101. O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Zevcesi olmadan
nasıl çocuğu olabilir? Oysa her şeyi O yaratmıştır, her şeyi bilir.
O’nun zevcesi olmadığı halde,
nasıl çocuğu olabilir? Her şey O’nun olduğu halde, her şey O’nun kulu ve kölesi
olduğu halde, Allah’ın böyle bir şeye neden ihtiyacı olsun ki? Çocuk, bir eksikliğin,
bir ihtiyacın ifadesidir ve Allah’a böyle bir şeyin yakıştırılması asla mümkün
değildir. Allah’ın böyle bir şeye neden ihtiyacı olsun ki? Çünkü her şey
O’nundur, her şeyi yaratan zaten O’dur.
İşte hayat,
işte var oluş ve işte varları var eden âlemlerin Rab-bi. Allah dışında var mı
başka böyle Rabler, var mı böyle “Ol” dediği zaman olduracaklar? Eğer benim günlerimi,
benim gençliğimi bana iade edecek olan Ondan başka birileri, benim ölümle karşı
karşıya kaldığım bir zamanda bana iki saat daha süre verebilecek O’ndan başka birileri
varsa, tamam o zaman iki saatliğine onlara da kulluk edeyim.
Ya da bizim
için gökten bir damla yağmur indirebilecek veya yerden bir tane buğday
bitirebilecek birileri varsa, ona da kulluk edelim. Ama yok öyle birileri. Öyleyse,
madem ki benim yaratılışım Allah’tansa, benim rızkım Allah’tansa, benim ölümüm
Allah’tansa o zaman başkalarının benden kulluk beklemelerinin ne mânâsı vardır?
Benim O’ndan başka birilerine kul köle olmamın ne anlamı vardır? Yetki
Allah’ındır ve O’ndan başka kimsenin yetki hakkı yoktur.
102. İşte Rabbiniz, Allah budur. O'ndan başka ilâh yoktur,
her şeyin yaratanıdır. Öyleyse O’na kulluk edin; O her şeye de vekildir.
Bu Allah sizin Rabbinizdir.
Okuduğumuz bu âyetlerin ve Kur’-an’ın tümünün anlattığı, tarih boyunca tüm peygamberlerin
ortaya koyduğu Allah’tır sizin Rabbiniz. Rab makamında, ulûhiyet makamın-da,
hayatınızın kanunlarını düzenleme makamında Rabbiniz O’dur. Rabbiniz olan Allah,
kendisinden başka ilâh olmayandır. O, her şeyin yaratıcısıdır, varlığımızın
sebebi O’dur. Hayatın kaynağı O’dur; göklerin, yerin, gecenin, gündüzün, meyvelerin,
sebzelerin sahibi O’dur. Malımızı, evimizi, ailemizi, çocuklarımızı,
makamımızı, paramızı, pulumuzu, aklımızı, zekâmızı, bilgimizi her şeyimizi
yaratan O’dur. Allah Hâliktır, o halde O’na kulluk edin. Madem ki her şeyinizi
yaratan ve her şeyinizi veren O’dur, o halde sadece O’na itaat edin. Zaten tüm
varlıkları iki grupta topluyoruz; yaratan ve diğerleri.
Problem
işte buradadır. İnsanların bir kısmı Allah’ı Rab olarak kabul ediyor ama hayata
karışıcı olarak Allah’ı kabule yanaşmıyorlar. Meselâ müşrikler göklerin ve
yerin, her şeyin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul ediyorlardı, ama Rab olarak,
hayata karışıcı ve kanun koyucu olarak Allah’ı kabul etmiyorlardı. Rızık verici
olarak, yarattıklarının tü-münü doyurucu olarak Allah’ı biliyorlar,
inanıyorlardı ama hayatı düzenleyici olarak Allah’a inanmıyorlardı.
Günümüz
insanları da -Allah korusun- aynı noktaya düştüğü için, yaratıcı olarak var
olan, ama hayata karışıcı olarak sanki yok olan bir Allah inancını, yâni şirki
yaygınlaştırma eğilimine girdikleri için bu konuyu daha önce de anlatmış olmama
rağmen burada biraz daha üzerinde durmak istiyorum.
Peygamberlerin
hiç birisi Allah’tan başkasına kulluğa çağırmamıştır. Tüm peygamberler tevhid
inancı üzerinde toplanmışlardır. Tüm peygamberlerin tarihlerini, hayatlarını
incelediğimiz zaman onların hayatlarında tek ilâhın Allah olduğunu görürüz.
Tüm peygamberler insanlığı “La İlâhe illallah” temel esasına çağırmışlardır.
Allah’tan baş-ka sözü dinlenecek, rızası kazanılacak, hayata hakim olan ilâh yoktur.
Allah’tan başka kendisine kulluk yapılacak, hayat programı program kabul
edilecek varlık yoktur esasına çağırmışlardır. Zaten tarih boyunca en büyük
problem işte burada, sadece Allah’a kulluk etmek, sadece Allah’ı dinlemek ve
hayata hakim olarak sadece Allah’ı kabul etmek konusunda çıkmıştır. Değilse
Allah’a da ibadet konusunda hiç problem çıkmamıştır. Yâni
ilâhlardan bir ilâh olarak Allah’a da kulluğu herkes kabul etmiştir. Öteki ilâhlar
yanında Allah’a da kulluğa kimse ses çıkarmamıştır.
Yâni göklerin ve yerin,
göklerdekilerin ve yerdekilerin yaratıcısı, dağların ve denizlerin yaratıcısı
olarak, rızık verici, öldüren, yaratan, yaşatan bir ilâh olarak herkes O’nu
kabul etmiştir. Ama inandığınız bu Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır.
Bu Allah hayata karışan ve kendisinden başka hayata karışıcı olmayan, insanların
kulluk programlarını belirleyen ve kendisinden başka kanun koyucu olmayandır.
Bu Allah boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisinin
çektiği yere gidilmesi gerekendir. Yâni bu Allah kendisinden başka rab, melik, ilâh
olmayandır dendiği zaman işte kavga burada başlamıştır. Göklerin ve yerin
yaratıcısı, rızık vericisi olarak kabul ettikleri Allah’ı insanlar hayatlarına
karışıcı olarak reddetmeye çalışmışlardır. “İlâh olarak Allah’ı kabul edelim
ama, tek ilâh olarak asla kabul etmeyiz” diyorlar. “İlâhlardan birisi olarak
O’nu da dinleyelim, ilâhlardan birisi olarak O’na da kulluk yapalım, ama tek
ilâh olarak sadece O’na kulluğa hayır!” diyorlar.
Bunun sebebi olarak da şöyle
diyorlar: Çünkü bizim hayatımıza karışacak başka ilâhlarımız da var.
Hayatımızda sözünü dinleyeceğimiz başka Rablerimiz de var. Bizim Allah’tan
başka hukuk tanrılarımız, eğitim tanrılarımız, şifa tanrılarımız, siyasal
tanrılarımız da var. Tamam bu tanrılardan birisi olarak Allah’ı da dinleyelim,
ama öte-ki tanrılarımızı da dinlemek zorundayız diyorlar. Aslında bu iddiaların
altında Allah’tan, Allah’a kulluktan kurtulup kendi keyiflerince bildikleri
gibi bir hayat yaşama arzuları yatmaktadır. Ya da şöyle ifade edelim: Bunlar
Allah’a kulluktan kurtulup kendi kendilerine, kendi hevâ ve he-veslerine
tapınmak istiyorlar. Keyiflerinin istediği gibi sorumsuz ve sı-nırsızca bir
hayat yaşamak istiyorlar.
Çünkü bakıyoruz, bu adamlar
Allah’tan başka kendilerinin ilâhları olduklarını iddia ettikleri kimseleri de
kendileri seçiyorlar. Seçtiklerini istedikleri gibi yönlendirebileceklerini
bildikleri için seçiyorlar. Seçtiklerine bizi şöyle şöyle idare ederseniz sizi
seçeriz, değilse sizi seçmeyiz diyebildikleri için seçiyorlar. Bizden şunları
şunları istemeyeceksiniz! Bizi şu şu sorumluluklar altına almayacaksınız!
Bizden namaz gibi, zekât gibi, tesettür gibi ağır sorumluluklar istemeyeceksiniz!
İçki gibi, kumar gibi, fâiz gibi, zina gibi bizim alışık olduğumuz şeyleri
bizim için yasaklamayacaksınız! Bize lüks ve müreffeh bir ha-yat sağlayacaksınız!
Biz ne istersek, nasıl bir hayattan razıysak onu sağlayacaksınız! Eğer bize
bizim istediğimiz kanunları çıkarır, bizim istediğimiz hayatı hazırlarsanız Rab
olarak, İlâh olarak biz de sizleri seçeriz diyebildikleri için onları
seçebiliyorlar. Onları yönlendirebile-ceklerini, şartlandırabileceklerini bildikleri
için onları seçiyorlar.
Ama Allah’a bunu diyemeyecekleri,
Allah’ı istedikleri gibi şartlandıramayacakları için Allah’ı Rab kabul edemiyorlar.
Her şeyi kendi keyiflerine, arzularına ve kafalarına göre ayarlamak ve düzenlemek
istedikleri için, yâni kendi kendilerine tapınmak istedikleri için, şehvetlerine
tapınmak istedikleri için hayatlarından Allah’ı çıkarmak istiyor-lar. Tamam,
ilâhlardan bir ilâh olarak Allah’ı da dinleyelim, meselâ hayatımızın ibadet
bölümünde O’nu da dinleyelim, ama hayatımızın öteki bölümlerinde biraz nefes
alabilmek için Allah’tan başkalarını da dinleyelim diyorlar. Halbuki bu
şirktir. Hayatı parçalamak ve hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı, öteki
bölümlerinde başkalarını dinlemek şirktir. Halbuki tevhid, kişinin, hayatının
tümünde Allah’a teslim olmasıdır.
Evet O Allah her şeyin yaratıcısıdır ve
kendisinden başka ilâh, rab, otorite, egemen, yetkili olmayandır. Çünkü ilâh
olanın, Rab olanın yaratıcı olması gerekir. O’ndan başka yaratıcı da
olmadığına göre Rab sadece O’dur. Öyleyse sadece O’na kulluk edin, sadece O’nu
dinleyin, sadece O’nun emirlerini dinleyin ve O’nu razı etmeye çalışın. Rab
olarak, ilâh olarak O’na inandığınızı ortaya koymak üzere hayatınızı O’nun
adına yaşayın. Yirmi dört saatinizi O’nun belirlediği yasalar istikâmetinde
yaşayın. Allah’tan başka, toplum, müdür-âmir, âdetler, yönetmelikler gibi
putları Allah makamına oturtup onların istedikleri bir hayatı yaşayıp Allah’a
şirk koşmaya kalkışmayın. Yaşadığınız bu hayatın sonunda O’nun huzuruna
gideceğinizi ve hayatınızın hesabını sonunda O’na ödeyeceğinizi asla unutmayın.
Eğer böyle
Rab olarak, ilâh olarak Allah’a iman eder, Allah’ı böyle güçlü kuvvetli bilir
ve sadece O’nu hesaba katar, O’nun istediği hayatı yaşar, O’nun dışında her
şeyin hatırını ayaklarınızın altına alabilirseniz o zaman bilesiniz ki O Allah
sizin her şeyinize vekildir. Bilesiniz ki sizin arkanızda Allah vardır. Sizin
önünüzde Allah vardır, dayanacağınız, güveneceğiniz Allah’tır. Sizi herkese
karşı ve her şeye karşı koruyacak olan Allah’tır. Size yol gösterecek olan Allah’tır.
Tarih boyunca dostlarını tüm düşmanlarına karşı nasıl korumuş ve galip
getirmişse, sizi de koruyacaktır. Bu konuda en küçük bir şüpheniz olmasın.
103. “Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri
görür. O Latîftir, haberdardır.”
Gözler O’nu idrak edemez. Gözler
O’nu ihâta edemez. Görmekle anlaşılamaz. Göz O’nu anlayamaz. Görmeye yönelik
bir anlaşılma tarafı olamaz Allah’ın, ancak imanla anlaşılacak, iman ile idrak
edilecektir. Gözler O’nu bu dünyada göremez ama O tüm gözleri gö-rür, tüm
gözleri, tüm bakışları idrak eder, tüm gözleri ihâta eder. Gözlerin hain
bakışlarından da güzel bakışlarından da haberdârdır O. Hangi gözün nasıl baktığını, nereye
baktığını, niçin baktığını, bu bakışıyla hangi beklentilerin içinde olduğunu,
kendisine neler ayırdığını, ne anlama geldiğini, geleceğini hepsini en bilen,
mükemmel bilen, eksiksiz bilen O’dur. Çünkü gözlerin idraki sadece O’na aittir.
Tüm gözlerin, tüm gönüllerin, tüm bedenlerin, tüm zihinlerin, tüm beyin-lerin,
tüm akılların düşüncelerini, taşıdıkları niyetlerini ve imanlarını bilmektedir.
Evet gözlere, gönüllere hakim olan, tek söz sahibi olandır.
Çünkü O
latîftir. Yâni hiçbir kesâfeti olmayan yoğunluktadır Rabbimiz. Rabbimiz
herkese, her varlığa karşı lütûf sahibidir. Herkesi, her varlığı iç dünyasına
kadar bilen ve haberdar olandır. Varlıkların en ince noktalarına kadar,
kalplerinin içine kadar nüfûz eder. Yerin derinliklerine kadar, göğün
zirvelerine kadar her yere ve her şeye nüfûz eder. Yâni Allah her şeyden
haberdardır, O’nun bilgisinin dışında bir yaprak bile düşmez, bir damla yağmur
bile inmez.
Burada,
âyet-i kerîmede Allah’ın gözler tarafından görülemeyeceği anlatılmaktadır. Bu
konuda uzunca tartışmalar olmakla beraber, sadece Ayşe annemizin (r.a.) şu sözünü
nakledip geçeceğim:
Mü'minlerin
annesi annemiz (r.a.) der ki: “Kim ki Rasulullah hakkında şu üç sözü söylerse,
bilesiniz ki Allah’ın Resulüne iftira etmiştir:
1- Kim ki
Mi’râca çıktığı gece Allah’ın Resulü Allah’ı görmüştür derse, o kimse
Rasulullah’a iftira etmiştir der ve işte En’âm sûresinin bu âyetini okuyarak bu
konuda delil getirir.
2- Kim ki
Allah’ın Resulü yarını biliyordu, geleceği biliyordu derse, yâni gaybı
bildiğini iddia ederse, bu kimse de Allah’ın Resulüne iftira etmiştir
buyurarak Lokman sûresindeki mugayyebat-ı hamse âyetini okur.
3- Ve yine
kim ki Allah’ın Resulü Rabbinin kendisine vahy et-tiği emirlerden, âyetlerden
kimilerini gizleyip insanlara anlatmamıştır derse bu kimse de Allah’ın Resulüne
iftira etmiştir der ve delil olarak da Mâide 67 âyetini okur.”
Evet
dünyada hiç bir göz O’nu göremez, ama yine Kur’an’ın ifadesiyle âhirette,
cennette mü'minler Rablerini göreceklerdir diyoruz.
104. “Doğrusu size Rabbinizden açık belgeler gelmiştir;
kim görürse kendi lehine ve kim körlük ederse kendi aleyhinedir. Ben sizin
bekçiniz değilim.”
Evet Rabbinizden size besâir,
basîretler gelmiştir. İşte bütün bu anlatılanları anlayabilmeniz için
Rabbinizden size kalp gözleri gel-miştir. Basar, basîret önümüzü gösteren,
yolumuzu aydınlatan, nerede nasıl davranacağımızı, hayatımızın her bir birimini
nasıl düzenle-yeceğimizi gösteren, anlatan, yolumuzu açan, aydınlatan Rabbimiz-den
basiretler geldi bize. Yâni Rabbinizden âyetler geldi size. Size kalplerinizi,
gözlerinizi, kulaklarınızı açan âyetler geldi. Ve ben sizi zorla Müslüman
yapacak değilim. Bana inanmanız için, bana teslim olmanız ve kendi lehinize
hükmetmeniz için tüm sebepleri, tüm vasıtaları yarattım ben.
Evet basîretler
yaratmıştır Allah. Görebilme, fark edebilme, anlayabilme özellikleri göndermiş
Rabbimiz bize. Basîret; sadece böyle görüvermek değildir. Gözünüz kapalıydı,
bir anda bağı çözüverdiler ve siz gördünüz, bu mânâya değildir basîret. Hani
Kalem sûresinin beşinci âyetinde öyle deniyordu:
“Hanginizin aklından zoru olduğunu yakında sen
de göreceksin, onlar da görecekler. Doğrusu senin Rabbin, yolundan sapıtanları
çok iyi bilir; O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir.”
(Kalem
5-7)
Peygamber Efendimizi ve onunla birlik olan Müslümanları
onore etmek üzere buyuruyor ki Rabbimiz; Ey peygamberim, sen Rabbinin nimetleri
sayesinde kesinlikle deli değilsin. Sana öyle büyük ecirler ve mükafatlar
verilecek ki bunu sen de göreceksin, onlar da görecekler. Onlar da basîr olacaklar senin de
basîretinin konusu olacak. Yakında onlar da anlayıp bilecekler sen de anlayıp
bileceksin. Neyi? –YB²S«W²7! vU¬±[<Ï@¬" acaba hanginiz meftunmuş?
Hanginiz deli hanginiz akıllıymış? Bunu çok yakında onlar da anlayacaklar, sen
de anlayacaksın. Ama bu görüş farklı bir görüştür. Hani bazen karşımızdakine
söyleriz; “bak, sonunda sen bunu göreceksin, seninle sonra görüşürüz” diyoruz
ya, işte böyle bir görmek. Anlamak, fehmetmek, fark etmek, kavramak, işin
künhüne vakıf olabilmek, bizimle ilgili yönlerini kavrayabilmek anlamlarına
gelen bir ifade.
İşte böyle bir anlayış, kavrayış
özelliği gönderiyor Rabbimiz bize. Yâni öyle bir görebilme, fark edebilme, kavrayabilme
özelliği ki, bu özellik bize Rabbimizden gelmiş olarak onunla görüyorsak, kendi
lehimize, ama ona karşı kör ve ilgisiz davranıyorsak, o zaman da kendi
aleyhimize davrandığımızı o zaman anlayacağız.
Evet, kim onunla görürse, kim
besâîr’i kullanırsa, kim basîret sahibi olmayı isterse, kim Allah’ın gör dediği
gibi görmeye, O’nun istediği gibi anlamaya çalışırsa işte bu onun lehine
olacaktır. Ama kim de kör davranırsa, ilgisiz kalırsa o da onun aleyhine
olacaktır. Peygamberim, biz seni onlara muhafız göndermedik.
Bundan önceki âyetlerde de
anlattığım gibi dışınızda ve içinizde yığınlarla görsel âyetler yaratıp onları
size arz ettim. Bir de işitsel âyetler denen şu Kur’an âyetlerini gönderdim.
Tüm bu yarattığım âyetlere intibak edebilecek, onları anlayıp
değerlendirebilecek, gözler, kulaklar ve kalp verdim size. Artık siz
bilirsiniz, ister iman eder kendi lehinize hükmedersiniz, diler küfreder, tüm
bu âyetlere karşı kör ve sağır davranır, sonucuna kendiniz katlanmanız kayd u
şartıyla aleyhinize hükmedersiniz. Unutmayın ki inanmanız da, küfretmeniz de
sizin içindir. Allah’ın sizin imanlarınıza da ihtiyacı yoktur, amellerinize
de. Ne yaparsanız kendi lehinize ve aleyhinizedir.
Kim
görürse, kim hadiselere bu basiretlerle bakarsa, kim bu gözlükleri kullanırsa
kendi lehine hükmetmiş, kim de körlük yapar, bu gözlükleri kullanmak istemez ve
hadiselere bu âyetlerle bakmak is-temezse o da kendi aleyhine hükmetmiş, kör kalmayı
tercih etmiş de-mektir.
Evet Kur’an
besâirdir, Kur’an nûrdur, Kur’an hidâyettir, Fur-kân’dır. Hani arabanızla bir
yere giderken karanlıkta arabanın farlarını yakıverince önünüz nasıl aydınlanıyor
değil mi? Köprüyü, virajı, tehlikeyi nasıl anlarsınız onunla değil mi? İşte
Kur’an da böyle bir nûrdur, Furkân’dır. Olaylara Kur’an’ın gözlüğüyle
bakıverdiniz mi O her şeyi size fark ettiriverecektir. Ama Kur’an’dan
habersizsek, olaylara Kur’-an’la bakamazsak, aile hayatımızı, toplum hayatımızı,
hukukumuzu, eğitimimizi, kazanmamızı harcamamızı, sosyal ve siyasal yapılanmalarımızı,
ekonomik düzenlemelerimizi Kur’an kaynaklı, Kur’an gözlüklü düzenlemezsek, tüm
bunları Kuranın gözetiminde yapmazsak hiçbir zaman aydınlığa çıkmamız mümkün olmayacaktır.
Hangi
insan, hangi toplum, hangi aile ki Kur’an’la birlikte problemleri çözmeye
çalışır, Kur’an kaynaklı problemlere yaklaşmayı prensip edinir, “bu konuda
Allah ne diyor, Kur’an ne diyor?” diyerek Allah’ın kitabına müracaat eder ve
çözümü Allah’ın kitabında arar, Kur’an’la görmeye, Kur’an’la bakmaya çalışırsa,
o mutlaka aydınlığa ve hayra ulaşacaktır. Bu aydınlığa ulaşması, sonunda kendi
lehine olacaktır. Yâni dünyada aydın, mutlu bir hayat elde etmiş olacaktır.
Öyleyse ey Müslümanlar!
Ekonomiyle ilgili bir derdiniz mi var? Ekonomik hayatınızı aydınlığa, düzlüğe çıkarmak
mı istiyorsunuz? Hukukunuzu aydınlığa çıkarmak mı istiyorsunuz? Eğitiminizi
düzlüğe çıkarmak mı istiyorsunuz? Aile hayatınızı, toplum hayatınızı, gecenizi,
gündüzünüzü, bugününüzü, yarınınızı, namazınızı, orucunuzu, zikrinizi,
fikrinizi, dünyanızı, âhiretinizi aydınlığa çıkarmak mı istiyorsunuz? O halde
problemlere basiretlerle bakmak zorundasınız. Tüm bu problemleri basiretlerle,
yâni Kur’an âyetleriyle çözümlemek zorundasınız. Ama Allah böyle basiretler
gönderdiği halde kim de körlüğü tercih eder, kör olmayı, kör kalmayı tercih
ederse, o da kör olmaya ve kör kalmaya mahkûmdur. Allah’ın Kitabına gözlerini
kapayan, Kitapla ilgilenmeyen, problemlerine Kitapla çözüm aramayan toplum kör
kalmaya mahkumdur. Karanlıklar içinde, bunalımlar, çözümsüzlükler ve
çaresizlikler içinde kıvranmaya mahkûmdur.
İşte şu
anda Kur’an’dan kaçan ve basiretlerin dışında başka yerlerde çözüm arayan şu
bizim toplumun ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette çırpındığını, bocaladığını
görüyoruz. Her şeyimiz bozuk, her şeyimiz çözümsüz. Problemlere çözüm arayan
idareciler de her şeyi denemeden, ama Kur’an’a asla müracaat etmemeden yanalar.
Böyle adamlara, yâni Kur’an’ın tabiriyle kör, sağır ve dilsiz insanlara neyimizi
emânet edebiliriz ki? Hangi işimizi emânet edebiliriz bunlara? Ne yapabilecek
bu adamlar sizin için ve bu ülke için? Kur’an’dan kaçan, Kur’an’ın
çözümlerinden habersiz olan bu insanlar neden kurtarabilecekler ki sizi?
Açlıktan kurtarabilecekler mi, bunalımlardan kurtarabilecekler mi? Karanlık ve
sömürgeci güçlerin egemenliğinden kurtarabilecekler mi sizi? Sizi aydınlığa,
düzlüğe çıkarabilecekler mi? Hani yıllardır bu iddiada olanlar, yıllardır size
bunları vadedenler bugüne kadar ne yapabildiler sizin için? Sizi karanlık ve
egemen güçlere sat-manın dışında, biraz daha onlara borçlandırarak sırtınıza
ipotekler koymanın ve onların kucağına itmenin dışında ne yaptılar? Sizi o egemen
güçlere peşkeş çekmenin dışında ne
yaptılar?
Söyleyin ne yaptılar bu Kur’an
düşmanları? “Benim Kur’an’a ihtiyacım yoktur! Bizim böyle bir kitaba ihtiyacımız
yoktur! Ben toplum problemlerini kendi gücümle, kendi bilgimle çözerim! Ben bu
problemleri A.B.D ile, A.E.T ile çözerim!” diyerek Kur’an’dan kaçan, Allah’ın
çözüm önerilerini beğenmeyen, basîretlerle ilgilenmeyen bu körlere daha ne
zamana kadar bel bağlayacak ve bunları Allah’a tercih edecek bu toplum
bilmiyorum! Allah bu topluma basîret versin, şuûr versin inşallah.
Evet Kur’an
basîrettir. Hadiselere Kur’an’la, Kur’an’ın gözlüğüyle bakan kimseyle ona
karşı kör ve sağır kesilen kimse çok farklıdır. Peygamberimizin:
"Mü'minin ferasetiyle yol
bulun, çünkü o Allah’ın nûruyla bakar.”
hadisi de işte bu gerçeği anlatır. Hadiste anlatılan nûr
da Kur’an’dır. Bir mü'min gaybı bilmez, bilemez. Allah onu kullarına
açmamıştır. İşte mü'min gaybı bilmediği için, geleceği göremediği için ona
Kur’an sayesinde basîretler vermiştir Allah. Yâni ilerisini Kur’an’la değerlendirip
adımlarını sağlam atması için, kararlarını düzgün vermesi ve hata etmemesi için
Rabbimiz bu kitabın âyetlerini bizler için basîretler kılmıştır. İleriyi bu
kitabın âyetleriyle görsünler, ileriye bu kitabın âyetlerinin gözlüğüyle
baksınlar diye, hayatın problemlerini onunla değerlendirip çözsünler diye, hayatlarını
onunla düzenlesinler ve hata etmesinler, yanlışa düşmesinler, isâbet güçleri
artsın diye Rabbimiz bu kitabın âyetlerini göndermiştir.
Zira
yeryüzünde sünnetullah dediğimiz Allah yasaları işlemektedir. Yeryüzünde işleyen
bu Allah yasalarını bilen kişi olayları tahlil ve geleceği düzenleme konusunda
elbette basîret sahibidir. Kur’-an’la, basîretle beraber olan kişi elbette her
şeyi iyi bilecek ve kitap sayesinde onun bakışı keskinleşecektir. Meselâ şu
anda ben desem ki “Yakında şu yeryüzünün en büyük şeytanı, yeryüzünün en büyük
teröristi ve kan içicisi Amerika yıkılacaktır”; anlarsınız ki bu benim tavrım
asla gaybı bilmek değil, gaybtan haber vermek değil, Allah yasalarını
bilmektir. Allah’ın yeryüzünde koyduğu yasaları bilen birisi bunu çok rahat
anlayacaktır.
Çünkü A’râf sûresi’nde
anlatıldığına göre Rabbimiz her insan için nasıl bir ecel tayin buyurmuşsa,
aynı zamanda toplumlar için de bir ecel tayin buyurmuştur. Bu Allah’ın
yeryüzünde koyduğu bir yasadır. Toplumlar adâlet üzerine kuruldukları zaman
onların ömürlerinin biraz daha uzun olabileceği, ama toplumlar zulmetmeye
başladıkları zaman da onların ecellerinin ve sonlarının yaklaştığını Allah kitabında
haber vermektedir. Şimdi olaylara Allah’ın kitabıyla bakabilen birisi olarak benim
bunu bilmem çok normaldir ve bu asla gayb-dan haber vermek de değildir.
Evet madem
ki bu kitabın âyetleri basîrettir, o halde hadiselere bu kitabın gözlüğüyle
bakabilen kimseyle bu kitabın âyetlerine karşı kör ve sağır kesilen kişi
elbette birbirlerinden farklı olacaklardır.
Meselâ
kitaptan bir âyet öğrendikten sonra o âyeti öğrenmeden önceki bakışım
değişiveriyor. Bir âyet öğreniyorum Allah’ın kitabından ve suya bakışım
değişiyor. Başka bir âyet öğreniyorum veya başka bir gözlük takıyorum gözüme,
bu defa bu âyetin konu edindiği kadına bakışım değişiyor. Bir başka âyet
öğreniyorum, mala bakışım değişiyor. Bir başkasıyla istikbal anlayışım
değişiyor, kazanma, harcama anlayışım, ihtiyaç anlayışım, zenginlik-fakirlik anlayışım,
ikram anlayışım, infak anlayışım, sevgi ve nefret anlayışlarım değişiveriyor.
Meselâ Nisâ sûresini, Ahzâb
sûresini tanıdıktan sonra benim dünkü kadın anlayışım tamamen değişti. Dün sokakta
kapalı bir kadın gördüğüm zaman seviniyordum, çok şükür sokaklarımızda kapalı
kadınlar da dolaşmaya başladılar diye; ama bu sûreleri öğrendikten sonra yâni
hadiselere Kur’an’ın gözlüğüyle bakabilecek noktaya geldikten sonra şimdi bu
tür kapalı kadınları sokakta gördüğüm zaman üzülüyorum ve acıyorum onlara. Ne
işi vardı bu mü’minelerin bu sokaklarda? Keşke vakarla evlerinde oturup
Rablerinin arzusuna teslimiyet gösterselerdi diyorum.
Bir adam görüyorum, okuduğum,
öğrendiğim bir âyeti onun yüzünde okuyor ve seviyorum onu. Bağrıma basmak
geliyor içimden onu. Bir başkasını görüyorum, okuduğum âyetler sanki yüzünde canlanıyor
ve içimden alçak diye bağırasım geliyor, yüzüne tüküresim geliyor. Bir
alış-veriş görüyorum, öğrendiğim âyetler hemen onun fâiz olduğunu ve böyle bir
alışverişe girmemem gerektiğini söylüyor. Bir eğitim sistemi görüyorum,
okuduğum âyetler ya da gözüme taktığım gözlükler onun tamamen vahiyden uzak,
materyalist bir eğitim siste-mi olduğunu ve çocuklarımı kesinlikle ona teslim
etmemem gerektiğini söylüyor. Ayırıyor bunları kalbim, fark ediyor bunları
gözlerim, tefrik ediyor vahiyle bütünleşen basîretim.
Bir şişe içki, dünyanın en
kaliteli içkisi de olsa, birileri ona ulaşmak için Avrupalara kadar gitmeyi
bile göze alsa da, benim için zerre kadar imrenilecek bir şey değildir o.
Zinâdan nefret ederim, çu-vallarla da olsa haram para zerre kadar ilgimi çekmez
benim. Çünkü Allah’tan basîretler geldi bana. Allah’tan gözlükler geldi bize.
Rabbi-miz gönderdiği bu basîretleriyle bir kısım şeyleri sevdirdi bize, biz
onları severiz. Bir kısım şeylerden de nefret ettirdi, biz onlardan da nefret
ederiz.
Evet işte
iki bakış. Birisi hadiselere Kur’an’ın gözlüğüyle bakabilen bir insanın
bakışı, ötekisi de hadiselere kendi hevâ ve heveslerinin gözlüğüyle bakan
birisinin bakışı.
Hz Ömer
kendi döneminde İran’a Müslümanlardan bir elçi gönderir. Elçi Kisra’nın
sarayına girer. Kisra’nın sarayında yerler ipek ve atlas halılarla döşelidir.
Birilerinin gözlerini kamaştıran bu ihtişamlı koltuklar ve halıların üzerinde
yürüyen sahâbe zayıf, cılız ama alabildiğine vakûr ve başı dik bir haldedir.
Birilerinin bakmaya bile kıyamadığı bu halıların üzerinde Kisra’ya doğru
yürürken mızrağıyla halıları dele dele Kisra’nın huzuruna yaklaşıyordu. Herkes
hayretten donakalmıştı bu manzara karşısında. Allah elçisinin kafasında bir
tek derdi vardı. O da İran Kisra’sının ve halkının Müslüman olması. Bu büyük
dâvâ yanında ne kıymeti vardı gerisinin? İşte iki bakış. Birisi halıya, kilime,
koltuğa, kanepeye, süse, ihtişama, paraya, pula iman derecesinde bir bağlılık,
diğeri ise dünyaya dalarım da Rabbimi ikinci plana atarım endişesiyle şiddetle
onlardan kaçış.
Aynen bunun
gibi Bizans hükümdarı, karşısında İslâm askerlerini görünce hayret ve dehşet
içinde çevresindekilere şöyle diyordu: “Dikkat edin, şu anda karşınızda sizin
hayatı ve yaşamayı sevdiğiniz kadar ölümü seven ve ona can atan bir ordu var.
Ona göre ne yapacaksanız yapın!” diyordu. İşte iki göz, işte iki bakış ve iki
değerlendiriş. Birisi dünyayı sevmiş, onu hedef ve kıble edinmiş, onu kaybetme-me
adına her şeyini fedâya hazır bir bakış, diğeri ise âhireti kazanma adına her
şeyi göze alabilecek kadar dünyayı ve dünyalıkları ayaklarının altına almış, şehâdete
susamış bir bakış. İşte Kur’an’la bakabilen bir mü'minin bakışı ve işte
kitaptan habersiz birinin bakışı.
Mü'min,
etrafında cereyan eden her olay karşısında, her eşya karşısında mutlaka bir
tavır belirleyen insandır. Ya kabul edecektir onu, ya da reddedecektir. Ya
meşrû diyecektir ona, ya da gayr-ı meşrû diyecektir. İşte bu bakış, bu
değerlendiriş ve bu tavır belirlemede vahiy ölçü ise, bilelim ki bu, Allah’ın
istediği bir bakış ve değer-lendirmedir. Değilse o zaman bu değerlendirme
nefsin, hevânın ve şeytanın kaynaklık ettiği bir değerlendirmedir.
Meselâ bir kadın görüyoruz
kalabalığın içinde, açık yeri kapalı yerinden fazla ve bu haliyle insanları eğlendirmeye
çalışıyor. Birileri çılgınca onu alkışlasalar da mü'min böyle bir manzara
karşısında tükürüğünü bile lâyık görmeyecektir ona. Veya işte dünya çapında bir
futbolcu bir gol atar. Tüm dünya çılgınca onu alkışlarken bir Müslüman için bu
hiç bir değer ifade etmeyecektir. Veya bir dergi çıkar piyasaya,
şehvetperestler onu elden ele dolaştırıp suyunu çıkarmaya çalışırlarken, bir
Müslüman da Allah ve Resulünün sevmediği bir mikroptur bu diyerek elini ve
evini bu zehirden korumanın gayretine düşer. İşte bunlar farklı farklı bakışlar,
farklı farklı değerlendirmelerdir. Ve bu değerlendirmelerde Kur’an besâîrdir,
kıstastır.
Evet,
düşünün ki herkesin gözleri bozuktu da Allah gözlükler gönderdi. Kim bu
gözlükleri takar ve hadiselere bu gözlüklerle bakarsa her şeyi dürüst görür.
Kim de bu gözlükleri takmaz, kendi bilgisiyle olaylara bakmaya çalışırsa o da
bozuk görecektir diyor Rab-bimiz.
Evet kim
Allah’ın kitabıyla ve Resulünün sünnetiyle olaylara bakarsa o kimse Allah’ın
istediği gibi görmeye başlar. Kim de bu gözlüklerle ilgilenmezse, o da
nefsinin, şehvetinin, mantığının istediği gibi görmeye başlar. Ve işin garibi o
toplumda ihtilâflar, vuruşmalar, çekişmeler de hiçbir zaman bitmeyecektir.
Çünkü gözlükler, bakışlar farklı olunca, görüşler de hep farklı olmaya devam
edecektir.
105. Ey Muhammed! Sana, "Sen okumuşsun" derler;
oy-sa Biz, öğrenecek kimselere âyetleri böylece türlü türlü açıklamaktayız.
Evet Rabbimiz her şeyi güzel
açıklar. Hangi konuya bakarsanız bakın her şey net ve açıktır. İnsanların, “Ya
Rabbi, biz anlayamamıştık, bize anlatılmamıştı” diyebilecekleri, mâzeret ileri
sürebilecekleri hiçbir kapalılık, hiçbir bulanıklılık yoktur Allah’ın
kitabında. Ama böyle açık, net ve üstün ifadelerle karşı karşıya gelen kâfirler
şüphe içindedirler. Ey Muhammed! Galiba sen bunu birilerinden öğreniyorsun,
birilerinden okuyorsun, birilerinden ders alıyorsun diyor-lar. Sen bizim gibi
bir insan olarak kesinlikle bunları söyleyemezsin diyorlar. Kimden? İşte
Buhayra’dan, Nastura’dan ya da eski kitaplardan öğrenmişsin diyorlardı. Yâni
bu senin okudukların “esatîru’l evvelîn”dir demeye çalışıyorlardı. Şimdi
de “Bu kitap eskilerin masalları”dır
diyorlar.
Bir hıristiyan
profesör konferans veriyor İzmir’de. Diyor ki, “Muhammed öyle müthiş bir
dâhidir ki, hiçbir şeyi olmasa bile, hiçbir şey yapmamış olsa bile onun cömertliği,
hilmi, aile hayatı, kahramanlığı veya onun ortaya koyduğu Kur’an yeter.” Tabi salondaki
ahmaklar da alkışlıyorlar bu alçağı. Hiç birisi çıkıp da demiyor ki be alçak,
o mu koydu bu kitabı ortaya? O mu söyledi bu kitabı, yoksa Allah mı?!
Ya da,
“onlar böyle diyerek sapsınlar diye biz bu kitabı bu şe-kilde sana gönderiyoruz
peygamberim” demek olacaktır mânâ. Onlar böyle kırk yıl aralarında büyümüş bir
peygamberin böyle şeyler diyemeyeceğini iddia edip saparlarken, bilen bir
kavim de bununla ger-çeği anlayıp iman etsinler ve hayatlarını bununla
düzenlesinler diye bu kitabı gönderdik.
Demek ki
âyetlerin böyle tekrar tekrar aynı konuların gündeme getirilişinin iki sebebi
varmış. Sonunda insanlar anlasınlar ve desinler ji; sen bunun dersini almışsın.
Evet öyledir zaten. Bir anlamda düşündüğümüz zaman dersi veren Allah, dersi
alan da Resûlullah Efendimizdir. İsterse tersini söylemiş olsunlar. Yâni ey
Muhammed, sen bunu birilerinden öğreniyorsun desinler. Dediler de nitekim. Ne
derlerse desinler, Allah o kadar güzel ortaya koyacak ki sonunda insan-lar bu
gerçeği kavrayacaklar. Sonunda fark edecekler ki meğer peygamber bunu
birilerinden değil, Allah’tan öğreniyor, Allah’tan alıyormuş.
Ayrıca
âyetlerin böyle tekrar tekrar gelmesinin bir başka hikmeti de, bir kavim, bir
toplum anlamak isterlerse, onlara gerçekler ayan beyan kılınmış olsun diyedir. Evet
peygamberim, biz bu kitabı açık açık ortaya koyuyoruz, öyleyse sen de:
106. Rabbinden sana vahy olunana uy, O’ndan
başka ilâh yoktur, puta tapanlardan yüz çevir.
Rabbinden sana ne gelmişse,
Rabbin sana ne göndermişse, ne indirmişse sen ona uy, ona tâbi ol. O kadar hoş
bir ifade ki, sanki yeryüzünde başka hiç kimse yok da sadece bir tek peygamberimiz
varmış gibi ona hitap ediyor Rabbimiz. Demek ki Kur’an’la beraber olmak,
Allah’la beraber olmak bunu gerektiriyor anlıyoruz. Bakın gökler, yer,
göktekiler, yerdekiler, dağlar, denizler, dereler, tepeler, aylar, güneşler
hepsi anlatıldı. Sonra denildi ki; işte bütün bu var olanlar sizin Rabbiniz
olan Allah’ı anlatıyor. Hayata sebep, hayata egemen tek Rabbin Allah olduğunu
ortaya koyuyor. Öyleyse haydi kul olun, köle olun bana. Haydi benim dediğimle
görün hayatı. Haydi ben nasıl görmenizi istiyorsam öylece görün. Ben nasıl
değerlendirmenizi isti-yorsam öylece değerlendirin. Ben nasıl yaşamanızı
istiyorsam öylece yaşayın. Benim dediğim gibi bakın deyiverdi Rabbimiz. Kim
benim dediğim gibi bakarsa hayata, benim dediğim gibi bakarsa ihtiyaçlarına,
çözümlerine, problemlerine, hukukuna, kazanmasına, harcamasına, eğitimine
kesinlikle bilesiniz ki bu, onun lehine olacaktır. Ama kim de kör davranırsa,
kim benim gör dediğimi görmezse bilsin ki o da onun aleyhine olacaktır. İşte
biz bu âyetleri evirip çevirip böyle tekrar tekrar gündeme getiriyorsak işte
siz bunu anlayasınız içindir buyurduktan sonra, sanki gökyüzü yok, yer ve
yerdekiler yok, hiç kimse yokmuş gibi, sadece peygamberimiz varmış gibi
Rabbimiz ona görev yüklüyor. Ey peygamberim, sana Rabbinden ne vahiy edilmişse
sen ona ittiba et. Sen onun peşi sıra git.
Efendim,
annen izin verdiyse, hayır yok anne. Baban müsaade ettiyse, hayır yok baba.
Toplum, çevren uygun gördüyse, hayır yok çevre. Yönetmelikler el verdiyse,
hayır. Piyasa iyi gidiyorsa, hayır. Müdürün, ağan, patronun, devletin,
arkadaşların, karın, kocan, üstadın, şeyhin, hocan sana destek çıkarsa, hayır.
Öyle denilmiyor bakın. Dünyada hiç kimse yok, sadece peygamberimiz var. Hiçbir
engel, hiçbir destek yok. Kimseyi takma peygamberim. Kimseyi bekleme, Allah
sana ne vahiy etmişse takış peşine, öylece inan, öylece bir hayat yaşa diyor
Rabbimiz.
İşte
topluma uy, çevreye uy, yönetmeliklere, âdetlere, gazete-ye, mecmuaya, filan
zâta, falan kişiye, babana, anana, devletine, â-mirine, müdürüne, ağana,
patronuna uy, onlara tâbi ol değil! Eğer onlar sana vahyi ulaştırıyorlarsa tamam
onlara da uy, tâbi ol! O zaman zaten sen onlara değil vahye uymuş olursun.
Onlar vahyin tercümanı oluyorlarsa onlara da uyabilirsin, ama onlar vahye
değil de kendi hevâ ve heveslerine tâbi olmuşlarsa kesinlikle onlara uymayacağız.
Evet,
dikkat ederseniz az önce sanki bu dünyada hiç kimse yokmuş farz ettirecek
biçimde bir ifade vardı, ama şimdi müşriklerden sakınma, yüz çevirme
emrediliyor. Yâni hayatta müşrikler de olacak, takma sen onları. Onlardan yüz
çevir. Onlardan değil, onlar gibi olmaktan, onlar gibi inanmaktan, onlar gibi
yaşamaktan yüz çevir. Bu ikisi biraz farklıdır. Onlardan yüz çevirmek, onlar
gibi olmaktan yüz çevirmek. Nisâ sûresi öyle diyordu değil mi?
“İşte bunların kalplerinde olanı Allah bilir.
Onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver, kendilerine tesirli sözler söyle.”
(Nisâ
63)
Peygamberim,
sen böylelerinden yüz çevir. Onlarla beraber olma. Ama onlara vaaz ve nasihat
et. Peki nasıl oldu? Hem ilgiyi ke-seceğiz, hem de nasihat edeceğiz onlara.
Hatta onlara nasıl vaaz edeceğimiz de belirleniyor. Onlara kendilerini, kendi
dünyalarını ilgilendiren anlaşılır söz söyle. Yâni
onların anlayacakları dilden onlara vaaz
ve nasihatte bulunmak zorundayız. Kendi enfüslerinden, kendi
dünyalarından, kendilerinin anlayacağı dilden onlara “kavlen beliyğa” yapmak
zorundayız. Onları düzeltmeye, onları iyi bir Müslüman etmeye yönelik anlaşılır
söz söylememiz isteniyor. Yâni kavlen beliyğa adamın kendi dünyasından, kendi hayatından
söz söylemektir. Demek ki onlardan değil, onlar gibi olmaktan yüz çevirmemiz
emrediliyor. Onların yolunu, yaşantılarını terk etmemiz emrediliyor. İşte bu
mânâda onlarla ilgimizi keseceğiz. Değilse hepten onlardan uzaklaşıp, onları
kendi hallerine bırakıp cehenneme gitmelerine göz yummayacağız. Görüşeceğiz,
konuşacağız, anlatacağız. Allah’ın Resûlü elbette Ebu Cehil ve benzerleriyle
onlar ölüp gidene kadar onlarla ilgisini bu mânâda kesmemiştir.
Evet ey
peygamberim, sen Rabbinden sana indirilene tâbi ol. Rasulullah’a vahye tâbi
olma emri onun şahsında aynı zamanda bize de bir emirdir. Biz de Allah’ın
indirdiğine tâbi olmak zorundayız. Biz de sadece Allah’ı dinlemek ve hayatımızı
Allah’a sorarak yaşamak zorundayız. Fakat şu anda içinde yaşadığımız toplum,
hayatın her bir kademesinde Allah’ın kendilerinden istediklerini bilmedikleri
için, yâni Allah’ın kitabını tanımadıkları için başkalarını da dinlemeye,
başkalarını da memnun etmeye çalışan bir toplumdur. Allah’la birlikte başka-larına
da kulluk etmeye çalışan bir toplumdur. Bu durumda kişi günahkâr olur. Yâni Allah’ın
o konuda kendisinden ne istediğini bilme-yen bir kişi meselâ modanın,
âdetlerin istediklerini gerçekleştiriyorsa günahkâr olur. Ama Allah’ın
kendisinden ne istediğini bildiği bir konu-da onun tamamen zıddını isteyen
modayı, âdetleri, tâğutları dinler ve onların arzularını gerçekleştirmeye
çalışırsa o zaman bu kişi müşrik olur.
Meselâ şu örneği daha önce de
vermiştim: Bir kızcağız evlenirken gelinlik giymemesi, vücudunu bu şekilde
elâlemin gözleri önünde teşhir etmemesi gerektiğini, Allah’ın bunu
yasakladığını bilme-yerek gelinlik giymeye çalışırken, bu kızcağız bu
hareketiyle günah işliyor demektir. Ama bu kızcağıza Allah’ın bu konudaki
yasağı hatırlatılınca, Allah’ın bu konudaki isteğini bilince yine de bu tür bir
elbiseyi giymeye kalkışırsa, bu kızcağız müşrik demektir. Ama hayır ben bunu
bilmiyordum, ben Rabbimin benden isteğinden yanayım diyerek böyle bir elbiseyi
giymekten vazgeçerse bu da mü’mindir.
Allah
buyuruyor ki, “ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, Rabbinizden
size ne indirilmişse sizler ona tâbi olun, ona uyun.” Biliyoruz ki Allah’ın
Resulü Allah’tan kendisine gönderilen vahyi gece kendisi okuyor, o vahye
kendisi tâbi oluyor ve kendi kendine bu vahyi tekrar ediyordu. Yâni Allah’ın
Resulü her gece vahyi kendisine indirgiyordu. Şimdi ona emredilenin aynısıyla
sorumlu olan bizlere soruyorum. Acaba her gece bize de vahiy geliyor mu? Her
gündüz bize de vahiy geliyor mu? Biz de tıpkı Allah’ın Resulü gibi her gece ve
her gündüz vahiyle beraber miyiz? Vahyin gözetiminde ve Kur’an’ın kontrolünde
bir hayat yaşayabiliyor muyuz? Yâni şu anda bize vahiy geliyor mu ve gelen
vahye tâbi olabiliyor muyuz?
Ya da isterseniz biraz farklı
sorayım. Sizler şu anda, gecenizde, gündüzünüzde kimin vahyine tabisiniz?
Kimden vahiy alıyor ve hayatınızı onunla düzenlemeye çalışıyorsunuz?
Diyeceksiniz ki Allah vahyinden başka vahiyler mi var ki onlardan beslenelim?
Evet daha önce onu Rabbimiz anlatmıştı, bir Rahmân’ın vahyi, bir de şeytan
vahiylerinden söz etmişti. Öyleyse bizler kimin vahyine teslim olu-yoruz? Yoksa
gecemiz gündüzümüz hep başkalarının vahyine mi teslim olmuş? Ya da biz
başkalarının vahiylerinin kontrolünde bir ha-yat yaşıyoruz da Müslümanız diye
bir de kendi kendimizi mi aldatıyoruz? Allah’tan başka şeytan vahiyleriyle
meşgul olup da hayatımızı onlarla mı düzenlemeye kalkıyoruz? Yoksa A.B.D’den,
Avrupa’dan, yahudi dünyadan, hıristiyan âlemden, Zerdüştlerden gelen vahiylere
mi tâbi oluyoruz? Bu vahiyleri dinliyor da hayatımızı onlar kaynaklı mı düzenlemeye
çalışıyoruz? Bunu çok iyi düşünmek ve anlamak zorundayız.
Başka
çaremiz yok, her gün bize vahiy gelmelidir. Her gece, her gündüz biz Allah’ın
vahyiyle beraber olmalıyız. Her gece ve gündüz bize Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ,
En’âm inmelidir. Her gece ve gündüz bu Allah vahyiyle beraber olmak
zorundayız. Beraber olmak zorundayız ki, bizler bu vahye uyabilelim. Bize her
gece ve her gündüz vahiy gelmeli ki, biz hayatımızı, gecemizi, gündüzümüzü,
işimizi, aşımızı, hayatımızı onunla düzenleyebilelim. Değilse Allah vahyiyle il-gimizi
kesersek Allah korusun o zaman şeytan vahiyleri gündeme gelir ki, biz onlarla
hayatımızı düzenlemek zorunda kalırız. Eğer hayatımızı düzenlemek üzere Allah’tan
gelen vahiyler hayatımıza hakim olmaz, eğer bu vahiyler bize inmeye devam
etmezse, o zaman onlar bizim hayatımıza egemen olamaz ve biz onların egemenliği
altında bir hayat yaşayamayız. Başka vahiyler bizim hayatımıza hakim olur ve
biz başkalarının kulu kölesi olmaktan kendimizi hiç bir zaman kurtaramayız
Allah korusun.
İlah olan
da, boyunlarınızdaki kulluk iplerinin ucu elinde olan ve sadece kendisini
dinlemeniz gereken de O’dur. Ve ey peygamberim, müşriklerden de yüz çevir. Putçulardan
ve put sistemlerinden yüz çevir. Onların inanışlarından, onların hayatlarından,
onların anlayışlarından, programlarından, âdetlerinden, vahiylerinden, vahiy
kaynaklarından yüz çevir. Unutma ki senin onlar gibi inanmaya, onlar gi-bi
yaşamaya, onlar gibi düşünmeye, onlar gibi giyinip kuşanmaya as-la hakkın yoktur.
Hayatını onlara sormaya, onları örnek alıp onların istediği gibi yaşamaya,
onlardan vahiy alıp onlardan bilgilenmeye, onlara kulak verip meyletmeye hiçbir
zaman hakkın yoktur, ihtiyacın da yoktur. Çünkü sen onların kulu değilsin, seni
onlar yaratmadı. Sen terk et onları. Sen sadece Rabbinin bilgisine, Rabbinin
vahyine kulak verip, sadece onun âyetlerini dinlemek ve o âyetler istikâmetinde
bir hayat yaşamak zorundasın.
Bunu yaptığın andan itibaren, Rabbinden
gelen vahye tâbi olduğun andan itibaren, artık senin başka hiçbir bilgiye,
başka hiç bir yardımcıya, hiçbir desteğe ve örneğe ihtiyacın olmadan yeryüzünde
aziz olacak, yeryüzünün en âlimi, yeryüzünün en bilgini, en yanılmazı ve en
yenilmezi olacaksın. Yeryüzünün en şereflisi ve en üstünü olacaksın. Yeryüzünde
insanlığın, adâletin eşitliğin ve özgürlüğün garantisi sen olacaksın.
Yeryüzünde küfrü, şirki, bozgunculuğu, zulmü, karanlığı kaldırma gücüne sahip
olan yine ancak sen olacaksın diyor Rabbimiz.
Tabi
Rabbimiz peygamberinin uğraşını biliyordu. Müşrikler toptan ortadan kalksın,
kâfirlerin tümü Müslüman olup cennete gitsin şeklindeki çabasını biliyordu
Allah. Bakın bu nokta da Rabbimiz elçisine diyor ki; ve sen ey peygamberim,
sakın kâfirlerin ve müşriklerin varlığına da üzülme, çünkü:
107. “Allah dileseydi puta tapmazlardı. Seni onlara koruyucu
yapmadık, onların vekili de değilsin.”
Evet Allah dileseydi bu
insanların hiçbirisi kâfir olamazdı, hiçbirisi müşrik olamazdı. Allah öyle
dileseydi bu insanların hiçbirisi Allah’a şirk koşamaz, Allah’ı ortaklı
düşünemez, Allah’a yetki sınırlama-sı getiremez, kafa tutamaz ve Allah’a isyan
içinde bir hayat yaşaya-mazdı. Eğer bu insanlar yeryüzünde şu anda küfrü, şirki
tercih edebiliyorlar ve Allah’a rağmen, Allah’ın âyetlerine rağmen diledikleri
gibi bir hayatı yaşama imkânı bulabiliyorlarsa unutmayasın ki, bu da Allah’ın
yeryüzünde koyduğu bir yasa gereğidir. Allah’ın bunlara verdiği bir iznin ve
iradenin sonucudur bu.
Bir yanlış anlamaya mahal
vermemek için bunu bir daha söyleyeyim: Sakın ha buradan şu anda birilerinin müşrik
olmaları Allah’ın şirki onayladığı, şirke izin verdiği şeklinde anlaşılmasın.
Peki nasıl anlayacağız bunu? Allah herkese doğuştan iyi bir Müslüman olabilmeye
de, kâfir ve müşrik olabilmeye de potansiyel bir güç veriyor. İrade gereği her ikisini de tercih edebilmeye
imkân tanıyor. Ve işte bu adamlar Allah’ın tanıdığı bu imkânı müşrik olmaya kullanıyorlar
hepsi bu.
Şûrâ sûresinde de Rabbimiz bu
hususu şöyle anlatır:
"Eğer Allah dilemiş olsaydı
hepsini bir tek ümmet yapardı. Ama, O, rahmetine dilediğini kavuşturur. Zâlimlerin
ise bir dost ve yardımcısı olmaz."
(Şûrâ 8)
Evet Allah dileseydi herkesi peygamber
yapardı, herkesi peygamber gibi yapardı. Burada iki konuya dikkat çekiliyor.
Birincisi Rabbimiz peygamberini teselli ediyor. Yâni Rasulullah’ın bunca
çabalarına rağmen Mekke müşriklerinin küfürlerinde, şirklerin-de, cehalet ve
sapıklıklarında direnmeleri, hakkı kabule yanaş-mamaları karşısında
peygamberinin üzülmemesi gerektiğini anlatıyor Rabbimiz. Peygamberim! Olmuyor
diye, olmadılar diye, bu adamlar bunca çabalarına rağmen istenilen noktaya
gelmiyorlar diye niye üzülüp kendi kendini harap ediyorsun? Eğer senin Rab-bin
dileseydi bu insanların hepsini bir tek ümmet yapardı. Bunların tamamını hak
din üzerinde toplar, tamamını Müslüman yapar, mü'min yaratırdı. O zaman kitap
ve peygamber göndermeye de gerek kalmazdı. Bakın bu hususun Bakara’da şöyle
anlatıldığını görüyoruz:
"Dinde
zorlama yoktur. Çünkü hak bâtıldan ayrılmıştır."
(Bakara
256)
1-
Dinde zorlama yoktur, yâni dine girme konusunda, insanların bu dine girmeleri
konusunda zor kullanmak yoktur.
2-
Dinden çıkma konusunda zorlama yoktur. Zor kullanarak bu dine girmiş insanları
dinden çıkarmak, mürted yapmak da yoktur. Ehl-i kitap ve kâfir dünyada şu anda
insanlar dinlerinden çıkarılmak için zorlanmaktadırlar. Allah bu âyetiyle
onların bundan vazgeçmelerini, insanları din eğitiminden mahrum bırakarak, ya
da İslâm’ı yanlış tanıtarak, ya da İslâm’la insanların arasına barikatlar
koyarak insanların bu dinle tanışmasını engellemekten vaz-geçmelerini
emretmektedir.
3-
Dinde, dinin ruhunda zorlama yoktur. Yâni sadece dine girme çıkma konusunda
değil, bu dinin esasında hiçbir zorlama yoktur. Zira bu dinin konusu zorunlu
fiiller değil, rıza ve isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır.
"İslâm
dininde zorlamanın sonucunda yapılan amellere sevap verilmez."
Hadisi
bunu anlatır. Zorlama ile iman da, itikat da caiz de-ğildir. Zorlamanın sonucunda
gerçekleşecek bir imana iman den-mez. Zorlamanın sonucu kabul edilen bir iman,
Allah’ın istediği bir iman değildir. Aynen bunun gibi zoraki kılınan namaz da
namaz değildir; zoraki tutulan oruç da oruç değildir. Çünkü zorlanma bir kişiye
hoşlanmadığı halde, kalben inanmadığı halde bir şeyi tehditle ve zorla yaptırmaktır.
Halbuki bu din hoşlanılmayacak bir din değildir. Bu din insanlara anlatıldığı
zaman herkesin gönül rahatlığıyla kabullenebileceği bir dindir. Bu konuda
insanları zorlama hakkı sadece Allah’a aittir. Yâni yarattıklarını, kullarını
bu konuda zorlama hakkı sadece Allah’a aittir.
Nitekim Allah kimi
kullarını da zorlamıştır. Bakın gökyüzü, yeryüzü, ay, güneş, yıldızlar,
bitkiler, hayvanlar, melekler hepsinin boyunlarındaki ipin ucu doğuştan
Allah’ın elindedir. Zoraki kulluk yapmaktadırlar, Allah’a karşı asla isyan
etme, kafa tutma imkânları yoktur. Bunlar zoraki kuldurlar Allah’a, başka şansları
yoktur yâni.
Ama
insanlar için Allah bunu murat etmemiştir. İnsanların imanlarını zorunlu
kılmamıştır Rabbimiz. Bakınız bu hususu Rab-bimiz başka bir âyetinde şöyle anlatır:
"Eğer
Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederdi. O halde sen
mü'min olsunlar diye insanları zorlayacak mısın?"
(Yunus
99)
O
halde din konusunda, dine girme konusunda hiç kimse zorlanmamalıdır. Çünkü
zorlanan bir kimsenin açığa vuracağı iman, Allah katında kabul edilen bir iman
değildir. Ama şurası da unutulmamalıdır ki, velev ki böyle bir zorlamanın
sonucu da olsa ben iman ettim diyen kişiye: Sen bunu korktuğun için söylüyorsun!
Sen aslında kâfirsin demek caiz değildir. Böyle bir iman iddia-sında bulunan
kişi için şüphe ortadan kalkacak kadar beklenir, ona kâfir muamelesi yapılmaz.
Yâni o kişi imanını açığa vurup amellerle ispatlayacak kadar beklenir. Eğer bu
süre içinde amellerle imanını ispatlarsa mü'min, değilse kâfir kabul edilir.
Anlayabildiğimiz
kadarıyla bu ve benzeri âyetlerde Rabbi-miz birinci olarak peygamberini ve onun
yolunun yolcuları olan bizleri teselli ediyor ve bizlere yol gösteriyor. Diyor
ki, ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları! Sakın bu insanlar yola
gelmiyorlar, hakkı kabule yanaşmıyorlar diye kendi kendinizi yiyip bitirmeyin!
Bu Allah için zor bir şey değildir. Eğer Allah dileseydi onların tamamını hak
din üzere toplayıverirdi. Diğer varlıklar gibi onların da boyunlarındaki ipin
ucunu eline alıverirdi de hiçbirisi Al-lah’a kafa tutamazdı. Ama Allah böyle murat
etmiş, onlara irade vermiş, iradelerini iyiye kullananları rahmetine sokmuş, zâlimleri
de rahmetinden ve hidâyetinden mahrum bırakmıştır.
Bir
de kimileri dün de, bugün de bu konuda yanlış bir mantık yürüterek dini
reddetme cüretinde bulunmuşlardır. Şöyle diyor-lar: “Efendim eğer Allah
gerçekten bu kâfirlerin iman etmelerini, hidâyet üzere olmalarını istemiş
olsaydı, yâni bizi kendi başımıza bırakmayıp da gerçekten bizim hayatımıza,
insan hayatına karışmış olsaydı, gerçekten kitap göndererek, vahiy göndererek,
peygamberler göndererek bizim hayatımıza karışmayı murat etmiş, bizden bir
şeyler istemiş, bize emirlerini göndermiş olsaydı o zaman Allah böyle kitaplar
ve peygamberler göndererek dolambaçlı yolları seçmezdi!! Herkesi Müslüman
olarak yaratır, diğer mahlukât gibi bizim de boyunlarımızdaki ipin ucunu
doğuştan eline alıverir veya semâvât ve arza dediği gibi, "Müslüman
olun!" "Teslim olun!" der, işi bitirirdi. Böyle demediğine göre,
böyle yapmadığına göre Allah bizden bir şey istemiyor, Allah bize vahiy
göndermiyor da kendilerinin peygamber olduklarını iddia eden kimi insanlar bizi
aldatıyor!!”
“Allah
vahiy göndermez, Allah hayata karışmaz. Allah bizi kendi halimize bırakmış ve
nasıl bilirseniz öylece yaşayın demiştir. Eğer şu anda bizim yaptıklarımızdan,
bizim yaşadığımız hayattan Allah razı olmasaydı, şu anda bize böyle razı
olmadığı bir hayatı yaşama imkânı vermezdi!! Şu anda bizlere bu hayatı yaşama
imkânı verdiğine ve bizi bu yaptıklarımızı yapma konusunda durdurmadığına,
böyle bir hayatı yaşayan bizleri hemen cezalandırmadığına, bu hayatımızdan
dolayı bizleri helâk etmediğine göre demek ki Allah bu yaptıklarımızdan razıdır?!!”
diyorlar. Böyle bâtıl bir mantıkla İslâm’ı da, vahyi de, peygamberi de
reddetmeye çalışıyorlar. Rabbimiz onların bu sapık mantıklarını reddetmek üzere
buyurur ki, eğer Allah dilemiş olsaydı hepsini tek bir ümmet yapardı. Yâni hepsini
zoraki mü'min yapardı. Lâkin Allah öyle murat etmemiş, insanlara irade vermiş
ve bu iradelerini İslâm’dan yana, imandan yana kullananları rahmetine
ulaştırmış, aksini yapanları da dostsuz ve velisiz bırakmıştır. İşte bu
âyetiyle Rabbimiz bu hususu anlatır.
Rabbimiz
yeryüzünü yarattı, orada hayatı ve insanları, zu-lümâtı ve nûru yarattı. En’âm
sûresinin başındaki âyetler bu hususu ortaya koymuştu. Rabbimiz imanı da,
küfrü de, hidâyeti de, dalâleti de ortaya koydu. Yeryüzünde yarattığı bu insanlara
özgür bir irade verdi. Bu hür iradeleriyle insanlara bu ikisinden birisini
seçme hakkını da verdi. İşte bu yüzdendir ki insanlardan kimileri imanı,
kimileri de küfür ve şirki seçebilmektedirler. Eğer Allah yarattığı insana
böyle bir irade vermeseydi, bu insanlar elbette ki küfür ya da iman, itaat ya
da isyandan birisini seçme hakkına sa-hip olamayacaklardı. Meselâ Allah herkesi
kâfir yapsaydı bu insanlar imanı ve hidâyeti nereden bulabileceklerdi? Ya da
Rabbi-miz herkesi melek yapsaydı bu insanlar isyana nasıl güç yetirebileceklerdi?
Herkesi taş yapsaydı bu insanlar Allah’a nasıl kafa tutabileceklerdi? Ama
Rabbimiz böyle dilemiş ve yeryüzünde böyle bir yasa koymuştur. İşte insanlar
Allah’ın yeryüzünde koyduğu bu yasa gereği iradelerini kullanıp dileyen imanı,
dileyen de küfrü ve şirki tercih edebilmektedirler.
Bir
de bu âyetiyle Rabbimiz mü’minlere İslâm’ı tebliğ ederken karşılarındaki
muhataplarının hemen etkilenip Müslüman olmayışları, hemen istenilen noktaya
gelmeyişleri karşısında ümitsizliğe düşmemeleri konusunda uyarıda
bulunmaktadır.
Ey
peygamberim! Biz seni onlar üzerine muhafız da kılma-dık. Yâni ey peygamberim,
senin onlar hakkında böyle bir sorumluğun da yoktur. Onları zorla mü'min
yapmak, onları zorla basîret sahibi yapmak, ya da onları zorla küfür ve körlük
sahibi yap-mak gibi bir yetkin ve selâhiyetin yoktur senin. Gücün de yoktur
buna. Sen onlar üzerine vekil de tayin edilmiş değilsin. Yâni sen hiçbir zaman
onların küfür ve şirklerinden sorumlu değilsin. Onların işledikleri suçlardan
ötürü seni sorumlu tutmayacağız. Dileyen Müslüman olur ve Müslümanlığının
sonucu kendisine ait olur, di-leyen de küfreder ve küfrünün sonucuna kendisi
katlanmak zorunda kalır.
Peygamber
böyle olunca elbette peygamber yolunun yol-cuları da böyle olacaktır. Yâni
bugün insanlardan hiç birisinin, hiç birimizin insanlar üzerinde muhafızlık
iddiasında bulunması mümkün değildir. Bu insanlardan biz sorumluyuz, bunları
hidâyete biz ulaştırıyoruz, bunun sorumlusu bizleriz, bu insanlar bizden
sorulur gibi bir iddiada bulunmamamız gerekmektedir. Ancak bizler de tıpkı
peygamberler gibi onların misyonlarını yüklenerek, onların sorumluluklarını
kuşanarak, insanları Allah’ın âyetleriyle karşı kar-şıya getirmek, ya iman ya
da küfrü rahat bir şekilde tercih edecek ortamı sağlamakla görevliyiz. İşte
bizim en büyük görevimiz budur.
108.“Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar
da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel
gösterdik, sonra dönüşleri Rablerinedir. O, işlediklerini haber verir.”
Onların Allah berisinde
tapındıkları putlarına sövmeyin. Allah berisinde ilâh bildiklerine küfretmeyin,
Allah’tan başka hayatlarında söz sahibi bilip yalvardıklarına sövmeyin ki onlar
da cahillikle aşırı gi-derek sizin Allah’ınıza sövmesinler. Ya da siz o
müşriklere sövmeyin ki onlar da Allah’a sövmesinler. Şu Allah berisinde Allah
gibi olmadıklarını bile bile bir kısım varlıklara dua ve davetiye çıkaranlar
var ya, şu müşrikler var ya sakın o müşriklere sövmeyin, çünkü onlar da bil-meziye
Allah’a sövüverirler. Siz o müşrikin kendisine sövüyorsanız bile, o tutar
Allah’a söver. İşte şu anda birileri Allah’tan başka birilerine davetiye çıkarıyorlar.
Nasıl? Meselâ; Aman sağlığım bozuldu, se-nin şifana muhtacım! Aman senin
hükmüne muhtacım! Aman himmetine, yardımına muhtacım! Aman yetiş ekmeğine, suyuna
muhtacım yetiş! Diye Allah’tan başkalarını yardıma çağıranlar, onlara kul köle
olmaya çalışanlar var ya, bu insanların çağırdıklarına sövmeyin, ya da bu
insanların kendilerine sövmeyin, çünkü onlar da cahilce Allah’a sövmeye kalkışırlar.
Yâni birincisi
adamın inancına sövmek, putuna sövmek, ötekisi de kendisine sövmek. Peki acaba
bunun birincisi doğruysa, yâni adamın putuna sövmek yasaklanıyorsa kendisine
sövebilecek miyiz?
Veya eğer yasaklanan kendisine sövmekse, o zaman putuna
sövebilecek miyiz? Adamın kendisine sövmenin zaten yasak olduğunu biliyoruz.
Gözü kör diye, boyu kısa diye adama söveceksiniz. Filan aileden, falan şehirden
diye söveceksiniz. Ne hakkınız var buna? Çünkü sen öyle sövdün mü, o da Allah’a
söver. Peki acaba onun inancının yanlışlığını, kötülüğünü söylemek anlamına bir
sövgü olabilir mi? Eh bakıyoruz kitabımız hep söylüyor bunu. Onlar görmezler,
bilmezler, anlamazlar, akletmezler, taştırlar, hayvandan beterdirler vs vs nice
hakaret ifade eden sözler söylüyor. Öyleyse biz de onların yanlışlarını
söyleyeceğiz tabi. Peki onlar da bize? Onlar zaten yaparlar, o ayrı şeydir de
bizim ahlâkımız güzel olmalı, asla onlar gibi sövmemeliyiz.
İslâm en
güzel strateji tespitidir. Onun içindir ki bütün insanlar, babalar, analar,
evlâtlar, kadınlar, erkekler, talebeler, hocalar, idareciler, idare edilenler,
kısacası herkes her gece ve her gündüzde, dururlarken, hareket ederlerken,
yatarlarken, kalkarlarken, kazanırlarken, harcarlarken, dinlerlerken,
konuşurlarken hep Kur’an’a ve Kur’-an’ın yol göstermesine muhtaçtırlar. Zira
Allah’ın mesajı en güzel ve en doğru mesajdır.
Ancak
hadiseler tek kişiye, tek insana ircâ edilemez, çünkü hadiseler tek kişinin iradesine
bağlı olarak cereyan etmez. Meselâ bir adam düşünün ki beş dakika önce geçen
dolmuşa binemediği için on dakika sonra meydana gelen bir kazada dolmuşa
binenlerin tamamı ölmüş olduğu halde bu adam ölmemiştir. Beş dakika önce o
dolmuşa binmeyen bu adam için kendisini ölümden kurtarmıştır diyemeyiz. Zi-ra
ölümden geri kalış kurtuluş olmadığı gibi, Allah onu belki de çocuklarının
babası olarak sağ bırakmış olabilir. Yahut da filanın kocası olarak, falanın
dostu ve hâmisi olarak veya falanın ağzının payını ve-ren düşmanı olarak sağ
kalmasını istemiş olabilir. Veya gazi olarak, kulağı şöyle olarak, bacağı böyle
olarak insanlara örnek olması için Allah onu sağ bırakmış olabilir.
Evet,
insanların günlük aylık ve ömürlük olarak nasıl hareket edeceklerini belirleyen
İslâm, onların başka din mensuplarına karşı da nasıl davranmalarını gerektiğini
belirleyendir. İşte bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz mü'minlerin kâfirlere
karşı, müşriklere karşı stratejilerini şöyle anlatır: Onların putlarına, saygı
duyup kutsâdıkları şeylere, değer verip bağlandıkları şeylere sövmeyin ki, ya
da sizler putçulara sövmeyin ki onlar da cahillik edip sizin Allah’ınıza sövmesinler.
Bir kere
bilelim ki yeryüzünde müşrikler vardır ve olacaklardır. Bunun bütünüyle ortadan
kaldırılması da mümkün değildir. Rabbimiz onların tümüyle yok olup İslâm’a
girmeleri için çırpınan peygamberine sûrenin evvelinde hatırlarsanız şöyle
buyurmuştu:
“Eğer Allah
dileseydi onların topunu doğru yolda toplardı. Hal böyleyken ey peygamberim
sakın cahillerden olma!"
(En’âm 35)
Demek ki bu
insanlar da olabilecektir yeryüzünde.
İkinci
olarak Müslümanın görevi put sövücülüğü değildir. Put sövücülüğü yolunda çaba
harcanması caiz değildir ve zaman israfıdır. Putun kötülüğü anlatılır, ama
sövülmez. Bu, o müşriklerin, o kâfirlerin dinlerinin, yollarının, hayatlarının,
inanışlarının kötülüğünü gündeme getirmeyin, onları tenkit etmeyin, onlara
ilişmeyin anlamına bir emir değildir. Aksine her fırsatta onların dinlerinin ve
hayatlarının bozukluğunu, yollarının yanlışlığını ortaya koymakla birlikte,
onların tanrılarının, ilâhlarının sahteliğini ısrarla gündeme getirmekle birlikte,
onlara sövmememiz, hakarette bulunmamamız gerektiği anlatılıyor burada. Çünkü
eğer bizler onların kutsadıkları, yücelttikleri tanrılarına, ilâhlarına,
putlarına ve kutsal değerlerine söversek, onlar da bilgisizce bizim Allah’ımıza
söverler ve zâlimce Allah’a hakaret etmeye cüret bulurlar, hak kazanırlar.
Bir Müslüman için bu sözler hiç
de duyulacak, işitilecek ve da-yanılacak sözler değildir. Hiçbir Müslüman insanları
Allah’ına sövdür-me makamında olmamalıdır. Hiçbir Müslümanın buna hakkı yoktur.
Ama Müslüman böyle bir şeye sebep olmadığı halde, yâni onların putlarına sövmediği
halde, onlar karşısında edepli davrandığı halde yine de Müslümanların Allah’ına
da, Allah’ın kitabına da, peygamberine de, Allah’ın sistemine de bugün olduğu
gibi her gün küfrediyorlarsa, o zaman bilelim ki Allah onların belâlarını verecektir.
Bir de
İslâm’ın tebliğinde, tebliğ edilen insanların bağlandıkları şeyleri ilk defa
hedef alıp işe oradan başlamak hatalıdır. Adamın tut-tuğu takımından, partisinden,
derneğinden, gazetesinden, modasından, liderinden vs. işe başlamak hatadır.
Zira eğer siz söze buradan başlarsanız, ona daha sonra sunacağınız mesajınızı
dinlemeyecektir adam. İslâm’ı tebliğde Allah ve Resulünün istemediği odak
noktalarından tebliğe başlamak, İslâm’a hücumlara sebep olmaktadır. Meselâ
adam karşısındakine İslâm’ın aslı, esası, rüknü cumadır diye işe başlıyor. Kılmayacaksın
cumayı diye işe başlıyor. Odak nokta olarak bunu alıyor veya darü’l harp’tir
diye başlıyor. İşte muhatabın sevdiği, bağlandığı şeyle işe başlayınca bu sefer
karşısındaki de onun İslâ-m’ına hakaret etmeye başlıyor. Sizin Müslümanlığınıza
da, size de demeye başlıyor.
Meselâ adamın Allah ve peygamber
makamında gördüğü, kendisini kutsayıp sığınmaya çalıştığı falan ve filan zâtın
kötülüğü ile başlanır, bunun İslâm’da olmadığının anlatılması odak noktası yapılırsa,
adamın Allah’a sayesinde dua ettiği varlığın sövme konusu edil-mesi, onun
indinde doğruya sövme işini gerektirebilir. O halde mü'-mine düşen küfür ve şirki
reddetmek, küfür ve şirk ehliyle peygamberlerin yaptığı gibi en güzel biçimde
mücâdele etmektir.
İşte biz böylece her ümmete, her
topluma amellerini süslü gösterdik. Evet onlara amellerini süslü gösteren Allah’tır,
ama sonunda onlar buna lâyık olduklarından dolayıdır bu. Değilse Allah herkese
İslâm’ı süslü gösterir. Ama insanlar kendi hür iradeleriyle ille de öyle
istiyorlarsa, o zaman da; alın bakalım dercesine Rabbimiz sizin için öyle olsun
buyurup kendi amellerini de süslü gösteriveriyor. Madem ki pislikten
hoşlanıyorsunuz, haydi öyle olsun deyiverir. Tabi bir anlamda da şeytana izin
verildiği için böyle olacaktır.
Evet, bakın konu biraz daha net
anlaşılıyor böylece. Niye titiz davranacakmışız bu kâfirler ve müşrikler karşısında?
İşte nedeni. Demek ki her ümmet, her topluluk, her din mensubu, her inanç sahibi
kimseler kendi dinlerinin, kendi yollarının doğruluğuna, kutsallığına inanır,
kendi değer yargılarının sıhhatine inanırlarmış. Rabbimiz diyor ki herkese
kendi yolunu biz süsledik. İneğe tapınan adam da, sineğe tapınan kişi de kendi
dininden, kendi inancından ve yolundan mutmain olmuş. Müslüman bu tür
insanlara hakkı duyururken hikmetle ve güzellikle duyurmalı, kırıp dökmeden,
sövüp saymadan anlatmaya, onları hakka, doğruya, güzele çağırmalıdır.
Evet bu
âyet-i kerîmeden kâfirlerin Allah’a ne için sövmeye kalkıştıklarının sebebini
anladık. Niçin sövermiş kâfir Allah’a? Öncelikle düşmanlık ve cehaletinden.
Bunu âyetin önceki bölümünden an-ladık. Kâfirin vazgeçilmez iki özelliğidir bu.
Düşmanlık ve cehalet. Pe-ki niçin bu böyledir? Onu da Rabbimiz âyetin ikinci
bölümünde anlatıyor. Biz her ümmetin, her grubun amellerini kendilerine süslü
gösterdik. Adam bâtılın, pisliğin, şirkin içine batmış ama yine de kendi di-nini,
kendi yolunu doğru ve güzel görmektedir. Kendini haklı görmek-tedir. Öyleyse
sövmeye gerek yoktur. Anlatın hakikati, âhireti, anlatın Allah huzuruna çıkıp
sonunda hesabı ona ödeyeceğimizi, ama asla sövmeyin. Çünkü ne onlara, ne de
onların dinlerine, inanışlarına, put-larına sövmeye hakkınız yoktur. Bakın
Rabbimiz âyetin sonunda şöyle diyor:
Onların dönüşü Rablerinedir. Ve
sonunda onların yapıp ettiklerini Allah onlara haber verecektir. Herkes ne yapacaksa
yapsın. Sonunda herkes Allah’a dönecek ve Allah onlara yaptıklarının tümünü
haber verecek olunca, sanki bunları söyledikten sonra Rabbimiz insanları
serbest bırakıveriyor.
Evet, hepimizin Rabbi Allah’tır
ve her an O’na doğru gidiyoruz. Yaşadığımız sürece yapıp ettiklerimizin
hesabını Allah’a ödeyeceğiz. Sorumlu olduğumuz varlık O’dur. Hayatımızın
sebebi, varlığımızın kaynağı O’dur. Bizi yaratan, yaşatan ve öldüren O’dur,
sonunda bizim karşımıza amellerimize göre cennet ve cehennemi çıkaracak olan
da O’dur. Öyleyse sadece O’na kulluk yapmak zorundayız. Sadece O’nu dinlemek ve
O’nun gösterdiği yere gitmek zorundayız. Sadece O’nu hesaba katmak ve sadece
O’nu razı etmek zorundayız. Gelin minnet borcumuz olmayan, bizim gibi
yaratılmış âciz varlıkları güçsüz ve ölümlü yaratıkları Rab ve ilâh kabul
etmeyelim. Çünkü iyi düşünün ki sizin tapındıklarınızın hiçbirisinde bu özellikler
yoktur. Bunların hiçbirisine karşı ödeyeceğimiz bir bedel yoktur. Hiç birisinin
cenneti de cehennemi de yoktur. Hiç birisine minnet borcumuz da yoktur. Hiç
birisi de bizi yaratmamış, bize hiç bir şey de sağlamış değildir diyerek, tatlılıkla,
kırıp dökmeden insanları uyaralım inşallah.
Allah
onların yaptıklarını yarın onlara haber verecek, tek tek anlatacak. Bizim
yaptıklarımızı da elbette bize anlatacak, haber verecek. Allah’tan dileğimiz
ve duamız odur ki, yarın ondan öğreneceğimiz haber cennet haberi, rıza ve rıdvan
haberi olur da en büyük kurtuluşa erer ve Rabbimizin cennetine ve rahmetine
ulaşma imkânımız olur inşallah.
109. “Kendilerine bir mûcize gösterilirse,
mutlaka ona inanacaklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin ederler. De ki:
“Mûziceler ancak Allah katındadır; onların, muzice geldiği zaman da
inanmayacaklarını anlamıyor musunuz?”
Evet bir de onlar tüm güçleriyle,
tüm gayret ve ciddiyetleriyle Allah’a yeminler ederek dediler ki; “Eğer
Rabbimizden bize bir âyet gelir, bir mûcize gösterilirse mutlaka biz de ona
iman edeceğiz!” Eğer kendilerine Allah’tan bir âyet gelirse inanacaklarına dair
yemin ediyorlar.
Allah’tan
yeni bir âyet istiyorlar, âyet bekliyorlar. Tabi bekledikleri bu âyet Kur’an
âyetlerinden yeni bir âyet olabileceği gibi, Rab-bimizin mûcize âyetlerinden
bir âyet de olabilir. Enteresan bir olay olursa o zaman iman edeceklerini
söylüyorlar.
Âyet mi
istiyorsunuz? Şu elinizdeki Allah’ın âyetleri yetmiyor mu size? Allah’ın
kitaplarında gönderdiği âyetler yetmiyor mu? Bu ki-taplardaki âyetler âyet
değil mi? Sûrenin az önceki bölümlerinde Rabbimizin sunduğu âyetler âyet değil
mi sanki? Şu kâinatta Allah’ın serpiştirdiği gördüğümüz âyetler yetmiyor mu?
Allah’tan âyet istiyor-lar, halbuki Allah’ın âyetlerinden habersizler. Allah’ın
kendileriyle konuşmasını istiyorlar, halbuki şu âyetlerle Allah’ın
kendileriyle konuştuğunun farkında değiller. Anlıyorlar aslında da sahtekârlık
yapıyorlar. Farklı âyetler bekliyorlar hainler. Nasıl meselâ? Meselâ gökyüzünden
Allah’ın emriyle yağmur yağdıran bulutlar aslında Allah’ın âyetlerin-den bir
âyettir, ama onlar bu bulutlardan üzerlerine farklı bir âyet yağdırılmasını,
ateş yağdırılmasını bekliyorlar veya güneşin alışılmışın dışında kendilerine
taş yağdırmasını bekliyorlar.
Allah bu
tür âyetleri de gönderir onlara ama eğer bu tür âyetlerini göndermiyorsa, bu
onlara rahmetinden dolayıdır, ama hainler bunun farkında değiller. Çünkü
geçmiş toplumlara yaptığı gibi reddedilemeyecek bir âyet gönderir de onlar yine
inanmazlarsa sonları gel-miş olacaktır. Halbuki bu tür âyetleri göndermeyerek,
aslında Rabbi-miz onlara süre tanımakta, imkân vermektedir. Ama bu hainler bunu
anlamıyorlar.
Bu tür
âyetler bekliyorlar Allah’tan. Bir anda dağlar altın olsun, çöller yemyeşil
birer arazi haline gelsin. Aslında bu tür âyetleri de görmüyor değiller;
örneğin kışın yeryüzü kupkuru bir çöl haline geldikten sonra Allah’ın izniyle bahar
mevsimiyle birlikte ölü toprakların canlanıp yemyeşil hale geldiğini de
görüyorlar. Ya da dedikleri gibi dağlardan altın madenlerinin çıktığına da
şâhit oluyorlar. Zaman zaman isyan eden toplumlara bulutlardan ateşlerin
yağdırıldığını da gö-rüyorlar. Buna rağmen yine de Allah’tan iman etmek için
farklı âyetler istiyorlar. Bu aynı zamanda her toplumun kendi peygamberlerinden
istedikleri ve Allah elçileriyle alay ettikleri konudur.
Meselâ
Mûsâ’nın toplumu konuşmaya şâhit oldular, bu defa da bizzat Allah’ı görelim
dediler. Bunlar da Allah’ın konuşmasına şâ-hit oldular, bu defa da ne diyeceklerdi?
Allah’ı bizzat görmemiz lâzım.
Allah’tan
yeryüzüne bir sofra indirmesini mi bekliyorsunuz? Allah’ın yeryüzünde sizlere
sunduğu şu nîmet sofrasını görmüyor musunuz? Elmasıyla, armuduyla, buğdayıyla,
yağlısıyla, tuzlusuyla, tatlısıyla, ekşisiyle Allah’ın size sunduğu şu sofrayı
görmüyor musunuz? Kim verdi bütün bunları size, bütün bunlar âyet değil mi? Ama
hayır hayır, tüm yeryüzü birer âyetken bunlar yine iman etmiyorlar; öyleyse
bunların iman etmeyişlerinin sebebi âyetlerin eksikliği değil sadece inattır.
Onların iman etmeyişlerinin sebebi sadece kendileri de değildir, zira bu iş
kendilerine bağlı bir iş değil, hidâyet Allah’tandır ve Allah izin vermedikçe
bunların inanmaları da mümkün değildir.
Bu tür
insanları bugün de çok görürsünüz. Gelir yanınıza ve der ki, eğer bana âhireti
ispat edersen ben de inanacağım. Veya işte eğer bana kader konusunu ispat edersen
inanacağım. Bir başkası, eğer filan konuyu ispat edersen inanacağım. Ümide
kapılarak ağırlığıyla o konuyu anlatıyorsunuz ama sonunda yine inanmazlar. Peygambere
de aynı teklifle gelmişler, ama yine aynı halleriyle dönmüşlerdir. Evet
âlimlerimiz uzun uzun anlatmışlar bu konuları, ama bu tür insanlara en son
söyleyeceğimiz söz şu olmalıdır. Bütün bu hususlarda tek söz sahibi Allah’tır.
Allah’ı Allah olarak kabul edip O’na itimat etmezsen inanman da mümkün değildir.
Bu, Allah’ı Allah olarak tanıyıp O’na güvenmeye bağlıdır. Örneğin Allah deseydi
ki kadın üç alacak mirasta, erkek bir alacak, biz bu defa böyle diyecektik ve
böyle inanacaktık, çünkü biz O’na güvenmiş ve O’na dayanmışız. Rabbi-miz de
bizim bu adamlara söylememiz gerekeni zaten bundan sonraki bölümde şöyle
anlatır:
De ki tüm âyetler Allah’tandır. Biz
size nasıl bir âyet gösterebileceğiz de? Yâni ey peygamberlerim! Ve ey Müslümanlar!
Siz bu tür âyetler getireceğiz de onları ikna edeceğiz diye kendinizi yormayın.
Tüm kâinat âyet kesilse de bunların dertleri o değildir. Bunlar yine de
inanmayacaklar. Siz üzülmeyin! Siz bu konuda kendinizi sorumlu zannetmeyin.
Dileyenler iman eder, cennete gider; dileyenler küfreder cehennemi boylar.
Cennet de cehennem de açıktır onlar için. Bir Müslümanın onları razı edebilmek
için yeni deliller, yeni âyetler peşinde koşmasına da gerek yoktur. Allah’ın
elçileri hiçbir zaman onları memnun edecek bir âyet getiremediler ki bizler
getirsek.
Unutmayalım
ki binlerce âyet de getirsek zaten bu adamlar iman etmeyecekler; çünkü bakın
Rabbimiz bundan sonraki âyetinde şöyle buyurur:
110. Onların kalplerini, gözlerini ona ilk defa inanmadıkları
gibi çeviririz; onları taşkınlıkları içinde şaşkın şaşkın bırakırız.
Onların kalplerini ilk defa
inanmadıkları gibi çeviririz de onları azgınlıkları içinde bocalar vaziyette
bırakıveririz. Biz biliriz iddialarında şaşkın bir vaziyette dolaşır bırakıverdik
onları. Yâni Allah yeryüzünü hiç bir zaman âyetsiz, vahiysiz bırakmamıştır. Hz.
Âdem’den bu yana sürekli peygamberler göndermiş ve sürekli âyetler
göndermiştir. İnsanlık tarihinin hiç bir dönemi kitapsız, sahifesiz ve vahiysiz
kalma-mıştır. Peygambersiz, vahiysiz, kitapsız bir dönem düşünmek mümkün değildir.
Bir başka deyişle insanlık sürekli Cenâb-ı Hakkın ortak bir rahmetine, ortak
bir nîmetine lâyık olagelmiştir. Rahmeti bol olan Rabbimiz bu insanların bu
vahye lâyık mı, değil mi olduklarına bakmadan, bu nîmete ehil mi, değil mi
olduklarını hiç hesaba katmadan, her dönem insan topluluklarına mutlaka
peygamber göndermiştir. Ve onlara bu peygamberleri vasıtasıyla mesajını, vahyini,
muhtaç oldukları hak bilgisini ulaştırmıştır.
Bu insanlar kendilerine gönderilen
bu peygamberi ve onun getirdiği mesajı kabullenmişler veya reddetmişler, bu
ayrı bir problemdir. Şimdi o konuya giremeyiz. Rabbimizin büyük lütfu böylece
gerçekleşmiştir. Şimdi düşünmemiz lâzım: Acaba Rabbimiz bize böyle bir lütufta
bulunmamış olsaydı, bize kulluğumuzu anlatan böyle bir kitap göndermemiş ve “ne
yapın, yapın beni bulun! Beni bilin! Ve beni razı edecek kulluklar yapın!”
buyurmuş olsaydı ne yapardık? Ne ederdik sorusunun cevabını bulabilirsek, o zaman
Rabbimizin bize ulaştırdığı bu mesajın, bu kitabın değerini anlayabiliriz.
Rabbimiz
rahmeti gereği biz kullarına sürekli kitaplar ve âyetler gönderdiği halde, bu
insanlar bu kitaplara, bu âyetlere inanmama konusunda sabitleştiler ve Allah da
bu konuda işte bu yasasını koyuverdi. Zaten onlar inanmaktan yanaydılar,
oylarını inkârdan yana kul-landılar; Rabbimiz de onların inanmamalarını,
küfürlerini ve şirklerini kesinleştirmelerini onayladı. Allah onların
küfürlerini, şirklerini onayla-dı, böylece onlar azgın bir hayatın insanı
oldular. Küfür ve şirk içinde şaşkın şaşkın yaşadıkları bir hayatı bitirirlerken,
ateşin, cehennemin onları beklemekte olduğunun farkında değildirler.
111. “Eğer biz
onlara melekleri indirsek, ölüler onlarla konuşsa ve her şeyi karşılarına
toplasaydık, Allah dilemedikçe, yine de inanmazlardı; fakat onların çoğu bunu
bilmiyorlar.”
Âyet istiyorlardı ya, hani “Bize
farklı âyetler gelmeli ki inanalım, peygamberler melek olmalı, peygamberlerin
yanında onları destekleyen veya kendilerinin gerçekten peygamber olduklarına
şâhitlik eden melekler olmalıdır, bir melek desteklemeli peygamberleri”
diyorlardı ya. Sûrenin önceki bölümlerinde peygamberden bunu istemişlerdi.
Kur’an’ın başka yerlerinde de anlatılır bu husus. Onlar, Allah’tan farklı
âyetler istemişlerdi.
Bakın
Rabbimiz bu bölümde diyor ki: “Eğer onlara melekleri de indirmiş olsaydık,
yahut onların gözleri önünde ölmüş insanları da diriltseydik, babalarını,
dedelerini diriltip onlarla konuşma imkânını da onlara lütfetseydik, hattâ her
şeyi derdest edip onların karşılarına ge-tirseydik, ölüleri dirileri, dağları
taşları, canlıları cansızları, kuşları kurtları her şeyi toplayıp onların
karşılarına dizseydik yine de bu adamlar iman edecek değillerdir. İman
etmezler, etmeyecekler. Ancak Allah’ın dilemesi müstesnâdır. Allah dilerse bu
insanlar iman ederler, Allah izin vermezse asla iman edemezler. Yâni iman etmek
sizin elinizde değildir. Lâkin onlar cahildirler.
Âyet
istemişlerdi Allah’tan. Bir mûcize, bir alâmet olsun ki iman edelim demişlerdi.
Yeminler etmişlerdi bu konuda. Allah buyurdu ki; bütün âyetler Allah
katındadır. İyi bilsinler ki istedikleri her şey kendilerine gelmiş de olsa,
ancak Allah’ın yasasına göre inanacaklar inanır, inanmayacak olan da yine
inanmaz. İman için gerekli şartları Allah’tan başka bilecek kim var da? Yâni bu
insanlar taş yürüsün, ba-lık uçsun, yıldız kaçsın inanırız diyorlar. Allah da
buyurur ki, hayır si-zin nasıl iman edeceğinizi ben daha iyi bilirim. Çünkü
imanı da, imanın şartlarını da ben ortaya koyuyorum. Bu benim ortaya koyduğum
şartlar sebebiyle inananlar inananlardır, inanmayanlar da inanmayanlardır. Çünkü
benim ortaya koyduğum şartlarla inanmayanlar başka hangi şartlarla inanırlarsa
inansınlar ben onları inanmış kabul etmi-yorum. Meselâ melekler gelseydi
yanlarına, ölüler konuşmuş olsaydı kendileriyle kesinlikle inanmayacaklardı
onlar. Çünkü kendi yasa-larıyla bu imana iman demiyor Rabbimiz. Allah kendi
dediği gibi, kendi istediği gibi iman edenlere iman ehli diyor. Meselâ şu anda
herkese cehennemi gösterse ve herkes bir bir iman etmeye başlasa, eh Allah
böyle bir imana iman demiyor ki. Gıyaben Allah’a itimat edecek, gıyaben ondan
gelen haberleri kabul edecek ve işte Allah yasasına göre bu kişiye mü’min
denecek. Bu yasayı koyan O’dur ve kimsenin O’na bu konuda hesap sorma yetkisi
de yoktur.
112,113. “Aldatmak için birbirlerine
cazip sözler fısıldayan cin ve insan şeytanlarını her peygambere düşman yaptık.
Bu şeytanlar, âhirete inanmayanların kalplerinin o sözlere yönelmesi, ondan
hoşnut olması ve kendilerinin işledikleri suçları işlemeleri için böyle
yaparlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı, sen onları iftiraları ile baş
başa bırak.”
Rabbimiz, her bir peygamber için
insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık, onları peygamberlere musallat ettik
diyor. Öyleyse anlıyoruz ki Hz. Adem aleyhisselâmdan bu yana bütün peygamberler
bir savaşın, bir mücadelenin içinde olmuşlar. Bir başka ifadeyle dâvetçi
olmuşlar. Allah’tan haberci ve Allah’ın habercisi olmuşlar. İşte bu peygamberlerin
her birine mutlaka insanlar ve cinlerin şeytanlık yapanları düşman kesilmişler.
Ta ataları İblisle başlanış bu iş. Peki şeytanlık nedir? Şeytan; Allah’ın
emrini anlayıp, kavrayıp ona karşı gelmek, dinlememek demektir. İblis denen ve
cinlerden olan o varlık sonradan şeytan olmuştur. Yâni şeytanlık yapınca ona
özel şeytan denmiştir. Değilse aynı özelliği taşıyan herkes şeytandır. Nitekim
işte bu âyet ve Nâs sûresinin son âyeti insanların da, cinlerin de şeytanlık
yaptıklarını anlatır bize. Şeytanlık bir özellikse, bir misyon, bir karakterse,
bir yapıysa, bir tavırsa bunu kim ortaya koyuyorsa işte o şeytan olacaktır.
Hattâ anamız babamız bile olsa, karımız kocamız bile olsa şeytanlık
yapıyorlarsa, onların yaptıkları şeytanlıktır. Çünkü İblis Allah’ı tanıyordu.
Kitabımızda bunun çok açık ve net beyanları var. Hem de “Ben âlemleri Rabbi
olan Allah’tan korkarım” diyecek kadar net. İblis ölümü, âhireti, hesabı kitabı
tanıyordu. Allah’ın etkinlik ve egemenliğini, hükümranlığını, hikmet ve
hâkimiyetini biliyordu. Ama bu bilgisi yetmedi ona, teslim olmadı. Allah’ın
secde emrine karşı dik kafalılık etti, boyun eğmedi. İşte bir varlık kendisine
tanınan iradesiyle Allah’ın net bir emrine karşı dik kafalılık eder, boyun
eğmez, secde etmezse bu iş şeytanlıktır. Kim bunu yaparsa ona şeytan diyoruz.
Ve işte o günden sonra artık İblis şeytan oldu. İster cinlerden, isterse
insanlardan o gibi olan her şey ve herkes şeytandır.
Demek oluyor ki her bir
peygambere iki ayaklı insan şeytanlarından ve cin şeytanlarından düşmanlar
kılınıyor, Rabbimiz onları peygamberlerin peşine takıyor. Eğer peygamberler
böyle oluyorsa, peygamberlerin peşine insan ve şeytan cinleri musallat
ediliyorsa, biz haydi haydi insan ve cin şeytanlarıyla sürekli karşı karşıyayız
demektir. Bizim peşimizde de insan ve cin şeytanları var demektir. Onlar önce
peygamberlerin düşmanları, sonra da bizim düşmanlarımızdır. Çünkü peygamberler
Allah’ı dinlemenin, Allah’a itaatin sembolü olan, tâbiri caizse meleklerin
yaptıkları işin yapılmasını anlatan, örnekleyen insanlardır. Ve tabi peygamberler
bu görevlerini en güzel bir biçimde ortaya koydukça artık meydanda şeytanlara
yer kalmayacaktı. Artık şeytanlar müşteri kaybına uğruyorlardı. Elbette onların
en büyük potansiyel düşmanları şeytanlar olacaktı.
Bu ve buna
benzer âyetlerden anlıyoruz ki şeytan sadece cin-lerden değildir; insanlardan
da şeytanlar olabilmektedir. Ancak Kur’-an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki
şeytanların lideri ve reisi olan İblis, cinlerdendir. İblis cinlerdendir ama
onun emrine giren, onun di-rektifleriyle çalışan, yeryüzünde onun rolünü ve
misyonunu üstlenen, İslam dinini karıştırmaya çalışan, insanları Allah’a kulluktan
ve secdeden uzaklaştırmak için çırpınan iki ayaklı şeytanlar da vardır. Bu iki
ayaklı ‘insan’ şeytanlarının yeryüzünde bütün dertleri peygamberleri ve
mü’minleri Allah’tan, Allah’ın kitabından uzaklaştırmak, Allah’a kul-luktan
çıkarmak ve Sırât-ı Müstakîmden uzaklaştırmaktır.
Gerek cin şeytanları ve gerekse
bunların rollerini üstlenen iki ayaklı insan şeytanları, insanları Allah’a
kulluktan koparabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. İnsanların
önlerine farklı secde makamları çıkarırlar. Çünkü cin ve insan şeytanları
kesinlikle bilirler ki insanlar mutlaka secde edeceklerdir. İnsanlar yaratılış
gereği birilerine kulluk yapmaya, birilerine secde etmeye müsait
yaratılmışlardır. Bunu çok iyi bilen şeytanlar, insanların önüne secde edecek
sahte ilahlar çıkarırlar. Futbolculara, sanatçılara, yıldızlara, güneşlere, büyüklere,
büyük bilinenlere, tâğutlara, tâğutların yasalarına, mallara, makamlara secde
ettirirler. Onların tüm dertleri insanlar Allah’a secde etmesinler de kime ve
neye secde ederlerse etsinler fark etmez. İnsanların önüne öyle hayat
programları çıkarırlar ki, bu programlar içinde insanların Allah’a ulaşmaları
mümkün değildir. Cin ve insan şeytanlarının düzenledikleri hayat programı, insanların
Allah’a ulaşmalarını baştan bitirmektedir.
Yine insan
ve cin şeytanları, insanların dinle tanışmamala- rı, kitaplarıyla ve peygamberleriyle tanışmamaları
için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Din eğitimini yasaklarlar, kitaba ve
peygambere yasak koyarlar. İsterler ki dinleriyle tanışamayan insanlar Allah’a
kulluktan kopup başka şeylerin kulu kölesi olsunlar. Eğer her şeye rağmen insanlar
dinleriyle tanışma eğilimi göstermişlerse, bu defa da onların karşılarına bozuk
bir din, kitaba ve sünnete dayanmayan bir din çıkarırlar ve “işte din budur” derler.
Ne yapar yapar insanları İslâm’dan saptırmaya çalışırlar. Bunu beceremezse
eğer, yâni muhatabı her şeye rağmen yine de İslâm’a girerse, bu sefer de o
kişinin girdiği yolu, girdiği İslâm’ı eğri büğrü yapmaya çalışır. Muhatap
aldığı kimsenin İslâm’ını bozar. Din yaşıyorum diye bid’atleri karşısına çıkarır
onun, ya da din diye insanların sunduğu, aslını bir türlü öğreneme-diği bir
yığın felsefenin içine çeker onu.
Muhatabını Allah’ın kitabına,
peygamberin sünnetine değil de insanların kitaplarına, insanların sözlerine
sevk eder. Biraz daha açık söyleyelim, Allah’a değil de güneşlere, güneş gibi
büyüklere secde etmelerini sağlar. Allah dururken büyüklerin önünde secde
ettirir.
Güneş aslında büyük yıldızdır
değil mi? Böyle güneş gibi piyasada yıldızı parlayan niceleri vardır ki,
niceleri onlara secde etmektedirler, onlara secde etmek için çırpınmaktadırlar
Allah korusun.
Demek ki, Allah elçilerine ve mü’minlere
düşman olan, onları imandan ve Allah’a kulluktan çıkarmak için çırpınan, buna
karşılık kâfirleri de küfürlerinde, şirklerinde ve isyanlarında sabırlı olmaya,
yollarında sabit olmaya teşvik eden, onların amellerini kendilerine süslü ve
mantıklı göstermeye çalışan insan ve cin şeytanları vardır. İnsanları kendi
kötü âkıbetlerine, kendi secdesizliklerine, kendi küfürlerine, kendi şirklerine
ve en sonunda da kendi cehennemlerine çağıran şeytanlar vardır. Zaten şeytan da
bu demektir. Bu gayeyle hareket eden her şey şeytandır ve şeytan fonksiyonunu
üstlenmiş demektir.
Bu
şeytanlar birbirlerine vahyediyorlar. Birbirlerine bilgi aktarıyorlar, bilgi
fısıldıyorlar. Birbirlerini aldatmak niyetiyle sözün yaldızlısını söylüyorlar.
Yaldızlı, parlak, aldatıcı sözler söylüyorlar. İçten içe, ta içe, merkeze, damara
doğru nüfuz edici bir seslenme, bir fısıldama gerçekleştiriyorlar. Allah
peygamberine yapar, vahiydir, şeytanlar bir-birlerine ve dostlarına yaparlar, o
da vahiydir. Böylece de hem peygamberleri, hem de Müslümanları yanıltarak, aldatarak
dinden, imandan ve Allah’a kulluktan uzaklaştırmak, kâfirleri de küfürlerinde,
şirklerinde ısrarlı hale getirmek istiyorlar.
O halde
“zuhrufel kavil’e” çok dikkat edeceğiz. Süslü sözlere, damara ulaşan yaldızlı
ifadelere çok dikkat edeceğiz. Hani biliyoruz ki zehiri teneke kapta vermezler,
altın kapta verirler. Yâni böyle bize hoş gelen, kalbimizi okşayan nice hoş
sözler eğer âyet ve hadis değilse bunlar konusunda daha bir uyanık davranmak
zorundayız. Acaba kim ne için söyledi bunları? Belki de bizi ta damarımızdan
vuran şeytan sözleridir bunlar. Şeytanlar belki de bizi de kendilerinden eylemeye
çalışıyorlar bu sözlerle. Kitabımızın beyânıyla münâfıklar da öyle sözler
söylerler. Münâfikûn sûresi bunu çok hoş anlatır.
“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider,
konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki dayanmış keresteler gibidir. Her
sayhayı kendi aleyhlerinde zannederler. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah
onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar?”
(Münâfikûn 4)
Sen onları
bir görsen cisimleri, kalıpları, kaportaları pek hoşuna gider. Cisimleri,
cüsseleri hoşuna gider. Kellifelli adamlardır. Kelle kulak yerinde.
Konuştukları zaman dinlersin, çünkü çok yerinde oturaklı sözler söylerler. Yani
onların boşlukta işgal ettikleri bir yerleri, bir konumları var ki, bir
makamları, bir statüleri var ki işte bu konumları dikkat çeker. Amirdirler,
âlimdirler, fazıldırlar, bilgiçtirler, öğretmendirler, müdürdürler,
patrondurlar filan ya, işte onların bu durumları senin pek hoşuna gider. Dikkat
ederseniz burada "Ecsâmuhum" deniyor. Yani onların mânâları değil,
akılları değil, bakışları, görüşleri, basiretleri değil cisimleri hoşuna gider
diyor Rabbimiz. Bu adamların cisimleri hoşuna gidiyormuş Rasûlullah’ın. Onların
cisimlerini, kalıplarını, konumlarını görünce keşke şu adamlar Müslüman olsaydı
diyormuş Allah’ın Resûlü. Niye böyle diyordu Allah’ın Resûlü? Bakıyordu güçlü
kuvvetli gibi, etrafına söz geçirecek gibi, kellifelli görünüyorlardı. Ra-sûlullah’ın
yanına geldiklerinde ciddi ciddi, iddialı, iddialı laflar ediyorlardı. Büyük
büyük laflar ediyorlardı.
Rabbimiz
diyor ki konuştukları zaman neredeyse onları dinlemek istersiniz. Fasih
konuşurlar, düzgün konuşurlar onları dinleyen birileri fesahat ve belâgatların
ötürü sözlerine kulak verip dinlemek ister. Şimdi de görüyoruz işte adamlar
kellifelli çıkıyorlar milletin karşısına ekonomi mekonomi diye başlıyorlar,
ülke idaresi filan diyorlar, dinleyince bayağı bayağı düşünen birisi filan
zannediyorsunuz, ama adamların ciğeri beş para etmiyor. Allah diyor ki, onlar
sanki duvara dayanmış keresteler gibidirler. Sanki kenara dayanmış kalaslar gibidir
adamlar.
Bu adamlar Rasûlullah’ın
meclislerine gelir gâyet ciddi, ağırbaşlı bir şekilde Allah’ın Resûlünü dinler
görünürlermiş. Söze kulak verirler, sözü almaya ve anlamaya çalıştıkları
tavrını sergilerlermiş. Ama bu tavırlarının tamamen aksine kulaklarına asla söz
gitmiyor, kalplerine inmiyordu. Sanki söz duvara çarpıyor ve söyleyene geri dönüyordu.
Allah buyurur ki sanki onlar duvara yaslanmış kütükler, keresteler gibiydi.
Kalplerinde hiçbir şey yoktur, kafaları bomboştur onların. Kalbinde imanı
olmayan bir kimsede bilgi, izzet, şeref de yoktur. Dökülen elbiseler içinde de
olsa, evi barkı, parası pulu olmasa da, konuşması da insanların alkışlayacağı
bir şekilde olmasa da Allah için hayatını feda eden bir Müslüman üstündür Allah
katında. Ama beri tarafta boylu, poslu, malı mülkü var, kavmi kabilesi var,
güzel konuşma yeteneği var, ama kalbinde Allah’a iman ve teslimiyet yoksa o
kimse Allah katında beş para etmez.
Âyetteki
kereste, kütük benzetmesinden anlıyoruz ki sanki bu adamlar ruhu olmayan
cesetler gibidirler. Yani ağaca bir insan elbisesi giydirilmiş Rasûlullah’ın
karşısında oturuyorlardı. Ağaçtan adamlardı bunlar. Ruhu olmayan, aklı olmayan,
idraki olmayan, zerre kadar düşünceleri olmayan cisimlerdir bunlar. Aldatıcı
süslü sözler söyleyerek insanları aldatmaya çalışıyorlar.
İşte
görüyoruz ki tüm insan ve cin şeytanları izinleri kaldırmışlar, gece gündüz
durup dinlenmeden dostlarına, birbirlerine vahiy ulaştırıyorlar. Şu ülkenin her
tarafına uzanan yayın şebekeleri, şu ba-sın yayın, şu insanların yatak
odalarına kadar uzanan medya, kendi vahiyleriyle, kendi bilgi aktarımları,
kendi yorumlarıyla insanlar üzerinde istedikleri gibi egemenlik kurabilmektedirler.
İnsanları bu şeytan vahiyleriyle istedikleri gibi yönlendirebilmektedirler.
İşin garip olan ta-rafı, Allah vahyine inandıklarını iddia eden Müslümanlar da,
“aman bunların haberlerini, aman bunların yorumlarını kaçırmayalım” diyerek
onların aktardıkları vahiy araçlarına gönüllü olarak teslim olmuşlar,
mekteplerinde, çarşılarında, pazarlarında, hattâ yatak odalarında bile bunların
vahiylerinin hakimiyeti altına girmişlerdir.
Sanki bu halleriyle Müslümanlar
diyor ki: “Ey şeytanlar! Ey insan ve cin şeytanları! Biz size teslim olduk!
Bizim hayatımızı düzenleyenler sizlersiniz! Biz yediğimiz yemekten, içtiğimiz
sudan daha fazla sizin vahiylerinize muhtacız! Çocuklarımızın eğitimini, hanımlarımızın
konumlarını biz sizin vahiylerinize bıraktık! Gece gündüz biz sizi izliyoruz,
sizin vahyiniz olmadan biz yaşayamayız. Aman bizi ihmal etmeyin, aman bizi
vahiysiz bırakmayın. Bizi terk ederseniz biz ne yaparız? Nasıl ederiz? Biz hayatımızı
neyle ve nasıl düzenleriz?” diyerek gözlerini, kulaklarını, kalplerini açıp bu
şeytanların vahiylerine yönelmişler. Allah’ın vahyini terk ederek, Rablerinin
kitabını terk ederek bu şeytan vahiylerine itibar ediyorlar.
Ama bizler
elhamdülillah Kur’an’ı tanıyoruz, onunla şeytanı ta-nıyoruz. Kitabımız
sayesinde şeytanı ve şeytanın vahiylerini, taktiklerini tanıyoruz. Onun
vahiylerinden Rabbimize sığınırız. Kur’an’ı tanımayan, Allah’ın vahyinden
haberdar olmayan hiç kimse şeytanı da, şeytanların vahiylerini de tanıyamaz,
onlardan nasıl sığınması gerektiğini de bilemez.
Hem insan
şeytanları hem de cin şeytanları el ele vermişler, Allah kullarını
dinsizleştirmenin kavgasını veriyorlar. Peki acaba Allah bu şeytanlara neden bu
izni tanıyor? Acaba neden Allah kendi vahyine rağmen onların vahiylerine
müsaade ediyor? Neden Allah kullarını kendi vahyinden uzaklaştırıp gündem
değiştirerek kendi vahiylerini insanlara empoze fırsatı veriyor bu şeytanlara?
Niye bu kâfirlere Allah imkân veriyor? diye aklımıza bir soru gelirse deriz ki,
Rabbimiz imtihan gereği yeryüzünde buna imkân tanımıştır. Âyetin sonunda diyor
ki Rabbimiz:
Onlar böyle
vahy ediyorlar diye sakın onlara bir güç ve kuvvet filan izafe etmeye, onları
güçlü filan zannetmeye kalkışmayın. Ne yapayım, onlar geliyorlar, kalbimin derinliklerine
vahy ediyorlar, ben de çaresiz onların dediklerini yapmak zorunda kalıyorum
filan demeye kalkışmayın. Eğer Allah dileseydi onlar bunu yapamazlardı. Ama bu
bir imtihandır ve Allah imtihan dünyasında buna müsaade etmiştir. Unutmayalım
ki şeytan, kendisine sen güçlüsün demeyen bir kimseye hiçbir şey yapamaz.
Şeytan, sen güçlüsün, hadi bana emret de senin çalgına göre oynayayım
diyenlerden başkası üzerinde asla etkili olamaz. Bakın tarihte bunun çok hoş
bir örneği Enfâl sûresinde anlatılır.
“Şeytan onlara işlediklerini güzel gösterir ve "Bugün
insanlardan sizi yenecek kimse yoktur; doğrusu ben de size yardımcıyım"
dedi. İki ordu karşılaşınca da, geri dönüp, "Benim sizinle ilgim yok;
doğrusu sizin görmediğinizi ben görüyorum ve şüphesiz Allah’tan korkuyorum, Allah'ın
azabı şiddetlidir" dedi”
(Enfâl
48)
Evet, Cebrâil Müslümanların
safında, mü’minlerin meleklerle desteklendikleri bir ortamda kâfirlerin, Kureyş
ordusunun tek dostları var, o da şeytan. Allah’la savaşın içindelerken şeytan
onlara bu yaptıklarını süslü gösteriyordu. Şeytan onlara amellerini süslü ve
mantıklı gösterdiği için ne yaptıklarının farkında değillerdi alçaklar. Şeytan
kendilerine gelip cesaret vererek, destek va’dinde bulunarak diyordu ki, bugün
insanlardan size galip gelebilecek kimse yoktur. Ben de size destek verdikten
sonra artık sizin karşınızda durabilecek hiç bir güç yoktur diyordu. Yaldızlı
ve aldatıcı vaatlerde bulunuyordu. Derdi neydi şeytanın? Tüm derdi onları
Müslümanlarla savaştırıp Müslümanlara bir yenilgi tattırmak. Ya da ne fark eder
her iki tarafın da ka-nını döktürmek. Çünkü ister o taraftan ister bu taraftan
hepsi düşmanı olan Adem’in çocukları ya. Çünkü Allah dostlarının ezelî düşmanıdır
şeytan.
Bakın kâfirlere doğrusu ben size
yardımcıyım, ben size müzâhirim, size destek vereceğim. Ama ne zaman ki iki
ordu karşı karşıya geldi, şeytan hemen ökçeleri üzerinde gerisin geriye dönerek
kaçarken şöyle diyordu: Ben sizden beriyim. Ben sizden uzağım. Benim sizinle
bir ilgim yoktur. Çünkü ben sizin görmediklerinizi görüyorum. Ben Cebrâil’i
görüyorum. İçinde Cebrâil’in bulunduğu bir orduyla savaşılmaz. Bu orduyla baş
edilmez. Böyle bir ordunun karşısında durmaktan Allah’a sınırım. Ben Allah’tan
korkarım zira Allah’ın azabı çok şedittir.
Dikkat
ediyor musunuz? Bu sözleri kim söylüyor? Şeytan. Ben Allah’tan korkarım diyor.
Vay bugün Müslümanlardan başınıza geleceklere diyor. İşte böyledir şeytan. İşte
kâfirlerin dostu bu kadardır. Teşvik eder, cesaret verir, dürtükler, oraya
kadar getirir, sonra da dostlarını terk ederek kaçıp gider. Tabii bizzat bir
insan sûretinde mi geldi onlara? Yoksa bu vesveseleri kâfirlerin gönlüne mi
attı? Bunu bilemiyoruz. Bu âyetler bize şunu söylüyor: Ey Müslümanlar, işte
kâ-firlerin destekçisi bu kadardır. Eğer sizler bir kâfir ordu karşısında
sabreder, direnir, dayanır ve yılgınlık göstermezseniz onların kalplerine
geçici bir cesaret veren şeytanları onları terk edecek, mutlaka onların
kalplerini korku dolduracak ve Rabbiniz desteğiyle sizi galip getirecektir.
Kâfirlerin dostları sahtedir, sizin dostunuz Allah’tır bunu hiçbir zaman hatırınızdan
çıkarmayın.
Ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, siz onları iftiralarıyla baş
başa bırakın. Sizler Rabbinizin vahyiyle beraber olun ve yolunuza devam edin,
onların size yapabileceği hiçbir şey yoktur. Eğer siz onların gündemlerine değer
vermez, onların programlarıyla ilgilenmezseniz, kesinlikle bilesiniz ki onların
size yapabileceği bir şey yoktur. Çünkü onlar ancak kendilerine değer veren,
kendilerine teslim olan kimseler üzerinde etkili olabilecekleridir.
Allah’ı,
O’nun kitabını tanımayan insanlar çaresizlik ortaya ko-yuyorlar bugün. Diyorlar
ki; efendim ne yapalım, bir yandan örf ve âdetler, bir yandan yönetmelikler,
bir yandan moda, bir yandan çevre, nefis ve şeytan öyle bir asılıyor ki
mecalimiz kalmıyor. Evet bir elinden her şey seni cehenneme doğru çekiyorsa,
öteki elinle sen Allah’ın kitabına öyle ciddi bir tutun ki, bak o zaman hangi
taraf kuvvetliyse o tarafa gideceksin.
Peki bu
insan ve cin şeytanları bu vahiyleri neden insanlara ulaştırıyorlar? Dertleri
ne bu şeytanların? Ya da neden izin veriyormuş bunlara Rabbimiz?
Âhirete
inanmayanların gönülleri onlara, onların vahiylerine meyletsin de, yarın; ya
Rabbi bizim bunlardan haberimiz yoktu, bizim şeytanlardan ve onların
vahiylerinden haberimiz yoktu, bizim senin kitabından da, senin vahyinden de
haberimiz yoktu demesinler, böyle bir mâzeretleri kalmasın diye Allah onlara
müsaade ediyor.
Rabbimiz
iki vahyi de haber veriyor. Hem kendi vahyini, hem de şeytanların vahiylerini
haber veriyor. Tüm detaylarına kadar bunları ortaya koyuyor. Buna göre Allah
vahyine uyanların hem dünyada mutlu, güzel bir hayat yaşayacağını, hem de
âhirette cennete, Allah’ın rahmetine ulaşacağını; şeytanların vahiylerine
teslim olup, hayatlarını onlardan aldıkları mesajlarla düzenlemeye çalışanların
da dünyada bedbaht bir hayat yaşamak zorunda kaldıkları gibi, âhirette de cehenneme
yuvarlanmak zorunda kalacaklarını haber veriyor.
Allah
vahyinden kaçanlar unutmasınlar ki, bu kaçışla birlikte onlar şeytan vahiylerine
teslim olmak zorunda kalacaklardır.
Allah’a
kulluktan kaçan, Allah’ın velâyetini kabul etmeyen insanların başına kuzgun
gibi tâğutlar çöker, şeytanlar ve şeytan vahiyleri gündeme gelir ki zorlamayla,
dayatmayla, hile ve aldatmalarla on-ları her taraflarından kıskıvrak bağlarlar,
ağlarına düşürürler. Onların yularlarını ellerine alırlar ve onların velileri
olurlar. Onları nûrdan, imandan, İslâm’dan, Allah’a kulluktan,
yaratılışlarından, fıtratlarından, insanlıklarından, doğru yoldan çıkarıp
karanlıklara, küfre, inkâra, ilhâ-da ve karanlıklara sürüklerler. Gidilmeyecek
yollara sürüklerler onları. Çünkü tâğutlar aydınlık yolları sevmezler. Aklı,
ilmi, düşünceyi fesâda verirler, ahlâkı ve fıtratı bozarlar. Allah ve Resulüyle
yarış iddiasıyla yapılmayacak şeyleri yaparlar. Peşlerine taktıkları insanları
belâların kucağına taşırlar. Boyunlarındaki ipin ucunu, o ipin de, kendilerinin
de sahibi olan Allah’a vermeyerek kendi ellerinde tutmak isterler, onları kendilerine
kul, köle edinirler.
İnsanlar
güya Allah’a kulluktan kaçarken bu defa tâğutların ve şeytanların kulu, kölesi
olurlar. Allah’ı inkâr eden, velâyetini Allah’a vermeyen kişi binlerce tâğutun
ve şeytanın kulu olur. Bir tek Allah’a kulluktan kaçarken birçok tâğuta kulluğa
razı olur. Meselâ Allah’a kul-luktan kaçan kişi evvela kendisini Allah’a
kulluktan koparıp ayaklarını kaydırmak için fırsat kollayan şeytanın kulu durumuna
düşer. Sonra onu Allah’ın arzularından koparıp, kendi arzu ve şehvetlerinin
kulu kölesi durumuna düşürmek isteyen nefsinin kulu durumuna düşer. Daha sonra
başkalarının, karısı, babası, anası, çocukları, akrabaları, kavmi, kabilesi,
milleti, devleti, politik ve dinî liderleri, ağası, patronu, çevresi, âdetleri,
töreleri, modası ve daha yüzlerce tâğutun kulu, kölesi durumuna düşecektir.
İşte
görüyoruz ki, Allah’ın velâyetini kabul etmeyen insanlar bir tek Allah’a
kulluktan kaçarken yığınlarla tâğutun kulu kölesi olmuşlar. Kimisi şeytanın
kulu, kimisi nefsin kulu, kimisi modanın kulu, kimisi şehvetlerinin, kadının,
âdetlerin, törelerin, kanun koyucuların, çevrenin, ağaların, patronların kulu. Kimisi
bu âlemde sebepler nizamı üzerinde galip ve müessir zannettikleri, zarar ve
felâketler anında kendilerinden medet umdukları, kendilerine sığındıkları,
kendilerini kurtarıcı olarak bildikleri kimselerin kulu. Bir tek Allah’a
kulluktan kurtulup özgürlüğe kavuşacaklarını zanneden bu insanlar, boyunlarına
pek çok sahte ilahın kulluk iplerini takmışlar ve onların çektikleri yere gitmek
zorunda kalmışlardır. Hepsini aynı anda razı etmek zorunda kalmış, kalpleri
parça parça olmuş, burunlarına vurulmadık zincir kalmamış, zillet ve meskenetin
dibine düşmek zorunda kalmışlardır.
O
halde Allah dışındaki tüm tâğutları inkâr edip, hayatımızda onlara karışma
alanı bırakmayıp, boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu sadece Allah’ın eline verip,
sadece Rabbimizi velî kabul etmek zorundayız. Sadece Allah’ı velî kabul edip,
kulluğumuzu sadece Allah’a yapıp, Allah’ın bizim adımıza aldığı kulluk
maddelerine sımsıkı sarılıp bu karanlıklardan kurtulmak zorundayız. Bundan
başka çaremiz de yoktur. Allah yardımcımız olsun inşallah.
İşte
bu âyet-i kerîmede Rablerinin velâyetinden çıkıp, kendilerine Allah dışında bir
takım veliler bulup onların himayesine girmeye çalışan insanlara deniyor ki,
onların hesaplarını Allah tutmaktadır. Onların sicillerini, amel defterlerini
tutan Allah’tır, onların yaptıklarının hesabını soracak olan da Allah’tır. Bu
yüzden ey peygamberim, sen onların üzerlerine vekil değilsin! Yâni bu
insanların kaderleri senin elinde değildir, bu insanların kalplerine hükmeden
sen değilsin ki on-ları hemen bu dine kazandırasın. Bu insanların kaderleri
senin elinde değil ki, sen sana karşı gelen bu insanların defterlerini hemen
dürüp onların işlerini bitiriveresin.
Rabbimiz
burada peygamberin konumunu ve fonksiyonunu belirlemektedir. Ama anlıyoruz ki
bu hitap peygamberden çok onun muhataplarınadır. Yâni bilesiniz ki ey insanlar,
bu Allah’ın elçisinin elinde bile bir şey yoktur. Hâl böyleyken sizin
hayatınızda etkili zannettikleriniz, Allah dışında kendilerini veliler
edindiğiniz, hayatınıza karışma yetkisi verdiğiniz bu varlıklara da ne oluyor?
Sizin Allah dışında keramet sahibi zannettikleriniz, Allah yanında kendilerinde
güç ve kuvvet var zannedip kendilerine dua edip imdadınıza çağırdığınız,
kendilerine sığınmaya çalıştığınız bu varlıklar da ne oluyor? denmektedir.
Evet
demek ki Allah peygamberlerine vahy ediyor, şeytanlar da birbirlerine vahy
ediyor. Cin şeytanları insan şeytanlarına vahy ediyor, insan şeytanları da
insan şeytanlarına vahy ediyor. İnsan şeytanlarının cin şeytanlarına vahy
ettiğini bilmiyorum. Yaldızlı, süslü, parlak sözlerde bulunuyorlar. Ne
dersiniz? Bazen kalbinize şöyle ılık bir sesin aktığını duydunuz mu? “Yatak
odanızı değiştirin! Yâni artık bu devir de öyle yatılmaz ki!” Bu ses ister iki
ayaklı insan şeytanlarından gelsin, isterse cin şeytanlarından. Sana ne? Nasıl
yatarsam yatarım, keyfimin kahyası mısın be? Ama bakın hem aldatıcı, hem de yaldızlı
sözler. Sizi düşünüyoruz efendim. Sizin için yâni. Daha bir huzur ve sükununuzu
düşünüyoruz dercesine. Derken bir başka fısıltı; “Efendim, çocuğunuzun
istikbali için, kızınızın geleceğini karartmamanız için şunları şunları
öğretmeli, şuralarda okutmalı değil misiniz.” Vs vs. Adamlar böylece
birbirlerinin şeytanlıklarını devam ettiriyorlar. Müşterilerini kaybetmemeye
çalışıyorlar. Yanlışlıkları devam etsin istiyorlar. Âhirete inanmayanların
kalpleri bu konuda sağlamlaşsın, imansızlıklarından mutmain olsunlar, sapık
yollarından dönmesinler diye böyle yapıyorlar. Bu sözlere kulak kesilsinler de
yollarına devam etsinler diye.
Allah
için burada hepimize bir uyarıda bulunayım. Duyduğunuz tüm sözler, tüm
fısıltılar kimden gelirse gelsin, eğer vahiy değilse dikkat edin, dinlemeyin.
Hep şüpheci olalım demiyorum, hep Kurâncı olalım diyorum, hep vahiyci olalım
diyorum. Çünkü şöyle sorayım; Allah için söyleyin, duyduğumuz hangi sözün
bizdeki etkisinden dolayı yarın hesaba çekilmeyeceğiz? Kitaba ve sünnete uygun
olmayan o sözleri niçin dinledin diye bir hesap gelmeyecek mi yarın? İşte onun
için titiz davranmak zorundayız. Bize denilen her şey için; ya bunlar vahye
aykırıysa, ya vahye uygunsa demek zorundayız. Kıyafetin şöyle olsun, telefonun,
araban böyle olsun. Sevgide ve nefrette, kabulde ve rette hülasa hayatın tüm
birimlerinde kim ne diyorsa desin, demeye devam etsin biz onları değil vahyi
dinleyeceğiz. Kur’an’la beraberliğimizin ana esprisi işte bu olacak.
Demek
ki birileri vahy ediyorlar. Yâni her peygamberin böyle şeytanları vardır.
Aslında bunu biraz daha açık söylersek; her bir pey-gamberî anlayışın, her bir
peygamberî yaşantının mutlaka bir şeytan düşmanı vardır. Peygamber efendimizden
bize intikal eden her bir peygamberî sünnetin mutlaka bir düşman şeytanı
vardır. Yâni peygamberimin bana yansıyan her bir hayat bölümüyle ilgili mutlaka
bir düşman şeytanı vardır. Peygamberimin bana getirdiği her bir haber programı
konusunda insanlar ve cinlerin şeytanları düşmanlık planları sunarlar. O
haberleri benim hayatımda diskalifiye etmek, etkilerini kaldırmak isterler. O
konuda bizi peygamberî anlayıştan uzaklaştırabilmek için o şeytanlar bize aksi
bir şeyler fısıldarlar, vahy ederler. Ya da kitabımızda bizim hayatımız için,
bizim Müslümanlığımız için bize sunulan her bir peygamber örnekliğine karşı bir
düşman şeytanla kar-şı karşıyayız. Hangi peygamberin bir örnek yönü sunulmuşsa,
onu yok farz ettirecek, değiştirecek bir şeytan vahyiyle karşı karşıyayız. Bunu
çok iyi anlamak zorundayız. Eğer hayatımızı düzenleyen vahiy Bakara, Âl-i
İmrân, Nisâ değilse, Allah vahyi değilse, o zaman kimin vahiyleriyle bir hayat
yaşadığımızı iyi anlamak zorundayız.
114. Allah size kitabı açık açık
indirmişken O’ndan başka bir hakem mi isteyeyim? Kendilerine kitap verdiklerimiz,
onun gerçekten Rableri katından indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse sen
şüpheye düşenlerden olma!
Şeytanlar istedikleri kadar
vahyetsinler. İstedikleri kadar bu vahiyleriyle Allah kullarını saptırmaya,
küfre düşürmeye çalışsınlar. İstedikleri kadar aldatıcı sözlerine, saptırıcı
vahiylerine devam edip tüm dünyayı egemenlikleri altına almaya çalışsınlar. İstedikleri
kadar bu sapık vahiyleriyle insanların ekonomik hayatlarına, siyasal hayatlarına,
eğitim hayatlarına, beşerî münâsebetlerine, kılık kıyafetlerine egemen olmaya
çalışsınlar. Müslüman bunlara hiç değer vermeyecek, her zaman ve zeminde şu
sözü söyleyecektir:
Ben
kendime Allah’tan başka bir hakem mi bulayım? Ben ken-dime Allah’tan başka bir
hakem mi kabul edeyim? Allah’tan başka güç, kuvvet sahibi, üzerimde hâkimiyet sahibi,
hayatımda söz sahibi, otorite ve saltanat sahibi olan, ‘yap yapma’ diyen, ‘otur
oturma’, ‘giy-giyme’, ‘sev sevme’ diyen bir hakem mi bulayım? Ben kendime kendi
hayatıma Allah’tan başka bir hakem bulup onun emirlerine teslim mi olacağım?
İşimi kendisine havale edeceğim, başım daraldığı zaman hükmüne baş
vurabileceğim, benim hakkımda karar verecek Allah’-tan başka bir hakem mi
bulacağım? Halbuki benim Allah’tan başka bir hakemim yoktur. Hakem olan, hâkim
olan Allah ortada, Allah’ın kitabı ortada iken onun hakemliğini yeterli
görmeyeceğim veya beğenme-yeceğim veya fazla bulup budamaya, az bulup eklemeye
çalışacağım, hülasa O’ndan başka bir hakem bulacağım öyle mi? Var mı böyle bir
hakem? Yok zaten. Semaya gitsem, arza insem bulamam böyle bir hakem. Kendim
olsam, hiç lâyık değilim. Önderimiz, örneğimiz böyle söylüyor ve bizim de böyle
dememizi istiyor. Öyleyse Kur’an’ı kendisine kitap kabul eden herkes söylemek
zorundadır bunu.
Zira yeryüzünde ve
tüm kâinatta Allah’tan başka hakem yoktur. O bunu yap diyorsa, onu yapacağız, yapma
diyorsa yapmayacağız. Her hususta hüküm ve hâkimiyet sahibi O’dur. Meselâ düşünün
ki bir yerde oturuyoruz ve Allah da diyorsa ki burada Allah’ın âyetleriyle,
Allah’ın sistemiyle alay vardır, burada oturmayın, hemen kalkacağız oradan.
Niçin? Allah dediği için. Şu kazanç haramdır, niçin? Allah öyle dediği için.
Şunlar sevilmeli, şunlar asla sevilmemeli. Niçin? Allah dediği için. İçki
yasaktır, zina haramdır, niçin? Allah öyle dediği için. Şu kıyafet güzel, bu
kıyafet haramdır, niçin? Allah dediği için. Ev şöyle olmalı, sofra böyle olmalı,
niçin? Allah dediği için.
Bütün
hayatımızla ilgili hükümleri kitabında açık açık Rabbimiz anlattığı için artık
bizim bir başkasına müracaatımız yasaktır. Hayatımızı düzenleme konusunda
Allah’tan, Allah’ın kitabından ve sünnetten başka hiç bir kaynağa başvurmamız
câiz değildir. Yalnız Kur’an şeklindeki Haricî mantığını reddederiz, çünkü
sünnet ve diğer şer’î deliller de müracaat kaynağıdır.
Evet
hüküm Allah’ındır, hâkimiyet O’na aittir, bizim ondan baş-ka hakimimiz,
hakemimiz olamaz, çünkü O Allah ki bize mufassal bir kitap göndermiştir. O Allah
ki hayatı düzenlemek üzere, hayat programı olmak üzere bir kitap göndermiştir.
Öyle bir kitap ki tüm sözlerimiz, fiillerimiz, problemlerimiz, ilişkilerimiz,
kısacası bütün hayat programımız onda vardır. Tafsilatlı olarak Rabbimiz her
şeyi o kitapta anlatmıştır. Bizim hayatımızı, bizim yaşam biçimimizi ortaya
koyan eşsiz bir kitap.
Şimdi Allah böyle
bir kitap indirecek, ihtiyaç hissettiğiniz her şey olacak o kitapta, üstelik
tafsilatlı bir biçimde her şey ortaya konacak, sonra da biz kendimize başka hakem
arayacağız öyle mi? Hükmüne müracaat edeceğim, kararını soracağım bir hakem.
Çok garip bir iştir bu dedi peygamberim. Şu anda ben diyorum, sizler de deyin.
Herkes desin ki göklerde ve yerde hükmüne boyun eğilecek, arzuları yerine
getirilecek, yasaları uygulanacak, çektiği yere gidilecek ve adına hayat
yaşanacak bir tek hakim vardır, O da Allah’tır. O’ndan başka hakimliğe,
hakemliğe, Rabliğe lâyık yoktur. Çünkü göklerde ve yerde varlık olarak,
yaratılmış olarak ne varsa hepsi O’nun kulu ve kölesidir.
Bakın
bu sûrede üç garip konuya, üç yanlışa dikkat çekti. Birisi velî olarak, karar
mercii olarak Allah dururken O’ndan başka bir velî arama yanlışlığı, bir
başkası Allah’ın hakem oluşu ve O’ndan başka hakem arama yanlışlığı, ötekisi de
Allah’ın tek Rab oluşu ve O’ndan başka program yapıcı rab arama yanlışlığı. Bu
dünyada velî olarak, kullarına hayat programı belirleyici olarak Allah dururken
başka yasa belirleyiciler arayanlar, hakem olarak, hükmedici olarak Allah dururken
başka hakimler, hakemler arayanlar, başka rabler arayanlar sapıkların ta
kendileridirler.
Allah’ın
hakem oluşu konusunda kitabımızın bir başka sûresinde, Nisâ’da bir âyet
okuyalım.
“Ey
Muhammed! Sana indirilen Kuran'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını
iddia edenleri görmüyor musun? Putların önünde muhakeme olunmalarını isterler.
Oysa, onları tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa
saptırmak ister.”
(Nisâ 60)
Baksana! Bakmıyor musun? Farkında değil
misin? Görmedin mi? Bir düşünsene ey peygamberim. Şu sana indirilen ve senden
öncekilere indirilenlere inandığını iddia edenler var ya. Ben Kur’an’a inanıyorum!
Ben Allah’ın vahiy gönderdiğine inanıyorum! Ben Allah’ın benim hayatıma
karışmasına inanırım! diyenler var ya. Onlar tutmuşlar hayatlarına karışacak
Allah’tan başka hakemler arıyorlar. Allah’ın dışında hükmetmeye, karar vermeye,
yasa belirlemeye yetkili tâğutlar arayıp, bulup onların hükümlerine müracaat
etmek istiyorlar. Halbuki
onlar
bunu küfretmekle, reddetmekle, inkâr etmekle yükümlü idiler. Bunu gündemlerinden
çıkarmalı idiler. Ama heyhat ki şeytan onları çok boyutlu saptırmak istiyor.
Bunu Nisâ sûresinde uzun uzun anlattık.
Hakem Allah’tır. Hükmeden Allah’tır.
Allah’tan başka hakem yoktur. Kur’an zaten baştan sona bu gerçeği anlatır.
Hayata sadece ben karışırım, sadece benim dediğimi dinleyin, benden başka hakem
kabul etmeyin demiyor mu Allah? Öyleyse bir düşünün. Ne yaptınız, kim dedi
diye? Bugün saat ikide ne yaptınız, kim dedi de yaptınız? Ya da ne yapmadınız,
kim dedi diye? Bunu hep kendimize sormalıyız. Bakın yine Zümer sûresinde
Allah’tan başka birilerini dinlemenin yasaklığını şöyle anlatıyordu:
“De ki: “Ey cahiller! Bana,
Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emredersiniz?”
(Zümer
64)
De ki ey bilgisizler, ey
cahiller, ey Allah peygamber tanımazlar bana Allah’tan başkalarına kulluğu mu
emrediyorsunuz? Ey tevhid-den gafiller benden böyle bir şey mi istiyor,
bekliyorsunuz? Arkadaşlar, bu ifade, onlara cahiller diye hitap asla onlara bir
hakaret değildir. Çünkü işte gerçek cahiller, gerçek bilgisizler bunlardır. Kopkoyu
bir cehaletin içinde olanlar bunlardır. Bundan daha büyük bir cehalet olur mu?
Yâni yaratıcıya kulluk edilmeyecek de kime edilecek? Kulluk yaratıcının hakkı
değil de başka kimin hakkı olabilir? Rızık vericiye kulluk edilmeyecek de başka
kime kulluk edilecek?
Evet
yaratıcı Allah’tır. Öyleyse kulluk da sadece Ona aittir. Övülmeye, hamd
edilmeye ve kulluk edilmeye lâyık tek varlık Allah-tır. Hal böyle iken ey Allah
tanımazlar sizler benim Allah’ı bırakıp da başkalarına hamd etmeye, başkalarına
kulluk etmeye mi çağırıyorsunuz? Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana denk
tutmaya mı çağırıyorsunuz? Allah’ın yarattığı maddeleri, Allah’ın yarattığı
kulları Allah makamına oturtarak ona denk tutmamı mı istiyorsunuz? Halbuki bunların
hepsi birer yaratıktır. Hepsi de Allah’ın yarattığı kulu ve mülküdür. Kulluk
bunlara değil tüm bunları yaratanın hakkıdır. Yaratıcı İlâh olmaya lâyık
olandır. Yaratıcı kulluğa lâyık olandır. Yaratmayla ulûhiyet arasında böyle bir
bağ kuruluyor.
Yaratıcı olan,
rızık verici olan Allah’ı bırakıp da başkalarını ha-yatımda söz sahibi kabul
edip onların sözlerini dinlemeye, onların ar-zularını gerçekleştirmeye, onların kanunlarını
uygulamaya mı çağırıyorsunuz beni? Hiç aklınız yok mu sizin? Hiç düşünmez
misiniz? Halbuki İlâh olanın, Rab olanın, kendisine kulluk edilmesi gereken
varlığın yaratıcı olması gerekir. Hani var mı Allah’tan başka böyle bir yaratıcı?
Gökleri ve yeri yaratan başka birileri var mı? Varsa böyle birileri tamam o
zaman ona da kulluk yapalım. Varsa tamam ona da kulluk edelim. Onu da hamd
edelim. Onun arzularını da yerine getirelim. Onun programını da uygulayalım,
onun kitabını da hamd edelim, onun sistemini de uygulayalım. Var mı böyle birileri?
Hayır hayır bir şeyler yaratmak şöyle dursun, beni Allah’a denk tutmaya çağırdığınız
bu varlıkların hiç birisi kendilerini bile yaratmamıştır.
Hakemi Türkçe’deki hakem gibi
düşünürsek, meselâ sen bir hakem seçtin, ben de aynı adamı veya başka birini
hakem olarak ka-bul ettim. Ya da sen bir hakem, ben bir hakem, Allah dururken
ben bir hakem mi bulacağım? Hükmüne boyun eğecek Allah’tan başka bi-rilerim mi
olacak? Ki O Allah bana böyle her şeyi açık açık, tafsilatlı olarak anlattığı
halde. Nereden bulabilirim böyle bir hakemi? Ama işte Rabbimizin bu apaçık
beyânlarıyla anlıyoruz ki; gelin biz de hayatınıza karışalım, biz de hayatınıza
program yapalım, bizi de dinleyin, Allah’ın dedikleriyle bizimkilerin ne farkı
var? Dercesine insanları aldatmaya, kandırmaya çalışan şeytan ve dostları
olacaktır. Onların bu çabaları kıyâmete kadar da devam edecektir. Rabbimiz bunu
bize baştan anlatıyor.
Birisi
öyle diyor: “Kur’an’da her şey vardır diyorsunuz, peki acaba Kur’an’da otoban
da var mı? Veya Kur’an’da Fujiyama da var mı?” Evet, Kur’an’da her şey var. Ama
şunu unutmayalım ki bana lâ-zım olan her şey vardır, kulluğum adına bana lâzım
olan her şey. Me-selâ gidiyorsunuz bir boyacıya ve diyorsunuz ki ben evimi badana
yaptıracağım, kapılar ve pencereler için boya istiyorum. Siz bunu dedikten
sonra boyacı her halde size bir ağaç aşılama makinesi, bir bağ budama makası,
bir mozaik inceltme makinesi, bir tarla sürme pulluğu vermez değil mi? Her şey
değil, sadece boya ile ilgili ihtiyaç maddeleri verir size: Boya, fırça, tiner
vs…
İşte
Kur’an da böyledir. Onda her şey vardır derken, unutmayalım ki bu dünyada bizim
kulluğu yaşamamız adına her şey vardır, bir Müslüman olarak hayatımızı idame
ettirme adına her şey vardır. Meselâ suyunu çeşmeden mi içeceksin, yoksa
dereden mi içeceksin? Bunu sen bilirsin, bu Kur’an’da yoktur. Ama ne içeceğin
ne içmeyeceğin vardır Kur’an’da. Şunları içebilirsin, şunları içmemelisin denmiştir.
Meselâ Kur’an’da, “Sabah kalkınca kahvaltında bir bardak çay, on gram zeytin,
iki yumurta yiyeceksiniz” diye bir ayet olsaydı, o zaman hayatımız ne olurdu
düşünebiliyor musunuz? Her zaman her kahvaltıda bunların dışında bir şey
yemeniz mümkün olmayacaktı. Ama Kur’an’da Rabbimiz sadece yenmesi haram
olanları ve serbest olanları açıklamıştır. Ya da düşünün ki Kur’an’da
evleneceğiniz kızın burnu şöyle olacak, yaşı şöyle, isminin baş harfi böyle
olacak diye bir âyet olsaydı, ne yapardınız bir düşünün?.. Oysa Rabbimiz
Kur’an’da sadece evlenilmesi câiz olanları ve olmayanları açıklamış, ortaya
koymuştur.
Rabbimiz
bize her şeyi tafsilatıyla anlatan bir kitap göndermiş-ken ben kendime ondan
başka bir hakem mi bulayım?! Burada şunu da unutmadan söyleyelim: Madem ki
hayatımızda tek hüküm sahibi, tek hâkimiyet sahibi hakemimiz Allah’tır, öyleyse
Rabbimizin hükümlerini uygulayabilmek için bu hükümlerin neler olduğunu bilmek
ve tanımak zorundayız. Hem bizim hakimimiz Allah’tır diyeceğiz, hem de hakemin
bizim adımıza aldığı kulluk maddelerinden, yâni Allah’ın kitabından habersiz
bir hayat yaşayacağız, bu kesinlikle kendi kendimizi aldatmaktan başka bir işe
yaramayacaktır.
Maâlesef
bugün bu ülkede uygulanan hükümler Allah’ın hükümleri değildir. Ölenleri
öldürenleri görüyoruz bu memlekette, neden? Hüküm Allah’ın değil de ondan.
Kardeş oldukları halde birbirlerinin gırtlağına sarılanları görüyoruz, neden?
Hüküm Allah’a ait değil de ondan. Zinânın, ahlâksızlığın, hırsızlığın, rüşvetin
adam boyu yükseldiğini görüyoruz, neden? Hüküm Allah’ın değil de ondan. Adam si-nirlendiği
için hanımını boşuyor, neden? Hüküm Allah’ın değil de ondan. Neden boşanır
kadın? Nasıl boşanır? Bu konuda insanlar Allah’ın hükmünü bilmiyor. Adam
ticaret yapıyor, alıp sattığı şeyler, ürettiği şeyler tamamen israfa yönelik,
neden? Allah’ın hükmünü bilmiyor. Halbuki israfa, şerre delâlet eden herkes
aynen onu işlemiş gibidir. O halde hüküm Allah’ın olacak. Almamızda vermemizde,
sevmemizde-küsmemizde, ilgimizde-ilgisizliğimizde, yememizde-içmemizde, kısacası
her şeyimizde hüküm Allah’ın olacak. Sadece Allah’a soracağız, O’ndan müsaade
alamadığımız hiçbir şeyi yapmayacağız. Allah’tan başka veliler, hakemler bulup
onların arzularını gerçekleştirmeye çalışmayacağız.
Ama
zinhar Allah’ın hakemliğini kabulümüz şartlı olmamalıdır. Ya Rabbi, tamam ben
senin hakemliğini kabul ederim, ama benim istediğim gibi hüküm verirsen. Ben senin
kitabının hükmüne müracaat ederim, ama benim dediğimi dersen. Adam bana soru
soruyor, ben kendi bildiğime göre cevap veriyorum, adamın hoşuna gitmiyor. Tekrar
söylüyorum, bu benim soruma cevap olmadı diyor. Bana cevap vermedin ki diyor. O
zaman ben de diyorum ki, arkadaş sen istediğin cevabı söyle, ben de sana onu
söyleyeyim. Yâni Allah Rahmân olarak, Alîm olarak, Hakîm olarak ortada ama ben
O’nu hakem bilme-yeceğim de başka hakemler arayacağım. Ya Rabbi akıl ver, basîret
ver bize.
Kitap
Allah’tan gelmiştir ve kendilerine kitap verilenler yâni eh-l-i kitap bilirler
ki, bu kitap Allah’ın kitabıdır. Zaten kitaba âşina olanlar, kitaplarını
tanıyanlar bu son kitabın da, onun kendisine gönderildiği peygamberin de Allah’tan
gelme bir hak, bir gerçek olduğunu baştan bilirler. Hattâ yine bu sûre bize
avuçlarının içini bildikleri gibi, kendi isimlerini, kendi çocuklarını
bildikleri gibi bildiklerini anlatıyordu. Aslında onlar bu kitabın Allah’tan
hak olarak, hakikat olarak geldiğini, hak açığa çıksın diye, hakikat yaşansın
diye geldiğini çok iyi biliyorlar. Yani kitap niçin gelir? Allah kitabı ne diye
indirir? Allah’ın tek Rab ve İlâh oluşu hakikati ve insanların O’na kul köle
olmaları gerçeği anlaşılsın diye. Kitabın bundan başka bir geliş amacı olmaz.
Kitap yasa demektir, yazgı demektir, insanlığın hayat programı demektir, değiş-tirilemez
prensipler demektir.
Meselâ ben size
bir mesaj göndersem. Desem ki, ben Salı gü-nü saat iki de sizin şehrin
otogarındayım, beni o saatte oradan alın. Benim bu mesajımı aldınız, duydunuz
ve sevindiniz, coştunuz. Bir dostunuz geliyor diye sevinçten yerinizde duramaz
hale geldiniz. Benim mektup, mesaj elden ele dilden dile dolaşıyor. Herkes
birbirine haber ediyor. Mesajı bilg
Tarih boyunca tüm
peygamberlerin en büyük dertleri işte budur. Peygamberlerin en büyük
mücâdeleleri şu olmuştur: Ben Allah tarafından görevlendirilmiş bir insanım ve
bu kitap da Allah’tan gelmiştir. Rabbimiz, kendilerine kitap verilenler, yahudi
ve hıristiyanlar kesinlikle bu kitabın Allah’tan geldiğini bilmektedirler
diyor. Onların bu konudaki bilgileri kesindir, Öyleyse ey peygamberim ve ey peygamber
yolunun yolcuları, sakın bu konuda şüpheye düşmeyin. Yâni acaba bu yahudiler,
bu hıristiyanlar bu kitabı tanıyorlar mı, tanımıyorlar mı? Acaba bu kitap
kendilerine duyuruldu mu, duyurulmadı mı diye sakın şüpheye düşmeyin; onlar
kendi öz oğullarını bildikleri gibi bu kitabın Allah’tan geldiğini bilmektedirler,
bu konuda en ufak bir tereddüdünüz olmasın diyor Rabbimiz. Ya da Allah tek hakemdir,
O’ndan başka hakem yoktur, sakın bu konuda zerre kadar bir şüpheniz olmasın.
Bir
de acaba bu insanlar bu kitabı anlayabilirler mi anlayamazlar mı diye veya ben
bunu bu insanlara anlatabilir miyim, anlatamaz mıyım diye sakın şüpheye
düşmeyin. Çünkü hakim Allah’tır, hâkimiyet sahibi, hikmet sahibi O’dur. O
diyorsa ki bunu yapın, yapmak zorundayız. O diyorsa ki bu kitabı herkese
ulaştırın, ulaştırmak zorundayız; gerisini düşünmeye hakkımız yoktur. O, hikmet
sahibidir. Her hususta hüküm ve egemenlik sahibi O’dur.
115. Rabbinin sözü, doğruluk ve adâletle
tamamlandı. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O, işitir ve bilir.
Rabbinin hükmü, Rabbinin
hâkimiyeti tamamlandı. Bu konuda artık tartışmaya gerek yoktur, hüküm ve hâkimiyet
sadece Allah’a ait-tir. Hâkimiyet sadece Allah’ın hakkıdır. Yeryüzünde ve tüm
kâinatta egemenlik, söz hakkı Allah’a aittir. Rabbinin kelimeleri tamamlanmıştır,
kimse onu değiştiremez, kimse onu yok edemez. Kimse ondan daha tutarlısını,
ondan daha güzelini kesinlikle ortaya koyamaz.
Allah’ın
sözleri, Allah’ın kelimeleri adâlet ve sıdık olarak tamamlanmıştır. Bunu şöyle
anlamaya çalışıyoruz: İki tür söz söylenir. Bunlardan birisi hüküm cümlesidir, ikincisi
de haber cümlesidir. Meselâ "Bunun adı Ahmet’tir" haber cümlesi,
"Ahmet çok iyi bir insandır" cümlesi de hüküm cümlesidir. “Bu
güneştir”, haber cümlesi, “güneş insanlar için faydalıdır” cümlesi de hüküm
cümlesidir. Allah’ın sözleri, Allah’ın kelimeleri haber vermek yönünden de
hüküm ortaya koymak yönünden de sâdık ve âdildir. Hem sadâkati, hem
doğrulanması, hem tasdiki açısından, hem de adâleti ve dengesi açısından tastamamdır.
Sıdkın,
sadâkatin zıddı kizbdir, yâni yalancılıktır. Adâletin zıddı da zulümdür.
Öyleyse buna göre bir haber cümlesi söyleyen kişi bu sözünde ya sâdıktır ya
kâzibdir. Ama bir hüküm cümlesi söyleyen, bir hüküm koyan kişi bu cümlesiyle ya
âdildir ya da zâlimdir.
Bir
haber cümlesi söyledik. Meselâ "bu bardağın içindeki içkidir" dedik.
Onun mahiyetinin içki olduğu haberini verdiğimiz bu sözümüzde ya sâdık olduk ya
da kâzib olduk. Eğer verdiğimiz bu haber doğruysa, yâni o bardağın içindeki
gerçekten içkiyse biz sâdığız, değilse biz kâzibiz, yâni yalancıyız demektir.
Bu bir haber cümlesidir. Ama meselâ bir hüküm cümlesi söylesek, örneğin
"içki insanlar için faydalı bir şeydir" veya "Televizyonsuz bir
hayat olmaz" ya da "Meslek adına sakalı kestirmek gerekir",
"Moda adına şöyle şöyle giyinmeliyiz", "Burada namaz
kılınmaz" dersek bir hüküm cümleleri söylemiş oluruz. İşte bu cümlelerimizle
biz ya âdil olduk, ya da zâlim olduk. Çünkü biz hüküm verdik, hüküm ortaya
koyduk. Eğer verdiğimiz bu hüküm Allah’ın hükmüne uyuyorsa biz âdiliz, değilse
Allah korusun biz zâlimiz demektir. Öyleyse söylediğimiz hüküm cümleleriyle
günde kaç defa zâlim olduğumuzu, farkında olmadan kendimizi kaç kez zalim
durumuna düşürdüğümüzü bir düşünelim. Allah’ın hükümlerini bilme-yen insanların
konuştukları her sözlerinde ne hâle geleceklerini artık siz düşünün…
Basit
bir cümleyi bile söylerken unutmayalım ki, âdil de olabiliriz zâlim de, âdil
olmamız kesin değildir. Çünkü âdil olmamız, Allah’ın hükümlerini tam olarak
bilmemize bağlıdır. Bu, bizim Allah’ın kitabını ve o kitabın pratiği olan
Resûlünün sünnetini bilmemize bağlıdır. Vah-yi ne kadar biliyorsak o kadar âdil
olma imkânımız var demektir. O halde söylediğimiz her hüküm cümlesinde zâlim de
olabiliriz âdil de. Ama biliyoruz ki sözlerinin tümünde Allah âdildir. Rabbimiz
haber cümlelerinin tamamında sâdık olduğu gibi, hüküm cümlelerinin tama-mında
da âdildir. Namaz kılın demiş, oruç tutun demiş, fâiz haramdır, açık giyinmeyin
haramdır, cihad farzdır, ilim farzdır demiş ve hüküm cümleleri söylemiş,
Rabbimiz bu sözlerinin tamamında âdildir. Yine Rabbimiz kitabında haber
cümleleri söylemiş, Nuh’tan, İbrahim’den, Nemrut’tan, Firavun’dan haber vermiş.
Tüm bu haber cümlelerinde Rabbimiz tam sâdıktır, tam sıdk sahibidir.
Evet,
Rabbimiz bir şey demişse, bir âyet göndermişse, bir sû-re göndermişse veya bir
on âyette, bir beş âyette bir konu anlatmışsa, bütün bir Kurân’da bir aile, bir
sosyal yapı, sosyal ilişkiler, sadece Allah’a kulluk, şirkten uzak olmak,
tevhidi kabullenmek, yarın âhiretin varlığı, yeniden dirilip hesaba
çekileceğimiz gerçekleri gibi hangi konu anlatılmışsa işte o anlatılanlardan
her biri sıdkan ve adlen tastamamdır. Yâni Allah haber vermişse doğru, olsun
dediyse doğru, var dediyse doğru, yok dediyse doğru, olmalıdır dediyse
doğrudur. Var dediği bir şeyin olması gerektiğini anlatıyorsa doğru, yanlışlığını
anlatıyorsa da doğrudur. Adem’i topraktan yarattım dediyse doğru, tarihte âd
kavmi diye bir kavim vardı dediyse de doğrudur. Ne demişse, ne söylermişse hem
haber olarak doğru, hem de hüküm olarak doğrudur. Bunlar Allah’ın tastamam
kelimeleridir.
Allah’ın
sözleri, Allah’ın kelimeleri adl ve sıdk olarak tamamlanmıştır. Kimse onları
değiştiremeyeceği gibi, hiç kimse de onun gi-bisini va’z edemez. Hiç kimse onun
gibisini söyleyemez, onun gibisini ortaya koyamaz. Rabbimiz hükümlerini, yasalarını
kullarına bildirmiştir. Gönderdiği bu dinini, bu yasalarını uygulayan
insanların ve toplumların yeryüzünde yaşadıkları sürece mutlu olacaklarını ve
yaşadıkları bu hayatın sonunda da cennette yine mesut bir hayatın onları beklediğini
ortaya koymuştur. Ama Allah’ın dinini yok farz ederek, kitabını ve elçilerini
yok sayarak kendi bildiklerince bir hayat yaşayanların da dünyada cehennemî bir
hayat yaşayacağı gibi, bu hayatın sonunda da kendilerini cehennem azabı
beklemektedir. İşte Allah böylece hükmedip işi bitirmiştir, bunu değiştirecek
de yoktur.
Peki
acaba Allah’ın bu sözleri on dört asır önce söylenmiş ve bitmiş midir ya da
günümüze kadar değişmemiş midir bunlar? Hayır hayır! Onun kelimelerini
değiştirecek yoktur. Peki Allah âyetlerini, ke-limelerini, kelâmını, yasalarını
göndermiş peygamberimize. Acaba peygamber aleyhisselâm Rabbinden kendisine
gelen bu âyetlerin ta-mamını yazdırdı mı ki? Evet. Peki acaba unuttuğu,
atladığı var mı ki? Peki sana göre zaten hangisi kalmış da? Yâni keşke insanlar
biraz daha ciddi olsalar. Eğer gerçekten Kur’an konusunda şüpheleniyorlarsa
buyursunlar incelemeye alsınlar. Yâni o incelemenin sonunda ne çıkınca ne yapacaklar?
Yok yok kendilerini aldatıyor insanlar.
Evet,
Allah’ın kelimelerini, kelâmını değiştirecek yoktur. Ama bakıyoruz değiştiriyor
insanlar. Kimisi yakıyor, kimisi yırtıyor, kimisi yarısını yakıyor, kimisi
tamamını yakıyor, kimisi bozuk para gibi har-cıyor. Kim ne yaparsa yapsın,
unutmayalım ki onun aslı asil olarak or-tada kalacaktır. İnsanlar o asla ulaşmak
isterlerse kıyâmete kadar onu bulabileceklerdir. Yâni kıyâmete kadar
insanlardan her biri; ben Rabbimden gelen Ku’an’ın baştan sona tümüne ulaşmak
istiyorum, onu bulup onunla dinimi tamamlamak, Allah’ın istediği bir hayatı yaşamak
ve sonunda cenneti hak etmek istiyorum derse, bilelim ki ondan bu imkânı hiç kimse
alamaz, çatlasalar patlasalar da. Belki bir meâlden okur, o zaman acaba o meâl
yazarının eksikliklerinden doğan yanlışlıklar ne olacak? Adam eğer bıkmadan,
usanmadan ben peygamberimin anlatıp yaşadığı dini, peygamberimin kendisine dayanıp
da Müslümanlığı gerçekleştiği dini öğrenmek istiyorum diyorsa bir müslüman
kesinlikle o din, o kitap ona ulaşır. Bir meâl daha, bir de Riyâzu’s Sâlihîn
arada. Sonra bir meâl daha, arada bir Buhârî, sonra bir meâl daha, arada bir
Tirmizî okur. Sonra Taberî’den Razi’ye, Kurtubî’den Zenahşerî’ye, Elmalı’dan
Tefhim’e kadar tefsirlerle benden önce Kur’an’ı öğrendiğine inandığım selef
âlimlerimizin anlayışlarını da oku ki hepsi beraber sende peygamberin getirdiği
İslâm’ın, Kur’an’ın anlayışını sağlayacaktır. Çünkü Kur’an’ın böyle bir
özelliği var. Israrla ve samimiyetle kendisine müracaat edenlere en doğru yolu,
kıvamında bir kulluğu gösterme, anlatma, hidâyet etme özelliği vardır.
Allah’ın
sözlerinde değişme yoktur ifadesini şöyle de anlıyo-ruz: Dün Allah dostlarına
yardım etmiş ve onları destekleyerek tüm düşmanlarına karşı galip getirmiştir
ve kıyâmete kadar dostlarına, mü’minlere yardım vaadinde bulunmuştur. Rabbimiz
Mûsâ (a.s)’a, Nuh (as)’a, İbrahim (as)'a yardım edip desteklemiş; acaba bugün
mü'minler olarak bize de yardım eder mi? diye bir derdiniz varsa, şu-nu
kesinlikle unutmayın ki, Allah’ın kelimelerini, Allah’ın vaadini ve ya-salarını
değiştirecek yoktur. Bizler de yasalara riâyet ettiğimiz sürece, biz de tıpkı o
Allah elçileri gibi Allah yolunda olduğumuz sürece, onların misyonlarına sahip
çıktığımız sürece bilelim ki Allah bize de yardım edecek, bizi de destekleyecek
ve tüm düşmanlarımıza karşı bizi de galip getirecektir.
Rabbimiz
âyetin sonunda buyurur ki;
Değilse siz
bilirsiniz, unutmayın ki Allah her şeyi işiten ve bilendir. Sizin ne durumda
olduğunuzu, neye muhtaç olduğunuzu en iyi bilen O’dur. Yâni sonunda sizi hesaba
çekecek olandır. Üzülmeyin, korkmayın ve şartlar ne olursa olsun Rabbinizin
kitabına tâbi olarak, Rabbinizi hakem bilerek, velî bilerek yolunuza devam edin
buyuru-luyor. Öyleyse Allah’ın tüm yasaları, haberleri, hükümleri tastamam
doğrudur. Bunu değiştirecek hiç kimse de yoktur. Yâni Allah bu kelimelerini
boşuna göndermemiştir. Bu gönderdikleriyle sizden kulluk istemektedir. İşiten
ve bilen olarak sizden haberdardır ve sonunda si-zi hesaba çekecektir.
116. “Yeryüzündekilerin
çoğunluğuna itaat edersen seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna
uyarlar, sadece tahminde bulunurlar.”
Yol, çoğunluğun yolu değildir.
Yol ekseriyetin yolu değil, Allah’ın yoludur. Eğer sen yeryüzündekilerin ekseriyetinin
yolunda gidersen seni Allah yolundan saptırırlar. Allahu Ekber. Sözün ilk muhatabının
kim olduğunu biliyoruz. Peygamberimize söyleniyor. Sen onların ekseriyetini
dinlersen seni yoldan ederler. Çünkü herkes kendi inancının davetçisidir. Kim
neye inanıyorsa herkes öyle olsun istiyor. Hattâ adamlar kendilerinin zanna
uyduklarını bile bilmiyorlar. Halbuki onlar zannediyorlar ve sadece atıyorlar.
Varsın onlar be yaptıklarını fark etmesinler, ama Allah peygamberine fark
ettiriyor.
Yeryüzünde yaşayan
insanların pek çoğunun, kısm-ı âzâmisinin, ekseriyetinin hakkı kabule
yanaşmadığı, insanların çoğunun Allah’ın hükümlerinin dışında kalıp Allah’a
kulluktan kaçtığı gerçeğinden hareketle, kâfirlerin ve müşriklerin yeryüzünde
çokluğuna bakarak; madem ki insanların çoğu Allah’ı tanımıyor, madem ki
inanların çoğu Allah’ın dinini reddediyor, madem ki insanların çoğunluğu
Allah’ı ve Allah’ın yasalarını hesaba katmadan yaşamayı yeğliyor. Madem ki
çoğunluk böyledir, mademki çoğunluk böyle düşünüyor, böyle inanıyor öyleyse biz
de çoğunluğun yolunda olmalıyız. Öyleyse biz de ço-ğunluğun tasvip edip
benimsediği bir hayatı yaşamalıyız diyebilir insanlar.
Eğer insanlar
Allah’a gönül vermemişlerse, eğer insanlar inanç boyutunda peygamberle
bütünleşmemişlerse, iradelerini, Benliklerini, kimliklerini vahye teslim etmemişler,
vahiyle oluşturmamışlarsa, kesinlikle bilelim ki onları dinleyen peygamber bile
olsa, imkân bulurlar onu bile saptırmaya çalışırlar. O zaman ey müslüman,
toplum içinde tavrın şöyle olsun, kadınlığın böyle, kocalığın şöyle olsun, sofran
şöyle, kazanman harcaman böyle olsun diyenleri dinlerken çok dikkat edin.
Hayatında ticareti kocalarından gören nice kadınlar, sonunda ticarette
kocalarının baş danışmanı oluyorlar. Birilerini dinlemeye başladınız mı size
yol gösterirler. Yâni o dinlediğiniz insanlar, akıl sorduğunuz insanlar gel
beraber bu konuyu Allah ve Resûlüne soralım demezler. İşte konunun odak noktası
da burada düğümleniyor. Yâni âyetin anlatmak istediği işte budur. Sosyal
hayatın problemlerini çözmeye çalışanlar problemi herkese sorarlar, objektif
bir çözüm için bunu ana prensip kabul ederler. Allah’a ve peygambere sormayı
akıllarının ucundan bile geçirmezler. Acaba bu konuda Kur’an ne diyor? Peygamber
ne öneriyor? Hiç ilgilenmezler. Acaba Allah bu konuyu bilmez diye mi
sormuyorlar, yoksa bunun da Allah’a sorulacağını mı bilmiyorlar? En iyimser
ifadeyle söyleyelim; Allahu âlem bu insanlar Kurân’da ve sünnette de bunun
çözüme ulaşacağını bilmiyorlar.
Peki bırakın beni,
peygamber bile danışsa saptıracak olan bu insanların kendileri ne yapıyorlar?
Allah diyor ki; onlar sadece zanna tabi oluyorlar. Galiba, zannederim, herhalde,
farz ederim, bana göre, diyelim ki, atıyorum, meselâ… diye başlıyorlar.
Adamların yaptıklarının hepsi bu. Soruyorsunuz, beyefendi bunları söylerken
nereye dayandınız? Adam gayet rahat koltuğuna yaslanıyor ve konuşuyor. Bakara’ya,
Âl-i İmrân’a, En’âm’a, Nisâ’ya, Buhârî’ye, Müslim’e dayanacak değil ya. Allah
diyor ki:
Sadece atıyorlar adamlar. Kur’an’ın beyanına göre talan söyleyip saçmalamak
anlamına gelen bu atmasyon işini, şeytan müs-lümanların diline yerleştiriverdi.
Dinleyin insanları, misâl verecek adam, atıyorum diyor. Yahu sen atıyorsan ben
de tutmuyorum, dinle-miyorum. At gitsin bana ne? Yâni senin bu atmasyonunun benim
dünyamda yeri ne? Niye dinleyecekmişim seni? Atana itibar edilir mi? İşkembeden
atanlar dinlenir mi? Atan bir adam neresinden atarsa at-sın hiçbir değeri
yoktur. Çünkü Allah’la yarışmaya kalkışan bir adam nereden atar da? Allah bir
konuda bir şey dedikten sonra, doğruyu yanlışı ortaya koyduktan sonra ve Onun ortaya
koydu gerçekler tastamam doğruysa Onunla yarışa kalkışanlar nereden atarlar? Bakın
Resûl-i Ekrem Efendimiz sahâbe-i kirâm efendilerimize bir şey sorduklarında,
onlar şöyle diyorlardı; “Allahu ve Resûlühü a’lem.” Allah ve Resûlü daha iyi
bilir. Bunu en bilen Allah ve Resûlüdür. Söyle ey Allah’ın resûlü biz sizden
öğrenmeye hazırız diyorlar.
Öyleyse pek çok insanı dinleseniz onlar sizi saptırırlar. Ev mi yaptıracaksınız?
Dükkan mı açacaksınız? Evlenecek misiniz? Sorun sağdan, soldan komşularınıza.
Akrabalarınıza, amcanıza, dayınıza, halanıza, teyzenize. Neler diyecekler
onlar? Neler demeyecekler ki? Peki Allah’a ve Resûlüne sorsanız acaba bilirle
mi ki? Bir fikirleri var mı ki bu konuda? Meselâ çok derin bir hoca efendi
talebesine nasihat ediyor; evlâdım, evleneceğin kız kesinlikle Üniversite mezunu
olsun. Hangi bölüm olursa olsun, yeter ki yüksek okul mezunu olsun, çünkü senin
evden çıkarken gösterdiğin kitaptan fişleri akşama kadar evde yazarsa, senin
için hazırlayacağı baldan, baklavadan daha hayırlıdır.
Fe
sübhanallah, sekreter filan mı alıyordu ki? Yoksa asistan mı? Öy-leyse
evlenecek olanlar, ev yaptıracak olanlar, dükkan açacak olanlar, hülasa
hayatının her bir döneminde, pozitif ve negatif eylemlerinin tümünde pek çoğu
saptırıcı olarak ortaya konan insanları değil, Allah ve Resûlünü dinleyin.
Allah ve Resûlüne sorun.
Demokrasiye
göre, demokratik anlayışa göre, demokrasi dinine göre her ne kadar çoğunluğun
egemenliğini kabul edip bunu yasallaştırmışlarsa da görüyoruz ki tüm demokratik
ülkelerde toplumlara hükmedenler hiç de dedikleri gibi çoğunluğu temsil etmiyorlar.
Meselâ
bu milletin yüzde doksan sekizi bir araya gelip; biz İs-lâm’ı istiyoruz, biz
Allah’ın dinini istiyoruz, biz Allah’ın sistemini yaşamak istiyoruz, biz sadece
Rabbimize kulluk yapmak, sadece Rabbi-mizin yasalarını uygulamak istiyoruz
deseler, yine de bu hak onlara verilmez. Niye? Çünkü onlar ayrılıkçıdır.
Ötekiler toplumun yüzde iki-sini teşkil etseler bile bu yüzde ikiyi teşkil
edenler ayrılıkçı değil, ama yüzde doksan sekiz ayrılıkçıdır. Yüzde ikiyi
teşkil edenler birlikten ya-nadır, ama bu yüzde doksan sekizi teşkil edenler
bölmeden, bölücülükten yanadır. Halbuki ayrılıkçının kim olduğunu Allah
söylüyor. İslâm’dan ayrılan kişi ayrılıkçıdır. İslâm köktür, İslâm asıldır; kim
ondan ayrılmışsa, kim onu terk etmiş başka şeylerin peşine takılmışsa işte o
ayrılığa düşmüş demektir.
Aslında
asıl olan İslâm’dır. Hz. Âdem’den ve Hz. İbrahim’den bu yana kök İslâm’dır. Kim
ondan ayrılırsa onlar ayrılığın içine düşmüş olacaklardır. İslâm asıl olunca,
nerede olursa olsun İslâm’dan yana olan, İslâm’dan söz eden kişi, birlikten ve
beraberlikten söz ediyor demektir. Ama ne gariptir ki bugün birileri bir
yerlerde İslâm’dan, dinden bahsedince birileri hemen onun ayrılıkçı olduğunu,
ayrılık tohumları ekmeye çalıştığını söylüyorlar. Dinden, İslâm’dan bahsedenlere
fitne çıkarıyorsunuz, ayrılık yapmaya çalışıyorsunuz diyorlar. Allah diyor ki,
bakmayın siz onlara, asıl ayrılıkçı olanlar, asıl fitne çıkaranlar, asıl bölücü
olanlar kendileridir. İslâm asıl olduğuna göre İs-lâm’dan kopanlar, İslâm’dan
ayrılanlar ayrılık tohumları ekenlerin tâ kendileridirler.
Şunu
demek istiyorum, tüm demokratik ülkelerde öyle yutturmaya çalıştıkları gibi
toplumlara hükmedenler hiç de çoğunluğu ve çoğunluğun görüşünü temsil
etmiyorlar, çok küçük bir azınlık çoğunluğa hükmediyor. Müslümanlar onlar
nazarında yüzde doksan dokuzu da temsil etse onlar yine azınlıktır, kendileri
de yüzde biri ifade etse de egemenlik onların ellerindedir. Yâni yüzde doksana
karşı yüzde beşin, yüzde onun hükmettiğini görüyoruz. Ama durum tamamen bunun
aksine olsa, yâni yaşadığımız bu ülkede insanların
tamamı küfrü tercih etmiş olsalar bile ve biz de tek başına kalmış olsak bile,
yanımızda bizimle yürüyecek bir tek insan kalmamış olsa bile hiç önemli
değildir. Biz Allah ve Resulünün tarif ettiği yolda yürümek zorundayız bunu hiçbir
zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Kur’an’la biliyoruz ki İbrahim (a.s) tek
başına bir ümmetti. Yanımızda bizi destekleyenlerin olup olmaması bizim için
hiç de önemli değildir. Önemli olan bizim Allah’ın kitabına uyup uymamamızdır.
Allah’ın dinine göre Allah’ın hak dediği haktır, bâtıl dediği de bâtıldır.
Demokrasilerde ise çoğunluğun hak dediği haktır, bâtıl dediği de bâtıldır. Allah’ın
sistemiyle demokrasi temelde birbirine zıttır. İşte Rabbimiz âyet-i kerîmesinde
bunu anlatıyor.
Eğer
Allah’a değil de yeryüzündekilere, insanların çoğunluğuna itaat ederseniz,
baba, ana, eş, dost, menfaat, çevre ve piyasaya uyarsanız, onlar saptırırlar
sizi diyor Rabbimiz. Üstelik bu söz peygambere söyleniyor. Peygamberini kendisi
desteklediği halde ve onun sapması mümkün olmadığı halde Rabbimiz onu bile
uyarıyor. Bu desteğine rağmen bu istikâmetine rağmen Allah’ın Resulü bile
azıcık Allah’a kulluktan taviz verip onlara meylediverse, onu bile saptırırlar
diyor Rabbimiz.
Toplumu
ve ekseriyeti dinlemeye kalkıştığımız zaman bizi ke-sinlikle haktan
saptıracaklarını unutmamalıyız. Çünkü hakka istinat etmeyen çoğunluk zanna
uymaktadır. Her hangi bir bilgiyle, hakka is-tinat eden bir ilimle değil, sadece
zan ile hükmediyorlar, zanla hareket ediyorlar. Onlar gerçek bilgiyi reddetmişler,
vahyi reddetmişler, Allah’ı ve Allah’tan gelen bilgiyi reddetmişlerdir. Sadece
zannı ve yalanı temel kabul edip hayatlarını ona bina etmişlerdir. Bunlar zanna
tâbi olduklarından bugün bir kanun yaparlar, ertesi gün tamamen aksine bir
görüş ortaya koyarlar. Bugün güzel dediklerine yarın çirkin derler. Meselâ dün
bu çoğunluk, doğan bir çocuk en az altı ay anasını emmeli diyordu, şimdi ise
imal ettikleri mamaları satılsın diye çocuk annesini hiç emmemeli diyorlar. Şu
şöyle olmalı, bu böyle olmalı diyorlar ve dediklerinin tamamında da sadece
zanna uyuyorlar ve atıyorlar. Öyleyse kesinlikle İslâm’da çoğunluğa uymak
yoktur.
Efendim
ne yapalım herkes böyle düşünüyormuş, herkes böyle yaşıyormuş, herkes
çocuklarını filan filan okullara gönderiyormuş, herkes şöyle giyiniyormuş,
böyle soyunuyormuş bunların hiç birisi bizi ilgilendirmez. Çünkü bunların hiç
birisi bizi cennete götürecek yollar değildir. İnsanlar böyle düşünüyor diye,
insanlar şöyle yaşıyorlar diye eğer biz de onlar gibi düşünmeye, onlar gibi
yaşamaya kalkarsak o zaman unutmayalım ki sonunda biz de o çoğunluğun gittiği
yere gitmek zorunda kalacağız bunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Sadece
yaşadığımız bölgede değil, şu anda dünya üzerinde altı yedi milyar insan
yaşıyorsa bile ve bunların tümünün istediği, razı olduğu ve arzu ettiği bir
sistemi oturtmak zorundayız deseler bile, Rabbimizin âyetine göre bu caiz
değildir. Madem ki çoğunluk böyle istiyor, madem ki toplum böyle istiyor, madem
ki insanlık böyle istiyor öyleyse biz de bu insanların yaptıklarını yapmak
zorundayız düşüncesinin bâtıl olduğunu anlatıyor Rabbimiz. Çünkü çoğunluk ölçü
değildir. Çoğunluk için istenmez, Allah için istenir. Çoğunluk için yapılmaz,
Allah için yapılır. Bir amelin yaptırıcı Allah değilse, kim olursa olsun o amel
bâtıldır.
Rabbimiz
diyor ki ey kullarım! Dünya üzerinde çoğunluğun ya da azınlığın istediği, razı
olduğu bir hayatı yaşamayı kabul ederek bir dünya yaşarsanız, hayat programınızı
buna bina ederseniz bu size asla felah getirmeyecektir. Tüm dünya insanlığı
Müslüman olsa bile, ya da tüm dünya kâfir olsa bile bize düşen onların
çoğunluğu adına bir hayat yaşamak değil, Allah adına ve Allah’ın belirlediği
biçimde bir hayat yaşamaktır. Çünkü şunu asla unutmayalım ki yeryüzündeki in-sanların
tamamı kâfir olsa da onların içinden bir tek insan Allah’ın is-tediği hayatı
yaşadığı zaman nasıl cennete gidecekse, bunun zıddını yapan bir kimse de cehenneme
gidecektir.
117. «Doğrusu Rabbin,
yolundan kimin saptığını daha iyi bilir. Doğru yolda olanları da en iyi O bilir.
„
Muhakkak ki Allah yolundan,
dininden sapanları da, o yol üzere, hidâyet üzere olanları da en iyi bilendir.
Sapanı da, sapıtanı da, hidâyette olanı da en iyi bilen Allah olduğuna göre
bize düşen de öy-leyse her şeyi bilen âlim ve her şeyden haberdar olan Habîr
olan, Ha-kîm olan Allah’ın yargısını, değerlendirmesini temek kabul edip O’nun
dediği gibi yaşamaktır. İnsanlar ister çoğunluk olsunlar, ister azınlık
olsunlar onların hiç birisinin hüküm verme ve değerlendirme hakları da, güçleri
de yoktur. Tüm yeryüzü insanlığı toplansalar hattâ cinleri de yardıma
çağırsalar, şu iyidir, şu kötüdür, şu haktır, şu bâtıldır demeye hakları
yoktur. İyiliklerin ve kötülüklerin tespitinde, hakkın ve bâtılın tespitinde
kıstas insanlar değil, toplum değil vahiydir. İnsanlar hidâyete mi erdiler,
cennet yolunu mu buldular, cehennem yolundan mı kaçmayı becerdiler bunu en
bilen, eksiksiz bilen, yanılmaz bilen Allah’tır. Her şeyi tam bilen Allah
elbette hayata karışmaya tam yetkilidir. Onun hayata karışma yetkisine sınır
yoktur ve bu yetki Onun Rab ve İlah oluşunun ta kendisidir.
Çünkü insanlar ne
yaparlarsa yapsınlar hiçbir zaman geleceği hesap edemedikleri gibi, yarını göz
önünde bulunduramadıkları gibi, kâinat planında da düşünme imkânına sahip
değillerdir. Evet insanlar yarını asla hesaba katamazlar. Bugün iyi bildikleri
bir şey bin yıl sonra kötü görülebilir. Veya burada iyi görülen bir şey
dünyanın başka bir ikliminde kötü görülebilir. Yarınları hesaba katma ve kâinat
planında düşünme imkânına sahip olan sadece Allah’tır. O halde nasıl olur da
böyle ellerinde bir yetkileri bulunmayan insan topluluklarının çok olanlarını,
çokluk tarafında olanlarını tanrı makamında kabul edip onların istediği bir
hayatı yaşayalım? Nasıl olur da Allah’ın istediği hayatı terk ederek çoğunluğun
istediği bir hayatı yaşamaya razı olarak şirke düşelim?
Evet
ne insanların ne de kendimizin değerlendirmeye, değer yargısı ortaya koymaya
hakkımız yoktur. Buna böylece inanmak zorundayız. O zaman neye göre hareket
edeceğiz? Allah’ın yasalarına ve Allah’ın değerlendirmesine göre hareket
edeceğiz. Çünkü hidâyeti ve hidâyette olanları en iyi bilen Allah’tır. Yolu en
iyi bilen Allah’tır. Sapıklığı da sapanları da en iyi bilen Allah’tır.
Hidâyette olanı da dalâlette olanı da en iyi bilen O’dur. Öyleyse hayatımızı
sadece O’na soracak ve sadece O’nun istediği bir hayatı yaşayacağız başka çaremiz
yoktur.
İşte
bakın hayatlarını sadece Allah’a sorarak, Allah’ın değer yargılarına göre bir
hayat yaşamaya karar vermiş Müslümanlara, bu hükümlerinden, bu değer yargılarından
birini şöylece ortaya koyuyor Rabbimiz. Ya da Rabbimizin hayata karışıcı tek
Rab ve İlah oluşunun bize yansıyan bir yönü:
118. “Allah'ın âyetlerini
inanıyorsanız, üzerine Allah’ın adı anılmış olan şeyden yiyin.”
Allah’a, Allah’ın değer yargılarına,
Allah’ın sizin adınıza aldığı kulluk maddelerine inanıyorsanız, üzerine Allah’ın
adının anıldığı şeylerden yiyiniz. Eğer Allah’ın âyetlerini iman iddianız
varsa, eğer o âyetlerin sizi Allah’ın tek Rab ve İlah oluşu gerçeğine
götürdüğünü kabul ediyorsanız, böyle bir imanın, emanın altında, güvencesinde
ol-duğunuzu iddia ediyorsanız haydi öyleyse Allah’ın adının anıldığı şeylerden
yiyin. Yâni yemek olarak size sunulan, önünüze konulan şeyler eğer Allah adına,
Allah’ın adıyla, Allah gündemde tutularak hazırlan-mış, getirilmiş, konulmuş,
sunulmuş, ikram edilmişse ancak ondan yiyin. Değilse Onun adının anılmadığı,
zikir konusu yapılmadığı, gündemde tutulmadığı şeylerden yemeyin. Bunu aşağıda
gelecek 121. âyet şöyle anlatacak:
“Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş
hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytanlar
sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar, eğer onlara itaat ederseniz
şüphesiz siz müşrik olursunuz.”
En’âm
121)
Öyleyse,
buraya kadar anlatılanları anladıysan, haydi ancak Allah’ın adının anıldığı,
Allah adının gündemde tutulduğu şeylerden yiyin. Eğer Allah’ın âyetlerine
inandığınızı iddia ediyorsanız. Eğer si-zin imanınızı, düşüncenizi, bakışınızı,
eylemlerinizi, hayatınızı Allah’ın âyetleri düzenliyorsa böyle yapmak
zorundasınız. Hakem olarak, ha-kim olarak, Rab ve İlah olarak Allah size haber
veriyor. Benim adım gündemde tutularak hazırlananlardan yiyin.
Peki
acaba bu koyunun, ya da sığırın kesimi esnasında besmele çekilmeyi mi anlatır?
Evet, ayan beyan öyledir. Ama işi biraz da-ha genellersek; eğer bir şey yama
konusuysa, sizin içinse, önünüze getirilmişse, ister kendiniz hazırlamış olun,
isterse birileri sizin için hazırlamış olsun, onun orada var kılınması, önünüze
konulması Allah namı hesabına değilse yemeyin ondan. Yâni onun ikramı Allah’tan
dolayı değilse kesinlikle yemeyin onu.
Neyi
yiyeceğiz, neyi yemeyeceğiz? Bu konuda bir probleminiz varsa, elbette bunu en
iyi bilen Allah bakın şöyle buyuruyor: Kesilen hayvanlardan üzerine besmele çekilmiş,
yâni Allah adına, Allah namına, Allah için, Allah’ın rızasına uygun olarak
kesilmiş olanlardan yiyin eğer mü'min iseniz. Eğer Allah’a teslim olmuş, O’nun
yasalarına, O’nun değer yargılarına, O’nun sizin adınıza aldığı kulluk maddeleri-ne
teslim olmuşsanız Allah’ın dediğini temel kabul edin, mutlak doğru bilin.
Rabbimiz
bu konuda, her konuda benim dediğim geçerlidir buyuruyor. Ben benim dediğim
gibi isterim buyuruyor. Hayata tek yet-kili benim diyor. Benden başka hayatınıza
karışacak yoktur diyor. Ve bunun bir açılımı olarak da; buyurun işte hayvanlar,
işte yiyecekler. Eğer ben dedi diye sofranızda var kılınmışsa bütün bunlar,
haydi on-lardan yiyin. Eğer önümüze konanlar Allah adına, Allah adının gündemde
tutulmasının sonucu ise ondan yiyeceğiz, değilse yasaktır. Önümüze konan
hayvanlar eğer para adına, tâğutlar adına, putlar adına, birilerinin memnun
edilmesi adına kesilmişse onlar yenmeyecektir. Aslında kesilen hayvanlar
açısından Allah adına kesilenlerle başkaları adına kesilenler arasında bir fark
yoktur. Fark bizde olacaktır. Biz Allah dedi diye, Allah böyle istedi diye
birisini kabul edip diğerini reddedersek o zaman kul olacağız. Yaptığımız bu
eylem bizim adımıza kulluk olacaktır. Çünkü bizim hareket noktamız Allah’ın
rızasıdır. Bizim tüm eylemlerimizin tek yaptırıcısı Allah’tır. O yap derse yaparız,
yapma derse terk ederiz. İşte böyle yapan kişiye müslüman denir. Tümüyle
iradesini Allah’a teslim eden kişi müslümandır.
Yok
eğer Allah’a değil de şeytanlara teslim olduysanız, o zaman onların vahiylerini
uygularsınız. Önceki âyetlerde anlatmıştı Rab-bimiz, şeytanlar da farklı
vahiylerde, farklı yorumlarda bulunuyorlardı. Diyorlardı ki insan ve cin
şeytanları; Nasıl oluyor da Allah’ın öldürdükleri yenmiyor da bizim
kestiklerimiz yeniyor? Nasıl oluyor da vadesiyle ölen, yâni Allah’ın öldürdüğü
hayvanlar yenmiyor da, bizim kesip öldürdüklerimiz yeniyor? diyorlardı. İşte bu
konuda onların değer yargıları, onların vahiyleri buydu. Şeytanlar da bu
vahiylerini, bu yorumlarını insanlara ulaştırmaya ve insanları etkilemeye
çalışıyorlardı. Nelerin yeneceği, nelerin yenmeyeceği konusunda şeytanların da
vahiyleri vardır. Ama hayatını Allah’ın değer yargılarına göre yaşamaya karar
vermiş Müslüman ne Mecusilerin, Mecusi şeytanlarının, ne müşrik şeytanların, ne
hıristiyan ve yahudi şeytan dünyanın vahiylerine kulak vermeyecektir. Müslüman
sadece Allah vahyine kulak veren insandır. Kim ne derse desin önemli olan
Allah’ın helâl dedikleri helâldir, haram dedikleri de haramdır. Bir önceki
âyette de ifade ettiğimiz gibi haramı ve helâli belirleme hakkı sadece Allah’a
aittir başka hiç kimsenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur.
İşte
bu konuda tek yetkili makam diyor ki; üzerine besmele çe-kilmiş hayvanları
yiyin. Öyleyse kesilen hayvan üzerine besmele çekilerek kesilmiş, Allah adına,
Allah’ın meşru gördüğü bir biçimde kesilmişse o hayvan helâldir, değilse o
hayvan haramdır.
"O
size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, ve Allah’tan başkası adına kesilen
hayvan etini haram kılmıştır."
(Bakara
173)
Helâl
olan şeyler çoktur. Onun için helâller tek tek sayılmaz. Ama buna mukabil haramlar
az olduğu için isimleri tek tek belirtilir. Yâni haramlar sayılır ve haram
olduğu belirtilenlerin dışında kalan
ların hepsinin helâl olduğunu anlarız. Onun içindir ki bir şeyin helâl
oluşuna delil istemez, haram oluşuna delil istenir.
Bakın
burada sayılan haramlar şunlardır:
1-
Meyte yâni lâşe. Kendiliğinden ölmüş veya şer’î bir usulle kesilmemiş hayvanlar
lâşe hükmündedir ve yenmez. Yâni Müslüma-nın besmele çekerek veya ehl-i kitabın
kestiklerinin dışındaki hayvanlar haramdır.
2-
Kan necistir ve yenilmesi haram kılınmıştır. Ancak bu âyette sadece kandan
genel olarak söz edilmiştir. Fakat En’âm sûresinde bu konu biraz açıklığa
kavuşturulmuştur.
"Akan
kan size haram kılındı."
(En’âm
145)
Buyurulmaktadır.
Öyleyse haram olan akan kandır. Değilse et ve kemik içinde kalan kan haram
değildir. Bir de Rasulullah’a izâfe edilen ama kimilerince zayıf kabul edilmiş
bir hadis-i şerifte: "Benim için iki ölü ve iki kan helâl kılındı.” İki ölü, balık ve çekirge, iki kan ise dalak
ve karaciğerdir.
3-
Domuz eti haramdır. Domuzun sadece eti değil yağı, kılı, derisi, kemikleri her
şeyi haramdır.
4-
Allah’tan başkaları adına kesilen hayvan da haramdır. Meselâ filan türbede
filan kişi adı zikredilerek veya işte başkan için, bakan için, reisi cumhur
için diyerek bunların adına kesilen hayvanlar haramdır. Allah için ve Allah’ın
meşru gördüğü bir niyetle kesilen hay-vanlar keserken de Allah adı anılarak
kesilirse bu haram değildir.
"Ama
her kim de mecbur kalır ve yemediği takdirde öleceği muhakkak olursa"
"Başkasının
hakkına tecavüz etmediği sürece"
Yâni
kendisi gibi zaruret içinde bulunan diğer birisinin ölümünü önleyecek kadar
elinde bulunana saldırmamak ve onun ölümüne sebep olmamak kayd u şartıyla bir.
Bir de:
"Taşkınlık
yapmadığı sürece."
Yâni
ölmeyecek kadar yediği, zaruret ölçüsünden fazlasına uzanmadığı müddetçe.
"Ona
da bir günah yoktur. Çünkü Allah bağışla-yandır, merhamet edendir."
Böyle
darda kalmış, zaruret içinde bulunan kimse için bunlar-dan hangisini bulursa
zaruret miktarı, yâni diri kalacak kadar, ölme-yecek kadar yemesinde bir beis
yoktur.
Hani
fıkıhtaki:
"Zaruretler
haram olan şeyleri mubah kılar."
Hükmü
işte bu âyetin mânâsını içerir.
Besmeleyle
alâkalı fakihlerimizin ifadesine göre; yenmesi haram olan hayvanlar şu şekilde
özetlenmiştir:
Allah
adından başkaları için, Allah’tan başkalarını tazim ve ululamak için onlar
adına kesilen hayvanlar kesinlikle yenmez. Bile bile besmele terk edilirse o
hayvan da yenmez. Ama fakihlerimizden bazıları eğer kesen Müslüman ise zaten
onun hayatında Allah vardır, binaenaleyh kesim esnasında ister besmele çeksin
isterse çekmesin bu hayvanın yenebileceğine hükmederlerken, bazıları da besmele
çekilmeyen hayvanın yenmeyeceğine hükmetmektedirler. Bazıları da eğer bir
Müslüman unutarak besmeleyi çekmemişse bu hayvanın ye-nileceğine hükmetmişledir.
Lâkin
burada şunu ifade edelim ki, tüm amellerde niyet çok önemlidir. Yâni yapılan
bir amelde o amelin yaptırıcısı çok önemlidir. Yaptırıcısı İslâm olmayan her
şey İslâm’da bâtıldır. Unutmayalım ki yarın her yaptığı iş konusunda sorulacak
adama: Bu konuda Rab-biniz kimdi? denilecek. Bunu yaptıran kimdi sana? Neden
kestin bunu? Kim adına kestin? Neden aldın bunu? Neden sattın? Neden yaptın bu
işi? Kim dedi de yaptın? Ya Allah dedi de öyle yaptım! diyecek adam ya da işte
bilmiyorum, Zerdüşt buyurdu da onun için yaptım! diyecek. İşte ihtiyacımdı ya
Rabbi! Güzel görmüştüm ya Rabbi! Uygun bulmuştum ya Rabbi. Veya işte bunu
Firavun adına yapmıştım, bunu toplum adına yapmıştım, bunu âdetleri memnun etme
adına yapmıştım diyecek. Unutmayalım ki yaptırıcısı Allah olmayan her iş boştur.
Allah adına yapılmayanlar ne adına ve kim adına yapılmış olursa olsunlar hepsi boştur.
Hiç birisinin yarın Allah huzurunda karşılığını istemeye hakkımız olmayacak.
Hattâ bir hadis-i kutsi’de mahza Allah-tan başkaları adına yapılanlar değil,
Allah adına başkalarının da ortak edildiklerinin bile Rabbimiz tarafından kabul
görmeyeceği anlatılır. Meselâ bir adam bir ameli yaparken hem Allah benden razı
olsun, hem de başkaları beni beğensin diye yapmışsa, Allah’a başkalarını da
ortak etmişse bu amel bile kabul edilmeyecektir. Çünkü Rabbimiz; ben
ortaklıktan beriyim buyuruyor. Bir kul hem beni hem de benim dışımdakileri memnun
etme adına bir amel işlemişse ben ondan da, onun bana ortak kıldıklarında da
beriyim, o ameli bana değil ortağına aittir, karşılığını da ondan istesin
buyuruyor.
Meselâ bakın namaz, namaza kimse laf
edemez değil mi? Bunun bile yaptırıcısı Allah değilse bu bile bâtıldır. Diz
kireçlenmelerini önlemek için, jimnastik hareketi için kılınan namaz, yâni
yaptırıcısı Allah olmayan namaz da bâtıldır. Öyleyse yaptırıcısı İslâm olmayan
bütün eylemler bâtıldır.
Öyleyse
söyle diyelim. Firavunlar adına, tâğutlar adına kesilen bir hayvanın, yapılan
bir amelin başında bin besmele çekilse bile yine de bu boştur. Zaten bu tür
eylemlerin başında besmele çekmek Allah’a yol göstermek, Allah’a akıl vermek
anlamına geleceği için, ya da meşru olmayan bir niyete Allah’ı karıştırma anlamına
geleceği için Al-lah’a yapılmış en büyük bir iftira olacaktır. Birilerini
ululamak adına, birilerinin şerefini yüceltmek adına veya putlar adına kesilen
bir hayvanın kesimi esnasında bin besmele çekilse bile bu hayvan asla yen-meyecektir.
Ve bu kesim işini yapan kişiye de besmele çekiyor denmeyecektir.
119.“Size ne oluyor ki, Allah
size darda kalmanızın dışında, haram olanları genişçe anlatmışken adının
üzerine anıldığı şeyden yemiyorsunuz? Doğrusu çoğunluk, hevâ ve heveslerine
uyarak, bilmeden sapıtıyorlar. Aşırı gidenleri en iyi bilen Rabbindir.”
Evet size ne oluyor da başında
besmele çekilerek Allah adına kesilen hayvanları yemiyorsunuz? Allah tarafından
size helâl olarak belirlenmiş, Allah yasalarına göre size helâl kılınmış bu
hayvanları yememe konusunda neden ayak diretiyorsunuz? Haram ve helâlleri
belirleme hakkı sadece Allah’a aittir. Neyin haram neyin helâl olduğunu
öğrenmek istiyorsanız buyurun Allah’ın sizin adınıza haram ve helâlleri
belirlediği kitabına ve o kitabın pratiği olan Resulünün sünnetine bakın. Bu iş
insanların yetkisinde olan, çoğunluğun elinde olan bir iş değildir. Muhakkak ki
haram olanlar da, helâl olanlar da Rabbiniz tarafından size açıklanmıştır.
Rabbiniz
kitabında her şeyi size apaçık anlattıktan sonra sizler kendi kendinize haram
ve helâller belirlemeye mi kalkışıyorsunuz? diyor Rabbimiz. Haram ve helâl belirleme
hakkı sadece Allah’a ait iken bugün maalesef bu konu çoğunluğun elindedir.
İnsanların, toplumun, çoğunluğunun helâl dediği, güzel dediği helâl, haram dediği,
yasak dediği de haram ve yasak sayılmaktadır.
Rabbimiz buyurur ki ey yahudiler! Ey hıristiyanlar!
Ey kitap ehli olanlar! Ve siz ey Kur’an kitabıyla karşı karşıya gelenler! Haram
ve helâl konusunda ne diye Allah’a kafa tutarsınız da kendi kendinize haram ve
helâl belirlemesine kalkarsınız? Ne diye kendi kendinize hüküm çıkarırsınız?
Allah bir şeyi haram ya da helâl kılarsa ne âlâ, nerden çıkardınız bu işi?
Allah haram kılmamış da siz daha mı iyi bi-liyorsunuz? Düşünün hayatımıza koyduğumuz
haramlar. Bugün kendi hayatımıza kendi ellerimizle koyduğumuz negatif ve
pozitif haramları bir düşünün. Meselâ ne gibi haramlar? Adam diyor ki gardaş,
sen o elbiseyi giyme! Neden? Yakışmıyor. Yahu İslâm yakıştırıyorsa sana ne
bundan? Ya da ben bir daha evlenmem! diyor adam. Neden? Toplumun baskısı var da
ondan. Allah’ın baskısı yoksa sana ne? İki evlenenleri Allah kınamıyor ve bu
işe haram demiyorsa sana ne bundan? Veya diyor ki ben böyle bir evde oturamam!
Ben bunu m
Ayrıca haramın bir de hürmet anlamını
düşünürsek, yâni do-kunulmazlık yüklediğimiz şeyler varsa. Yâni düğünde şöyle
olacak, nişanda böyle olacak, giyimde böyle olacak, sosyal ilişkilerde böyle
olacak... Şöyle saygılar, böyle eğilmeler, şöyle törenler, böyle bay-ramlar diye
kutsadığımız şeyler varsa hayatımızda, o zaman bu âyeti bir daha anlamaya
çalışacağız. Allah tüm bunları haram kılmadığına göre size ne oluyor ey kitap
ehli? Size ne oluyor ey Müslümanlar? Üstelik yasak kılınanlar da Tevrat’tan
önceydi. Siz bunu Yâ’kub oğulları olarak yapıyorsanız, ama bu iş Tevrat’tan önceydi.
Allah ondan sonra Tevrat’ı gönderdi de Hz. Yâ’kub onunla amel etti. Veya ey bugünün
ehl-i kitabı olan Müslümanlar! Eğer sizler de kitabınız ve peygamberinizin
sünnetiyle tanışmadan önce hayatınıza bir kısım yasaklar koymuşsanız... Ama
Kur’an’ı tanıdıktan sonra artık o yasakların ne anlamı kalır? Niye hâlâ o
hesabın peşindesiniz? Allah yasak demişse yasaktır, dememişse yasak değildir.
Ama köle ruhlu insanlar hem
efendilerinin yasaklarına uyarlar, efendilerinin görüşlerine müracaat ederler.
Acaba efendim ne der bu konuda? derler, hem de Allah’ın yasaklarına uymaya
çalışırlar. İşte günümüz Müslüman köleleri de böyledir. Ama sadece efendimiz
Samed olan Allah olunca artık, Allah’ın yasağından başka yasak kabul etmeyeceğiz
demektir.
Evet Allah size haram ve helâlleri
belirlemiştir. Allah’ın ha-ramlarını haram, helâllerini de helâl bilecek ve o
istikâmette bir hayat yaşayacaksınız.
Haramları,
Allah’ın haram dediklerini de şu şartla yiyebilirsiniz; ancak bunu belirleme
hakkı da yine size değil Allah’a aittir. Bu ruhsattır ve bu ruhsatı da yine
Rabbimizin yasalarından almak zorundayız. Peki neymiş bu ruhsat? Muzdar durumda
kalmış ve çaresizlik sebebiyle yemek zorunda kalmışsanız, o haram kılınanlardan
da yeme hakkımızın olduğunu anlatıyor Rabbimiz. Bakara’daki âyet bunu anlatır.
Zaruret durumuna düşmüşsek, onsuz olmaz durumuna düşmüşsek Rabbimiz bu
haramları yemeye de izin veriyor.
Meselâ
içki yasaktır. Ama susuz kalmış ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorsak,
sadece susuzluğumuzu giderecek ve ölümden kurtulabilecek kadar ve de başka birisinin
hakkına tecavüze yeltenmeden haram olan içkiyi içebiliriz.
Evet
Rabbimiz kitabında haramlarını ve helâllerini açık açık haber verdiği halde,
buna rağmen insanların çoğu kendi zanlarına dayanarak, kendi hevâ ve
heveslerine tutunarak ilimsiz bir biçimde helâl haram belirlemeye kalkışarak
insanları saptırmaya çalışıyorlar.
Mecusiler,
müşrikler, yahudi ve hıristiyan dünya gece gündüz uğraşıyorlar. Kendilerine
göre haramlar helâller belirleyerek, kendilerine göre emirler ve yasaklar
belirleyerek tüm yeryüzüne beyanatlar-da ve vahiylerde bulunuyorlar. Böylece
Müslümanların zihinlerini idlal etmeye çalışıyorlar. Mü’minleri haram ve helâl
belirleme konusunda Allah’tan koparıp kendilerine kul köle edinmek istiyorlar.
Ama
bu kâfirler ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar biz Müslümanlar kesinlikle onlara
uymayacağız. Kesinlikle onların vahiylerine kulak vermeyeceğiz. Çünkü onlar
bilgisizce kendi akıllarına, kendi zanlarına kendi hevâ ve heveslerine
dayanmaktadırlar. Çünkü onlar insanları kendi sapık hayatlarına ortak etmek
istiyorlar. İnsanları kendi cehennemlerine çağırıyorlar.
İşte
görüyoruz her gün ve her gece büyük şeytanla el ele vermişler çeşit çeşit haram
ve helâl belirlemeye çalışıyorlar. Şunlar yenir bunlar yenmez! Şunlar giyilir
bunlar giyilmemelidir! Şunlar içilir bun-ların modası geçmiştir! Bu devirde
şöyle yaşanır böyle yaşanmaz! Şunlarsız olmaz! Bunlarsız hayat çekilmez! Şurada
okunur, burada okunmaz! Şöyle kazanılır böyle harcanmaz! Şu meslekler seçilir! İn-sanlar
şöyle yönetilir, bu devirde bu tür bir yönetim olmaz! Yönetime şunlar şunlar
esas alınır, bunlar, bunlar alınmaz! Hukukun temel di-namikleri şunlardır,
bunlar hukuk yönünden kabul edilmez! Eğitimin il-keleri şunlardır bunların modası
geçmiştir gibi gece gündüz insanlara vahiyde bulunarak insanları Allah
ilkelerinden uzaklaştırmak istemek-tedirler. Tüm dertleri, İnsanları Allah’a
kulluktan koparıp kendi yasala-rına, kendi hevâ ve heveslerine kul köle edinmek.
Gece ve gündüz bu adamların, bu insan ve cin
şeytanlarının vahiyleriyle beraber olanlar, bu şeytan vahiylerinden
beslenenler, on- ların kulu ve kölesi olmaktan asla kurtulamayacaklardır. Ancak
gece gündüz Allah vahyiyle beraber olup, Allah vahyinden bilgilenenler bu
şeytan vahiylerinden kurtulup Rablerinin kulu olarak kalmayı başarabileceklerdir,
bunu asla hatırımızdan çıkarmayalım.
Muhakkak
ki Allah sapanları, taşkınları en iyi bilendir. Evet yoldan geçenler, sana
bakanlar, yemez misin diyenler, içmez misim diyenler, sana zorla ikram etmeye
çalışanlar ne için ikram ediyorlar, bunu düşünmeden yemeyeceğiz o zaman. Eğer
ikramın hedefi Allah’sa, Allah adına ikram ediliyorsa hemen yiyeceğiz, değilse
vazgeçeceğiz.
Meselâ bir koyunumuz var ve biz onu
Allah izin verdi diye, Al-lah cana ve mala hakimdir diye, Onun iznine binaen
şöyle güzelce kıbleye doğru yatırdık, önceden bilediğimiz bıçakla bismillah
Allahu Ekber diyerek kestik. Ya Rabbi senin adınla, senin izninle, sen dediğin
için, senin yetkinle, sana boyun eğiyorum diyerek kestik. Yâni so-nunda kan
aktı ve hayvan öldü. Bir başkası da aynısını yapıyor. Tutuyor, getiriyor
hayvanı, biledikleri bıçakla o da kesiyor. Lâkin o, Allah dedi diye, Allah’tan
böyle bir yetki aldık diye değil. İşte ikisinin farkı bu. Yâni işte Allah’ın hayata
karışmasının temel esprisi budur. Böyle görüntülenir bu iş. Söyleyin, bu ikisi
arasında ne fark var? Yâni bizim yaptığımız gibi Allah dedi diye besmeleyle
kesilen önceki hayvanın etiyle, Allah dedi diye kesilmeyen, ya da Allah’tan
başkası dedi diye kesilen bu sonraki hayvanın etlerinin ne farkı var? Yâni
kesimde bes-mele çekilmenin, niyet farkının dışında başka hiçbir farkı olmayan
bu hayvanların etlerinin ne farkı olacak? Hayatın tüm konuları da aslında aynen
böyle değil mi?
Meselâ Allah’a, Allah dedi diye, Kur’an
ve sünnete dayandırılarak kıyılan bir nikahla, bir birleşmeyle onun dışındaki
birleşmelerin ne farkı var aslında? Yâni erkek kadına, kadın erkeğe; ben sana
vardım, ben de seni aldım, haydi beraber olalım demesiyle, bunu Allah adına
yapıyoruz, değilse Allah izin vermemiş olsaydı asla yapmazdık diyenlerin
farkını anlayabildik mi? Veya meselâ düşünün tertemiz bir tavuk kestiniz Allah
adına, kesen de müslüman, güzel yolunmuş, şoklama filan yapılmamış, içini de
çıkarmış, temizlemiş ve güzelce pişirmiş. Tam yiyecekleri sırada bir hırsız
gelip çalmış, evine götürmüş ve çoluk çocuğuyla yiyecek. Bakın tavuk aynı
tavuk. Ama önceki sofrada iken tertemiz olan bu tavuk, beriki sofraya geçince
haram olmuştur. Peki ne farkı var? Neden birine helâl de ötekisine haram? Allah
öyle dedi diye, bunun başka bir izah tarzı yoktur.
İşte Allah’ın yetkili oluşuyla,
Allah’ı yetkili bilişle Allah’a yetkisizlik izafesinin temel espirisi budur,
başka yok. Bütün bir din, bütün bir hayat işte böyle anlaşılmalıdır. Allah tek
Rab’dir, Allah tek İlah’tır, Allah hayata tek karışandır, Allah hayata tek
program yapandır, Allah hakemdir, Allah hakimdir, Allah alîmdir, Allah
istediğini yapandır, Allah yol gösterendir. İşte Allah’ın böylece yetkili
olduğuna inanan ve Onun istediği gibi bir yaşayanlara müslüman, aksini
yapanlara da kâfir denir. Yaşantısını Allah dedi diye ayarlayanlar müslüman,
Allah ayarlar, ama ben de ayarlarım diyenler müşriktir. Ve işte hayata Allah’ın
karışma yetkisini net anlatan bir örnek sunuldu burada. O dedi diye kesilince
yiyoruz, o demedi diye kesilince de yemiyoruz.
Kâfirler işte burada müslümanları
yormaya, bunaltmaya, aldatıp saptırmaya çalışıyorlar. Geliyorlar müslümanlara
diyorlar ki; efendim besmeleyle kendi kestiğiniz, kendi öldürdüğünüz hayvanları
yi-yorsunuz, ama Allah’ın öldürdüklerini yemiyorsunuz. Bu nasıl bir iş? Sizin
öldürdükleriniz yeniyor, ama Allah’ın öldürdükleri yenmiyor? Ha-ni vadesiyle,
kendiliğinden ölen hayvanlar yenmiyor ya. Yâni kendi mantık oyunlarıyla
müslümanları şaşırtmaya çalışıyorlar. Halbuki bizim kestiğimiz de Allah’ın
öldürdüğü, Allah’ın öldürdüğü de Allah’ın öl-dürdüğüdür. Yâni ben, benim
kestiğim Allah’ın öldürdüğünden daha iyi olduğu için onu yiyorum demiyorum.
Böyle bir iddiam yok. Zaten bunu ben belirlemiş değilim ki. Hangi hayvanın,
hangi kesimle kesilmiş bir hayvanın yenileceğini, yenilmeyeceğini Allah
belirliyor. Diyor ki Rabbim; Vadesiyle, kendiliğinden, benim öldürdüklerimi
yemeyin, siz benim dediğim gibi öldürdüklerinizi yiyin. Allah böyle deyince
artık yetki Onun olarak ben, tamam ya Rabbi, can baş üstüne ya Rabbi, çünkü can
da senin, mal da senin. Cana hakim olan
da, mala hükmeden de sensin. Sen nasıl istersen öylece yaparım diyor ve sadece
Onun dediğini dinliyorum. Bu konuda, her konuda sapkınları, sapanları, haddi
aşanları asla dinlemem.
120. “Günahın açığını da
gizlisini de bırakın. Günah kazananlar, kazandıklarına karşılık şüphesiz ceza
görecek-lerdir.”
Bir de günahın açığını da
gizlisini de terk edin diyor Rabbimiz. Evet günahın açığını da gizlisini de
terk etmek zorundayız. Günah mı? Hepsini terk edeceğiz. Günahın her cinsinden
uzak duracağız. Peki günahın açığı ve gizlisinden ne anlayacağız?
Günahın
açığını, yâni açıktan açığa herkesin gözü önünde iş-lenenleri de terk edeceğiz,
gizlide bir tenhada işlenenlerini de terk edeceğiz. Umumî yerlerde
işlenenlerini de, tenhâlarda işlenenleri de terk edeceğiz. Birisi sokakta içer
ötekisi evinde. Bunların her ikisini de terk edeceğiz.
Allah’ın
haram deyip toplumun da haram kabul ettiği, açıkça bilinen günahları terk
ettiğimiz gibi, Allah’ın kitabında haram dediği halde toplumun çoğunun artık
bunu yapmayan kalmadı diyerek ya-sallaştırdıkları ve haram olmaktan
çıkardıklarını da, bilinmeyen gizli günahları da işlemekten uzaklaşacağız.
Veya
meselâ zina haramdır bu bellidir. Ama bir adam düşü-nün ki karısını boşamış.
Karısı kendisine haram olmuş, ama bunu kimse bilmiyor ve o kimse de evliliğine
devam ediyor. İşte böyle kimsenin bilmeyip de bizim bildiğimiz gizli günahları
da işlemekten sakınacağız. Veya adam oturur sofranın başına helalden kazanmış
gibi yer içer, kimse bilmez onun haramdan çalıp çırparak topladığını.
Bir
günaha delâlet eden aynen onu işlemiş gibidir. Adam diyor ki İslâm’a hizmet
temel prensiptir. Binaenaleyh kızlarımızı İslâm’a hizmet için şu şu okullara
göndermeliyiz. Çocuklarımızı devrin bilgilerinden mahrum etmemeliyiz diyerek,
içinde taşıdığı niyeti çaktırmadan, Allah’ın günahlarından birini işlemeye
teşvik ediyor insanları. İşte böyle niyeti gizli günahları işlemekten de
sakınacağız.
Evet
gizli açık tüm günahları terk edeceğiz. Unutmayalım ki mayın tarlasında
geziyormuşçasına günahların üstüne üstüne giderek bir hayat yaşayan kimseler,
işledikleri bu günahların karşılığını mutlaka göreceklerdir. O günahlarının
karşılığıyla mutlaka bir gün karşı karşıya geleceklerdir. Ondan kaçıp
kurtulmaları kesinlikle mümkün olmayacaktır.
Evet böyleleri günahlarının
tümüyle cezalandırılacaklardır. Hani
adam bir suç işler affedilir, ama aynı suçu ikinci defa işleyince evvelki suç
aynen avdet eder ya, işte aynen bunun gibi ceza görecektir böyle davrananlar.
121. “Üzerine Allah'ın adının anılmadığı
kesilmiş hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu
şeytanlar sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar, eğer onlara itaat
ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.”
Allah adına kesilmemiş hayvanları yemeyin. Yâni bu kesim
Allah’tan değil mi? Üzerine Allah adı anılmadı mı? Besmele çekilme-di mi?
Allah’tan dolayı değil mi? Allah’ın gündemde tutulmasının gereği değil mi?
Allah’ın bir olurundan kaynaklanmıyor mu bu kesim, ya da önümüze sunulan bu
yiyecekler? Bunlar asla yenmeyecektir. Çünkü bu fısktır, günahtır, isyandır ve
itaatten çıkıştır. Bunu icra eden fâsık olacaktır, Allah’a itaatten çıkmış
olacaktır.
Kesim işlemi esnasında bile bile
besmele çekip Allah adını anmaya yanaşmayan bir müşrikin kestiği yenmez. Eğer
hayvanı kesen kişi bir müşrikse onun kestiği yenmemelidir. Çünkü bu büyük
günahtır veyahut da dinden çıkıştır.
Ama dünkü dersimizde de
söylediğimiz gibi, bundan sadece kesim esnasında mücerret besmele çekivermeyi anlamayacağız.
Al-lah’ı, Allah’ın hayata etkin ve egemenliğinin gündemi adına kesilenleri
yiyeceğiz. Allah’ın gündemi adına olmayanları yemeyeceğiz.
Bunun biraz daha net anlaşılması
için bir örnek verelim: Meselâ sizin dinsiz, ateist bir komşunuz var. Bir gün
bahçesinde beslediği koyununu kesmeye karar vermiş. Dedi ki size; komşu sana da
ikram etsem. Hayır dediniz, yemem. Bir şartla yerim, ya kelime-i şehadet
söyleyeceksin, ya da hiç olmasa keserken bismillah diyeceksin. Adam geri durdu,
ısrar ettiniz, tekrar ettiniz ve nihayet dayanamayarak iyi hadi öyleyse diyerek
bismillah dedi ve kesti, şimdi bu adam size göre müslüman oldu mu? Kesimi Allah
adına yaptı mı? Kalpten demedi, müslüman oluyorum olarak demedi, sizin için
söyledi, sizin hatırınıza söyledi, size gösteriş için, sizi memnun etmek için
söyledi. Yiyecek misiniz bu eti? Peki ne dersiniz, nice bismillahlardan sonra
açılan kapılarda Allah’ın kesin yasakladığı para kazanma yollarıyla kazanılan
paraların ürünü ikramları kabul edecek misiniz? Bunu yerken düşünmeyecek
misiniz? Evet adam bismillah diyor. Her kapıyı açarken taze bismillah diyor.
Ama dükkanına Allah’ı karıştırmıyorsa, kazanmasına harcamasına peygamberi karıştırmıyorsa,
hayatında Allah gündemde değilse nasıl yiyeceksiniz? Öyleyse hayvanı keserken
besmeleyi çekmeyenin yemeğini yemeyin değil, hayvanı keserken, hayatını
yaşarken Allah adını gündemde tutmuyorsa yemeyin diyor. Allah dedi diye değilse
yemeyin diyor. Allah ben bu model kesime, bu model kazanmaya, bu model
hazırlamaya, bu model ikrama izin veriyorum deme şartıyla yiyeceğiz. Değilse
yenilmeyecektir. Buna göre yiyenler, yedirenler ve yenenler bir kere daha düşünülmelidir.
Fâsık
bulunduğu yerden zarar vermek için ayrılan demektir. Fâsık lügatte itaatten
çıkan demektir. Nitekim bunun için deliğinden çıkan fareye de fuveysıka
denmiştir. Fâsık büyük günahları işleyerek Allah’a itaatten çıkan kişi
demektir. Bakara sûresinin anlattığına göre fısk şu anlamlara gelmektedir:
Allah’la yaptıkları anlaşmayı
bozmak. Allah’la anlaşma metin-
lerini imzaladıktan sonra bozmak, bozmaya çalışmak. Yâni
Allah’la anlaşma yapıyorlar: Ya Rabbi ben senin kulunum, sen benim Rabbimsin,
sadece senin dediğini yapacağım! Senden başkasının dediklerine gitmeyeceğim!
Sen ne istersen tamam! Benim hayatıma sadece sen program çizeceksin! Ben de bu
anlaşmaya sâdık kalacağıma ve karşılığında cennet bulacağıma inanarak söz veriyorum
ya Rabbi! değilse cehennem konusunun farkındayım! diyerek Allah’a söz veriyor
adam, ondan sonra da nakzediyor. Antlaşma konusuna aykırı hareket ediyor. Evet
demek ki fâsıkın birinci sıfatı Allah’la ahdini boz-makmış. Bu ahdi şöyle de
anlamaya çalışmışlar.
2-
Emirlerine itaat, nehiylerinden kaçınmak hususunda Allah-ın kitaplarında
açıkladığı konulara ait ahitlerini bozmak demektir bu. Allah’ın dediklerini
yapmamak, demediklerini, haram kıldıklarını yapmak gibi.
Demek ki
böyle Allah adı anılmadan, besmele çekilmeden ke-sim yapmak ve de o kesimden
yemek fıskmış. Ama dikkat ederseniz âyet-i kerimede herhangi bir kesimden söz
edilmemektedir. Öyleyse bunu sadece kesimle sınırlı düşünmeyeceğiz. Bunu genel
düşünece-ğiz. Yâni Allah adı anılmadan, Allah adına olmadan yapılan tüm hazırlıklar
soframıza yemek diye sunulmuşsa bunları da asla yemeyeceğiz. Meselâ ne gibi?
Meselâ yiyecek ki hazırlanması, oraya getirilmesi, bize ikram edilmesi
konusunda Allah hakim değilse, Allah adına hareket edilmemişse, Allah’tan
dolayı ikram edilmemişse onlar da yenmeyecektir. Düşünün ki önünüze getirilen
yemeğin hazırlayıcısı onları hazırlama adına namazı terk etmişse. Düşünün ki
namaza en-gel kazançların ürünü olan yemeklerse. Namaza, zikre, Kur’an, sünnete
ayrılacak zamanların öldürücüsü olarak yapılan kazançların ürü-nü olan yemekler
de Allah adına olmayan yemekler değil mi?
Evet fıskı
anlattıktan sonra Rabbimiz fıskın kaynağı olan şeytanlara dikkat çekiyor.
İnsanların sapmasında, fıska düşmesinde şeytanların en büyük rol oynadığını
anlatıyor. Tüm günahlar şeytandan-dır. Şu anda yeryüzünde varolan kin, haset ve
düşmanlıklar hep şeytandandır. Allah’ın kullarını zikirden, Rablerinin kitabını
hatırlamak-tan, Kur’an ve sünnetle iştigalden alıkoyan şeytandır. İnsanları namazdan
alıkoyan şeytandır. İnsanların Allah elçilerini Allah ve Rab olarak
düşünmelerine sebep şeytandır. Îsâ’yı Allah makamına koyduran şeytandır. Veya
müşriklere Allah’ın meleklerinin kızlar olduğunu düşündüren ve onları saptıran
yine şeytandır. İnsanların karşısına Al-lah’tan başka secde makamları çıkarıp
onlara secde ettiren yine şeytandır. İnsanların karşısına Allah sisteminden
başka sistemler çıkarıp insanların onlara kul köle olmasını öğütleyen yine
şeytandır.
Unutmayalım
ki bizi Allah’a kulluktan, bizi namazdan alıkoyan her şey şeytandır. Meselâ bir
merkep kaybettin ve onu ararken namazın mı geçti? bilesin ki o merkep senin
için şeytandır. Veya meselâ bir şey ki seni kine, düşmanlığa sevk ediyorsa o
şey senin için şeytandır. Veya bir şey ki senin ilim öğrenmene, Kur’an ve
sünneti tanımana engel oluyorsa, bu senin dükkanın olabilir, malın, mülkün, makamın,
mesleğin, karın, kızın, arkadaşların olabilir bilesin ki bunlar se-nin şeytanındır.
Öyleyse
aman şeytana dikkat edin! Zira unutmayın ki yeryüzünde sizlerin en büyük
düşmanınız odur. Ve o şeytan:
Sizinle mücâdele etsinler diye
kendi dostlarına vahiy ederler. Hem kafalarınızda, kalplerinizde, düşünce ve
imanlarınızda şüphe ve sarsıntılar meydana getirmek, hem de kendi dostları
sizinle mücâde-lelerini sürdürsünler için sürekli vahiyde bulunurlar. Evet
şeytanlar, Allah’ın secde emrine kafa tutanlar, dostlarına, yardımcılarına,
yeryü-zünde kendi misyonlarını üstlenmiş insanlara, iki ayaklı şeytanlara il-hamlarda
bulunup süratlice onlara mesajlar ulaştırırlar. Haber merkezlerine, dostlarına,
kendilerini dinleyenlere haberler gönderirler.
Eviniz
şöyle olsun, ev tefrişleriniz şöyle olsun, perdeleriniz mobilyalarınız şöyle
olsun, kazanmanız harcamanız şöyle olsun, eğitiminiz, hukukunuz şöyle olsun,
oturmalarınız kalkmalarınız şöyle ol-sun, sofranızda şunlar şunlar bulunsun vs vs.
dostlarına uygulasınlar diye sürekli vahiy ulaştırırlar.
Tıpkı
Rabbinin peygamberine, hayatın şöyle şöyle olsun, şunları, şunları yap, ama
şunlar şunlar haramdır diye vahiy gönderdiği gibi, bu Rabler de dostlarına,
kullarına uygulanmak üzere vahiy gönderirler. Cebrâil ve Allah’ın Resulü nasıl
ki Allah’tan gelen vahyi kendi aralarında birbirlerine tekrar ediyorlarsa, bu
vahiy programlarını seyredenler de birbirlerine bu programları anlatıyorlar
bugün. Ve Rasu-lullah’a gelen vahyi sahâbe birbirlerine nasıl aktarıp,
birbirlerini nasıl bilgilendirmeye çalışıyorlarsa bugün bakıyoruz ki bu şeytan
vahiylerini seyredenler de sabahleyin birbirlerine bu programları anlatıp duyuruyorlar.
Seyrettin mi? Bu gece filan filana şöyle yaptı, filan filana şunu dedi diyerek
şeytan vahiy programlarının gündem maddelerini bir-birlerine aktarıyorlar.
Âyetin
nüzûl sebebiyle alâkalı âlimlerimiz bize şunu anlatır: Medineli yahudiler din
konusunda, Allah konusunda ve peygamber bilgisi konusunda kendilerinin akıl
hocası konumunda bulunan yahu-di bilginleri, yahudi Hahamları Mekke’deki
müşriklere vahiy aktarıyorlar, bilgi ulaştırıyorlardı. Diyorlardı ki sorun
bakalım o Müslümanlara. Allah’ın öldürdüğü hayvanı niçin yemiyorlar da kendi
kesip öldürdükleri hayvanları yiyorlar? Olacak şey midir bu? Allah’ın kesip
öldürdüğü yenmiyor, insanların kesip öldürdüğü hayvanlar yeniyor diyerek onlara
akıl vermeye çalışıyorlar, vahiy ulaştırmaya çalışıyorlardı. İşi mantık oyununa
dökmeye çalışıyorlardı.
Ya da başka bir rivâyete göre
İranlı Mecusiler ulaştırıyordu Mekkeli müşriklere bu vahyi. O dönemim şeytanları,
yahudiler, hıris-tiyanlar ve Mecusiler vahy ediyorlardı dostlarına, peygamber
karşı-sında mücâdeleyi sürdürsünler de Müslüman olmasınlar diye. Aman peygamber
karşısında şöyle yapın, böyle davranın diye birlikte kararlar almaya
çalışıyorlar ve birlikte hareket imkânları arıyorlardı dostlarıyla. Birlikte
Müslümanlarla mücâdele ortamı arıyorlardı. Dostlarına Müslümanlarla mücâdele
metotları ulaştırmaya çalışıyorlardı.
Bakıyoruz
bu şeytanlar hiç değişmemiş. Bugün de bu insan ve cin şeytanlarının el ele
vererek şu andaki yeryüzü Müslümanlarıyla mücâdelede birlikte hareket kararları
alıyorlar. Müslümanları terörist ilân ederek birlikte terörle mücâdele
kararları alıyorlar, anlaşmalar imzalıyorlar. Halkı Müslüman olan ülkelerdeki
dostlarına, o Müslümanlarla mücâdeleye devam etsinler diye vahiyler ulaştırarak
akıllar veriyorlar. Aman şu İslâmî gelişmeye dikkat edin! Aman şu hareketi ne
yapıp, yapıp bastırın! Aman şunları, şunları yok edin! Kapatın! Susturun!
diyerek onlara fikir babalığı ve şeytanlık yapmaya çalışıyorlar.
Ey
Müslümanlar! Ey Allah vahyine mahzar olanlar! Eğer sizler size gelmiş
Rabbinizin vahyi dururken bu vahyi bırakır da onlara kulak verir, onların
vahiylerine kulak verir, onların yayınlarını izlemeye devam ederseniz, onlara
itaat etmeye kalkışırsanız şunu kesinlikle unutmayın ki çaresiz siz de onlar
gibi müşrik olmak zorunda kalırsınız, kalacaksınız diyor Rabbimiz. Aynen onlar
gibi inanmaya, aynen onlar gibi düşünmeye ve aynen onlar gibi yaşamaya mecbur
olacaksınız diyor Rabbimiz. Onların tarzı telakkilerini, onların hayat anlayışlarını,
onların haram helâl anlayışlarını kabul ederek aynen onlar gibi şirke düşeceksiniz
diyor Rabbimiz.
Evet ey
Müslümanlar! Çok dikkat etmek zorundayız. Bu şey-tanların vahiylerine kulak
veren Müslümanlar, gece gündüz bu şeytan vahiyleriyle ve yayınlarıyla beslenen
Müslümanlar! Rabbimizin ifadesi gerçekten çok vahimdir. Onlar da aynen onlar
gibi müşrik olmak zorunda kalacaklardır diyor. O zaman Allah için çok ciddi düşünmek
zorundayız. Bu şeytan vahiylerini evlerimize bastırmamalıyız. Çoluk çocuğumuzu
bu şeytan vahiylerinin eline bırakmamalıyız. Bununla beraber Allah vahyine de
çok sıkı tutunmak zorundayız. Tıpkı sihirbazların sihri karşısında vahye
tutunup sihirlere kapılmaktan kurtulup zafere ulaşan Hz. Mûsâ gibi biz de bugün
Kur’an’a çok ciddi sarılmak zorundayız. Eğer bu şeytan yayınlarına karşı
kulaklarımızı çok iyi tıkar, Allah vahyine de çok iyi açarsak kesinlikle
bilelim ki bu şeytanların bize karşı yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. Biz Allah’ın
vahyiyle donanırsak, vahiyle silahlanır ve biz güçlü olursak, güç kaynağıyla
irtibat kurabilirsek tüm dünya şeytanlarının yapabilecekleri bir şey yoktur.
Ama:
122. “ Ölü iken
kalbini diriltip, insanlar arasında yürürken önünü aydınlatacak bir nûr
verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp çıkamayan kimsenin durumu gibi
midir? Kâfirlere de, işledikleri güzel gösterilmiştir. ”
Bir insan düşünün ki ölü. Bir insan düşünün ki ruhen ölü,
bedenen ölü. Bir insan ki ruhtan, Allah’tan, peygamberden, kitaptan, vahiyden
habersiz. Hayatı bilmiyor, mematı bilmiyor. Hayrını bilmiyor, şerrini bilmiyor.
Yaptığı neye yarıyor, yapmadığı neye yarıyor farkında değildir. Allah diyor ki
böyle ölü iken kendisine hidâyet vererek dirilttik. Yâni kâfirken Müslüman
yaptık diyor. Artık dirilmiştir. Tıpkı kupkuru bir toprağın Rahmânın rahmetiyle
dirilip canlandığı gibi. Artık vahyin, hidâyetin dirilttiği bu kişi Allah’ı
tanıyor, kitabı tanıyor, peygamberi tanıyor, kendisini tanıyor, çevresini
tanıyor hayatı tanıyor, ölümü tanıyor, varlık gayesini tanıyor.
Evet biz
onu dirilttik ve bir de ayrıca ona bir nûr verdik. Ona rehberlik edecek,
yaşadığı hayatta onun yolunu aydınlatacak, hayatı boyunca onu yalnız
bırakmayacak bir kitap, bir peygamber verdik. Artık yaşadığı hayatta insanlar
arasında o nûrla, o kitapla, o vahiyle yürüyor ve o nûr onu karanlıklar
arasında bırakmayıp aydınlığa çıkarıyor. Nûr ile bakabiliyor çevresine. Nûr ile
değerlendirebiliyor hadiseleri. Ne yaptığını, ne yapmadığını, yaptığının neye
yaradığını, yapmadığının ne anlama geldiğini bilebiliyor. Lehine ve aleyhine
olanların farkındadır. Çünkü artık nûru vardır onun. Nûr sahibidir. Nûrla bakabilmektedir
artık. Farz edin ki evinizde bir anda elektrikler gitti ve karanlıkta kaldınız.
O anı bir gözünüzün önüne getirin. Sonra bir mum buldunuz ve yaktınız. Bir anda
etrafınız aydınlanıverdi. İşte böyle ölü iken vahiyle dirilttiğimiz, kâfirken
hidâyetle Müslüman yaptığımız bu adam hiç karanlıkta kalan bir adamla bir olur
mu?
Allah
nûruyla aydınlanan, Allah nûruyla gören bir mü’min el-bette karanlıklar içinde
bocalayan bir kâfir gibi olmayacaktır. Allah nûruyla aydınlanan mü’min yemek yerken
hayrını şerrini görebile-cektir. Komşusuna bakınca ona karşı görevleri aklına
gelecektir.
Âyet-i
Kerimede iki insan tipi mukayese ediliyor. Erbab-ı ilim arasında sûrelerin,
âyetlerin faziletleri, nüzûl hikmetleri hususunda bazı çalışmalar olmuştur.
Hattâ bu hususta insanlar bu sûre ile, bu âyetlerle meşgul olsunlar diye o sûre
veya âyetler hususunda hadis uyduranlar bile olmuştur. Bizzat kendileri bunu
itiraf etmişlerdir.
Abdullah
İbni Mesud derki: Kur’an’da hiçbir âyet yok ki onun nerede? Kimler hakkında?
Hangi hadise üzerine indiğini bilmiş ol-mayayım. Ümmetin bahri denilen bu büyük
sahâbe hakkında Allah’ın Resulü dua etmişti de Allah onu dinde fakih yapmıştır.
Aslında
Kur’an’daki âyetlerin tümü herhangi bir hadise üzerine inmemiştir. Ama bir
çoğunun belli bir hadiseyle alâkalı olarak indiğini biliyoruz. Meselâ bir ifk
hadisesi olmuştur. Rasulullah bir ay kadar beklemiş ve o hadiseyle alâkalı
âyetler gelmiştir. Veya Ebu Leheb İslâm’a ve Rasulullah’a taş atmıştır da
akabinde Tebbet sûresi gelmiştir. Veya bir kadın "Ümmü Cemil"
Rasulullah’a gelip şeytanın seni unuttu demiştir de Duhâ sûresi gelmiştir. Veya
Mekke’nin fethine dair bir âyet gelmiştir... Fakat Kur’an’da öyle âyetler
vardır ki hiçbir hadise, hiçbir beklenti olmadan gelmiştir bu âyetler.
Nüzûl
sebeplerini bilmek usul açısından o âyetlerin mânâla- rını anlamakta yardımcı olur. Ama bu
âyet bunun için inmiştir, bu âyet sadece bu olayı aydınlatmak için gelmiştir
dersek o âyeti o döneme, o vakaya hasretmiş ve gömmüş oluruz ki bu İslâm dışı
bir anlayıştır. Zira o âyet o dönemde vuku bulmuş bir hadise üzerine inmiş olsa
da kıyâmete kadar olabilecek benzer tüm olay ve insanları ilgilendirmektedir.
İslâm bu şekilde inanmayı ve düşünmeyi gerektirir.
Meselâ
Cenâb-ı Hak ilk emir olarak Kur’an’da Rasulullah’a oku demiştir. Rasulullah o
gün okumuş ve kıyâmete kadar okunacaktır. Bu okuma emri sadece o dönemle veya
sadece Rasulullah’ın şahsıyla alâkalı bir emir değil, kıyâmete kadar bizimle de
ilgili bir emirdir. Yine Rasulullah’a Müzzemmil sûresinde kıyam emredilmiş, kı-yâmete
kadar bu emir devam edecektir.
Bu âyette
de iki nüzûl hikmeti anlatılır.
1- Birinci
rivâyet Allah’ın Resulü Kâbe’nin avlusunda namaz kılarken Ebu Cehil bir devenin
işkembesini onun omuzları üzerine koyar. Hz. Fatıma Rasulullah’ın omuzlarından
onu kaldırabilmek için uğraşır. Durum Hz. Hamza’ya intikal edince Hz. Hamza,
Ebu Cehili hırpalar ve bu hadise üzerine bu âyetler iner. Yâni bu rivâyete göre
burada anlatılan ölü, Allah’ın Resulüne bu tür bir tavırda bulunan Ebu
Cehildir, Allah’ın kendisini vahiyle dirilttiği de Allah’ın Resulüdür.
2- İkinci
rivâyet ise şöyledir. Ammar ve Ömer’in İslâm’la dirilmesine mukabil Ebu
Cehil’in ölümünü anlatır bu âyet denmiştir. Va-hiyle diyalog kuran birileri
onunla dirilirken, ondan mahrum kalan bi-rilerinin ölülüğü anlatılıyor denmiş.
Kimin
hakkında ve hangi olayla ilgili olursa olsun kıyâmete ka-dar âyet bize hitap
etmektedir ve edecektir.
Ölü iken
kalbini dirilttiğimiz adam, hiç karanlıkta kalan kim-seyle bir olur mu?
dendikten sonra, bu insanın sıfatları sayılıyor ve deniliyor ki; biz ona bir
nûr verdik de o nûrla insanların arasında yü-rüyor. Yâni bir insan düşünün ki
önce ölüdür. Ama bu ölüm canın bedenden ayrılışı şeklinde bir ölüm değildir.
Canları bedenlerindey-ken ölüdür bu kâfirler. Akif bunlar için namaz kıldığı
caminin imâmına şöyle diyordu:
Hoca bunları canlı zannetme
sakın. Bunlar meyyit-i müteharrike lerdir.
Kişi eğer vahiyle, Allah’la, peygamberle
beraber değilse, Kur’-an’dan, peygamberden ve onun ashabından örnek alacak
kadar onlarla yakınlık kurmuş değilse, Rasulullah’ın ve sahâbesinin tatbikatını
bilmiyorsa ölüdür. Kur’an’dan ayrı kalması sebebiyle ölüdür o insan.
Rasulullah’ın hayat veren çağrısına uymamışsa hayattan mahrumdur o insan. Çünkü
Rabbimiz Enfâl sûresinde öyle diyordu:
"Ey
inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman icâbet
edin."
(Enfâl 24)
Âyet-i
kerimeden da anlıyoruz ki Allah ve Resulünün çağırdığı şey hayat veren şeydir
ve ondan mahrum olanlar da ölüdür. Yine biliyoruz ki Kur’an’ın bir adı da
ruhtur ve bu ruhla ilişkisi kesilmiş insan ölüdür. Zaten irtidat eden,
Kur’an’la irtibatını kesen kişi ruh hakkını, hayatiyet hakkını kaybettiği için
İslâm’da ölümü hakketmiş insandır. İşte böyle vahiyle, ruhla tanışamamış bir
ölüyle, vahiyle dirilmiş kimse bir olur mu? diyor Rabbimiz. Nûr sahibi bir Müslüman
ile bu nûrdan mahrum olan kâfir bir olur mu? Eline el feneri verilmiş ve onunla
yürüyen bir adamla, karanlıkta el yordamıyla düşe kalka yürümeye çalışan insan
hiç bir olur mu? Elbette bu ikisi bir olmayacaktır.
Kur’an ve
sünnetle hareket eden, kitap ve sünnet nûruna sahip olan kişi meselâ evine bir
m
Ya da bir
otobüste, trende, başka bir şehirde, çarşıda, pazarda, insanların içinde,
tenhada, evinde, talebelerinin arasında bulunurken o anda Allah’ın kendisinden
neler istediğini, o konumda Ra-sulullah ve ashabının nasıl davrandığını bilen
bir kimseyle bilmeyen bir kimse hiç bir olur mu? Birisi çok rahat bu bildiğini
uygularken, ötekisi ise o konumda şaşırıp kalacaktır. Birisinin önü ve arkası
alabildiğine aydınlık, öbürü ise karanlıklar içindedir.
İşte iki
insan tipi duruyor karşımızda. Birisi nûr sahibi, Kur’an sahibi, diğeri zulmetler
içinde bocalamaktadır. Bu iki insan tipini ha-yatımız boyunca hep karşımızda
canlı tutmak zorundayız. Meselâ birisiyle karşılaştık diyelim. Ne diyeceğiz bu
adama? Yâni değeri ne-dir bu adamın? Ne cins bir adamdır bu? Kaç çocuğu var?
Kaç evi, kaç arabası var? Parası, Markı, Doları var mı? Diploması, doktorası
var mı? Mesleği, makamı, mansıbı var mı? Adamın değerlendirilme-sinde
kesinlikle ölçü bunlar değildir. Peki neymiş o zaman değerlen-dirme ölçüsü?
Ölçü, bu adam nûrdan mı, yoksa zulmetten yana mı? Nûr ashabından mı? Yoksa
zulümat ashabından mı bu adam? Vahyi tanıyan, vahiyle hareket bir mü'min mi?
Yoksa vahiyden habersiz ha-reket etmeye çalışan birisi mi? İşte bir adamın
değerlendirilmesinde ölçü budur. Buna göre Ebu Cehiller, Nemrutlar, Firavunlar,
tüm kâfirler, kitaptan habersiz yaşayanlar ve kıyâmete kadar bunların karakterlerini
taşıyanlar karanlıkta kalmış zulmet ashabındandırlar. Ama vahiyle hareket eden,
nûrla yürüyen, tüm peygamberler ve peygamber yolunun yolcusu olan mü'minler de
nûrla hareket eden aydınlık dünyasının üyeleridir.
Bir Ömer
vardı ölü. Hayatiyeti yok. Zulmette kalmış ve sanki kendi kendisini öldürmüş,
kendi kendisini boğmuş. Allah’ın kendisini yeryüzünde insan diye, halife diye,
ahseni takvim üzere yarattığı insanlık özelliklerinden bir eser bırakmamış
üzerinde. Esfeli safiline sü-rüklemiş kendisini. Ama böyle ölümün şahikasına
doğru giderken Al-lah’ın vahyine gönül vermiş, Allah ve Resulünün kendisini
kendisine hayat vermek üzere çağırdığı hidâyeti kabul etmiş ve diriltmiş. Ölüden
diriyi, diriden de ölüyü çıkaran Rabbimiz onu hidâyetiyle diriltivermiş. Ama
bir de Ebu Cehil veya her devirde bulunan Ebu Cehilleri düşünün ki bunlar zulmetler
içindedirler.
Evet,
buraya kadar söylediklerimizi bir özetleyelim inşallah. Allah’ın ölü iken
diriltip kendisine nur verdiği ve onurla insanlar arasında gezen bir adam ve
zulümat içinde, karanlıklar içinde ve de ondan çıkış imkânını da kaybetmiş bir
adam düşünün. Bu iki insan hiçbir olur mu? Allah’ın kendisine nur verdiği ve o
nurla insanlar arasında gezen bir kişi. Demek ki ölü ve diri mü’min ve kâfir
olarak vasfedi-liyor. Diri mü’min, ölü de kâfirdir. Öyleyse ne dersiniz? Kur’an
ve sünnetle dirilmek, iman ve İslâm’la dirilmek konusunda; hayır ben başka
şeylerle diriyim diyebilenler de çıkacak mı? Desinler, aslında zifiri
karanlıktadırlar onlar ve oradan da çıkma imkânları da yoktur onların. Ama diri
olabilmek, diri kalabilmek için Allah’ın verdiği nur ile, yâni iman ile, Kur’an
ile gezmek, insanlar arasında yürümek, insanlar arasında görünmek,
görüntülenmek, insanlara bunu göstermek, duyurmak, anlatmak gerekmektedir. Yâni
bir insana Allah nur lütfedecek, Kur’an bilgisi, iman ışığı verecek, kitapla
imanla tanışacak, lâkin eğer o kişi bununla insanlar arasında gezip dolaşmaz,
insanlara bunu göstermez, tanıtmaz, öğretmez ve yansıtmazsa, bilelim ki o zaman
kendisine verilen bu nurun faydasını göremeyecektir. Öyleyse haydi Allah’ın
bize verdiği bu nurla insanlara koşalım. Karanlıkta kalmış insanların
dünyalarını aydınlatmak üzere bir tebliğ faaliyetinin içine girelim de bu
nurdan istifade etmiş olanlardan olalım Allah’ın izniyle.
Peki burada
bir soru hatırımıza geliyor. Aydınlıkta yaşamak dururken, Allah’ın âyetleriyle,
Allah’ın vahyiyle dünyasını da âhiretini de aydınlatmak varken, bu imkân herkes
için geçerliyken acaba bu insanlar neden karanlıklar içinde kalmayı tercih
ediyorlar? Neden ha-yatlarını zehir zindan etmeden yana oylarını kullanıyorlar?
İşte böyle.
Çünkü biz kâfirlere amellerini süslü gösterdik. Kâ-firlere, müşriklere amelleri
süslü gösterilmiştir. Daha önceki âyetin tefsirinde bu anlatılmıştı. Şeytan
onlara amellerini süslü göstermektedir. Adamlar hayatlarını güzel görüyorlar,
tüm yaptıklarını iyi görüyorlar. Yollarını yol kabul ediyorlar. Bundan daha
güzel bir hayat olmaz diyorlar. Bizim yolumuzdan, bizim hayatımızdan, bizim yaşantımızdan
daha iyisi olmaz diyorlar. Ve böylece kendilerinden emin olarak Allah’ın
dinini, Allah’ın yolunu kabule yanaşmıyorlar. Pislik içinde yaşıyorlar ama bunu
çok güzel bir hayat zannediyorlar. Oysa Allah beğenmedikten sonra bizim
amellerimizi beğenmemizin ne anlamı olacak da? Allah beğenmedikten sonra bizim
beğenmeye ne hakkımız var?
123. “Bunun gibi, her
kasabanın bir takım ileri gelen-lerini orada hile yapan suçlular kıldık. Oysa
yalnız kendilerine hile yaparlar da farkına varmazlar.”
İşte böylece biz her bir karye, her bir kasaba, her bir şehir, her bir kent için o şehrin mücrimlerini
yarattık. Her bir şehre müc-rimlerin büyüklerini egemen kıldık. Her memleketin
ekabirlerini müc-rimlerden kıldık. Her bir beldenin ileri gelenlerini
zulmedenler kıldık. Orada hile yapıp, dümenlerle kirli işler çevirsinler diye.
Her bir bel-dede kendilerinde renk gören, kendilerini bir şey zanneden, ben de,
biz de biliriz! Biz de yaparız! Bizim de fikrimiz var! Bizim de ege-menliğimiz
var! Egemenlik bizdedir! Hâkimiyet bizdedir! Biz istedi-ğimizi yaparız! diyen
azgınlar kılarız. Orada tuzak kursunlar diye, orada insanlara zulmetsinler
diye, zarar versinler diye, onları taciz etsinler diye müsaade ettik onlara
diyor Rabbimiz.
Onlar orada
düzen kurarlar, plan proje yaparlar. Ancak onlar farkına varmadıkları halde
kendilerine tuzak kurarlar. Kuyu kazarlar, kendilerine kazarlar. Sanki Allah bu
tür insanlara diyor ki; haydi buyurun, istediğiniz plan ve projeyi yapın, nasıl
isterseniz öylece yapın, size imkân ve fırsat veriyorum diyor. Ama onlar bu
yapıp ettikleriyle ancak kendilerine ederler, kendi aleyhlerine hareket
ederler. Peygambere, müslümanlara ve İslâm’a hiçbir şey yapamazlar. Peki acaba
Kur’an’la beraber olan insanlar düşünüyor mu? Söyleyin, sizin bu Kur’an’la
beraberliğiniz, Allah’la beraberliğiniz konusunda acaba bu insanlar etkili
olmuşlar mı? Yâni acaba bu adamlar böyle plan program yaptılar da onun için mi
müslümanlar Allah ve peygamberden uzaklaştılar? Kimileri hep böyle yorumlayarak
ucuzculuğa gitseler de ben öyle olduğunu zannetmiyorum. Zaten eğer ben
müslümanım di-yenler zaten Müslümanlığın temel kitabı olan Kur’an’la
beraberliklerini bırakmışlarsa bu, benim anladığım şeytan ve dostlarının plan
ve projelerinden kaynaklanmıyor. Çünkü işte Rabbimiz öyle diyor; onlar ancak
kendi kendilerine plan ve projeler kurabilirler, ancak kendi ken-dilerini
batırırlar, ancak kendi kendilerini saptırırlar, ama Kur’an’la beraber olanlara
karşı yapabilecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Allah’ın kitabıyla birlikte olmak
isteyenlere ne şeytanlar, ne azgınlar, ne büyükler, ne küçükler bir zarar
veremeyecektir.
Garip değil
mi? Bugün tüm köylerde, tüm kasabalarda, tüm şehirlerde, tüm yerleşim birimlerinde
bu tür mücrimleri görürsünüz. Demek ki bunları egemen konuma getiren, onlara bu
imkânı veren de yine Allah’tır. Onların suçluluklarını, onların tüm zulüm ve
yolsuzluk-larını onaylayan da Allah’tır. Allah bunlara dokunmuyor ki böylece bu
mücrimler diğer insanlar için bir imtihan konusu, bir denenme vesilesi
olsunlar. Böylece anlıyoruz ki hem bu mücrimler, hem de onların zulümlerine
maruz kalan diğer insanlar imtihan edilmektedirler.
Ama âyetin
ifadesiyle söyleyelim: Hem bu Allah’ın kendilerine imkân verip güçlü konuma
getirdiği mücrimler, hem de onların zulümlerini sineye çekmiş, onların zulümlerini
bertaraf etmeyi hatırlarından bile geçiremeyecek kadar onlara boyun bükmüş
zavallı insanlar, her iki taraf da kendi kuyularını kazıyorlar. Her iki taraf
da kendilerine tuzak hazırlıyorlar. Her iki taraf da kendilerine yazık
ediyorlar. Her iki taraf da kendilerine zarar veriyorlar, zulmediyorlar. Her
iki taraf da sonunda kendilerine ediyorlar ama bunu bilmiyorlar. Zulmeden zâlimler
de zâlimlerin zulümlerine boyun büküp bunu sineye çeken mazlumlar da kendi kendilerine
zulmediyorlar. Ama şuurları da olmadığı için bunu anlayamıyorlar diyor
Rabbimiz.
Öyle değil
mi? Bir memleket insanı Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın elçisinden ve
Allah’ın kendileri için gönderdiği hayat programından uzaklaşarak zâlim durumuna
gelirlerse elbette Cenâb-ı Hak zulme hak kazanan bu insanlar için bu zâlimleri
görevlendirir. Düşününki filan adam Konya’da insanlara zulmediyor, insanların
haklarını gasp ediyor, nefes aldırmıyor, yoldan geçirtmiyor. Peki nedenmiş bu?
Neden var o adamlar? Neden zulmedebiliyor bu adamlar bu insanlara? Zira bu
insanlar onları büyük görüyorlar da ondan. Onları takmayıverseler, onları
saymayıverseler, onların üzerlerinde en küçük bir tasallutları olmayacak. Ama
berikiler onları adam yerine koydukları için, hattâ adam yerine koymaktan da
öte onları yasa koyucu tanrılar bilip, Allah’ı ikinci plana attıkları için
Allah da onları bunlara musallat etmektedir. Hani Rasulullah’a ait olduğunu
söyledikleri bir hadis vardı.
Zâlim Allah’ın kılıcıdır, Allah
onun vasıtasıyla kullarından intikam alır. Ama sonunda iş kılıcın, yâni zâlimin
kendisine gelir ve bizzat Allah da ondan intikam alır.
Bilhassa şirk sistemlerinde, şirk
ülkelerinde Allah’ın hakimi-yetini reddedip, Allah’ın kanunlarını reddedip Allah’tan
başkalarının kanunlarını yasallaştıran ve bu tanrılara kulluk etmeye çalışan
tüm demokratik ülkelerde, onların büyüklerini mücrimlerden kılıyor Rab-bimiz.
Allah’ı hayatlarından kovmaya çalışan bu ülke insanlarının ba-şına bu tür zâlimleri
musallat ediyor. Şirk toplumlarının vazgeçilmez özelliğidir bu. Allah’ın hakim
olmadığı devletlerin en üst kademele-rinde bu tür mücrimler vardır. Hep zâlim insanlardır
onların reisleri. Çalan, çırpan, soyan, sömüren, zulmeden insan tipleridir
onların tepelerindekiler. Ama hem bu adamlar, hem de bu tür insanlara egemenlik
hakkı tanıyarak onları tanrılaştıranlar -zavallı insanlar- kendi kendilerine
tuzak kurmaktadırlar. İşte zâlim bir Âd kavmi, işte zâlim bir Semûd, işte
Eyke’liler, işte bir Nuh kavmi. Ve bu zâlimlerin karşılarında hep ezilen bir Müslümanlar
topluluğu. Sonunda bakın görün ki bu zâlimlerin hepsi kahrolup gitmişler ve
geride bir avuç Müslüman ve peygamberler kalmışlardır.
Bakın bu
mücrimler ve de bu mücrimlerin gönüllü kulları ne derlermiş:
124. “Onlara bir âyet geldiği zaman, “Allah'ın peygamberlerine
verilen bize de verilmedikçe inanmayız” derler. Allah, peygamberliğini vereceği
kimseyi daha iyi bilir. Suç işleyenlere Allah katından bir aşağılık ve
hilelerinden ötürü de şiddetli bir azap erişecektir”
Kendilerine bir âyet geldiği zaman, kendilerine âyetler
geldiği zaman, Allah’ın elçileri kendilerine Allah’ın âyetlerini getirip
duyur-dukları zaman derler ki bu adâletsizliktir! Olmaz böyle şey! Allah pey-gambere
ne göndermişse bize de aynısını göndermek zorundadır! Peygamberlerine
gönderdiklerinden bize de göndermedikçe biz kesinlikle ona inanmayacağız!
Peygambere ne gönderdiyse? Vahiy mi geliyordu onlara? Bize de gelmedikçe, melek
mi iniyordu onlara? Bi-ze de indirilmedikçe, Allah’la mı konuşuyorlardı o
peygamberler? Biz de onunla konuşmadıkça, kitap mı okuyorlardı onlar? Biz de aynısını
okumadıkça kesinlikle biz ona inanmayacağız. Yâni hakka inanmama konusunda
kendilerine bir haklılık payesi çıkarmak istemektedirler. Madem ki Allah’ın elçilerine
gelenler bize gelmedi, mademki Allah elçilerini bizden ayırmıştır, o halde
varsın o elçiler ona inansın biz de ona iman etmemekte haklıyız demeye
çalışıyorlardı. Allah’a, Allah’ın elçilerine, Allah’ın kitaplarına
inanmayışlarına kılıf bulmaya çalışıyorlar hainler. Güya böylece kendilerini
sorumluluktan kurtarmaya çalışıyorlar. Eh ne yapalım? Allah’ın elçilerine
gelenler bize de gelseydi biz de inanırdık diyorlar.
Halbuki ne
fark edecek de? Ha kendilerine gelmiş vahiy, ha da kendi içlerinden birisine
gelmiş, ne fark eder? Bu neyi değiştirecek de? Zaten gerçek mânâda vahyi bilselerdi
bunu asla diyemezlerdi. Değil mi ki o mesaj peygamberler tarafından kendilerine
ulaştırılmıştır. Allahu Teâlâ yeryüzünde herkesi peygamber seçecek ve herkese
ayrı ayrı vahiy gönderecek değildi ya. İnsanlardan birisini bu konuda odak
nokta seçip onların tamamının hayatına karışmak üzere vahyini ulaştırmıştır.
Bunu tarih
boyunca hep istediler Allah elçilerinden. Her dönem toplumu peygamberlerinden
istediler bunu. Ama bakıyoruz günümüz insanları bunu istemekle beraber farklı
şeyler de istiyorlar. Eh o bir peygamberdi ve elbette öyle yapmak zorundaydı,
biz peygamber miyiz ki bunları, bunları yapalım? diyorlar. Biz peygamber miyiz
ki ümmet kayıralım? Biz peygamber miyiz ki namaz kılalım? Biz peygamber miyiz
ki bu şekilde giyinelim? Biz peygamber miyiz ki sürekli kitapla beraber olalım?
Efendim elbette o peygamberdi. Elbette onlar sahâbeydi. Biz sahâbe miyiz ki
onlar gibi olalım? Efendim elbette o
İmâm Ebu Hanife idi. Elbette o İmam Şafii’ydi. Biz nasıl onlar gibi olabiliriz?
Onlar Osmanlıydı, onlar Selçukluydu. Veya işte efendim biz hafız değiliz ki,
biz İmam Hatip mezunu, biz İlâhiyat mezunu değiliz ki, biz din dersi öğretmeni
değiliz ki vs. vs.
Evet
diyorlar ki onlar peygamberdi biz peygamber değiliz. Peygamberlik bekliyorlar
beyefendiler. Kendilerinin de peygamber ol-malarını, kendilerine de vahiy gönderilmesini
bekliyorlar. Öyle olursa biz de inanacağız diyorlar. Ama kesinlikle dertleri
iman değil bu itiraz-da bulunanların. Dertleri kendilerini iman sorumluluğundan
kurtarabilmek için mugalata yapıyorlar alçaklar.
Bunu diyen
insanlara şunu sormak lâzım: Peki acaba Allah’ın kendilerini elçi seçip vahiy
gönderdiği peygamberler kendilerine gelen bu vahiyler konusunda sizden farklı
mıdırlar? Bu peygamberlerin sizden farklı bir yönleri var mı bu konuda? Acaba
bu peygamberler ken-dilerine âyet gelmiş diye, kendilerine vahiy gelmiş diye
torpilli olarak bu âyetleri yaşamadan, bu vahye teslim olmadan sorgusuz sualsiz
direk cennete mi gidecekler? Siz peygambersiniz, siz bunlardan sorumlu
değilsiniz, siz direk cennete gideceksiniz diye bu peygamber-lerin getirdiği
âyetlerin içinde bir tek âyet gördünüz mü? Hayır. Onlar da tıpkı sizler gibi kendilerine
gelen bu âyetlerin ortaya koyduğu kulluğu icra etmekle mükellef değiller mi?
Yâni sizler tarih boyunca Allah’ın göndermiş olduğu bu peygamberlerden hiç
birisinin diğer insanlardan farklı bir hayat yaşadığını gördünüz mü? Bu
insanların sorumlu olduğu kulluğu terk eden bir tek peygamber gösterebilir misiniz?
Bu peygamberler kendileri elçi seçilmişler, kendilerine vahiy gelmiş diye
kulluk yapmadan direk cennete gidecekler de öteki insanlar cennete
gitmeyecekler mi? Bunu mu demek istiyorsunuz? Ne demek istiyor-sunuz siz?
Halbuki
iman konusunda, kulluk konusunda, cennet ve ce-hennem konusunda peygamberlerin
diğer mü’minlerden hiçbir fark-ları yoktur. Yâni Allah bizi de elçi seçseydi,
bize de vahiy gönder-seydi o zaman biz de inanırdık demeye çalışıyorsunuz.
Halbuki siz de biliyor ve kabul ediyorsunuz ki Allah’ın peygamberleri
hepimizden çok Allah’a kulluk yaptılar, Allah’a, Allah’ın arzularına, Allah’ın
yasalarına ters düşme konusunda hepimizden daha çok Allah’tan korktular. Yeryüzünde
en tavizsiz, en halis, en ciddi bir hayatı ve kulluğu ilk önce onlar ortaya
koydular. En güzel biçimde yeryüzünde kulluk örneğini onlar sergileyip bize
gösterdiler. Tüm toplumları, tüm çevreleri getirdikleri vahiyden vazgeçseler
bile, yan çizseler bile onlar yeryüzünde asla Rablerine kulluktan ve Rablerinin
emirlerini yerine getirmekten vazgeçmediler. Toplumlarının yalanlamalarına,
çevrelerinin alaylarına, akrabalarının dışlamalarına kahramanca göğüs gerdiler.
Söyleyin bakalım şimdi, peygamberlik bekleyen sizler bunların milyonda birine
katlanabilecek misiniz? Böyle bir kulluk yapmaya hazır mısınız?
Onlar böyle
yaşadılar. Eğer bizler de onların sarıldıkları kitaba, onların uyguladıkları
mesaja, onların gerçekleştirdikleri kulluğa yönelir ve tıpkı onlar gibi
Rabbimizin istediği bir hayatı yaşamaya çalışırsak kesinlikle bilelim ki biz de
onların ulaştıkları makamlara ulaşacak, onların gittikleri cennetlere gideceğiz
demektir. Ve hiç birimizin niye onlara vahiy geliyor da bize gelmiyor diye
kendimizi sorumluluktan kurtarmaya hakkımız da yoktur.
Rabbimiz bu
risâletini, peygamberliğini kime vereceğini, bu nîmetini kime lütfedeceğini en
iyi bilendir. Hangi peygambere ne tür âyetler göndereceğini de elbette en iyi
bilendir. Hiç kimsenin ne bu konuda, ne de diğer konularda Allah’a akıl
vermeye, Ona yol göstermeye hakkı da, yetkisi de yoktur.
Şunu da
unutmayalım ki bu şekilde Allah’a kafa tutan, Allah elçilerine karşı gelen,
Allah’ın takdirini ve yasalarını beğenmeyen kimselere bu hilelerinden ve kirli
işlerinden dolayı, bu küstahça karıştırdıkları haltlarından dolayı, bu
dalaverelerle insanları Allah yolundan uzaklaştırdıkları ve saptırdıklarından
dolayı alçaklık gelecektir. Bunlar yeryüzünde alçaklığın mahkumu olacaklar.
Allah gururlarını kıracak ve alçaldıkça alçalacaklar alçaklar. Ama tabi bütün
bunlar kendi yapıp ettiklerinden kaynaklanıyor.
Terbiyesiz
herifler, peygambere gelen bize de gelmeli diyor-lar. Ya da bizim istediğimiz
cinsten âyetler gelmeli diyorlar. Daha önceki peygamberlere gönderilen özel mûcizeler
gelmeli. Musa aley-hisselâmın elindeki taştan su çıkaran, isteyince yılan olan,
vurunca denizi yaran Âsâ, Sâlih aleyhisselâmın devesi bize de gelmedikçe
di-yorlar. Bir de tamam inanalım, ama o peygambere verilenler bize de verilsin.
Yâni bu mesaj bizim de olsun, Allah neden bir tek ona gönderiyor? Bize de bir
peygamberlik versin, bize de kitap versin diyor-lar. Peygamber olma sevdasına
kapılıyor hainler. İnsanların bu mantıkla imandan yüz çevirdiklerini Rabbimiz
bize Müddessir sûresinde de anlatıyordu.
“Hayır; her
biri önüne açılıvermiş sahifeler verilmesini isterler.”
(Müddessir 52)
İsterler ki
her birerine verilmiş özel kitapları olsun. Yâni herkes peygamber olsun. Hayır
hayır bunların derdi her birerinin önüne açılmış sahifeleri, kitapları olsun
isterler. Hepsinin kendilerine mahsus kitapları olsun isterler. Yâni bunlar
hepsi peygamber olsun isterler. Hepsine ayrı ayrı birer kitap verilsin,
hepsinin kendilerine mahsus kitapları olsun isterler. Hepsi kendilerinin özel
kitapları olsun ve hepsi de kendi kitaplarına bakarak Allah’ın istediği budur!
Allah’ın muradı budur! Benim kitapta böyle deniyor! Ben bunu kitabımdan böyle
anladım! demek isterler. Dolayısıyla benim anlayışım doğrudur! Benim düşüncem,
benim metodum, benim dinim, benim yaşadığım hayat doğrudur! Kesin doğrudur!
diyecekler, hiç kimseye bağımlı olmayacaklar. Peygamber bu âyeti nasıl anlamış,
sahabe nasıl anlamış bu hiç önemli değil, önemli olan kendi kitaplarından kendi
anladıkları olsun isterler. Yâni Allah’ın istediklerini kendi istedikleri gibi
yorumlayacaklar ve keyiflerine göre bir din yaşayacaklar.
Galiba
Peygamberi ve onun sünnetini diskalifiye etmeye çalışanların çabası da bu gibi
görünüyor değil mi? Yâni Kur’an’ı peygam-berin kitabı, peygambere gelen kitap,
peygamberin anlayıp yaşadığı, peygamberin anlayıp uyguladığı, örneklediği bir
kitap olmaktan çıkarıp kendilerince anlamak istiyorlar. Çünkü Kur’an’ı
peygamberin kitabı, peygamberin anlayıp yorumladığı kitap olarak kabul edip peygam-bere
bağımlı anlamaya çalıştıkları zaman düşüncelerine,
anlayışlarına peygamberî bir sınır gelecektir. Kitabı peygamberin anladığı gibi
anlamak, peygamberin uyguladığı gibi pratikte uygulamak zorunda kalacaklar. O
zaman hayatlarına yasaklar gelecek, onun anlayışının dışına çıkamayacaklar ve
daha bir Müslümanca yaşamak zorunda kalacaklar. Ama peygamberi ve peygamberin
sünnetini, peygamberin anlayışını, peygamberin uygulamalarını diskalifiye
ederek Kur’an’ı peygambere bağımlı olmadan anlamaya çalıştılar mı, kendi
istedikleri gibi âyetleri yorumlama imkânları olacak, kendi arzularına göre onu
yorumlama imkânı bulmuş olacaklar. İşte peygamberi ve onun sünnetini silmek
isteyenlerin tek derdi budur. İstiyorlar ki ben benim kitabımdan bunu anladım.
Benim kitapta bunlar var. Ben böyle anladım, beni başkası bağlamaz diyecekler
ve keyiflerine uygun bir hayat yaşama imkânı bulabilecekler.
Ama sûrede bu âyetin hemen
arkasından deniyor ki, hayır hayır, öyle değil:
“Hayır;
daha doğrusu âhiretten korkmazlar.”
(Müddessir
53)
Hayır
hayır! Onların yarın endişeleri yok. Hesap kitap dertleri yok onların. Âhiret
endişeleri yok onların da ondan. Peygamberi kenara aldılar mı artık Kur’an’ı,
dini istedikleri gibi yorumlayacaklar, istedikleri gibi bir hayat yaşayacaklar.
Kendileri dine değil, dini kendilerine uyduracaklar, dertleri budur adamların.
Ama âhirette soracağız onlara bunun hesabını diyor Rabbimiz. Allah’ın şöyle bir
yasasını ar-tık öğrenme zamanı gelmiştir:
125. “Allah kimi doğru
yola koymak isterse onun kalbini İslâmîyet'e açar, kimi de saptırmak isterse,
göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece,
inanmayanları küfür bataklığında bırakır.”
Rabbimiz En’âm sûresinin bu bölümünde kendi yardımının,
kendi hidâyetinin ve yol göstermesinin bizim irademize bağlı olduğu-nu anlatır.
Allah kimi
hidâyet etmek isterse, kim hür iradesiyle hidâyeti talep eder de Allah da onu
hidâyette devamlı kılmak isterse onun göğsünü, onun kalbini İslâm’a genişletir.
Onun sadrını İslâm’a açıverir. Dikkat ederseniz bu âyet-i kerimesinde Rabbimiz
hidâyet ve dalâletin kanununu, iman ve küfrün yasasını anlatır. Elbette ki bunun
ikisi de Allah’a aittir. Hidâyet de, dalâlet de, iman da, küfür de Rabbimize
aittir. Peki o zaman burada hatırımıza bir soru geliyor. Madem ki hidâyet de,
dalâlet de Allah’a aittir, o halde biz niye hep hidâyet isti-yoruz Allah’tan?
Çünkü kimin hidâyette, kimin de dalâlette kalıcı olduğu belli olmadığı için biz
sürekli Rabbimizden bunu istemek zorundayız. Yâni bugün hidâyette olsak bile,
yarın bu durumu koruyup ko-ruyamayacağımız belli olmadığı için sürekli
istiyoruz bunu Allah’tan.
Rabbimiz
bizi yaratmış, bizim karşımıza iki yol çıkarmış. Birisi küfür yolu, ötekisi de
iman yolu. Birisi hidâyet, ötekisi de dalâlet. İnsanların önünde bu yolların
ikisi de açıktır. İradelerinde serbest bırakılan tüm insanlar iman ya da küfür,
hak ya da bâtıl, hidâyet ya da dalâlet bu ikisinden birini seçebilme
özelliğinde yaratılmışlardır. İnsanı ahsen-i takvim üzere yaratan Rabbimiz bu
insana aynı zamanda bu ahseni takvim üzere kalmasının devamlı olmadığını,
esfel-i safiline de yuvarlanabileceğini vurgular kitabında. Bu durum kişinin
kendi hür iradesine bırakılmıştır. Ama şurasını da asla unutmamalıyız ki insana
verilen bu irade de onun tekvini iradesinin bir tecellisidir.
Tabi burada
kulun hür iradesiyle tercihinin bu işte etkili olduğunu net anlatan âyetler var
kitabımızda. Onlardan birisi Zümer sûresindedir:
“Allah kimin kalbini İslâm'a açmışsa, o, Rabbi
katından bir nûr üzere olmaz mı? Kalpleri Allah'ı anmak hususunda katılaşmış
olanlara yazıklar olsun; işte bunlar apaçık sapıklıktadırlar.”
(Zümer
22)
Rabbimiz burada iki insan tipini
ortaya koyarak karşılaştırma yapıyor. Allah o kişinin sadrını, kalbini İslâm’a
açtırmış ve de bu insan Rabbinden bir
nûr üzeredir. Aklı, kalbi, duyuları İslâm’la dolmuştur. İçi, dışı nûrla,
aydınlıkla dolmuş ve Rabbinin istediği bir düşünceye, bir imana, bir hayata
kavuşmuştur. Evet böyle bir insan tipi var karşımızda. Allah’a yönelmiş,
Allah’ın diniyle hoşnut olmuş, Allah’ın dininden razı olmuş. Gönlünde büyük bir
ferahlık, büyük bir zevk var. Sadrı İslâm’a açılmış, eline de nûr olan bir
kitap almış, nûr olan kitaba kanaat getirmiş, kitaba iman etmiş, kalbi onu
benimsemiş, bu nûrla duyuyor, bu nûrla düşünüyor, bu nûrla yürüyor, bu nûrla
hareket ediyor.
Bir ikinci
insan tipi daha ortaya koyuyor Rabbimiz. Bu insan da kalbi katılaşmış, İslâm’ı
görmek, tanımak istememiş. Allah’ın âyetlerine gözlerini, kulaklarını, kalbini
kapamış, zikri duymak istememiş, kalbi Allah’ın âyetlerine karşı kasıldıkça
kasılmış. Yâni aslında bu adamların kalpleri Allah’ın şu metluv âyetlerini
duydukça, Allah’ın meşhûd âyetlerini gördükçe değişmek istiyor, ama adamlar
kalplerini kasıyorlar, kalplerini katılaştırıyorlar, değişmesine, tavır
almasına im-kân vermiyorlar. Yâni her insanın içinde, kalbinde Allah’a yekîn
bir bilgi vardır. Ama bu insanlar kendilerinde var olan Allah kendilerine hatırlatıldığı
zaman ister istemez kalpleri bundan etkilenip tavır alıyor. İşte Allah’ın
âyetlerinin kalplerinde meydana getirdiği tesiri yok etmek için kasılıp geri
çekiyorlar, kasıyorlar. Gerçekten bir şeyler anladıkları halde karşı çıkanlara
yazıklar olsun. Kalplerindeki bu kasılmayı aslında dışarıdan da, gözlerinden
de, burun kıvırmalarından da anlamak, gözlemlemek mümkündür.
Demek ki
insanın kendi iradesi sonucu göksün İslâm’a açılması hidâyet, daralması,
kapanması, sıkışması da dalâletle birlik ifa-de ediliyor. Ve yine bir insanın
göksünün İslâm’a açılması, o insanın; bana hidâyet ve ya Rabbi diye Allah’a
gitmesine, müracaat etmesine bağlıdır. Bütün Kur’an sanki bunu bize ısrarla
anlatır. Çünkü âdil bir Allah’a iman ediyoruz.
Öyleyse işi
fazla karıştırmadan söyleyeyim Cenâb-ı Hak kimin hidâyetini dilerse, yâni kim
kendisi hakkında kendi hür iradesiyle hidâyeti diler, hidâyeti tercih eder de
Allah da onun hakkında onu ya-ratmayı murat buyurursa, işte onun sadrını
İslâm’a açar. Öyleyse unutmayalım ki insan önce kendisi dileyecek bunu Allah da
yara-tacak. Yâni meselâ ben kendi hakkımda hür irademle dalâleti dileye-ceğim,
küfrü tercih edeceğim Allah da bunun tamamen aksine benim hakkımda hidâyet
dileyip benim için hidâyet yaratacak, olmaz böyle şey. Veya ben kendi hakkımda
hidâyet dileyeceğim, onu isteyeceğim Allah da benim bu isteğimin zıddına benim
için dalâlet yaratacak olmaz bu. Evet Allah bizim için hidâyetten yanadır,
Allah bizim için hidâyetten razıdır, dalâletten asla razı değildir, ama dünyada
imtihan yasası gereği biz ne istersek onu yaratıyor Rabbimiz.
Eğer bizi
bizden çok seven, bizi bizden çok düşünen ve bize bizden daha çok merhamet eden
olmasaydı Rabbimiz Ona isyan içinde olan biz kullarına tekrar be tekrar affedip
peygamberler gön-dermezdi. Bundan anlıyoruz ki Rabbimiz bizim hidâyetimizi, hidâyette
kalmamızı dilemektedir. Allah imandan razıdır hidâyetten razıdır, küfürden ve
dalâletten asla razı değildir, ama yine de kulları isteyince bunların her ikisini
de yaratan Odur. Yâni Rabbimiz hidâyet isteyenlere hidâyet lütfeder de, hidâyet
lütfetmek istediklerinin kalbine İslâm’a bir inşirah verir. Bunun peygamber
planında düşünülmesi İnşirâh sûresinin anlaşılmasına bağlıdır:
“Ey
Muhammed! Senin gönlünü açmadık mı? Belini büken yükünü üzerinden almadık mı?
Resûlullah
efendimize bir lütuftan söz ediyor bu sûre. Senin göksüne bir inşirah, bir
ferahlık, bir açıklık vermedik mi? Senin kemiklerini kıracak bir yükün vardı da
onu sırtından alıp indirmedik mi? Seni gündemde tutma gereğini ortaya koymadık
mı diye devam eder sûre. İşte Resûlullah efendimiz görevinin başında böyle bir
nimete nail oldu. Musa aleyhisselâm da Medyen’den dönerken Tur’un eteklerinde
giderken gördüğü bir ateşe yöneldi, ama Allah orada ona vahyini gönderme ortamı
hazırlamıştı. Hidâyet etme imkânı hazırlamıştı. Orada Rabbiyle konuşurken dedi
ki Musa aleyhisselâm; ya Rabbi benim göksüme genişlik ver ve işimde de kolaylık
lütfediver. Sanki isteyen kullarına diyor ki Rabbimiz; kulum, sen istedin, al
öyleyse buyur deyiveriyor. Artık senin kalbin, kafan, benliğin, aklın, her şeyin
İslâm’a açılacak, İslâm’la iç içe olabilirsin, İslâm’ı içine sindirebilirsin,
al istediğin diyor.
Evet
dileyen insanın bizzat kendisidir, yaratan da Allah’tır. Önce Allah mı diliyor?
Yoksa kul mu diliyor? Bunun münakaşasına gerek duymadan diyelim ki sanki Allah
şartları hazırlıyor ve onu da biz seçiyoruz demek her halde en güzeli
olacaktır. Yâni ben müslüman olmak istiyorum demek, Allah’a müracaat etmek
demektir. Ben müs-lüman oldum demek, ben işte o hanedeyim, beni de say ya Rabbi
de-mektir. Ama tabi iş ondan sonra başlar. Eğer ciddiyse bunu söyleyen kişi,
Allah da onun ciddiyetini görüp kabul edeceği sınıftan kabul etmişse, o zaman
göğüs açılır ve İslâm yerleşir oraya. Tabi şartları hazırlayanın yine Allah olduğunu
unutmamamız gerekiyor.
Meselâ
birini on gün aç bırakıyorsunuz, sonra yemeklerin en güzellerinden
çeşitlerinden, lezzetlerinden bahsediyorsunuz onun ya-nında, adamın iştahını
kabartıyorsunuz, sonra da adamın önüne çok güzel bir sofra koyuyorsunuz, sonra
da adam talep ediyor bu yemeği. İşte benim anladığım bu hidâyet meselesi de
aynen bunun gibidir. Cenâb-ı Hak insanı hidâyete muhtaç yaratıyor, hidâyete
meyilli yaratıyor, sonra da bu insanın karşısına hidâyeti çıkarıyor ve insan da
talep ediyor, istiyor onu. Zira Cenâb-ı Hak herkes için istiyor bunu. Ama
bazıları istemez. Bazıları hidâyetten yana kullanmaz oyunu. İşte Allah hidâyeti
sadece bu istemeyenler için dilemez.
Onu isteyip
talep edenler için diyor ki bakın Rabbimiz: Biz onun göğsünü İslâm’a, hidâyete
açarız. Biz iyi bir Müslüman olmak isteyelim, biz hidâyette olmak ve hidâyette
kalmak isteyelim Allah bi-zim için onu yaratacak, bizim göğsümüzü istediğimiz
şeye açacaktır.
Sahâbe
sorar Allah’ın Resulüne: Ey Allah’ın Resulü acaba göğsün İslâm’a açılmasının
mânâsı ne demektir? Hoş doktorlar da açarlar insanların kalplerini. Ne adına
açarlar onlar? Elbette tedavi adına açarlar. Tedavi adına, ameliyat adına,
incelemek adına, ya da çevredeki talebelerine göstermek adına açarlar onlar.
Sahâbenin bu sorusu karşısında Allah’ın Resulü buyurur ki Allah’ın bir nûrudur
ki Allah onu oraya koyar. Allah onu oraya koyduktan sonra, kul onunla inşirah
bulur. Sahâbe tekrar sorar: Peki bunun işareti nedir ey Allah’ın Resulü? Yâni
bizim kalbimizin Rabbimiz tarafından İslâm’a açıldığını, oraya Rabbimiz
tarafından bir nûr konulduğunu nereden anlayacağız? Allah’ın Resulü buyurur ki:
Bunun alâmeti odur ki kişi İslâm’a yönelir, imana yönelir, Kur’an’a yönelir,
sünnete yönelir, cennete ve itaate yönelir, ölüme hazırlığa yönelir.
Evet demek
ki kim kendisi için hidâyeti diler, hidâyeti tercih ederse Allah onun önüne
öyle bir ufuk açar ki, o kadar rahat bir gönül huzuruna kavuşur ki, İslâm’ı çok
rahat yaşar. Allah’a çok rahat kulluk yapar. Allah’ın emir ve yasaklarının
tümünden razı olur. Emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmak onun
için çok kolay hale gelir.
Peki şimdi
düşünün, düşünelim. Ne diyorsunuz? Rabbimizin size sunduğu En’âm, A’râf, İsrâ,
Kehf, Enbiyâ gibi sûreleriyle, bu âyetleriyle veyâ Buhâri, Müslim, Tirmizi gibi
kitaplarla sunulan pey-gamber hadisleriyle sizin göğsünüz sıkışıyor, daralıyor,
zorlanıyor musunuz, yoksa her bir mesaja ulaştıkça daha bir rahat ve huzur
içinde mi oluyorsunuz? Eğer şu anda bizim içimizde bir daralma varsa, Allah’ın
emirlerini yerine getirme konusunda içimizde bir istek-sizlik varsa, namaza
karşı bir arzu, tesettüre karşı bir meyil yoksa o zaman Allah korusun biz
istemiyoruz, Allah da bizim için yaratmıyor diyeceğiz. İşte görüyoruz İslâm
kimilerine sunuldukça çatlıyorlar, patlıyorlar. Zümer sûresinin beyanıyla
söyleyecek olursak: Kimileri her konuya etkin ve yetkin tek bir Allah’tan söz
edildiği zaman âhirete inanmayanların yüzlerinin ekşimekte, gönülleri
daralmakta, çatlayıp patlayacak hale gelmektedirler.
Evet
hidâyet böyle olduğu gibi:
Allah kimi
de saptırmak, dalâlette bırakmak isterse, adam kendisi dalâleti tercih eder
Allah da onu dalâlette bırakmak isterse, birinci insanın zıddına onu göğsünü o
kadar daraltır ki, o kadar sıkıntılara sokar ki onu sanki gökyüzüne
yükseliyormuş gibi içinde büyük darlık hisseder.
Evet sapıtmak isteyen, saptırmak
isteyen kimselerin kalplerinde de öyle bir darlık, öyle bir huzursuzluk yaratır
ki Allah sanki bir ağaca değil, dağa değil de gökyüzüne tırmanıyormuşçasına
sıkıntı ve isteksizlik hisseder.
Ya da yücelmek isteyen, yükseklik
iddiasında bulunan insanların doymak bilmez bir şekilde yükselmek adına nefes
tükettikleri gibidir onun durumu sanki. Hani A’râf sûresinde böyle tipler
anlatılıyordu. Salıverseniz de solurlar, koşsa da solumasını bitirmeyen köpek
tabiatlı Bel’amların anlatımına bir daha bakın göreceksiniz bunu. Kazansa da
soluyan, kaybetse de, harcasa da soluyan, harcamasa da, biriktirse de soluyan,
biriktirmese de, dünya planında yüceldikçe yücelmeye çalışan doyumsuz
insanların bu uğurda nefes nefese kaldığı gibi bu insan da iç sıkıntılarıyla
dünyasını tüketir gider.
Gönlünü İslâm’dan ve kulluktan
soğutuverir Allah onun. Hoş-lanmaz Allah’tan, hoşlanmaz peygamberden, nefret eder
kitaptan, sevmez namazı, beğenmez tesettürü, rahat değildir İslâm’dan, idama
gidiş bilir mescide gidişi...
Şimdi bu
durumda kendimizi bir sorgulayalım. Eğer İslâm’dan razı değilseniz, eğer Kur’an
sizi sıkıyorsa, eğer hadislerden zevk al-mıyorsanız, eğer kitap ve sünneti öğrenmeye
isteksizseniz, namazdan, abdestten, tesettürden, hacdan, zekâttan
hoşlanmıyorsanız, e-ğer müminlerle beraberlik sizi sıkıyorsa, eğer dinden,
âyetten, peygamberden bahsetmekten sıkılıyorsanız, Cenâb-ı Hakkı hatırlamak,
âhireti, hesabı, kitabı düşünmek size zevk vermiyorsa o zaman kesinlikle
söyleyebilirim ki siz bir pislik içindesiniz, siz necasetten hoşlanıyorsunuz
demek tir ki; halbuki Allah onu kâfirlere yazmıştır. Öyleyse durumunuzu bir
daha gözden geçirin.
Evet din
adına en güzelini, hayat adına en güzelini, hayat programı ve sistem adına en
güzelini, hukuk adına en güzelini, eğitim adına en güzelini, kanun adına en
güzelini, kazanç adına en güzelini, eşya adına en güzelini, ev tefrişi adına en
güzelini Allah’ınki bilmi-yorsanız, Allah’ınkinden hoşlanıp razı olmuyorsanız.
Bunları insanlardan veya toplumdan almaya, Avrupa’dan, Amerika’dan,
İsviçre’den, Fransa’dan almaya çalışıyorsanız bilesiniz ki siz kesin hidâyetten
çık-mış pisliğe batmış insanlarsınız. Hukuk adına, eğitim adına, kılık kıyafet
adına sosyal, siyasal, bireysel ve toplumsal yasalar ve yapılanmalar adına eğer
Allah’ınkilerden değil de başkalarınınkilerden razı ve hoşnut iseniz,
kesinlikle temizden değil, pislikten hoşlanan kimseler siniz demektir. Bir de
utanmadan İslâm’dan, Müslümanlıktan söz ederek Müslümanların mukaddes
mefhumlarını kirletmeyin. Müslümanlık iddialarınızla müslümanları kandırmaya
çalışmayın.
Peki niye
böyle oluyor? Neden böyle pislik içindesiniz? Allah öyle diyor da ondan.
İşte Allah
böylece inanmayan kâfirlere pisliği yazmıştır. Pis-likten hoşlanma ve hayırdan
hoşlanmama onların vazgeçilmez özelliğidir. İşte böylece Allah inanmayanları
bataklılar içinde pislikler içinde bocalar bir vaziyette bırakıveriyor. Allah
kötülüğü yazıyor kâfirlere. Çünkü onlar hep kötülükten yana olmuşlardır. Çünkü
onlar oylarını hep kötülükten yana kullanmışlardır. Çünkü onlar hidâyetten
nefret edip dalaleti tercih etmişlerdir. Çünkü onlar bunu istemişler, iradelerini
bu istikâmette kullanmışlar, kötülükten razı olmuşlar, kötülüğün peşinde
olmuşlar Allah da onlara bunu yazıvermiş. Kötülüğü onların vazgeçilmez özelliği
yapıvermiş. Onlar kesinlikle temizlikten uzak, te-mizlik ortamı olan cennetten
uzak, pislik ortamı olan Cehennemin di-bine lâyık insanlardır.
Öyleyse ey
Müslümanlar! Sakın sizler bu pislik taraftarlarını dinlemeyin! Sakın onlardan
yana meyletmeyin! Sakın hayatınızda onları örnek almayın! Sakın hayat programınızı
onlara sormaya kalkışmayın! Sakın onları bir şey zannedip de onların yasalarını
uygula-maya kalkışmayın! Zira onlar yeryüzünün en şerli, en akılsız, en zavallı
varlıklarıdır. Yeryüzünün en hayırlı, en şerefli varlıkları olan müs-lümanların
onlardan alabilecek hiçbir şeyleri yoktur.
126. 127 “Rabbinin,
dosdoğru yolu işte budur. İbret alan kimselere âyetleri uzun uzadıya açıkladık.
Rablerinin katında selâmet yurdu onlarındır. O, işlediklerinden ötürü onların
dostudur.„
İşte dosdoğru yol budur. Rabbinizin yolu dosdoğrudur. İşte
bu yol Rabbinin yoludur. Allah karışır bu yolda. Onun kes dediği kesilir, ye
dediği yenilir, yeme dediği yenilmez. Konuş derse konuşulur, sus derse susulur.
Al dediği alınır, ver dediği verilir. Mala da O karışır, ca-na da. O yola
girenleri sonunda cennete götürecek, cennette Allah’la buluşturacak ve
cehennemden, ateşten, azaptan kurtaracak yol budur. İşte kişiyi cennette
Allah’la buluşturacak Allah’ın dosdoğru yolu budur. İşte En’âm sûresinde
başından buraya kadar anlatılan yol bu yoldur. Kur’an’ın ilk sûresi olan Fâtiha
sûresinden buraya kadar, buradan da kitabımızın son sûresine kadar anlatılıp
ortaya konulan yol. Ama âyetlerimizi düşünen, öğüt alan, bu âyetlerle
hayatlarını düzenlemeye çalışan müminlere biz böyle âyetlerimizi açık açık
anlatıyoruz.
Eğer bir kavim, bir toplum, bir
insan bu âyetleri zikredecekse, gündemine alacaksa, onlar üzerinde düşünecek,
kafa yoracaksa, on-larla yol bulacaksa, onlar rehberliğinde bir hayat
yaşayacaksa işte Allah onları tafsilatlı bir şekilde anlatıyor. Tekrar tekrar,
fasıl fasıl ortaya koyuyor. Hem öyle ki kullarının tüm problemlerini hall ü
fasledici olarak.
Onlar için, tefekkür erbabı için,
düşünenler için, müstakim sıratta yürüyenler için, sonu cennet olan bu yolda gidenler
için Rableri katında selâmet yurdu olan cennet var, daru’s selâm vardır. Selâmete
erilecek yer vardır, ortam vardır. Orada onlar esenliğe kavuşacaklardır. O
selâmet darında, yurdunda gam kasavet yoktur artık. Üzüntü keder yoktur orada.
Orada dert yok, çile yok. Hastalık yok, ölüm yok. Orası selâm yurdudur, selâmet
yurdudur. Öyleyse Allah için dünyayı cennetleştirmeye çalışanlar, ya da cennetliklerini
dünyada arama cinnetine kapılanlar Allah için bu âyetler üzerinden bir daha
düşünsünler. Dünyada gamsız, kasavetsiz, dertsiz, çilesiz, ölümsüz bir hayat
hedefleyenler bir daha okusunlar bu âyeti.
Bakın bir hadiste şöyle bir husus
anlatılır: Dünyaya geldiği andan ölümüne kadar hep sıkıntı içinde yaşamış, bir
kerecik yüzü gülmemiş bir adam cennete şöyle bir daldırılıp çıkarıldıktan sonra
kendisine sorulacakmış. Ey insan, sen daha önce hiç sıkıntı gördün mü? Hiç çile
çektin mi? Cenneti gören o kişi öncekilerin tümünü unutup diyecekmiş ki, hayır,
ben daha önce hiçbir sıkıntı ve keder görmedim. Cennete bir kere daldırılıp
çıkarıldı ya her şey bitmiş.
Aynen bunun gibi dünyada hiç
sıkıntı çekmemiş, bir eli yağ-da, bir eli balda yaşamış bir kâfir de cehenneme
şöyle bir batırılıp çıkarılacak ve sorulacakmış. Sen hiç dünyada huzur yüzü
gördün mü? Adam, hayır vallahi ya Rabbi. Ben dünyada hiç rahat yüzü gör-medim
diyecekmiş.
Ve amellerinden dolayı,
yaşadıkları hayatlarından dolayı on-ların velileri Allah’tır. Yâni onlar
dünyada Allah’ı kendilerine veli edin-mişler, Allah’ın velâyeti altına girmişler,
Allah için bir hayat yaşamış-lar, Allah da onların karar mercileri olmuştur.
Allah’ı veli kabul etmiş-ler, dolayısıyla birbirlerini, kendilerinden olanları
veli kabul etmiş insanlardır. Kâfirlerin ve şeytanların velâyetini asla kabul
etmemişler, onları kendileri adına karar mercii kabul etmemiş insanlardır. Yâni
cenneti hak edecek ameller işlemiş kimselerdir onlar.
Evet Rabbimiz âyetlerini işte böyle
açık açık anlatıyor, ortaya koyuyor. Ama bu âyetler tefekkür edilip kavranmaya
çalışılmazsa ne işe yarayacak da? Çok iyi tefekkür edenler ve onlarla hayatı
düzenleme kavgası verenler anlarlar ancak bu âyetleri. Biz bunlarsız yapamayız,
biz bunlarsız hukuk yapamayız, biz bunlarsız eğitimin temellerini bilemeyiz,
biz bunlarsız hayatımızı düzenleyemeyiz, biz bunlarsız kulluk yapamayız, biz
bunlarsız Rabbimizi razı edemeyiz, biz bunlarsız cennete gidemeyiz derdinde
olanlar ancak bu âyetlerin kıymetini bilebilirler.
Evet böyle
yapanlar, böyle yaşayanlar için her türlü sıkıntıdan, her türlü borçtan dertten
uzak selâmet yurdu olan cennetler vardır. Allah bu mü'minlerin velisidir.
Onların hûrilerini, ğılmanlarını, şaraplarını, ırmaklarını, yiyeceklerini
içeceklerini Allah verecektir. Bu da onların dünyadaki amellerinin
karşılığıdır. Öyleyse ey Müslümanlar! Yirmi dört saate sığdırılabilecek amellerinize
çok dikkat edin. İşte işledi-ğiniz, işleyeceğiniz bu amellerinize mukabildir
bütün bunlar.
Ama siz
bilirsiniz. İsterseniz dünyada ebedî kalacakmış gibi plan program yapıp amelleri
ikinci plana alın. İsterseniz Rabbinizin hayat programını terk edip kendi bildiğiniz
gibi bir hayat yaşayın. İsterseniz kitap ve sünnetle diyaloglarınızı kesip
şeytan vahiyleriyle meşgul olun. Ama bilesiniz ki bir gün gelecek ve yeryüzünde
hayat bitecek. Bir gün gelecek herkes yaşadığı hayatın hesabını vermek üzere
Rabbinin huzurunda toplanacak.
128.“Allah hepsini toplayacağı gün, "Ey cin topluluğu!
İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız" der, insanlardan onlara uymuş
olanlar, "Rabbimiz! Bir kısmımız bir kısmımızdan faydalandık ve bize tayin
ettiğin sürenin sonuna ulaştık" derler. "cehennem, Allah'ın
dilemesine bağlı olarak, temelli kalacağınız durağınızdır" der. Doğrusu Rabbin
hakimdir, bilendir. „
Evet Rabbimiz bir gün gelecek tüm insanları toplayacak.
Kı-yâmet günü, hesap kitap dönemi tüm insanlar bir araya toplanacaklar. Hepsi
beraber toptan gelecekler şeklinde değil her halde mânâ. Hepsi Allah’ın
huzuruna gelecek. Rabbimiz velileri bulunduğu velâyet haklarını kendisine veren
kullarını, kendisinin aldığı kararları uygulayan, kendisinin istediği biçimde
yaşayan kullarını cennetine uçurmak ve velâyetlerini şeytanlara bırakıp
şeytanların hayat programlarını uygulamaya çalışan kimseleri de cehenneme
yuvarlamak üzere tüm insanları kıyâmet günü toplayacak.
Sonra
cinlere, şeytanlara diyecek ki Rabbimiz: Ey cinler topluluğu! bayağı
insanlardan çoğunu saptırdınız! bayağı bu insanlardan pek çoğunu topladınız!
İnsanları saptırmak için bayağı çalışıp çırpındınız ve kendinize bayağı bayağı
yandaşlar buldunuz. İnsanları çok çok kullandınız, onlara istediklerinizi
yaptırdınız. İnsanlardan pek ço-ğunu ayartıp, kandırıp kendinize yâran
yaptınız. Kendinize avene ve yardakçılar buldunuz. Yardımcılarınızı,
avenelerinizi ne kadar da çoğalttınız? Ne kadar da çok uşak buldunuz kendinize
insanlardan? Ne kadar da çok kullandınız bu insanları? Kendi cehenneminizde
yalnız kalmamak için ne kadar da müşteri buldunuz oraya?
İnsanlardan
onların dostları olanlar, dünyada şeytanları velî bilenler, cinler ve
şeytanlarla birlikte hareket edenler, yeryüzünde on-larla el ele verip
insanları saptırmaya çalışanlar, cinlerin misyonlarını üslenenler, onların insanlardan
karar mercileri de diyecekler ki: Evet ya Rabbi biz birbirimizden istifade
ettik. Biz birbirimizi kullandık. Onlar bizden biz de onlardan istifade ettik.
Onlar bizi, biz de onları kullandık. Dünyada menfaatlerimiz bunu
gerektiriyordu. Menfaatlerimiz gereği bizler bu cinlerle birlikte hareket ettik.
Evet onlar bizi kullandılar, onlar bizi saptırdılar, onlar bize yolun sapığını
gösterdiler. Ama şurası da muhakkak ki onların bizim üzerimizde herhangi bir
güçleri, bir saltanatları, bir yaptırım iktidarları yoktu. Havamızı, suyumuzu,
güneşi-mizi, elimizi, ayağımızı, hayatımızı onlar yaratmamıştı. Onların bizim
üzerimizde hiçbir hak ve salahiyetleri yoktu. Aslında menfaatlerimiz gereği ve
de kalplerimizin gevşekliği yüzünden biz kendi kendilerimizi sattık onlara. Biz
kendimiz teslim olduk onlara. Onlar bizden, biz de onlardan istifade ettik.
Onlar bizi kullandı, biz de onları kullandık. Onlar bizi, biz de onları kendi
menfaatlerimize alet ettik. Ve böylece nihâyet senin bize takdir buyurduğun ecelimize
ulaştık. Ve şimdi işte senin huzuruna geldik ya Rabbi.
Evet ya
Rabbi! Bizler yaşadığımız sürece şeytanlara tâbi olduk. Şeytanlarla beraber
olduk. Senin vahyini bir kenara bırakıp onların vahiylerine teslim olduk. Onlar
bizi, biz onları kullandık. İnsan cinleri, bizim gibi insanlardan olup da
yeryüzü tanrılığına soyunmuş, şeytan misyonunu üstlenmiş sahte tanrılar bizi,
biz de onları kullandık. Biz onları seçtik, onlar da bizi yönettiler. Ama onlar
bizi bizim iste-diğimiz şekilde yönettiler. Biz de onları yönlendirme şartıyla
seçtik. Seni istediğimiz gibi yönlendirebilme imkânımızın olmadığını ve bu
seçtiğimiz tanrılarımızı istediğimiz gibi yönlendirebileceğimizi bildiğimiz
için, yâni bu tanrıların ipleri bizim elimizde olduğu için onları seçtik. Çünkü
senin asla gafil olmadığını ve hayatta boşluk bırakmadan bizden kulluk
isteyeceğini biliyorduk. Ama bu bizim seçtiklerimiz bizim gibi insanlar
oldukları için tüm hayatımızı kontrol imkânları olmadığı için, gafletlerinden
istifade edip istediğimiz suçları işleyebileceğimizi biliyorduk. Hesaplarımız
işte böyle menfaate dayanıyorduk.
Onun içindir ki ya Rabbi bizler
hiç kimseyi suçlamıyoruz. Bizler menfaatlerimizin kurbanıyız. Biz menfaatlenmek
istedik ve böylece senin tayin ettiğin ecele kadar ulaştık. Yâni tövbe
edemedik, hayatımızın sonuna kadar onları Rab bilmeye ve onların kanunlarını uy-gulamaya
devam ettik diyecekler. Günahlarını itiraf edecekler. Ama bu itirafın onlara
hiç bir faydası olmayacak. Bu gerçeği dünyada anlayıp gereğini yerine
getirenleri Rabbimiz affedecek, ama oradaki bu itirafın hiç bir faydası
olmayacak.
Onlar
böylece itirafta bulununca Rabbimiz de buyuracak ki; haydi buyurun öyleyse
cehenneme. Haydi sizin durağınız, barınağınız, sığınağınız ateştir. Onun içinde
ebedî kalacaksınız, o sizin barınağınızdır, ama Allah’ın dilemesi, ya da Allah’ın
diledikleri müstesna orada ebediyen kalmak üzere girin cehenneme. Demek ki
âyet-i kerimenin ifadesinden anlıyoruz ki cehennemde ebediyen kalmayanlar da olacaktır.
Demek ki kimileri belli bir süre yandıktan sonra oradan çıkarılacaktır. Bunlar
Müslümanların günahkarlarıdır. Onlar orada gü-nahları kadar yandıktan sonra
çıkarılacaklardır biliyoruz.
Ya da girin
amelleriniz karşılığı kazandığınız cehenneme, a-ma orada kalmanız da Rabbinizin
emriyledir, Onun iznine tabidir. Yâ-ni cennet de cehennem de Allah’ın dilemesiyledir.
İnsanlar adına yer-leşim merkezi olarak cennetin de cehennemin de belirlemesi Allah’a
aittir. Çünkü Rabbin Hakîmdir, Alîmdir. Bunu yapan hikmet ve ilim sa-hibidir.
Ne yapacağını, nasıl yapacağını en iyi bilen ve yaptığı her şe-yi belli bir
hikmete mebni yapandır O Allah. Ve bu hikmeti ve merhameti gereği de Rabbimiz,
şimdiden bizi uyarıyor. Yarın olacakları bu-günden bize haber veriyor. Ey
kullarım! Dikkat edin! Ben size acıyo-rum! Size merhamet ediyorum! Gelin inat
etmeyin de beni dinleyin! Gelin sizi saptırmak isteyen cin şeytanlarını, yer
yüzü tanrılığına soyunan insan şeytanlarını dinlemeyin! Onlara itaat etmeyin! Onların
belirledikleri bir hayatı yaşayarak onların kulu olmayın! Rabbiniz olarak beni
dinleyin! Benim sizin adınıza gönderdiğim kitabıma ve elçilerime itaat edin!
Onlara kulak verip yaşayın! Değilse siz bilirsiniz, günah sizindir ve sonuna
ateşe katlanmak zorunda kalacak olanlar da sizlersiniz diyor.
Çünkü Rabbin hakîmdir, Alîmdir. Çünkü Rabbin hükmetmeye
yetkilidir, yanılmaz hükmeder, ne dediyse öylecedir, daha güzeli yoktur ve neyi
nerede emredeceğini, neyi nerede nehiy edeceğini, kimi neyle nasıl imtihan edeceğini,
kime ceza kime mükâfat vereceğini en iyi bilendir.
129. Zâlimlerin bir kısmını,
kazandıklarından ötürü diğer bir kısmına böylece musallat ederiz.
Evet işte böyledir. İşte durum buraya kadar anlatılanlar
gibidir. Amelleri sebebiyle, işledikleri suçlar sebebiyle, yaşantıları sebebiyle
zâlimlerin bir kısmını bir kısmına musallat ederiz diyor Rabbimiz. Biz zâlimlerden
bir bölümünü diğer bir kısmına velî tayin ederiz. Onlar birbirlerinin velîleri,
valileri olurlar. Hepsi birbirinin velâyeti makamında, yetkilisi, yöneticisi,
idarecisi durumunda olurlar. Ama bu, başka değil kendi tercihlerinin, kendi
eylemlerinin, amellerinin sonucudur. Değilse zâlimler zâlim olmasalardı Allah
onların velîleri olacaktı ya. Ve o zaman elbette Allah da onlara kendilerinden
bir yönetici verecekti.
Evet, nasıl ki mü’minler
birbirlerinin velisi, dostu iseler. Nasıl ki mü’minler birbirlerine iyiliği
emrederler, birbirlerini cennete kazandırmak için çırpınırlarsa, kâfirler de, zâlimler
de birbirlerinin velisidirler. Birbirlerine vali olurlar. Birbirlerine yetkili,
yönetici olurlar. Onlar da bir-birlerine kötülüğü emrederler ve iyilikten
menetmeye çalışırlar. Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar aynı inançta, aynı
düşüncede olan insanlar birbirlerinin dostudurlar. Nasıl ki birbirlerine velî
olan, birbirlerini velî bilen Müslümanlar ortak velî olarak, tek velî olarak
Allah’ı velî bilip onun emir ve yasalarına teslim oluyorlarsa, tüm hayatlarında,
tüm ilişkilerinde Allah’ın yasalarını esas kabul edip onun istediği biçimde
yaşamaya çalışıyorlarsa, birbirlerini velî kabul eden zâlimler ve kâfirler de
ortak velî olarak şeytanları ve tâğutları kabul edip, velâyetlerini onların
eline verip, onların belirlediği hayatı yaşamaya çalışmaktadırlar.
Evet
mü’minlerin destekleyicisi müminlerdir, kâfir ve zâlimlerin destekleyiciler de
yine kâfir ve zâlimlerdir. Her mü’min kendisine destek verecek bir mü’min
ararken, her zâlim de kendisini destekleye-cek bir zâlim arar. Her zâlim kendi
zulmüne destek verecek birini arı-yor ve buluyor. Ama şurası da bir gerçek ki
desteklenen de zâlim, destekleyen de zâlimdir. Zulmeden de zâlimdir, zulme
destek veren de zâlimdir. Bir yerde zâlimin varlığı onun zulmünü sineye çeken,
o-nun zulmü karşısında susmayı tercih eden mazlumun varlığına bağlıdır. Ona
destek olan mazlum olmadıkça zâlim hiç bir zaman varlığını sürdüremez.
Evet
desteklenen ve destekleyen zâlimler birbirlerinin velisi oluyorlar. Zâlim
mazluma veli, mazlum da zâlime veli. O onu seçiyor, o onu destekliyor, o da onu
yönetiyor. Allah onları birbirlerine velî yapıyor ve böylece Rabbimiz bu zâlimlerin
birbirlerine destek vermesi konusunda izin veriyor. Birisi cinlerden olur,
ötekisi insanlardan. Birisi insanların bir grubundan olur, ötekiler de başka
bir grubundan. Birisi hıristiyan olur, ötekisi yahudi. Birisi kâfir olur,
ötekisi müşrik. Biri A.B.D. olur, A.E.T olur ötekisi onun köleleri.
Birbirlerine destek olurlar. Birbirlerine kulluk ederler ve böylece cehenneme
yuvarlanacakları güne kadar birbirlerini kullanırlar giderler ve sonunda da hiç
bir mâzeret hakları kalmaz. Çünkü bu onların kendi eylemlerinin sonucudur.
Kendi tercihlerinin, kendi elleriyle kazandıklarının sonucudur. Çünkü eğer
onlar sadece Allah’ı veli bilmiş olsalardı, yâni böyle zâlim olmasalardı
elbette Allah onların velileri olacaktı.
Rabbimiz
buyurur ki bakın:
130. "Ey cin ve insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan,
bugünle karşılaşmanızdan sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? "Kendi
hakkımızda şahidiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı da inkârcı
olduklarına, kendi aleyhlerinde şâhitlik ettiler.”
Ey insanlar ve cinler topluluğu! Size sizden elçiler
gelmedi mi? Size beni anlatan, size bana kulluğu anlatan, size benim âyetlerimi
anlatan elçilerim gelmedi mi? Size sizin içinizden, size sizin cinsinizden
elçiler gelmedi mi benim âyetlerimi kıssa eden? Ayetlerimi yaşanır olarak size
takdim eden elçilerim gelmedi mi? Âyetlerimle sizi uyaran, karşı karşıya geleceğiniz
bugününüzle sizi uyaran, bugünle, bu hesap kitapla, bu cehennemle uyaran bir
elçi gelmedi mi size? Benim âyetlerimi okuyan, anlatan, öğreten, kıssa eden,
yaşayan, pratikte gösteren, örnek olarak size takdim eden elçilerim gelmedi mi
size diye soruyor Rabbimiz. Ben böyle elçiler gönderdim size haberiniz yok mu
buyuruyor. Onlar tarafından benim âyetlerim size ulaştırıldı. Ve sizler o peygamberlerim
aracılığıyla işte şu içinde bulunduğunuz bugünle uyarıldınız. Ölüm ötesi
hayatın, dirilişin gerçeğiyle haberdar kılındınız. Peygamberlerim aranızdaydı
ve cenneti de cehennemi de size haber verdiler. Ben peygamberlerim aracılığıyla
bu konularda sizi haberdar ettim.
Tabi bu âyetin beyanıyla bu
soruyu o gün soracak Rabbimiz ama unutmayalım ki bu soru bugün de soruluyor.
Rabbimizin yeryü-züne her dönem kitap göndermesi, peygamber göndermesi ve yerdekilere
sürekli hidâyet kapıları açması insanların yarın bu konuda her hangi bir
mâzeret haklarının kalmaması içindir. Ya Rabbi! Biz duymamıştık! Bizim bundan
haberimiz yoktu! Ne cennetten ne cehennemden haberimiz yoktu! Bize hesap kitabı
anlatan, bizi bugünümüz-le karşı karşıya getiren, bizi bunlarla uyaran, bize
kulluğu anlatan elçilerin gelmedi diye insanların bir mâzeret hakları kalmasın
diye yapıyor Rabbimiz bunu.
Nitekim
bakın Rablerinin bu sorusuna karşı insanlar şöyle di-yecekler: Ya Rabbi! Bizler
kendi hakkımızda şâhitlik ederiz! Biz ne-fislerimize, kendi aleyhimize şâhitler
olduk! Evet kendi aleyhimize şâ-hitlik ediyoruz ki elçilerin bize geldi ya
Rabbi! Elçilerin bizi uyardılar! Cennet ve cehennemle uyardılar! Hesap, kitapla
uyardılar! Âyetle-rinle uyardılar! Ama biz dinlemedik onları! Onların
uyarılarına aldırış etmedik! Bir kulağımızdan girdi, öbüründen çıktı. İşimiz,
aşımız, dükkanlarımız, ticaretlerimiz, yaşantılarımız, hayatlarımız onları
dinleme-ye zaman bırakmadı. Hayatımız, hayat programımız onlarla ilgilen-meye
imkân bırakmadı. Aslında senin elçilerin emin kimselerdi. Hayatlarıyla,
yaşantılarıyla senin dediklerine en güzel örneklik yapan kimselerdi. Üstelik
bize yaptıkları uyarılar karşılığında bizden her-hangi bir şey de istememişlerdi
ama biz onlara değer vermedik.
Ve bir de
dünya hayatı onları aldattı diyor Rabbimiz. Dünyanın konunu ve kuralları
aldattı onları. İmtihan gereği Allah’ın dünyada günah işleyenlere dokunmaması
onları aldattı. Zannettiler ki hesap ödenecek bir makam yoktur. Zannettiler ki
dünyada Allah’ı atlattık. Zannettiler ki dünya hiç bitmeyecek. Zannettiler ki
hayat hiç bitmeyecek. Zannettiler ki dirilmeyecekler ve hesaba çekilmeyecekler.
Evet dünya onları aldattı da sonunda kendi dünyalarına kendileri şâhitlik
ettiler. Kendi gidecekleri yere kendileri şâhitlik ettiler. Kendi hak ettikleri
yeri kendileri itiraf ettiler. Kendi aleyhlerindeki hükümlerini kendileri verdiler.
Ve böylece
onlar kendilerinin kâfir olduklarını beyan edecekler. Yâni bu insanlar bu
gerçeği olduğu gibi kabulleneceklerdir. Ama ne fayda. Bunu önce
söyleyecektiler. Çünkü:
131.“Bu, haberleri yokken kasabalar halkını
Allah'ın haksız yere yok etmeyeceğinden dolayıdır. „
Evet
şirkleri sebebiyle, küfürleri sebebiyle Rabbin hiçbir beldeyi, hiçbir şehri,
hiçbir kenti, hiçbir toplumu helâk edecek değildir. Allah hiçbir toplumu onlar
gafilken zulmen helâk etmemiştir. Allah’ın yasasına yakırıdır bu. Rabbimizin
böyle bir yasası var. Zulmetmez Allah kullarına. Habersiz helâk etmez. Gönderdiği
elçilerle uyarmadıkça, kendi uyarılarıyla onları karşı karşıya getirmedikçe, onlar
gafilken Rabbin hiçbir toplumu helâk edecek değildir. Allah zâlim değildir. Hiç
kimseye zulmetmez Allah. Rabbimizin böyle bir yasası var. Kullarına peygamber
göndermeden, onları kendi dininden, kendi isteklerinden, kendi hayat programından
haberdar kılmadıkça onları cezalandırmaz Rabbimiz. Hattâ insanlar tercihleriyle
cezayı hak etmiş olsalar bile, hemen cezalandırmaz. Boyun büksünler diye,
kendilerine gelip pişman olsunlar diye yeniden uyarır, peş peşe uyarıcılar
gönderir ve ar-tık onlar her şeye rağmen dinlemiyorlarsa o zaman da gereğini
yapar elbette.
Yâni onlar
gaflet içindeyken, tevhidi tanımazken, şirkten ha-bersiz iken, tevhitle
tanışmamışken, Allah’ın âyetlerinden, cennetten, cehennemden habersizlerken
Rabbimiz onları helâk edecek değildir.
Evet anlıyoruz ki uyarılmadan helâk
yok. Tarihin her bir dö-neminde Allah’ın elçileri insanları uyardılar, toplumlarına
Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini anlattılar. Toplumları bildiler Allah’ın
âyetlerini, bildiler tevhidi, şirki, bildiler cenneti ve cehennemi ve bir
önceki âyetle söyleyecek olursak hiç itiraz etmeden kendi aleyhlerine de
şâhitlikte bulunduklarını görüyoruz. Madem ki kendi aleyhlerinde şâhitlikte bulunuyorlar
öyleyse uyarıldı bu insanlar.
Öyleyse bu
âyet bize şunu anlatıyor: Uyarılmadan insanlar helâki hak etmeyeceklerine göre,
uyarının şart olduğuna göre ve bu-gün aramızda bu uyarı işini yapacak peygamber
olmadığına göre, bu işi biz yapacağız. Bu görev şu anda bizim üzerimizdedir.
Biz şu anda tüm yeryüzü insanlığına Allah’ın dinini, Allah’ın âyetlerini, tevhidi,
şirki çok açık ve net bir biçimde ulaştırmak ve insanları cennet ve cehennemle
uyarmak zorundayız. Uyarmalıyız ki kurtulanlar kurtulsun, helâk olmak
isteyenler helâk olsunlar.
Kâfirler,
müşrikler, tâğutlar yaptıkları işlerle aslında Allah’a düşmanlık etmektedirler.
Allah’la savaşa tutuşanlar asla iflah olmaz-lar. Bu yeryüzünde Allah’ın koyduğu
yasadır. Müslümanlar bunu çok iyi bilmek zorundadırlar. Müslümanlar Allah
düşmanlarını kendi güçleriyle, kendi imkânlarıyla, kendi planları ve kendi
sayısal çoğunluk-larıyla değil Allah’la yeneceklerdir. O halde Müslümanlar
Allah düşmanlarını, kendileriyle karşı karşıya değil Allah’la karşı karşıya
getirmelidirler. Allah düşmanlarını, kendi güç ve kuvvetleriyle, kendi plan ve
programlarıyla yenebileceklerine inanan Müslümanlar aslında far-kında olmadan
materyalistçe bir güç anlayışının içine düşmektedir-ler.
Oysa Allah düşmanlarının yaşama
süresi Müslümanların güçlü yahut güçsüz, az yahut çok olmalarına bağlı değildir.
Tarihin hiç bir devrinde Müslümanlar güçlü oldukları için kâfirlere galip
gelmiş değillerdir. Önemli olan Müslümanların, Allah düşmanlarını açık ve net
bir biçimde uyarıp Allah’la karşı karşıya getirmeleridir. Bunu yaptılar mı karşılarındaki
kâfirler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, Müslümanların durumları da ne
olursa olsun, az ya da çok, güçlü ya da güçsüz ne olursa olsun, kâfirler
mutlaka helâki hak edeceklerdir. Çünkü onları helâk edecek olan Allah’tır.
Allah’ın
yeryüzünde değişmez yasası olan bu sünnetullahı Müslümanların çok iyi bilmeleri
gerekmektedir. Çünkü bu yasa günümüzde de, kıyâmete kadar da geçerli bir
yasadır. Müslümanlar her şeyden önce Allah düşmanlarının karşısına, tâğutların
karşısına ellerinde Allah’ın kitabı olduğu halde bir uyarıcı, bir haberci, bir
korkutucu olarak çıkmak zorundadırlar. Onları kendileri ile, kendi plan ve programları
ile değil Allah’la, Allah’ın azabıyla karşı karşıya getirmelidirler. Zira
sünnetullah gereği onları Allah tehdit etmektedir. Allah’ın gücü yanında,
Allah’ın tehdidi yanında Müslümanların güç ve tehditlerinin ne anlamı olacak? Bunu çok iyi bilen Allah elçileri
karşılarındaki güçleri Allah’la, Allah’ın azabıyla tehdit etmişler ve onları
Allah’la karşı karşıya getirmişlerdir. Açık açık elçiler tarafından uyarılan bu
toplumlar da dinlemeyince sonunda azabı hak etmişlerdir. Şuarâ sûresinde bu
husus şöyle anlatılır:
“Hiçbir
kasaba halkını kendilerine öğüt veren uyarıcılar gelmeden yok etmedik. Biz zâlim
değiliz.”
(Şuarâ 208,209)
Evet helâk
edilenler helâki hak etmeden önce mutlaka uyarıl-mışlardır. Uyarılmadan helâk
yoktur. Uyarılanlar uyarılmalarına rağmen, Allah’ın âyetleriyle yüz yüze getirilmelerine
rağmen yine de is-yanlarından, küfürlerinden, şirklerinden vazgeçmemişlerse o zaman
sünnetullah gereği helâki hakketmişler ve Allah tarafından yerin dibine batırılmışlardır.
İşte Ad, işte Semûd, işte Nuh kavmi, işte Lût kavmi, işte Firavunlar ve
diğerleri. Bunların hiç birisinde Müslümanların azlığı ya da çokluğunun hiçbir
rolünü görmüyoruz. Sadece Müslümanların vazifelerini yaptıklarını açık ve net
bir biçimde onları Allah’ın âyetleriyle karşı karşıya getirip uyardıklarını ve
Allah’ın düşmanlarını yok ettiğini görüyoruz.
Evet,
Rabbimizin bütün bu âyetlerinden anlıyoruz ki, onlar bu helâki dünya hayatına
aldanmaları sonucu hak etmektedirler. Dünya hayatının onları aldatması. Şu
içinde bulunduğumuz hayat. Dünya hayat, alçak hayat, denî hayat, yakın hayat.
Neden aldanıyor insanlar bilmem ki? Nedir insanların bu kadar aldandıkları?
Dünya neden bu kadar tatlı bilmiyorum ki. Ama bu dünyaya dalıp gidip, onu kucaklamaya
çalışırken aldananlar, dünyada ebedî kalacağını zannederek, öylece plan program
yaparak aldananlar, dünyayı cennetleştirmeye çalışarak aldananlar.
Tarihte bunların çok enteresan
örneklerini biliyorsunuz. Meselâ dünyaya kazık çakma sevdasına kapılan Semûd
kavmi, muhkem binalar yapıyorlar, dağları yontup köşkler yapıyorlar. Neden?
Çünkü zaten ölmeyecekler ya. Veya cenneti dünyada arama cinnetine kapılmış bir
başka toplum. Ama bağlanmaya değmez ki. Bir arim seli yaptıkları barajlarını
yıkıp yerle bir ediyor ve helâk olup gidiyorlar sonunda. Ama bilemiyorlar ki
bunu. Yâni her bir peygamber dönemi toplumlarını hatırlayın, bu dünya hayata
aldananlar helâk oluyor. Aldanmayanlarsa kurtuluyorlar. Ve böylece orada
aleyhlerine şehadette bulunuyorlar, biz kâfir olduk, biz hakkı örttük, örtbas
ettik, kendimiz şaşırdığımız gibi, bu şaşkınlığımızı başkalarına da empoze
ettik diye itiraf edecekler ama, bu Allah’ın zulmederek, haksızlık yaparak bir
ülke ahalisini helâk ettiği anlamına gelmemektedir.
Evet Allah insanlar gafilken,
kendilerine elçiler gelmeden onları yakalayıveren gafil avcısı değildir. Ya da
insanları böyle denk ge-tirip yakalayan, işlerini bitiren değildir. Önce haber
veriyor işte. Ey kullarım işte bu âyetler size ve sizden sonra herkese
duyurulsun içindir. Bu görevi kendinize görev bilirseniz haydi duyurun
insanlara bunu. Eğer duyanlar beni tek Rab ve İlah kabul ederse, benim lütfum
ve ihsanım olarak onlara cennetim vardır, değilse helâki hak ederse o da kendi
aleyhinedir, ben zulmetmem diyor. Yâni bugünden haber veriyor bize. Gelin
bugünden uyanın, değilse helâke gidiyorsunuz, bakın duyduk duymadık demeyin,
ben söylüyorum, anlayın öyleyse dercesine vahyiyle gerçekleri bize tekrar
tekrar haber veriyor. Bakın Zuhruf
sûresi Firavun ve toplumunun uyarılışını ve başarına gelenleri çok güzel anlatır:
“ Böylece Bizi öfkelendirince onlardan öç aldık, hepsini
suda boğduk.”
(Zuhruf 55)
Evet yıllarca uyarıldılar. Onlara çok çeşitli âyetler
geldi. Her biri diğerinden etkili uyarılar kapılarını çaldı. Allah türlü türlü
fırsatlar yarattı onlar için. Uzun süre dönüş imkânı lütfetti. Rabbimizin
rahmeti çok geniştir. Hep rahmet kapıları açtı Rabbimiz onlara. Ama onlar
kendilerine açılan tüm rahmet kapılarını kapattılar. Bu rahmetten isti-fade
etmesini bilemediler. Allah’ın elçisinin uyarılarına aldırış edip adam olmadılar.
İşte böyle, Allah uyarır, uyarır ama onlar yine de an-lamazlar da Allah’ı
gazaplandırırlarsa Allah da onlardan öç alarak iş-lerini bitiriverir. Onları boğuverir.
Hayatlarını boğuverir, programlarını boğuverir, gidişlerini boğuverir.
Ama suda
boğuverdi Allah onları. Aslında su da Rabbimizin rahmetlerinden birisidir.
Rahmet olan su kendisine Allah’ın yüklediği yasa değişince böyle azap oluveriyor.
Hayat için yaratılan su bir anda helâk sebebi oluveriyor. Allah onların tümünü
suda boğdu da mü’-minlerin onların yerlerine yurtlarına vâris kıldı.
Şimdi
yeryüzünde Rabbimizin koyduğu bu yasadan habersiz olan bazı kardeşlerimiz şöyle
diyorlar: Bu alçakların zulmü, bu Amerikanın bu Avrupa’nın zulümleri, bu yerli
ve yabancı zâlimlerin zulümleri Firavunların, Lût kavminin, Âd’ın ve Semûd’un
zulümlerini de geçti. Allah’la savaşa tutuştular, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın
sistemini reddettiler, yeryüzünde oluk oluk Müslüman kanı akıttılar. Acaba ne
zaman yıkılacak bu zâlimler? Ne zaman helâk edecek Rabbimiz bu zâlimleri?
Bunlar hâlâ helâki hak etmediler mi?
Bugün pek
çok Müslümanın aynı sözleri sayıkladıklarına şâhit oluyoruz. Halbuki unutuyor
bu Müslümanlar, helâkten önce uyarılma şarttır. Bu kâfirler, bu zâlimler bilmedikleri,
gafil oldukları, beklemedikleri bir âkıbetle değil kendilerine apaçık âyetlerle
bildirilen bir âkıbetle karşı karşıya gelmelidirler. Biz onları bu âkıbetle
uyarabildik mi ki onların helâklerini bekliyoruz? Onlar önce açık açık Allah’ın
âyetleriyle karşı karşıya getirilecek kabul ettikleri zaman kurtuluşa erecekler
ve reddettikleri zaman ancak helâki hak edecekler ve ancak o zaman helâkları
gerçekleşecektir.
Demek ki bütün mesele bugün bizim
görevimizi yapmamıza bağlıdır. Değilse günümüz zâlimlerinin öncekilere bir
üstünlüğü yoktur. Öncekiler helâk edildiler de bunlar edilmeyecek mi yâni? Ne
ayrıcalıkları var bunların? Bizler Rabbimizin bizden istediğini yapabilecek bir
noktaya geldiğimiz andan itibaren kesinlikle bilelim ki sünnetullah gereği bu
kâfirler Rabbimizin helâk yasasının mahkumu olmaktan bir saniye bile
kurtulamayacaklardır.
“Ey Mekke
putperestleri! Sizin inkârcılarınız bunlardan daha mı üstündür? Yoksa
Kitaplarda size bir kurtuluş belgesi mi var? Ey Muhammed! Yoksa: “Biz öç alabilecek
bir topluluğuz" mu diyorlar? Toplulukları dağıtılacak, yüz geri edeceklerdir.”
(Kamer
43,44,45)
Evet ne
farkları var bunların öncekilerden? Tüm gavurlukları yapacaklar, içki, kumar,
zina, zulüm tüm haramları meşrulaştıracak-lar, Allah’la Allah’ın sistemiyle
alay edecekler, Müslümanlara zulmedecekler bütün bunlara rağmen yine de berat
edip helâkten kurtulacaklar öyle mi? Biz güçlüyüz mü diyorlar yoksa? Öncekiler
dağınıktı, öncekiler güçsüzdü Allah onlarla baş edebilmiş ama bizler şu anda
birleştik, birleşmiş milletlerimizi kurduk, Natoyu kurduk artık Allah bizimle
başedemez mi demek istiyorlar? Hayır hayır Allah onların to-punu bir anda helâk
edecek güçtedir, ama yeryüzünde koyduğu yasa gereği bizim görev yapmamızı
istiyor. Sünnetullah budur yeryüzünde.
132.“İşlediklerine karşılık her birinin dereceleri
vardır. Rabbim onların işlediklerinden habersiz değildir”
Evet her bir şahıs için amellerine göre dereceler vardır.
Her bir kimse için dünyada işlediği amelleri karşılığında dereceler vardır.
Rabbimiz her bir kimsenin amellerine göre ona dereceler hazırla-mıştır. Üst
derece, alt derece. İnsanların yeryüzünde işledikleri amellerine göre cennette
de, cehennemde de dereceler vardır. Mü’minler için de kâfirler için de
dereceler vardır. Her insan dünyada yaptıklarına göre dereceler, mükafatlar ve
cezalar görecektir. Mü’minler işledikleri hayırlı amellerinin azlığına,
çokluğuna göre cennette dereceler ve mükafatlar elde ederlerken, kâfirler ve zâlimler
de işledikleri cürümlere göre cehennemde azaplar kazanacaklardır.
Şunu hiçbir zaman unutma ki Rabbin
insanların yaptıklarının hiç birisinden gafil değildir. Zerre kadar bile olsa
ne kâfirin ne de müminin amelleri zâyi edilmeyecek. Kim ne yapmışsa onun
karşılığını görecektir. İnsanları yaptıklarıyla hesaba çekecektir Rabbimiz.
Öyleyse
unutmayın ki Allah sizden haberdardır. Sizin ne yaptığınızı, ne yapmadığınızı
çok iyi bilmektedir ve sonunda bu yapıp ettiklerinizle sizi hesaba çekecektir.
İşte bizi yarın hesaba çekecek olan Allah:
133. “Rabbin Müstağnî ve rahmet sahibidir. Dilerse, sizi
başka bir milletin soyundan getirdiği gibi, sizi yok eder, dilediğini yerinize
getirir.”
Evet şunu da asla unutmayın ki yaptıklarınızın tümünü siz
kendiniz için yapıyorsunuz. Çünkü Allah Ganidir, Allah zengindir ve sizin
yaptıklarınızın hiç birisine ihtiyacı yoktur. Allah hiç kimseye ve hiç kimsenin
amellerine muhtaç değildir. Ne ibadetlerinize, ne çalışmalarınıza, ne gayretlerinize
hiç bir şeye ihtiyacı yoktur Onun. Hiç birinize ihtiyacı olmadığı gibi, üstelik
sizin için sonsuz rahmet ve merhamet sahibidir de O Allah. Yokken sizi yaratan
Odur. Sizi size ihtiyacından dolayı, yalnızlığını gidermek veya sizin
yapacaklarınızdan istifade etmek için de yaratmadı. Dilediği zaman da sizi yok
etmeye muktedirdir. Size de, yaptıklarınıza da ihtiyacı yoktur Onun. Dilerse
sizin defterlerinizi dürer de daha önce sizi sizden öncekilerin yerine dünya
sahnesine getirdiği gibi sizin yerinize de başkalarını halef kılar. Sizi
giderir, sizin yerinize başkalarını var kılar da hayatın yükünü, halifelik
görevini onların sırtına yükleyiverir. Tıpkı siz de bir başka toplumun
zürriyeti değil misiniz? Yâni Allah’ın size bir ihtiyacı yoktur, sizin O’na
ihtiyacınız vardır unutmayın.
Sizi başkalarının neslinden
getirdiği gibi sizin neslinizden de başkalarını getirir. Nuh toplumunu yok edip
yerine Âd’ı getirip yer-leştirdiği gibi. İsyanlarından dolayı Âd’ın da
defterini dürüp yerine Se-mûd’u yerleştirdiği gibi. Küfürlerinden ötürü Semûd’u
da yerin dibine batırıp yerine başkalarını getirdiği gibi. Veya Selçukluyu, Osmanlıyı
yok edip şu anda onların yerine sizleri getirdiği gibi. Sizi de yok edip
yerinize başkalarını getirir O Allah. Öyleyse size hakim olan, sizin üzerinize
Kahhâr olan Rabbinize teslim olup Onun istediği hayatı yaşayın. Asla Onun
emirlerine isyan içine girmeyin. Onu ve Onun hayat programını hesaba katmayarak
bir hayat yaşamaktan sakının.
Evet
sanmayın ki dünyada kalış süreleriniz sizin kendi elle-rinizdedir. Dünyada
bizler istediğimiz kadar yaşama imkânına sahip değiliz. Gelişimiz de elimizde
değil, gidişimiz de. Dünyaya bizler istediğimiz dönemde, istediğimiz coğrafyada
ve istediğimiz aileden gelmedik. Bu konuda bize bir şey sorulmadı. Erkek ve
kadın olarak da yaratılmamız bizim elimizde değildir. Bir tavuk olarak da
dünyaya ge-lebilirdik ve hiç bir itiraz hakkımız da olmayacaktı. Hani tavukların
bir itiraz hakları var mı? Gelişimiz böyle olduğu gibi gidişimiz de bizim
elimizde değildir. Belki bugün, belki yarın, belki yarından da önce gideceğiz.
Çaresiz buna hiç bir zaman itiraz hakkımız yoktur. Nasıl ki bizler başkalarına
vâris olmuşsak, başkalarının ölümünden sonra onların yerine dünyaya
getirilmişsek bizim yerimize de başkaları getirilecektir. Dilerse Allah sizi
yok eder, sizden başka birilerini var kılar, hayatın yükünü, halifelik görevini
onlara verir. Tıpkı siz de bir başka toplumun zürriyeti idiniz. Bir başka
neslin nesli olarak geldiniz.
Öyleyse madem ki bir gün
gideceğiz bu dünyadan, madem ki kazık çakmayacağız yeryüzüne ve madem ki bizi
getirip götüren bir varlık var, o halde geçici bir dünyaya bağlanıp
kalmayacağız. Tüm plan ve programlarımızı geçici bir dünya adına yapmayacağız.
Adımlarımızı âhiret adına atacak, hesabımızı kitabımızı âhiret adına yapa-cağız.
134. “Size vaadedilen, mutlaka yerine
gelecektir; siz O’ nu âciz kılamazsınız.”
Evet zinhar unutmayın ki, size her vaadolunan mutlaka
ge-lecek, gerçekleştirilecektir. Allah’ın vadinde asla değişiklik olmaz. Ne
vaadolunmuştu bize? Ne vaadetmişti Rabbimiz bize? Ölüm vaado-lunuyordu bize, o
mutlaka gelecektir. Ondan kaçıp kurtulmak mümkün değildir. Başka? Diriliş
vaadolunuyordu, yaşadığımız hayatın he-sabını ödemek üzere, yaptıklarımızın
bedelini ödemek üzere yeniden diriliş vaadolunuyordu, hesap kitap
vaadolunuyordu, terazi mizan va-adolunuyordu, cennet cehennem vaadolunuyordu,
onlar mutlaka ge-lecek ve gerçekleşecektir. Başka neler vaadolunuyordu bize? İsyan
içinde olanlara helâk vaadolunuyordu, dilersek sizi yok eder yerinize başkalarını
getiririz deniyordu, o mutlaka gerçekleşecektir. Küfür ehline, şirk ehline
vaadedilen azapların tümü mutlaka gelecektir. Sakın ha yaptıklarınızdan ötürü
Allah’ı atlatabileceğinizi sanmayın. İsyan içinde olanlara Rabbimizin
vaadettiği azapların tümü gelecektir. Gelecektir ama bazen sizin
beklemediğiniz, anlayamadığınız, bileme-diğiniz biçimlerde gelir azap.
Evet
böylece Rabbimizden insanlara vaadolunanlar pozitif ve negatif olarak iki ana
grupta toplanabilecektir. Birisi dediğim gibi, be-nim istediğim gibi, benim
peygamberimin emrettiği gibi bir hayat yaşarsanız karşılığında vaadettiğim
mükafatlar size gelecektir. Size cennet vaadediyorum ve bu vaadim aynen
gerçekleşecektir. Ötekisi de tam tersine beni dinlemez, elçilerime kulak
vermez, kafanıza göre hareket ederseniz o zaman da size cehennemi vaadediyorum,
aynen o da gerçekleşecektir. Buyurun hangisini isterseniz tercih size aittir
diyor Rabbimiz.
Bazen sizi azdıran bir zenginlik
biçiminde, bazen sizi perişan eden, belinizi büken bir fakirlik biçimine, bazen
yerin üstünü altına getiren bir deprem biçiminde, bazen sizi şia, parti parti,
grup grup yaparak birinizin acısını diğerine tattırma biçiminde, bazen başınıza
başsız başları musallat etme biçiminde, bazen düşmanlarınızı size musallat
ederek ekmeğinizi elinizden almaları biçiminde, bazen çoluk çocuğunuzu
elinizden aldırıp, istemediğiniz eğitimlere zorlamak biçiminde, kadınlarınızın
kızlarınızın namuslarına sahip çıkamama biçiminde, çeşitli biçimlerde gelir
Allah’ın azabı da farkına bile varamazsınız. Evet Allah size ne vaadetmişse onların
tamamı size gelecektir. Ne kadar da güçlü olursanız olun, ne kadar da kaçmaya,
saklanmaya çalışırsanız çalışın bundan kurtulma imkânınız yoktur. Allah’la baş
etme imkânınız yoktur.
Öyleyse Allah’ın vaadini iki ana
grupta topladık:
1: Rızama uygun, kitabımın ve
peygamberimin gösterdiği gibi hareket ederseniz size cennet vaadediyorum, aynen
öyle gerçekleşecektir.
2: Bir de bunun tam tersine, beni
dinlemez, kitabımı ve peygamberimi dinlemez, kendi kafanıza göre giderseniz
size cehennemi vaadediyorum. Buyurun hangisini isterseniz diyor Rabbimiz.
135. “De ki, “Ey milletim! durumunuzun
gerektirdiği-ni yapın, doğrusu ben de yapacağım. Sonucun kimin için hayırlı
olacağını bileceksiniz. Zulmedenler şüphesiz kurtulamazlar.”
Onlara de ki ey peygamberim! Ve sizler de deyin o kâfirlere
ey peygamber yolunun yolcuları. Deyin ki onlara: Ey kâfirler! Ey müşrikler! Ey zâlimler!
Ey Allah düşmanları! Haydi buyurun, kendi konumunuza, kendi durumunuza göre ne
uygunsa, neyi uygun görmüşseniz yapın bakalım. Ne yapacaksanız yapın bakalım!
Kendi durumunuza göre neyi uygun görmüşseniz haydi yapın bakalım! Sizler elinizden
ne geliyorsa, ne yapabilecekseniz yapın! Sizler yapacağınızı yapın! Küfrün
gereği olarak, şirkin gereği olarak Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın
sistemiyle savaş yolunda neye gücünüz yetiyorsa yapın! Elinizden geleni
arkanıza koymayın! Ne yapacaksanız, nasıl yaşayacaksanız bildiğiniz gibi
yaşayın! Ben de bana yakışanı yapacağım. Ben de yapacağımı yapıyorum! Biz de
yapacağımızı yapacağız! Pek yakında göreceksiniz gelecek kiminmiş? Pek yakında
görecek ve bileceksiniz, gelecek kâfirlerin miymiş, yoksa mü’minlerin mi? Gelecekte
kâfirler mi galip gelecek yoksa Allah dostları mı? Arkasında Allah’ın bulunduğu
dâvâ mı galip gelecek yoksa arkasında şeytanların bulunduğu küfür mü? bunu çok
yakında göreceksiniz.
Evet her şey bu kadar açık ve net
bir biçimde ortaya konduk-tan sonra artık ne yapacaksanız yapın. Siz size uygun
olanı yapın, ben de bana uygun olanı yapacağım. Âkıbet kime aitmiş? Sonuç kiminmiş?
Gelecek kiminmiş? Gelecekte kim egemen olacak yeryüzünde? Hangi dâvâ egemen
olacak? Yahut da yaşadığımız bu dünyanın sonunda cennete kim gidecek? Âhiret
yurdu kimin olacak? Kim kaybedecek, kim kazanacak? Bunu yakında siz de
göreceksiniz biz de göreceğiz. Sonunda kesinlikle bileceksiniz ki bu dâr ve
diyarın akıbeti kimin lehineymiş, zalimler kesinlikle felah bulmazlarmış.
Kesinlikle bilelim ki zâlimler
asla iflah olmazlar. Zalimlere kurtuluş yoktur. Ve yine kesinlikle bilesiniz ki
yarın âkıbet, yarın cennet mü’minlerindir.
Öyleyse biz
yolumuzdan asla şüphede değiliz. Biz dâvâmız-dan, yaşadığımız hayattan asla
kuşkuda değiliz. Siz yapacağınızı yapın, biz de bizim yapmamız gerekenleri
yapacağız. Sizler inandı-ğınız yolun gereklerini, inandığınız küfür ve şirk
dinlerinin amellerini pratikte gösterin ben de, biz de inandığımız tevhid
dininin amellerini hayatımızda sergilemeye devam edeceğiz. Siz imanlarınızı
yaşayın, ben de imanımı yaşamaya devam edeceğim. Siz bildiğinizi ortaya ko-yun,
ben de bildiğimi ortaya koyacağım. Ama ben şunu şimdiden si-ze haber vereyim ki
zâlimler asla iflah olmazlar. Zâlimler asla iflah ol-mayacaklar. Zâlimler
hiçbir zaman egemen olamayacaklar. Zâlimle-rin ne dünyada ne de âhirette asla
kurtulmaları mümkün değildir. Dünyada da ukba’da da kurtuluşa erenler ancak
mü’minler olacaktır. Allah’a şirk koşan, Allah’a isyan eden, Allah’ın sistemini
reddedip başkalarının sistemlerini yasallaştıran, zâlim bir toplum ne dünyada,
ne de ukba’da kesinlikle kurtuluşa eremeyecektir. Geçmişte bu böyle olduğu gibi
yarın da böyle olmaya devam edecektir. Bu Allah’ın yeryüzünde koyduğu bir
yasadır ve kıyâmete kadar da bu yasa devam edecektir.
Bundan
sonraki âyetlerinde Rabbimiz küfrün, şirkin temelini ve tutarsızlığını ortaya
koyacak. Şirkin temel felsefesini anlatacak. kâfir ve müşrik kafaların
ürünlerini anlatmaya başlayacak.
Müşrik
kafaların, Allah’a inandıkları halde Onu hayata karış-tırmak istemeyen, Allah’a
inandıkları halde yaşadıkları hayatta Ona yetki vermeyen, ya da hayatı
parçalayıp onun bir bölümünde Allah’ı, öteki bölümlerinde de Allah’tan
başkalarını söz sahibi kabul eden müşrik kafaların içini ortaya dökecek
Rabbimiz. Allah’ı bildikleri halde Ona teslim olmayan, inandım dedikleri
Allah’ın hayata karışmasını reddeden, müşrik insanların düşüncelerinin
hayatlarında nasıl tezahür ettiğini? Şirklerinin dünyalarında nasıl bir görüntü
arz ettiğini? Şirklerinin hayatlarını nasıl şekillendirdiğini ortaya koyan bir
âyetle karşı karşıyayız.
Kâfirlerin
ve müşriklerin inançlarına göre şekillenen hayatları anlatılacak. Her ne kadar
kâfirler kâfirse de hayatlarının kimi yönleri İslâm’a uygun olabilir. Meselâ
kimi insanlar kâfir olsalar da yalan söylemezler. Hırsızlık yapmayan, domuz eti
yemeyen, içki içmeyenler de vardır aralarında. Bunun sebebi bir zamanlar onlar
da hak din üzereydiler. Zaman içinde gelen hak dinlerin onlardaki
kalıntılarıdır bunlar.
Bakın
bunların hayatı nasıl şekilleniyormuş? Şirk inançları ha-yata nasıl yansıyormuş?
Rabbimiz şöyle anlatır:
136. “Kendi zanlarına göre, Bu Allah'ındır, bu
da putlarımızındır diyerek, Allah'ın yarattığı hayvanlar ve ekinlerden pay
ayırdılar. Putları için ayırdıkları Allah için ve-rilmez, ama Allah için
ayırdıkları putlarına verilirdi; ne kötü hüküm veriyorlardı!”
Gerek hayvanlardan gerekse ekinlerden, mahsullerden bir
nasip ayırıp zanlarınca dediler ki bu Allah’ındır. Sonra aynı mallardan bir
hisse daha ayırdılar ve yine kendi zanlarınca dediler ki bunlar da putlarımıza,
putların arkasına saklanarak egemenliği ellerine geçirmiş olan egemen
güçlerimize, toplumda iktidarı elinde bulunduranlara, ortaklarımıza,
liderlerimize, idarecilerimize, otorite sahiplerimize aittir. Onlardan
gelebilecek tahakkümü, zulmü önlemek için bunları da onlara ayırdık diyorlardı.
Yâni nerden
öğreniyorlar, nasıl öğreniyorlar gerçekten hayret ediyoruz. Ama İblis’ten
öğreniyorlar, akıl hocalarından bilgileniyorlar ve birbirlerine öğretiyorlar bu
işi. Mantığa bakın, düşünceye bakın ki, malları, ekinleri, tarlaları,
hayvanları, davarları, sığırları tüm mal varlıklarını ve de hayatlarını ikiye
bölüyorlar veyâ daha doğrusu üçe bö-lüyorlar, bir bölümü aslan payı olarak
kendilerine ayırıyorlar, geri kalanının da bir bölümünü Allah’a, diğer bölümünü
de putlarına, Allah’a ortak kabul ettikleri varlıklarına ayırıyorlar. Tanrısal
özellik yükledikleri varlıklara pay veriyorlar. Niye? Zırvanın te’vili olmaz.
Evet kendilerine
ayırdıklarının dışındaki mallarını ikiye bölüyorlardı kendi zanlarınca ve
diyorlardı ki şu Allah’ındır, şunlar da egemen güçlerindir. İşte şirkin temel
felsefesi budur. Şirkin hayat programı budur. Demin de ifade ettiğim gibi
müşriklerin, müşrik kafaların ikilem içinde bir hayatları vardır. Şirk
kelimesinin ifade ettiği anlam da budur zaten. Şirkte ikilem vardır. Sürekli
bir ikilem içinde yaşar müşrik. Hayatının bir bölümünde söz sahibi Allah’tır,
öteki bölümlerinde de söz sahibi başka tanrıları vardır. Hayatının öteki bölümlerinde
söz sahibi olan tanrılar isterse bir tane olsun, isterse birden çok olsun fark
etmez.
Allah’tan
başka hayatlarında söz sahibi olan bu tanrılar bazen ekonomik tanrılardır,
kimileri siyasal tanrılardır, kimileri bilimsel tanrılar, kimileri hukuk
tanrısı, kimileri şifa tanrısı, kimileri oyun eğlence tanrısı, kimileri dua, tövbe
ve sığınma tanrısı, kimileri kılık kıyafet tanrısı, kimileri moda ve âdetler
tanrısı vs vs. Tüm şirk toplumlarında bu tanrıları yığınlarla görmek mümkündür.
Allah’ın karıştırmadığı alanlarda bu tanrılar söz sahibidir müşrik toplumlarda.
Çünkü hayat ikiye bölünmüştür. Allah’ın karıştığı bölüm, başka tanrıların söz
sahibi olduğu bölüm. Zaman da ikiye bölünmüştür. Allah’a ayrılan zaman,
başkalarına ayrılan zaman. İbadet gibi Allah’ın karıştığı zaman birimi, onun
dışında başkalarına kulluk yapılan zaman dilimi.
Tüm şirk
toplumlarında görmek mümkündür bunu. Allah be-risinde hayata etkin olan bu
tanrılar bazen canlıdır, bazen da cansız varlıklardır. Bazen canlıdır bu
tanrılar insan gibi, insanlar gibi ve her biri hayatın belli birimlerini paylaşırlar.
Sen şu bölümde tanrısın, şu bölüm sana aittir, ama şu bölüm de bana aittir gibi
kendi aralarında yetkileri paylaşırlar ve kendi keyiflerince bir dünya
oluştururlar, Allah kullarını kendilerine kul köle edinirler. İşte müşrikçe
inanarak haya-tında bu ikilemi yaşamak zorunda olan insanların bir özelliğini
anla-tıyor Rabbimiz.
Allah’ın
kendilerine lütfettiği mallarından, hayvanlarından, e-kinlerinden birer pay,
birer hisse ayırıyorlar ve diyorlar ki şu hisse Al-lah’ındır, şu da
şeriklerimizin, ortaklarımızın, egemenlerimizindir. Hal-buki tüm mallar Allah’ındı.
Allah’ın malından Allah’a bir hisse ayırıyorlar, putların, hakimlerin,
hükümdarların, idarecilerin onda zerre kadar hakları olmadığı halde onlara da
bir hisse ayırıyorlardı. Allah’a ayrılanlar toplumun fakirlerine, muhtaçlarına
harcanıyor, öteki tanrılara ayrılanlar da toplumun egemen güçlerine,
idarecilere gidiyordu. Bu kendilerine hisse ayrılan tanrılar eğer canlı
varlıklarsa, yâni insanlarsa bizzat kendileri alıyorlardı bunu, eğer bu
tanrılar cansız putlarsa o zaman da bu putların arkasına saklanan uyanıklar
alıyorlardı bunları. Ve böylece insanlardan emdikleri bu kanlarla güçlenip
palazlananlar toplumda hakim konuma gelebiliyorlardı.
Bir de
bakın şöyle yapıyorlardı:
Putlara
ayrılan, krallara, idarecilere, egemen güçlere ayrılan, hakim zümreye ayrılan,
loncaya, kliğe ayrılan, liderlere, sevilen kişilere ayrılanlar mutlaka
verilmeliydi yerine, mutlaka ulaştırılmalıydı onlara. Ama Allah’a ayrılan
mallarda her hangi bir telef, bir eksilme söz konusu olmuşsa ona verilmekten
vazgeçilirdi. Bunu yaparken de ge-rekçeleri şuydu: Eh nasıl olsa Allah Ganîdir,
Allah zengindir, Allah’ın ihtiyacı yoktur, vermesek de olur Ona diyorlardı. Ama
berikilerin ihtiyaçları vardır. Onlar Allah kadar güçlü, Allah kadar zengin
değildirler. Binaenaleyh onların hakkını kesemeyiz diyorlardı. Ne kadar da
garip değil mi? Tam müşrik mantığı yâni. Peki madem ki Allah güçlüdür, Madem ki
Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, madem ki onlar güçsüz-dür, madem ki onlar
muhtaçtır, eh niye tapınıyorsunuz onlara? Niye onlara söz hakkı tanıyorsunuz
hayatınızda? Niye uyguluyorsunuz onların yasalarını? Ve niye kulluk ediyorsunuz
onlara? Neden Rab biliyorsunuz onları? Neden? Neden işlerinizi onlara havale
ediyorsunuz? Neden hukuku Allah bilmiyormuş gibi onların kapısında hukuk
dileniyorsunuz? Neden Allah yasaları dururken onlara yasa belirleme hakkı
tanıyorsunuz? Neden velî ve hakim biliyorsunuz onları? Başka değil sadece şirk
mantığı diyoruz buna.
Evet nasıl
olsa Allah’ın ihtiyacı yoktur ama bu beriki tanrılarımız fakirdir onlara vermek
zorundayız diyorlardı. Bir de aslında an-lıyoruz ki bu adamlar Allah’tan
korkmuyorlar ama öteki tanrılardan, idarecilerden, egemen güçlerden
korkuyorlardı. Çünkü demin de ifa-de ettiğim gibi Allah’a ayrılanlar toplumda
gariban fakir fukaraya harcanıyordu. Bunların haklarını vermedikleri zaman
onlardan kendilerine gelebilecek bir tehlike yoktu, ama beriki egemen
tanrılara, siyasal tanrılara vermedikleri zaman onlardan gelebilecek hapis
gibi, başka cezalar gibi şeylerden korkuyorlardı ve onların haklarını derhal
ödü-yorlardı.
Tıpkı şu anda bu ülkenin
müşrikleri gibi. Mallarından bir hisse Allah’a ayırıp bu zekâttır, bu Allah’ın
hakkıdır diyen, sonra mallarından bir ikinci hisse daha ayırıp bu vergidir, bu
egemen güçlerin hakkıdır diyen ve Allah’a ayırdıklarında bir eksilme olursa
tâğutlara ayırdıklarından bu tarafa takviye yapmayan, ne yapalım az kazandık di-yen,
ama tâğutlara ayırdıklarında bir eksilme olduğu zaman da Allah’a
ayırdıklarından alıp o tarafa takviye yaparak onu mutlaka ödemeye çalışan
kimseler gibi. Kendilerine o malları mülkleri veren Allah’tan korkmuyorlar
adamlar ama öteki tanrılarından korktukları için onların haklarını hemen ödüyorlar.
Evet Allah için ayrılan verilmese
de olur ama öteki tanrılar ihmal edilmemeliydi. Önemli olan Allah’ın rızası
değil öteki tanrıların rızasıydı. Allah’ı kızdırsalar da fark etmezdi, önemli
olan öteki tanrıları kızdırmamalarıydı. Önemli olan bu tanrıların şişmesiydi.
Önemli olan bu tanrıların bu tür kaynaklardan beslenerek güç ve kuvvetlerini, egemenliklerini
sürdürmeleriydi. Öyle değil mi? Fakir ve güçsüz dü-şerek bu tanrıları yüzden
gözden düşerse bu adamların hayatı nasıl olurdu? Önemli olan bu tanrıların göz
dolduracak bir biçimde hayat-larını sürdürmeleriydi. Fakir fukara yaşamayıverse
ne olacak? Zaten yaşamayı ne bilir de onlar? Efendilerinin yaşadıkları hayat da
zaten onlar için değil miydi? Önemli olan efendilerin debdebeli ve şaşaalı bir hayat
yaşamasıdır gerisinin hiç bir önemi yoktur kölelerin gözünde. Efendilerin büyümesi,
şişmesi onlar için en büyük şereftir.
Evet işte
şirk, işte şirkin mantığı, işte müşrikler ve işte şirk di-ninin şekillendirdiği
bir hayat. Bir de şunu söyleyelim burada: Şirk an-layışı, şirk mantığı müşrikin
hayatında ilk önce ekonomik anlayışında kendisini gösterir. Yâni bir adamın
müşrik mi, değil mi? Olduğunu an-lamak istiyorsanız onun mal anlayışına,
ekonomik dünyasına bir bakmanız yeterli olacaktır. Şirk anlayışı önce kişinin
mala bakışında te-zahür eder. Şirk anlayışı kişilerin hayatında öyle israf
yolları açar ki kapanması bir ömür içine sığdırılamaz. Öteki tanrılarının kınamasın-dan
korkusu sebebiyle yaya yürüyemediği için araba almak zorun-dadır. Çevre putunun
kendisini yadırgayacağından korktuğu için ara-banın en pahalısına ve
modellisine binmek zorundadır. Yamalı giye-mediği için hep yenisini almak
zorundadır. Ayakkabısını tamir ettirmekten utandığı için hep yenisine yetişmek
zorundadır. Modası geçti endişesiyle üç aylık elbisesini soymak ve yerine yenilerini
almak zo-rundadır. Meslek icabı, mevki icabı şöyle bir evde oturmaktan haya
ettiği için böyle bir villada oturmak zorundadır. Gelen m
Evet Allah’tan başka tanrıların
da varlığına inanan, hayatında onların da hatırını kazanabilmek için çırpınan
bir müşrik bu tanrıları hatırına hayatında öyle olmadık gedikler açar ki bir
ömür boyu çır-pınır durur da yine de bir türlü kapatamaz bu gedikleri. Bu put
adına, bu spor adına, bu klik adına, bu parti adına, bu makam adına, bu sosyal
hayat adına, bu şöhret adına, bu alkış adına, bu toplum a-dına, bu çevre adına,
bu mevki adına diyecek ve harcadıkça harcayacak.
Evet böyle
topluma, çevreye, modaya, âdetlere, törelere de kulluk edilirse hayat böyle
olur işte. Müşrikin hayatı böyledir. Şunu da memnun edebildim mi acaba? Şunun
da gözüne girebildim mi acaba? Şunların sofrasında da ben konuşuluyor muyum
acaba? diye bir ömür boyu çırpınır durur müşrik. Çünkü sadece Allah’ın kulu
değildir o. Sadece Allah’a karşı sorumlu değildir. Onun sorumlu olduğu kulluk
yaptığı başka tanrıları da vardır. Halbuki Müslümanın hayatında sadece hakim
güç Allah’tır. Allah kendisinden razı olduktan sonra tüm dünya kınasa vız gelir
onun için. Razı edeceği varlık tek olduğu için de çok rahattır Müslüman. Kalbi
parça parça değildir onun. Çok efendiyi razı etmek için yorulmuş bir adam
değildir o. Rabbi kendisinden razı mı tamam rahattır o. Evet Müslümanın
kazanırken de harcarken de hayatında hakim güç sadece Allah’tır.
Müşrikler
mallarını parçalayıp onun bir bölümünde Allah’tan başka tanrıları söz sahibi
kabul ettikleri gibi, bir de zamanı parçala yıp o konuda da ikilem yaşayan insanlardır.
Görüyoruz işte adamlar zamanı da parçalıyorlar. Allah’ın kendilerine lütfettiği
yirmi dört saatin sadece iki saatini Allah’a verdiler, iki saatini Allah’a
ayırdılar bu Allah’a yeter dedeliler ve geriye kalan yirmi iki saatini kendilerine
ayırdılar bu bize ait dediler. Mekân konusunda da aynı ayırımı yapıyorlar
müşrikler. Şuralara şuralara Allah karışır, ama şuralarda şuralarda filanların
hükmü geçerlidir diyorlar. Tamam mescitlerde Allah söz sa-hibidir ama onun
dışında kalan yerlerde bizim söz sahibi başka tanrılarımız vardır diyorlar. Bu
kadarı Allah’a yeter diyorlar. Allah öyle hayatımızın her bölümüne karışmamalı
diyorlar. Yüzde on, yüzde yirmi Allah’a yeter diyorlar ama geri kalan yüz de
seksen doksanını kendi keyiflerine, kendi putlarına ayırıyorlar.
Âyeti bir
de şöyle anlamaya çalışıyoruz: Ayırsınlar bakalım, kendilerince taksim
etsinler. Ama bilsinler böyle bir mantıkla Allah’a ayırdıkları asla Allah’a
gitmez, Allah asla böyle bir ayırımı kabul et-mez. Put yanında düşünülen, putla
birlik düşünülen, ortaklı düşünülen bir Allah hakkı Allah tarafından asla kabul
görmez. Öyleyse putlarına ayırdıkları elbette putlarına gider, ama böyle şirk
içinde bir ayırımı Allah kesinlikle kabul etmeyecektir. Yarın putları,
kendileri, ayırdıkları, verdikleri hepsi birden cehennemde birbirlerine lânetleşecekler.
Bu hainle onu bekliyorlar.
Evet,
Allah’la birlikte O’nun yanında başkalarını da ilahlık makamında gören bu
insanlar, Allah’ın kendilerine lütfettiği o malları konusunda bir pay
ayırıyorlar ve diyorlar ki; ya Rabbi bu
senindir. Bu senin hakkındır, ama şunlar da bizim tanrılarındır. Bizim
hayatımızı düzenleyecek, bizi bize bırakacak, bizim kendileriyle ilişkilerimizi
ayarlayacak sana ortak bildiğimiz, yasalarını uyguladığımız, kulu kölesi
olduğumuz öteki tanrılarımızındır. O ortaklarına ayırdıkları asla Al-lah’a
ulaşmaz. Ama bu Allah’ındır dedikleri onların putlarına, ilahlarına varır
ulaşır. Allah diyor ki:
Ne kadar da
kötü hükmediyorlar? Ne kadar çirkin ve âdî bir iş yapıyorlar? Hiç düşünmüyorlar
mı bu adamlar? Hiç akılları yok mu bunların? Bu kendilerinin sahip oldukları
ekinlerde ve hayvanlarda, bu mallarında Allah’tan başka kimlerin hakkı
olabilir? Bunları kim verdi onlara? Mallarını peşkeş çekmeye çalıştıkları bu
yeryüzü tanrılarının, bu tanrı taslaklarının ne hakları olabilecek de bu mallarında?
Dünyada tanrılığa soyunmuş bu âciz tanrı taslaklarının, bu âciz tanrıçaların
tamamı toplansalar acaba o hayvanlardan bir tanesini yaratabilecekler mi?
Bırakın bir hayvan veya canlı yaratmayı o hayvanların beslenebilmesi için
gökten bir damla yağmur yağdırabilecekler mi bu tanrı taslakları? Bir tek
buğday tanesi bitirebilecekler mi onlar yeryüzünde? Hiç düşünmüyorlar mı bu
insanlar? Ne hakla veriyorlar mallarını onlara? Hangi hakla mallarında söz
sahibi kabul ediyorlar bu adamları?
Hayır hayır, ekinlerin de,
hayvanların da, o hayvanların sahip-lerinin de sahibi Allah’tır. Hayatın sahibi
Allah’tır. Göklerin ve yerlerin sahibi Allah’tır. Gecenin sahibi, gündüzün
sahibi Allah’tır. Mallarımız da mülklerimiz de hayatımız da Allah’ındır. Bizler
şu anda birer emânetçiyiz. Ve emânetin sahibi de Hayy’dir, hayattadır. Emanetin
sahibi olan Rabbimiz bütün bu verdiklerini nerede ve nasıl harcamamızı, nerede
ve nasıl kullanmamızı istiyorsa oralarda harcamak ve kullanmak zorundayız.
Mallarımız emânettir, evlâtlarımız emânettir, bedenlerimiz emânettir, akıl emânettir,
bilgi emânettir, zaman emânettir her şey emânettir ve emânetin sahibi de
hayattadır. Tüm bu verdiklerini nerede ve nasıl kullanacağımızı O’na sormak
zorundayız. Ama müşrikler Allah’a sormayarak kendilerini bu konuda yetkili görmüşler
ve bu şekilde rezil bir hayatın adamı olmuşlar Allah korusun.
Bu âyet bana şunları anlattı:
Kimi arkadaşlarla görüşüyorum, beni sevdiklerini söylüyorlar, anlattığım
Kur’an’a şiddetle ihtiyaçlarının olduğunu, birlikte ders yapmamız gerektiğini
söylüyorlar. Tamam di-yorum, haftada bir akşam buluşup okuyalım, birlikte
anlamaya çalışalım. Bir iki hafta çok dikkatli dinliyorlar. Üçüncü hafta
soruyorum, bu hafta neredeyiz, kimin evindeyiz diye, adam başlıyor bin bir
mazeretler beyan etmeye. Efendim, arkadaşlardan birisi yola gitmiş, ötekisinin
m
Öyle değil de hiç olmazsa
haftanın bazı günlerini Allah’a ayırsanız, erken yatıp sahurda, seherde kalkıp
bu gece Allah’a gidece-ğim deseniz. Seheri değerlendirseniz, Rabbinizle, O’nun
kitabıyla da-ha bir yakın olsanız, hattâ gündüzünü de oruç tutsanız. Tabi bu, anneler
günü, babalar günü gibi Allah günü, peygamber günü anlamına gelmemelidir. Çok
iyi bilelim ki Allah’a ayrılanlar eğer bu mantıkla ay-rılmışsa asla Allah’a
ulaşmaz. Ya Rabbi, bak ben sana günümün şu kadarını ayırıyorum, ama geri
kalanları da artık sen idare et, onlara müdahale etme, onlar da bizim olsun
yani, göksümüzü gere gere ge-ri kalanı da kendimiz harcayalım demeye kimsenin
hakkı yoktur. Çünkü zamanı veren, imkânı veren, hayatı veren, ekini veren,
ürünü veren Allah olunca, elbette kine ne kadarını vereceğimiz O belirleyecektir.
Meselâ bize kulağı veren Allah’sa, ya Rabbi günde bir saat onu sana veriyorum,
geri kalanında de sen bana müdahale etmesen de rahat yaşasak demeye kimsenin
hakkı yoktur.
Peki bu müşriklerin bozukluğu sadece
malları konusunda mı-dır? Başka bozuklukları yok mu bunların? Evet her şeyleri
bozuktur bu adamların. Bakın:
²
137. “Böylece, putlara hizmet edenler, puta
tapanların çoğunu helâke sürüklemek, dinlerini karma karışık etmek için
çocuklarını öldürmelerini onlara iyi göstermişlerdir. Allah dileseydi bunu
yapamazlardı. Ey Muhammed! Sen onları ve iftiralarını bir tarafa bırak.”
İşte böylece müşriklere onların Allah berisinde söz
sahibi kabul ettikleri ve hayatlarında hâkimiyet hakkı verdikleri tanrıları, ilâhları,
ilâheleri çocuklarını öldürmelerini de güzel gösterdiler. İlâhları onlara öz
evlâtlarını öldürmelerini süslü ve mantıklı gösterdiler de onlar da öz
evlâtlarını öldürmeye başladılar. Şeytanlar, tâğutlar, egemen güçler bu zavallı
kullarının dinlerini ve hayatlarını bozmak için çocuklarını öldürmelerini
öğütlediler de bu zavallılar da bu tanrılarının telkinleriyle çocuklarını
öldürmeye koyuldular. Zavallı insanlar Rablerinin âyetlerini terk ettiler,
Rablerinin hayat programını reddettiler de kendilerini helâk etmek isteyen şeytanî
güçlere teslim oldular. Onlar da istedikleri gibi kullandılar onları. Mallarını
aldılar, yetmedi evlâtlarına da göz diktiler. Müşrik toplumlarda müşrik
kafaların hayatlarını kendilerine sorup yaşadıkları şeytanî güçlerin bir başka
oyununu görüyoruz burada. Çocuklarını öldürmeyi süslü göstermek.
Yâni onları
helâke ve inançlarında şaşkınlığa sevk ettiler. Peki bu nasıl bir şeydir? Yâni
insanların kendi öz evlâtlarını öldürmenin güzel gösterilmesini nasıl anlayacağız?
Nasıl olur da hem çocuk öldürülür, hem de güzel olur bu iş? Eğer adam baştan
şartlanırsa güzel olur. Hani öyle derler; kedi yavrusunu yemek istediği zaman, şöyle
gözlerini kapatır, onu güvercin yavrusu gibi tasavvur eder, kendini buna
şartlandırır, gözünü açarken bir hamlede saldırır, parçalar ve yermiş. Değilse
hiç kendi yavrusunu yiyebilir mi? Peki anneler, babalar çocuklarını yerlerken,
kumlara gömerlerken, toplum bataklıklarına gömerlerken, materyalist eğitim
çukurlarına gömerlerken başka bir şeye şartlanmadıklarını kim iddia edebilir?
İşte müşriklere Allah’ın or-tağıdır diye kulu kölesi oldukları varlıklar
çocuklarını öldürmeyi süslü ve güzel göstermişlerdir de böyle zevkle
öldürüyorlar.
Acaba
çocukları zevkle öldürmek, bıçağı almak, tabancayı al-mak veya başka bir
öldürücüyü alıp öldürmek midir? Veya ipe
bağla-yıp denize atmak mıdır? Veya bir başka öldürme yöntemi midir? Bakıyoruz
kitabımıza, işte bu sûrenin önceki âyetlerinde Rabbimiz ölü ve diri konusunda
farklı kavramlar öğretti bize. Kur’an’la beraber olan, vahyi tanıyan, vahiyle
yürüyen, vahiyle hareket eden kişi diri, onunla beraberliğini yitirenler de
ölüydü.
Öyleyse ne dersiniz, çocuklarını
kitapsız ve peygambersiz bırakanlar onları öldürmemişler mi? Bunu gayet rahat,
neşeyle yapmı-yorlar mı bu insanlar? Belki ben çocuğumu kendi ellerimle öldürüyorum
diyenleri göremezsiniz bugün. Ama meselâ bir anne ve baba canı ciğeri bildiği kızını
evleneceği kocaya elleriyle götürüp teslim ediyorlar değil mi? Neden? Çünkü bu
bir inanç işidir, öylece yapılmasına inanmışlardır. Onun mantığını kavrayınca
çok rahat evlerinden çıkarıyorlar. İşte bu müşrikler de kendi kendilerine bir
mantık geliştiriyorlar, diyorlar ki bu çocuk ölmeli, öldürülmeli, bu çocuk
ortadan kaldırılmalı, bu çocuk benim soframa oturmamalı, bunu
kabulleniyorlar.
Evet müşrik
insanların tanrıları olan bu şeytanî güçler, bu ta-ğutlar, Allah berisinde
topluma egemen olan bu tanrı taslakları kullarının dünyada sıfırı tüketmeleri
için, dünyada acı bir hayat yaşamaları için, kendi kendilerini yiyip bitirip
mahvetmeleri için, öbür tarafta da cehenneme yuvarlanmaları için onlara kendi
öz evlâtlarını bile öldürmelerini tavsiye ediyorlar. Ne kadar acı değil mi?
İnsanlar Allah’ı bırakacaklar, Allah’ın sistemini bırakacaklar, sonra Allah
berisinde birilerini tanrı kabul edecekler, onların kanunlarını uygulamaya
çalışacaklar, onlara kul köle olacaklar ve sonra da bu tanrı taslakları
velâyetlerini ellerine aldıkları bu kullarının mallarını, mülklerini ellerinden
alacak, çoluk çocuklarına göz dikecekler ve diyecekler ki:
Ey benim gönüllü kullarım! Ey
gerçek Rablerini terk ettikleri için benim kucağıma düşmek zorunda kalan akıllı
kullarım! Ben sizleri düşünürüm! Siz beni dinleyin gerisine karışmayın! Sizin
fazla mala, mülke ihtiyacınız yoktur! Sizin fazla çocuğa da ihtiyacınız yoktur!
Sa-kın ha fazla çocuk sahibi olarak bana vermeniz gerekenleri, bana ye-dirmeniz
gerekenleri onlara yedirmeye kalkışmayasınız! Sizler akıllı insanlarsınız!
Akıllı oluşunuz Rabbinizi terk etmenizden bellidir. Böyle akıllı, kültürlü,
aydın insanlar olarak sizler her şeyden önce beni düşünmek, bizi hesap etmek
zorundasınız. Onun için de çok fazla çocuk yapmamalısınız. Bazen ana rahminde
onları henüz dünyaya ge-tirmeden öldürmelisiniz. Bazen ana rahmine düştüğü
andan itibaren öldürmelisiniz. Bazen de dünyaya geldikten sonra defterlerini
dürmelisiniz onların.
Hem sizler merak etmeyin, ben
bunların tümünü sizin için düşünüveriyorum. Öldürme usullerinin tümünü sizin
ayağınıza kadar getiririm ben, siz hiç merak etmeyin. Bu benim işimdir. Aksi
takdirde sizler çok çocuk sahibi olduğunuz zaman benim hayatım daralacak. Şey
yanlış söyledim yâni o zaman sizin hayatınız daralacak. O çocuklara harcadığınız
zaman bana harcamanız azalacak. Yo yine yanlış söyledim, kendinize harcamanız
kısılacak demek istedim diyerek tanrılar emir veriyorlar kullarına ve zavallı
kullar da onların telkinlerine boyun bükerek çocuklarını öldürüyorlar. Halbuki
hepsi yalan. Hepsi yutturmaca. Eğer bu sahte tanrılar, bu egemen güçler, toplumun
ka-nını emmeye çalışan bu bir avuç tâğutî ve şeytanî güçler bu ülkenin
ekonomisini bozmasalar vallahi de, billahi de bu ülke şu andaki nüfusunun üç
misli nüfusu bile besleyecek imkânlara sahiptir. Yalan söy-lüyor hainler. Yalan
söylüyor insanlık katilleri.
Çünkü rızkı
ayarlayanlar, rızkı taksim edenler, rızkı yaratanlar onlar değil Allah’tır.
Allah yarattıklarını asla ihmal etmez. Yeryüzünde ne kadar insan varsa ona göre
rızık yaratan Allah’tır. Yeryüzünde Al-lahlığa soyunan bu doymazlar yalan
söylüyorlar. Ne kadar insan az olursa o kadar çok şişebileceklerine inanıyor bu
zâlimler.
Tamam
bunlar zâlim, ya bunlara kulluk edenlere ne demek lâzım? Onlar da en az bunlar
kadar zâlim değiller mi? Evet şirk onlara da, bunlara da bunu yaptırıyordu. Ya
doğmadan önce ana rahminde, ya daha evvel kontrol haplarıyla, ya doğduktan
sonra namus korkusu ve ar duygusuyla, damada teslim acısıyla ya da ekonomik sebepler
yüzünden çocuklarını öldürüyorlar, ya da doğduktan sonra onları dinsiz
bırakarak, eğitimsiz bırakarak, materyalist bir eğitim sistemine terk ederek
onları öldürüyorlar.
Müşriki
buna iten bir başka temel felsefe de bencillik duygu-sudur. Hayatını yaşama,
hayatını bir başkasıyla paylaşmama mantığıdır. Batıdaki kâfirler buna
inandıkları için orada ayrıca devlet baskısına gerek kalmamıştır. Ama halkı
Müslüman olan ülkelerde bu iş devlet baskısıyla gerçekleştirilmektedir.
Peki
dertleri ne bu adamların? Birinci dertlerini söyledim, kendi karınlarını
şişirmek ve insanları daha çok sömürmek istiyorlar. İkinci dertlerine gelince,
o da aman İsmail oğulları çoğalıp da bize kafa tutacak duruma gelmesinler.
Köleler palazlanıp da bize isyan edecek konuma gelmesinler diye efendilerimiz
tedbirler düşünüyorlar. Kölelere efendileri bunları empoze ediyorlar.
Demek ki insanlar
vahyi tanımazlar, Allah’tan başkalarını da dinlerler, Allah’tan başkalarına da
kul köle olurlarsa, işlerini onlara havale ederlerse; onlar da onların işlerini
bozarlar, dinlerini karmaka-rışık hale getirirler. Böylece işte bu tür İslâm
dışı anlayışları onlara güzel göstermeye devam ederler.
Eğer bizler
hayatımızı düzenleme konusunda yalnız Allah’ı dinler, yalnız vahye kulak
verirsek, bize Allah ve Resulünün dediklerini aktaranlara kulak verirsek,
yalnız vahiy gözlüğüyle hadiselere bak-maya çalışırsak o zaman dinimizi
kurtarma imkânını elde edebiliriz. Değilse vahyi tanımayan insan şeytanı da
tanıyamaz. Şeytanın oyunlarını da, tâğutların oyunlarını da tanıyamaz.
Eğer şu anda bizler vahyi bir
kenara bırakır da başkalarını dinlemeye çalışır, başkalarının sözlerini vahiy
yerine koyarsak o zaman Allah korusunun dinimizi karmakarışık hale getirir,
yolumuzu kaybederiz. Zaten âyet-i kerimede Rabbimiz, o başkalarının insanların
dinlerini karmakarışık hale getirmek istediklerini anlatıyor. Bu şeytanlar, bu şeytanî
güçler, bu tâğutlar, bu tanrı taslakları insanların dinlerini bozmaya, Allah dinini
karıştırmaya ve sonunda Allah vahyi yerine kendi vahiylerini yerleştirmeye o
kadar taliptirler ki bu uğurda yapamayacakları, fedâ edemeyecekleri bir şey
yoktur. Çünkü toplumu bitirmek ve kendileri egemen olarak kalmak istemektedir
bu hainler. Zaten kendi öz evlâtlarını öldüren bir toplumun geleceği bitmiş demektir.
Kendinden başkalarını düşünemeyecek kadar canavarlaşmış bir toplumun sonu
yıkımdan başka bir şey değildir.
Yeryüzünde
kendilerinin dışındaki tüm toplumları yok etmek isteyen zâlim güçler o
toplumların karşısına resmi bir din çıkarırlar. Allah diniyle ilgisi olmayan
resmi bir din. Yürürlükteki resmi ideolojiyle, resmi sistemle çatışmayan ve
hayata asla karışmayan bir din. Müslümanlar eğer bu resmi ideolojinin
kendilerine dayattığı dine göre değil de Allah dinine göre hareket etmeyi
becerebilirler, dinlerini vahiyden almaya çalışırlarsa ancak o zaman
kurtulabileceklerdir. Bunun başka hiçbir yolu ve çaresi de yoktur.
Bu yeryüzü
tanrılarından, bu tanrı taslaklarından korkmaya da gerek yoktur. Bakın âyetin
sonunda Rabbimiz buyurur ki:
Ama bu
hainlerin insanlara çocuklarını öldürmeyi süslü göstermeleri sakın onların
güçlü oldukları zehabına götürmesin sizi. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, ne
dümen çevirirlerse çevirsinler. Bilesin ki onlar gerçek güç ve kuvvet sahibi
değillerdir. Gerçek güç ve kuvvet sahibi Allah’tır. Eğer Allah dileseydi onlar
bu numaraların hiç birisini yapamazlardı. Eğer onlar şu anda bir şeyler
yapabiliyorlarsa Allah müsaade ettiği için bunu yapabiliyorlar. Allah izin
vermeseydi ne onlar Rablik iddiasında bulunabilirler ne de berikiler onların
kulu kölesi olabilirlerdi. Allah dilemeseydi ne onlar insanların dinlerini
karıştırabilirler, ne de berikiler onların bozuk dinlerine tâbi olabilirlerdi.
Allah dileseydi bunların hiç birisi yanlışa gitmezlerdi. Ama Allah onların
yollarını açıvermiş sapsınlar, sapıtsınlar ve sonunda cehennemi boylasınlar
diye.
Öyleyse
bırakıver onları ey peygamberim. Salıver onları bildikleri gibi yaşasınlar
kendi sapıklıkları içinde. Kendi dinleriyle, kendi şirkleriyle, kendi
yollarıyla, kendi tanrılarıyla ve iftiralarıyla baş başa bırakıver onları. Sen
yalnız Allah’ı dinle. Sen sadece Rabbinin vahyine kulak ver, O’na dayan, O’na
güven, O’na sarıl ve yoluna devam et. Nasıl olsa bir gün Allah’ın huzuruna
gelecekler ve hesap verecekler o hainler.
Müşriklerin
yanlışlarından birisi daha gündeme geliyor bundan sonraki âyet-i kerimede:
138.
"Bu hayvanlar ve ekinleri dilediğimizden başka-sının yemesi yasaktır; bir
kısım hayvanların sırtlarına yük vurmak da haramdır" iddiasında bulunarak
ve bir kısım hayvanları keserken de Allah'ın adını anmamak sûretiyle O’ na
iftira ederler. Allah, yaptıkları iftiralara karşı onları cezalandıracaktır.”
.
Burada da
bir başka şirk mantığını anlatıyor Rabbimiz. Aslında şirk sistemlerinin hiç
birisinin mantığı yoktur. Vahye dayanmadıklarından yaptıkları her şey saçma,
her şey tutarsızdır. Önceki âyetlerde hayvanlar konusundaki tutarsızlıklarını,
saçmalıklarını görmüştük, burada da yeme içme konusunda, yiyecek ve içecekler
konusundaki tutarsızlıklarını görüyoruz.
Diyorlar ki
şu hayvanları ve şu ekinleri bizim dilediğimizden başkalarının yemesi yasaktır.
Şu hayvanlara ve ekinlere yaklaşmak yasaktır. Bunlara dokunmak, bunları
kullanmak, binmek, dokunmak, yaklaşmak, yemek, içmek yasaktır. Kendilerince,
kendi zanlarınca, kendi ümniyelerince diyorlardı ki, bunları bizim dilediklerimizin
dışın-da hiç kimse yiyemez. Şu hayvanların sırtları, onların sırtlarındakiler
haram kılındı. Şu hayvanların üzerine de onların kesimi esnasında Allah’ın adı
anılamaz. Onlar kesilirken besmele çekilemez diyerek Al-lah’a iftira
ediyorlardı. Besmelesiz adamlar. Tanrı da böyle ister di-yerek kendi anlayışlarını
kutsamaya çalışıyorlar. Hiçbir delilleri de yoktur bu konuda. Yâni İbrahim
aleyhisselâm böyle dedi diye filan değil. Buhâri’de gördük, Müslim’de okuduk
filan diye değil. Kendi zanlarınca, kendilerince öyledir de onun için.
Demek ki bunu yaparlarken
dayandıkları ne? Sebep ne? De-dim ya şirkin mantığı olmaz. Belki de şu anda yeryüzünde
hayvan kesimini hoş görmeyen adlarına Vegetarian mı ne deniyor et yemez-lerin
yaptığı da bu mantıksızlıktır işte. Günümüzde yok mu bunlar? Bir düşünün
hayatınızdaki dokunulmazları. Bunlara dokunmayın! Bunlara kimse karışamaz! Bu
konulara tanrı bile karışamaz! Bunlara Allah bile müdahale edemez! Allah bile
bu yasakları değiştiremez, kaldıramaz dercesine hayata yerleştirilen nice
dokunulmaz vardır değil mi? Hâşâ âyet de getirseniz, hadis de okusanız bu konu
böyledir denen nice hürmetler, nice tabular var bugün. Yeme-içme konularında,
giyim-kuşam konularında, dâvet-ziyafet konularında, sosyal ve siyasal ilişkiler
konusunda nice dokunulmaz tabular var. Bunlara Allah karışamaz! Bunların kurallarını
biz kendimiz koyarız! Diyerek hayatın kurallarını koymaya tek yetkili Allah’ı
diskalifiye ederek koyduğumuz kurallar.
İftiradır bunlar Allah’a. Allah
böyle bir şey demediği halde Al-lah adına koydukları bu kuralları Allah’a
onaylattırmaya çalışıyorlardı. Allah da böyle ister, Allah da bundan yanadır
diyerek iftira ediyorlardı Allah’a. Tıpkı kendi kafalarından bir din, bir sitem
belirleyip adına da demokrasi deyip, kendi tanrılarını kendileri seçip,
seçtikleri tanrılarını istedikleri biçimde etkileyip kendi kendilerine tapınıp
da Allah da bundan yanadır, Allah da böyle bir sistem önermektedir diyerek Allah’a
iftira etmeye çalışanlar gibi. Allah da laiklikten yanadır, Allah da fâizden
yanadır diyerek kendi yalanlarını
Allah’a onaylattırmaya çalışanlar gibi.
Diyorlar ki
şu hayvanların sırtları haramdır. Yâni onların sırt-larına binmek, sırtlarına
yük vurmak ve bu şekilde onları kullanmak yasaktır. Bu hayvanlar bu işlerde
kullanılmayacak ve yeryüzünde serbest dolaşacaklardır diyorlardı. Mâide’de Rabbimiz
bunu biraz daha açık anlatır.
Peki niye
yapıyorlardı bunu? Neden bu tür kurallar koyuyor-lardı? Allah diyor ki iftira
en aleyh. Allah’a iftira etmek için yapıyorlardı bunu. Müşriklerin
hayatında bu tür şeyler sayılamayacak kadar çoktur. Kendilerince yasa korlar,
kendilerince haram belirlerler, kendilerince yasaklar koyarlar, kendilerince
iyi kötü belirlerler. Halbuki sûrenin önceki bölümlerinde söylemişti Rabbimiz,
insanların böyle bir hakları yoktur. İnsanların haram helâl belirleme, iyi kötü
belirleme yetkileri kesinlikle yoktur. Bu hak ve yetki sadece Allah’a aittir.
Bu ye-nir, bu yenmez. Bu içilir, bu içilmez. Bu haram, bu helâl. Bu iyi, bu
kötü. Bu giyilir, bu giyilmez. Bu kullanılır, bu kullanılmaz deme hakkı sadece
Allah’a aittir.
Çünkü göklerin ve yerlerin
yaratıcısı O’dur. Göktekiler ve yerdekilerin tümünün sahibi ve Mâliki Odur.
Mâlik oysa; mülkü üzerinde söz söyleme ve karar verme yetkisi de sadece O’na
aittir. Kim ki Allah’ın mülkü üzerinde Allah demediği halde bu haramdır, bu
helâldir diyerek hüküm vermeye kalkışırsa o Allah’a iftira ediyor demektir.
İftirasının cezasını da cehennemde Rabbimiz verecektir ona. Kendi varlıkları,
kendi yaratılışları üzerinde bile yetkileri, egemenlik hakları olmayan bu
insanlar nasıl oluyor da birbirlerine egemenlik iddiasında bulunarak Allah
demediği halde haram helâl sınırları belirlemeye kalkışıyorlar? Bunu anlamak gerçekten
mümkün değildir.
Be Kur’an’da, ben Bakara’da, ben
Nisâ’da, ben Kurtubî’de, ben Taberî’de böyle bir rivayet gördüm de ondan dolayı
demiyorlar, öyle uygun görüyorlar. Akıllarına estiği gibi haram helâl yasaları
be-lirliyorlar. Onlar diyecek haram, onlar diyecek helâl, onlar isteyecek
yiyecekler, onlar isteyecek yemeyecekler. Onlar şöyle giyinin diyecekler öyle
giyinecekler, böyle soyunun diyecekler soyunacaklar.
Bugüne taşıyın bunu. Var mı bizde
de öyle durumlar? Var mı bizde de böyle kendilerine dokunulmazlık izafe edilenler?
Bunu Allah bile değiştiremez dercesine kesin âyetlere ve hadislere rağmen bu
böyledir denenler. Yeme içmeden giyim kuşama, sosyal ilişkilerden eğitime,
düğünden derneğe, dâvetten ziyafete kadar Allah’ı karıştırmamaya çalıştığımız
nice alanlar, biz biliriz, kuralını biz koyarız dediğimiz nice hayat birimleri
var değil mi?
Ve yine
dediler ki:
139. “Bu hayvanların
karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize
yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olurlar" dediler. Allah bu türlü
sözlerin cezasını verecektir, çünkü O hakimdir, bilendir.”
Evet şu hayvanların karınlarında olanlar sadece erkeklerimize
mahsus olup kadınlarımıza yasaktır. Eğer hayvanların karınlarında olan yavrular
sağ doğacak olurlarsa bu kadınlarımıza yasaktır, yok eğer bu yavrular ölü
doğacak olurlarsa, o zaman kadınlarımız da, erkeklerimiz de birlikte ondan
istifade edebilirler. Toplumda egemen konumda olanlar diledikleri gibi
hükmediyorlar. Görüyor musunuz? Erkeklerin egemenliğini? Görüyor musunuz
güçlülerin egemenliğini? Bu hayvanlar toplumun bir kısmına helâl, ama bir
kısmına haram. Güçlülere, egemen olanlara helâl, ama zayıf gördükleri kadınlara
ha-ram.
Müşrik toplumların görüntüsüdür
bu. Eğer toplumda egemen güçler erkeklerse yasayı kendi lehlerinde
belirliyorlar. Yok eğer kadınlarsa bu sefer de onlar kendi lehlerine yasa
koyuyorlar. Eğer toplumda egemen güçler hırsızlarsa bu sefer de yasa onların
lehine işle-yecektir. Homoseksüellerin egemen olduğu toplumlarda da yasa onların
lehine işlemeye başlayacaktır. Demokrasi bu, ne olacağı belli olmaz. Toplumda
egemen güç Allah olmazsa bir taraftan öbür tarafa kayıp duracaktır denge.
Meselâ şu anda bizim toplumda içki
kimilerine serbest ama kimilerine yasak. Zina kimilerine serbest ama kimilerine
yasak. Dokunulmaz olanlar, egemen olanlar istedikleri suçları işleyecekler ama
ötekilere yasaktır bunlar. Kim dedi bunu? Kim verdi bu yetkiyi? Kim çizdi bu
sınırları? Kim koydu bu kuralları? Eğer Allah kullarının tümüne eşit haklar
vermişse bu Allah’a iftira değil de nedir?
Evet bu da
Allah’a ayrı bir iftira türüdür. Erkeklere serbest ka-dınlara haram. Nerden
çıkarıyorlar bunu? Kadınlardan farklı olarak erkeklerin ne yetkileri var ki
kendi lehlerine hüküm verebiliyorlar? Da-yandıkları hiçbir delilleri yoktur bu
konuda. Sadece hevâ ve heveslerine takılıyorlar. Hevâ ve heveslerini Allah
bilgisi yerine ikame edip, hayatın sahibi olan, tüm bu nimetlerin sahibi olan
Allah böyle bir şey demediği halde kendi kendilerine böyle zırvalarda bulunuyorlar.
Kafalarına göre takılıyorlar.
140. “Beyinsizlikleri yüzünden, körü körüne çocuklarını
öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği nîmetleri Allah'a iftira ederek
haram sayanlar mahvolmuşlardır; onlar sapıtmışlardır, zaten doğru yolda da değillerdi.”
Bilgisizce, beyinsizce çocuklarını öldürenler dünyada da uk-baa
da hüsrana mahkum olmuş, kaybetmiş insanlardır. Sefih; hayrını şerrini, kârını
zararını bilmeyen akılsız beyinsiz kimse demektir. Menfaatini, ziyanını
bilemeyen zavallı kimse demektir. Yâni İbrahim milletinden, İbrahim dininden
yüz çevirmiş, Allah’a sormadan yaşayan zavallı insanlar. Kendi kendilerine
yazık eden, bilgisizce kendi elleriyle hayatlarını zorlaştıran beyinsiz
insanlar. Allah’ın kendilerine verdiği tertemiz rızkları durup dururken kendi
kendilerine haram kılan, hayvanlarını, mallarını başkalarına peşkeş çeken,
tanrı taslakları emretti diye öz evlâtlarını öldüren aptal kimselerdir bunlar.
Böyle kendi bilgisizlikleriyle
bir şeyler yaparlarken, bir şeyleri kendilerine haram kılarlarken de biz
bunları Allah adına haram kılıyoruz diyerek bir de utanmadan Allah’a iftira
ediyorlar. Allah namına biz karar veriyoruz, bize bu yetkiyi Allah vermiştir,
Allah da böyle yapma-mızı ister, Allah da bundan yanadır dercesine işledikleri
suçları, günahları Allah’a fatura etmeye çalışıyorlar. Allah’ı yönlendirmeye, Allah’a
akıl vermeye yol göstermeye çalışmaktadırlar. Halbuki Allah kendilerine ne
böyle bir yetki vermiş ne de bu yaptıklarını onaylamıştır. Bunlar cahildirler
yaptıkları şeylerin nedenini ve niçinini bilemeyecek kadar sefih kimselerdir.
Dünyada da
âhirette de kaybetmiş kimselerdir bunlar. Dün-yalarını da âhiretlerini de berbat
etmiş insanlar. Allah’ın helâl kıldığı tertemiz yiyecekleri kendilerine haram
kıldıkları için, mallarını başka-larının ağzına sundukları için, çocuklarını
öldürdükleri için dünyalarını karartıp berbat etmişler, ekonomilerini rezil
etmişler, sosyal hayatlarını çekilmez hallere, bunalımlara sürüklemişler.
Böylece sanki daha dünyadayken cehennemi yaşamaya başlamışlar ve işin en kötüsü
de öldükleri andan itibaren cehennemi boylayacaklardır bu adamlar.
Evet
çocuklarını öldürenler. Bundan önceki âyetlerde bu ko-nuda epey bir şeyler
demeye çalışmıştım. Sanki o çocuklarının hayatını kendileri vermiş gibi, sanki
hayatın sahibi kendileriymiş gibi o hayatı almaya çalışıyorlar. Halbuki o
çocuklarının hayatları da, kendilerinin hayatları da kendilerinden değildir. Kendilerini
yaratan da, ço-cuklarını var eden de Allah’tır. Yaptıkları bu kötü işle Allah’a
iftira edi-yorlar.
Bir de Allah’ın kendilerine
sunduğu tertemiz rızıkları haram kılarak Allah’a iftira ediyorlar. Hayatın
sahibi olan, hayata kurallar koymaya tek yetkili olan, haram-helal yasaları
belirlemeye tek yetkili olan Allah’tan bu yetkiyi alarak Allah’a iftira
ediyorlar. Allah bu işleri bilmez. Allah hayata karışmaz. Bu işleri biz biliriz
diyerek Allah’a iftira ediyorlar.
Meselâ bugün Allah’ın sunduğu tertemiz
rızıkları nasıl haram kılıyor insanlar? Bakın şu insanların hayatına. Evlenme
konusundan boşanmaya kadar insanlar Allah’ın kendilerine helal kıldıklarını haram
kılmaya çalışıyorlar. Tıpkı Allah kendilerine böyle bir şey demediği halde
evlenmeyi kendilerine haram kılan ruhbanlar gibi. Allah’ın ruhsat verdiği
ikinci, üçüncü evliliğin önüne barikatlar koymaya çalışanlar da aynısını
yapmaya çalışmıyorlar mı bugün? Tıpkı bir zamanlar insanlar arasından çıkıp;
kesinlikle ruhban olmazsanız, evlenmeyi ve savaşı terk etmezseniz, şehri terk
edip dağ başlarına çekilmezseniz beni razı edemezsiniz diye Allah bir emir
göndermediği halde, kendi kendilerine karar veren ruhbanlar gibi. Savaşı,
evlenmeyi kendilerine yasak edip sonunda hüsrana uğrayanlar gibi. Unutmayın ki
bu bir sapıklık ve hidâyetin dışına çıkmaktır.
141. “Çardaklı ve
çardaksız bağları inşa eden Allah'tır. Tatları çeşitli ekin ve hurmaları,
zeytin ve narı birbirine benzer ve benzemez şekilde yaratan O’ dur. Ürün
verdiği zaman ürününden yiyin, devşirildiği ve biçildiği gün de hakkını verin;
israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.”
Evet çardaklı çardaksız asmalar, bağlar bahçeler yaratan
Al-lah’tır. Bağlar bahçeler, hurmalar, hurmalıklar, ekinler, meyveler, ürünler
yaratmıştır Allah. Tadı, tuzu, rengi, özellikleri birbirine benzer, benzemez
faklı farklı meyveler yaratmıştır Allah. Aynı toprak, aynı su, aynı hava ama
bakın ki biri elma olmuş, diğeri ayva.
Madem ki
bütün bunları yaratıp size sunan Allah’tır öyleyse bütün bu nîmetleri nîmetin
vericisinin istediği yerde kullanın. Allah’ın sizin için yarattığı bu tertemiz
nîmetleri yiyin, için ama hasat zamanında da Allah’ın hakkını unutmayın. Tüm bu
nîmetleri size veren Rabbinize şükür olarak siz de Rabbinizin hatırı için Allah
kullarına onlardan haklarını verin.
Hasat
zamanından maksat kimilerine göre günlüktür, günlük geliri olanlar günlük
olarak kazancının durumuna göre onda bir, yirmide birini hemen elinden çıkarıp
Allah adına Allah kullarına ulaştırmak zorundadır. Kimilerine göre bu hasat zamanı
haftalıktır. Geliri haftalık olanlar da haftalık olarak bu infakı yerine
getirecek. Kimilerine göre aylıktır, bunlar da ay sonunda maaşlarını alır almaz
bunu gerçekleştirecek. Kimilerine göre bu yıllıktır yıl sonunda bu kimseler de
ürünlerinin onda, yirmide birini hemen elinden çıkarmak zorundadır.
Değilse
Allah korusun Kalem sûresinde anlatılan bahçe sahiplerinin durumuna düşmeyelim.
Aman bugün erkenden kalkıp bağımızı bozalım, ama kimse duymasın, fakirlerin
haberi olmasın demişlerdi de, Allah onlardan önce bir dâvetçi göndermiş ve
bağlarını bozuvermişti. Aman böyle yapmayalım. Ürünleri hasadı anında mutlaka
yoksullara, fakirlere de haklarını vermeliyiz. Ama haddi aşmamalı, çizgiyi
taşmamalıyız. Yâni ne çok az, ne de çok fazla olarak yapmayın. Çünkü Allah asla
müsrifleri, haddi aşan taşkınları sevmez.
Sûre
Mekke’de nâzil olduğuna göre bu âyetlerde emredilen hak zekât değildir.
Ulemânın ifadesine göre bu öşürdür, infaktır. Öşü-rün miktarı kelimenin
mânâsından da anlaşılacağı gibi yağmur sularıyla sulanan arazilerde onda bir,
kendi çabalarıyla sulanan arazilerin gelirinden de yirmide bir verilecektir.
Allah ve Resulü bu konuda yasayı belirlemiştir.
Evet
ürünlerimizin hasadı esnasında onda bir, yirmide bir Allah’ın hakkı olarak
Allah kullarına ulaştırmak zorundayız. Kaldırdığımız ürünlerin onda biri, yirmi
de biri bizim değil Müslümanlarındır. Ama gördüğüm bir çok insanlar Allah
korusun bunu unutmuş durumdadırlar. Rabbimizin bu ve bunun gibi âyetlerde
emrettiği öşür bugün unutulmuştur.
Allah’ın hakkını
Allah kullarına ulaştırın, ama verirken de israf etmeyin diyor Rabbimiz. İsraf
kişinin kendisini, hayatını ve malını bo-şa harcaması anlamına gelmektedir.
Kendisini bulunmaması gereken bir konumda bulunduran insan kendisini israf
etmiş demektir. Kulluk konumunda bulunması gereken kişinin kendisini kulluktan
uzaklaştırarak bir hayat yaşaması kendi kendisini israf etmesi demektir. Malını
o malın vericisi ve gerçek sahibi olan Allah’ın istemediği yerde harcayan kişi
de malını israf etmiş boşa harcamış demektir. Bu mallar bizimdir, bunları ben
kazandım, bu mallarımda hiç kimsenin hakkı yoktur diyen kişi de malını israf
etmiş, boşa harcamış demektir.
Evet israf nîmetleri yerinde
kullanmamak demektir. Şerde, haramda ve Allah’ın izin vermediği yerlerde kullanılan
her bir damla, her bir kuruş israftır. Helâlde, hayırda ve Allah’ın istediği
yerlerde kullanılan mallar ise israf değildir. Ama çocuklarımıza, kendimize ve
Müslümanlara verirken de İslâm saçıp savurarak kötü bir duruma gelmeyi de hoş
görmemektedir.
Evet Allah
böyle hem kendisini, hem kendi hayatını, hem de malını mülkünü israf edenleri,
boşa harcayanları asla sevmez. Her şeyini israf ederek kendisini sonunda cehenneme
götüren, ateşe atan kimseleri Allah asla sevmez. Kendini, elini, ayağını,
gözünü, kulağını ve de çevresini cehenneme taşıyan insanları Allah sevmez.
142. “Hayvanları da
yük ve kesim için yaratan Allah'tır. Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin,
şeytana ayak uydurmayın, o size apaçık bir düşmandır. ”
Evet at gibi, deve gibi, merkep gibi kimilerini yük
taşımak için, koyun gibi, keçi gibi, inek gibi, tavuk gibi kimilerini de
etinden, sütünden, yününden istifade edesiniz diye sizin için yaratan, sizin
emrinize âmâde kılan Allah’tır. En’âm, hayvanlar. Neydi en’âm? Hani bu sûreden
bir sûre sonra biraz daha tafsilatlı gelecek, sekiz çift varlıktır. Ko-yun,
keçi, sığır ve deve cinsinin erkeği ve dişisiyle sekiz çeşidi. Kimilerine
binersiniz, yük taşırsınız, ama kimilerini de döşek yapımında, yatak yapımında
kullanırsınız. Bunlardan yiyin, için ama sakın şeytanın adımlarına uymayın.
Peki ne demektir şeytanın adımları? Nasıl uyulur şeytanın adımlarına? Şeytan
bir yol tutturmuş gidiyorken eğer ben de onun arkasına düşüp onun gittiği
yoldan gidiyorsam işte ben onun adımlarına tâbi olmuşum demektir.
Peki acaba şeytan hangi yolda
yürümektedir? Bu ciddi bir konudur, öyleyse benim kafa yorduğum kadar Allah
için sizler de bu konuda biraz kafa yorun. Yorun da peygamber peşinde mi, peygamberin
adımlarına tâbi olarak mı, yoksa şeytan peşinde mi yürüyoruz bunu bir
anlayalım. Örflere, törelere, âdetlere, topluma, çevreye, modaya, yönetmeliklere
uymak mı? Babaya, anaya, efendiye, lidere, re-ise uymak mı? Yoksa Allah’ın
kitabına ve Resulünün sünnetine mi? Allah için bunu bir daha düşünelim
inşallah.
Bakın Rabbimiz
diyor ki; Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden yiyin, ama zinhar şeytanın
adımlarına uymayın. Peki acaba şu anda bana şeytanın adımlarını, izlerini
gösterebilecek birisi var mı? Peki ne anlayacağız o zaman? Acaba ben nerede
gidince şeytanın adımlarına uymuş olacağım, nerede yürümeyince onun adımlarını
ta-kip etmemiş olacağım? Onun için işi karıştırmak niyetiyle değil, ama anlamak
için sorular üretiyor, cevaplar bulmaya çalışıyoruz.
Hani Ensar’dan bir kadın din
endişesiyle gelip Resûlullah Efendimize sorar: “Ey Allah’ın Resûlü âdet döneminden
sonra nasıl te-mizleneceğiz?” Samimidir, başka kimden öğrenecektir bu dini? En
yetkiliye soracaktır elbette. Resûlullah Efendimiz iffet âbidesi olarak en
güzel biçimde ona cevabı verir. Ama acaba anlayamadım mı endişesiyle kadın
tekrar tekrar soruverir. Ama yâni nasıl ey Allah’ın Resûlü deyiverir. O esnada
Ayşe annemiz eteğinden tutup çeker ve; “Allah hayrını versin, biz kadınları
rezil ettin” diye uyarısını yapar. Allah’ın Resûlü buyurur ki; “ne mutlu Ensâr
kadınlarına, çünkü dinlerini öğrenmelerine hayaları engel olmuyor.”
İşte bizler de bu ölçüyü
kaybetmemeden yana olacağız. İşte bundan dolayı soruyoruz. Şeytanın adımlarına
tabi olmak nedir? Şeytan bir yolda yürür ve eğer ben de o yolda yürüsem ona
tabi olmuş olurum. Peki acaba şeytan hangi yolda yürür? Kaç numaralı otobanda
ki şeytan? Kasanın ucundan mı, kesenin yanından mı? Gerçekten bu ciddi bir
konudur, biraz kafa yoralım inşallah.
Şeytanın adımlarına tâbi olmak,
onun gösterdiği yolda yürümek demektir. Kitap ve peygamber rehberliğinde bir
hayat yaşamaktan uzaklaşmak demektir. Bir kişi vahyi tanımaz, Allah’ın istediği
bir hayat programını tanımazsa şeytanların yoluna girmekten başka ya-pabileceği
bir şey yoktur. Vahiyden habersiz bir kimse hangi şeytanın yoluna tâbi olursa
olsun sonunda sapmak zorunda kalacaktır. Çünkü şeytan vahyi bırakıp da
kendisine tâbi olan insanların yolunu ne yapar yapar İslâm’dan saptırır. Bunu
beceremezse eğer, muhatabı her şeye rağmen yine de İslâm’a girerse, bu sefer
de: o kişinin girdiği yolu, girdiği İslâm’ı eğri büğrü yapmaya çalışır. Yâni
adamın İslâm’ını bozar. Din yaşıyorum diye bidatleri karşısına çıkarır onun, ya
da din diye insanların sunduğu, aslını bir türlü öğrenemediği bir yığın felsefenin
içine çeker onu. Allah’ın kitabına,
peygamberin sünnetine değil de in-sanların kitaplarına, insanların sözlerine
sevk eder onu. Biraz daha açık söyleyelim; Allah’a değil de güneşlere, güneş
gibi büyüklere sec-de etmelerini sağlar. Allah dururken büyüklerin önünde secde
ettirir. Güneş aslında büyük yıldızdır değil mi? Böyle güneş gibi piyasada
yıldızı parlayan niceleri vardır ki, niceleri onlara secde etmektedirler,
onlara secde etmek için çırpınmaktadırlar Allah korusun.
Sadece
şeytana değil, şeytan adına hareket eden yeryüzü şeytanlarına da dikkat çekiyor
Rabbimiz. Belki de şeytanların, ya da yeryüzü şeytanlarının bugün en büyük başarılarından
birisi de bir mü'-mini diğer bir mü'min kardeşiyle iman adına savaştırmasıdır.
Yeryüzü şeytanları bugün mü'minleri mü'minlerle savaştırmaktadırlar. Hem de
din adına. Devletler planında böyledir, fertler planında da böyledir. Şeytanlar
müslümanları bölmüşler, gruplara, hiziplere ayırmışlar, tıpkı Firavun
taktiğiyle ve birbirleriyle savaştırmaktadırlar.
Allah
buyurur ki: Sakın ha sakın şeytanın size tarif ettiği hiç bir yola tabi
olmayın. Şeytanın yoluna tabi olmamanın yolu da Allahu Teâlâ’nın bu kitabında
bildirdiği küfür ve şirk yollarını bilmeye bağlıdır. Allah’ın yoluna tabi
olmanın yolu da yine Allahu Teâlâ’nın bu kitabın-da bildirmiş olduğu sırat-ı
müstakimi tanımakla mümkündür. Dikkat ederseniz Bakara sûresinde bu ikisi yan
yana anlatılmaktadır. Bir tarafta iman diğer tarafta küfür, bir tarafta İslâm
diğer tarafta şirk, bir tarafta Allah yolu diğer tarafta şeytan yolları olduğu
gibi ikili bir anlatımla anlatılmaktadır.
Ama unutmayalım ki, şeytanı ve onun saptırma
taktiklerini sadece tanımak bu kitapla mümkündür. Çünkü şeytanı ve yollarını
tanıtan sadece bu kitaptır. İslâm’ı tanımak da bu kitapla mümkündür. Öyleyse kitabı
tanırız, böylece şeytanı tanırız. Şeytanı tanırız, şeytan yolundan
uzaklaşırız, İslâm’ı tanırız, İslâm yoluna gireriz. Allah’ı tanırız, Allah
yoluna gireriz ve tüm şeytanlardan Allah’a sığınırız. Allah’ın kitabını ve
kitabın pratiği olan Resûlullah efendimizin sünnetini tanımayan bir kişinin
şeytanı da, onun yolunu da, onun insanları aldatma usullerini de tanıması
mümkün değildir. Tabiatıyla onu ve saptırma yöntemlerini tanımayan bir kişinin
ondan korunması da mümkün olmayacaktır.
Allah için
söyleyin, Rahmân’ın adımlarının peşi sıra mı, peygamberin adımlarının peşi sıra
mı, yoksa onların dışında bir şeylerin peşi sıra mı gidiyoruz? Rahmetli babamızın
bir bir adımlarını mı takip ediyoruz mu diyoruz, yoksa sosyal hayatı mı? Yoksa
biz modern ha-yatın gereklerini takip ediyoruz, bize lâzım olan da budur mu
diyo-ruz? Bunu tekrar düşünelim inşallah.
Evet Allah
size nimetler sunmuştur. Hem yüklerinizin taşınmasında, hem de yemeniz için
hayvanlar yaratmıştır. Kimilerinin yünlerinden istifade edersiniz. Yünlerinden
elbise yaparsınız, yatak yapıp üzerinde yatarsınız, çadır yaparsınız.
Kimilerinin etinden, kimilerinin derilerinden istifade edersiniz. Allah’ın
yarattığı bu hayvanlarda sizler için çok büyük menfaatler vardır.
Rabbimiz bu
hayvanlardan kimilerini de binmemiz ve üzerlerinde yüklerimizi taşımamız için
bizim emrimize âmâde kılmıştır. Zuh-ruf sûresinde bu hayvanlara binerken şöyle
dememizi istiyor Rabbi-miz:
“Her sınıf
varlığı yaratan O’ dur. Gemiler ve hayvanlardan binesiniz diye size binekler
var etmiştir. Bütün bunlar, üzerlerine oturunca Rabbinizin nîmetini anarak:
"Bunları buyruğumuza veren ne yücedir; zaten bizim takatimiz bunlara yetmezdi;
şüphesiz Rabbimize döneceğiz" demeniz içindir.”
(Zuhruf 1214)
Her sınıf
varlığı yaratan, hem de her şeyi çift yaratan Allah’tır. Tüm çiftleri yaratan
Allah’tır. Zaten kendisinin dışında her şey çifttir. Tatlı-ekşi, yağlı-tuzlu,
siyah-beyaz, iyi-kötü, erkek-dişi tüm sınıf ve türleri yaratan Allah’tır.
Buradaki "Ezvac" çiftler ifadesiyle kastedilen sadece erkek ve dişi
değildir. Allah tüm mahlukâtını böyle çift çift yaratmıştır. Ve sizin için
binesiniz taşınasınız diye denizlerde gemileri, karalarda da binit hayvanlarını
yaratıp hizmetinize sunan da yine Allah’tır. Sırtlarına binmeniz, etlerinden yemeniz,
sütlerinden istifade etmeniz için onları yaratıp sizin için zelil kılan, sizin
emrinize âmâde eyleyen Allah’tır.
Rabbimiz
yeryüzünün efendisi ve halifesi olarak yarattığı insana verdiği nîmetlerden söz
ettikten sonra kendisine verilen bunca nîmet karşısında insanın takınması gereken
tavrı anlatmaya başlıyor. Nîmet, nîmetin sahibini hatırlatır. Her nîmet bir
şükür gerektirir.
Onların
sırtlarına binip yerleştiğiniz zaman Rabbinizin nîmetlerini anarak, ya da
nîmetleriyle Rabbinizi anarak şöyle deyin: Bunları bize boyun eğdiren, bunları
bizim emrimize âmâde kılan Rabbimiz ne yücedir. Bunları bize ihsan eden
Rabbimizi tesbih ve tenzih ederiz. Eğer Rabbimiz bütün bunları bize vermeseydi
bunlara bizim gücümüz yetmezdi. Rabbimiz o kadar yüce, o kadar lütuf ve
merhamet sahidir ki bizler O’nun bize lütfettiği nîmetlere misliyle mukabele etmek
şöyle dursun hakkıyla teşekkür bile edemeyiz dememizi istiyor.
Düşünsenize: Bizden çok daha
güçlü bir hayvan nasıl oluyor da bize itaat ediyor? Bu gemiler denizde nasıl
yüzüyorlar? Bu suya kaldırma gücünü kim veriyor? Bütün bunları düşünmeden,
bütün bu nîmetleri bahşeden, bağışlayan Allah’ı tanımadan, O’na tevekkül et-meden
bir hayat yaşamamızı istemiyor Allah. Bu akıl ve vicdan sahibi bir varlığın işi
değildir.
"Allah’ın
Resulü bineceği binite ayağını koyunca "bismillah" der sonra hayvanın
üzerine bindiği zaman da "Elhamdü lillahi ala külli halin" diyerek
yukarıdaki âyeti okurdu. Arkasından üç tekbir alır üç de tehlil
getirirdi."
(Ebu Dâvûd, cihad 72)
Seferden
döndüğü zaman da "Âyibûna tâibûna lirabbi-na hâmidûna" Biz Rabbimize tevbe
ve hamd ederek dönüyoruz derdi.
(Buhârî)
Evet Rabbinizin sizin için yarattığı ve
sizin emrinize âmâde kıldığı bu hayvanlardan yiyin ama tüm bunları size vereni
asla unutmayın. Tüm bu hayvanları bizim için yaratmasaydı Rabbimiz bütün
bunları nereden bulabilirdik biz? Nîmet bedava gelince ve elde olunca, yâni onu
kaybetmeyince insan onun kıymetini anlamakta güçlük çekiyor. Gece bedava
elimizde, gündüz meccanen elimizde, su yanımızda, hayvanlar hizmetimizde,
etlerinden, sütlerinden, yünlerinden, ballarından istifade edip duruyoruz.
Güneş tepemizde sürekli varlığını ve nîmet yağdırmasını sürdürdükçe onların
kıymetini bile-miyor insanlar. Eğer tüm bu nîmetleri hayatımızdan kaldırıverseydi
Rabbimiz biz ne yapardık ne ederdik? Bir tanesini bile bulabilir miydik
bunların?
Veya bütün bu nîmetler Allah’tan
değil de insanlardan olsaydı onları bu kadar kolay kullanma imkânımız olur
muydu? Bütün bunları insanların elinden alabilmek için neler harcamamız, ne
bedeller ödememiz gerekecekti değil mi? İşte görüyoruz insanlar bir kaç alet edevat
icat ediyorlar, üstelik de bunları Allah’ın kendilerine lütfettiği akıl ve bu
aklın işleyeceği yeryüzünde Rabbimizin koyduğu yasaları sayesinde yapabiliyorlar,
ama buna rağmen adamların gururlarından yanlarına bile varılmıyor sanki çok
büyük bir şey yapmışlar gibi.
Allah’ın âyetlerini diskalifiye
ederek kendi âyetlerini hamd etmeye başlıyorlar. İşte biz şöyle büyüğüz, böyle
becerikliyiz, atom çağındayız, modern çağdayız filan. Sormak lâzım yeryüzünde
tanrılığa soyunmuş bu ahmaklara. Sormak lâzım Allah âyetlerini örterek kendi
âyetlerini kendi güçlerini ortaya koymaya çalışan sahte tanrılara. Sormak lâzım
bu sahte çağların sahte yaratıcılarına. Acaba sizler bir hayvan yaratabilecek
misiniz? Bir koyun, bir keçi yaratabilecek misiniz? Bırakın böyle büyüklerini
bir karınca yaratabilecek misiniz? Allah’ın size verdiği akılla bir şeyler yapabilen
sizler, nasıl oluyor da bir şeyler becermiş gibi kendinizi Allah makamında
görmeye başlıyorsunuz? Nasıl oluyor da yeryüzünde tanrılık pozları oynamaya kal-kışıyorsunuz?
Nasıl oluyor da Rabbinizi ve Rabbinizin size lütfettiği bu kadar nîmetlere
karşı nankörlük yapmaya çalışıyorsunuz? Niye Al-lah’ın âyetlerini örtmeye, diskalifiye
etmeye çalışıyorsunuz? Niye ha-yatınızda Allah’a söz hakkı vermemeye
çalışıyorsunuz? Allah’ı niye diskalifiye ederek yaşamaya kalkışıyorsunuz? Bu
gücü nereden alı-yorsunuz?
Evet
Rabbinizin yarattığı bu hayvanlardan, bu nîmetlerden yiyin ama sakın ha şeytanın
adımlarına uymayın. Çünkü bilesiniz ki o sizin için apaçık bir düşmandır. Helâller
haramlar konusunda sakın şeytanlara tâbi olmayın. Hangi hayvan yenir, hangi
hayvanlar yen-mez bu konuda sadece Rabbinizi dinleyin ve sakın şeytanların vahiylerine
teslim olup onlara kulak vermeyin. Allah size bu konudaki hükümlerini
bildirmiştir. Neler haramdır? Neler helâldir? Tüm bunları açık açık anlatmıştır
Rabbimiz. Sizler bu konuda Rabbinizin emirle-rine teslim olun.
Önceki
âyetlerde de anlatmıştı Rabbimiz; Şeytanlar insanları saptırır. Şeytan insanın
en büyük düşmanıdır. Allah’ın Resûlü buyurur ki her insanın peşine takılmış
onun kulluğunu bitirmek için fırsat kollayan bir şeytan vardır. Hattâ sahâbenin
senin peşinde de böyle bir şeytan var mıdır ey Allah’ın Resulü? şeklindeki
sorularına Allah’ın Resulü şöyle cevap verir: Evet, ama Rabbim onun Müslüman
olması konusunda bana yardım etti buyuruştur. Evet her insanın peşinde onu
haramlara düşürmek, onun kulluğunu bitirmek için fırsat kollayan şeytanlar vardır.
Ve bu en büyük düşmanlar kıyâmete kadar insanları yoldan çıkarmak için durup
dinlenmeden çalışmaya devam edeceklerdir. Ama yine Kur’an’ın ifadesiyle
söyleyelim, eğer biz sâlih olursak, eğer biz ihlâs sahibi olursak, eğer biz
Kur’an’la sürekli beraber olursak onların bize hiçbir etkileri ve zararları
olmayacaktır.
Bilelim ki şeytan sadece kendi
dostlarını, kendisini bir şey zanneden, kendisini güçlü zanneden dostlarını korkutabilir,
sadece onlar üzerinde etkili olabilir. Hain vesveseleriyle hep kendisini güç
kuvvet sahibi gösterir. Tüm dünyada yetki benimdir, egemen olan benim der.
Kendi gücünü, saltanatını Allah’ın gücünden daha üstün göstermeye çalışır.
Böylece dostlarını korkutur. İşte şu anda görüyoruz ki dünyada insan ve cin
şeytanlarının yaptıkları budur. Şu anda yeryüzünde insan ve cin şeytanları el
ele vererek kendilerinin Allah’-tan daha güçlü olduklarını yaymaya ve bu
propagandalarıyla tüm dünyayı kendilerinden korkutmaya çalışıyorlar. Allah
kendisini Alîm, Habîr, Cebbâr, Kahhâr, Hakîm, Azîz, Kadîr, Azîm ve Ekber olarak
ta-nıtırken, bunlar da kendilerini bu Allah sıfatlarının sahibi olarak tanıtmaya
çalışıyorlar.
Öyleyse bilelim ki güçlü olan
sadece Allah’tır, mutlak güç ve kudret sahibi olan sadece Allah’tır. Rabbimiz
sadece kendisine güvenip şeytan ve avenelerinden korkmamamızı istiyor. Kendi
safında, kendi yolunda, kendi desteği
altında şeytan ve dostlarıyla savaşmamızı, onlardan asla korkmamamızı
emrediyor. Bu yüzden de onu ve avenesini bir şeymiş gibi gözlerimizde
büyütmemize ve onlardan korkmamıza da gerek yoktur. Şurası bir gerçek ki şeytan
ve avenesinden korkan, onları bir şey zanneden müslümanlar onlarla savaşı göze
alamazlar. Allah korusun o zaman müslümanlar şeytan ve şeytani güçlerle savaş
kapasitelerini kaybederler.
Evet bu
Allah düşmanı şeytan size haramı helâl, helâli haram gösterecek. Eğer
Rabbinizin âyetlerini bırakır da onun peşine takılırsanız bilesiniz ki sonunda
siz de onun gittiği yere gitmek onun âkıbetine razı olmak zorunda kalacaksınız.
Sakın ha atanız Âdem’i bir vartaya düşürdüğü gibi sizi de peşine takıp kendi
cehennemine ortak et-mesin diyor Rabbimiz.
143. “Allah sekiz çift
hayvan yaratmıştır: Koyundan iki ve keçiden iki; de ki: "İki erkeği mi,
yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin Rahîmlerinde bulunan yavruları mı haram
kılmıştır? Doğru sözlü iseniz bana bilgiye dayanarak cevap verin.”
Allah sekiz çift hayvan yaratmıştır. Hayvanlarda temel kabul
edilen sekiz çift. Zümer sûresinde Rabbimiz bu konuda bilgi verir. Bu sekiz
çift, koyunun erkek ve dişi olarak iki cins, erkeği ve dişisiyle keçiden iki
cins, etti dört. Dördü de bundan sonraki âyette gelecek ve sekiz çift edecek.
Şimdi
soruyor Rabbimiz: De ki, iki erkeği mi? Yoksa iki dişiyi mi haram kılmıştır
Allah? Yoksa o dişilerin Rahîmlerinde olan yavruları mı haram kılmıştır? Şimdi
bu kendi kafalarına estiği gibi haram helâl sınırları belirlemeye çalışan
müşriklere sormamızı istiyor Rabbi-miz. Şu haram, bu helâl diyenlere, şu
erkeklere helâl, ama kadınlara haram, ölü doğarsa kadınlar da yiyebilir, eğer
diri doğarsa bu yavrular kadınlara haram, erkeklere helâldir diyerek Allah’ın
demediklerini Allah’a iftira ederek dedirtmeye çalışanlara sormalıyız yâni. Tüm
bu konularda haram helâl sınırları belirleme hakkını kimden almışlar? Haydi
yanınızda bu konuda bir bilginiz varsa haber verin bakalım. Allah’ın indirdiği
kitapların herhangi birinde bu konuda bir delil bir bel-ge varsa onu açığa çıkarsınlar.
Ne yetkiniz var bunu demeye? Ama ya Rabbi sen diyorsun da, biz de demeyelim mi?
Eh haydi yarışın o zaman Allah’la.
Tevrat’ta, İncil’de, Zebur’da
böyle bir âyet, bir delil varsa getirsinler onu. Yahut bu konuda her hangi bir
peygamber sözü varsa onu açıklasınlar. Ey müşrikler sizler bu konuda hüküm
koyarken dayandığınız temeli, mantığı bir ilimle haber verin bakalım. Kural koymada,
yasa belirlemede, hayat programı çizmede, kanun koymada neye dayanıyorsunuz?
Yasak koyarken, ya da serbest bırakırken neye dayanıyorsunuz? Ne yetkiniz var?
Kim Allah’la yarışabilecek? Kimin bilgisi Allah’a denk olacak? Allah’ınki kesin
doğru olduğu halde ne diye dinlemiyorsunuz O’nu? Ayrıca:
144. “ Deveden iki, sığırdan iki
yaratmıştır; de ki: "İki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin
Rahîmlerinde bulunan yavruları mı haram kılmıştır? Yoksa Allah size bunları
buyururken orada mı idiniz? "İnsanları, bilmediklerinden sapıtmak için
Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim
kimdir? Allah, zâlim milleti doğru yola eriştirmez.”
Yoksa bu yasakları Allah koydu da, O yasak koyarken sizler
O’nun yanında mıydınız? Yoksa sizler Allah’ın yanındaydınız da buna şâhitler mi
oldunuz? Yoksa sizler Allah’ın çok hatırlı özel kulları mısınız? Başkalarına bildirmediği
bilgileri, peygamberlerine vermediği özel bilgileri Allah size mi bildirdi?
Yâni Allah kitaplarının hiç birisinde peygamberlerine böyle bir bilgi
indirmediğine göre sizinle özel olarak mı konuştu? Allah’ın torpilli kulları
mısınız siz yoksa? Allah size kimseye vermediği özel bir yetki mi verdi? Benim
adıma yasa belirleyebilirsiniz, benim adıma haram ve helâl koyabilirsiniz diye
Allah size yetki mi verdi? Dilediğiniz gibi yaşayın diye size izin mi verdi?
Yâni nereden çıkarıyorsunuz bunları? Neye göre yasak diyorsunuz? Neye göre
serbest diyorsunuz? Buyurarak Rabbimiz rubûbiyetini ortaya koyuyor. Gelin beni
dinleyin diyor. Yâni Allah kendisinin tek Rab ve İlah olduğunu anlatıyor. Hayata
yasa koymaya Allah’tan başka kim yetkili olabilir?
Bu konuda
Allah’ın izni olmadığı halde, Allah’ın onayı olmadığı halde Allah’a iftira
edenden daha zâlim kim vardır? Peki böyle Allah demediği halde, Allah böyle
diyor, Allah şöyle istiyor diyerek iftira ediyorlar? Dertleri neymiş bu
adamların? Bilgisizce insanları saptırmak için böyle yapıyorlar. Dini bozmak,
dini mecrasından çıkarmak, yeryüzünde kendi hevâ ve heveslerine göre bir hayat
yaşamak için yapıyorlar. Kendi arzularına göre bir din, bir hayat tarzı ortaya
koyabilmek için, yâni kendi kendilerine tapınmak için böyle yapıyorlar.
Cahildir bunlar. Kâfirler ve müşrikler yeryüzünün en cahil en akılsız insanlarıdırlar.
Çünkü Kur’an’ın başka
âyetlerinden öğreniyoruz ki gerçek bil-gi vahiydir. Gerçek bilgi Allah’ın
bildirdiği bilgidir. Allah bilgisine sahip olan, vahiy bilgisinden haberdar
olan kişi âlimdir. Yâni ilim Müslüma-n’a aittir. Kur’an’ı ve sünneti tanıyan
kişi, vahiyden haberdar olan kişi dünyanın en âlim kişisidir. Vahiyden habersiz
yaşayan insanlar hem dünyalarını, hem de âhiretlerini berbat etmiş insanlardır.
Kitap ve sün-netten habersiz yaşayan kimseler zâlimlerdir ve Allah asla zâlimlere
yol gösterecek değildir. Onlar dünyada da âhirette de kaybetmiş kimselerdir.
Ve Allah asla böyle zâlimleri doğruya
iletmez. Allah böyle ol-maması gereken yerde olan, bulunmaması gereken konumda
bulu-nan, kendilerini Allah’a kulluk konumundan çıkaran, vahye danışa-cakları
yerde danışmayan zâlimlere kesinlikle cennet yolunu kapalı tutacaktır.
Evet Allah
böyle zâlim bir toplumu asla kurtuluşa ve düzlüğe ulaştırmayacaktır. Zalimler,
olmaması gereken yerde olanlar, olması gereken yerde bulunmayanlar, yapmayacakları
şeyleri yapanlar, yap-ması gerekenleri terk edenler, vahyi olması gereken yerde
tutmayanlardır. Kulluğun dışında bir hayatın adamı olanlardır. Allah’ı, O’nun
âyetlerini, O’nun hayat programını reddederek kendi kendilerine bilgisizce yasa
belirlemeye kalkışan, kanun koyma hakkını, haram helâl belirleme hakkını
kendilerinde gören zâlim bir toplumu asla kurtuluşa ulaştırmayacaktır. Böyle
bir toplum ne hukukta, ne eğitimde, ne ekonomide, ne amelde, ne düşüncede
kesinlikle doğruya ulaşamayacaktır.
Evet böyle bir toplum Allah
desteğini kaybettiği için iyi şeyler yapmak için çırpınsalar da Allah’ın
yasalarından habersiz hareket et-tiklerinden, istinat noktası olarak Allah’ın
kitabını tanımadıklarından ne yaparlarsa yapsınlar hep batacaklar. Karmaşa
içinde bir hayat yaşamaktan asla kurtulamayacaklardır bunlar. Hiç bir konuda
doğru ve sıhhatli bir noktaya varamayacaklardır. hiç bir konuda çözüme ulaşamayacaklardır.
Çözümü bulduk sandıkça batacaklardır. Çünkü Allah’ın yasalarını reddetmiş ve zâlim
olmuştur o toplum.
İşte
görüyoruz, şu anda Allah’ı, kitabını ve elçisinin yolunu terk edip, vahiy
eşliğinde bir hayat programından kaçıp başka yerlerde çözüm arayan insanlar
battıkça batıyorlar. Çözümsüzlükler içinde kıvranıyorlar.
145. “Ey Muhammed! De ki:
"Bana vahy olunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti ki pistir ve günah işlenerek
Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair
bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve
zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir. "Doğrusu Rabbin
bağışlar ve merhamet eder”.
Ey peygamberim de ki bana vahy olunanda haram olarak bul-duklarımı
size söyleyeyim. Tadan bir kişinin tattığı şeylerde, yâni yiyecekler konusunda
ancak şunları buluyorum. Ya da bana vahy olunan dinde haram olarak ancak
şunların dışında bir şey bulmuyorum:
Yâni bana vahy edilenlerde şu sayılacakların dışında bir
haram gör-müyorum. Evet vahyin dışında haram olmaz, olamaz. Ama bir başka
sûrede bir başkaları bildiriliyorsa onlar da haramdır tabi. Ya da Rab-bimiz
elçisine yetki vermiş de, o da vahiy gereği bize bildirmişse onun dedikleri de
haramdır. Yâni burada Allah haramları söylüyor, bi-naenaleyh bunun dışında
başka haram yoktur demeye kimsenin hakkı yoktur. Neymiş onlar?
1- Meyte.
Ölü. Leş. Kendiliğinde İslâmî usullere göre kesilmeden ölen hayvan. Veya
Allah’ın dediğinin dışında kesilmiş olan hayvan. Salt para için, şöhret için,
bir ihtiras, bir kan sebebi yüzünden kesilmiş, kan görmeye bayılmanın, elini
kana bulamanın sevkini tatmak için kesilmiş olanlar da böyledir. Meyte;
kendiliğinden ölen hayvan, yüksek bir yerden düşerek ölen, başka bir hayvanın
toslamasıyla ölen hayvan, yırtıcı hayvanların artığı vs. kesilmeden ölen hayvanların
yenmesi haramdır.
2- Akan
kan da haramdır. Damarlardan akan kan. Akmak zorunda olan kan. Etin ve
kemiğin üzerinde kalan kan, haram değildir. Hayvanın vücudundaki kan, akan bir
kandır. Akışa hazır bir kandır. Ama akabildiği kadar akar, geriye kalanlar
helâldir. İşte bu sebepten Rasulullah efendimiz bir hadislerinde iki kanın
helâl olduğunu bildiriyor. Birisi ciğerdeki, ötekisi de dalaktaki kan. Çünkü
onlar ancak o kadar akabiliyorlar.
3- Domuz,
hınzır haramdır. O zaten pistir, pisliktir ve necis-tir. Derisi, kılı,
tırnağı her şeyi haramdır. Domuzun kendisi de pisliktir, onun etinden yemek de
pisliktir. Biz demiyoruz bunu. Biz getirmedik onu o hale. Allah böyle diyor.
Onun bizim dünyamızda varlığı pisliktir.
4- Fısk
yâni Allah adına kesilmeyen hayvanlar da fısktır ve haramdır. Allah’tan
başkaları adına kesilenler de fısktır. Allah hayvanların canla bedenlerinin beraberliğini
ancak kendi adına boğazlanma yöntemiyle bize helâl kılıyor. Ötekilerse fısk u
fücur oluyor. Meselâ tâğutlar adına, Firavunların izzetine ve şerefine ya da
insanların putlaştırdığı çeşitli putlar adına kesilen hayvanlar da haramdır.
Ama kim de
muzdar yâni darda kalırsa, mecburiyet altında kalırsa, yâni başka yiyecek
içecek bir şey bulamazsa, haddi tecavüz etmemek kayd u şartıyla ölmeyecek ve
hayatını devam ettirecek kadar, bir de başka bir muzdarın hakkına tecavüz
etmemek, onun elindekine uzanmamak şartıyla yiyip içmesinde bir günah yoktur.
Bu ko-nuda Rabbimiz bağışlama ve merhamet sahibi olduğunu haber veriyor.
Evet
Rabbimiz, efendimize böyle demesini emrediyor. Bana vahyedilenlerde bunların
dışında bir haram bilmiyorum. Öyle değil mi ama? Vahyin dışında haram olur mu?
Haramlar ancak vahiyle bildirilenlerdir. Bu konuda tek yetkili Allah’tır. Eğer
Allah peygamberine yetki vermişse o da bu yetkinin gereği, bu vahyin gereği
bize bildirmişse elbette o da yetkilidir diyoruz. Onun haram dedikleri de haram-dır
diye iman ediyoruz.
146. “Yahudilere tırnaklı
her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik
yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları
bu şekilde cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüzdür”.
Rabbimiz diyor ki yahudilere tırnaklı hayvanları haram kıldık.
Âyet-i Kerimede anlatılan bu tırnaklıdan kasıt herhalde deve olması en büyük
ihtimaldir. Rabbimiz azgınlıkları sebebiyle, kulluktan çıkmaları sebebiyle Yâ’kub
oğullarını devenin etinden, sütünden mahrum etmiştir. Cezalandırmıştır Allah
onları. Ayrıca davar ve sığırın sırt, ba-ğırsak ve kemik yağları hariç iç
yağları da bunlara haram kılınmıştır. İsyanları sebebiyle Rabbimiz bu nîmetleri
onlara haram kılmıştır. Biz haram helâl sınırlarını kendimiz belirleriz,
yeryüzünde kendi aklımızla yasa koyma hakkına sahibiz dedikleri ve Allah’ı
diskalifiye etme çabası içine girdikleri için Rabbimiz onları cezalandırıverdi.
Eğer bugün bizler de Allah’ın
âyetlerini görmezden gelerek kendi kendimize aklımıza estiği gibi yasa belirlemeye,
haram helâl sınırları tespit etmeye kalkışırsak, kendi hevâ ve heveslerimizi Allah’ın
sisteminin önüne geçirmeye kalkışırsak Rabbimiz aynen İsrail oğullarına yaptığı
gibi bizleri de pek çok nîmetlerden mahrum bırakarak cezalandırır. Çünkü
Rabbimiz doğru sözlüdür. Ne demişse ne vaat et-mişse onu mutlaka
gerçekleştirendir. Nitekim şu anda helâl olan bir çok nîmete ulaşma imkânımız
yoktur. Hem helâl, hem elimizden alınmış.
147. “Seni
yalanlarlarsa, "Rabbinizin rahmeti geniştir; O’ nun azabı suçlu milletten
geri çevrilemez" de.”
Peygamberim! Ey benim peygamberimin yolcusu olmaya,
be-nim kitabımın sözcüsü olmaya evet diyenler, iyi dinleyin, eğer seni yalan
sayarlar, yalanlarlarsa. Senin getirdiğin kitabı, senin getirdiğin mesajı
yalanlarlar, kabul etmezlerse. Bu kitabın gösterdiği şekilde değil de onu yok
farz ederek bir hayat yaşamaya kalkışırlar, Allah’ın belirlediği haram helâl
sınırlarını aşarlar, Allah’ın yeryüzünde koyduğu yasalarını reddederler, kendi
bildikleri gibi kendilerine yasa yapmaya kalkışırlarsa, dilediklerini
yasaklayıp dilediklerini helâl kabul ederlerse, o zaman sen onlara de ki,
Rabbimin rahmeti geniştir. Rabbim rahmet sahibidir.
Allahu Ekber, şu cevaba bir
bakın. Ne diyecekmişiz? Ne dedi peygamberimiz? Allah diyor ki; ey peygamberim,
onlara de ki; sizin Rabbiniz gerçekten büyük rahmet sahibidir. Yâni peygamberi
yalanlayanlar, yalan sayanlar, Allah elçisi karşısında böyle yalan yanlış
tavırlar içine girenlere cevap olarak Allah’ın rahmet ve merhameti ha-tırlatılıyor.
Ne hoş bir cevap değil mi? Elbette Allah’ın hâşâ müsabık olarak, muarız olarak,
muhasım olarak, karşıt grup olarak sahnede olması zaten düşünülemez. Yâni hâşâ
Allah onların karşısına onlarla yarış için çıkması düşünülmez ki. İstediğini
zaten yapar O. Mesele onların akıllarını erdirmektir. Onlara konuyu güzel
anlatmaktır. Çünkü Rabbimiz kullarına karşı rahmet ve merhamet sahibidir. İşte
tekrar tekrar bunu gündemde tutar. Gelin anlayın da vazgeçin der. Ama bütün
bunlara rağmen dik kafalılık ederlerse, dinlemezlerse bilsinler ki O şedit bir
ikâp sahibidir de aynı zamanda.
Evet siz O’na O’nun istediği
kulluktan kaçıyorsunuz, ama buna rağmen sizin havanızı, suyunuzu, gününüzü, güneşinizi
kesmez. Sizi aç ve bîlaç bırakmaz. Size mal-mülk verir. Size oğul-evlât verir.
Size hayat verir. Size sıhhat, güç, kuvvet verir, saltanat verir, imkân, fırsat
verir. Ama sizler Rabbinizin size lütfettiği bu rahmet kapılarından istifade
etmez ve Ona karşı nankörlüklerinizi sürdürürseniz o zaman da bilesiniz ki
Rabbinizin azabı, Rabbinizin be’si, sıkıntıları üzerinizden asla eksik olmayacaktır.
Unutmayın ki O’nun takdirinin
önüne hiç kimse geçemez. O’-nun isyankarlara yazdığı azabı hiç kimse
engelleyemez. Allah’ın azabını, vurgununu günahkâr bir toplumdan geri çevirecek
yoktur. Dünyada insanlara sınırlı bir özgürlük verir. Ne yaparsanız yapın imtihan
gereği size dokunmayabilir. Ama dünyanın bu konumu sizleri asla aldatmasın.
Çünkü O’nun cehennemi vardır. Sizi onunla cezalandırmayı murad buyurdu mu artık
O’nun önüne kimse geçemez. Hiç kimsede, ya Rabbi bize imkân vermedin, bize
gerçeği anlayabilecek bir akıl vermedin, bize fikir feraset vermedin, bize
âyetler indirmedin, bize bizim başımıza gelecekleri haber vermedin, bize
peygamber göndermedin diyerek mâzeretler ileri sürme hakkı da yoktur. Çünkü
bakın Rabbimiz her şeyi açık anlatmıştır kitabında.
İşte Rabbimiz kitabında baştan
sona bu konuyu anlatıyor. Ey kullarım, gelin yalan saymayın. Elçimi doğrulayın,
ona ve getirdiği mesajıma sadakatle bağlılığınızı ortaya koyun, tasdik edin.
Sonra da der ki; Olabilir, ey peygamberim, eğer onlar yalan sayarlarsa sen
on-lara yine benim rahmetimi hatırlat. Yâni bugüne kadar yalan saydınız,
peygambere karşı geldiniz, kitapla ilgisiz yaşadınız, ama gelin Allah rahmet ve
merhamet sahibidir, vazgeçerseniz bağışlayıp yok sayıverir. Gelin Allah rahmet
ve merhamet sahibidir, acır sizi bağışlayıverir. Eğer böyle yaparlarsa
rahmetime ve merhametime nail olurlar. Değilse benim azabımı, benim cezamı
mücrimlerin üzerinden kim engelleyebilecek? Allah’ın azabı geri çevrilmez.
Tarih bunun örnekleriyle do-ludur. Allah’ın helâk yasasının mahkumu olmuş
hiçbir toplum O’nun baskınından kaçacak, kurtulacak bir sığınak bulamamıştır.
148. “Puta tapanlar,
"Allah dileseydi babalarımız ve biz puta tapmaz ve hiçbir şeyi haram
kılmazdık" diyecekler; onlardan öncekiler de, Bizim şiddetli azabımızı
tadana kadar böyle demişlerdi. Onlara "Bize karşı çıkarabileceğiniz bir
bilginiz var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve sadece tahminde
bulunuyorsunuz" de.”
Şirk koşanlar, müşrikler, Allah’ı ortaklı düşünenler,
Allah’a yet-ki sınırlaması getirenler dediler ki, diyecekler ki. Çünkü
öncekiler de aynı şeyleri söylemişlerdi. Eğer Allah dilemiş olsaydı, Allah isteseydi
biz asla O’na şirk koşmazdık, koşamazdık. Bizler O’na şirk koşamadığımız gibi
atalarımız da asla O’na şirk koşamazlardı. Allah’a karşı şirk koşma
imkânlarımız olmadığı gibi, şu haram kıldıklarımızı da ha-ram kılma hakkımız,
gücümüz ve yetkimiz de olmazdı. Yeryüzünde dilediğimiz gibi yasa belirleme hakkımız
da olmazdı. Tüm bu yaptıklarımız Allah’ın dilemesiyledir. Biz başka değil
sadece kadere teslimiz. Biz kaderin mahkumuyuz. Kaderimiz böyle olduğu için biz
bunları yapabiliyoruz diyorlar.
Söylesenize
ey müslümanlar. Ey bu yeni dinin sahipleri. Olacak şey midir bu? Allah’ın izni
olmadan bir şey olur mu? Allah’ın izni olmadan bir yaprak yerinden oynayabilir
mi? Allah izin vermeseydi biz müşrik olabilir miydik?
Dikkat
ediyor musunuz? Alçaklar suçlarının tümünü kadere yüklemeye çalışıyorlar. İşledikleri
suçları Allah’a yüklemeye çalışıyorlar. Yaptıklarının faturasını Allah’a çıkarmaya
çalışıyorlar. Allah istemeseydi biz bunları yapamazdık. Allah dilemeseydi biz
bu suçları işleyemezdik. Allah istemeseydi biz zina edemezdik, Allah izin vermeseydi
biz içki içemezdik, Allah istemeseydi biz put da yapamazdık, puta da tapamazdık
diyerek işlediklerinin faturasını Allah’a çıkarmaya çalışıyorlar.
Çok garip
değil mi? Bugünkü kâfirler ve müşrikler de aynı mantığa sığınmaya çalışıyorlar.
Gerçekten anlamak mümkün değildir. Yâni adamlar bir hayat yaşayacaklar, yaşadıkları
bu hayatta hiç bir sınır tanımayacaklar, sürekli özgürlükten, hürriyetten söz
edecekler. Bizler özgür insanlarız, yaşadığımız hayatta hiç bir kayd-u şart
altına girmeyiz, kimseye karşı sorumlu değiliz, dilediğimiz gibi özgürce yaşarız
diyecekler. Dilediğimiz gibi dilediklerimizi yaparız diyecekler. Dilediğimiz
gibi hayatımıza yasa yaparız diyecekler. Dilediğimiz şeyleri haram, dilediğimiz
şeyleri de helâl kılarız, kimse bu konuda bize baskı yapamaz, hesap soramaz
diyecekler. Yeryüzünde egemen biz-leriz diyecekler. Egemenlik kayıtsız şartsız
bizimdir diyecekler. Sonra da işledikleri günahların cezası ve sorumluluğuna
katlanmaları söz konusu olunca da mantıksızca diyecekler ki biz kaderin mahkumu-yuz.
Allah dilemeseydi, Allah böyle istemeseydi biz bunları yapa-mazdık diyecekler.
Alın yazımız böyleymiş ne yapalım? diyecekler.
Sormak lâzım bu kendilerini tanrı
zanneden ve diledikleri gibi yaşayabileceklerine inanan zavallılara. Ey akılsız
kâfirler! Ey beyinsiz müşrikler! Ey ne dediğini, ne yaptığını bilemeyecek kadar
aptallık, sefihlik sergileyen akılsızlar! Söyleyin bakalım sizler yeryüzünde,
ya-şadığınız hayatta Allah’ı da, Allah’ın âyetlerini de, Allah’ın yeryüzünde
belirlediği hayat programını da reddederek özgürlük şarkıları söylerken,
kendinizi tüm dünyaya karşı özgürlük ve hürriyet savaşçıları olarak lanse
ederken, egemenlik bizdedir, biz dilediklerimizi yaparız derken,
tanrılıklarınızı iddia ederken, ne oldu da böyle birdenbire Allah’la karşı karşıya
gelip O’nun sorgulaması tepenize binince o özgürlük ve tanrılık şarkılarını
unutup, dillerinizi yutup kuzu kesiliyorsunuz?
Ne oldu? Hani siz özgür değil
miydiniz? Hani siz hiçbir kayd-u şart altına girmeyen kimseler değil miydiniz?
Hani siz tanrı değil miydiniz? Hani egemenlik sizde değil miydi? Niye suspus
oldunuz böyle? Dünyada özgürce dilediğinizi yaparken, özgürce Allah kullarına
zulmederken, özgürce insanların mallarını gasp ederken, özgürce Allah’ın helâl
haram sınırlarını çiğnerken, özgürce insanların özgürlük haklarını ellerinden
alıp onları kendinize kul köle edinirken, insanları Rablerine kulluktan koparıp
köleleştirirken, kendi yasalarınıza itaat etsinler diye Rablerinin yasalarını
onlara duyurmamaya çalışırken şimdi ne oldu? Ne oldu ki birdenbire
değişiverdiniz? Dünyada işlediğiniz amellerinizle Rabbinizin huzuruna çıkıp
onların karşılığı olarak alacağınız cehennemi görünce niye böyle birdenbire
kuzu kesildiniz? Bizim elimizde bir yetki yoktu! Biz yaptıklarımızın tümünü
Allah öyle istediği için yaptık! Bizi bu hale Allah getirdi! Değilse bunların
hiç birisini yapamazdık. Eğer Allah dilemeseydi biz ne şirk koşabilirdik, ne
haram helâl belirleyebilirdik, ne zulmedebilirdik, ne tanrılığımızı iddia
edebilirdik, ne egemenlik bizdedir diyerek yeryüzünde kanun koyabilirdik.
Üstelik bizim atalarımız da aynı şeyleri yapmışlardı diyerek kendinizi Allah’ın
cehenneminden kurtarmaya çalışıyorsunuz?
Evet
müşrikler böyle diyecekler. Allah dilemeseydi biz bunları yapamazdık. Şeytan
mantığını kullanıyorlar, şeytan mantığına sığınıyorlar alçaklar. Araf’ta
anlatılır şeytan da aynı şeyi yapmıştı. İşlediği Âdeme secde etmeme suçunu
kabullenmeyen şeytan da suçu Allah’ın üzerine atmaya çalışıyordu. Ya Rabbi madem
ki beni saptırdın öyleyse ben de beni saptırmana mukabil kullarını saptıracağım
diyordu. Rabbimiz buyurur ki:
Bu sadece
onların yaptığı bir şey değil, sadece şimdikilerin tavrı değil, öncekiler de
aynı şeyleri yapmışlar, onlar da aynı şeyleri söylemişlerdi de onların
yaptıkları yanlarına kalmadı. Bizim azabımızı tadıncaya kadar, tıraşları
önlerine ininceye kadar öncekiler de aynı suçları işlemişlerdi. Bizim elimizde
bir şey yoktur! Ne yapalım senâryomuzu Allah böyle yazmış? Senâryoyu yazan,
belirleyen Allah’tır bizlerse sadece sahnede oyuncularız. Ne yapalım kaderimiz
böyleymiş! Bizler kaderin mahkumuyuz dediler. Eğer şu anda bizler kâfirsek
bunun suçu Allah’ındır dediler. Eğer şu anda bizler namussuzluk, şerefsizlik
yapıyorsak suç Allah’ındır dediler. Öncekiler de aynı şeyleri söylediler.
Hayır hayır
kimse böyle bir iddiada bulunamaz. Yeryüzünde herkes özgürdür. Herkes özgür
yaratılmıştır. Allah herkesi hür yaratmıştır. İnsanlar günah ya da sevap yaptıkları
her konuda serbesttirler. Diledikleri yolu, diledikleri hayatı seçme konusunda
hür yaratılmışlardır. Hidâyeti de seçebilirler, dalaleti de. İmanı da
seçebilirler küfrü ve şirki de. Dünyada imtihan gereği, dünyanın konumu gereği
Rabbimi-zin koyduğu yasa budur ve yaşadığımız sürece bu böyle devam edecektir.
Ama unutmayalım ki bu yasa ölünceye kadardır. Öldüğümüz andan itibaren, dünyada
imtihan dönemimiz sona erdiği andan itibaren artık Rabbimizin başka bir
yasasıyla karşı karşıya geleceğiz.
Öyle değil
mi? Elli yıl kâfir yaşayan birisi elli yılın sonunda Müslüman olamıyor mu? Adam
Müslüman olmak istedi de Allah buna imkân mı vermedi? Haydi bunu anlayan sizler
ey müşrikler, haydi tövbe edin! Haydi La İlâhe illallah deyin! Haydi biz pişman
olduk deyin! Biz Müslüman olduk deyin! Biz Allah’a inandık deyin!
Eğer şu anda bunu beceremeyecek
olursanız, Müslüman olma imkânınız olmuyorsa o zaman belki itiraz hakkınız
doğacaktır. O zaman ne yapalım bizler Müslüman olmak istedik, kelime-i şehâdeti
söylemek istedik ama bunu beceremedik. Dillerimiz bunu söyleye-medi
diyebilirsiniz. O zaman gökleri ve yerleri, göktekileri ve yerdekileri buna
şâhit tutun. Bizi buna şâhit tutun. Güneşi, ayı, yıldızları, dağları, taşları
ve tüm canlı cansız varlıkları şâhit tutun. Tüm bu varlıkların şehâdeti altında
deyin ki; ya Rabbi! Tüm varlıkların şâhittir ki bizler küfürden, şirkten
vazgeçip Müslüman olmak istedik. Nefislerimize kulluktan vazgeçip sana kulluğa
karar verdik, ama sen buna izin vermedin. Sen bu konuda bize imkân ve fırsat
tanımadın. Ne yapalım biz de çaresiz kâfir ve müşrik olduk deyin. O zaman biz
de size şâhitlik yapalım. Evet ya Rabbi! Bizler buna şahidiz! Bu adamlar
kendilerinin tanrılığından vazgeçip senin Rabliğini kabul etmek ve senin gönderdiğin
kitabın istikâmetinde bir hayat yaşamaya karar verdiler ama bu konuda sen
onlara izin vermedin. Sen bunlara fırsat tanımadın diyelim.
Ama
kesinlikle bunu diyemeyeceksiniz. Çünkü Müslüman olmak istediğiniz zaman bu
konuda kimse size engel olmamaktadır. Küfrü ve şirki tercih ederken kimsenin
size engel olamadığı gibi. Üstelik sizler şu anda iman yolunu, İslâm yolunu, Allah’a
kulluk yolunu tercih ettiğiniz zaman hattâ Allah sizin için onu kolaylaştıracağını,
yolunuzu açacağını, gönlünüze inşirah vereceğini vaadetmektedir.
Öyleyse
gelin ey kâfirler! Gelin ey müşrikler! Dünyada bu tür mantıkların arkasına
saklanarak Rabbinize karşı, Rabbinizin kitabına karşı, Rabbinizin hayat
programına karşı savaş açarak kendi ellerinizle dünyanızı karartmayın. Her şey
bu kadar açık ve net iken gelin kendi ellerinizle hem kendinizi, hem de
yeryüzünde tanrılık taslayarak, yasalar belirleyerek saptırdığınız Allah
kullarını cehenneme sürüklemeyin. Vazgeçin bu inatlarınızdan. Vazgeçin bu kuruntularınıza
kulluk ederek kendinize yazık etmekten.
Hiç düşünmüyor musunuz? Siz size
Allah’ın verdiği beş paralık aklınızla, beş paralık gücünüzle yeryüzünde tanrılık
taslamaya, öz-gürlük taslamaya, egemenlik taslamaya kalkışıyorsunuz. Yeryüzünde
yetki bizdedir diyerek kendinizi bir şey görmeye kalkışıyorsunuz da sizi
yaratan, sizin dışınızdaki tüm kâinatı yaratan sonsuz güç ve kudret sahibi olan
Rabbinize niye söz hakkı tanımak istemiyorsunuz? Çok küçük bir dünyanın çok
küçük bir şehrinde, çok küçük bir odasında, çok küçük bir koltuğa oturduk diye
kendinizde yetki görmeye başlıyorsunuz da tüm kâinatta egemen olan Rabbinize
neden egemenlik hakkı tanımaya yanaşmıyorsunuz?
Ne oluyor size? Nedir bu haliniz?
Üç kişiyi doyurduk diye, beş kişiye maaş verdik diye ki bunlar da Allah’tandır
mahiyetinizdekilere emirler dağıtmaya çalışan sizler, size her şeyinizi veren
Rabbinizin emirlerini niye görmezden geliyorsunuz? Rabbiniz hakkında nasıl da
böyle bozuk düzen şeyler düşünüyorsunuz? Nelere lâyık görüyorsunuz Rabbinizi?
Yâni Allah zannettiğiniz gibi böyle güçsüz kuvvetsiz birisi mi ki sizi zorunlu
bir hayata mahkum etsin? Sizi neden kaderin mahkumu yapsın? Allah zevk mi
alıyor ki kullarını böyle zorunlu bir hayatın esiri yapsın da onları kendisine
sövdürsün? Yâni sebep ne ki Allah kâfiri kâfir olarak kalmaya zorlasın da
kendisine küfrettirsin? Sebep ne ki kulunu içki içmeye zorlasın da sevmediği
bir ameli işlemesine katlansın? Gerçekten bu çok garip bir şeydir. Böyle bir
şey kesinlikle mümkün değildir.
Hani
sûrenin başlarında anlatmıştı Rabbimiz: Allah hidâyeti de, dalâleti de, imanı
da, küfrü de, aydınlığı da, nûru da, karanlıkları da yaratmıştır. Her ikisini
de yaratmış, kullarına irade vermiş ve bunlardan her hangi birini tercih
özgürlüğü vermiştir. Ne yapalım, Allah bizi istediğimiz şekilde değil de
istediği şekilde yaşamaya mahkum etmiş demeye hiç bir zaman hakkımız yoktur.
Bakın
âyetin sonunda diyor ki Rabbimiz:
De ki bu
iddiaları ortaya atıp onun arkasına saklanırken elinizde bir belge var mı? Bu
iddianız bir bilgiye dayanıyor mu? Bu konuda dayandığınız bir deliliniz var mı?
Eğer elinizde bir bilgi, bir belge varsa haydi buyurun getirin onu da konuşup
tartışalım. Hani sizin âyetiniz? Hani sizin kitabınız? Nerede istinat noktanız?
Hayır hayır! Onların bu konuda hiç bir delilleri yoktur. Onlar sadece zanna
tâbi oluyorlar. Onlar sadece zanna tâbi oldukları için atarlar, saçmalarlar.
Bugün bir hüküm ortaya korlar, yarın onu beğenmedikleri için yanlışlığını anlayıp
hemen değiştirirler. Ortaya bir hüküm koyarken, bir yasa belirlerken
dayandıkları hiç bir temelleri olmayınca en kısa zamanda temelsizliklerini
anlayıp değiştirirler onu.
Gerçek ilim olan vahiyle ilgileri,
alâkaları olmadığı için, Allah’ın kitabını reddettikleri için onların
hayatlarını zanlar, vehimler, şüpheler, mitolojiler ve cehaletler kaplamıştır.
Allah’ın kendilerine lütfettiği bilgiyi bunlara satmış kimselerdir onlar.
Allah’ın kendilerine verdiği özgürlüğü bunlara sattılar. Allah’ın kendilerine
verdiği özgürlüğü kullara sattılar. Allah’ın kendilerine verdiği hayatı
ağalara, beylere, paşalara, patronlara, tâğutlara, âdetlere, törelere, modaya,
nefislerine, çevreye ve şeytanlara sattılar. Hayatlarını israf ettiler.
Hayatlarını ve ömürlerini berbat ettiler ve sonunda cehennemi boyladılar.
Evet bunları söylerken onlar
ancak zanna dayanıyorlar. Sadece zanna tabi oluyorlar. Ve sadece atıyor,
atmasyon yapıyorlar. Yalan söylüyorlar. Bir yerlere dayanma imkânı olmayan,
işkembeden atma sözler söylüyorlar.
149. "Üstün delil
Allah'ın delilidir. O dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi" de. „
De ki gerçek delil Allah’a aittir. Tam deliller, gerçek
deliller, ke-sin sonuca götürücü deliller, kesin gerçeğe ulaştırıcı deliller
ancak Al-lah’tandır ve sadece Allah’a aittir. İnsanları yaşadıkları hayatta hidâyete,
doğruya, kurtuluşa, mutluluk ve saadete ulaştıracak deliller sa-dece Allah’a aittir.
Bütün gerçekleri, her gerçeği en güzel anlatan net delil sadece Allah’ın
delilidir. Veya bütün şüpheleri ortadan kaldıran, gerçeği tümüyle ifade eden,
her gerçeğe ulaşan, herkese ulaşan, u-laşacak olan, herkesin ulaşmak
istedikleri zaman ulaşabilecekleri tek delil, kaynak delil Allah’ınkidir. Allah
dediyse doğrudur. Delil O’nun delilidir. Çünkü varlık O’nundur. Gökleri ve
yerleri, göktekileri ve yerdekileri yaratan O’dur. Yarattıklarına yol gösteren
O’dur. Göktekiler ve yerdekileri hidâyete ulaştırma yetkisi de, onları saptırma
yetkisi de sadece O’na aittir. İnsanlardan ve diğer varlıklardan hiç birisinin
bu konuda her hangi bir yetkisi, her hangi bir delilleri yoktur. Tüm yetki
Allah’ın elindedir.
Eğer şu anda insanlar, yahut
diğer varlıklar bir şeyler yapabiliyorlar, bir adım atabiliyorlarsa bu onlara
Allah’ın verdiği yetki saye-sinde olabilmektedir. Veya meselâ şu anda insanlar
iradelerini kulla-narak hidâyet ya da dalâletten birisini seçebiliyorlarsa,
iman ya da küfürden birisini seçip o istikâmette hayatlarını sürdürebiliyorlarsa
bi-lelim ki yine bu da Rabbimizin onlara verdiği yetki sayesinde olmaktadır.
Evet
yeryüzünü ve orada imtihan için insanlığı yaratan Allah imanı ve küfrü yarattı.
Sonra da yarattığı kullarına iman ya da küfürden birini seçmelerini diledi.
Dileyen iman eder, dileyen de küfreder dedi. Sonucuna kendiniz katlanmak kayd u
şartıyla bunlardan her hangi birisini seçebilir ve öylece yaşayabilirsiniz
dedi. Az evvel müşriklerin iddia ettikleri gibi insanları ne imana, ne de küfre
zorlamadı. Yeryüzünde bu yasayı Allah belirledi. Öyleyse küfür ve şirk Allah yazgısı
değildir. Küfür ve şirk Allah takdiri değildir.
Burada bir
de şunu söyleyelim: Maalesef bu konuda kâfir ve müşriklerin yanıldığı gibi pek
çok Müslüman da yanılgı içine düşmektedir. Maalesef Müslümanlar da Allah’a
iftira edercesine pek çok konuda kaderci kesilmektedir. Ne yapalım kaderimiz
böyle imiş? Ne yapalım yazgımız böyleymiş ki Allah’tan başkalarının kanunlarına
kul köle olmuşuz. Alın yazımız böyle yazılmış ki zillet ve meskenet içinde bir
hayatı yaşamak zorunda kalmışız.
Hayır hayır kendi ellerinizle
düştüğümüz bu pis hayatın faturasını Allah’a kesmeye hakkımız yoktur. Şu anda
yaşadığımız zillet ve meskenet de Allah’ın yazgısı değildir. Allah Müslümanlara
da asla zillet ve meskenet yazmadı. Allah kesinlikle Müslümanları da zorunlu bir
yazgının, zorunlu bir kaderin mahkumu yapmadı. Dileyen zilleti dileyen de
izzeti tercih eder dedi.
Eğer şu anda yer yüzünde yaşayan
Müslümanlar kitaplarını terk etmişler, peygamberlerinin sünnetine ters
düşmüşler ve sonunda da zillet içinde bir hayatın mahkumu olmuşlarsa bu konuda
Allah’ı değil de kendilerini suçlasınlar. Ölümü göze alamadıkları için, şeha-deti
göze alamadıkları için, uğrunda ölmeye değmeyen bir Allah’a inandıkları için,
inandıkları Allah’ı hayatlarına karıştırmaktan bıkıp usanıp başka tanrıların
yasalarını uygulamaya hevesli oldukları için bu duruma düşmüşlerdir. Bunun
başka bir izahı yoktur.
İşte bütün gerçeği en güzel
anlatan, pek güzel ortaya koyan Allah’ın delilidir. Hüccetü’l bâliğa Allah’a
aittir. Tüm şüpheleri ortadan kaldıracak bilgisidir. Veya herkese ulaşacak,
anlamak isteyen, yol bulmak isteyen herkesin ulaşabileceği tek delil Allah’ın
delilidir. Allah’ın dediği doğrudur. Başkaları ne derse desin hiçbir değer ifade
etmez. Zaten eğer Allah dilemiş olsaydı elbette hepinizi hidayete ile-tirdi.
Hal böyleyken Allah’ın delili ortadayken delil mi arayacağız? Al-lah’ın ortadayken
O’nun hidayetinden başka hidayet mi arayacağız?
150. “De ki:
"Allah'ın bunu haram kıldığına şâhitlik edecek şâhitlerinizi getirin.
"Şâhitlik ederlerse, onlarla beraber olup sözlerini kabullenme;
âyetlerimizi yalanlayanların ve âhirete inanmayanların heveslerine uyma; onlar
Rablerine başkalarını eşit tutuyorlar.”
De ki haydi
şâhitlerinizi getirin. Eğer yeryüzünde haram-helâl belirleme hakkının kendinize
verildiğini iddia ediyorsanız, eğer yeryüzünde kanun koyma hakkının, egemenlik
hakkının kendinizde olduğunu iddia ediyorsanız veya Allah demediği halde Ona
iftira ederek Allah şunları şunları haram kılmıştır, şunları şunları da helâl
kılmıştır diyorsanız, haydi delillerinizi getirin. Şu şöyle olmalı, bu böyle
olmalı, şu yenmeli bu yenmemeli, şu giyilmeli bu giyilmemeli, şunlar içilir,
bunlar içilmez, evlilik şöyle olmalı böyle olmamalı, ev tefrişi şöyle olmalı
böyle olmamalı, şöyle kazanılmalı böyle harcanmalı filan diye kendi kendinize
kurallar koyuyor, yasalar belirlemeye çalışıyorsunuz ya. Haram helâl sınırları
belirlemeye çalışıyorsunuz ya, haydi delillerinizi getirin bakalım tüm bu
konularda. Çağırın şâhitlerinizi bakalım da tüm bu konularda Allah’ın size
yetki verdiğini söylesinler. Haydi belgelerinizi, kanıtlarınızı getirin de ne
diyecekseniz deyin bakalım. Dökün torbanızda ne varsa. Kesinlikle Allah bunu
haram kılmıştır diyebi-lecekleriniz varsa getirin. İncil’den mi okuyacaklar, Tevrat’tan
mı gösterecekler, yoksa kendilerine meleğin gelip haber verdiğini mi söyleyecekler,
bu konuda bir şehadeti olabilecekler varsa hepsini getirin bakalım.
Bu gücü, bu yetkiyi nereden
aldığınızı söylesin bakalım o şâhitleriniz. Şâhitleriniz kim sizin? Eğer bu
konuda şâhitleriniz varsa, eğer Allah hayata karışmıyorsa, hayatın kurallarını
koyma konusunda, hayata kanun koyma konusunda sizleri yetkili kılmışsa, o zaman
Allah bu yaptıklarınızın tümünü onaylamış demektir. Getirin şâhitlerinizi de
biz de inanalım buna ve sizinle birlikte olalım.
Eğer onlar
buna şâhitlik ederlerse sen şâhitlik yapıp onlarla beraber hareket etme.
Onların bu şehâdetlerini asla kabullenme. Yâ-ni haydi diyelim ki birilerini
bulup getirdiler, milattan önce beş bin yılına ait Tevrat’lar bulduk diye şahitler
getirmiş olsalar bile, sen onlarla birlik şehadet etme. Çünkü onlar yalan
söylüyorlar. Onlar kendi elleriyle yazdıklarına bu Allah’tandır diye iftira
ediyorlar. Çünkü daha ön-ceki sûreler bize öyle anlattı. Gerçeği
bilmediklerinden suça karşı cü-retli davranıyorlar onlar. Öyleyse ey peygamberim,
onlar bu konuda şehadet etmiş olsalar bile, sen onlara inanma, yalan
söylüyorlar. Bu-nun kesinlikle mümkün olmadığını haber vererek buyurur ki
Rabbi-miz:
Yâni tüm insanlar buna şâhitlik
etseler bile, tüm insanlar Kur’-an ve sünnetin haber verdiklerinin yanlışlığı
konusunda şehâdet etseler bile sen onlarla beraber şehâdette bulunma. Eğer biz
Kur’an ve sünnete dayanmışsak, Kur’an ve sünnetle hareket ediyorsak, yâni hayatımızda istinat noktası olarak onları seçmişsek
tüm dünya bizi bu konuda yalnız bırakmış olsala bile hiç bir önemi yoktur.
Yolumuzun kesin doğruluğunu bilecek ve devam edeceğiz.
Yâni eğer
bu kâfirler, bu müşrikler muharref Tevrat’tan, bozulmuş İncil’den veya milattan
önce beş bin yılına ait Tevrat bulduk ve ondan şahit getiriyoruz, bak bunda
böyle yazıyor diye bir şahit getirseler bile biz onlarla beraber şehâdet
etmeyeceğiz. Çünkü onlar yalan söylüyorlar. İşte Allah bilgisi, Allah şehâdeti
böyle diyor.
Evet Allah
diyor ki ey peygamberim! Onlar tüm bu konularda yalancı şâhitler bulsalar bile
sen sakın onlarla birlikte şâhitlik etme. Ve:
Sakın ha
âyetlerimi yalanlayanların hevâ ve heveslerine uyma. Eğer insanlar vahye
dayanmıyorlarsa, istinat noktaları vahiy değilse, kitap ve sünnetten habersiz
bir hayat yaşıyorlarsa mutlaka onlar zanlara tâbi oluyorlar ve kesinlikle kendi
hevâ ve hevesleriyle hareket ediyorlar demektir. Bu tür insanlara uymayı ve
onları dinleyerek, onlarla birlikte hareket etmeyi yasaklıyor. Sadece beni
dinle, sadece benim gönderdiğim mesaja tabi ol diyor Rabbimiz.
Evet ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları! Âyetlerimi yalanlayan,
âyetlerimi kaale almayan, onlara inanmayan, onlar istikâmetinde yaşamayan ve
âyetlerimi yok farz ederek bir hayat yaşayan, kendilerine göre bir dünya
oluşturup sürünenlerin hevâ ve heveslerine uymayın. Onlar âhirete de
inanmıyorlar. Yaşadıkları hayatta âhiret endişeleri, hesap kitap dertleri de
yoktur onların. Bir de Rablerine karşı denkler, eşler, endadlar da koşuyorlar
onlar. Rableri dururken O’nun berisinde kendilerine ekonomik tanrılar, siyasal
tanrılar, hukuk tanrıları, kılık kıyafet tanrıları, dua tanrıları, tövbe
tanrıları bularak onları Rablerine denk tutuyorlar. Bunların yasalarını uygulamaya
çalışıyorlar onlar. Rablerinin yetkilerini bunlara dağıtıyor ve hayatlarında bu
tanrıları da söz sahibi kabul ediyorlar bu zavallılar.
Zaten
Allah’a ortak koşanlar âhiret endişesi, hesap kitap derdi olmayanlardır. Bunlar
yaptıkları tüm zulümlerinin, işledikleri tüm cürümlerin yanlarına kâr
kalacağına, yeniden dirilme olmayacağına, sü-menaltı edileceklerine inanan
zavallılardır. Âhiret inancı olan birisinin bunları yapması mümkün değildir.
Şunu her
zaman söylüyorum; eğer bir adam bu dünyada gavurluk yapacaksa, zulmedecek, kan
içecek, kötülük yapacaksa o kişi her şeyden önce âhireti, ölüm ötesi hayatın
hesabını kitabını inkâr et-mek zorundadır. Âhiret yok, diriliş yok, hesaba
çekilme yok demek zorundadır. Hattâ Allah’tan önce bunu reddetmek zorundadır. Neden?
Çünkü böyle yapmazsa adam gavurluk yapamaz da ondan. Yâni bir adam düşünün ki,
hem âhiret, hesap, kitap var diyecek, hem de gavurca bir hayat yaşayacak,
zulmedecek, kan dökecek, içki içecek, zina edecek, hasılı keyfine göre bir
hayat yaşayacak. Bu kesinlikle mümkün değildir. Onun içindir ki adam önce
âhireti inkâr edecek, sonra da yiyeceği naneleri rahat yiyebilecektir.
Evet bir
daha söyleyelim. Bu tür insanların hevâ ve heveslerine uymamalıyız. Eğer bu tür
zavallıların hevâ ve heveslerine tâbi olursak o zaman kesinlikle bilelim ki Rabbimizi
ve O’nun âyetlerini terk etmek zorunda kalırız. Allah korusun o zaman
hayatımızda Rabbi-mizin âyetlerine gündemimizde yer kalmaz. Onlara tâbi olduğumuz
zaman onların gündemlerine tâbi olmak zorunda kalırız. İşte görüyoruz her gün
yeni bir gündemle insanları meşgul ediyorlar. Ne zaman bunların vahiylerinden
vakit bulup da insanlar vahye dönebilecekler? Bugün şu konu, öbürsü gün şu konu
derken gündemi tamamen dolduruyorlar ve insanların vahiyle meşgul olmasına
fırsat vermiyorlar. Allah korusun öyle olunca da âhiret gündemlerimizden
düşüverir. O zaman yine Rabbim muhafaza buyursun tıpkı onlar gibi sırf dünya ve
dünyalık düşünen birer materyalist olup çıkıveririz.
Tıpkı bu müşrik kafalar gibi
Allah yetkilerini alıp birilerine veren birer demokratik olur çıkarız. Ve
korkuyorum farkında olmadan hızla Müslümanlar buna doğru gidiyorlar. Hayır
hayır! Bizim aklımız başımızdadır elhamdülillah. Bizler kesinlikle bu adamların
hevâ ve he-veslerine tâbi olmayacağız inşallah. Sadece Allah’ı dinleyeceğiz. Sadece
Allah’ın doğrularına sarılacağız. Allah berisinde hayata yasaklar koyarak
Allah’a iftira edenleri dinlemeyeceğiz. Allah’a yetki sınırlaması getirmeye
çalışanları dinlemeyeceğiz. Bizim şirkimiz de Allah’tan-dır. Allah izin
vermeseydi biz böyle bir hayatı asla yaşayamazdık diyerek kaderci kesilen
kâfirlere kulak vermeyeceğiz. Hayatı istediğimiz gibi yaşama konusunda bize
yetkiyi Allah verdi diyerek Allah’ı hayatlarına karıştırmayanları
dinlemeyeceğiz.
Onlar ne derlerse desinler
kesinlikle dinlemeyeceğiz ve delil isteyeceğiz bu konuda onlardan. Delil getirseler,
getirmeye çalışsalar bile kesinlikle onların yalancı olduklarını bileceğiz.
Gerçek bilginin, doğru bilginin bu kitaptaki bilgiler olduğuna iman edecek ve
tüm varlığımızla ona sarılacağız. Allah bu konuda bize şuur versin, basiret
versin inşallah.
151. “De ki:
"Gelin size Rabbinizin haram kıldığı şeyleri söyleyeyim: O’ na hiçbir şeyi
ortak koşmayın, anaya babaya iyilik yapın, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin"
sizin ve onların rızkını veren Biziz, "Gizli ve açık kötülüklere
yaklaşmayın, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah bunları
size düşünesiniz diye buyurmaktadır.”
Gelin Rabbinizin neleri haram kıldığını size tela yapayım.
Tela; takip etmek, takip ederek, izleyerek üzerinde düşünerek, kafa yo-rarak
okumak demektir. Okumak da budur zaten. Okunan anlaşılacak, üzerinde
düşünülecek ve hayat onunla düzenlenecek. Okunan şeylerin peşi sıra gidilecek,
haramları haram helâlleri helâl bilinecek.
Evet gelin
şu hevâ ve heveslerinizi bir kenara bırakın da Rab-binizin size neleri haram
kıldığını ben size okuyayım. Dinleyin beni. İzleyin beni. Bunu benden dinleyin.
Siz bilmiyorsunuz. Siz bu konuda kendinizi yetkili zannediyorsunuz. Siz hep
kendinize yontmaya çalışıyorsunuz. Siz kendinizi peygamber makamına
koyuyorsunuz. Allah beni sözcü seçti. Madem ki önceki âyetlerde de ifade
ettiğimiz gibi haram ve helâl belirleme hakkı sadece yaratıcıya aitse, bu
konuda Ondan başka yetkili yoksa, işte bu tek yetkilinin bu konuda tespiti
şöyledir. Hayatınızda nelerin haram, nelerin helâl olduğunu Rabbiniz-den öğrenin.
Yaşadığınız hayatta, yaşadığınız dünyada, girdiğiniz bu sırat-ı müstakîmde, yürüdüğünüz
bu yolda neler haram? Neler helâldir? Bunu Rabbimizden öğreneceğiz. Yaşadığımız
hayatta nelere dikkat edeceğiz? Nasıl bir hayat yaşayacağız? Nerede duracak? Ne-rede
yürüyeceğiz? Nerede bulunacak? Nerede bulunmayacağız? Ya-pılacak ve
yapılmayacak şeyleri, haram helâl sınırlarını nasıl belirleyeceğiz? Nelerden
sakınacak, nelerle beraber olacağız? Tüm bunları yol kurucusu olan Rabbimizden
öğrenmek ve O’nun belirlediği biçimde hareket etmek zorundayız.
De ki gelin
size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım. Sakın ha sizler bu konuda
şunun bunun sözüne bakmayın. Bu konuda her konuda Allah’tan başkalarının değer
yargılarına kulak vermeyin. Hayata yasa koyma hakkı, hayatınızda haram helâl
belirleme hakkı sadece Allah’a aittir. Dinleyin ben size Rabbinizin haramlarını
okuyayım.
Evet haram
helâl belirleme Allah’a aittir ve Allah’ın verdiği yet-ki gereği Resulüne aittir.
Neymiş onlar?
1-
Birincisi:
Allah’ı
ortaklı düşünmeyeceksiniz. Ne anayı, ne babayı, ne hacıyı, ne hocayı, ne lideri
ne şeyhi, ne parayı pulu, ne dükkanı tezgâhı, ne göktekileri ne yerdekileri
Allah’la beraber inanmayacaksınız. Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmayacaksınız.
Hiç bir şeyi Allah’a denk tutmayacaksınız. Hiç bir şeyin hatırını Allah’ın
hatırına denk tutmayacaksınız. Hatırı kazanılacak tek varlık Allah’tır. Kulu
kölesi olunacak tek varlık Allah’tır. Yolunda gidilecek tek varlık Allah’tır.
Sözü dinlenecek tek varlık Allah’tır. Hayata karışmaya yetkili tek varlık
Allah’tır. Hayatımıza kurallar koymaya, haram-helâl yasaları belirlemeye tek
yetkili Allah’tır. Allah’ın yetkilerini hiç bir kimseye vermeyeceksiniz. Al-lah’ın
sıfatlarını hiç kimseye vermeyeceksiniz. Allah’ın yetkilerini sınırlandırmaya
kalkışmayacaksınız. Allah’ın yetkilerini sınırlandırmak ha-ramdır ve şirktir.
Zamanı ve mekânı asla parçalamayacaksınız. Za-manın tümünde ve mekânın tümünde
Allah’ı egemen ve yetkili bileceksiniz. Zamanı ve mekânı parçalayıp: Ya Rabbi,
tamam sen güçlüsün! Sen Kahhâr’sın! Sen göklerin sahibisin! Göklerde egemensin,
ama yeryüzünde yetkin yoktur! Bizim hayatımıza karışamazsın! Bizim hayatımızda
söz sahibi başka Rablerimiz var diyerek şirke düşmeyin.
Veya tamam ya Rabbi, sen bizim
mescitlerimize karışabilirsin ama dükkanlarımıza karışamazsın! Okullarımıza,
mahkemelerimize, parlamentomuza karışamazsın! diyerek şirke düşmeyin. Veya namazımıza
karışabilirsin, bu konuda yetkilisin ama kılık kıyafetinize karışamazsın!
Orucumuza karışabilirsin ama hukukumuza karışamazsın! Zekâtımıza karışabilirsin
ama ekonomimize karışamazsın! Çünkü bizim hayatımızın o bölümlerini ayarlayacak
başka tanrılarımız vardır diyerek Allah’a ortaklar bulmaya çalışmayın.
Çünkü hayatın her bir biriminde
etkili ve yetkili olan Allah’ın yetkilerini sınırlandırmak kesinlikle şirktir.
Hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı yetkili bilip, öteki bölümlerinde yasa
belirleyecek başka ilâhlar kabul etmek şirktir. Hayatın bazı bölümlerinde haram
helâl sınırları belirleyen, filan yerde şöyle davranılmalı, ama falan yerde de
böyle davranılmalı diyen varlıklar kabul etmek şirktir.
Zaman
konusunda da bu böyledir. Zamanı parçalamak da şirktir. Efendim sabahleyin şu şu
saatlerde Allah söz sahibidir, ama gündüzün filan saatlerinde falanlar
yetkilidir, onlar dinlenmelidir demek de şirktir. 24 saatin tümünde sözü
dinlenecek tek sorumlu ol-duğumuz yetkili Allah’tır.
Şunu
kesinlikle unutmayın ki böyle şirke bulaşmış bir hayatın Allah katında hiç bir
değeri yoktur. Sûrenin daha önceki bölümlerinde Rabbimiz peygamber bile olsa
şirk koşanın gözünün yaşına bakılmayacağını anlatmıştı:
“Bu,
Allah'ın kullarından dilediğini eriştirdiği yoldur. Puta taparlarsa amelleri boşa
çıkar.”
(En’âm 88)
Yeryüzünde
onlar kadar, Allah’ın o kutlu elçileri kadar Allah’a ciddi kulluk yapan başka
birisini de görmek mümkün değildir. Yeryüzünde Allah’ın elçileri kadar insanlardan
gelen yalanlamalara, alaylara, inkârlara, belâ ve musîbetlere sabreden, dayanan
başka birini göstermek mümkün değildir. Yeryüzünde Allah’a en mükemmel kulluğu
yapanlar onlardır. İnsanların en sâlihleri, en mükemmelleri ve en muttakileri
onlardır. Rabbimiz yeryüzünde onlara en yüce değeri ver-miş. Ama bakın Allah o
şerefli kullarına zaman zaman şu tehdidi de yapmıştır. Eğer onlar yeryüzünde
Allah’ın seçtiği örnek kullar olarak Allah’ın kendilerinden istediği kulluğu,
Allah’ın kendilerinden istediği teslimiyeti gerçekleştirmemiş olsalardı.
Birazcık bu konuda gevşeklik göstermiş olsalardı. Azıcık da olsa kendilerini
Rablerine kulluk ortamından uzaklaştırıp şirke düşüverselerdi. Hayatlarında
azıcık da olsa Allah’ı ikinci plana atıverselerdi. Ya kendi hevâlarını, kendi
arzularını ve heveslerini, yahut da Allah’tan başka birilerini ilâh kabul edip
onların arzularını gerçekleştirmeye meylediverselerdi. Yâni tâğutları, liderleri,
önderleri, toplumu, çevreyi, âdetleri, ayı, güneşi, yıldızları tanrı kabul edip
onlar kaynaklı bir hayata azıcık meylediverselerdi. Veya bir lahza onların
hatırlarını Allah hatırına tercih ediverselerdi, Allah yanında onlara da hayata
karışma alanı, yâni onlara da ulûhiyet ve rubûbiyet hakkı tanıyıverselerdi.
Yeryüzünde onlara da birazcık egemenlik hakkı tanıyıverselerdi kesinlikle
bilelim ki Allah onların tüm amellerini boşa çıkarır ve şah damarını koparıverirdi.
Evet şirk koşmayacaksınız bir, ikincisi:
Anaya,
babaya karşı muhsin davranacaksınız. Rabbimiz Kur’-an-ı Kerimde bakıyoruz
kendisine kulluğu zikrettiği her bir bölümde anaya babaya ihsanı da zikretmektedir.
İhsan Cibril hadisinde anlatılır. Allah’ı görüyormuşçasına bir tavır demektir.
Kişinin Allah huzurunda olduğu şuurunda olmasının adına ihsan denir. Öyleyse
ana babaya karşı ihsan demek, her hal-u kârda onlara itaat etmek demek değildir.
Dikkat ediyorsanız âyet-i kerimesinde anaya babaya itaat demiyor Rabbimiz.
İhsan diyor. Yâni ana baba karşısında da Allah huzurunda olduğumuzu unutmamamızı
istiyor. Ana babamız karşısındaki tüm tavırlarımızda Allah huzurunda
olduğumuzu, yâni o anda Allah’ın bizden ne istediğinin şuurunda olmamızı
istiyor. Yâni biz onların değil Allah’ın kuluyuz. Yâni biz onlardan önce
Allah’ı dinlemek zorundayız. Yâni babamızın anamızın Allah’a ters düşen isteklerini
dinlememeliyiz.
Yâni onları hayatımızda
putlaştırmamalıyız. Onları dinlerken Allah huzurunda olduğumuzu unutmamalıyız.
Onların istekleri Rab-bimizin arzu ve emirleriyle çatışırsa onları dinlememeli,
Rabbimizi din-lemeli, ama onların bizden istedikleri Rabbimizin istediklerine uygun-sa
o zaman yine Allah huzurunda olduğumuzu unutmayarak onların arzularını yerine
getirme konusunda gevşeklik göstermemeliyiz. İşte ana babaya ihsan budur.
Öyleyse ana
babaya ihsan, onların Allah arzularına uygun isteklerini yerine getirmek, Allah
arzularına ters düşen yerlerde de onları uyarıp putlaşmalarına engel olmaktır.
Yâni onlara onların istediği biçimde değil de Allah’ın istediği biçimde
davranmaktır. Eğer on-lar bakıma muhtaçlarsa onların bakımını üstlenmektir.
Evet eğer onların maddeye ihtiyaçları varsa, dine ihtiyaçları varsa, kitap
sünnet bilgisine ihtiyaçları varsa onları temin edeceğiz. Onlara merhamet edeceğiz.
Tıpkı biz küçükken onların bize merhamet ettikleri gibi biz de ihtiyarlık dönemlerinde
onlara merhamet kanatlarımızı gerecek ve onları üzmemeye çalışacağız. Onları
cennete götürmenin kavgasını vereceğiz.
3-
Üçüncüsü:
Evet
Rabbimizin haramlarından üçüncüsü de rızık endişesiyle, fakirlik korkusuyla
çocuklarınızı öldürmeyin. Onların da, sizin de rızkınızı biz veriyoruz diyor
Rabbimiz. Üstelik dikkat ediyorsanız “Onların da sizin de rızıklarınızı”
buyurarak onların rızıklarını öne almış Rab-bimiz. Öyleyse bundan da anlıyoruz
ki bizim rızıklarımız da onların rı-zıklarına bağlıdır. Onları bizim doyurup
beslememiz şöyle dursun, ak-sine bizim de şu anda çocuklarımız sayesinde
doyduğumuzu unutmayalım. Biz kendi rızıklarımızı da kendimiz bulmadığımız gibi
onların rızıklarını da biz bulmuyoruz.
Ama
müşrikler bu konuda böyle düşünmez, böyle inanmazlar. Çünkü onların velileri
Allah değil tâğutlardır. Bu müşriklerin tanrıları, yöneticileri onlara bunu
öğütlüyorlardı. Onlara kendi öz evlâtlarını öl-dürmeleri gerektiğini empoze
ediyorlar, onların iliklerini emiyorlar, mallarına el koyuyorlar, güçlerini
sömürüyorlar, onları fakir ve güçsüz hale getiriyorlar ve daha sonra da daha
çok emme bölgeleri çıkarabilmek için de onlara çocuklarını öldürmelerini
tavsiye ediyorlardı.
Bu katil, bu sömürgen tanrıların
emirlerine kulak veren zavallı kullar da, aman bakamayız besleyemeyiz, çok
çocuk sahibi olunca efendilerimize ayırdığımızı onlara yedirmek zorunda kalırız
da efendilerimiz zayıf düşerler endişesiyle çocuklarını öldürüyorlardı. Efendilerinin
dediklerine iman ediyorlardı. Sanki az çocuklular daha iyi doyuyorlarmış gibi.
Bakıyoruz milyarlar içinde olanlarımız bile açtır. Halbuki zenginlik ve
fakirlik çok çocuğa, az nüfusa göre değil, çok paraya, az paraya göre değil,
hedeflemeye göredir. Meselâ beş etli ekmek yemeyi hedefleyen bir adamın karşısına
üç etli ekmek çıksa bu adam açtır. Niye? Ee, hedefinde beş etli ekmek vardı da
ondan. Ama bir etli ekmek yemeyi hedefleyen bir adamın karşısına bir etli ekmek
çıksa bu adam toktur. Niye? Zaten hedefinde o bire ulaşmak vardı ve ona ulaştı
tamam. Aynen bunun gibi 100 milyara ulaşmayı hedefleyen bir adamın cebinde 90
milyar olsa bu adam fakirdir. Niye? E adamın hedefinde 100 milyara ulaşmak
vardı da ondan. Ne yapsın 90 milyarda kalmış, hedefine ulaşamamış gariban. Evet
bugün trilyonlar içinde yüzenlerimiz bile açtır ve dünyanın kulu kölesi olarak
çırpınmaktadır.
Öyleyse
vazgeçin bu şeytan mantıklarından. Yok besleyemez-mişiz, yok çok çocuk bizim
hayatımızı daraltacakmış. Vazgeçin bu kâ-fir ağızlarından. Vazgeçin bu bencilliklerinizden.
Vazgeçin hainlerin propagandalarını dinlemekten. Bu hainlerin bunları söylerken
bir tek dertleri var. O da sizin çoğalarak günün birinde kendilerine kafa tutacak
duruma gelmenizdir. Bundan korkuyorlar bu adamlar. Sizin sayısal çoğunluğa
ulaşmanızdan, güçlenmenizden ödleri kopan bu hıris-tiyan ve yahudi dünyanın
size empoze etmeye çalıştıkları bu vahiylere kulak vermekten vazgeçin de
Rabbinizin vahyine kulak verin. Bakın ne diyor Rabbiniz:
Sizi de, onları rızıklandıran
biziz diyor Rabbiniz. Sizi de, çocuklarınızı da rızıklandıran Biziz. Yeryüzünün
dengesini koyan, tüm yarattıklarımızın rızıklarını takdir eden, yaratan onlar
değil, Biziz diyor Rabbiniz. Evet hiç düşünmez misiniz siz? Sanki kendinizi siz
mi doyuruyorsunuz? İşte bizim en büyük yanılgı noktalarımızdan biri de buradadır.
Biz kazanırız, biz buluruz. Eğer bizler şu anda çalışmasak aç kalırız vs, vs.
Tam bir kâfir ağzı. Eğer bu ağızları bırakıp da birazcık şu elimdeki kitabın
âyetlerine kulak versek, birazcık Rasulullah’ın ha-dislerine yönelsek inanın
hiç de böyle konuşmayacak, kâfirlerin ağzını kullanmayacağız.
Öyle diyor değil mi adam? Alnımız
terliyor bunları kazanmak için. Peki söylesenize alnınızı kim verdi? Ellerimiz
nasırlaşıyor. Ellerinizi kim verdi size? Ayağımız gidiyor, onu veren kim?
Kafamızı kulla-nıyoruz, onu kim verdi size? Ekip, dikiyoruz diyorsunuz, toprağı
ve-ren kim? Yağmur bekliyorsunuz, onu yağdıran kim? Güneşinizi, havanızı veren
kim?
Söylesenize bütün bu sözleri
söyleyen sizler şunu niye söyle- miyorsunuz? Niye Rabbimiz vermese aç kalırız
demeye dilleriniz varmıyor? Niye Rabbinizi hayattan diskalifiye edip kendi
tanrılığınızı iddia ediyorsunuz? Niye kendinizi Rezzak makamında görmeye çalışıyor-sunuz?
Niye Rabbinize güvenmeyerek çocuklarınızı öldürüyorsunuz? Evet çocukları
öldürmek de yasak. Madde planında öldürülenler, ana karnında öldürülenler,
teşekkül ettikten sonra öldürülenler, doğum sonrası öldürülenler, madde
planında yaşatılan ama ruh planında öl-dürülenler, madde ve ruhunun vahye
teslim edilmemesi şeklinde öl-dürülenler, dinle diyânetle ilgisiz bırakılıp
öldürülenler vs vs. İşte bun-ları sakın rızık endişesiyle yapmayın. Dünya ve
dünyalıklar derdine sakın yavrularınıza kıymayın. Ekmek derdine sakın kendinizi
ve ço-cuklarınızı fırınlara atıp cayır cayır yakmayın.
4-
Dördüncüsü:
Bir de
fahşanın, fuhşiyatın gizlisine de açığına da yaklaşmayın. Fahşa, fuhuş;
aşırılık demektir. Fahşa haddi aşmak demektir. Hangi konuda? Maddî manevî her
konuda. Meselâ eşya talebinde aşırılık, mal talebinde aşırılık, rızık talebinde
aşırılık, bilgi toplama ko-nusunda aşırılık, mesken konusunda aşırılık, sevgi
saygı konusunda insanları putlaştıracak biçimde aşırılık, on kişiyle devlet
kurma hayallerine kapılarak hedefte aşırılık. İşte bunların tamamı fahşâdır.
Ama buraya yönelik söyleyecek olursak:
Babaya anaya karşı ya onların
meşru isteklerini dinlememe hususunda aşırılıklar, ya da onların Allah’la
çatışan her arzularını ye-rine getirerek onların putlaşmalarına imkân
hazırlamak türünde çizgiyi aşma aşırılıkları. Veya rızık konusunda Allah’a
güvenmeyerek çocukları öldürme aşırılıkları. Ya da kadın erkek ilişkilerinde
zina dediğimiz aşırılıklar. Bu aşırılıkların tümünden sakının diyor Rabbimiz.
Bilhassa kadın erkek ilişkileri konusunda aşırılık hususunda çok yanlışlarımız
var. Meselâ bizim toplumda şu anda bu aşırılıkları kadınlar yaptığı zaman
onlara fahişe denirken aynı şeyleri erkekler yaptıkları zaman onlara bir şey
denmiyor. Halbuki bunları yapan kadına da erkeğe de fuhuş sahibi yâni fahişe
denir
Bugüne
kadar sadece fuhuş denildiği zaman sadece kadın erkek ilişkilerinde aşırılık,
haddi aşma anlaşılmaktadır. Halbuki sadece bu konuda değil her konuda
aşırılıktan men ediyor Rabbimiz. Hem de aşırılığın, fahşanın gizlisinden de
açığından da sakınmamızı isti-yor. Peki acaba fahşanın, aşırılığın gizlisi ve
açığından ne anlayacağız? İnsanlar arasında açıktan açığa işlenen fahşalara da
yaklaşmayın kimsenin göremeyeceği bir tenhada işlenenlerinden de sakının.
Veya metres hayatı gibi, dost
tutma gibi toplumun yasallaş-tırdığı, insanların kurumlaştırıp haram ve yasak
görmediği fuhuşlar-dan da sakının, insanların, toplumun hoş görmediği
aşırılıklardan da sakının. Toplumun onayıyla, insanların izniyle
yapılanlarından da sa-kının, toplumun kınadıklarından da sakının.
Meselâ nasıl? İşte toplumun
yasallaştırdığı ve ruhsat çıkardığı genel evlerde yapılanlardan da sakının.
Veya işte diyorlar ki bir kadınla yaşayacaksın. Nikâhın bir kadınla olacak ama
bin kadınla ilişki kurabilirsin bu normaldir. Ama toplumun koyduğu bu kuralın
dışına çıkar da ikinci bir kadınla nikâhlı bir beraberlik kurmaya kalkışırsan o
zaman bu fuhuştur, bu ilişki zinadır filan diyorlar ya. Yâni yaşadığın ülkede
veya dünya üzerinde egemen güçlerin yasak dedikleri şeyler yasak ama yasak
demediği şeyler serbesttir ya. Halbuki Allah’ın haram dedikleri haram, helâl
dedikleri de helâldi. Öyleyse insanlar ister meşrulaştırsınlar ister haram
deyip yasaklasınlar bizim için bunun hiç bir önemi yoktur. Bizim için Allah’ın
yasak dedikleri yasaktır, yasak değil dedikleri de yasak değildir.
5-
Beşincisi de
Ve bir de
ancak hak olarak öldürülmesi müstesna adam öl-dürmeniz de haramdır. Haklı
öldürme Allah’ın öldürülmesine izin verdiği öldürmedir. Yâni hadisin ifadesiyle
evli olduğu halde zina ederek veya müminken dinden çıkıp mürted olarak ve yahut
da adam öldürerek ölümü şeran hakketmiş kimselerin öldürülmeleri hak olan,
haklı olan öldürmedir. Ama bunlardan birini işleyerek şeran ölümü hak et-memiş
insanları öldürmek de haramdır.
Kur’an’ın başka yerlerinde
görüyoruz ki ölümü hak etmeyen bir mümini öldürmek sanki yeryüzündeki tüm insanları
öldürmek gibidir Allah katında. Çünkü yeryüzünde dinin yaşanması müminin varlığına
bağlıdır. Yâni yeryüzünde bir mü’min varsa bir müminlik bir din var demektir.
Bin mü’min varsa bin müminlik bir din var demektir. Öy-leyse durup dururken bir
mü’minin canını almak demek yeryüzünde Allah’ın dinini eksiltmek demektir ki
buna kimsenin hakkı yoktur.
Haklı öldürmeyi,
Allah’ın izin verdiği öldürmeyi de şöyle kısa-ca özetleyeyim inşallah:
1-
Müslümanları ve dolayısıyla onların şahsında İslâm’ı yok etmek isteyen, İslâm’ın
ve müslümanların varlığını kabul etmeyen kâ-fir öldürülecektir. Yâni savaş
halinde olan kâfirler öldürülecek. Değilse durup dururken bir kâfiri öldürmeye
hakkımız yoktur. Kâfirin varlığına her ne kadar rızası yoksa da yeryüzünde onun
varlığını kabul etmiştir Rabbimiz. Her kâfir değil, yeryüzünde Allah’ın
otoritesini reddeden, müslümanların varlığını kabul etmeyen, Allah kullarının
özgürce imanlarını yaşamalarına ve dinin tebliğine engel olmaya çalışıp,
Allah’a, dinine ve müslümanlara karşı savaş açan kâfirler öldürüleceklerdir.
Bunlar ölümü hak etmiş kimselerdir.
2- Bir adam
önceden ben müslümanım dediği halde sonra-dan bu dinden çıkar, irtidat eder ve
arkasından; ben bu dini beğenmedim, olmaz olsun böyle bir müslümanlık derse bu
kişi de öldürülür. Ben bu dini sevmedim, yaşanacak bir şey değilmiş diyenler
öldürülür. Çünkü ben müslümanım, Müslümanlığımdan şeref duyuyorum, ben
mutluluğu, ben huzur ve saadeti bu dinde buldum diyen bir kişiyle bunun aksini
söyleyerek insanlara karşı kötü örnek olan, bu dine yeni girecekleri baştan
kötü şartlandırma çabası içine giren bir tutulmamalıdır. Hiçbir sistem böyle yaparak
kendi varlığına karşı tehdit oluşturan birinin varlığını onaylamaz. İslâm da
böyle müslüman iken irtidat eden, sonra da bu dinin aleyhinde olan kişiye hayat
hakkı tanımaz.
3- Şartları
gerçekleştikten sonra evli olduğu halde zina eden kişi öldürülür. Yâni
şahitleri var ve şartları gerçekleşmişse o da öldürülür.
4- Kasten
bir müslümanı öldürmüş kişi de öldürülür. Bir müs-lümanı kasten öldüren kişi
ona mukabil kısasen öldürülür.
5- İslâm’ın
siyasal yapılanmasını tehdit edecek, müslüman-ların dirliğini bozacak
davranışlarda bulunan bâğî ve tâğî kimseler de öldürülecektir. Müslümanların sosyal
düzenlerini bozan, müslüman-ların din, can, mal, namus düzenlerini tehdit eden
kimselerin öldürül-melerine izin verir Rabbimiz. Hattâ meselâ müslümanların meşru
bir biçimde oluşturdukları halifeleri varken ona isyan ederek kendinin de
halife olduğunu iddia eden kimse de öldürülür.
İşte
Allah’ın haramları, işte Allah’ın yasakları. Allah size bunları böylece vasiyet
edip açıklıyor ki akıllarınızı kullanasınız, aklede-siniz, akıllarınızı vahyin
emrine teslim edesiniz de böylece dünyada da ukba’da da mutlu bir hayatı elde
edesiniz diye.
Devam
ediyor Rabbimizin vasiyetleri:
152. “Yetim malına,
erginlik çağına erişene kadar en iyi şeklin dışında yaklaşmayın; ölçüyü ve
tartıyı doğru yapın. Biz kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Konuştuğunuzda,
akraba bile olsa sözünüzde âdil olun. Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah
size bunları öğüt almanız için buyurmaktadır.”
Evet güzellikle kullanmak hariç yetimlerin mallarına da
yak-laşmayın. Ama onların mallarından onları istifade ettirmek, onlara ka-zandırmak,
onları o mallarından menfaatlendirmek için onlar lehine o mallara el
uzatırsanız bu müstesnadır. Onlar buluğ çağına ulaştıkları ve mallarına sahip
olabileceklerini ortaya koydukları zaman da onları şöyle bir deneyin. Eğer
onlar akıllanmışlar, haram helâl sınırlarına riâyet edebilecek, mallarını
koruyabilecek ve onlar üzerinde Allah’ın yasalarına uygun tasarrufta
bulunabilecek bir noktaya geldiklerine kanaat getirmişseniz o zaman mallarını
kendilerine güzellikle kendilerine teslim edin.
Evet
Rabbimiz yetimlerin mallarına hiç yaklaşmayın, hiç do-kunmayın demiyor. Onların
yararlarına olacak biçimde yaklaşın bu-yuruyor. Kendileri ergenlik çağına girip
o mallarına sahip oluncaya kadar onların mallarını değerlendirin. Çoğaltın,
kazandırın. Ama za-rarına dokunmayın.
Ölçüye ve
tartıya da riâyet edin. Aranızda ölçü ve tartıyı da adâletle yapın. Haksız
yollarla insanların mallarını eksiltmeyin. Haksız yere insanların mallarını
yemeye kalkışmayın. Reklamlar aracılığıyla ihtiyaç olmayan şeyleri ihtiyaçmış
gibi göstererek insanların mallarını sömürmeye çalışmayın. Zorla insanlara
satmaya çalışmayın. Suni ihtiyaçlar oluşturmaya ve insanları şartlandırmaya çalışmayın,
buna hakkınız yoktur. Yapmayın böyle. İnsanların ellerindekilerinin tamamını
alsanız bile yine de doymayacaksınız, doymuyorsunuz da zaten. Ekonomik gücünüz
geçen yıla oranla bu yıl en az iki üç misli arttı, ama siz yine de köleliğinize
devam ediyorsunuz. Malınız arttıkça aynı oranda köleliğiniz de artıyor. Bir
türlü doymuyorsunuz, doyamayacaksınız da bu gidişle. Başka değil ancak
gözlerinizi toprak doyuracak sizin.
Halbuki Müslümanları kardeş
bilecektiniz. Onların mallarını kendi malınız, onların menfaatlerini kendi menfaatiniz
bilecektiniz. Dükkanınıza alış veriş yapmak için gelen kardeşlerinize,
ihtiyaçları olmadığı halde ihtiyaçmış zannederek size gelen kardeşlerinize: Kardeşim
vazgeç bundan, senin buna ihtiyacın yoktur, şu anda evinizdekiler sizin için
yeterlidir demeliydiniz. Bu insanları sömürmekten vazgeçip, akıl vermeliydiniz
onlara. Ama sizler tam tersini yapıyorsunuz.
Evet ölçü
ve tartıya riayet edin. Ama bu sadece para ve mal ile ilgili değildir. Her
konuda ölçü ve tartıya riayet edeceğiz. Meselâ şimdi İslâm’a göre yapılmaması
gereken bir şeyi net ve düzgün bir şekilde yapınca buna ölçülü diyebilecek
miyiz? Allah’ın istemediği bir tarzda kendince çocuklarına dengeli davranan bir
ana-baba ölçülü müdür? İçki içen bir kişinin, zina eden bir kişinin kendince dengeli
davranmasına ölçü diyebilir miyiz? Ölçüp biçip en uygun bir şekilde hırsızlığı
gerçekleştiren kişi Allah’ın istediği ölçüyü yerine getirmiş sayılabilir mi?
Allah’ın istemediği bir ev tefrişi düzenine nasıl düzen diyeceğiz? Allah’ın
istemediği bir hukuk düzenine, bir eğitim düzenine, bir toplum düzenine nasıl
düzen diyeceğiz?
İyi de biz
bunu nasıl becerebilelim? Buna nasıl güç yetirebiliriz? demeyin.
Allah hiç
kimseye gücünün yetmeyeceği bir yük yüklemez. Allah’ın sizden istediklerinin
tamamı size göredir. Bunların tamamı sizin fıtratlarınıza uygun ve sizin yapabileceğiniz
cinsten şeylerdir. Yâni sakın ha bu devirde bunlar mümkün değildir, bu devirde
ölçüye tartıya riâyet imkânsızdır, kazanmak için çeklerde senetlerde şöyle şöyle
yapmak zorundayız, yetimlerin, güçsüzlerin mallarından yemek zorundayız, buna
riâyet gerçekten zordur filan demeye kalkışıp Allah’a iftira etmeyin. Çünkü
Rabbinizin sizden istediklerinin tamamı tam size uygun şeylerdir.
Konuştuğunuz
zaman, söz söylediğiniz zaman da âdil davra-nın. Konuştuğunuz zaman Allah’ın
istediğini konuşun. Peygamberin örneklediğini, razı olduğunu konuşun. Peygamber
modeliyle konu-şun. Hep haktan yana, hep adâletten yana konuşun. Asla zulme
sapmayın. Kendi aleyhinize bile olsa, akrabalarınız aleyhine bile olsa
konuşmalarınızda adâletten ayrılmayın. Zulme sapmadan hep adâletten yana olun.
Eğer bu doğru söylemenizin karşılığında zarar görecek olan yakınlarınız,
akrabalarınız bile olsa fark etmez siz zinhar adâleti gerçekleştirin. Allah’ın
ahdine vefalı davranın. Allah’ın ahdini gerçekleştirin. Rabbinize verdiğiniz
sözlerinize sâdık olun.
Ya da
şâhitliği adâletle yerine getirin. Sözlerinizi yamultmayın. Eğri büğrü
konuşmayın. Allah’ın ahitlerini de yerine getirin. Kitaplar göndererek,
peygamberler göndererek, insanlar öldürüp dirilterek her bir dönem Allah’ın sizden
aldığı ahitlerine de riâyet edin. Allah gönderdiği kitapları ve peygamberleri
vasıtasıyla size sizden istediklerini bildirmiştir. Sizler Rabbinizin sizden
istediklerini yerine getirin. Siz ona karşı verdiğiniz sözlerinizi yerine
getirin ki o da size olan vaatlerini yerine getirsin. Allah’a verdiğiniz
sözlerinizi tutun.
Bir de
Allah kullarına karşı verdiğiniz sözlerinizi de yerine ge-tirin.
Randevularınıza ve verdiğiniz sözlere sâdık davranın. Allah’a verdiğiniz
sözlere sâdık davranın ki kullara verdiğiniz sözlerinize sadâkat alışkanlığı
kazanasınız. Zaten Rabbine verdiği söze sâdık olmayan bir adamın insanlara
verdiği sözlerine sadâkati beklenemez. İşte tezekkür edesiniz diye, bunları
akıllarınızın en üst köşesine yazıp unutmayasınız diye, bunlarla hayatlarınızı
düzenleyesiniz diye Rabbi-niz bunları size vasiyet ediyor, tavsiye ediyor. İşte
Allah böyle emrediyor, böyle vasiyette, tavsiye de bulunuyor, belki tezekkür
eder, tefekkür eder, öğüt alır, üzerinde düşünür ve bunu gündemde tutarsınız.
153. “İşte bu Benim
dosdoğru yolumdur. Ona uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara
uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.”
Evet işte bu dosdoğru yolumdur. Sizi dünyada huzura,
âhi-rette de cennete götürecek yol budur. Öyleyse haydi uyun ona. O yolda olun.
Böylece benimle beraber cennete gidecek yolda olun. Ama bu benim yolumun
dışında da yollar vardır. Sakın o yollara uy-mayın, o zaman paramparça, darmadağın
olursunuz. Allah’ın yolundan sapar, sapıtır gidersiniz. İşte Allah size böylece
vasiyette bulunu-yor, tavsiyede bulunuyor, belki böylece siz takvalı davranır,
Rabbini-ze karşı gelmekten sakınır, yolunuzu Allah’ın kitabıyla bulmaya gayret
edersiniz.
Yol tekdir. Yol Allah’ın yoludur.
Tâli yollarsa şeytanların yolla-rıdır. Eğer benim yolumu bırakır da onların
yollarına uyarsanız, onlar sizi Rabbinizin yolundan ayırıp saptırırlar.
Allah kendi yolunu, dosdoğru yolunu
kitabında ortaya koy-muştur. Öyleyse bütün mesele Allah’ın kitabına uymak ve
kitaba gö-re yaşamaktır. Kitapla yol bulmaktır. Yolunu kitaba ve sünnete
sora-rak bulmaktır. Takva da budur işte. Takva Rabbimizin yukarda tarif
buyurduğu esaslara göre hayat yaşamaktır. Rabbimizin kitabında anlattığı bu
emir ve yasaklara riâyettir takva. Rabbimiz bizim muttaki olmamız için, bizim
böylece bir hayat yaşayarak cennete ulaşmamız için yollarını göstermiştir.
Kitabın ve sünnetin dışında takva yolu da yoktur. Kim ki kitap ve sünneti bırakır
da başka şeylerin, başka yolların peşine takılırsa o mutlaka sapmak zorunda
kalacaktır.
Allah’ın
Resulü bu konuyu anlatırken elindeki bir çöple yere bir çizgi çizdi ve buyurdu
ki, işte Rabbimin dosdoğru yoludur. Sonra onun sağına ve soluna başka çizgiler
çizerek işte bunlar da şeytanların yollarıdır. sakın sizler bu yollara
gitmeyin, çünkü o yollardan her birisinin üzerinde sizi ona çağıran, sizi sırat-ı
müstakîmden uzaklaştır-mak ve saptırmak isteyen şeytanlar vardır buyurdu. Evet
kim ki sırat-ı müstakîmde yürürse, kim ki hayat programını Allah’ın kitabından
ve Resulünün parlak yolundan alırsa dünyada tüm problemleri çözülecek ve mutlu
bir hayat yaşayacak, sonunda da dosdoğru cennete ulaşacaktır.
Allah diyor
ki aklınızı kullanasınız ve muttaki olasınız diye size kendi yolunu vasiyet
etmektedir. Evet bu yolun özelliği aklı kullan-maktır. Aklını kullananların
yoludur bu yol. Takva bu yolun özelliğidir. Muttaki olmak isteyenler bu yolun
yolcusudur. Takva bu yolla elde edilir. Bu yol cennete götürür, şeytanların
yolları da cehenneme götürür. Artık siz bilirsiniz. Sonucuna kendiniz katlanmak
kayd-u şartıyla dilediğiniz yolu tercih edebilirsiniz.
Söyleyin
şimdi hangi yoldayız? Severken, küserken, seçer-ken, alırken, verirken,
ekonomik hayatta, sosyal hayatta, siyasal ha-yatta söyleyin hangi yoldayız?
Allah yolunda mı başkalarının yolunda mı? Kimin peşinde gidiyoruz? Kiminle
beraberiz? Kesinlikle bilelim ki peygamberin yürüdüğü o yolun dışında bizi
cennete götürecek yol yoktur. Bireysel ve toplumsal hayatımızda söyleyin, hangi
yolda ve kimin peşindeyiz? Kitabın çizdiği, peygamber aleyhisselâmın tarif bu-yurduğu
bu sırat-ı müstakimde olmanın dışında cennet kazanmamız kesinlikle mümkün değildir.
Peki
anladık da bu sırat-ı müstakîmi nasıl bulacağız? Yâni hangi yolun Allah yolu,
hangi yolların da şeytanların yolu olduğunu nasıl anlayacağız? bunları nasıl
ayırdedeceğiz mi diyorsunuz?
154. “Sonra, iyilik işleyenlere nîmeti
tamamlamak, her şeyi uzun uzadıya açıklamak, doğruyu göstermek ve rahmet olmak
üzere Mûsâ'ya Kitabı verdik. Rablerine kavuşacaklarına belki inanırlar.”
Sonra biz Mûsâ’ya kitap verdik. Mûsâ’ya Tevrat’ı verdik.
Mûsâ’yı da kitapla müşerref kıldık. Yâni şu anda sizin karşınızda duran peygamberim
türedi, yeni çıkmış bir elçi değildir. Ondan önce de pey-gamberler gönderdik
biz. Veya bu sırat-ı müstakîm üzerinde bu-lu-nan, sırat-ı müstakîmin yolcusu
sadece Muhammed (a.s) değildir. O yolun yolcusu, o yolun peygamberi ve
mihmandarı sadece o değildir. Sadece İbrahim as, sadece Îsâ (a.s) değildir.
İnsanlığın ilk atası ve ilk peygamberi Hz. Âdem (a.s) dan son elçi Hz. Muhammed
(a.s) a kadar gelmiş geçmiş tüm peygamberler bu yolun yolcusu ve önderleridir.
Tarih boyunca hiç bir ümmeti,
hiçbir toplumu vahiysiz ve rehbersiz bırakmamıştır Rabbimiz. Her ümmete, her
topluma elçi gönderilmiştir. Ve artık bundan sonra hiçbir toplumun mâzeret
hakkı da kal-mamıştır. Hiçbir toplum ya Rabbi biz bunu duymamıştık, bizim bundan
haberimiz yoktu deme hakkı kalmamıştır. Bütün insanların ona bakarak, tutunarak
hidayet bulabilecekleri kitaplar göndermiştir Rab-bimiz.
İşte burada
da Rabbimiz yıllar önce Hz. Mûsâ (a.s) a ve onun toplumuna da kitap
gönderdiğini anlatıyor. Mûsâ’ya da Tevrat’ı göndermiştir ki muhsinlere, Allah’ı
görüyor muşçasına Allah’a kulluk edenlere, Allah huzurunda ve Allah kontrolünde
olduklarını hiç bir zaman hatırlarından çıkarmayarak ona lâyık kulluk yapmaya
çalışan-lara nîmetlerini itmam etmek için ve onlara ihsan buyurduğu nîmet-lerinden
en zirvede bir nîmet olarak kitap nîmetini de onlara ulaştır-mak istemiş.
Rabbimizin
İsrail oğullarına tarih boyunca ulaştırdığı nîmetlerini biliyoruz. Firavunun
zulmünden ve ona kölelikten kurtarmış, onları hürriyetlerine kavuşturmuş, çöl
ortamında bıldırcın eti, kudret hel-vasıyla onları doyurmuş, yeryüzünün
efendisi yapmış vs vs. Ama tüm bu nîmetlerinin üzerinde en büyük nîmeti olarak
onlara Tevrat’ı göndermiş Rabbimiz.
Kimileri; efendim hani burada
Tevrat’tan filan söz edilmiyor, binaenaleyh nereden çıkarıyorsunuz bunu filan
diyorlar. Peygamberimden öğreniyorum. Kur’an’da anlatılan mantıktan öğreniyorum.
Yâ-ni Allah kitabında; Biz Musa’ya Tevrat diye bir kitap verdik demiyor,
demesin. Yâni Rabbimizin âyetlerini gönderme modelleri ne zamandan beri
insanların mantıklarına uymak zorundaydı da? Meselâ kısasla ilgili kimi
âyetleri de Rabbimiz bir başka şekilde anlatmıştır. Ya da orucu bir başka çeşit
anlatmıştır. Meselâ oruç farz mı? Evet. Peki İslâm’ın şartlarından birisi mi? Evet.
Peki Allah saymış mı böyle İslâ-m’ın şartı şunlardır diye? Hayır. Meselâ aynı
merkezden düşünenler Kur’an’da kader yoktur demeyi kendilerine iş ediniyorlar.
Oysa bakıyoruz Kur’an baştan sona
kadere imanı anlatıyor. Bakın Yakup ve Yusuf dönemindeki kadere, meğer Rabbimiz
Yakup oğullarını Mısır’a girdirecek, meğer yüz yıllar sonra Musa aleyhisse-lâm
Yakup’un oğullarını Mısır’dan çıkaracakmış. Bu Allah’ın kaderi, takdiri değil
mi? Buna nasıl iman etmeyecekmişiz biz? Kadere iman eğer Allah istediği imtihan
eder’e imansa evet, Allah her şeyi bilire imansa evet, Allah her şeyi nasıl
isterse öylece takdir eder, dilemesine sınır yoktur, her şeyi yaratan O’dur
gerçeğine imansa elbette bu kadere iman edeceğiz. Kur’an baştan sona bunu
gündeme getirir. Sema bunun için vardır, arz bunun için gündemde tutulur.
Adem’den iblise, Nuh’tan, Hûd’a, Sâlih’ten, Semûd kavmine hepsi sanki bu kaderin
anlatımı içindir.
Rabbimiz
Hz. Musa aleyhisselâma Tevrat vermiştir. Tastamam her şeyi tafsilatıyla
anlatan, her problemi fasıl fasıl halledici bir kitap olarak. Onda her şeyi
açık açık anlatıyordu Rabbimiz. Sırat-ı Müstakîmi, takva yolunu, dünyada huzur
ve sükûn, âhirette de cennet yolunu anlatıp açıklıyordu. İşte tıpkı onun gibi
bir kitap da son elçi-sine gönderiyordu.
Evet her
şeyi tastamam açıklayan, ihsan sahiplerine her şeyi bütün tafsilatıyla anlatan,
fasıl fasıl her problemi çözen, halleden bir kitap olarak o Tevrat döneminin
hidayet rehberi ve rahmet olarak, rahmet vesilesi olarak gönderildi. Böylece
insanlar onunla yol bulup hayatlarını düzenlesinler diye.
Peki ya bizim kitap? Tevrat bizim
kitabımız değil mi? Evet Allah’tan geldiği orijinal şekliyle, bozulmamış
şekliyle o kitap bizim imanımızın konusu olan bir kitaptır. Ama şu anda onunla
amel edecek miyiz? Amellerimizi ona dayandıracak mıyız? Hayır. Tevrat’tan bizim
kitabımıza aktarılanlar varsa artık biz Kur’an diye onunla amel ederiz. Bizi
bizim kitabımız bağlar. Çünkü son kitap odur.
Yâni o
zaman şöyle bir soru sorarsak: Tamam anladık, o dönemde kullarına yol göstermek
için Rabbimiz, bir kitap göndermiş, Tevrat’ı lütfetmiş, hayat programı olarak
gönderdiği kitabıyla onların yollarını açmış. Gönderdiği bilgisiyle onların
gerek dünyalarını, gerekse âhiretlerini kazanmalarına imkân hazırlamış. Peki bugün
biz ne yapacağız? Biz hayatımızı nasıl düzenleyeceğiz? Biz neyle amel e-deceğiz
mi diyorsunuz? Dünya ve ukba saadetini kazanacak bir yol, bir program, bir
yasa, bir rehber, bir kitap mı arıyor, soruyorsunuz? Alın işte size de bir
kitap, buyurarak Rabbimiz bizim karşımıza da bir kitap sunuyor:
155,157. “Bu,
indirdiğimiz kutsal Kitaptır, ona uyun. "Bizden önce iki topluluğa kitap
indirildi, bizim onların okuduklarından haberimiz yok" demekten, veya
"Bize kitap indirilseydi onlardan daha doğru yolda olurduk" demekten
sakının ki merhamet olunasınız. Şüphesiz o, size Rabbinizden belge, yol
gösteren ve rahmet olarak gelmiştir. Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan ve
onlardan yüz çevirenden daha zâlim kimdir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz
çevirmelerinden ötürü, kötü bir azapla cezalandıracağız”
Evet şimdi de Kur’an tanıtılıyor. Bizim kitabımız olan
Kur’an. Elimizdeki kitabı, yahut duvarlara astığımız, sandıklara bastığımız, düğünlerde
gelinlere, damatlara hediye ettiğimiz, hatimlerde, cenaze başlarında
okuduğumuz, ama bir türlü anlamaya yanaşmadığımız kitabımızı tanıtıyor
Rabbimiz.
İşte bir
kitap ki, onu biz indirdik diyor Rabbimiz. Biz onu bu ümmete indirdik. Sürekli
insanların ellerinin altında, masalarının üstünde, soflarının başında,
yataklarının kenarında, yorganlarının ucunda yâni hayatlarının içinde olsun
diye. İnzal, tenzil, tenzil-i rütbe indirmek demektir. İndirmiş Allah onu. Peki
ne özelliği varmış bu kitabın? Nasıl bir kitapmış bu son kitap? Mübarekün,
mübarek, bereketli, bereket kaynağı bir kitap. Bereket insanın hayra, hakka,
hidayete ve cennete ulaşması demektir. Evet işte bu kitap kendisine baş vuranları
hakka, hidâyete ve cennete ulaştıran bir kitaptır. Peki ne için indirmiş
Rabbimiz onu? Ne yapalım yâni? Yazısını güzel yazalım. Kûfî olsun, sülüs olsun,
lafzatullahlar alt alta, üst üste gelsin. Lüks kılıflar ve süslü ciltler
yapalım ona. Hayır hayır bunların hiç birisi istenmiyor bizden. Ya ne
isteniyor? Ne için indirmiş Allah onu?
Ona tâbi olun. Ona uyun. Onu takip edin. Yemek hazırdır,
haydi buyurun demek gibidir bunun mânâsı. Haydi buyurun ve başka hiç bir şeye
bakmayın demektir. Berekete hayra, hakka, hidayete, cennete ulaşmak
istiyorsanız haydi alın elinize bu kitabı. Gece-gün-düz okuyun onu. Anlamaya
çalışın. Kafa yorun. Değilse bu kitabı durduğu yerden herkese bereket
ulaştıran, herkesi cennete ulaştıran bir kitap değildir. Durduğu yerden kendi
kendine insanların dünyasını aydınlatan, insanlara nûr dağıtan, insanları
hidayete ulaştıran bir ki-tap değildir bu kitap. Unutmayın ki bu kitap
kendisine yol soranlara yol gösteren, kendisine baş vuranları nûra, hakka,
hidayete ulaştıran bir kitaptır. Onunla beraber olanlar, onunla yol bulmak
isteyenlere, onun tarif ettiklerine kulak veren kimseler için bereket kaynağıdır
bu kitap. Ona ittiba etmeyenler, tarif ettiklerini dinlemeyenler, peşi sıra
gitmeyenler kesinlikle onun bereketinden mahrum kalacaklardır.
Sadece
okumak istenmiyor ama bakın. Yâni okuyacak insanlar bu kitabı, sonra da
diyecekler ki; tamam, öyle, aynen dediğin gibi, çok hoş buyurdun ey Kur’an, ne
kadar da güzel söyledin diyecekler, ama peşi sıra gitmeyecekler, dediklerini
uygulamaya yanaşmayacaklar. Yâni sen çok güzel söylüyorsun, nasıl da tatlısın,
ama yâni ne yapayım ben burada bulunmuş bulundum? Çaresizim, imkânsızım gibi
kalbine yerleştirdiği mazeretlerden dolayı ona ittiba etmeyenler asla Kur’an’ın
bereketinden istifade edemeyeceklerdir.
Muttaki
davranın. Onunla yol bulun. Yolunuzu ona sorun. Ha-yat programınızı ondan alın.
O desin siz yapın. Ondan izin alamadıklarınız şeylerden uzak durun. Sürekli
O’nun kontrolü ve murakabesi altında olduğunuzu unutmadan yaptıklarınızı O’na
lâyık yapın. O’nun koruması altına girin. Bir an bile O’ndan gafil olmadan
O’nun istediği gibi bir hayat yaşayın. Böylece Allah’ın rahmetine ve merhametine
eresiniz. Allah’ın merhametine ehil hale gelesiniz. Kendinizi cennette bulasınız.
Hemen hemen
her sohbette, her toplantıda konuşulan şey budur. Yahu ne yapalım? Ne edelim?
Nasıl yapalım? İşte Rabbimizin en güzel ve en net ifadesi. tâbi olun ona. Uyun
bu kitaba. Onu anlayın ve sizden ne istiyorsa öylece yapın. Yemek yemeniz
konusunda, meslek seçmeniz konusunda, kazanmanız harcamanız konusunda,
çocuklarınıza isim vermeniz konusunda, almanız vermeniz konusunda, küsmeniz
barışmanız konusunda ve hayatınızın her bir konusunda size ne tarif ettiyse,
nasıl yapmanızı tarif buyurduysa uyun ona. Peki tamam da ne bileceğim ben bu
kitabın bana ne tarif ettiğini? Nasıl anlayacağım ben bunun bana ne dediğini?
Elbette okuyacak ve bileceğiz. Kitabın geliş gayesini de şöyle anlatıyor
Rabbimiz:
Bu kitabı
sizler şöyle demeyesiniz diye indirdik. Ne oluyor? Bizden önce iki taifeye kitap
geldi de bize gelmedi, demeyesiniz diye. yahudi ve hıristiyanlara Allah kitap
gönderdi de bize göndermedi, Mekkelilere Allah kitap indirmedi, bizim kitaptan
da, Allah’tan da, Allah’ın ve kitabın istediği hayattan da haberimiz yoktu. Biz
böyle bir şey duymamıştık. Biz bu kitabın dersinden, dirasetinden gafildik demeyesiniz
diye size de bu kitabı gönderdik diyor Rabbimiz. Yâni bizden önceki Yahudi ve
Hıristiyanlara kitap gönderilirken bize gönderilmedi. Biz kitabın dersinden,
dirasetinden, mesajından, eğitiminden gafil kalmıştık, bizim senin istek ve
arzularına ulaşamamıştık, ilgi kuramamıştık demeyesiniz diye bu kitabı
gönderdik. Sonra bir de şöyle demeyesiniz diye bu kitabı gönderdik: Ah keşke
bize de bir kitap gönderilmiş olsaydı, bizler de Rabbimizin vahyine muhatap
olmuş ol-saydık elbette biz o bizden önceki ehl-i kitaptan daha ciddi hidâyet
üzere bulunur, iyi bir müslüman olurduk.
Evet dikkat
ederseniz biz bu kitabın dirasetinden gafildik demeyesiniz diye deniyor.
Dirase, diraset sadece mücerret okumak de-ğildir. Dirase, ders sadece sevap
kazanmak için ölülerin üzerine okumak değildir. İnsanların anlamak ve
anladıklarını uygulamak üzere, onunla hayatlarını düzenlemek üzere okuyup
anlamak ve bilgilenmek demektir. Öyleyse bu âyetten anlıyoruz ki bu kitabı
anlayamadık diye bir itiraz hakkımız kalmamıştır. Artık hiç kimsenin bu konuda
her hangi bir itiraz hakkı kalmamıştır.
Evet
Rabbimiz kıyâmete kadar insanların böyle bir itiraz hakları kalmasın diye bu
kitabı indirdik buyuruyor. Artık hiç kimsenin itiraz hakkı yoktur. Kitap bizden
önceki yahudi ve hıristiyanlara geldi de bize gelmedi. Bu kitap sahâbeye geldi
de bize gelmedi. Bu kitap İmâm Ebu Hanife, İmâm Şafii’ye geldi de bize gelmedi.
Kitap hocalara, hacılara geldi de bize gelmedi. Eğer bize de bir kitap gelseydi
bizler onlardan daha güzel anlar, onlardan daha güzel amel eder ve onlardan
daha doğru yolda olurduk demesinler diye bu kitabı indirdik diyor Allah.
Eğer
Rabbimiz bize de bir kitap gönderseydi biz de tüm problemlerimizi onunla
çözerdik, hayat programlarımızı o kitaptan alırdık, onun yap dediklerini yapar,
yapma dediklerinin de yakın semtine uğramazdık. Ama bize böyle bir kitap
gelmedi. Eh şimdi ne yapalım biz? Biz kime gidelim? Nasıl bir hayat programı
yapalım? Bizim elimizde böyle bir kitabımız olmayınca mecburen birilerinin
kitabıyla amel etmek zorunda kaldık. Elimizde böyle açık net bir örneğimiz
olmayınca mecburen kendimize örnekler aradık, bulduk ve onlar gibi yaşamaya
başladık. Onlara tâbi olmaya, onları taklit etmeye mecbur kaldık demeyesiniz
diye size bu kitabı ve onun pratiği olan son peygamberi gönderdik diyor
Rabbimiz.
Artık bundan sonra Allah’ın
kitabını, Allah’ın elçisi Hz. Mu-hammed (as)’ı yok farz ederek, onları yalan
sayarak, onların gösterdiği hayat programından habersizce bir hayat yaşayan
kimselerden daha zâlim kim vardır? Kitap geldiği halde onu görmezden gelerek
başkalarının kitaplarına yönelenlerden daha zâlim kim vardır? Örnek olarak Peygamber
geldiği halde, o peygamberin örnek hayatı gün gi-bi hayatta olduğu halde onu bırakıp
da kendisine başka örnekler ara-maya çalışan kimselerden daha zâlim kim vardır?
Allah onlara kitap göndersin onunla yol bulsunlar, yollarını ona sorsunlar
diye, hayatlarını onunla düzenlesinler diye, peygamber göndersin ona bakıp onun
gibi yaşasınlar diye, sonra kalkıp bu insanlar kitapla da peygamberle de ilgilenmesinler,
Allah’ın kendilerine açtığı bu rahmet kapılarından istifade etmesinler ve
böylece kendi kendilerini zâlim yapsınlar olacak şey midir bu?
Sonra da üstelik bu insanlar
kendi zulümlerine başkalarını da
ortak etmek için çırpınsınlar. Bundan daha büyük bir zulüm ve nankörlük
düşünmek mümkün değildir. Kitaptan, sünnetten uzaklaşan, insanların peşine
takılan zavallılar da efendim işte bizi filanlar falanlar aldattılar. Bize siz
bu kitabı anlayamazsınız dediler ve bizi sapıttılar diye filanları, falanları
suçlamaya kimsenin hakkı yoktur. Çünkü:
İşte size ize
Rabbinizden bir beyyine, işte size Rabbinizden bir açık, ayan beyan bilgiler
geldi. Hidâyet rehberi, cennet sebebi ve rahmet eseri ve merhamet unsuru olarak
bir kitap geldi. Gelen bu kitap beyyin olan son derece açık ve net
anlaşılabilen bir kitaptır. Hiç bir kapalılığı, hiç bir eğri büğrülüğü olmayan
bir kitaptır bu kitap. Yâni bu kitapta her hangi bir tenakuz, her hangi bir
çelişki, bir uyumsuzluk bir münâsebetsizlik yoktur. Onda insanların anlayamayacağı,
şaşkınlığa düşerek bocalayacakları bir karışıklık, bir bulanıklık, bir tutarsızlık
yoktur. Bu kitap her sınıf ve her dönem insanlığının anlayabileceği doğrulukta,
netlikte ve berraklıkta bir kitaptır. Sadece belli sayıda ve belli sınıf
insanların anlayabilecekleri diğerlerinin anlayamayarak bo-calayacakları
içinden çıkamayarak sapıtacakları bir kitap değildir bu kitap. Tüm diğer
kitaplardan üstün, arınmış, insan eli değmemiş bir kitaptır o. Rabbinizden size
yol gösteren bir hidâyet ve rahmettir o.
Evet
beyyindir bu kitap. Eğer insanlar bu kitaba dayanarak konuşacak
olurlarsa, muhatap ateist bile olsa belki kızacaktır onu duymaktan, ama mutlaka
onun doğruluğunu kabullenip susacaktır. Eğer insanlar bu kitaba dayanarak
hareket edecek olurlarsa kesinlikle bilelim ki hatalarını en aza
indirebileceklerdir. O halde gücünüz yettiği kadar bu kitapla beraber olun.
Gücünüz yettiği kadar bu kitapla konuşun. Sözlerinizi, amellerinizi gücünüz
yettiği kadar bu kitaba dayandırmaya, bu kitapla hareket etmeye çalışın.
Desteğiniz, dayanağınız, hareket noktanız bu kitap olsun inşallah.
Hüden
dir bu kitap. Hidâyet kaynağıdır. Hakkı bâtılı, iyiyi kö-tüyü, doğruyu yanlışı
ayırandır, öğretendir bu kitap.
Rahmettir
bu kitap. Rabbimiz mahza rahmetinin eseri olarak göndermiştir bunu bize.
Bir de
burada şunu söyleyelim inşallah: Sanki âyetten anlı-yoruz ki Rabbimiz tabiri
caizse kendisini garantiye alıyor. Kendisini töhmet makamında bulundurmuyor.
Yarın bize kitap gelmedi diye her hangi bir itirazınız olmasın diye bu kitabı
size gönderiyorum diyor. Halbuki hiç kimse Ondan hesap soramazken, hiç kimse
O’nu bu konuda sorgulama hakkına sahip değilken, yine de Rabbimiz bu konuda
sanki kendisini garantiye alıyor. Buyuruyor ki bakın: Yarın sizden böyle bir
itiraz gelmesin diye ben bunu size gönderiyorum.
Rabbimiz aslında bizden çekindiği
için filan değil de bize burada bir örnek gösteriyor. Diyor ki, ey kullarım,
ben bile Allah olduğum halde kendimi bu konuda garantiye alıyorum da, ya sizler
ne ya-pacaksınız? Yarın çocuklarınızdan böyle bir itiraz gelirse. Babamızdı,
ama bize bu kitabı anlatmadı ya Rabbi! Kadınlarınızdan bir feryat yükselirse.
Kocamızdı, ama bize bu kitabı duyurmadı ya Rabbi! Kom-şumuzdu, ama bize
duyurmadı! Akrabamızdı, kendisi okuyordu bu kitabı, tanıyordu bu kitabı, ama
bizler ondan, onun dirasetinden habersizdik. Bizler bu kitabın varlığından gafildik.
Bize anlatmadılar ya Rabbi! Bize duyurmadılar! Bizi bu kitapla tanıştırmadılar!
Eğer bilenler bize de anlatsalardı biz belki onlardan daha güzel onunla amel edecek,
onlardan daha doğru yolda olacaktık! Diye çevrenizden gelebilecek itirazlar
karşısında sizler ne yapacaksınız? diyerek bize yol gösteriyor Rabbimiz.
Öyleyse yarın çevremizden bu
itiraz feryatlarını duymak iste-miyorsak anlatalım bunu çocuklarımıza.
Anlatalım akrabalarımıza. Anlatalım komşularımıza ve tüm çevremize. Değilse siz
galiba şunu bekliyorsunuz:
Şimdi
Allah böyle bir kitap gönderecek, rahmetinin gereği sizi kendi bilgisiyle
şereflendirecek, sizi muhatap kabul edecek ama insanlar o kitaba karşı nankör
bir tavır takınacaklar, yalan sayacaklar, o kitabın bereketinden istifade
etmeyecekler, söyleyin bundan daha büyük bir zulüm olur mu? Böyle yapanlardan
daha büyük zâlimler olur mu? İşte böylece âyetlerimizden sapanları, kendilerini
saptıranları, insanları saptıranları, âyetlerimizden yan çizenleri en korkunç
azabımıza çarptıracağız. Böyleleri azabımızı beklesinler.
Evet
Rabbimiz peygamberine hitapla buyuruyor ki, ey pey-gamberim ben sana bir kitap
gönderdim. Biz bu kitabı bu ümmete indirdik. Biz bu son kitabımızı tüm insanlığa
indirdik. Yâni sürekli eli-nizin altında, dilinizin altında olsun diye, sürekli
masanızın üzerinde, cebinizde, sofranızın üzerinde, yatağınızın kenarında, yâni
hayatı-nızın içinde olsun diye. Sürekli gündeminizde canlı tutulsun diye.
Âyetlerimizden
insanları saptıranlar, âyetlerimizi kamufle ederek, örterek, örtbas ederek
gündemden düşürmeye çalışanlar, yanlış anlamlar vererek insanların sapmasına
sa’y edenler, âyetlerden yan durup kenar duranlar en korkunç, en çetin azabı
hak edecekler. Evet işte bu kitabın indirilişi böyledir, ama:
158.
“Onlar kendilerine meleklerin gelmesini mi, yoksa Rabbinin gelmesini mi, yahut
Rablerinden bir takım mûcizelerin gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin bir takım
mûcizeleri geldiği gün, bir kimse daha önce inanmamışsa veya imanıyla bir
iyilik kazanmamışsa, imanı ona fayda vermez. Onlara: "Bekleyin, doğusu biz
de bekliyoruz de.”
Sanki bu insanlar kendilerine kitabın değil de meleklerin
gelmesini bekliyorlar. Ya da doğrudan kendilerine Allah gelsin istiyorlar. Veya
Allah’ın âyet ve alâmetlerinden kimilerinin gelmesini bekliyorlar. Yâni azaplar
gelsin, felâketler gelsin, mûcizeler gelsin, cezalar gelsin, melekler bunları
getirsin diyorlar. Ey Allah’ın âyetleriyle ilgilenme-yenler! Ey kitaptan ve
peygamberden habersiz yaşayanlar! Ey vahiyden mahrum oldukları için kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde
bir hayat yaşamaya mahkum olanlar! Ve de ey bu âyetleri bildiği halde Allah
kullarına anlatmayıp sır küpü gibi onu toprağın altına taşıma cehaletinde
bulunanlar! Bu halinizle galiba sizler meleklerin size gelmesini, yahut
Rabbinizden sizi harekete getirecek bir takım mûcizelerin gelmesini
bekliyorsunuz. Yâni sizler neyi bekliyorsunuz? Meleklerin, ya da Rabbinizin
gelmesini mi bekliyorsunuz? Eğer daha önce iman etmemişse insanlar veya iman
ettik demişler ama bu imanlarının gereğini yerine getirmemişlerse, imanı amelle
birleştirmemişler-se, inançlarının gereği bir hayat yaşamamışlarsa, inançları
kendilerine bir hayır sağlamamışsa, yâni kendilerini cennete götürecek bir iman
ortaya koymamışlarsa bu beklediğinizin ne anlamı kalacak da?
Peygamberim, sen onlara de ki, bekleyin, ben de
bekliyorum.
Üç şey
zikrediliyor âyet-i kerimede:
1-
Meleklerin gelmesi,
2- Rabbinin
gelmesi,
3- Rabbinin
bazı âyetlerinin, alâmetlerinin gelmesi.
Yâni
anlayabildiğimiz kadarıyla ölümü bekliyorlar bu adamlar. Çünkü melek gelmiş
zaten. Melek getireceği vahyi getirmiş zaten. Bunun dışında meleğin gelmesi ya
azap getirmek üzeredir, ya da ölüm meleği ölüm getirmek üzere, kıyâmeti
koparmak üzere gelir. Allah’ın gelmesi de böyle. Nebe’ sûresinde saf saf melekler
dizildikleri halde Rabbin gelecek deniyor. Öyleyse Allah’ın gelmesi de kıyâmetin
gelmesi demektir. Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesi de Allah’ın onların başlarına
taş yağdırması, semanın parça parça olup üstlerine düşmesi, yahut kıyâmetin
bütün dehşetiyle tepelerinde patlaması demektir. İşte galiba bu adamlar bunları
bekliyorlar.
Ama o zaman
bu adamların yola gelmesinin hiç bir anlamı kal-mayacaktır. Önemli olan bu
âyetler gelmeden önce, kıyâmet gelme-den önce inanmalı ve vazifelerini
yapmalarıdır. Önemli olan gayb âyetleri, azap âyetleri gelmeden bu âyetleri
yeterli bilip onlarla bera-berlik kurmalarıdır. Bu âyetler gelmeden önce
yapılan iman ve amel geçerlidir. Görmüyor musunuz? Firavun da bu âyetler gelene
kadar bekledi, bu âyetleri görünce iman etti de imanını Allah kabul etmedi.
Yâni sizler neyi bekliyorsunuz? Firavun gibi ortada kalmayı mı bek-liyorsunuz?
Halbuki meleği gördükten sonra, azabı gördükten sonra, kıyâmeti gördükten sonra
iman ve pişmanlık hiç bir işe yaramaya-caktır, tövbeler kabul edilmeyecektir.
Ama şu anda aklınız başınızdadır. Gelin bunların gelip çatacağı günü
bekleyerek, imanı ölüme ve ölüm sonrasına bırakarak ebediyen kaybedenlerden
olmayın diyor Rabbimiz.
Evet bu
insanlar melekler gelsin, bekliyorlar, Allah gelsin, bek-liyorlar, mûcizeler
gelsin, azaplar gelsin, belalar gelsin, cezalar gelsin, bekliyorlar. Ama
Rabbimiz de bunlara tehdit olarak bakın diyor ki: Dikkat edin! Açın gözünüzü!
İyi bilin ki, Allah’ın âyetlerinden ki-mileri bir gelmeye başladı mı o zaman
daha önce iman etmemişse insanlar veya dilleriyle iman ettim dedikleri halde,
iman iddiasında bulunduğu halde bu imanlarının gereğini yerine getirmemişlerse,
yâni imanlarını amelleriyle gündeme getirmemişlerse, inancın gereği bir hayat
yaşamamışlarsa o zaman bu beklediklerinin ne anlamı kalacak da? Söyle onlara
peygamberim, bekleyin, ben de bekliyorum. Siz Allah’tan belânızı bekleyin, biz
de bekliyoruz.
Yâni
imanıyla, ameliyle, yaşadıkları hayatlarıyla cennete gide-bilecek bir seviyeyi
garantileyemeyenler, imanlarının kendilerine bir faydası olmayanlar bu
bekledikleri geldiği zaman işleri bitirilmiş olacağını anlamaya yanaşmıyorlar
mı?
159. “Ey Muhammed! Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla
senin hiç bir ilişiğin olamaz. Onların işi Allah'a kalmıştır, yaptıklarını
onlara sonra bildirecektir.”
Evet dinlerini parça parça edenler ve böylece hayatı
parçalayanlarla senin hiç bir ilgin ve alâkan yoktur diyor Rabbimiz. Dinlerini
parça parça ederek fırkalaşan kimselerle senin bir ilgin yoktur.
Dinlerini
parçalayanlar. Yâni dinin amel edilecek, uygulanacak pratiğe aktaran bölümü,
şimdilik sadece inandığımızı iddia edip de beklemeye aldığımız bölümü. Ya da
dinin ilgilendiğimiz bölümü, ilgilenmediğimiz, gündeme almadığımız bölümü.
İşimize gelenler bölümü, işimize gelmeyenler bölümü. Veya dinsel anlar, dinsel
günler, din dışı anlar, din dışı günler. Veya dinin beni ilgilendiren bölümü,
beni değil de başkalarını ilgilendiren, başkaları uygulasın dediğimiz bö-lümleri.
Veya ben bu dinin bir tarafındayım, din de benim başka bir tarafımdadır diyerek
dinle fırkalaşmamız. İşte böyle dini fırkalaştıranlar. Kendileri bir fırka
olmuş böylece dini de fırkalaştırmış olanlar var ya; işte ey peygamberim senin
böyle kimselerle bir ilgin, ilişkin yoktur. Öyle değil mi ama? Peygamberin bu
insanlarla ne ilgisi olabilir.
Onlar
dinlerini fırkalaştırdılar, dinlerini fırka fırka yaptılar. Öyle ayırdılar ki
dinlerini, öyle parçaladılar ki onu, sanki çocuğa ayrı din, gence ayrı din,
yaşlıya ayrı, erkeğe ayrı, kadına ayrı din buldular. Ki-mileri sadece
kadınlarla ilgilenen bir din kabul ettiler onu. Dinin hükümlerini sadece kadına
ait kıldılar. Kadın şöyle inanmalı, kadın şöyle namuslu olmalı, kadın böyle
giyinmeli vs vs. Sanki erkek namuslu olmalı değilmiş gibi, sanki aynı tesettür
erkek için de geçerli değilmiş gibi. Kimileri gence ait zannettiler bu dini.
Kimileri hocalara, kimileri imamlara ait kıldılar dini. İmam kılar namazı. İmam
Hatip mezunu o-lanlar anlar hadisi. İlâhiyatlılar anlar Kur’an’dan. Müftüler
yapmalıdır bunları dediler. Veya işte köylünün, cahillerin uygulaması gereken
âyetler, şehirlinin ve tahsillilerin uygulaması gereken âyetler dediler.
Köylüler ve cahiller inanacak, zekâtını verecek, namazını kılacak, ama
şehirliler ve okumuşlar da sadece bu işi konuşuverecek o kadar dediler. Yâni
dinin edebiyatını yapanlar ve dini yaşayanlar diye ikiye ayırdılar onu.
Kimileri de
farklı bir biçimde parçaladılar dini. Sadece âhiretle ilgilenen bir din. Veya
sadece dünyayla alâkadar olan bir din. Sadece âhiret ve ölüm ötesi hayatı
düzenleyen, ama dünyaya ve dünyalık işlere karıştırılmayan bir din. Böyle
dünyadan soyutlanmış, hayattan kovulmuş bir ölüler dini kabul ettiler onu. Veya
işte bu dünya işi, bu âhiret işi dediler. Bu dünya işi, buna din karışmaz, bu
din işi buna Al-lah karışır dediler. Din ayrı, dünya ayrıdır dediler. Dinin
dünyaya karışmayan bölümü, dinin âhirete karışmayan bölümü vardır dediler. Dini
günlerimiz, dindışı günlerimiz vardır dediler. Dinlerini mescitlerine
karıştırdılar, ama ticaretlerine karıştırmadılar. Âhiretlerine karıştırdılar
ama dünyalarına, hayatlarına karıştırmadılar. Hayatta hiçbir etkinliği olmayan,
vicdanlara hapsedilmiş bir din kabul ettiler.
Halbuki
şunu kesinlikle ifade edelim ki, din ayrı, hayat ayrı de-ğildir. Din ayrı,
dünya ayrı değildir. Din bir hayat programıdır. Din dünyada yaşanmak için
gelmiştir. Din âhirette, ya da cennette yaşanmak için gelmemiştir. Eğer öyle
olsaydı orada gönderirdi Rabbi-miz bu dini, burada göndermesine gerek kalmazdı.
Öyleyse hayatı parçalamak, dini
parçalamak demektir. Dini parçalamak da hayatı parçalamak demektir. Efendim
işte ferdi hayat, toplumsal hayat, ekonomik hayat, iş hayatı, siyasal hayat, ibadet
ha-yatı gibi hayatı parçaladınız ve her birerinde farklı hükümler uygulamaya
kalkıştınız mı din parçalanmış ve şirk başlamış demektir. Aynen bunun gibi
dünya hayatı, âhiret hayatı dediniz mi yine din parçalanmış demektir.
Veya Allah’a ayrılan hayat,
topluma ayrılan hayat diye hayatı ikiye ayırmak da dinin parçalanmasıdır.
Allah’a ayrılan zaman, baş-kalarına ayrılan zaman olmaz. Çünkü Müslümanın
hayatında Allah-tan başkalarına ayrılacak zaman yoktur. Müslümanın hayatında kulluğun
dışında düşünülebilecek bir tek saniye bile yoktur. Allah ha-yatta boşluk
bırakmaz. Tüm zamanlarımız, tüm hayatımız kulluktur. Ve bu kulluk sadece
Allah’a yapılmalıdır. Bunun dışında bir anlayış şirktir.
Veya
kimileri de işte insanın bâtınına karışan, bâtına ait din, ve zâhirîne ve
cismaniyetine karışan din bölümleri diye onu parçaladılar. Bu zâhir, bu bâtın
işi dediler. Ya da insanın filan işlerine karışan, ama falan işlerine
karışmayan bir din dediler. İnsanların, toplumların namazlarına karışan, ama
hukuklarına karışmayan bir din. İnsanların oruçlarına karışan, ama
kazanmalarına, harcamalarına karışmayan bir din. İnsanların ibadetlerine
karışan, ama hukuklarına, kılık kıyafetlerine karışmayan bir din. İnsanların
dualarına karışan, ama düğünlerinde, ev tefrişlerinde, küsmelerinde, barışmalarında
söz sahibi olmayan bir din. Bunların tamamı Allah’ın dinini parçalamaktır.
Veya
kimileri dini iman olarak, amel olarak parçalamışlar. Kimileri sadece imana,
kimileri de sadece amele din diyerek parçalamışlar onu. Halbuki bu din imanla
amelin birlikteliğidir. Ne mücerret amelsiz bir iman, ne de imansız bir amel
din değildir.
Kimilerinin
dini siyaset olarak ele alması, kimilerinin ekonomi olarak ele alması, kimilerinin
sadece onu ahlâk olarak algılaması da dini parçalamak demektir. Veya kimileri
din ayrıdır millet ayrıdır diyerek, her ikisi de aynı olduğu halde dini
parçaladılar.
Veya
kimileri de kendilerine göre farklı parçaladılar dini. Parçaladılar, parçalara
ayırdılar dini ve her bireri ayrı bir parçaya tutundular. Her bireri dinin ayrı
bir bölümünü bayraklaştırdılar. Kimileri dinin devlet bölümünü bayraklaştırdı,
kimileri dinin zikir bölümüne sarıldı. Sanki din sadece bundan ibaretmiş gibi
ve sanki dinin öteki bölümleri yokmuş gibi, sadece onu gündeme getirerek dini
böldüler. Kimileri kıssa âyetlerini bayraklaştırdı ve din sadece kıssadan ibaretmiş
gibi sürekli onu gündeme getirerek, ötekileri örterek dini parçaladılar. Kimileri
sadece tekfir âyetlerini gündeme getirdi. Kimileri sadece cihad âyetlerine sarıldı,
cihad ve diğerleri diye dini böldüler. Kimileri fıkıh ve diğerleri diyerek,
kimileri tefsir ve diğerleri diyerek dini parçalamaya çalıştılar. En’âm bizim
oldu, Bakara başkalarının oldu yâni.
Evet bu
anlattıklarım dinin içinde bir parçalanmadır. “Ettef-rikatü fiddîn”
Dinde, dinin içinde parçalanmalar. Ama Allah korusun bir de “Ettfrikatu
aniddîn” vardır ki bu da dinden çıkıp giderek ayrılmak fırkalaşmak
demektir. Ya da okuduğumuz âyette geçen bu ifadeyi “ferragu” değil de “Faragu” kıraatini kabul
edenlere göre anlayacak olursak, o zaman hak dinden ayrılıp gidenler olmuştur
diyeceğiz. Yâni dinde, dinin içinde fırkalaşanlar değil de, dinden fırkala-şanlar,
dinden kopanlar olmuştur şeklinde anlamak gerekecektir. Me-selâ kimler gibi?
Mutezile gibi, Cebriye gibi, Cehmiyye gibi, Müşeb-bihe, Mürcie gibi din adına konuşan,
din adına iş yaptığını iddia eden, ama dinden ayrılıp gidenler olmuştur.
İşte
Rabbimiz âyet-i kerimesinde diyor ki, ey peygamberim, senin böyle dinden tefrika
olan, dinden ayrılıp giden kimselerle bir ilgin, alâkan yoktur. Yahut da daha önce
demeye çalıştığım gibi dini parçalayan, dinlerini parça parça eden ve her
bireri dinin bir bölümüne tutunarak, her bireri dinin bir bölümünü gündeme getirerek,
her biri dinin bir bölümünü bayraklaştırarak dinde tefrikalaşan kimselerle bir
ilgin, alâkan yoktur buyuruyor. Çünkü dikkat ederseniz âyet-i kerimede dini
parçalayıp şia, şia olanlar deniyor. Yâni her biri ayrı bir şia, ayrı bir grup,
ayrı bir parti olan ve her biri ayrı bir lidere, ayrı bir reise tutunarak
dindeki vahdeti bozan kimseler deniyor.
Evet
Rabbimiz âyetinde bunu reddettiği halde bugün maalesef Müslümanlar aralarındaki
ufak tefek metot ayrılıklarını sanki dinde temel ayrılıklarmış gibi görerek kendilerini
şia şia, parça parça yaptılar. Birbirlerini tekfir edecek noktaya geldiler. Ve
bu kendi aralarındaki bu parçalanmaları da kâfirler karşısında onları izzetsiz
ve şerefsiz bir konuma düşürmüştür. Birbirlerini yemeye çalışırlarken maalesef
Müslümanlar kâfirler karşısında güçsüz bir duruma düşmüşlerdir. Allah’ın kitabı
yerine kendi efendilerinin, kendi liderlerinin kitaplarını gündeme getirmeleri,
peygamberin örnekliği yerine kendi üstatlarının örnekliliğine sığınmaları
onları parça parça hale getirmiştir.
Allah’ın
Resulü de bildiğiniz hadisi şeriflerinde bu hususu an-latırken, yahudi ve hıristiyanlar
71,72 fırkaya ayrılmışlar, bu ümmet de 73 fırkaya ayrılacak ve bunlardan sadece
bir tanesi cennete gi-decektir buyuruyordu. Bu fırkalardan sadece bir tanesinin
kurtulacağını haber veriyordu Allah’ın Resulü. Onlar kimlerdir ey Allah’ın
Re-sulü? şeklindeki soruya da: Onlar benim ve ashabımın yolundan gi-denlerdir
buyuruyordu. Evet cennetlik olanlar kitap ve sünnetin yo-lunu takip edenlerdir.
Rasulullah ve ashabının yolunu takip edenlerdir.
Ey
Müslümanlar! Eğer sizler aranızdaki bu çekişmeleri bir tarafa bırakır, Allah’ın
kitabını ve Resulünün sünnetini tanımaya ve onların istediği biçimde bir hayat
yaşamaya çalışırsanız o zaman bakın Rabbinizin şu müjdesiyle karşı karşıya
geleceksiniz:
160. “Kim ortaya bir
iyilik koyarsa ona on katı verilir; ortaya bir kötülük koyan ise ancak misliyle
cezalandırılır; onlara haksızlık yapılmaz.”
Öyleyse falanları, filanları araştırıp, falanlar iyidir,
filanlar kötüdür diyerek insanların muhasebeleriyle meşgul olmaktansa kendi
kendimizi sorgulamaya çalışmalıyız. Her zaman şöyle demek zorundayız:
Müslümanlar iyidir. Müslümanlar iyi insanlardır. Müslümanlar iyi olmak
zorundadırlar. Yeryüzünde Müslümanlardan daha iyi ve daha hayırlı bir varlık
yoktur. Her ne kadar da şu anda yeryüzünde Müslümanlar kendilerini Rablerinin
kitabından, peygamberlerinin sünnetin-den koparmaya çalışan idarecileri
yüzünden, ülkelerindeki sahte tanrılar yüzünden kötü bir hayat yaşamak zorunda
bırakılmışlarsa da onlar yine de yeryüzünün en iyi varlıklarıdır. Biz
Müslümanlar iyi olmak zorundayız. Biz Müslümanlar düzelmek zorundayız diyelim
ve kendimizi düzelmek için, çevremizdeki Müslüman kardeşlerimizi düzeltmek için
elimizden ne geliyorsa yapmaya çalışalım. Bu konuda gecemizi gündüzümüze
katarak bir çabanın içine girelim ki yaptıklarımıza karşılık Rabbimiz bire on mükafat
versin.
Bakın öyle
diyor Rabbimiz: Kim bir iyilik yaparsa, kim ki bir ha-sene ortaya koyarsa, kim
ki imandan kaynaklanan bir harekette bulunmuşsa ona onun on katı mükafat
verilir. Allah bu kadar merhametlidir. Bir haseneye on hasene, bir iyiliğe on
iyilik bulacaksınız. Sanki on tane hasene yapmış gibi karşılık verecektir
Allah. İyiliğin kat sayısı farklıdır. Bire on. Bakın Bakara’da da Rabbimiz şöyle
buyurur:
“Allah,
dilediğine daha da katlar. Allah’ın rahmeti geniştir. O her şeyi bilir.”
(Bakara
261)
Âyet-i
Kerimede Allah yolunda infak edenlerin, Allah yolunda çalışmalar yaparak
hayatlarını, zamanlarını, fikirlerini, kâlemlerini Al-lah’a adayanların
sevaplarının kat kat artırılacağı anlatılıyor. Hattâ bir iyiliğin karşılığının
yedi yüze kadar çıkartılacağına dair bir misâl veriliyor. Daha sonra bir amele
verilecek mükafatın, o ameli işleyenlerin o ameli işlerken taşıdıkları ihlâs ve
samimiyetlerine göre kat kat artırılacağı anlatılıyor. Yâni yapılan infakın,
yapılan çalışmanın değeri, ya da karşılığında takdir edilecek mükafat o
infakın, o çalışmanın, ferdin, toplumun ve ümmetin problemlerine, sıkıntılarına
ne ölçüde çözüm getirdiğiyle orantılıdır. Yâni infaka, yapılacak güzel amellere
takdir edilecek sevap, onunla giderilen ihtiyaçla orantılıdır.
İnfak, infak edilen şeyin hacmi, azlığı
çokluğuyla ilgili değildir. Yapılan amele takdir edilecek mükafat o amelin
çokluğu azlığıyla sınırlı değildir. Bir çuval hurması olup da bunun yüz
tanesini Allah yolunda infak eden kişiyle, bir tek hurması olup da ona ihtiyacı
varken bölüp yarısını bir kardeşine infak eden kişi elbette bir değildir. Burada,
mükafatın takdirinde azlık-çokluk değil, niyet ve giderilen sıkıntının türü
önemlidir. Amelde niyet önemlidir. Niyeti en az olana yaptığının on katı
ödenirken, niyeti daha güzel olana niyetinin güzelliği nispetinde bu mükafat
artırılmaktadır.
Öyleyse
mü'minler infak için bir taneyi bile küçük görmemeli ve onu Allah adına harcamayarak
Allah’tan kıskanmamalıdır. Elimde bir tanem var onu da Allah yolunda harcarsam,
o da yok olup gidecek dememelidir. Allah için yapılacak en küçük hayırları bile
küçük görerek onu Rabbinden esirgememeli, bir saniyesini bile boşa harcamamaya
dikkat etmelidir.
Evet Allah
için yapılan iyiliklerin mükafatının katsayısı farklı iken yapılan
kötülüklerin, işlenen günahların karşılığında da bire bir ceza vardır diyor
Rabbimiz. Kim seyyie, bir kötülük, bir günâh işlerse ancak bir karşılık görecektir.
Sadece karşılığıyla mukabele görecektir. İyiliğin karşılığı bazen bire on,
bazen bire yedi yüz, bazen bire sonsuz mükafat iken, kötülüğün karşılığı ise
sadece bire birdir. Rabbimiz ne kadar da merhametlidir bizim için değil mi?
Hattâ bakın bir adam bir günah işlemeye niyet edip azmetse, ama sonra da Allah
korkusundan, âhiret endişesinden dolayı onu yapmaktan vazgeçse, onun karşılığında
bir sevap verilecektir. Eğer ihmalinden dolayı veya vakit, imkân bulamadığı
için bu kötülüğü yapmaktan vazgeçse ona her hangi bir günah da yazılmayacaktır.
Evet Allah
Vâsîdir. Yâni rahmeti, merhameti geniş olandır, ge-nişlik sahibidir. Yâni
dilediğine dilediği kadar kat kat ve hesapsız ve-rendir. Alîmdir Allah. Hangi
konuda? Yâni kime ne vereceğini, kime ne kadar vereceğini, kimin amelini kaçla
çarpacağını çok iyi bilendir. Verenin verirken hangi şartlarda ve ne niyetle
verdiğini en ince teferruatına kadar bilen ve de verene vereceğini nasıl takdir
edeceğini bilendir.
161. "Şüphesiz Rabbim
beni doğru yola, gerçek dine, doğruya yönelen ve puta tapanlardan olmayan
İbrahim'in dinine iletmiştir" de.”
De ki: Rabbim bana hidâyet etti. Rabbim bana yol
gösterdi. Rabbim beni doğruca cennete götürecek yola hidâyet etti. Bu yolu bana
öğretti. Şu üzerinde yürüdüğüm sırat-ı müstakîmi, şu cennet yolunu bana Rabbim
tarif buyurdu. Evet bizi de sırat-ı müstakîme hidâyet eden Rabbimizdir.
Gönderdiği kitabıyla bize dosdoğru yolu gösteren, bize kulluk yolunu, bize
cennet yolunu gösteren Rabbi-mizdir.
E şimdi ben
Rabbimin bana gösterdiği bu dosdoğru yol dururken sizin hevâ ve heveslerinize,
sizin zanlarınıza, sizin kendi işkembenizden ürettiğiniz saçma sapan şeylere mi
uyacağım? Ben asla sizin sapıklıklarınıza uymayacağım.
Öyle bir
din ki Rabbimin dini, Gayyimen dir o. İbrahim aley-hisselâmın
dini insanı kıvamında tutacak bir dindir. İnsana Allah’ın istediği şekilde
kulluk imkânı verecek bir dindir. Yâni Rabbim beni öyle bir dine, öyle bir yola
hidâyet etti ki dimdik ayakta duran bir din-dir. Kayyım bir din. İnsanı ayakta
tutabilen bir din. Kulu kulluk kıvamında tutan bir dindir. Bu din İbrahim aleyhisselâm’ın
dinidir. Ki O İbrahim aleyhisselâm müşrik de değildi. O muvahhid bir
müslümandı.
Öyle bir kitaptır ki
“Gayyimendir" dir bu kitap. Kitabın ikinci bir özelliği de
"Gayyimen" oluşudur. Yâni başka hiç bir şeye muhtaç olmayan bir
kitaptır bu kitap. Dosdoğru, ama kendi kendine kaim bir kitap. Bir başkasının
kitabına ihtiyacı olmayan, bir başkasının des-teğine ihtiyacı olmadan kendi
kendine var olan ve varlığını sürdüren bir kitaptır bu. Bir başka kitabın
sağlamasına, bir başkasının deste-ğine ihtiyacı yoktur bu kitabın. Yardımcıya
ihtiyacı yok, yardımcısız ve ihtiyaçsız bir kitap. Kendi kendine yeterli olan,
kendi kendine kaim olan, Hayy u Kayyûm olan bir Allah’ın bu ismi şerifi gereği,
yine başka hiç bir şeye muhtaç olmadan ayakta durabilmek üzere kuluna indirdiği
bir kitaptır bu.
Nasıl ki bu kitabın göndericisi
kendi kendine kaimse, yâni varlığı konusunda ve varlığını sürdürmesi konusunda
hiç kimseye muhtaç değilse, hiç kimsenin yardımına muhtaç olmadan varlığını
sürdürebiliyorsa ve varların tümünü var eden O ise, işte böyle bir kaynaktan
gelen bu kitap da hiç bir yardımcı kitaba, hiç bir yardımcı kanuna ihtiyacı olmadan
kıyâmete kadar tüm insanlığın, tüm toplumların hayatlarını düzenleme ve
problemlerini çözümleme konusunda tek kitap olacaktır.
Eğer
yeryüzünde Allah’tan başka böyle kendi kendine var olan ve varlığını sürdürmesi
konusunda başkalarına muhtaç olmayan birileri varsa, tamam onları da hamd edelim.
Varsa böyle birileri tamam onları da övelim, onların hayat programlarını da
uygulayalım, onların kitaplarını da uygulamaya alalım, onların arzularını da
yerine getirelim. Var mı böyle birileri? Yoksa, hiç kimsenin kitabı bu kitapla
mukayese edilemez. Hiç kimsenin kitabı bu kitabın önüne geçirilemez. Hiç
kimsenin talimatları ve yasaları bu kitaba tercih edilemediği gibi, bu kitabın
onların desteğine de ihtiyacı yoktur.
Evet bizi
doğruya ulaştıran, hidâyete ulaştıran Allah’tır. Peki bu âyet ışığında bir soru
soralım. Doğru olan, doğruda olan kimdir? Kesin doğru olan nedir? Kesin doğru
olan kitap ve sünnettir. Öyleyse insanları kesinlikle kendimize, kendi
grubumuza, kendi cemaatimize, kendi yolumuza, kendi önderlerimize değil,
Allah’ın kitabına ve Resulünün sünnetine çağırmak zorundayız. Bana gelin, bize
gelin, bizi örnek alın, bizi takip edin, bizim gibi olun değil, gelin Allah’ın
kitabına, gelin peygamberin sünnetine diyeceğiz. Ve hiçbir zaman unutmayalım
ki, hepimiz Allah’ın hidâyetine, Allah’ın yol göstermesine muhtacız.
Yâni hiç bir zaman kendimizi
Allah’ın hidâyetinden, Allah’ın yol göstericiliğinden müstağni görerek, ben
kendi aklımla, kendi bilgimle, kendi gücümle yol bulabilirim. Ben Allah’ın
hidâyetine muhtaç olmadan da bu hayatımı yaşarım. Ben kitap ve peygambersiz de
hayatımın tüm problemlerini kendi kendime çözebilirim diyemeyiz. Şu anda hidâyet
üzere olsak bile yarınımız konusunda hiçbirimiz emin olamayız. Sırat-ı Müstakîm
kitaptır, sünnettir. Öyleyse sürekli kitap ve sünnetle beraber olmak zorundayız
başka çaremiz de yoktur.
Evet bu din, İbrahim aleyhisselâmın ortaya koyduğu tek Allah’a
iman esasıyla bize öğretine bir dindir. Babamız İbrahim aleyhis-selâm asla
müşriklerden değildi. Dikkat ederseniz burada ve kitabımızın pek çok yerinde Rabbimiz
bize bu kitabıyla gönderdiği dinimizi İbrahim aleyhisselâmla özdeş anlatıyor.
162. “De ki: "Namazım, ibadetlerim,
hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.”
Evet Müslüman sürekli söyleyecek bunu. Benim namazım Al-lah’a
aittir. Bunu peygamberimize söylettiriyor Rabbimiz. Peygamberimiz söylüyor, biz
dinleyeceğiz, sonra biz söyleyeceğiz, kendimiz dinleyeceğiz, çevremize ilan
edeceğiz. Ama önce bunu kendimiz din-leyeceğiz. İmanımızı tazelemek üzere,
imanımızı Allah’a arz etmek üzere önce kendimize söyleyeceğiz bunu. Benim
namazım, yâni be-nim Allah’la diyalogum, benim
Allah’tan mesaj alıp, Allah’a tekmil vermem anlamına gelen namazım,
benim bedensel ve bireysel hayatıma Allah’ın karıştığını ortaya koymam, bunu
evetlemem anlamına gelen namazım Allah içindir.
Öyleyse öyle bir namaz kılalım ki
o Allah için olsun. Öyle bir namaz kılalım ki o Allah’a lâyık olsun. Öyle bir
namaz kılalım, öyle bir hayat yaşayalım ki Rasulullah’ınki gibi olsun. Öyle bir
hayat yaşayalım ki kâfirlerinkinden, müşriklerinkinden farklı olsun. Kâfirlerle
farkımız ortaya çıksın. Öyle bir namaz kılalım ki dinimizin direği olsun. Öyle
bir namaz kılalım ki Allah’tan mesaj alma makamımız olsun bu namaz. Allah’a
hayatın tekmilini verme makamı olsun bu namaz. Öyle bir namaz kılalım ki bizi
tüm münkerlerden, tüm fahşadan korusun. Öyle bir namaz kılalım ki o namazda
Rabbimizle yaptığımız ahitlerle hayatımız özdeş olsun. Namazımızla hayatımız
özdeş olsun. Böylece hayatımız hep Allah için olsun. Yaşarken hep namazda olalım.
Namazdayken hep Allah huzurunda olalım.
Evet mü’min
hamdini Allah’a ait kılan kişidir. Namazımız, ibadetlerimiz ve tüm hayatımız
Allah içindir. Zaten ibadetin dışında hayatımızda bir tek saniyemiz bile yoktur
bizim. Tüm hayatımız kulluktur. Allah için bir hayat yaşayan bir kişinin
hayatında kulluğun dışında bir saniye olur mu? Dünya hayatımız, âhiret
hayatımız, ferdi hayatımız, toplumsal hayatımız, aile hayatımız, iş hayatımız,
siyasal hayatımız, hukuksal hayatımız Allah’a aittir. Biz hayatı Allah için yaşarız.
Çünkü bu hayatın sahibi O’dur. Bizi yaratan ve bu hayatı bize lütfeden O’dur.
Vücutlarımız, bedenlerimiz, varlığımız, hayatımız, nefeslerimiz bize ait
değildir. Hepsi hepsi O’nundur. Madem ki her şey O’na aittir, öyleyse onların
tümünü O’na kullukta kullanmak zorundayız. Bütün bu sahip olduklarımızı onları
bize verenin razı olmadığı yerde kullanmamız caiz değildir. Tüm azalarımız, tüm
varlığımız O’nun emânetidir bizde.
Yine benim
orucum, diğer ibadet ve itaatlerim, tümünde ibadet halinde olduğumun bilincinde
olduğum hayatım Allah içindir. Tüm ha-yatım bana Rabbimin belirlediği tüm
kulluklarım Allah içindir. Ben Al-lah’a aidim. Bütün hayatım ve mematım,
doğumum ve ölümüm, canlı oluşum ve canımı Rabbime teslim edişim âlemlerin Rabbi
olan Allah’a aittir. Ondandır, Ondan kaynaklanmaktadır, Ona yöneliktir. Öldüren
de Odur, hayat veren de. İşte O âlemlere program çizen Allah’ın ortağı da
yoktur.
163. “O’nun hiç bir ortağı yoktur; böyle
emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim.”
Evet hiç bir ortağı da yoktur O’nun. Ne göklerde, ne
yerlerde O’nun yetkilerine, O’nun egemenliğine ortak yoktur. Göklerde ve yerdekilerin
tümünün üzerinde egemen olan, hakim olan O’dur. İşte ben bununla emrolundum.
Ben buna böylece iman ve teslimiyetle emro-lundum. Ve ben Müslümanların
ilkiyim. Ben böylece inanmak ve böy-lece yaşamak zorundayım. Ben buna iman
edenlerin ve bu imana tam teslim olanların ilkiyim. Ben bu bana denilene ilk teslim
olanım. Bu konuda yeryüzündeki insanların hiç birisini bekleyemem. Birileri
meyletse de, şöyle üç beş kişi olsa da ondan sonra demem ben. Yeryüzünde hiç
kimse benimle bu imana gelmese, herkes bu yolda beni yalnız bıraksa bile ben
buna inanmak ve teslim olmakla emrolun-dum.
Evet yeryüzünde bir tek Müslüman
kalmasa ve bu dini tek ba-şına yaşamak zorunda da kalsa bir Müslüman bunu demek
zorunda kalacaktır. Kim var diye sağına soluna bakmadan, ben Müslümanım diyecek
ve Müslümanlığını en öne alacaktır. Ben önce Müslümanım diyecektir. Ben her
şeyden önce Müslümanım diyecektir. Biz önce Müslümanız diyecektir. Babalığımız,
analığımız, kocalığımız, amirliğimiz, müdürlüğümüz, işimiz, aşımız, mesleğimiz,
dükkanımız, tezgâ-hımız arkaya alınacak ve Müslümanlığımız öne alınacaktır. Bu
çığırı ilk açan benim, bu yayınevini ilk kuran benim, bu okulculuğu ilk başlatan
benim, bu cemaati ilk örgütleyen benim değil. İlk Müslüman olan benim diyeceğiz.
Çünkü peygamberler Müslümanların, Allah’a teslim olanların ilkiydi. Biz de
böyle olacağız inşallah.
Allah’ı
razı edecek ameller konusunda kimseyi beklemeyecek ve onu ilk yapan biz olmaya
çalışacağız. Ah keşke bu işi benden önce yapanlar olsaydı! Demeyeceğiz, onu ilk
defa biz yapmaya çalışacağız. Veya eh ne yapalım, açıver kızım başını, baksana
herkes açıyor demeyeceğiz. Herkes açılmış olsa bile İlk kapatan biz olacağız. Eh
ne yapalım, toplumda herkes mirası böyle paylaşıyor, biz de topluma uymak
zorundayız demeyecek, Allah’ın istediğini ilk yapan biz olacağız.
164. “De ki: "Allah
her şeyin Rabbi iken Ondan başka bir Rab mi arayayım? Herkesin kazandığı
kendisinedir, kimse başkasının yükünü taşımaz; sonunda dönüşünüz Rabbinizedir,
ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir.”
Evet O Allah göklerde ve yerlerde ne varsa hepsinin Rabbi
iken, tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk ipinin ucu elinde iken, göklerde ve
yerlerde ne varsa hepsi de O’na boyun büküp teslim olmuşlarken, her şey O’nu
dinlerken ben kendime O’ndan başka bir Rab mı bulayım? Söyleyin Allah dururken
hayata program çizecek başka bir rab mı bulacağım? Kendim için Ondan başka bir
rab mı arayayım? Bana hayat programı olarak gönderilen kitabımın Fâtiha sûresinden
En’âm sûresine kadar, En’âm sûresinde başından sonuna kadar rab olarak, kanun
koyucu olarak, hayat programı belirleyici olarak bu kadar âyetiyle bana kendini
tanıtan Rabbimi tanıdıktan sonra, şimdi tüm bunları bilmeyen birisi gibi
kendime O’ndan başka bir rab mı bulayım?
Allah’tan başka birisini rab kabul edip de irademi ona mı
teslim edeyim? Hayatıma kulluk maddesi olacak, bana hayat programı belirleyecek
Allah’tan başka kendime bir rab mı bulayım? Aile hayatım nasıl olsun diye
sormaya ona mı gideyim? Hukuk düzenim nasıl olsun diye, ekonomik anlayışım
nasıl olsun diye, siyasal yapılanmam nasıl olsun diye, ticaretim, işim, aşım,
mesleğim nasıl olsun diye, kılık kıyafetim, yemem, içmem nasıl olsun diye,
çocuklarıma karşı eğitimim nasıl olsun diye, hanımımla münâsebetim nasıl olsun
diye sormaya ona mı gideyim? Allah’tan başka kendime bir velî mi bulayım?
Ya da hayatımda Allah’la beraber
başkalarına da karışma alanı bırakarak, hayatıma Allah’tan başkalarına da karar
verme hakkını vererek müşrik mi olayım? O Allah ki göklerin ve yerin
yaratıcısıdır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin var edicisi, göklerin ve
yerlerin tek Rabbi, tek hakimi, mutlak hakimi ve mutlak otoritesidir.
Peki sizin Rabbiniz kim? Peki bu
soru öldükten sonra kabirde sorulacaktı, şimdi niye sorduk? Bir yanlışlık yaptığımızı
mı düşündünüz? Evet kabirde de sorulacak ama, şimdiden ona hazırlık yapmak
zorunda değil miyiz? Şu anda ne yapıyorsan bunu sana yaptırtan güç neyse senin
Rabbin odur. Su mu içiyorsun? Eğer Rabbin izin verdi diye ise Rabbin Odur
mübarek olsun, Rabbin olan Allah karşılığında sana cennet versin. Bir tip
elbise mi giyiyordun? Bunun böylece olmasını sana Allah mı önerdi? Rabbin Odur.
Başkaları istedi diye o tür bir giysiden yanaysan Rabbin o isteyenlerdir.
Kısaca tüm amellerinde, pozitif ve negatif tüm hareketlerinde, tüm
tercihlerinde hayatında etkili varlık kimse Rabbin Odur.
Bunu hep kendimize sormak
zorundayız. Meselâ komşularımla ilişkimde Rabbim kim? Soframın tanzimi konusunda,
evimin tefrişi konusunda hayatımda etkili Rabbim kim? Kazanmam-harcamam konusunda
hayatımda etkili Rabbim kim? Çocuklarımın eğitimi konusunda Rabbim kim? Rabbim
kim? Rabbim kim? Hep soralım kendimize. Her hareketimizde durduralım kendimizi
ve sorgulayalım kendimizi. Kim dedi de öyleyiz? Bu sofra mantığını kim
kazandırdı bize? Bu hukuk düzenini kim istedi bizden? Bu eğitim yolunu kim
gösterdi bize? Bu ev tefrişi anlayışını kim gösterdi bize? Bu kılık-kıyafeti
kim istedi bizden? Neden böyle giyiniyoruz? Bu konuda Rabbimiz kim?
Göklerde ve
yerde ne varsa hepsinin Rabbi Allah iken ben neden başkalarını Rabb bileyim?
Güneş Allah’ı dinlerken, ay, yıldızlar, canlı-cansız, büyük-küçük tüm varlıklar
Rab olarak Allah’a teslim iken ben neden başka Rabler arayayım kendime. Bizim
iç dünyamızı da, dış dünyamızı da düzenleyen Rab Allah değil mi? İç dünyamız
Allah’a teslim iken irâdi dünyamızda neden Rab olarak sadece Allah’ı dinlemeyelim?
Hakkımız var mı buna?
Ve herkesin
kazandığı kendisinedir, kimse başkasının yükünü taşımaz. Her bir nefis, her bir
kimse kendi lehinde ve aleyhinde kazandıklarıyla, yaptıklarıyla sorumludur. Hiç
kimse kendi kazandıklarının, kendi yaptıklarının dışında başkalarının
amelleriyle değerlendirilmeyecektir. Hiç kimse hiç kimseden dolayı doğrudan
sorumlu değildir. Tabii burada birinin diğerini iyiliğe veya kötülüğe
teşvikinden dolayı sorumlu tutulması ayrıdır. Bir kişi birilerinin günaha girmesine
sebep olmuşsa, birilerini kötülüğe sevketmiş veya zorlamışsa elbette ondan
sorumlu tutulacaktır. Çünkü bu onun bizzat kendi günahı demektir.
Sonunda
hepiniz dönüp Allah’a geleceksiniz. O gün hüküm günüdür. O gün ceza günüdür. O
gün adâlet günüdür. Adâletin ve hakkın ikame edildiği gündür. Ve o gün ihtilâf
edip durduğunuz her konuda Allah size yarın haber verecektir. O gün hiç kimseye
haksızlık yoktur. Yâni o gün hiç kimseye, hiç bir varlığa en küçük bir adâletsizlik
ve zulüm yapılmayacaktır. Ne dünyada hesabını, kitabını bugün için yapıp da
Allah’ın istediği kulluğu yaşamak için çalışıp çabalayan birinin hakkını
alamaması gibi, mükafatını elde edememesi gibi bir adâletsizlik, ne
yaptıklarının karşılığını tam olarak alamama gibi, yâni bir kısım haklarının zâyi
olması gibi bir adâletsizlik olmadığı gibi, ne de kişinin hak etmediği halde haksız
yere cezalandırılması biçiminde bir haksızlık da olmayacaktır.
Yâni ne
yapmadıklarından ötürü birinin mükafatlandırılması, ne de hak etmediği halde
haksız yere cezalandırılması biçiminde bir adâletsizlik yoktur o gün. Yâni cezalandırılması
gerekirken hak ettiği bu cezadan kurtulması, cehenneme gitmesi gerekirken
yanlışlıkla cennete gitmesi, cennete gitmesi gereken birinin de yapmadığı şeyler
kendisine isnat edilerek haksız yere cehenneme gitmesi türünde bir zulüm
olmayacak.
Ya da hiç kimseye hak ettiği
cezadan daha fazlasını yüklemek biçiminde veya yanlışlıkla birinin günahının
bir başkasına yüklenmesi, yâni birinin yerine başkasının cehenneme gitmesi gibi
hiçbir adâletsizlik olmayacaktır. O yüce mahkemede böyle bir adâletsizlik
yoktur. Herkese yaptıklarının karşılığı tastamam verilecektir.
Kimse
kimsenin yükünü yüklenemeyecek, kimse kimseye yar-dım edemeyecek, kimse kimseye
bir fayda sağlayamayacaktır. Bakın Rabbimiz:
"O gün herkes kendi derdine düşmüştür!"
(Abese: 37)
"Babanın
oğluna oğulun da babaya hiç bir şey ödeyemeyeceği günden çok korkun!"
(Lokman:
33)
Evet ne
zorla, zorbayla, ne de kolaylıkla hiç kimse kimsenin başına gelecek olanları
defedemez. Zorla defedemez, çünkü yardım yoktur o gün. Kolaylıkla da defedemez,
çünkü şefaat da yok o gün. Yâni ne karşılığını aynen vermek sûretiyle bir
kurtuluş var, çünkü ve-recek karşılık yoktur. Ne de başka bir şeyle ödemek
mümkün, çünkü fidye de yoktur o gün.
Dönüş
Allah’adır ve Allah ihtilâf ede geldiğiniz şeylerin tümünü size bildirecektir.
Şimdi Allah’ın verdiği yetkiyle, iradeyle burada ihtilâflar edebiliyorsunuz,
ama yarın Allah bunların gerçek olanlarını size haber verecektir. Ne hak, ne
bâtıl, hangisi doğru, hangisi yanlış bunu yarın Allah size diyecektir.
165.“Verdikleriyle denemek için
sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün yapan
ve size verdikleriyle sizi imtihan eden O’dur. Doğrusu Rabbinin cezalandırması
süratlidir. Şüphesiz O bağışlar, merhamet eder.”
Evet Rabbiniz sizi yeryüzünün
halifeleri kılmıştır. Yâni yeryüzünde kendi istediği gibi yapmanız, yaşamanızı
istemiştir. Yeryüzünde kendi istediği gibi emirleri ve kendi istediği gibi
nehiyleri konusunda Onun arzusuna uygun, Onu razı etmek planında hayat yaşamamızı
emretmiş. Bunun için var kılmıştır Allah bizi. Yeryüzünde Allah’ın dinini hakim
kılmak üzere bizi halife olarak var kılmıştır. Var kılınışımızın sebebi budur.
Ben yeryüzünde ne varsa suyuna, ateşine varıncaya kadar her şeyi Allah’a
kullukta kullanacağım. Benim varlık sebebim, benim misyonum budur.
Ve işte bu konuda,
benim halifeliğim konusunda Allah’ın bana verdikleri bir başkasına göre derece
derecedir. Meselâ gözümün görüşü başkalarına göre farklıdır. Benimki biraz az,
bir başkasınınki bi-raz daha fazla olabilir. Gücüm-kuvvetimden, malım-mülküme kadar,
sıhhat ve afiyetimden çoluk-çocuğuma kadar, çevrem ve imkânlarımdan
bilgime-becerime kadar farklılıklar olacaktır. Allah kullarını halife olarak
görevlendirdiği bu dünyada derece derece yaratmıştır. Herkes birbirine göre
derecelidir. Sıhhatli, hasta. Zengin, fakir. Zeki, az zeki gibi dereceler
vardır. Peki niçin bu fark? Neden böyle yapmış Rabbi-miz? Size verdikleriyle
Allah sizi imtihan ediyor da ondan. Siz böylece deneme altındasınız. Siz bu
verilenlerle kulluk imtihanındasınız. Sonunda cennet ya da cehennem
kazanacaksınız. Sonunda ikabı, hesabı çok şedit olan Allah’ın kararıyla
kendinizi cehennemde bulacaksınız, yahut da Ğafûr ve Rahîm olan Allah’ın
ğufranıyla cennet bulacaksınız.
Evet bir an bile
hatırınızdan çıkarmayın ki halifeler olarak şu anda sizler hayattasınız. Şu
anda mülk sizindir. Dün sizin yerinizde bir başkaları vardı. Dün mülk onlardaydı
ve onlar imtihandaydı, onlar gittiler şimdi onların yerinde sizler varsınız.
Unutmayın ki yarın sizler de olmayacaksınız. Size, sizin sahip olduğunuz
şeylerin tamamını veren Allah’tır. Allah size imkân tanıyor. Kiminiz zengin,
kiminiz fakir, kiminiz idareci, kiminiz idare edilen, kiminiz patron kiminiz
işçi. Ama bilesiniz ki bunların hiçbirisi kıstas değildir. Ne zenginler zengin
oldukları için cennete gidecekler, ne de fakirler fakir oldukları için cehen-neme
gidecekler. Ne kadınlar kadın oldukları için cehenneme, ne de erkekler erkek
oldukları için cennete gidecekler. Kimilerinizin şu konumda kimilerinizin de bu
konumda olmaları hiçbir şey ifade etmez. Bütün bunlar birer imtihan sebebidir.
Unutmayın ki
Rabbiniz size verdikleriyle sizi imtihan etmektedir. Ne mutlu bu imtihanı unutmadan
yaşayanlara. Ne mutlu yaşadığı bu hayatın sonunda hesaba çekileceğini unutmadan
yaşayanlara. En’âm suresiyle alâkalı bu kadar söz yeter. Rabbim istediği gibi
iman edip, gereğiyle amel eden kulların-dan eylesin. Sübhanekallahümme ve
bihamdik, eşhedü en lâ ilâhe illa ente, estağfiruke ve etûbü ileyk.