni bir metot geliştirildiğine dikkat çekmek gerekiyor. Şimdi âyeti,
sorulan soruların analizini yaparak yorumlayabiliriz:
1. "De ki: 'Allah'ı
bırakıp da bize ne fayda ne de zarar vermeyen şeylere mi yalvaralım?" Bu
soru ile En'âm sûresinin 56. âyetini karşılaştırırsak görürüz ki, En'âm
sûresinin 56. âyetinde Hz. Peygamber sadece kendisinin Allah'tan başkasına tapmasının
yasaklandığını söylemişti. Ama bu âyette çoğul bir ifade kullanılmaktadır.
"Yalvaralım" ifadesi çoğuldur. Bundan anlaşılıyor ki, bir grup adına
konuşması, onların sözcüsü olması istenmiştir, yani Allah tarafından
istenmiştir. Âyetin bu kısmındaki ned'û kelimesine, "Yalvaralım"
mânası verileceği gibi, "Tapınalım" mânası da verilebilir. Birinci
soru, fayda ve zarar kavramlarını öne çıkararak sorulmaktadır. Bu şekilde soru
ve açıklamalar, Kur'ân'ın pek çok âyetinde yer almaktadır.
Bu kavramlardan hareketle Hz. Peygamber'e sorulan bu soruya günümüzün
müslümanlarımn da ihtiyacı vardır. Çünkü pek çok müslüman, Allah'tan başka
varlıklardan, hatta ölülerden yardım beklemektedirler. Bu durum müslümanlarm
aynı anda hem Müslümanlığı hem de şirki yaşamalarına sebep olmaktadır.
Böylece âyet, fayda ve zarar kavramlarından kalkarak insanı tevhîd
inancına getirmektedir. Ama soru şeklinde yöneltilerek, insan aklı çalıştırılarak
meselenin kabullenilmesine gidilmektedir. Demek ki insan, kendisine gelecek
olan fayda ve zararları düşünerek Allah'a varabilir.
2.
"Ve Allah bizi doğru
yola ilettikten sonra topuklarımızın üzerinde gerisin geri mi dönelim?"
Tek tanrı inancından, çok tanrılı inanca dönüşü, Allah geri dönüş olarak kabul
etmektedir. Onun içindir ki, Allah, bunu topuklarının üzerine gerisin geri dönmek
olarak nitelendirmektedir. Mecazî bir anlatımla Allah, gönlün tevhîd inancından
çok tanrılı inanca geçişini, maddî anlamda insanın topukları üzerinde geriye
dönmesi olarak mânalandırmaktadır. Sanki gönlünde topukları vardır, onlarla
geri dönerek putperestliğe düşmektedir.
Bunun anlamı nedir? Bunun anlamı, tevhîd inancının doğal olduğu, çok
tanrılı inancın, yani putperestliğin sonradan meydana çıktığıdır. Tek tanrı
inancı ilâhî kader olduğu halde, çok tanrı inancı, insanın uydurduğu sahte bir
inanış biçimidir. Böylece çok tanrılı inanca sahip olanlar, doğaya aykırı
hareket etmektedirler. Bundan hareketle diyebiliriz ki, putperestler doğa ile
çatışmaktadırlar. İnsanın doğası ile çatışanlar, Allah ile de çatışmaktadırlar.
Çünkü o doğayı yaratan Allah'tır.
İnsanın beyni ve gönlü tevhîd inancına doğru akıp giderken, çok tanrılı
inanç, o akan nehri tersine akıtmak kadar sahte ve zor bir iş olmaktadır.
İnsan beynini ve gönlünü geri çevirmek bir zulüm olduğundan, şirke, en büyük zulüm
ve sapıklık denmiştir (Nisa 4/116; Lokman 31/13).
Üstelik Allah doğru yola ilettikten sonra şirke dönmek, büsbütün zulüm
olmaktadır. Allah doğruya ilettikten sonra, kötü anlamda gerçekleştirilen bu
değişim, nefsin beyni ve gönlü sarsan depreminden başka bir şey değildir.
3. "Tıpkı kendisini doğru
yola çağıran arkadaşları: 'Bizimle gel!' diye seslendikleri halde şeytanların
ayartmasına kapılıp dünyevî zevkler peşinde körü körüne koşturan kimse gibi
(mi olalım?)". Âyetin bu kısmında açıklanması gereken iki kavram yer
almaktadır:
a)
"Şeytanların ayarttığı
kimse!" Buradaki istehvet kelimesi, hevâdan türemiştir. Bu kelimenin
mânası, Hac sûresinin 31. âyetinde verilmiştir. "Yukarıdan aşağı düşmek,
çukura düşmek yukarıdan aşağı
yuvarlanmak" anlamına gelmektedir: "Kim Allah'a ortak koşarsa,
sanki o gökten düşüp parçalanmıştır". Bu âyette harre kelimesi, hevâ
kelimesine mâna vermektedir. Şeytanın birinin şuurunu ve aklını çalması, kötü
isteklerini ona hoş göstermesi anlamına gelmekte; onu yoldan çıkarması, onu
şaşırtması, onu boşluğa bırakması mânasını da ifade etmektedir.
Onun içindir ki, Bakara sûresinin 256. âyetinde gönlün şirkten temizlenip
tevhîd inancını yakalaması, sağlam kulpa yapışmak olarak nitelendirilmektedir.
Tevhîd inancını bırakıp şirke dönmek de, bu sağlam kulptan elleri çözülüp
boşluğa düşmektir. Şeytanların ayarttığı, saptırdığı ya da boşluğa bıraktığı
kimse gibi olunamayacağı ifade edilirken, bu kelimeye yer verilmektedir.
b)
"Şaşkın bir
halde!" Âyetin bu kısmında hayran kelimesi yer almaktadır. Şaşkın bir
durumu ifade eden bu kelime, çıkış yolunu bulamayacak bir şekilde tereddüt
içinde olmak anlamına gelmektedir.
Bu kısma bir bütün olarak bakarsak, şeytanların ayartıp yoldan çıkardığı
kimseler, şaşkın halde dolaşıp dururlar. Onlar sanki yüksek bir yerden alçak
bir yere düşüp ne olduğunun farkında olamayan kimselerin durumundadırlar.
Tevhîd inancından şirke düşen insanlar, yüksek bir yerden şeytanların aşağıya
attığı insanlardır.
Arkadaşları kendisini tevhîd inancına çağırdığı halde şeytanlara
kapılan insanlar, tevhîdden şirke dönenlere benzemektedirler, ya da müşrikler
onlara benzemektedirler. "Arkadaşlarının çağırması" ifadesinden,
eğitim faaliyetini anlıyoruz. Tevhîd inancının öğretilmesine rağmen şeytanın
etkisinde kalıp şirke sapmak, öğrendiklerine ters düşmektir. Böyle bir çağnya
geçmişten iki örnek verebiliriz:
Meryem sûresinin 42. âyetinden başlayıp 49. âyete kadar devam eden Hz.
İbrahim'le babasının arasındaki konuşma, Hz. İbrahim'in babasını tevhîd
inancına çağrısını anlatmaktadır. Hz. İbrahim, babasının şeytana taptığını
söylerken, şeytanın onu nasıl etkileyip yoldan çıkardığına işaret etmektedir.
Hûd sûresinin 42-43. âyetlerinde, Hz. Nuh'un oğluna çağrısı anlatılmaktadır.
Şirkten bir türlü kurtulamayan oğlunun sonu, ölüm olmuştur. Demek ki şirk
batağına dalan insanlar, manen ölüdürler. Görüldüğü gibi oğul babasını, babası
oğlunu tevhîd inancının yoluna davet ederken, onlar şeytanın boşluğa bıraktığı
insanlar gibi tereddüt, şaşkınlık denizinde dolaşıp durdular, tıpkı dümensiz
gemi gibi.
kararlılık, bir tereddütsüzlük, bir şüphesizlik ve bir netliktir. Ama
şirkte bir tereddüt, şüphe ve bulanıklılık vardır. Bu âyetle, insan beyni ve
gönlü tereddüt, şaşkınlık ve bulanıklılıktan kurtarılmak istenmektedir. Müşrik
şaşkınlık içinde olan insandır.
4.
"De ki: 'Allah'ın yolu
yegâne yoldur". Bundan önce üç tane soru ile şirkin binası sarsılmakta,
şeytanın yolundaki köprüler atılmaktadır. Şirkin ve şeytanın yolu atılırken,
yerine âyetin bu kısmı ile Allah'ın yolu konmaktadır. Dikkat edilirse, âyetin
bu bölümünde, hudâ kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime hem "yol",
hem de "rehberlik" anlamına alındığı zaman, "De ki, Allah'ın
rehberliği yegâne rehberliktir" şeklinde mânalandırmak gerekir.
Aynı açıklama Bakara sûresinin 120. âyetinde de görülmüştü. Bakara
sûresinin 120. âyetinde sahte ve kötü arzuların dışında kalan yol, Allah'ın
yolu olurken, burada şeytanın yolunun ve şirkin dışında kalan yol olmaktadır.
Allah'ın çağrısında ve onun rehberliğinde kesinlik vardır, O, kulları için asla
kötüyü düşünmez. Tereddütün, şüphenin, bulanıklılığın, şaşkınlığın olmadığı
rehberlik ve yolun tek sahibi Allah'tır.
5. "Bize, âlemlerin
rabbine teslim olmamız emredildi". Demek ki Allah'ın yolu, O'na teslim
olmaktır. "Biz" derken, toplumsal mânada bir oluşu ifade etmektedir.
Tam anlamı ile Allah'a teslim olmayan insan, kolaylıkla şeytanın etkisi ile
şirke sapabilir. Onun için âyetin sonundaki ilâhî emirde, tam teslimiyet
vurgulanmaktadır. İlâhî rehberliğin ilk basamağı teslimiyettir. Din
eğitimcileri de bu noktadan başlarlarsa, Kur'ân'ın metodunu uygulamış olurlar.
Allah'a teslimiyetten sonra, emredilen ikinci amel, namazı kılmaktır.
Onun içindir ki 72. âyette şu ifade yer almaktadır: "Namazı dosdoğru
kılınız!". Allah Teâlâ'nın çağrısı olan tevhîd inancı kabullenildikten
sonra, yapılacak ibâdetlerin başında namaz gelir. Bunun sebebi, Ankebût
sûresinin 45. âyetine göre namazın bir ahlâk sistemi olmasıdır. Demek ki iman,
yani teslimiyetten sonra ahlâk gelmektedir.
Yapılacak işlerin üçüncü basamağında, Allah'ı üzmekten sakınmak
gelmektedir. Başka bir ifadeyle, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olmak
geliyor. Bunun anlamı, takva denen ruh olgunluğunu elde etmektir. Dördüncü
merhalede de: "O, huzuruna varıp toplanacağınız Allah'tır" inancı
yer almaktadır. Demek ki 71. âyet ile 72. âyet şirkten kurtulmanın formülünü
vermektedir. Öncelikle gerçek yolun ve rehberliğin Allah'ın yolu ve rehberliği
olduğuna inanmak, Allah'a teslim olmak, namazı kılmak, Allah'a karşı
sorumluluğunun bilincinde olmak, yani takva ve Allah'ın huzurunda
toplanılacağına inanıp ona göre davranmak. Bu formülü uygulayana şeytan hâkim
olamaz, geri dönüp şirke saplanması mümkün değildir.
Günümüzün ve geleceğin din âlimleri, Allah'ın Hz. Peygamber vasıtasıyla
insanlığa aktardığı bu ilkeleri insanlığa kazandırmalıdırlar. Din eğitiminin
yolu bu olmalıdır. Bu yol insanı Allah ile barışık tutacak, onu şirk batağına
gömülmekten kurtaracaktır. Allah'ın huzurunda kul olma, insanlar arasında da
insan olma onurunu duymasını temin edecektir.
[59]
73. O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır. "Ol" dediği gün
her şey oluverir. O'nun sözü gerçektir. Sûra üflendiği gün de hükümranlık
O'nundur. Gizliyi ve aşikâr olanı bilendir. O, tam hikmet sahibidir ve her
şeyden haberdardır.
Bu âyetle Allah hem kendini tanıtmakta, hem de varlıklar âlemi ile olan
ilişkisini anlatmaktadır. Âyetin açıklamasını yaparken bu sistem görülecektir.
1. "O, gökleri ve yeri
hak ile yaratandır". En'âm sûresinin 1. ve 3. âyetlerinde bu konu ele
alınmış, 14. âyette de tekrar değinilmişti. Özellikle En'âm sûresinin 1.
âyetinde, gökleri ve yeri yarattığını söylemiş, ama hak kavramını
kullanmamıştı. Meselâ İbrahim sûresinin 19. âyetinde gökleri ve yeri hak ile
yarattığını söylemektedir. Kur'ân'ın pek çok âyetinde yaratma ile hak
kavramları bir arada kullanılmaktadır.
Hak ile yaratmasının anlamı, hikmetle, hakkı izhâr etmek ve hakla
bâtılı açıklamak amacıyla yaratmış olmasıdır. İbn Abbâs, Hâzin ve Nesefî bu
açıklamanın parçalarını koymuşlardır. Hak ile demek, bir amaca yönelik
demektir. Hak ile demek, gerçekten var olan ve potansiyel olarak var olan her
şeyin anlamlı olması demektir. Hak ile demek, hiçbir şeyin kâinatta tesadüfi
olmadığını söylemektir.
"Hak ile yaratma"nın ne anlama geldiği, Âl-i İmrân sûresinin
191. âyetinde verilmektedir: "Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin
derin düşünürler (ve şöyle derler): 'Rabbimiz! Sen gök ile yeri boşuna
yaratmadın ". Demek ki hak ile yaratmanın anlamı, boşuna yaratmamaktır.
Boşuna yaratılmayan şeyin bir hikmeti, bir amacı ve bir öğretisi vardır.
Hak, "boş olmayan" anlamına gelmektedir. Sâd sûresinin 27.
âyetinde de aynı şey vurgulanmaktadır:
"Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadın. Bu, inkâr
edenlerin zannıdır".
Demek ki Allah, kâinatı, amaç ve anlamdan yoksun olarak yaratmamıştır.
Kainatın amaç ve anlamdan yoksun olduğunu, ancak kâfirler söyler. O zaman şu
soru sorulur: Kâinatın amacı ve anlamı nedir? Allah'ın varlığını, birliğini ve
kudretini ortaya koyması, sıfatlarını tezahür ettirmesi, insana fizikî bir
çevre hazırlaması, insanı alıp Allah'a götürmesi ve insanın önüne araştırsın
diye kâinatın ödev olarak konmasıdır. Göklerin ve yerin hak ile yaratılmasının
anlamını bu şekilde verebiliyoruz.
2. "Ol dediği gün her şey
oluverir". Yüce Allah'ın bu kâinatı yaratırken, daha sonra âhirette
insanları diriltirken kullandığı sistemin adı, "ol" demektir.
"Ol" dediği her canlı ve nesneler hemen oluverir. Yasin sûresinin
82. âyetinde bu sistem şöyle açıklanmaktadır: "Bir şey yaratmak istediği
zaman O'nun yaptığı, 'ol' demekten ibarettir; hemen oluverir". Demek ki
Allah'ın ol demeden önce, istemesi gelmektedir. Bir şeyi var etmek için
irâdenin olmasının ve ol emrinin verilmesinin gerekli olduğunu Allah beyan
etmektedir. Bu sistemi hiçbir varlık kullanamaz, o Allah'ın yaratmasıdır.
3.
"O'nun sözü gerçektir". Âyetin
birinci kısmında şunlar ifade edilmektedir. Gökleri ve yeri hak ile yarattı,
çünkü O'nun sözü haktır. Yüce Allah boş yere ol demez. O'nun ol deyip
yarattığı şey de boşuna değildir. Kur'ân ve daha önceki peygamberlere
gönderdiği vahiy de O'nun sözü olduğundan, onlar da hakkı açıklamakta, hakkı
konuşmaktadırlar. Allah boşuna, amaçsız ve anlamsız bir söz söylemez. Bu
açıdan da O'nun eşi yoktur.
4. "Sûra üflendiği gün de
hükümranlık O'-nundur". Ayetin "Sûra üflendiği gün" kısmı hariç,
hükümranlığın Allah'a ait olduğu konusu, Fatiha sûresinin 4. âyetinde
anlatılmıştı.
Mülk, kudret ve kanun, kâinatın idaresi, siyasî erk, kral, sahip olmak, melek adı, idare edilen, kendine sahip çıkmak mânalarına gelen bir kelimedir. Bu mânaların âyetlerle açıklanması için Fatiha sûresinin 4. âyetine bakılabilir. En'âm sûresinin 73. âyetindeki mânası, "sahibi olmak"; mülkün, yani idarenin sadece kendisine ait olmasıdır. Fâtiha'da ceza ve mükâfat, yani din gününün yegâne sahibi, hükümrânı O'dur dendiği gibi, burada da sûra üfürüldüğü günün sahibi, hâkimi anlamına gelmektedir.
Âyetin bu kısmında yer alan diğer bir kavram da sûrdur. Kıyametin
kopuşunda ve âhirette tekrar dirilişimizde İsrafil meleğinin üfleyeceği borunun
adı olmaktadır. Boru mânasını, beşerî idrâke sunulması adına vermiş oluyoruz.
Sûra iki defa üfleneceğini Zümer sûresinin 68. âyetinden öğreniyoruz:
Sûra üflenince, Allah'ın diledikleri istisna olmak üzere, göklerde ve yerde ne
varsa hepsi ölecektir. Sonra ona bir daha üflenince, bir de ne göresin, onlar
ayağa kalkmış bakıyorlar!"
Demek ki birinci sûra üfürülünce, tabiat kanunları, yani kâinatın düzeni
tamamen altüst olacak, İbrahim sûresinin 48. âyetinde buyurulduğu gibi, yer
başka bir yere, gökler de başka göklere dönüşecektir. Daha sonra ikinci üfleme
ile insanlar dirilecek, İbrahim sûresinin 48. âyetine göre gücüne karşı
konulamayacak, En'âm sûresinin 73. âyetine göre, o günün yegâne sahibi olan
Allah'ın önüne çıkarılacaklardır.
Yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüşünce ve âhirette
tekrar dirilince ne olacak, Allah'ın hükümranlığında neler olacaktır? Bu
sorunun net cevabını Zümer sûresinin 69. âyeti vermektedir. Yer ilâhî nurla
aydınlanacak, kitap ortaya konacak, peygamberler ve şahitler getirilecek,
aralarında hakkaniyetle hüküm verilecek ve asla zulmedilmeyecek-lerdir.
Fatiha sûresinin 4. âyetine göre, din gününün yegâne sahibi, En'âm
sûresinin 73. âyetine göre, sûra üfürüldüğü günün yegâne sahibi, İnfitâr
sûresinin 19. âyetine göre, mahşer gününde bütün işin kendisine kaldığı
Allah'ın hükümranlığında zulüm yoktur.
5.
"Gizliyi ve aşikâr
olanı bilendir, O hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır". Âyetin son
bölümünü teşkil eden üç sıfattır: Bilmek, işini yerli yerinde yapmak ve her şeyden
haberdar olmak. Bu sıfatların burada sıralanmasının sebebini, âyetin önceki kısımlarına
bakarak tesbit edebiliriz: Gökleri hak ile yaratırken, ol dediği her şey
olurken, sözü gerçek olurken, âhirette hükümranlığını sürdürürken, öne çıkan
sıfatlardan üçü ilim, hakîm ve habîrdir. Başka bir ifade ile bilme, her şeyi
yerli yerinde yapma ve her şeyden haberdar olmasıyla bunları
gerçekleştirmektedir.
Önceki iki âyetin devamı mahiyetindeki En'âm sûresinin 73. âyetine
başka bir açıdan bakarsak, âyetin her bölümünde Allah anlatılmakta, müminlerin
nasıl bir Allah'a inandıkları açıklanmaktadır.
[60]
74. İbrahim, babası Âzer'e demişti ki: "Sen putları tanrı mı
ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum
".
75. Böylece biz İbrahim'e,
göklerin ve yerin melekû-tunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.
76. Üzerine gece basınca
(İbrahim) bir yıldız gördü: "Budur rabbim" dedi. Yıldız batınca:
"Batanları sevmem " dedi.
77. Ayı doğarken görünce: "Budur rabbim " dedi. O da batınca:
"Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum
" dedi.
78. Güneşi doğarken görünce:
"Budur rabbim, bu daha büyük" dedi. (O da) batınca dedi ki: "Ey
kavmim, ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım".
79. "Ben, yüzümü tamamen
gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben O(na) ortak koşanlardan
değilim!"
80. Kavmi onunla tartışmaya
girişti. (O onlara) dedi ki: "Beni doğru yola iletmiş iken Allah hakkında
benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam,
ancak rabbimin dilediği olur! Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ
(kendinize gelip) öğüt almıyor musunuz?"
81. "Hem siz, Allah'ın size (tanrı oldukları) hakkında hiçbir
delil indirmediği şeyleri, O'na ortak koşmaktan korkmuyor musunuz da ben nasıl
sizin (O'na) ortak koştuğunuz şeylerden korkarım? Şimdi biliyorsanız
(söyleyin), iki topluluktan hangisi (tek Allah'a inananlar mı, yoksa Allah'a
ortak koşanlar mı) güvende olmaya daha lâyıktır? "
Bu âyetlerde Hz. İbrahim'in bir taraftan şirkle mücadele vermesi, diğer
taraftan da tevhîd inancı konusundaki arayışları anlatılmaktadır. Hz.
İbrahim'in milletinden olan Hz. Nûh da şirkle çetin bir mücadele vermişti. Hz.
Nûh, oğlu ile uğraşırken, onu Allah'a imana davet ederken, onun milletinden
olan Hz. İbrahim (Sâffât 37/83) babasını şirkten kurtarıp tevhîd inancına
gelmesi için mücadele veriyordu.
1. Hz. İbrahim, babası Âzer'e
şirkin kötülüğünü anlatıyor. "ibrahim, babası Âzer'e demişti ki: 'Sen
putları tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir
sapıklık içinde görüyorum' demişti".
Âyetin bu kısmından çıkarılacak ilkeler vardır. Öncelikle, Şuarâ sûresinin
214. âyetiyle Hz. Peygamber'e "En yakın akrabanı uyar!" emrini Hz.
İbrahim'in uyguladığını görüyoruz. Yani Hz. İbrahim en yakınından başlamıştır.
Şirkle mücadelesinde ilk önce babasını seçmiştir. Tebliğde, uyarıda
peygamberler daima yakın çevrelerinden başlayarak, uzak çevrelerine doğru
açılım gösteren bir metot uygulamışlardır.
Hz. İbrahim babasına uyarıda bulunurken bir soru sormaktadır: "Sen
putları tanrı mı ediniyorsun?" Aslında bu soru şok bir sorudur. Oğlundan
babasına balyoz gibi indirilen bir soru olmaktadır. Şirkle ölmüş olan gönüle
yapılan şok tedavi şeklini andırmaktadır.
Bu sorunun ardından, Hz. İbrahim müşriklerin değerlendirmesini yapmaktadır. Doğrudan doğruya babasına ve babasının toplumuna "sapık" demiştir. Demek ki şirk, sapıklıktır, müşrik de sapıktır. En'âm sûresinin 56. âyetinde, Allah'tan başkasına tapmanın sapıklık olduğu ilân edilmişti. Lokman sûresinin 13. âyetinde, Lokman aleyhisselâm şirki zulüm olarak nitelemiştir. Hz. İbrahim'in nitelendirmesiyle de "apaçık bir sapıklık" olmaktadır.
Buradan hareketle şu noktaya varıyoruz: Din eğitimi ve öğretimi,
öncelikle şirkle mücadele vermelidir. Şirkin dünya insanlığının beyin ve
gönlünü kirlettiğine, Allah ile olan ilişkileri bozduğuna şahit oluyoruz. Din
eğitimcileri, enerjilerinin büyük çoğunluğunu şirkle mücadeleye
har-camalıdırlar. Semavî kaynaklı olduğunu öne süren dinlerin din âlimleri,
şirkle mücadelenin zulümle, sapıklıkla mücadele olduğunu bilerek hareket
etmelidirler.
2. Kesin inanç nereye
bağlıdır? Yüce Allah Hz. İbrahim'in kesin bir imana sahip olabilmesi için ona
bir öğretim şekli uygulamaktadır. "Böylece Biz İbrahim 'e, göklerin ve
yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun!" (En'İm
6/75).
Hz. İbrahim açısından bakınca onun gözleme başvurduğunu görüyoruz.
Demek ki iman eğitiminde gözlem metodunun önemli bir yeri vardır. Çünkü
gözlem, imanı doyum noktasına ulaştırmakta ve ona kesinlik kazandırmaktadır.
Bakara sûresinin 260. âyetinde ölünün diriltilmesini Allah'tan gösterilmesini
isterken Hz. İbrahim, imanının doyum noktasına ulaşmasını mazeret olarak
göstermişti.
En'âm sûresinin 75. âyetinde de kesin imana ulaşması için Allah ona
göklerin ve yerin melekûtunu göstermiştir. Melekût nedir? Melekût,
"mülk" anlamına gelmektedir. Râzî'ye göre, kelimenin sonundaki
"te" harfi, mübalağa için gelmiştir. Buradaki mülk, Allah'ın gökler
ve yer üzerindeki güçlü hükümranlığını ifade etmektedir. Melekût, ilâhî
idarenin altında, kâinatın işleme tarzı anlamına da gelmektedir.
Hz. İbrahim'im imanı bu gözlemle doyum noktasına ulaşacağına ve
kesinlik kazanacağına göre, maddî âlemi aşarak, o âlemi yaratan varlığa ulaşması,
O'nun kudretini anlaması bakımından kâinatın kanunlarına hâkim olmayı da ifade
etmektedir.
Diğer taraftan bu âyetteki melekût kavramını Fussılet sûresinin 53.
âyeti ile de mânalandırabiliriz: "İnsanlara dış âlemde ve kendi
nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz" buyurulurken, gösterilecek olan
şeyin âyetler olduğu ifade edilmektedir. "Âyet" ile
"melekût", bu mânada bir araya gelmektedirler. Buradaki âyetler
kavramı, dış âlemle insanın iç âleminin kanunları anlamını ifade etmektedir.
Başka bir ifade ile Allah'ın o âlemleri idare ederken koyduğu kanunlardır;
melekût da bu demektir. Fussılet sûresinin 53. âyetindeki gözlemin amacı
(Kur'ân'm) hak olduğunun insanlara belli olmasıdır, yani Kur'ân hakikatine
inanmalarıdır. En'âm sûresinin 75. âyetinde de imanın kesinlik kazanması amaç
edinilmektedir.
Biz bundan şu neticeyi çıkarıyoruz: Tabiat bilimleri, gözlemle deney
arasındaki ilişkiler sistemine göre elde edilmektedir. Nazariye, gözlem ve
deney, bilimsel bilginin temelini oluşturduğuna göre, din eğitiminde iman,
gözlem ve deney üçlüsünün yer alması gerekiyor. Bu üçlü, gönüldeki imana
kesinlik ve doyum kazandırmaktadır. Hz. İbrahim olgusunda, deneyi yapan
Allah'tır. Gözlemi de O yaptırıyor. Hedef ise Hz. İbrahim'in imanına kesinlik
kazandırmaktır. Demek ki dînî tahsil yapanlar, mutlaka deneysel bilimleri
öğrenmelidirler. Tabiat kitabını okumayanlar, tabiat kanunlarını öğreten
deneysel bilimleri öğrenmeyenler, göksel bilimden haberi olmayanlar, Kur'ân'ı
anlayıp anlatmakta zorluk çekerler ve eğitimde etkili olamazlar.
En'âm sûresinin 75. âyetine bilgi nazariyesi açısından bakarsak, şu
neticeye varabiliriz: Bilginin kaynağında, akıl, sezgi ve deney vardır, diyenlerin
düşüncelerini kabul etmemizle beraber, bütün bu kaynakların ötesinde gerçek
bilginin kaynağında ilâhî ilham vardır, ilkesine varıyoruz.
Göksel ve yerel ilimlerin araştırmacılarının, araştırmalarında tesbit
ettikleri ve çözümledikleri kanunların kaynağında ilâhî ilham vardır. Bunun
anlamı şudur: İlâhî bilginin ve öğretisinin olmadığı yerde, beşerin bilgi elde
etme imkânı olamaz. En'âm sûresinin 75. âyetinde bu gerçeğe dikkat çekilmektedir.
3.
Gözlem başlıyor. Hz. İbrahim
tevhîd inancına vardıracak olan bir dizi gözlem yolculuğuna başlıyor ve
gözlemle beraber akıl yürütmesini de sürdürüyor. Bu yolculuğundaki gözlem ve
akıl yürütmesinin amacı, tek Allah inancına, başka bir ifadeyle tevhîd inancına
ulaşmaktır.
a) "Gecenin karanlığı
onu kaplayınca, bir yıldız gördü. 'Rabbim budur' dedi. Yıldız batınca,
'Batanları sevmem' dedi" (En'âm 6/76). Âyette geçen o cenne kelimesi,
"örtmek kapatmak" anlamına gelmektedir. Ölü ile kullanılınca,
"kefenlemek"; gece ile beraber kullanılınca, "gecenin kararması,
basması, örtmesi"; cunne kalıbından kullanılınca, "aklın yok olması,
delirmek"; bitki ile kullanılınca, "uzayıp kalınlaşmak";
sinekle beraber getirilince, "vızıltısının fazla olması"; ecenne
kalıbından alınınca, "birini deli etmek, aklını almak"; ictenne
kalıbından, "gizlenmek, saklanmak"; cânnun kalıbı da "cin,
yılan"; cenan kalıbı, "kalp, her şeyin içi, ruh, gizli iş, gecenin
karanlığının şiddeti"; cennet kalıbı da "bahçe, bostan, cennet"
mânalarına gelmektedir.
1. Örtmek. Yorumunu yapmakta olduğumuz
En'âm sûresinin 76. âyeti de bu anlama gelmektedir: "Gece onu Örttüğü zaman".
2. Yılan. Kur'ân'da, özellikle Hz.
Mûsâ'nun asâsıyla ilgili âyetlerde, asânm yılana dönüşümü anlatılırken bu
kelime kullanılmaktadır. "Asanı at! Mûsâ (asayı atıp) onu yılan gibi
deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı" (Nemi 27/10). Bu âyette
jl» cânnun kalıbı kullanılmaktadır.
3. Cin. "Görünmeyen,
şeytanların meydana geldiği, müslümanı ve kâfiri olan, irâdeye sahip
varlıklar" anlamına gelmektedir. Hz. Âdem'e
secde etmeyen İblîs de cinlerdendi. "Cinleri Allah'a ortak
koştular" (En'âm 6/100).
4. Delilik. "Cinnet getirmiş, cin
çarpmış" anlamında Kur'ân'da iki kalıpta kullanılmaktadır. Birisi cinnet,
diğeri mecnûn kalıplandır: "Düşünmediler mi ki, arkadaşların da
(Muhammed'de) delilik yoktur?" (A'râf 7/184) derken, cinnet kalıbı;
"Dediler ki: 'Ey kendisine Kur'ân indirilen (Muhammedi) Sen mutlaka bir
mecnûnsun!" (Hicr 15/6) derken de mecnûn kalıbı kullanılmaktadır. Cinnet
getirmiş, cin çarpmış anlamına gelmektedir.
5. Bahçe. Kur'ân'ın bazı âyetlerinde
dünyadaki bir bahçeyi ve bostanı ifade etmektedir. O zaman "cennet"
kalıbında kullanılmaktadır. Bakara sûresinin 265. âyetinde "bir tepede
kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki" şeklinde yer alan ifade de bu anlama
gelmektedir. "Biri sağda, diğeri solda iki bahçeleri vardı" (Sebe
34/15) âyetinde de bu mânayı ifade etmektedir.
6. Cennet. "Bahçe" anlamına
gelmesine rağmen, "öldükten sonra iyi insanların gidecekleri yer"in
adıdır: "Takva sahiplerine vaad olunan cennetin özelliği" (Muhammed
47/15).
7. Kalkan. Bu kelimenin cunne kalıbı,
"kalkan" anlamına gelmektedir. "Onlar yeminlerini kalkan yapıp
Allah'ın yolundan alıkoydular" (Mücâdele 58/16).
8. Çocuk. "Vie siz annelerinizin
karınlarında bulunduğunuz sırada!" (Necm 53/32).
Anne karnındaki çocuğa cenîn denir. Anne karnı onu saklayıp örttüğü
için ona cenîn denmiştir. Gece basınca, Hz. İbrahim bir yıldız görüyor,
gördüğü yıldız hakkında şöyle bir değerlendirme yapıyor: "Rabbim
budur". Bunun anlamı, Hz. İbrahim rab denen varlığı aramaya çıktığında,
yakınındaki objelerden birini değil de, uzakta ışık verip parlayan yıldızın
tanrı olabileceği konusunda bir akıl yürütmesi yapmıştır.
Dikkat edilirse Hz. İbrahim bu noktada kalmayıp, mantık silsilesini
işletmeye devam ediyor ve şöyle diyor: "Yıldız batınca, batanları sevmem
dedi". Yıldızın kaybolması, onun hareket ettiğine işaret etmektedir. Batan
bir şey, aynı zamanda doğmuş demektir. Doğup batan bir cisim veya varlık tanrı
olamaz.
"Batanları sevmem" ifadesindeki sevgiyi, "inanmak"
mânasına almak gerekiyor. "Batanlara inanmam" demektir. Başka bir
ifade ile "Batan varlıkların tanrı olmasını kabul etmiyorum" anlamına
gelmektedir. Sevgi kelimesine böyle bir mâna verince, sevgi ile iman arasındaki
ilişkiyi gündeme getirmiş oluyor.
b) "Ayı doğarken görünce,
'Rabbim budur' dedi. O da batınca, 'Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi,
elbette sapan topluluktan olurdum' dedi".
Küçükten büyüğe giden bir çizgiyi izlerken, ayın güneşten daha büyük
ve parlak olduğunu gördü, bu sefer de onu rab olarak tanıdı. Mantığının
çatısını bu şekilde kurarken, gözlemi onu şirkten kurtardı ve onun batışıyla şu
neticeye varan bir değerlendirmeyi yaptı: "Rabbim bana doğru yolu
göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum". Dikkat edilirse Hz.
İbrahim "Benim rabbim" ifadesine yer vermiştir. Bunun anlamı kendisi
rabbini biliyordu, ama o gök cisimlerine tapanlara bir ders vermek istemişti.
Aksi takdirde "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi" ifadesine yer
verir miydi? Yıldızların batmasıyla yürüttüğü mantıkî ilke yanında, bu sefer
başka bir değerlendirme ile ilâhî müdahaleyi gündeme getirmektedir.
İlâhî müdâhale olmadan şirkten kurtulamanın mümkün olmadığına işaret
etmektedir. Diğer taraftan, şirkin sapıklık olduğu tanımı yapılmaktadır.
"Sapık topluluktan olurum" ifadesiyle, içinde yaşadığı toplumun
müşrik olduğuna, toplumsal boyutta şirkten bahsettiğine şahit oluyoruz.
c ) "Güneşi doğarken
görünce de, 'Rabbim budur, zira bu daha büyük' dedi. O da batınca, dedi ki: 'Ey
kavmim! Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım ". Küçükten büyüğe
doğru sıçrayan mantık silsilesinin "en büyüğü" bulmaya yönelik
işlediğini görüyoruz. Yıldızdan aya, aydan güneşe giden bu arayışın şirke
dönüşmesini önleyen, ufûl kelimesinden kaynaklanan^ efele fiili olmaktadır.
"Batmak, kaybolmak" anlamına
gelen bu kelime, her üç âyette yer almakta ve Hz. İbrahim'in değerlendirmesinin
eksen kavramı olmaktadır. Yıldız, ay ve güneşin tanrı olmasını önleyen bu
"batma" fiili olmaktadır.
Bu arayıştan hemen sonra halka dönüp şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
"Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım ". Bunun anlamı şudur:
Halk gök cisimlerine tapıyordu, onları Allah'a eş koşuyorlardı. Hz. İbrahim bu
arayışını, gözlemini ve fikir yürütmesini halka ders vermek için
gerçekleştirmişti. Çünkü kendisi rabbin kim olduğunu biliyor ve inanıyordu.
"Batma" kavramından hareketle sevgi, sapıklık ve daha büyük kavramlarını
işlemiş ve neticede halkın şirk batağında olduğunu ve kendisinin o bataktan
uzak kaldığını söyleyerek dersini bitirmiştir.
Hz. İbrahim 74. âyette zaten halkın şirk koştuğu değerlendirmesini
yapmıştı. Tevhîd inancına sahip olmayan bir insan, o değerlendirmeyi yapabilir
mi? Bu değerlendirmeyi nasıl yaptığını anlatırken, 75. âyette Hz. İbrahim'e
göklerin ve yerin melekûtunu öğrettiğini ve onun kesin bir imana sahip olduğunu
gündeme getirmiştir. Kesin imana sahip olan biri, böyle bir mantıkla Allah'ı arama
ihtiyacı duymaz.
Böylece halka "en büyüğü" aramanın önemli olduğunu, batma
olgusunun tanrıyı belirlemede şirkten kurtaran bir özellik olduğunu öğretmiştir.
Hz. İbrahim, bu akıl yürütmeleriyle insanlığa çok önemli bir mantık yürütme
sistemini ve tanrının tabiat ötesi aşkın bir varlık olduğu gerçeğini
bırakmıştır. İnsan zihnine tabiata takılıp kalmadan onu aşmanın yolunu
öğretmektedir. Göklerin ve yerin melekûtunu, yani idare mekanizmasını bilen bir
insan, ancak bu öğretim faaliyetini gerçekleştirebilir.
Diğer taraftan Hz. İbrahim, sevgi ile imanı birleştirmekte, sevginin
sonsuz kudrete yönelmesini istemekte, onlardan başkasına yöneltmesinin şirk
olacağının da dersini vermektedir. İnsan sevgisi, sonsuz kudret sahibi olan
varlığı araması görevini vererek ve öğreterek, bir duygu eğitimi yaptığına
şahit oluyoruz. Çünkü sevgi denen duygu çok kaypak bir alandır. Bakara
sûresinin 165. âyetinde açıklandığı gibi insanı şirke götürebilir.
4. Güvende olan kimdir? Hz.
İbrahim halkın tanrı edindikleri gök cisimleri konusundaki dersini bitirdikten
sonra imanını ilân ediyor ve halk onunla tartışmaya başlıyor, "Ben hanîf
olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben
müşriklerden değilim" (En'âm 6/79).
Âyette açıklanması gereken kavramlar vardır. "Yüz" anlamına gelen vech; "dönmek, meyletmek" anlamına gelen hanîf; "ilk yaratmak" mânasına gelen fetara, kavramları. Vech kavramı, yüz anlamına gelmekle beraber, parçayı zikrederek bütünü kastetme kuralı gereğince, burada bütün benliği kastetmektedir. Bu kelimenin anlamı, Bakara sûresinin 112. âyetinde anlatılmış, "öz, cevher ve benlik" mânasına geldiği söylenmişti. İbrahim, yüz kelimesi ile benliğini ifade etmektedir.
Hanîf kelimesi, "dönmek, meyletmek, etrafını çevreleyen yanlış
iti-kadlan bir tarafa atan, bâtıl olan her şeyden uzak duran" anlamına
gelmektedir. Bakara sûresinin 135. âyetinde açıklanan bu kavram, "sağlam,
kusursuz ve katıksız inanca sahip olma"yı ifade etmektedir. "Yoktan
var etmek, yaratmak" anlamına gelen fetara kelimesi, "yarmak,
çatlatmak, taksim etmek, delmek, kırmak, parçalara ayırmak, oruçtan sonra
yemek içmek, yani iftar etmek, yaratmak, var etmek, çıkarmak, meydana getirmek,
bahşetmek, ihsan etmek; bir işi ilk defa icat etmek, sadaka çeşidi, Allah'ın
dini, yani kanunu". Bu kavramın Kur'ân'daki mânaları şunlardır:
a)
Yaratılış kanunu. İsim
kalıbından alınınca "yaratılış kanunu, fıtrat, doğa kanunu" anlamına
gelmektedir. Rûm sûresinin 30. âyetinde bu anlamdadır: "Allah'ın insanları
üzerinde yarattığı fıtrata çevir". Burada, Allah'ın insanın doğasına koyduğu
özelliklerin bütünü anlamına gelmektedir. Kısaca, insanın tabiatı demektir.
Bu âyette fıtrata din mânası verilmektedir. Din, "kanun",
fıtrat da onun mânası olduğuna göre, "doğa kanunu" mânasını ifade
etmiş oluyor. Böylece tabiattaki bütün varlıkların ve canlıların yaratılışından
gelen maddî ve manevî özelliklerinin tamamı olmaktadır.
Hz. Peygamber de meşhur fıtrat hadîsinde bu kavramı kullanmıştır:
"Her çocuk bu fıtrat üzerine yaratılır" derken, çocuğun doğasını
kastetmiştir. Bu kelime ile, çocuğun doğasında tevhîd inancına yönelme denen
inanç duygusunun doğuştan var olduğuna işaret etmiştir.
b) Yoktan yaratma eylemi, bu
kelime ile ifade edilmektedir. En'âm sûresinin 79. Âyetinde "Gökleri ve
yeri yoktan yarattı"
ifadesi yer almaktadır. Şûra sûresinin 11. âyetinde de şöyle
buyurulmak-tadır: "Gökleri ve yeri yoktan yaratandır". İsrâ sûresinin
51. âyetinde "Peki, sizi ilk defa yaratan kimdir?" sorusunda,
"yaratma" mânası fetara fiili ile ifade edilmektedir.
c) Çatlamak. "Öyle ki bu
iddianın dehşetinden neredeyse gökler çatlayacaktı" (Meryem 19/90). Bu
âyette fetara kelimesi, tefettara
kalıbında gelmiştir, "çatlamak" anlamını ifade etmektedir.
Hıristiyanların, "Rahman çocuk edindi" şeklindeki sözlerinden dolayı
nerede ise gökler çatlayacaktı. Kur'ân'da, rızkın kaynağında Allah'ın olduğunu
inkâr edip servetini kendisinin kazandığını söyleten insanların he-vâsı (Kasas
28/78-81), kâinatı sarsacak seviyeye ulaşmaktadır.
d) Fetara kelimesi, infetara
kalıbından alınınca, "yarılma" anlamını ifade etmektedir:
"Gökyüzü yarıldığı zaman " (İnfitâr 82/1).
e) Mülk sûresinin 3. âyetinde
fütur kalıbında yer almaktadır: "Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk
görebiliyor musun?"
Bu mânaların ortak anlamı, fıtratın bir "oluşum"u ifade etmiş
olmasıdır. İlk yaratılışı ifade ettiği gibi, var olanın yok olmasına da işaret
etmektedir. En'âm sûresinin 29. âyetinde şu gerçeği yakalamak mümkündür: Hz.
İbrahim, tevhîd inancına bir tanım getirmektedir. İnsan benliğim, her şeyi
yoktan yaratana çevirmelidir. Benliğini O'ndan başkasına çevirmesi tevhîd
inancını bozacaktır. Tevhîd inancını belirleyen şey, benliğini çevirdiği sonsuz
kudrettir. Bu durumda insan müşriklerden olmadığını iddia edebilir. 79. âyetin
sonunda Hz. İbrahim de bunu ifade etmektedir. Bunun için mücadeleye şirkten
başlanmalıdır.
Hz. İbrahim, iman ettiğini ilân ederek benliğini Allah'a çevirmesi
üzerine, müşrikler onunla tartışmaya başladılar. "Kavmi onunla tartışmaya
girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle
tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak
rabbimin bir şey dilemesi hariç. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt
almıyor musunuz? " (En'âm 6/80). Halk Hz. İbrahim'le neyi tartışıyordu,
savundukları şey neydi?
Hz. İbrahim, "taptıkları putların ne olduğu" şeklindeki
sorusunu sorunca, "Dediler ki: 'Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler
bulduk" (Enbiyâ 6/53). Hz. İbrahim onların bu taklitçi savunmalarına
karşılık: "Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz,
dedi" (Enbiyâ 6/54). Kavmi taklitçilik vasıtasıyla şirki savunurken, Hz.
İbrahim onların şirk koşmasını sapıklık olarak nitelendirmektedir.
Hz. İbrahim onların şirki savunmalarını, Allah hakkında tartışma olarak
nitelendirmektedir. O Allah ki, Hz. İbrahim'i doğru yola iletmişti. Hz.
İbrahim'in "Beni doğru yola iletmişken" şeklindeki sözü, hidâyetin
Allah'a ait olduğunu vurgulamaktadır.
Hz. İbrahim, onların taptıkları tanrılardan korkmadığını söyleyerek,
korku psikolojisini gündeme getirmektedir. Putlar insanlara fayda ve zarar
verebiliyorsa, zararından korkulur, faydası da ümit edilir. Korku ve ümit
dengesindeki psikoloji, müslümanın psikolojisidir.
Hz. İbrahim, "Sahte tanrılardan korkmuyorum " derken,
korku-ümit dengesinin olmadığına işaret etmiştir. Onun içindir ki, Enbiyâ
sûresinin 66. âyetinde şu soruyu onlara yöneltmiştir: "Allah'ı bırakıp da,
size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ ibâdet edecek misiniz?"
Tanrının vereceği cezadan korkmak gerekir. Fayda ve zarar, putlar için söz
konusu olmayınca, korkulmaktan uzaktırlar.
Hz. İbrahim, "Rabbimin dilemesi hariç" demesiyle, Allah'ın
insana uygulayacağı bir imtihan konusunda başarısız olma korkusunu gündeme
getirmektedir. Bir insan, istikbalde başına ne geleceğini bilemediğinden daima
endişe içinde olmalıdır.
Bu endişe onun daima uyanık olmasına, hatâdan kaçınmasına sebep
olacaktır. Bir günâh işlediği zaman kendisine ceza verecek olan varlıktan
korkacaktır. "Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır" ifadesiyle Hz.
İbrahim, Allah'ın kuşatıcı ilmini gündeme taşıyarak, hiçbir varlığın sonsuz bir
ilme sahip olmadığına dikkat çekmektedir. Tapınılan tanrı, insana nereden zarar
ve fayda geleceğini bilen, o doğrultuda insanı uyaran bir varlık olmalıdır.
80. âyetin sonunda Hz. İbrahim, "Hâlâ öğüt almayacak
mısınız?" sorusunu sorarak, kendi tartışmasının kavga değil, öğüt olduğuna
işaret etmektedir. Onlarla konuşmasının amacı, onlara öğüt vermekti. Onlar
düşmanlık duygusuyla tartışırlarken, Hz. İbrahim öğüt vermek için uğraşıyordu.
Müşrikler Allah'tan korkmadan başka tanrılara taparlarken, kendisinin
onların tanrılarından korkmasının mümkün olamayacağını 81. âyette söyleyerek,
sahte tanrılar hakkında Allah'ın hiçbir hüküm indirmediğini vurgulamaktadır.
Hz. İbrahim konuyu "güven" meselesine getirmektedir.
İnananlar mı, şirk koşanlar mı daha güvendedir? Bu sorunun cevabının bilerek verilmesini
istemektedir. Onun için âyetin sonunda, "biliyorsanız" ifadesine yer
vermektedir.
Hz. İbrahim'in bu mantık silsilesinden şu noktaya varabiliriz: Tek tanrıya
inanmak, tevhîd inancına sahip olmak, bir güvendir, şirk ise bir
güvensizliktir. Şirk inancının bulunduğu gönül, güvende değildir. Gönül, tevhîd
inancıyla güven bulur. Tevhîd inancı, gelecek için insana bir güven sağlarken,
şirkin böyle bir güvencesi yoktur, çünkü sahte tanrılardan oluşmaktadır.
Kısaca diyebiliriz ki, Hz. İbrahim dersinin ikinci bölümünü, benliğini
Allah'a çevirme, ilk yaratış, Hanîflik, şirk, korku psikolojisi ve güven
duygusuna tahsis etmiştir. Bu kısımda tartışma çıktığını da görüyoruz.
Tartışmada kendi amacı öğüt olduğu halde, onlar, düşmanca bir tavır
takınıyorlardı. Özellikle Enbiyâ sûresinin 68. âyetinden, bu düşmanlığın Hz.
İbrahim'i yakmaya kadar uzandığını öğreniyoruz.
[61]
82. İnanıp da imanlarına herhangi bir zulmü bulaştırma-yanlar var ya,
işte güven onlarındır. Ve onlar doğru yolu bulanlardır.
83. İşte bu, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz delilleri-mizdir. Biz
dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin rabbin
hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.
Bu âyetlerin analizinden şu ilkelere ulaşmak mümkündür:
1. İmana şirk bulaşmamalıdır.
82. âyette geçen zulüm kavramını Kâdî Beyzâvî, Hâzin, İbn Abbas, Nesefî,
Semerkandî şirk, Zemahşerî isyan ve inkâr olarak mânalandırmaktadırlar. Bize
göre imana karışan inkâr değil, şirktir. Çünkü şirkte Allah'ı inkâr etmek
yoktur. Allah'ı kabullenme olduğu halde, O'ndan başkalarına tanrılık vermek
vardır. Ama inkâr, tamamen reddetmek, yani Allah'ın varlığını kabul
etmemektir.
Diğer taraftan Kur'ân'da şirk, zulüm olarak tanımlanmaktadır (Lokman 31/13). "îman edip de imanlarına herhangi bir şirki karıştırmayanlar" derken, iman eden insanların şirke bulaşma ihtimallerinin olduğuna dikkat çekilmektedir. Bir an mümin, bir an müşrik olan insanların olabileceğini dikkate alarak, imanın saflığını korumanın çok ciddi bir mesele olduğunu da bilerek hareket etmek gerekiyor. Din eğitiminin en önemli ve en ciddî uğraşılarından biri bu olmalıdır.
2.
İmanın katıksızlığı güven
getiriyor. 82. âyetin devamında "İşte güven onlarındır". Konuya ters
taraftan bakınca, imana şirkin karışmasının güveni alıp götürmekte olduğu
ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan "Onlar doğru yolu bulanlardır"
derken, doğru yolun tevhîd inancı olduğunu beyan etmektedir. Hidâyet,
"doğru yol"u, şirkten arınmış imanı gerekli kılmaktadır.
Kısaca söyleyebiliriz ki, güvene ve doğru yola, iman ile şirkin ayrılmasıyla
ulaşılmaktadır. Allah'ın azabından, cezasından, helak etmesinden insanı
koruyan güç, şirkin bulaşmadığı imandır. İnsanı doğruya, güzele, iyiye ve
hakka ulaştıran yolu meydana getiren de aynı şeydir. Zaten iman kelimesinin
kökü, emnâdır. Bakara sûresinin 125 ve 126. âyetlerinde bu kelime,
"güven" anlamına gelmektedir. İman eden insan hem kendine güvenen,
hem de güvenilen biri durumundadır. En'âm sûresinin 82. âyetinde güvende
olması, onun hakkı olarak ortaya çıkmaktadır. En'âm sûresinin 74. âyetinden
itibaren Hz. İbrahim'in ısrarla insanlara güven vermek ve onları doğru yola
iletmek amacında olduğu belirtilmektedir.
3. Allah dilediğinin
derecesini yükseltir. 83. âyette Allah, 74. âyetten itibaren tevhîd inancı
uğruna Hz. İbrahim'in verdiği amansız mücadelenin delillerini bizzat
kendisinin öğrettiğini söylemektedir. Bize göre bu ilâhî deliller, 75. âyette
bahsedilen göklerin ve yerin melekûtudur. Bu durum, öncelikle Hz. İbrahim'in
kesin iman etmesini temin etti, sonra da halkın şirkten kurtulup tevhîd
inancına yönelmesi için delil olarak kullanıldı.
Muhammed Esed buradaki hüccet kavramını, "muhakeme tarzı" anlamına almaktadır. Yıldızlardan aya, oradan güneşe giden ve sonra bütün benliğini Allah'a çeviren çizgideki muhakeme şeklinin Allah tarafından ona öğretildiği ortaya çıkmaktadır. Batma, kaybolma gibi özelliklere sahip olan bir göksel cismin tanrı olamayacağı, ona iman edilemeyeceği, çünkü batan şeylerin sevilemeyeceği, sevginin ebedî olana yönelik olduğu ilkelerini ona Allah öğretmişti.
İlâhî müdahalenin olmadığı muhakemenin insanı saptıracağını, korku
psikolojisi ile tanrılık fikri arasında irtibat kurulacağını, tann olacak
varlığın kapsayıcı ve sonsuz bir bilgiye sahip olması gerektiğini, şirkin
karışmadığı imanın güven ve doğru yolu getireceğini, ona yine Allah öğretmişti.
Bütün bunlar, ilâhî muhakemenin, Hz. İbrahim'in muhakemesine yansımasıdır.
Bu muhakemeyi elde eden kişinin derecesi, Allah katında yükselmektedir.
Bunları öğrettiği kişinin derecesini yükseltmek amacına işaret etmektedir.
"Allah dilediğinin derecesini yükseltir" ifadesi, ilâhî dilemeye
lâyık bir beyin ve gönle sahip olunmasının zorunluluğunu vurgulamaktadır.
Hz. İbrahim'in derece bakımından yükseltilmesi ne anlama gelmektedir?
Bu sorunun cevabını verebilmek için Nisa sûresinin 125. âyetini hatırlamak
gerekir. Buna göre Allah, İbrahim'i dost edinmiştir. Allah'ın halîl,
"dost" edindiği kimsenin derecesi yükselmiş demektir. Bütün benliğini
Allah'a çeviren Hz. İbrahim'in bu durumu ona Allah'a dost olmayı veya Allah'ın
onu dost edinmesini getirmiştir.
Sorunun başka bir cevabını da Meryem sûresinin 50. ve Şuaiâ sûresinin
84. âyetleriyle verebiliriz: Her iki âyet, doğrudan ve doğruluktan yana üstün
bilinip sonraki nesillerde anılmayı ona vermekle, üstün bir dereceye
yükselmiştir.
Bir taraftan Allah'ın dostluğunu kazanması, diğer taraftan insanlar
arasında doğruluğu ve iyiliği ile anılıp şöhret olması, onun derecelerle
yükseltilmesini ifade etmektedir. Ama bunlara ilâve olarak, Allah'ın ona
verdiği delillerle muhakeme yürütme yeteneği de zikredilmelidir. Demek ki Hz.
İbrahim, kendine Allah tarafından bahşedilen özel yetenek psikolojisi, Allah
ile ilişkisi ve diğer insanlarla ilişki, bakımından gelecek nesillere bıraktığı
davranış örnekleriyle bu dereceye ulaşmıştır. Psikolojik, sosyal ve ahlâkî
donanımı ile Hz. İbrahim bunu haketmişti.
Yukarıda sorulan soruya 83. âyetten sonra gelen âyetlerle cevap
verilebilir. O zaman, Hz. İbrahim'in neslinden pek çok peygamberin gelmesi,
onun Allah katında yüksek bir dereceye sahip olduğunun bir delili olabilir.
Bütün bu oluşumların arka planındaki irâde, hakîm ve ilim sıfatını
kullanmıştır. 74. âyetten itibaren Hz. İbrahim Allah'ın hâdî, yani "doğru
yolu gösterici"; fâtır yani "yoktan yaratıcı, ilmi ile her şeyi
kuşatıcı" sıfatlarını işleyerek dersini vermiştir. 83. âyetin sonunda da
Allah, hikmet sahibi ve her şeyi bildiği sıfatlarını gündeme getirerek, bütün
bu oluşumları ne ile gerçekleştirdiğine ışık tutmaktadır. 83. âyeti
hatırlarsak, insanın derece kazanmasının bir ucu kendi elinde ise, diğer ucu
da Allah'ın dilemesinde olduğu ilkesine ulaşmak mümkündür.
[62]
84. Biz ona İshâk ve Yâkub'u da
armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve onun soyundan
Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u,
Yûsufu, Musa'yı ve Harun'u doğru yola iletmiştik. Biz iyi davrananları
işte böyle mükafatlandırırız.
85. Zekeriyyâ, Yahya, îsâ ve
İlyâs'ı da doğru yola iletmiştik. Hepsi de iyilerden idi.
86. ismail, Elyesa', Yûnus ve
Lût'u da hidâyete erdirdik. Hepsini âlemlere üstün kıldık.
Bu âyetlerin analizinden bazı ilkeleri ortaya çıkarmaya çalışacağız:
1. Oğul ve torunun ihsan
edilmesi.
84. âyetin ilk bölümünde Hz. îbrâhim peygambere bağışlanan oğlu İshak ile
torunu Yâkub ele alınmaktadır: "Biz İbrahim'e Ishak'ı ve Yâkub'u
bağışladık".
Daha önceki âyetlerde Hz. İbrahim'e bahşedilen bazı özel durumlar
anlatılmıştı. 75. âyette göklerin ve yerin melekûtunun gösterilmesi, öğretilmesi,
80. âyette doğru yolun gösterilmesi, 83. âyette delillerin verilmesi, bunlar
arasında sayılabilir. 84. âyette de neslinden peygamberlerin gelmesi, ona
bahşedilen bir diğer nimet olmaktadır.
Daha önceki âyetlerde göstermek, hidâyet etmek, vermek gibi fiiller kullanıldığı halde, 84. âyetin başında vehebe kelimesinin kullanılmasının sebebi nedir? Bu sorunun cevabını verebilmek için, öncelikle kelimenin anlamından hareket etmek gerekir. "Karşılıksız vermek, hibe etmek, bağışlamak" mânalarına gelen vehebe kelimesi, evhebe kalıbından alınınca, "bir işi yapabilmek için gerekli olan her şeyi hazırlamak" anlamını ifade etmektedir. Aynı kalıptan, "devam etmek" mânasına da gelmektedir. Mevhûb kalıbı da, "bağış olarak verilen çocuk" anlamını ifade etmektedir. Vehhâb da "çok bağışlayan" demektir. Kur'ân'ın geneline bakıldığı zaman, bağışlama anlamına gelen vehebe kelimesinin yer aldığı bağışlan görebiliriz:
a) Hikmet bahşetmek. Bu anlamda kelime öğretim
faaliyeti ile ilgili bir mâna kazanmaktadır. Buradaki hikmet, hüküm verebilme
yeteneğini ifade etmektedir. O zaman da yaratılış kanununun bir parçası olarak,
psikolojik anlama sahip olduğu anlaşılacaktır. Psikolojik anlamı ve eğitim
anlamı ile bu kelime iki yerde geçmektedir. Mânaları itibariyle bir sıralama
yapacak olursak, Hz. İbrahim'in duasında yer aldığı şekliyle öğretmek anlamını
ifade etmektedir: "Ey rabbim! Bana (doğru ile eğrinin ne olduğuna)
hükmedebilme bilgi ve yeteneğini bağışla " (Şuarâ 96/83). Bu âyette, Hz.
İbrahim'in vehebe kelimesi ile beraber kullandığı hüküm kelimesi, daha çok
"bilgi" anlamına gelmektedir. O zaman da vehebe kelimesi, öğretim
ağırlıklı bir anlam kazanmaktadır. "Bana bağışla!" derken "Bana
öğret!" demek istemiştir.
Aynı kelimeler Şuarâ sûresinin 21. âyetinde, Hz. Musa'nın ifadesi
olarak geçmektedir: "Ama daha sonra rabbim bana hüküm verebilme yeteneğini
bahşetti". Bu âyette daha çok psikolojik mânada yetenek bahşetmekten
bahsedilirken, biraz da öğretim anlamında bilgi vermeyi ifade etmektedir.
b) Rahmet ile ödüllendirmek.
Meryem sûresinin 50. âyetinde "rahmet,
bağışlamak, rahmet ile ödüllendirmek" anlamlarına gelmektedir: "Ve
onları rahmetimizle ödüllendirdik".
c) Hibe etmek, teklif etmek. Ahzâb sûresinin 50. âyetinde şu ifade yer almaktadır: "Ve kendilerini özgür iradeleriyle peygambere teklif eden" . Hz. Peygamber'in evlenmek istediği kadınların özgür iradeleriyle kendilerini peygambere hibe etmeleri anlamına gelmektedir.
d) Hükümranlık bahşetmek. Hz. Süleyman'ın duasında yer almaktadır: "Bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver" (Sad 89/35).
e) Çocuk bahşetmek.
Genelde peygamberlerin ve
mümin kimselerin çocuk isteme dualarında yer alan çok nazik bir kelimedir. Bu
dualardan iki örnek verebiliriz.
"(Ve Hz. İbrahim şöyle yalvardı): 'Ey rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir çocuk bağışla!" (Sâffât 91/100). "(Ve o müminler): 'Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla!" (Furkân 2911 A). Bu ve buna benzer âyetlerde "bağışlamak" kelimesi, çoğunlukla, "çocuk bağışlamak" anlamında kullanılmaktadır.
Son anlamdan hareket ederek, yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm
sûresinin 84. âyetine dönebiliriz. Hz. İbrahim Sâffât sûresinin 100. âyetinde
belirtildiği gibi, sâlihlerden olacak bir çocuğun Allah tarafından kendisine
bahsedilmesini istemiştir. Bu duasında Jı 'v* heb lî "Bana bağışla!"
ifadesine yer verdi. Bu duaya icabet eden yüce Allah En'âm sûresinin 84.
âyetinde belirttiği gibi bu çocuğu O'na bağışladı.
Genelde Hz. İbrahim ve Hz. Zekeriyyâ, "bağışlama" duasını
yaşlılık anlarında yapmışlardır. Bunun anlamı, çocuk yapmaktan düşmüş bir
insanın yalvarışında geçen bir kelime özelliğini taşımaktadır. Ama Furkân
sûresinin 74. âyetinde olduğu gibi, ahlâkî anlamda da kullanılmaktadır. Hz. İbrahim'in
yaptığı bu duanın kabulünden sonra, Allah ona ihtiyarlık halinde çocuk verdi.
Hz. İbrahim buna hamdetmektedir: "İhtiyar
halimde
bana İsmail'i ve İshak'ı lütfeden (bağışlayan) Allah'a hamdolsun! Şüphesiz
rabbim duayı işitendir" (İbrâhîm 40/39).
Allah, Hz. İbrahim'e İsmail ile İshak'ı bahşetmeden önce, İshâk ile
Yâkub'u melekler vasıtasıyla müjdelemişti: "O esnada hanımı ayakta idi ve
(bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak'ı, İshak'ın ardından Yâkub'u
müjdeledik"; "(İbrahim'in hanımı) olacak şey değil! Ben bir kocakarı,
bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım?" (Hûd 38/71-72).
Öyle anlaşılıyor ki, biyolojik olarak çocuk doğurma çağını geçmiş
eşlere çocuk vermeyi ifade ederken, vehebe kelimesi kullanılmaktadır. Burada
şöyle bir soru sorulabilir:
Biyolojik olarak çocuk doğurma çağını geçen kadına çocuk nasıl
bahşedilir? Bunun cevabı, Enbiyâ sûresinin 90. âyetinde verilmektedir:
"Biz Zekeriyyâ'nın duasını da kabul ettik ve ona Yahya'yı bahşettik, eşini
de kendisi için elverişli kıldık". Hz. Zekeriyyâ'nın eşi de yaşlı idi;
mucize olarak o çocuk doğuracak hale getirildi. Âyette "Elverişli hale
getirdik" buyurulurken, bu durum ifade edilmektedir.
Kısaca 84. âyetin başındaki vehebe kelimesinin niçin kullanıldığı
açıklanmış oldu. Daha önce Allah'ın yaşlılık halinde ona çocuk müjdelemesi ve
ardından böyle bir çağda çocuk vermesini ifade etmek için bu kelimenin
kullanıldığı anlatılmıştı. Bunun böyle olduğuna delil olarak Hz. Âdem olgusu
verilebilir: A'râf sûresinin 189. âyetinde, Hz Âdem ile eşi Allah'tan iyi evlât
isterlerken, "bahşetme" değil de "verme" kelimesi kullanılmakta,
190. âyette de duaları kabul edilip çocuk verilince, âtâ-hümâ kelimesine yer
verildi. "Onlara kusursuz bir çocuk verince" buyu-rulmuştur. Burada
verme anlamına gelen kelime kullanıldığı halde, bahşetme kelimesi
kullanılmamıştır. Ancak bu yorumu genelleştirmek doğru değildir. Hz. İbrahim'e,
Allah öyle bir nesil verdi ki, duasının sonu Hz. Muhammed ile gelmiştir.
îshâk, Hz. İbrahim ve eşi Sâre'nin ihtiyarlık dönemlerinde dünyaya
gelmiştir. Takriben milâttan önce XVIII. asırda yaşamıştır. Filistin Kralı
Abimelek'in yurduna gitti, orada zengin oldu. Güçlendiğini gören Abime-lek onu
yurdundan çıkardı. İshak, Rebeka ile evlendi. Esav daha çok kırsal kesimde,
Yâkub da şehirde yaşadı (Tekvîn, 25-28).
İshak'ın oğlu Yâkub, Hz İbrahim'in eşine müjdelenmişti. (Hûd 11/71)
Harran'da yaşamış, daha sonra Mısır'a göçerek orada vefat etti. Daha sonra
peygamber olan Yûsuf, onun oğludur. Yâkub'un on iki oğlu ve bir kızı olmuştur
(Tekvîn, 35). Hz. İbrahim'in temellerini attığı ailenin asaleti, nesilden
nesile intikal etmiş, o nesilden pek çok peygamberin gelmesini temin etmiştir.
2. Hz. Nûh gibi hepsine hidâyet edilmiştir. Yüce Allah âyetin ikinci
bölümünde, Hz İbrahim'in neslinin geldiği köke de inmektedir. Aslında neslinin
Hz. Âdem'e kadar inmesine rağmen, insanlığın ikinci atası sayılan Hz. Nuh'u
ziketmesi manidardır. Ancak burada, doğrudan doğruya Hz. Nuh'un, onun ceddi
olduğu denmemiştir. Hidâyete iletmesi bakımından bir benzerlik kurulmaktadır.
Sâffât sûresinin 83. âyetinde şu ifade bunu gündeme getirmektedir: "Şüphesiz ibrahim de onun (Nuh'un)
milletinden idi".
Burada açıklanması gereken ana konu, önceden Hz. Nuh'un hidâyete erdirilmesi gibi, İshak ve Yâkub'un da hidâyete erdirilmesi meselesidir. Hidâyete erdirmek ne anlama gelmektedir? Bu soruya çeşitli âyetlerle cevap vermek mümkündür:
a) En'âm sûresinin 84 âyetinin
sonundaki ifadeden, buradaki hidâyetin mükâfatlandırma olduğunu
söyleyebiliriz: "Biz iyi davrananları işte böyle mükâfatlandırırız".
hedeynâ kelimesi, neczî mânasına alınabilir, "Doğru yola ilettik,
mükâfatlandırdık" demek olur.
b) Allah'ın yoluna ulaştırmak.
Ankebût sûresinin 69. âyetine göre: "Bizim uğrumuzda mücadele edenleri
elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Elbette Allah iyi davrananlarla
beraberdir". Dikkat edilirse, En'âm sûresinin 84. âyetinin sonu muhsin
kelimesiyle bittiği gibi, Ankebût sûresinin 69. âyeti de aynı kelime ile son
bulmaktadır. Ankebût sûresinin 69. âyetine göre, "Allah uğrunda gayret
gösteren, emek verenler" muhsinlerdir. Peygamberler hakikate ulaşmak ve
insanları ulaştırmak için son güçlerine kadar gayret etmişlerdir. Allah da
onları kendi yollarına ulaştırmıştır.
c)
Onlara peygamberlik görevini
vermiştir. "Hepsini doğru yola ilettik" ifadesi, "Hepsine
peygamberlik verdik" anlamına gelebilir. Bu mânanın delili, onların
hepsinin peygamber olmasıdır. Misâl olarak Nisa sûresinin 163. ve Şûra
sûresinin 13. âyetlerini verebiliriz. Bununla ilgili olarak Sâffât sûresinin
112. âyetinde, Hz. Ishak'ı peygamber olarak Hz. İbrahim'e müjdelediği gündeme
getirilmektedir.
3. Onun zürriyetinden birçok
peygamber gönderdi. Âyetin üçüncü bölümünde geçen 'ey j ve min zürriyyetihî ifadesin-deki
zamîrin, İbrahim'e mi yoksa Hz. Nuh'a mı gittiği, âlimler tarafından
tartışılmıştır. Râzî bu tartışmaları açıklamıştır. Arapça gramere göre, zamîr
en yakın olana gider. Zamîre yakın olan Hz. Nuh'tur; ama Hz. İbrahim'e
gideceğini de savunanlar olmuştur.
Burada zamîrin Hz. Nuh'a veya Hz. İbrahim'e gitmesi önemli değildir.
Çünkü Hz. İbrahim de Hz. Nuh'un neslindendir. Hz. İbrahim'in neslinden gelenler
de Nuh'un neslinden olmaktadır. Dâvud, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ ve Harun
peygamberler, İshâk peygamberden Hz. İbrahim'e, ondan da Hz. Nuh'a
uzanmaktadırlar.
Burada şu soru sorulabilir: Bunlar arasında Hz. İsmail niçin sayılmamaktadır?
Nisa sûresinin 163. âyetinde Hz. İbrahim'den hemen sonra İsmail geldiği halde,
bu âyette adı geçmemektedir. Hz. İshak'tan İsrâilo-ğulları türemiştir, Araplar
da İsmail'in soyundan gelmektedir. Hz. İsmail'in neslinden Hz. Muhammed,
peygamber olarak gelmiştir. Takriben Hz. İbrahim ve birinci derecedeki
oğulları, milâttan önce XVIII. asırda yaşadıklarına göre, Hz. Muhammed yirmi üç
asır sonra gelmiştir. Uzun zaman Hz. İbrahim'in neslinden peygamber gelmediğine
delil olarak, Yasin sûresinin 6. âyetini gösterebiliriz: "Ataları
uyarümamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman
için indirilmiştir". Bu âyet bize, Araplar'dan uzun zaman peygamber
gelmediğini anlatmaktadır.
Râzî, En'âm sûresinin 84-86. âyetlerinde isimleri geçen peygamberleri
özelliklerine göre sınıflandırmaktadır. Bu sınıflandırma ilginçtir. Bu sebeple
burada zikretmeyi uygun buluyoruz:
a) Mülk, hükümranlık ve kudret
verilenler: Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman.
b) Belâ ve sıkıntılara
uğrayanlar: Hz. Eyyûb gibi.
c) Hükümanlık ve belâya
uğruyanlar: Hz. Yûsuf gibi.
d) Mucizeleri kuvvetli, aklî
delilleri çok, saygı uyandıran, heybetli, kuvvetli ve en çok eziyet çeken: Hz.
Mûsâ ve Hz. Harun.
e)
Zühd içinde olan, dünyaya iltifat etmeyen:
Hz. Zekeriyyâ, Yahya, îsâ ve İlyas gibi.
f) İnsanlar arasında
taraftarları bulunmayanlar: İsmail, Elyesa', Yûnus ve Lût gibileri.
Râzî'nin yaptığı bu sıralamadan sonuncusu, tartışılır bir niteliktedir. Çünkü taraftan olmayan başka peygamberler de vardır. Aslında Hz. Mu-hammed'e inanan ve ona ümmet olan insanlar, aynı zamanda önceki peygamberlere de tabidirler. Çünkü bütün peygamberler, İslâm'ı tebliğ etmişlerdir; hepsine gelen vahiy Allah'tan gelmiştir.
4. Her gruba bir sıfat verilmiştir. Hz. İbrahim, İshâk, Yâkub, Nûh,
Dâvud, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ ve Hânın muhsin olarak, Zekeriyyâ, Yahya,
îsâ ve İlyâs, sâlih olarak vasıflandırılmaktadır. Hz. İsmail, Elyesa, Yûnus ve
Lût, âlemlere üstün kılınmıştır. Aslında muhsin, sâlih ve âlemlere üstün
kılınmak, denirken aynı anlam ifade edilmektedirler.
[63]
57. Onların babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarına da (üstün meziyetler verdik). Onları seçkin kıldık ve doğru yola ilettik.
88. İşte bu, Allah'ın hidâyetidir, kullarından dilediğini ona iletir.
Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yap Bu âyetler daha önce peygamberlerin
on sekizinin sayıldığı âyetlerle alâkalıdır. Âyetlerin analizinde şu neticelere
ulaşabiliriz:
1.
Yukarıda sayılan
peygamberlerin babalarının nesliyle, çocuklarından pek çoğu anılmamıştır.
Allah onlar için genel bir değerlendirme yapmaktadır.
Âyetin başındaki min cer harfi, "bazıları" anlamına gelmektedir.
Bunun mânası, o gruptan bir kısmının aynı erdemler içinde olmadığıdır. Meselâ Hz.
Nuh'un oğlu, Hz. İbrahim'in babası tevhîd inancını kabul etmemişlerdi.
Râzî'nin ifade ettiği gibi "Onları seçtik" ifadesinden,
"Peygamberlik verdik" anlaşılıyorsa, o zaman doğal anlamda hepsi peygamber
olmamıştır. Peygamber olanları seçilmiştir, ya da seçilenleri peygamber
olmuştur, mânası çıkabilir. Önceki âyetlerde adı geçen peygamberlerin dışında
da neslinden peygamber geldiği anlaşılabilir.
2. "Onları seçtik"
ifadesine, "Peygamber tayin ettik" mânasını verebilir miyiz? Bunun
peygamberlik vermek mânasına geldiğini, Âl-i Imrân sûresinin 33-34. âyetleriyle
ispat edebiliriz: "Allah birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem'i, Nuh'u,
İbrahim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. Allah işiten ve
bilendir".
Bu âyetlerin başındaki ıstafâ (seçti) ifadesiyle, En'âm sûresinin 87.
âyetindeki v'ectebeynâhüm (Onları seçtik) ifadesi, aynı anlama gelmektedir.
3. Yüce Allah, dilediğine
vereceği hidâyeti onlara vermiştir. 87.
âyetin sonunda, "Onlar doğru yola iletildi" denirken, bu doğru yolun
ne olduğu, 88. âyetin başında "Allah'ın rehberliği" şeklinde
açıklanmıştır. Bu öyle bir doğru yoldur ki, dilediğini ona iletmektedir. Doğru
yolun ne olduğu, âyetin devamında açıklanmaktadır. "Eğer onlar da Allah'a
ortak koşsalardı, yapmakta oldukları amelleri elbette boşa giderdi".
Allah'a ortak koşmanın karşıtı, Allah'ı birlemek, yani tevhîd inancıdır. Demek
ki tevhîd inancına ulaştırılmış olmaları, Allah'ın rehberliği olmaktadır.
Böylece Allah'ın rehberliği, tevhîd inancı anlamına gelmektedir. Demek ki şirk,
doğru yoldan çıkmak, Allah'ın rehberliğinin dışında kalmaktır.
4.
Şirk, amelleri boşa
çıkarmaktadır. Daha önce Âl-i İmrân sûresinin 21-22. âyetlerinden, inkârın,
amellerin değerlendirmeye tabi tutulmasını ortadan kaldıracağı gerçeğini
öğrenmiştik. Bu sefer En'âm sûresinin 88. âyetinde de şirkin amelleri ortadan
kaldırdığı ifade edilmektedir. Demek ki tevhîd inancının en önemli faydası, bu
dünyada yapılanların öteki dünyada değerlendirmeye tâbi tutulmasını temin
etmesidir.
Netice olarak diyebiliriz ki, usûl bakımından baba nesli, fürû bakımından
çocuklar nesli ve kardeşlik kavramları burada gündeme getirilirken, bizler
için önemli bir ilke ortaya çıkmaktadır: "Herkes evinin önünü süpürürse,
dünya tertemiz olur" sözü gibi, "Herkes çocuklarının ve kardeşlerinin
eğitimi ile ilgilenirse, insanlık eğitilmiş hale gelir". Baba neslinin
erdeminin, eğitim yoluyla nesilden nesile intikal edeceği gerçeği burada
vurgulanmaktadır.
Bütün benliğini Hanîf olarak Allah'a çeviren Hz. İbrahim, ailesine çok
büyük bir tevhîd inancı miras bırakmıştır. Bakara sûresinin 132-133.
âyetlerinde, babanın çocuklarına nasıl bir vasiyet yapması gerektiği, Hz.
îbrâhim ve torunu Yâkub örneği ile öğretilmişti. Baba neslinin çocuklarına
bırakacağı en büyük miras tevhîd inancıdır.
Hz. İbrahim'in neslinin anılmasının sebebi ne olabilir? O dönemde Hz.
İbrahim'in babası müşrikti (En'âm 6/74). Müşrik bir ailede doğup büyümesine
rağmen tevhîd inancını bulması, ailenin ezici baskısına rağmen tevhîd yolunu
tutması, ona bu büyüklüğü getirmektedir. Hz. Mu-hammed'in doğrudan babası ve
annesi, müşrik kültürünü oğullarına aşılama durumunda olmamışlardır. Onun da
kabilesi ve amcaları müşrikti, ama babasını doğmadan, annesini de altı yaşında
kaybettiği için, bu açıdan Hz. İbrahim gibi baba baskısını yaşamadı.
Hz. İbrahim'in başlattığı tevhîd inancını savunma mücadelesi, Hz.
Muhammed'e kadar uzandı. Artık şimdi normal insanlar, bu ırmağın geleceğe
doğru akmasının gayretini vermelidirler ve zaten vermektedirler.
[64]
89. İşte onlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz
kimselerdir. Eğer onlar (kâfirler) bunları inkâr ederlerse, şüphesiz yerlerine
bunları inkâr etmeyecek bir toplum getiririz.
1.
Bu âyetin birinci bölümünde,
yukarıda sayılan peygamberlere verilen üç önemli esas açıklanmaktadır. İlâhî
emirleri içine alan kitap, "sağlam muhakeme" diye tercüme
edebileceğimiz hikmet ve nihayet peygamberlik. İlk ikisine sahip olamayan kişi
peygamber olamaz. Demek ki vahiyle sağlam muhakeme, peygamberliğin olmazsa
olmazını teşkil etmektedir.
2. Âyetin ikinci bölümünde,
bir toplumun iktidarını nasıl kaybedeceğinin önemli bir sebebi verilmektedir.
Bunu da Allah "inkâr" olarak tesbit etmektedir. "Eğer kâfirler
bunları inkâr ederlerse, şüphesiz yerlerine bunları inkâr etmeyecek bir toplum
getiririz".
İnkâr, bazan toplumsal değişimi meydana getirecek kadar ciddî bir çizgiye ulaşabilir; bir toplumun yerine diğerinin gelmesine sebep olabilir. Âyette geçen vekkelnâ (vekîl kılarız) ifadesi, "Onların yerine iktidara getiririz" mânasını ifade etmektedir. "Onların işlerini, inkâr etmeyen bir topluma havale ederiz" demek, "İktidarı onlardan alıp başkasına veririz" demektir.
Bu açılımdan hareket edersek, müslüman toplumlarla, müslüman
olmayanların arasındaki ilişkiyi daha rahat kavrayabiliriz. Müslümanlar,
Allah'ın gönderdiği vahyi kabul etmiş gibi görünüp hayatlarına tatbik etmezlerse,
işlerinin başka toplumlara havale edileceğini bilmelidirler. "İslâm'a
inanıyorum" deyip kâfirin, münafığın hayatını yaşayanlar için iktidar
yoktur. Onlar "Müslümanız, ama neden bu hale geldik?" sorusunun
sebebini başkalarına havale etmemeli, tam tersine imanlarını bir kere daha
sorgulamalıdırlar.
[65]
90. "işte o peygamberler, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir.
Sen de onların yoluna uy!" De ki: "Ben buna karşılık sizden bir ücret
istemiyorum". Bu âlemler için sadece bir öğüttür.
1. Âyetten çıkarılacak önemli
ilkeler vardır: "İşte o peygamberler, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir.
Sen de onların yoluna uy!" Âyetin bu bölümünden anlıyoruz ki, bütün
peygamberlerin yolu tevhîd yoludur. Bunun için Hz. Muhammed, "Sen de o
yola uy!" emrine muhatap olmuştur. Bir peygamberin daha önceki
peygamberlerin yoluna uyması, kendi ümmeti için önemli bir örnek teşkil
etmektedir. Allah'ın yoluna uymayana, halkın uyma sorumluluğu yoktır. Uyana
uyulur, uymayana uyulmaz.
Hz. Peygamberin uymak zorunda olduğu eski peygamberlerin yolu, tevhîd yoludur; dinlerin asla değişmeyen ilkelerinin yoludur. Âyetin bu kısmındaki "Uy!" emri, Hz. Peygamber sağ olmadığına göre, müslüman-ları ve özellikle din bilginlerini kapsamına almaktadır. Bütün peygamberleri Allah doğru yola ilettiğine göre, onların yoluna gelecek nesillerin de uyması gerekir. Önemli olan, din âlimlerinin bu yolun ne olduğunu tam anlamıyla öğretebilmeleridir. Bütün peygamberlerin yolunu Kur'ân açıklamaktadır. Kur'ân'ın geliş sebeplerinden biri de budur.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: "Allah'ın hidâyet ettiği
kimseler" ifadesine neden yer verilmiştir? Bize göre bunun cevabını
İbrahim sûresinin 1. âyeti vermektedir: "Rabbinin izniyle insanları
karanlıktan aydınlığa, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın
yoluna çıkartman için sana indirdiğimiz bir kitaptır".
Demek ki uyulması istenen yolu peygamberler uydurmuş değil, tam tersine
onların da uyması gereken yolu Allah belirlemiştir. Kendisi hidâyet edilen bir
peygamber, hidâyet gibi bir yolu tesis edemez. O zaman, Allah'ın koyduğu yoldan
gidene uyulacaktır, esasına varabiliriz.
2. Dini tebliğ etmekten dolayı
ücret alınmaz. "De ki: 'Ben buna (peygamberlik görevime) karşılık sizden
bir ücret istemiyorum". Bu ifade, bütün peygamberlerin uyduğu bir
ilkedir. Şuarâ sûresinin 108. âyetinde Hz. Nûh ile başlayan bu esas, Hz. Hûd,
Hz. Salih, Hz. Lût ve Hz. Şuayb ile devam etmiştir. Hz. Muhammed'e hem En'âm sûresinin
90, hem de Şûra sûresinin 23. âyetinde bu emir verilmektedir. Dinin tebliğ
alanı, para kazanma alanı olmamalıdır.
Bu âyette peygamberlik görevine karşılık bir şey istemediğini söylemesi
istenirken, Şûra sûresinin 23. âyetinde, akrabalık sevgisi isteyebileceği
gündeme getirilmektedir.
3.
Hz. Peygamber'den Kur'ân'ın bir öğüt kitabı
olduğunu ilân etmesi istenmektedir. "Âlemler" kavramının ne ifade
ettiği, Fatiha sûresinin 2. âyetinde açıklandı. Söz konusu âyet yorumlanırken,
Câsiye sûresinin 36. âyetini hatırlatmıştık. "Eğitilmeye ve sahip
çıkılmaya elverişli insanlar" anlamına gelmektedir, demiştik. Hatta bu
kavramın kapsamına cinleri de katmıştık. Demek ki Kur'ân, insan ve cinlere bir
öğüt kitabı olarak gelmiştir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, Hz. Peygamber,
"Ben sizden bir ücret istemiyorum, ama Kur'ân'ın öğüdüne uymanızı
istiyorum" demek istemektedir.
Kısaca diyebiliriz ki, En'âm sûresinin 74. âyetinden itibaren başlayan
şirkle mücadele bir ilâhî rehberlik yolu olup, peygamberler arası devam eden
bir miras şeklinde görülmelidir. Hz. İbrahim'in, tevhîd inancını yayıp şirkle
mücadelesine babasından başladığına şahit oluyoruz.
[66]
91. Allah'ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi" dediler. De ki: "Öyle ise Musa'nın insanlara bir nûr ve hidâyet olarak getirdiği kitabı kim indirdi? Siz onu kâğıtlara yazıp açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın da bilemediği şeyler size öğretilmiştir. Sen 'Allah' de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar!"
Ayetin analizinden önemli genellemelere varmak mümkündür:
1. Âyetin ilk bölümünde:
"Allah'ı gereği gibi tanımadılar" ifadesi yer almaktadır. Bu bölümde
kadere kelimesi, "takdîr etmek, anlamak, değerlendirmek, bilmek"
mânasına gelmektedir. Kadere iman ilkesinde yer alan kader kelimesi de bundan
türemiştir. Kim Allah'ı gereği gibi anlayamadı, takdir edemedi, bilemedi, saygı
göstermedi? Bunun cevabını âyetin devamı verecek ve biz bunun yahudiler olduğunu
anlayacağız.
Kullarına rehberlik olsun, mutluluğun yolunu göstersin, öğüt versin,
karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye rab sıfatı gereği vahiy göndereceğine
inanmamak ve Allah'ın gücünün herşeye yeteceğini kabul etmemek, O'nu gereği
gibi anlayamamaktır. Âyetin devamında hangi sözü söyleyerek bu sürece
girdiklerini görüyoruz: "Çünkü, Allah hiçbir beşere bir şey
indirmedi" diyerek, bilmediklerini ortaya koydular. Bunun anlamı, Allah'ın
Kur'ân'ı Hz. Muhammed'e indirdiğini inkâr etmektir. Demek ki konu, Hz.
Muhammed'e indirilen vahiy idi. Bu sözü söyleyenler, daha önce indirilen vahye
inanan insanlardı. O zaman âyetin birinci bölümüne "Allah'a gerektiği
şekilde inanmadılar" mânasını verme imkânını elde ediyoruz.
Hâzin, âyetin birinci bölümündeki ve mâ kaderul-lâhe ifadesine,
"İnanmadılar" mânasını vermektedir. Çünkü Allah'a gereği gibi iman
etselerdi, "Allah hiçbir insana bir şey indirmedi" demezlerdi.
Allah onların bu sözleri üzerine onlara sorulmak üzere Hz. Peygam-ber'e
şunu vahyetti "De ki: 'Öyle ise Musa'nın insanlara bir nâr ve hidâyet
olarak getirdiği kitabı kim indirdi?" Bundan anlıyoruz ki, Hz. Peygamber'e
bir şey indirilmediğini söyleyenler, yahudilerdi. Sorulan sorunun içinde
Tevrat'ın yer alması, buna işaret etmektedir. Demek ki Allah'a gerektiği
şekilde inanmayan, Allah'ı gerektiği gibi tanımayan, bilmeyen ve takdir etmeyen
yahudilerdi. Tefsirlerde yer alan nüzul sebebini burada zikretmiyoruz. Zâten
âyetin içindeki, yahudilerin "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi"
sözleri, nüzul sebebi olarak açıklanmaktadır.
Âyetin bu kısmında, Tevrat'ın nûr ve rehber olduğu vurgulanmaktadır.
Bu özellikler aynen Kur'ân için de geçerlidir. Bu noktadan hareketle şu
genellemeye varıyoruz: Peygamberlere gelen vahiy, bir ışık, bir rehber görevini
görmüştür. İnsanların gönlünü, sosyal ilişkileri ve Allah'a giden yolu
aydınlatan bir ışık olmaktadır. Nefsin, şeytanın ve kötü insanların bulunduğu
bir ortamda, insanın elinden tutup doğru yola götüren bir rehber durumundadır.
Cehalet karanlığının içinden çıkarıp bilginin, medeniyetin aydınlığına götüren
bir rehber olmaktadır. Şirkin ve inkârın kirlettiği beyin ve gönlün elinden
tutup, tevhîd inancının meyvelerini tatmaya götüren bir rehber niteliğindedir.
2.
Âyetin devamı, yahudilerin Tevrat'a karşı işledikleri
kötü tavrı açıklamaktadır. "Siz Tevrat'ı kâğıtlara yazıp (istediğinizi)
açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz ". Bunun anlamını El-malılı Hamdi Yazır
şöyle veriyor: Aydınlanıp amel edecek yerde parça parça kâğıtlara koyuyor, kuru
evrak haline getiriyorsunuz.
Yahudiler Tevrat'ın Hz. Peygamber'le ilgili kısımlarını gizlemişlerdir.
Gizledikleri âyetlerden biri Fetih sûresinin 29. âyetinin ilk yarısıdır. Allah
orada Hz. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğunu ve onunla birlikte olanların
durumunu açıklamaktadır.
3.
Kur'ân bilinmeyeni öğretti.
Âyetin bu kısmı, Kur'ân'm önemli bir görevini gündeme getirmektedir: Kur'ân
yahudikrin ve ondan önceki babalarının bilmediklerini öğretmekteydi. Demek ki
daha önce Tevrat'ta olmayan bazı konuları da Kur'ân'da bulmak ve ondan öğrenmek
mümkündür. Allah bu hitabıyla onların Kur'ân'ı okuyup, farklı olan yönlerini
görmelerini istemektedir.
4.
Yapılacak nedir? Âyetin son
kısmında Allah, Hz. Peygamber'e ne diyeceğini ve ne yapacağını
öğütlemektedir: "(Resulüm) Allah
de!". Sizin ve babalarınızın bilmediğini size öğretenin kim olduğu sorusunu
cevaplandırmak üzere "Allah de!" emri verilmiştir.
Kur'ân'ı indirip, Hz. Muhammed'i peygamber yapan ve onlara bilmediklerini
öğreten Allah'tır. Bunu kabul etmemeleri durumunda yapılacak işi âyetin sonu
belirlemektedir: "Sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynaya
dursunlar".
Bütün açıklamalara rağmen anlamayan ve anlamaya yanaşmayan ve bunu
Allah'ın vahiy göndermeyeceğine kadar uzatan insanları kendi başlarına
bırakmaktan başka çare yoktur. Allah bu âyetle, Kur'ân'a karşı takınılan
tavrın analizim yapmaYYad berlerinden başkasını tanımayanların,
"bataklık" halini almış gönüllerini gündeme taşımaktadır.
Allah'ı gereği gibi anlamayan, O'na gereği gibi inanmayan, başkalarına
vahyin gelemeyeceğini iddia eden, kendi ellerindeki kitabı kimin indirdiğini
göremeyecek kadar gabî olan, ellerindeki kitabın bir kısmını gizleyip
hükümlerini halka açmayan insanların beyin ve gönülleri çamur doludur.
Allah, Hz. Peygamber'den onları o çamurun içinde bırakmasını istemiştir. Aynı metodun günümüzde de geçerli olduğunun bilinmesinde yarar vardır. Kur'ân'm Allah tarafından indirildiğini kabul etmeyen ya-hudi ve hıristiyanlar, kendi çamurları içinde oynamak üzere bırakılmalıdırlar. Meseleyi ileri götürüp kavga etmenin anlamı yoktur. Böylece âyet din âlimlerine eskimeyen altın bir kural bırakmaktadır. [67]
92. Bu da şehirlerin anası olan (Mekke'yi) ve çevresini uyarman için
sana indirdiğimiz feyiz kaynağı ve kendinden öncekini doğrulayan bir kitaptır.
Ahirete inananlar, ona da inanırlar, namazlarına devam ederler.
Bu âyetin analizinden varılabilecek bazı ilkeler vardır:
1. Kur'ân'm üç vasfı.
a) Kur'ân, Allah tarafından
indirilmiştir. "Onu indirdik" ifadesi, Kur'ân'ı Hz. Muhammed'in
yazmadığını, vahiy yoluyla ona ilâhî âlemden indiğini göstermektedir. Allah
tarafından indirilmiş olması, beşer fikrinin ona karışmadığının ve tarafsız bir
kitap olduğunun delili olmaktadır.
b)
Kur'ân mübarek bir kitaptır. Mübarek kelimesi,
"kutlu, feyiz kaynağı, bereketli" anlamına gelmektedir. İbn Abbâs
mübarek kelimesini, "içinde mağfiret ve rahmet olan kitap" anlamına
almıştır; Kâdî Beyzâvî, Hâzin, Nesefî de "çok faydalı" mânasına
geldiğini söylemişlerdir.
c) Kur'ân kendinden öncekini
tasdîk edici, yani teyit edici bir özelliğe sahiptir. Bu özelliğinin anlamı:
Kur'ân geçmiş peygamberlere gelen vahiyle çatışmak için gelmemiş, tam tersine
tasdîk edici olarak gelmiştir.
Âyetin bu kısmındaki "Önündekini tasdîk edici" ifadesinin geniş açıklaması, Âl-i İmrân sûresinin 3. âyetinde yapılmıştır. Demek ki Kur'ân, Allah tarafından indirilmiş, feyiz kaynağı ve önündekini tasdîk edici özelliklere sahip bir kitaptır.
2. Kur'ân'ın indiriliş sebebi.
Âyetin ikinci bölümü bu sebebin ne olduğunu açıklamaktadır: "Şehirlerin anasını ve onun çevresindekileri uyarasın diye indirdik". ümmü'1-kurâ (şehirlerin anası) ifadesinden kasıt, Mekke'dir. İlk mabedin orada yapılmış olması sebebiyle bu ad verilmiştir.
Medeniyetin beşiği orasıdır. İlk mâbed olan Kabe orada inşa edilmiştir.
"Âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak kurulan ilk ev, (mâbed)
Mekke'deki (Kâbe)dir" (Âl-i İmrân 3/96). Onun içindir ki, "şehirlerin
anası" adını almıştır; bu ismi ona Allah vermiştir.
Kur'ân bu şehrin halkını ve onun etrafındaki şehirlerin halkını da
uyarmak için Hz. Peygamber'e indirilmiştir. Yasin sûresinin 6. âyetinde ifade
edildiği gibi, babalan uyarılmamış toplumu uyarmak için indirilmiştir. liTji-
havlehâ kelimesi, "onun etrafını" anlamına gelmektedir. Mekke'nin
etrafı deyince, Mekke dışında insanların yaşadığı her yer anlaşılmaktadır.
Âyetin bu kısmına Hz. Peygamber açısından bakınca, o devirde kitle haberleşme
vasıtalarının olmadığını, yüz yüze gelmekten başka bir vasıtanın, sadece mektup
olduğunu düşünürsek, Mekke ve civarı mânasını anlamak doğru olacaktır. Ama bu
âyete günümüzün teknolojik imkânları açısından bakıp, bu uyarı işinin devam
eden bir süreç olduğu fikrinden hareket edersek, etraf kelimesinin içine insan
olan her yer mânasını vermek gerekmektedir. Hz. Peygamber'in, davet etmek için
yazdığı mektupları gönderdiği ülkeleri düşünürsek, uyarının insanların
bulunduğu yerle sınırlı olacağı anlaşılmış olacaktır.
Bu ifadeden şunu anlıyoruz: Feyiz, ışık ve medeniyet, şehirden kasaba
ve köylere doğru yayılacaktır. Şehirler düzelirse, onların etrafında yaşayan
insanlar da düzelecektir. Âyet, kalkınmaya şehirden mi, köyden mi
başlanmalıdır, sorusuna şehirden cevabını vermektedir.
3. Kur'ân'a kimler inanır?
Âyetin son bölümünde Kur'ân'a inanacak olanların özellikleri sayılmaktadır:
a) "Âhirete inananlar ona
inanırlar". Âyetin bu kısmını, 91. âyetle ilişkilendirmek gerekiyor.
Yahudiler "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi" dediler. Bunun
anlamı, Kur'ân'ı ilâhî kitap olarak kabullenmediler, ona inanmadılar.
"Neden inanmadılar?" sorusunu sorunca, cevabını 92. âyetin bu kısmı
vermektedir: Onlar âhirete inanmıyorlardı, çünkü âyet "Âhirete inananlar
ona inanır" demektedir. Demek ki Kur'ân'a inanmayanların âhirete
imanlarında bir zorları vardır.
Dikkat edilirse, âyetin bu kısmında, imandan imana geçişin olabileceğinin
vurgusunun yapıldığı farkedilecektir. Âhirete iman, Kur'ân'a iman şekline
dönüşmektedir. Âhirete iman sebep, kitaba iman da sonuç olmaktadır. Bundan şu
neticeye varıyoruz: İman denen değer doğurgan, amip gibi çoğalan bir özelliğe
sahiptir.
Demek ki iman gönülde teşekkül ettiğine göre, gönül çoğalma yeri ve
imanın doğum yaptığı bir yer olmaktadır. Gönlü imandan yana doğurgan olmayan
insanlar, Kur'ân'a inanmazlar.
b) "Onlar namazlarını
kılmaya devam ederler". Buradaki namaz kavramı, eylemi temsil etmektedir.
Âhirete imandan sonra namaz kılmanın getirilmesi, imandan sonra eylemin
gelmesi anlamını taşımaktadır. Diğer taraftan namaz, ahlâkın temelini teşkil
etmektedir (Meryem 19/59; Ankebût 29/45). Bu işlevi sebebiyle, imandan hemen
sonra namaz kılma gündeme getirilmiştir.
Netice olarak diyebiliriz ki, 91. âyette Tevrat'ın ışık ve rehber özelliği
verildikten sonra, 92. âyette de Kur'ân'ın feyiz kaynağı ve önünde-kini tasdîk
edici özellikleri gündeme getirilmektedir. Bu özellikleriyle ya-hudi ve diğer
insanları Kur'ân'a inanmaya davet etmektedir. Her iki kitabın özellikleriyle,
yahudilerle Kur'ân arasında bir köprü kurmayı amaçlamaktadır. Kitaba imanı,
âhirete imana bağlamakla, Kur'ân'a inanmayanların âhirete imanlarını
sorgulamalarını öğütlemektedir. Eğitim faaliyetinin şehirden çevreye doğru
yayılmasını ilke haline getirmektedir. îmandan hemen sonra eylemin gelmesine
dikkat çekerek, eylemin önemini vurgulamaktadır. Ayetin içeriğine dikkat
edersek, din eğitimcileri için çok önemli mesajlar taşıdığını görebiliriz.
İman, kitap, uyarı ve eylem örgüsünü kuran âyetin, müslümam bütüncül bir yapı
içinde eğitmeyi amaçladığı anlaşılacaktır.
[68]
93. Allah'a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey
vahyedilmemişken, "Bana da vahyolundu" diyenden ve "Ben de
Allah'ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim " diyenden daha zâlim
kim vardır? Bir görsen o zâlimleri, ölüm sıkıntısı içindeyken; melekler
ellerini uzatmış "Çıkarın canlarınızı!" diye, Allah'a karşı gerçek
olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı kibirlilik taslamış
olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız.
Bu âyetin içeriğinde günümüzün din âlimleriyle ilgili çok ciddi ve
hayatî konular yer almaktadır. Âyetin birinci bölümünde, üç davranış biçiminin
aynı seviyede günâh olduğuna ve zulüm işlendiğine dikkat çekilmektedir.
1. Dünyanın en zâlimi kimdir?
Yüce Allah bu soruyu sormakta ve yine kendisi cevaplandırmaktadır:
a) "Allah'a karşı yalan
uyduran". Âyetteki bu eylemi kimlerin gerçekleştirdiğine bakarken, 91.
âyete gitmek gerekiyor. "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi"
dediler. Birinci derecede bunların Allah'a iftira ettikleri, yani yalan
uydurdukları ortaya çıkmaktadır.
Yüce Allah kendisine iftira etmenin en büyük zulüm olduğu sorusunu,
başka âyetlerde de sormaktadır. En'âm sûresinde bunu üç defa sormaktadır; 21,
93, 144. âyetlere bakılabilir. A'râf sûresinin 37., Yûnus sûresinin 17., Hûd
sûresininl8. âyetlerinde de aynı konu işlenmektedir.
Allah'a yalan uydurmanın bir şekli de Allah'ın haramını helâl; helâlini
haram yapmaktır. Diğer bir şekli de kendi felsefesini, "Allah'ın görüşüdür"
diye insanlara fetva olarak vermektir. Bu konu En'âm sûresinin 21. âyetinde
anlatılmıştı.
b) "Kendisine hiçbir şey
vahyedilmemişken, 'Bana da vahyolundu' diyenden ". Bu insan, yalancı
peygamberlik iddiasında bulunmaktadır. Müseylimetü'l-kezzâb ile Esved el-Ansî
gibi insanların yalancı peygamberlik iddiasında bulunmaları, zulmün en büyüğüdür.
Her dönemde böyle insanlar çıkacaktır. Kendisinin mesîh olduğunu iddia edenler
bu gruba girmektedirler. Allah'a yalan iftira edenle, yalancı peygamberlik
iddiasında olanlar eşit seviyede günâh işlemektedirler. Daha doğrusu bunlar
dinden çıkmaktadırlar. Çünkü bu insanlar şirk işlediklerinden, eylemleri zulüm
olarak nitelendirilmektedir.
c) "Allah'ın indirdiği
gibi ben de indireceğim". Bu insan, Kur'ân'ın bir benzerini yazabileceğini
iddia etmektedir. Nadr b. Haris bu konuda şöyle demişti, "Eğer dilersek,
biz de elbet bunun benzerini söyleriz" (Enfâl 8/31). Kur'ân'ın bir
benzerinin yazılamayacağını vurgulayan pek çok âyet vardır. Bunlardan biri
Bakara sûresinin 23-24. âyetlerinde açıklanmıştı.
2. Bu insanlara neler olacak?
a) "O zâlimler, ölüm
sıkıntısı içinde, melekler ellerini uzatmış, onlara: 'Haydi canlarınızı
kurtarınız' derken, onların halini bir görsen". Bu insanların ölümü çok
kötü olacaktır. Melekler pençeleriyle onların canlarını alırken, bir taraftan
da canlarını kurtarmalarını söyleyeceklerdir. Bunun anlamı, ölüm anında
melekler onlarla konuşacak ve canlarını kurtarmak için teklifte
bulunacaklardır.
Âyetin bu kısmında yer alan ahricû enfüseküm "Canlarınızı
kurtarınız!" anlamına geldiği gibi, "Canlarınızı çıkarınız!" anlamına
da gelmektedir. İkinci mânayı alırsak, "Melekler pençeleriyle boğazlarını
sıkıp bırakacak, bir anda canlarını almayacaklar" anlamı çıkmaktadır.
Diğer taraftan of^i gamerât kelimesi, "bir şeyi suyun bürüyüp
kaplaması" anlamına gelen gamera kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin çeşitli
kalıpları vardır. Gamrenin çoğulu olan gamerât, "şiddet, sıkıntı"
anlamına gelmektedir. Âyete dönersek, "ölümün şiddeti, sıkıntısı,
sarhoşluğu" mânasını vermek mümkündür.
Aynı âyetin bir benzeri, kâfirler için Enfâl sûresinin 50. âyetinde yer almaktadır: "Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak canlarını alırken, bir görseydin " derken, vura vura canlarının alınacağı kişiler, kâfirler olmaktadır. Diğer taraftan, "melekler" kelimesinin çoğul olduğunu görüyoruz. Demek ki ölüm meleği tek değil, birden fazladır.
b) "Allah'a karşı gerçek
olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı kibirlik taslamış olmanızdan
ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız, derken onların halini
bir görsen!"
Melekler onlara sadece, "Canlarınızı kurtarınız!" demeyecek,
aynı zamanda son konuşmayı da yapacaklardır. Demek ki can alma anında, melekler
onların Allah'a karşı gerçeği söylemedikleri, kibirli davrandıklarını
bildireceklerdir. Bunun anlamı, melekler kimin canını aldıklarını önceden
bilmektedirler. Onlar bu durumu, amelleri yazan meleklerden öğrenmektedirler
veya Allah durumu onlara bildirmektedir.
Allah'a yanlış fetvalarla iftirada bulunmak, yani Allah'a karşı gerçek
olmayanı söylemenin, O'nun âyetlerine karşı kibirli davranmanın cezası, ölüm
sıkıntısı anında başlamaktadır.
Buradan şu neticeye varmak mümkündür: Din adına konuşurken, fetva
verirken, o konuda Allah'ın ne dediğini bilmek gerekiyor. Aksi takdirde, din
alanına beşerî düşünceler girecek, böylece Allah'a iftira edilmiş olacaktır,
yani Allah'a karşı gerçek olmayan şeyler söylenmiş olacaktır. Din âlimleri ve
din görevlileri, Kur'ân'dan delil getirmedikçe, din adına fetva vermeyecek,
yapacakları açıklamanın kendilerine veya daha önceki âlimlere ait olduğunu,
yani onun bir kültür olduğunu söyleyeceklerdir. Böylece din ile kültürün
arasını ayırmış olacaklardır.
Bu hassasiyeti göstermeyenler Allah'a iftira edince, hem kendileri
alçaltıcı azapla cezalandırılacaklar, hem de toplumun felahını yok edeceklerdir
(Nahl 16/116). Diğer taraftan âhirette ihanet edileceklerdir (Hûd 11/18). Demek
ki Nahl sûresinin 116. âyetine göre, bunların topluma çok zararları olacaktır.
Böyle yapan müslüman âlim ve din görevlisi varsa, Âl-i İmrân sûresinin 78.
âyetine göre, yahudilere benzemektedir. Yukarıda verilen âyetler, din âlimi ve
din görevlilerini din adına yalan söylemekten menetmektedir.
[69]
94. Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize
geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız-
Sizinle ilgili olarak ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda
göremeyeceksiniz. Andolsun aranız açılmış ve (tanrı) sandığımız şeyler sizden
kaybolup gitmiştir.
Âyette ölüm anı ile âhirette olacaklar anlatılmaktadır.
1. "Andolsun ki, sizi ilk
defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz". Bunun anlamı,
insan yapayan-lız Allah'a dönecek ve O'nun huzuruna çıkacaktır. Buradaki ifade,
âhirette değil, dünyada insana söylenmektedir. Çünkü dünyada bazan insanlar
grup içinde irâdelerini kaybetmekte ne yaptıklarının şuurunda olmamaktadırlar.
Onlar zannediyorlar ki, bulundukları grup onları kurtaracaktır. Genelde dinî
gruplaşmalarda bu anlayış vardır. Dine karşı menfî tutum sahiplerinin
gruplaşmasında da buna benzer bir anlayış vardır. Onun içindir ki, Allah'a
karşı gerçek olmayanı söyleyenler, onun âyetlerine karşı kibirli davrananlar,
bir grup teşkil etmektedir (En'âm 6/93). Öncelikle Allah bunlara, huzuruna
teker teker geleceklerini, gruplarının onlara bir faydası olmayacağını
hatırlatmaktadır.
Allah'ın huzuruna çıkış, ilk yaratılıştaki gibi teker teker olacaktır.
Allah ilk yaratılışı örnek vererek, Allah'a gidişin nasıl olacağını açıklamaktadır.
Böylece ilk yaratılışla, öldükten sonra Allah'a gidişin benzerliğini bilmenin
ve onun bilincinde olarak davranmanın önemi öne çıkarılmaktadır.
2.
"Ve (dünyada) size
verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız". Tek tek Allah'ın huzuruna
çıkmanın bir anlamı budur. Allah'ın dünyada insana verdiği şeyler, mal mülk ve
evlâtlardır. Bunlar geride bırakılarak Allah'a dönülecektir. Orada malın ve
evlâdın hiçbir faydası olmayacaktır (Şuarâ 26/88).
3. "Sizinle ilgili olarak
ortaklarınız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmeyeceğiz". Bu
dünyada birilerini şefaatçi olarak görmek, Allah'a şirk koşmak anlamına gelmektedir.
Bu şefaatçiler de yanlarında olmayacaktır. Tek tek Allah'ın huzuruna çıkmanın
bir anlamı da budur.
4. "Andolsun, aranız
açılmış ve (tanrı) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir". Ayetin bu
kısmındaki gtî kata'a fiili, "bağların kopması" anlamına gelmektedir.
O zaman şu soru sorulacaktır. Kimlerle aramızda olan bağlar kopacaktır? Bunun
cevabı için öncelikle İbrahim sûresinin 22. âyetine gitmeliyiz. Bu dünyada
şeytanın çağrısına uyanlar, onunla ilişki kurmakta, ona tapınmaktadırlar, ama
âhirete gidince şeytan bağlarını bu insanlarla şöyle koparacaktır:
"5en/ yermeyiniz, kendinizi yeriniz. Ne ben sizi kurtarabilirim,
ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Kuşkusuz daha önce ben, beni ortak koşmanızı
reddettim". Böylece aradaki bağlar kopacak, şeytan insanları terkedip gidecektir.
Diğer taraftan bu dünyada taparcasına şefaat edeceği sanılan insanlar da orada
kaybolup gideceklerdir.
[70]
95. Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır, ölüden diriyi
çıkaran, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O halde (haktan) nasıl
dönersiniz?
96. O, sabahı aydınlatandır. O,
geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı (vakitlerin tayini için) birer hesap
ölçüsü kılandır. İşte bu, azız olan (ve her şeyi) pek iyi bilen Allah'ın
takdiridir.
97. O, kara ve denizin
karanlıklarında kendileri ile yol bulaşınız,
diye sizin için yıldızları yaratandır. Gerçekten biz, bilen bir toplum
için âyetleri geniş geniş açıkladık.
98. O, sizi bir tek nefisten
(cevherden) yaratandır. (Sizin için) bir kalma yeri, bir de emanet olarak
konulacağı-nız yer vardır. Anlayan bir toplum için âyetleri ayrıntılı bir
şekilde açıkladık.
99. O, gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla
bitirdik. O bitkiden de kendisinde iistüste binmiş taneler bitireceğimiz bir
yeşillik, hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, bir kısmı
birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana
getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın!
Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır.
Yüce Allah tohumdan ve çekirdekten başlayarak, insanın yaratılışından,
güneş sistemine uzanan bir dizi yaratılış kanunu ele almaktadır. Tevhîd
inancından, kitap ve peygamberlik müessesesine geçecek, onlara karşı takınılan
tavrı ve âhiretteki durumu ele aldıktan sonra, yaratılış kanunu ile Allah'ın
sonsuz kudrete sahip olduğunu anlatacaktır. Bu açıklama, aslında En'âm
sûresinin 1. âyeti ile 2. âyetinin açılımı olmaktadır. Bu açıklamanın metodu,
küçükten büyüğe, yakından uzağa, sonra yine büyükten küçüğe olmaktadır.
1. "Şüphesiz Allah,
tohumu ve çekirdeği çatla-tandır". Âyetin bu bölümünde yer alan ve konunun
eksen kavramını teşkil eden J& feleka fiilidir. İbn Abbâs, Dahhâk, Mukâtil,
bu kelimenin "yaratmak" anlamına geldiğini söylemişler, Râzî de
onların bu mânasını benimsemiştir. Hâzin de bu mânaya işaret etmektedir. Kâdî
Beyzâvî, Nesefî gibi müfessirler de çatlatmak mânasını vermektedirler. Dikkat
edilirse, En'âm sûresinin ilk âyetinde haleka (yaratma) fiili, 79. âyetinde
fetara (yoktan yaratma) yer alırken, burada çatlatma şeklindeki yaratma yer
almaktadır.
Habb kelimesi "buğday, arpa ve benzeri şeylerin tohumu" anlamına
gelmektedir. Aslı, tane demektir. Neva ise "şeftali, hurma, zeytin vb.
meyvelerin çekirdeği" anlamına gelmektedir.
Toprağa atılan tohumu orada çatlatıp içinden canlı bitki ve ağacı çıkaranın
Allah olduğunu gündeme getiren bu âyet, ilâhî kudretin yaratıcılığının
nerelerde başladığını anlatmaktadır. Allah tohumu ve çekirdiği hem üstünden hem
de altından çatlatarak, üstten bitki ve ağacın bedeni, alttan da kökleri
çıkarmaktadır. Aynı tohum ve çekirdekten çıkan bu kök ve beden, çok farklı
işlev görmekte ve farklı şekle bürünmektedir.
Allah, bitki ve ağacın planını o tohum ve çekirdeğin içine nasıl yerleştirip
kaderini belirlediğinin araştırılmasını istemektedir. Yer üstüne çıkan bitki
ile fidanın, yerin altına giden köklerle beslenmesi, ikisinin aynı cevherden
çıkması, ama uzandıkları âleme göre yapılanmaları, hangi kudret sayesinde
olmaktadır?
Şeftalinin çekirdeğinden şeftali ağacı çıkıp başka bir ağacın çıkmamasını
ve her çekirdeğin ve tohumun içine kendi kaderini koyarak, diğerlerinden
farklı olduklarını düşününce, Allah düşüncesine varmamak mümkün değildir.
2. "Ölüden diriyi
çıkaran, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O halde (haktan) nasıl
dönersiniz?"
Ölüden diriyi çıkarmaya örnek, tohum, çekirdek ve yumurta gibi akı olan
şeylerden canlı çıkartmaktır. Diriden ölü çıkarmaya örnek olarak, bitkinin ve meyvenin
tohumları ve çekirdekleri verilebilir. Ayrıca tavuktan yumurtanın çıkması da bu
tür örneklerdendir. Âyetin bu kısmının birinci kısmıyla yakından alâkası
vardır. "Tohum ve çekirdeği çatlatıp ölüden diriyi, diriden ölüyü
çıkarandır" şeklinde tercüme etmekte yarar vardır.
İnsanlar bitkiler alemindeki tohum ve çekirdeklerdeki kodlan, şifreleri
çözdükçe, Allah'ın kudretini daha iyi anlayacaklardır. Kocaman ağacı bir
çekirdeğin içinde kodlaması, sonra uygun ortamını bulunca, o kodun kendisini
ortaya çıkarması, ilâhî kaderin hayata geçişi anlamına gelmektedir. Ağacın
cinsini, şeklini ve ne kadar büyüyeceğini o çekirdeğin içinde kodlayan güç,
Allah'tır.
Âyetin sonunda Allah, insanın beyninin nasıl tersyüz olup döndürüldüğünü
sormaktadır. Döndürülme ve tersyüz olma işinin sonradan olduğunu, kelimenin
yapısı vermektedir. Demek ki insanın aklı yaratılıştan Allah'a varabilecek
şekilde yaratılmasına rağmen, döndürülme sonradan olmaktadır.
Allah tabiatın doğasında var olanla, insanın doğasında var olanı bir
araya getirip tevhîd inancına ulaşılmasını isterken, bazan yanlış eğitim bu iki
doğanın buluşmasını engellemekte, insan beyninin ondan dönmesine sebep
olmaktadır, tnsan beyni, özellikle tohumların ve çekirdeklerin çatlayıp
canlının ortaya çıkması gibi tabiat olaylarıyla buluşunca, kendi içindeki
sıçramayla Allah fikrine varmalıdır.
"Ölüden diriyi çıkarma" eyleminde, neyin ölü olduğu konusuna,
Yasin sûresinin 33. âyetiyle cevap vermek mümkündür: "Ölü toprak onlar
için mühim bir delildir. Biz ona yağmurla hayat verdik ve ondan tane çıkardık,
işte onlar bundan yerler".
Hac sûresinin 5. âyeti de aynı tabiat olayına dikkat çekmektedir:
"Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün, fakat biz, üzerine
yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten bitkiler
verir".
Demek ki "ölüden" kastedilen, tohumun ve çekirdeğin kendisi
olacağı gibi, toprağın kendisi de olabilir. En'âm sûresinin 95. âyetinde tohumun
ve çekirdeğin çatladığı yer, topraktır. Toprak da ölüdür. Ölü topraktan canlı
bitki çıkmaktadır. Bu tabiat olayının, insan zihnini Allah'a götürecek
nitelikte bir delil olduğu, Yasin sûresinin 33., öldükten sonra dirilmeye bir
delil olduğu da Hac sûresinin 5. âyetinde gündeme getirilmektedir.
3. "O, tan yerini
ağartandır. O, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı birer hesap ölçüsü
kılmıştır. İşte bu aziz olan ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir".
95. âyette yerel bilimlerden örnek verirken, şimdi de göksel olgulardan
hareket ederek, Allah'ın sonsuz kudretini ve teklifini ispat etmektedir. 96.
âyette sabahın aydınlanması meselesini açıklarken, yine tohum ve çekirdeğin
çatlatılması için kullandığı felâk kelimesini kullanmaktadır. Demek ki aynı
kelime, zaman için de kullanılmaktadır.
Bu âyette insanın ya da bütün canlıların gece ile olan ilişkileri ele alınmaktadır. Geceyi dinlenme anı olarak var ettiğini beyan eden Allah, güneşle ayın hesap ölçüsü olarak kullanılacağına işaret etmektedir. Gündüz, gece, güneş ve ay gibi göksel kanunların araştırılması ve onların amacının tesbit edilmesinin varacağı nihaî noktayı da Allah belirlemektedir. "Bütün bunlar, aziz olan ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir" ilkesine ulaşılmalıdır. İnsan beyni tabiat kanunlarını deşifre ederken, aynı zamanda oradaki kaderin kim tarafından konduğunu da keş-fetmelidir.
4.
"O, kara ve denizin
karanlıklarında kendileriyle yol bulaşınız, diye sizin için yıldızları
yaratandır. Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri geniş geniş
açıkladık".
Tohumdan ve çekirdekten sabaha, güneşe ve aya giden Allah, 97. âyette
yıldızların işlevini açıklayarak, yaratıcı kudretini insana ispatlamaktadır.
İnsanlar, denizde yolculuk ederken veya karadayken, geceleyin yolunu bulmakta,
hareket etmekte zorluk çeker. Yıldızların yol gösterici ışık olarak sunulması,
Allah'ın varlığı, birliği ve kudreti için bir delil olmaktadır.
Âyetin bu kısmında yer alan fassale kelimesi, "bir sözü veya
eylemi açıklamak"; elbise ile kullanılınca, "elbiseyi biçmek, bir
şeyi fasıllara ayırmak, hayvanı kesip parçalara bölmek" mânalarına
gelmektedir. Bu mânaları En'âm sûresinin 97. âyetine uyarlarsak, "elbiseyi
biçmek, yara hayvanı kesip parçalamak" mânalarıyla birleştirebiliriz.
O zaman derinlemesine açıklamanın anlamı, analizdir. Konuyu analiz
etmek, yani parçalara ayırarak açıklama yapmaya fasıl denmektedir.
Yüce Allah analiz ederek, bu açıklamaları, bilen bir toplum için
yaptığını söylemektedir. "Toplum" için yaptığını söylemekle, ferdi
değil de toplumu hedef aldığına işaret etmektedir. Âyetteki kavim kelimesini,
"toplum, millet veya grup" olarak mânalandırabiliriz.
Âyetteki "bilen" kelimesinden kasıt ne olabilir? Bilen zaten
biliyor, ona açıklama yapmanın anlamı nedir? Râzî bu soruların cevabını şöyle
vermektedir: "Bilen kimseler için" ifadesi, düşünen, görüp işittiği
şeyler vasıtasıyla aklî konularda delil çıkaran, görünen âlemden görünmeyen
gayb âlemine yol bulan topluluğu hedef almaktadır.
Buradaki "bilen bir toplum için" ifadesindeki
"bilme" eylemini, Bakara sûresinin 164. âyetinin sonundaki,
"aklını kullanıp düşünen" kelimeleriyle mânalandırmak mümkündür.
Bilen kelimesine, Âl-i İmrân sûresinin 190. âyetinin sonuyla, "selîm akıl
sahipleri" şeklinde, mâna verebiliriz.
Aklını kullanan, düşünen ve bilen bir toplum için yapılan bu açıklamalar,
aslında insanın önüne tabiat olaylarının kitabını koymayı, o kitap vasıtasıyla
Allah'ın varlığına ulaşmayı hedef almaktadır. Aklını kullanan, yani bilen
insana açıklama yapılacağını vurgulayarak, din eğitimcilerine metot
vermektedir.
Diğer taraftan tabiat bilimlerinin müslüman bilginler için olmazsa
olmazı teşkil ettiği de vurgulanmaktadır. Tabiat kanunlarını bilmeyen bir din
bilgini, Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretini nasıl açıklayabilir? Allah
bile kendisini, yarattığı bu kanunları anlatarak ispat etmektedir.
sizi bir tek cevherden yarattı. Bu yaratmada bir karar kılma yeri, bir
de emanet yeri vardır. Anlayan bir toplum için âyetleri ayrıntılı bir şekilde
açıkladık". Âyeti üç bölüme ayırarak açıklamaya çalışalım:
a) "O, sizi bir tek
cevherden yarattı". Âyetin bu kısmında geçen nefis kelimesini biz
"cevher" diye tercüme ettik. Müfessirler bunun Hz. Âdem olduğunu
söylemektedirler. Muhammed Abduh[71]
bunun Hz. Âdem olmadığını söyleyip, açıklamasını bu görüşü üzerine bina
etmiştir. Nefis kelimesinin ne anlama geldiği, Nisa sûresinin 1. âyetinde
açıklanmıştı. Enbiyâ sûresinin 30. âyetine göre, bütün canlıların kökeninin su
olduğunu düşünürsek, âyette kastedilen nefis, yani cevher, suyun, toprakla
birleşmesinden oluşan insanoğlunun aslını, kaynağını teşkil etmiştir.
Diğer taraftan nefis kelimesi dişidir. Dişi olan bir kelimeyi Hz. Âdem
olarak mânalandırmak doğru değildir. Nefis kelimesini insanın yaratıldığı ilk
cevher olarak mânalandırmanın en doğru yol olacağına inanıyoruz.
enşe'e kelimesi, "var olan bir şeyden başka bir şey yaratmak"
anlamına gelmektedir. Vücuda getirmek, yani "var etmek, meydana getirmek"
mânalarına da gelmektedir.
b) "(Sizin için) bir
kalma yeri, bir de emanet olarak konulacağınız yer vardır". Kalma yeri
müstakar kavramıyla ifade edilmektedir. Bu kavramları gruplandırarak bize
aktaran Râzî, "Sizin için bir karar kılma yeri bulunmaktadır"
anlamını vermektedir.
1.
Cerîr, İbn Abbâs'a bir mektup yazarak
müstakar ile müstevda' kavramlarının mânalarını sorar. Hac sûresinin 5. âyetini
delil getirerek İbn Abbâs, müstakar "annelerin rahimleri", müstevda'
da "babaların sulbleri-dir" cevabını verir. Hac sûresinin 5. âyetinin
bir kısmı şöyledir: "Sizi dileyeceğimiz bir vakte kadar rahimlerde
durduruyoruz". Demek ki müstakar kavramı, annelerin rahmi ile ilgili bir
kavram olduğundan İbn Abbâs bu anlamı vermiştir.
2. Başka bir görüş, bunun tam
tersini savunmaktadır. Müstakar babaların sulbü; müstevda' da annelerin rahmi
olmaktadır. Çünkü âyette müstakar önce, müstevda' sonra gelmektedir. İnsan önce
babanın sulbünde kalmakta, sonra emanet olarak annenin rahmine intikal
etmektedir.
3. Esamm'a göre müstekar, ilk
cevherden yaratılarak dünyaya gelmesi ve orada karar kılmasıdır; müstevda' ise
henüz yaratılmamış, fakat yaratılacak olan mânasına gelmektedir.
4. Ebû Müslim el-İsfahânî'ye
göre müstakar, erkek, müstevda' da kadındır. Râzî başka görüşleri de
nakletmektedir, ama burada anmayı uygun bulmuyoruz.
Müstakar ve müstevda' kavramları, Hûd sûresinin 6. âyetinde bütün canlılar için kullanılmaktadır: "Allah o canlının karar kıldığı noktayı da bilir, emanet edildiği yeri de ".
Muhammed Esed, müstakar kavramına "bir gidişin sonu, yolun sonu,
yani bir şeyin amacı veya sona erdiği nokta" derken, müstevda' kelimesine
"havale yeri, gönderme yeri veya ambar" anlamını vermektedir. Böylece
müstekar, yeryüzünde bir vade, müstevda' da ölümden sonra bir dinlenme yeri
mânasına gelmektedir.
Yukarıda sıralanan görüşlerin hangisi alınırsa alınsın, müstekar ve
müstevda' kavranılan, bütün canlılar için müşterek bir durumu anlatmaktadır.
İnsan için düşünüldüğünde, bir cevherden yaratıldıktan sonraki karar
kılınan ve emanet edilen yeri ifade etmektedir. Her iki kavram, insanın fânî
olduğunu anlatmaktadır. Yaratıldıktan sonra, ölümle kıyamete kadar beklemesi de
emanet edildiği yer olacaktır. Bu değişimler onun baki olmadığı, tam tersine
fâni olduğunu göstermektedir.
c) Yaratılma, bir yerde
yerleşme ve bir yere emanet edilme kanunları, birer âyettirler. Bu kanunları,
yani âyetleri anlayan bir toplum için derinlemesine açıklamaktadır. Allah,
anlamayan toplumları muhatap olarak almamaktadır.
Bu âyetten şu genellemeyi çıkarıyoruz: İnsanın ilk yaratılış cevherinin
ne olduğu araştırılmalı, dünyadaki durumuyla öldükten sonraki durumunun ne
olduğu ve ne olacağı Kur'ân'ın ışığında ve bilimsel araştırmaların yardımıyla
ortaya konmalıdır.
4. "O, gökten su
indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O bitkiden de
kendisinde üst üste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik, hurmanın
tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, bir kısmı birbirine benzeyen, bir
kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve
olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakınız! Kuşkusuz bütün bunlarda
inanan bir toplum için ibretler vardır". Bu âyetin biraz daha özeli,
Bakara sûresinin 164. âyetinde açıklandı. Biz şimdi burada âyetin bütünü
üzerinde genellemeler yapacağız:
a) Yüce Allah su ile
tabiattaki canlılık arasındaki ilişkiyi öğretmekte ve bunu tabiattaki
oluşumlarla açıklamaktadır. Su ile bitki arasındaki ilişkinin araştmlmasından
önce, suyun gökten nasıl indiği ve onu hangi kudretin indirdiğinin bilinmesini
istemektedir.
b) Sudan bitkiye, bitkiden
taneye giden safhalara dikkat çekmektedir. Suyu indiren Allah, bitkinin her
çeşidini çıkaran da Allah'tır. Bu bitkilerden örnekler de vermektedir.
"Birbirinin üstüne binmiş taneler" derken tahıl bitkisini
kastetmekte, "Ve hurma tomurcuğundan yakın salkımlar" derken de
meyve ağacını kastetmektedir. Âyette geçen hfa
kınvân "salkımlar" anlamına gelmektedir. tal' ise, hurmanın
tomurcuğuna denmektedir.
c)
Yüce Allah insanın temel
ihtiyaçlarını karşılama bakımından hu-bûbâtı, hurmadan üstün tutmaktadır.
Böylece âyette önemliden, hayatî olandan önemsize doğru sıralamaktadır. Onun
için önce tahıl sonra hurma, sonra üzüm, zeytin ve nar gelmektedir. Bu
sıralanışın önemli ölçütü insan hayatındaki yeridir. Gıda ve beslenme
açısından her birinin ayrı ayrı faydası vardır.
d)
Yüce Allah âyetin bir
kısmında "Birbirine hem benzeyen hem benzemeyen " ifadesine yer
vermektedir. Bitkilerin arasından arpa, buğday gibileri birbirine benzerler.
Meyvelerde de portakal ile mandalina birbirine benzer; ama muz ile nar
birbirine benzemez. Yapı ve tat itibariyle birbirine benzeyenler olduğu gibi,
benzemeyenler de vardır. Vitamin açısından birbirine benzeyenleri olduğu gibi,
benzemeyenleri de vardır. Protein yükü bakımından da aralarında farklar vardır.
e) "Meyve verirken ve
olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakınız!". Yüce Allah insana,
meyvelerin ilk teşekkül safhası ile olgunlaştığı anının gözlenmesini
istemektedir. Tabiatta su ile oluşan bütün bu tahıl ve meyve çeşitlerinin
gözlenmesi, insanı Allah'a imana götürecektir. Onun için âyetin sonunda:
"Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır"
buyu-rulmaktadır. Dikkat edilirse, 97. âyetin sonu, bilen bir toplum; 98.
âyetin sonu, anlayan toplum; 99. âyetin sonu da inanan toplum ifadeleriyle bitmektedir.
Bilme, anlama ve inanma faaliyetleri, gidilen çizgiyi göstermektedir.
Bilme beynin, anlama ile inanma gönlün eylemleri olmaktadır. 95.
âyetten itibaren sergilenen şudur: Tabiat kanunlarının insan beynini ve gönlünü
nasıl harekete geçirip insana yaraşır beyin ve gönül ürünleri vereceği
anlatılmaktadır. Allah, gözlem metoduyla araştırılmayı istemektedir. Tane ve
çekirdekten bitki ve meyvelere, cevherden insana, sudan bütün bu tabiatın
canlılığına ve göksel cisimlerin hareketine giden bir dizi olayların ve
olguların araştırılması, dinin emridir.
Gözlem, yani araştırma emrini Allah verdiğine göre, kâinat ve tabiat
kitabını araştırmak bir ibâdet olmaktadır. Tabiatın hangi varlık ve olayından
hareket ederseniz ediniz, varacağınız nihaî nokta Allah'ın varlığı, birliği ve
sonsuz kudretidir. Din âlimleri bu tabiat ve kâinat kitabını okumadıkça,
araştırmadıkça yavan kalacaklardır.[72]
100. Cinleri Allah'a ortak
koştular. Oysa ki, onları da Allah yaratmıştı. Bilgisizce O'na oğullar ve
kızlar yakıştırdılar. O'nun şanı
yücedir, onların ileri sürdükleri
vasıflardan uzaktır.
101. O, göklerin ve yerin eşsiz
yaratıcısıdır. O'nun eşi olmadığı halde, nasıl çocuğu olabilir? Her şeyi O yaratmıştır
ve her şeyi hakkı ile bilen O'dur.
Bu âyette iki türlü şirk ele alınmakta ve onlara cevap da verilmektedir.
1. "Cinleri Allah'a ortak
koştular". Cinleri Allah'a ortak koşmanın anlamı, "cinlere tapınmak,
onları da tanrı yerine koymak, onlara sığınmak, onlardan yardım
beklemek"tir. Aslı yalın ateş olan, yani yalın ateşten yaratılan (Rahman
55/15), bizim göremediğimiz ama onların bizi gördüğü yaratıklardan olan (A'râf
7/27) varlıklara Kur'ân, cin demektedir. Bu kelimenin ne anlama geldiği, En'âm
sûresinin 76. âyetinde anlatılmıştı.
a) Cinlere tapınma. Günümüzde şeytana
tapanların ve satanist-lerin olması bunu ispat etmektedir. Eskiden de şeytana,
yani cinlere tapılıyordu. Özellikle Hz. İbrahim'in babası Âzer şeytana tapmaktaydı:
"Babacığım! Şeytana tapınma!" (Meryem 19/44). Şeytan cinlerden
olduğuna göre şeytana tapan, cinlere tapıyor demektir.
b) Cinlere sığınma. Kur'ân'da sığınma eylemi,
sadece Allah'a yapılır. Allah'tan başka bir varlığa sığınmak, şirk koşmaktan
başka bir şey değildir: "Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler,
cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların taşkınlıklarını
arttırırlardı" (Cin 72/6).
c) Cinlere iman etmek. Cinlere tapınmak, aynı
zamanda onlara Allah'a iman eder gibi iman etmekle başlar: "(Melekler de:) Sen yücesin, bizim
dostumuz onlar değil sensin! Belki onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara
inanmıştı, diyecekler" (Sebe 34/41). Demek ki insanların bazısı cinlere
tapınıp onlara sığınarak ve onlara iman ederek Allah'a şirk koşuyorlardı.
d) Şeytanın çağrısına uyup Allah'ın çağrısına
uymamak da bir şirktir. İbrahim sûresinin 22. âyetinde, şeytan bunu şirk olarak
tanımlamaktadır: "İş bitirilince şeytan diyecek ki: 'Şüphesiz Allah size
gerçek olanı vaad etti, ben de size vaad ettim, ama size yalancı çıktım. Zaten
benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de benim
davetime hemen koştunuz. O halde beni kınamayınız, kendinizi kınayınız. Ne ben
sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Kuşkuşuz daha önce ben,
beni (Allah'a) ortak koşmanızı reddettim'. Şüphesiz zâlimler için elem verici
bir azap vardır". Bu âyette Allah'ın çağrısına aldırış etmeyerek şeytanın
çağrısına uymak da şirk olarak nitelendirilmektedir.
e) Şeytanı dost edinmek. Nisa sûresinin 119.
âyetinde Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinenler ele alınmaktadır. Allah'ı
bırakıp şeytanı dost edinmek, şirkin ta kendisidir. Âyetin ilk kısmında şeytan
insana pek çok kötü şeyi emredip yaptıracağını söylemektedir. Onun emrini
dinleyen ve o doğrultuda eylem yapan insanlar, onun dostu olmaktadırlar.
Allah, müşriklerin bu uygulamasına: "Oysa ki, onları da Allah
yaratmıştı" ifadesiyle cevap vermektedir. Allah'ın yarattığını, Allah'a eş
koşmak kadar büyük zulüm olabilir mi? Âyetin bu kısmı, En'âm sûresinin 94.
âyetiyle ilgilidir.
"Yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de
yanınızda göremeyeceğiz ". Bu âyetteki şirkten sonra Allah kâinatla,
dünya ve varlıklar âlemi ile olan ilişkisini ele alarak, eşi olmadığının,
sonsuz kudrete sahip olduğunun dersini verdi. (En'âm 6/95-99). Buna rağmen
insanların cinleri O'na şirk koştuğunu görüyoruz. Bu da görünen varlıkları
değil de görünmeyenleri eş koştular, demektir.
2.
"Bilgisizce, O'na
oğullar ve kızlar yakıştırdılar".
a) Allah'a oğullar
yakıştırmayı ilk başlatanlar yahudiler olmuş, onların bu uygulamaları
hıristiyanları da etkilemiştir: "Yahudiler, 'Üzeyr Allah'ın oğludur'
dediler. Hıristiyanlar da 'Mesih (îsâ) Allah'ın oğludur' dediler" (Tevbe
9/30). Aynı âyette Allah, bu tip konuşmaların, geçmişteki kâfirlerin
konuştuklarına benzediğini söylemektedir. "Rahman çocuk edindi
dediler" (Meryem 19/88). Böylece önceleri birine, yani bir peygambere
"Allah'ın oğlu" derken, daha sonra kendilerine "Allah'ın oğlu"
demeye başladılar. Bu da insanlık tarihinde şirkin bir başka çeşidi olarak
yerini almıştır.
b)
Genelde Araplar da Allah'ın
kızlar edindiğini söylemişlerdir. Yahudi ve hıristiyanların oğul edinme
inancı, onlara kızlar edinme şeklinde geçmiştir. "Onlar, kızların Allah'a
ait olduğunu iddia ediyorlar" (Nafıl 16/57). "Onlara sor, kızlar
rabbinin de erkekler onların mı?" (Sâffât 37/149). "Allah, kızları
oğullara tercih mi etmiş?" (Sâffât 37/153). "Fofoa Allah,
yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğulları size 'mi ayırdı ? "
(Zuhruf 43/16). " Allah'ın, erkekler de sizin mi?" (Tûr 52/39).
"(Ey müşrikler!) Rabbiniz erkek çocukları sizin için ayırdı da, kendisi
melekleri kız çocuklar mı edindi?" (İsrâ 17/40).
Bu âyetlerden anlıyoruz ki, Araplar'ın erkek çocuklarını sevmeleri, kız
çocuklarını sevmemeleri sebebiyle, onlara Allah'ın kızları demeye başladılar.
Bu yetmiyormuş gibi, melekleri de Allah'ın kızları olarak görüyorlardı. Bu da
ayrı bir şirk koşma biçimi olmuştur. Aslında cinleri eş koşmak, Allah'ın oğul
ve kız edindiğine inanmak gibi şirk olgusu, tevhîd inancını kirletmiştir.
3. "Hâşâ! O, onların
ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir". Allah, onların şirk koşmasını
başka bir anlatımla cevaplandırmaktadır. Allah oğullar ve kızlar edindi
demeleri, kâinatı çatlatacak nitelikte çirkin bir inançtır. Meryem sûresinde
bunun çirkinliği şu şekilde anlatılmaktadır: "Rahman çocuk edindi,
dediler. Hakîkaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı
nerede ise gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir"
(Meryem 19/88-90).
Allah, onların bu çirkin söylevlerinden, vasıflandırmalarından uzak
olduğunu söyleyerek, bu söylevlerinin geçersiz olduğunu ve yeri göğü titretecek
nitelikte olduğunu vurgulamaktadır. Cinleri O'na eş koşmaları, oğul ve kız
edindiğini söylemeleri, Allah'ın noksan sıfatlardan uzak ve yüce oluşu inancını
kirlettiğinden, bu sıfatları bir daha tekrar etmektedir. Yüce Allah, onların bu
çirkin iddialarını En'âm sûresinin 101. âyetiyle de cevaplandırmaktadır.
a)
"O, göklerin ve yerin
yoktan var edenidir". Âyetin bu kısmında geçen bedî' sıfatı, "yoktan
yaratmak" anlamına gelmektedir. Meselâ kâinatı ilk önce yoktan var etmesi
ifade edilirken, hem bedî', hem de fâtır sıfatları gündeme getirilmektedir.
Gökleri ve yeri, yani kâinatı yoktan yaratan bir varlığın eşi olamaz.
b)
"O'nun eşi olmadığı
halde nasıl çocuğu olur?" Allah için bir evlilik olgusunu düşünmeye kadar
varan bu iftira ve şirk, bu olguyla da cevaplandırılmaktadır. Allah çocuk
edindi demek, onun eşi var anlamına kadar gitmektedir. Onun içindir ki, bu
kadar derinlere inen bu sözler, kâinatı yıkacak niteliğe ulaşmaktadır.
c) "Her şeyi o
yaratmıştır ve her şeyi hakkı ile bilen odur". Allah bu açıklamasıyla,
hâliklik sıfatıyla alîmlik sıfatını gündeme getirmektedir. En'âm sûresinin 100
ve 101. âyetlerinden şu genellemeye varıyoruz:
Din eğitimcileri, Allah'ın bütün kusurlardan uzak olduğunu, çocuk
edinmek gibi yetersizliklerden münezzeh olduğunu, kâinatın yaratılış kanunu
ile açıklamalıdırlar. Bilimin uzandığı nihaî noktaya kadar inerek, yoktan var
etme olgusunu işlemelidirler.
Yüce Allah'ı anlatırken, "benzerliklerden" hareket
edilemeyeceğini, tam tersine "benzemezlikler"den hareket edilmesini
bilmeli ve bunu uygulamalıdırlar. Yüce Allah Şûra sûresinin 11. âyetinde,
"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" derken, bu metodu kullanmakta ve
bize öğretmektedir. Benzerinin olmaması ilkesi, dengi olmadığı esasına
götürmektedir. "O'nun hiçbir dengi yoktur". Benzersizlik ve
denksiz-lik, O'nun tek oluşunun temellerini teşkil etmektedir. Ama unutulmamalıdır
ki, Allah'ın sıfatlan, onun kâinatla olan ilişkiler sisteminin anlatımıdır.
Maddî ve manevî âlemdeki bütün oluşumlar, onun sıfatlarının bir tezahürüdür,
ama asla aynı değildir.
En'âm sûresinin 74. âyetinden 101. âyetine kadar anlatılan bütün
konular, Allah'ı gereği gibi tanımanın, takdîr etmenin, bilmenin ve O'na gereği
gibi inanmanın dersini vermektedir. Bu ders, Hz. İbrahim örneği ile başlamakta
ve Allah'ın kâinatın her zerresi ile olan ilişkilerini derinlemeşine
anlatılmakta ve nihayet şirk denen zulmü, kirliliği ortadan kaldırma ile son
bulmaktadır. Böylece tabiat bilimlerinden hareket edilerek, şirkin nasıl
ortadan kaldırılıp tevhîd inancının yerleştirileceğinin dersi verilmektedir.
Yüce Allah kâinat ve tabiatta olan bütün olayları, bir kitap halinde insanın
önüne koyuyor. Zerreden, güneş sistemine giden çizgideki bütün sistemlerin
modelini ortaya koyarak, analizini yapmaktadır. însan aklının, bu oluşumlar
üzerine eğilerek, onları birbirine bağlayarak Allah'a gidişinin yolunu
öğretmektedir. Bilme, anlama ve iman etme gibi beyin ve gönül ilişkilerinin
kurulmasını istiyor. Verdiği bütün dersler, bu üç şeyi elde etme amacına
yöneliyor.
[73]
102. İşte rabbiniz Allah O'dur. O'ndan başka tanrı yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk ediniz, O her şeye vekildir (güvenilip dayanılacak tek varlık O'dur).
103. Gözler O'nu göremez;
halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır.
104. (Doğrusu) size rabbiniz tarafından basiretler (idrâk kabiliyeti)
verilmiştir. Artık kim hakkı görürse, faydası kendisine, kim de kör olursa,
zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim.
Bu âyetler, Allah'ın sıfatlarından bazılarını gündeme getirirken,
müslümanlarm nasıl bir Allah'a inandıklarının bilincini de vermektedir.
1.
"İşte rabbiniz Allah
O'dur". 102. âyetin başındaki zâlike (işte bu) zamîri, bu âyetleri önceki
âyetlere bağlamaktadır. En'âm sûresinin 95. âyetinden itibaren yedi âyette
anlatılan vasıflar, Allah'ın nasıl bir varlık olduğunu açıklamaktadır. Yüce
Allah'ı çeşitli sıfatlarıyla ele aldıktan sonra, 102. âyette "İşte
rabbiniz Allah O'dur" ifadesine yer verilmekte; Allah adıyla rab ismi bir
araya getirilmektedir.
"Allah sizin rabbinizdir" derken, Allah'ın yaratmak,
rehberlik etmek, besleyip büyütmek ve terbiye etmek eylemlerini bir arada
saymış oldu. Çünkü bu eylemler rab sıfatının içinde yer almaktadır, Rab-bukum
(sizin rabbiniz) derken, insanlar âlemini muhatap almaktadır.
2.
"O'ndan başka tanrı
yoktur". Âyetin bu kısmında, lâ harfi yer almaktadır. Bu harf, Allah'tan
başka varlıkların tanrılığının reddedilmesi, inkâr edilmesi, dışlanması
anlamına gelmektedir.
Bu harfin tevhîd inancının ifadesinde yer almasının sebebi ne olabilir?
Bu sorunun cevabı, Bakara sûresinin 256. âyetinde açıklandı. "O halde kim
tâğûtu reddedip Allah 'a inanırsa " derken, mümin önce Allah'tan
başkasının tanrılığını inkâr edecek, sonra Allah'a iman edecek, ilkesini
koymaktadır. İnsan gönlünde başka tanrılar varken, Allah'a imanın oraya girmesi
mümkün değildir.
İşte lâ derken, "Allah'tan başka varlıkların, tâğûtun tanrılığına hayır, onları inkâr ediyorum" şeklindeki akıl ve gönül eylemini gündeme getirmiş oluyoruz. Böylece âyetin bu kısmında, olumsuzdan olumluya giden bir çizgi izlenmektedir.
3. "O, her şeyin
yaratıcısıdır". İnsanın dehşete düştüğü en önemli konulardan biri,
kâinatın yaratılışıdır. Bunun karşısında insan aczini derinden hissetmektedir.
Onun içindir ki, 95. âyetle 101. âyet arasında, yaratma eyleminin çeşitli
türevleri gündeme taşınmıştır. Tohumu ve çekirdekleri çatlatıyor, ölüden
diriyi, diriden ölüyü çıkarıyor, sabahı aydınlatıyor, güneşi, ayı ve
yıldızları yaratıyor, insanları tek bir cevherden var ediyor, gökleri ve yeri
yoktan yaratıyor. Bütün bunlar yaratma eyleminin kâinata ve özellikle tabiata
yansımasıdır.
4. "Öyle ise O'na kulluk
ediniz!". Bütün bunlara sahip olan ve her şeyi yaratan Allah'a yapılması
gereken şey, kulluktur. Bakara sûresinin 21. âyetinde açıklandığı gibi,
buradaki O'na kulluk ediniz!" emrindeki 'abede kelimesinin bir anlamı da
"O'nu tanıyınız"; "O'nu biliniz!"dir. Çünkü kulluk, tanıma
ve bilme ile başlamaktadır. Zâriyât sûresinin 56. âyetinde, "Bütün
cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım " buyurulurken,
beni bilsinler, beni tanısınlar anlamı kastedilmektedir.
"O'na kulluk ediniz!" emrini, âyetin önceki bölümüne
bağlantılan-dırırsak, "O'nu tanıyınız!" diyebiliriz; ama sonu ile
bağlantılandırırsak, "O'na kulluk ediniz" mânasını verebiliriz.
5. "O her şeye
vekildir". Genelde insanlar Allah'ın varlığını kabul etmekte zorluk
çekmiyorlar, ama işlerini havale etmek, vekîl edinmek konusunda hatâ
ediyorlar. Allah'a dayanmak, O'na güvenmek ve bütün gücünü sarfettikten sonra
işini O'na havale etmek konusunda o kadar isabetli değiller.
Buradaki vekîl kavramı, "koruyucu" anlamına da gelir. Allah,
kendisinden başka koruyucu olmadığını, insanların bütün işlerinin düzenleyicisi
olduğunun öğretimini yapmaktadır. Allah'ı vekîl edinmek, hem imanî bir konu,
hem de eylemi gerektiren bir ilke olmaktadır.
6. "Gözler O'nu göremez;
halbuki O, gözleri görür". En'âm sûresinin 95. âyetinden itibaren
anlatılan Allah'ın, vasıfları gereği görülemez olduğu gündeme getirilmektedir.
Zaten gözle görülseydi, O'nun ne olduğu bilinecekti, bu şekilde anlatılmasına
lüzum kalmayacaktı. 103. âyette geçen idrâk kavramı, "ulaşmak"
anlamına
gelmektedir. "Gözler O'nu göremez" derken, gözler ona
ulaşamaz, onu idrâk edemez mânası kastedilmektedir.
Âyetin bu kısmındaki ebsâr "gözler"den kasıt, beyindir. Parçayı
anıp geneli kasdetme ilkesinden hareketle diyebiliriz ki, gözlerden kasıt
beyindir. O zaman, hiçbir beşerî görüşün ve tasavvurun O'nu ihata edemeyeceği
mânası verilebilir. Halbuki Allah bütün beşerî görüşü ve tasavvuru kuşatır,
bilir, görür ve onlara ulaşabilir.
7. "Çünkü O, eşyayı pek
iyi bilen ve her şeyden haberdan olandır". Zemahşerî latif sıfatını,
"gözlerin göremeyeceği kadar ince" anlamına geldiğini söylemektedir.
Aslında latîf, her şeye nüfuz edebilecek bir niteliği ifade ettiği gibi,
kendisine nüfuz edilemeyeceğini de ifade etmektedir. Diğer taraftan bu kavram,
incelik, yufkalık, acıma mânasına da gelmektedir.
Bu sıfat Kur'ân'da genellikle habîr sıfatıyla beraber geçmektedir. Her
şeyden haberdar olmayı ifade eden bu kelime, Allah'ın ilminin başka bir ifadesi
olmaktadır. Beşerî gözler onu göremez, ona ulaşamaz, ama O latif olduğu için
her şeyden haberdardır. Latîf i "bilen"; habîri de
"haberdâr" mânasına alırsak, "O, her şeyi bilen ve her şeyden
haberdârdır" diyebiliriz.
8.
"Gerçek şu ki,
rabbinizden size basiretler gelmiştir". Âyette geçen besâir kavramı,
farklı şekilde mânalandı-rılmıştır. "Gönül gözleri" dendiği gibi,
Zemahşerî "kalbin nuru"; Hâzin "içinde deliller ve beyânın
olduğu Kur'ân", İbn Abbâs "beyân", Râzî "kalpte meydana
gelen tam idrâk" mânasına geldiğini söylemektedirler.
Besâir kelimesinin bu mânalarını göz önünde bulundurup, ardından âyetin
kurgusuna bakarsak, gerçek mânayı bulmak mümkündür. Besâir kelimesi, cümlenin
öznesi durumundadır. Besâir kelimesine "verilmiştir" mânasını vermek
doğru değildir. "Rabbinizden size basiretler gelmiştir" demek daha
doğrusudur. Gelen besâir insanlara gelmiştir, yani sonradan olan bir olayı
ifade etmektedir.
O zaman gelen besâir, gelen deliller olmaktadır. Hak ile bâtılı, doğru
ile yanlışı, hidâyet ile sapıklığı gösteren deliller anlamını vermek gerekiyor.
Bu yorumdan hareketle Hâzin'i haklı görmemek mümkün değildir.
Süleyman Ateş, "açık kanıtlar" mânasını vermekle isabet
etmiştir. Besâir kelimesini genel muhteva içinde düşünürsek 95 ile 101. âyetler
arasında anlatılan bütün deliller, yani kanıtlardır anlamını vermekte bir hatâ
olmayacaktır.
9. "Kim görürse kendi
yararına, kim körlük ederse, kendi zararınadır". Âyetin bu kısmında ebsara
kelimesi geçmektedir; "gördü" anlamına gelmektedir. Demek ki besâir
denen kanıtlar, deliller, açıktadır, görülebilir durumdadır; insan bunları
görebilir. Bir önceki kısımda geçen ve delil, kanıt anlamına gelen besâir
kelimesine, Fussılet sûresinin 53. âyetiyle mâna verebiliriz. Besâir denen
kanıtlar, dış âlemdeki ve insanın iç alemindeki âyetler, yani kanunlar olmaktadır.
Zaten bu âyette Allah, iç ve dış kanunları insanlara öğreteceğini,
göstereceğini söylemektedir.
Besâir denen âyetler, kanunlar, kanıtlar, deliller, görülebilecek niteliktedir
ve bunun için de Allah insanı psikolojik donanımla yaratmıştır. Bu âyetle önceki
âyeti birleştirirsek, verilen mesajı daha rahat anlayabiliriz: Allah'ın zâtını
görmek mümkün değildir, ama O'ndan gelen kanunları, delilleri ve O'nun
varlığına delil teşkil eden kanunları görebilirsiniz. Kanıtlar görülebilir,
ama Allah'ın zâtı görülmez. Kanıtlardan hareketle Allah'a varılabilir, ama
doğrudan O'nu görmek imkân dışındadır. Çünkü insan bu psikolojik donanıma
sahip değildir.
Bu kanıtları görerek Allah'a varıp O'na iman eden, kendi lehine, kendi
menfaatlerine bir iş yapmış olur. Bu kanıtları göremeyen veya görmek istemeyen
gönül gözü kör insanlar da, kendi aleyhlerine iş yapmış olurlar. Dikkat
edilirse, burada görme işinde Allah insanları serbest bırakmıştır. Kendi
tercihlerine göre hareket edip fayda ve zararı elde etmiş olacaklardır. Allah,
gönül gözü ile görme işinde zorlama yapmamaktadır. Önemli olan kanıtların
gelmesiydi, artık bundan sonraki görme işi insanın kendisine aittir.
10.
"Ben sizin üzerinize
bekçi değilim!" Allah'tan gelen açıklamalar, kanıtlar, âyetler, insanın
görmesi için yeterlidir. Kanıtlarla insan arasına peygamberin giremeyeceğini
gündeme getiren bu âyet, Hz. Peygamber'i bekçilikten çıkarmaktadır. İnsanların
gönül gözüne, görmelerine bekçilik yapılamaz. İnsan isterse gönül gözünü kullanır,
isterse kullanmaz, başkasının buna müdühale etmesi doğru değildir.
Gönüle hükmedilemez. Baskılarla ona şekil verilemez. Gönül kendi
ülkesinde bağımsız hareket eder ve hiçbir zorlayıcı tedbire açık değildir.
Gönüldeki hür irâde, baskıya sürü gibi davranmaya hiç müsait değildir. Bunun
içindir ki Allah, Hz. Peygamber'e, insanlara bu konuda muhafız olamayacağını
beyan etmektedir. Bekçinin olduğu yerde sınırlama, zorlama, engelleme vardır.
Gönül bunların hiçbirini istemez ve onlara sıcak bakmaz.
Âyetteki "görme" işinin gönül gözü ile görme, kör olma işinin
de gönül gözünün kör olması olduğunu ne ile ispat ederiz? Bu sorunun cevabı
için Hac sûresinin 46. âyetini hatırlamak gerekir: "Ama gerçek şu ki,
gözler kör olmaz, lâkin sînelerdeki kalpler kör olur". Demek ki En'âm sûresinin
104. âyetindeki körlük, gönül gözünün körlüğüdür.
En'âm sûresinin 104. âyetindeki görme ve kör olma kavramlarına başka
bir yorum getirmek de mümkündür: Görme, bilmeyi; körlük de cehaleti ifade
etmektedir. "Kim kanıtları bilirse, kendi lehine, kim de cehaleti seçerse,
kendi aleyhinedir".
"Ben sizin üzerinize bekçi değilim!" ifadesini, Şûra
sûresinin 48. âyeti ile mânalandırabiliriz. "Eğer yüz çevirirlerse,
bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece
tebliğ, yani duyurmaktır". Demek ki İslâmî eğitimde zorlama yoktur.
İnsanlar öğrenip öğrenmemekte, görüp görmemekte serbesttirler.
[74]
105. Böylece biz âyetleri derinlemesine açıklıyoruz ki, "Sen ders
almışsın " desinler ve onu kavrayan topluma izah ediyoruz.
Bu âyetin bir bölümüne farklı bir mâna vermeyi uygun buluyoruz. Âyette
geçen "Sen ders almışsın" ifadesinde, lâm'dan sonra en lâ
düşünülebilir. O zaman mâna, "Sen ders aldın demesinler
diye" şeklinde mânalandırılmış olacaktır. Çünkü çoğul olan
"söylemek" fiilinin sonundaki nun harfi, bu sebeple düşmüştür. Şimdi
yukarıdaki
mealden hareket ederek bir yorum getirebileceğimiz gibi, bizim
verdiğimiz meale göre de bir yorum getirebiliriz:
1. "Böylece biz âyetleri
derinlemesine açıklıyoruz ki, 'Sen ders almışsın' desinler". Bunun anlamı
şudur: "Yapmış olduğumuz bu açıklamalardan iyi ders almışsın
desinler". Hz. Peygamberin Allah tarafından iyi bir öğretime tâbi
tutulduğunu, bu öğretimden de Hz. Muhammed'in iyi ders aldığının anlaşılması
açısından bir açıklamada bulunulmaktadır.
"Böylece biz âyetleri derinlemesine açıklıyoruz ki, senin ders
aldığını söylemesinler". Bu mealden hareket edersek, Allah mesajlarını,
yani âyetlerini, delillerini o kadar derinlemesine açıklıyor ki, bu
açıklamaların Hz. Peygamber tarafından yapıldığı fikrine kapılmasınlar. Çünkü
bu açıklamaları Hz. Muhammed'in yapması mümkün değildir. Böylece Kur-'ân'ın
Allah tarafından gönderildiği anlaşılmış olsun.
"Ders aldın" demeleri, "Kur'ân'ı birinden öğrendin"
anlamına da gelebilir. Daha önceden kitabın ne olduğunu bilmeyen Hz.
Peygamber'e "Allah'tan ders görüyor" demeleri de mümkündür. "Bu
kitabı veya âyetleri birinden ders aldın" şeklindeki olumsuz mânayı,
Furkân sûresinin 4. âyeti desteklemektedir: "İnkâr edenler: 'Bu (Kur'ân)
olsa olsa Muhamme-d'in uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta
kendisine yardım etmiştir' dediler".
Bizim verdiğimiz li-en lâ yekûlû "dememeleri" için şeklindeki
meali Râzî tenkit etmekte, fakat çoğul fiilin sonundaki nun harfinin neden
düştüğünü söylememektedir. Ama biz çoğunluğa uyarak, "Sen ders
almışsın" mealini öne çıkarıyoruz. Biz burada iki türlü meali vererek
açıklama yapıyoruz. İlim adamları ve okuyucular kendileri karar vereceklerdir.
Bizim tercihimiz ikinciden yana olmakla beraber kimseyi bağlamamaktadır.
2. "Bilen toplum için Kur
'ân 'ı açıklayalım!" Buradaki "bilen toplum"dan kasıt, anlayan,
kavrama yeteneğine sahip, ilimden nasibi olandır. Bu âyetten şu ilkeyi de
çıkartıyoruz: Verilen dersin amacı, anlaşılmaya yönelik olmalıdır. Konu derinlemesine
açıklanırsa, anlaşılır hale gelecektir. Din bilginleri, ilâhî vahyi halkın
anlayacağı bir şekilde enine boyuna açıklamalı, bilinemeyen ve anlaşılamayan
noktalar kalmamalıdır. Diğer taraftan derinlemesine açıklama, kavrama yeteneği
olan, bilgiden nasibi olan insanlara, gruba veya topluma yapılmalıdır.[75]
106. Rabbin tarafından sana vakyolunana uy! O'ndan başka tanrı yoktur.
Ortak koşanlardan yüz çevir.
Bu âyet hem günümüzdeki hem de gelecekteki müslümanlara çok önemli mesajlar
taşımaktadır.
1.
"Rabbin tarafından sana
vahyolunana uy!" Demek ki din konusunda Hz. Muhammed'in bile keyfî hareket
etmesi, kendisinin uydurduğu bir düşünceye uyma müsaadesi yoktur. O da vahyolunana
uyacaktır. "Ben bana vahyolunandan başkasına uymam!" (Yûnus 10/15).
Hz. Peygamber vahye uymak zorunluluğu içinde olduğu halde, müslümanlar
Allah'ın vahyinin dışında başka bir şeye nasıl uyarlar? Peygambere tâbi olmak
demek, onun sünnetini yaşamak demektir. Hz. Pey-gamber'in sünnetinin özünü
Kur'ân'a tâbi olması oluşturmaktadır. Âl-i İmrân sûresinin 31. âyetinde
açıklandığı gibi, peygambere tâbi olmak, Kur'ân'a uymaktır. "Rabbinden
sana vahyolunana uy!" emrini gerçekleştirebilmek için, o vahyin bilinmesi
gerekiyor. Hz. Peygamber vefat ettiğine göre, bu âyetin, okuyan herkesi
muhatap aldığı bilinmelidir. Allah vahyini, Hz. Peygamber vasıtasıyla bütün
insanlığa göndermiştir.
Hucurât sûresinin 1. âyetine rağmen, müslümanlar kendi düşüncelerini
vahyin önüne geçirmektedirler. Bu durum müslümanlarm imanını tehlikeye
sokmaktadır. İlâhî vahye saygı, onun önüne hiçbir şeyi geçirmemekle ve ona
tâbi olmakla gösterilebilir.
2. "Ondan başka tanrı
yoktur. Müşriklerden yüz çevir!". Neden o vahye tâbi olacağız? Bu sorunun
cevabını âyetin bu kısmı vermektedir. Kendisinden başka tanrı olmayan Allah'ın
indirdiği vahiy olduğundan o vahye tabi olacağız; çünkü Kendisinden başka tanrı
olmayan, objektif bilgi verecektir. Vahyin tarafgir bir yanı yoktur. Allah
bütün kullarının menfaatini hedef alarak vahiy göndermektedir.
Bu tâbi olma olayında sana karşı çıkıp hakaret eden müşrikler olacaktır.
Onlardan yüz çevirmek suretiyle dinî hayatına devam edeceksin. A'râf sûresinin
199. âyetinde "Câhillerden yüz çevir!" emri yer almaktadır.
Müşriklerden yüz çevirmekle, câhilerden yüz çevirmek, hemen hemen aynı anlama
gelmektedir. Bu davranış biçimi, günümüz ve geleceğin müslümanlan için önemli
bir metot olmalıdır.
[76]
107. Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine
bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin.
Bu âyette birbiriyle ilişkisi bulunan üç konu vardır:
1. İnanmakta insanın hürriyeti
vardır: "Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı". Bunun anlamı
şudur: Yüce Allah kulunun şirk koşmasını asla dilemez. Kendisinin tek olduğunu
öğreten Allah, insanın şirk koşmasına sebep olmaz. Şirk zulüm olduğuna göre, o
zaman da zulüm işlemiş olurdu. Allah insanın şirk koşmasını da engellememektedir.
Dileseydi onları engellerdi, ama o zaman kulun dilemesinin hiçbir anlamı
kalmayacaktı. Tevhîd inancına sahip olmakla, şirk koşmak konusunda kulun
irâdesi serbesttir.
2. Peygamberin de zorlayıcı
bir etkinliği olmamalıdır: "Seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen
onların vekili de değilsin ". Yüce Allah müşriklerin şirk koşmasına engel
olmadığı, onları bu konuda zorlamadığı gibi, Hz. Muhammed de zorlayıcı bir
tedbir almamalıdır. Çünkü ne onların bekçisi, ne de vekîlidir. Bunun anlamını
Râzî şöyle vermektedir: Kalbin onların sözleriyle meşgul olması yakışık almaz.
Râzî'nin bu yorumunda haklı olduğunu düşünüyoruz, çünkü Hz. Peygamber onların
imana gelmemesi sebebiyle çok üzülüyordu: "Onlar iman etmiyorlar diye
neredeyse kendine kıyacaksın! " (Şuarâ 26/3); "Bu yeni kitaba
inanmazlarsa, arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin"
(Kehf 18/6).
Eğitimin yetersizliği, din âlimlerinin Kur'ân'ı tam anlatamama ve
öğretememeleri sebebiyle, nesiller arasında tevhîd inancına ve Allah'ın
önerdiği ahlâkî hayata alâka duymayan, hatta tepki gösterenler olacaktır. Zaman
zaman bu durum şiddetlenecektir. Bunlar karşısında tevhîd inancına sahip olan,
ilâhî ahlâka önem veren, onun evrensel değerlerini öne çıkaranlar, elbette
üzüntü duyacaklardır. Bu üzüntüyü muhafızlık ve vek-îllik seviyesine getirmenin
bir anlamı yoktur; ama tevhîd inancının yayılması için emeğinin son damlasına
kadar çalışması gerektiği vardır.
Âyet insanların irâdesine dokunmadan, hürriyetlerini kısıtlamadan, bu
değişimin öğretisini vermektedir. Burada ölçü şu âyet olmalıdır: "Ve de
ki: 'Hak, rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr
etsin" (Kehf 18/29).
[77]
108. Allah'tan başkasına tapanlara sövmeyiniz! Sonra onlarda bilmeyerek
Allah'a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini süsledik. Sonunda
dönüşleri rablerinedir. Artık O, ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.
Bu âyetin analizinden çıkarılacak önemli ilkeler vardır:
1. Başkasının inandığı kutsala
küfredilmez. İnsanlığın Ortaçağ'ı yaşadığı bir dönemde başkasının kutsalına
küfredersen, kendi değerlerine küfrettirirsin. Onun içindir ki Allah,
"Allah'tan başkasına tapanlara sövmeyiniz! Sonra onlar da bilmeyerek
Allah'a söverler" buyurmaktadır.
Tartışma anında tevhîd inancına sahip olanlar, sabırlı davranarak
müşriklere ağır laflar söylememelidirler. Çünkü onların tapındığı tanrılar,
onlar için kutsallık taşıyor. Müşrik, câhil insan olduğundan, cehaletle Allah'a
sövebilir. Müslüman insan buna meydan vermemelidir. Bu metot bütün
müslümanların uygulaması gereken bir metottur. Tartışma, toleransın, tatlı
sözün, saygının ötesine geçmemelidir.
2. Her grup işini süslü görür.
Âyetin ikinci bölümünde şu ifade yer almaktadır: "Böylece biz her ümmete
işlerini süsledik". Yüce Allah bir topluma yanlış amellerini süsler mi?
Böyle olursa, Allah zulmetmiş olmaz mı? Kendi süslediği işlerden dolayı
insanları sorumlu tutması doğru olur mu? Alimler bu sorulara çeşitli şekilde
cevaplar vermişlerdir. Sorulara doğru cevap verebilmek için başka âyetleri
devreye sokmak gerekir.
a) Amelleri şeytan süslüyor. Kur'ân'da kötü amelleri
süsleyip, insanları bunları yapmaya sevkedenin şeytan olduğu söylenmektedir:
"Fakat kalpleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü
gösterdi" (En'âm 6/43). "Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel
gösterdi de " (Enfâl 8/48). Bu ve buna benzer pek çok âyette, kötü
amelleri insana süsleyip cazip gösterenin şeytan olduğu anlatılmaktadır.
b) Arkadaş. İnsanlar, içinde
yaşadıkları grubun etkisinde kalırlar. Çoğu zaman grubun görüşü ve yaşantısı,
tek tek fertlerin elinden irâdelerini alır ve onlara kötü amelleri süslü
gösterebilir: "Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de, onlar
önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler"
(Fussılet 41/25). Onun içindir ki, Tevbe sûresinin 119. âyetinde "Doğrularla
beraber olunuz! " emri verilmektedir.
c)
İnsanın kendi zannı.
Bilindiği gibi, insanın davranışlarını idare eden üç merkez vardır: Beyin,
gönül ve nefis. Bunlardan beyin ve gönül, akıllı davranmayı, yani rasyonel
eylemi öngörerek insanı etkilemektedir. Nefis ise insana daima kötüyü
emrettiği için (Yûsuf 12/53) davranışların kötüsünü güzel zannettirerek
yapılmasını temin etmektedir.
"De ki: 'Size yapıp ettiklerinde en büyük kayba uğrayan kimseleri
haber vereyim mi? Bunlar, güzel iş yaptıklarını zannettikleri halde, dünya hayatının
peşinde bütün çabaları eğri ve çarpık olan kimselerdir" (Kehf 18/103-104).
Davranışlarını akıl ve doğru bilginin temelleri üzerinde değil de zanna
dayandıranlar, amellerini süslü göreceklerdir.
d)
Yüce Allah. Hucurât sûresinin 7. âyetinde şu ifadeye
yer vermektedir: "Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinizde
süslemiştir". Demek ki Allah, insanın gönlüne imanı süslemektedir. Aynı
âyetin devamında inkârı, fışkı ve isyanı da çirkin gösterdiğini beyan
etmektedir.
Bu açıklamadan sonra yorumunu yapmakta olduğumuz 108. âyete
dönebiliriz. Yukarıda verdiğimiz insana ya şeytan ya arkadaş ya da insanın
kendi zannı amellerini süslemektedir. Allah iyiliği süslemektedir. Ama ifade,
"Böylece her ümmete kendi işlerini süslü gösterdik" şeklindedir.
Âyetin birinci bölümünde, bir tartışmanın olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunun küfürleşmeye varacak kadar ağır ve saldırgan bir tartışma olduğu anlaşılmaktadır. Râzî'nin yorumundan hareketle diyebiliriz ki, Allah'tan başkasına tapan müşrikler, tartışmada bu süslemeyi kimin yaptığını öne sürmektedirler. "Allah bize bunu emretti ve bunu bize O süslü gösterdi" şeklindeki sözleri, yani kendi iddialarınca "Bunu biz süslemedik" şeklinde olur. Râzî bu yorumu zayıf bulmasına rağmen, bize manidar gelmektedir. Râzî'nin naklettiği bu yorumun kabul görmemesi halinde başka bir yorum getirme zorunluluğu vardır.
Farklı bir açıklama için Seyyid Kutub'un Fî Zılâli'l-Kur'ân adlı
tefsirinde bu âyete getirdiği yoruma bakmak gerekir. Kutub meseleyi yaratılış
(fıtrat) kanunundan hareket ederek çözümlemektedir. "Allah'ın insanoğluna
bahşettiği fıtrat şöyledir: Kim bir şey yaparsa, onu hoş karşılar ve müdafaa
eder. Şayet iyi amel işliyorsa, onu iyi kabul eder ve savunur. Şayet kötü amel
işlerse, onu da aynı şekilde iyi kabul eder ve savunmasını yapar. Açıkçası
insan hidâyette de olsa kendi durumunu iyi kabul eder, dalâlette de olsa! Bu
insanın tabiatıdır"[78].
Demek ki Allah insanın yaratılışına böyle bir kabiliyet koydu. İnsanın
tabiatına böyle bir özellik koymasaydı, Kur'ân'da, iyi amellerle kötüleri
ayırmasına gerek kalmayacaktı.
Demek ki Allah insanın doğasına yaptığı işleri güzel görme özelliğini
koymuştur. Bu da nefsin kendisi olmaktadır. Madem ki nefis kötüyü emretmektedir
(Yûsuf 12/53); onu süslü göstererek yaptırmaktadır. İnsandaki nefsi Allah
yarattığına göre, böyle görme özelliğini de O vermiş olmaktadır. En'âm
sûresinin 108. âyetindeki süsleme olayını bu şekilde anlamak gerekir.
Âyetin ikinci bölümünde geçen ümmet kelimesi ile inanç sahibi grupları
kastetmiş olacağı gibi, milletleri de kastetmiş olabilir. Konu şirk ve tevhîd
inancı olduğuna göre, inançları savunan grupların olması daha doğrudur. Şirki
savunan insanlar, kötü davranışta bulunanlar, amellerini ve inançlarını güzel
gördüklerinden savunurlar, gerekirse saldırganlığa başvururlar.
3. Sahte süs âhirette belli
olacak. Âyetin üçüncü bölümünde şu ifade yer almaktadır: "Sonunda dönüşleri
rablerinedir. Artık O, ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir". Allah'tan
başkasına tapan müşrikler için Allah bir uyarı niteliğinde, rablerine
döneceklerini söylemektedir. Dikkat edilirse, "rablerine" ifadesiyle,
hâlâ onların rabbi olduğundan vazgeçmediğine işaret etmektedir. Rableri, onlara
âhirette, yaptıkları amellerin ne olduğunu haber verecektir. Sahte süsün peşine
koşarak yapılan amellerin ne kadar sahte olacaklarını mahşerde öğreneceklerdir.
Bu demektir ki, amellerinin durumu onlara haber verilmeden
cezalandırılmayacaklardır. Bu ifadenin burada yer almasının eğitim açısından
önemi şudur: Amellerin neler olduğunu mahşerde öğrenmeden, haberini almadan
önce bu dünyada öğrenmek daha doğru olacaktır. Geri dönüşü olmayan bir durumda
mahcup olmamaları için, amellerdeki sahte süsü görmek gibi önemli bir erdemi
insana kazandırmak istemektedir. Diğer taraftan tevhîd inancını savunanların,
müşriklere küfretmemeleri, çünkü mahşerde amellerinin onlara haber verileceği
belirtilmektedir. Onun için tartışmada ileri gitmenin bir anlamı yoktur.
Âhirette işleri görülecektir, çünkü orada sahte amellerini savunacak tarafları
kalmayacaktır.
Âyetin tamamı değerlendirildiğinde şu genellemeyi yapabiliriz: Allah'tan
başkasına tapanlarla tartışmayı, küfürleşmeye kadar götürmek doğru değildir.
Onların amellerini tevhîd inancına sahip olanlar değil, mahşerde Allah
değerlendirecektir. Çünkü amellerin değerlendirilmesi, Allah'a aittir.
İnsanlar birbirlerine iyiliği emredip kötülükten sakındırabilirler, ama
amellerin nihaî derecede değerlendirilmesi, mahşerde Allah tarafından
yapılacaktır. Mümin bir insan, Allah'a sövdürecek kadar tartışmalarda ileri
gitmemelidir. Kendisinin inandığı kutsala hakareti nasıl uygun bulmuyorsa,
başkasının sahte bile olsa kutsalına küfretmemelidir.
[79]
709. £ger kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına
olanca güçleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: "Mucizeler ancak Allah'ın
yanındadır". Hem bilir misiniz, o gelmiş olsa da onlar inanmazlar.
110. Gönül ve gözlerini ters
çeviririz, ilkin ona inanmadıkları gibi mucizeyi gördükten sonra da inanmazlar
ve bırakırız onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar.
111. Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı
ve her şeyi toplayıp karşılarına getirsey-dik, Allah dilemedikten sonra yine
inanmazlardı; fakat çokları bilmezler.
Bu âyetler birbirleriyle bağlantılıdır. Anlaşılmaları için 109. âyetin
nüzul sebebini bilmek gerekiyor. Aslında 109. âyetin kendisi, nüzul sebebini
açıklamaktadır. Ancak Râzî, âyetin verdiği mesajın bir arkasına giderek, Şuarâ
sûresinin 4. âyetini gündeme getirmektedir: "Eğer dilersek onların
üzerine gökten bir mucize indiririz de, ona boyunları eğili kalır". Bu
âyetin gelmesinin ardından, müşrikler Allah'a yemin ederek, kendilerine bir
mucize geldiği takdirde inanacaklarını söylemişlerdi. Âyet, bu yeminler
üzerine gelmiştir. Nüzul sebebini verdikten sonra âyetin analizine geçebiliriz:
1. "Eğer kendilerine bir
mucize gelirse, ona mutlaka inanacaklarına olanca güçleriyle Allah'a yemin
ettiler". Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, insanlar gözlem yaparak
inanmak istemektedirler. Bizim için mucize olan, Allah katında sadece bir
deneydir. Daha önce Bakara sûresinin 259-260. âyetlerinde anlatıldığı gibi,
gözlem ve deney hem imana götürmekte, hem de imanı doyum noktasına
ulaştırmaktadır.
Diğer taraftan âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, müşrikler Allah'a
inanmaktaydılar. Çünkü Allah'a yemin ediyorlardı. Allah'a yemin etmelerine
rağmen, Kur'ân ve Hz. Muhammed'e inanmamaları, ilginç bir tablo
oluşturmaktadır. Bir mucize geldiğinde ona kesinlikle inanacaklarını Allah'a
yemin ederek söyleyen bu insanların, içleri aynı olmadığı açıklanmaktadır.
Öyle anlaşılıyor ki, Câhiliye Arapları'nda yemin yapma kültürü vardı.
2. "De ki: 'Mucizeler
ancak Allah katındadır". Mucizeler, insanların isteklerine göre
gönderilmez. Âyetin birinci bölümünde, "gelme" fiilinin öznesi
mucizedir. Mucizeler Allah katındadır. Onların gönderilip gerçekleştirilmesi,
Allah'ın takdiri, izni ve dilemesiyle olmaktadır.
3.
"Hem bilir misin, o
(mucize) gelmiş olsa da onlar inanmazlar". Onların yaptıkları yeminlerin
şekli, ciddi oldukları intibaını uyandırmıştır. Görünüşte böyle inandırıcı bir
hava es-tirmişlerdir Maksatları mucizeyi görüp inanmak değildi, işi yokuşa sürmekti.
Bir bakıma onların bu davranışı münafıklıktı. Çünkü dilleriyle dedikleri şey,
gönüllerinde yoktu. Bu tarz davranış da münafıklık alâmetidir:
"Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı " (Âl-i
İmrân 3/167); "Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler" (Feth
48/11).
Böylece bu insanlar bir taraftan müşrik, diğer taraftan münafık olarak
konuşup davranıyorlardı. Hz. Peygamber ve sahabesinin bunu bilmesi, hissetmesi
ve farkına varması mümkün olmadığı için, Allah bunu açıklamaktadır. Vaktiyle
bâtıl inançlara, yani şirke sarılan insanlar, zamanla gerçeği kavrama
yeteneğini kaybetmektedirler. Yanlış inanç onların dinleme, anlama ve kavrama
yeteneklerini devre dışı bırakmaktadır. Bu durum koyulaştıkça kalplerinin
mühürlenmesine sebep olmaktadır.
4.
"Gönüllerini ve
gözlerini ters çeviririz. İlkin ona inanmadıkları gibi, (mucizeyi gördükten
sonra da inanmazlar) ve bırakırız onları, azgınlıkları içinde bocalayıp
dururlar". En'âm sûresinin 110. âyeti, 109. âyetinin devamı
mahiyetindedir. Mucize geldiği takdirde bütün güçleriyle inanacaklarını
söyleyen, ama içlerinde bunun tam tersi niyet besleyen bu müşrik ve münafıklara
Allah'ın uyguladığı ceza onların kalplerini ve gözlerini çevirmektir. Önce kul
iman etmemeye karar veriyor, ondan sonra Allah onun kalbinde ve beyninde bazı
operasyonlara girişiyor. "Gözlerini çeviririm" ifadesi, "Beynini
çeviririm" anlamına gelmektedir. Parçayı anarak geneli kastetmek kuralı
gereğince, gözler anılmakta, ama beyin kastedilmektedir.
İkili oynayan ve kesinlikle inanmayacağı halde mucize isteyenlerin
beyninde ve gönlünde kötüden yana bir oluşumu Allah meydana getirmektedir.
Bunun anlamı, gönlünü ve beynini hakikatten çeviren insanın bu durumunu Allah
tescil etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Allah insanı aklından ve gönlünden
yakalamakta, orada bazı değişimler meydana getirmektedir. "Müminin kalbi,
Rahmân'ın kudretindedir, onu dilediği gibi çevirir"[80].
Aynı âyetten hareket ederek, Hz. Peygamber şöyle dua etmektedir:
"Ey gönülleri ve gözleri çeviren, kalbimi senin dinin üzerinde tut!"[81]
Âyette geçen kallebe fiili, "bir halden başka bir hale
çevirmek" anlamına gelmektedir. Kalp kelimesi de bundan türemiştir. Kalp
dediğimiz biyolojik organ, durmadan hareket edip halden hale geçmektedir.
Manevî kalp de aynı şekildedir; psikolojik olarak durmadan değişip halden hale
geçtiği için bu ismi almıştır.
Âyette geçen ikinci kavram, âlji fu'âddır. Bu kelime, "yüreğine
vurmak, gönlüne dokunmak" anlamına gelen fe'ede veya fe'udeden türemiştir.
İfte'ede kalıbından alınınca, "ateş yakma, eti ateşte pişirmek"
anlamına gelmektedir. Âyette geçen ef ide, fuâdın çoğuludur. Fuâd, "kalp,
akıl, gönül" mânasını ifade etmektedir. Necm sûresinin 11. âyeti şöyledir:
"Gördüğünü gönlü yalanlamadı". Bu ve buna benzer âyetlerde fu'âd
kelimesi geçmektedir.
Âyetin ilk bölümü sanki âhirette olacakmış gibi görünmektedir.
"îman etmedikleri ilk durumdaki gibi" derken, sanki bu dünyadaki iman
etmemelerini gündeme getirmektedir. O zaman, göz ve gönüllerini çevirme işinin
âhirette olacağı fikrini vermektedir.
5.
"Ve onları şaşkın olarak azgınlıkları
içerisinde bırakırız"- Âyetin bu kısmına bakınca, kalp ve gözlerinin
çevrilme işinin bu dünyada olduğu ve olacağı fikri uyanmaktadır. Buradan şu ilkeyi
çıkarıyoruz: Din eğitimcileri, herkesin eğitilebileceği fikrinden hareket
ederler, ama eğitim süreci içinde eğitilemeyecek olanlar ortaya çıkarlar. O
zaman onları bulundukları azgınlıkları içinde bırakmak, o hallerine
terketmekten başka çıkar yol kalmayacaktır. Allah bu uygulamayı bizzat
kendisinin icat ettiğine işaret etmektedir. Bu tip insanları hiçbir bilginin,
mucizenin imana getirmeyeceği gerçeği, En'âm sûresinin 111. âyetinde
anlatmaktadır.
6. "Biz onlara melekleri
indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına
getirseydik, Allah dilemedikçe onlar yine de iman etmezlerdi". Bu âyet,
En'âm sûresinin 109. âyetinin bir açılımı durumundadır. "O mucize geldiği
zaman, onların yine iman etmeyeceklerinin farkında değil misiniz?"
ifadesini daha geniş boyutlara taşımaktadır.
En'âm sûresinin 111. âyetinin iniş sebebini İsrâ sûresinin 90-95.
âyetlerinden öğreniyoruz: "Onlar: 'Sen dediler, bizim için yerden bir kaynak
fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız". "Veya senin bir hurma bahçen
ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın".
"Yahut iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın ve
Allah'ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin". "Ya da altından
bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin
sürece, (göğe) çıktığına da asla inanmayız. De ki: 'Rabbimi tenzih ederim.
Ben, sadece beşer bir elçiyim". "Zaten kendilerine hidâyet rehberi
geldiğinde, insanların (buna) inanmalarını sırf Allah, peygamber olarak bir
beşeri mi gönderdi? demeleri engellemiştir". "Şunu söyle: 'Eğer
yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten,
peygamber olarak bir melek gönderirdik".
Hz. Peygamber dönemindeki müşrikler, İsrâiloğulları'nın Hz. Mû-sâ'dan
kendilerine Allah'ı göstermelerini istemeleri gibi, Hz Peygamber'-den Allah'ı
ve melekleri gözlerinin önüne koymalarını istediler. Bu âyette istenen bütün
mucizelerin kendilerine getirildiği takdirde ne olacağını, En'âm sûresinin 111.
âyeti cevaplandırmaktadır: "Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler
de onlarla konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah
dilemedikçe, yine inanacak değillerdi".
Ra'd sûresinin 31. âyetinde, "Kur'ân ile ölüler
konuşturulsaydı" ifadesi yer almaktadır. "Allah'ın dilemesi olmadan
iman etmek mümkün değildir" demekle, insanlara iman etme seçeneğini ve
hürriyetini verdiğini ifade etmektedir. Bu kısımda yer alan "Allah dilemedikten
sonra yine inanmazlardı" ifadesi, inanmanın temelindeki ana ilkeyi
göstermektedir. "Eğer rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette
iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?"
(Yûnus 10/99). "Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanamaz" (Yûnus
10/100); "O, akıllarını kullanmayanları, murdar kılar" (Yûnus
10/100). Akıllarını kullansın da iman etsinler diye, Allah'ın dilemediği
ortaya çıkmaktadır.
Dikkat edilirse pek çok âyette "Ey iman edenler! "
denmemektedir. İman etme eyleminde fail, insanın kendisidir. Yûnus sûresinin
103. âyetinde "Hz. Peygamberler'i ve iman edenleri kurtarırız"
buyurulurken, "iman ettirdiklerimiz" denmiyor da iman edenler
deniyor. Demek ki insan, iman etme eylemini gerçekleştirdiği anda, eş zamanlı
olarak Allah da dilemektedir.
7. "Fakat onların çoğu
bilmezler". Âyetin son kelimesi, yechelûndur. "Bilmiyorlar"
anlamına geldiğinde ittifak vardır. Fakat bu kelimeye "cehalet
üretiyorlar" anlamını vermeyi uygun buluyoruz. Cehalet kelimesi fiil halinde
geldiğinde, cehaleti üretmek anlamını vermek daha doğru olacaktır.
"Bilmemek" mânasına alındığında, Allah'ın çözümü bilgide aradığı
esasını yakalıyoruz. Bilememe, insanı çok büyük zararlara götürmektedir.
En'âm sûresinin 109-111. âyetlerinden çıkaracağımız ilkelerden bazıları
şunlardır: İman, ağızdan çıkan yeminlerle ispat edilemez. Fakat insanların,
yapılan bu yeminin sahte olduğunu anlaması mümkün değildir. Çifte standart
uygulayan münafıkları, deliller açısından tatmin etmek imkânsızdır. Meleklerin
inmesi, ölülerin konuşması, her şeyin şahit olarak önlerine konması, onları
etkilemeyecektir. Böylece din eğitiminden nasibini alamayacak insanlar
bulunacak ve eğitimciler bunun bilincinde hareket edeceklerdir.
[82]
112. Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarım düşman
kıldık. (Bunlar), aldatmak, için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar.
Rabbin dileseydi, onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş
başa bırak.
113. Âhirete inanmayanların kalpleri, ona (yaldızlı söze) kansın, ondan
hoşlansınlar ve işledikleri suçu işlemeye devam etsinler diye (böyle
yaparlar).
En'âm sûresinin 112. âyeti, önceki dört âyete dayanmakta, bir bakıma
onların devamı olmaktadır. Allah'tan başkasına tapan, ikili oynayan, mucizelere
aldırmayan müşrikler ve münafıklar oldukları yerde kalmıyorlar. Onlar
geçmişteki peygamberlere düşmanlık yaptıkları gibi, Hz. Pey-gamber'e de
düşmanlık yapmaktadırlar. Tabiî ki bu düşmanlık, Hz. Mu-hammed'in zatına değil,
Allah'ın indirdiği Kur'ân'a ve O'nun dinine olacaktır.
Bu şekilde düşmanlık edenler, karakter itibariyle şeytana dönüşmektedirler.
Böylece cinlerden oluşan şeytanlara, insanlardan meydana gelen şeytanlar da
katılmaktadır.
1.
"Böylece biz, her peygambere,
insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık". İyilikle kötülük, bu dünyada
mücadele halinde yaşamaktadırlar. İyiliği temsil eden peygamberlerle, kötülüğü
temsil eden şeytanlar, daima mücadele etmekte ve düşmanlığı daima şeytanlar
yapmaktadırlar. Bu durum, dünya hayatının bir kaderidir.
Maddî âlemde mikrop ne yapıyorsa, manevî âlemde de şeytan onu
yapmaktadır. Tıp ilmi mikropla mücadele verirken, şeytanla da insan aklı ve onu
destekleyen ilâhî vahiy mücadele vermektedir. İyi ile kötünün bu mücadelesi
olmasaydı, insanların iyisi ile kötüsü anlaşılamayacak, manen başarılı olanla
olamayan ortaya çıkmayacaktı.
Bu mücadelenin en önde gelen insanları, peygamberlerdir. Peygamberler
sadece cinlerden meydana gelen şeytanlarla da uğraştılar. Cinnî ve insanî
şeytanlar düşmanlıklarını nasıl sürdürmektedirler? Bu sorunun cevabını âyetin
ikinci bölümünde bulmak mümkündür.
2.
"(Bunlar) aldatmak için birbirlerine
yaldızlı sözler fısıldarlar". Âyetin bu kısmında üç kavram yer almaktadır:
a) Vahiy. Bu kelime vehâdan türemiştir. "Sürat etmek, ilham
etmek, işaret etmek, birine elçi göndermek, gizlice söz söylemek"
mânalarına gelen bu kelime, kitapla beraber kullanılınca, "yazı yazmak;
bağırmak"; nefisle beraber kullanılınca, "kalbe korku düşmesi,
emretmek, ölünün arkasından ağlamak"; isim kalıbında, "söz, ses,
yazı, ilham, Allah tarafından ilham olunan" anlamına gelmektedir. Buradaki
mânası, "çabucak bir şeyi söylemek, îmâ etmek"tir.
b) Zuhruf. "İçi bâtıl, ama dışı
süslü olan, akıl çelici, cilâlı yalanlar" mânasına gelmektedir. Muhammed
Esed'in dediği gibi, aldatıcı ve çekicilikleri ile insanı baştan çıkaran ve onu
bütün gerçek ruhsal değerleri gözardı etmeye yönelten yarı hakîkatları ifade
etmektedir. Zuhruf kelimesinin olumsuz anlamı bu olurken, İsrâ sûresinin 93.
âyetinde "altın" anlamında kullanılmıştır: "Yahut altından bir
evin olmadıkça" derken, altını zuhruf kelimesi ile ifade etmiştir. En'âm
sûresinin 112. âyetinde, "söz" ile bir araya gelmiştir.
"Yaldızlı söz, dıştan cazip, ,av işe yaramayan sahte şeyten anlatan söz"
anlamını ifade etmektedir.
c) Gurur. Bu kelimenin cümlede
bulunduğu yer, yaldızlı, sahte sözleri şeytanların birbirine, ya da başkalarına
fısıldamalarının amacını belirleyen bir yerdir. Onların sahte sözleri
birbirlerine fısıldamalarının amacı, aldatmaktır. Tabiî öncelikle cinlerden
oluşan şeytanlar, insanlardan oluşan şeytanları aldatmak amacıyla, sahte
sözleri onlara fısıldarlar. Daha sonra da başkalarını aldatmak için göğüslerine
vesvese verirler, kuruntuları onlara fısıldarlar, hiçbir değeri olmayan
sözlerin peşinden koştururlar. jjji- gurur kelimesini, 111. âyetin son
kelimesine bağlayarak mânalandı-rabiliriz: Gurur, cehaletin bizzat kendisi
olacağı gibi, bilmemekten doğan aldanma da olabilir.
Âyetin bu kısmının örgüsünü meydana getiren, fısıldama, sahte, yaldızlı söz ve aldanma kelimelerini, âyetin birinci bölümüne götürürsek, oradaki "düşman" kavramının içini doldurmuş oluruz. Düşmanlığın en tehlikeli olduğu şeklin, insanı baştan çıkaran ve bütün manevî değerlerini dışlamasını sağlayan etkileme şekli olduğu ilkesine varabiliriz. Bu ruhsal değerleri bir tarafa atmanın en güzel ifadesini, Furkân sûresinin 30. Âyeti söylemektedir: "Peygamber der ki: 'Ey rabbim! Kavmim bu Kur'ân'ı büsbütün terketti".
Bir topluma, sahip olduğu en kutsal kitabı, ilâhî vahyi
terkettirmek-ten daha büyük düşmanlık olabilir mi? Onun içindir ki, En'âm
sûresinin 112. âyetindeki bu düşmanlığı sadece peygamberlere değil, kıyamete kadar
gelecek olan bütün nesiller için değerlendirmek gerekiyor.
Artık insanî şeytanlar aldatmak üzere sahte sözleri insanlara bire bir
fısıldamamaktadırlar, teknolojinin getirdiği imkânlarla, kitle haberleşme
vasıtalarını kullanarak çok uzaklardan da bunu yapmaktadırlar. Üstelik kitap,
makale yazarak, radyo ve televizyonla bunu gerçekleştirmektedir. Günümüzde bu
sebeple aldatıcı, yaldızlı ve sahte sözleri fısıldamanın alanı çok genişledi ve
etkisi de çok derinleşti.
3. "Rabbin dileseydi, onu
da yapamazlardı. Öyleyse onları uydurduklanyla baş başa bırak!". Bunun
anlamı, Allah insanların irâdesine müdahale etmemektedir. Fikirleri sahte de
olsa, başkalarına zararlar da verse, insanlara fikirlerini yayma özgürlüğünü
vermektedir. Önemli olan başkalarını doğru fikirlerle donatıp, onlara kanmamasını
temin etmektir.
Âyetin bu kısmı, insanlık için düşüncesini söyleme özgürlüğüne, giderek
basın özgürlüğüne giden bir örnek veya ilkeyi teşkil etmektedir. Bırakınız
insanları, kafalarındaki kirli veya doğru fikirleri söylesinler, yazsınlar,
ifade etsinler. Âyete derinlemesine bakınca, bu özgürlükler görülecektir. Allah
"Ben dileseydim bu aldatıcı yaldızlı fısıldamalara mani olurdum"
buyurmasına rağmen, mani olmamaktadır. İnsanlar kafalarındaki kirli fikirleri
ortaya dökmeli, bunlar tartışılıp cevaplarını bulmalıdır. Aksi takdirde, onlar
zihinde kalıp mermerleşecektir. Böyle bir durum da eğitim için çok
tehlikelidir.
Hem özgürlüğün, hem de uyduruk şeylerin ortaya çıkmasını buyuran
âyetin son kısmı şöyledir: "Öyleyse, onları düzmekte oldukları
yalanlarıyla bırak!" "Bırak!" demenin anlamı,
"Özgürlüklerine dokunma!" demektir. Âyetin son kelimesi, zuhrufun ne
anlama geldiğini açıklamaktadır.
Bir toplumun manevî kültürünü ayakta tutan değerleri savunan, onlar
konusundaki fikirleri topluma yayanlar oldukça, insanî şeytanların serbest
kalıp yaldızlı, yalan ve iftira dolu sözleri söylemekte özgür bırakılmalarının
bir zararı olmayacaktır.
Virüs ve bakteri denen mikropları Allah tabiatta yaratmış ve serbest
bırakmıştır. Diğer taraftan da bağışıklık sistemini yaratmış ve faydalı bakterileri
de üretmiştir. Bu zararlı mikroplar olmasaydı, tıp ve ilâç araştırmaları
olmayacaktı. Bütün insanlık virüs ve bakterilerin zararlı olanlarıyla mücadele
vermektedir.
Bu cinnî ve insanî şeytanların insan beyni, gönlü, kültürü için ürettikleri
virüs ve bakteri niteliğindeki fikirleriyle, bütün insanlık mücadele vermeli ve
böylece psikolojik ve sosyal mânada insanlığın erdemini, manevî bağışıklık
sistemini sağlam tutmalı ve ayağa kaldırmalıdırlar. Bu mücadele olmadan, yani
onları uydurduklarıyla özgür bırakmadan, manevî kültürün erdemi ortaya
çıkmayacaktır. Virüs ve bakteri mahiyetindeki fikirlerin serbest kalması,
korkulacak bir şey değildir, onlarla mücadele vermemek, bağışıklık sistemini,
yani manevî değerleri ayakta tutamamak gerçek tehlikedir.
4.
Âhirete inanmayanların
kalpleri ona (yaldızlı söze, uydurukçaya) kansın, ondan hoşlansınlar ve
işledikleri suçu işlemeye devam etsinler, diye ". Bu âyette açıklanması
gereken iki kelime yer almaktadır:
a) sagâ. "Kulak verip
dinlemek, meyletmek" anlamındaki bu kelime güneşle kullanılınca,
"güneşin batmaya yüz tutması"; Kur'ân'da ise "kalplerin
meyletmesi" anlamında kullanılmaktadır. Bu âyette "hoşlanmak,
kanmak", yani "doymak" mânasına gelmektedir.
b)
karafe. "Sitem etmek, yalan söylemek,
bir şeyi karıştırmak, kabuğunu soymak" anlamındaki bu kelime akrafe
kalıbından alınınca, "bir insana töhmette bulunmak, hastaya yaklaşıp
hastalığın bulaşması, cinsel ilişkide bulunmak"; günâhla beraber
kullanılınca, "günâh işlemek" mânalarına gelmektedir.
Bu kavramları 112. âyetle ilgili olarak da açıklayabiliriz. Cinnî ve
insanî şeytanların, yaldızlı ve yalan dolu sözlerinin etkisinde kimlerin kalacağını
bu âyet açıklamaktadır. Onların fısıldamasının etkisinde, âhirete inanmayanlar
kalacaktır. Onların virüs ve zararlı bakteri şeklindeki vesveselerinin etki
edemeyeceği insanlar da böylece ortaya çıkmaktadır. Âhiret inancı, bu sahte
sözlere karşı bağışıklık sistemini sağlam tutmaktadır. O zaman âhirete
inanmanın önemli bir etkinliğini görmüş oluyoruz. İnsanı, şeytanların yaldızlı
sözlerine, yalanlarına ve vesveselerine karşı korumakta, yani koruyucu bir
zırh olmaktadır.
Âhirete iman gibi manevî koruyucu sistemine sahip olmayan insanların
kalpleri, o sahte sözlerle, yalanlara ve vesveselere kanacaktır. Böylece
onların, yani o virüs ve zararlı bakterilerin ilk etkisi gönülden başlamış
olmaktadır. Âhirete inanmayan insanların gönlü, onların etkisine açık
durumdadır.
Gönül kanınca, o sahte sözlerden hoşlanma başlamaktadır. Hoşlanma
başlayınca, davranışlara sıçramakta ve insana devamlı olarak günâh işletmektedir.
Kandırıyor, hoşlandırıyor ve günâh işletiyor. Yüce Allah burada sebep-sonuç
ilişkisi kurarak, bir davranış analizi yapmaktadır. Âhirete inanmamak, gönlün
manevî bağışıklık sistemini yıkmakta, yıkılan bu sistem, şeytanların yaldızlı
söz ve yalanlarının etkisinde kalmaya sebep olmaktadır. Bu etki, ilk önce gönlü
kandırıyor, oradan hoşlanmaya, oradan da günâh işlemeye sebep oluyor. İlk
sebebin sonucu, başka bir sonucun sebebi oluyor ve böylece bir sebepler ve
sonuçlar zinciri ortaya çıkıyor. En son sonuç, günâh işlemeye devam etmektir.
Yüce Allah'ın psikolojik analizden davranış analizine giden bu
açıklamasının amacı, insanların bu etki altında kalmamalarını temin etmektir.
Âhirete inanmamanın nelere sebep olacağını öğretmek ve bu konuda bir bilinç
kazandırmaktır. Allah'ın koyduğu dininin eğitimi bu olunca, buradan hareketle
din eğitimcilerine de aynı yolu izlemelerinin önemli bir ilke ve metodunu
vermektedir.
[83]
114. Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size kitabı açık
olarak indiren O'dur. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Kur'ân'in
gerçekten rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Sakın şüpheye
düşenlerden olma!
115. Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır.
O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir.
En'âm sûresinin 112. âyetindeki cinnî ve insanî şeytanların, peygamberlere
olan düşmanlıklarını yaldızlı sözlerle etkileme şeklinde başlattıklarında,
dünyada bir fikir tartışması açmış olmaktadırlar. Bu tartışmalar, âhirete
inanmayanları olumsuz yönde etkileyecek ve bir davranış kirlenmesi meydana
getirecektir. Bu tartışmalarda taraflardan birinin haklı olduğunu ortaya
çıkaracak olan kimdir? 114. âyet bu soruyu cevaplandırmaktadır.
1. "Allah'tan başka bir hakem
mi arayacağım ? " Tartışmaların doğruluğunu ve yanlışlığını ortaya
çıkaracak olan Allah'tır. Daha önce Nisa sûresinin 59. âyetinde açıklandığı
gibi, Allah şu emri vermektedir: "Eğer bir hususta anlaşmazlığa
düşerseniz, Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız, onu Allah'a ve
Resulü'ne götürün". O zaman ikinci bir soru ile karşılaşırız: Yüce Allah
bu hakemliğini ne ile yapacaktır? En'âm sûresinin 114. âyetinin devamı bu
soruyu cevaplandıracaktır.
2.
"Size kitabı açıklamış
olarak indirmiş iken ". Öyle anlaşılıyor ki, tartışmanın ana konusu, Hz.
Peygamber'in hak peygamber olup olmadığı ve Kur'ân'ın hak kitap olup
olmadığıdır. O zaman, açıklanmış olarak indirilen kitabın, Kur'ân'dan önceki
kitaplar olduğu fikri uyanmaktadır. Âyetin bu kısmında, "hak ile bâtılı
ayırmak" mânasına gelen mufassalan kelimesi yer almaktadır. Bu kavrama bakınca,
kitabın Kur'ân olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki Allah hakemliğini Kur'ân ile
yapmaktadır. Dini ilgilendiren konularda yapılan tartışmalarda başvurulacak
kaynak, Kur'ân'dır. Çünkü Allah hakemliğini onunla yapmaktadır.
Âyetin bu kısmına başka bir açıdan bakınca, şu neticeye varılabilir:
Kur'ân, Allah tarafından açıklanmıştır, yani Kur'ân kendi kendini açıklamaktadır.
Açıklanmış kitabı insanlara indiren Allah'ın hakemliğine başvurmak, hem
peygamberin görevi, hem de inananların görevidir.
Demek ki taraflar çözüm üretemiyorlarsa, üçüncü birine başvurmaları
gerekir. Bunun anlamı taraf olmayan birinin hakem olarak seçilmesi demektir.
Dinî bir konudaki tartışmada tarafsız olacak olan da Allah'tır.
3. "Kitap verdiğimiz
kimseler, Kur'ân'ın gerçekten rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler.
Sakın şüpheye düşenlerden olma!" Daha önce En'âm sûresinin 109. âyetinde,
mucize geldiği takdirde ona mutlaka inanacaklarını söylemişlerdi. Allah bu
âyetiyle Kur'ân'ın en büyük mucize olduğuna dikkat çekmektedir. Hz. Muhammed'in
peygamberliğini ispat etmek için mucize olarak Kur'ân yeterlidir.
Bu durumu, yani Kur'ân'ın Allah tarafından indirilen hak kitap olduğunu,
daha önce kendilerine kitap verilenler bilirler, diyerek kitap kültürüne sahip
olanların bu konuyu-daha iyi anlayacağına işaret etmektedir.
Kendilerine kitap verilenlerden kastedilen, İsrâiloğulları'dır.
"Bu kanıya nereden varıyoruz?" diye sorulursa, Ahkâf sûresinin 10. âyetini
gösterebiliriz: "De ki: 'Hiç düşündünüz mü? Şayet bu, Allah'ın katından
ise ve siz onu inkâr etmişseniz, İsrâiloğulları'ndan bir şahit de bunun benzerini
görüp inandığı halde, siz yine de büyüklük taslamışsanız, (haksızlık etmiş
olmaz mısınız?"
Ahkâf sûresinin 10. âyetinde İsrailoğullan'ndaki şahit tek olduğu
halde, En'âm sûresinin 114. âyetindeki kendilerine kitap verilenler ise çoğuldur.
Ahkâf sûresinin 10. âyetindeki İsrâiloğulları'ndaki şahidin kim olduğunu,
günümüzdeki Tevrat'ın âyetlerinden Hz. Mûsâ olarak tesbit ediyoruz. Tevratm
yukarıda belirlenen yerdeki ifadesi şöyledir: "Tanrın Rab, sizin için
aranızdan, kardeşlerinizin içinden tıpkı benim gibi bir peygamber çıkaracak,
siz onu dinleyeceksiniz" (Tesniye, 16/15). "Rabbiniz Allah aranızdan
bir peygamber çıkaracaktır. Sizin kardeşiniz, bana benzeyen ve ben onlar için
senin kardeşlerin arasından, sana benzeyen bir peygamber çıkaracağım ve
sözlerimi onun ağzına koyacağım" (Tesniye, 16/18).
Peki İsrâiloğulları'nın kardeşleri kimler oluyor? Bilindiği gibi
İsrâ-iloğulları, Hz. İshâk'ın, Araplar da Hz. İsmail'in soyundan gelmektedirler.
Demek ki Hz. İsmail ile Hz. İshak kardeş olduğundan, Hz. Musa'ya müjdelenen bu
peygamber, Hz. Muhammed olmaktadır. Buna başka bir delil olarak, Fetih
sûresinin 29. âyetini gösterebiliriz: O âyette Tevrat'ta Hz. Peygamber'in
adının Muhammed olduğu söylendikten sonra, Hz. Muhammed ile beraber olanların
durumu ve şahsiyetleri anlatılmaktadır.
En'âm sûresinin 114. âyetindeki ifade, çoğul olarak gelmiştir.
"Kendilerine kitap verilenler" ifadesinden, sadece Hz. Mûsâ değil,
onu takip edenler de anlaşılmalıdır. Yuhanna İncili'nin 14. babının 16-17.
âyetlerinde şu ifade yer almaktadır: "Ben de Baba'ya yalvaracağım ve O
size başka bir tesellîci, hakîkat ruhunu verecektir, ta ki daima sizinle
beraber olsun. Onu dünya kabul edemez, çünkü onu görmez ve bilmez. Siz onu
bilirsiniz, çünkü yanınızda duruyor ve içinizde olacaktır".
Bu âyetler Saf sûresinin 6. âyetine uygun düşmektedir. "Onlar onu
bilmez, siz onu bilirsiniz" ifadesiyle bu âyetler, En'âm sûresinin 114.
âyetine uygun düşmektedir: "Kendilerine kitap verilenler, Kur'ân'ın gerçekten
rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler". Demek ki dünya, Hz.
Muhammed'i ve ona indirilen Kur'ân'a inanmasa, ondan şüphe etse, onu bilmese
bile, hıristiyanlar onu bilir, onu tanır ve ondan şüphe etmezler.
Demek ki Ahkâf sûresinin 10. âyetinde "bir şahit" ifadesi,
daha sonraları En'âm sûresinin 114. âyetinde şahitlere dönüşmektedir.
"Öyleyse sakın şüphe edenlerden olma!" emri, birinci derecede Hz.
Peygamber'i muhatap almaktadır, ama ikinci derecede İslâm'a inanan herkesi
kapsamına almaktadır. Peki Hz. Peygamber hangi konuda şüphe edenlerden
olmayacaktı? İlk bakışta Kur'ân'ı Allah'ın indirdiğinden şüphe etmeyecekti.
Hz. Peygamber için böyle bir şüphenin olması mümkün müdür? Kâfirler ya da
müşrikler öylesine tartışıyorlar, yaldızlı ve yalan lafları etrafa yayıyorlar
ki, Hz. Peygamber'i bile şüpheye düşürecek hale getirdiler mi diyeceğiz?
Bize göre, Râzî'nin getirdiği yorumlardan biri daha doğrudur.
Kendilerine kitap verilenlere, Kur'ân'ın Allah tarafından hak olarak indirildiğini
bildiklerinden dolayı şüphe etmemeleri emredilmektedir. "Tartışmalarda
neden Allah hakem tayin edilecektir?" sorusunun bir cevabını da En'âm
sûresinin 115. âyetini vermektedir.
4. "Rabbinin sözü,
doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. Onun sözlerini değiştirecek
kimse yoktur. O, işitendir, bilendir". Bu âyetin analizini yaparken,
kavramların açıklamasının da yapılması gerekiyor.
a) "Rabbinin sözü tamamlanmıştır".
Bu ifadede yer alan "kelime kavramı ne anlama gelmektedir? Kelime, Hz.
îsâ'nın kendisidir (Âl-i İmrân 3/45); "ilke" anlamına gelmektedir
(Âl-i İmrân 3/64); ayrıca âyetlerde va'd (verilen söz) (A'râf 7/137); dava
(Tevbe 9/40); söz (Tevbe 9/74; İbrâhîm 14/24); karar (Yûnus 10/19); yol gösterici
sözler (Bakara 2/37); emirler, sorular (Bakara 2/124); vaad (Yûnus 10/64) gibi
mânalara da gelmektedir.
Kelimenin tam olduğunun belirtilmesi ve kâmil oldu denmesinin önceki
âyetlerle ilişkisi vardır. Yüce Allah'ın hakem olmasının anlamı, Kur'ân'ı hakem
olarak göndermesidir. Onunla insanlar arasındaki tartışmalarda hakemlik
yapmaktadır. Tam olmayan bir kitap, yani söz hakem olamaz. Diğer taraftan sözün
tam olması, Kur'ân'm mucize olarak tamamlanmış olması, yani yeterli olması
anlamını ifade etmektedir.
Ayrıca âyetin bu kısmındaki kelimeyi "vaad" mânasına da
alabiliriz. O zaman Tevrat'ta Hz. Musa'ya, İncil'de de Hz. îsâ'ya geleceğini
vaad ettiği, söz verdiği Hz. Muhammed'in gelişi gerçekleşince, Allah vaadini
yerine getirmiş olmaktadır.
b) "Doğruluk ve
adaletle". Bu ifadeleri birinci bölüme bağladığımızda, iki boyutlu mânayı
göz önüne alarak yorumlamak durumundayız: Yüce Allah hakemdir. O, hakemliğini
doğru ve adaletle verir. O'nun doğru ve âdil oluşu, Kur'ân'a yansımıştır. Onun
için Kur'ân'a başvurunca, onun hakemliği doğru ve âdildir. Kur'ân'da doğru
olanı ve âdil hükümleri bulursunuz. 112. âyette olduğu gibi, şeytanların
yaldızlı ve yalan fısıldamaları onda yer almamaktadır. Diğer boyutu da Allah'ın
vaadi ile ilgilidir. Allah'ın vaadi, doğruluk ve adaletle yerine geldi,
demektir. Daha önce Tevrat ve İncil'de Araplar arasından Mûsâ gibi bir
peygamber göndereceğine dair vaadini yerine getirmiş olmasıdır.
c) "O'nun sözlerini
değiştirecek kimse yoktur. O, işitendir, bilendir". Daha önceki kitapların
başına gelen değiştirme olayının, Kur'ân'ın başına gelmeyeceğini
vurgulamaktadır. Bunun böyle
olduğunu Hicr sûresinin
9. âyetiyle delillendirebiliriz "Kur'ân'ı
kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız" Bu garanti
fermanı ile Kur'ân'ın değiştirilmesinin imkânsızlığı ortaya çıkmaktadır.
En'âm sûresinin 115. âyetindeki kelime, "vaad" anlamında
alındığında, Hz. Muhammed'i gönderme konusundaki sözünü kimsenin değiştiremeyeceğine
ve engel olamayacağına işaret etmektedir.
Genel mânada bakacak olursak, Allah'a karşı hâkimlik, ayırtmanlık ve
düzelticilik yapacak kimsenin olmadığı vurgulanmaktadır. Allah'ın verdiği
hükümden daha doğrusunu, daha âdilini kimse veremez ve böyle bir kelime
üretemez. Çünkü daha doğru ve daha âdil olan, o seviyede doğru ve âdil olmayanı
elbette değiştirecektir. İsrâ sûresinin 9. âyetine göre, Kur'ân en doğruya
götürdüğüne göre, onu değiştirecek hiçbir söz olamaz.
Âyetin sonunda yer alan "O, işitendir, bilendir" ifadesi, âyetin
verdiği fermanın altına konan mühürdür. Allah'ın vaadi doğruluk ve adaletle
yerine gelmiştir. O'nun vaadinin gerçekleşmesini engelleyecek hiçbir kuvvet
yoktur.[84]
116. Yeryüzündekilerin
çoğunluğuna uyarsan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka
bir şeye uymazlar ve onlar, sadece yalan söylerler.
117. Şüphesiz ki rabbin, yolundan sapanları çok iyi bilir; doğru yolda
olanları da en iyi bilen O'dur.
Yüce Allah bir önceki âyette doğru ve âdil hüküm vermeyi anlatırken,
burada zan ve yalana tâbi olmayı ve ona göre hüküm vermeyi ele alıp, varacağı
neticeye dikkat çekmektedir.
1. " Yeryüzündekilerin
çoğunluğuna uyarsan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar". Ayette geçen
"çoğunluk" kelimesi, hukukta doğru ve âdil olan insanların altın
madeni gibi çok az olduğunu, çoğunluğun doğru ve âdil olamayacağını vurgulamaktadır.
Bu tip çoğunluk, hukuk adına hiçbir değer ifade etmemektedir. Peygamber,
dolayısıyla müslümanlar onlara uyarlarsa, Allah'ın yolundan çıkacaklarını bilmelidirler.
Burada "Allah'ın yolu" kavramı neyi ifade etmektedir? Bu
sorunun cevabını bir üstteki âyette geçen "doğruluk ve adalettir"
diye cevaplandırabiliriz. "Seni Allah'ın yolundan saptırırlar"
demek, "Seni doğruluktan ve adaletten saptırırlar" anlamına
gelmektedir.
En'âm sûresinin 116. âyetine göre mânalandırırsak, "zan ve yalanın
olmadığı yoldur" diyebiliriz. Zan, doğrunun karşıtı; yalan da adaletin
karşıtı olmaktadır. Hz. Peygamber'e yapılan bu hitap, aynı zamanda bütün
müslümanları kapsamına almaktadır. Hz. Peygamberin bile sapma ihtimali olduğuna
göre, normal insanların da olacaktır.
2. "Onlar zandan başka
bir şeye uymazlar ve onlar sadece yalan söylerler". hakikatten payı
olmayan görüştür. İnsanların çoğunun doğru bilginin değil de zannın peşinden
koştuğunu, çoğu zaman yalan söylediklerini vurgulayan Allah, bu tip insanların
ardından gidilemeyeceğine dikkat çekmektedir.
Zan ve yalan, insanı Allah'ın yolundan çıkarmaktadır. Demek ki nefisten
kaynaklanan yalan ile zan, insanın beynini ve gönlünü etkileyerek öylesine
sarsmaktadır ki, Allah'ın yolundan ayırmaktadır. Zan ve yalan öylesine bir
deprem meydana getiriyor ki, doğruluk ve adalet denen değerlerin binasını
yerle bir ediyor. Bu depremin sarsıntısı, peygamberin gittiği yolu bile tahrip
etmekte, geçilemez hale getirmektedir.
3. "Şüphesiz ki rabbin,
yolundan sapanları çok iyi bilir, doğru yolda olanları da en iyi bilen
O'-dur". Yüce Allah kimin yoldan çıktığını, kimin zan ve yalan peşinde koştuğunu
insanın kestirmesinin mümkün olmadığını söylemekte, bunun bilinmesinin
kendisine ait olduğuna işaret etmektedir. Ama Kur'ân vasıtasıyla bu bilgileri,
ölçüleri, değerlendirmeleri insanlara aktarmaktadır. Allah'ın yolunu ören
evrensel değerleri öğretirken de, ondan çıkaran yanlış davranışları belirlerken
de bunu yapmaktadır.
[85]
118. Kesilirken Allah'ın adı
anılmış olan hayvanlardan yiyiniz! Eğer O'nun âyetlerine inanan kimseler
iseniz.
119. Üzerine Allah'ın adı
anılmış olanlardan niçin yeme-yesiniz? Oysa Allah, çaresiz yemek zorunda
kaldığınız dışında, haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır.
Doğrusu birçoğu bilgisizce, kendi kötü arzularına uyarak saptırıyorlar.
Muhakkak ki rabbin haddi aşanları çok iyi bilir.
120. Günâhın açığını da
gizlisini de bırakınız! Çünkü günâh işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka
çekeceklerdir.
121. Üzerine Allah'ın adı
anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyiniz! Kuşkusuz bu büyük günâhtır. Gerçekten
şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer
onlara uyarsanız, şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz.
Bu âyetler, insanın gıdalarından biri olan etin helâl olmasının zorunluluğunu
hükme bağlamaktadır. Helâl ve haram et kavramına açıklık getirmektedir.
1. 118. âyet, Allah'ın adı anılarak
kesilen hayvanın etinden yenilebileceğini ilân etmekte ve bunu iman konusunun
bir işareti olarak takdim etmektedir. "Allahın âyetlerine inanıyorsanız,
üzerine O'nun adı anılarak kesilenlerden yiyiniz!" denirken, inanan insana
besmele ile (Bismillâhi Allahüekber) kesilen etin helâl olduğu
bildirilmektedir.
Bunun sebebi, insanın kendisi veya putlar adına kesilen etin yenemeyeceğini
hükme bağlamaktır. İman eden bir mümin, üzerine Allah'ın ismi anılmayan eti
yemez ve yememelidir. 119. âyette üzerine Allah'ın isminin anıldığı hayvanın
etinin haram edilmesi için hiçbir sebebin olmadığı vurgulanmaktadır.
2. 119. âyette "Haram
kıldığı şeyleri size açıklamıştır" ifadesi yer almaktadır. Haram kılınan
şeyler daha önce Mâ-ide sûresinin 3. âyetinde açıklanmıştı: "Leş, kan,
domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulup öldürülmüş,
boynuzlanıp ölmüş, canavarların yediği hayvanlar, dikili taşlar üzerine
boğazlanmış hayvanlar, size haram kılındı".
Mâide sûresinin 3. âyetinde bu açıklamaları yaptıktan sonra, En'âm
sûresinin 119. âyetinde bunların dışında, Allah'ın adı anılarak kesilen, geviş
getiren, ot obur, çifte tırnaklı hayvanlarla kuş ve tavuk cinsinden hayvanların
yenileceğine ruhsat verilmektedir.
3. 119. âyetteki şu ifade
zaruret halinde eti yenmesi yasak olanların yenebileceğine ruhsat
vermektedir: "Kendisine kati
surette mecbur ve muhtaç olmanız durumu müstesna!" Böylece Allah insana
içinde bulunduğu şartlara göre davranma seçeneğini sunmaktadır.
Günümüzde domuzdan insana organ naklinin yapılmasına imkân veren hüküm,
âyetin bu kısmından çıkarılabilir. Hastalığının ancak organ nakli ile tedavi
edilmesi mümkün olacak insana, domuz organı daha uyumlu ise, onun organının
nakledilmesi caiz olur. Açlıktan ölmek üzere olan insan da aynı ruhsata tâbidir.
Yüce Allah kullarını dönüşü olmayan tek yönlü bir yola sokmamaktadır.
Hayatın beklenmeyen şartları altında farklı davranma müsadesini ona
tanımaktadır. Özellikle gıda konusunda ve hastalık anında bu müsaadeyi
vermektedir. Mâide sûresinin 3. âyetinde de bu ruhsat gündeme getirilmişti.
4. En'âm 119. âyette
"Doğrusu birçoğu bilgisizce kendi kötü arzularına uyarak saptırıyorlar.
Elbette rabbin haddi aşanları çok iyi bilir" buyurulmaktadır. Bilgisizce,
insanları arzularına uyarak saptırma ne anlama gelmektedir? Bu sorunun cevabını
Mâide sûresinin 103. âyetiyle verebiliriz.
Câhiliye Arapları'nm meralara salıp kullanılmalarını veya kesilmelerini
yasaklayarak, çeşitli tanrılarına adamayı âdet edindikleri bazı evcil
hayvanları vardı. Bunlara bahîra, sâibe, vesîle ve hâm denirdi. Bu hayvanlar
sayılarına, cinsiyetlerine ve soylarına göre seçilirlerdi. Bâtıl inançlarla
işaretlenmiş ve insanların kullanımından alıkonmuş belli hayvan cinsleriydi.
En'âm sûresinin 138-139., 143-144. âyetlerinde, hayvanlar konusundaki
tartışmalar gelecektir. Buradan nereye varmak istediğimizi, yorumunu yapmakta
olduğumuz En'âm sûresinin 119. âyetine dönerek anlatabiliriz: "Üzerinde
Allah'ın adı anılıp kesilenden yememenize sebep ne?" sorusunu Allah,
Araplar'ın bazı hayvanların kesilmesini yasaklamaları, onların etlerini haram
kılmalarına soru şeklinde verilen bir cevap olarak gündeme getirmektedir.
Yukarıda Mâide sûresinin 103. âyetinden aldığımız uygulama âdetini ortadan
kaldırmak için bu soru sorulmaktadır. Demek ki Araplar'da bazı hayvanları
kutsallaştırma şeklinde ortaya çıkan bir totemizm inancı vardı.
Kendi arzularına uyarak insanları yoldan çıkartmakla sorumlu tuttuğu
kimseler, Mâide sûresinin 103. âyetindeki âdetleri ya da totemizm inancını
topluma yayanlardır. Âyetin bu kısmında, hevâ ile "bilgisizce"
ifadesi yanyana gelmiştir. Bunun anlamı, hevâ denen nefsin kötü arzuları ve
bilgiyi devre dışı bırakmasıdır. "Bilmeden, ilimsiz" diye tercüme
ettiğimiz bi-gayr-i 'ilm ifadesine, "bilgiyi dışlayarak" anlamını
vermek daha doğru olur. Çünkü hevâ, bilgiyi dışlayarak olumsuz hareketleri
insanlara yaptırmaktadır.
Allah, bilgiyi dışlayarak insanları kötü arzularıyla yoldan çıkaranlara
mu'tedîn demektedir. "Allah'ın sınırlarını, haddini aşanlar" anlamına
gelmektedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bilgi, insanın kötü arzularını
disipline eden bir güçtür. Bu güçten kurtulan kötü arzular, Allah'ın koyduğu
ilkeleri tanımayıp onları çiğnemektedir. Uzun zaman ahırda tutulan bir
hayvanın ahırdan çıkarılıp serbest bırakıldığında, komşunun tarla-sma gitmesi
gibi, bilginin bağından kurtulan kötü arzular da ilâhî sınırları aşıp
gitmektedirler.
Bunların kalplerinde oluşan kötü niyetlerini, hakkı gizlemelerini ve
bütün hallerini Allah bilmektedir. "Senin rabbin haddi aşanları en iyi bilmektedir"
sözünde, aynı zamanda tehdide varan ağır bir uyan vardır.
5. "Günâhın açığını da
gizlisini de bırakınız. Çünkü günâh işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka
çekeceklerdir". Günâhın gizlisi ve aşikâr olanı ne anlama gelmektedir? Bu
sorunun cevabını En'âm sûresinin 151. âyetine giderek verebiliriz: "Fuhşun
açığına da gizlisine de yaklaşmayınız!" Fuhuş kelimesinden fahişelik
türemiştir. Birinci mânada, "Zinanın gizlisinden ve açığından
sakınınız!" denmektedir. Fakat fuhuş kelimesi genel olarak "kötülük"
anlamına da gelmektedir. Böyle kabul edildiğinde, "Kötülüğün gizlisine ve
aşikârına yanaşmayınız!" mânasını ifade etmektedir.
Bunun başka bir cevabı da Nisa sûresinin 108. âyetindedir:
"İnsanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler". Toplumun şahit olduğu
günâha aşikâr günâh, toplumdan gizlenene ise gizlice işlenen günâh denmektedir.
Toplumdan saklayarak işlenen günâh aslında Allah için aşikârdır. Fakat
Allah, insanlar arası ilişkileri esas alarak, gizli ve aşikâr kavramlarını
kullanmaktadır. Toplumda günâhın alenî işlenmesi, sosyal kontrolün ortadan
kaldırılması demektir. Meselâ rüşvet gizli alınır, ama hukukî bir yaptırım
olmayınca, alenî yapılmaya başlanır. İster topluma karşı alenî olsun, ister
toplumdan gizlensin, hepsi de Allah için alenîdir. Bu bakımdan Allah, sosyal
ilişkiler bakımından gizli ve alenî olan günâhların terkedil-mesini
istemektedir.
En'âm sûresinin 120. âyetinin 118 ve 119. âyetlerle alâkası vardır.
"Allah'ın isminin anıldığı hayvanların etini yiyeceksiniz, çaresizlik
şartlarında da yasaklananlardan yiyebilirsiniz!" denirken, bu ruhsatın
istismar edilmesi bu âyetle engellenmektedir.
Gizli ve aşikâr kavramlarına hukukî mânada yaklaşabiliriz. Gizli olarak
işlenen kötü bir davranış, hukukî açıdan belki suç olmamaktadır, ama Allah onu
günâh olarak değerlendirecektir. Aşikâr yapılan kötü bir davranış, hem suç, hem
de günâh olabilir. Hukuku ilgilendirdiği için suç, dini ilgilendirdiği için
günâhtır. Meselâ haksız yere birinin malını yiyen biri, hem suç hem de günâh
işlemektedir. Hem kamuyu ilgilendiren kötü bir davranış olmakta, hem de
Allah'ın emirlerini ilgilendirmektedir. O zaman "Hem hukuku hem de
âhireti ilgilendiren günâhlardan kaçının!" mânasını verebiliriz.
Yüce Allah yapılan günâhın olduğu gibi kalmayacağını, mutlaka cezalandırılacağını
vurgulayarak, cezanın caydırıcı özelliğini devreye sokmaktadır. Dünyevî
hukuktan kaçsa bile mahşerde yakalanacaktır. Onun için, "Âhirete kalan
kalsın" diyerek günâh işlemenin yanlışlığı da ortaya çıkmaktadır.
6.
"Üzerine Allah'ın adı
anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyiniz! Kuşkusuz bu büyük bir günâhtır".
En'âm sûresinin 118. âyetinde, üzerinde Allah'ın isminin anıldığı hayvanların
etinden yenmesi emredilirken, 121. âyette bunun tersi olan yasak gündeme
getirilmektedir. Üzerinde Allah'ın isminin anılmadığı hayvanın etini yemenin
büyük günâh olduğu, yani fâsıklık olduğu vurgulanmaktadır. Fâsıkhğın ne olduğu
Bakara sûresinin 26. âyetinde açıklanmıştı. Buradaki fâsıklık kavramına
"haram" mânası da verilebilir.
Âyetin kurgusunda "kesme" eylemi geçmemektedir. O zaman bütün
yemeklerde besmelenin çekilmesi mi gerekiyor? Aslında âyetin meali şöyledir:
"Üzerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyiniz!" Kesme kavramı
olmadığından, hazırlanan bütün yemekler için olduğunu söyleyebilir miyiz?
Müctehidler bunu tartışmıştır. Râzî'nin naklettiğine göre, İmam Mâlik bunu
kesme olarak almış, İmam Âzam da aynı fikri savunmuştur. İmam Şafiî de kesme
eylemini öngörmüştür. Tartıştıkları konu, unutulması veya kasten terkedilmesi
durumunda ne olacağıdır, yani Allah'ın ismini anmanın unutulması veya kasten
terkedilmesinin neticesinde nelerin doğacağıdır.
Bu sorulara nasıl cevap veririz? "Allah'ın isminin anılması"
eyleminin sadece hayvan kesimiyle ilgili olduğuna, Hac sûresinden delil getirmek
mümkündür: Hac sûresinin 28. âyetinde "Allah'ın kendilerine rızık olarak
verdiği hayvanlar üzerinde belli günlerde anmaları"; "Biz her ümmete
kurban kesmeyi farz kıldık. Hayvan cinsinden kendilerine rızık olarak
verdiklerimiz üzerinde Allah'ın adını ansınlar diye" (Hac 22/34).
Allah'ın isminin anılacakların ot obur, çifte tırnaklı, geviş getiren
hayvanlar olduğunu söylemekle, En'âm sûresinin 118 ve 121. âyetlerinde Allah'ın
isminin anılacağının hangi hayvanlar olduğuna açıklık getirilmektedir.
Bu noktadan hareket edersek, hazırlanan her yemekte Allah'ın isminin
anılmasının zorunlu olmadığı ortaya çıkmış olacaktır. Çünkü hayvanı kesip kan
akıtmakla, soğanı kesmek aynı anlama alınmamalıdır. Tabii ki müslüman her
işinde besmele çekecektir, ama bir yemeğin helâl veya haram oluşu için ölçü
olur mu? Netice olarak diyoruz ki, kanı akacak olan bir hayvanı keserken
besmele çekilmesi zorunludur.
7. "Gerçekten şeytanlar
dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar".
Yukarıdaki âyetin hemen ardından böyle kısmın gelmesi ilginçtir.
"Şeytanların dostları" kimdir? Müslümanlarla ölü, yani kesilmeden
herhangi bir şekilde leş haline gelmiş ölü hayvanın yenebileceği konusunda
mücadele verenler müşriklerdir. En'âm sûresinin 112. âyetinde açıklandığı
gibi, insanlardan oluşan şeytanlar da vardır. O zaman müşriklerin ileri
gelenleri, müşrik olan dostlarına bu konu üzerinde müslümanlarla mücadele
etmeleri için telkinde bulunabilirler. Bize göre, ikinci yorumdaki insanî
şeytanlar daha doğrudur. İnsanî şeytanlar kendi dostlarına, besmelesiz kesilen
hayvanın etinin yenebileceğini savunmaları için telkinde bulunmuşlardır.
8. "Eğer onlara
uyarsanız, siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz". Âyetin bu kısmı,
çok ince noktalara uzanmakta, çok ağır neticeler doğurmaktadır. Çünkü "bir
amel"in şirke götürme ilkesine işaret etmektedir. Bir müslüman
müşriklerin teklif ettiği, besmelesiz kesilen hayvanın etini yemeyi kabul eder
ve yiyip onlara uyarsa, nasıl müşrik olur? Genelde bilinen, başka bir varlığı
Allah'a eş koşan insan müşrik olurdu. Ama bir müşriğin ölü hayvan etinin yenmesini
teklif ettiği müslüman ona uyup yerse, müşrik olur mu? Ayet bunun olabileceğine
dair hükmü bize iletmektedir. Bu âyetten hüküm çıkaran iki kişinin görüşünü
Râzî bize nakletmektedir. Bunlardan;
a)
Zeccâc'a göre, Allah'ın
haram kıldıklarından birini helâl veya helâl kıldıklarından birini haram kabul
eden her insanın müşrik olduğuna dair bir delili bu âyetten çıkarabiliriz.
Çünkü Allah, kendisinden başkasının hükmünü kabul edeni müşrik saymıştır. Bize
göre Zeccâc çok usta bir yorum getirmiştir. Bu durumda Zeccâc'a şöyle bir soru
yöneltebiliriz: Tahrîm sûresinin 1. âyetinde Hz. Peygamber'e yöneltilen şu
sorunun anlamı nedir? "Ey Peygamber! Eşlerinin rızâsını gözeterek
Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?" Böyle bir
işlemi Hz. Peygamber yaptığından dolayı müşrik mi oldu? Zeccâc'ın açıklamasına
göre öyle olması gerekiyor.
Zeccâc'a hak vereceğimiz nokta olabilir mi? Bir kimse kendi adına
hatâen Hz. Peygamber gibi helâli haram kılan bir fetva verirse, bu şirk olmayabilir,
ama bir başkasının yanlış fetvasına uyup Allah'ın hükmünü bir tarafa atarsa, bu
tehlikeye düşebilir. Çünkü Câsiye sûresinin 23. âyetinde, kendi nefsini tanrı
edinen insanı ele almaktadır. İnsan kendi hevâsım, yani nefsini nasıl tanrı
edinebilir? Nefsinin dediğini yapar da Allah'ın dediğini yapmazsa, nefsini
tanrı edinmiş olur.
b) Kâ'bî'ye göre bu âyet, iman
kelimesinin bütün tâat ve ibâdetlerin adı olduğuna bir delil teşkil
etmektedir. Müşrik her ne kadar Allah'ın bir ortağı olduğuna inanan kimse
anlamına gelse de, Allah kendisine muhalif olan her türlü duruma şirk
demektedir. Bunun delili, leş olan bir hayvanın etini yeme konusunda
müşriklerin telkinine uyan kimseyi müşrik olarak nitelendirmesidir. Kâ'bî'nin
iman kelimesini bu kadar genişletmesine delil bulmak çok zordur. Kâ'bî'nin
dediği gibi olsaydı, Allah iman edenleri, iyi amel işleyenleri birbirinden
ayırmazdı. Ama Râzî'nin bu âyetin açıklamasında getirdiği açıklamaya hak
vermek gerekir: Bu âyetteki şirkten maksadın, hükmetme ve sorumlu tutmakta
Allah'ın bir ortağı olduğuna inanma mânası olması niçin caiz olmasın? Böyle
olunca da şirk, sadece inançla ilgili olur.
Demek ki dinde Allah'tan başkası hüküm koyamaz ve başkalarını sorumlu
tutamaz. Böyle inanan bir kimse olursa, Allah'a eş koşmuş olur. En'âm sûresinin
121. âyetine dönersek, Allah kendi adının anılmadığı bir hayvanın etinin
yenemeyeceği hükmünü vermesine rağmen buna aldırmayarak, müşrik birinin
fetvasına uyarak böyle bir eti yiyen müslüman müşrik olur.
Netice olarak bu âyetten çıkarılabilecek genellemeler şunlardır:
Kur-'ân gıda konusuna kadar inen açıklamalar getirmekte ve Allah'ın hükümlerini
bize ulaştırmaktadır. İnsanlar kendilerini tanrı yerine koyup, Allah'ın haram
kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram yapmamalıdır. Böyle yaparlarsa, En'âm
sûresinin 93. âyetinde belirtildiği gibi, zâlim olurlar. Böylesine fetva
verenlere uyanlar da müşrik olurlar. Şirk, zulüm olduğuna göre, böyle fetva
verenle onun fetvasıyla amel eden aynı noktada buluşmaktadırlar.
Bu açıklamalar, din âlimi ve din görevlilerinin dinî konularda fetva
verme konusunda hassas davranmalarına sebep olmalıdır. Allah'ın neyi haram ve
neyi helâl kıldığını bilmeden fetva vermenin, imanî mânada tehlikeli olduğunun
bilincinde olmalıdırlar. Din eğitiminde önce bunun bilinci verilmelidir. Çünkü
fetva meselesi, hem imanî, hem ahlâkî, hem de sosyal sorumluluklar taşıyan bir
alanı temsil etmektedir.
[86]
122. Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında
yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç
çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları böyle süslü
gösterilmiştir.
Âyetin analizi bizi bazı genellemelere götürecektir. Onu kısımlara
ayırarak şu şekilde açıklayabiliriz.
1. Yaşayan ölüler.
Kur'ân'ın bazı âyetlerinde kâfir ve müşrik insanlar, ölü olarak takdim
edilmektedir. Onun için bu âyette geçen "ölü" kelimesi, bildiğimiz
ölü anlamına gelmemektedir. "Ölü iken" ifadesi, hakikati anlayıp iman
etmeyen insana işaret etmektedir. Bunu nasıl ispat ederiz? Nahl sûresinin 21.
âyeti, şirk koşan insanları şu şekilde nitelendirmektedir: "Onlar diriler
değil, ölülerdir. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler". Nemi sûresinin
80. âyeti de aynı benzetmeyi yapmaktadır: "Bil ki sen ölülere
işittiremezsin!" "Dirilerle ölüler de bir olmaz" (Fâtır 35/22).
Kâfir kelimesinin türediği kefere kelimesi, "tohumu toprağa atıp
üstünü örtmek" anlamına gelmektedir. İnkâr eden hakikati örttüğü için bu
adı almaktadır. Kâfir insan, Allah tarafından daha doğuştan, kendisini bulma
kabiliyeti engellenip cehaletin karanlığına gömüldüğü için ölü olarak takdim
edilmektedir. O, insan ruhunu toprağın içine gömmüş gibidir; ölmeden ölü haline
gelmiştir. Bunun tam ifadesi yaşayan ölüdür.
Böylece Kur'ân'ın bir fizikî mânada ölü, bir de manen ölü kavramlarına
yer verdiği görülmektedir. Demek ki şirk ve inkâr, insanın gönlüne atılan en
büyük silâhtır. Bu silâhlarla insanın maneviyatı ölmektedir. O insana Allah,
ölü demektedir. Dünyada ölülerin dirilerden daha çok olduğu söylenebilir.
Bunun delili Yûsuf sûresinin 103. âyetidir: "Sen ne kadar arzu
edersen et, insanların çoğu iman edecek değillerdir". Toprağın altındaki
ölülerle üstündeki yaşayan ölülerin hiçbir farkı yoktur. Bir farkla ki toprağın
altındakilerin zararı yokken, üstündekilerin zararı vardır, çünkü inkârlarını
bulaştırıyorlar. En'âm sûresinin 121. âyeti bu duruma dikkat çekmektedir.
2. İki can taşıyanlar.
Yüce Allah "dirilttiğimiz" ifadesiyle, iman edeni kastetmektedir.
Bunun anlamı iman eden insan iki can taşımaktadır. Birisi bedenini hareket
ettiren ruhu, diğeri de iman etmekle elde ettiği canıdır. İman, aklın
çalıştığını gösteren en büyük delildir. Aklı çalışan adam, manevî hayatına can
veriyor demektir.
3. Işıkta yürüyenle karanlıkta kalan.
Yüce Allah iman etmekle can verdiği kimseye başka bir muamelede
bulunmaktadır: "Kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık
verilen kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayacak durumdaki gibi
olur mu?"
İki can taşıyan imanlı kimse, yani aklını kullanarak amel eden insanın,
beyninde ve gönlünde bir nûr vardır. Bu kişiye bu nuru veren Allah'tır. O
kişi, insanlar arasında bu dünyada mı, yoksa âhirette mi dolaşacaktır? Sorunun
cevabını iki âyetle verebiliriz. Yorumunu yaptığımız bu âyete göre, bu dünyada
insanlar arasında dolaşmaktadır, ama aynı ışık âhirette de olacaktır. Buna
Hadîd sûresinin 12. âyeti işaret etmektedir: "Mümin erkeklerle mümin
kadınlar, önlerinden ve sağlarından nurları aydınlatıp giderken gördüğün
günde...".
Demek ki iman hem bu dünyada, hem de âhirette insanın önünü aydınlatan
bir nûr olacaktır. İşte o ikinci can, nûr haline gelecek ve insan onunla
insanlar arasında dolaşacaktır. Dolaşmanın anlamı, kimseye çarpmadan,
sürtünmeden, belâ çıkartmadan, problem oluşturmadan, kırıp dökmeden işlerini
insanlarla yürütmesi demektir.
Allah, bir ışıkla insanlar arasında dolaşan insanla, içinden asla çıkamayacağı
karanlıklar içerisinde kalan insanın aynı olup olamayacağını sormaktadır.
Müşrik insan ile kâfir, çıkış kapısı olmayan bir karanlığın içine gömülüdürler.
Onun için Allah ona ölü demektedir. Karanlıklara gömülü bir ölü... Bu karanlık,
nefsin örttüğü gönül ve beyin karanlığıdır.
4. Süse aldanırlar.
Aklını kullanıp önündeki meseleleri onun ışığı ile çözme imkânını
kaybeden insanlar, yanlış davranışlarını süslü görmeye başlar. Çünkü onların
kötü yön ve özelliklerini göremez. Sahte süse aldanıp bakırı altın diye satın
alan insanın aldanması gibi aldanacaklarından, Allah bu ifadeye yer
vermektedir. Demek ki ışığın olmadığı bir yerde altını görüp ayarını anlamak
imkânsızdır. Aklın ve imanın ışığından yoksun olan insan da amellerinin
kalitesini anlamaktan yoksun kalacaktır.
Âyetin son kısmıyla önceki kısmı arasında bir ilişki kurulursa, şu soru
sorulabilir: Karanlıkta kalan bu insan neden oradan çıkamayacaktır? Âyetin
sonunda yer alan "İşte kâfirlere yaptıkları şeyler böyle süslü gösterilmiştir"
ifadesindeki "yaptıkları" kelimesinden anlıyoruz ki, insanların
eylemleri, zamanla onların karakteri haline gelmektedir. Demek ki bir doğuştan
getirilen karakter vardır, bir de sonradan kazanılan karakter vardır.
İnsanların inançları, eylemleri, onların ayrılmaz karakterleri haline gelmektedir.
Direnen insanın kendi irâdesi değil, sonradan oluşan bu sahte karakterdir. Bu
karakter, beyin ve gönlü bürüdüğünden, karanlıklar içinde bırakmaktadır. Allah,
psikolojiden eyleme, eylemden psikolojiye giden sebep-sonuç ilişkisine dikkat
çekmektedir.
[87]
123. Böylece biz her kasabada, oralarda bozgunculuk yapmaları için,
günahkârlarını liderler yaptık. Onlar yalnız kendilerini aldatırlar, ama
farkında olmazlar.
124. Onlara bir âyet geldiğinde, "Allah'ın elçilerine verilenin
benzeri kendilerine verilmedikçe, kesinlikle inanmayacağız" dediler.
Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere,
yapmakta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından aşağılık ve çetin bir
azap erişecektir.
Bu âyetler, sosyal oluşumların arkasındaki sebeplerin manevî âlemden
geldiğini açıklamaktadır.
1. "Böylece biz her kasabada,
oralarda bozgunculuk yapmaları için günahkârlarını liderler yaptık".
Âyette geçen her kasaba kavramı, kapalı toplum dönemindeki durumu yansıtan bir
tercüme tarzı olmaktadır. Aslında her toplum, her millet tabirini kullanarak
tercüme etmekte yarar olduğuna inanıyoruz. Allah'ın karye kelimesi ile ifade
ettiği kasaba büyüklüğündeki toplumu, en büyük topluma kadar düşünme imkânına
sahibiz. En küçüğünü verip, en büyüğünün düşünülmesini temin etmektedir.
Âyetin bu kısmında sorulacak soru şudur: Allah bozgunculuk yapanları
neden lider durumuna getirir? Aslında âyetin mealini Muhammed Esed gibi
düşünürsek, sorunun cevabını daha rahat verebiliriz: "Ve işte böylece her
ülkenin önde gelenlerini, hile ve entrika peşine koşan suçlular durumuna
sokarız ". Bu mealden hareket edersek, cevap biraz daha kolaylaşmaktadır.
Bu insanlar En'âm sûresinin 112. âyetinde belirtildiği gibi, insanî
şeytanlardır. En'âm sûresinin 121. âyetinde de belirtildiği gibi, insanî
şeytanlar kendi dostlarına iyi insanlarla mücadele etmek için telkinde bulunurlar.
Demek ki Allah insanî şeytanlara, kendilerine tâbi olanları azdırma fırsatını
vermektedir. Bunun anlamı şudur: Çürüyen bir ette kurtlar oluşur. İyilerin
çekildiği ve kötülüğün toplumu sardığı anlarda, orada günâh işleyen ve suç
işleyen önderler oluşur. Allah maddeye verdiği bu çürüme, kurtlanma özelliğini
toplumlara da vermiştir. Sosyal bünye de kurtlanır, kokuşur ve çürür. Bu
çürümenin liderlerden başladığına dikkat çeken Allah, balığın baştan kokmaya
başladığını vurgulamaktadır.
Aslında çürüme ve kokuşma, et parçası gibi sosyal bünyeden başlamaktadır,
çünkü o leş olmasaydı, kurtlar oluşmayacaktı. Sosyal bünye çürümeye
terkedilince, etteki kurtlar gibi suç üreten önderler üreyecektir. İleri
gelenler, içinden çıktıkları toplumun bedenini, tıpkı etten üreyen kurtların
dönüp o eti yemeleri gibi kemirmeye başlarlar. Sosyal mânadaki bu kemirme
işini, önde gelenlerin entrikaları, suçları ve günâhları yapacaktır. Bu
insanlar yaptıklarını doğru görmeye başlarlar, iyilerin tenkidine karşı
kendilerini kapatırlar. Kendi yaptıklarını haklı gören önderler, kendilerine
tâbi olanları da tehlikeye atmaktadırlar. Bunlar servet ve mevkileri gereği
şımarmış, hevâ ve heveslerinin peşine canhıraş bir biçimde koşmuş,
etraflarındaki iyilere ve topluma zarar vermiş ve vermekte olan kimselerdir.
Peygamberlerin karşısına malları ve mevkileri gereği şımarmış ve
tutkularını tanrı edinmiş insanlar çıkmış, entrikalarını tatbikata koymuşlardır.
Bütün tuzaklarını, peygamberlerin görevlerini engellemenin uğruna kurmuşlardı.
Aynı entrikalara Hz. Muhammed de muhatap olmuştur. Bu mücadelelerin ulaşacağı
netice bir aldatmacadır. Peygamberleri dolayısıyla iyileri engelleyenler zarara
uğramıştır.
2. "Onlar yalnız
kendilerini aldatırlar, ama farkında olmazlar". Bu insanların iyiye,
güzele, doğruya ve Allah'ın vahyine karşı yaptıkları entrikalar, kendilerine
yönelir. Hatta bu geri tepmenin bilincinde olmazlar. Bunun anlamı, kendi
erdemlerini, ruhlarını, insanî değerlerini, kurdukları tuzaklara kurban
ettiklerinin farkında olmamalarıdır.
122. âyette bahsedilen karanlık bu karanlıktır. Ne yaptığının, iyiyi,
güzeli, doğruyu yaraladığının ve dolayısıyla kendi kendisini entrikalarının
içine attığının bilincinde olamamanın karanlığı. Bu âyet, sosyal çürümenin önde
gelen sebeplerinden bir kısmını sunmakta, iyi ile kötünün daima mücadele içinde
olduğunu gündeme getirmekte, kötülerin kötülüğünün daima kendi başlarına bir
kara bulut gibi çöktüğünü vurgulamaktadır.
3. "Onlara bir âyet
geldiğinde, Allah'ın elçilerine verilenin benzeri bize verilmedikçe, kesinlikle
inanmayız, dediler". Âyetin bu kısmının içeriği, kıskançlık, hased ve
çekemezlik doludur. Bu sözlerin arkasında, neden kendilerine âyet gönderilip
peygamberlik verilmediğinin ıstırabı yatmaktadır? Allah, müşriklerin
tepkilerinin arkasında yatan sebeplerden bazılarını şu şekilde açıklamaktadır:
a)
Müddessir sûresinin 49-53. âyetleri arasında,
Kur'ân'dan kaçmalarının sebepleri açıklanmaktadır: "Böyle iken onlara ne
oluyor ki, âdeta arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi Kur'ân'dan yüz çeviriyorlar?
Daha doğrusu onlardan her biri kendisine açılmış sayfalar verilmesini istiyor.
Hayır! Aslında onlar âhiretten korkmuyorlar". Kendilerine kitap
verilmesini istemeleri ve âhirete inanmamaları, hem Kur'ân'a hem de Hz.
Peygamber'e inanmalarını engellemiştir.
b)
Hz. Peygamber'e
inanabilmeleri için umulmadık mucizeler istediler. İsrâ sûresinin 90-93.
âyetlerinde bu isteklerinin neler olduğu açıklanmaktadır. Yerden kaynak
fışkırtması, içlerinden gürül gürül akan ırmakların olduğu hurma ve üzüm
bahçeleri, Allah'ı ve melekleri görmek istemeleri, altından evi olması, göğe
çıkıp bir kitap getirmesi gibi olmayacak mucizeler istemeleri.
Âyetin bu bölümünde dikkati çeken diğer bir husus da, Allah'ı bilmeleri ve ona inanmalarıdır. "Elçiler" kelimesinin çoğul olduğuna dikkat edilirse, diğer peygamberleri de gündeme getirdiklerini görmek mümkündür. Diğer taraftan imanlarını belli bir şarta bağladıklarına şahit oluyoruz. Ama bu şartın yerine gelmesi mümkün değildir. Peygamberlere verilenin bir benzeri kendilerine verilince inanacaklarmış!.. Burada görülen kendini üstün görme dediğimiz kibir halidir ve başkasına verilene karşı duyulan kıskançlıktır. Bu tip bir istekle yapılan konuşma, En'âm sûresinin 123. âyetindeki hilekârlıklardan birini teşkil etmektedir.
4. "Allah,
peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir". Peygamberler, ilâhî
âlemin beşerî âlemdeki elçileridir. Allah'ın elçisi olmalarına rağmen, onları
beşerî âlemden seçmektedir. Şöyle düşünelim, bir devlet diğer bir devlete
göndereceği elçisini kendisi seçer. Bu seçişinde başkalarının etkisinde kalmaz
ve her isteyeni de elçi seçmez.
Yüce Allah kimi elçi tayin edeceğine kendisi karar verir. Bu, Allah'ın
seçmesine ve takdirine bağlıdır. Onun içindir ki âyetin bu kısmında, kendisinin
kime peygamberlik vereceğini daha iyi bildiğini beyan etmektedir. Müşriklerin
"Allah'ın elçilerine verilen bize verilmedikçe, iman etmeyiz"
demelerinin arka planında, peygamber tayin edilme istekleri yatmaktadır.
Çekemezliğin, hasedin doğurduğu bu istekler, aslında onların hayatını
karartacak hale gelmişti.
5.
Suç işleyenlere, yapmakta
oldukları hilelere karşılık Allah tarafından aşağılık ve çetin bir azap
erişecektir". İki eyleme iki azap verilmektedir: a) Suça karşılık, aşağılık azap; b) Hîleye karşılık, çetin bir azap. Her iki kötü eylemi bir arada
işleyene iki çeşit azap uygulanacaktır. Buradan şu ilkeye varıyoruz: Suça denk
azap verilmelidir. İşlenen suça hangi cezanın verileceği önceden
belirlenmelidir. Allah bu âyetiyle, hangi suça hangi cezayı vereceğini önceden
tesbit etmektedir.
Cezanın önceden belirlenmesinin amacı, caydırıcı olmasıdır. Hukukî
cezanın eğitici yönlerinden biri de budur. Caydırıcı olan ceza, eğitim
bağlamında işlevini görmüş demektir. Onun için bazan insanlar, inanmadıkları
bir vahyi bile hukukî açıdan inceleme sabrını göstermelidirler.
[88]
125. Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun kalbini islâm'a açar;
kimi de saptırmak isterse, göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allah,
inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir.
Bu âyete göre, yüce Allah bazı kullarını doğru yola iletmek isterken,
bazılarını da saptırmaktadır. Allah kulunu saptırmak ister mi? Bu sorunun
cevabını verebilmek için söz konusu âyetin yanısıra konu ile ilgili diğer
âyetleri de göz önünde bulundurmak gerekir.
"Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür".
Buradan anlıyoruz ki Allah'ın muradı, ya da Allah'ın kulunu doğru yola
iletmesi, iman etmesinden sonra devreye girmektedir. İnsan inkâr etmedikçe,
Allah onu yoldan çıkartmaz.
"Uğrumuzda üstün gayret gösterenleri, elbette kendi yollarımıza
eriştireceğiz" (Ankebût 29/69). Bu âyetten de anlıyoruz ki, insanın
gayreti olmadan Allah onu doğru yola iletmeyecektir. Allah'ın hidâyet etmesi,
kulun bütün gayretini göstermesinden sonra olacaktır. Demek ki Allah'ın
takdiri, doğruya iletmesi veya yoldan çıkartması, tamamen kulun niyet ve
eylemleri doğrultusunda olmaktadır. Yoksa Allah durup dururken insanı ne doğru
yola iletir, ne de onu yoldan çıkartır. Bu âyetlerden sonra En'âm sûresinin 125.
âyetinin analizini yapmaya devam edebiliriz.
1. "Allah kimi doğru yola
iletmek isterse, onun kalbini islâm'a açar". Önceki âyetlerde, Allah'ın
doğru yola iletme isteğinin, kulun imanına ve gayretine bağlı olduğu
anlatılmıştı. İnsanın niyet ve eylemlerindeki oluşumlar iyiden yana ise, Allah
onu doğru yola iletmektedir. "Onun göğsünü islâm'a açar". Bu durum
Allah'ın ona uyguladığı ikinci bir müdahale olmaktadır. Kalbin İslâm'a açılması
ne anlama gelmektedir? Bu sorunun cevabını verebilmek için İslâm kelimesinin
anlamına bakmak gerekir.
İslâm kavramı, silm kökünden gelmektedir. Bu kelimenin birinci anlamı,
"barış"tır. Akıl, gönül ve nefis arasındaki barış, aileden topluma,
oradan bütün insanlığa ulaşan sosyal ve siyasî barış. İkinci mânası
"güven", üçüncü mânası "teslimiyet" olan bu kelime, bütün
benliği ile Allah'a teslim olmayı ifade eder. Dördüncü mânası ise
"rahmef'tir.
Şimdi bu mânalar çerçevesinde âyeti tahlîl edebiliriz. Allah insanın
kalbini, barışa, güvene, teslimiyete ve rahmete açmaktadır. Burada islâm
kelimesi, "din" anlamına gelen İslâm'ı ifade etmektedir.
"İnsanın kalbinin İslâm'a, yani barışa, güvene, teslimiyete ve rahmete
açık olmasının neticesi nedir?" diye sorulacak bir sorunun cevabını,
Zümer sûresinin 22. âyetiyle vermek mümkündür: "Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o,
rabbinden bir nâr üzerinde değil midir?" Demek ki kalbin İslâm'a
açılması, Allah tarafından oraya nûr doldurulmasıyla neticelenmektedir. Başka
bir ifade ile kalbin İslâm'a açılması, "ilâhî ışık üzerinde olmak"
anlamına gelmektedir.
İnşirah sûresinin 1. âyetinde, "Biz senin göğsünü açmadık
mı?" buyurulmaktadır. Dolayısıyla bu soru daralmış, "Onların
söyledikleri şeylerden dolayı göğsünün daraldığını andolsun biliyoruz "Hz.
Peygamber'e gösterilen tepkiden dolayı, söylenen sözlerin onun kalbinde
doğurduğu sıkıntı ve darlığın bertaraf edilmesi, yani rahatlatılması anlamını
ifade etmektedir.
2. Kimi de saptırmak isterse,
göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır". Allah, daha önce anlatıldığı
gibi, insanın düşüncesine, niyetine ve inkârına göre onun yoldan çıkmasına
müsaade etmektedir. Daha doğrusu onun yoldan çıkışını tescil etmektedir. Bu
durum anlatılırken, fiziksel kanun gündeme getirilmektedir. Göğe yükseldikçe
basınç azalır, oksijen düşer ve bunun neticesinde nefes almak güçleşir. İnsan
nefes alıp vermede zorluk çeker. Münkir de manen aynı durumu yaşamaktadır. Bu
kişi problemlerine, sıkıntılarına bir çıkış kapısı bulamaz. Kalp daralması
şeklinde tanımlanan bu hal tamamen psikolojiktir.
Âyetin bu kısmında yer alan harec kelimesi, "içine girilmeyecek
kadar ağaçları birbirine girmiş bir vadi" anlamına gelmektedir. Başka bir
ifade ile vahşi hayvanların, çobanların içine giremeyeceği kadar birbirine
girmiş ağaçlık demektir. Bunun anlamı, o insanın psikolojik anlamda çok zahmet
çekeceğidir. İnkâr eden insanın kalbindeki haller, Arap saçına dönecek, vahşi
hayvanların giremeyeceği kadar ağaçlan birbirine girmiş bir ormana
dönüşecektir.
3.
"Allah inanmayanların
üstüne böyle murdarlık verir". Mâide sûresinin 90. âyetinde rics kavramı
açıklanmıştı. Recese kalıbından alınınca, "devenin kükremesi"; gökle
beraber kullanılınca, "bulutların hareket edip göğün çok gürlemesi,
birinin işine mani olmak"; recüse kalıbı da "pis olmak, çirkin iş
yapmak"; bina kelimesiyle kullanılınca, "sarsılmak"; rics
şeklindeki isim kalıbı da "murdar, necis, pislik, günâh, çirkin iş,
işkence, hışm, gadap, lanet, küfür, şeytanın vesvesesi"; mercûs kalıbı da
"karışıklık, düzensizlik" mânalarına gelmektedir.
İnanmayan insanlar hem kendi hayatlarını, hem de insanlığın hayatını
kirletiyorlar. Esas gönül çevresinin kirlenmesi gerçek kirlenmedir. Çevre
bilimi ve mühendisliğini gönülden başlatmak gerekiyor. Yûnus sûresinin 100.
âyetinde, aklını kullanmayanların murdar kılınacağı açıklanmaktadır. Aklını
kullanmamak ve iman etmemek, hem ferdi, hem toplumları, hem de bütün insanlığı
kirletmekte, murdar hale getirmektedir. Bunun anlamı, beynini ve gönlünü
çalıştırmayan insanların murdar hale gelecekleri, bu halleriyle yaptıkları her
işi ve bulundukları her çevreyi kirletmiş olacaklarıdır.
Âyetin bu kısmına dikkat edilirse, inanmadıkları için Allah murdarlığı
o insanlara vermektedir. Kulun inancı veya eylemi ilâhî takdîri harekete
geçirmektedir. Yûnus sûresinin 26-27'. âyetlerinde gördüğmüz, güzellik üretene
güzellik, kötülük üretene zilletin olması gibi. İnanmayanlara pislik
verileceğine, onların murdar kılınacağına karşılık, inanan ve aklını kullanıp
iyi amel üretenlere, Fâtır sûresinin 10. âyetine göre şeref vardır.
İnanmayan insanlara dünyada murdarlık, öteki dünyada da lanet ve azap
vardır. Râzî'nin naklettiğine göre, Zeccâc, rics kavramına "lanet ve
azap" mânasını vermektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki, bu âyette, Allah tarafından insanların
gönüllerinde bir operasyon gerçekleştirildiğine işaret edilmektedir. Dinî
eğitimin amacı, insanı o ameliyata hazır hale getirmektir. Din eğitimcileri,
insanlara akıllarını kullanmayı öğretmeli, akıl vasıtasıyla gönüllerinde imanın
teşekkül etmesine yadımcı olmalıdırlar. Allah o insanların gönüllerini İslâm'a
açacaktır. Bu görev yapılmayıp insanlar inkârın kucağına terkedilirlerse, Allah
o gönülleri daraltır ve inanmayanları murdar kılar. Bu bağlamda din
eğitimcileri, şekilciliği bırakıp insanların beyin ve gönüllerine ulaşarak,
kirlenmenin önlemini almaları gerekir.
[89]
126. Bu, rabbinin doğru yoludur. Biz, öğüt alacak bir kavim için
âyetleri ayrıntılı olarak açıkladık.
Âyetin açıklamasını yaparken, öncelikle "bu" zamîrinden neyin
kastedildiğini belirlemek gerekir. Söz konusu zamirin bir önceki âyete işaret
etmesi gerekir, çünkü zamir en yakına gider. 125. âyette anlatılan metot,
sebep-sonuç ilişkisine işaret etmektedir. Diğer taraftan zamir, Kur'ân'ın
tamamına işaret ederek, yeni bir cümle başlatmış da olabilir. Bu iki açıklamanın
hangisi daha doğrudur? Sorunun cevabını verebilmek için En'âm sûresinin 153.
âyetine bakmak gerekir. En'âm sûresinin 151 ve 152. âyetlerinde haklar
sıralanıyor, birtakım emirler ve yasaklar konuyor. Hemen ardından,
"Şüphesiz, bu benim dosdoğru yo-lumdur" deniyor.
Orada "Bu benim doğru yolumdur" dediği ile, bir önceki iki
âyette anlattığı hakları kastetmekte ve "bu" zamîrini, o âyetlere ve
onların içeriğine göndermektedir. Tekrar En'âm sûresinin 126. âyetine
dönersek, buradaki "bu" zamirinin bir önceki âyete ve onun içeriğine
işaret ettiğini söyleyebiliriz.
İman edenin gönlünü İslâm'a açmak, inkâr edenin gönlünü daraltmak ve
inanmayanlara murdarlık vermek, Allah'ın uyguladığı bir metottur. Böylece
"doğru yol" kavramına yeni bir tanım getirilmektedir. Âyetin son
kısmında, düşünen toplum için âyetlerini derinlemesine açıkladığını
buyurmaktadır. Buradaki âyet, "kanun" anlamına gelmektedir.
"Gönül İslâm'a nasıl açılır, gönül nasıl daraltılır ve iman etmeyen
insanlara nasıl muamele edilir" gibi önemli ilişkilerin kanunlarını,
Allah, düşünen topluma açıklamaktadır.
Bütün bu anlatımlarda hedef alınan insanî vasıf düşünmektir. Ferdî
mânada değil, toplumsal anlamda düşünme hedef alınmaktadır. Böylece Allah,
insanlığa düşünmesini öğütlemektedir. Toplumsal akıl, toplumsal bilinç,
toplumsal idrâkin yanına, bir de toplumsal düşünce ilâve edilmektedir. Demek
ki Allah, aklını kullanan, düşünen ve öğüt alan toplumu muhatap alıp
açıklamasını yapmaktadır.
[90]
127. Rableri katında onlara esenlik yurdu vardır. Ve yapmakta oldukları
işler sebebiyle Allah onların dostudur.
Ayetin iki cümlesini ayn ayrı açıklamak, anlaşılırlığını daha iyi sağlayacaktır.
1.
"Rableri katında onlara
esenlik yurdu vardır". Âyette geçen selâm yurduna "esenlik
yurdu" dendiği gibi, "barış ve güvenlik yurdu" da denebilir.
Selâm kelimesi, "rahmet" anlamına geldiği için, "rahmet
yurdu" da denebilir. Selâm, Allah'ın isimlerinden biridir. Selâm yurdu,
"Allah'ın yurdu" anlamına da gelebilir. Selâm, Allah ile
irtibatlandırılınca, "kurtarıcı" anlamına gelmektedir. O zaman
"kurtuluş yurdu" da denebilir.
Yûnus sûresinin 24. âyetinin son kısmı şöyledir: "İşte iyi düşünen
toplum için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz"'. 25. âyette de, "Allahkullarını esenlik yurduna ve
dilediğini doğru yola iletir" buyurulmaktadır.
En'âm sûresinin 126. âyetinde tezekkür eden toplum için esenlik yurdu
olduğu ifade edilirken, Yûnus sûresinin 24. âyetinde tefekkür eden toplum için
esenlik yurduna çağrı vardır. Dolayısıyla tezekkürün, tefekkür anlamına
geldiği ifade edilmektedir. Yûnus sûresinin 25. âyetin-deki esenlik yurdunun
dünyada, En'âm sûresinin 127. âyetindekinin de âhirette olduğuna inanıyoruz.
Dünyanın barış ve güven yurdu haline gelmesi için Allah çağrıda
bulunmaktadır. Bunun anlamı nedir? Aklını kullanarak düşünen insanlar, hem
dünyalarını, hem de âhireti esenlik yurdu haline getireceklerdir.
2. "Ve yapmakta oldukları
işler sebebiyle Allah onların dostudur". En'âm sûresinin 126. âyetinin
sonu, "düşünmek"; 127. âyetinin sonu da "iş görmek"le
bitmektedir. Düşünceden eyleme giden çizgi ele alınmaktadır. Düşünerek
üretilen güzel, doğru, faydalı bilgiler eyleme dönüşünce, Allah ödül olarak
dostluğunu ortaya koymaktadır.
Düşünceyi eyleme dönüştürenler, Allah'a dost olmaktadırlar. İyiyi ve
doğruyu aklıyla üretip eylem haline getirenlere Allah, dostluğunu ilân
etmektedir. Demek ki evliyâullah makamı, düşünce ve amelle elde edilmekte, o
makama doğru düşünceyi eyleme dönüştürmekle ulaşılmaktadır. Düşünmeyen ve iş
üretmeyenler evliyâullah olamazlar. Düşünen ve düşünceyi eyleme dönüştürenler,
Allah'a dost olurlar. Bu sadece fert için değil, toplumlar için de geçerlidir.
Âyetlerde toplumsal boyut gündeme getirilmektedir.
125. âyetin sonuyla bu formülü bağlantılandırırsak, iman, düşünce ve
eylem üçlüsü ve bunların meydana getirdiği bütünlük, insan ve toplumları
Allah'ın dostu olma seviyesine çıkartmaktadır. Kısaca iman, düşünce ve yararlı
iş yapmak, Allah'ın dostu olmanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
[91]
128. Hepsini bir araya topladığı gün: "Ey cin (şeytan)lar topluluğu! (der). Siz insanlarla çok uğraştınız ". Onların, insan dostları derler ki: "Rabbimiz, birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık". (Allah) buyurur ki: "Durağınız ateştir. Allah'ın, dile(yip affet)mesi hariç orada sürekli kalacaksınız "Kuşkusuz rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir.
Bu âyetlerin analizinden çıkarılabilecek neticeler şunlardır:
1. "Hepsini bir araya
topladığı gün!" Ây'etin bu kısmında yer alan "onlar" zamiriyle
kastedilenler kimlerdir? Burada zamir olarak kullanıldığına göre, önceden
belirtilmiş olması gerekir. Bize göre, En'âm sûresinin 112. âyetinde bahsedilen
insanî ve cinnî şeytanlardır. İnsanları etkileyip yoldan çıkaranlar, insanlar
ve cinlerdir. Ama âyetin devamında, insanî şeytanları dışlayıp sadece cinlere
hitap edildiği anlaşılmaktadır. O zaman En'âm sûresinin 121. âyetindeki
"Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde
bulunurlar" ifadesinde cin, şeytanların oluşturduğu cinlerdir.
2. "Ey cinler topluluğu!
Siz insanlarla çok uğraştınız der". Âyetin bu kısmında geçen ma'şer
kavramı, ortak temel nitelikleri olan grubu, topluluğu, akıllı, duygulu varlık
türlerini ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu kavram, mallarının öşrünü almak
mânasına gelen 'aşera, ya'suru kelimesinden türemiştir. 'Aşera, ya'şirudan
alınınca, dokuza bir ekleyip on yapmaktadır. Bu kelimeden türeyen 'aşera,
"insanların birbirleriyle kaynaşıp hoşça geçinmeleri, uyum içinde
bulunmak, yakın olmak" anlamlarında kullanılmaktadır. Ma'şer de
hayatlarında aynı şartları paylaşan ve birbirine yakın olan insanlar
topluluğudur. İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab'da "İnsanın ailesi, onun
ma'şeridir" demektedir. Bu mânadan hareket ettiğimizde Kur'ân'da şu
mânalarda kullanıldığını görmekteyiz:
1) Geçinmek. Bu kelime "hoşça,
iyilikle geçinmek" anlamında Nisa
sûresinin 19. âyetinde
emir kalıbında kullanılmaktadır "Kadınlarınızla iyi
geçininiz!"
2) Uyruk, dost. Hac sûresinin 13. âyetinde
'âşir kalıbında yer almaktadır. "O ne kötü bir yardımcı, ne kötü bir
dosttur!" "Dost" mânası verildiği gibi, "uyruk" mânası
da verilmektedir.
3) Kabile, akraba. Şuarâ sûresinin 214. ve
Mücâdele sûresinin 22. âyetlerinde "kabile" veya "akraba"
anlamında geçmektedir. "En yakın akrabanı uyar!" (Şuarâ 26/214)
denirken, aşîret kalıbında kullanılmaktadır. O zaman kelime, sosyal bütünlüğü
ifade etmektedir; ilkel ama yan yana yaşayan, aynı örf ve âdetleri, değerleri
paylaşan bir sosyal bütünlük.
4) Gebe deve. Tekvîr sûresinin 4.
âyetinde, iş'ar kalıbında kullanılmakta ve "gebe deve" anlamına
gelmektedir. "Gebe develer salıverildiğinde!"
5) On. Kur'ân'ın pek çok âyetinde
"on" rakamının karşılığı olarak yer almaktadır. Sebe sûresinin 45.
âyetinde "onda bir"; Bakara sûresinin 60. âyetinde "on"
mânasına gelmektedir.
6) Topluluk. En'âm sûresinin 128.
âyetinde, "topluluk" mânasını ifade etmektedir. Ama ma'şer kalıbında
geçmektedir.
Bu kelimeler kullanıldıkları yerlere göre farklı mânalar kazanmalarına
rağmen, anlamları birbirlerine çok yakındır. Hepsi de "bir arada olma,
aynı değerleri paylaşma, ortak niteliklere sahip olanların grubu" anlamlarını
ifade etmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyete geri dönersek, şeytanların insanlarla
uğraşmasının bir gerçek olduğunu görürüz. Fakat Allah cinler topluluğuna hitap
etmektedir. Bu konu Fatiha sûresinin tefsirinde ayrıntılı bir biçimde
açıklanmıştı. Şeytanların tahrîk etmek, vesvese vermek ve unutturmak suretiyle
insanı etkilediğini Kur'ân'dan öğreniyoruz. Şeytanlar bu metotlarını insan
hayatının çeşitli alanlarında kullanmış ve kullanmaktadırlar.
İsrâ sûresinin 64. âyetinde bu metotlar uygulanırken, hangi silâhların kullanıldığı ve hangi alanların seçildiği anlatılır:
"Onlardan gücünün yettiği kimseleri şaşırt, süvarilerinle, yayalarınla
onları yaygaraya boğ, mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine va-adlerde
bulun! Şeytan, insanlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez". Demek ki
şeytan, insanlarla mücadele etmekte, mal ve evlâtlarına ortak olmaktadır.
3.
"Onların insanlardan
olan dostları ise: 'Ey rabbimiz! Birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin
sürenin sonuna ulaştık' derler". Daha önce En'âm sûresinin 121. âyetinde
"şeytanların dostları" ifadesi geçmişti. Burada da şeytanların dostu
olan insanlar gündeme getirilmektedir. Bir tarafta evliyâullah, yani Allah
dostları, diğer tarafta evliyâüşşeytan, yani şeytanın dostları kavramları yer
almaktadır.
Şeytanlara dost olanlar Allah'a karşı şeytanlarla karşılıklı olarak yararlandıklarını
itiraf edeceklerdir. Cinlerle insanlar karşılıklı olarak birbirlerinden nasıl
istifade etmiş olabilirler? İlk bakışta şeytanlar istifade etmiş olabilir, ama
insanlar nasıl istifade etmiş olabilirler? Buların cevabını Kur-'ân'dan bulmak
mümkündür.
a) İnsanların cinlerden
istifadeleri.
Cin sûresinin 6. âyeti bu istifadeyi şöyle anlatır: "Şu da gerçek ki,
insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların
taşkınlıklarını arttırırlardı". Buradaki "sığınmak" kelimesi,
"yardım ve himaye talebinde bulunmak" anlamına gelmektedir. Fiziksel
ve ruhsal ihtiyaçları gidermek için yardım isteğinde bulunmaktır. İnsanlardan
bazıları, tabiat üstü kuvvetlerin veya varlıkların ki bu âyette bunlar cin
olarak geçmektedir, onlara hayat boyu rehberlik edip sorunlarını çözeceğine
inanıyor ve bu sebeple istifade için sığmıyordu. Süleyman peygamber cinleri
çeşitli işlerde kullanarak istifade ediyordu.
b) Cinlerin insanlardan
istifadesi.
Cinler, insanları insanlara karşı kullanarak bir kısım insanları yoldan
çıkartmaktadırlar. Böylece insanlar kötü fiilleri işlediklerinde, şeytana
yardım etmektedirler. Çünkü kötülüğün yayılmasına yardımcı olmaktadırlar. Her
kötülük, şeytanın faaliyetlerini beslemektedir.
"Bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık" denirken, cinlerle
insanların karşılıklı yardımlaşmalarının geçici ve zamanla sınırlı olduğu ifade
edilmektedir. Bunun anlamı şudur: Cinlerin insanlara, insanların cinlere, insanların
insanlara sunduğu fayda gelip geçicidir. Bakî kalan Allah katında olandır. Tâhâ
sûresinin 131. âyetinde şöyle ifade edilmektedir: "Sakın, kendilerini
denemek için onlardan bir kısmını faydalandırdığımız dünya hayatının
çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı hem de daha
süreklidir".
Yorumunu yaptığımız âyetin 3. bölümüne dönersek, "verilen
süre" kavramına açıklık getirmek gerekir. Verilen süreden anlıyoruz ki,
Allah insanlara çeşitli davranış şekillerini seçme ve ona göre davranma hürriyetini
vermiştir. Ama bu hürriyeti kullanmanın belli bir müsadesi vardır.
"Birbirimizden faydalandık" ifadesinden, şeytanın etkisinde kalıp
kötü davranışlar sergileyenlere de Allah'ın dünya nimetlerinden istifade imkânı
tanıdığı ilkesine varabiliriz. Onlar dünyada iken, bu faydalanmanın sonsuza
kadar devam edeceğini zannediyorlardı, ama gerçeğin böyle olmadığını görünce,
itirafta bulunmaktadırlar. Takdîr edilen ecel, ömrün bitmesi anlamına da
gelebilir. Her ferde ve her topluma bir ecel takdîr edilmiştir. Bu ömür
bitince, âhirette gerçeğin ne olduğu anlaşılacaktır.
4. "Allah da buyurdu ki:
'Allah'ın dilediği hariç, içinde kalacağınız yer ateştir. Şüphesiz rabbin
hikmet sahibidir, bilendir". Allah, insanlarla çok uğraşıp yoldan çıkaran
cinlerle, onların etkisinde kalıp onlardan istifade edeceğini zannedenleri
cehennemle cezalandıracaktır. Âyette geçen konuşmalar geçmiş zaman kipi ile
yapılmasına rağmen gelecek anlatılmaktadır. Bunun sebebi, konuşmanın ve
cezalandırmanın kesin olacağını ifade etmektir.
Netice olarak diyebiliriz ki, Allah sonsuz hikmeti ve bilgisi gereği
insanları uyarmakta, onların bilinçlenmesini amaç edinmektedir. İnsanlarla
şeytanlar arasındaki mücadelede zafer, şeytanlardan yana, mağlûbiyetler de
insanlardan yana sonuçlandığından, Allah insanları destekleyip onlara yardım
etmek istemektedir. Cinnî şeytanlardan insanların çok sıkıntı çektiiği
söylenirken, bu çileyi çeken insanlar yapılanları itiraf edeceklerdir.
İnsanın şeytana mağlûbiyeti, cehenneme gitmesine sebep olmaktadır.
Onun içindir ki, Hz. Âdem'le eşi tövbelerinde, "Biz kendimize
zulmettik" (A'râf 7/23) demişlerdir. İşte bu sebeple din eğitimcilerinin
insanları bu bilgilerle teçhiz etmeleri gerekir. Bu bilgiler şeytanla
mücadelede en önemli yöntemi oluşturmaktadır.
[92]
129. İşte kazandıkları (günâhlarından ötürü zâlimlerin bir kısmını
diğer bir kısmının peşine böyle takarız.
Âyetin merkezî konusunu, Allah'ın günahkârları birbirlerinin peşine
takması, birinin diğerini yoldan çıkartması oluşturmaktadır.
Âyette yer alan nüvellî kelimesi, "musallat etmek, peşine
takmak" anlamlarına gelmektedir. Âyet, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde
kader konusuna açıklık getirmektedir. Bir zâlim başka bir zâlimden hıncını
alırken, "Bunu başıma Allah getirdi, kaderim buydu" diyemez, yani
işlediği günâhların sebebini başkasına bağlayamaz, başkalarının ona kötü mânada
etki edip zarar verdiğini mazeret olarak ileri süremez.
Şeytanın etkisinde kalıp yoldan çıkan zâlimler birbirlerine zarar vermeye
de başlarlar. Bu durum ilâhî takdîrdir, ama bu takdîrin sebebi zâlimlerin
işledikleri günâhlardır.
Günahkârlar toplumda bir grup oluştururlar. Bunların kendilerine özgü
bir hayat anlayışları ve bir dünya görüşleri vardır. Zamanla Allah bunları
birbirine düşürerek, birinin diğerine saldırıp eziyet etmesini temin eder.
Böylece kötülerin dünyasında kavgalar meydana gelir.
Buradaki musallat fiiline, siyasî açıdan da bakabiliriz. Halk kötülük
işlemeye ve zulüm yapmaya başlayınca, onların idarecilerini Allah kendilerinden
seçer ve başlarına musallat eder. "Nasılsanız öyle idare edilirsiniz"
ilkesinden hareketle, kötülerin hakkından kötüler gelmiş olur. Bu ilke bize
şunu hatırlatıyor: Halk kendisinin iyilikten veya kötülükten yana nerede
olduğunu anlamak istiyorsa, idarecilerine baksın. Bir aynaya bakmış gibi,
idarecilerinin durumu onlara ne olduklarını söyleyecektir.
Halk günâh işlemeyi terketmedikçe, zâlim idarecilerden kurtulamaz. Onun
içindir ki âyetin ilk kelimesinde kullanılan Jy' nüvellî kelimesine
"İdareci tayin ederiz" mânasını da verebiliriz. Zâlimi zâlime idareci
yapmanın, işlenen günâhlardan dolayı olacağını da vurgulamaktadır. Böylece
günâhın siyasî alanı da kirlettiği ortaya çıkmaktadır.
Yüce Allah siyasetin altın kuralını insanlığa bildirmektedir. Zulme
uğrayanlar bunun sebebini önce kendilerinde aramalıdırlar. Allah, zulmün ve
günâhın sel gibi aktığı toplumun siyasî alanına bu şekilde müdahale etmektedir.
Din eğitimcileri insanları günâh işlemekten alıkoyabilirlere, zulmün
tahribatını iyi anlatırlarsa, siyasetin kirlenmesini de önlemiş olurlar. Burada
özellikle yapılan zulmün, işlenen günâhın yok olup gitmediği, zamanla birikip
bir çığ gibi onları işleyenlerin başına çöktüğü vurgulanarak, caydırma
yöntemiyle insanların disipline edilmesi amaçlanmaktadır. İşlenen her günâh,
yapılan her zulüm, toplumun saadetinden bir taş koparmaktadır.
[93]
130. Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu
günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Derler ki:
"Kendi aleyhimize şahitlik ederiz". Dünya hayatı onları aldattı ve
kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.
Âyetin analizinden çıkarılacak birtakım neticeler vardır. Birinci bölümde
âhiretteki sorgulama tarzı verilmektedir.
1.
"Ey cin ve insan
topluluğu! içinizden size âyetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair
sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" Âyetin bu kısmında yer alan soru
şeklinin başka âyetlerde de yer aldığını görüyoruz:
a) "Cehennem bekçileri
onlara: 'Size, içinizden rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınıza
dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" (Zümer 39/71).
b) "Her ne zaman cehenneme
bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara: 'Size uyarıcı bir peygamber gelmemiş
miydi?' diye sorarlar" (Mülk 67/8). En'âm sûresinin 130. ile Zümer
sûresinin 71. âyetleri, uyarının hangi doğrultuda yapılacağını da haber
vermektedir. Böylece Allah uyarmanın hem konularını hem de metodunu gündeme
getirmektedir.
Buradan şu ilkeyi çıkartabiliriz: Din âlimleri insanlara Allah'ın âyetlerini
okuyacak, açıklayacak ve âhiret inancının önemini öğreteceklerdir. Âhiret
inancı olmadığı takdîrde dinin etkinliğinin ortadan kalkacağı açıklanacaktır.
Zaten âhiret inancı, felsefî sistemlerin din olamayacağının temel ayıracı
durumundadır. Onun içindir ki, âhiret inancının caydırıcılığının öğretilmesi
gerekmektedir. Demek ki insanların Allah'ın âyetlerini öğrenmeleri ve âhiret
inancına sahip olmaları, din eğitiminin görevini yerine getirmesiyle
mümkündür. Çünkü böyle bir eğitimi gerçekleştirmek, hem Allah'ın emrini hem de
peygamberlerin sünnetini yerine getirmek anlamına gelmektedir. Âyetin birinci
bölümünde âhiretle uyarmanın olup olmadığı sorulduktan sonra, ardından
insanların orada verecekleri cevaba geçilmektedir.
2. "Dediler ki: 'Kendi
aleyhimize şahitlik ederiz. Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına
dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler". Âyetin birinci bölümünü
açıklarken, Kur'ân'ın başka âyetlerinde aynı sorunun sorulduğu
delillendirilmişti. Şimdi aynı âyetlerde verilen cevapların neler olduğuna
bakılacaktır:
a)
Zümer sûresinin 71.
âyetindeki cevap şöyledir: "Evet geldi, derler, ama azap sözü kâfirlerin
üzerine hak olmuştur". Dünyada kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan ve
âhirette kavuşacaklarına dair uyarıda bulunan peygamberlerin geldiğini, ama
onları dinlemeyip, âhirette azabı hak ettiklerini itiraf edeceklerdir.
b) Mülk sûresinin 7. âyetinde
sorulan sorunun cevabı, yine Mülk sûresinin 9-11. âyetlerinde yer almaktadır:
"Onlar şöyle cevap verdiler: 'Evet, doğrusu bize uyaran bir peygamber
gelmişti; fakat biz (onu) yalan saymış ve Allah'ın bir şey gönderdiği yok, siz
olsa olsa büyük bir sapıklık içindesiniz' demiştik. 'Ve şayet dinleseydik veya
aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasında
olmazdık' diye ilâve ederler. Böylece günâhlarını itiraf ederler. Artık uzak
olsun, o alevli cehennemin mahkûmları".
En'âm sûresinin 130. âyeti ile bu âyetleri birlikte ele alacak olursak,
şu neticeye varmak mümkün olur: Verilen cevaplarda kendi aleyhlerinde bile olsa
suçlarını itiraf eemek, günâh veya suçlarının sebebini de tesbit etmek,
peygamberleri dinlememek, akıllarını kullanmamak ve onları yalanlamak. Dünya
hayatının kendilerini aldatması ve inkârları da bu sebepler arasında yer
almaktadır. Demek ki Allah mahşerde âyetin birinci bölümündeki soruyu
insanlara ve cinlere yöneltecek, onlar da doğru cevabı vererek, dünyada hangi
yanlışları yaptıklarını itiraf edeceklerdir. Kısaca bu hatâların dinlememe,
aklını kullanmama, inkâr edip yalanlama ve dünya hayatına aldanma olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Allah insanlara, dünyadaki hayatlarını âhirete göre düzenlemelerini önermektedir. Dünya hayatının cazibe ve zevklerine aldanmamalarını, akıllarını kullanıp erdemli hayat yaşamalarının önemini vurgulamaktadır. Âhiret hayatında pişmanlık duymadan, kendi aleyhine itirafta bulunacakları gün gelmeden, peygamberlerin getirdikleri vahyi dinlemenin zorunluluğunu hatırlatmaktadır. Böylece dinin görevinin, gelecekteki pişmanlığı bu günden önlemek olduğu insanlığa ilân edilmektedir.
Pişmanlığın fayda vermeyeceği yer ve zaman belirlenerek, nerede ve ne
şekilde düşünmek, inanmak, davranmak gerektiği konusunda eğitim verilmektedir.
Aslında bu açıklama tarzı, dünya hayatı için de geçerlidir. Pişman olunacak bir
şeyin yapılmaması gerekir. Hayatı akıl, düşünce ve vahiy üzerinde kurmak ve ona
göre sürdürmek lâzımdır.
[94]
131. Gerçek şu ki, halkı habersizken, rabbin haksızlıkla ülkeleri helak
edici değildir.
Bu âyet 130. âyetin devamı durumundadır. "Size uyarıcı bir peygamber
gelmedi mi" sorusunu sorarken, 131. âyette geçen kanunun gerçekleştirildiği
vurgulanmaktadır.
131. âyette, gaflette olan bir toplumun helak edilmeyeceği
buyurul-maktadır. Çünkü böyle bir toplumu helak etmek haksızlık olacaktır. Dinden,
âhiretten, günâhtan haberi olmayan bir toplumun cezalandırılmamasının anlamı
şudur: Bilen insan, bilgisini hayata geçirmelidir. Aksi takd-îrde bilginin
değerini düşürmüş ve ona gereken ihtimamı göstermemiş olur. Bilgiye böylesine
kötü muamelede bulunan toplum helaki hak etmektedir.
Demek ki bilgi, insanın sorumluluğunu arttırmaktadır. Allah peygamber
gönderip insanları eğitmeyi ve böylece merhamet etmeyi kendisine görev olarak
vermiştir. Bu konu En'âm sûresinin 54. âyetinde açıklanmıştı. İnsanları
gafletten uyandırmak, âyetlerini öğretmek, âhirete kavuşacaklarını bildirmek
suretiyle eğitim faaliyetinin gerçekleştirildiği görülmektedir.
Gafiller bilginin ne olduğunu, neye inanacaklarını ve medenî olmanın
ne mânaya geldiğini bilmezler. Onlar için gelişmişliğin ne olduğu da
bilinmezler arasındadır. Bu insanları helak etmek haksızlık olur. Diğer taraftan
Allah bu uygulamasıyla hukuka şu evrensel kuralı kazandırmaktadır: Önce
eğitim, sonra ceza. Eğitimin olmadığı toplumlarda hukuku yerleştirmek mümkün
değildir. Hukukun caydırıcılığı ve geçerliliği, bilgi nisbetinde olacaktır.
[95]
132. Herkesin yaptıkları işlere göre dereceleri vardır. Rabbin onların
yaptıklarından habersiz değildir.
Bu âyetin önceki âyetlerle bağlantısı vardır. İnsanlar mahşerde,
dünyada yaptıkları işlere göre değerlendirilip dereceler alacaklardır, ama
dünyada da yaptıkları işlere göre medeniyette dereceleri olacaktır. Aklını
kullanmak, dinlemek, peygambere tâbi olmak da birer eylemdir. 130. âyette
bunları yapmama ile bunları yapmanın kazandıracağı dereceler anlatılmaktadır.
Bu âyeti çeşitli açılardan ele alıp tahlîl edebiliriz. İnsanları eylemlerine
göre derecelendiren ölçüler vardır.
1. Bilenle bilmeyen bir olmaz. "De ki: 'Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu? " (Zümer 39/9). Demek ki doğru bilgiye sahip olan
insanla câhil insanı Allah bir tutmamaktadır; aralarında derece farkı vardır.
2. AIlah'a kulluk edenle
etmeyen bir değildir. "Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden,
âhiretten çekinen ve rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi)
midir?" (Zümer 39/9) Buradan anlıyoruz ki, inananlarla inanmayanlar,
kulluk edenlerle etmeyenler bir değildir.
3. Çalışanla çalışmayan bir değildir. Madem ki Necm sûresinin 39.
âyetinde "İnsan için çalışmasında, başka bir şey yoktur" deniyor,
öyleyse emeğini sarfederek bir iş ortaya koymak, hem dünyadaki, hem de âhiretteki
farkı ortaya koyacaktır. En'âm sûresinin 130. âyeti, bu farka ve dereceye
işaret etmektedir, ama bu iş insanın kendi emeği ile gerçekleştirilmelidir.
Necm sûresinin 39. âyeti buna dikkat çekerken, başkasının emeğini kullanarak
derece alınamayacağını da gündeme getirmektedir.
İnsan bir iş üretirken, Allah'ın ondan gaflette olmadığını bilmelidir.
Bu bilinç, doğru ve insanlara faydalı olan eylemi getirecektir. İyi ve faydalı
eylemin getireceği derecelenme, aynı zamanda şeref yönünden de olacaktır.
Fâtır sûresinin 10. âyeti bunu şöyle anlatmaktadır: "Kim şeref istiyorsa,
bilsin ki şerefin hepsi Allah'ındır. O'na ancak güzel sözler yükselir. Onları
da Allah'a iyi amel ulaştırır". Demek ki güzel sözden kasıt, iman ve doğru
bilgidir. Bunları Allah'a götüren de iyi ameldir, yani o bilginin hayata geçirilmesidir.
[96]
133. Ve yalnızca rabbindir kendi
kendine yeterli, sınırsız merhamet sahibi. O, dilerse sizin varlığınıza son
verir ve daha sonra dilediğini sizin yerinize geçirir, tıpkı sizi başka
insanların soyundan var ettiği gibi.
134. Size vaad edilen mutlaka
gelecektir. Siz bunu önleyemezsiniz.
Bu âyetleri kısımlara ayırarak açıklamak, daha iyi anlaşılmasını
sağlayacaktır.
1. Allah müstağnidir ve
merhamet sahibidir. Ayetin ilk kısmında Allah'ın iki sıfatı gündeme
getirilmektedir. Birincisi "kendi kendine yeterli" anlamına gelen
ganîdir. Bu kavram ganiye fiilinden türemiştir; "malı çok olmak, zengin
olmak" anlamına gelmektedir. Mekânla beraber kullanılınca, "imar
olmak, başkasına muhtaç olmamak" mânasına da gelmektedir. Çeşitli mânaları
içermektedir:
a)
Bir yerde oturmak, orada bulunmak, bir yerde
meskûn olmak. Kur'ân'da "Bir toplumun bir yerde oturması, yerleşik hayat
yaşaması, bitkinin bir yerde bulunması" anlamındadır. Bitki için Yûnus
sûresinin 24. âyetinde şöyle ifade edilmektedir: "Bir gece veya gündüz ona
emrimiz gelir de, onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden kopararak
biçilmiş bir hale getiririz". Âyetteki "yokmuş gibi" ifadesi,
ke-en lem tagne ibaresiyle ifade edilmektedir. Cümlede ganâ fiilinin başına
olumsuzluk edatı geldiğinden, "yokmuş" şeklinde tercüme edilmektedir.
Olumsuzluk kaldırılınca da "varmış" anlamına gelir.
Bu anlam, helak edilen toplumların geride bıraktıkları görüntüyü ifade
etmek için de kullanılmaktadır: "Şuayb 'ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında
hiç oturmamış gibiydiler" (A'râf 7/92). Bu ve buna benzer âyetlerde
olumsuzluk edatıyla kullanılmaktadır. "Oturmamış"ın karşıtı,
"oturmuş" demektir. Demek ki ganâ fiili "bir yerde meskûn
olmak" anlamına gelmektedir.
b) Yarar sağlamak, fayda
vermek. Bu mânada genelde ağnâ kalıbı kullanılmaktadır. Bu şekildeki kullanım,
Kur'ân'ın pek çok âyetinde yer almaktadır. Bunlardan birini örnek verebiliriz:
"Malım bana hiç fayda sağlamadı" (Hakka 69/28).
c) Zenginleştirmek. Ağnâ
kalıbı, "zenginleştirmek" anlamına gelen "fayda temin
etmek" mânasında bazı âyetlerde geçmektedir. "Zengin eden de, yoksul
kılan da O'dur" (Necm 53/48);
"Ve sırf Allah ve Resulü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği
için öç almaya kalkıştılar" (Tevbe 9/74). Bu anlamda Allah için bir sıfat
olarak kullanılmaktadır. "Allah zengindir, siz ise fakirsiniz"
(Muhammed 47/38). Burada fakirliğin tam karşıtı olarak yer almaktadır. Aynı
mânada Fâtır sûresinin 15. âyetinde de geçmektedir.
d) Yerini tutmak. Hak ile zan
arasındaki ilişki anlatılırken bu kavrama yer verilmektedir: "Onların
çoğu sadece zanna uymaktadırlar. Oysa, zan hiçbir şekilde hakikatin yerini
tutmaz" (Yûnus 10/36; Necm 53/28). Yine burada olumsuzluk edatıyla geldiği
için "yerini tutmaz" denmiştir. Olumsuzluk edatını kaldırınca,
"yerini tutmak" mânası ortaya çıkacaktır.
e) Yeterli görmek. Bu kelime
istağnâ kalıbında kullanılınca "kendini yeterli görmek" anlamına
gelmektedir. Tegâbün sûresinin 6. âyetinde Allah için: "Allah da hiçbir
şeye muhtaç olmadığını gösterdi". Alak sûresinin 7. âyetinde insan için
olumsuz mânada kullanılmaktadır: "Ne zaman kendini yeterli görse!"
Bu mânada Allah için pek çok âyette ganiyyü kalıbında kullanılmakta ve O'nun
kendi kendine yeterli olduğu ifade edilmektedir.
f) Savmak. İbrahim sûresinin
21 ve Gâfir sûresinin 47. âyetlerinde ağnâ kalıbının çoğul emri olan muğnûn =
savmak şeklindedir. "Şimdi siz, Allah'ın azabından herhangi bir şeyi
bizden savabilir misiniz?" (İbrahim 14/21). En'âm sûresinin 133. âyetindeki
"ganiyyü kelimesinin, "kendi kendine yeterli" anlamında Allah'a
sıfat olduğunu gördükten sonra, orada "rahmet sahibi" sıfatı da
geçmektedir. Bunun ne anlama geldiği Fatiha sûresinde anlatılmıştı.
Yüce Allah burada müstağni ve rahmet sıfatlarını gündeme getirdi de
başka sıfatlarına niçin yer vermedi? Bu sıfatların 131 ve 132. Âyetlerle
ilişkisi vardır. Allah, müstağni ve rahmet sıfatından habersiz olan toplumları,
hatâlarından dolayı helak etmez. O'nun ilmi tam olduğundan, bilgiye ihtiyacı
yoktur. Allah'ın, 130. âyete göre âyetlerini açıklayan ve âhiret için uyarıda
bulunacak peygamberler göndermesi, rahmeti gereğidir.
Allah'ın derecelendirmeye ve değerlendirilmeye ihtiyacı yoktur, ama
insanların bir sosyal statü kazanmaya gereksinimleri vardır. Âyetteki rahmet
kelimesinin başına, sahip anlamına gelen zûnun gelmesi manidardır. Bunun
anlamı, "Allah merhametin kaynağıdır. Allah bütün canlılara rahmetinden
bir özellik vermiştir" demektir. Böyle olunca 132. âyette ifade edilen,
insanların yaptıklarıyla kemale ulaşmadıkları, isyan etmeleriyle de bir
noksanlığın meydana gelmediğidir.
2.
Dilerse sizi yok eder ve
sizi başka bir kavmin zürriyetinden yarattığı gibi, sizden sonra dilediği bir
kavmi yaratır". Âyetin bu kısmında, bir toplumun cezâ-landırılışı ve onun
yerine başka bir toplumun getirilişi yer almaktadır. Bu değişimin sebepleri,
125. âyetten sonraki âyetlerde verilmektedir. Zulüm, inkâr, dünya hayatına
aldanma, toplumların çöküş sebeplerindendir. Fertten başlayan bu sebepler
topluma sıçrayınca, çöküşü beraberinde getirmektedir. Ferdin şahsiyetindeki
değişim, toplumun şahsiyetinin değişimine kadar uzanırsa, toplumsal değişim de
ilâhî takdîrin konusu haline gelir.
Toplumsal değişimlerde ilâhî irade devreye girerse, Allah o toplumu yok
edip yerine başka bir toplumu getirir: "Bu da, bir millet kendilerinde
bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar, Allah'ın onlara
verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır" (Enfâl 8/53). "Bir
toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı
değiştirmez" (Ra'd 13/11).
Bu iki âyet, En'âm sûresinin 133. âyetindeki, bir kavmi giderip onun
yerine başka bir toplumu getirmesinin alt yapısını vermektedir. Toplumun
şahsiyetindeki değişim önemli bir dinamiktir. Bunun üzerine Allah kendi dilemesini
değiştirmekten yana gerçekleştirirse, o toplumu değiştirmektedir. Böylece
değişimin en güçlü sebebi, ilâhî irade olmaktadır. Tarihteki toplumların çöküşü
ve yerine yeni bir toplumun gelişindeki sebeplere dikkat çeken Allah, hem
siyaset hem toplum bilimi, hem de tarih felsefesi açısından önemli bir kanun
öğretmektedir.
3. "Size vaad edilen
mutlaka gelecektir". En'âm sûresinin 134. âyeti, bir önceki değişim
olgusunu açıklamaktadır. Bu âyete iki açıdan bakmak gerekir.
a)
Vaad edilen gelecek,
kıyamettir. O zaman kıyameti inkâr eden, öldükten sonra dirilmeyi kabul
etmeyenlere hitap etmektedir. "Kıyametin gelişi kaçınılmazdır"
diyerek imana teşvik etmektedir.
b)
Vaad edilen gelecek, bir toplumun çöküşü ve
yerini başka bir toplumun alışıdır. 134.
âyetin sonundaki "Siz âciz
bırakabilecek kimseler değilsiniz" ifadesinde, toplumun çöküşü veya
kıyamet anlatılmakta; her ikisinin de engellenemeyeceği vurgulanmaktadır.
En'âm sûresinin 133-134. âyetleri, aslında Hûd sûresinin 117. âyetini
çağrıştırmaktadır. "Halkı ıslâh olmuşken, rabbin o ülkeleri zulümle helak
edici değildir". Bunun anlamı halk kötü gidişe "dur" demek için
gerekli olan düzenlemeleri yaparsa, toplumu çöküşten kurtarabilirler. Çünkü
âyette barış yapan toplumun ba-tırılmayacağına işaret edilmektedir. Barış
topluma can vermekte ve onun yaşamasını temin etmektedir. Islahat halkın
beyninde, gönlünde ve eylemlerinde, genel mânada da şahsiyetinde olacaktır.
Toplumun hayatta kalmasının sebepleri, yani dinamikleri de bunlar olmaktadır.
[97]
735. De ki: "Ey kavmim! Elinizden geleni yapınız! Ben de
yapacağım! Yurdun sonunun kimin lehine olduğunu yakında bileceksiniz. Gerçek
şu ki, zâlimler iflah olmazlar".
1.
Allah'ın vahyine, âhiret
inancına ve peygambere karşı takınılan tavır sebebiyle, tartışmayı daha ileri
götürmemek için, Kâfirûn sûresinin 6. âyetinde "Sizin dininiz size, benim
dinim de bana!" ifadesinde olduğu gibi, "Sizin ameliniz size, benim
amelim bana!" demek istemektedir. "Siz yapacağınızı yapınız,
yapacağınızı ardınıza koymayınız, ama ben de yapacağımı yapacağım"
denilerek, uyarıda bulunulmaktadır. Aslında burada kâfirlerin imana gelmesinden
ümidin kesildiği de ifade edilmektedir. Anlaşıldı siz artık yola
gelmeyeceksiniz, öyleyse "Dilediğinizi yapınız" (Fussılet 41/40)
denmektedir.
2. Âyetin ikinci bölümünde
"Yurdun sonunun kimin lehine olduğunu yakında bileceksiniz"
denirken, toplumun çöküşüne veya âhiret yurdunun kime ait olacağına işaret
edilmektedir. Buradaki 'âkıbetü'd-dâr ifadesi, "yurdun sonu, gelecek, akıbet,
dünya ve âhiret" şeklinde tercüme edilmiştir. Zemahşerî âyetteki dâr
kelimesini, "dünya yurdu" olarak anlamış, tefsirlerin çoğunda da
"âhiret yurdu" olarak anlaşılmıştır. Meselâ İbn Abbâs ve Hâzin
"cennet" olarak mânalan-dırmışlardır.
Yurdun sonu, "güzel sonuç" anlamına gelmektedir. Bilmek kelimesinin burada yer alması, önceden inanmayanın gerçeği deneysel olarak yaşayıp bilmesi demektir. Akıbet kavramı ise, olguların sebeplerinden hareket edilerek sonuçların bilinebileceğine işaret etmektedir. Bilinenlerden hareket ederek bilinmeyenleri bilinir hale getirme metodu vurgulanmaktadır. Sonuç çıkmadan bilgi oluşmaz. Onun içindir ki öncelikle güzel sonucun bilinmesi gerekir.
3. Âyetin son bölümünde
"Gerçek şu ki, zâlimler kurtuluşa eremezler" ifadesinde, felah ve
zâlim kavramları yan yana kullanılmaktadır. Tevhîd inancını kabul etmeyen
müşriklere zâlim denmektedir. Çünkü şirk zulümdür; şirk inancını savunanlar da
zâlimlerdir.
"Zâlimler kurtuluşa eremezler" ifadesinin mânası, "Amaçlarına ve niyetlerine ulaşamayacaklardır" demektir. Allah'a inanmamanın veya Allah'a şirk koşmanın en büyük tahribatı, amaca ulaşmayı engellemiş olmasıdır. Bir peygamberle bir müşriğin yaptıkları arasındaki temel fark, neticeyi elde etmekte görülmektedir. Akla, düşünceye, bilgiye, imana dayanan bir eylemle, aklı dışlayan, düşünceden doğmayan, kesin bilgiye dayanmayan ve imanî temeli olmayan bir eylemin farkı, 125. âyetten itibaren ortaya konmaktadır. [98]
136. Onlar, Allah'ın yarattığı ekin ve davar gibi şeylerden bir pay
ayırırlar. Kendi zanlarınca "Bu Allah'ındır, bu da
ortaklarımızındır" derler. Ortakları için olan Allah'a ulaşmıyor, Allah
için olan ortaklarına ulaşıyordu. Bunlar ne kadar kötü hükmediyorlar.
Bu âyette Câhiliye döneminde şirk koşmanın bir çeşidi ele alınıp,
sonunda da bir değerlendirme yapılmaktadır.
1. "Onlar, Allah'ın
yarattığı ekin ve davar gibi şeylerden bir pay ayırırlar". Bu cümlede
fiilin faili belli olmadiği için, "onlar" zamiri kullanılmıştır.
Bunun yerine "müşrikler" denebilirdi. Ama failin belirlenmemesinin
sebebinin ortaya konması gerekir. Bize göre oradaki fail, her asırda, her
nesilde değişecektir. Onun için fiilin faili zaman içinde belirlenecektir. Ekin
ve davar ifadeleri, toplumun ziraat ve hayvancılıkla uğraştığının bir delili
olmaktadır.
İnsanlar, infâk ibadetini sahip oldukları ürüne göre yapıyorlardı. Bu
durum, onların davarlarından ve ekinlerinden bir pay ayırarak infâk ibadetini
yapacaklarının bilincinde olduklarını da ortaya koymaktadır. Tanrı için pay
ayırmak, paylaşım kavramını bildiklerinin bir delilidir. Böylece paylaşımı,
dinî hayatın esaslarından biri olarak gördüklerine şahit oluyoruz. Bu âyet, hem
o devir Arap toplumunun yapısını, hem de ibadet anlayışlarım anlatan bir belge
olmaktadır.
2. "Kendi zanlarınca 'Bu
Allah'ındır; bu da ortaklarımızındır' derler". Böylece paylaşım ruhuna
şirk katarak kirlettiler. Bir mal veya para infâk edilirken, sadece Allah
rızâsı için infâk edilir. Allah'ın yarattığı veya nimet olarak verdiği şeyden
başkası adına infâk etmek veya pay ayırmak, çok kötü dinî bir uygulamadır.
Âyetin bu bölümünde geçen şürekâ kavramından, Allah'ın dışında tanrılık
vasfı verdikleri gerçek veya hayalî varlıkların olduğunu anlamak gerekir. İnanç
ve ibadetle ilgili olduklarında onları ulûhiyyete ortak koştuklarını,
ulûhiyyeti onlarla paylaştıklarını görüyoruz.
Bakara sûresinin 272. âyetinde, "Yapacağınız hayırları, sadece
Allah'ın rızâsını kazanmak için yapmalısınız" şeklinde buyurulduğu gibi.
Müslümanlara, müşriklerin düştüğü hatâya düşmemeleri için bu emri vermektedir.
Demek ki günümüzde müslümanların "Şu çeşmeyi, şu camiyi babam için
yaptırıyorum" demelerinin ne kadar tehlikeli olduğu bu âyetten
anlaşılmaktadır.
İnfâkta aslolan Allah rızâsıdır. Bu durum Bakara sûresinin 272.
âyetinde ifade edilmektedir. En'âm sûresinin 136. âyetinin bu kısmında
bi-zağmihim (kendi zanlarınca) ifadesi yer almaktadır. Bu ifade ile dinde
insanın zannınm rol oynamaması gerektiğine işaret edilmektedir. Zanla iman,
ibadet ve din bir arada olmaz. Müşrikler, paylaşım denen in-fâk ibadetini
yaparken zanlarını kullanmaktadırlar.
Böylece iman ve infâk ilişkisine zan karışınca, inançtaki kirlenmenin
kaynağı ortaya çıkmaktadır. Zanda hakikatten bir pay olmadığına göre, onların
amellerinde de gerçek imandan bir pay bulunmamaktadır.
3. "Ortaklan için ayrılan
Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor". Bunun
anlamı şudur: Kendi ortaklarına, tanrılarına ayırdıkları paydan herhangi bir
şekilde noksanlaşma olursa, Allah'a ayırdıkları paydan alıp oraya ilâve ederlerdi.
Ama herhangi bir şekilde Allah'a ayırdıkları payda bir noksanlaşma olursa,
ortaklarının payından alıp Allah'ın payına ilâve etmezlerdi. Bu davranış
şeklinden anlıyoruz ki, onlar ekin tarlada iken, hayvanlar canlı iken, bu
paylaşımı yapıyorlardı. Allah'a ayrılan payın fakirlere ayrılan bir fon olarak
düşünmekte yarar vardır. Bu noktadan hareket edersek, o dönemdeki Araplar'ın
Allah adına fakire yardım etme anlayışına sahip olduklarını söyleyebiliriz.
4.
"Onlar ne kötü
hükmediyorlar!" Bir insanın akıl yürütmesine zan karışınca hüküm
kötüleşmektedir. Paylaşımda Allah'a ortak koşma ve ortaklan Allah'tan üstün
tutmak, akılsızca bir davranıştır.
Allah için infâkta bulunan müslümanlar, ölmüşleri için kurban kesmelerinin,
hacca gitmelerinin, infâk etmelerinin şirke varacağını bilmeleri gerekir.
"Allah için hatim okutuyorum" diyeceğine, "Ölülerim için hatim
okutuyorum" demenin çok kötü bir niyet olduğu artık bilinmelidir. Yapılan
bütün ibadet ve eylemler Allah için yapılmalıdır. "Hatmi Allah için
yapıyorum, babamın ruhuna da gönderiyorum" demenin hiçbir anlamı yoktur.
Bu tür niyetler ve uygulamalar tevhid inancını kirletmektedir. En'âm sûresinin
136. âyetinde anlatılanları iyi kavrayıp Allah'tan başkasını niyetimizde
anmamalıyız.
[99]
737. Aynen bunun gibi, müşriklerden birçoğuna, Allah'a ortak koştukları
putlar, öz evlâtlarını öldürmeyi güzel göstermiştir ki, hem onları yok
etsinler, hem de dinlerini karmakarışık hale getirsinler. O halde onları, düzdükleri
iftiralarla haşhaşa bırak!
Bu âyet Hz. Peygamber'den önceki döneme, Câhiliye dönemi denmesinin
önemli sebeplerinden birini gündeme getirmektedir.
1.
"Aynen bunun gibi,
müşriklerden birçoğuna, Allah'a ortak koştukları putlar, öz evlâtlarını
öldürmeyi güzel göstermiştir". İnsanlık tarihinde iki çağda çocuklara
karşı cinayet işlenmiştir. Birincisi Mısır'da Firavun döneminde siyasî
kaygılar sebebiyle erkek çocukları, ikincisi de Hz. Peygamber'in yaşadığı Arap
toplumunda çeşitli sebeplerle kız çocukları öldürülmüşlerdir. Burada ise
Araplar dönemi ele alınmaktadır. Âyetin analizini yapabilmek için kavramlar
üzerinde durmayı uygun buluyoruz.
a) Yüce Allah, müşriklerin
ortaklarının etkisinde kaldıklarını ve bu etkinin boyutlarının çok ağır
olmasından dolayı çocuklarını feda ettiklerini bildiriyor.
b) Âyette geçen şürekâühüm
"onların ortakları" ifadesinden kimler kastedilmektedir? Bu sorunun
cevabını müfessirler çeşitli şekilde vermektedirler. Ortaklar, Araplar'a
çocuklarını öldürmeyi süslü gösterdiklerine göre, canlı varlıklardır. Taştan
olan putlar, böyle bir etkide bulunamaz ve böyle bir süsleme de yapamazlar.
Canlı varlık deyince, akla iki grup canlı gelmektedir. Birincisi Araplar'in
önde gelenleri, ikincisi de taptıkları şeytanlardır. Günümüzde satanistler
olduğu gibi, o dönemde de vardı. Meselâ Meryem sûresinin 44. âyetine göre, Hz.
İbrahim'in babası şeytana tapıyordu. Şimdi onların tanrıları, ister toplumun
ileri gelenleri, isterse şeytanlar olsun, önemli olan bu tanrıların kurban
istemesidir.
Bu anlatımdan sonra, onların ortaklarının kendi toplumlarının önderleri
veya şeytanlar olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü putlar bu şekilde emir
veremezdi. En'âm sûresinin 22. âyetine göre mahşerde şöyle sorulacaktır:
"O gün onları hep birden toplayacağız, sonra da, Allah'a ortak koşanlara,
'Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?' diyeceğiz"- Putların
davası, fikri, ideolojisi olmaz. Bunlar ancak canlı varlıklar için
düşünülebilir. Bunlar da toplumda insanlara yön veren, onlara kendi
düşüncelerini empoze edip tanrı gibi davrananlardır.
Burada sorulması gereken soru şudur: Bu insanî ve cinnî şeytan
tanrıları, onlara çocuklarını öldürmeyi nasıl süslü gösterip de bu günâhı
işletiyorlardı? Bu sorunun cevabını âyetlerle vermek gerekir.
1. Fakirlik sebebi. En'âm sûresinin 151 ve İsrâ
sûresinin 31. âyetlerinde bu konu ele alınmaktadır. İsrâ sûresinin 31. âyeti
şöyledir: "Geçim endişesi ile çocuklarınızı öldürmeyiniz! Biz, onların da
sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günâh
(suç)tur". Tanrıları, onlara fakirlik yüzünden evlâtlarını öldürmeyi
emretmektedir.
Araplar'in kendilerine göre âdetleri, inanış ve uygulamaları vardı. Kız
çocuklarını Allah'a, erkekleri kendilerine verirlerdi (Nahl 16/57). Bunun
sebebi, ailede doğan ilk çocuk ayıp olarak kabul edilirdi (Nahl 16/58-59).
Tanrıları onlara fakirliği empoze ederek bunları yaptırıyordu. Burada şöyle bir
soru sorabiliriz: Onların bâtıl uygulamalarını Allah bize niçin anlatıyor?
Fakirlik günümüzde de sürmekte ve buna başka sebepler de ilâve edilerek
öldürmenin farklı biçimleri gerçekleştirilmektedir. Günümüzde çocuklar, o
dönemlerdeki gibi canlı canlı toprağa gömülmüyorlar, ama canlı canlı sokak
denen mezarlara, alkolün, eroin gibi uyuşturucuların, fuhşun bataklıklarına gömülmektedirler. Söz
konusu mekânlar ve eylemler birden can almıyor, ıstırabı çok daha uzun süreli
oluyor. Gençlerin yaşayan ölüler haline getirilmesi, Câhiliye döneminden daha
acı verici bir özelliğe sahiptir.
2.
"Hem onları yok etsinler, hem de dinlerini
karmakarışık hale getirsinler". "Onları yok etsinler, mahvetsinler,
helak etsinler" mânasına gelen irdâ kelimesi, Sâffât sûresinin 56. âyetinde
de geçmektedir. "Yemin ederim ki, sen beni az daha helak edecektin!"
Bu sözü, mahşerde bu dünyada iki farklı inanca mensup olanlar söyleyecektir. Öldükten
sonra dirilmeyi inkâr eden, arkadaşını cehennemin ortasında gören, tevhid
inancını kabul eden arkadaşı söyleyecektir. Bu âyetten anlıyoruz ki, Araplar'ı
helak etmek durumunda olanlar insanî tanrılardı. Dinlerini karıştırmak da
inançlarını bozmak anlamına gelmektedir.
Demek ki cinnî ve insanî tanrılar Araplar'a çocuklarını öldürmeyi
emrederlerken, iki amaç gütmekteydiler: Birincisi onları helak etmek, ikincisi
de onların inançlarını karıştırmaktı. Buradaki helak kavramını iki boyutlu
düşünmek gerekir: Birisi dünyayı onlara dar etmek, diğeri de cehennemle helak
etmek. Âyette geçen "Kendilerine karşı dinlerini karmakarışık etmek"
ifadesindeki lebise kelimesi, "bir işi şüpheli, içinden çıkılmaz hale
getirmek, karıştırmak" anlamına gelmektedir.
Âyetin bu kısmından çıkarılacak netice şudur: İnsanlar dünya ve
âhiretlerini helak edecek, dinlerini karıştıracak düşünce ve eylemlerden uzak
durmalıdırlar. Dine sokulmak istenen hurafe ve bid'atlar, farkında olmayarak
insanların inançlarını karıştırıp şirke götürmektedir. Bazı insanlar, bunları
savunup dinde ortaklık kurmakta, kendini tanrı yerine koyarak fetva verip dinî
hayatı karmakarışık hale getirmektedirler. Bazıları da "Bunları
temizliyorum" derken, dinin safiyetini lekelemektedirler. İslâm'ın kaynağı
Kur'ân ortadadır. Bununla dinin karıştırılmasını önlemek mümkündür.
3. "Eğer Allah dileseydi,
bunu yapamazlardı. Artık sen onları, düzdükleri iftiralarla baş başa
bırak". Allah, onların işlediği günâhın altında kendi dilemesinin
olmadığını ifade etmektedir. Diğer taraftan insanı serbest bıraktığını,
işlediği fiillerde özellikle hür olduklarını beyan etmektedir. Âyetin bu
kısmından anlaşılması gereken iki önemli hususu vurgulamak gerekiyor: Birincisi
onların bu tür davranışlarında Allah'ın dilemesi yoktur. İkincisi de Allah
kullarına seçme ve davranma hürriyetini vermiştir.
Yüce Allah onları serbest bıraktığı için, peygamber ve din bilginlerine
onları iftirâlanyla baş başa bırakmayı emretmektedir. Fussılet sûresinin 40.
âyetindeki gibi, "Dilediğinizi yapınız!" şeklindeki hürriyeti onlara
vermektedir. Allah onları engelleseydi, davranışları ahlâkî olmayacaktı. Demek
ki sahte tanrılar insanlara öylesine etki etmektedirler ki, çocuklarını
öldürmelerine kadar gitmektedirler.
[100]
138. Kendi zanlarına göre şöyle dediler: "Bu, (tanrılar için
ayrılan) hayvanlarla ekinler haramdır. Bunları bizim dilediğimizden başkası
yiyemez. Bunlar da binilmesi yasaklanmış hayvanlardır". Bir kısım
hayvanlar da Allah'a iftira ederek üzerlerine Allah'ın adını anmadan
boğazlarlar. Allah onları düzdükleri iftiralar yüzünden cezalandıracaktır.
Bu âyetin analizinden çıkarılacak önemli ilkeler vardır. Şimdi âyeti
kısımlara ayırarak açıklayabiliriz.
1.
"Kendi zanlanna göre
şöyle dediler: 'Bu hayvanlarla ekinler haramdır". Buradaki haram kavramı
hicr kelimesiyle ifade edilmektedir. Bu kelime, "engel olmak, mahrum
etmek, tasarruftan menetmek, çamurun taş kesilmesi, sıkmak, daraltmak, sığınmak,
yardım dilemek, nefsine bir şeyi haram kılmak, akıl, Semûd kavminin yaşadığı
bölge, hısımlık, oda" mânalarına gelmektedir.
1) Taş. Kur'ân'ın pek çok âyetinde
"taş" anlamına gelmektedir. Buna bir örnek olarak Bakara sûresinin
60. âyetini alabiliriz: "Değneğin ile taşa vur demiştik". Kelime taş
anlamında benzetme için de kullanılmıştır; meselâ "Bunlardan sonra yine
kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi, yahut daha da kandır"
(Bakara 2/73).
2) Yer adı. "Andolsun, Hicr halkı
da peygamberleri yalanlamıştı" (Hicr 15/80). Semûd kavminin yaşadığı topraklara
verilen addır.
3) Perde, sınır. "İkisinin arasına bir
engel, karışmalarını önleyen bir perde koyan O'dur" (Furkân 25/52). Bu
âyette hem hicr hem de mahcura kalıbında gelmiştir. Hicr "perde",
diğeri de "önleyen" anlamına gelmektedir.
4) Oda. "Sana odalarının arkasından bağıranların çoğu,
aklı ermez kimselerdir" (Hucurât 49/4). Burada hucurât şeklinde çoğul
olarak kullanılmaktadır.
5) Akıl. Aklın insanı bazı davranışlardan alıkoyduğu ve
arzuları durdurup taşlaştırdığı için bu adı almıştır. Diğer taraftan akıl,
nefisteki şeytanî üsleri taşladığı için de böyle denmiş olabilir:
"Bunlarda akıl sahibi için elbette birer delil vardır" (Fecr 89/5).
6) Haram, yasak.
Yorumunu yapmakta olduğumuz
âyette ve Furkan sûresinin 22. âyetinde bu anlama gelmektedir. Burada bir soru
daha sormak gerekir: Allah neden haram kavramını kullanmadı da "hicr"
kelimesini kullandı? Buradaki hicr kavramına, "kutsal" mânasını
vermek için o kelimeyi kullanmış olabilir. O zaman "Şu hayvanlar ve tarla
mahsulleri kutsaldır" şeklinde tercüme edilebilir. Hayvanlar ve ekinler
için verdikleri haram veya kutsal fetvasını, kendi zanlarına göre
verdiklerinden bi-zağmihim kelimesine yer verilmiştir.
2. "Bunları bizim
dilediğimizden başkası yiyemez ". Eti yenebilecek hayvanları ve gıda
olabilecek ekinlerin ürünlerini yasaklamaları ve onların kutsal olduğuna
kendiliklerinden karar vermeleri yeterli olmayıp, yenmesini de
yasaklamışlardı. Kendilerinin müsaade ettiği insanların yiyebileceğini
söylemekle, halk arasında ayırımcılık yapıyorlardı. Ama onların en tehlikeli
yönleri, haramları, kendi zanları adına koymaları olmuştur.
3.
"Bunlar da binilmesi
yasaklanmış hayvanlardır". Hayvanlar konusundaki yasaklar devam ederken,
binme konusuna kadar uzanmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki bu âyette, söz konusu
görüşler gündeme getirilmekle, onların koyduğu yasağın yanlışlığı
vurgulanmaktadır.
4. "Bir kısım hayvanları
da Allah'a iftira ederek üzerlerine Allah'ın adını anmadan boğazlarlar".
Allah'a iftira etmelerinin anlamı, "Allah böyle dedi" diyerek, o
hayvanları keserken Allah'ın adını anmamalarıdır. Allah'ın ismini anmamak,
kesilen hayvanın etini haram hale getirmektedir. Mâide sûresinin 3. âyetinde
"Allah'tan başkasının adına boğazlanan " hayvan haram
kılınırken, burada "Allah'ın adının anılmaması" haramı
oluşturmaktadır.
Dikkat edilirse En'âm sûresinin 118. âyetinde, önce Allah'ın adı
anılarak kesilmesinin emri verilmekte, 119. âyette yasak konmakta, 121. âyette
Allah'ın ismi anılmadan kesilen hayvanın etini yemenin fâsıklık olduğu
belirtilmekte, 138. âyette de bunu yapanların olduğu gündeme getirilmektedir.
Daha sonra bunun Allah'ın fetvası olduğu söylenerek, günâhın büyüğünü
işlediler. "Kutsal olmayanı kutsal, haram olmayanı haram, binilebilecek
olanı binilmez, yenilebilecek olana yenmez" şeklinde uydurma fetvalar
vermek ve onları dine sokmak bir günâh, ama Allah'ın adı anılmadan hayvanın
kesilebileceği ve etinin yenebileceği fetvasını Allah'ın verdiğini söyleyip
O'na iftirada bulunmak, daha büyük bir günâhtır.
5.
"Yapmakta oldukları
iftiraları yüzünden Allah onları cezalandıracaktır". Allah'a uydurulan
iftiraların cezalandırılacağı söylenmekle, insanlar eğitilmek istenmektedir.
Günümüzde gelişigüzel bir biçimde Allah'a iftira ederek, "Bu helâldir,
bu haramdır" diyenler çoğaldı (Nahl 16/116). Nahl sûresinde bu insanların
toplumun kurtuluşunu engelledikleri söylenirken, En'âm sûresinin 93. âyetinde
zâlim ilân edilmektedirler. En'âm sûresinin 138. âyetinde de
cezalandırılacakları gündeme getirilmektedir. Aslında bu âyetin, işaret ettiği
temel âyetlerden biri, Mâide sûresinin 103. âyetidir. Bahîra, Sâibe, Vesîle
adlı hayvanları putlara kurban etmeleri için onları serbest bırakırlardı. Hâm
denen hayvana da binmezlerdi. En'âm sûresinin 138. âyetinde de buna işaret
edilmektedir.
Buradan hareketle şu neticeye varmak mümkündür: Hz. Âdem'e ağaç, Semûd
kavmine deve, Araplar'a da yukarıda bahsedilen hayvanlar problem olmuştur.
Demek ki, insanı etkilemesi neticesinde yanlış inanç ve davranışların ortaya
çıkmasına bazan tabiat sebep olmuştur. Tabiatı aşamayan insanlar, onun etki
alanında takılıp kalmışlardır.
[101]
139. Dediler ki: "Şu hayvanların karınlarında olanlar, yalnız
erkeklerimize aittir; kadınlarımıza ise haram kılınmıştır. Şayet (yavru) ölü
doğarsa, o zaman (kadın-erkek) hepsi onda ortaktır. Allah bu değerlendirmelerinin
cezasını verecektir. Şüphesiz ki O, hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir".
Araplar biraz daha ileri giderek belirledikleri hayvanların
kannların-daki yavrunun erkeğe helâl, kadına haram olduğunu söyleyerek
gıdalan-mada erkek-kadın ayırımı yaptılar. Kadını ikinci derecede bir varlık
görmeyi, hayvan yavrusunun yenmesine kadar indirgediler.
Yavru ölü doğduğu takdîrde, kadının da erkekle beraber ondan yiyebileceği
hükmünü vermelerinde, iki türlü hatâ yaptılar. Ölü eti yemekle bir hatâ, ölüden
kadının yiyebileceğine dair hükümleri de ikinci hatâları oldu. Bu âyetin Mâide
sûresinin 103. âyeti ile alâkası olduğunu söyleyebiliriz. O âyette sıralanan
bahîra ve sâibe ismini verdikleri hayvanların yavruları hakkında bu fetvaları
vermişlerdi. Âyetin sonunda yer alan "Allah onların böylesi
değerlendirmelerinin cezasını verecektir" ifadesindeki vasfehüm kelimesi,
"isnat etmek, iddiada bulunmak, değerlendirme yapmak, vasıflandırmak,
nitelendirmek" mânalarına gelmektedir.
[102]
140. Bilgisizlikleri yüzünden öz evlâtlarını akılsızca katledenler,
Allah'a iftira ederek, Allah'ın kendilerine verdiği nzıkları haram kılanlar,
ziyana uğramışlardır. Onlar gerçekten sapıtmışlardır ve doğru yolu bulacak da
değillerdir.
Bu âyette Câhiliye çağının nereden, hangi eylemlerden geldiği anlatılmaktadır.
Âyetin analizini yaparak bazı genellemelere varabiliriz.
1. "Bilgisizlik yüzünden
öz evlâtlarını akılsızca katledenler". Araplar'm çocuklarını öldürme
âdetleri, En'âm sûresinin 137. âyetinde anlatılmıştı. Fakat Allah burada
Araplar'ın çocuklarını katlederken nasıl bir psikolojik durumda olduklarını
açıklamaktadır.
a)
Sefîhlik, yani akılsızlık,
dar kafalılık sebebiyle bunu yaptıkları söylenmektedir. Bakara sûresinin 130.
âyetinde bu kelimenin mânaları tesbit edildi. "Delilik, aptallık,
bilmemek, helak etmek, saptırmak" mânalarına geldiği gibi,
"ahmaklık, küstahlık, arsızlık, terbiyesizlik" anlamlarını da ifade
etmektedir. Yüce Allah dar kafalılıkları sebebiyle bu kötülüğü işlediklerini
söylerken, sebebin psikolojik olduğuna dikkat çekmektedir.
Bu durum bize niçin anlatılıyor? Bununla, dar kafalılığı ve dar gönüllülüğü
ortadan kaldırmak için bir eğitim seferberliğine girişmenin önemi vurgulanmaktadır.
Sefîh insan ahmaktır. Eğitimin eritemediği en zor ve en dirençli psikolojik
özelliklerden biri ahmaklıktır. Taşı eritebilirsiniz, ama ahmaklığı
eritemezsiniz. Ahmaklığın doğurduğu en korkunç eylem, kendi öz çocuğunu
öldürmektir.
b)
Bilgisizlik yüzünden. Dar kafayı açacak ve
onu yumuşatacak olan bilgi gücüdür. Dar kafalılıkla bilgisizlik bir araya
gelince, insanın saldırganlık içgüdüsü dizginlenemeyecek hale gelmektedir.
Demek ki Câhiliye döneminin en belirgin özelliği, öz evlâtlarını öldürmektir. Bu
bir sonuçtur. Sebebi dar kafalılık ve cehalettir. Aynı zamanda bu iki özellik,
Câhiliye döneminin özellikleri arasında bulunmaktadır.
2.
"Allah'ın kendilerine
verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek (kadınlara) haram kılanlar". Âyetin
bu bölümünde de iki çeşit günâh işledikleri açıklanmaktadır:
a)
Allah'a iftira etmek.
Câhiliye döneminin en önemli özelliklerinden biri, dinde Allah'ın haram
demediğini haram, helâl demediğini helâl deme gibi bir iftiraya bulaşmaktır.
Dinin hükümleriyle oynamak, ya da dinî olmayan bir konuyu din alanına çekmek
geleneği oluşturmuştur. Araplar'm kardeşi olan İsrâiloğulları bu tarz davranışı
oldukça ileri götürmüşlerdi (Mâide 5/13). Yüce Allah insanların insana yaptığı
iftiraya çok büyük tepki gösterirken, kendisine iftira edenlere elbette çok
ağır ceza verecektir.
b) Allah'ın verdiği helâl
rızkı kadınlara haram kılmak. Birbirlerini aşağı görmelerinden dolayı, bazı
gıdaları kadınlara haram etmeleri, bazı insanlara lâyık gördükleri gıdaları
diğerlerine lâyık görmemeleri şeklindeki uygulamaları da Allah'ın hükümlerine
ters düşmekteydi. Bunu böyle yaparken, kendi görüşlerini Allah'a mal etmeleri,
Allah'a iftira etmeleri anlamına geliyordu.
3.
"Onlar gerçekten
sapmışlardır ve doğru yolu bulacak da değillerdir". Yüce Allah bu
davranışları, geri dönüşü olmayan sapıklık olarak değerlendirmektedir.
"Doğru yolu bulacak da değillerdir" denirken, geri dönüşü olmayan
bir yol olarak nitelendirmektedir. Câhiliye döneminin en belirgin
özelliklerinden biri, geri dönüşü olmayan sapkınlıklara zemin hazırlamış
olmasıdır. Diğer taraftan âyetin başında hasira kelimesini kullanılarak,
onların manen iflâs ettikleri de söylenmektedir. Böylece manen ziyana uğrayıp
iflâs etmenin, geri dönüşü olmayan bir sapkınlık olduğu belirtilmiş olmaktadır.
Bu âyetten çıkarılacak önemli ilkeler vardır: Dar kafalılık,
bilgisizlik, Allah'a iftira ederek dinde haram olmayan bir şeyi haram saymak,
geri dönüşü olmayan bir sapıklığın oluşturduğu manevî bir iflâstır. Din
bilginleri insanlığı bu iflâstan kurtarmak için gayret göstermelidirler. Dar
kafalılık ve bilgisizlik, yani cehalet o devirde biyolojik olarak çocuklarını
öldürmeye sebep olurken, günümüzde de manen öldürülmelerine sebep olmaktadır.
Bu âyetle, insanların bir daha böyle hatâlar işlemeleri önlenmek istenmektedir.
Din bilginleri, gençliğin gönül ve beyinlerinin öldürülmesinin anlamını ve
sonuçlarını bilmelidirler.
[103]
141. Çardaklı ve çardaksız bahçeleri, çeşit çeşit hurmaları,
sebzeleri, zeytinleri, narları yaratan O'dur. Her biri meyve verdiği zaman,
meyvesinden yiyiniz. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını)
veriniz. İsraf etmeyiniz, Allah israf edenleri sevmez.
Âyetin analizinden çıkarılacak üç önemli ilke vardır:
1. Yaratıcının kim olduğunu
bilmek.
Allah, Hz. Muhammed döneminde ve daha sonraki dönemlerde yaşayacak olan
insanlara, meyve olarak yediklerine dikkat etmelerini önerirken, oradan
yaratıcı kudrete varmalarını istemektedir. "Bahçeleri yaratan odur"
denirken, bağlarda yetiştirilen bütün meyvelerin o hâle gelmesindeki ilâhî kudretin
görülmesi istenmektedir. Aslında, bahçedeki meyvelerden hareket ederek Allah'a
varılabileceği önerilmektedir. Bahçesine gönül gözü ile bakanlar, bahçedeki
oluşumlarla Allah'a ulaşabilirler.
Muhammed Esed bunu şöyle anlatmaktadır: Âyetteki ma'rûşât ve gayru
ma'rûşât (lafzan çardaklı olan ve olmayanlar) terimleri, genel kabul gören
açıklamalardır. Bahçelerden söz edilmesi ile, burada yaşayan ve büyüyen her
şeyin -evlerdeki başka şeyler gibi- varlığını yalnız Allah'a borçlu olduğu ve
bu sebeple, onu gerçek veya muhayyel başka bir güce tesadüfi veya bilinçli
olarak atfetmenin sapıklık olduğu inancın tasvir edilmesi amacı güdülmektedir.
Diğer taraftan âyetin ilk bölümünde birbirine benzeyen ve benzemeyen
meyvelerin olduğunun gündeme getirilmesi manidardır. Tabiattaki benzerlik ve
benzemezlikler, insanlar âleminde de vardır. Ferdî farklar psikolojisi bundan
doğmuştur. Ra'd sûresinin 4. âyetinde, komşu toprakların aynı su ile
sulanmalarına rağmen tadı farklı meyveler verdiği söylenirken de bu farklılığa
işaret edilmiş, akıl sahiplerinin bunu araştırması istenmiştir. Aslında bu
âyet, En'âm sûresinin 99. âyetinin başka bir açılımı mahiyetindedir. Orada da
şirk koşanlara Allah'ın varlığını ve birliğini anlatmak için gündeme
getirilmişti; burada aynı amaca benzer bir açılımla şirkten sonra
anlatılmaktadır.
2. Zekât ve sadaka vermek. Tabiattaki oluşumların
yaratıcısı olan kudreti tanıyıp O'na inandıktan sonra, artık sahip olunan
nimetleri O'nun adına paylaşma ibadetinin gerçekleştirilmesi gerekir.
"Onun hakkını veriniz!" denirken, burada "Kimin hakkını?"
diye sormak gerekiyor. Bize göre âyetteki "hak" kavramı üç mânaya
alınmalıdır:
a) Devşirilip toplanan
meyvelerin zekâtı ve sadakasının verilmesi bir hak olarak ortaya çıkmaktadır.
Zekât ve sadaka verilmeyince, sahip olunan malın hakkı verilmemiş olur.
b)
"Fakirin hakkı"
anlamına da gelebilir. Zâriyât sûresinin 19. âyeti şöyledir: "Mallarında,
muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır". Burada bu hakka işaret edilmiş
olabilir.
c) "Allah'ın hakkı"
mânasına da gelebilir. O meyveleri yaratan, geliştirip olgunlaştıran, onlar
için uygun bir fizik ortam hazırlayan Allah'ın hakkı verilmelidir. Bu hak da,
fakirle paylaşılarak ödenmiş olacaktır. Aslında bunlar toplanıp Allah adına
fakirle paylaşım hakkına dönüşmektedir.
Malından fedakârlık yapıp fakirle paylaşmak erdemi için verilen bir emir durumundadır. Bir bakıma bu paylaşım, onların yaratana inanmalarının bir delili olmaktadır.
3. İsraf etmemek. Bu meyvelerden yerken
israfa gitmemek, onları insanların faydasına sunmak gerekir. Çünkü Allah israf
edenleri sevmez. Müfessirler âyetteki "İsraf etmeyiniz!" emrini,
farklı mânalarda yorumlamışlardır: "Mahsûlün tamamını verip kendinize
ayırmazlık etmeyiniz; sadaka vermezlik etmeyiniz; ekin ve davarlarınızı putlar
adına vermeyiniz; Allah'a isyan konusunda harcamayınız" anlamında
almışlardır. Bu mânaların tamanını kabul etmekte yarar vardır. Çünkü hepsinin
Kur'ân'ın ruhu ile ilgisi vardır.
Netice olarak diyebiliriz ki, yaratıcıyı tanımak ve O'na inanmak,
paylaşım için zekât ve sadakasını vermek ve israfa gitmemek konuları bu âyetin
temel kavramları olmuştur. Âyetin çatısı bunlardan oluşurken, mal ile insanın
ilişkisi ele alınmış, bu ilişkiden hareket edilerek Allah ile ilişkinin
bilincine varılmıştır.
Tabiat kitabından çıkarılacak mâna, onun tesbîhi ile Allah'a varma ve
kudretini tabiatta görme suretiyle dar kafalılığı bir tarafa bırakmanın eğitimi
verilmektedir. Bu âyette yakından uzağa metodu kullanılmakta, paylaşımın önemi
öne çıkarılmakta, 136. âyette anlatılan müşriklerin uygulamasına alternatif ve
doğru olan bir uygulama şekli sunulmaktadır.
[104]
142. Hayvanlardan yük taşıyanı da, tüyünden döşek yapılanı da yaratan
yine O'dur. Allah'ın size verdiği nzıklardan yiyiniz, şeytanın ardına
düşmeyiniz. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.
Bu âyet 138-139. âyetlerin bir devamı mahiyetindedir. Bu âyetten
çıkarılacak genellemeler de şunlardır:
1. Tek yaratıcı Allah'tır. Âyetin birinci bölümünde
Allah'ın yaratıcılık sıfatı gündeme getirilmektedir. Yük taşıyan hayvanlarla
yününden döşek, yaygı yapılan hayvanların gözlenmesi ile varılacak nihaî
noktanın, yaratıcının varlığı olduğuna işaret edilmektedir. Âyetin bu bölümünde
geçen hamule kelimesi, "hamal" kelimesinin başka bir kalıpta
söylenen şeklidir. Arapça "yük taşıyana hamal" veya
"hamule" denmektedir.
Ferş kelimesi, iki mânaya alınmıştır: Birisi henüz binilme çağma
gelmemiş küçük hayvan, diğeri de yününden, kılından döşek, yaygı, sergi, çorap
yapılan hayvandır. Bu mânalardan hangisini tercih edebiliriz? Bakara sûresinin
22. âyetine bakarsak, orada döşek anlamında fırâş kelimesi geçmektedir. Ferş
ile fırâş aynı kökten gelen kelimelerdir: "O rab ki, yeri sizin için bir
döşek yaptı".
Diğer taraftan En'âm sûresinin 141. âyetinde, yenen meyvelerin benzer
ve benzer olmayanları ele alınmıştı. Burada da hayvanların çok farklı
olanlarına dikkat çekilmektedir. Yük taşıyanlarla yününden ve kılından
istifade edilenler gibi, arada çok büyük farkların olduğunun tesbit edilmesi
istenmektedir. Aslında tesbit edilecek olan bu farklardan, istifade edilen bu
nimetlerden hareketle Allah'a varmanın yolu aranmakta veya takdim edilmektedir.
2. Âyetin ikinci bölümünde helâl rızık, "Allah'ın verdiği rızık" olarak tanımlanmaktadır. Bunun anlamı, Allah'ın sizin yemeniz için belirlediği rızıklardır. Âyetin birinci bölümüne dönersek, yününden kılından istifade edilen hayvanların, aynı zamanda etinden istifade edilen hayvanlar anlamına geldiğini söyleyebiliriz. O zaman 138-140. ve 142-144. âyetler-deki konulara açıklık getirilerek, İslâm öncesi Araplar'in koyduğu tabu ve yanlış fetvaların ortadan kaldırıldığı söylenebilir. Bunun başka bir anlamı da Mâide sûresinin 3-4. âyetlerinin işletilmesini öngörmektedir. Başka bir ifade ile gıda olarak istifade edilecek hayvanların tesbitinin Allah'a ait olduğu ilkesi vurgulanmaktadır.
Allah'ın helâl kıldığı rızıkların dışındakileri gıda olarak kullanmak
ne anlama gelmektedir? Bu sorunun cevabı, âyetin devamında verilmektedir.
Böyle bir iş şeytana uymaktır. Onun içindir ki Allah, "Sizin apaçık
düşmanınız olan şeytanın ardına düşmeyiniz!" emrini vermektedir. Demek ki
haram lokma yiyen insan şeytanın yolundan gitmekte, şeytan ona bir tasma
takarak durmadan çekmektedir.
"Allah'ın size verdiği rızık" ifadesinden çıkarılacak başka
bir ilke de şudur: Bir rızkın helâl olup olmadığını belirleyecek olan yegâne
güç, Allah'tır. Müşriklerin yaptığı gibi haramı helâl, helâli haram kılmak
yanlıştır. Âyetin sonunda, bu şekilde davranmanın düşmanının peşinden gitmek olduğu
söylenmektedir. 140. âyette bahsedilen dar kafalılık ve cehalet budur. Her
haram lokma, çocukların asaletine, şahsiyetine sıkılan bir kurşundur. Çünkü
haram lokma, toplumun asaletini yıkmaktadır. Toplumun asaletini yıkan her şey
de toplumun düşmanıdır. Haram lokmanın kendisi şeytandır. Haram lokma insana
tatlı geldiği için peşinden koşturmaktadır. Genel mânada bu âyet, İslâm öncesi
Arap toplumunun gelenek halindeki hayvansal gıdalar konusundaki görüşlerinin,
uygulamalarının yanlışlığını gündeme getirip ortadan kaldırmaktadır.
[105]
143. (Dişi ve erkek olarak) sekiz eş yarattı: Koyundan iki, keçiden
iki... De ki: "O, bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki
dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram etti? Eğer doğru iseniz bana
ilimle söyleyiniz".
Bu âyet, bir önceki âyetin devamı ve 138 ile 139. âyetlerdeki İslâm
öncesi Arap toplumunun görüşlerinin bir tenkidi mahiyetindedir.
1. Allah çift çift
yaratmıştır. Canlıların üremesi çiftli sistem üzerinedir: "Şurası
muhakkak ki, atıldığında meniden erkek ve dişiden ibaret olan iki çifti O
yarattı" (Necm 53/45-46). Bunun anlamı, erkek ve dişi olarak yarattı,
demektir. En'âm sûresinin 143. âyetinde de hayvanlardan sekiz çift yaratıldığı
açıklanmaktadır. Bu sekiz çiftin eti yenen hayvanlar olduğu anlaşılmaktadır.
'ey "Koyundan iki çift"; "Keçiden iki çift". Birincideki
da'n kelimesi, yünü olan davar, yani koyun demektir. ma'z da kılı olan, yani
keçi anlamını ifade etmektedir. Böylece bu âyette iki çift ele alınmaktadır.
2.
Yüce Allah bir soru soruyor:
"De ki: 'O, bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin
rahimlerinde bulunan yavruları mı haram etti?" Âyetin bu kısmı, En'âm
sûresinin 139. âyetine bir cevap ve tenkit durumundadır. 139. âyet şöyleydi:
"Şu hayvanların karınlarında olanlar yalnız erkeklerimize aittir,
kadınlarımıza ise haram kılınmıştır. Şayet ölü doğarsa, erkek kadın onda
ortaktır". Onların yanlış düşünceleri düzeltilirken, yukarıdaki soru
sorulmaktadır. Onların koyduğu yasağı, Allah tasvip etmediği için bu soruyu
sormaktadır.
3. Fetva bilgiye dayanmalıdır.
"Eğer doğru iseniz bana ilimle söyleyiniz". Bunun anlamı, "Bana
bilerek söyleyiniz", yani zanna dayanarak konuşmayınız. En'âm sûresinin
136. âyetinde "zanlarınca" fetva verdiklerini belirlemiş, aynı âyetin
sonunda kötü hüküm verdikleri değerlendirmesi yapılmıştı. 38. âyette iftira
ettikleri, 139. âyette değerlendirdikleri şeklinde ifade edilen bu davranışlar,
bilgiye dayandınlmadığmm bir göstergesi olmaktadır.
"Bana bilgi ile söyleyiniz! " denirken, verilecek fetvaların, haram ve helâl şeklindeki açıklamaların bilgiye dayandırılmasının zorunluluğu ifade edilmektedir. Zanna göre değil de bilgi ile konuşmak gerekir. Mâide sûresinin 143. âyetinde yer alan "Bana bilgi ile söyleyiniz!" emri, günümüz din eğitiminin en büyük sorunlarından biridir. Din âlimi ve görevlileri ilâhî vahye dayanmadan haram alanında fetva vermemelidirler. Allah Hz. Peygamber'den bunu söylemesini isterken, fetvaların kaynağının tesbit edilmesini emretmektedir. Fetva zanna dayanılarak verilemez ve verilmemelidir. [106]
144. Develerden de iki, sığırdan da iki (yarattı). De ki: "O,
bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde
bulunan yavruları mı haram kıldı? Yoksa Allah'ın size böyle vasiyet ettiğine
şahit mi oldunuz? Bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan
uydurandan kim daha zâlimdir? Şüphesiz Allah, o zâlimler topluluğunu doğru
yola iletmez.
143. âyette koyun ve keçi çiftleri ele alındıktan sonra, 144. âyette de
develerin ve sığırların çifti söz konusu edilmektedir. Bunlar konusunda da,
koyun ve keçiler için sorduğu soruyu sormaktadır. Bu soru, daha önce onların
verdikleri zanna dayanan fetvalarının bir tenkidi durumundadır. Zanna dayanan
kötü hüküm ve değerlendirmelerin meydana getirdiği kirlenmeyi ortadan
kaldırmak için sorulmaktadır.
1.
Emir verilirken
şahit olmak gerekir.
Yüce Allah, "Yoksa Allah'ın
size böyle vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz?" sorusuyla, konuyu ilginç
bir noktaya taşımaktadır. Râzî bu konuyu şöyle açıklıyor: Siz hiçbir peygambere
inanmamış olduğunuz halde, Allah bunu haram kılarken orada mıydınız? Peygamberi
kabul etmeyenler, helâl-haram hükümlerine nasıl girebilirler? Bundan anlıyoruz
ki, İslâm öncesi Arap toplumunda, helâl ve haram kavramı olduğu kadar, kutsal
kavramı kültürü de gelişmişti. 138. âyette geçen ve bizim haram diye
yasakladığımız hicr; 139. âyette muharrem; 140. âyette geçen herramû
kavramları, onlarda haram ve helâl kültürünün olduğuna delil teşkil
etmektedir. Çok tanrılı bir din anlayışına sahip olmalarına rağmen,
helâl-haram kültürünü geliştirmişlerdi.
Onların yaptıkları hatâ, haram ile helâlin yerini değiştirmeleri, helâl
olana haram, haram olana helâl demiş olmaları idi. Onun içindir ki, Allah, o
çiftleri ve onların karnındaki yavruları kendisinin haram kılmadığını anlatmaktadır.
"Yoksa Allah'ın size böyle vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz? "
denirken, kendilerinin vahiy alıp almadıkları sorulmaktadır. Peygambere ve onun
getirdiği vahye inanmayanların, böylesine fetva verip görüş beyan etmelerine
karşılık kendilerinin vahiy alıp almadıkları sorulacaktır.
Böyle bir emrin Allah tarafından verildiğine dair delil istenmektedir.
Günümüzde din adına soru soranlar, kendilerine fetva verenlere delillerini ve
delillerini neye dayandırdıklarını da sormaları gerekir. Bu sorular dinde
yanlış fetva vermeyi önlemekte yararlı olacaktır.
2. Allah'a iftira zulümdür.
Adalet, "bir şeyi yerli yerine koymak" olduğuna göre, zulüm de
"bir şeyi yerli yerine koymamak"tır. Dinde zulüm, Allah'ın vahyinin
yerli yerine konulmaması, kişinin kendi görüşünü Allah'ın fetvasının yerine
koyarak insanlara sunmasıdır. Allah'ın dediğini demedi, demediğini dedi gibi
göstermektir.
"Bilgiye dayanmadan insanları saptırmak için Allah'a yalan
uydurandan kim daha zâlimdir?" beyanıyla, insanın niçin Allah'a yalan
uydurduğunun sebebi gündeme getirilmektedir. "Bilgiye dayanmadan
insanları yoldan çıkartmak" bu iftiranın amacını teşkil etmektedir. Daha
önce böyle bir iftiranın zulüm olduğu açıklanmıştı. En'âm sûresinin 21, 93;
A'râf sûresinin 37; Yûnus sûresinin 17; Hûd sûresinin 18; Ankebût sûresinin 68.
âyetlerinde, Allah'a yalan iftira etmenin zulüm olduğu vurgulanmıştır.
Dikkat edilirse, "bilgiye dayanmadan" ifadesine yer
verilmekle, bilginin önemi vurgulanmaktadır. Buradaki bilgiden kasıt, birinci
derecede Allah'ın vahyi konusunda, daha sonra da yasaklanan şeyin mahiyeti hakkındaki
bilgidir. Böylece bilgiye dayanmaksızın verilecek fetvaların insanları yoldan
çıkaracağına da işaret edilmektedir. Sapık yol, bilgisizliğin yoludur. İnsanları
sapıklıktan kurtarmanın yolu, onları bilgilendirmektir. Din konusunda yanlış
fetva verenler, insanları yoldan çıkarmaktadırlar.
3. Zâlim toplumu Allah doğruya
iletmez. Allah'a iftira eden kimse, aslında toplumu Allah'tan
uzaklaştırmaktadır:
"Şüphesiz Allah, o zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez"
buyurulur-ken, uzaklaşmaya işaret edilmektedir. Doğru yola iletmemek,
durumlarına alâka duymamak, kötü hallerini düzeltmeleri için yardımda
bulunmamak, onları aydınlığa çıkarmak gibi desteğinden mahrum bırakmaktır.
[107]
145. De ki: "Bana vahyedilende leş veya akan kan veya iğrenç bir şey olan domuz eti veya üzerinde Allah'tan başka bir ismin anıldığı günahkârca bir kurban dışında, yenmesi yasak olan hiçbir şey bulamıyorum. Ama kişi zaruret içindeyse, başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak üzere yiyebilir, Rabbin affedici ve merhamet sahibidir".
Âyet, din eğitiminde çok önemli bir sorunu ve bu sorunu çözme yolunu
göstermektedir.
1. Peygamber bile haramı,
vahiyde arayacaktır. "De ki: 'Bana vahyolunanda ... yasak olanı bulamıyorum".
Şimdi âyetin bu kısmına bakarsak, şu iki şeklin şekillendiğini görebiliriz:
a) Bir şeyin haram olup
olmadığını vahiyde aramak Allah'ın emridir.
b) Bu arayışı yapan ve ilk
defa onu hayata geçiren Hz. Peygamber-'dir. Öyle ise aynı zamanda Hz.
Peygamber'in sünnetidir.
Bu iki şekillenmeden hareketle diyebiliriz ki, din âlimleri neyin haram
olduğuna dair bilgiyi Kur'ân'da ararlarsa, hem Allah'ın emrini, hem de
peygamberin sünnetini yerine getirmiş olurlar. Allah, Hz. Peygamber'in
Kur'ân'dan ayrılarak fetva vermesini istemiyor. Fetva, Kur'ân'da arandığına
göre, din bilginlerinin de orada araması gerekir.
Ölü, akan kan, domuz eti ve Allah'ın dışında biri için kesilen kurbanın
haram oluşu, Mâide sûresinin 3. âyetinde açıklanmıştı. Domuz eti, pislik;
başkası adına kesilen de fısktır. Fışkın ne olduğu da En'âm sûresinin 121.
âyetinde anlatılmıştı.
2. Zor şartlar. En'âm sûresinin 119.
âyetinde "Çaresiz kaldığınızın dışında" denirken, burada da,
"Kim yemek zorunda kalırsa " buyurulmaktadır. Zaruret halinde,
yukarıda yasaklanan hayvanî gıdalara müsaade edilmektedir. Bu zaruretlerde
hayatî tehlikenin şart olduğu bilinmelidir; meselâ ameliyat halinde kan almak,
organ nakli için domuz organını kullanmak, gibi. Zaruretin haram olan şeylerden
yenmesine müsaade getirmesinin yanı sıra, nasıl yeneceğine de ışık tutulması
gerekir. Âyetin devamında yeme işinin nasıl olacağı açıklanmaktadır:
"başkasına zarar vermemek", "ve sınırı aşmamak". Aynı
kavramlar, Bakara sûresinin 173. âyetinde de geçmektedir.
Mâide sûresinin 3. âyetinde, söz konusu kavramlara şu mânalar verilmektedir:
"Kim gönülden günâha yönelmemek kaydıyla, açlık halinde dara düşerse
" buyurulurken, günâha düşmemek kaydıyla hükmü getirilmektedir.
"Zaruretler haramı mübâh kılar" ilkesinden hareket edeceğiz, ama
haddi aşmamak, başkasına zarar vermemek ve günâha düşmemek kaydıyla. Zot
şartları istisna eden Allah, bu alana affedici ve merhamet edici sıfatlarıyla
müdahale ettiğini ve edeceğini âyetin sonunda belirlemektedir. Haramdan
sakınmak, zaruretleri tesbit edip karar vermek çok zor olduğundan, insanların
hatâ yapma ihtimali vardır. Bu ihtimal, Allah'ın affını ve merhametini devreye
sokmaktadır, ama bunun için insanın af dilemesi ve tövbe etmesi gerekir. Allah
âyetin sonunda "Ben buradayım, sen de gerekeni yap" buyurmaktadır.
[108]
146. Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında veya bağırsaklarında taşıdıkları, ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğruyu söyleriz.
Bu âyeti açıklarken sebep-sonuç ilişkisini kurmaya çalışacağız.
1.
Gıdadan mahrum bırakmak bir
cezadır. Bu âyetle, eğitimde, hukukta ve siyasette çok önemli bir cezaya
işaret edilmektedir. Çocukları dövmek yerine belli yemeklerden, belli zaman
dilimi içerisinde mahrum bırakmak etkili bir cezadır. Katıksız hapis de hukukî
bir ceza olabilir. Devletler arası ilişkilerde bazı ticarî mallarda ambargo uygulamak
bir ceza olabilir ve bugün bu ceza şekli
revaçtadır. Allah yahudilere,
"Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezadır" derken,
zulümlerine karşılık olarak onları gıdadan mahrum bıraktığını vurgulamaktadır.
Sebep zulüm, neticesi de gıdadan mahrum olma cezasıdır.
2. Yahudilerin yaptıkları
zulüm neydi? a) Peygamberleri
öldürmeleri (Nisa 4/155), b) Rüşvet
almaları (A'râf 7/169), c)
Kelimelerin yerlerini değiştirmeleri (Mâide 5/13), d) Birbirlerini vatanlarından çıkarmaları ve birbirlerini öldürmeleri
(Bakara 2/84-85), e) Allah'ın
kitabını arkalarına atmaları (Bakara 2/101), f) Allah'ı görmek istemeleri (Nisa 4/153; Bakara 2/55), g) Cumartesi balık avlamaları (Bakara
2/65), h) Haramı helâl, helâli haram
saymaları (Bakara 2/79-80; Âl-i İmran 3/78). Bu ve buna benzer fiilleri
sebebiyle Allah onlara, belli gıdalardan mahrum bırakma cezasını vermiştir.
3. Gıda mahrumiyeti hangi
konularda oldu? Buna âyette şu şekilde cevap verilmektedir a) "İnek ve koyunun iç yağlarını haram kıldı". Bu
hayvanların sırtlanndaki yağlar, bağırsaklarının yüzeyine sarılan yağlar,
kemiklerine karışmış olan yağlar haram değildir, b) "Bütün tırnaklı hayvanlar haram kılındı". Bu ceza
şekli, aslında onlara has bir ceza şekli olmaktadır. Ama günümüzde ve
gelecekte bu cezanın uygulanmaması, âyetin evrenselliğine bir sakınca getirmez
mi? Bu soruya "elbette getirecektir" cevabını verdikten sonra, nasıl
sorusunu da cevaplandırmak gerekir.
Zalimlikleri ve Allah'ın nimetlerinin kıymetini bilmeyip ona şükretmemeleri
sebebiyle gıdalardan bazı mahrumiyetleri uygulamaktadır. Fakat insanların çoğu
bunun farkında değildir. Biz farkında olmadan bazı nimetlerin darlığını
çekiyoruz. Bakara sûresinin 155. âyetinde açıklandığı gibi, mallardaki
noksanlaşma ile Allah bizi imtihan etmektedir.
Zaten âyetin sonunda yer alan "Biz elbette sâdıklarız"
ifadesi, iki mânaya alınmalıdır. "Onlara bu cezayı uyguladığımıza dair haberimizde
doğruyuz. Diğer taraftan, gelecekte böyle uygulamaları yapacağımız meselesinde
de doğru söylüyoruz". Şimdi bu âyetten çıkarılacak ilkeleri
söyleyebiliriz. Yüce Allah, gıdadan mahrum bırakmanın eğitici ve caydırıcı bir
yönü olduğunu gündeme getirmektedir. Zulüm bu tip cezanın uygulanmasına sebep
olmaktadır.
[109]
147. Eğer seni yalanlarlarsa, de ki: "Rabbiniz geniş bir rahmet
sahibidir. Bununla beraber O'nun azabı, suçlular topluluğundan
uzaklaştırılamaz".
Hayvansal gıdalar konusunda 118. âyetteki açıklamalardan sonra böyle
bir âyetin gelmesi, yahudi ve putperestlerin bu ilkeleri yalanlayabilecekleri
ihtimalini gündeme getirmektedir.
1.
Âyetin başında yer alan
"eğer senin yalan söylediğini iddia ederlerse " ifadesinde de, kimin
yalanlamasına işaret edilmektedir? Bu âyetin, hemen bir önceki âyete işaret
ettiğini kabul edersek, yahudileri konu edindiğini söylemek mümkündür. Ama 136.
âyetten itibaren düşünürsek, putperestleri de içine aldığını söyleyebiliriz.
Allah kimin yalanlanacağını söylemediğine göre, ifadenin genel olduğunu söylemekte yarar vardır. Çünkü, 146. âyette yahudilere verilen ceza gündeme getirilmektedir. Diğer taraftan şu gerçeğe de işaret etmek gerekir: "Eğer seni yalanlarlarsa " ifadesinde yer alan "sen" zamîri, sadece peygamber değil, bu âyeti okuyup bu işle meşgul olan herkesi kapsamaktadır.
2.
Yalanlamanın ardından, Hz.
Peygamber'e ne söyleyeceği öğretilmektedir. "De ki: 'Rabbiniz geniş
rahmet sahibidir". Buradaki genişlik kavramından, sonsuzluk
kastedilmektedir. Yalanlayanlara Allah'ın rahmetinden bahsedilmesinin sebebi ne
olabilir? Allah, affetmekten yana olduğunu, yalanlamaktan vazgeçtikleri
takdîrde Allah'ın merhametini ve affını karşılarında bulacaklarını onlara
duyurmaktadır. Bir bakıma onları af dilemeye teşvik vardır.
3. Tövbe etmedikleri takdîrde,
hayvansal gıdalar konusundaki yalanlamalarından dolayı suçlu ilân
edilmektedir. Suçlu kaldıkları müddetçe Allah'ın azabı ile muamele
edilecektirler: "O'nun azabı, suçlular topluluğundan
uzaklaştırılamaz". Allah'ın koyduğu yasakların sınırlarını aşan, o
yasakları yalanlayanlara Allah'ın yapacağı azabı, vereceği cezayı engelleyecek
kimsenin olmadığı vurgulanmaktadır.
Buradan çıkarılacak netice şudur: Bir devletin koyduğu yasaları tanımayan, o yasaları çiğneyenleri cezalandırma yoluna gitmesi, onları âsi ve suçlu ilân etmesi olgusuna bu âyette işaret edilmektedir. Asırlarca önce Allah, koyduğu haramları tanımayan ve onları çiğneyip geçenleri suçlu ilân etmektedir. Ama öncelikle, onların doğru yola gelip kazanılmalarını, Allah'ın merhametinden istifade etmelerini teşvik etmektedir.
Böylece âsi olan, devlete karşı suç işleyenlerin, cezalandırılmalarından
önce kazanılmaları gerektiğinin ilkesini insanlığa sunmaktadır. Devletin
kazanma çabasına tepki göstermeleri de onların suçlarını iki katma çıkartmaktadır.
Allah'ın, kendi haramlarını yalanlayanlara önce rahmetini anmasının anlamı,
onları kazanmak içindir. "Buna da olumsuz cevap verenler mutlaka
cezalandırılacaktır" esasını gündeme taşımaktadır.
[110]
148. Müşrikler diyecekler ki: "Allah isteseydi, ne biz ne de
babalarımız ortak koşardı; bir şeyi haram yapmazdık. Onlardan önce
yalanlayanlar da öyle demişlerdi de sonunda azabımızı tatmışlardı". De ki:
"Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir
şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz ".
Bu âyet pek çok konuyu kapsamına almakta ve bu konuların kısaca
çözümünü sunmaktadır.
1. "Müşrikler diyecekler
ki: 'Allah isteseydi, ne biz, ne de babalarımız ortak koşardı; bir şeyi haram
yapmazdık". Âyetin bu kısmında iki konu vurgulanmaktadır:
a)
Şirk koşmalarının kabahatini
Allah'a atmaktadırlar. Kısaca Allah dileseydi, bize kendisine şirk koşturmazdı.
Hatta atalarımız da şirk koşmamış olurlardı. Allah bunu dilemedi ve biz o
sebeple müşrik olduk, demektedirler. İlâhî dilemenin yokluğu, bizi bu hallere
düşürmüştür. Âyet, sonunda bunlara cevap vermektedir. Bu iddianın bir zan ve
bir yalan olduğu değerlendirmesini yapmaktadır.
Onların bu iddiası zan ve yalandır, ama zan ve yalanı Kur'ân ile ispat
etmek gerekir. Şirk koşan insanın bu gönül eyleminin arkasında hangi irade
vardır? İlâhî irade ile beşerî iradenin etkinliği burada nedir? Kur'ân-'ın
genelinde genel geçer ilke, Allah daima iyiyi diler, ama kulun iradesi kötüden
yana ise, o takdîrde kötüyü diler. Demek ki şirkte önce kulun gönlündeki
oluşumlar gerçekleşir, sonra o oluşumlara göre ilâhî dileme devreye girer. Bu
durum nasıl ispat edilebilir?
Bir şeyi dilemek için o şeye karşı rızânın olması gerekir. Zümer sûresinin
7. âyetinde, Allah'ın rızâsının kulun inkârına değil, tam tersine şükrüne
olduğu vurgulanmaktadır: "Eğer inkâr ederseniz, şu bir gerçek ki ben
sizden uzağım, eğer inanırsanız, sizden buna razı olur".
Demek ki Allah kulunun inkârına razı olmadığı için inkâr etmesini de
dilemez. Kul inkâr ettikten sonra, Allah'ın dilemesi devreye girmektedir.
Allah'ın rızâsının olmadığı bir inanış veya bir eylemi Allah önceden dilemez,
kulun dilemesinden sonra diler. Zümer sûresinin 7. âyeti, bu esasa işaret
etmektedir. Diğer taraftan Zümer sûresinin 57-59. âyetleri bu konuya başka bir
boyuttan ışık tutmaktadır. "Veya Allah bana hidâyet verseydi, elbette ben
sakınanlardan olurdum diyeceği, yahut azabı gördüğünde: 'Keşke benim için bir
defa (dönmeye) imkân bulunsa da iyilerden olsam!' diyeceği günden sakınınız.
Hayır (dönemeyeceksin). Ayetlerim sana gelmişti, sen onları yalanlamış,
büyüklük taslamış ve inkarcılardan olmuştun ".
Zümer sûresinin 57. âyetinde görüldüğü gibi, hidâyet etmeme konusunda
Allah'a bir suçlama vardır. "Allah bana hidâyet etseydi, inkâr etmezdim
veya kötü yolda olmazdım. O bana hidâyet etmediği için bu yola düştüm"
demektedir. Bu ifade ile En'âm sûresinin 148. âyetindeki ifade aynıdır. En'âm
sûresinin 148. âyetinde bunun bir zan ve yalan olduğu söylendiği halde, Zümer
sûresinin 59. âyetinde şu ifadeye yer verilmektedir: "Sen yalanladın, sen kibirlendin ve sen
inkâr ettin". Âyetteki inkâr, kibir ve yalanın faili, insanın kendisi
olmaktadır. "Sen inkâr ettin!"; "Sen kibirlendin!" ve
"Sen kâfir oldun!" ifadelerindeki o te harfi, eylemin failini
belirlemektedir.
Zümer sûresinin 59. âyetinden hareket ederek, En'âm sûresinin 148.
âyetine dönersek, şirki bizzat müşriklerin koştuğu söylenebilir. Kendileri
şirkin kötü olduğunu anladıkları halde, "Allah dikseydi ne biz ne de
babalarımız şirk koşardı" demekle, kabahati Allah'a yüklemiş oldular.
b) Haram fetvası vermelerini
de Allah'a bağlamaktadırlar. "Allah dikseydi, biz hiçbir şeyi haram
kılmazdık" demeleri, ikinci bir zan ve yalan olmaktadır. Neyi kendi
kafalarından, kendi zanlanndan haram kılmışlardı? En'âm sûresinin 138 ve 139.
âyetlerindeki açıklamalarda yer almıştı: "Onlar, saçma düşüncelerine göre
dediler ki: 'Bu (tanrılar için ayrılan) hayvanlarla ekinler haramdır. Bunları
bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlarda binilmesi yasaklanmış
hayvanlardır" (En'âm 6/138); "Dediler ki: 'Şu hayvanlardaki yalnız
erkeklere aittir, kadınlarınıza ise haram kılınmıştır" (En'âm 6/139).
Bu fetvaların Allah'a bir iftira olduğu ve bunu yapanların zâlim oldukları,
En'âm sûresinin 144. âyetinde ilân edildi. Bunun üzerine müşrikler,
"Allah dikseydi, bunları haram kılan fetvaları vermezdik" demekle suçu
Allah'a atmaktadırlar. Halbuki Allah onların iman etmelerini ve doğru fetva
vermelerini diler. Onların ilâhî dilemeyi herekete geçirecek irade ve
niyetlerini ortaya koymaları gerekirdi.
2.
"Onlardan öncekiler de
aynı şekilde (peygamberleri) yalanladırlar ve sonunda azabımızı tattılar".
Arap müşriklerinin Hz. Peygamber döneminde yaşayanların söyledikleri bu
sözlerin, daha sonraki nesiller tarafından veya daha sonraki toplumlar tarafından
söyleneceği ifade edilmektedir. Burada akla şu soru gelmektedir: Onlar bunu
nasıl söylediler? Bu sorunun cevabını verebilmek için Nahl sûresinin 35.
âyetine gitmek gerekir:
"Allah'a ortak koşanlar
dediler ki: 'Allah dileseydi ne biz ne de babalarımız ondan başkasına tapardık.
Onun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık. Onlardan öncekiler de böyle
yapmışlardı".
Demek ki gelecekte müşriklerin söyleyeceklerini ifade edilen En'âm
sûresinin 148. âyetindeki ifade, Nahl sûresinin 35. âyetiyle de desteklenmektedir.
Her iki âyette geçmişte de böyle davranıldığına işaret edilmektedir. O zaman
peygamberleri yalanlamak, insanlığın kirli ırmağında devam eden bir süreç
niteliğini taşımaktadır.
Hz. Peygamber döneminde yapılan bu yalanlama, geçmişte olduğu gibi
gelecekte de olacaktır. Gelecekte olacağı, En'âm sûresinin 148. âyetinde
belirtilmektedir. Demek ki inkâr ve yalanlamanın da insanlıkta bir geleneği
vardır. Eğitim vasıtasıyla "iyi", nesilden nesile aktarılırken, inkâr
ve yalanlama da aynı şekilde nesilden nesile intikal etmektedir. İnsanların dar
kafalılığı ve dar gönüllülüğü, cehaletleri bunu yaptırmaktadır.
Hz. Peygamber zamanındaki müşriklerin şirk koşmalarının ve haram
olmayanı haram kılmalarının suçunu Allah'a atmalarının ve gelecekteki
müşriklerin de böyle yapacak olmalarının neticesi ne olacaktır? Bu sorunun cevabı,
En'âm sûresinin 148. âyetinin devamında verilmektedir. "Sonunda azabımızı
tattılar". Burada Allah geçmişte böyle bir düşünce içerisinde bu şekilde
ifadede bulunanların cezalandırıldığını söyleyerek gelecekteki müşrikleri de
uyarmaktadır. Bu demektir ki, "Size de azabı tattıracağım".
3. "De ki: 'Yanınızda
bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz
ve siz sadece yalan söylüyorsunuz". Yüce Allah bu konunun bilgi ile
çözülebileceğini bu ifadesiyle ortaya koymaktadır. "Allah dileseydi biz
şirk koşmazdık ve bir şeyi haram kılmazdık" ifadesinin, bir bilgiye
dayandırılması ve bu bilginin açıklanması gerektiği buyurulmaktadır. Bu
ihtilaflı konuyu ancak bilgi çözümleyebilir. Allah onlardaki bilginin ortaya
konmasını istemekte ve emretmektedir.
Bu bilgiyi ortaya koyamadıkları takdîrde, zan peşinde koşmak ve yalan
konuşmakla itham olunacakları söylenmektedir. O zaman âyetin birinci bölümünde
söyledikleri, "Allah dileseydi, biz şirk koşmazdık ve hiçbir şeyi haram
kılmazdık" ifadeleri, zan ve yalandan ibarettir. Onlar yalanlarına tâbi
olduklarından, şirklerinde devam etmekte ve Hz. Peygamber'i
yalanlamaktadırlar. Ama âyetin son bölümünden şunu çıkartıyoruz: Zan ve yalan
sanki bir canlı varlık gibi insanı peşinden sürüklemekte, insan da ona tâbi
olmaktadır.
Zan ve yalanı insan öylesine kutsallaştırıyor ve öylesine büyütüyor ki,
Allah'a eş koşacak hale getiriyor. Kendisinden doğana tanrı diye tapınıyor.
Helvadan put yapıp ona tapıp sonra da onu yiyen müşrikler gibi, kafasında ürettiğine
tapınıyor ve sonra tapındığı zan ve yalan azap olarak ona geri dönüyor.
[111]
149. De ki: "Kesin delil Allah 'a aittir. Allah
dikseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi".
Bu âyet, müşriklerin ortaya koyabilecekleri bir
bilgiye, yani bir delile sahip olmadıkları anlaşılınca söylenen bir söz olarak
gündeme gelmektedir. 'De ki: 'Kesin delil Allah 'a aittir". Buradaki
hüccet kelimesi, "delil" anlamına gelmektedir. balığa kelimesi de
"gelişmesi tam olan" anlamına, burada ise "kesin" anlamına
gelmektedir. "Hiç eksikliği, hatası olmayan" demektir. Hâzin, bu
kelimeye "tam", Kâdî Beyzâvî "açık" mânasını vermektedir.
İbn Abbâs hüccetü'l-bâlığa terimine "vesika" demektedir. Bu
mânaların hepsi doğrudur.
Buradaki kesin, tam ve açık olan delil nedir? En'âm
sûresinin 149. âyetinin devamı bunu açıklamaktadır: "Allah dileseydi
elbette hepinizi doğru yola iletirdi". Demek ki Allah kulu dileyince onu
doğru yola iletmektedir. Kulunun dileği olmadan, onu hidâyete getirseydi, bu
hidâyetin ve âhiretteki ödülün hiçbir anlamı kalmayacaktı. Böyle bir dileme,
dayatma, zorlama ve şartlandırma anlamına gelecekti.
Allah bunun zorlama anlamına geleceğini Yûnus
sûresinin 99. âyetinde açıklamaktadır: "Eğer Rabbin dikseydi,
yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için
insanları zorlayacak mısın?" Böylece iman alanında zorlamanın olmayacağını
söyleyen Allah, kendi dilediğini kulunun dileğinden önce o alana sokmaktadır.
İmanın insanların gönlünde Allah'ın dileği ile değil
de, kendilerinin dilemesiyle olmasını buyurmaktadır. İnsana yararlı olan ve
iyi bir netice getiren başkasının dileği ile kazandığı değil, kendi dileği ile
kazandıklarıdır. Kendi ayaklan üzerinde duran, kendi kendine karar verebilen ve
kendi niyet ve dilemesiyle hareket eden insanların yetişmesi için Allah, iman
ve hidâyette kendi dileğini ilk sıraya koymamaktadır. Allah, kendi dileğini
buraya karıştırmamakta, peygamberine de karışmamasını emretmektedir.
Bu âyeti insan kendi hayatına uyarladığı zaman
ilginç neticelere ulaşmak mümkündür: Başkalarının niyetine, düşüncesine ve
kararlarına tam teslimiyetle hareket eden, kendi kendine karar veremeyen,
üretemeyen, kendi geleceklerini iradeli bir biçimde planlayamayan toplumlar hür
olamazlar, başkasımn isteğine göre hareket eden köleler haline gelirler.
Onun içindir ki Allah, kulunun kararı, dilemesi,
niyeti ve düşüncesiyle iman etmesini, doğru yolu aramasını istemektedir.
Böylece Allah kulunun gönlündeki oluşuma göre kendi dileğini yapmaktadır. Bu
durum insanlığa, insanların dilemesine, niyetlerine, kendi kararlarına müdahale
edilmemesinin öğretimini vermektedir. İnsanlık bu konuda Allah'ı örnek alıp
insanların gönlüne hükmetmeyi ve onları kendi felsefelerine uyma konusunda
zorlamayı bırakmalıdır.[112]
150. De ki: "Allah şunu yasak etti, diye
şehâdet edecek şahitlerinizi getiriniz! Eğer onlar şahitlik ederlerse, sen
onlarla beraber şahitlik etme! Âyetlerimizi yalanlayanların ve âhiret gününe
inanmayanların arzularına uyma! Onlar Rablerine eş tutuyorlar".
Bu âyetten günümüze ait çıkarımlarda bulunacağız.
Âyetin daha önceki Bökii tamamlayıcı bir niteliğe sahip olduğunu da söylememiz
gerekir.
1.
"De ki: 'Allah şunu
yasak etti Mye şehâdet edecek şahitlerinizi getiriniz!" Âyetin bu kısmı,
hâlâ müşriklerin 138.139 ve 143-145. âyetlerde geçen keyfî yasakların
tenkidini yaptıktan ve onların Allah'a iftira olduğunu söyledikten sonra, 148.
âyette konunun bilgiyi bu âyette de şahitleri istemektedir. Allah'ın bu
âyetlerdeki hükümleri, açıklamaları ve değerlendirmeleri, yanlış hüküm, Allah'a
iftira ve şirkle kirletilen din alanım temizlemeyi amaçlamakta ve bunun
eğitimini vermektedir.
'Allah bunu haram kıldı" diyen din
bilginlerinden, önce delil sonra da $âint istemek gerekir. Kimse dînî alanda
bilgisiz, delilsiz ve şahitsiz konuşmamalıdır. En'âm sûresinin 145. âyetinde
Kur'ân'dan delil, 148. âyetinde bilgi. 150. âyetinde de şahit istenmektedir.
Günümüzdeki din âlimi ve görevlileri bu metoda uymak zorundadırlar. Bu keyfî
bir kural değil, tam aksine yukarıda verilen üç âyette Allah'ın emrettiği bir
metot ve kural olmaktadır.
Din eğitimi faaliyeti, insanlara Kur'ân'dan âyet,
bilgi ve şahitle konuşacak din bilgini ve görevlileri yetiştirmelidir. Bu
görevi ve amacı yerine getirmeyen dînî eğitim insanları dinden uzaklaştırır.
Kur'ân'ın, bilginin, delilin ve şahidin olmadığı bir fetva alanı, tam bir
kargaşa, dağınıklık ve perişanlık manzarası arzedecektir.
2.
'Eğer onlar şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber
şahitlik etme! Âyetlerimizi yalanlayanların ve âhiret gününe inanmayanların
arzularına uyma! Onlar Rablerine eş tutuyorlar". Âyetin bu kısmı Allah'a
eş koşan, âyetlerini yalanlayan ve âhirete inanmayanlara karşı takınılacak
tavrı belirlemektedir.
a) "Eğer onlar şahitlik
ederse, sen onlarla beraber şahitlik etme!" Demek ki müşrikler yalan yere
şahitlik edebilmektedirler. Yalan yere şahitlik etmek onların karakteri haline
gelmiştir. Bunlara karşı takınılacak en önemli tavır, seviyelerine inmemek ve
onlarla beraber hareket etmemektir.
b) "Âyetleri-mizi yalanlayanların
ve âhiret gününe inanmayanların arzularına uyma! Onlar Rablerine eş
koşuyorlar". Bunun anlamı şudur: 136, 137, 138, 139, 140 ve 148. âyetlerde
müşriklerin verdikleri fetvalar, tamamen nevalarından kaynaklanmaktadır. Demek
ki akıl kaynaklı bilginin yanı sıra bir de hevâ kaynaklı bilgi vardır. Hevâ
kaynaklı olan bilgi, zan ve yalandır. Akıl kaynaklı olan ise gerçektir.
Allah bu âyette müşterek hevâdan bahsetmektedir.
Onun için hevâ kelimesini çoğul olarak kullanmaktadır. Öyle görülüyor ki hevânın
etrafında toplanmak, aklın, bilginin ve delilin etrafında toplanmaktan daha
kolaydır. Hevânın bu çekiciliğinin Hz. Peygamber i etkilememesi için Allah bu
emri vermekte ve onların hevâsına uymamasını istemektedir.[113]
151. De ki: "Gelin Rabbinizin size neleri haram
kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, ana babaya iyilik
ediniz, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz! Sizin de onların da
rızkını biz veririz; kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayınız ve Allah'ın
yasakladığı cana haksız yere kıymayınız! işte bunlar Allah'ın size
emrettikleridir. İşte düşünesiniz diye Allah size bunları emretti".
152. Rüşd çağına erişinceye kadar yetimin malına, sadece
en iyi tutumla yaklaşınız; ölçü ve tartıyı adaletle yapınız! Biz herkese ancak
gücünün yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi
olsa adaletli olunuz; Allah'a verdiğiniz sözü tutunuz. İşte hatırlayıp öğüt
alasınız diye Allah size bunları emretti.
153. Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyunuz,
(başka) yollara uymayınız; zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte
sakınmanız için Allah size bunları emretti.
Bu üç âyet birbirinin tamamlayıcısı olduğundan bir
bütün teşkil etmektedirler. Aslında, müşriklerin kendi zan ve yalanlarına
dayanarak verdikleri haram fetvalarına hem bir cevap hem de onları düzelten bir
özellik taşımaktadırlar. 151 ve 152. âyetler Allah'ın haram kıldığı ve bizim
temel haklar diye nitelendirdiğimiz konuları ele almaktadır.
1-
"De ki: 'Gelin, Rabbinizin
size neleri haram kıldığını okuyayım". Dikkat edilirse Allah, Hz.
Peygamber e nelerin haram olduğunu bildirip onları okumasını, yani öğretmesini
emrediyor. Oradaki haram alanına Hz. Peygamber in müdahele etmesine müsaade
etmiyor. Allah'ın Hz. Peygamber Üen müşriklere öğretmesini istediği haramlar
(haklar) nelerdir?
a) "Allah'a hiçbir şeyi
ortak koşmayınız!" Bütün peygamberler birinci derecede şirkle mücadele
ederek, şirkin kirliliğini gönüllerden temizleyip tevhîd inancının gönüllerde
yeşermesine gayret etmişlerdir. Allah'a eş koşmayıp Allah'ın bir olduğuna
inanmak Allah'ın hakkıdır. İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi hde yer almayan
bu hak, Kur'ân'ın haklar beyannâmesinde birinci sırayı işgal etmektedir.
Hak sahibine hakkını vermek adalet, aksi ise
zulümdür. Bu tanımdan hareket edersek diyebiliriz ki, Allah'ın hakkı ona şirk
koşmamaktır; yani onu birlemektir. Allah'a bu hakkını vermemek, yani ona şirk
koşmak, bu sebeple Lokman sûresinin 13. âyetinde zulüm olarak tanımlanmaktadır.
b) "Anne babanıza iyilik
yapınız!" Dikkat edilirse Allah, anne babaya iyilik yapma konusunda emir
vermemektedir. Bunun ne anlama geldiği Bakara sûresinin 83. âyetinde anlatıldı.
Onun için burada anne babaya iyilik konusu anlatılmayacaktır. Sadece, bu
iyiliğin anne baba hakkı olduğunu söylemekle yetineceğiz. Demek ki anne babaya
iyilik yapmak bir seçe-
c)
"Fakirlik korkusuyla
çocuklarınızı öldürmeyiniz!" Biz buna "hayat hakkı" diyoruz.
Çocuğun hayat hakkı anne karnında başlamakta ve doğduktan sonra da devam
etmektedir. Benzer bir âyet de İs-râ sûresinin 31. âyetidir. Çocukların
öldürülmesinin ne anlama geldiği En'âm sûresinin 137 ve 140. âyetlerinde
açıklandı. Ekonomik endişe yüzünden, çocukların hayat haklarının ellerinden
alınamayacağım vurgulayan bu âyet, hayat hakkına farklı bir boyut
kazandırmaktadır. Bütün insanların rızkını Allah'ın verdiğine dair iman, bu
hakkı çiğnemeyi önleyecektir.
d)
"Kötülüklerin açığına
da gizlisine de yaklaşmayınız!" Biz buna "toplumun hakkı"
diyebiliriz. Çünkü toplum bizden ahlâkî yapının, ahlâkî değerlerin ayakta
tutulmasını istemektedir. Bize sunduklarıyla toplum bu hakkı elde etmektedir.
Gizli ve açık kötülüklere yanaşmak, onları işlemek toplumun hakkını
çiğnemektir.
e) "Ve Allah'ın
yasakladığı cana haksız yere kıymayınız!" Yukarıda, "c"
şıkkında özel anlamda çocuğun hayat hakkına işaret edildi, burada ise genel
mânada hayat hakkına dikkat çekilmektedir. Bu konu Mâide sûresinin 32. âyetinde
de açıklandı. "Bir kişiyi öldürmenin bü-riin insanlığı öldürmek"
kadar korkunç bir eylem olduğunu söyleyen Tevrat ve Kur'ân, aynı zamanda bir
canı kurtarmanın bütün insanlığı kurtarmaya denk olduğunu vurgulamaktadır.
En'âm sûresinin 151 ve Furkân sûresinin 68. âyetlerinde hayat hakkına haksız
yere dokunulamayacağı ilkesi yer almaktadır.
f)
"Rüşd çağına erişinceye
kadar ye-r.min malına sadece en iyi tutumla yaklaşınız!" Biz buna kısaca
"yetim hakkı" diyoruz. Yetimin malına dokunulmaması emredilmektedir.
Kur'ân yetimin haklarına dokunulmazlık ilkesini getirirken, haklar sistemine
çok önemli bir hakkı daha ilâve etmektedir. Aynı hak, İsrâ sûresinin 34. ve
Nisa sûresinin 10. âyetinde de konu edilmektedir.
g) "Ölçü ve tartıyı
adaletle yapınız!" Ekonomik haklardan, "tüketici hakkı" adını
verebileceğimiz bir konu ile karşı karşıya-yiz. Aslında bunun adma biz kul
hakkı diyebiliriz, ama kul hakkı çok geniş "sır alana yayıldığı için bu
ismi veremiyoruz. Âyetin bu kısmındaki emir, tüketiciyi koruma kanunu
niteliğindedir. Aynı konu İsrâ sûresinin 35. Âyetinde şu şekilde ifade
edilmektedir: "Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçünüz ve doğru terazi ile
tartınız! Bu, hem
daha iyidir hem de neticesi bakımından daha
güzeldir".
h) Adaletin hakkı. En'âm
sûresinin 152. âyetinde hukukun yanıltılma-ması ilkesi gündeme getirildiğinde,
"Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli olunuz!"
buyurulmaktadır. Bu konu Nisa sûresinin 135. âyetinde detaylı bir şekilde ele
alındı. İnsanlar evrensel bağlamda mahkemede şahitlik yaparken, hâkim olarak
karar verirken, hukukun gereğini yerine getirmek için adaleti elden bırakmamalıdır.
Çünkü âdil olmayan insanlar hukukun hakkını çiğnemektedirler. Aslında bu hak da
insanların haklan arasında yer almaktadır. Konuştuğunda doğruyu söylemeyen
insanlar, aslında kul hakkını çiğnemektedirler.
i) Allah hakkı. "Allah'a
verdiğiniz sözü tutunuz!" buyuru-lurken, En'âm sûresinin 151-152.
âyetlerinde sıralanan haklara Allah kendi hakkı ile başlamakta ve yine kendi
hakkı ile bitirmektedir. Allah'a verilen söz yerine getirilince, hak da ortadan
kalkmaktadır.
Görüldüğü gibi bu iki âyette, dokuz haktan veya
dokuz haramdan bahsedilmektedir. Âyetlerden şöyle bir sonuç çıkartmak
mümkündür: Bazı emirler olumsuz emir kalıbında olduğu halde, bazı emirler
yasaklama şeklinde değil de olumlu emir kahbındadır; meselâ 151. âyette
"Anne babaya iyilik ediniz!" şeklinde olumlu bir emir verilmektedir.
152. âyette, "Ölçüyü ve tartıyı adaletle
yapınız", "Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli
olunuz", "Allah'a verdiğiniz sözü tutunuz" şeklinde üç emir,
olumlu olarak yer almaktadır. Bir olumlu emir 151. âyette, üç olumlu emir 152.
âyette olduğuna göre, dokuz hakkın beşi olumsuz, dördü de olumlu emir
kalıbında verilmektedir.
151. âyetin başında, "De ki: 'Gelin, Rabbinizin
size neleri haram kıldığını okuyayım" denmişti. Haramlar beş tane, olumlu
emirler dört olarak geçmektedir. Bunun anlamı söz konusu âyetlerde beş haram,
dört farz yer almaktadır. Allah insanların buradaki olumlu emirlerin tersini
yapacağına hiç ihtimal vermediğinden, yasak şeklinde değil de olumlu emir
olarak vermektedir.
Bu emirlerin sistematiği şöyledir: "Allah'a
şirk koşmayınız" olumsuz emir, "Anne babaya iyilik ediniz!"
olumlu emir, ondan sonra "Çocuklarınızı öldürmeyiniz, gizli açık
kötülüklere yaklaşmayınız, haksız yere bir cana kıymayınız, yetimin malına
yaklaşmayınız!" şeklinde dört olumsuz emir; daha sonra "ölçü ve
tartıda adaletli olmak, doğru söz söylemek, Allah'a verilen sözün yerine
getirilmesi" şeklinde üç olumlu, yani farz emir gelmektedir.
Burada sorulması gereken soru şudur: Yüce Allah'ın
bu iki âyette sıraladığı dokuz hakkın amacı nedir? "İşte düşünesiniz diye
Allah size bunları emretti". Demek ki 151. âyetin sonunda yer alan bu
ifadeden anlıyoruz ki, Allah'ın bu emirleri vermekten kastı, insan aklını
harekete geçirip çalıştırmaktır. Çünkü akıl çalışmadıkça bu emirler havada
kalacaktır. Haram ve farzların yerine getirilmesi akla bağlı olduğu için,
âyetin sonunda "Umulur ki aklınızı kullanırsınız" ifadesine yer
verilmiştir.
Yüce Allah ikinci amacını 152. âyetin sonunda
belirlemektedir: "İşte hatırlayıp öğüt alasınız diye Allah size bunları emretti"
. Demek ki birinci amaç aklı kullanmak, ikinci amaç da düşünmektir. Aslında
düşünmek aklın faaliyetleri arasında yer almaktadır. Birincide aklı kullanmak
denirken genel bir akıl faaliyeti amaçlanıyor; düşünmek denirken de özel bir
aklın faaliyet alanı gündeme getiriliyor.
İkinci soruyu cevaplandırırsak, "Allah'ın bu
emirlerine akılla yaklaşmak gerekiyor" diyebiliriz. Demek ki Allah'ın
yasak ve farzlarına, yani buradaki genel mânadaki haklar sistemine akıl ve
düşünceyle yaklaşıldığı takdirde onların değerini anlayıp hayata
geçirebiliriz. Önce Allah'ın bu emirlerini aklımızla karşılayacak,
düşüncemizde yoğuracak ve sonra hayata aktaracağız. "Umulur ki aklınızı
kullanırsınız ve yine umulur ki düşünürsünüz" denmesinin amacı, Allah'ın
bu emirlerine nefisle değil bunlarla yaklaşılmasının vurgulanmasıdır.
Ayrıca 152. âyette yer alıp yukarıda bahsedimeyen
bir konu burada ele alınmaktadır. "Biz herkese ancak gücünün yettiği
kadarını yükleriz". Bu ifade 152. âyetin bir bölümünü teşkil etmektedir.
Haram ve farzların sıralandığı âyetlerde böyle bir ifadeye niçin yer
verilmiştir? Yüce Allah dokuz hakkın yerine getirilmesini emrederken, insana
fazla yük yüklemediğini vurgulamak için bu ifadeye yer vermiştir. Söz konusu
âyette Allah'ın yasaklan veya farzlarının, insanın gücünü aşacak, onu
zorlayacak nitelikte olmadığına dikkat çekilmektedir. Aynı ifade Bakara
sûresinin 286. âyetinde açıklandı.
Buradan çıkarılacak netice şudur: Allah yasaklar
koyup emirler verirken, kulunun gücünü esas almaktadır. Çünkü bütün görevler
insan için konmaktadır.
2.
"Şüphesiz bu, benim
dosdoğru yolumdur. Buna uyunuz, (başka) yollara uymayınız, zira o yollar sizi
Allah'ın yolundan ayırır. İste sakınmanız için Allah size bunları
emretti".
Bu âyet, 151 ve 152. âyetlerin neticesi
durumundadır. Bu âyetlerde sıralanan Allah'ın emirleri, yani genel haklar
Allah'ın doğru yolunu, yani sırât-ı müstakimi meydana getirmektedir. Bunları
yerine getirenler Allah'ın yoluna girip O'na doğru yol almaktadır. Onun içindir
ki, 153. âyette o yola tâbi olunması istenmektedir. Önceki âyetlerin sonunda
yer alan "akıl ve düşünce "nin Allah'ın yolunu teşkil ettiğine de
işaret edilmektedir.
Allah'ın ve insanların haklan Allah'ın doğru yolunu
oluşturduğuna, bu yolda yürümeyi de akıl ve düşünce gerçekleştireceğine göre,
bu yolun varacağı nihaî nokta ne olabilir? Bu sorunun cevabı 153. âyetin son
kısmında yer almaktadır. Böyle bir doğru yolun tesisinin ana amacı, tefrikayı
ortadan kaldırıp takva denen ruh olgunluğuna ulaştırmaktır. Onun için de Allah
şu yasağı koymaktadır:"Başka yollara uymayınız. Zira o yollar sizi
Allah'ın yolundan ayırır". En büyük ayrılık Allah'ın yolundan ay-nhp O
hdan uzakta kalmaktır. Allah'ın yolundan uzakta kalan insan yüksek ruh
olgunluğuna, sorumluluk duygusuna ulaşamaz, "Allah size bunları takvaya
ulaşasınız diye emretti" ifadesi, 151, 152 ve 153. âyetlerde geçen bütün
emirlerin nihaî amacının takva denen ruh olgunluğuna ulaşmak olduğunu ortaya
koymaktadır.
Bu amacı formüle edersek şöyle bir sistem
kurabiliriz: Akıl x düşün-ce=takvâ. Allah'ın emirlerine akıl ve düşünce ile
yaklaşılınca takvaya ulaşmak mümkün olacaktır. Allah'ın belirlediği hakların
yolu, Allah'ın yolu, aklın yolu, düşüncenin yolu, tefrikayı önleyen tevhidin
yolu ve nihayet takvanın yolu olmaktadır. Bu yolu oluşturan hakların hayata
geçirilmesinin amacı, aklı harekete geçirmek, düşünceyi oluşturmak ve nihayet
takvaya ulaşmaktır.
Bu üç âyet birlikte düşünüldüğünde "on
emir" tamamlanmaktadır. 151 ve 152. âyetlerde dokuz emir; 153. âyette de
"Allah'ın doğru yoluna uyunuz, başka yollara uymayınız!" ilkesi
onuncu emir olmaktadır. Böylece En'âm sûresinin bu üç âyeti, "on
emri" insan hayatına sokmakta ve ona ruh olgunluğu kazandırmaktadır. Bu
sûrenin başından itibaren gelen bütün emirlerin ve anlatımların bu on emirde
toplandığına şahit oluyoruz. İnsanın erdemli ve onurlu bir hayat yaşamasının
planını çizmekte, insanın insanı istismar etmesi, sömürmesi gibi çok büyük
hataları önlemekte ve şirkle mücadelesini vermektedir.[114]
154. Sonra güzel davrananlara (nimetimizi) tamamlamak,
her şeyi açıklamak, bir kılavuz ve rahmet olmak üzere Musa'ya kitabı verdik ki
onlar Rablerine kavuşacaklarına inanabilsinler.
Bu âyetin içeriği, sanki bir önceki ve bir sonraki
âyetlerden farklı gibi görünmektedir. Bizce âyetin daha önce En'âm sûresinin
146. âyetinde yahu-dilere uygulanan bazı gıdalardan mahrumiyet cezasıyla ilgili
olduğunu görmek gerekir. Diğer taraftan 151, 152 ve 153. âyetlerde geçen genel
hakların, Allah'ın doğru yolu, akıl, düşünce ve takva denen manevî gelişim
basamak-larıyla da ilgisi vardır.
1. "Sonra güzel
dav-rananlara (nimetimizi) tamamlamak, her şeyi ayrıntılı kılmak, bir kılavuz
ve rahmet olarak Musa'ya kitabı verdik". Ayetin bu kısmında, Tevrat'ın hem
özellikleri hem de görevleri gündeme getirilmektedir. Allah, Tevrat gibi bir
kitabın -ki âyet buna sadece kitap demektedir- neden verildiğini açıklamaktadır.
a) İyi davrananlara nimetini tamamlamak. İyi davranacak olanlara mı,
yoksa önceden iyi davranmış olanlara mı? Bu sorunun cevabını ikinci tercümeye
göre verecek olursak, Hz. Musa'ya verilen kitap, kitap gelmeden önce iyi
davranışta bulunanlara gelmiştir diyeceğiz. Böyle bir tercüme veya yorum doğru
olabilir mi? İyiliği hayata geçirip muhsin olacak kadar iyi olan adamın kitaba
ihtiyacı var mı? Muhsin insan zaten iyi insandır, iyiyi yaşayan insandır.
İster önceden iyi olana, isterse kitabı aldıktan
sora iyi olacak olana olsun amaç "nimeti tamamlamaktır". Bundan
anlıyoruz ki insan ne kadar iyi olursa olsun, yine ilâhî kitaba ihtiyacı
vardır. O zaman kitap, nimeti tamamlayıcı bir özelliğe ve göreve sahip
olmaktadır. Burada yapacağımız bir açılım daha vardır: Bir insanın iyi olması,
iyiyi hayatına geçirmesi, Allah'ın bir nimetidir. Belki de var olmaktan sonra
en büyük nimet budur. Allah bu nimeti kulu için yeterli bulmamakta, ona
tamamlayıcı olsun diye kitabını göndermekte, hayatına yeni ve tamamlayıcı bir
boyut kazandırmaktadır. Bu açıklamadan sonra şu neticeye varabiliriz: İnsan
ilâhî kitap olmadan bile mükemmel bir insan olabilir.
Aklını kullanarak iyi olmayı becerebilir. Allah da
ona iyi olma nimetini tamamlamak üzere kitabını gönderebilir. İyilere olan
nimeti tamamlamak, kötüleri eğitip doğru yola getirmek için elbette vahye
ihtiyaç vardır. O zaman geçmişin iyiliğini tamamlayacağı kadar geleceğin
iyisini de tamamlayacaktır.
Konuyu biraz daha açarsak "Hz. Musa'ya gönderilen kitap akıl nimetinin tamamlayıcısı durumundadır" diyebiliriz. Kitap olmadan insanın iyi olmasını temin eden akıldır. Kur'ân'm kendisine vahyolunacağını hiç ummayan (Kasas 28/86); kitabın ve imanın ne olduğunu önceden bilmeyen (Şûra 42/52) Hz. Muhammed'in mükemmel oluşu aklı sayesinde değil miydi? Ona Kur'ân'm verilmesi, ona olan nimetin tamamlanması mahiyetindedir. Hz. Mûsâ da kitabı almadan önce iyi insanlardandı. Bu kitapla O'na olan nimet tamamlanmış oldu. Demek ki âyette geçen "iyilik edenler" veya "iyilik eden"den kasıt, Hz. Mûsâ ve kardeşi Harun olabilir. Çünkü âyetteki ahsene kelimeleri tekil durumdadır.
b) Her şeyi açıklamak. Tevrat'ın başka bir özelliği veya görevi de zamanında
açıklanma ihtiyacı duyulan her şeyi açıklamasıdır. Tabii ki bu açıklamalar,
dinî bakımdan gerekli olan açıklamalardır. Buradaki Js-j^J &-JÛj "her
şeyi açıklamak" meselesinin içine Hz. Muhammed'in geleceği de girmektedir.
Maddî ve manevî anlamda İsrail toplumunun ihtiyaç duyduğu ve duyacağı konular
da açıklanmaktadır.
c) Bir kılavuz olarak. Hz. Musa'ya Allah'ın
verdiği kitabın başka bir özelliği veya görevi de "kılavuzluk"
yapmaktır. Bu özelliği açısından da Kur'ân ile aynı özelliği paylaşıyordu.
Âyette , hüden olarak geçen bu özellik veya görevi, "rehber" veya
"kılavuz" olarak tercüme etmek mümkündür. Şeytanın ve nefsin
tozdumana kattığı dünyada doğru yolu bulmak için bir kılavuza ihtiyaç vardır.
Hz. Musa'nın kitabı İsrâiloğullan ha bunu temin etmek için gönderilmişti.
d) Bir rahmet
olarak.
Kur'ân bir rahmettir. Peygamberlere gönderilen kitapların müşterek
özelliklerinden biri de budur. Rahmet olma özelliğini birkaç açıdan
açıklayabiliriz: Allah'ın kitabı gönüllere, beyinlere inince, orada canlanma
başlatmaktadır. Ayrıca onun rahmet oluşu, insanlara merhameti öğretmek için
ilâhî merhameti getirmektedir. İlâhî âlemden, ilâhî merhameti getirdiği için
bir rahmet olma özelliğine sahiptir.
Allah bu kitabı niçin indirdi? Yukarıda sayılan
görevler kitabın indiriliri için güdülen amaçlardır. Ama bu amaçların ötesinde
de bir amaç vardır:
"Umulur ki onlar Rablerine kavuşacaklarına
yürekten inanırlar".
Böylece Hz Musa'nın kitabı nimeti tamamlarken, her
şeyi açıklarken, kılavuzluk ederken ve rahmet olurken amacı, Allah'a imanı
gerçekleştirmekti. Âhiret inancını yaymak, insanların ona inanmasını temin
etmek önde gelen amaçlardan biri olmaktadır. Âhirete iman o kadar zordur ki,
onu ancak Allah'ın gönderdiği kitap gerçekleştirebilecektir.
İnsan kendi aklıyla iyiyi bulabilir, ama âhirete
iman edilmesi gerektiğini bulamaz. Allah'ın var olduğunu anlar ve bu fikre,
imana ulaşabilir; ahlaken mükemmel bir hayat yaşayabilir. Böyle bir durumda
devreye vahiy girmektedir. Âyetin başında geçen nimeti tamamlamaktan kasıt,
âhiret inancının mevcudiyetini anlatmak ve ona inanmayı temin etmektir. Fakat
imanı gerçekleştirecek olan insan olduğundan, Allah onun adına kesinlik
yerine le'alle (umulur ki) kelimesine
yer vermektedir.[115]
155. Bu da bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.
Buna uyunuz ve sakınınız ki size merhamet edilsin.
Hz. Musa'ya indirilen kitap (Tevrat) anlatıldıktan
hemen sonra Kur'ân gündeme getirilmektedir. Kur'ân'ın başka yerlerinde de bu
duruma rastlamak mümkündür. En'âm sûresinin 91 ve 92. âyetleri bu" şekilde
sıralanmıştır. 90. âyette Hz. Mûsâ'mn insanlara bir nur ve kılavuz olarak
getirdiği kitabı Allah'ın indirdiği belirtildikten sonra 92. âyette,
kendisinden öncekileri doğrulayan "mübarek" Kur'ân'ın
indirildiğinden bahsedilmektedir. Hûd sûresinin 17. âyetinde aynı âyet
içerisinde Kur'ân ve Tevrat İn ele alındığına şahit oluyoruz. Mâide sûresinin
44. âyetinde Tevrat, 46. âyetinde İncil ve 47. âyetinde Kur'ân peşpeşe ele
alınmaktadır. Ahkâf sûresinin 12. âyetine bakılırsa, bu anlatım biçimi orada da
görülecektir.
Bu âyette Kur'ân'ın mübarek olma özelliği öne
çıkarılmaktadır. Kısaca "kutsal ve bereketli" anlamına gelen bu
kelime, Tevrat'ın yukarıda belirtilen özelliklerinin bereketli olduğunu ifade
etmektedir. Ferdî anlamda insanın ruhuna, sosyal anlamda topluma bereket
getirmektedir. Bereketli, yani kutsal olan kitaba uyulması gerekiyor. Onun
içindir ki, "Ona uyunuz!" ifadesine yer verilmektedir. Ardından
"Sakınınız!" emri gelmektedir. "Kur'ân'a karşı çıkmaktan
sakınınız, ona olan sorumluluğunuzun bilincinde ve onu hayata geçirecek ruh
olgunluğunda olunuz!" denmek istenmektedir. Bereketli Kur'ân'a tâbi olur
ve sakınırsak ne olacak? Kur'ân'ın amacını bu sorunun cevabında bulmak
mümkündür.
"Umulur
ki merhamet olunursunuz". Allah'ın merhametine nail olmak, onu elde etmek
için Kur'ân'a tâbi olmak ve takva denen ruh olgunluğuna ulaşmak gerekiyor.
Kur'ân'a tâbi olmanın anlamı, onu öne geçirip ardından gitmektir. Yoksa kendi
düşüncesini, ideolojisini, siyasî görüşünü öne alıp Kur'ân'ı onun ardından
getirmek değildir.
Kur'ân vasıta olamaz. Kur'ân'ı öğrenmek, tatbik
etmek, insanların bir amacı olmalıdır. Kendilerini öne çıkarıp Kur'ân'ı vasıta
kılamazlar. Onun için Allah, Kur'ân'ın ardından gidilmesini emretmektedir.
Kur'ân'ı amaç edinen, kendi düşünce ve ideolojisini onun hizmetine sunan
insanlara merhamet etmesinin ümidinin belirdiğini açıklamaktadır.[116]
156. Kitap,
yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından
gerçekten habersizdik de-meyesiniz diye.
157. Yahut,
eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk,
demeyesiniz (diye). İşte size de Rabbinizden açık bir delil, kılavuz ve rahmet
geldi. Allah'ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim
olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden dolayı azabın en
kötüsüyle cezalandıracağız!
Bu âyetlerin Hz. Peygamberin döneminde yaşayan
insanlara hitap eden tarihî bir boyutu olduğu kadar, bütün zamanların
kendilerine kitap gelmeyen toplumlarını da içine aldığını söylemek gerekir.
Allah Kur'ân'ı neden indirdiğini açıklamaktadır. Böylece âyetler hem bu sebebi
açıklamakta hem de Kur'ân'ın diğer görev ve özelliklerini gündeme getiriyor.
1.
"Kitap, yalnız bizden
önceki iki topluluğa indirildi". Bu ifade çok önemli sosyal ve dinî
mesajlar taşımaktadır. Araplar Hz. İsmail'in, İsrâiloğulları da İshak'ın
soyundan geliyorlardı. İki kardeşten türeyen ve kardeş toplumlar olarak takdim
edilen toplumlar birbirlerinin dinlerini kabul etmiyorlardı. Onun içindir ki,
Araplar Yahudiliği ve Hıristiyanlığı kabul etmediler. Demek ki iki kardeş
toplum hem toplumsal yapı hem de din açısından kesin hatlarla birbirinden ayrı
idiler. Araplar putperest idiler, diğerleri ise kitabın ne olduğunu biliyordu.
Araplar içerisinde Hz. Muhammed gibi Hanîf dinine mensup olanlar vardı.
Diğer taraftan Araplar kitaplı bir dine sahip olmak
istediklerini de bu sözleriyle açığa vurmuşlardı. Toplumsal ayrıcalığı o kadar
ileri götürdüler ki, dinî ayrılığa kadar vardırdılar. "Biz onların
kitabını kabul etmiyoruz, bize de kitap inmelidir" dercesine, kitap
beklentisi içine girdiler. Onların bu beklentisi putperestliklerine mazeret
olarak sunulmaktadır.
2. "Biz onların
okumasından gerçekten habersizdik demeyesiniz diye...". Âyetin bu kısmında
dirâset kelimesi yer almaktadır. Bunun anlamı "okumak, ders görmek,
öğretim faaliyeti içinde olmak"tır. Yahudi ve hıristiyanlar, kendi
kitaplarını ana dilleriyle okutup öğrettiklerinden Araplar onu anlamıyorlardı.
Onların dilini bilmediklerinden, o kitapları öğ-renemedikleri, bunu
putperestliklerine mazeret olarak sundukları anlaşılmaktadır. Böylece öğretim
faaliyetinin ana dili ile yapılmasının zarureti ortaya çıkmış olmaktadır. Ana
dili ile eğitimin zorunlu olduğu, bu kanunun Allah tarafından konduğu, İbrahim
sûresinin 4. âyetinden anlaşılmaktadır.
Kur'ân'm indirilmesi suretiyle onların hem bu
dünyada hem de âhiret-teki mazeretleri ortadan kaldırılmış oldu. Bunlar,
"Bizden önceki iki topluluğa kitap verildi, biz onların öğretim
faaliyetlerinden gaflette idik" mazeretinin dışında başka mazeret de
ileri sürdüler.
3. "Yahut, bize de kitap
indirilsey-di, biz onlardan daha çok, doğru yolda olurduk, demeyesiniz
diye". Bu sözleriyle Araplar'ın, kitap ile hidâyet arasında bağlantı
kurabildikleri veya kurabilecekleri ortaya çıkmaktadır. Aslında 156. âyetteki
mazeretle buradaki mazeretin gelecekte söyleneceği anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan öğretimin yapılmamasının yanlış inanç
ve davranışlar için bir mazeret olacağı gerçeğine de dikkat çekilmektedir.
"Gerçek şu ki, halkı habersizken Rabbin haksızlıkla ülkeleri helak edici
değildir" (En'âm 6/131); "Biz bir peygamber göndermedikçe azap edecek
değiliz" (İsrâ 17/15) âyetlerinde olduğu gibi, öğretim olmadan sorumluluk
ve ceza yoktur.
Daha doğru yolda olacaklarını söylemekle, sahip
olacakları kitabı daha iyi tatbik edeceklerine işaret edilmektedirler. Bu da şu
demektir: Yahudilerin ve hıristiyanların kendi kitaplarını tam manasıyla tatbik
etmediklerini Araplar biliyorlardı. O kadar ki, bir "doğru yol" bir
de "en doğru yol" kavramlarının farkındaydılar. Putperest ve süflî
bir hayata sahip olan bir toplum bile kitap eğitimi ile doğru yola, hatta daha
doğru yola girilebileceğini biliyordu. Demek ki kötü yolda olan insanlar bile
iyi yolun, doğru yolun özlemini çekiyorlar.
"Onlardan daha doğru yolda olurduk"
ifadesinde, aynı zamanda doğruda, iyide bir yarışmanın olabileceğine de işaret
vardır. Daha kaliteli olanı yakalamak için bir yarış olmalıdır. Daima daha
doğru ve iyiye doğru bir gayret içinde olmak gerekiyor.
4. "İşte size de
Rabbinizden açık bir delil, hidâyet ve rahmet geldi". Buradaki özellikler
Kur'ân'ı anlatmakta ve En'âm sûresinin 104. âyetinde, Hz. Musa'ya indirilen
kitabın özelliklerini andırmaktadır.
a) Burada beyyine özelliği,
Hz. Musa'nın kitabı için tafsîlen li-külli şey'in olarak geçmiştir. Beyyine her
şeyi açıklayan delil mânasına olur, Hz. Musa'nın kitabı da "her şeyi
açıklamak" için gönderilmiştir. Kur'ân da hakikatin açık bir kanıtı
durumundadır.
b)
Bu âyette Kur'ân'ın bir rehber olarak
takdimiyle, Musa'ya verilen kitabın özelliğine sahip olduğu ortaya konmaktadır.
Tevhîd inancına sahip olmayan insanlar kördür. Kör insanların kılavuza
ihtiyacı vardır. Kur'ân, cehaletin ve nefsin oluşturduğu karanlığın içinde
kalan insanlara kılavuzluk etmektedir.
c) En'âm sûresinin 154. âyeti
açıklanırken, Tevrat İn rahmet özelliğine işaret edilmişti. Kur'ân da aynı
görevi yapmakla yükümlüdür. Bunun anlamı şudur: Rahmet yeryüzüne su olarak
indiği zaman, toprağa canlılık verir, var olan bitkileri geliştirir. Kur'ân da
insanın gelişmesine yardım eder ve onu ol-gunlaştınr.
5.
''Allah'ın âyetlerini
yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir?" Allah'ın
âyetlerini yalanlamak, manevî bir hastalıktır. Bu hastalığın en önemli yanı
bulaşıcı olmasıdır. Onun. için önce " kezzebe, sonra da sadefe fiilleri
gelmiştir. Birincisi "sapıklık", ikincisi de "başkasını yoldan
çıkartmak"tır. Yalanlama eylemini başkasına bulaştırmaktır.
Allah'ın âyetlerine yakışan, onlara iman etmek ve
onlara gereken değeri vermektir. Onlara bu şekilde davranmak adalettir, yani
onların hakkını vermektir. Onları yalanlayınca, yerli yerine konmayan bir
hareket yapılmış olacağından, Allah onu zulüm olarak tanımlamaktadır. Ama bu,
eşi benzeri olmayan bir zulüm niteliğini taşımaktadır.
Allah'ın âyetlerini yalanlamak, sonra onu başkasına
bulaştırarak yoldan çıkarmak, zulüm kavramına kültürel ya da dinî bir tanım
kazandırmaktadır. Zulüm kavramında, şirk ile Allah'ın âyetlerini yalanlamak ve
onlardan yüz çevirmek buluşmaktadır. Zulmün fizikî anlamı karanlıktır. Allah'ın
âyetlerini yalanlamak, onu başkasına bulaştırıp yüz çevirmesine sebep olmak da
karanlık bir iştir. Bu karanlık beyin ve gönül karanlığıdır.
6. "Âyetlerimizden yüz çevirenleri,
yüz çevirmeleri sebebiyle azabın en kötüsüyle cezalandıracağız". Âyetin bu
bölümünde, sebep-sonuç ilişkisi içinde ilâhî cezalandırmanın nasıl olduğuna
ışık tutulmaktadır. Allah kendiliğinden azap etmemekte, onların yüz çevirme
eylemleri azaba dönüşmektedir.
Din eğitimcileri, insanların eylemlerinin azaba
dönüştüğünü öğreterek, Allah'ın kullarına zulmetmediğini, eylemlerinin geriye
dönüşü şeklinde olduğunu vurgulamalıdırlar. Bu âyetteki "azabın en
kötüsü" ifadesinin sebebi şudur: 156. âyette kendilerinden önceki iki
gruba kitap verildiğini, kendilerine verilmemiş gibi şikâyet ettiklerini
gördük. Bir taraftan kitap verildiği takdirde onlardan daha doğru yolda
olacağını söyle, sonra da gelen âyetleri yalanla ve onlara sırtını dön. Bu
durum azabın en kötüsünü getirecektir.[117]
158. Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini
veya Rabbinin gelmesini yahut Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini
bekliyorlar. Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da
imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz. De
ki: "Bekleyiniz, şüphesiz biz de beklemekteyiz".
Bu âyetin analizinden çıkarılacak önemli ilkeler
vardır, ancak önce âyeti açıklayalım.
1. Müşriklerin beklentisi.
Âyetin birinci bölümünde, kendilerine kitap geldiği takdirde, yahudi ve
hıristiyanlardan daha doğru yolda olacaklarını söyleyenler, iman etmemek için
işi yokuşa sürerek olmayacak işleri gündeme getirmektedirler.
a) "Meleklerin onlara
gelmesini..." Melekler onlara nereden gelecekti? Bu sorunun cevabını
Bakara sûresinin 210. âyeti vermektedir. O âyete göre, buluttan gölgeler içinde
Allah'ı ve melekleri bekliyorlardı. Bu beklenti meselesi, Nahl sûresinin 33.
âyetinde ele alınmaktadır. Bu âyette, melekler ve Allah'ın emirleri beklentisi
içinde oldukları görülmektedir. Bakara sûresinin 210. âyetinde ve Nahl
sûresinin 33. âyetinde iki beklentileri varken, En'âm sûresinin 158. âyetinde
melekler, Allah ve Allah'ın bazı âyetleri olmak üzere üç şey bekliyorlardı.
Demek ki Allah'ın ve meleklerin, buluttan gölgelerin içinden çıkıp gelmeleri
beklentisi içine girmişlerdi.
b) "Senin Rabbinin
gelmesini..." Bakara sûresinin 210. âyetinde önce Allah'ı, sonra
melekleri beklerlerken, En'âm sûresinin 158 ve Nahl sûresinin 33. âyetinde önce
melekler, sonra Allah bekleniyordu.
c)
"Yahut Rabbinin bazı alâmetlerinin
gelmesini..."
Âyetin bu kısmında geçen "âyetler"
kelimesini, alâmetler olarak tercüme etmemizin sebebi, âyetin devamıdır. Bu üç
şeyden şunu çıkartıyoruz: İnsanlar maddenin ötesine geçemedikleri için, inanılacak
olan şeyleri hep görmek isterler. "Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça
gör-"-.€dikçe asla sana inanmayız" (Bakara 2/55) demeleri ile
yahudiler Allah'ı me isteğinin geleneğini başlatmış oldular. Müşriklerin, En'âm
sûresinin " 5S. âyetinde istedikleri olmayacak üç şeyi, iman etmeleri için
ileri sürdükleri anlaşılmaktadır. Ama bu durumlardan üçüncüsü geldiğinde, iman
etmenin fayda vermeyeceğine dikkat çekilmektedir.
2.
"Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün,
önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı
bir fayda sağlamaz". "Rabbinin bazı alâmetleri" denen şeyler,
kıyametin alâmetleri anlamına gelmektedir. Allah'ın alâmetleri geldikten sonra
yapılacak iman fayda vermeyecektir; tıpkı ölüm anında yapılan iman gibi. Yûnus
sûresinin 90. âyetinde Firavun boğulmaya başlayınca, Allah'a iman ettiğini
söyledi, ama 91. âyette Allah "Şimdi mi?" diyerek imanının kabul
edilmeyeceğini buyurdu.
Diğer taraftan âyetin bu kısmında "imanından bir iyilik kazanmamış" ifadesi yer almaktadır. İman insanı iyi işler yapmaya sevketmelidir. Kur'ânî irJamda iman, hemen ardından iyi amel gelmelidir. İnandığı halde bir iyilik yapmayan kimseye de imanı bir fayda getirmemektedir.
Demek ki iman ettiğini sözle söylemek değil,
davranışlarla ifade etmek gerekiyor. Bu davranışlar da iyiyi, faydalı olanı
getiren davranışlar olmalıdır. Böylece Allah, kendisinin ve meleklerin
gelmesini değil, Allah'ın alâmetlerinin gelmesi neticesinde neler olacağını
açıklayarak bu beklentinin hem yanlış hem de neticesinin ölümcül olacağını
vurgulamaktadır.
3. "De ki: 'Bekleyiniz,
elbette biz de beklemekteyiz". İnanan insanın beklemesi ile inanmayanın
beklemesi arasındaki fark vurgulanmaktadır. İnanan ve imanı kendisine fayda
verenle, inanmayanın beklentileri birbirinden farklıdır.[118]
159. Dinlerini parça parça edip gruplara
ayrılanlarla senin hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra
Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.
Âyette geçmişin geleceğe bıraktığı en kötü
miraslardan biri ele alınmaktadır.
1. "Dinlerini parça parça
edenler". Bu âyet, dinlerini parçalayanları ele almaktadır. Bunun anlamı
kendi dinlerinde tefrika yaratıp, dinin, inanç sisteminin bütünlüğünü
bozmaktır. Din insanları belli bir inanç çerçevesinde birleştirip tevhîd
inancını, davranış bütünlüğünü ve fikrî beraberliği tesis etmek için
gönderilmiştir. Parçalanmayı, bölünmeyi din alanına sokmak, dine yapılacak en
büyük ihanettir.
Burada şu soruyu sormakta yarar vardır: İnsanlar
niçin dinlerinde tefrikaya düşerler, dinlerini parça parça ederler? Bu soruya
birkaç âyetle cevap verilebilir.
a) Öz benlikleriyle Allah'a
yönelmemek. Rûm sûresinin 31. âyeti şöyledir: "Hepiniz Allah'a yönelerek
O'na karşı gelmekten sakınınız, namazı kılınız, müşriklerden olmayınız!"
Beyin, gönül ve nefsin bütünleşmesiyle Allah'a yönelmemek, dinde tefrika
meydana getirecektir. Onun içindir ki önce "Allah'a yöneliniz!" sonra
"Müşriklerden olmayınız!" emri verilmektedir. Bu âyetin ardından 32.
âyette "Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan olmayınız!"
emri gelmektedir. Bütün öz benliği ile Allah'a yönelince şirkten, ardından da
dinini parçalayan olmaktan kurtulmuş olunacaktır.
b) Allah'ın yolundan başka
yollara tâbi olmak ve onları takip etmek. Daha önce En'âm sûresinin 151-153.
âyetlerinde Allah'a giden yolu oluşturan haklar veya yasaklar görülmüştü.
Allah'a şirk koşmamak, anne babaya iyilik etmek, açlık korkusuyla çocukları
öldürmemek, toplumun ahlâkını bozmamak için gizli-açık kötülüklerden sakınmak,
haksız yere bir cana kıy-rramak. yetimin malına kötü niyetle yaklaşmak, tartı
ve ölçüde âdil olmak, koccşunea doğruyu söylemek, Allah'a verilen sözü yerine
getirmek vb. Bu ycjfan dışındaki yollara tâbi olmak insanı Allah'ın yolundan
ayıracak; akıl, ve takvanın yolundan
sapmak ise dinde tefrikaya düşmenin sebebi
c) Kitabın bir kısmına inanıp
bir kısmına inanmamak. Bu konu daha öoce Bakara sûresinin 85. âyetinde ele
alınmıştı. "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı
ediyorsunuz?"; "Kendilerine 'Allah'ın indirdiğine iman ediniz'
denilince: 'Biz sadece bize indirilene inanırız' derler ve ondan başkasını
inkâr ederler" (Bakara 2/91). Dinde tefrika, bölünmüşlük, o dinin
kaynağını teşkil eden kitabın hükümleri konusundaki bölünmüşlük, onun bütününe
olan imandaki parçalanmadan kaynaklanmaktadır.
b)
Dinde gelişigüzel fetva
vermek. Nahl suresinin 116. Âyetinde, "Dillerinizin uydurduğu yalana
dayanarak, 'Bu helâldir, şu da haramdır' demeyiniz, aksi takdirde Allah'a
karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan iftirada
bulunanlar kurtuluşa eremezler".
Helâl ve haram denince din alanına girilmiş oluyor.
Herkes bildiği ve bilmediği konularda konuşursa, dindar sayısı kadar ortaya din
çıkar ve ilâhî-lik özelliğini yitirir. Dinin kaynağı bir tarafa atılır,
insanların görüşleri öne çıkar ve böylece dinde tefrika başlar. Bunu önlemek
için Kur'ân bazı mesajlar vermektedir. Meselâ Nahl sûresinin bununla ilgili 43.
âyeti şöyledir: "Eğer bilmiyorsanız, Kur'ân'ı bilenlere sorunuz";
Kendi fetvalarını, görüş ve felsefelerini Kur'ân ve Peygamber'in sünnetinin
önüne geçirince dinde tefrika başlar. "Ey iman edenler! Allah'ın ve
peygamberinin önüne geçmeyiniz" (Hucurât 49/1). "Allah'a ve âhirete
gerçekten inanıyorsanız, tartışmaya düştüğünüz konuyu Allah'a ve Peygamberi'ne
götürünüz" (Nisa 4/59).
Dinî meselelerde birlik ve beraberliğe ulaşabilmek için bu âyetlerin emrettikleri yerine getirilmelidir. Aksi takdirde, Rûm sûresinin 32. âyetinde olduğu gibi, "Herfırka, kendilerinde olanla böbürle-necektir". Her böbürlenen grup kendine özgü bir din oluşturmuş olacak, dinde büyük bir bilgisizlik ve saygısızlıkla bölünmeler başlayacaktır. O zaman "Dini ayakta tutunuz ve onda ayrılığa düşmeyiniz!" (Şûra 42/13) emri boşta kalacak, Allah'ın lütfunun kesilmesine sebep olacaktır.
2. "Gruplara
ayrılanlar..." Tefrikanın istediği en büyük kurban, dînî meselelerdeki
birlik ve beraberliğin katledilmesidir. Tefrikayı besleyen en büyük gıda da
gruplara ayrılmak ve o grupların birbirleriyle tartışmalarıdır. Dinde
tefrikaya düşüp gruplara ayrılmak kolay başlar, ama geri dönüşü çok zor olur.
Bu gruplar Kur'ân'ın mesajının en iyi temsilcisi olduklarını iddia ederler.
3.
"Senin onlarla hiçbir
ilişkin yoktur" şeklinde tercüme ettiğimiz bu kısmı Muhammed Esed'in
meali ile daha anlaşılır buluyoruz: "Onlar için yapabileceğin hiçbir şey
yoktur". Muhammed Esed'in meali ile dinde tefrika ve bölünüp gruplaşmaya
çare bulmanın çok zor olduğu fikrine ulaşıyoruz. Hiçbir şey yapılamayacak
olanlar kimlerdir? Âyetin bu kısmını Hz. Peygamber'e tahsis edersek, ilk bakışta
,Sİİ leşte kelimesindeki t> te harfi, doğrudan Hz. Muhammed'i muhatap
almaktadır. O zaman dinlerini parçalayıp gruplar haline gelenler, yahudi ve
hıristiyanlardır. Onlar kendi inanç ve anlayışlarında kaldıkları müddetçe
yapılacak bir şeyin olmadığı vurgulanmaktadır. Muhammed Esed'in mealinin haklı
olduğunu âyetin devamı ispatlamaktadır.
4. "Onların işi ancak
Allah'a kalmıştır". Demek ki senin onlar için yapacak hiçbir şeyin
yoktur; yani onlar için hiçbir şey yapamazsın, çünkü onların işi Allah'a
kalmıştır. Beşerî anlamda onların bu dinde tefrika yaratıp grup haline
gelmeleri çözümü olmayan bir durumdur.
5.
"Sonra Allah onlara
yaptıklarını bildirecektir". Âyetin bu kısmında, inkarcıların
yaptıklarının yanlarına kalmayacağı; tefrikaları, grupçuluk yapıp Allah'ın
dinini incitmeleri, dünyada süslü gördükleri bu eylemlerinin ne kadar
tiksindirici olduğunun önlerine konup kendilerine gösterileceği
bildirilmektedir.
Dinî eğitim açısından da şu neticeyi çıkartıyoruz:
Din eğitiminin ana sorunlarından biri, belki de en önemlisi, dini parçalamayı
ve bu konuda gruplara ayrılmayı önlemektir. Din adına gruplaşıp birbirini
tekfir etmenin vehâ-rnetıni insanlara anlatarak, din alanına gereken saygınlığı
kazandırmaktır. Hz. Peygamber'in yapabileceği bir şeyin olmadığı bir duruma
düşmeden önce tedbirin alınması, din adına bilenlerin konuşması, dinin
kaynağından insanlara anlatılması, din öğretimi ve eğitiminin yapması gereken
işler arasında yer almaktadır. Toplumlar gerçek anlamda din bilginlerini
yetiştirirlerse, islim âleminin geleceği aydınlıktır.[119]
160. Kim bir güzellik getirirse, ona getirdiğinin on
katı var. Kim de kötülük getirirse, o sadece getirdiğinin dengi ile
cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.
Dikkat edilecek olursa bu âyet, hukukta bir devrim
özelliği taşımaktadır. Çünkü hukukun en önemli sorunlarından biri, suça denk
cezayı bulmaktır. Bu alanda Kur'ân'ın getirdiği yenilik, ceza suçtan fazla
olamaz, yani suça denk cezanın verilmesi gerektiğidir.
Allah bu kuralı koyduktan sonra, önce dünyadaki
uygulamanyla bu kurala kendisi uydu ve âhirette de buna uyacağını vaad etti.
Suça denginden fazla ceza vermenin zulüm olacağı da âyetin sonunda ifade
edilmektedir.
Şûra sûresinin 40. âyetinde "Bir kötülüğün cezası,
ona denk bir kötülüktür" buyurulurken, aynı ilkeye işaret vardır. Diğer
taraftan bir iyiliğe verilecek olan karşılık veya ödül, ondan fazla olabilir.
Allah bu konuda bazı âyetlerde j£ hayr "daha iyisi" ifadesine yer
vermektedir. Meselâ Nemi 89, Kasas sûresinin 84. âyetleri bunlara örnek
gösterilebilir. Bazı âyetlerde de taÇj ziyâde (fazlası) demektedir; Yûnus
sûresinin 26. âyetinde olduğu gibi.
Diğer bazı âyetlerde Allah ne kadar vereceğini,
rahmetinin sonsuzluğu ile belirlemektedir. Bakara sûresinin 261. âyetinde bire
yedi yüz ve bire sonsuz vereceğini beyan etmektedir. Kasas sûresinin 54.
âyetinde, sabredenlerin ödülünün iki kat verileceğine işaret edilmektedir.
Demek ki bire iki, bire on, bire yedi yüz, bire sonsuz şeklinde ödüllendirmeler
yapılmaktadır.
Aslında yukarıda verilen âyetlerde geçen ödüldeki
fazlalık genel mânada bir rakamı değil, yapılan iyi bir amele verilecek olan
karşılığın sonsuzluğunu ifade etmektedir. Ancak buradaki ödüllerde görülen
farklılıkların, o ameli gerçekleştirenin niyetine ve amelden insanlığın elde
ettiği istifadeye göre oluştuğunu söylemekte yarar vardır. Bunların ötesinde
En'âm sûresinin 12 ve 54. âyetlerinde, Allah'ın rahmeti kendisine yazdığını ve
A'râf sûresinin 156. âyetinde, rahmetinin her şeyi kapsadığını beyan ettiğinden,
ödülün daima amelden fazla tutulmakta olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir.
"Onlar haksızlığa uğratılmazlar" ifadesi bu konu ile bağlantılı
düşünülmelidir. Allah, kulunun yaptığı ibadetler, çalışma ve hayırların
karşılıksız kalmayacağını, kaldığı takdirde bunun zulüm olacağım
vurgulamaktadır.
Böylece Allah "zulme" farklı bir tanım
getirmiş olmaktadır. Bir suça kendi büyüklüğünden fazla ceza vermek veya iyi
bir ameli ödüllendirmemek zulümdür. Başarıyı ödüllendirmeyen toplumlar
zulmetmektedirler. İnsanlığa faydalı bir şey üreten mutlaka ödüllendirilmelidir
ki, daha başarılı işler meydana gelsin. Bir başarının, faydalara dönüşmesi
ödüllendirilmeye bağlıdır. Çünkü ödüllendirilmeyen başarılar, zamanla solarlar.[120]
161. De ki: "Rabbim beni dosdoğru yola
iletmiştir. Güçlü, pürüzsüz dine, Hanîf olan ibrahim'in dinine. Ibrâhim, ortak
koşanlardan değildi".
Âyetin açıklamasından önemli neticeler çıkacaktır.
Hidâyet kime aittir? Bu sorunun cevabı Bakara sûresinin 272. âyetinde açıklandı.
Burada aynı izahlara girilmeyecek, ancak bazı hususlar vurgulanmaya
çalışılacaktır.
Allah Hz. Peygamber'e kendisini Rabb'inin hidâyete
erdirdiğini insanlara ilân etmesini emretmiştir. Bu emirde, Hz. Peygamber'in
bir beşer olduğu, kendisinin hidâyete iletme gücüne sahip olmadığı, bu sebeple
onu tanrılaştırmanın doğru olmayacağı vurgulanmaktır. "Şok dönüş"
anlamındaki hidâyetin kaynağında Allah'ın olduğuna dikkat çekilmektedir.
"Rabbim bizi doğru yola getirdi" demekle
"Ben Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar
verecek güce sahip değilim" (Ar'âf 7/188) demenin hiçbir farkı yoktur.
Bunun başka bir anlamı, peygamberliğinden önce ve sonra da bir peygamberin
Allah'ın hidâyetine ihtiyacı vardır. Burada peygamber Allah'ın hidâyetine,
doğru yola iletmesine muhtaç iken peygamberi hidâyet kaynağı olarak görmek veya
normal bir insanı hidâyet edici olarak takdim etmenin şirke götüreceği gerçeği
açıkça ortaya çıkmaktadır.
Yüce Allah Hz. Peygamber'i aynı zamanda güçlü,
pürüzsüz, düzgün bir dine iletti. Daha doğrusu pürüzsüz, sağlam bir din
vasıtasıyla onu doğru yola iletmiş oldu. "Sağlam bir dine"
ifadesini, hidâyete ne ile ilettiği şeklinde anlamakta yarar vardır. Sağlam,
pürüzsüz ve düzgün bir inançla doğru yola iletmiştir. "Hanîf olan
İbrahim'in dinine" denirken, peygamber olmadan önceki inanç sistemine,
yani Hanîfliğe işaret edilmektedir.
Hanîf kavramı Bakara sûresinin 135. âyetinde
açıklandı. "Sağlam, kusursuz, dengeli" mânasına gelen bu kelime, Hz.
İbrahim'in şirkten eser bulunmayan bir inanca sahip olduğunu ifade etmektedir.
Âyetteki millet kelimesini "inanç" mânasına almakta yarar vardır.
Hz. Peygamber'e Kur'ân gelmeye başlamadan önce bir dine değil, Hanîf olan bir
inanca mensuptu. Şûra sûresinin 52. âyetinde, "Sen kitap nedir, iman nedir
bilmezdin" buyurulmaktadır. Millet kelimesini "din" olarak
tercüme edersek, din kavramının içine kitap ve iman girecektir.
Zaten âyetin sonundaki ifade hanîf kelimesine ve
dolayısıyla millet kelimesine açıklık getirmektedir. "O, müşriklerden
değildi". Şirke sapmamış olmak, Hanîf inanca sahip olmayı ifade
etmektedir. Yüce Allah müşrik olmayan Hz. İbrahim'i örnek olarak
göstermektedir. Niçin Hz. İbrahim örnek gösterilmektedir?
Hz. îsâ ya da Hz. Musa'yı örnek verseydi, o
dönemdeki yahudi ve hı-ristiyanlar, Hz. Muhammed'in daha önce kendi dinlerine
mensup olduğunu söyleyeceklerdi. Tıpkı "İbrahim ne yahudi ne de
hıristiyandı. Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi" (Âl-i İmrân
3/67) âyetinde olduğu gibi. Kendilerinden önce yaşamış bir peygamberi kendi
dinlerine mensup olduğunu söyleyecek kadar câhil insanlar, Hz. Peygamber'i de
aynı şekilde göreceklerdi. Bundan dolayı, onların da itiraz edemeyecekleri bir
şahsiyet örnek gösterilmiştir. "Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman
idi" (Âl-i İmrân 3/67) ifadesinden, örnek oluşunun delilini çıkartıyoruz.
Pürüzsüz bir inancın oluşturduğu doğru yola ancak
Allah ulaştırabilir. Günümüzün en önemli konularından birini teşkil eden
hidâyet konusunun insanlara öğretilmesi gerekir. Bu durum din âlimlerinin
öncelikli görevleri arasında yer almaktadır.[121]
162. De ki: "Şüphesiz benim namazım, kurbanım,
hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir".
163.
"O'nun ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben müslümanlann
ilkiyim".
1. Bu âyette dört husus konu
edilmektedir: Namaz, kurban, hayat ve ölüm. Hayata varlık, ölüme de yokluk
denebilir. Yüce Allah bunu söylemesini Hz. Peygamber'den isterken,
ibadetlerdeki niyetin kime yapılacağına dikkat çekmektedir. Namaz Allah için
kılınır, kurban Allah için kesilir. Bu niyetler başka birisiyle paylaşılamaz.
Sadece namaz ve oruç değil, hayat ve ölüm de Allah içindir.
Dikkat edilirse namazdan hemen sonra kurban
getirilmiştir. Bunun bir benzerini de Kevser sûresinin 2. âyetinde bulmaktayız.
"Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!" Orada namazdan sonra kurban
kesme ibadeti geldiği gibi, yorumunu yapmakta olduğumuz En'âm sûresinin 162.
âyetinde de namazdan hemen sonra kurban gelmektedir. Kevser sûresinde emir
kipinde geldiği halde burada isim olarak getirilmiştir.
Kevser sûresinde Jİlj v'enhar (kurban kes) şeklinde emir verilirken, En'âm sûresinin 162. âyetinde nüsük (kurban) kelimesi yer almaktadır. Bazı müfessirler nüsük kavramını "ibadet" olarak mânalandırmışlardır. Zemah-şerî bu kelimeyi "ibadet, kurban, hac" mânalarına almıştır. Semerkandî, "yaklaşma"; İbn Abbâs, "din, hac, kurban, ibadet"; Kâdî Beyzâvî, "ibadet, kurban, hac"; Hâzin ise, Mücâhid, Saîd b. Cübeyr, Dahhâk ve Süddî'den naklederek bu kavramın hacda ve umrede kesilen kurban, ibadet ve Allah'a yaklaştıran bütün ibâdetler olarak mayalandırmaktadırlar.
Burada nüsük kelimesinin mânasından hareket ederek
ne anlama geldiğine açıklık getireceğiz. Neseke "Allah'a kulluk etmek,
güzel fiillerle Allah'a yaklaşmak, kurban kesmek, elbiseyi su ile yıkayıp
temizlemek, yeri verimli kılmak için gübrelemek, güzel işlere ve yollara devam
etmek"; nesuke "zâ-hid olmak"; mensik ve onun çoğulu olan
menâsik "ibadet yapılan yer, zâhid olmanın yolu, usulü, kurban boğazlanan
yer" mânasına gelmektedir.
Râzî bu kavramın anlamını özetle şöyle
açıklamaktadır: Kesilen hayvanın kendisi. "Kim şöyle yaparsa, ona bir
nüsük, yani akıtacağı bir kan cezası gerekir" sözü de bu anlama
gelmektedir. Saieb ibnü'l-A'râbî'nin şöyle dediği nakledilmektedir: Nüsük
"saf dökme gümüş" manasınadır. Her eritilip dökülmüş maddenin bir
kalıbı vardır. İbadet edene de nâsik denir. Çünkü o insan, kendini günâhın
kirlerinden arındırmış gibi saf bir hale gelmiştir. Bu izaha göre, Allah'a
yaklaşmayı temin eden ibadettir; fakat örfte genellikle kesilen kurban
anlamında kullanılmıştır.
Nüsük kelimesinin kurban anlamına geldiğine delil olarak Hac sûresinin 34. âyetini getirebiliriz. Orada mensek kelimesinden hemen sonra, hayvanların üzerine Allah'ın isminin anılması gelmektedir. Kurban anlamına gelmeseydi, böyle bir ilişki olmazdı. En'âm sûresinin 162. âyetindeki nüsük kelimesi ibadet anlamına alınırsa, ondan önce gelen namazın ayrı sayılmaması gerekirdi.
En'âm sûresinin 162. âyeti, bütün benliğini ve yapıp
ettiklerini, ibadetlerini tamamen Allah'a teslim etmek ve O'ndan başkasını
tanrı olmaktan dışlamak anlamındadır. Bir önceki âyette Hz. İbrahim'in
inancına Hanîflik denirken, bu âyette o inancın ne olduğu açıklanarak, En'âm
sûresinin 79. âyetine işaret edilmektedir: "Ben Hanîf olarak bütün
benliğimi, gökleri ve yeri yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden
değilim" şeklinde imanını ortaya koyan Hz. İbrahim'in örnek alınması
gerekir. Hz. İbrahim'in bu ifadesi, bir bakıma Hz. Peygamber'e tekrar
edilmektedir.
En'âm sûresinin 162. âyetinin sonu Fatiha sûresinin
2. âyetini andırmaktadır.
"Âlemlerin Rabbi Allah'a aittir". Fatiha sûresinde, ham-din
âlemlerin Rabbi Allah'a ait olduğu ifade edilirken burada namazın, kurbanın,
hayatın ve ölümün âlemlerin Rabbi Allah'a ait olduğu vurgulanmaktadır. Demek ki
gerçek benliğini bulabilmek için benlikten vazgeçmenin eğitimini veren bu
âyette, insanların ibâdetlerinden kendilerine bir pay çıkarmamaları,
kendilerinde bir ayrıcalık görmemeleri vurgulanmaktadır.
2. 163. âyetle bu anlamın
açılımı yapılmaktadır.
a) Allah'ın ortağı yoktur.
İnsanın ibadetlerinin ve bütün varlığının Allah'a ait olması demek, O'na şirk
koşmamak demektir. Hz. Peygamber'e de böyle söylemesi emredilirken, kendisinden
sonra gelecek olan bütün müslü-manlann şirkten nasıl arınacaklarının öğretisi
verilmektedir. Hz. Peygamber bununla emredildiğini söylemekle, dinin önde gelen
değerinin tevhîd inancının ağacını dikebilmek için şirki ortadan kaldırmak
olduğuna dikkat çekmektedir. "Bana sadece bu emrolundu" demekle, bu
inanç sisteminin kendisi tarafından kurulmadığını, bunun ona öğretildiğini
ifade etmektedir.
b) "Ben müslümanların
ilkiyim" derken, kendine gönderilen dinin ilk "inanan"ı olduğuna
işaret etmesi istenmektedir. Tabii ki Hz. Peygamber'den önce müslüman olanlar
vardı. Son dinin ilk müslümanı ve Allah'a ilk teslim olan olduğunu açıklaması
istenmiştir. Aynı ifade tarzı Zümer sûresinin 11-14. âyetlerinde yer
almaktadır: "De ki: 'Bana, dini Allah'a has kılarak O'na kulluk etmem
emrolundu. Bana müslümanların ilki olmam emrolundu". De ki: "Rabbime
karşı gelirsem, doğrusu büyük günün azabından korkarım". Dini Allah'a has
kılmak, müslümanların ilki olmak, Allah'a âsî olmaktan korkmak gibi dinin temel
prensipleri burada olduğu gibi, En'âm sûresinin 162-163. âyetlerinde de gündeme
getirilmiştir.[122]
164. Şunu da söyle: "Allah her şeyin Rabbi iken
O'ndan başka Rab mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir.
Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. Ve
O, ihtilâfa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir".
Artık En'âm sûresinin son kısmında yer alan ve
Allah'ın Hz. Peygam-ber'e söylemesini emrettiği tevhîd inancı ile ilgili
ilkelerin sonuncusuna gelmiş bulunmaktayız.
1.
"De ki: 'Allah her
şeyin Rabbi iken ben O'ndan başka Rab mi arayacağım?" Burada 161. âyetten
itibaren insanlara öğretilmesi istenen tevhîd inancının son hükümleri de
Kur'ân'da yerini almaktadır. Her şeyin Rabbi olandan başkasına tanrılık sıfatı
verilemez. "Her şeyin Rabbi" demek, "her şeyi yaratan, doğruya
kılavuzluk eden, besleyip büyüten, terbiye eden" demektir. Hz. Peygamber
Allah'tan başka bir yaratıcı arayışı içinde olmayacağını söylerken, arayanlara
hatalı olduklarını öğretmektedir. Onlara tevhîd inancına gelmelerinin
gerekliliğini hatırlatmaktadır. Bu ifadeden öyle anlıyoruz ki, müşrikler
Allah'ın Rab sıfatını, yani O'nun rubûbiyeti-ni kabul ediyorlardı.
Rubûbiyyetini kabul edenler, ulûhiyyetini
başkalarıyla paylaşıyorlardı. Rabhkh Mhlık aynı şeylerdir. Önün içindir ki
âyette Allah ile Rab yan yana gelmiş, Allah'ın Rab sıfatıyla neler yaptığı
anlatılmıştır. Rab sıfatı gereği yaptıklarıyla, Allah'tan başka tanrı aramayı
engellemektedir. Yüce Allah eşi ve benzeri olmadığını yaptıklarıyla ispat
etmektedir.
2. "Herkesin kazandığı
kendisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez". İnsanın
işlediği iyilikle kötülük kendisine aittir. Böylece Allah iyiyi ve kötüyü
ferdîleştirmektedir. Hukukta suçun ferdî olması ilkesini Kur'ân getirmiştir.
Toplumları aşiret seviyesinden medenî seviyeye çıkaran temel hukuk
ilkelerinden birisi de budur.
Bu ilke, medenî olmanın göstergelerinden biridir.
Hukuktaki değişimin topluma kazandırdıklarının önünde gelen bu ilke, Kur'ân
eğitiminin temel direklerinden birini teşkil etmektedir. 160. âyette "Kim de
kötülük getirirse, o sadece getirdiğinin dengi ile cezalandırılır"
denirken, suça denk cezanın bulunması ve suçun ferdîliği öğretilmektedir. Her
iki âyet ve kural, Kur'ân'ın bir hukuk eğitimi verdiğinin delili olmaktadır.
"Herkes kendi düşüncesinden, sözlerinden, yapıp ettiklerinden
sorumludur" ilkesini benimseme seviyesine kolay gelinmemiştir. Toplumların
ahlâkî, dinî ve hukuki bakımdan bu ilkeyi işletir hale gelmesinin bedeli epey
ağır olmuştur.
Günümüzde ilkel toplumlarda kendi adamlarının suç işlemesi durumunda, onu çeşitli yollarla kurtarma denemeleri yapıldığı görülmektedir. Suç başkasına anlamadığı gibi, ondan kurtarmak için başkaları da çaba vermemelidir. Hukuk hem koruyucu hem de cezalandırıcı bir nitelik taşımalıdır.
3. "Ve O, ihtilâfa düştüğünüz
gerçeği size haber verecektir" . Âyetin bu bölümünü açıklarken şu soruyu
sormak gerekir: Kim ihtilâfa düşüyordu ve hangi konularda ihtilâf ediyorlardı
ve niçin uyuşmazlığa düşüyorlardı? Üç konuyu içine alan bu soruyu şu şekilde
cevaplandırabiliriz:
a) Uyuşmazlığa düşenler, En'âm
sûresinin 159. âyetinde açıklandığı gibi, dinlerini paramparça edip gruplara
ayrılanlardır. Bununla beraber bunların kimler olduğu ortaya çıkmadı.
Görülebileceği gibi bunlar En'âm sûresinin 156 ve 157. âyetlerinde bahsedilen
müşriklerdir. Onlar, kendilerinden önceki yahudi ve hıristiyanlara kitap
verildiğini, kendilerine verilirse daha doğru yolda olacaklarını
söylemişlerdi.
İhtilâf edenler sadece müşrikler değil, aynı zamanda
yahudi ve hıristi-yanlardı. Bakara sûresinin 113. âyetinde bu husus şu şekilde
anlatılmaktadır: "Hepsi de kitabı (Tevrat ve İncil) okumakta oldukları
halde yahudiler, 'Hıristiyanlar doğru yolda değillerdir' dediler.
Hıristiyanlar da 'Yahudiler doğru yolda değillerdir' dediler. Kitabı
bilmeyenler de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini söylediler.
Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyamet günü onlar hakkında hükmünü
verecektir". Bundan anlıyoruz ki ihtilâf yahudi ve hıristiyanlar arasında
cereyan ediyordu. Kitabı bilenler de uyuşmazlık gösteriyor, bilmeyenler de.
Aynı uyuşmazlığı Hac sûresinin 67-69. âyetlerinde de görmek mümkündür.
İslâm'dan sonra bir din gelseydi, ya da Kur'ân'dan
sonra başka bir kitap gelseydi, bizim uyuşmazlıklarımız da orada yer alacaktı.
"Kur'ân'da müşrikler, yahudi ve hıristiyanlar yer alıyor" diye bizim
ondan kurtulmamız mümkün değildir. Dinimizin çeşitli konulan hakkındaki
ihtilâflarımız onla-nnki kadar derin, tehlikeli ve yıpratıcıdır. Yüce Allah
bunları anlatırken, on-lan terbiye etmeyi değil, müslümanlan terbiye etmeyi
amaçlamaktadır.
b) "Neden ihtilâf
ediyorlardı?" sorusunun cevabmı verebilmek için Bakara sûresinin 213.
âyetine bakmak gerekir. Orada ihtilâfın sebebi olarak kıskançlık
gösterilmektedir. Bağy kelimesi ile ifade edilen bu sebep, şu şekilde anlatılmaktadır:
"Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra
aralarındaki kıskançlıktan dolayı dinde anlaşmazlığa düştüler". Aslında
bağy, kıskançlığın biraz daha ileriki safhası olan haset anlamına gelmektedir.
c)
"Hangi konularda
ihtilâf ediyorlardı?" sorusunun cevabı, Bakara sûresinin 213. âyetine
göre din konusudur. En'âm sûresinin 159, Enbiyâ sûresinin 93 ve Mü'minûn
sûresinin 53. âyetlerine göre ihtilâfın temel konusu, dindir. Daha önce En'âm
sûresinin 136. âyetinden 150. âyetine kadar olan âyetlerde ihtilâfın konusu
haram ve helâl meseleleriydi. Daha çok hayvani gıdalar üzerinde neyin helâl
neyin haram olduğu konusunda ihtilâf ediliyordu. Meryem sûresinin 37. âyetine
göre, Hz. îsâ'nın Allah'ın oğlu veya Allah'ın kendisi olup olmadığı
meselesinde gruplar ihtilâfa düştüler.
Bakara sûresinin 76. âyetine göre kitap, Bakara
sûresinin 253. âyetine göre peygamberlere iman etme, Hz. îsâ'yı öldürüp
öldürmedikleri (Nisa 4/156); cumartesi tatili (Nahl 16/124) konularında
ihtilâfa düştüler. Bunlar ihtilâf edilen konulann sadece birkaçıdır.
Yüce Allah ihtilâf ettikleri konuları kendilerine mahşerde haber vermeden önce, ihtilâflannı bu dünyada çözebilmelerini sağlamak için Kur'ân'ı
"Allah peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar
olarak gönderdi. Aralarında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri
için, peygamberlerle beraber gerçekleri içinde taşıyan kitapları da
gönderdi" (Bakara 2/213);
sana sırf hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi
insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye
indirdik" (Nahl 16/64);
"Doğrusu bu Kur'ân, İsrâiloğulları'na, hakkında
ihtilâf ede geldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır" (Nemi 27/76). Bu
âyetler bize neyi öğretiyor? Kur'ân'a inanan İslâm âlimleri ve din görevlileri,
ihtilâf çıkartma yerine ihtilâfları çözme görevinde olduklarını öğretmektedir.
Âyetin bütününe bakıp bir netice çıkaracak olursak
diyebiliriz ki, Allah tan başkasını tanrı edinmek, hayvan etlerinin hangisinin
helâl ve haram olduğu konusunda ihtilâfa düşmek, din alanını kirletmektedir. Bu
kirliliği temizlemek işi Kur'ân'a ait olduğuna göre, din eğitimcileri bu
görevi Kur'ân'ın önderliğinde yapmalıdırlar.[123]
165. Sizi yeryüzünde iktidar sahipleri yapan O'dur.
Verdiği nimetlerle sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün
kılan O'dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve gerçekten O, çok
bağışlayan, çok merhamet edendir.
Genelde Kur'ân, özelde En'âm sûresi bazı hususların
yapılmasını, bazı hususların da yapılmamasını emrederken, insanları imtihana
tâbi tuttuğunu bildirmektedir.
1.
"Sizi yeryüzünde
iktidar sahipleri yapan O'dur". Âyetin bu kısmı, yeryüzünde öne çıkıp
iktidarı ele alma konusunda Allah'ın müdahalesini gündeme getirmektedir. Halîfe
kavramı, Bakara sûresinin 30. ayetinde anlatıldı. Burada sadece "onun
yerine geçmek, mirasçısı olmak, iktidarı ele geçirmek" anlamına geldiğini
söylemekle yetineceğiz.
Yüce Allah, bazı dönemlerde bazı toplumlara iktidarı
lütfederken, dünya toplumları arasında da bir veya birkaç toplumu öne çıkarıp
dünyayı idare etme yetkisini vermektedir. Bunun anlamı, Allah takdir etmedikçe
bir toplum veya grup iktidarı ele alamaz. Ama Allah'ın takdiri de o grup veya
toplumun çalışmasına ve aklını kullanmasına bağlıdır. Toplumu veya insanlığı
idare edecek nitelikte olmayan insanlara bunu vermeyecek, aksine beyin ve gönül
gücünü yerli yerinde kullanan ve insan olmanın nimetlerini devşirene verecektir.
2. "Verdiği nimetlerle
sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur".
Âyetin bu kısmını üç açıdan ele almak gerekir.
a) İnsanları birbirinden üstün
kılmanın anlamı, psikolojik kabiliyetlerdir. Akıl, zekâ ve yetenek bakımından
daha donanımlı insanlar vardır. Psikolojik anlamda insanların
birbirlerinden.farklı yaratıldıkları, bilimsel ve fıtrî bir gerçektir. Her
toplumun ve insanlığının %11'i üstün zekâlı, %69'u orta zekâlı ve % 20'si de
normalin altındadır.
Üstün zekâlı olanlar icatları yapacak, siyaseti yürütecek, ekonominin kaptanı olacak ve insanlığı veya tek bir toplumu zenginleştirip ileri götüreceklerdir. Akıl, zekâ ve yeteneklerle donatılmış olmak bir imtihan konusudur. "Verdiği nimetlerden" ilk planda anlaşılanlar, psikolojik nimetlerdir. Psikolojik farklılıkların uyuşmaya mı, kavgaya mı sebep olduğu konusu, imtihanın alanı haline gelmektedir.
b)
Yüce Allah ekonomik açıdan
insanları birbirlerinden üstün kılmıştır. "Verdiği nimetler" ifadesi,
hayatın bütün ekonomik imkânlarını belirtmek üzere kullanılmıştır. Nahl
sûresinin 71. âyetinde bu husus şöyle ifade edilmektedir: "Allah kiminize
kiminizden daha bol rızık verdi". Ekonomik rızıkta niçin böyle
davrandığını da Zuhruf sûresinin 32. âyetinde anlattı: "Birbirlerine iş
gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık". Eğer bütün
insanlar aynı ekonomik imkânlara sahip olsalardı, iş görecek insan
bulamazlardı, iş hayatı dururdu. Ekonomik farklılığın sebebi, istihdam
politikasıdır.
Bir topluma veya gruba verilen farklı ekonomik
nimetler, bir imtihan konusudur. Cimrilik yapan ya da ekonomik imkânları
başkalarına baskı aracı yapanlar, bu imtihanı kaybetmişlerdir. Siyasî
iktidarın elden gidişi diyebileceğimiz iktidar değişiminin sebeplerinden biri
de budur (Muhammed 47/38).
c) Yüce Allah şeref ve makam,
ya da sosyal ve siyasî statü bakımından da insanları farklı kılmıştır. Düşünen,
doğru bilgi üreten, bu bilgileri hayata geçirip faydalı amel haline getirenlere
şeref verileceği, Fâtır sûresinin 10. âyetinde beyan edilmektedir. Bir
toplumun, dünya toplumlar ailesinde şeref bakımından öne geçmesi veya bir
grubun toplum içinde asaletini geliştirerek Allah tarafından üstün kılınması da
bir nimettir. Bu nimet de imtihan alanına girmektedir.
Akıl, kabiliyet, zekâ, ekonomik güç ve şeref bir
araya gelip bunlara iman da katılınca, iktidar Allah tarafından takdir
edilmektedir. Hatalardan dönülmesi halinde, karşılarında Allah'ın affını ve
merhametini bulacaklardır. Çünkü halkı ıslah edici olan bir toplumu Allah helak
etmeyecektir (Hûd 11/117).
Bu açıklamalarla En'âm sûresinin sonuna gelmiş
bulunuyoruz. Genel bir değerlendirme yapmak gerektiğinde şu maddeleri sıralamak
mümkün olacaktır:
1. Yüce Allah kendi kudretini
ve yaptıklarını anlatarak tek tanrı olduğunu, O'nu tek tanrı tanımakla O'na eş
koşmanın ne anlama geldiğini, bu inancın insanlar arasındaki farkı belirleyici
bir etken olduğunu, inkârın ve şirkin insanlığı kirlettiğini anlatmaktadır.
2. Allah rahmeti, merhameti
kendine yazdığını, yani kendine bir görev olarak tayin ettiğini, aslında
rahmetinin gazabından daha kapsayıcı olduğunu vurgulamaktadır.
3. Hz. Peygamber'e gösterilen
tepkinin aslında ona değil de, Allah'ın Ayetlerine olduğuna, bu sebeple onlara
karşı sabırlı davranılmasma, bu tepki-"erin eski peygamberlerin zamanından
beri devam edegelen bir süreç olduğuna, müslümanın dininin herhangi bir
değerine hakaret ettirmemesinin önemdi olduğuna, başkalarının tanrısına
küfretmenin kendi Allah'ına küfretmek olacağına dikkat çekilmektedir.
4.
Gaybı ancak Allah'ın
bilebileceği, yanlışların peşinde koşup kendini heder eden insanlara Kur'ân'la
öğüt vermenin önemi, Hz. İbrahim'in Allah'a varış serüveninin cazibesi
vurgulanmaktadır.
5. Allah'ın demediğini
"dedi" diyerek O'na iftira etmenin zulüm olduğuna, mahşerde
herkesin, Allah'ın huzuruna tek tek geleceklerine ve kendi yaptıklarıyla baş
başa kalacaklarına, hangi delili getirirseniz getiriniz, bazı insanların
eğitilemeyeceğine işaret edilmektedir.
6. Gelişigüzel fetva vermenin
doğru olmadığı, neyin helâl neyin haram olduğunu Allah'ın Hz. Peygamber'e
bildirdiği ve bunları haklar sistemi olarak sunduğu, dinde tefrika çıkaranların
zor eğitilecekleri gündeme taşınmaktadır.
7. Akıl, bilgi, iman, düşünce,
bilinç, anlayış gibi insanî değerlerin birleşmesiyle insanlığın ayağa
kalkacağı, yüceleceği, Allah'ın katında değer kazanacağı anlatılmaktadır.
8. Bu sûrede, kâinatı araştırıp kanunlarını bilmenin, öğrenmenin insana ödev olarak verildiğine şahit olmaktayız.[124]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/217-218.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/219-223.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/223-226.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/227-229.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/229-230.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/230-231.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/231-234.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/234-236.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/236-237.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/237-241.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/241-242.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/243-244.
[13] Buhârî, "Tevhîd",
15.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/244-248.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/248-250.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/251-253.
[17] Buhârî, "Rikak",
18.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/253-255.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/255-257.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/257-263.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/263-266.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/266-270.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/270-278.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/278-280.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/280-281.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/281-287.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/288-289.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/289-296.
[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/296-298.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/298-300.
[31] Nesâî, "Dahâyâ" , 42.
[32] Râzî, age, IX,416.
[33] Nesâî, "Dahâyâ", 42.
[34] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/301-307.
[35] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/307-310.
[36] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/310-313.
[37] " tbn Hanbel, IV, 145.
[38] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/313-318.
[39] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/318-322.
[40] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/322-324.
[41] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/324-325.
[42] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/325-331.
[43] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/332-335.
[44] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/335-342.
[45] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/342-345.
[46] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/346-347.
[47] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/347-349.
[48] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/350-354.
[49] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/354-356.
[50] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/356-366.
[51] Bayraktar Bayraklı,Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/366-369.
[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/369-373.
[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/373-377.
[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/378-379.
[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/380-381.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/381-384.
[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/384-386.
[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/386-392.
[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/392-397.
[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/397-401.
[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/401-414.
[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/414-417.
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/417-424.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/424-426.
[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/427-428.
[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/428-430.
[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/430-433.
[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/433-436.
[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/436-439.
[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/440-441.
[71] Menâr, IV, 323.
[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/441-451.
[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/451-456.
[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/456-461.
[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/462-463.
[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/463-464.
[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/465-466.
[78] Kutub, age, V,369.
[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/466-470.
[80] Müslim, "Kader",
17.
[81] İbn Mâce, "Duâ",
2.
[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/470-476.
[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/476-481.
[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/482-487.
[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/487-489.
[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/489-497.
[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/497-500.
[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/500-504.
[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/504-508.
[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/508-509.
[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/509-511.
[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/511-515.
[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/515-517.
[94] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/517-520.
[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/520-521.
[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/521-522.
[97] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/522-526.
[98] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/526-52.
[99] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/528-530.
[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/531-534.
[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/534-537.
[102] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/537-538.
[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/538-541.
[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/541-543.
[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/543-545.
[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/545-547.
[107] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/547-549.
[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/549-551.
[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/551-553.
[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/553-555.
[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 6/555-559.
[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/13-14.
[113] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/14-16.
[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/16-23.
[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/23-26.
[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/26-27.
[117] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/27-31.
[118] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/31-33.
[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/34-37.
[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/37-38.
[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/39-40.
[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/41-43.
[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/43-47.
[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 7/47-50.