Bazı Ayetler Daha Sonraki Hadiseleri Kapsar Mı?
El'enam Sûresi Defa'tan Mı İnmiştir?
Bu Sûrenin El Maide Süresi İle Münasebeti
Allah'ın Katında Belli Olan Ecelden Ne Kastedilir?
Hz. Adem'in Sıfatları, Yaşı Ve Vefatı Ve Adı
Acaba Cevherler Bir Köktenmidirler?
Melekleri Aslı Suretlerinde Görmek
Allah'ın Kahırlılığının Manası
Kelamcılara Göre
Allah'a Şey Denir Mi?
Ulu orta Allah, Şöyle Dedi, Allah, Böyle Dedi Deyenin
Hali
Velilere İsmi Mana İle Değil, Harfi Mana İle Bakmak
Gerektir
Hakkı Müdafâ Etmek Kâfirlere De Faide Sağlar Mı?
Azab Yönünden En Hafifi Ebu Talib'dir
Düşmanları Resûlüllah'ı Nasıl Bilirdi?
Sabredenlere Vaadedilen Yardım
Bütün Peygamberlerin Haberleri Hz. Muhammed'e Bildirildi
Mi?
Kur'an Her Şeyi Kapsamaktadır :
Hayvanlarda Nefsi Natıka Var Mıdır?
Küfür Ve İman Allah'ın İradesiyle Olur
Bazan Aldatmak Îçîn Geniş Rızık Verilir
Allah'ın Ayetlerinden Kasdedilen Nedir?
Resûl-Ü Ekrem De Vahye Tâbi Olmaya Mecbur Mu?
Allah'ın Katında Haşrolmaktan Maksad Nedir?
Şefaat Ancak Allah'ın İzniyle Olur
Allah'ı Zikredene Hiç Kimse Mani Olamaz
Hiç Kimse Kisvesinden Ötürü Takdir De Görmez, Tahkir De
Tahkirde
Gaybı Allah'dan Başka Kimse Bilemez
Melekler İnsanın Amelîni Takip
Allah Kulunu Nasıl Hesaba Çeker?
Peygamberin Hangi Duası Ümmeti İçin Kabul Ediıdî?
Müslüman Allah'ın Âyetleriyle Alay Edenlerin Meclisinde Oturmaz
İmandan Sonra Tekrar Şirke Girenin Hali
Azer, Hz. İbrahim'in Babası Mıdır?
Diktatör Nemrüd İle Hz. İbrahim'in Mücadelesi
Hz. İbrahim'in
Yıldızlar Hakkında «Bu Rabbimdir»
Sözünde Alimlerin İhtilafı
Hz. İbrahim'in Devrinde Yıldızlarla İlgili İlim Yaygındı
Müşrikleri Hayatta İken Ziyaret Caizdir Nevevi Hadisin
Şerhinde Şunlari Söylüyor:
Peygamberler Müşrik Olan Yakınları İçin Af Talep Edebilir
Mi?
Peygamberlerin Ataları Kurtuluşa Ermişlermidir?
Hz. Davud Ve Hz. Süleyman Saltanat Verilmiş
Peygamberlerdir
Kur'anda İsmi Geçen Peygamberlerin Soyu Eyyub (As).
Allah İnkarcı Kavmin Yerine İnkâr Etmeyecek Kavmi Getirir
Peygamberimiz Bütün Peygamberlerden Üstündür
Kur'an Öğretme Karşılığı Ücret Alınabilir Mi?
Yalancı Peygamber Müseylemetü'l-Kezzap
Yalancı Peygamber Esved El-Anesî
Resûlüllahın Kâtibi İken Dinden. Çıkan Kimdir?
Kıyamet Gününde İnsanların Durumu
Mekke'de yani
hicretten önceki, dönemde nazil olmuştur. 165 âyettir.-[1]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
(1) Hamd, o
Allah'a ki gökleri ve yeri yarattı. Karanlıklar ve nuru kıldı. Sonra kâfir
oluverenler Rablerine denk tuttular.»
(2) Allah o
zattır ki, sizi balçıktan yarattıktan sonra bir ecel (süre) belirtti. Belli bir
ecel (süre) onun yanındadır. Bütün bunlardan sonra sizler hâlâ şüpheye
düşüyorsunuz.»
(3) Göklerde
ve yerde Allah Odur. Ve sizin gizlinizi ve açığınızı bilir. Sizin
kesbettiğinizi de bilir.»
(4) Onlara
Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler.»
(5) Hak
onlara geldiğinde, onu yalanladılar. Alaya aldıklarının haberi onlara
gelecektir.»
(6)
«Kendilerinden önce kaç kuşak helak ettiğimizi görmediler mi? Onları yeryüzünde
sizinkinden daha fazla yerleştirmiştik. Gökten üzerlerine sağnak gönderdik.
Nehirleri altlarında akar yaptık. Günahlarından Ötürü onları helak ettik.
Arkalarından başka kuşak oluşturduk.»
(7) Eğer
sana yaprakta yazılı bir kitab indirseydik, onlar da onu elleseydüer yine de
şüphesiz ki, kâfir oluverenler «Bu apaçık bir sihirden başka birşey değildir»
derlerdi...»
(8) Ve neden
onun (peygamberin) üzerine bir melek indirilmedi? diyeceklerdir. Eğer bir
melek indirseydik emir yerine getirilmiş olurdu. Sonra onlara mühlet
verilmezdi. (Göz açtınlmazdı).»
[2]
El-En am suresi,
Kur'an'ın altıncı süresidir. Kûfeliîerin katında âyetleri (165) yüzaltmış
beştir. Basra'lılar ve Şam'hlar katında ise (166) yüzaltmış altıdır. Hicazlılar
katında (167) yüzaltmış yedidir. Bu surei celîle Mekkî'dir, yani hicretten
önceki dönemde nazil olmuştur, îbnul Münzir, Ebu Cufeyhe'den: (Bu sûrenin):
((Eğer onlara melekler
indirseydik» âyeti Medenî'dir, yani hicretten sonra nazil olmuştur» diye
rivayet ediyor.
Ebu-Şeyh, El-Kelbi'den
ve Süfyan'dan rivayet ediyor: Şu gelecek iki âyet Medeni'dir (yani hicretten
sonra nazil olmuştur):
«De ki: Gelin
Rabbinizin size haram eylediği şeyleri ben size okuyayım. Ona hiçbir şeyi
ortak koşmayın. Babanıza ve annenize ihsan ediniz. Fakirlik endişesiyle
çocuklarınızı öldürmeyin. Biz sizi de onları da nzaklandınnz. Kötülüklerin açık
ve gizlisine yaklaşmayın. Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın. Meğer ki, hak
ile ola. İşte Allah size aklınızı başınıza alasınız diye bunları emretti.
Yetim, rüşd çağma erişin-ceye kadar malına
ancak iyilik etmek için olmazsa
yaklaşmayın, ölçüyü, tartıyı adaletçe ölçüp tartın. Biz, bir kimseye
gücünün yettiğinden başkasını teklif etmeyiz. Söylediğiniz zaman akrabanız
dahi olsa adaleti gözetiniz. Allah'ın ahdini yerine getiriniz. îşte Allah size
iyice düşünmeniz için bunlar tavsiye etti.»
(El En'am 151-152).
Bu hadisi İshak bin
Raheveyh müsnedinde Şehr bin Havşeb'ten rivayet etti. Fakat iki âyetin mânâsı
ciheti, önceki görüşün daha kuvvetli olduğunu sergiler. Çünkü bu âyetler
Medine'de bulunan yahudi-lerle yapılan münakaşalar konusunda nazil olmuştur.
«De ki, geliniz» diye başlayan iki âyet ise, Mekkî sûrelerin konusundandır.
Onların mânası, kendilerinden sonra gelen âyetlerle bitişiktir.
Muaz, İbni-Abbas'tan
rivayet ediyor: «53. cü âyet te Medenî'dir.» Tefsir âlimleri; «91-93. cü
âyetler ile 51-53. âyetler, hicretten sonra nazil olmuştur» dediler.
İmam Suyuti,
«el-İtkan» adlı eserinde «îbnil Hisarın «El En'am sûresinin 9. cu âyeti
hicretten sonra nazil olmuştur» diye istisnası vardır. Fakat bu hususta
herhangi bir sıhhatli nakil gelmemiştir, diyor.
Fakat İbni Abbas'tan
«51-53. cü âyetlerin istisnası hakkında sıhhatli bir nakil gelmiştir.
91-93. cü âyetler
hakkında ise, İbni Ebi-Hâtim, bunlar Malik bin Seyf in hakkında nazil olmuştur
diye nakil yapıyor. «Allah'ın kesesinden yalan uydurandan daha zalim kim
olabilir» âyetiyle onun arkasından gelen âyetler «Müseylemet ul-Kezzab»
hakkında nazil oldu. «O, kimseler ki, onlara kitab vermişiz, onu tanırları)
âyetiyle «O kimseler ki onlara kitab vermişiz bilirler ki, o, gerçekten
rabbinden nazil olmuştur» âyeti müstesnadır.
[3]
Sabit olmuştur ki,
bazı âyetler inişinden daha önce veya daha sonra olan hadiselere şamil
geliyor. O hadiselerin istikbalde olacakları için, o âyetler zikrediliyor.
Sahabelerden sadece o anda âyeti dinleyip daha önce âyeti dinlemeyenler
zanneder ki; o âyet, o hadise hakkında nazil olmuştur. Bir de, çoğu kez sahabi
«Filan âyet, filan hadise hakkında inmiştir» diyor. Bu sözünden gayesi; bu
emri veya bu hükmü ispat etmek için inmiştir veya bu hükme delâlet ediyor
demektir. Sahabeden bunu dinleyen râvi, zanneder ki; o âyet o hadise zamanında
inmiş, halbuki sahabe bunu' kastetmiyor.
Suyuti, bu mânâyı İbni
Teymiye veya Zerkeşi'den naklediyor. Tahkik şudur ki; bu gibi rivayetler,
müsned hadisden değil tefsirden sayılırlar.
Medenî âyetlerin Mekkî
bir sûrede veya Mekkî âyetlerin Medenî bir sûrede bulunması, asîm hilaf ınadır.
Muhtar odur ki, bu gibi bir söz, ancak senedi sahih, metni sahih, muaraza ve
ihtimallerden sağlam olan bir rivayetle sabit olursa, kabul edilir. Oysa biz
muhaddiselerin «Bu sûrenin filan âyetleri müstesnadır» yani onlar Medine'de
(hicretten sonra) nazil olmuşlardır şeklindeki istisnaları tasrih (açıkça ifade)
ettiklerini görmüyoruz. Ancak İbni Abbas'ın Mekkî sûrelerin mevzuundan olan üç
âyetin istisnası hakkındaki görüşü tasrih edilmiştir. Belki de istisna
yapanlar; o istisnalarına delil olarak gördükleri metinleri nassıyla,
(kesinlikle) rivayet ederlerse, onların hükümlerine dair hiç de delil orada
bulunmaz.
[4]
El-En'am sûresinin
defaten nazil olduğuna dair gelen
hadislere gelince; bunları birçok muhaddis, tabiinlerin çoğundan nakletmiştir.
Suyuti, «El Itkan» da
Ebu Ubeyde ve Teberani'den, onlar da İbni g Abbas'tan rivayet ederler. Tabarani
aynı zamanda Yusuf bin Atiyye'-den, o da İbni Ömer'den merfu olarak rivayet ediyor. Mücahid ve Ata'dan da
bu rivayet gelmiştir. Bütün bu rivayetlerde: «En'am sûresi yetmiş bin melek
tarafından teşyi edilerek indi» tabiri vardır. Ancak Mücahid'den gelen bir
rivayette: «Beşyüz melek teşyi ederek indi.» tabiri vardır.
Suyuti; «Bu hadisler,
delillerdir. Biri diğerini takviye etmektedir» diyor.
İbni Salah, «Bu hadis
zayıf bir senedle Ubey bin Kâb tarikiyle rivayet edilmiştir» diyor. Ve «Bunun
sahih bir senedini görmedik. Buna muhalefet eden hadisler de rivayet
edilmiştir» diye ekliyor.
Rivayete göre, bu sûre
defaten nazil olmamıştır. Onun bir takını âyetleri Medine döneminde nazil
olmuştur. Fakat bu Medine döneminde nazil olan âyetlerin adedinde ihtilâf
vardır. Bazıları; üç, bazıları, altı âyettir dedi, Bazıları, başka bir aded
ileri sürdüler.
Ed-Durrül Mensur'da;
Enes ve Ubey bin Kâb tarikiyle defaten inişi merfu olarak rivayet edilmiştir
deniliyor. İbni Mesud, Yezid kızı Esma, Ebi Cüheyfe ve Hz. Ali'den de sûrenin
defaten inişi rivayet edilmiştir deniliyor. Binaenaleyh fikir yürütme yeri
olmayan veya olmasına yer bulunmayan bir meselede içtihad olmayacağına göre,
rivayetlerin çokluğu o meselede doğru bir temelin olduğuna delâlet ederler.
Biz deriz ki; açıkça
«El Enam» sûresinin defaten nazil olduğunu ve onunla beraber yetmişbin meleğin
geldiğini ifade eden hadislere ters düşecek nitelikteki hadisler yoktur, tbni
Salah'ın, «Bu zaif bir se-nedle Ubey bin Kâb tarikiyle rivayet edilmiştir»
demesinden maksadı; bazı âyetlerin istisnaları hakkında gelen rivayetlerdir.
Daha önce bildin ki, açık ve sarihçe bunlara delâlet eden herhangi bir rivayet
yoktur. Öyleyse «El Enam» sûresinin defaten nazil olduğunu getiren rivayetler
daha kuvvetlidir. Çünkü asla daha uygundur. Bir de isbat edicidir. İstisna
rivayetleri ise, yok edicidir, «tspat eden yokedenden daha öncedir» usul
ilminin kaidesini de unutma. İkinci bi rkaide vardır: «İstisnalar umumun
miyarıdırlar» Yani genel kaidelerin terazisidirler. Madem ki, İbni Abbas:
«El-Enam sûresi defaten Mekke'de nazil olmuş-tur.Mekkî sûrelerden sayılıyor.
Ancak ondan üç âyet müstesnadır, onlar Medine döneminde nazil olmuştur» demiş,
o halde anlaşılıyor ki, sûrenin defaten Mekke döneminde nazil olması ve yetmiş
bin melek tarafından teşyi edilmesi rivayetleri asıl ve kuvvetli rivayetlerdir.
Bir çok tefsircinin
«Uzun sûrelerin veya (260) ikiyüz âyetli sûrelerin hiçbirisi defaten nazil
olmamıştır. Çünkü defaten nazil olmakla meşhur olan sûrelerin hepsi
«El-Mufassal» sûrelerdir. El-Mufassal sûreler de, Kaf veya Hucurat sûresinden
başlarlar, mushaf-ı şerifin son sûresine kadar giderler» demeleri de boşa
çıkmıştır.
AIûsi, Ruhul Meani'de
«İbni Salahın dediği gibi Enam Sûresinin defaten nazil olduğu hususunda gelen
rivayet zaittir» diye fikir belirtiyor. Ve defaten nazil olması müşkildir
diyor. Çünkü sûrenin her âyeti hakkında «şu âyetin sebebi nüzulü sudun) demek
mümkün olamıyor.
Reşid Riza,
El-Menar'ında; hiçbir tefsirci sûrenin her âyeti için sebebi nüzulü budur
dememiştir. Ancak sûrenin on küsur âyetinde nüzul sebebi belirtilmiştir.
Üstelik âyetin sebebi nüzulüdür diye belirtilen bazı rivayetler sıhhatli de
değildir. Diğer kısımlar ise, o âyetlerin zaman zaman, parça parça inişine
delâlet etmez. Onlar «Filan âyet, filan hadise hakkında inmiştir veya müşriklerin
şöyle şöyle söyledikleri hakkında inmiştir» demeleri, bu âyetler bu
hadiselerin oluşundan, bu sözlerin söylenişinden sonra, bu hadiseler ve sözler
hakkında Allah'ın hükmünü beyan etmek için gelmişlerdir. Bu da, âyetlerin bir
sûrenin zımnında nazil olmasına ters düşmemektedir» dedi.
Büyük tefsir âlimi
Pahreddin Razi «Tefsir-i Kebir (futuhul gayib)» de şunları söylüyor:
(Usul âlimleri; El
Enam sûresi iki çeşit faziletle güzelleştirilmiştir diyorlar. O faziletlerden
birisi, bu sûrenin defaten nazil olmasıdır. İkincisi, bu sûreyi yetmiş bin
meleğin teşyi etmesidir. Bu iki özelliğin bu sûreye verilmesinin sebebi şudur:
Bu sûre, Tevhid, Adalet, Nübüvvet ve Haşr delillerini kapsamaktadır. İslama dil
uzatan münkir ve mul-hidlerin mezheblerini yok etmektedir. Bu da, delâlet eder
ki, usul ilmi büyüklük ve güzellikte son zirvededir. Bir de ahkâma delâlet eden
âyetlerin inişi ve bazan ihtiyaç kadarı indirilmesi, maslahat oluyor. Hadiseler
ve durumlara göre, inmesi maslahattan oluyor. Fakat usul ilmLıe delâlet eden
hüküm ise, Cenab-ı Hak onu defaten indirmiştir. Bir de usul ilminin acelece
öğrenilmesinin müslümamn boynuna farz olduğuna delâlet eder.
Usul ilminden maksad,
dini inançlar ve akidelerdir. Onları Kur -an'ın üslubu ile öğrenmek farzdır.
Kelâmcılann veya Yunan filozoflarının üslubuyla öğrenmek ise, başka bir
mevzudur.
[5]
Kur an sûrelerinin
tertibine bakıldığında, görülür ki, mushaftaki sûrelerin tertibinde uzunluk,
ortalık ve kısalık gözetilmiştir. Tabii bu da mutlak değil, çoğu kez böyledir.
Umulur ki, bu, sûrelerin okunmasına ve ezberlenmesine yardım olsun diye böyle
olmuştur. Halk evvelâ başta yedi uzun sûreyi, âyetleri (200) ikiyüzden aşağı
olan sûrelere kadar getirir. Sonra
el-mesani sûrelerini okur. Sonra
El-Mufassal sûrelerle bitirir. Bu ise, usanmayı daha giderici, şevk ile okumaya
daha çağına bir usuldür. Ezberlemek hususunda ise Kur'an'm sonunda başlanılır.
Çünkü çocuklar için bu daha kolaydır. Fakat gerek tuval (uzun) sûrelerde olsun,
gerek miiN yani ikiyüzden aşağı olan sûrelerde olsun, gerek El-Mufassal yani
Kaftan veya Hucurat'tan sonuna kadar olan sûrelerde olsun, bazan kısa sûre
daha uzun sûreden önce zikrediliyor. Bunun hikmet ve nedeni, sûrelerdeki
mânâlann münasebetlerinin gözetilmesidir.
((El Enam» dan önce uzun sûrelerden dört
tanesi geçti. Bu dört sûre de, hicretten sonra nazil olan sûrelerdir. «El
Enam» dan sonra «El Araf» sûresi geliyor. O da, «El-Enam» gibi, hicretten evvel
nazil olan sûrelerdendir. «El-Enam» ile «El-Araf »tan sonra, El-Enfal ve
Et-Tev-b2 sûreleri geliyor. Bunlar da hicretten sonra nazil olan sûrelerdir.
Kur'an'm ikinci dörtte birinin başına düşerler. El Enfal ile Et-Tevbe'-den
sonra gelen ve Kur'an'm birinci yansına giren sûrelerin hepsi Mekki'dir.
Kur'an'm dörtte birinin üçüncü kısmının sûreleri ise, hepsi Mekki'dir. Ancak
«En-Nur» sûresi Mekki değildir. Ve Hacc sûresinde de ihtilâf vardır. Kur'an'ın
dördüncü dörtte biri ise, değişik sûrelerden müteşekkildir. Çoğu El-Mufassal
sûreleri teşkil etmektedir.
O halde, önce El-Enam
ile EI-Araf sûrelerinin niçin, hicretten sonra nazil olan iki sûreden önce
getirildiğinin münasebetini. Sonra da En'am'ın Maide'yle münasebetini
zikredelim.
«El Bakara» sûresi,
İslâmın asli ve fer'i meselelerini derleyen en cami' sûredir. O sûrede
Tevhidin, Hasrın, genel Risaletin, özel Risale-tin, İslâmın ameli hükümlerinin,
yaradılışın, tekvinin, kitab ehlinin, müşriklerin ve münafıkların Kur an daveti
hakkındaki durumları zikredilmektedir. Hepsiyle nasıl cedel edilebilecektir
beyan edilmektedir. Mali, Ölüm ve evlenme muamelelerinin hükümleri
belirtilmektedir. El 5 Bakara'dan sonra gelen uzun sûreler onun içindeki
hükümleri tamamlayıcıdırlar. Âl-i İmran, En Nisa, El Maide, ehli kitabla
ilgili hükümleri izah ve tafsil ediyorlar. Fakat El-Bakara'da özel olarak
yahudiler-le uzun tartışmalar yer almaktadır. Âl-i İmran ise, ilk âyetlerinde
Hris-tiyanlarla oldukça uzun bir mücadele götürür. En Nisa sûresi ise, sonlarında
Hristiyanlarla uzun tartışmalar getirdi. Arasında münafıkların El-Bakara
sûresinde mücmel- olarak geçen durumlarını belirtti. Sonra El-Maide, yahudi ve
hristiyanlara müşterek bulundukları nok- g talarda mücadele açtı. Ve herbirinin
teker teker savunduklan noktalara değindi. İnanç ve akidelerin emri dinde en
önde gelen emir oldu- 6 ju için yani ehli kitabın inanç meselesinde
müşriklerden daha berbat s durumları bulunduğu için, onlarla mücadele eden
sûreler takdim edildi. O sûrelerden sonra, müşriklerle mücadeleyi getiren ve
mufassal bir şekilde belirten sûrenin gelmesi uygun düşerdi. İşte o sûre
«El-Enam» süresidir. Hiçbir sûre mufassal olarak ehli kitabla mücadeleyi
El-Enam gibi getirmemiştir. Binaenaleyh
El-Enam sûresi. El-Bakara sûresinde bulunan inançlarla ilgili hükümlerin
tamamlayıcısıdır. El-Araf sûresi de, El-Enam'dan sonra gelip, El-Enam'daki
hükümleri tamamladı. Ve Cenab-ı Hakkın Peygamberleri ve ümmetleri hakkında
bulunan kanun ve sünnetlerini açıklayıcı oldu. Bu, hem müşriklerin hem de ehli
kitabın aleyhinde hüccettir. El-Enam sûresi, İbrahim (A.S.) hakkında tafsilât
getirdi. Hz. İbrahim'e Araplar sadece soyca, ehli kitab ta hem soyca hem de
dince kendilerini nisbet etmektedir. El Enam sûresi Musa (A.S.) hakkında
tafsilât getirdi. Ehli kitabın kendilerini nispet etmekte oldukları ve
kendisinden sonra İsa da dahil gelen Peygamberlerin onun şeriatıyla amel
etmiş oldukları Musa... El-Enam süresiyle El-Bakara'da mücmel geçen inançların
konusu, tefsil edilip açıklandığından sonra orada mücmelen belirtilen
ahkâmlardan bir kısmı En-Nisa sûresinde açıklandı.
Hülâsa: «El-Enfal» ve
«Tevbe» sûreleri bu duruma açıklık getirmesini sağlayan sûrelerdir. Bir de bu
iki sûre ile Kur'an'ın üçte biri tamamlanmış oluyor.
Bu söylediklerimizle
anlaşıldı ki «El-Maide» ile ((El-Enam» sûreleri arasmdaki en büyük münasebet,
El-Maide'nin çoğu, ehli kitabla cidal konusunu teşkil etmektedir. El-Enam'ın
çoğu —hatta tamamı— müşriklerle olan cidalin konusunu teşkil etmektedir.
Ahkâmda münasebet,
«El-Enam» sûresinde Allah'ın dininde haram olan yiyecek maddeleri ve kesilmiş
etlerin hükümleri icmalen zikredilmiştir. «El Maide»de ise bu, tafsilâtla
zikredilmiştir. «El-Maide», malum olduğu üzere en son inen sûredir. Bir de «El
Enam»'da müşrikler katında haram olan yiyecek maddeleri zikredilmiş, El
Maide'de ehli kitabın yiyecekleri konusunda bahis vardır.
[6]
Celâleddini Suyuti'ye
göre; El-Maide ile El-Enam arasındaki münasebet şudur: Cenab-ı Hak mücmel
olarak El-Maide sûresinin son âyetinde göklerin, yerin ve onlarda bulunanların
mülkiyeti Allah'ındır, demektedir. Bu sûrenin başında ise, bunun tafsilatını
yapmaktadır. Evvelâ gökler ve yerlerin yaradılışından başlar. Sonra
karanlıklar ve nurların yaradılışını buna ekler. Çünkü gökler ve yerde
bulunanlann biri de, karanlık ve nurdur. Sonra insanoğlunu yaradışım söyler.
Ona bir ecel tayin ettiğini, ikinci bir ecel de haşr için belirttiğini söyler.
Sonra kuşak be kuşak varlıkları yaratmış olduğunu ekler. Sonra mekân zarfında
bulunanların mülkiyetini zat-ı uluhiyyetine ispat etmek için şu suali sorar:
«Sor: Göklerde olan kimindir?» Sonra gecede ve
gündüzde sükun eden onundur» der. Böylece zaman zarfındaki mazrufların mülkiyetinin
zatı uluhiyetine ait olduğunu ispat etmiş olur. Sonra yürüyen ve uçan
hayvanların yaradışmdan bahseder. Sonra uyku, uyanıklık ve ölümün
yaradılışından bahseder. Sûrenin esnasında da birçok şeyin yaradılışından
bahseder. Yerlerde ve göklerde parlayan cisimler yıldızlar, sabahın
karanlıktan soyulup çıkarılması, daneyi parçalamak, çekirdeği parçalamak, suyu
emdirmek, bitki ve meyveleri çıkartmak, bü- S tün çeşitlerini yaratmak, meyve,
ağaç ve bitkilerle bezenmiş bahçelerin yaradılmış olduğunu zikrediyor.
Celâleddin Suyuti
başka bir vecih daha zikretmiştir: Cenab-ı Hak El-Maide sûresinde:
«Ey iman edenler!
Sakın Cenab-ı Hakkın sizin için helâl kıldığı maddelerin temizlerini haram kılmayınız»
buyurmuştur. Ve ondan sonra Cenab-ı Hak, «Bahire, Şaibe, Ham ve Vesileyi
kılmamıştır» demiş. Böylece kâfirlerden haber verdi ki, Allah'a iftira ederek
Allah'ın f rızık olarak onlara verdiği bazı şeyleri, Allah bize haram kıldı,
dediler. Maksad, müslümanları Cenab-ı Hakkın helâl kıldıklarından herhangi
birşeyi haram kılmaktan sakmdırmakdır. Çünkü böyle yaparlarsa yaptıklarında
kâfirlere benzemiş olurlar. Bunu kısa ve öz bir şekilde zikretti. El-Enam
sûresinde ise, kâfirlerin yaptıklarındaki durumlarını en açık bir şekilde, en
mükemmel bir tarzda beyan etti. Sonra bu husus- jğ ta onlarla mücadeleyi ortaya
koydu. Onların iddialarının boş ve batıl | olduğuna dair deliller getirdi.
Onlarla muaraza etti. Onları nakzetti. Böylece bu sûre El-Maide'nin içermiş
olduğu mânâlann bir nevi açıklaması mahiyetini aldı. Birisinde icmalen,
öbüründe tafsilen. Birisin- | de kısa, birisinde uzun ve mebsut bir şekilde
geldi. |
Haberde gelmiştir:
«El-Enam sûresi, defaten nazil olmuştur, ancak altı âyet müstesnadır. Onu
yetmiş bin melek teşyi etmiştir. Onun bir tek âyetiyle beraber oniki bin melek
inmiştir. O âyet «gaybm anahtarları Allah'ın katındadır, gaybı ancak Allah
bilir.» âyetidir. Melekler El-Enam sûresini geceleyin indirdiler. Onların
yüksek seslerle teşbih ve hamdettikleri vardı. Cenab-ı Peygamber, vahy
kâtîblerini çağırdı. O gece El-Enam sûresini onlara yazdırdı.»
Ebu Cafer bin Has,
senedli olarak Enes bin Malik tarikiyle rivayet ediyor: Allah'ın Resulü: «El
Enam Sûresi nazil oldu. Onun beraberinde yer ile gökler arasını dolduracak
kadar melekler var idi. O meleklerin tekbir sesleri yükseliyordu. Yer onlar
için adeta raks (dans) ediyordu» dedi. Cenab-ı Peygamber de o zaman «Sübhane
Rabbiyelazim Yüce olan Rabbim ortaktan
münezzehtir teşbihini üç defa tekrarladı.»
Darimi Ebu Muhammed,
Müsnedinde, Hz. Ömer'den rivayet ediyor:
«El-Enam sûresi
Kur'an'ın necaîbler (efdal sûreler) İndendir.»
Yine Darimide Kâab'tan
gelen bir hadisde:
«Tevrat'ın başlangıcı
El-Enam'ın başlangıcıdır. Tevrat'ın sonuncusu Hud sûresinin sonuncusudur.»
Bunu aynı zaman Vehb
bin Münebbih de söylemiştir.
El Mehdevi zikretti:
Tefsir âlimleri:
Tevrat, «yer ve gökleri yaratan Allah'a hamd mahsustur» âyetiyle açılıp
başlandı. Ve «Çocuk edinmemiş, mülkte onun ortağı olmayan Allah'a hamd
mahsustur» âyetiyle sonuçlandı.» dediler...
Es Salebi Cabir'den,
Resûlüllah'tan rivayet etti:
Eî-Enam sûresinin
başından üç âyeti okuyup «Sizn kesbettiğinizi biliyor» âyetine kadar gelen bir
insan, için kırk bin melek vazifelendirilir. Onun için onların ibadetleri
kadar, kıyamete dek sevab yazarlar. Yedinci gökten bir melek iner. Onun
beraberinde demirden bir tokmak vardır. Şeytan bu insana vesvese vermek veya
onun kalbine bir şeyi il-ka etmek istediği zaman, o tokmakla şeytanın kafasına
bir darbe indiriyor. Böylece o insan ile şeytan arasında yetmiş perde oluyor.
Kıyamet günü geldiğinde Cenab-ı Hak buyuruyor:«Benim (arşımın) gölgesinde
yürü. Bugün benim (arşımın) gölgesinden başka gölge yok. Cennetimin
meyvelerinden ye. Kevserin suyundan iç. Selsebilin suyundan yıkan. Sen,
gerçekten benim kul um sun, ben de senin Rabbinim.»
Buhari, İbni Abbas'tan
rivayet ediyor:
Arapların cahilliğini
öğrenmek istiyorsan El-Enam sûresinin (130) yüzotuzun üstündeki âyetleri oku.
«Çocuklarını ilimsizlik
ve hamakatlarından Ötürü öldürenler zarar ettiler» âyetinden başla, «onlar,
hidayet olamazlardı» âyetine kadar devam et.[7]
El Alûsi «Ruhul
Meaini»de; «Bu haberlerin çoğu zaittir. Bazıları mevzudur. Nitekim hadis
araştırması yapanlara bu konu gizli değildir» diyor.[8]
«Hamd, gökleri ve yeri
yaratan, karanlıkları ve aydınlığı kılan Allah'a mahsustur...» Bu âyetin
tefsiri:
[9]
Cenab-ı Hak, bu âyette
ister Allah'a hamdedilsin, ister edilmesin, hamdın ancak Allah'a lâyik olduğunu
ve bu büyük nimetler karşısında ancak hamda müstahak olanın Allah olduğunu
haber veriyor. Bu âyet Allah'a denk koşanlar aleyhinde hüccettir. Gökler de
cem1 (çoğul) sığası getirdi. Yer*de müfred (tekil) tâbirini kullandı. Oysa
yerler de gökler kadardır. Çünkü göklerin tabakaları değişiktir. Eserleri ve hareketleri
ayrı ayrıdır. Allah, gökleri yerden önce zikretti. Zira gök daha şerefli,
mekânı daha yücedir. Yerden daha önce yaratılmıştır. Göklerin şerefliliği,
meleklerin mahalli, duaların kıblesi ve tahir ruhların miracı (çıkış yeri)
olduğundan büyüklüğünden ve yeryüzünün kürrevî olduğunu kabul edenlere göre,
yer küresini ihata ettiğinden ileri geliyor. Göklerdekileri, ancak tebliğ
etmek, kudsun huzurunda mukim olmaya ehil olmak için yaratılmışlardır. Çünkü
yeryüzü karar yeri değildir. Peygamberlerin bedenlerinin yer tabakasından
yapılması ve o bedenlerin yerde defnedilmesi, yerin daha şerefli olmasına
delâlet etmez. Çünkü şerefin menşei olan ruhları yeryüzünden değildir. Ve ruhlar
yeryüzünde defnedilmiyor. O durum delâlet etse etse yerin daha şerefli oluşuna
değil, sadece şerefli oluşuna delâlet eder. Cenab-ı Hakkın yeryüzünün bazı
bölgelerini bereketle vasıflandırması da gökten daha şerefli oluşuna değil—,
sadece şerefli oluşuna delâlet eder. îşte bu şereften ötürü gök, yerden önce
zikrediliyor.
Bazı tefsir âlimleri
«gerçekte yer bir tabakadır. Bunun için çoğul olarak kullanılmamıştır))
dediler.
«Kim ki başka bir
kimsenin arazisinden bir karış kadarını gaspe-derse, yedi tabak yere kadar
Cenab-ı Hak onu tok yapıp gâsibin boynuna geçirecektir» mealindeki hadisde
yer, «Akalimi-seb'a» (yedi iklim) itibarıyla çoğul olarak getirilmiştir.
Ebu Şeyh ve Tirmizi,
Ebu Hüreyre'den «Siz, bunun ne olduğunu biliyor musunuz? Bu yeryüzüdür. Siz,
bunun altında ne vardır biliyor musunuz?» diyen Peygambere sahabeler: «Allah ve
Resulü daha iyi bilirler» cevabım verince Resûlüllah: «Başka bir yer vardır.
Bu yer ile o yerin arasında beşyüz senelik bir mesafe vardır» diye devam etti.
Böylece Resulü Ekrem yedi yer tabakasını saydı. Her iki tabakanın arasında
beş yüz senelik mesafe olduğunu beyan etti. Bu türden olan Hadisler böylece
yedi iklimle tevil edilmiştir. «taht» (altındadır) tabiri ise, bu tevile mani
olamaz. Çünkü yer de gök gibi kürevidir. Bir de birşey-den sonra gelen diğer
bir şey için «Ö sonra gelen onun altındadır» deniliyor!.
«İki tabakanın
arasında beşyüz senelik mesafe vardır» tabirinden maksat, yerin ilk iklimine
denk çizgide bulunan göklerin, birisinden diğer iklimin başlangıcına kadar
olan mesafe 500 senelik bir mesafedir demektir. Şüphesz ki, bu mesafe bazan
fazla olabilir. Bir de, sayıdan çoğu kez muayyen rakam değil de çokluk
kaştedilebilir. Bir de Cenab-ı Hakkın «Allah o Allah'tır ki yedi tabak göğü
yarattı. Yerden de onların mislini yarattı» âyeti iklimlerin içerdiği varlıkta
benzerlik vardır mânâsına alınır. Gerçek sayı mânâsına alınmaz.
Malûmdur ki, bu tevil
zorlamadır. Allah'ın kudretini itham etmekten başka bu tevili yapanı zorlayan
herhangi bir neden ortada görülmemektedir. Sanki tevilci, Cenab-ı Hakkın yedi
tabaka yeri yaratmaktan aciz olduğunu görür de bu tevillere girişir dad harfini en açık bir şekilde telaffuz eden,
kelâmıyla her şek ve şüpheyi ortadan kaldıran Hz. Muhammed'den varid olan
nassm zehirini tevile kalkışıyor. Ayetteki. benzerliği tabakalar ve yedilikteki
benzerliğe değil de iklimlerde mevcut olan yedilikteki benzerliğe hamlediyor.[10]
Beyzavi gibi, bazı
müdekkikler; göklerin «yer» in üzerine takdim edilmesinin nedeni, gök yerden
daha önce yaradılmıştır, diye gösteriyorlar. Bu görüşün sadece bazı tefsir
âlimlerinin görüşü olduğu apaçıktır. Yani göğün yerden önce halkedümesi
üzerinde ittifak edilmiş bir hüküm değildir.
Mahlûklardan sadece
gökler ile yerin yaradılışını zikretmenin nedeni; yer ile göklerin ulvi ve
süfli olmak üzere bütün eserleri kapsamakta oluşlardır. Gizli ve açık
nimetlerin tamamı onlardadır. Bu nimetlerin en yücesi olan —varlık nimeti,
onlardadır. Bu varlık nimeti, tek başına Cenab-ı Hakkın hamdini bütün var
olanlara farz kılan bir nimettir. Bu varlık nimetinden çıkan afaki ve enfusi
nimetler ki, ahirette ve dünyada kulların maslahattan onlara bağlıdır, onlar
da eklenirse, o vakit Cenab-ı Hakkın hamdinin neden farz olduğu ortaya çıkar.
Yaradılıştan maksad, İnşa ve icaddır. Yani adem (yokluk) sahasından varlık
sahasına geçirmektir.
[11]
«Karanlıkları ve nuru
kıldı» âyetindeki, «kılmak» tan maksad, yine inşa ve icaddır. Ancak «halk» ile
«ceal» tabirlerinin arasındaki fark, Şeyhülislâmın da dediği gibi «ceal»
tekvini inşaya mahsustur. Orada takdir ve tesviye mânası vardır. «halk» ise
hem bu mânâyı hem de genel bir mânâyı kapsamaktadır. Bir de ceal teşrii
mânâsına mahsustur. Meselâ «Cenab-ı Hak, herhangi bir Bahireyi kılmamışlar»
âyetinde ceale bu mânâya gelmiştir.
tefsirciler ceal ile halk
arasındaki fark, halkta takdir manâsı, ceal'de tazmin mânâsı vardır derler.
Yani o başkasından oluşturulmuştur. Başkasının zımnındadır. Bunun için Cenab-ı
Hak, nur ve zulmetin icad edilmesini ceal, (kılmak) ile tabir etti. Ve
dikkatleri, bunların ikisi tek başına hiçbir şey yapamazlar diye çekti.. Ve
böylece «Es seneviye» denilen kâfir ve sapık zümrenin iddiasını reddetmiş oldu.
İtiraz ediliyor ki; Seneviyyeler, nur ve zulmetin kadim, işitici, ve görücü
iki varlık olduklarını iddia ediyorlar. Nur, hayrın Hâliki, (yaradan!),
zulmet, şerrin Hâliki (yaradam)dır, diyorlar. Böyle olursa, nur ile zulmet
bilinen hakiki mânâya gelmezler. Cenab-ı Hak, onların bu iddialarını «nur ile
zulmetleri kıldı» âyetiyle reddetmiş oldu. «Ez-zulu-mat» çoğul, «En-nur» tekil
olarak getirildi Ta ki, «Essemavat» ile «El-arda» mukabele etsin.
Bazı tefsirciler,
(«Zulmetten maksad, sapıklıktır. Sapıklığın birçok çeşitleri vardır. Onun için
çoğul olarak getirilmiştir. Nurdan maksad, hidayettir. Hidayet ise tektir, onun
için tekil olarak âyette zikredilmiştir» dediler.
Tefsircilerin birçoğu;
zulmet ile nur burada hissedilen —yani duyulanın kapsamına giren — iki emre
ıtlak olunur. Hernekadar Kur'an'da hidayet ve delâlet mânâsına gelmiş ve burada
da böyle bir mânâ mümkün ise de, aslın üzerine hamledilmesi, lafzın hakiki
mânâsım lafızdan kastetmek daha uygun ve evlâdır. Hele hakiki mânâya uygun
düşen karineler de var ise... Burada böyle bir karine mevcuttur. Çünkü zulmetler
ile nur, gök ile yerle beraber zikredilmişlerdir. Gök ile yer cisimdir.
Öyleyse bunlardan da hissedilen, görülen ve tutulan şeyler kastedilmiştir.
Katade'den rivayet
ediliyor: «Zulmet ile nur cennet ile cehennemdir.» Fakat Katade'nin bu görüşü
uzaktır.
[12]
El-İmam, «Zulmetlerin
nurdan önce zikredilmesi, sonradan icad edilenlerin yokluğu varlığından önce
olmasından ileri geliyor. Nitekim imam Ahmed ve İmam Tirmizi'nin Abdullah bin
Amr bin As'tan rivayet ettikleri bir hadiste: «Cenab-ı Hak, halkı karanlık
içinde yarattı.
Sonra nurundan onların
üzerine serpti» denmektedir. Başka bir rivayette «sonra nurundan onların
üzerine attı. Kime nur isabet etmiş ise onu nurlandırdı ve o, hidayet buldu.
Kime nur İsabet etmemişse o sapıttı. Bunun için kalem olacakları yazdı ve
kurudu.»
Bu tevile binaen
haberdeki «Zulmet» yokluk, manasınadır. «Nur» ise varlık manasınadır. Fakat
hadisin siyakı buna münasib düşmemektedir. Zahir şudur ki, zulmet hidayetin
yokluğu, tabiatın zulmeti (karanlığı), nur ise, hidayettir.»
[13]
Dikkat edilecek bir
nokta vardır; o da şudur: Fahreddini Razi'dan sonra gelen tefsirciler,
kelâmcılar, usulcüler ve mantıkçılar «el-imam» tabirini kullanırlarsa, ondan
Fahreddin Razi'yi kastederler.
zulmet, nurun yokluğu
değil İçinde nur bulunmayan her mekânın temelini teşkil eden haldir.
«Rağib el-İsfehani»
«Zulmet nurun yokluğudur. Nur, göstermeye ve görmeye yardım eden ve yayılan
ışık demektir» diyor. Ve devamla: «Nurlu cisimlerden yayılan şeylere ışık
deniliyor» diye ilâve ediyor.
Deniliyor ki; ateş,
ışık verdi ve başkasını ışıklandırdı. Bu alemde Nur ve ışıktan, tarif ve
tanımlarını yapmak yönünden daha zengin, daha belirgin hiçbir şey yoktur. Sana
şu tarif kâfidir: Nur, nefsiyle belirgin, ve görülmesi mümkün olan şeyleri de
belirtendir. Duyular kapsamına giren şeylerden en büyüğü ve Cenab-ı Hakkı en
belirgin bir şekilde göstereni nurdur. Nurun ilmi tarifi en zor şeydir. Çok
belirgin olduğundan dolayı adeta gizlenmiştir.
Nur, hissî ve surî,
manevî ve aklî olmak üzere iki kısma ayrılır; a) Hissî veya surî nur, gözle
görülen nurdur, b) Manevî veya aklî veya ruhî nur basiretle (kalb gözüyle)
görülen nurdur. Nur kelimesi, Kur'an'-da bazan Kur'an mânâsına, bazan da Resulü
Ekrem mânâsına gelmiştir.
Selefin tefsir
âlimleri, zulmetler ve nurdan maksadın ne olduğu hususunda değişik eserler
na£letmişlerdir:
Ebu Şeyh, İbni
Abbas'tan (R.A.) «Zulmetler ve nuru kıldı» âyetinin tefsirini küfür ve imanı
kıldı şeklinde rivayet etmişlerdir.»
Yine Ebu Şeyh ve
başkası Katade'den bu âyet hakkında şöyle dediğini rivayet ediyorlar:
«Gökleri yerden,
zulmeti nurdan ve Cenneti de ateşten önce halk-etti.»
İbni Cerir, İbni
Ebi-Hâtim, Süddi'den rivayet ediyorlar: «Zulmetlerden maksad, gecenin
zulmetidir. Nurdan maksad, gündüzün nurudur.»
İbni Ebi-Hâtim ve Ebu
Şeyh, Mücahid'den rivayet ettiler: «Bu âyeti celîle zındıklar hakkında nazil
oldu. Zındıklar «Allah zulmeti,
haşeratı, akrepleri ve çirkin olan hiç bir şeyi halketmedi. Ancak nuru ve
güzel şeyleri halketti» diye iddia ettiler. Bunun üzerine Ce-nab-ı Hak onlara
cevab olarak bu âyeti indirdi!...
Ebu Şeyh, Mücahid'den
rivayet ediyor:
«Cenab-ı Hakkın
«gökleri ve yeri yarattı» âyeti Allah'ın varlığını inkâr eden zındıkların
aleyhinde bir reddiyedir. Cenab-ı Hakkın «karanlıklar ve nuru kıldı» âyeti
ise, zulmet ve nurun müdebbir ve halik olduklarını iddia eden mecusilerin aleyhinde
bir reddiyedir. Cenab-ı Haklan «sonra kâfir olanlar Rablerine denk tutarlar»
âyeti ise, Arap müşriklerinin ve başka miletlerden de olsa, Allah'ın dininde
başka ilâhın olduğunu iddia edenlerin aleyhinde bir reddiyedir.»
[14]
Müslim, Ümmü-Seleme ve
Ebu Hüreyre tarikiyle gelen hadisi tah-riç ediyor. Ebu Hüreyre:
— Allah'ın Resulü
elimden tuttu. Ve buyurdu:
«Cenabı Hak, toprağı
cumartesi günü yarattı. Ve yeryüzünde dağlan pazar günü yarattı. Pazartesi
günü ağaçları yarattı. Salı günü hoşa gitmeyen, mekruh ve çirkin şeyleri
yarattı. Çarşamba günü nuru yarattı. Perşemb günü yeryüzünde yürüyen hayvanları
yaydı (yarattı). Adem (A.S.)'i cuma günü, ikindiden sonra, yaradılışın en
sonunda, cumanın son saatinde ikindi ile gece arasında yarattı.»
El-Kurtûbi bu hadisi
rivayet ettikten sonra şunları ekliyor: «Alimler, bu hadisi bu sûrenin
başlangıcı için getirmişlerdir.»
El Beyhâki şunları
söylüyor:
«Hadis sahasında
mütehassıs olanlarca bu hadis, hıfzedilmiş değildir. Çünkü tefsir ve tarih ehlinin
üzerinde olana muhalefet etmektedir.»
Bazıları; bu hadisin
senedinde bulunan İsmail bin Umeyye, ancak bu hadisi İbrahim bin Ebi Yahya'dan
o da Eyyub bin Halit'ten almıştır. İbrahim ise, hüccet olamaz. Onun hadisiyle
ihticac edilemez dediler.»
Muhammed bin Yahya
diyor: «Ali bin el Medini'den Ebu Hurey-re'nin hadisini sordum. Ali:
— Bu, Medine ehlinin
rivayet ettiği bir hadistir» dedi.
El Beyhaki:
İsmail'e bu hususta
Musa bin Ubeyde Er-Rebezi de Eyub bin Ha-lid'den alarak tabi olmuştur. Ancak
Musa bin Ubeyde «zaiftir» dedi.
Bekr bin Eş Şerut
tarikiyle ve zaif bir senedle Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir:
«Şüphesiz ki, cuma
güllünde bir saat vardır. Herhangi bir insan o saatte Allah'tan herhangi bir
şeyi isterse, Allah onu ona verir.»
Abdullah bin Selâm
«Allah, yaratmaya başladığını zaman, Pazar ve pazartesi günleri yeryüzünü
yarattım. Sah ve çarşamba günü gökleri yarattım. Rızıklar ve yeryüzünde bulunan
şeyleri perşembe ve cuma günü ikindi namazına kadar yarattım. İkindi namazı ile
güneşin batışı arasında Adem'i yarattım.» diye rivayet etti. Hadisi, Beyhaki
tahriç etmiştir.
Derim ki; bu hadiste
yaradılışın, cumartesi değil pazar günü başlaması keyfiyeti vardır. Nitekim bu
durum daha önce İbni Mesud ve başka sahabelerden de bu şekilde geçmiştir.
[15]
«Sonra küfre sapmış
olanlar Rablerine denk tutuyorlar...» Ayetin bu cümlesi ya «elhamdülillahi»
cümlesi veya «Halekassemâvatı» cümlesi üzerine atıftır. Atıf olunan iki cümlenin
mânâsı arasındaki uzaklığı işaret etmek için Cenab-ı Allah atıf
harflerinden Sonra mânâsını ifade eden «Sümme» kelimesini
kullanmış. Böylece kâfirlerin yapmış olduğunun hakikattan ne kadar uzak
olduğunu ifade etmiştir.
Hakiki ilâh'm bütün
hamdlerle hamdedilmesi boyunlarına farz iken, onun tam tersini nasıl
getirdiklerini, ne garib, ne uzak birşeyi iddia ettiklerini ifade etmek için,
Sümme'yi kullanmıştır. Ve bütün bunlara rağmen Allah'ın birtakım kullan onu
inkâr ettiler. Ona şerik ve denk tuttular. «Onun karısı ve oğlu vardır» diye
İsrar ettiler. Cenab-ı Hak, onların dediklerinden yücedir, münezzehtir.
«O sizi çamurdan yaratan, sonra size bir ecel
tayin edendir. Malum bir ecel onun katı udadır. Sonra bir de şüphe
edersiniz...»
Bu âyetin konusu olan
ve çamurdan yaratılan, beşerin babası Adem (A.S.) dir. Beşer Adem'den üreyip,
doğuya ve batıya yayılmıştır.
[16]
«Sonra bir ecel tayin
eden ve onun katında malum bir ecel vardır» âyeti hakkında Said bin Cübeyr,
îbni Abbas'tan: «Sonra bir ecel tayin etti»den maksad, ölümdür. «Onun katında
belli bir ecel vardır»
dan maksat, ahirettir»
diye rivayet etmiştir.
Mücahid, îkrime, Said
bin Cübeyr, Hasan, Katade, Dehhafc, Zeyd bin Eşlem, Atiyye, Süddi ve Mukatıl
bin Hayyan'dan da bu rivayet edilmiştir.
Hasan Basri:
«hükmettiği ecel, insanoğlunun yaradılışı ile Ölümü arasındaki zamandır.
«Yanında belli olan ecel» ise ölümünden haşro-Iunacağı zamana kadar olan zaman
demektir. Özel ecelin takdiri her insanoğlunun ömrüdür. Genel ecelin takdiri
de, bütün dünyanın Ömrüdür. Sonra nihayet bulması, zevale ermesi, intikal
etmesi ve ahiret evinin gelmesidir.»
İbni Abbas ve
Mücahid'den «Sonra bir ecel hükmetti» hakkında, «Dünya müddetini hükmetti,
tayin etti, onun katında belli bir ecel vardır, yani insanoğlunun ölünceye
kadar ömrü vardır» diye rivayet edilmiştir. Sanki bu mânâ, bu âyetten sonra gelen:
«Sizi geceleyin öldüren, gündüzleyin sizin yaptığınızı bilen» âyetinden
alınmıştır.
Atiyye, İbni
Abbas'tan: «Sonra bir ecel tayin etti»den maksad, uykudur. Uykuda ruh
kabzedilir. Uyandığı anda sahibine dönüşür. «Onun katında belli bir ecel
vardır»dan maksad, insanoğlunun ecelidir. Mevt, (ölüm) eceli.» Fakat Atiyye'nin
bu tefsiri gariptir. «Onun katın-dakinin» mânası ondan başkası bilmez demektir.
Cenab-ı Hak, birinci
âyette büyük alemi zikrettikten sonra bu âyette küçük alem olan insanoğlunu
zikretti. Büyük alemde kıldığım onda da kıldı. El Hafız Ebu Naim kitabında
Mürre'den İbni Mesud'dan rivayet ediyor:
«Ana rahmini idare
eden melek, insanoğlunun nutfesini (meni parçasuu) alır, keffine koyar, sonra
der:
— Ey Rabbim! Bu
yaradılacak mıdır, yaratılmayacak mıdır?»
Eğer Cenab-ı Hak
«Yaradılacaktır» derse soruyor: «Ey-Rabbim! Rızkı nedir? Eseri nedir? Eceli
nedir?»
Cenab-ı Hak:
«Ümmül kitaba bak!»
diyor. Melek, Levhi Mahfuz'a bakıyor. Orada onun rızkını, eserini ve amelini
görür. Onun defnedileceği yerin toprağını alır. O meniyi o toprak ile
hamurlaştınr. İşte bu «Topraktan sizi yarattık, sizi toprağa iade edeceğiz»
âyetinin mefhumudur.»
Ebu Hüreyre'den tahric
edilmiştir:
«Allah'ın Resulü; her
doğan çocuğun üzerine onun mezarının toprağı serpilim buyurmuştur.
Ben derim ki, bu
hadise binaen, her insan çamur ve kıymetsiz sudan yaratılmıştır. Niıtekim
Cenab-ı Hak: «el-Müminûn» sûresinde bunu haber vermektedir. Böylece âyetler,
hadisler, intizamlı bir şekle girmiş olurlar. Aralarındaki terslik ve çatışma
ortadan kalkar.
[17]
îbni Saad,
Tabakat'mda; Hz. Adem'in sıfatlan, yaşı ve vefatı hakkında şunları söylüyor:
«Ebu Hüreyre'den
rivayet edildi: İnsanoğlu Adem'in çocuklarıdır. Adem topraktandır.»
Said bin Cübeyr'den
geldi:
«Cenab-ı Hak, DEÇNE
adlı bir yerden Hz. Adem'i hal ketti.»
Hasan:
«Hz. Adem'in göğsü
Beni Kilab'ın Basra yolunda ve Mekke'ye daha yakın olan Deriyye köyünden
getirilen topraktan yaratıldı» diyor.
İbni Mesud:
«Allah İblis'i
gönderdi. İblis yeryüzünün derisinden, onun tatlısından, acısından aldı. Ve
ondan Cenab-ı Hak, Adem'i yarattı. Binaenaleyh fyer şey ki, Cenab-ı Hak, onu
yeryüzünün tatlısından yaratmıştır, o cennete gidecektir. Velev ki kâfirin oğlu
olsun... Her şey ki, onu acısından, tuzlusundan yarattı. Bir muttakinin veya
bir Peygamberin oğlu olsa dahi o cehenneme gidecektir, dedi. Bunun için İblis,
«çamur (yönün) den yarattığına mı secde edeyim?» dedi. Çünkü o, çamuru getirmişti.
Onun için bu itirazı yaptı. Hz. Adem yeryüzünün ediminden (postundan)
yaratıldığı için post mânâsına gelen bu ismi aldı...
Abdullah bin Selâm:
«Cenab-ı Hak, Adem'i
cuma gününün son saatinde yarattı» dedi.
Ubey bin Kâab: :
«Adem (A.S.), upuzun
ve saçları kıvırcıktı. Sanki uzun bir hurma ağacıydı.»
[18]
tbni-Abbas'dan gelen
bir hadiste: Adem, soyundan kırk bin kişiyi gördükten sonra cennetten
atılırken, üzerine inmiş olduğu dağın doruğunda vefat etti. Oğlu.Şit (A.S.),
Cebrail (A.S.)'e: «Adem'in üzerine namaz kıl» dedi.
Cebrail: :
«Sen öne geç, babamn
üzerine cenaze namazım kıl. Otuz tekbir al. Beş tekbir namaz içindir* Yirmibeş
tekbiri ise Adem'in fazileti içindir.» dedi.
Denildi ki, Adem'in
üzerinde dört tekbir alındı. Şifin oğullan Adem'in cenazesini bir mağaraya
koydular. Ona bir bekçi bıraktılar. Kabil'in çocuklarından hiç kimseyi ona
yaklaştırmıyorlardı. Adem'in cesedine gelip ondan af talebinde bulunanlar
Şifin çocuklarıydı. Adem öldüğü gün 936 yaşındaydı.
[19]
Soruldu:
«Acaba bu âyette
cevherlerinin bir cinsten oluştuğuna dair delil var mıdır?»
Cevab olarak: «Evet,
vardır. Çünkü madem çamur, diri, kudretli ve bilgili bir insana dönüşüyor. O
halde mümkündür ki cevherin diğer hallerine de dönüşmüş olsun. Çünkü akıl,
hükümde bunları eşit görii-yor.Bir de âyetin delaletiyle sabit olmuştur ki
cansız varlıklar, canlı varlıklara dönüşür ve de dönüşmüştür.»[20]
Hulasa: Cenab-ı Hak,
kulları içini iki ecel hakkettiğini bize haber verdi. Birisi, her ferdin
ölümüyle sonuçlanan eceldir. İkincisi, hepsinin ölümünden ve dünyanın ömrünün
bitiminden sonra yeniden onları iade edip hasretmek ve meydana getirmek
ecelidir. Evet, âyeti celîlede «müsemma» diye sıfatlandırılmamış birinci ecel,
birçok mânâya gelebilir. Meselâ Fahreddin Razi'nin hükemayi İslama nisbet
ettiği bir mânâsı şudur: «Her müslümanın iki eceli vardır. Birisi tabii ecel,
ikincisi ihtiramı eceldir. Tabii ecel, eğer insanoğlunun mizacı hariçten gelen
arızalardan korunursa, onun baki kalma müddeti filan vakte kadar uzanacaktı
eceldir. Ihtirami ecele gelince, o, boğulmak, yanmak, zararlı hayvanlar
tarafından ısırılmak gibi arizi sebeblerden dolayı meydana gelen eceldir.»
Birinci ecel, geçmiş
ümmetlerin ecelleridir. Eceli-Müsemma ise, gelecek ümmetlerin ecelleridir.
Çünkü onların ne kadar yaşayacağı, gaybî bir emirdir. Eğer ecel-i Müsemma'dan
kıyamet kastedilirse, gerçekten o Allah'ın katmdadır ve Allah'tan başkası onu
bilemez. Ne herhangi bir melek onu bilebilir, ne de herhangi bir Peygamber.
Eceli-Mü-semma'dan ölüm kastedilirse, onun Allah katında belli olmasının mânâsı
«o Allah katındaki levhi mahfuzda yazılıdır.» Ve «Ruh cesede üfü-rüldüğü zaman,
melek tarafından yazılıdır.» demektir.
Nitekim sahihayn'da
sabit olmuştur ki: «Cenin, ana rahmine girdiğinde dört kelimenin yazılması
emredilir: Onun ecelinin, amelinin, rızkının şaki veya said oluşunun yazılması
emrediliyor.»
Bu takdirde, eceli
Müsemmanın Allah katında olmasının mânâsı, öldüğü âleme, biz insanların kesbi
varamadığı âleme mahsus olması demektir. Bu indiyet (Allah katında oluş) o
zaman, teşrif mânâsını ifade eder. Bu yazışma ise, Cenab-ı Hakkın şeyi bilmesi
kabilindedir. Ne cebri ne de kuldan ihtiyarının selbini ifade eder. «Yani bu
yazılmıştır, kul mecburen bunu yapacaktır veya böyle olacaktır» denilemez.
Yazılması, ilâhî ilmin dahilinde olması demektir.
(3) «Halbuki
göklerde ve yerde o Allah'tır. Sizin içinizi de bilir, dışınızı da. O,
yapacağınız şeyleri bilir...»
Bu âyeti celîle,
Cenab-ı Hakkın her mekânda yerleştiğini iddia eden «El-Cehemiye» gurubunun
aleyhinde bir delildir.
Bu âyet hakkında gelen
en sıhhatli görüş şudur: Göklerde ve yerde Allah diye çağrılan C^dur. Yani
göklerde bulunan da, yerde bulunan da onun uluhiyetini ikrar eder, onu birler
ve ona ibadet eder. Ona Allah derler, O'na iltica ederler. Yakanrlar,
yalvarırlar. Ancak cinler ve insanlardan küfre kayanlar böyle yapmazlar.
Bu tefsire binaen bu
âyet tıpkı «O öyle Allah'tır ki, gökte ilâh, yerde ilâhtır» âyeti gibidir.
Yani göktekilerin de yerdekilerin de mabududur. Bu tefsire binaen: «Sizin
gizliniz ve açığınızı biliyor» cümlesi ya haber veya haldir.
İkinci tefsire göre bu
âyetten maksad, Allah o Allah'tır ki, göklerde ve yerde olanları bilir.
Gizliyi ve açığı bilir. Bu takdirde «Fissema-vatı» ve «Fil ardi» ya'lemu'ya
taalluk eder. Ayetin takdiri «O öyle Allah'tır ki sizin göklerde ve yerdeki
gizlinizi ve açığınızı, bilir. Ve sizin kazancınızı da bilir» olur.
Üçüncü tefsir, «O
gökte Allah'tır» cümlesi üzerinde vakfediliyor, sonra haber, «Yerde sizin
gizlinizi ve açığınızı biliyor» diye devam ediyor. Bu tefsir, İbni Cerir'in
ihtiyaridir. «Sizin kesbettiğinizi biliyor» de-mekj bütün amellerinizi,
hayrınızın ve şerrinizin hepsini biliyor demektir.
(4) «Onlara,
Rablerinin âyetlerinden bir âyet geldikçe ondan yüz çevirirlerdi...» Bu ve bunu
takib eden âyetler, Peygamberi yalanlayan, Allah'ın tevhidi konusunda inad
gösterip de bir türlü ikrar etmeyen, şirk ve putperestlikte devam eden
müşriklerin halini belirtiyor. Yani, onlara bir delil, bir Mucize, Hz.
Muhammed'in Peygamberliğine delâlet eden bir hüccet, Allah'ın birliğine dair
bir burhan geldiğinde ondan yüz-çevirir, ona bakmaz ve ona perva etmezler.
Gelen hakkı yalanlıyorlar. Hak ve hakikatla istihza ediyorlar. Fakat o
yalanladıkları ve istihza ettiklerinin haberi onlara gelecektir.[21]
Ayette bahsedilen «sır
gizli , insanoğlunun kalbinde gizlediği şey demektir. Bu, kalblerin
amellerindendir. Ayette bahsedilen «cehr,
açık dan maksad, insanoğlunun
açığa vurduğu demektir. Bu da, azaların amellerindendir. Ayetin mânâsı;
göklerde ve yerde hiç-birşey Allah'a gizli kalmaz. Hepsini bilir. «Allah sizin
kesbettiğinizi de bilir.» Şerr olsun, hayr olsun hepsini bilir, demektir.
Burada bir sual varid
olur: Kesb, ya kalblerin amelindendir, buna «sır» denilir. Ya azalann
amellerindendir, buna da «cehr» denilir. Binaenaleyh fiiller bu iki çeşitten
hariç değildir. Ya o (sır), ya bu (cehir), dur. Öyleyse Cenab-ı Hakkın «Sizin
kesbinizi biliyor» cümlesi, sizin sırrınızı ve cehrinizi biliyor cümlesi
üzerine atfedildiği takdirde, şey, kendi nefsi üzerine atfedilmiş oluyor, bu
da caiz değildir. O halde bu ikinci cümlenin mânâsı nedir? Cevab olarak, «sizin
kesbettiğinizi biliyor» cümlesi, insanoğlunun yapttğından dolayı elde etmiş
olduğu sevab ve ikabın üzerine hamledilir. Yani kesbin üzerine değil,
müktesebin üzerine hamledilir. Bu takdirde, atfedilen iki cümle arasinda
değişiklik oluyor» dediler. Bu durumu,
İmam Fahreddin Razi zikretmiştir.
[22]
(6)
«Kendilerinden önce nice kuşaklan yıkıma uğrattığımızı görmüyorlar mı?...» Bu
âyetin yorumu:
Bu âyetteki,
kuşaklardan maksad, Nuh kavmi, Ad, Semud ve daha önce geçmiş milletlerdir.
Ayetteki «karn» halktan bir kuşak demektir. Her zamanın ehline bir «karn»
kuşak deniliyor. Bunlara beraberlik manasını ifade eden karn denilir, çünkü
varlıkta mukarin (beraber) dirler. Bir karnın kaç sene olduğunda ihtilâf
edilmiştir. Bazıları «seksen senedir». Bazıları «altmış senedir». Bazıları
«kırk senedir». Bazıları «yüzyirıni senedir». Bazıları «yüz senedir»
demişlerdir. Fakat «yüz senedir» diyenlerin sözü daha sıhhatlidir. Çünki
rivayet ediliyor ki, Resulü Ekrem, Abdullah bin Bişr el-Mazini'ye:
«Şüphesiz sen bir karn
yaşayacaksın» demiştir. Bu zat da, tam yüz sene yaşamıştır. Bu kavle binaen «karnndan
maksad, muhatabın içinde bulunduğu zamanda mevcud olan insanlar demektir.
Resulü Ekrem'in «Kamların en hayırlısı benim karn'ımdir. Sonra onları takib
eden kamdır. Sonra onları takib edenlerdir. (Yani eshabım, sonra tabiîn ve
daha sonra tebeitabiinlerdir)» sözü de bu mânâdan ileri geliyor.
(6) «Onları,
sizi yerleştirmediğimiz bir şekilde yeryüzüne yerleştirmiş, gökten bol yağmur
yağdırmış, altlarından ırmaklar atatmış-tık...»
Bu âyetten maksad,
size vermediğimizi onlara vermiştik, demektir. Onlara uzun ömürler, büyük
cisimler, geniş nzıklar vermiştik. Bol bol yağmur görürlerdi. Nehirleri gürül
gürül akmaktaydı. Bostanları çoktu. Fakat buna rağmen günâhlarından ötürü ve
küfürlerinden dolayı onları helak ettik. Onlardan sonra başka bir karn ehlini
varettik. Yani onların durumlarından ibret alınız. Geçmiş ümmetlerin hali size
mevize olsun. Sizden kuvvetli ve güçlü olan bu insanlar helak olduğuna göre siz
de günâhda ısrar ederseniz helak olursunuz. Gaflet uykusundan, cehaletin
sarhoşluğundan uyanınız, demek oluyor.
(7) «Biz
kitabı, üzerine yazılı bir kâğıtta gön d ersek de, onlar ona elleriyle
dokunsalar bile, küfredenler, tartışmasız «Bu apaçık bir büyüden başkası
değildir» derler...» Bu âyetin tefsiri:
El Kelbi ve Mukatİl;
«Bu âyet, En Nadr bin Hars, Abdullah bin Ümeyye ve Nefvel bin Huveylid hakkında
nazil olmuştur, dediler.»
Bunlar, «Ey Muhammedi
Sen Allah'ın katından bize bir kitab getirmedikçe, sana iman etmeyiz. O
getireceğin kitabın beraberinde dört melek olacaktır. Onlar o kitabın Allah katından
olduğuna şahitlik ede* çeklerdir. Senin Allah'ın Resulü olduğuna tanık
olacaklar.» dediler. Cenab-ı Hak, bu âyeti onlara cevab olarak inzal buyurdu.
Yani katımdan, kâğıda
yazılı bir kitab, sana indirsem, onlar da onu kafadaki gözleriyle görseler, elleriyle
ona dokunsalar yine kâfir olanlar diyeceklerdir ki: Bu ancak apaçık bir
sihirdir. Yani onların istedikleri şekilde bir kitab indirsek yine iman
etmezler. Ve «Bu apaçık bir sihirdir» diyecekler. Nitekim ayın ikiye bölünmesi
çağında bunu dediler. Onların hakkında sebkat eden ilmimde mevcut olan mânâdan
dolayı, onlara hiçbir şey faide vermez demek oluyor.
(8) «Ona bir
melek indirilmeli değil miydi? derler. Eğer bir melek indirilseydi, elbette iş
bitirilmiş olurdu da sonra kendilerine göz açtırıl-mazdı...» Bu âyetin izahı:
Bu sözü söyleyen,
Mekke müşrikleridir. Zira onlar «Niçin üzerine bir melek inmiyor da onu
gözümüzle görelim?» dediler. Cenab-ı Hak: «Eğer meleği indi rseydik, buna
rağmen onlar iman etmeseydiler iş bitmiş ve azab onlar için gerekli olacaktı»
diyor. Çünkü kâfirler hakkında Allah'ın adeti böyledir. Onlar bir mucizeyi
istediklerinde o mucizeyi gördükten sonra iman etmezlerse, azab onlar için
gerekli olur ve onların temelleri kazıtılır, helak olur giderler. Sonra onlara
mühlet de verilmez. Evet bir göz açıp kapayıncaya kadar onlara mühlet verilmezdir.
îbni Munzir ve
İbni-Ebi-Hâtim, Muhammed bin İshak'tan rivayet ederler: Allah'ın Resulü bir
kavmi İslama davet etti. Onlarla konuştu. Onlara Allah'ın emrini tebliğ etti.
Resûlüllah'a «El-Esved»in oğlu «Zem'a», El Haris'in oğlu Nadr, Abdi Yağus'un
oğlu Abde, Halefin oğlu Ubey ve Vail'in oğlu As:
«Ey Muhammed! Seninle
beraber bir melek olsaydı, senden ötürü halkla konuşsaydı ve seninle
görülseydi!..» dediler. Cenab-ı Hak bunun üzerine bu âyeti nazil etti.
Abd bin Humeyd, İbni
Cerir ve İbni Munzir, tbrii Ebi-Hâtim ve Ebu Şeyh, Mücahid'den rivayet ederler:
Bu âyetin mânâsı:
«Onlar buna rağmen iman etmeseydiler, onlar için kıyamet kopardı...»
Abdurrezzak, Abd bin
Humeyd, îbni Cerir, İbni Munzir, İbni Abi-Hâtim ve EbEu Şeyh, Katade'den
rivayet ettiler:
«Bu âyetin tefsiri;
eğer Allah bir melek indirseydi, sonra bunlar îman etmeseydiler, onlara azab
acelece gelecekti» demektir.[23]
(9) Eğer onu
(Peygamberi), bir melek kılsaydık şüphesiz ki onu (meleği) bir adam kılardık.
Ve şüphesiz ki, düştükleri şüpheye onları yine de düşürürdük.»
(10) (Ey
Habibim!) Andolsun ki senden Önce de birçok Peygamber alay konusu edildi. O
Peygamberleri alaya alanları, maskaralıkta kullandıkları kuşattı (ve helak
etti.)»
(11) (Ey
Habibim!) De ki: Yeryüzünde dolaşır. Sonra yalanlayanların sonucunun nasıl
olduğunu seyrediniz.»
12- (Ey
Habibim!) Sor: Göklerde ve yerde olan kimindir? De ki: Allah'ındır. Allah
zatının üzerine rahmeti yazdı. Yemin olsun ki, oluşunda şek ve şüphe olmayan
kıyamette sizi toplayacaktır. Nefislerine zarar verenlere gelince, onlar îman
etmezler.»
(13) Halbuki
gecede ve gündüzde duran (bulunan) onun mülküdür. Ancak işiden ve bilen odur.»
(14) (Ey
Habibim!) De ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah'tan başkasını mı dost
edineceğim? Halbuki o yedirir, yedirilmez. De ki: Bana ilk müslüman olan kişi
olmakhğım emredildi Asla ortak koşanlardan olma.»
(15) (Ey
Habibim!) De ki; eğer Rabbime isyan edersem cidden büyük, (dehşetli) bir günün
azabından korkarım.»
(16) O gün
de, kimden (azab) uzaklaştırıhrsa, elbette Allah ona merhamet etmiştir. İşte bu
merhamet apaçık bir zaferdir.»
(17) Eğer
Allah sana bir zararı değdirirse, ondan başka o zararı giderici hiç kimse
yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa elbette o herşeye kadirdir.»
(18) O,
kullarının üstünde kahir (galib)tir. O yegâne hikmet sahibidir. Herşeyden
haberdardır.»
[24]
(9) «Eğer
Peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak onu bir adam kılardık. Ve muhakkak ki
düştükleri şüpheye onları yine düşürürdük...»
[25]
Bu âyette, Hz. Allah
«Onlara bir meleği Peygamber olarak göndermiş olsaydık, o meleği bir adam
suretinde gönderecektik. Çünkü beşer, meleğin esas suretine bakmaya güç
yetiremez. Eğer bir insan meleği gördüğü zaman, asli şeklinde görürse, derhal
ölür. İşte bunun için, melekler Peygamberlere insanlar suretinde gelirlerdi.
Nitekim Cebrail (A.S.), «Dahyet ul Kelbi» adlı sahabinin suretinde Resûlüllah'a
geliyordu. Ve nitekim iki Melek, Hz. Davud'a, iki kişinin suretine girip
geldiler.
Melekler, Hz.
İbrahim'e ve Hz. Lut'a da insanlar şeklinde geldiler. Bir de Resulü Ekıem,
Cebrail'i, esas suretinde gördüğünde çığlıklar attı ve düşüp bayıldı.
Bu âyeti celîledeki
birinci zamir, «nazir»e yani korkutucu Peygambere, ikinci zamir, meleğe
racidir.
[26]
Bu âyeti celîlede
Peygamberlerin kadınlardan olmadığına dair delil vardır. Çünkü Cenab-ı Hak
«onu bir adam kılacaktık» diyor. Ve bu, ehli sünnetin arasında ittifakla kabul
edilmiş bir meseledir. Ancak kadınların peygamberliğinde ihtilâf vardır.
Kâfirler, bu hususta
iki şey istiyorlardı. Bir; Resûlüllah'ın üzerine esas şekil ve suretinde bir
meleğin inmesini istiyorlardı. Ta ki onu gözleriyle görsünler ve bilsinler ki,
Hz. Muhammed de Peygamberdir. İkinci istekleri, beşer değil de bir meleğin
Peygamber olarak kendilerine gelmesini istiyorlardı. Bu âyeti celîle bu iki
isteğin de cevabını teşkil etmektedir. Nitekim «Eğer onu bir adam şeklinde
gönderseydik onların nefisleri üzerine
karıştırmış olduğunu yine onlar üzerine karıştırmış olurduk. Onlar «Sen ancak
bir beşersin, melek değilsin» diyeceklerdi. Kur'an gibi bir mucize ile o gelen
melek oluşuna delil getirmiş olsaydı, Hz. Muhammed'e «Sen yalan söylüyorsun»
dedikleri gibi, ona da «Sen yalan söylüyorsun» diyeceklerdi.
Bu âyeti celîlede
«LEBS» (karıştırmak şaşkınlık İçerisinde ve hayrette bırakmak) Allah'a isnad
edilmiştir. Çünkü onun yaradanı Allah'tır. Veya «Onu bir adam lalardık»
cümlesinden böyle bir şey gerektiğinden dolayı Allah'a isnad edilmiştir.
Dikkat edile!...
Zeccac'ın kelâmından
anlaşılıyor ki, «Zayıf olanlarının üzerinde böyle karıştırma olacaktı». Çünkü
Zeccac diyor ki, «Onlar zaiflerini şaşırtıyorlar, Resûlüllah'ın durumu hakkında
onları şüpheye düşürü1 yorlar ve diyorlardı ki; «Bu, sizin gibi bir beşerdir.»
Böylece Cenab-ı Hak: «Eğer onlara melek olarak gönderdiğimizi gönderseydik onu
bir adamın şeklinde gösterecektik. Aynen Peygamberimiz hususunda zaitlere
dediklerini onun hakkında da diyeceklerdi.» buyurdu.
İmam Fahreddin Razi,
«Eğer melek gönderseydik onu bir adam şekline sokardık» sözündeki hikmetin
nedenleri, şöyle terkib ediyor: Birincisi, cins kendi cinsine daha
meyledicidir. Yani beşer beşere dana meyleder. İkincisi, beşer meleği esas
suretinde görmeğe güç yetiremez. Üçüncüsü, meleğin taatlan, ibadetleri
kuvvetlidir. Onu görünce, beşerin taatlannı hakir ve zayıf sayacaklardı. Çoğu
kez onların günahlara dalmasında onları özür sahibi de görmezlerdi.
Dördüncüsü, Peygamberlik Allah'tan gelen bir fazilettir. Allah, ister melek
olsun, isterse beşer dilediği kuluna o fazileti ihsan eder.
Fakat Fahreddini
Razi'nin üçüncü cevabına şu itirazın vaki olma ihtimali vardır: Bu, ancak
meleğin hakikati beşerin hakikatına inkı-lab ederse, olabilir. Halbuki bu da,
hakikatların inkılabından olmasıyla beraber tefsir imamlarının kitablarından
anlaşılanın hilafıdır. Çünkü o kitablardan bu değişme (inkılab), suridir,
hakiki değildir diye anlaşılıyor. Dördüncü cevabına gelince, bu da meleğin
beşer suretinde tasvir edilmesinin hikmeti olmakta pek zahir görülmemektedir.
îbni Cerir, İbni
Zeyd'den bu âyet hususunda şunu rivayet ediyor:
«Biz, o meleği bir
kişinin suretine sokacaktık. Onu melek suretinde göndermeyecektik.»
İbni Cerir, Ibni
Ebi-Hâtim, tbni Abbas'tan rivayet ederler: «Onlar üzerine «LEBS» yapacaktık
demek, onlar üzerinde şüphe yapacaktık» demektir...
îbni Cerir, tbni
Ebi-Hâtim ve Ebu Şeyh, Süddi'den bu âyet hususunda şunu rivayet ederler:
«Onların kendi nefislerine şüphe olarak verdiğini onlara şüphe olarak
verecektik.»
îbni Cerir ve Ebu
Şeyh, Katade'den bu âyetin tefsirinde şunları rivayet ediyorlar:
«Cenab-ı Hak, herhangi
bir kavim nefislerine şüphe verirse, Allah ta onların üzerine şüpheyi sokar.
Çünkü âyetteki «LEBS» (karıştırma), ancak insanlar tarafından gelir. Cenab-ı
Hak burada kullarına bunu beyan etti. Peygamberlerini gönderdi. Onların
aleyhinde hüccet ve deliller edindi. Ayetlerini ve mucizelerini onlara
gösterdi ve tehdidiyle onlara uyarıda bulundu.
(10) «(Ey Habibim!) And olsun ki, senden öne ede
birçok peygamber ile alay edilmiştir.»
Bu âyeti celîle,
Resûl-i Ekrem için bir tesellidir. Putperestlerin peygamberi yalanlamalarından,
onunla istihza etmelerinden dolayı Cenab-ı Hak, ona bu teselliyi verir ve bu
hususta senin benzerlerin çok gelmiş ve geçmiştir, diyor. Yani seninle istihza
edildiği gibi, daha önceki peygamberlerle de istihza edilmiştir. O halde
üzülmemeîisin.
îbni Münzir, îbni Ebi
Hatim, Muhammed bin İshak'tan rivayet ettiler: Kulağıma geldiğine göre,
Resûl-i Ekrem, Velid bin Muğire, Ümey-ye bin Halef, Ebi Cehl, Âmr bin Hişam'm
bulunduğu bir cemaatın yanından geçti. Peygamberin aleyhinde göz kırpmak
suretiyle alay ve İstihza ettiler. Bu durum, Resulü Ekrem'i son derece üzdü.
Cenab-ı Hak:
«Andolsun, senden önce
de birçok Peygamber alaya alınmıştır. O Peygamberleri alaya alanları
maskaralıkta kullandıkları kuşattı.» âyetini indirdi.
îbni Cerir, İbni
Ebi-Hâtim ve Ebu Şeyh, Süddi'den rivayet ediyorlar: Kendisini alaya aldıkları
şey, onlardan maskaralık yapanları çepeçevre kuşatıverdi. Yani alayla
kullandıkları şey azap olarak onların üzerine vaki oldu.
Ayetin mânâsı; azab
onların üzerine indi. Ceza ve azab alay etmelerinin karşılığı olarak onlara
gerekli oldu.
Bu âyeti celîleyle
Cena-ı Hak, müşrikleri uyarıyor. Daha önceki milletlerin, Peygamberlerinden
ötürü nasıl azaba duçar olduklarına dikkatlerini çekiyor. Siz de, aynen böyle
olabilirsiniz. Onların başına inen azab sizin de başınıza inebilir, diyor!.,.
(11) «(Ey
Habibim!) De M: Yeryüzünde
seyrediniz (geziniz)...
Bu âyetin izahı:
Yani bu alay edenlere
söyle! İbret almak ve düşünmek için yeryüzünde seyredip gezsinler. Sonra
görsünler ki, Peygamberleri yalanlayanların sonucu ne olmuştur? Allah onları
helak etmek suretiyle na^ sil azablandırmıştır? Soy ve soplannı nasıl kırmış ve
sonlarını nasıl getirmiştir? Umulur ki, bundan ibret alsınlar. Küfür ve
Peygamberleri yalanlamanın helak olmaya nasıl sebeb olduğunu görmüş olsunlar.
İbni Cerir, İbni
Münzir ve tbni Ebi-Hâtim, büyük müfessir Katade'den, bu âyetin tefsirinde şunu
rivayet ederler:
«Allah'a yemin ederim,
yalancıların sonucu çok kötü. Allah onları yok etti. Onları heiâk etti. Sonra
onları ateşe gönderdi.»
[27]
(12) «Allah,
zatının üzerinde rahmeti yazdı.»
Abdurrezak, Abd bin
Humeyd, İbni Cerir, İbni Münzir, İbni Ebi-Hâtim, Selmani Farisi'den bu âyetin
tefsirini şöyle rivayet ettiler:
«Biz Tevrat'ta iki
atifeyi gördük. Birincisi Cenab-ı Hak gökler ve yeri yarattı. Sonra halkı
yaratmazdan Önce yüz rahmeti yarattı. Sonra halkı yarattı. Onların arasına o
yüz rahmetten birisini koyuverdi. Doksandokuzunu yanında tuttu. İşte o bir
ra*hmet ile siz birbirinize merhamet edersiniz. İşte o bir rahmet ile İnsanlar
birbirlerine şefkat gösterirler. O bir
rahmet ile birbirinize verip alıyorsunuz. O bir rahmet ile birbirinizi ziyaret
ediyorsunuz. O bir rahmetin sayesinde deve yavrusuna şefkat gösterir. Sığır
yavrusuna sahib çıkar. Koyun yavrusu için meler. O rahmetin sayesinde, kuşlar
birbirini takib ederler. •Onun sayesinde balıklar denizde birbirinin peşine
takılırlar. Kıyamet günü geldiğinde o. rahmeti katındaki rahmetlerle
birleştirir. Onun rahmeti daha üstün ve daha geniştir!»
Ahmed, Müslim ve
Beyhaki «El Esma ve Sıfat»ta Selmani Farisi'den, o da Resulü Ekrem'den rivayet
ediyor:
«Cenab-ı Hak, gökler
ve yerleri halkettiği gün yüz rahmeti hal-keyledL O yüz rahmetten biriyle halk
birbirlerine merhamet eder. Dok-sandokuz rahmet te kıyamet günü için
saklamıştır. Kıyamet günü geldiğinde o doksandokuzu bu rahmet ile
tamamlayacaktır.»
Abdurrezzak, El Feryadi,
İbni Ebi Şeyhe, Buharî, Müslim, İbni Çeri, İbni Munzir, İbni Ebi-Hâtim, İbni
Merduveyh, (Esma ve Sıfat'ta) Beyhaki, Ebu Hüreyre'den rivayet ettiler:
«Allah, yaratmayı
hükmettiği zaman, bir kitab yazdı. Arşın üzerinde katına onu bıraktı. Şüphesiz
benim rahmetim gazabımı geçmiştir.»
Tirmizi, İbni Mace,
İbni Merduveyh ve Beyhaki, Ebu Hüreyre'den rivayet ediyorlar:
((Allah'ın Resulü
buyurdu: Cenab-ı Hak, mahlûkatını halkettiği zaman, kendi eliyle zatının
üzerinde bir kitab yazdı. O da şuydu:
«Şüphesiz benim
rahmetim gazabıma galib geliyor.»
İbni Merduveyh, İbni
Abbas'tan rivayet etti. Allah'ın Resulü:
«Cenab-ı Hak,
mahlûkatın arasındaki hükmü bitirdikten sonra arşın altından bir kitab
çıkarıyor. O kitabda şunlar yazılıdır:
«Şüphesiz rahmetim
gazabımı aşmıştır. Ben rahmet edenlerin en merhametlisiyim.» dedi!...
Başka bir rivayet:
Cenab-ı Hak, cehennemliklerden bir veya iki avuç (bu tabir, Allah'ın
merhametinden kinayedir) alıyor. Böylece birçok kimseler cehennemden çıkmış
oluyor, ki, bunlar hiçbir zaman
hayır işlememişlerdir.
Onların alınlarına «Bunlar Allah'ın
azadhla-rıdır» diye yazılıdır.»
İbni Merduveyh, Ebu
Hüreyre'den rivayet etti: Allah'ın Resulü buyurdu:
Şüphesiz Allah yerleri
ve gökleri halketmezden önce nefsi için eliyle bir kitab yazdı. Onu arşının
altına bıraktı. O kitabta «Benim rahmetim gazabımı geçmiştin) diye yazılıdır.
Abdurrezzak, Abd bin
Humeyd ve İbni Cerir, Tavus'tan rivayet et-tiler: «Şüphesiz Allah halkı
yarattığı zaman, mahlûkatın hiçbirisi diğerine meyledip şefkat göstermedi. Ta
ki, Cenab-ı Hak yüz rahmet yarattı. Onların aralarına o rahmetlerden bir tek
rahmeti koyuverdi. Böylece halkın bazıları diğerlerine şefkat göstermeye
meyletmeye başladı.»
ibni Cerir, İkrime'den
rivayet ediyor: Cenab-ı Hak mahlûkun arasındaki hükmü bitirdiği zaman, arşın
altından bir kitab çıkarıyor. O kitabta şu vardı: «Şüphesiz benim rahmetim
gazabımı geçmiştir. Ben rahmet edenlerin en merhametlisiyim.»
Abd bin Humeyd, İbni
Cerir ve Ebu Şeyh, Abdullah bin Amr'dan rivayet ettiler: «Allah'ın yüz rahmeti vardır.
O yüz rahmetten birisini dünya ehline indirmiştir. Cinler ve insanlar, .gökteki
kuşlar, sudaki balıklar, yeryüzünde yürüyen hayvanlar, haşerat ve fezada
bulunanlar o rahmetin sayesinde birbirlerine merhamet ederler. Allah, katında
doksandokuz rahmeti hazine etmiştir. Kıyamet günü geldiğinde yeryüzüne ehli
dünyaya indirmiş olduğu rahmeti alır, yanındaki rahmetlere katar ve bütün o
merhametleri ehli cennetin kalblerinde ve onların üzerinde kılar...»
[28]
îbni Cerir, Ebul
Meharik, Zuheyr bin Salim'den rivayet etti. Hz. Ömer, Kâb ul Ahbar'dan
sordu:
«Mahlûk a tından Allah ilk önce neyi yarattı?» Kâb: Cenab-ı Hak bir
kitab yazdı. Onu kalem ve mürekkeble değil Kudret
parmağıyla yazdı. Parmağında zebercet, lû'lü ve yakut dökü-lüveriyordu. (O
kitabta şunları yazdı): «Ben Allah'ım, benden başka mabud yoktur. Rahmetim
gazabımı geçmiştir.»
İbni Ebi Dünya «Hüsn-ü
Zann» konusunda Katade'den şu hadisleri rivayet etti:
«Cenab-ı Hak
meleklerinden sordu:
— İsrail oğullarından
olan iki kuldan size bahsedeyim mi? Onların birisini, İsrailoğulları dinde,
ilimde, ahlâkta en üstün olarak görürdü. Diğerini de, israfçı olarak görürdü.
İlimde üstün görülenin yanında o israfcıdan bahsedildi. İlimde üstün olan «Allah
hiçbir zaman onu affetmez» dedi. Cenab-ı Hak: «Böyle diyen kulum bilmez midir
ki, ben merhamet edenlerin en merhametlisiyim? Bilmez mi ki, benim rahmetim
gazabımı geçmiştir? Bilmez mi ki, ben kendisine (bu zannından Ötürü) azabı
gerekli kılmışrmdir?» buyurdu.
Bunun üzerine Cenab-ı
Peygamber: «Sakın Allah'ın namına yemin etmeyiniz, Allah'ın kesesinden söz
söylemeyiniz» buyurdu.
Müslim ve İbni
Merduveyh, Selmani Farisi'den rivayet etti: «Allah'ın Resulü; Allah gökleri ve
yeri yarattığı gün, yüz rahmeti de ya- .
rattı. Her rahmet yer
ve gök arasını dolduracak kadar geniştir. Onların bir tanesini yeryüzüne
indirdi. Ana onunla çocuğuna, vahşi hayvan, uçan kuş onunla birbirlerine
şefkat ederler. Kıyamet günü oldu-mu, o doksan dokuzu bu rahmet ile ikmal edecektir.»
[29]
Müslim ve Buharı,
ittifakla, Ebu Hüreyre'den rivayet ettiler. Re-sûlüllah'tan dinledim: «Allah,
rahmeti yüz parça kıldı. Katında dok-sandokuz parçasını tuttu. Bir parçasını
yeryüzüne indirdi. İşte o parçadan mahlûklar birbirlerine merhamet ederler.
Hatta onun sayesinde sığır bacağını kaldırır ki, yavrusu rahatlıkla memesini
emsin. Bacağı yavrusuna değmesin.»
Buharı bir
rivayetinde: «Eğer kâfir Allah'ın katında olan rahmetin tamamını bilmiş olsa,
cennetten ümitsiz olmazdı. Eğer mümin Allah'ın katında bulunan azabın tamamım
bilmiş olsa azabtan emin olmazdı» demiştir.
Müslim'in tek başına
rivayet ettiği bir haberde: «Cenab-ı Hakkın yüz rahmeti vardır. Onlardan bir
tanesini cinler, insanlar, behimeUr (hayvanlar) ve haşerat arasına indirmiştir.
Bununla birbirlerine şefkat ederler. Bununla merhamet ederler. Bununla vahşi
hayvan yavrusuna şefkat gösterir. Doksandokuz rahmeti yanında bırakmış. Onunla
kıyamet gününde kullarına merhamet edecektin) diyor.
(12) «Yemin
olsun ki, oluşunda şek ve şüphe olmayan kıyamette sizi toplayacaktır...» Bu
âyetin tefsiri:
Bu âyeti celîle, haşn
ispat eden âyetlerden birisidir. Yani sizi kabirlerden toplayacaktır. Kıyamete
sevkedecektir. Şirkinizin karşılığında size ceza tatbik edecektir. Kıyamete
sevketmek, oradaki hesaba sev-ketmek demektir. Ayetteki ÎLA
kelimesi, bazı tefsircilere göre Fîkelimesi manasınadır. Yani kıyamette
sizi bir araya getirecektir. Bazıları da; kıyamette sizi derleyecektir'in
mânâsı; kıyametin hesabına doğru sizi gönderecektir, demektir, dedi. Bu hitab
âyetin zahirinden anlaşıldığına göre, kâfirleredir. Bazı tefsircilere göre,
hem müminlere, hem kâfirleredir. Önce özel olarak kâfirlere, sonra genel olarak
bütün insanlara gelmiştir. Yani ey İnsanlar! Cenab-ı Hak sizi kıyamette bir
araya getirecek veya sizi kıyametin hesabına doğru toplayacaktır. Hiç kimsenin
kıyamet hakkında şüpheye düşmesi, uygun değildir. Çünkü kıyametin olacağına
dair delilleri apaçık, burhanları parıl parıl parlamaktadır. Bîr de, sizi hesab
ve ceza için bir araya getirmezse, sizden iyilik yapan birçok kimseler zarar
etmiş olurlar. Mazlumların birçok kimsesizlerin hak ve hukukları tamamen
yıkılmış olur Kötülük yapan zalimler de, cezasız kalırlar. Bu da, adaletin
yokluğuna delâlet etmiş olur. Oysa Cenab-ı Hak, adaletsizlikten münezzehtir.
Zira dünyada nice zalimler vardır ki, zulümleri yanlarında kalır. Ve
kendilerinden herhangi bir intikam alınmaksızın göçüp gidiyorlar. Bu rahmete,
adalete ve hikmete ters düşer. Madem ki, Cenab-ı Hak rah meti zatına farz
kılmış o halde insanları, hasredip, adaletin muk-tezasını icra edecektir.
Bazılarına mükâfat, bazılarına cezanın şedidin" tatbik edecektir» diye
yazmıştır. Öyleyse hasrın vukuunda herhangi bir şüphe yoktur.
(12)
«Nefislerine zarar edenlere gelince; onlar iman etmezler...»
Bu âyetin tefsiri:
Nefislerine zarar
edenler, Ömür sermayelerini zayi edenlerdir. İnsanoğlu için sermaye aslî
fıtrat'tır, sağlam akıl'dır. İsti'dad'dır. Bunların Resûlüllah'ı müşahede
etmeleri ve vahyi dinlemeleridir. Oysa onlar bütün bunları zayi edip
nefislerine zarar verdiler. Onlar, akıllarını İptal ettiklerinden, duyulara
tâ"bi* olup vehme, aba ve ecdadlarının taklidine daldıklarından,
düşünmeyi ve ibret bakışlarını unuttuklarından dolayı, bu ısrarları, onları
küfre ve isyan etmeye götürdü. Bundan ötürü de Cenab-ı Hak «onlar iman
etmezler» buyurdu. Yani iman etmemek onlar için cebri bir durum değildir.
Zemahşeri, «Keşşaf»ta:
Eğer desen ki, îman etmemelerine zararları nasıl sebeb olabilir? Oysa îman
etmemek zararın sebebidir. Cevab olarak derim ki, âyetin mânâsı; o kimseler ki,
Allah'ın ilminde küfrü seçtiklerinden dolayı nefislerine zarar vermişler, onlar
îman etmezler, demektir.
Hasılı kelâm; küfrü
seçtiklerinden ötürü, Allah tarafından zararlarına hükmedilenler, îman
etmezler. Zararla hükmetmek îman etmekten öncedir. Çünkü o, küfrü seçişteki
ilimle beraberdir, bil-fiil, tatbik etmekledir. Böylece îman etmemenin zarar
vermeye yol açması, caiz ve sahih olur.
Alusi, «Biliyorsun ki,
bizim tevilimize göre, «HÜSRANI», (Zararı), Keşşafın dediğine hamletmeye
ihtiyaç kalmaz. Umulur ki, bizim tevilimiz Keşşafın tevilinden daha üstün
olsun. Çünkü Keşşafın tevilinde kalbi hududlayan özellikler vardır.»
[30]
(13) «Gecede
ve gündüzde sükûn bulan herşey
onundur...» Bu âyetin açıklaması: Yani gece ve gündüzde istikrar
bulup duran ve hareket eden herşey onundur. Hareketi değil, sadece sükûnu
zikretmiştir. Çünkü sükünde nimet daha fazladır.
îbni Cerir, «güneşin
üzerinde doğup battığı herşey o gece ve gündüzün sakinlerindendir» diyor.
Binaenaleyh âyetten maksad, yeryüzünde oluşan bütün varlıklar, bütün hayvanat,
kuşlar, karada, denizde bulunan bütün mevcudat Allah'ın mülküdür. Cenab-ı Hak
onların seslerini çokça işitendir. Gece ve gündüzde en hassas kıpırdayışı ve
fısıldayışlarını dahi işitir. Çeşitli cinslerin hepsini bilir. Yani işitme ve bilme ilim ve kudret sıfatlan gibi, onun
sonsuz sıfatlarındandir. Bu âyet celile, müşriklerin söz ve hareketlerinden
Ötürü aleyhlerinde bir vaid-i (ve tehdidi) ilâhidir.
(14)
«Gökleri ve yeri yaratan Allah'tan başkasını mı dost edineceğim?»
Bu âyetin izahı:
Mukatil diyor ki,
Allah'ın Resulü, müşrikler tarafından aba ye ecdadının dinine dönmeye davet
edildiğinde, Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi: «Ey Muhammedi Onlara de: Ben
Allah'tan başkasını mı dost (Yani Rab, mabud, ve yardımcı) edineceğim?» Bu
istifham, istiham-ı inkâridir. Yani Allah'tan başkasını dost edinmem. Çünkü
göklerin ve yerin yaradanı ve varedeni Allah'dır. Çünkü Allah nzık verir ve kimseden
nzık almaz. Besler, fakat kimse tarafından beslenmez. Yani halktan zengindir.
Halk ona muhtaçtır. Sıfatı böyle olan Allah, yedirir. Zengin olduğundan dolayı
başkasının yedirmesine ve beslemesine ihtiyacı yoktur. Böyle olanı Rab
edinmek, yardımcı, dost ve mabud edinmek gerekir.
Ayette geçen «FATIR»
kelimesi «Mubdi'», yani yoktan varedici, daha önce hazırlanmış bir proje ve
plân olmaksızın, en muntazam şekilde oluşturucu demektir. Bu tefsiri, İbni
Ebi-Hâtim, İbni Abbas'tan rivayet ediyor.
Ebu Ubeyde, İbni
Cerir, İbnul-Enbari'den:
«Ben yer ve göğün
fâtirinin ne olduğunu bilmiyordum. Bize iki göçebe geldi. Bir kuyu hakkında
aralarında münazaa vardı. Birisi, ben onu Fâtiriyim, yani onun kazılmasına ben
başlamışım. Böylece Fâtirin ne demek olduğunu anladım.» diye rivayet ettiler.
[31]
Süheyl.bin Ebi Salih
babasından, Ebu Hüreyre'den rivayet ediyor: Ensardan bir kişi, Küba
ahalisindendi, Resulü Ekrem'i yemeğe davet etti. Biz de Resûlüllah ile beraber
gittik. Resulü Ekrem yemek yedikten sonra ellerini yıkadı ve buyurdu:
«Hamd o Allah'a
mahsustur ki, yedirir, yed irilmez. Bize minnet etti, bizi hidayet etti. Bize
yedirdi ve sudan bize içirdi. Çıplak bırakmadı, giydirdi. Her güzel deneme ile
bizi denedi. Hamd Allah'a mahsustur. Rabbim bırakılmaz. Başkası onun yerine
geçemez. İnkâr edilemez ve hiç kimse ondan zengin olamaz. Hamd Allah'a
mahsustur. O Allah ki, yiyeceklerden bize yedirdi, içilecek maddelerden bize
içirdi, çıplaklıktan bizi giydirdi, sapıklıktan bizi hidayet etti. Körlükten
bize binalık (görmek) verdi. Yaratmış olduklarının birçoğundan bizi apaçık bir
şekilde üstün kıldı. Hamd Alemlerin Rabbma mahsustur.»
[32]
Burada ince bir
noktaya değinmek gerek: Bu hadisten anlaşılıyor ki, Resul-ü Ekrem yemeği
bitirdikten ve ellerini yıkadıktan sonra yemek duasını yapmıştır. Böylece bu
hadisten yemek duasının meşruiyeti de anlaşılıyor. Fakat dua ancak
Resûlüllah'ın yapmış olduğu duadır veya en azından, «Elhamdülillah ellezi
Etamena ve sekana» (Bize yediren ve içiren Allah'a hamd mahsustur, demektir.)
Başka bir dil ile, başka tabirlerle dua etmek sünnet olan duanın yerini tutmaz.
(14) «De ki:
Bana ilk müslüman kişi olmakhğım emredildi...»
Bu âyetin tefsiri:
Yani bu ümmetin ilk
müslüman olan kişisi olmakhğım bana emredildi. Buradaki «müslüman olmak»,
Allah'ın emrine teslim olmak, onun taatina baş eğmek demektir. Bunun nedeni,
Resulü Ekrem'in dinde ümmetinin ilki ve birincisi olmasıdır. Herkesten önce o
Allah'ın dinine sarılmıştır. Bu âyet, tıpkı. «Bununla emrolundum. Ben
müslü-manlann ilkiyim» âyeti gibidir.
[33]
Bazı tefsirciler;
ibadette ihlaslı olmak, Allah'ı birlemekte zamanımın insanlarından önce
olmakhğım bana emredildi» tarzında âyeti tefsir etmişlerdir. Bundan anlaşılıyor
ki, Resulü Ekrem de insanlara tebliğ etmekte olduğu emirlerle mükellef ve
memurdur. Ancak onun bir takım
özellikleri vardır. O, ümmetinin imamı ve önderidir. Bu âyetten anlaşılıyor ki,
her âmir (emredici), emrettiğini tatbik ve tebliğ etmek gerekliliğini
hissetmelidir. Ta ki, başkasını hem yaptığı, hem de sözüyle hakikate davet
etmiş olsun. Hz. Musa'dan hikâye edilen: «Sen ortaktan münezzehsin. Sana dönüş
yaptım. Ben müminlerin il-kiyim» sözü de bu kabildendir.
(14) «Sakın
müşriklerden olma!...»
Bu âyet, «Bana denildi
ki: Sakın müşriklerden olma. Ben şirkten de nehyedildim» demektir.
(15) «De ki:
Eğer Rabbime isyan edersem, cidden büyük bir günün azabından korkarım...» Bu
âyetin tefsiri:
«Ya Muhammedi Seni
Rabbinden başkasının ibadetine çağıran müşriklere söyle: Rabbim bana önce
müslüman olmamı emretti. Kendisinden başkasının ibadetini yapmaktan beni
nehyetti. Başkasına ibadet etmek suretiyle Rabbime isyan edersem, kıyamet
gününün aza-bmdan korkarım. Yani bu takdirde, o, azabın kesinlikle benim için
olduğunu bilirim. Böylece müşriklerin senin geri dönmen hakkındaki isteklerini
kes. Ve bunu söylemek suretiyle onlarm âsî ve azaba .müstahak olduklarını
ta'riz et.» Ta'riz, dokunaklı söz söylemedir.
(16)
«Kıyamet gününde kimden azab uzaklaştınhrsa şüphesiz Allah ona rahmet
etmiştir.»
Yani o kurtulmuş ve
rahmete mazhar olmuştur. Azabın uzaklaştırılması, rahmetin verilmesi kurtuluş
ve salahın apaçığıdır.
(17) «Eğer
Allah bir şiddet ve belâ ile seni tutarsa, sana dokunursa, Ali ah tan başka o
belâyı senden uzaklaştıracak hiç kimse yoktur. Eğer sana bir hayrı (afiyet,
nimet, lezzet, ferah ve sunini) dokundu-rursa (verirse) O her şeye kadirdir.»
Yani belâyı defetmeye,
hayrı celbetmeye kadirdir. Bu âyeti celîle, Resûl-i Ekrem'e hitabtır. Ve âyetin
mânâsı: «Sakın Allah'tan başka bir veli (dost) edinmen. Çünkü Cenab-ı Hak sana
zarar vermeye de, senden zararı defetmeye de kadirdir. Ondan başkası ise buna
kadir değildir. Öyleyse onu yardımcı ve dost edin!.
Evet bu hitab özel
olarak Resûl-i Ekrem'e, genel olarak bütün insanlaradır. Bu takdirde âyetin
mânâsı: «Ey insanoğlu, eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, Allah'tan
başkası onu kaldıramaz. Verdiği illeti ancak Allah kaldırır. Tabii ki, esbabı
halketmek ve bir takım zahiri formülleri tatbik etmek suretiyle kaldırır. Eğer
sana hayrı dokundurursa, o zararı defetmeye ve hayrı sana vermeye kadirdir.»
İbni Abbas'tan rivayet
edildi: «Bir gün Resûlüllah'm terkisine binmiştim. Bana hitap ederek buyurdu:
«Ey çocuk! Sana birkaç
kelime öğreteceğim. Allah'ı koru, (yani onun hakkını gözet) o seni korur.
Allah'ı koru, onu önünde görürsün. Birşey istersen Allah'tan iste. Yardım
talebinde bulunmak istediğin zaman Allah'tan yardım taleb et Bilmiş ol ki,
herhangi bir menfaat vermek hususunda bütün ümmet bir araya gelse de Allah'ın
senin için yazmış olduğundan başka bir menfaat sana veremez. Eğer sana herhangi
bir zaran dokundurmak hususunda bir araya gelirlerse, sana ancak Allah'ın senin
hakkında yazmış olduğu bir zaran dokundurabi-Iirler. Kalemler kaldırılmıştır ve
sahifeler durulmuştur. Yani olacak ve geleceğin tümü yakılmıştır.» Hadisi
Hrmizi rivayet etmiştir.
Rezili, bu hadise, şu
cümleleri de ekliyor: «Genişlik zamanında Allah'ı tanı ki Allah şiddette seni
tanımış olsun.»
Hadiste, şu da vardır:
«Eğer YAKİN' içinde ve razı olarak Allah'a amel etmeye gücün yetiyorsa, onu
yap. Eğer gücün yetmiyorsa sab-reyle. Şüphesiz, hoşuna gitmeyen şeylere karşı
sabretmen büyük ve bol bir hayrdır. Bil ki, yardım sabırla, genişlik üzüntüyle
beraberdir. Şüphesiz darlıkla beraber genişlik vardır. Şüphesiz bir darlık iki
genişliğe galib gelemez.»
[34]
îbnul Esir; bunun benzeri îmam Ahmed'in Müsnedinde de varid olmuştur» diyor.
Süddi, bu hadisi
naklettikten sonra «Bu, sahih bir hadistir.» Ebu Bekr bin Sabit el Hatib, «El
Fasl ve'l Vasi» adlı kitabında bunu rivayet etmiştir» diyor.[35]
(18) «O
kullarının üstünde kahir, (galib)tir...»
Bu âyetin mânâsı:
Kullarına galibdirt Onların üzerinde tam hakimdir. Kullar makhur olarak onun
kudretinin altındadırlar. kahir'in mânâsı; halkın durumlarını tedvir eden,
istediği şekilde halka istikamet veren zat demektir. Böylece halka zor ve ağır
gelen hadisleri, hüzün ve gam veren fakirlik getiren, öldüren, zelil eden
olayların, hepsi ondan tedbirini geri çevirmeye güç yetirmez, onun kahrinin
altından hiç kimse çıkamaz. İşte Cenab-ı Hakkın sıfatı olan «el-kahîr»in mânâsı
budur. Çünkü Cenab-ı Hak kadir ve kahirdir. İrade ettiği birşey-de hiçbir güç
onu acze düşüremez.
[36]
«Kullarının üstünde
kahirdin)in mânâsı; kahri ve galebesi onlara üstünlük çalmıştır demektir.
Onlar, onun teshir ve zelil yapması altındadırlar. Hiç kimse onun fermanından
çıkamaz.
İbni Ceriri Taberi,
«Kahirin mânâsı, kullarına kulluk yaptırtan ve onların üzerinde hükümranlık
yapan demektir» diyor. Buradaki fevkı-yet, (üstünde) istilâ, ve manevî yücelik
fevkıyetidir. Mekân fevkıyeti değildir. Meselâ: Sultan, raiyesinin fevkindedir,
denildiği zaman, onların tepesinde oturmuştur demek değildir. Onları sevk ve
idare eder, onlar onun fermanının altındadır demek oluyor. Tabii ki bu,
halefin, tevilcilerin ve hicrî 400'den sonra gelen kelâmcılann fikridir.
Selefin ise fevkıyet hakkında şöyle fikirleri vardır:
Fevkıyeti sıfatı,
Allah için vardır. Nitekim İmam Tâhavi buna nas-sen dokunmaktadır. Bu hususta
bin delile, yakın delil getirmişlerdir. İmam Ahmed, eva'l hadisinde İbni
Abbas'tan rivayet ediyor. Resulü Ekrem buyurdu:
«Arş onun üstündedir.
Allah onların bütününün üstündedir.»
Ebu Davud, Cubeyr bin
Muhammed bin Cübeyr bin Nat'an'dan, o babasından, o da babasından, o da
babasından rivayet ediyor: Peygamberle Allah'a yemin verip şefaat istiyene,
Resûlüllah:
«Rahmet olasıca! Sen
Allah'ın ne olduğunu biliyor musun? Şüphesiz ki, Allah arşın üstünde, arş
semavatın üstündedir» dedi ve parmaklarıyla kubbe benzerini yaptı ve: «Bu,
eğerin binicisi altında ses verdiği gibi ses vermektedir» dedi.
El Emevi, Meğazi'sinde
sahih bir hadisten rivayet ediyor: Cenab-ı Peygamber, Beni Kureyza hakkında
hüküm veren Saad'e:
«And olsun sen onlann
hakkında yedi kat göğün üstündeki padişahın hükmüyle hükmettin» dedi.
tbni Mace merfu bir
hadiste şunu rivayet ediyor:
«Cennet ehli
nimetlerin içinde yüzerken ansızın onlara bir nur görünür. Başlarını
kaldırırlar. Bir de Cenab-ı Hakkın onların üstünde onlara tecelli ettiğini
görürler. Cenab-ı Hak;
«Ey cennet ehli! Selâm
sizin üzerinize olsun» der. Sonra Resulü Ekrem: «Selamım kavi en
mirrabbirrahim» âyetini okudu. «Allah, cennet ehline bakar, cennet ehli,
Allah'a bakarlar. Allah'a baktıkları müddetçe, Cennetin hiçbir nimetine
iltifat etmezler. Allah'ın nuruna dalarlar.»
Sıhhatli bir rivayette
sabit olmuştur ki, Abdullah bin Revana kendisini cariyesiyle itham eden
hanımına cevab teşkil eden şiirlerini Re-sûlüllah'ın huzurunda okudu:
«Ben şahitlik ederim
ki, Allah'ın vaadi haktır. Şahitlik ederim ki, ateş kâfirlerin dönüş yeridir.
Allah'ın arşı su üzerinde yüzer. Arşın üstünde Alemlerin Rabbidir. Arşı
kuvvetli melekler yüklenirler. Mabudun nişanlı melekleri.»
Resulü Ekrem onun bu
şiirine İtiraz etmedi. İkrar etti. Böylece bu şiir hadisi takriri oldu. Onu
dinliyen Resul güldü.
Hasan bin Sabit de
Resûlüllah'ın huzurunda:
«Allah'ın izniyle
şahitlik ettim ki Muhanuned göklerin üstünde, yücede olanın e İçişidir. Ve
şahitlik ettim ki, Ebu Yahya ve Yahya, ikisinin de Rableri tarafından kabul
olunan amelleri vardır. Ve şahitlik ediyorum ki, yahudilerin düşmanlık yaptığı
Meryem'in oğlu bir Peygamberdir, Arş sahibinin katından elçi olarak gelmiştir.
Ve şahitlik ederim ki, el Ahkaf kavminin arkadaşı onlara kalkıp nasihat ettiği
zaman, Allah'ın zatıyla, kuvvetiyle onlann içinde kalkıyor ve adalet
yapıyordu.»
Resulü Ekrem, bu
şiirleri dinledikten sonra: «Ben de buna şahitlik yaparım» dedi.
îkrime, tbni Abbas'tan
rivayet ediyor. İbni Abbas şeytanın «sonra yemin ederim onlara önlerinden,
arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim» sözünü hikâye eden âyetin
tefsirinde «Onlann üstlerinden geleceğim» demedi, çünkü Allah'ın onlann üstünde
olduğunu biliyordu. Bu husustaki âyet ve hadislerde açıkça fevkıyat sıfatı
tesbit edilmiştir. Ebu İsmail el Ensari, «El Faruk» adlı kitabında Ebu Muti
el-Belhiye giden bir senedle rivayet ediyor: Ebu Hanife'den, «Ben bilmiyorum
Rabbim gökte midir, yerde midir?» diyen bir kimsenin durumunu sordum. Ebu
Hanife:
«O adam kâfir
olmuştur. Çünkü Cenabı Hak,. «Er rahman alel ar-şisteva» Rahman arşın üzerinde istiva etmiştir
buyuruyor. Arş ise yedi gök üstündedir» dedi. Ben sordum:
«Eğer o adam; Allah
arşın üstündedir. Fakat arşın gökte mi, yerde mi olduğunu bilmiyorum, dese
hali ne olur?»
Ebu Hanife:
«O kâfirdir. Çünkü
«fissema» (göktedir), âyetini inkâr etmiş oluyor. Kim M, «göktedir» âyetini
inkâr ederse kâfir olur» dedi.
Başkası: «Cenab-ı Hak,
alayiilliyyindedir. Cenab-ı Hak alâ'dan (yüceden) çağırır, esfelden
(altdan) değil» dedi.
Fevkiyeti destekleyen
delillerden birisi de, Cenab-ı Hak mahlûkları yarattığı zaman, onları mukaddes
zatında yaratmadı. Çünkü o birdir, doğmamış, doğrulmamış ve sameddir. Böylece
sabit oldu ki, Cenab-ı Hak, mahlûklarını zatından hariç olarak yaratmıştır.
Fevkıyet sıfatı, kemal sıfatı olduğuna ve onda herhangi bir eksiklik olmadığına
göre, o kitabın söylemesi, kitaba, sünnete, ve icmaa ters düşmediğine göre, onu
nefyetmek batılın tâ kendisidir. Hasseten tabiatlar tezarru ve sızıntılar
halinde yükseği kastetmek üzerinde halkedilmişlerdir.
Muhammed bin Tahir
Kl-Makdisi zikrediyor. Şeyh Ebu Cafer He-medani, İmam Haremeynin meclisinde
bulundu. İmam Haremeyn ULUV sıfatının yokluğu hakkında konuşuyordu. Ve: «Allah
vardı. Arş yoktu. Cenab-ı Hak şu anda olduğunun üzerindedir.» diyordu.
Bunun üzerine Şeyh Ebu
Cafer:
«Ey üstad! Bize şu
kalbimizde hissettiğimiz zaruretten haber ver.
Şüphesiz ki, hiç bir
arif yoktur ki, Ey Allah deyip def kalbinde yücenin taleb edilmesinin
zaruretini hissetmesin. Sağına bakmaz, soluna bakmaz. Hep yücelere ve yukarıya
bakar. Acaba sen bu zarureti bizim nefsimizden nasıl defedeceksin?»
Ravi diyor ki, bu söz
karşısında İmam, başını yumrukladı. Kürsüden indi. Ve zannederim ki,
ağladıktan sonra: «El-Hemedanî, beni hayrete düşürdü» diye sızlandı.
Bazıları şu sualin
cevabında şu zorlamaya yönelmiş: «Bu yukarıya teveccüh, göklerin dua kıblesi
olmakhğından ileri geliyor. Tıpkı Kabe'nin namazın kıblesi olması gibi... Sonra
bu da alinin yer üzerine konulmasıyla nakzedilir. Çünkü Cenab-ı Hak yerin
ci-[hetindedir denilmez.»
Bu te'vilin batıl
olduğu ortadadır. Zira ümmetin selefinden hiç kimse «gök duanın kıblesidir»
dememiş. Cenab-ı Hak da bu hususta bir delil indirmemiştir. Sıhhatli olan şudur
ki, namazın kıblesi neresi se, duanın kıblesi de orasıdır. Zira selef, açıkça
söylemişlerdir ki, «Dua edenin Kıbleye yönelmesi müstehabtır.» Resulü Ekrem
duasında birçok yerde Kabe'ye yönelmiştir. Kim ki: «Dua'nın kıblesi başkasıdir»
derse, o, dinde bir bidat meydana getirmiştir. Müslüman cemaatına muhalefet
etmiştir.
İkincisi, Kıble'den
maksad dua edenin istikbal ettiği, yüzüyle yöneldiği yerdir. Tıpkı namazda
Kıbleye yöneldiğin gibi. İnsanın başıy-a veya elleriyle muhazı olduğu yere
Kıble denilmez. Eğer gök duanın kıblesi olsaydı o zaman meşru, dua edenin
yüzüyle göğe yönelmesi olurdu. Bu da şeriatta asla sabit olmamıştır.
Alnın yere konmasıyla
olan nakze gelince; bu, pek de fasıd bir nakzdır. Çünkü alnım yere koyan
bununla üstündeki zata zilletiyle hu-du* etmeyi (eğilmeyi) kastediyor. Yoksa
altındadır, ona yöneliyor demek değildir. Bu, hiçbir secde edicinin kalbine
gelecek birşey değildir. Evet, pişr el Müreysi'den işitilmiş ki,
«Subhanerabbiyelesfel»
[37]
demiş. Fakat Cenab-ı Hak, inkarcı ve zalimlerin dediğinden çokça münezzeh ve
yücedir. Buşnn bu sözü
delil olamaz. Bazıları; fevkıyettı daha hayırlı, daha efzal mânâsına alıp
tev'il etmiştir. Nasıl ki el-emîru
favkelveziri denildiği zaman, emir
vezirden daha hayırlıdır, ED-dînaru
feked-dîrhemı denildiğinde Dinar,
Dirhemden daha hayırlıdır» demek olduğu gibi.
Malumdur ki, bu tevil,
sağlam akılların nefret ettiği, sahih kalb-lerin kendisinden kaçtığı bir
tevildir. Çünkü kişinin direk «Allah kul-|| lanndan daha hayırlıdır. Arşından
daha hayırlıdır» sözü, «kar, soğuktur, ateş yakıcıdır», «güneş, lambadan daha
parlaktır», «gök, evin kubbesinden daha yüksektir» demesi gibi oluyor. Böyle
bir sözde, Cenab-ı Hakkın temcid ve ta'zimi diye birşey bahis konusu olamaz.
Belki bu, kelâmlarının en rezillerinden olur. Öyleyse Cenab-ı Hakkın, mecid
olan kelâmını böyle bir tevile hamletmek nasıl uygun düşer? O kelâm ki, cinler
ve insanların hepsi bir araya gelirlerse, onun bir buızerini getirmek için
yardımlaşırlarsa, onun bir benzerini getiremezler. Üstelik böyle biı? te'vilde
Cenab-ı Hakkın şanım tenkis etmek de vardır. Çünkü meşhur Darbımesel'de «Görmez
misin eğer kılıç asadan daha hayırlıdır denilirse kılıcın kıymeti eksilir.»
|Evet, eğer makam
böyle bir şeyi iktiza ederse, yani bir sapığın aleyhinde bir hüccet olursa o zaman olur. Nitekim Hz. Yusuf: «Ayrı ayrı
rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahir ve bir olan Allah mı» demiş. Ve nitekim
«Acaba Allah mı daha hayırlıdır yoksa onların ortak koştukları mı? Allah daha
hayırlı ve daha bakidir.» âyetlerde gelmiştir. Evet, bu bir emirdir, buna
itiraz edilemez. Tan'etme okları buna tevcih edilemez.
Fevkıyetin faziletteki
fevkıyet mânâsında olduğunu selef de ispat etmiştir. Mutlak fevkıyetin zımnında
zaten bu vardır. Selef; zatın fevkıyetini ispat ettikleri gibi kahir, (gâlib)
liginin fevkıyetini de ispat ediyorlar. Bütün bunlara, Cenab-ı Hakkın zatının
celâline uygun düşecek şekilde îman ederler. Sıfatlarının kemalinin
muktezasıdır tarzında îman ederler. Cenab-ı Hakkı, şanında muhal olan şeylerden
tenzih ederler. Bazılarına îman, bazılarını inkâr etmezler. Şer*i lafızlardı
21 dan asla udul etmezler (koymazlar).
Fasid bir mânâyı ispat ve sahih
bir mânâyı
yoketmesinler, diye ne yokluk, ne de varlık
bakımından te'vil etmezler. Onlar
Cenab-ı Hak nefsine ispat ettiği gibi fevkıyeti İspat ederler. Cihet lafzına
gelince bazan onunla mevcud olan kastedilir. Bazan da yok olan kastedilir.
Malûmdur ki, halik ile mahlûktan başka bir mevcud yok. Öyle ise cihetle
Allah'tan başka bir mevcud kas-tedilirse, o mahluktur. Allah ise, hiçbir şey
onu ihata etmediği gibi hiç bir mahlukta onu kapsamaz. O böyle olmaktan
yücedir. Eğer cihetle ademî bir emir kastedilirse, o âlemin üstündedir. Orada
Allah'tan başkası yoktur. Binaenaleyh «Cenabı Hak bu itibarla bir cihettedir»
denildiğinde bu, selefe göre sahih olur. Bunun mânâsı cihet lafzını nefyeden,
ola ki «Allah, alemin üstündedir, mahlukların son bulduğu noktadadır» sözüyle
ulviyeti nefyetmek istiyorlar. Delillerinde şunları zikrederler; Cihetlerin
hepsi yani ön, arka, sağ, sol, üst, alt mahluktur. Cenab-ı Hak, cihetlerden
öncedir. Kim ki, Allah bir cihettedir dese, ona alemin bir parçasının kadim
olmasına ve Cenab-ı Hak önce cihetten müstağniydi, sonradan cihete girmiş
olduğuna hükmetmesi gerekiyor. Bu ve benzeri laf izler, Cenab-ı Hakkın —ister
cihet olsun, ister olmasın— mahluklarından herhangi bir şeyinde değildir,
mânâsında alınırsa, doğru bir kelâmdır. Fakat cihet vucudî değil belki itibarî
bir emirdir. Bunda herhangi bir mahzur yoktur. Hülasa: Cenab-ı Hakkın
mahluklarının benzerliğinden tenzihi ve muteşabihattan olan âyet ve hadislerin
ilminin ona havale edilmesi farzdır. Geldiği şekilde ona iman etmek farzdır.
Zihne yakın ve benzeri
arap kelâmında yaygın olan bir tevile gelince; onda benim katımda herhangi bir
zarar yoktur. Bununla bera-ber bası âyetler vardır ki, hem selef, hem de halef,
onların tevilinde icma etmişlerdir. Allah muradım daha iyi bilir.
(18) «O el
hakimdir» yani hikmet sahibidir. Eşyanın tamamını bilir. Şeylerin ve fiillerin
ne durumda oldukları, neye uygun düştüğü onun malûmudur. Kuvvetli bir tedbir,
güzel bir takdirin sahibidir. Ha-birdir. Kulların en ince durumlarını, en gizli
emirlerini bilendir.
[38]
(19) De ki:
Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah benimle sizin aranızda
şahittir. Bana şu Kur'an vahyolundu. Ta ki, onunla sizi (ve ulaşan herkesi)
korkutmuş olayım. Gerçekten şahitlik eder misiniz ki, Allah'la beraber başka
mabııdlar vardır? De ki: O ancak bir tek mabuddur. Ve şüphesiz ki, ben sizin
şirk koştuklarınızdan beriyim.»
20) O
kimseler ki onlara kitabı verdik. Onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.
Nefislerine zarar verenlere gelince onlar iman etmezler.»
(21) Yalan
yönünden Allah'a iftira eden veya Alah'ın âyetlerini yalanlayandan daha zalim
kim olabilir? Şüphesiz ki (durum şudur:) Zalimler kurtulamazlar.»
(22)
(Hatırla) o günü ki, onların hepsini bir araya topladıktan sonra şirk
koşanlara: Hani nerededir o A Halı1 in ortakları? diye iddia ettikleriniz» diye
sorarız.»
(23) Sonra
fitneleri (çareleri) yoktur. Ancak «Rabbimiz olan Allah'a yemin ederiz ki, biz
şirk koşanlar değiliz» demeleri vardır.»
(24) Bak ki
nasıl nefisleri üzerinde yalan söylediler. Bak ki daha önce iftira ettikleri
onlardan nasıl kayboldu?
(25)
Onlardan bazıları sana kulak verir. Onu anlamamaları için onların kalblerine
bir perde ve kulaklarına da bir ağırlık kıldık. Eğer onlar her âyeti görseler
bile ona iman etmezler. Hatta onlar sana geldiklerinde seninle çekişirler.
Kâfir olanlar «Bu (Kur'an) ancak eskilerin hurafeleridir» derler.»
(26) Onlar
hem ondan vazgeçirmeye çalışırlar, hem de ondan uzaklaşırlar. Onlar farkında
olmadan ancak nefislerini helak ederler.»
(27) Keşke ateşin üzerine durdukları zamanı ve «keşke
dünyaya yeniden döndürülseydik ve rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve
müminlerden olsaydık» dediklerini bir görseydin.»
[39]
(19) «De ki:
Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür?...»
Bu âyetin tefsiri:
El Kelbi diyor:
Mekkeliler Hz. Muhammed'e geldiler: Ey
Muhammedi Senin Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik eden birisini bize göster.
Seni tasdik eden herhangi birisinin olduğunu zannetmiyoruz. Senin durumunu
Yahudiler ve Hristiyanlardan sorduk. «Ona dair bizim kitablanmızda hiçbir şey
yoktur» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: Ey Muhammed! Bu seni yalanlayan ve
Peygamberliğini inkâr eden, müşrik kavmine söyle: Şehadet yönünden hangi şey
daha büyüktür? Eğer sana cevab verirlerse, ne ala. Aksi takdirde onlara de ki:
Allah benimle sizin aranızda şahittir.»
Mücahid diyor: Allah
bu âyette, Hz. Muhammed'e emretti ki, şahitlik yönünden en büyük olan şeyi
Kureyşten sorsun. Sonra ona emretti ki, onlara «Allah benimle sizin aranızda
şahittir» desin.. Yani Allah benim hak, sizin batıl üzerinde bulunduğunuza
şahitlik eder.
Hulasa: Kureyşliler,
makbul sözlü bir şahid istediler. Ki Hz. Mu-hammed'in Peygamberliğine şahitlik
etsin. Cenab-ı Hak ta bu âyette şahitlik yönünden varlıkların en büyüğünün
Allah olduğunu beyan ettikten sonra Muhammed'in Peygamberliğine şahitlik
yaptığını açıkladı. Çünkü: «O, bana bu Kur'an'ı vahyetmiş ki sizi onunla
korkutayım» âyetinde bu belirgin bir halde görülmektedir. Yani Allah bana
Peygamberlikte şahitlik ediyor. Çünkü o bana bu Kur'an'ı vahyetmiş-tir. Bu
Kur'an ise, mucizedir. Çünkü siz beliğ ve fasih insanlarsınız. Dil
uzmanlarısınız. Siz ona muareze etmekten aciz kaldınız. Böylece o da mucize
oldu. Kur'an mucize olduğuna göre, onun benim üzerime misi, benim Allah'ın
Resulü olduğuma bir şahitliktir. Allah bana bu Kur'an'ı vahyetti ki, onunla
korkutayım. Allah'ın emrine muhalefet etmekten sizi sakındırayım. Ve Kur'an
kendisine ulaşan herkesi korkutayım diye bana vahyedilcü. Yani kıyamete kadar
gelen Arap ve Acem (diğer milletler) den her geleni Kur'an'la korkutmak ve
Allah'ın emrine muhalefet etmekten sakındırmak için Kur*an bana
vahyedil-miştir. Binaenaleyh Kur*an kime tebliğ olunmuş ve kim Kur'an'ı işitmiş
ise, Resûlü-Ekrem onun için korkutucu ve müjdeci olarak gönderilmiş bir
Peygamberdir.
Muhammed bin Kâb
El-Kurezi: «Kur'an kime tebliğ edilmiş ve kimin kulağına varmış ise, sanki o
Peygamberi görmüş ve Peygamberle konuşmuştur» dedi..
Enes bin Malik: «Bu
âyeti celile nazil olduğu zaman, Resûlü-Ekrem İran İmparatoru Kisra'ya ve Roma
İmparatoru Kayser'e ve Arap yarımadasının bitişiğinde bulunan bütün saltanat
sahihlerine mektublar yazdı ve onlan Allah'a davet etti» diyor.
Buharî, Abdullah bin
Amr bin As'tan rivayet ediyor. Resulü Ekrem buyurdu:
«Bir tek âyet dahi
olsa benden sonra gelenlere tebliğ ediniz. îsraii-oğullarından bahsediniz. Bu
sözünüzde herhangi bir sakınca yoktur. Kim ki bile bile benim kesemden yalan
söylerse, o, ateşteki yerine hazırlansın.»
[40]
Bu hadiste geçen bir
cümleye dikkati çekmek gerekiyor. Cenab-ı Peygamber: «İsrailoğullanndan
konuşunuz. Bu konuşmanızda sakınca yoktur» diyor. Yani bir günah yoktur. Yani
bu hadis; siz İsrailoğulla-nmn hakkında ibret için ne olumsuz durumu
naklederseniz, onlar ondan daha fazla bir durumda ve daha aşın bir haldeydiler,
demek istiyor. Yoksa yalanı mubah kılmıyor. Beni îsrailin yalan haberlerini
nakletmek ruhsatını vermiyor.
îbni Mesud, Resulü
Ekrem'den naklediyor:
«Cenab-ı Hak, o
kişinin yüzünü nurlandırsın ki, bizden bir şeyi dinler, dinlediği gibi tebliğ
eder. Nice kendisine tebliğ edilenler vardır ki, dinleyenden daha fazla
kavrayıcı ve kapsayıcı olum hadisi Tirrnizi rivayet etmiştir.
Yine Tirmizi, Zeyd bin
Sabit tarikiyle (yoluyla) Resûlüllah'tan rivayet ediyor:
«Allah, o kişinin
yüzünü ak etsin ki, bizden bir hadis dinlemiş. Başkasına onu tebliğ etsin diye
ezberlemiştir. Nice fıkıh hamili vardır ki, kendisinden daha fâkih olana onu
götürür. Ve nice fıkıh hamili vardır ki fâkih değildir.»
İbni Abbas'tan
gelmiştir:
«Siz dinlerseniz.
Sizden de dinlenilir. Sizden dinleyenlerden de başkası dînler» Hadisi Ebu
Davud, mevkuf olarak zikretmiştir
[41]
Bu âyet münasebetiyle
kelâmcılar arasında ihtilâf noktası olan bir konuya parmak basmak istiyoruz:
Acaba —şey Allah'a ıtlak olunur mu? Yani Allah'a şeydir denir mi? Cumhurun
mezhebine göre, Allah'a şey denilir. Fakat Allah (C.C.) varedilen eşya gibi
birşey değildir. Cumhur, bu âyeti celîlede vaki olan sual ve cevabla istidlal
etmişlerdir. Bir de: «Herşey helak olucudur, ancak Allah'ın vechi yani zatı »
(el-Kasas: 88) âyetiyîe istidlal
etmişlerdir.
El-Alusî,
Ruhu'l-Meanî'de şunları nakleder: el-imam rivayet ediyor ki: Cehm, «En güzel
isimler Allah'ındım (el-Araf: 180), (el-Haşr: 24) âyetiyîe istidlal ederek
«Allah'a şey denilmez. Çünkü Allah'a ancak kemal sıfatlarından birisine
delâlet eden bir lafız ıtlak olunur. Şey kelimesi ise, böyle değildir» dedi.
El-Mevakıf ve şerhinde
«Eş-Şey» kelimesi, Eş'ariler yanında sadece mevcuda ıtlak olunur. Binaenaleyh
Eş'arilerin yanında her şey mevcuttur, her mevcut şeydir. «Şey» ile «Mevcud»
hakkmda çeşitli görüşleri sevkedildikten sonra denildi ki, bu mücadele
lafzîdir. Yani şey'in lafzı' neyin üzerine ıtlak olunursa o hususa bağlıdır. Bu
meselede gerçek, lügat ile naklin desteklediğidir. Çünkü lügatların isbatında
akün herhangi bir müdahelesi olmaz. Belirgin görüş biz maturidi'lerle beraberdir.
Çünkü lügat ehli her asırda Şey lafzını mevcuda ıtlak etmişlerdir. Hatta onların yanında «Mevcud, şeydir»
denilirse, bunu kabul ederler. «Mevcud, şey değildir» denilirse bunu inkâr
ederler. Ce-nab-ı Hakkın şu âyeti de buna benzer:
«Ben daha önce seni
yarattım. Sen bîrşey değildin» (Meryem: 9). Burada hakikat yoluyla ,«Şey»in
yok'a ıtlak olunmasını nehyediyor. Çünkü hakikat bunda sıhhatli . olamaz.»
Şerhül-Mevakıfın ibaresi bitti.
Şerhul-Makasit'te «Bu
araştırma, maduma hakikaten şey denilir mi, denilmez mi? Bu, lugatla ilgili bir
emirdir. Burada, nakle ve istimale müracaat edilir. İstimallere göre, bu
hususta çeşitli ihtilâflar vardır. Bizim katımızda «şey», mevcudun ismidir.
Çünkü bunu çokça istimal ettiklerini görüyoruz. Madum (yok) da da mecazen
kullanılmasında herhangi bir çekişme yok. Sonra Şerh ul Maksid şunları söylüyor:
— îbni Abbas tan,
«Şey, kadimin ismidir». Cehemilerden, «Hadisin ismidir» ve Hişam'dan «cismin
ismidir» diye nakledilenler, luga-tehlinin kabul etmediği için cidden uzak
nakülerdr.
Fakat bütün bu
iddialarda araştırma gerekir. Çünkü Eş'arilerin lügat yönünden «şey» ile
«mevcud» un eşit veya müteradif olduklarını iddia etiklerine dair güvenilir bir
delilleri yoktur. Lügat ehlinin her zamanda «şey» lafzını «mevcud» a ıtlak
etmelerine gelince, bu delâlet etse etse ancak her mevcudun şey olduğuna
delâlet eder. Fakat «şey» lafzı neye ıtlak olunursa, o gerçekte ve lugatta
mevcuttur sözüne delâlet etmez. Çünkü «mevcud»un üzerine «şey» lafzının ıtlak
edilmesi, «Lâşey»e (yoka) ıtlak edilmemesini gerektirmez. Lugatta «şey», mevcuda
tahsis edilmiştir. Zaruretini de gerektirmez. Çünkü «şey», hakikatte mevcuda
demekle özelleşmesine rağmen hakikat ve lugatta hem maduma, hem de mevcuda
ıtlak olunur. «Mevcut, birşey değildir» diyene, ehli lügatin hücumu ancak bu,
ehemmi (en muhımmı) ehes (husus) tan selbetmek yönündendir. Ehemm'in Ehas'tan
selbedilmesi Mantık ilminde sahih değildir. Yoksa «şey» ile «Meveud»un müteradif
veya mütesavi olduklarından ötürü değildir. «Şey», madum-i hariciyeye hem Kur
an'da, hem Sünnette ıtlak olunmuştur. Kur'an-ı Ke-rim'de:
«Hiçbir şey hakkında
'ben bunu yarın mutlaka yapacağım deme.
Ancak Allah dilerse yapacağım, de.» (El Kehf, 23-24).
Hadisde, Tabarani,
Ümmü-Seleme'den rivayet ediyor:
Bir kişi, Cenab-ı Peygamberden
sordu:
«Ben nefsimle öyle
şeyler konuşuyorum ki, eğer onu dilimle ikrar edersem bütün amelimi yakmış
olurum. Durumum ne olabilir?»
Çenab-ı Peygamber:
«Bu kelam, ancak
imanlı bir kimseye ilka olunur» buyurdu. Itlakta (kullanmada), asıl olan hakikattir.
Hakikatten, ancak bir mani' bulunursa, dönüş yapılır. Kullanılmanın şüyuu ise,
«Sibeveyh» gibi bir güvenilirden naklin sıhati sabit olduktan sonra engellemeye
elverişli olmaz. Bunun bu şekilde şüyu' bulmasının nedeni, umulur ki şu olabilir:
Konuşma ve müzakerelerde, mevcudatın hallerinden daha fazla değinmekten ileri
geliyor. Yoksa «şey» in lügat yönünden mevcuda tahsis edilmişliğinden ileri
gelmiyor.
[42]
Bu âyet, Cenab-ı
Hakkın ilminin bütün eşyaya taalluk ettiğinin delilidir. Bir de bu âyeti
celîle, delildir ki, Allah'ın ilm-i ilâhisinin ma-dumu ve mevcudu birden
kapsaması hem hakiki hem lugavi yöndedir.
Büyük alimlerden
bazısı «şey» i mevcuda tahsis etme iddiasını yaptıktan sonra şey aslında mastardır ya «ŞAİN» (İsmi Faril)
mânâsında veya «MEŞİ» (ismi Meful) mânâsında kullanılmıştır Eğer «Şain» mânâsına gelirse, onun Allah
üzerine ıtlak edilmesi yani Allah'ın zatı için kullanılması doğrudur. Aksi
takdirde doğru değildir demiş. Oysa sen bu tetkikimizden anladın ki, bu
tafsile ihtiyaç olmaksızın, «şsy», Allah'ın zatı için kullanılır.
[43]
«Vehadet yönünden daha
büyüktüraün mânâsı, daha doğrudur demektir.
(19) «De ki: Allah benimle sizin aranızda
şahittir...»
Bu âyeti celîle Resulü
Ekrem'e bizzat onlara cevap vermeyi emrediyor: De ki: Ne Yahudi âlimleri ne de
Hristiyan âlimleri değil, Allah benimle sizin aranızda şahittir. Allah
dilediğini dilediği şeyle tahsis ediyor. Allah'ın bu tahsisi apaçık bir
mucizedir. Hal-düiyle konuşan bir şahittir. İnsan dilinin konuşmasından daha
beliğdir. Çünkü insan dilinden bazan yalan hüküm, bazan de yanlış söz
çıkabilir. Madem ki, Allah anneye emzirme kuvvetini, âlime açık bir şekilde
ifadei meram etme kudretini ve mutevazi cahil bir kimseye de dinlemek sevgisini
vermiştir, işte insanlarda bulunan bu açık fıtratlar Mübdi' ve Hâkim olan
Allah'tan gelen şahitliklerdir. Ki, bunlar ne için yaradalmış-larsa, o vazifeyi
ifâ edebilirler. Madem ki, göz bakış, kulak dinlemek, akıl düşünmek için
yaratılmıştır. Bu da, şahitlik eder ki, bu nesneler bu vazifelerin ehlidirler.
İşte böylece Allah benim için de Peygamberliğimin şahitliğini yapıyor. Ey
Mekke'liler! Sizi ve bu Kur'an kendisine ulaşan siyah ve kırmızılar (Arap ve
Acem) in hepsini korkutayım diye benim üzerime bu Kur*an'ı indirdi. Acaba bu
şahitliğin Allah'tan benim için yapıldığı sizin katımzda sabit oldu mu? Ey şu
anda benim huzurumda mevcut olanlar! Ve ey daha sonra gelip de bu vazife kendisine
ulaşanlar! Beni, Allah'a ortak koşmaya davet etmenizi terkedip onun günahından
kurtulduktan ve onun makbul olmadığına dair hüccet ve delil ikame ettikten
sonra size Peygamberliğimi tebliğ ederek derim ki; acaba siz Allah'la beraber
başka ilâhlar olduğuna şahitlik eder misiniz?»
Bu istifham, takriri
bir istifhamdır. Bu istifhamda inkâr ve is-tib'ad vardır. Yani zarre kadar aklı
ve düşüncesi olan bir insan için bu şahidlik çek uzaktır. «Çünkü ben sizin
şahitlik yaptığınıza şahitlik etmem. De ki, ancak o bir tek mabuddur.» Şahidlik
ederim ki, o bir tek ilâhtır. «Şüphesiz ki ben sizin ortak koşmalarınızdan uzak
ve beriyim.» Yani putlarla herhangi bir ilişki ve İlgi kurmam bahis konusu
değildir. İşte bununla Cenab-ı Hakkın Resulü Ekrem'e Peygamber olduğuna dair
şahitlik etmesi tamamlandı.[44]
(19) «Sizi
ve ulaştığı herkesi, kendisi ile uyarıp korkutmam için bana şu Kuran
vahyedildi...» Bu âyetin tefsiri:
«Kendisine Kur'an
ulaşanlardan maksad, Arap ve Acem diye iki kısma ayrılan bütün insanlardır.
Veya cinler ve insanlardan olan herkes. Ey mevcud olanlar! Sizi ve sizden sonra
kıyamete kadar mevcud olacakları korkutmak için bu Kur'an bana vahyedilmiştir.
îbni Cerir, «Kur'an
kime tebliğ edilmişse sanki o Hz. Muhammed'i görmüştür» diyor.
Ebu Naim ve başkası
İbni Abbas'tan rivayet ettiler. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Kur'an kime
ulaşmışsa, sanki onunla şifahen konuşmuş olurum.»
Bu âyet, Kur'an'ın
indiği günde yeryüzünde var olan insanlar ve kıyamete kadar var olacak olan
insanların hepsinin Kur'an hükümlerinin kapsamına girdiğine delildir. Hepsini
kapsayıcı olmaklığı, ibare yoluyla mıdır, veya mevcut ve mükellef olmayanların
gayrisi kapsaması icma ile midir? Bu hususta ihtilâf vardır. Hanbeli'ler
birinci görüşü, Hanefi'ler ikinci görüşü savunmuşlardır. Bunun tetkik ve tahkiki
usul kitablanndadn*.
Bir de, bu ayeti
celîle delildir ki, Kur'an bir insana tebliğ edilmemiş ve ulaşmamıssa o insan
ahkâm-ı şeriyeyi terkettiği için muaheze edilemez. Bu fikri, Ebu Şeyhin Ubey
bin Kâab'tan rivayet ettiği şu hadis takviye etmektedir.
Resûlüllah'a esirler
getirildi. Resulü Ekrem onlardan sordu: «Siz İslama çağrıldınız mı? Esirler
Cenab-ı Peygambere: «Hayır, çağrılmadık» dediler ve Resulü Ekrem onları
.serbest bıraktı. Sonra Cenab-ı Peygamber:
«De ki: Sizi ve
ulaştığı kimseleri uyarmam için bana bu Kur'an vahyedilmiştir» âyetini okudu.
(20)
«Kendilerine kitabı verdiklerimiz, onu çocuklarını tanıdıkları gibi
tanırlar...»
Bu âyetteki «Onu»
zamiri Resûlüllah'a racidir. Yani çocuklarını tanıdıkları gibi Peygamberi
tanırlar. Çünkü Resulü Ekrem'in vasıflan hem Tevrat'ta, hem İncil'de
zikredilmiştir. Kitab verilenlerden maksad Resulü Ekrem'in zamanında bulunan
Yahudi ve Hristiyan âlimleridir. Rivayete göre, Resulü Ekrem Medine'ye
vardığında Yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selâm gelip müslüman oldu.
Hattab'ın oğlu Ömer, (R.A.) Abdullah'tan sordu:
— Allah Peygamberi
Muhammed'in üzerine, Mekke'de «o kimseler ki, onlara kitabı verdik, onu
çocuklarım tamdı klan gibi tanırlar» âyeti nazil oldu. Acaba bu tanıma nasıl
olur?» diye sordu. Abdullah bin Selâm:
«Ey Ömer! Onu gördüğüm
zaman oğlumu tanıdığım gibi onu tanıdım. Hatta oğlumu tanımamdan daha fazla
Hz. Muhammed'i tanıyorum.»
Hz. Ömer, «Bu nasıl
olur?» dedi. Abdullah bin Selâm:
«Ben şahitlik ederim,
o gerçekten Allah'ın Resulüdür. Fakat kadının ne yaptığını bilmem.» Yani
hanımını bana hainlik yaparak oğlumu başkasından edinmiş olabilir.
[45]|
(20) «O
kimseler ki nefislerine yazık ettiler. Onlar iman etmezler.» İŞ Bu âyetin
izahı: Yani kitab ehli ve müşriklerden nefislerine yazık sdenler imanın kesbine
vesile olan şeyleri zayi ettikleri için nefislerini helak ettiler. Onlara zarar
dokundurup cehennem ateşine soktular. IS Çünkü Hz. Muhammed'in Peygamberliğini
inkâr ettiler.
Bu âyetteki elleziyne
kelimesi, iki şekilde yorumlanmıştır: Birincisinde, daha önceki
«elleziyne»nin sıfatıdır. O vakit bu «el-leziyne»den maksad Resulü Ekrem'i
tanıyıp Peygamberliğini inkâr îden ehli-Kitap yani Yahudi ve Hıristiyan
âlimleridirler. İkinci örüş, bu «elleziyne» mübteda yani başlı başına bir kelâm
olup b vakit bundan Mekke kâfirleri kastolunur. O Mekke'liler ki, Hz.
Mu-aammed'e iman etmediler. Zarar mânâsına gelen «HASAR» kelime-iinde de iki
vecih vardır:
a) Bazıları;
küfürlerinden ötürü kendilerin-Üe oluşan daimi bir helak ve yok olmadır, dedi.
b) İkinci
vecih; cennet-lilere de cehenn emlilere de cennet ve cehennemde birer derece
hazırlanmıştır. Kıyamet gününde, Allah müminlere kâfirlerin cennetteki
dereçelerini verir. Kâfirlere de, müminlerin cehennemdeki derecelerini verir.
İşte «hasar» dan maksad bu hüsrandır, denilmiştir.[46]
(21)
«Allah'ın üzerine yalanla iftira edenler veya âyetlerini yalanlayanlardan daha
zalim kim vardır? Muhakkak zalimler felah bulamazlar...»
Bu âyetin tefsiri:
«înad yönünden daha şedid, fiil bakımından daha yanlış, küfür cihetinden daha
tehlikeli, Allah'ın üzerinde yalan icad edenden, Allah'ın ortağı vardır
iddiasında bulunandan daha zalim kimse yoktur. Müşrikler «Meleklere Allah'ın
Kızlarıdır.» Ve «Şu bizim tapmakta olduğumuz putlar Allah katında bize
şefaatçıdırlar.» Hristiyanlar «Cenab-ı Hakkın karısı ve oğlu vardım dediler.
Bunlardan daha zalim ve daha cüretkâr kimse yok.
Allah'ın âyetlerini
yalanlayandan maksad, Allah'ın hüccet ve burhanlarını, Peygamberin
Peygamberliğini belirten delillerini, îslâmın ve Kur'an'm hak olduğunu ortaya
seren burhanlarını yalanlayanlardır. Nitekim Yahudiler Peygamberlerin
mucizelerini yalanladılar.
Bazı tefsirciler «veya
Allah'ın âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir?» âyetinden maksad,
Kur'an âyetleridir. Hz. Muhammed'in üzerine inen Kur'an'm âyetlerini inkâr
edip, yalanlayandan daha zalim kim olabilir?» şeklinde tefsir etmiştir.
Onlar, Hz. Muhammed'in
mucizelerine «Sihir» diyorlardı. Kâfirler hem Allah'a iftira ederler, Allah
üzerine yalan uydururlardı. Hem de âyetleri yalanlıyorlardı. İkisini birden
yapıyorlardı. Oysa bu âyette «ya bunu veya şunu yapandan daha zalim kim
olabilir?» şeklinde va-rid olmuştur. "Cenab-ı Hak işaret ediyor ki, bu iki
nesnenin zulüm ve ifrat etmek yönünden birisi dahi kâfidir. Hele ikisi bir araya
gelirse, felâketin felâketi olur...
«Şüphesiz ki, zalimler
felah bulamazlar.» Bu âyetin tefsiri: Allah'ın kesesinden yalan uyduranlar.
Yani Allah üzerine iftira edenler ve âyetlerini inkâr edenler, kurtuluş yüzünü
görmeyeceklerdir. Kâfir ve müşrik buna
dahildir. Allah'ın azabından
kurtulamayacaklar ve azablan daimi ve sonsuzdur.
(22)
«Hepsini hasredip topladığımız günde, şirk koşanlara ilâh olduğu davasını
güttüğünüz ortaklarınız nerededirler? deriz...»
Bu âyetin tefsiri:
«Tapanlar ile tapılanlan bir araya getirdiğimiz günü hatırla. O gün kıyamet
günüdür. Onların hepsini bir araya getiririz. Ve onlardan sorarız: Allah'a
ortak koştuğunuz o batıl mabudla-rınız nerededir? Neden sizi kurtarmaya
gelmiyorlar?[47]
Bu istifhamdan maksad,
tevbihtir, yani .onları kınamak ve rezil etmektir. Hani siz «o ilâhlar Allah'ın
katında bize şefaat edeceklerdir» diyordunuz? Niye şefaat etmeye gelmiyorlar?»
Zira müşrikler dünyada: «Biz de, Allah'ın varlığına inanıyoruz. Fakat bu
tapmakta olduğumuz putlar, büyük insanların temsilleridir. Hz. İbrahim'in, Hz.
İsmail'in, Hz. Nuh'un, Hz. Adem'in ve onların soy ve zürriyetinden gelen
yararlı insanların heykelleridir. Bunlara tapıyoruz. Bunların Allah ka^ tında
büyük mertebeleri vardır. Bize şefaatçi olacaklardır» diyorlardı. Fakat heyhat!
Kıyamette bu, onların ebediyyen cehennemde yanmalarına yardımcı oldu. Başka
bir şeye değil. İbadete Cenab-ı Haktan başkasını karıştırmamak gerektir.
İbadette ne bir Peygamberi-zişam, ne de meleklerden birisini, ne mukaddes
ruhlardan birini ve ne de Allah'ın büyük kullarından herhangi birisini
katmamak gerektir. Ka-anlar, Allah'tan isteyeni onlardan isteyenler şirk
bataklığına batarlar. İslâmda keşf, keramet, veli ve salih kul vardır. Alimlerin,
ariflerin ilim ve irfanından istifade edilir. Fakat onlara daima harfî mânâ ile
bakılır. Yani onlar ne yaparlarsa Allah'ın emriyledir. Müstakil (başlı-başına),
buyruk değildirler. Allah'ın emir ve fermanının atmosferinde cevelan ederler.
Bilmek lâzımdır ki, ismî mânâ ile (yani müstakil ve başlıbaşına bir mânâ ile)
Peygamberlere, veli kullara, salihlere ve meleklere bakan bir insan
Hristiyanlann azizlere, kilisenin ileri gelenlerine baktıkları gibi bakmış
olurlar. Bu da felâkettir.
(23) «Sonra
onların herhangi bir fitnesi olmaz. Ancak
Yarabbi, vallahi biz müşriklerden değildik derler...» Bu âyetin tefsiri:
Ayette bahsi geçen
«fitneden» maksad, cevabtır. Herhangi bir ce-vabları olmaz.demek oluyor.
îbni Abbas «Herhangi
bir mazeretleri olmaz»' demektir diyor. «FÎTNE» kelimesi esasında tecrübe ve
deneme mânâsına geliyor. Onların sualleri kalblerindekini belirtmek için
tecrübe ve deneme olduğundan dolayı cevablarına fitne denildi.
Zeccac, «sonra
fitneleri olmaz» âyetinin mânâsında bir letafet, bir zariflik vardır. Şöyle ki;
kişi bir mahbube tutulur. Ve o hususta ona bir meşakkat isabet eder. Ya
mahbubundan teberri eder, uzaklaşır. Böylece denilir ki, «Onun fitnesi ancak o
mahbub ile idi.» Kâfirler de böyle. Putların sevgisiyle fitnelendiler. Sonra
azabı gördüklerinde putlardan teberri ettiler. Cenab-ı Hak da «onların
herhangi bir fit nesi, (putlara sevgisi) olmadı. Ancak putlardan teberri
ettiler.» Bu sözü, kâfirler kıyameti gördüklerinde, Cenab-ı Hakkın ehl-i
tevhide ihsan ettiği, affı, ve mağfireti müşahede ettiklerinde söylerler.
Birbirlerine «Gelin şirki inkâr edelim, umulur ki, kurtulur ve Tevhid ehline
katliniz» derler. Ve bunun üzerine «Rabbimiz olan Allah'a yemin ederiz. Biz
müşrik değil idik» diye haykırıyorlar. Bu sefer Cenab-ı Hak ağızlarını
mühürler. Azaları şirk ve küfürlerine dair şahitlik yaparlar.
Kıraat âlimlerinden
bazıları «Rabbena»yı, «münada» olarak okumuşlar: «Yemin ederiz, ey Rabbimiz
Biz şirk koşmadık» mânâsını âyete vermişlerdir.
(24) «Bak
onlar kendi nefisleri üzerinde nasıl
yalan söylediler. İlah diye iftira ettikleri şeyler de kendilerinden ayrılıp
kayboldular...»
Bu âyetin tefsiri:
Ey Muhammedi Basiret
gözüyle bak. Müşriklerin halini teemmül etmekle bak. Onlar, batıl özürleriyle
nefisleri üzerinde nasıl yalan söylüyorlar? Putlardan ve dünyada üzerinde
bulundukları şirkten teberri etmek suretiyle nasıl yalana kaçarlar? Dünyada
üzerinde olduklarını inkâr etmek, onlara hiç te faide vermez. Onların dünyada
yaptıkları yalanlar onlardan ayrılmış,
ve kaybolmuştur. Onlar dünyada «Putlar
bize şefaat ve yardım edecekleri} diyorlardı. Bütün bunlar kıyamette
kaybolmuştur.
(25)
«Onlardan seni dinliyor gibi olanlar da vardır...»
Bu âyetin tefsirinde
El Kelbi der ki; Ebu Süfyan Sahr bin Harb, Ebu Cehil Âmr bin Hişam, Velid bin Muğİre,
Nadr bin Hars, Rebia'-nın oğulları Utbe ve Şeybe, Halefin oğulları Ümeyye ve
Ubeyye ve El Hars bin Âmr bir araya geldiler. Resûlüllah'ın Kur'an okumasını
dinledikten sonra Nadr*a dediler ki:
«Ey Eba Kuteybe! Muhammed ne diyor?»
Nadr:
«Muhammed'in ne
dediğini bilmem. Ancak onu görüyorum. Dilini kıpırdatıyor. Ve daha önceki
insanların hurafelerini söylüyor. Nasıl ki ben size geçmiş kuşaklardan
bahsediyorsam o da onlardan bahsediyor»
dedi. Nadr adlı bu
kişi, çok konuşkandı. Geçmişlerin haberlerini, hadise ve hikâyelerini
naklediyordu.
Ebu Süfyan:
«Ben onun
söylediklerinin bir kısmının hak olduğuna kanaat ediyorum» dedi. Ebu Cehil:
«Hayır! Onun
söylediklerinin hiçbirini ikrar etmeyeceksin» diye çıkıştı. Başka bir rivayette
Ebu Cehil:
«Yemin ederim, ölüm,
bizim için Muhammed'in dediklerini ikrar etmekten daha kolaydır» dedi. İşte o
zaman Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi. «Onlardan seni dinliyor gibi olanlar da
vardır.» Yani senin konuşmanı ve okumanı dinliyorlar. «Fakat biz onların
kalpleri üzerine perdeler kıldık. Tâ ki senin konuşmam anlamasınlar.» Veya
«senin konuşmanı anlamalarını istemediğimiz için bunu yaptık.»
«Onların, kulaklarında
ağırlık kıldık.» Yani kulaklarında sağırlık kıldık. Bu âyeti celîle, «Cenab-ı
Hak, kalbleri dilediği şekilde evirip çevirir» hükmünün delilidir. Cenab-ı
Hak, bazı kalbleri hidayeti kabul etmek için açar. İman etmesi için inşirah
verir. O kalbler de hidayet ve imanı kabul ederler. Bazılarım da perdeler
içerisine sokar. O kalbler de, Allah'ın kelâmını anlamaz ve iman etmezler.
(25) «Eğer
onlar her âyeti görseydiler yine ona iman etmezlerdi.»
Bu âyetin tefsiri
şöyledir: «Senin doğruluğuna ve Peygamber olduğuna delâlet eden mucizelerin
her ferdini teker teker görseydiler yine onlara inanıp onları tasdik
etmezdiler. Bunlar senin doğruluğuna delâlet eden mucizelerdir diye ikrarda
bulunmazdılar.
Birçok müfessire göre;
bu kelâm, onların cehaletlerinin son derece oluşuna, kalblerinin Kur'an'ı
anlamaktan ifrat derecede kaçışına, Allah tarafından sağır edilmiş kulaklarının
okunan âyetleri son derece nefretle karşıladığına bir temsildir.
İbni Abbas «Bu âyetin
içinde geçen «Âyet» kelimesi mucize manasınadır. Ayın parçalanması,
Peygamberin parmaklan arasından suyun akması, elinin koymasıyla az bir yemeğin
çoğalması ve benzeri mucizeler demektir» diyor.
Şeyhülislâm «Bu âyetin
içinde geçen «Ayet» kelimesi Kur'an âyetleri demektir, diyor. Yani onlar
Kur'an âyetlerinden herhangi bir şeyi görürlerse, onu kulaklarıyla dinlerlerse
yine ona iman etmezler. Fakat birinci tefsir zevk-i selim katında daha
tatlıdır.[48]
Cenab-ı Hak bu
âyetlerde onların inakçılıklarından haber veriyor. Yani «Ben. cebren onları
iman ettirmeyeceğim» demek istemiyor. Çünkü onlar ayın ikiye bölündüğünü
gördüklerinde «Bu bir sihirdir» dediler. Cenab-ı Hak, onların hüccetsiz mucize
ve âyetleri reddetmelerinden haber verdi. Cenab-ı Hak, onlar iman etmesinler
diye değil, kâfirlikte körü körüne gittiklerinden dolayı kalblerine perdeler
gerdi. Onlar dinlerler, anlarlar. Fakat dinlediklerinden istifade ve hakka
itaat etmediklerinden dolayı dinlemez ve anlamaz yerine konmuş oluyorlar.
(25) «Hatta
sana geldiklerinde seninle mücadele ederler...»
Bu âyetin tefsiri:
Seninle mücadele ve münazaa ederler.
îbni Abbas: Onların
mücadeleleri: «Siz, öldürdüğünüzün etinden yiyorsunuz. Fakat kendiliğinden,
(Allah tarafından) öldürülenin etinden yemiyorsunuz» diye mundarın eti
hakkında ResûlüUah ile yapmış olduğu mücadeledir» dedi.
(25) «Küfre
sapanlar derler.» Küfre sapanlardan maksat, Kurey-şilerdir. İbni Abbas,
Kureyşiler Nadr bin Hars'a dediler:
«Muhammet! ne diyor?»
Nadr:
«îki dudağını
kıpırdattığım görüyorum. Nasıl ki ben geçmişlerin hurafelerini naklediyorsam, O
da ancak geçmişlerin hurafe ve usture-lerinî söylüyor» dedi.
Nadr, hikayeci idî.
Çok yolculukları vardı. Acem diyarında geçmişlerin hikâyelerini dinlemişti.
Rüstem'in, İsfendiyar'm ve diğer Acem uydurmalarını dinlemişti. Kureyşilere,
zaman zaman bunları masal şeklinde naklediyordu. Ayetin içinde bahsi geçen el-esa-tır
kelimesi ya estar'ın veya usture'nin çoğuludur. «setr» kitabın satırları
gibi telif edilmiş, bir baştan öbür başa uzatılmış nesne demektir. «El
Kuşeryi», «Esatirin tekili Estir geliyor» dedi.
Bazıları da «Bu
esatir, tekili olmayan çoğuldur.» demiştir. Geçenlerin esatirinden maksad,
onların yazmış oldukları hikâyeler demektir.
El Cevheri, «(Esatir
batıl, hurafe ve efsaneler demektir» diyor.
(26) «Onlar
Kur'an'a tabi' olmaktan halkı vazgeçirmeye çalışırlar. Kendileri de tabi'
olmazlar. Onlar ancak kendilerini helak ederler ve bunu da idrak etmezler...»
Bu âyetin tefsirinde şunlar gelmiştir:
Yani halkı Hz.
Muhammed'e tâbi olmaktan menetmeye çalışırlar. Kendileri de bundan
uzaklaşırlar. Bu tsfsir İbni Abbas ve Hasan'dan rivayet edilmiştir.
Bazı müfessirler «Bu
âyet Ebu Talib hakkında nazil olmuştur. Kâfirleri Hz. Muhammed'e eziyet
etmekten nehyediyordu. Fakat ona iman etmekten de uzaklaşiyordu» diyorlar. Bu
tefsir aynı zamanda İbni Ato-bas'tan da rivayet edilmiştir.[49]
Siyer âlimleri rivayet
ediyorlar: «Resulü Ekrem, bir gün Kabe'ye vardı. Namaz kılmak istedi. Namaza girdiğinde Ebu
Cehil, Âmr bin Hişam, (Allah'ın laneti
onun üzerlerine olsun) orada bulunan Kureyşilere «Kim bu kişiye gidip, onun
namazını ifsad eder?» dedi. Bunun üzerine Îbni-Ziba'ra isimli kâfir kalktı.
Eline ters ile kan aldı. Onunla namazda bulunan Resulü Ekrem'in mübarek yüzünü
sıvadı. Resulü Ekrem namazı bitirdiğinde amcası Ebu Talib'e geldi:
«Ey amcam! Benim
başıma getirileni görmüyor musun?» diye şikâyet etti.
Ebu Talib:
«Kim senin başına bunu
getirdi?» diye sordu. Cenab-ı Peygamber:
«Abdullah bin Ziba'ra»
dedi. Ebu Talib kalktı. Kılıcını omuzuna astı ve Resûlüllah ile beraber gitti.
Kureyşin yanına vardı. Kureyşiler Ebu Talib'i görünce ayağa kalkıp durdular.
Ebu Talib:
«Allah'a yemin ederim,
eğer bir kişi kalkarsa onu kılıcımla doğrarım.» deyince Kureyşüler oldukları
yerde tekrar oturdular, onlara yaklaşınca:
«Ey oğlum! Bu işi
senin başına getiren kimdir?» diye Resûlül-lahdan sordu. Resulü Ekrem:
«Abdullah b. Zibra'ra»
dedi. Bunun üzerine Ebu Talib biraz pislik ile kan aldı. Onunla onların
yüzlerini, sakallarını, elbiselerini sıvadı ve onlara kötü söz söyledi. Bunun
üzerine bu âyeti celîle nazil oldu. Resulü Ekrem, Ebu Talib'e:
«Ey Amcam! Senin hakkında bir âyet nazil oldu.»
Ebu Talib:
«O hangi âyettir?»
diye sorunca Resûlüllah:
«Kureyşlileri bana
eziyet vermekten menediyorsun. Fakat bana iman etmekten kaçınıyorsun.» mealini
getiren âyettir, dedi. Bunun Ü2erine Ebu Talib şu şiiri okudu:
«Allah'a yemin ederim,
onlar topluluklarıyla sana yetişemezler. Ta ki ben toprakta defnedilerek
uzatılıncaya kadar.
Sana gelen emri açıkça
söyle! Senin üzerinde herhangi bir korku yok. Bununla müjde ver! Seninle gözler
aydın oldu.
Beni çağırdın, bana
nasihat ettiğini söyledin.
Doğru söyledin. Daha
önce de emin idin.
Benim üzerime bir din
arzettin.
Bu dinin beşeriyet
dinlerinin en hayırlısı olduğunu biliyorum.
Eğer kınama veya
küfretmek korkusu olmasaydı beni o dinin doğruluğu hakkında açık fikirli
olarak görecektin.»
Bunun üzerine eshab-ı
kiram:
«Ey Allah'ın Resulü!
Ebu Talib'in sana dünyadaki yardımı ahi-rette ona hiçbir fayda verir mi?» diye
sordular. Resulü Ekrem:
«Evet, onun o yardımı,
ondan kelepçeler ve bukağılan uzaklaştırdı. O şeytanlarla beraber bağlanmadı.
Yılanlar ve akreplerin kuyularına girmedi. Onun azabı ancak ateşten yapılmış
iki pabucundadır. O pabuçlar sebebiyle onun beyni fıkır fıkır kaynıyacaktır.»
Evet cehennem ehlinin
azab yönünden en hafifi Ebu Talib'tir. Cenab-ı Hak bu eziyetlere maruz kalan
Resulünün üzerine «Ululazm Peygamberlerin sabrettiği gibi sabreyle» (el-Anam:
50), âyetini indirdi.
Sahihi Müslim'de Ebu
Hüreyre'den rivayet edildi: Allah'ın Resulü, amcası Ebu Talib'e:
«Ey amcam! Allah'tan
başka mabud olmadığına dair bir söz söyle ki Kıyamet gününde sana bu sözünün
şahidi olayım» dedi.
Ebu Talib:
«Eğer Kureyşiler beni
kınayarak, Ebu-Talip korkudan dolayı bu sözü söyledi, demeseydiler onunla senin
gözünü aydınlatacaktım» dedi. Ebu-Talip bunu dedikten sonra, Cenab-ı Hak:
«Şüphesiz sen sevdiğini hidayet etmezsin. Fakat Allah dilediğini hidayet eder»
(Tevbe: 30) âyetini indirdi.
[50]
Müslim, meşhur rivayet
böyle gelmiş, dedi.
Yine Sahihi Müslim'de
İbni Abbas'tan gelen bir hadiste Allah'ın Resulü: «Cehennem ehlinin azab
yönünden en hafifi Ebu Talib'tir. Ateşten yapılmış iki pabuç onun ayaklarına giydirilmiştir. O pabuçlardan
onun beyni fıkır fıkır kaynıyor.» dedi...
Abdullah bin
Zeba'ri'ye gelince, o fetih senesinde müslüman oldu. gl îslâmı da çok güzel
oldu. Resulü Ekrem'e yaptıklarından dolayı özür
beyan etti. Cenab-ı Peygamber onun özrünü kabul buyurdu. Kendisi büyük
bir şairdi. Resulü Ekrem'i şiirleriyle medh u sena etmeye başladı. Onun
şiirlerinden birçokları vardır. O şiirleriyle kâfirlik zamanında geçmiş
şeyleri silip-sökerdi. O şiirlerden birisi:
«Bülbüller ve
üzüntüler uykuyu menettiler.»
«Geceye gelince, onun
karanlığı amma da çok, amma da uzun.»
«Uykusuzluğum,
Ahmed'den bana gelen kınamasından ileri geliyor.»
«Sanki sıtmaya
tutulmuş gibi geceledim.»
«Ey şiddetle yürüyen,
eli çabuk olan, burnuna gem vurulan devenin azaları üzerine binen en hayırlı
insan!»
«Şüphesiz ki, ben
dalalet içerisinde, bilmeyerek, şaşkın şaşlon yürüdüğüm zaman sana karşı
yapmış olduğum edeb dışı hareketlerden senden özür dilerim.»
«O günlerde ki, Sehm ve
Manzum kabileleri beni en kötü adımı atmaya, en kötü ve en çirkin hareketleri
yapmaya iteliyorlardı.»
«O günlerde ki,
helakin sebeblerine yardım ediyor ve sapıkların durumu beni çekiyordu. Onların
durumları zaten meş'umdur.»
«Bugün Peygamber Hz.
Muhammed'e kalbim iman etti. Kim ki bunu yanlış sayarsa, o mahrumdur.»
«Düşmanlık geçip
gitti, sebebleri sonuçlandı. Bizim aramızda akrabalık bağları ve tatlı ümitler
geldi.»
«Anam ve babam, sana
feda olsun. Benim kayışlarımı affet. Şüphesiz ki sen merhamet eden ve
merhamete mazhar olansın.»
«Senin üzerinde
padişahlar padişahının nişanlarından bir nişan vardır. Bir nur vardır, pırıl
pırıl parlıyor. Omuzlarının arasına vurulan bir mühür vardır.»
«Sevgiden sonra şeref
yönünden sana delilini vermiştir. Mabudun delili büyüktür.»
Ben şahitlik ederim ki
senin dinin doğrudur, gerçektir. Ve şahitlik ederim ki sen kullar arasında
büyüksün.»
«Allah şahitlik eder
ki, Ahmed Allah tarafından muhtardır, (seçilmiştir) Salihler arasında
karşılanırdır ve kerimdir.»
«Büyük bir efendidir.
Onun temeli Haşim soyundan gelmiştir. Ufukta yerleşen bir dal ve bir köktür.»
[51]
(27)
«Onların ateşin kenarına getirilip durdurulduklarında 'keşke dünyaya tekrar
döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini yalanlama-saydik ve inananlardan
olsaydık' dediklerini bir görsen...»
Bu âyetteki, hitab, ya
Resûlüllah'a veya muhatap olma ehliyetine sahib olan herkesedir. Bu âyetten
maksat, onların kötü halini beyan etmektir. Onların kötü halinin ne derece
şeni' olduğunu açıklamaktır. Ayetteki «LEV» kelimesi şart edatıdır. Cevabı
mahfuz (Düşürülmüş) tür. Ayetin mânâsı «Eğer onların halini ateş üzerinde
durdukları ve ateşi gördükleri veya ateş üstünde kurulan köprünün üzerine
getirildikleri veya altlarında bulunan ateşe baktıkları veya ateşe girdiklerinde,
onun azabının miktarını bildikleri zaman görsen şeni' ve korkunç bir emri
görmüş olacaksın. Onlar, görmüş oldukları dehşetten ötürü «Ey kavmimiz! Keşke
bizler dünyaya bir daha gönderilmiş olsaydık. Keşke biz Rabbimizin âyetlerini
yalanlamasaydık. Keşke biz müminlerden olsaydık.» demek suretiyle ikinci bir
defa dünyaya dönmek temennisinde bulunurlar. Tâ ki, ikinci kez dönüşlerinde
iman etsinler ve Rablerinin âyetlerini yalanlamasınlar. Fakat heyhat, artık
dönüş yoktur.»
[52]
(28)
Belki
daha önce gizledikleri onlar için ortaya çıktı. Şayet dünyaya geri
döndürülseydiler muhakkak menedilmiş oldukları şeylere dönüş yaparlardı.
Şüphesiz ki onlar yalancıdırlar.»
(29)
Hayat
ancak dünya hayatımızdan ibarettir. Ondan başkası yoktur. Bizler kabirlerden
dönderilmeyeceğiz» dediler.»
(30)
Keşke
Rablerinin katında durduruldukları zaman (onları) görseydin. Allah: Bu haşre
gönderilme doğru değil midir? der. Onlar: Evet, Rabbimiz hakkı için doğrudur,
derler. (Allah): O halde küfrünüzden ötürü azabı tadınız» dedi.»
(31)
Allah'ın
huzuruna varmayı yalanlayanlar kesinkes zarar ettiler. Öyle ki, saat (kıyamet
günü) ansızın gelince onda (dünya hayatı veya kıyamet hususunda) ettiğimiz
kusurdan ötürü vay halimize dediler. Halbuki onlar günahlarım sırtlarına
yüklerler. Dikkat (ediniz!) O taşıdıkları ne kötü şeydir.»
(32)
Dünya
hayatı oyuncak ve eğlenceden başka birşey değildir. And olsun ki, ahiret evi
ittika edip korunanlar için daha hayırlıdır. Acaba bunu daha da düşünmeyecek
misiniz?»
(33)
Biliyoruz
ki dedikleri muhakkak seni üzüyor. Öyle ise onlar hakikatte seni
yalanlamıyorlar. Lâkin o zalimler Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar.»
(34) And
olsun ki, senden önce birçok Peygamber yalanlandılar. Onlara yardımımız
gelinceye dek uğradıkları yalanlamaya ve eziyete sabr ettiler. Allah'ın
kelimelerini değiştirebilen kimse yoktur. Yemin olsun ki, sana Peygamberlerin
haberlerinden (bazısı) geldi.»
(35) Eğer
onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, haydi yer (içine doğru) bir delik
veya göğe (doğru) bir merdiven aramaya ve onlara
bir âyet, (mucize) getirmeye gücün yetiyorsa (getir!) Eğer Allah dileseydi
muhakkak ki onları hidayet üzerine derlerdi. Öyleyse sakın cahillerden olma.»
[53]
(28) «Belki
daha Önce gizledikleri onlar için ortaya çıktı...»
Bu âyeti celîle,
delâlet eder ki, onların temennileri sıhhatli bir azimden gelmemiş, imandan
olan bir rağbetten peydan olmamış. İmanı oluşturmak ve imanlı olmak şevkinden
doğmamıştır. Bslki dünyada gizledikleri ortaya çıkmış ve dehşetli manzaranın
sarsıntısından ve fazla, sıkıntılarından dediklerini söyleyivermişlerdir.
Bazı tefsirciler: «Bu
âyet münafıkların hakkında nazil olmuştur»
diyor. Merfu' olan
zamir münafıklara, mecrur olan zamir de müminlere racidir. Yani müminlere,
münafıkların gizlemiş oldukları küfür göründü. Böylece münafıklar, dünyada
gizlemeye muvaffak oldukları küfrü, artık ahirette gizlemeye muvaffak
olamadılar. Müminler onu gördü.
Bazıları da; ehli
kitabın hakkında nazil olmuştur, dediler.
Bazıları, «ehli
kitabın âlimleri hakkında nazil olmuştur» dediler. Onların gizledikleri Hz.
Muhammsd'in Peygamberliği idi. O vakit hem merfu' hem de mecrur elan zamir, hem
onlara, hem müminlere, hem avama, hem havasa raci olur. Onların gizledikleri
hem onlara, hem müminlere, yani herkess göründü.
(28) «Şayet
dünyaya geri döndürülseydiler muhakkak menedildik-leri şeylere dönüş
yaparlardı...»
Bu âyetin tefsiri:
Yani onlar ateşin kenenndan (kıyametten) dünyaya geri çevrilmiş olsaydılar
gene de ilk gelişlerindeki küfür ve yalanlamalarına saplanacaklardı. Bu
«lüzum» (yani dönüş olsaydı imansızlık ta olacaktı) ve bu Telazumda, (bu
istek, bu şartı cümlede), onların tıynetlerinin kötülüğü, cibiliyetlerinin
pisliği, isti'dadlannı kötü kullanmaları rol oynamıştır, Cenab-ı Hakkın onlar
üzerindeki kaza ve kaderi bundan böyle tecelli etmiştir. Onun için bunlara
gördükleri hiçbir faide vermez.
Bazı tefsirciler; bu
âyetin mânâsı; eğer onlar Üimsizlik ve görme-nezlik olan birinci hallerine
döndürülmüş olsaydılar yine eski durumlarına dönüş yapacaklardı, demektir, dedi.
Fakat bu tefsir, bu makama uygun düşmez. Çünkü burada onların temennisine
cevab teşkil sder.
(28)
«Şüphesiz ki, onlar yalancılardır.» Yani yalancı bir kavimdirler.
Temennilerinin kapsadığı mânâların eri değildirler. Temennilerinden anlaşılan
mânâ onların maksadı değildir. Zira yalan söylemek onların adetleridir.
(29) Hayat,
ancak dünya hayatımızdan ibarettir dediler..,»
Bu âyeti celîle, haşri
inkâr edenlerin halinden bahsediyor. Resulü Ekrem; kâfirlere kıyametin
hallerini, dehşetlerini, Allah'ın kıyamette müminler için hazırladığı sevabı,
kâfirler ve asiler için hazırladığı ikabı haber verince onlar; hayat, ancak
dünya hayatımızdır yani bu dünyadan başka bir hayat yoktur. Biz öldükten sonra
dirilip haş-re gönderilmeyeceğiz» dediler.
Abdurrahman bin Zeyd
bin Eşlem, «Bu âyet, ateş üzerinde durdurulan, «Eğer biz dünyaya
döndürülürsek, iman ederiz, âyetleri tastik edip müminlerden oluruz, diyenlerin
haberidir. Eğer onlar, bu temennilerine rağmen dünyaya döndürülürse, «Hayat
ancak bizim dünya hayatımızdır ve biz haşre gönderilmeyeceğiz» diyeceklerdir
dedi.
İbni Cerir ve
İbni-Ebi-Hâtim, îbni Zeyd'den rivayet ettiler:
«Eğer onlar geri
gönderirlerse menedildikleri şeylere yeniden dönüş yapacaklardır. Onlar
dünyaya geri gönderildikleri takdirde «Hayat ancak bizim dünya hayatımızdır.
Biz haşrolunmayacağız» diyeceklerdir
[54]
(30) «Keşke
Bablerinin katında durduruldukları zaman onları bir :örseydin...» Bu âyetin
izahı:
Bu âyet, sual ve
tevbih için durdurulmalarının temsilidir. Veya hakikatin imkânını şart koşmayanın
katında ondan kinayedir. Bazıları, buradaki durdufmak «Muttali kılmak ve
olmak» mânâsındadır
der. Ayette muzaf
mukadderdir. Yani Rablerinin kazası veya cezası üzerinde durduruldukları (vakıf
oldukları) zaman onları bir görseydin demektir.
Zahiriye mezhebinden
bazı âlimler; kıyamette halkın Cenab-ı Hakla pek yakın olan bir yerde, hesab
için durdurulduklarını bu âyetten anladığını iddia etmişlerdir. Fakat bu
istidlalleri şüpheden hali değildir.
Sanki sorulmuştur:
Acaba Allah, o zaman onlardan ne sordu? Cevab: Allah onlardan «Acaba bu haşr
ve hasrın diğer durundan doğru değil midir?» diye soracaktır. Onlar da «Evet,
Rabbimize yemin ederiz, doğrudur.» cevabını verirler. Kendilerine faide versin
diye itiraflarına yemini ekliyorlar. Fakat heyhat, artık o zaman hiçbir şey
faide vermez. Bunun üzerine Cenab-ı Hak onlara, «Daha önce inkâr ettiğinizden
ötürü azabı tadınız» der. O, kâfirliğinizden ötürü azabı tadınız.
Kâfirliğinizin bedeli ve karşılığı olarak veya daha önce inkâr ettiğinizin
karşılığı olarak azabı tadınız. Yani bu azab küfrünüzden ve inkârınızdan ötürü
size tatbik edilmiştir. Yoksa siz durup dururken ve uysal hareket ederken size
tatbik edilmiş değildir.
(31)
«Allah'ın huzuruna varmayı yalanlayanlar kesinkes zarar ettiler.»
Bu âyetin mânâsı
«Allah'a varmayacağız, ölümden sonra dirilme-yeceğiz» diye Peygamberi
yalanladıklarından ötürü nefislerine zarar verdiler. Nefsin büyük sevabı olan
cennette ikamet etmesini kaybettiler. Elem verici azaba ve cehennemin
derekelerinde kıvranmaya çarpıldılar. ..
(31) «Öyle
ki saat (kıyamet günü), onlara ansızın gelince onda ettiğimiz kusurlardan ötürü
vay halimize dediler...»
[55]
Bu âyette «essaatu»
tabiri kıyamet demektir. baötaten ansızın gelmek demektir. Kıyamete «saat»
denildi. Çünkü o, Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği bir saatte, ansızın
kopacaktır.
Bazıları «Kıyamete
saat denildi. Çünkü hesabı süratlidir. Tıpkı saatin, yelkovanların süratle döndüğü gibi.» Çünkü kıyamette mahlû-katm
hesabı, bir saatte veya bir saatten daha az bir zamanda bitecektir. Ama
bazıları için zaman uzanacaktır. Kıyamet koptuğunda haşri ve kıyameti inkâr
eden Kureyş müşrikleri ve diğer kâfirler başta olmak üzere «Vay bizim
halimize. Ey pişmanlığımız! Gel. Hazır ol! Dünyadaki kusurlarımızdan ötürü
olan pişmanlığımız! Senin zamanındır. Gel, hazır ol! Ey salih amellerin
olmadığından çekmekte olduğumuz nedametimiz! Senin zamanındır, hazır ol!» diye
yakınıp dururlar.
Muhammed bin Cerir
et-Taberi, fîha daki zamir «pazarlığa» racidir. Yani onlar
«o pazarlıktaki kusurumuzdan ötürü oluşan pişmanlığımız gel hazır ol, derler.
Pazarlıkdan maksad, onlar ile Peygamberler arasındaki pazarlıktır. Çünkü daha
öncs âyette «Hüsran» - ziyan etmek
kelimesi geçti. Bu, ancak bir alış-verişte olur. Bu takdirde âyetin
mânâsı; Allah ile mülakati yalanlayanlar, Allah'ın rızasını elde etmeye
elverişli olan imanlarını satıp Cenab-ı Hakkın azabım gerektiren küfrü
karşılığında almak suretiyle zarar ettiler. Oysa onlar bunu sezmiyorlar.
Kıyamet kopuncaya kadar da, bunun farkında olmuyorlar. Ansızın kıyamet
geldiğinde, başlarına gelen zararı gördüklerinde, o zaman, «Ey bizim bu
ifratımızdan Ötürü oluşan pişmanlığımız! Hazır ol. Bu senin zamanındır» diye
feryad ediyorlar!..
Taberi senediyle Ebu
Said el Hudri'den, o da Resûlüllah'tan rivayet ediyor:
«Hz. Peygamber ya
hasretena tefsirinde şunu söyledi: Cehennem ehli, cennetteki menzil ve
konaklanna baktıkları zaman:
«Ey hasretimiz! Gel,
hazır ol diye dövünürler.»
El-Alusi «saat belli
bir vakit demsktir. Burada kıyamet günü kasdedilmektedir. Çünkü saat esasında
zamanın bir parçası demektir. Fakat belli bir vaktin adı olmak ona galib
gelmiştir. Nitekim «NECM» yıldız demektir. Fakat «Süreyya yıldızına galebe ile»
âlem (isim) olmuştur. Kıyamete «bir saat» denilmiştir. Çünkü arkasından gelen
ebediyete nispet edildi mi, kısa olur. Veya içindeki süratli hesaba göre kısa
olur.»
Bazıları, «Saat» i
«ölüm vakti»yle tefsir etmişlerdir.
El Alusi, devamla, «Bu
hasret çekmek, hernekadar ölüm anında kâfirleri kapsamakta ise de, fakat ölüm
ahiretin mukaddimelerinden olduğundan dolayı kıyametin cinsinden kılındı ve
onun ismiyle (saat-la) isimlendi. Bunun için Cenab-ı Peygamber, «Kim ölmüş ise
şüphesiz onun kıyameti kopmuştur» buyurmuştur. Veya ölümden sonra <tsaat»in
gelmesi, süratli oluşundan dolayı sanki hiç tevakkuf etmeden olmuştur gibi
kılınır.
Ebul Beka, «Ayetin
takdiri «Ey hasret, hazır ol, bu senin zamanındır» demektir, der. Bu çağn
mecazi bir davettir. Çünkü hasret, emri manevidir. Bunun mânâsı, hasretin
sebeblerini hatırlatmak için nefisleri uyarmaktır. Çünkü hasret bizzat
istenmez. Onun yönelip gelmesi taleb edilmez. Mânâ burada mübalağa üzerine
bina edilmiştir. Hatta onlar o kadar akılsız ve dengesiz oldular ki, hasreti
bile çağırdılar. «VEYL»in çağrılması da böyledir.»
[56]
İbni Abbas'ın ve Hasan
Basri'nin rivayet ettiklerine göre «Fiyha» zamiri ya dünya hayatına ya da saate
racidir. Dünya hayatındaki veya saatteki kusurdan maksad, onların hakkını
gözetmedeki kusur demektir, îman ve salih amellerle onlara hazırlanmaktaki
kusur demektir. Bazıları; zamir cennete racidir. Yani âyetin mânâsı: «Cennetin
talebindeki kusurumuzdan dolayı oluşan pişmanlığımız, hazır ol, senin
zamanındın> demektir, dedi. Bu tefsir, Süddi'ye nisbet edilmiştir. Fakat
âyetten uzak bir tefsirdir.
Tibrîsinin «Süddi'ye
nisbet edilen bu tefsirin doğruluğuna El A'mes'in Ebu Salih'ten, Ebu Said'den,
Resûlüllah'tan rivayet ettiği şu hadis: «Cehennemliler, cennetteki konaklarını
görürler. «Vay bizim hasretimiz)) diye bağırırlar» delâlet eder, sözüne gelince,
bu söz de, dikkatten hali değildir. Çünkü bu ihtimal, daha sonra olacaktır. Bu
ise istidlali (yani delil getirmeyi) iptal ediyor.
(31)
«Halbuki onlar günahlarını sırtlarına yüklerler; Dikkat ediniz, o taşıdıkları
ne kötü şeydir...»
Bu cümle, kâlû fiilinin
faili olan «vave» haldir. «Evzar» kelimesi
«vizr»in cemi'dir. Vizr, esasında
ağırlık demektir. Günaha da vizr denilir.
O halde burada «evzar»dan günâhlar kastedilmiştir. Yani günâhlarını sırtlarına
almaktadırlar. Hatalarını yüklenmektedirler. Sırtlar mânâsına gelen «zühür»
kelimesini Cenab-ı Hak kullanıyor. Çünkü galib odur ki yük sırta alınır.
Nitekim «Elleri kesbetti» deniliyor. Çünkü kesb çoğu kez ellerle yapılıyor. Bu
âyeti celîlede yüklerinin ağırlığına işaret vardır. Ayet onların kötü halini
ve günâhlarından ötürü onların şiddetli meşakkat, elem ve büyük azablan
tattıklarım beyan etmektedir.
Bazı tefsirciler
«gerçekten günâhları maddeleşir ve sırtlarına yükletilir» diyorlar.
İbni Cerir ve îbni Ebi
Hatim, Süddi'den rivayet ettiler:
Zalim bir kişi ölüp
kabrine konulduğunda, ona çirkin yüzlü, siyah benizli, pis kokulu ve sırtında
kirli elbiseler olan birisi gelip beraber kabrinde durur. Onu gördüğünde «Senin
yüzün amma da çirkindir» der. C da «Senin amelin de böylece çirkin idi»
cevabını verir. «Senin kokun amma da pistir» der. O da, «senin amelin de
böylece pis kokuyordu» der. «Senin elbisen amma da kirlidir» der. O da «Senin
amelin de kirli idi» diye cevap verir. Ölü kabrine gelenden soruyor:
«Sen kimsin?» O:
«Ben senin amelinim»
diyor. O amel, ölüyle beraber kabrinde durur, kıyamet günü haşre
gönderildiğinde amel ona «Ben lezzetler ve şehvetlerle seni dünyada taşıyordum.
Bugün de sen beni sırtlayacaksın» der ve onun sırtına biner. Ta cehenneme
götürüp sokuncaya kadar onu sürer.
Bu iki zat Amr bin
Kays'ten rivayet ettiler:
Mümin, kabrinden
çıktığı zaman, ameli en güzel suret ve en güzel koku ile onu karşılar ve
ondan:
«Sen beni tanıyor
musun?» diye sorar.
Mümin:
«Hayır! Ben seni
tanımanı. Ancak Cenab-ı Hak senin kokunu tatlı ve suretini güzelleştirmiştir»
diyor. Ameli:
«Sen de dünyada böyle
idin. Ben senin salih amelinim. Çok zaman dünyada sana bindim. Bugün sen bana
bin» der.
Hadisin râvisi:
«Sonra hatırla o günü
ki, müttakileri gurup gurup rahmana doğru hasrediyoruz» (Meryem: 85)
âyetini okudu.
Eğer kabrinden kalkan
kâfir ise, ameli suret yönünden en çirkin, koku bakımından en pis bir şekilde
onu karşılar. Ondan soruyor: «Beni tanıyor musun?» O da, «Hayır. Seni
tanımıyorum, ancak Cenab-ı Hak senin suretini çirkinleşti rmiş. Kokunu da pis
yapmıştır» der. Ameli: «İşte sen de dünyada böyle idin. Ben senin kötü
amelinim. Dünya-da bana çok bindin. İşte bu gün ben sana bineceğim» diyecek.
Ravi bunu söyledikten sonra: «Onlar günahlarını sırtlarına yüklerler. Dikkat
ediniz! O taşıdıkları ne kötü şeydir» âyetini okudu.
Bazı tefsirciler, bu
hususta varid olan her âyet ve hadisi temsil olarak kabul etmiştir. Fakat
hakikate de hamledilebilir. Zire kelâm zahirinin üzerinde durabilir.
Ehli sünnetin birçok
kimsesi «Ameller ahi ret te cisimlenir» demiştir. Vezn tabirinin zahiri de
bunu iktiza etmektedir.[57]
(32) «Dünya
hayatı oyuncak ve eğlenceden başka birşey değildir...»
Bu âyetin izahı:
Cenab-ı Hak, bu
âyetten önce dünya hayatının ötesinde başka bir hayatın olduğunu tesbit etti. O
hayatta insanoğlunun çekeceğini belirtti. Bunun üzerine bu iki hayatın
gerçekteki durumlarım beyan etmeye yeltendi. Bazıları «Bu âyet, hayat ancak
bizim dünya hayatımızdır dediklerine cevabtır» demiştir. Fakat bu tefsirde
uzaklık vardır. Her ne ise, durum ne olursa olsun âyetten maksad budur.
Dünya hayatının
özelliklerinden olan amellerine gelince; o ancak oyuncak ve eğlence gibidir.
Yarar sağlamaz ve daimi kalmaz. Bu takdirde ibadetler gibi dünyada yapılan salih ameller ve yaşantının zaruri ihtiyaçlarının elde edilmesi için çabalar
istisna edilmiş oluyorlar! Bunlar oyuncak ve eğlence değildirler.
«lâhuv ve la'ib»,
«Durret-ut-Tenzil» adlı kitabda varid olduğuna binaen, akıllı bir insanı
ilgilendirmeyen bir işle meşgul olmaktır. İster haram olsun ister olmasın,
nefsin istekleri, hoplamak, zıplamak gibi şeylerle meşgul olmak «lehiv» ve
«la'îb» demektir. Bazıları; Lehivle la'ibin arasında ayırım yaparak şöyle
dedi:
Laib, sevinmeyi
acelece getirmek maksadıyla işlenen şeydir. Le-hiv; ister sevinmek maksadıyla
olsun, ister olmasın insanı meşgul eden nesne demektir.
Bazıları «Lehiv,
kadınlarla sevişmek mânâsına gelir» demişlerdir. Katade, «lehîv», Yemen
lügatinde (lehçssinde) kadın demektir» dedi.
Bazıları, «Güzel
olmayan yollardan sevinme ve ferahı kastetmek la'ibtir, Lahiv ise, himmeti,
elverişli olmayan şeylere sarfetmek demektir» dedi.
Bazıları «Lehiv,
kendisine yönelen başkasından yüz çevirir, mesele demektir. Zira bir durum
kendisini diğer bir durumdan meşgul etmeyen zat sadece Allah'tır (C.C.). Kişi,
batıla yöneldiğinde, haktan yüz çevirmesi lâzımgelir. Batıl üzerine yönelmek
la'ib, haktan yüz çevirmek lavh'dir» dedi.
Bazıları da; akıllı
lîir kimse, tercih ve takdimi gereken şeyle meşgul olur. Eğer başkasını
terketmeksizin tercih ve takdim ederse, bu lâib olur. Eğer terkeder, unutursa
bu da lavh olur.» dedi.
(32) «And
olsun ki ahiret evi ittika edip korunanlar için daha hayırlıdır. Acaba bunu
daha da düşünmeyecek misiniz?...»
Bu âyet, şunu ifade
eder: Ebedi hayatın merkezi olan ahiret evi, küfür ve isyandan sakınanlar için
daha hayırlıdır. Çünkü menfaatla-n hem çok, hem de zarar ve elemlerden halidir,
sadedir ve lezzetleri daimi ve sonsuzdur.
«Acaba hangi emrin
daha güzel, daha hayırlı olduğunu artık düşünmeyecek misiniz?» Ta ki üzerinde
bulunduğunuz küfür ve isyandan sakınasınız.
efelâ ta'kılün— kelimesindeki FE—
bir mahzuf (düşürülmüş) fiilin üzerine
atfetmek içindir. Yani «siz gaflete dahp artık düşünmeyecek misiniz?» Veya
«Neden düşünmüyor da akıl erdirmiyorsunuz?»
Bazı kurralar ta'kılun yerinde
ya'kılun şeklinde gaib fiili olarak okumuşlardır.
(33)
«Biliyoruz ki muhakkak ki dedikleri seni üzüyor. Öyleyse, onlar hakikatta seni
yalanlamıyorlar...»
Ayetin bu cümlesi
istinafi (ve mukadder bir sualin cevabı olan) bir cümledir. Resûlüllah'ı içinde
bulunduğu üzüntüden teselli etmek için getirilmiştir. Kâfirlerin yalanlamakta
ifrat etmeleri ve bu hususta şiddet göstermeleri Resûlüllah'ı çok üzüyordu.
Cenab-ı Hak, Resû-| lûllah'a bu âyetle sabır tavsiye ediyor. «Kavminin
eziyetine ve yalanlamalarına karşı sabret. Sen ululazim Peygamberlerin
efendisisin. Kavminin eziyetinden pek fazla şikâyet etmemelisin. Cenab-ı Hak
sen şikâyeti belirtmenden önce azimini bilmektedir.»[58]
Süddi rivayet ediyor:
El Ahnas İbni Şureyk ve Ebu Cehl (Âmrbin Hişam) bir araya geldiler. El Ahnes,
Ebu Cehil'e:
«Ey Ebelhakem! Bana
Muhammed'den haber ver: Acaba doğru mudur, yoksa yalancı mı? Çünkü burada senin
bana diyeceklerini benden başkası dinlemiyor!..»
Ebu Cehil:
«Allah'a yemin ederim,
şüphesiz ki Muhammed doğrunun tâ kendisidir. Muhammed hiçbir zaman yalan
söylemedi. Fakat Beni Kusay (Resulün kabilesidir) hem Kureyş'in bayrağını, hem
hacıları sulamayı, hem Kabe'nin hacabetini, hem Nedve'nin riyasetini, hem de
Peygamberliği elde ederlerse, diğer Kureyşlilere ne kalmış oluyor?» dedi ve
bunun reddi için Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi...
Naciye bin Kaab: «Ebu
Cehil, Resûl-i Ekrem'e (S.A.): «Seni itham etmiyoruz ve yalanlayamıyoruz. Fakat
senin getirdiğini a yalanlıyoruz»
dedi» diye rivayet etti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi.
Hz. Ali bin Ebi
Talib'ten rivayet ediliyor: Ebu Cehil, Resulü Ekrem'e:
«Seni yalanlamıyoruz.
Fakat senin getirdiğini yalanlıyoruz» dedi.
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak, onlar hakkında şu âyeti inzal etti: .
(33)
«Şüphesiz ki, onlar seni yalanlamıyorlar. Fakat zalimler Allah'ın âyetlerini
inkâr ediyorlar.»
Hadisi Tirmizi iki
yoldan rivayet etmiştir. «Bu daha sıhatlidir» dediği rivayet şudur: «Şüphesiz
onlar seni yalanlamıyorlar» Yani iç âlemlerinde. Çünkü senin doğru olduğunu
biliyorlar. Fakat zalimler yani kâfirler, Allah'ın âyetlerini alenen inkâr
ediyorlar. Çünkü onlar üzerine Kur'an inen Muhammed'in doğru olduğunu
bildikten sonra, inad ve küfürlerinden ötürü Kur'an'ı yalanladılar. Nitekim
Cenab-ı Hak, onlardan başkasının hakkında «Onu inkâr ettiler. Fakat nefisleri
kesinlikle onu bildi. Onu zimmen ve yükseklik taslamak yönünden inkâr
ettiler» (Haşır: 20) diye buyurmuştur.»
Bazı tefsirciler,
«Ayetin zahiri delâlet eder ki, onlar Hz. Muhammedi yalanlamadılar. Ancak
Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler. Hz. Muhammed'in doğruluğuna delâlet eden
Kur'an'ı inkâr ettiler» dediler. Bu tefsire binaen âyetin mânâsı şudur: «Onlar
senin doğru olduğunu bilirler, seni yalanlamıyorlardı. Ancak senin Peygamberliğinin
sıhhatini inkâr ettiler, risaletini yalanladılar.»
[59]
(34) «And olsun ki, senden önce birçok Peygamber
yalanlandılar. Onlara yardımımız gelinceye dek uğradıkları yalanlamaya ve
eziyete sabrettiler...»
Bu âyet, Resûlüllah'a
gelen ikinci bir tesellidir. Zira belâ umumi-leşirse, ferdin içinde bulunduğu
belâyı biraz hafifletir. Cenab-ı Hak, bu âyette Hz. Peygamberin daha önceki
Peygamberlere bu hususlarda uyması hakkında irşat veriyor. Eziyete karşı
sabretmekte, yalanlamaya karşı göğüs germekte daha önceki Peygamberlere uy
diyor.
«Onlara yardımımız
gelinceye dek.» cümlesi işaret ediyor ki Hz. Muhammed'e de yardım gelecektir. Cenab-ı Hak bu âyette, sabredenlere
yardımı vaadediyor. Ve îslâmın istikbalinin parlaklığı bu âyetten anlaşılıyor.
[60]
(34)
«Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur...» Bu
âyetin mânâsı: Cenab-ı
Hakkın, yalanlayanları helak edeceğine dair yapmış olduğu hükmü nakzedecek
hiçbir güç ve Peygamberlere yardım edecek diye vaadettiğini değiştirecek
hiçbir kuvvet yoktur. Nitekim başka bir âyette «Yemin olsun bizim kelimemiz
Peygamber olarak gönderilen kullarımız için sebkat etmiştir. Şüphesiz ki,
onlar var ya, onlar yardım görenlerin tâ kendisidir. Şüphesiz ki, bizim
ordularımız galibtirler.» (el-Bakara: 252). Başka bir âyette: «Allah, ben ve
Pepgamberlerim galib geleceğiz diye hükmettim. Allah'ın va adında hulf yoktur»
(el-Bakara: 252) Duyurulmuştur.
Bazı tefsirciler:
Kendi kelimelerinden maksad, «Onlara yardımımız gelinceye dek» cümlesindeki
kelimeleridir dedi.
Ata'da, «kelimelerden
maksad, Peygamberlerine ve Hz. Muhammed'e yardımı tazammun eden âyetleridir»
dedi.
Bazı müfessirler «Bu
kelimelerden Cenab-ı Hakkın bütün kelimeleri kastedilmiştir. Bahsi geçen
âyetler de, bütün kelimeler cümlesin-dendir. Ayetin zahiri, delâlet eder ki,
hiç kimse Cenab-ı Hakkın kelimelerini tebdil edemez. Yani kelimelerin delâlet
ettiğinin hilafını yapamaz. Allah ile o kelimelerin tahakkuk etmesinin arasına
girip mani olamaz.
Cenab-ı Hak
kelimelerini değiştirir mi değiştirmez mi? Konusu bu, âyetin kapsamına
girmemektedir. Diğer nasslann delâlet ettiğine bakılırsa, Cenab-ı Hak, vaidini
yani tehdidini çoğu zaman değiştirir. Fakat vaadini (yani mükâfat sözünü)
değiştirmez. İşte bundan dolayı Bevzavi ve Medarik, kelimatI
Mevaid (yani vaidler) ile tefsir ediyorlar.
[61]
(34) «Yemin olsun ki, sana Peygamberlerin haberlerinden bazısı geldi...»
Bu âyetin tefsiri:
Yani Kur'an'da
Peygamberlerin haberlerinden bazısı sana indirildi. O sana teselli vermeye ve
kalbini teskin etmeye kâfidir.
«El-Ahfaş «MÎN»
kelimesi burada teb'iz (pazısı, bir parçası), mânâsını ifade etmez, belki
«SİLE» (bağlaç) harfidir» dedi. Fakat başkası, teb'iz mânâsını ifade eder
demişlerdir. Çünkü Resûlüllah'a gelen kıssalar bazı Peygamberlerin kıssaları
(haberleri) dir. Nitekim Cenab-ı Hak, başka bir âyette «Onlardan bazılarını
senin için kıssa ettik. Bazılarım sana kıssa etmedik, s (haber vermedik)»
(El-Enbiya: 50) buyurmuştur.
(35) «Eğer
onların yüz çevirmeleri sana pek ağır geldiyse, gücün de yerde bir delik
(açmaya) veya göğe (çıkmak için) bir
merdiven aramaya ve onlara bir âyet,
(mucize) getirmeye yetiyorsa
yap...» Bu
âyetin açıklaması:
îbni Cevzi, bu âyetin
sebebi nüzulünde şunu zikretti:
El-Hars bin Âmr
beraberinde Kureyş'den bir kaç kişi daha olduğu halde Resûlüllah'a geldi. Ve
Resûlüliah'tan «Bize diğer Peygamberlerin kavimlerine mucizeler getirdikleri
gibi bir mucize getir. Eğer bunu getirirsen sana iman edeceğiz» dediler. Bunun
üzerine bu âyet nazil oldu. Bu tefsiri, Ebu Salih, İbni Abbas'tan rivayet
etmiştir.
Ayetin mânâsı; «Ey
Muhammed! Eğer müşriklerin senden yüz çevirmeleri seni tasdik etmekten
kaçmaları ve sana iman etmeye sırt çevirmeleri sana ağır geliyorsa...»
Resulü Ekrem, kavminin
iman etmesini şiddetle arzuluyordu. Onlar Resûlülîah'tan bir mucize
istedikleri zaman onların iman etmeleri için Allah'dan o mucizeyi onlara
göstermesini istedi. Cenab-ı Hak: «Eğer sen arayıp yerde bir tünel, veya gökte
bir merdiven elde etmeye yelteniyorsan, bunun vasıtasıyla da onların
istedikleri mucizeler-
den birisini getirmeye
yöneliyorsan ve mucize, senin doğru olduğuna delâlet etsin diye çırpmıyorsan
haydi bunu yap. Fakat buna gücün yetmeyecektir.» diye dikkatini çekti. Bu
âyetten maksad, Resulü Ekrem'in tamahını onların imanından kestirmektir,
onların yüz çevirmelerinden artık rahatsız olmamasını temin etmektir.
[62]..
(35) «Eğer
Allah dileseydi onları hidayet üzerinde derler, toparlardı...» Bu cümlenin
tefsiri:
Cenab-ı Hak, bu
âyetinde, Peygamberine haber veriyor ki, onlar iman etmeyi terkettiler. Senden
yüz çevirdiler. Küfre yöneldiler. Bunlar, Allah'ın meşiyeti iledir. Kazasının
onlar hakkındaki yerine oturtması içindir.
«Salan cahillerden
olma». Yani «Allah dileseydi, onları hidayet üzerinde bir araya getirirdi»
hükmünü bilmeyenlerden olma. Veya: «Onların bir kısmı sana iman edecektir, bir
kısmı etmeyecektir» hususunda cahillerden olma.
Bazı kimseler, âyetin
mânâsı; onların seni yalanlamaya dair hasretin şiddetlenmesin. Onların yüz
çevirmelerinden irkilme. Aksi takdirde sabırsız cahillerin haline yaklaşmamış
olursun.»
Cenab-ı Hak,
Resûlüllah'ı bu halden uzaklaştırmak için ona bu hali yasakladı.. Ve ona
şiddetli bir tarzda hitapta bulundu.
Veya âyetin mânâsı
«Onların yüz çevirmeleri, sana zor geliyorsa ve senin de muhali getirmeye gücün
yetiyorsa haydi, getir» demektir. Bu takdirde maksad, Resulü Ekrem'in kavminin
iman etmesindeki arzusu bu dereceye vardığını beyan etmektir. Ve aynı zamanda
âyette, onların İslâmın varlık dairesinden uzak olduklarına da işaret edilmektedir.
Cenab-ı Hak, âyette taleb etmek mânâsına gelen
entebteği tâbirini kullandı. «Edinmek» mânâsına gelen «entattahiz»
ibaresini kullanmadı. İşaret etti ki, o yerdeki delik ile göklere götüren merdivenin
talebi bile mümkün değil. İsteği bile güç yetmezdir. Edinmek nerde olacaktır?..
İbni Cerir, İbni
Münzir, İbni Ebi Hatim ve el Beyhaki «El Esma ve Essıfatflta İbni Abbas'tan rivayet ettiler:
«Gökten getirilen
âyetten ve yerdeki delikten maksad, kaçmak içindir.»
Bu tefsir Et Tasti'nin
Nafi' bin Ezrek'ten rivayet ettiğiyle teyid edilmiştir. Bu zat îbni Abbas'a
sordu:
«(Eğer gücün yerde bir
delik aramaya yetiyorsa) âyetinin mânâsı nedir?» îbni Abbas:
«Yerde bir delik
açmaya ve ona girip kaçmaya gücün
yetiyorsa haydi yap demektir» dedi. Fakat bu tefsirde uzaklık vardır. İbni Ezrak'ın
haberinde de denilen denilmiştir.
[63]
Ehl-i Sünnet «Eğer
sizin üzerinizde bulunduğunuz dinin, üzerinde onları derlemeyi Allah
dileseydi, onları derler, bir araya
getirirdi.Dnlan imana muvaffak kılardı.. Onlar seninle beraber iman
ederlerdi. Fakat Allah, onların kötü seçeneklerinden dolayı bunu istememiştir.
Çünkü Cenab-ı Hak onların seçeneklerini tâ ezelde bilmiştir.
Mutezileler, «eğer
Allah, onların hidayet üzerinde derlemesini dileseydi, bunu yapardı. Yani
onları burada derlenip toparlamaya mecbur eden bir mucize indirirdi. Fakat
Cenab-ı Hak, bunu istememiştir. Çünkü bu hikmetten çıkış oluyor» dediler. Ehli
Sünnetin görüşü daha doğrudur.
(35) «Sakın
cahillerden olma.»
Bu âyeti celîlede
Cenab-ı Hakkın şefkati ilâhisinin Peygamberi üzerinde çok olduğunu ve Resulü
Ekrem'in kavminin imanı hususundaki «
isteğinin taptaze olduğunun işareti vardır.
El Cübbai bu âyetin
tefsirinde «Sabır gereken yerlerde sabırsızlık yapma. Aceleye kapılma. Aksi
takdirde senin halin cahillerin haline yaklaşır. Onların yolunda yürümüş
olursun» demiştir.
Cenab-ı Hak, Resulü
Ekrem'e «Sakın cahillerden olma» Hz. Nuh'a, «işte sana Öğüt: Bilgisizlerden
olma» (Hud, 46) buyurmak suretiyle Resûlüllah'a olan şefkatinin daha fazla
olduğuna işaret eder. Ve Resû-lüllah'ın kavminin iman etmesi hususundaki isteği
daha genç, daha hararetlidir.
Burada muhtemel ki,
«Gökte bir merdiven arama) tabiri, Atmosfer tabakasının dışındaki, havasızlığa
işaret ve onun geçilmesinin zorluğundan bahseden bir hüküm olsun,.
[64]
(36
(Ey
Habibim! Davetine) ancak işitenler icabet ederler. Ölülere (gelince), Allah
onlan gönderecektir (diriltecektir). Sonra Allah'ın katına döndürülürler.»
(37) Neden
Rabbinden onun üzerine bir âyet inmedi? dediler. De ki: Elbette Allah bir âyeti
indirmeye kadirdir. Lâkin onların çoğu bunu bilemezler.»
(38) Yerde
yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin
benzerleriniz ümmetler olmasınlar. Kitabta hiçbir şey ihmal etmedik. Sonra
Rablerinin katında haşr (toplanmış) olunurlar.»
(39)
Ayetlerimizi yalanlayanlar sağır, dilsiz ve karanlıkdadır-lar. Allah kimin
saptırmasını dilerse onu saptırır. Kimin hidayet etmesini dilerse onu dosdoğru
bir yol üzerinde kılar.»
(40) De ki:
Sizi gördün mü? (Bana haber veriniz.) Eğer Allah'ın azabı size veya saat (kıyamet),
size gelirse, acaba Allah'tan başkasını mı çağıracaksınız? Eğer «putlar birer
mabuttur» iddianızda doğru iseniz onları çağırınız.»
(41) Belki
ancak o'nu çağırırsınız. Böylece o dilerse giderilmesi için onu çağırdığınızı
kaldırır. Siz de ortak olarak koştuğunuzu unutursunuz.»
(42) And
olsun senden önceki ümmetlere (Peygamberler) gönderdik. Onları darlık ve
felâketlerle yakaladık. Umulur ki, (bu sayede tevbe edip) yalvarırlar.»
(43) Neden
onlara azabımız geldiğinde yakanp yal varmadılar? Fakat onların kalpleri
katılaştı. Şeytan onların bütün yaptıklarım onlara süslü gösterdi.»
(44) Böylece
(hatırlatmalarında kullanılan) vaz-u nasihati unuttukları zaman, üzerlerine
herşeyin kapılarım açtık. (Sonuç olarak) kendilerine verilenle sevindikleri
zaman, ansızın onları yakaladık. Artık o zaman onlar ümitsiz kaldılar.»
[65]
(36) (Ey Habibim!) Davetine ancak işitenler icabet
ederler...»
Bu âyetin tefsiri:
Yani senin Peygamberliğine ve imana yaptığın davete ancak dinlediğini anlayan, işittiğinde
tedebbur ve tefekkür eden kimseler icabet eder. Ölüler isa —ki bunlar da
ölülerdendir— onlar hernekadar zahirde dinliyorlarsa da, gerçekte
dinlemedikleri için iman etmezler. Nitekim Cenab-ı Hak, başka bir âyette
«Şüphesiz sen ölülere dinletemezsin» (Rum: 52) buyurmuştur.
Bu âyeti celîle, daha
Önce onlar iman etmezler âyetinden anlaşılan mânâyı takrir etmektedir. Yani
Csnab-ı Hak bunların muhtar kılındıkları bir devrede akü ve iza'n sahibleri
olduktan bir devrede, kendi ihtiyarlanyla iman etmediklerini, imanı
seçmeyeceklerini bildiğinden, onların gelecekteki tavrını Resulüne bildiriyor.
Yoksa Cenab-ı Hak zorla onları imandan çeviriyor, iman etmemeye onları
zorluyor, sonra onlan muaheze ediyor diye birşey âyette bahis konusu olamaz.
Hasan Basri,
«Ölülerden maksad, kâfirlerdir» diyor. «Allah ölüleri
hasra gönderecektir»
cümlesinden maksad, öldükten sonra kabirlerinden kaldırıp haşre gönderecektir
demektir.
Bazı Kitabların «Onlan
hidayetten imana gönderecektir» şeklindeki tefsiri hiçbir değer taşımamaktadır.
«Sonra onlar Allah'ın katma dönüştürülürler», âyetin bu cümlesinden maksad:
Hesab vermek için onlar Allah'ın huzuruna gideceklerdir. İşte o zaman onlar
Peygamberlerin getirdiklerini dinleyip, anlayacaklardır. Ondan önce ise, onu
gerçek mânâda dinlemek ve anlamak taraftan olmadıklanndan dolayı, onlar için
müyesser olmayacaktır.
Bazı tefsir âlimlerine
göre; (ölüm) burada hakiki mânâya hamledilir. «Ölüleri, Allah (kabirlerinden
haşre) gönderecektir.»
(37) «Neden
Rabbinden onun üzerine bir âyet inmedi dediler...»
Bu âyetin izahı:
Bunu, Kureyşin
Senadidi (Mekke'nin ileri gelenleri) söylediler: «Niçin Allah tarafından
Muhammed'in Peygamber olduğuna şahitlik edecek bir melek indirilmedi?» dediler.
Yani dağlan titreten, kalbleri yumuşatan, akılsız hayvanlara bile Peygamberlik
şehadetini yaptıran mucizelere rağmen bunlar ikna olunmadılar. Yine de böyle
bir istekte bulundular: Muhammed (A.S.)'in üzerine bir melek veya başka bir
mucize inseydi de, bizi ona inandırmaya mecbur etseydi diye bir teklifte bulundular.
Ey Muhammed! Sen onlara de ki: Allah bir âyeti — yani insanı iman etmeye
mecbur eden bir mu'cizeyi indirmeye
kadirdir. Fakat imtihan ve teklif sırrı bozulmasın diys Cenab-ı Hak, böyle bir
âyeti indirmemiştir. Fakat onlann çoğu Cenab-ı Hakkın buna kadir olduğunu
bilmezler. Bilmezler ki, Allah buna kadir olmasına rağmen bu mucizeyi
indirmemiş, tâ ki, bu mucize, insanın seçeneği ve ihtiyan üzerine kurulan
teklifin temelini yıkmasın. Veya bu mucizeye rağmen onlar iman etmedikleri
takdirde Cenab-ı Hak onlan helak etmesin. Çünkü imanı mecburen gerektiren
mucize gelmesine rağmen iman etmeyenler temelden helak olup giderler.
Ayeti celîlede
«Onların çoğu bilmez» denildi. Çünkü bazılan halin hakikatine vakıf idiler.
Israrlanna gelince, onu mukabare ve inad olarak yaparlardı.
(AYET» kelimesi
esasında Allah'ın kudretine ve Peygamberin de Peygamberliğine alâmet ve nişan
olan mucize demektir ve bu âyeti celîlede Ayet kelimesi nekire olarak iki defa
tekrar edilmiştir, ikincisinde birincisinin aynisi kastedilmektedir. Bu da
tefsir ettiğimiz gibi «melek» mânâsında olabilir. Yani Allah'tan gelen bir
melek bağırıp: «Muhammed Allah'ın Peygamberidir. Allah birdir. Putlar
batıldır.» desin. Veya o mânâyı ifade eden diğer bir mucize mânâsına gelmiştir.
Bilmezler ki, Allah
(C.C.) ancak kullarının maslahatını içeren mucizeleri gönderir. Allah'ın
katında malûmdur ki onların soylanndan, Allah'a iman edecek kavimler vardır.
Bunun için de Allah onlann temellerini kazıtıp köklerinin berhava etmesini
istemez.
(38) «Yerde
yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi
ümmetler olmasınlar...»
Bu âyeti celîle,
başlıbaşına bir kelâmdır. Cenab-ı Hakkın kudretinin kemalini göstermek, güzel
ve hikmetli tedbirini sergilemek, ilminin kapsayıcı olduğunu bildirmek için
gelmiştir. Sanki «Allah bir mucizeyi indirmeye kadirdir» âyetinin delili
oluyor. Evet, mucizeyi göndermeye kadirdir, fakat apaçık bir hikmetini korumak
için göndermi-yor demek oluyor.
Bazı müfessirier; bu
âyet, Cenab-ı Hakkın insanları kabirlerinden diriltip haşre göndermesinin
delilidir dediler.
Sair canlılar, kürre-i
arzın hangi kıtasında olursa olsun, isterse yeryüzünün içinde, isterse üstünde
olsun, ve yina göklerin hangi tarafında uçarsa uçsun, hepsi sizin gibi
cemaatlar ve guruplardır. Allah sizi nasıl yaratmışsa onlan da yaratmıştır.
Rızıklarınızı nasıl tekeffül etmiş ise, onların rızıklarını da tekeffül
etmiştir. Size adalet nasıl etmiş iss, onlara da öyle adalet etmiştir. Öyleyse
onlara zulmetmeniz uygun düşmez. Onlar hakkında size ne emredilmişse onu aşmak
da size münasip olmaz.
Yeryüzündeki hayvanlar
demiş, acaba gökteki hayvanlar da öyle değil midir? Onlar da, öyle olmasına
öyledir. Fakat Kur an ın ilk mu-hatablan ancak yeryüzündeki hayvanları
tanırlar, onlan görürlerdi.
Bazı tefsir âlimleri
«Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ile kanatlarıyla uçan kuşlar teşbih hususunda
bizim gibi ümmetlerdir, Allah'ın varlığına delâlet etme hususunda böyledir.»
dediler. Bu tefsire göre, âyetin mânâsı şöyle olur: «Yürüyen hiçbir hayvan ve
uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi Allah'ı teşbih etmesin. Allah'ın
vahdaniyetine varlıkları delâlet etmemiş olsun. Eğer kâfirler düşünürlerse,
bunu sezer ve çözerler.»
Ebu Hüreyre «Bu
canlıların bizim benzerlerimiz olması, şu mânâdadır: Kıyamet gününde Cenab-ı
Hak bu canlıları da haşr edecektir. Boynuzsuzun hakkını boynuzludan alacaktır.
Sonra Cenab-ı Hak onlara «Toprak olunuz» diyecektir» dedi. Zeccac, bu tefsiri ihtiyar ederek şöyle dedi: «Onlar,
yaradılışta, n-zıkta, ölümde, haşrde ve kısas alınmakta benzeriniz
ümmetlerdir.»
Süfyan bin Uyeyne
«Yürüyen hayvanların hiçbir sınıfı, uçan kuşların hiçbir sınıfı yoktur ki,
insanlar arasında onlara benzer olmasın. Çünkü insanların bir kısmı vardır ki,
aslan gibi koşuyor. Bir kısmı var ki domuz gibi oburdur. Bir kısmı vardır ki,
köpek gibi havlıyor. Bir kısmı vardır ki, tavus kuşu gibi böbürlenerek yürüyor.
îşte mumasele-tin (benzerliğin) manası budur» demiş.
El Hattabi, Süfyan bin
Uyeyne'nin bu tevilini İstihsan ederek demiştir ki; sen hayvanlar ve
yırtıcılarla muaşeret ediyorsun. Onlardan sakın. Yani insanları hayvandan
yırtıcılara benzetmiştir.
Mücahid «Ancak sizin
benzerleriniz ümmetlerdir» âyetinin tefsirinde, onlar sınıflardır. Onların
isimleri vardır İsimleriyle bilinirler. Tıpkı bizim isimlerimizle bilinmemiz
gibi.
Bazı müfessirler,
«Onlar bilgide bizim gibidirler. Haşrolunacaklar. Cennette nimet görecekler.
Dünyada çektikleri elemlerin karşılığını görecekler. Cennet ehli onlarla
ünsiyet peydah edecektir)) demişler. Fakat bu tür tefsirler sıhhatli bir dayanağa
dayanmamaktadırlar.
En makbul tefsir
«Yaradılmakta, Sânia' delâlet etmekte, Sania' muhtaç olmakta, ve Sani'
tarafından rıışıklandırmakta bizim gibi ümmetlerdir. "Nasıl ki,
insanların nzıklan Allah'a aid ise, onların da rı-zıkları Allah'a aittir, tarzındaki
tefsirdir.
Bazı tefsirciler,
«kuşlar bir ümmettir, insanlar diğer bir ümmettir, cinler başka bir ümmettir
demişlerdir.»
Bu tefsir, el
Katade'den gelmiştir.
Es-Süddi «Onlar sizin
gibi ümmetlerdir, yani size benzer mahlûklardır demektir, dedi.»
îbni Ebi Hatim, îbni
Abbas tarikiyle rivayet eder: «Sonra Rable-rinin katında neşrolunacaktır»
âyetinin mânâsı, ölüm onlan Rableri-nin yanına toplayacaktır, demektir.»
İbni Cerir,
İsrail'den, o Said'den, o Mesruk'tan, o İkrime'den, o İb-ni Abbas'tan, «Hayvanların
ölümü onların haşri demektir.» diye rivayet etti.
Bazı görüşlere göre
(tonlar da kıyamette insanlar gibi haşroluna-caklardır. Çünkü Cenab-ı Hak,
«Vahşiler haş rol unduk lan zaman» (Tekvir: 5) buyuruyor.
îmam Ahmed, Ebu Zer
tarikiyle rivayet eder: Resûl-i Ekrem, tos-laşıp vuruşan iki koyun gördü:
«Ey Eba Zer! Bunlar
niçin dövüşüyorlar biliyor musun?» «Hayır, bilmem.»
Resûlullah:
«Fakat Allah niçin
dövüştüklerini biliyor ve aralarında hükmedecektir.» dedi.
Hadisi Abdurrezzak,
Ma'mer'den rivayet etmiştir. Başka bir rivayette Ebu Zer:
«Resûlüllah bizi
terkettiği zaman, göklerde uçan kuşun evirip çevirdiği kanatlarından da bize
bir bilgi vermişti» diyor.
îmam Ahmed'in oğlu
Abdullah babasının Müsnedinde Hz. Osman tarikiyle rivayet ediyor: Resul-ü
Ekrem:
«Boynuzsuz hayvan için
kıyamet gününde boynuzlu hayvanlardan intikam alınacaktır.» dedi.
Ebu Hüreyre bahsimizin
konusu olan otuz sekizinci âyetin tefsirinde:
Bütün mahluklar
kıyamet gününde haşrolunurlar. Hayvanlar, yürüyen canlılar ve kuşlar dahil,
hepsi bir araya gelirler. O günde Allah'ın adaletine erişecekler. Allah'ın
adaleti o gün, boynuzsuz hayvanın hakkını boynuzlu hayvandan alacak şekilde
tecelli edecektir. Bundan sonra Allah, insandan başka diğer canlılara «Toprak
olunuz» diyecektir. Bunun için kâfir: Ey kavm! Keşke be nde toprak olaydım» diyeceklerdir.
[66]
(38)
«Kitabta hiçbir şey ihmal etmedik...» Bu cümlenin tefsiri: Bazı tefsir
âlimleri: kitabtan maksad, levhil mahfuzdur diyorlar. Yani levhil mahfuzda bütün
olaylar, en incesinden en kabasına kadar, en hurdasından en belirginine kadar
tüm hadiseler yazılmıştır.
Bazı tefsirciler de
«kitabtan maksad, Kur'an'dır» demişlerdir. Yani din hususunda hiçbirşeyi
terketmedik, hepsini Kur'an'da müdellel olarak zikrettik. Kur'an açık veya
mücmel bir şekilde ona delâlet eder. Bu mücmelin açıklanması ya Resûlüllah'tan
(Hadisten) alınır. Veya icmaı ümmetten veya Kur'an'ın nassıyla sabit olmuş
kıyastan alınır. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir âyette, «Kur'an'ı senin üzerine her
şeyin übyam —açıklayıcısı— olarak indirdik» (Nahl: 89) buyuruyor. Başka bir
âyette: «Senin katına zikri indirdik ki, sen insanlara onlar için indirileni
açıklayasın.» (Nahl: 44). Başka bir âyette, «Resul size ne getirirse, onu
sımsıkı tutunuz. Resul sizi neden nehyederse ondan sakınınız:) (El-Haşır: 7)
buyurulmaktadır. Başka bir âyeti celilede de, «Bugün sizin için dininizi kemale
erdirdim» (el-Maide: 4) buyurulu-yor.
Görüldüğü gibi, bu
tefsirden sadece dini emir kitabta tamamen zikredilmiştir mânâsı çıkıyor. Bu
izahat el Kûrtubi'nin tefsiridir.[67]
Bu âyetin tefsirini,
büyük tefsir âlimi, el-Alûsi şöyle izah eder:
«Kitabdan maksad,
Kur'an'dır. Bu tefsiri el Belhi de seçmiştir. Bir cemaat ta böyle demiştir.
Çünkü Kur'an'da insanoğlunun muhtaç olduğu din veya dünya emrinin tamamı
zikredilmiştir. Belki başka şeyler de ya mufassal veya mücmel olarak
zikredilmiştir. Binaenaleyh İmam Şafiî'den rivayet ediliyor: «Din hususunda
herhangi bir kimsenin başından bir mesele geçerse mutlaka o Allah'ın kitabında
vardır.»
Buhari; İbni Mes'ud:
«Allah, dak yapan, tüyleri yolduran, dişlerinin arasım güzellik için açıp
eğeliyen ve Allah'm yaradılışını bozan kadınlara lanet etmiştir.» hadisini
rivayet ettiğinde bir kadın: «Niçin?» diye sordu.
İbni Mesud:
«Resûlüllah'm lanet ettiğine ben neden lanet etmeyecek misim? Bu durum
Allah'ın kitabında vardır.» deyince:
Kadın: «Vallahi,
Kur'an'm iki kapağı arasındaki âyetleri okudum. Senin dediğini orada görmedim»
diye itiraz etti.
İbni Mesud: «Eğer sen
gerçekten onu okumuş olsaydın onu bulacaktın. Sen Cenab-ı Hakkın, «Peygamber
size ne getirirse onu sımsıkı tutunuz, sizi neden nehyederse ondan sakınınız»
(Haşir: 7) dediğini okumadın mı?»
Kadın: «Evet, okudum»
deyince İbni Mesud: «İşte Resulü Ekrem bu işi yasaklamıştır)) dedi.
İmam Şafiî bir
defasında Mekke'de:
«Hangi meseleyi benden
sorarsanız sorunuz onun hakkında Allah'ın kitabından size haber vereyim»
dedi. Bunun üzerine İmam
Şafiî'den soruldu:
«thramlı bir kimse
eşek ansım öldürürse, onun hakkında hüküm nedir?»
«İhramlı o arıyı öldürecektir
(hiç bir zararı yok), cevabını verdi. Ve bu cevabın Kitabda oluşuna, İbni
Mes'ud'un istidlali gibi Cenab-ı Hakkın «Resûlüllah neyi getirirse onu tutunuz.
Sizi neden sakmdınrsa ondan salanınız» âyetiyle istidlal etti ve: «Resulü Ekrem
bunu getirmiştir. Binaenaleyh bu Kur'an'da gelmiş sayılır» dedi.
İbni Cerir, İbni
Ebi-Hâtim, îbni Mesud'dan rivayet ettiler:
«Bu Kur'an'da her ilim
indirilmiştir. Bizim için her şey bu Kur'an'da açıklanmıştır. Fakat bizim için
Kur'an'da açıklananın tamamını kapsamaya ilmimiz yetişemiyor.»
Ebu Şeyh «Kitab ul
Azame»sinde Ebu Hüreyre'den Resûî-ü Ekrem'den rivayet ediyor:
«Cenab-ı Hak (celle ve
âlâ) eğer haşa herhangi bir şeyi gafletle
bırakmış olsaydı, zerreyi, hardaleyi, sivrisineği gafletle bırakmış olacaktı. Oysa
onlardan bahsedilmiştir.»
îbni Abbas (R.A.):
«Eğer devemin yuları
kaybolursa onu Allah'ın kitabında bulurum» dedi.
El Mersi:
«Kur'an geçmişlerin ve
geleceklerin ilimlerini derlemiştir, öyle M, hakikat ta onu ilim yönünden
kapsayan onunla konuşan (Allah) dır. Sonra Resûlüllah'tır. Resûlüllah da
Allah'ın zatına tahsis ettiklerinin haricinde olan lan bilir.» demiştir.
[68]
Bazılarından dinledim
(Mesuliyet onların boynuna olsun):
Şeyhi Ekber Muhiddin
bin Arabi, bir gün merkebin sırtından düşmüş, ayağı burkulmuştur. Halk
gelerek" onu markebe bindirmek istemişler. Biraz mühlet veriniz, demiş.
Ona biraz mühlet verdikten sonra onlara kendisini eşeğe bindirme iznini
vermiştir. Kendisinden bu durum sorulmuş:
«Niçin, evvelâ, biraz
durunuz dediniz, sonra izin verdiniz?»
Demiş ki: Ben Allah'ın
kitabına müracaat ettim. Baktım ki bu olay, (yani benim eşeğin sırtından düşme
hadisem) Fatiha sûresinde zikredilmiştir.»
Fakat bu söz öyle bir
durumdur ki, bizim aklımız buna ermez.
Bazı âlimlerin, Fatiha
sûresinden Osmanoğullanndan gelen sultanların isim ve hallerini çıkarmaları ve
saltanatlarının müddetini istihraç etmeleri de bunun gibidir. Bunlarda
herhangi bir garabet yoktur. Çünkü Fatiha, kitabın anasıdır. Her acaib olan
emri doğurabilir. İşte bu tefsire binaen âyetteki «ŞEY» kelimesini, kendisine
beşerin ihtiyacı olan tevhid ve teklif delillerine hamletmeye hacet kalmıyor.[69]
El Mennar sahibi,
«Böyle bir tefsir, sahabi ve tabiîn âlimlerinin hiçbirisinden gelmediği gibi,
selefi salihinin hiçbirisinden nakledilme-miştir. Ve akli selim sahibi bir
kimse de böyle bir şeyi kabul etmez.
Ancak ölmüş insanların
eserlerine yazmış oldukları hsrşeyi akıl
kabul etmese ve o hususta nakil yoksa ve lügat da delâlet etmese dahi kabul
edenler, bunu kabul ederler. Aksine selef imamları Kur'an'ı Kerim, zaruri
ibadetlerin ahkâmının bütün dallarını nassın delâlet ve fehvasiyle
kapsamamaktadır. Ancak Kur'an Resûlüllah'a tâbi olmanın farz olduğunu ispat
etmektedir. îşte bu münasebetle sünnette sabit olan herseye Kur'an delâlet
etmiş oluyor. Ve böylece Kur'an sahih kıyasın kaidelerini ispat etmiş oluyor.
Böylece Kur'an o kaidelerin bütün dallarını kapsayıcı oluyor. Dinin bütün
emirleri bu dallar ve ferd-lere dahildir. îbni Arabi'den rivayet edilen
hurafeye halkın yanaşması, «Gulam Ahmed el Kadîyanî» gibi Hindistan Meşinini
ortaya çıkardı. O da meşhur Fatiha tefsirini yaptı. Ve «Bu benim Mesih-i
Munta-zar olduğuma delâlet eden mucizemdir!.» dedi. Bütün bunlar lağv ve
hezeyandır. Bunların en garibi de Kadîyani'nin «Errahman» kelimesi, Resulü
Ekrem, Resuller sonuncusu olan Hz. Muhammed'in, Errahim kelimesi de banim
peygamberliğime delalet eder» demesidir.
[70]
Burada bir iki noktaya
işaret etmek istiyorum:
1- El Menar
sahibi, sanki Alûsİ, tbni Arabi'den rivayet
edileni kabul etmiştir gibi bir havaya kapılır ve Alûsi'ye taanda
bulunur. Bu, haksızlıktır.
2- îbni
Arabi'den gelen rivayet gibi bozuk tefsirler ve Kur'an hakkında ileri sürülen
bozuk fikirler, gerçekten bozuk ve akidesiz kimselerin piyasaya çıkmasına
vesile olmuştur. Fakat Kur'an'm kapsayıcı olmadığını iddia etmek de büyük bir
felâket ve aynı türden bir bozukluğa vesile olacağını kanaat ediyorum. Evet
kanaatim budur. Hülasa: Ayette zikredilen «El-Kitab», bazılarına göre «levh-i
mahfuz»dur. Bazılarına göre Kur'an'dır. Bazılarına göre
Allah'ın ilm-i ilâhisidir. Çünkü Allah'ın ilm-i ilahisi her şeyi ihata
edicidir. Ona «kitab» denilmiştir. Çünkü kitaba yazılanın unutulmadığı gibi
onda sabit olan unutulmaz.
Tantavi gibi bazı
müfessirler, ve zatların, Kur'an sanki bir Botanik kitabı imiş, veya Biyoloji
kitabı imiş gibi bir hava verdirmesi de
daha önce söylediğimiz gibi pek
uygun düşmemektedir. Her hal-ukârda Allah daha iyisini bilir. Şüphemiz yoktur
ki Allah Kur'an'a hizmet edenlere halis niyetlerine göre mükâfatlarını
verecektir.[71]
«Yerde yürüyen ve
kanadıyla uçan hiçbir kuş ve hayvan yoktur ki sizin gibi ümmetler olmasın»
âyetinden bazı kimseler «Bütün hayvanların da natık nefisleri vardır. Tıbkı
insan Ferdlerinin nefsi natıkaları olduğu gibi... Nitekim bazı sofular ve
İslamcı olan bazı hekîm'ler buna kail olmuşlardır. Eş-Şaranî «El Cevahir
ve-ddurer» kitabında bunu ispat etmek için bir takım deliller zikrediyor.
Onlardan birisi şudur: Resûl-ü Ekrem hicret ettiği zaman, Ensar-ı kiramın her ileri
geleni onun devesinin yularına yapıştığında:
«Onu bırakınız.
Şüphesiz o memurdur. Yani Allah tarafından emr
almıştır» dediği
hadisidir. Bundan istidlal etmek şöyle oluyor:
Resûl-ü Ekrem devenin
memur olduğunu söyledi. Emri, ancak nefsi natıka yani akla şahib olan bir kimse
anlar. Madem ki sabit oldu ki, devenin nefsi natıkası vardır, öyleyse başka
hayvanların da nefsi natikalan vardır. Çünkü bu deve ile diğer hayvanlar
arasında fark vardır diyen hiç kimse yoktur. Bu delillerden birisi de bal
ansında görülen durumdur. Zira an bal peteklerini kendisi yapıyor. Örümceklerde
görülen haldir. Dikkat etmez misin ki sinekleri avlamak için nasıl tuzak
kuruyorlar? Karıncaların hareketi ve bozulmayacak şekilde kışlık erzaklarım
depolamalandır. Bunlann hepsi, bahsi geçenlerde nefsi natıka olduğunun
delilidir» diyor.
Bazıîan da, meşhur
karınca, Hz. Süleyman'la konuştu. Çünkü Allah o durumu bize Kur'an'mda haber
veriyor. Bu hakikatlere ancak âlimler varabilirler. Meselâ: Koyun kurttan
korkuyor. Halbuki kurtu görmemiştir. Bütün bunlar, delil edinmekten ve
araştırmaktan ileri geliyor. Delil edinmek ve araştırmak ta natık nefislere
sahib olan canlıların işidir. Meselâ: Öğretilmiş Arslan bakıcısını
parçalamıyor. Bu da, menfaat inancına ve iyilik marifetine bağlıdır. Böyle bir
bilgi de nefsi natık sahiblerinin şânındandır!.
Bütün bunlardan daha
garibi, Şarani, şeyhi «Aliyul-Havas» (K.S.) dan
rivayet ediyor: «Bütün hayvanlar Allah'ın
ehilleri katında mükelleftir. Ama perdeli insanlar bunu sezemezler!..»
Sonra şöyle devam
etti: «Hiçbir ümmet yoktur ki, onun içinde bir peygamber gönderilmesin» (Fatir:
24) âyeti bunu teyid ediyor. Cenab-ı Hak, bu âyette «ümmet» kelimesini nekire
olarak zikretti. «Nezir» (peygamber) kelimesini de nekire olarak zikretti.
Öyleyse sair hayvanlar da, bu ümmetlerden bir veya birkaç ümmettir. Bir de
İbni Abbas'-tan rivayet edilmiştir ki, «ümmetlerde olan herşey bizde de vardır.
Hatta onların içinde benim gibi bir İbni Abbas da vardı.»
«El
Ecvibetul-Merdiyye» adlı kitabta «Onların içinde peygamberleri vardı»
denmektedir.
El-Cevahir'de «Onların
peygamberlerinin onların cinsinden veya başka cinslerden olması mümkündür»
diyor.
Şaranî, şeyhinden, o
da bazı zatlardan hikâye ediyor:
— Allah'ın sapıtmış
kulunu «yoksa sen onların çoğunu işitir ve aklını kullanır mı sanıyorsun? Onlar
ancak hayvanlar gibidirler. Hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın ve
sapıktırlar.» (Furkan, 44) âyetinde hayvana benzetmesi, hayvanlarda bir nakise
olduğundan ileri gelmiyor. Ancak bu teşbih, hayvanların Allah hususundaki
ilimde kâmil mertebsli olduklarını beyan etmek içindir. Öyle kâmildirler ki,
onun hakkında hayrete düşmüşlerdir. Teşbih (benzeyiş) hakikatta hayrete vaki
olmuş oluyor. Hakkında hayrete düşülende değil. Öyleyse hayret yönünden Allah'ı
bilen âlimlerden daha şedidi yoktur. Binaenaleyh Rablerini bilen âlimlerin
varmış olduğu en yüce mertebe, hayvanların bu hususdaki başlangıç noktasıdır.
O başlangıç noktası ki, hayvanlar onun aslından başka noktaya nakletmezler.
Fakat Cenab-ı Hakkın uluhiyet sânlarının nakliyle, hayvanlar, o asim sânlarında
nakledip duruyorlar. Fakat asıldan nakletmezler. Bunun için Cenab-ı Hakkın bu
kavimden vasıflandırdıkları yol bakımından hayvanlardan daha sapıktırlar. Çünkü
bunlar hayretten, fikir yoluyla çıkmak istiyorlar. Oysa bu mümkün değildir.
Hayvanlar ise bunu bildikleri için böyle bir hayretten çıkış noktasını
aramıyorlar. Bu hayretin yanında (içinde) duruyorlar. Bu da onların Allah'ı
daha fazla bildiklerinden ileri geliyor!»
Eş Şehab, îbni
Münir'den nakletti:
Kim ki: «Behaim (hayvanlar),
nevam (haşarat) mükelleftirler.
f Onların cinsinden
onlara peygamberler gönderilmiştir» dese o, Cahiz ve benzeri gibi, kendilerine
güvenilmez mülhidlerdendir. Böyle söyleyenin küfre girdiğine dair birçok
fakihlerden nass (kati, hüküm) vardır. Yani birçok fakihler böyle söyliyenin
küfrüne hükmetmişlerdir. Kıyamet gününde hayvanlara tatbik edilen cezaya
gelince; bu ceza fakıh-
l ların katında teklif
cezası değildir. Bununla beraber, bazı âlimler; hayvanların kıyamet gününde
haşredilmeyec eklerini savunurlar. Haşre delâlet eden âyet ve hadislerin
zahirlerini tevil etmişlerdir. İbni Ab-bas'tan nakledilene gelince; onun aslı
yoktur. Ayetteki misliyet (benzerlik)
bunların hiçbirisine delâlet etmez.
Sofuların «vücudda
herşey diridir, idrak edicidir. Kitabı fehme-der. Hayvanların elem duydukları
gibi elem duyarlar. Hayvanların ce-madattan fazla yönleri ancak şehvetle olur
demişler ve bu hususta şuhuda yaslanmışlardır. Çoğu kez de, şu âyetle «Onu övgü
ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ancak siz onların teşbihlerini kavrayamıyorsun
uz. Şüphe yoktur ki, o, halim olandır, bağışlayandır.» (El İsra, 44). Ve buna
benzer âyet ve hadislerle istidlal etmişlerdir. Bu istidlal-ları, zahir ehlinin
katında en garip bir istidlaldir.[72]
Alimlerin
ekserisi «Ayette bahsi edilen bu teşbih,
hal ve mânâ R teşbihidir, kali teşbihi
değildir. Yani onların varlıkları bu mânâyı ifade eder. Yoksa dilleriyle bunu
söyler demek değildir» dediler. Bunun benzeri, «uzun zaman uykusuzluk ve
yorgunluktan devem bana şikâyet etti.» «Havuz doldu ve bana yeter dedi» gibi
sözlerdir.
Cemadatın bazılarından
KAL (söz) teşbihi sadır olmuştur. Meselâ: Resulü Ekrem'in mübarek elinde taş
teşbih etmiştir. Bu, Cenab-ı Hakkın o anda o taşda yaratmış olduğu idraktan
ileri geliyor.
Hayvanların görünür
bir takım garib sanatlarına gelince, Şeyhur-Reis'in dediği gibi, istinbattan
(yani aklı kullanarak bir meseleden bir hükmü çıkarmak) kıyastan (yani daha önceki ümmetlere kıyas
ede-
Reşid Riza, El
Menar'mda Alûsi'nin bu kelâmını naklettikten sonra şöyle diyor:
Tenasüh mezhebine
gelince; o, hurafî usturelerdir. Şiiri hayallerden doğmuştur. Ona dalıp bâtıl
olduğunu beyan etmek suretiyle vaktimizi ziyan etmeyeceğiz. «Hayvanlar için
natık nefisler vardır» diyenlerin sözlerine gelince; eğer bundan insan nefsi
gibi, bir nefsi kasterek yapmaktan) ileri gelmiyor' Belki bir ilahm ve teshir
etmekten ileri geliyor. Bunun için hayvanların bu sanatları değişmez ve
çeşitlenmez. Yani onbin sene önce arının petek yapışı ne ise, bugünkü yapışı
da odur.
Pelekî hareketle
nateze gelince, o bizim kaidelere binaen varid değildir.
Öğretilmiş aslanın
sahibini parçalamamasına gelince, o İnançtan ileri gelmiyor. Belki orada nefsî
ve başka bir heyet vardır. O da şudur: Har hayvan tab'an hoşuna gideni sever.
O, arslana yediren şahıs da, arslanın katında mahbub olur. Bu da, arslanın onu
parçalamasına mani olur. Çoğu kez böyle bir ariz durum, ilâhi bir ilhamdan da
gelebilir. Çünkü Cenab-ı Hak her hayvana yavrusunu sevme duygusunu vermiştir.
Bazı hayvanların üzerine gelen korku da bu tarz üzerine ce-vablandmlabilir. Bu
hususta uzun uzadıya konuşmuşlardır. Ben şahsen «Hayvanların natık nefisleri
vardır» demekte herhangi bir mani görmüyorum. Ancak Hayvanların natık nefisleri
idrak yönünden insan ferdlerindeki tefavuta göredir. Bununla beraber hayvanın
nefsi natıkası nasıl olursa olsun idrakinde ve tasarrufunda insanoğlunun vardığı
hedefe varamaz. Buna dair birçok delil vardır. Ve bunun karşısında kesin bir
delil de yoktur ki, bunları onun için tevil edelim.
Birçok kimseler
«Hayvan Babbini tanır» demişlerdir. Ama «Hayvanlara cinslerinden peygamberler
gönderilmiştir}) görüşüne gelince, ben, buna ne evet derim ne de böyle diyen
kâfir olmuştur derim. ^
Cemadatm diliyle idrak
sahibi olmalanna«geHnce, bu da aklın ötesinde bir tavırdır. Allah herşeye
kadirdir. Alim ve Habir ancak Allah'tır.
[73] derse, bunun tesbiti, bu nefsin hakikatini
bilmeye bağlıdır. Bunu bildiğini iddia eden kim var? Davasını nasıl ispat
edecektir? Azıcık hayvan ilmiyle meşgul olan bir insan hayvanın bazı
nevilerine bir takım idraklann verildiğini, onların bazılarıyla insanların
idraklarından daha üstün bir makama çıktıklarını inkâr edemez. Fakat bu, dar
sahalara sıkıştırılmıştır. Çünkü bu hayvan, ancak ferdîhayatını onunla korur.
Veya nev'i hayatını korur. Bu ise dar ve hududludur. Beşerin idraki ise, onun
çeşitleri, sayılmayacak kadar çoktur. Fertleri çoktur. Beşerin ilmî istidadi
herhangi bir hadle hududlandırjlmış değildir. Çünkü beşer herhangi bir hududla
hududlanmayan bir hayat için yaratılmıştır. O da ahiret hayatıdır.
Akılsız hayvanların
mükellef olmaları davasına ve onlardan her ümmetten, her guruptan peygamberler
gönderilmesine gelince; buna ne akıl, ne de nakil delâlet eder.
Cenab-ı Hakkın
«Şüphesiz biz seni müjdeci ve uyarıcı olarak gerçekle gönderdik. Geçmiş her
ümmet içinde de mutlaka bir uyarıcı bu-lunagelmiştir» (Fatır, 24) âyetine
gelince; bu âyet beşerden bahseden kelâmın siyakında nazil olmuştur.
Cemadatm hayatına
gelince; bu, ilk ve sonradan gelmiş felsefecilerin, tabiatçılar ve
kimyacıların bazılarından nakledilmiştir. Bunların bu hususlar üzerine ilmî ve
deneysel delilleri vardır. Bunun beyanı hayatm tarifine bağlıdır. Hayatın
gıdalanmak, gelişmek, doğurganlık, ölüm gibi yönlerini ve özelliklerini
bilmeye bağlıdır. O cema-datlarda, hassaten onlarla tabi'leşmiş cisimlerde onun
bir nebzeciği vardır. Fakat bizim şeyhimiz hayatın bütün alemde yaygın olduğuna
kanaat ederdi.[74]
(39) «Bizim
âyetlerimizi yalanlayanlar sağır, dilsiz ve karanlıklardadırlar...»
Bu âyetteki,
âyetlerden maksat, Kur'an'dır. Veya Allah'ın diğer delilleri, yani kevnî
âyetlerdir. Güneşin doğması, yıldızların parlaması, bitkinin bitmesi, suların
akması, yağmurun yağması, dolu ve karlann düşmesi gibi... Tabiidir ki, Kur'an
da, bunların başında geliyor. Bunu inkâr
edenler, bunları yalanlayanlar, sağır ve dilsizdirler. Yani bazıları sağır,
bazıları dilsizdir. Yani sağırlar ve dilsizler gibidirler. Ne âyetleri
kalblerine tesir edecek şekilde dinlerler, ne de hakkı konuşmaya muktedirdirler.
Ve bunun için de peygamberin davetine icabet etmezler. Bunun için de âyetler
hakkında dediklerini dediler. Onlar küfrün karanlıkları ve çeşitleri
içindedirler. Veya cehaletin, inadın ve batılı taklidin karanlığı içindedirler.
Ali el-Cübai'den nakledildi:
«Bu âyetteki zulmetlerden, (karanlıklardan) murad, âhiretin karanlıklarıdır.
Bunlar âhiret gününde böy-Iedirler. Bunlara dünyadaki küfürlerinin karşılığında
ceza olacaktır, veya onların cehaletlerinde, ilimlerinin azlığında ve
anlayışlarının kıt-lığmdaki meseleleri, sağır ve dilsizin meselesi gibidir.
Bununla beraber o zulmet içerisinde görünüyor. Böyle bir kimse yolu nasıl
seçebilecektir? Veya nasıl hayretten çıkabilecektir?
Bu âyet, tıpkı El
Bakara sûresinin şu âyeti gibidir: «Onlar çevresini aydınlatmak için ateş
yakan kimseye benzerler id, Allah ışıklarını yokedince onları karanlıklar
içinde görmez bîr halde bırakmıştır. Sağırdırlar, dilsizdirler. Ve kördürler.
Bu yüzden doğru yola dönemezler.» (El Bakara: 17-19).
(39) «Allah
kimin saptırmasını dilerse onu saptırır. Kimin hidayetini dilerse onu dosdoğru
bir yol üzerinde kılar...»
[75]
Bu âyeti celîle, ehli
sünnetin «küfür ile iman Allah'ın iradesiyle-dir. İrade murattan tehalluf
etmez» hükümlerinin delilidir. Keşşaf sahibi fâsıd akidesinin yırtığını
yamalamak için buradaki YUDLİL'in mânâsı, onu mahrum ederse, ona lütfetmezse;
«Yec'alu»nun mânâsı ise, ona lütfederse şeklinde tevil etmiştir. Ondan başkası
da; kıyamet gününde Allah kimi cennet yolundan saptırmak isterse onu saptırır.
Kimi dilerse onu müslümanlann sülük edip cennete gittikleri yola hidayet
eder.» dedi. Fakat bu tevil ve tefsirin de durumu gördüğün gibidir.
(40) «De ki:
Sizi gördün mü? (Haber ver) Eğer Allah'ın azabı veya saat (kıyamet) size
gelirse, acaba Allah'dan başkasını mı çağıracaksınız?...» Bu âyetin tefsiri:
Bu emir, Resulü
Ekrem'edir. Ta ki, onları sustursun. Onların ağızlarını inkâr edilmeyecek
şekilde taşlarla doldursun.
Ebul Baka ereeyte
kelimesindeki «TA» fail zamiridir. Ondan sonra gelen «kef» hitab
harfidir. Tekid için getirilmiştir. «Küm» deki «kef» isim değildir. Çünkü isim
olursa ya mecrur okunması gerekir, oysa harfi cer yoktur burada. Veya merfu
okunması gerekir. Oysa «kef» merfu okunan zamirlerden değildir. Ve bunu
gerektiren de yoktur. Veya mensup okunması
gerekir ki bu da üç yönden batıldır:
1) Bu fiil
kalbî bir fiildir. Bilgi mânâsını taşıyor. Ve iki meful alır.
2) Eğer
«küm» deki «kef» zamiri meful olursa, manen failin aynısı olması lâzım gelir.
Oysa mânâ, bunun üzerine değildir.
Çünkü gaye burada «Sen kendi nefsini gördün» demek değildir. Belki «Sen
başka sim gördün» demektir.
3) Eğer
«küm» deki «kef» meful olsaydı tes-niye ve cem'in alâmeti belirgin olmalıydı.
Bu ise ancak «TA» dadır. Nitekim «ereey tuma kuma - ereey tumu kum - ereeytu künne» deniliyor.
Kûfe'lilerin şeyhi «el
Kissaî:» «ta» fail zamiridir. Onun arkasında gelen hitab edatı ise mef
uli-evvel (birinci me'ful) yerindedir.
Ferra «TA» hitab
harfidir. Ondan sonra gelen «küm» zamiri merfu' yerine fail olmuştur. Bunlar
nasb zamirleridir, refi zamirlerinin yerinde kullanılmıştır» diyor.
Bu husustaki konuşma
nahiv ilminde uzun uzadıya tefsil edilmiştir. Fakat müdekkiklerin katında
muhtar, Basra'lüann tevilidir. Yani «TA» zamirdir. Küm'deki kef harfi hitabtır,
isim değildir.
Ayetin başında gelen
«ereeytekum»un mânâsı, «Bana
haber | veriniz» demektir. Nitekim bu
madde Kur'an'ın birçok âyetlerinde bu mânâda kullanılmıştır. Hatta bazıları
«Ruyet» maddesinin mânâyı aslısı tamamen terkedilmiş, «Bana haber veriniz»
mânâsında, sanki asıl mânâsı imiş gibi kullanılmıştır. Nitekim
«Benim üstümde müşerref S
kıldığın bu kimseden bana haber verir misin?»
(El-İsra: 62) ve nitekim
«Havasını mabud edinenden bana haber verir misin?» (El-Fır-kan: 43). Ve nitekim «Allah'tan
başka çağırdıklarınızdan bana haber verir misiniz?» (Eş-Şuara: 75) âyetlerinde
«Ereeyte» «Ehbirni - Ehbi-runi) Bana haber ver, «Ereeytum» bana haber veriniz
mânâsına geldiği gibi.
Ayetin mânâsı «Ey
Resul! Şu yalanlayan müşriklerden sor. Bana nefsinizden haber veriniz.
Taptıklarınızla beraber sizin haliniz nice olacaktır?» Yani bunlar hususundaki
reyinizden, ilminizin vardığı noktadan bana haber veriniz. Eğer Allah'ın,
sizden önceki peygamberlerin kavimlerine gelen şiddetli ve serserice esen
rüzgârlar, çakan şimşekler, herşeyi altüst eden yer sarsıntısı her şeyi boğan
tufan sulan, her şeyi ; yakan zulmetin (karanlığın) harareti, kıyametin
mukaddimeleri (dehşetleri), veya haşrden sonraki rezaletler ve azablar size
gelirse, siz bu durumlarda Allah'tan başkasını mı çağıracaksınız? Yoksa bu
durumlarda Allah'tan başkasına mı iltica edeceksiniz? Eğer bu ortakların
AUahlığındaki iddianızda, ve bu ilâh edinmiş olduğunuz ortaklar hususunda,
«Bunlar bize şefaatçi olacaklardır» diye iddia ettiklerinizde doğru iseniz veya
doğruluk sizin durumunuzdan ise, bana haber veriniz: Bu iki emir size
geldiğinde siz Allah'tan başkasını mı çağıracaksınız?»
Bazıları: haberin
bağlandığı nokta mahfuzdur. Aystin takdiri şudur: Bana haber veriniz, eğer
bahsi geçenler size gelirse, kaldırmak için kimi çağıracaksınız? Yoksa
özellikle Allah'tan başkasını mı çağıracaksınız? Tıpkı genişlikde olduğu
gibi... Veya sadece Allah'ı çağırıp daha önce ortak koştuklarınızı unutacak
mısınız? Cenab-ı Hak bu sualden sonra onların fıtratının iktiza ettiği tarzda
onlara cevab vererek buyurdu:
(41) «Hayır,
ancak onu çağıracaksınız. Eğer dilerse sizin çağırdığınız nesneyi kaldırır O.
Siz, o zaman ortak koştuklarınızı unutacaksınız.» Yani o halde Allah'tan
başkasını çağıramazsınız. Ne tek olarak ne de Allah'la beraber çağıramazsınız.
Ancak ve ancak onu çağıracaksınız. Eğer o dilerse, sizin kaldırılmak
istediğinizi kaldırır. Çünkü o kadirdir, diğer kullar kadir değildir. Şu anda,
dünyada ona ortak koştuklarınızı, şefaatçılarmızı ve batıl mâbudlannızı
unutuvereceksi-niz. Çünkü darlığın ve ümitsizliğin şiddeti anında Allah'a sığınmak, beşerin fıtratında gizli bir varlıktır. Nitekim aç
olan bir insan zorunlu olarak gıdayı arzular. Nefis onu ister işte bu da, onun
gibidir. Fıtratı tamamen bozulmamış, çamurdan gelen sefaveti son derece kokmamış
kimseler, din meselelerinde batıl talimlerin kurbanı olamazlar.
(41) «Ortak
koştuklarınızı unutuyorsunuz.» Bu cümlede ki unutmak, terketmekten mecazdır.
Yani siz Allah'a ortak koştuğunuz putları tamamen bırakırsınız demektir.
Muhtemel ki buradaki unutmak gerçek unutmak olsun. Çünkü kıyametin dehşetinden insanoğlu gerçekten onları
unutur. Hiç kimsenin kalbine gelmez, insanoğlunun o dehşetten ötürü Allah'ı da
unutması gerekmez. Çünkü şiddetlerde Allah'ı anmak, mutad bir şeydir.
(42) «And
olsun, senden önceki ümmetlere peygamberler gönder' dik. Onları açlık ve
felâketlerle yakaladık...»
Bu âyet, başlıbaşına
bir kelâmdır. Müşriklerden bazılarının azab geldiği zaman, dahi Allah'ı çağırmıyacağını
haber veriyor. Çünkü sapıklığa o derece dalmışlar ki, artık menedici ve
uyarıcı dersler onlara hiçbir faide vermez. Tenzili (Kur'anî) dersler onlara
faide vermediği ve tesir etmediği gibi, kevnî dersler de tesir etmez ve faide
vermez!...
Ayette bahsi geçen
«el-be'sâ» savaş ve meşakkat demektir. Zaten «Bes», harpteki şiddet, korku,
şiddetli azab, kuvvet ve şecaat demektir.
Rağib «Buüs, bees ve
be'sa şiddet, hoşa gitmeyen hadiseler demektir» diyor. Ancak buüs fakirlik ve
harpte daha fazla kullanılır. Bees ile be'sa, gelen cezada kullanılır. «Derraa»
kelimesi ise, «Darr» kökünden gelir. Yarar'ın tersidir. Kıtlığa, eziyete ve
kötü hale ıtlak olunur. Sürür kökünden gelen «serra» ise bunun tam tersidir.
İbni Cerir buradaki
Be'sa'ı şiddetli, fakirlik, maişette darlık ile, Derrayı da hastalıklar ve
bedenlerde meydana gelen illetlerle tefsir etmiştir.
Errâzi, Hasan'dan
benzerini nakletmiştir.
Ebu Şehy, Said bin
Cübeyr'dan El-Be'sa devletin korkusu, niyetlerin artışıdır. Bu iki kelimenin
hakkındaki fikirler yaklaşık fikirlerdir. Fakat aralarında şu kadar fark
vardır: El Be'sa harp gibi, hariçte ister sebebi nefsî, ister bedenî, ister harici olsun nefsi üzen her şey
demektir.
Ayetin mânâsı:
«yemin-u-kasem ederiz, biz bazı peygamberleri senden önce bazı ümmetlere
gönderdik. O peygamberler o ümmetleri Allah'ın birliğine ve ibadetine
çağırdılar. O ümmetler de o peygamberlere icabet etmediler. Ve bundan dolayı
da harpler ve hastalıklarla denemek yönünden onları kıskıvrak yakaladık. Ta
ki, bu, onları îman etmeye hazırlasın. Çünkü beşerin tabiatına ve ahlâkına göre
böyle durumlarda Allah'a yalvarmak ve dua ile Allah'a sığınmak vardır. Çünkü
Allah'ın adet-i ilahisi odur ki şiddetli hadiseleri insanları terbiye etmeye
sebeb kılıyor. Mağrurlan gururlarından caydırıyor. Facirlerve fâsıklan,
fısku-fucurlanndan alakoyuyor. Fakat bazı insanlar şirk ve fışkın son noktasına
varır. Herhangi bir şiddet artık o noktadan onu koparıp alamaz. Onlara ibret
hiçbir faide vermez. Başkası onlarda tesir etmez. İşte (âyette bahsedilen
kimseler) onlar gibidir.
(43) «Neden
onlara azabımız geldiğinde yakanp yalvarmadilar? Fakat onların kalbleri
katılaştı. Şeytan onların bütün yaptıklarını onlara süslü gösterdi...» Bu
âyetin tefsiri:
îbni Cerir, bu
âyetteki «levla» kelimesi «hella» mânâsındadır, tahdid içindir. Cumhuri ulema,
«Ievla» nafiye (yani olumsuzluk harfidir der. «Bizim azabımızdan bu şiddet
onlara geldiğinde Onun acelece gelen öncülerini niçin görmediler? Onun
sonuçlarından niçin sakınmalıdır? Kİ onları kapsamadan önce yal varsaydılar
onu kaldırırdık. Veya bizim azabımız onlara geldiği zaman onlar korkmadılar ve
yal-varmadılar. Onların kalbleri taştan daha katı oldu. Bunun için de onda
hiçbir korkutucu hadise tesir etmedi. Şeytan vesveseler vermek suretiyle
onların işlemiş oldukları küfür ve günâhları, güzel gösterdi. Aba ve
ecdadlarının üzerinde bulunduğu mesleği süslü, gösterdi. Kendilerinden olan,
zahirde herhangi bir üstünlüğü görünmeyen bir kişiye itaat etmelerini çirkin
gösterdi.
[76]
(44)
«Böylece hatırlatmalarında kullanan vazu nasihati unuttular. Unuttukları zaman
üzerlerine herşeyin kapılarını açtık...» Bu âyetin tefsiri:
Onlar yapılan
vaz-u-nasihatı veya peygamberlerin emrettiğiyle amel etmeyi terkettiklerinden,
veya unuttuklarından veya unutulmuş gibi yaptıklarından herşeyin kapılarını
onların üzerlerine açtık. Rızkın genişliği gibi onlara birçok nimetler verdik.
Bu da, onları aldatmak için bir istidraçtı.
îmam Ahmed, Tabarani
ve Beyhaki, Akabe bin Âmr ın merfu hadisinden naklettiler:
«Allah'ın dünyada
günahlar üzerinde mukim olan kuluna verdiğini görürsen, bil ki, o, şüphesiz
bir istidraçtır, diyen Resulü Ekrem bu âyeti okudu...»
Hasan'dan rivayet
edildi. Bu âyeti dinlediği zaman:
«Kabe'nin Rabbine
yemin ederim, kavm aldatılmıştır. Onlara İhtiyaçları önce verildi. Sonra
aldandılar» diye haykırdı.
Bazı tefsirciler;
onları hüccet bakımından susturmak ve nedenleri izale etmek yönünden herşeyi
onlar için açtı demektedir, dediler.
Zahire bakılırsa
«fetehna» Fiili «lemma» edatının cevabıdır. İsterse «lemma» kelimesi, harf
olsun, isterse isim, şart mânâsı onda vardır. «fetehna» onun cevabıdır.
Evet bu hayır
kapılarının açılması, nasıl unutmaya sebeb olur yönünden müşkil görülmüştür,
cevab olarak denilmiştir ki; unutkanlık, istidarcın sebebidir, tstidarç ta
hayr kapılarının açılmasına bağlıdır. Bir şeyin diğer bir şeye sebeb olması,
ikinci şeyin bağlı olduğu şeye de sebeb oluyor.
(44) «Sonuç
olarak kendilerine verilenle sevindikleri zaman ansızın onları yakaladık...»
Bu âyetin açıklaması:
Yani kendilerine
verilen nimetlerle azgınlık yaptıklarından, nimeti verenin hakkını yerine
getirmediklerinden ötürü onları cezalandırdık ve onların üzerine azabı
indirdik. Tabii bu ansızın, (füc'eten) oluyor. Ta ki daha tesirli ve korkutucu
olsun. Böylece (44) «Onlar kurtuluş ve rahmetten ümitsiz oluverdiler.» Bu
tefsir tbni Abbas'tan rivayet edildi.
El Belhi, «Onlar zelil
ve boyunlarını eğmiş olurdular» demektir, dedi. Süddi, «mublîsun» kelimesi
iblas kökünden gelir. «îblas» yü^ zün bozulması
demektir. Bundan ötürü şeytana «îblis»
denilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak; onun yüzünü karartmış ve bozmuştur»
diyor.
Mücahitten: «îblas»,
üzülmek manasınadır.» diye rivayet edildi. Beyzavî sarihi Şahab, haşiyesinde
«İhlasın üç mânâsı vardır: Üzülmek, hasret ve ümitsizlik. Üç mânâ da birbirine
yakındır» diyor.
Rağib el-İsfehanî,
«îblas, ümitsizliğin şiddetinden doğan üzüntü demektir» dedi. Bu üzüntüye
uğrayan bir insan, çoğu kez sükût ettiği ve kendisi için mühim olan hadisleri
unuttuğu için ona «Filan adam iblas etti, yani sükût etti» deniliyor. Yani
onların gördüklerinin şiddet ve dehşetinden şaşkın olarak kala kalmışlardır.
Muhammed bin Nadr el
Harisi «Bu kavme yirmi sene mühlet verildi» diyor.
Hasan Basri «Allah'a
yemin-u-kasem ederim, insanlardan herhangi bir kimseye Allah geniş dünya
verirse, o da belki Allah beni bu dünya ile deniyor, ben dünya ile
kandırılıyorum diye korknıazsa, onun ameli eksik olur, reyi acizdir. Allah
dünyayı herhangi bir kuldan tutar, onu fakir yaparsa, o da onda kendisi için
hayır vardır sanmazsa onun ameli eksilir, reyi aciz olur» demiştir.
Haberde varid oldu.
Cenab-ı Hak Musa kuluna vahiy göndererek buyurdu:
«Ne zaman ki,
fakirliğin sana yönelip geldiğini görürsen, salih kimselerin şiarına, nişanına merhaba
de. Ne zaman ki zenginliğin sana yönelip geldiğini görürsen de ki bir
günahtır, cezası acelece tatbik edilmiştir.»
[77]
(45) Böylece
zulmeden kavmin kökü kurutuldu, sonucu kesildi Hamd âlemlerin Rabbine
mahsustur.»
(46) Onlara
de ki: Bana haber veriniz, (acaba) eğer Allah sizin kulağınızı ve gözlerinizi
alsa, kalblerinize mühür vursa, Allah'tan başka hangi mabud onu size geri
getirir. Bak âyetlerde nasıl tasarruf ediyoruz. (Evirip çeviriyoruz). Sonra
onlar hâlâ yüz çevirirler.»
(47) Onlara
de ki: Bana haber veriniz, eğer Allah'ın azabı size ansızın veya açıkça gelse
acaba zalim kavimden başka kim helak olur?»
(48) Biz
peygamberleri ancak müjde vericiler ve korkutucular olarak gönderiyoruz.
Öyleyse kim iman edip ve ıslah (hal) ederse, işte onların üzerinde korku
yoktur. Onlar üzülmezler.»
(49)
Ayetlerimizi yalanlayan kimseler var ya, işte onlara fâşıklıklarından ötürü
azab dokunacaktır.»
(50) De ki:
Ben size katımda Allah'ın hazineleri vardır demem, gaybı da bilmem. Size ben
meleğim de demem. Ben ancak bana vah-yedilene tâbi olurum. De ki: Hiç kör ile
gören bir olur mu? Acaba niçin düşünmüyorsunuz?»
(51)
Rablerinin yanına hasrolunmalarından korkanları onunla, (Kur'an'la) korkut.
Onlar için Rablerinden başka ne bir dostları, ne de bir şefaatçılan vardır.
Umulur ki onlar sakınırlar.»
(52) (Ey
habibim!) Sakın, sabah - akşam rablerini çağıran ve Rablerinin vechini,
(rızasını) dileyenleri kovma. Onların hesabından senin üzerinde hiçbir şey,
senin hesabından da onların üzerinde hiçbir şey yoktur ki bundan ötürü onları
kovup da zalimlerden olasın..»[78]
(45)
«Böylece zulmeden kavmin kökü kesildi...»
Bu âyetin ifadesi:
Onların soy ve soplan sonuçlandıi di. Onların yeryüzünde soyları kalmadı. Helak
oldular. Temelleri kazıtıldı» demektir.
«Hamd Alemlerin
Rabbine mahsustur» cümlesi, bazı tefsircilere göre, onları helak etmekten
dolayıdır. Yani zalimlerin ve azgınların köklerini böyle kesip yoketmekten
ötürü âlemlerin Rabbına hamd mahsustur.
[79]
Bazı tefsirciler, bu,
müminlerin Allah'a nasıl hamdedeceklerini talim eden bir cümledir. Bu âyeti
celîle, zulmün terkedilmesinin farz olduğuna delildir. Çünkü zulmün neticesinde
zulmeden kavmin sonu geliyor. Ahirette de daimi azaba gider. Aynı zamanda bu
âyet zalimlerin sonunu getiren zatın herkesin hamdine müstahak olduğunun delilidir...
Et-Tasti rivayet etti:
Nafi* bin Ezrak, İbni Abbas'tan sordu:
«Zulmeden kavmin
sonucu kesildi» âyetinden bana haber verir misin?»
İbni Abbas:
«Onların ardı kesudi.
Arkalarından gelen kökleri kurutuldu demektir» dedi.
îbn-ul-Erzak, İbni
Abbas'tan sordu:
«(dabir) kelimesinin
bu mânâya geldiğini araplar bilirler mi?»
İbni Abbas:
«Evet, Zuheyr'in
şiirinde dabir'in çoğulu «devabir bu mânâya gelmiştir» dedi.
Ayetten murad, onların
azabtan ötürü temelleri kazıtıldı. Geride hiçbir kimseleri kalmadı. Hepsi
gitti, demektir.
(46) «Onlara
de ki: Bana haber veriniz. Acaba Allah sizin kulağınızı ve gözlerinizi alsa,
kalblerinize mühür vursa Allah'tan başka hangi mabud onu size geri getirir...»
Bu âyet şöyle izah
edilmiştir Resulü Ekrem'in onlardan bunu sorması, onları susturmak
yönündendir. Yani eğer Allah sizi sağır ve kör yaparsa ve aklı sizden alır,
idraki sizden selbederse, acaba Allah'tan başka hangi ilâh, hangi batıl mabud
size bunların bir tanesini veya tamamını geri verebilir? Yani hiç kimse bu güce
sahib değildir.
(46) «Bak
âyetlerde nasıl tasarruf ediyoruz, (evirip çeviriyoruz)...»
Bu âyetteki, âyetler
tabirinden maksat, Kelbi'nin rivayetine göre; Kur'an âyetleridir. Acaba
Kur'an'ın bütün âyetleri mi, yoksa bu sûrenin başından buraya kadar olan
âyetler mi? Veya daha önce zikredilen âyetler midir? Bütün bu görüşler vardır.
Fakat en yakın görüş, sûrenin başından buraya kadar .olan âyetlerdir, diyen
görüştür. Çünkü o âyetlerde, Sâni'in varlığına delâlet eden, onun birliğine
burhan ve hüccet olan mânâlar vardır. Terğib, terhib, (uyarma, ve hatırlatma)
var. «Bak, ibret al ve hayrete dal» hitapları Resûlüllah'adır. Bazıları; hitaba
elverişli olan herkes içindir diyor. Ve bak bu âyetlerdeki evirme ve çevirmelerimize
ve tasarruf etmemize rağmen hâlâ onlarda etki yapmadı. Onlar, bu âyetle hâlâ
ikna olmadılar. Hâlâ Allah'ın mühletini tasdik etmediler demektir. Bu
âyetlerin evirilme ve çevirilmeleri her yönden onlara gelmek demektir. Bazan
terğib etmek şeklinde âyetlere dalış yapmak demektir.
(46) «Sonra
onlar hâlâ yüzçevirirler...»
Bu âyetteki «yasdifun»
tâbiri, İbni Abbas, Hasan Basri, Müça-hid, Katade ve Süddi'den gelen
rivayetlere göre «yüz çevirirler» manasınadır. «YuTidun» manasınadır. Bazıları
da; «yasdifun» meylederler, kayarlar manasınadır derler. Deliller ve
hüccetlerden kayarlar, yan çizerler demektir, demiştir.
«Onlara de ki: Bana
haber veriniz, eğer Allah'ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, acaba
zalim kavimden başka kim helak olur...»
Bu âyeti celîle,
onları susturmak, onları «azab ancak bizim başımızda kopacaktır» diye itiraf
etmeye zorlamaktır. Allah'ın azabından maksad, onlara mahsus ve acelece gelen
azabtır. «Bağteten» fuc'eten ve ansızın demektir. Yani herhangi bir emaresi
belirmeden, ansızın gelen azab demektir. «Cahreten» ise, açık, belirtili tarzda
gelen de-inektir.
.Hasan Basri'den gelen
tefsirde «Bağteten, gece gelen demektir. Ceh-reten, gündüz gelen demektir»
deniliyor.
(48) «Biz
peygamberi ancak müjde vericiler ve korkutucular olarak gönderiyoruz...»
Bu âyet şunu ifade
eder: Peygmberler (S.A.V.) Allah'a itaat edenlere sevab müjdesini verirler,
isyan edenleri azab ile korkuturlar.
Bazıları «itaat
edenlere cennet müjdesini, isyan edenlere de, cehennem korkusunu verir»
demişlerdir. Yani peygamberler ancak kavimlerini taata karşı sevab ile
müjdelemek, isyana karşı azabla korkutmak için gönderilirler. Onlarla alay
edilsin, onlardan takatlannm dışında bulunan şeyler istenilsin diye
gönderilmezler. Nitekim Resulü Ekrem'den daha önce «Neden Eabbinden onun
üzerine bir âyet inmedi?» şeklinde bir istekte bulunmuşlardır. İman edilmesi
gerekene iman eden, ıslah edilmesi gerekeni ıslah eden (yani Allah'ın dediğine
uygun bir şekilde yapan) kimseler için azabtan korkmak yoktur. Onlara vaa-dedilen
sevab ellerinden kaçacaktır diye üzülmek te yoktur.
Hasan Basri,
«Peygamberler iman edenlere dünyada geniş nzık, ahirette de sevab müjdesini
verirler. Nitekim «Eğer ehli kura (kasabalar halkı) iman etseydi ve ittikada
bulunsaydilar, muhakkak onların üzerine göklerden ve yerden bereketler (in
kapısını) açardık» (el-Araf: 96) âyetinde de bu denilmiştir.
(49)
«Ayetlerimizi yalanlayan kimseler var ya. İşte onlara fâsık-hklarından ötürü
azab dokunacaktır...» Bu âyetin tefsiri:
[80]
Ayetlerden maksad,
peygamberlerin tebşir (müjde) ve inzar (korkutma) zamanında tebliğ ettikleri
âyetlerdir. Bazı tefsircilere göre; âyetlerden maksad Hz. Muhammed ile onun
mucizeleridir. Fakat Alu-si birinci tefsiri tercih etmektedir.
El Kurtubi, âyetlerden
maksad, Kur'an ile mucizelerdir, diyor. Onlara dokunan azabtan maksad, dünyada
korkutuldukları azab veya ahirette vaadedilen azabtır. Veya azabin hakikatidir.
Azabın muntazam cinsidir, Azab dokunur demekte işaret vardır ki, onlar azabla
yok olup gider değildirler. Daimi bir şekilde azabda kıvranırlar... O azab,
fısklanndan (Yani küfürlerinden veya tastik dairesinden çıktıklarından) dolayı
tatbik ediliyor. Öyle ise, buradaki fasıklar, bir takım ahkâmı tatbikten kaçan
âsi ve günahkârlar değildir. Küfürlerinden dolayı Kur"an'a iman etmeyen,
Hz. Muhammed'e inanmayan kâfirler kasdediiir ve azaba duçar olanlar da
onlardır. Bu âyeti celîle, daha önce geçtiği gibi azabın sebebi fısk ve küfr
olduğuna delildir. Mükâfatın sebebi de taattır. Durup dururken günahsız bir
insana kâfirlere tatbik edilen azab tatbik edilmez.
(50) «De ki:
Ben size katımda Allah'ın hazineleri vardır demem. Gaybı da bilmem...» Bu
âyetin açıklaması:
Ey müjde veren ve
korkutan Peygamber! De ki, Cenab-ı Hakkın kudretinin dahilinde olan şeyler
benim katımdadır dememişim, böyle bir iddiada da bulunmamışım ki, sizin her
isteğinizi aynı anda vermiş olayım. Zira kâfirler, «Eğer Muhammed Allah'ın
peygamberi İse niçin Allah'tan onun üzerine bir âyet (mucize) inmiyor?»
dediklerinde bu âyet nazil oldu. Yani Allah'ın kudret hazineleri bsnim katımda
değildir ki, sizin istediğiniz mucizeyi aynı anda indirmiş olayım? Gaybı da
bilmiyorum ki, size ondan haber vereyim?
Mekke müşrikleri,
Cenab-ı Peygambere «Eğer sen Allah'tan gönderilmiş bir peygambersen Allah'a
söyle ki, bizim maişetimizi genişletsin, fakirliğimizi götürüp zenginlik
versin.» dediler. Bunun üzerine Resulü Ekrem, bu, Allah'ın yed-i kudretindedir.
Benim elimde değildir demekle emrolundu. Ben gaybı bilmiyorum ki, geçmişi veya
geleceği size haber vereyim. Çünkü onlar Resulü Ekrem'e aynı zamanda: «Bize
elverişli olan ve zararı dokunacak olan müstakbeldeki hadiseleri haber ver. Ta
ki, biz maslahatlarımızı oluşturmaya ve zararları defetmeye çalışalım»
dediler. Bunun için Cenab-ı Hak, Peygamberine emir verdi: «Onlara söyle! Ben gaybı bilmiyorum ki,
isteklerinizi haber vereyim.» Onlar, Resulü Ekrem için «Ne olmuş bu
Peygambere? Yemek yiyor, çarşılarda geziyor. Hanımlarla evleniyor?» dediler.
Bunun üzeri-ns Allah (C.C.) Resulüne: «De ki ben melek değilim» emrini verdi.
Çünkü melekler yemeden gezebilirler. Melekler beşerin gücü yetmediğini,
Allah'ın izniyle yaparlar. Beşerin görmediğini görürler. Resulü Ekrem'e: «Ben
böyle bir iddiada bulunmamışım ki, siz bana bununis-bet ediyorsunuz» dedi.
Allah'a tevazu etmek, kulluğu ikrar ve itiraf etmek için Cenab-ı Peygamber
bunları nefsinden nefyetti. Ve müşrikler kendisinden büyük mucizeler istemesin
diye bunlar bende yoktur dedim.
[81]
(50) «Ancak
bana vahyedilene tâbi olurum.» Bu âyetin izahı:
Yani sadece Allah'tan
bana indirilene tâbi olur, ondan size haber veririm. Bu âyeti celîle, Cenab-ı
Peygamberin de diğer insanlar gibi vahye tâbi olmak mecburiyetinde olduğunu
sergiler. Ayetin genel mânâsı şudur: Resulü Ekrem* (S.A.V.) onlara bildirdi
ki, Allah'ın hazineleri Resulü Ekrem'in mülkünde değildir ki, o hazinelerden
onlara rızk verip onlardan zararları defetsin. Gaybı da bilmiyor ki, onlara olmuşu
ve olacağı haber versin. Melek de değildir ki, beşerin muttali olmadığına o
muttali olsun. Ancak Allah'tan kendisine gönderilen vahye tâbi olur. Gaybin
meselelerinden haber verirse, o mutlaka ona Allah'tan vahy ile gelmiştir.
Ayetin zahiri, Resulü Ekrem'in «Hiçbir hükmü elde etmek için, ilmî iktidarını
sarfetmeye yeltenmediğini, ancak bütün emir ve yasakları Allah'tan gelen vahy
ile aldığım» hükmünü belirtmektedir.
Bu âyeti celîlede
meleklerin peygamberlerden üstün olduğuna dair herhangi bir delil yoktur. El
Cübai böyle bir iddiada bulunmuşsa da, iddiası çürüktür. Çünkü âyet, kâfirlerin
sözünü reddetmek sadedinde nazil olmuştur. Çünkü onlar «Peygamber niçin yemek
yiyor, niçin çarşılarda geziyor, niçin evleniyor, niçin göklere gitmiyor»
diyorlardı. Cenab-ı Hak da, Peygamberine «Ben Melek değilim ki bunları yapayım»
demesini emir buyuruyordu. Evet, melekler bu hususta beşerden ayrıdırlar.
Belki bu hususta melekler imtiyaza sahihtirler. Onların bu yöndeki imtiyazını
herkes kabul eder. Ama bu mutlak mânâda «Melekler peygamberlerden üstündür» kaidesini
gerektirmez. Aksi takdirde hayvanların birçoklarının insanlardan üstün olması
lâzımgelir. Çünkü o uçar, insan uçmaz. O denizi geçer, insan geçmez. Bunu,
ancak yüreği taşlaşmış insanlar iddia ederler.
(50) «Ben
sadece bana vahy olunana tâbi olurum..» âyetinin hulasası şudur:
«Ben ancak bana
vahyolanın tatbikini yapıyorum. Vahiyde veya vahyolanda hiçbir müdahelem
yoktur. Böyle bir iddiam yoktur ki siz böyle şeyleri benden istiyorsunuz. Ben
Mevlasının emrini yerine getiren bir kulum. Mevlasından gelen vahye tabi olan
bir abdım. Ne hazineleri biliyorum, ne de meleğim diye iddiam var. O halde
benden bunları istemeniz yersiz oluyor.»
[82]
Bazı âlimler bu âyet,
.«Edillei şeriyeden olan kıyası nefyeder» demiştir. Ve bazıları «Bu âyet
Resûlullah'in içtihad etmesinin caiz olmadığını sergiler» demişler. Fakat bu
âyetten ne kıyası nefyedenlerin delili, ne de Resûlüllah'ın içtihad etmesinin
caiz olmadığını ileri sürenlerin delili vardır. Zira vahyin olduğu konuda
vahye ittiba etmek zaruri, vacib ve farzdır. Vahyin sarahaten olmadığı
konularda elbette hakkında vahy olan konuya kıyas etmek suretiyle veya vahyin
içinde kapalı olan şeyleri çözmek suretiyle kıyas ve içtihad yapılabilir. Düşün.
(50) «Hiç
kör ae gören bir olur mu? Acaba niçin düşünmüyorsunuz?»
Bu âyetin izahı:
Körden maksat,
sapıktır. Görenden maksad, hidayette olan insandır. Bu istifham istifham-ı
inkâridir. Yani kör ile gören bir olmazlar. Hiçbir zaman eşit değildirler.
Hakikatlan bilmeyen ile hakikatiarı bilen hiç bir olur mu? Bu âyet insanları
sapıklık ve dalâletten kaçırtır. Hidayete teşvik ve terğib eder. Bu durumun
tekrar edilmesi, onları susturmayı yerleştirmek ve tekid etmek içindir.
El-Beyzavi, «kör ile
gören hiç eşit olur mu» âyeti sapık ile hidayette olan, veya cahil ile âlim
olan veya Allah'lığı ve melekliği iddia Qtmek gibi muhal olanı, peygamberliği
iddia etmek gibi müstakim olana misaldir, diyor.
Medarik, Beyzavi'nin
görüşünün aynısını alıyor. Ve bu, sapıklık ile hidayette olana veya vahye tâbi
olanla vahye tabi olmayana, veya peygamberlik gibi müstakimi iddia edenle
uluhiyet gibi muhali iddia edene misaldir» diyor.
(50) «Acaba
niçin düşünmüyorsunuz?» cümlesi
üzerinde Alusi «Bu cümle, mukadder bir
cümlenin üzerine atıftır. Yani siz bu hak konuşmayı niçin dinlemiyor ve bu
konuşma hakkında niçin düşünmüyorsunuz? Veya siz bunu dinliyor da düşünmüyor
musunuz şeklindedir, diyor.
Hazin, «Bu ikisinin
(kör ile gören) eşit olmadığında niçin düşünmüyorsunuz?» şeklinde tefsir
ediyor.
El-Kurtubi; Hazin'in
tefsirine katılmaktadır.
Medarik, «Niçin
düşünmüyorsunuz? Düşünmemeden ötürü sapıklar, körlerin benzerleri olursunuz.
Veya niçin düşünmüyorsunuz ki iddianızın bir beşere uygun olmadığını öğrenmiş
olasınız. Veya öğrenmiş olasınız ki, vahye tabi
olmak elbette lâzımdır» şeklinde tefsir ediyor.
(51)
«Rablerinin yanında hasrolunmalarından korkanları onunla korkut...» Bu âyetin
açıklaması:
Korkutmaktan maksat,
vaaz et. onun'la zamiri ya vahyolunana veya Kur*an'a racidir. Nitekim îbni
Abbas ve Zeccac'dan bu durum rivayet edilmiştir. Dâhhak'tan gelen rivayete
göre, onun'la zamiri Allah'a racidir.
«Rablerinin katında
haşrolmaktan korkanlara gelince; onlar İbni Abbas'a göre müminlerdir.
Bazı tefsirciler,
«Onlar ister müslüman olsun, ister ehli kitab olsun haşri ikrar edenlerdir»
derler. Niçin burada Cenab-ı Hak «Haşrden korkanları»
tahsis etti? Oysa Hz. Muhammed bütün mahlûkata peygamber olarak
gönderilmiştir. Çünkü haşri ikrar edenler hakkında delil daha kuvvetlidir.
Çünkü onlar hasrın oluşunu kabul ve ikrar ederler.
Bazıları «Bunlardan
maksad, kâfirlerdir, diyor. Çünkü onlar haş-re inanmazlar. Bunun için Cenab-ı
Hak «Rablerinin katında haşrol-maktan korkarlar» demiştir.
Bazı kimseler de;
«Korkutmaktan maksat, bütün mahlûkatı korkutmaktır. Öyle ise haşri itiraf eden
her mümin de, inkâr eden kâfirler de buraya dahil olur. Çünkü hiç kimse yoktur
M, hasrın varlığından korkmasın. İsterse hasrın vukuuna inansın, isterse
inanmasın. Biz de, «Resulü Ekrem'in daveti ve korkutması bütün mükellef olan
mah-lûkatadır. Onun için böyle tefsir etmek daha uygundur» diyoruz.
[83]
Allah'ın huzurunda
haşrolmaktan maksat, Cenab-ı Hakkın haşre mekân olarak tayin ettiği yerde
toplamak demektir. mücessime'ler
[84]
iddia ettiği gibi bu âyeti celîle Allah bir mekandadır (Haşa). Mah-lûkatta
orada toplanacaktır demek değildir. O halde onların delili olamaz.
[85]
(51) «Onlar
için Rablerinden başka ne bir dostları, ne de bir şe-faatçılan vardır. Umulur
ki onlar sakınırlar...» Bu âyetin tefsiri:
Eğer Rablerinin
katında hasrolunmaktan korkanları, kâfirlerle tefsir edersek âyette herhangi
bir müşkülat yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak başka bir âyette «Zalimler için herhangi
bir hamim (yakin) ve ya şefaati kabul edilecek herhangi bir şefaatçi yoktur»
(Gafir: 18) diyor. Eğer onu müminlerle tefsir edersek âyette işkal vardır.
Çünkü nakli sahihle safit olmuştur ki, Peygamberimiz ümmetinin günahkârlarına
şefaat edeceği gibi, melekler ve sair paygamberler de şefaat edeceklerdir. Müminlerin
bazıları diğerlerine şefaat edecektir. O halde bu işkalin cevabı olarak deriz
ki: Şefaat ancak Allah'ın izniyle olur. Yani Allah izin verirse, şefaat
edeceklerdir. Çünkü Cenab-ı Hak «Allah'ın katında Allah'ın izni olmadan kim
şefaat edebilir?» (el-Bakara: 255) buyuruyor. Madem ki şefaat Allah'ın izniyle
olur, o halde, «Onların Allah'tan başka bir dostları ve şefaatçılan yoktur»
âyetinin mânâsı doğru olur. Yani Allah şefaat edenlere «şefaat ediniz» diye
izin vermeden, onlar şefaat etmezler. «Şefaat ediniz» iznini verirse, o vakit
haklarında şefaat edilen müminlerin velisi, dostu ve şefaatçisi olur.
(51) «Umulur
ki onlar sakınırlar» cümlesi korkutmanın nedenidir. Ta ki onlar günâhlardan
sakınsınlar. Ta ki korkutmak onlara ibadetlere yönelmekte yardımcı olsun
demektir.
Alusi, «Ta ki dünyada
korkup küfür ve masiyetlerden sakınsınlar» şeklinde tefsir ederek: «Bu tefsir
tbni Abbas'tan rivayet edilmiştir. Bu tefsire binaen, «Umulur ki onlar
sakınırlar» cümlesi, korkutma emrinin nedeni olur» diyor. Caizdir ki bu cümle
emrin zamirine hal olsun. Bu takdirde mânâsı: «Onların takvalarım umarak onları
korkut. Yani onar, sakınırlar ümidini bssleyerek onları korkut» demek oluyor.
[86]
(52) «(Ey
Habibim!) Sakın Ra, sabah-akşam Bablerini çağıran ve Rablerinin vechini,
(rızasını) dileyenleri kovma...» Bu âyetin izahı:
Cenab-ı Hak, önce
peygamberine zikredilen ve bahsi geçen insanların korkutulmasını emretti. Tâ
ki, onlar sakınanların sınıfında olsunlar. İkinci kez, onlan kovacak şekilde
olmasın diye tavsiye etti. Ve böylece vaz-u-nasihatta kovucu olmamanın
elverişli ve uygun olduğunu da belirtmiş oldu. Bazı rivayetlerden anlaşılıyor
ki, iki âyet beraber indiler. Fakat bazı rivayetlerden de bu, aniaşıînuyor.
îmam Ahmed, Tabarani
ve başka muhaddisler İbıü Mesud'dan rivayet ettiler: KureyşÜerden bir cemaat
Resulü Ekrem'in yanından geçti. Peygamberin
yanında Süheybi-Rumi, Ammar, Bilali-Habeşî, Hab-bab ve diğer zayıf
müslümaıılar bulunuyordu. Kureyşliler:
«Ey Muhammed! Bunları,
sen kavmine üstün seçmiş oldun. Yani bunlara razı oldun, kavmini bıraktın.
Acaba bizim aramızda sadece bunlar mı Allah'tan gelmişlerdir? Biz bunlara mı
tâbi' olacağız? On-lan huzurundan kov. Umulur ki sen onları kovarsan sana tâbi'
olu-iuz» dedikleri zaman: «Onunla, Rablerinin katında hasrolunmaktan korkanları
korkut» âyeti «Allah zalimleri daha iyi bilir» âyetine Kadar indi.
İbni Cerir, Ebu Şeyh
ve «Delaii»ind2 Beyhaki Habbab Hazretlerinden rivayet ettiler:
Akra' bin Habis et
Temimi, Uyeyne bin Hasn el Fezari geldiler. Resûlüllah'in Bilal, Süheyb, Ammar
ve Habbab'la beraber olduğu ve mümin fakirlerin arasında oturduğunu gördüler.
Onları Resûlüllah'ın etrafında görünce, onları tahkir ettiler ve Resûlüllah'ı
tenhaya çekip:
«Ey Muhammed! İsteriz
ki bize özel bir meclis kurasın. Araplar bizim bu özelliğimizi bilsinler.
Bundan ötürü onlardan üstün olduğumuzu takdir etsinler. Çünkü arap heyetleri
sana geliyorlar. Bizi bu kölelerle beraber senin yanında oturduğumuzu
görmelerinden hoşlanmıyoruz, utanıyoruz. Biz sana geldiğimizde onları
huzurundan kov. Biz gittikten sonra onlarla beraber istersen otur.» teklifinde
bulundular.
Resulü Ekrem bunu
kabullendi. Onlar da:
«O halde, bu hususta
bize bir kitab (sened) yaz.» dediler. Resulü Ekrem kâğıt istedi. Hz. Ali'yi de
çağırdı ki, yazsın. Biz de bir kenarda oturuyorduk. O anda Cebrail (A.S.):
«Sakın ha! Sabah-ahşam
Rablerini çağıran ve Rablannın vechi-
ni, (nzasım)
dileyenleri kovma» âyetini getirdi. Sonra Resulü Ekrem bizi çağırdı.
Resûlüllah'a geldik ve Resulü Ekrem buyurdu:
«Selâm sizin
üzerinizde olsun! Rabbiniz nefsinin üzerine rahmeti yazmıştır.»
Biz p2ygamberîe
beraber oturuyorduk. Kalkmak istediği zaman kalkıyor ve bizi yerimizde
bırakıyordu. Cenab-ı Hak bu sefer:
«Nefsini Rablerini
çağıranlarla beraber hapsedip durdur» (Kehf: 28) âyetini indirdi. Bu âyetten
sonra Cenab-ı Peygamber bizimle oturur, kalkacağı saat gelince biz kalkar,
peygamberi bırakırdık. Böylecs peygamber kalkar giderdi.
İbni Münzir ve başkası
İkrime'den rivayet etti. Rebia'nın oğullan Utbe ile Şeybe, Abdu Âmr bin
Nevfel'in oğlu Kuraze, Amr bin Nev-fel'in oğlu El Hars, Adiy'in oğlu Mut'am ve
Abdumenafin kâfir olan eşraflanyla beraber Ebu Talib'e varıp:
«Ne olur, yeğenin bu
halif (andlaşmahlar) ve köleleri bizden uzak-laştırsın. Yani biz oturduğumuz
zaman onları kaldırsın. Eğer bunu yaparsa içimizde onun mertebesi daha büyük
olur. Bizler ona daha itaatkâr oluruz. Ona tâbi olmaklığımız, onu tasdik
etmekliğimizin ihtimali daha yaklaşırız.» dediler.
Ebu Talib, bunu Resulü
Ekrem'e söyledi. Hattabın oğlu Ömer:
«Ey Allah'ın Resulü!
Gel de bunu yap! Bakalım bunlar bu sözleriyle neyi kastederler, görelim. Ve
durumları nereye varacaktır, bilelim» dedi:
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak, «Onunla Rablerinin katında haşrol-maktan korkanları korkut» âyetini «Allah
şükredenleri daha iyi bilen değil midir?» âyetine kadar indirdi. O fakirler
Bilal, Yaser'in oğlu Ammar, Ebu Huzeyfe'nin azadlısı Salim, Esidin azadlısı
Sebih, İbni Me-sud'un halifeleri, Amr'm oğlu Miktat, Abdullah el Hanzeli'nin
oğlu Va-kıd, Abdu Amr*ın oğlu Amr, Ebi Mursed'in oğlu Mursed ve benzerleriydi.
Kureyşin kâfir
önderleriyle köleler ve halifler hakkında şu âyet indi:
«Böylece onların
bazısını diğerleriyle fitnelendirdik.» (En'am: 53).
Bu âyet nazil olduğu
zaman, Hz. Ömer Resûlüllah'a gelip özür diledi. Cenab-ı Hak bunun üzerine şu
âyeti nazil etti:
«Bizim âyetlerimize
iman edenler sana geldiklerinde...» (En'am: 51).
Ayette geçen «Gadat»
kelimesinin lügat mânâsı «sabahın erken saatlan»
veya «sabah namazı ile güneşin doğuşu arasındaki zaman» demektir. «Aşiy»in
mânâsı ise, günün en son saatidir. Fakat «ğadat» ile «aşiynden maksat devamdır.
Yani bütün gün, bütün gece. Duadan jj maksat, gerçek duadır, veya namaz, veya
zikir veya Kur'an okumaktır. Yani daima Allah'ı çağıran, daima namaz kılan,
zikreden, Kur*an okuyan kimseleri kovamaz. İbni Cerir ve îbni Ebi Hatim,
Mücahid'den rivayet ettiler:
— Gadat ila aşiy,
sabah ile ikindi namazından ibarettirler. Çünkü çoğu kez o zamanda zikredilir.
Fakat bunda o zamanda yapılan hareket kastedilir. Nitekim «sabahı kıldı»
denildiğinde sabah namazını kıldı, kasdedildiği gibi.. Bazan da hareket ve
fiil zikredilir, fakat zamanı kastedilir. Meselâ: «Namaz yaklaştı» yani namazın zamanı yaklaştı. Bazan da mekân
kastedilir. Nitekim «Sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayınız.» (Nisa: 42).
Yani namazın mekânı olan mescidlere ve
§ camilere...
Bu âyeti celîle, Resulü
Ekrem'den kovma fiilinin vaki olduğuna delâlet etmez. Çünkü böyle olursa, peygamberliğin getirmiş olduğu «İsmet»
sıfatını yıkmış olur. Eserlerin bize hikâye ettikleri şudur: Resulü Ekrem, bu
muttaki olan çağıncûara özel bir vakit, Kureyşin eşrafına da başka bir vakit
tayin etmeyi kastetti. Ta ki telif yapmış olsun
Eğ ve onlan imana çekmiş olsun. Bu müminler de, Resûlüllah'ın neyi
kastettiğini biliyorlardı. Ve onlara bir hakaret ediliyor veya bir istihza
yapılıyor kanaati de onlarda oluşmuyordu. Resûltillah'tan kalbleri kırılmıyordu. Hepsi budur.
(52)
«Allah'ın vechini irade ederler.»
Cümlesi «Yed'une» deki failin
halidir. Vecih, yönelmesi en bslirgin olan zat ile tefsir edilmitir. Onlar
Allah'ın zatını irade ettikleri halde, Allah'ı çağırırlar, demek oluyor. Zatın
iradesi ise, ona halisen kulluk yapmak
demektir. Çünkü Allah'ın zat-ı uluhiyyeti bizzat kastedilemez. Zira kasdı muhaldir.
İrade ise, mümkünata taalluk eder. Allah ise, vaib-ul-vücuddur.
Bazıları «Vecihten
maksat, cihet ve yol demektir. O halde âyetin mânâsı: Allah'ın emrettiği yolunu
kastettikleri halde çağırırlar» demektir, dediler. Zeccac'ın kelâmından bu anlaşılıyor.
Bazı I an, Allah'ın
vechi, «Muhabbet ve rızasının talebinden kinayedir» demişler. Çünkü bir zatı
seven, onun vechini, (yüzünü) görmek istiyor, öyleyse yüzün görülmesi, sevginin
gereklerindendir. Onun için burada «yüz» sevgiden kinaye olarak kullanıldı.
Bunu imam Fahreddin Razi söylemiştir. Mümkündür ki vecih kelimesi, tazim için
zikredilmiş olsun. Nitekim «Reyin vechi, delilin vechi» sözünde olduğu gibi.
Bu takdirde de âyetin mânâsı «Rablerini irade ettikleri halde çağıranları
kovma» oluyor.
Selefi salih ise,
«vecih» kelimesini olduğu gibi bırakırlar. Allah'ı, sânına yakışmayan
mânâlardan uzak tutarlar, ne tatil ne teşbih yaparlar. «Allah, Vecih'ten neyi
kastetmiş ise, o şekilde iman ettik» derler.
(53)
«Onların hesabından senin üzerinde hiçbir zey, senin hesabından da onların
üzerine hiçbir şey yoktur ki, bundan ötürü onlan kovman gereksin. Yoksa zalimlerden
olursun...»
Bu âyetin izahı: Ne
sen onların emriyle mükellefsin ne de onlar senin emrinle mükelleftirler. Veya
ne sen onların rızkının hesabını vermektesin ki onlardan usanmış olasın, onlan
kovmuş olasın — ne de senin rızkın onların üzerindedir. Hepsinin rezzakı
Cenab-ı Haktır. Binaenaleyh onları huzurundan kovamazsın. Veya onların imanının
hesabı senin üzerinde değildir. Umulur ki Allah katında onların imanı, «onları
kov» diyenlerin imanından daha büyük olsun. «Onları kov» diyen ve «umulur ki
iman edeceklerdir, onların, dediklerini yapayım» diye tamah ettiğin kimseler,
iman etseydiler. Bu fakir sahabilerin imanı onların imanından daha büyük
olurdu. Onların batınlarına ve ih-laslanna itibar etmek de senin vazifen
değildir. Çünkü onların siyret-leri müttakilerin siyretleridir. Eğer onların iç
alemlerinde Allah'ın hoşuna gitmeyen birşsy var ve müşriklerin dedikleri gibi
ise, onların hesabı Allah'a aittir. Allah onların hesabını görür. Onların
hesabı ancak kendileri için kötülük getirir. Tıbkı senin hesabının sana ait
olduğu gibi..
Bazıları «Bu zamir,
müşriklere racidir. Bu takdirde âyetin mânâsı: «Ne sen onların hesabından
ötürü muahaze edilirsin, ne de onlar senin hesabından dolayı muaheze
edilirler.» O halde neden onların iman
etmeleri için bu kadar ihtimam gösteriyorsun? Neden onlar iman etsinler diye
müminleri kovmaya kalkışıyorsun?» demek oluyor.
[87]
(52) «Eğer
onları kovarsan zalimlerden olursun». Ayetinin kuvvetinden ve hadisin
nehyinden anlaşıldı ki herhangi bir kimse, dünyevî mertebesinden veya
sırtındaki elbiselerinden ötürü ta'zim edilemez. Herhangi bir kimse de
şöhretsizliğinden ve sırtındaki yırtık, pırtık elbiselerinden dolayı da tahkir
edilemez. İnsanların kıymetleri, nefislerinde taşıdıkları İnançlardan ileri
geliyor ve ona göre kıymet veriliyor.
[88]
(53)
«Böylece onların bir kısmını diğer bir kısım ile imtihan ettik ki, «Allah,
aramızdan sadece, bunlara mı minnet etti» desinler. Allah şükredenleri daha iyi
bilen değil midir?»
(54)
«Âyetlerimize iman edenler, sana geldiklerinde şunları söyle: Selâm üzerinize
olsun. Rabbınız nefsinin üzerine rahmeti yazdı ki, sizden bir kimse bilmeyerek
bir kötülük yaptıktan sonra, tevbe edip düzeltirse, şüphesiz ki, Rabbiniz çok
bağışlayıcı ve merhamet edicidir.»
(55)
«Böylece âyetleri açıklıyoruz ki, mücrimlerin yolu apaçık ortaya çıksın.»
(56) «De ki:
Şüphesiz ben sizin Allah'dan başka çağırdıklarınıza tapmaktan nehyedildim. De
ki: Ben sizin heva ve heveslerinize uymam. Uyduğum takdirde sapmış ve
hidayette olanlardan olmamış olurum.»
(57) «De ki:
Şüphesiz ben Rabbimden olan bir beyyine (mucize) üzerindeyim. Siz ise
Rabbınızı yalanladınız. Acelece istediğiniz benim katımda yoktur. Hüküm ancak
Allah'ındır. Allah hakkı haber verir. Allah ayırdedenlerin en hayırlısı dır.»
(58) «De ki:
Eğer acelece istediğiniz benim yanımda, [elimde] olsaydı benimle aranızda o
emir elbette hükme bağlanmıştı. Allah zalimleri daha iyi bilendir.»
(59) «Gaybın
anahtarları Allah'ın katındadır. O anahtarları ancak o bilir. O, karada ve
denizde ne varsa hepsini bilir. Daldan düşen her yaprağı o bilir. Yerin
karanlıklarında bulunan hiç bir dane, hiçbir kuru ve hiçbir yaş yoktur ki, o
apaçık bir kitapta bulunmasın.»
[89]
(53)
«Böylece onların bir kısmım diğer bir kısmı ile imtihan ettik,..}
Bu âyetin tefsiri:
Yani zengini fakir,
fakiri zengin, soyluyu soyu sopu belli olmayan, soyu sopu belli olmayanı soylu
ile denedik. Zira, herkes zıddıyla denenmektedir. Zenginlerin, soyluların
denenmeleri, Ashab-ı Kiramın fakirlerinden hased etmeleri ve kıs-kanmalarıyla
idi. Onlar «Bizden önce İslama girdiler,» diye kıskanırlar ve «Böylece
öncülüğü aldılar,» diye hased ederlerdi. Bu hasedleri, onları İslama girmekten
alıkoyuyordu. İşte böylece, bu onlara deneme ve fitne oldu.
Fakirlerin
zenginlerden ötürü fitneye düşmelerine gelince: Onlar da, zenginlerin büyük
servetlerini ve o servetleri diledikleri gibi harcamalarını kıskamr ve hased
ederlerse, bu da, onlar için bir deneme ve fitne olur.
Yani, insanların dünya
işlerinde durumları değişik olduğu gibi, din işlerinde de durumları değişiktir.
Allah bir kısmını diğeriyle dener ve fitnelendin r. Cenâb-ı Hak, zayıf ve
kölelikten gelen kimsesizleri, imana yöneltmek suretiyle, Kureyşlilerin
sena-didine, [eşraflarına] üstün kıldı. Zenginler, soylular ve Kureyş'in
şereflileri, «Allah aramızdan bu kimselere mi minnet etti?» yani İslâm ve
Resûlullah'a tâbi olmakla bu fakirlere mi bu nimeti verdi? dediler ve Allah'ı
bu hükmünde yanılmış saydılar... Allah'ın bu hükmüne itiraz ettiler... Cenâb-ı
Hak onlara cevap olarak bu-yurdu: «Allah, şükredenîeri herkesten daha iyi
bilmez mi?» Yani Allah yarattıklarını daha iyi bilir. Ahvallerini (hallerini)
daha iyi tanır. Şükredenîeri de kâfirlerden daha iyi ayırır. Allah, kimden iman
ve şükür vaki olacaksa, bilir. Bu iman sahipleri mesud olacaktır. Kimden de
iman vâki olmayacaksa bunu da, herkesten daha iyi bilir. Bunlar da Allah'ın
nimetlerinden mahrum kalacaklardır.
«Ennuhas» adlı âlim
«Bu Âyet-i Celîle'de işkal (güçleştirme) vardır. Çünkü onlar denendiler.
Denenenler nasıl bu sözü söylerler. Eğer bu sözü inkâr cihetiyle
söylemişlerse, bu küfürdür.» dedi. Cevap olarak deriz ki: Evvela zenginler
fakirlerden ötürü denendiler. Resûlullah'ın katında mertebelerinin bir olması
hususunda ve inkâr gayesiyle değil de, öğrenmek için Cenâb-ı Peygamberden
sordular Allah, «bizim aramızdan şu kimselere mi minnet etmiştir?»
İkinci cevab, «Onlar
bununla denendiklerinde, denemenin sonucu onları, inkâr yoluyla bu sözü
söylemeye şevketti. Âyet; o vakit, «âh Firavn o beşiği tuttular, ta ki neticede
onlara düşman ve üzüntü olsun» [Kasas: 8] âyeti gibi oluyor. Yani lâm harfi
akibet için oluyor.
(54)
«Âyetlerimize iman edenler sana geldiklerinde şunları söyle: Selam üzerinize
olsun. Rabbiniz nefsinin üzerinde rahmet yazdı...»
Bu ayetin tefsiri:
Selâm ve Selâmetin,
lügat manaları birdir. «Selâm sizin üzerinize olsun»un manâsı, Allah sizi
dininizde ve nefislerinizde sağlam bıraksın demektir.
Bu âyet-i celîle,
Cenab-ı Peygamberin huzurundan çıkartılmaları yasaklanmış kimseler hakkında
inmiştir. Cenab-ı Peygamber bu âyetten sonra onları her gördüğü zaman, onlardan
önce onlara selam verir ve derdi:
üHamd, o Allah'a
mahsustur ki, benim ümmetimin içinde bazı kimseleri mümtaz (seçilmiş)
kılmıştır ve onlarla ilk selamlaşmada selamı önce verenin ben olmamı
emretmiştir.»
Bu Hadis'e binaen, bu
Selâm Resulullah tarafından gelmiştir. Bazı tefsirciler, «Bu Selam, Allah
tarafından gelmiştir.» derler. Yani Allah, Peygamberine, «Onlara benden Selâm
tebliğ et!» buyurmuştur. Her iki yönde de, bu âyette onların faziletine,
onların Allah katındaki derecelerinin yüksekliğine delil vardır...
[90]
Sahih-i Müslim, Âiz
bin Âmr'dan rivayet ediyor:
«Ebu Süfyan, iman
ettikten sonra Selman, Suheyb, Bilal ve as-habdan bazı kimselerin yanına geldi.
Onlar, «Yemin ederiz, Allah'ın kılıçları Allah düşmanının boynunda yerini
almadı.» diyerek Ebu Süfyan'a ta'n ettiler. Hz. Ebu Bekr buna karşılık şunları
söyledi:
— Ey Selman, ey Suheyb, ey Bilal ve
arkadaşları! Kureyş'in bir ihtiyarı ve lideri için bunu nasıl söylüyorsunuz?
Bunun üzerine Hz. Ebu
Bekr, Resûlullah'a geldi ve meseleyi açtı. Ebu Bekri dinleyen Cenab-ı.
Peygamber:
— Ey Eba Bekr! Belki de onları kızdırdın. Eğer
onları kızdırmış isen kesinlikle Allah'ı kızdırmış olursun.
Bunun üzerine Ebu Bekr
Sıddık onların yanına geldi ve buyurdu:
— Ey kardeşlerim! Sizi kızdırdım mı? Onlar:
— Hayır, ey kardeşimiz, Allah seni affetsin.
Bizi kızdırmadın, dediler.»
îşte bu Hadis, onların
mertebelerinin yüksekliğine ve hürmetlerinin yüceliğine delalet eden açık bir
delildir. Ve bundan sâ-Iih Müslümanlara hürmet edilmesinin gerekli olduğu dersi
çıkar, metlerinin yüceliğine işaret eden açık bir delildir. Ve bundan
sâ-kınılmalıdır. Çünkü salih Müslümanların kızdırılmasında Allah'ın kızması,
onlara eziyyet veren bir kimsenin başına belânın inmesi vardır. Böyle bir
durumdan Allah'a sığmıyoruz.
îbni Abbas, «Bu âyeti
celîle Ebu Bekr Sıddık, Ömer, Osman ve Ali hakkında nazil olmuştur.» diyor.
Fudayl bin îyad,
«Müslümanlardan bir kavm Resûl-i Ekrem'e gelip,
«Biz, birtakım
günahlar işledik. Bizim için af talebinde bulun.» dediler.
Resûl-i Ekrem onlardan
yüz çevirdi. Bunun üzerine bu âyet-i celîle indi. Yani, Cenab-ı Peygamber'in
yüz çevirmesini Allah kınadı.» denmektedir.
Enes bin Malik'ten
bunun benzeri rivayet edilmiştir
[91]
Ata, «Bu âyet Ebu
Bekr, Osrnan, Ali, Ömer, Bilâl, Salim bin ebi Ubeyde, Mus'ab bin Umeyr, Hamza,
Cafer, Osman bin Mez'un, Ammar bin Yasir, El Erkan bin Ebil Erkan, ve Ebu Seleme
bin Abdulesed (R.A.) hakkında nazil olmuştur.» diyor.
Bazıları, «Bu âyet
bütün müminler hakkında nazil olmuştur.» Bazıları da, «Hattab'ın oğlu Ömer
(R.A.) gelip daha önce bahsedilen sözünden dolayı özür dilediğinde âyet nazil
oldu.» Bazıları da «Hz. Ömer gelip daha önce îkrîme'nin rivayetinde geçen
sözünden dolayı özür dilediğinde ve ben bu sözümle hayrdan başkasını irade
etmedim, dediğinde âyet nazil oldu,» demişlerdir
[92]
Beyzavi, bu âyetin
tefsirinde şunları söylüyor: «İman eden o kimselerdir ki, Rablerini çağırırlar.
Allah (C.C.) onları Kur'an-a iman etmek, delillere tabi' tutmakla vasıflandırdı.
Daha önce ise ibadete devam etmekle vasıflandırmıştı. Resûl-u Ekrem'e, onlara
önce selâm vermeyi emretti veya Allah'dan gelen Selâmı onlara tebliğ etmekle Resûlullah'ı
görevlendirdi. Ve onlara Allah'ın rahmetinin genişliğini, faziletinin
bolluğunu müjdelemeyi emretti. Daha önce de onları huzurundan çıkarmaktan
neh-yettiği halde bunu onların ilim, âmel ve faziletlerinin yüceliğine işaret
etmek için yaptı. Ve böyle olan bir kimsenin yaklaştırılma-sı, kovulmaması,
aziz edilmesi, zelil edilmemesi gerekli olduğunu Resûlullah'a haber vermek için
yaptı. Dünya'da selametle, ahiret-te rahmetle onlara müjde vermeyi emretti.»
Bazı tefsirciler, «Bir
kavim, Resûlullah'a geldiler. 'Biz büyük günahlar işledik,' dediler. Cenab-ı
Peygamber onlara hiçbir ce-vab vermedi ve onlar gittikten sonra bu âyet nazil
oldu.» diyorlar.[93]
(54) «Sizden
bir kimse bilmeyerek bir kötülük yapmış ise...» Bu âyetin açıklaması:
Mücahid, kim ki bir
günahı veya bir hatayı işlerse, o, o hata ve günahın cahilidir, diyor. Bu
cehaletin sebebinde ihtilâf vardır. Bazıları, «kendisine hak olunan azabın ve
elden kaçırdığı sevabın miktarının cahilidir,» bazıları da, «hernekadar o, bu
kötülüğün neticesini, ve bu çirkin fiilin akibetini biliyor ve ayıplanmış
olduğunu idrak ediyorsa da ancak o âcil lezzeti, gelecekte verilecek bol hayra
tercih etmiştir, kim ki, azı çoğa tercih ederse,
o cahildir,» diğer bir
kısmı da, «o, yaptığını yaparken cahillerin yaptığını yapmış oluyor, bundan
dolayı da, cehalete nisbet edilmiş oluyor. Velev ki cahil olmasa dahi.»
demişlerdir.
(54) «O
kötülüğü irtikâb ettikten fişledikten) sonra tövbe ederse ve ondan sonraki
amelini [veya tevbesini halis bir şekilde edip yaptığından pişman olursa1}
şüphesiz ki, Cenab-ı Hak (günahlarından tevbe eden kulları için) çokça
affedicidir. Ve kulları için merhamet edicidir.»
[94]
Halit bin Dinar'dan:
«Biz Ebul-Âliye'nin
huzuruna girdiğimizde, «Sana âyetlerimize iman edenler geldiklerinde de ki:
Selâm sizin üzerinize olsun. Rabbiniz nefsinin üzerine rahmeti yazdı.» âyetini
okudu...»
Said el-Hudri şöyle
diyor:
«Muhacirlerin
fakirlerinden bir gurubun içinde oturdum. Çıplaklıklarından ötürü bazıları
diğeriyle örtünmeye çalışıyordu. Birisi de bize okuyordu. O esnada Resûlullah
geliverdi ve yanımızda durdu. Cenab-ı Peygamber yanımızda durunca okuyan
sustu. Peygamber selâm verdikten sonra sordu:
— Siz ne yapıyordunuz? Biz cevap olarak:
— Ey Allah'ın Resûlu! «Okuyucu bize Kur'an okuyor
ve biz de Allah'ın kitabını dinliyoruz.) dedik.
Cenab-ı Peygamber
(S.A.) :
«— Hamd o Allah'a
olsun ki, benim ümmetimden öylelerini mümtaz (üstün) kılmıştır ki ben nefsimi
onlarla beraber hapsetmekle emrolundum.» dedikten sonra Resûlullah aramıza oturdu kî, bizim içimizde nefsine adalet etmiş olsun. Sonra
eliyle halka yapmamızı işaret etti. Böylece sahabeler halka oldular. Yüzleri
güldü. Zannederim ki benden başka, Resûlullah onlardan hiçbirisini tanımazdı.
Sonra Cenab-ı Peygamber (S.A.V.) buyurdu:
— Ey muhacirlerden
olan fakirler! Kıyamet gününde tam nur ile müjdeleniniz. Halkın zenginlerinden
yarım gün önce cennete gireceksiniz. O yarım gün beşyüz senelik bir zamandır..
Hadisi Ebu Davud
rivayet etmiştir
[95]
(55)
«Böylece âyetleri açıklıyoruz ki, mücrimlerin yolu apaçık ortaya çıksın...»
Bu âyetin açıklaması:
Ey Muhammedi Nasıl
sana bu Sure-i Celîlede tevhidimizin doğruluğuna ve müşriklerin şirkinin bâtıl
olduğuna dair âyetleri açıkladıysak, onun gibi, sana delil ve belgelerimizi de
açıklıyoruz ki, bâtıl ehlinin inkâr ettiği her hakkı bulasın. Nasıl ki, bu
Sûrede müşriklerle olan bizim delilleşmemiz sana açık bir şekilde (uzun
uzadıya bildirilmiş) ise, din emrinde, her hususta size muhtaç olduğunuz
konularda, âyetler açıklanıp gelmektedir.
El-Kûtebi, «âyetleri
tafsil ediyoruz» demek, onları defaten indirmiyoruz, peyderpey getiriyoruz
demektir.
«Bir de, ey Muhammed,
Hak sana belirsin ve mücrimlerin yolu saha apaçık görünsün diye âyetleri
tafsil ediyoruz.»
Bir kıraatta yestebine
gaib olarak okunmuştur. Bu takdirde âyetin manası, «Kıyamet
gününde ateşe gittiklerinde mücrimlerin yolu sana görünsün, diye tafsil ediyoruz.»
şeklinde olur. Bu tefsir el-Hazin'de yer almaktadır
[96]
(56) «De ki:
Şüphesiz ben sizin Allah'tan başka çağırdıkla-rınıza tapmaktan nehy'edildim...»
Bu âyetin izahı:
Nehyedildim, yani
menedildim ve çevrildim. Bana indirilen deliller ve tevhid hakkında gelen
âyetler beni bu durumdan çevirdiler, nehyettiler. Yani Allah'dan başka
tapmakta olduğunuz putlara tapmaktan bu delil ve hüccetler (belgeler) beni
nehyediyor. Veya Allah'dan başka, şiddetli devreler ve sıkıntılarınızda çağırmakta
olduğunuz nesneleri (putları) çağırmaktan ben menedildim. Çünkü taptığınız
cansız şeyler tapılmaya veya çağrılmaya layık ve uygun değildirler. Müşrikler
ise, bunlara neva ve hevese kapılarak ibadet ederlerdi. Eğer azıcık göz açıp
Kâinata baksay-dılar tevhidin delillerini görüp bunları bırakacaklardı.
(56) «De ki:
Ben sizin heva ve heveslerinize uymam...» Âyetin manası:
Putlara tapmak
hususunda, cemadatı [taşlan] çağırmak hususunda aklınızı zerre kadar
kullanmayıp da hevai nefse uyarak gittiğiniz yolda ben size uymam. Resûl-i
Ekrem (S.A.V.) bu sözüyle, onların üzerinde bulundukları yolun heva ve
hevesten ibaret olduğunu, ibadet olmadığım ortaya koyuyor.
Bir de, bu âyet-i
celîle, aynı zamanda hakikati arayan bir insanın hüccetlere (vesikalara) tâbi
olması, delillere katılması, başkasını taklid etmemesinin gerekliliğini
emretmiş oluyor
[97]
El-AIûsi
öRuhu'l-Meâni»de bu âyet üzerinde şunları söylüyor:
«Bu sözde, onların
cehaletleri sergileniyor. Allah'dan başkalarına ibadet etmeleri hususunda
bâtıl nevalarına tâbi olduklarına kesinlik getiriliyor. Din denilecek hiçbir
şeyin üzerinde olmadıkları ortaya çıkıyor. Ve böyle bir şeyin yasaklanması ve
bundan vaz geçilmesinin gerekliliğinin işareti âyette vardır. Bir de, bu
âyette, böyle durumlarda katıksız taklidin yeterli olmadığına işaret vardır.
Bazı tefsirciler,
«Âyetten maksad, ey müşrikler, müminleri kovmak hususunda sizin isteklerinize
tâbi olmam demektir» diyorlar. Fakat bu tefsir gayet uzak bir tefsirdir
[98]
(56)
«Uyduğum takdirde sapmış ve hidayette olanlardan olmamış olurum...»
Bu âyetin tefsiri:
Yani sizin nevanıza
(isteklerinize, arzularınıza) tâbi olduğum takdirde, Haktan sapmış, irşad ve
hidayet yolu üzerinde bulunanlardan da sayılmamış olurun;.
(57) «De ki:
Şüphesiz ben Rabbim'den olan bir beyyine (mucize) üzerindeyim...»
Bu âyetteki
«Beyyine»den maksad, delil, yakîn, hüccet ve burhandır. Hangi manâya gelirse
gelsin, beyyineden maksat Kur'an' dir. Nitekim El-Cübbai' de böyle söylemiştir.
[99]
İbn-i Abbas'tan
rivayet edilen şudur: Beyyineden maksat ya-kindir. «Ben beyyine Üzerindeyim»
demek, yakîn üzerindeyim demektir.
Hasan Basri,
«Beyyineden maksat peygamberlik ve nübüvvettir.» der.
Bazıları, Beyyineyi,
aklî, veya aklî ile nakliî delilleri kapsayan kelâmla tefsir etmişlerdir.
Fakat bu tefsir uzaktır. Beyyinede-ki tenvin ta'zim (saygı) içindir. Yani,
«Büyük ve Rabbimin katından gelen bir beyyine üzerindeyim,» demektir.
(57) «Siz
ise onu yalanladınız...»
Bu âyetin açıklaması:
Onu zamirinden maksat,
Beyyinedir. Hernekadar Beyyine kelimesi müennes ise de, beyan manâsını
taşıdığından dolayı müzek-kerdir. Nitekim, «Yakın akrabalar, yetimler ve
miskinler mirasın taksiminde hazır bulundukları zaman onlara ondan
yedir.»(Nisa: 8) Âyetinde ondan zamiri kısmet kelimesine râci' olmuştur. Oysa
kısmet kelimesi müennesdir. Fakat kısmet, taksim manâsında olduğundan dolayı
müzekker zamir ona râci' olmuştur.
Bazıları, «Onu,
zamiri, Rabb'e râcidir. Yani siz Rabbınızı yalanladınız,» demektir. Bazıları
da, «Kur'an-a râcidir, yani siz Kur' an-ı yalanladınız.» manasınadır,
demişlerdir.
(57)
«Acelece istediğiniz benim katımda yoktur...» Bu âyetin tefsiri:
Yani benim katımda
azab yoktur ki, hemen size tatbik edeyim. Kureyş kâfirleri Resûl-i Ekrem'i
çokça tekzib ettiklerinden (yalanladıklarından) dolayı azabın hemen inmesini
istiyorlardı. Tabii ki, bunu da tıpkı «Yahud iddia ettiğin gibi göğü parça
parça üzerimize düşürmedikçe veya karşımıza Allah'ı ve melekleri getirmedikçe
sana iman etmeyiz.» (El-İsra : 92) sözleriyle veya «Şunu da hatırla ki, onlar:
Yarabbi! Bunlar hak ise, bize gökten taş yağdır veyahut da elemli bir azap
gönder dediler.» (El-Enfal: 32) sözleriyle alay ettikleri gibi. Bazı kimseler, âyetin manâsı, benim katımda sizin
istemekte olduğunuz muc'izeler yoktur, demektir
demişlerdir.
(57) «Hüküm
ancak Allah'ındır.»
Bu âyetin manâsı:
Azabı tehir etmekte
veya acelece vermekte hüküm benim değildir, Allah'ındır demek oluyor.
«Allah hakkı haber
verir.» Yani hakkı sayıp söyler. Bu Ayet-i Celîle ile, Kur'an da mecaz'ın
olmadığını savunanlar delil getirmişlerdir.
Bazı müfessirler,
«Allah hakkı hükmeder,» demektir demişlerdir. Yani Yakussu kelimesini Yakdî
(hükmeder) olarak okumuşlardır.
Hz. Ali de böyle
okumuştur. Ebu Abdurrahman Sülemi, Said bin Müseyyib de böyle okudu, demiştir.
Mushaf-ı Şerif de Yakussu kelimesi «ya» sız yazılıdır. Onun üzerine vakfetmek
de uygun değildir.
«Allah, ayırd
edenlerin en hayırlısıdır.»
Bu cümle, kelimenin
«yakussu» değil de «yakdî» olduğunu takviye etmektedir. Çünkü fasl ancak
hükümde olur. Kıssada [haber vermekte] olmaz. Daha önceki, «Hüküm ancak'
Allah'ındır.» cümlesi ve İbn-i Mes'ud'un «Hüküm ancak Allah'ındır. Allah hak
ile hükmeder.» kıraati da bunu takviye etmektedir.
Mekki, «yakussusyu
«sad» ile okumak, benim katımda daha sevimlidir, çünkü Ehli-Harameyn (yani
Mekke ve Medine halkı) bunun üzerine ittifak ettikleri gibi kurralardan Asım da
bu görüştedir, demiştir. Bir de eğer fül [yakdî] «kada» kökünden gelseydi, o
vakit «be» harfi lâzım gelirdi. «Yakdıbîlhak» demesi gerekirdi. Fakat bu delil
zayıftır. Çünkü «be» harfi çoğu zaman hazfedilir (aradan çıkarılır.)
«De ki; Eğer acelece
istediğiniz benim yanımda, [elimde] olsaydı benimle aranızda o emir elbette
hükme bağlanmıştı. Allah zalimleri daha iyi bilendir...»
Bu âyetin manâsı:
«Ey müşrikler! Sizin
istediğiniz benim kudretim ve imkânım dahilinde olsaydı, aceleciliğinizin eseri
sizin başınıza çok çabuk dönüp gelecekti. Fakat bu, Cenab-ı Hakkın Yed-i
Kudretindedir. Dilediği zaman indirir.
Zemahşeri, «Eğer bu
benim imkânımda olsaydı Rabbimin rızası için öfkelenerek sizi acilen helak
ederdim. Yalanlamanızdan tiksinerek ve süratle sizden kurtulmak için sizi helak
ederdim,» demektir demiştir
[100] Fakat
Alûsi, makam buna müsaid değildir, diyor.
«Allah zalimleri daha
iyi bilir» cümlesinin manâsı, Allah zalimlerin halini, azapları daha teşdid
edilsin (şiddetlensin) diye ve iştidraç için onlara mühlet verebilir. İstidraç,
dinsizlerin isteğine uygun Allah'ın verdiği ihsandır. Onun için Cenab-ı Hak
emri Hz. Muhammed'e teslim ve onlara azabı acelece tatbik etmedi. Bu cümle daha
önceki cümlenin manâsım takrir ve te'kîd (sağlamlaştırmak ve tekrar)
etmektedir. Yani azapları Hz. Muhammed'e havale edilmiş değildir.
Bazı tefsirciler,
«îkinci cümle, istidradî bir cümledir. Sanki Eğer benim gücüm yetseydi sizi
helak ederdim. Fakat Cenab-ı Hak kimi helak edeceğini daha iyi bilir. Ve helak
edilmesi gereken bazı kimseleri helak etmek hususunda bize imkân vermesinin bir
hikmeti vardır,» diyorlar. Bazı tefsirciler de, «Cenab-ı Hâk acelece azap
isteyenlerden bazılarının iman edeceğini bildiği için azabı tehir etti; zira
Allah zalimler [ve hallerindi daha iyi bilir. Bunun için azabı tehir eder.»
demişlerdir.
[101]
(59) «Gaybın
anahtarları Allah'ın kalındadır...» Bu âyetin izahı:
Anahtarlar diye tefsir
ettiğimiz «Mefatih» kelimesi «hazineler manâsına da gelebilir. Buna göre,
gaybın hazineleri Allah'ın katmdadır, o hazineleri Allah'dan başkası bilemez,
demek oluyor. Bu âyetten maksat, Allah'ın Kudret-i Kâmilesi vardır, her mümkünü
halletmeye kadirdir (gücü yeter) demektir.
Bazı alimler, «Gaybın
anahtarları beştir. Bu da, Abdullah ib-ni Ömer'den rivayet edilen hadisin
muhteviyatmdandır, diyerek Allah Resûlü'nün
şu Hadisini rivayet etmişlerdir:
«Gaybın anahtarları
beştir, Allah'dan başkası onları bilmez:
1- Allah'dan
başka hiçbir kimse yarın ne olacağını bilmez.
2- Allah'dan
başka hiçbir kimse, ana rahminde olanın ne olduğunu bilmez.
3- Hiçbir
nefis yarın ne kazanacağını bilmez.
4- Hiçbir
nefis hangi toprakta öleceğini bilmez.
5- Hiçbir
ki?nse yağmurun ne zaman geleceğini bilmez.»
Başka bir rivayette:
1- Allah'dan
başka hiçbir kimse, rahimlerin dökeceğinin ne olduğunu bilmez.
2- Allah'dan
başka hiçbir kimse, yarın ne olacağını bilmez.
3- Allah'dan
başka hiçbir, kimse, yağmurun ne zaman yağacağını (kesin olarak) bilmez.
4- Hiçbir
nefis, nerede öleceğini bilmez. Ancak bunu Allah bilir.
5- Allah'dan
başka hiçbir kimse, kıyametin ne saman kopacağım bilmez.» denilmiştir.
[102]
Şu hadisi Buhari
rivayet eder:
Ed-Dahhak ve Mûkatil,
«Gaybın anahtarları, ya yer yüzünün hazineleridir veya azabın iniş ilmidir,»
demişlerdir.
Ata, «O senin
bilmediğin sevabla ikabın (cezanın) bilgisidir,» diyor.
Başka bir müfessir,
«Ecellerin bitmesidir. Kulların saadet ve şekavetinin (bedbahtlığının),
âmellerinin sonuçlarının bilinmesidir,» demiştir.
Diğer bir müfessir,
«Daha olmayan bir şeyin olacağı zamandaki bilgisidir,) Yani olduğu zaman nasıl
olacaktır? Olmayan bir şey eğer olsaydı nasıl olacaktı? Onun bilgisidir.»
diyor.
İbn-i Mesud,
«Resûllüllah'a her şey gelmiştir ve verilmiştir. Ancak gaybın anahtarları
verilmemiştir.)) demiştir.
İbn-i Abbas ise,
«Gaybın anahtarları yerde ve gökte kaderler ve nzıklardan olan hazinelerin
anahtarlarıdır;» demiştir
[103]
El-Alusi, «Ayeti
istiğrak üzerine hamletmek (yani bütün ga-yıbların anahtarları Allah
katındadır,. ondan başkası onu bilmez) demek daha iyi ve daha uygun olur.»
diyor. Bu takdirde, gaybın anahtarlarını beşten daha fazla veya daha eksik
sayan Hadisler ve haberler, birtakım
mühim gaybî meselelerin beyanına yorum-lanmalıdırlar. Yani bunlar mühim
birtakım meseleleri getirmişlerdir. Yoksa gayb illa da beş şeydir veya daha
fazladır veya daha eksiktir denilemez. Çünkü şüphe yoktur ki, mugayyebatı hamse
[beş gaybî emir] den başka diğer gayıblan da Allah'dan başkası bilemez
[104]
(59) O,
karada, denizde ne varsa hepsini bilir...» Bu Âyetin manâsı:
Yeryüzünde olacak ve
olmuş her şeyi bilir. Küçük ve büyük hepsini bilir. Burada, «Büyükleri bilir de
küçükleri bilmez.» diyenlerin sözlerine iltifat edilmez.
Bütün tefsir alimleri,
karadan maksat, denizin haricinde kalan yeryüzü demektir. Denizden maksat,
yeryüzündeki bütün sular demektir. Çünkü yeryüzü genellikle iki kısma ayrılır:
Ya kara, ya da deniz. Karada, denizde de Cenab-ı Hakkın yarattıklarında çok
acaiblikler ve gariblikler vardır. Bütün bunlar Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretine
ve sonsuz ilmine birer delildirler.
Cenab-ı Hak, ister
karada, ister denizde yaşasın bütün
varlıkların cinslerini, çeşitlerini, fertlerini, cinsiyetlerini, mahiyetlerini,
keyfiyetlerini, nzıklanni, her şeylerini bilmektedir.
(59) «Daldan
düşen her yaprağı o bilir...»
Bu Âyetin izahı:
Yani daldan düşeni de
dalda kalanı da bilir. Yapraklardan kaç tanesi düşmüş, kaç tanesi ağacın
üzerindedir bunu bilir. Kaç tanesi yön değiştirmiştir, kaç tanesi yere düşmek
üzere hazırlanmaktadır, bilir.
(59) «Yerin
karanliklanndaki daneyi bilir...»
Bazıları, bu «daneden»
maksat, yer içinde bulunan ve bitmek üzere olan herhangi bir danedir, diyorlar.
Bazıları da; daneden
taşın içindeki ve yerlerin altındaki dane kastedilmiştir, yani belli bir dane
kastedilmiştir, demişlerdir. Yerin karanlıklarından maksat, yeryüzünün iç
âlemleri ve iç kısımları demektir. îç kısmına karanlık denilmiş çünkü
karanlıkta nasıl eşya görülmezse, orada olanlar da görülmez.
[105]
İbn-i Abbas (RA),
«Yerin karanlıklarından maksat, yedi tabaka yerin altındaki taşın altındaki
nesnedir. Veya herhangi bir taşın veya herhangi bir şeyin altındaki yer
demektir,» demiştir.
(59) «Kuru
ve yaş hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta [yazılı] bulunmasın...»
Bu Âyetin tefsirinde
İbn-i Abbas, «Yaştan maksat, sudur, kurudan maksat su haricinde bulunan yer tabakalarıdır,»
demiştir.
Ata, «Yaştan maksat
bitenlerdir, kurudan maksat, bitmeyenlerdir,» demektedir.
Başkası, «Yaştan
maksat, diri ve hayat sahibi nesneler, kurudan maksat, ölü ve cansız varlıklar
demektir,» demiştir.
Bir başkası da, «Bu,
her şeyden ibarettir. Çünkü herşey ya kurudur, ya yastır, Binaenaleyh Allah her
şeyi biliyor demek oluyor,» diyor.
Eğer desen ki, bütün
EŞYA «Onun katında gaybın (bilinmeyenin anahtarları vardır,» cümlesine dahil
oluyor. O cümle zikredildikten sonra bunlar niçin ikinci kez zikredildiler?
Bunun faydası nedir?
Cevab olarak derim ki,
Cenab-ı Hak, «Allah'ın katındadir gaybın anahtarları »m mücmel (kısa ve öz)
olarak zikretti. Ondan sonra bü Âyetlerle birtakım açıklamalar, ve tafsilât
getirdi. Bu gözle görülen, hissedilen
şeyleri zikretti ki, insanoğlu daha iyice anlasın. Evvelâ karanın, sonra
denizin bahsini etti. Çünkü onlarda acaiplik ve gariplikler vardır. Şehirler,
köyler ve köylüler vardır. Dağlar, madenler, hayvanlar, çeşitli mahlûklar
vardır ki, insanoğlu bunları detaylarıyla idrak etmekten acizdir. Sonra daha
az olanları zikretti ki, herkes onları görür. Çünkü daldan düşen yaprakla dalda
kalan yaprağı herkesin görebilmesi mümkündür. Fakat herkes onların adedini ve
Allah'ın onları nasıl yarattığını bilmez. Sonra yapraktan daha küçük olan daneyi
zikretti. Ondan sonra hepsini derleyen yaş ve kuru misalini verdi. İşte bu
eşyanın zikredilmesi ve bunların hiçbirisi Allah'ın ilminin dışında değildir
demesi, Cenab-ı Hak'ın sonsuz güç ve kâmil kudretine delâlet etmek için oldu.
Bu misaller Allah'ın azamet ve kudretinin yüceliği ve ilminin genişliği
hususunda insanları uyarıcı misallerdir.
«Apaçık kitap,»
tabirinden neler kasdedildi? Bazıları, «bu apaçık kitap, Cenab-ı Hakk'm o
bozulmaz, ve değişmez ilmidir.» demişlerdir.
[106]
Bazıları da, «Apaçık
kitaptan» maksat, Levhu'l-Mahfuz'dur. Çünkü Cenab-ı Hakk orada olacak ve
olmuşun ilmini yazmıştır. Gökleri ve yerleri yaratmazdan önce bunu orada
kaydetmiştir.» demişlerdir. Bütün bunların kitapta sayılmasının nedeni, Cenab-ı
Hakk'm ilmine Melekler vakıf olsun, ve o ilmi emri yerine getir-, sinler
diyedir. Bununla hesabın büyüklüğüne Cenab-ı Hakk dikkatleri çekti ve
kullarına bildirdi ki, onların yaptıklarından hiçbir şey Allah'ın kudretinden
ve ilminden kurtulmaz. Çünkü içinde sevab ve ceza olmayan şeyleri kitapta
tesbit eden bir ilâh, se-vab ve ikâbı (azabı) gerektiren şeyleri tesbit etmeyi
daha süratle yapar demektir.
«El-tmamiyye» şiileri
Ebu Abdullah'dan rivayet ediyorlar:
«Yapraktan maksat,
düşük çocuktur. Daneden maksat, çocuktur. Yerin karanlıklarından maksat,
annelerin rahimleridir.
Yaştan maksat,
yaşayanlardır. Kurudan maksat, çekilenlerdir;» Fakat, Ebu Abdullah'ın böyle bir
şey söyleyeceğinden onu tenzih ediyoruz. Çünkü bu, cidden âyetin zahirine
muhalefettir. Şiilerin bu rivayetine güvenilmediği gibi, Ebu Şeyh'in Muhamnıed
bin Cehhade'den şu rivayeti yaptığına da güvenilmez:
«Cenab-ı Hakk'ın arşın
altında bir ağacı vardır. Hiçbir mahlûk (yaratılmış) yoktur ki, o ağaçta onun
için bir yaprak bulunmasın. Herhangi bir mahlûkun yaprağı düştüğünde onun ruhu
da cesedinden çıkar.»
[107]
Kitabı,
Levhu'l-Mahfuz'la tefsir etmeyi bir grup müfessir tercih etmiştir. Zeccac'da
onların arasındadır. Nitekim Zeccac diyor ki: «Cenab-ı Hak, bütün.malûmatları
halkı yaratmazdan ev-' vel bir kitapta tesbit etmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak,
«yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur
ki, biz onu yaratmazdan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Hiç şüphesiz ki, bu
Allah'a göre pek kolaydır.» (El-Hadid: 22) buyurmuştur.
Müslim'in bir
rivayetinde, «Şüphesiz ki, Allah halkın kaderini gök ve yeri yaratmazdan elli
bin sene önce yazmıştır.-» buy-rulmaktadır.
Bunun faydası hakkında
birçok emir ileri sürülmüştür:
1-
Meleklerin, olayların Allah'ın malûmatına uygun olarak tıpatıp oluşlarım
görerek ibret almaları içindir.
2-
Mükellefleri, sevap ve ıkabı (azabı) kapsayan durumlarının ihmal
edilmeyeceğine dair uyarmak içindir.
Hasan Basri, sadece neden olarak
bu ikincisini ileri sürmüştür. Çünkü Âyet'ten anlaşılıyor ki, daldan düşen
yaprağı ve yerdeki daneyi de Allah kitapta yazmıştır.
3- Allah'ın
kitapta yazmış olduğu mevcudatın geçmiş tertip üzerinde kalıp bozulmamasıdır.
Çünkü kıyamete kadar olan . her şey hakkında yazan «kalem artık kurumuştur,»
diye rivayet gelmiştir.
Bu kitaba
«Levhü'l-Mâhfuz» [Korunan Yaprak] denilir, zira o, tahriften ve şeytanların ona
ulaşmasından veya yaz-bozdan korunmuştur. Tabii yaz bozdan korunması da «Yaz
boz ancak Meleklerin elindeki sahifelerde olur » diyen görüşe göredir.
El - Belhi,
«Levhü'l-Mâhfuza, bu ismin verilmesinin sebebi, onun unutulmamış ve ondan
gaflet edilmemiş olmasıdır.» demek-tedir.
El-Alûsi,
Ruhu'l-Meânî'de bu âyetlerin neticesinde şunu söylüyor:
«Bu Âyette delil
vardır ki, Cenab-ı Hak cüz'iyâtın da Alimidir. Yani küIH (umumî, bütün)
hadiseler gibi cüz'î (az) hadisele-,ri de bilir. Binaenaleyh ne Abdülkerim
Ceylî'nin, ne Şeyhî Yemâ-ni'nin «Cenab-ı Hakk cüz'iyyatın alimi değildir.»
demelerine iltifat edilmez.»
[108]
(60) «Allah o zattır ki, sizi geceleyin öldürür
[uyutur]. Gün-düzleyin yaptığınızı bilir. Sonra adlandırılmış bir ecel tamamlansın
diye sizi gündüzleyin diriltiyor. Sonra O'nadır dönüşünüz. Sonra yaptığınızı
size haber verecektir.
(61)
«Kullarının üzerinde Kahir [galip]
olan odur. Sizin üzerinize hafeze
[Melekleri] gönderir. Sonra, herhangi birinize ölüm geldiğinde
elçilerimiz onun canını
alırlar. Elçilerimiz ihmal etmezler.»
(62) «Sonra
onlar gerçek mevlaları
olan Allah'ın yanma
döndürüldüler. Dikkat ediniz! Hüküm ancak Allah'ındır. O hesab görenlerin en
süratlisidir.»
(63) De ki:
Sizi, karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarır? Ki, siz açıkta ve
gizlide yalvararak onu çağırıyorsunuz: Yemin olsun eğer biz bundan kurtul ursak
kuşkusuz ki şükreden-lerden oluruz.»
(64) «De ki,
Allah sizi hem karanlıklardan, hem de üzüntüden kurtarır. Sonra da sizler şirk
koşarsınız.»
(65) «De ki,
sizin üzerinize üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azabı göndermeye
veya sizi değişik guruplar halinde birbirinize katıp, bazınıza diğerinin
şiddetli azabım tattırmaya sadece O'nun gücü yetiyor. Bak, onlar anlasınlar
diye ayetleri nasıl evirip çeviriyoruz.»
(66) «Kavmin onu [Kur'an-ı] yalanladılar. Oysa o,
haktır. De ki «Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim.» »
(67) «Her
haberin bir mas t akam [belli bir zamanı], vardır. [Bunu] gelecekte
bileceksiniz.»
(68) «Bizim
ayetlerimize dalan lan gördüğünde, ondan başka bir söze dahncaya kadar
onlardan yüz çevir. Şeytan sana unut-turursa, hatırladıktan sonra sakın, zalim
kavimle beraber oturma.»[109]
(60) «Allah
o zattır ki, sizi geceleyin öldürür...t» Bu Âyetin izahı:
Buradaki ölümden
maksat uyutmaktır veya onları kontrol etmektir. Uyku yerine ölüm tabirini
kullanmak, uyku ile ölüm arasındaki benzerlikten ve ortaklıktan ileri geliyor.
İkisiyle de insanoğlunun hisleri iptal olunur ve ayırd edici kuvveti ortadan
kalkar.
(60)
«Cenab-ı Hakk, sızın gündüzlerin işlediğinizi de bilir.»
Görüldüğü gibi bu
Âyette gece uykuya, gündüz de işlemeye (iş yapmaya) tahsis vardır. Çünkü mutad
(alışılan hayat) budur. % 99 insanlar bu yaşantı üzere giderler. İstisnalar da
kaideyi bozmazlar.
(60) «Sonra
adlandırılmış ecel tamamlansın, diye sizi gün-düzleyin diriltiyor.»
Bu âyetteki
adlandırılmış ecelden maksat her ferd için tayin edilen yaşamdır. Dünyada ne
kadar kalacağının süresidir. Yani herkes ecelini tüketip bitirsin diye, Cenab-ı
Hak, bizi uykudan uyandırıyor ve ölümden diriltiyor.
(60) «Sonra
O'nadır dönüşünüz...» Bu cümlenin manâsı şudur:
Yani Ölümle sizin
dönüşünüz ve varacağınız nokta Allah'ın katıdır. Oraya varacaksınız.
(60) «Sonra
yaptığınızı size haber verecektir.»
Dünyada devamlı
yapmakta olduğunuz âmellerden ötürü sizi cezalandıracak veya
mükâfatlandıracaktır. Bazı tefsircilere göre, bu hitab kâfirleredir. Âyetin
manâsı, «Ey kâfirler! Siz cîyfeler (leşler) gibi geceleyin yataklara
dalıyorsunuz. Gündüzleyin de günâhları işliyor ve kesbediyorsunuz. Halbuki
Cenab-ı Hakk, sizin âmellerinizi görmektedir. Sizi kabirlerinizden haşre
gönderecektir. Hayatlarınızı bitirip tükettiğiniz o hareketlerinizden sizi
sorumlu tutacaktır. Sonra bütün yaptıklarınızı, size ceza tatbik etmek
suretiyle haber verecektir.» demektir.
(61)
«Kullarının üstünde kahir (galib) odur...»
Bu Âyetin tefsiri:
Hiç kimse, O'nu âciz
bırakamaz. Hiç kimse, O'nun tatbik etmek istediğiyle O'nun arasına giremez.
«FEVKA» kelimesi daha önce geçtiği gibi; selefe göre keyfiyeti belli olmayan
bir fevkiyat [üstünlük] manâsını ifade eder. Halef alimleri ise; kahir ve galib
manasınadır, demişlerdir.
«Kahir» demek, başkasını
mağlûp edip, zelil eden demektir. Allah halkın üzerinde kahirdir. Yani her şey
tersiyle kahredilir. Hayatın kahredilmesi ölümledir. İcadın kahredilmesi, yok
etmekledir. Zenginliğin kahredilmesi fakirlikledir. Işığın kahredilmesi zulmet
ve karanlıkladır.
[110]
(61) «O
sizin üzerinize hafeze (Melekleri) gönderir...»
Bu Âyetin izahı:
Amellerinizi tesbit
edecek Melekler gönderir. Onlar kîrâmen- kâtibîn melekleridir. Başka bir âyette
«Şüphesiz sizin üzerinizde hafezeler vardır. Kirâmen KatiUnler vardır.»
[En-Necm: 20] denmektedir. Veya bu meleklerden maksat, takip edici meleklerdir.
Nitekim başka bir âyette, «Onun için önünde ve arkasında takib edenler vardır.
Onu Allah'ın emrinden korurlar,» denilmektedir.
Bazıları, «Bu ikisini
kapsayan Melekler demektir» demişlerdir. Hafaza adını almaları amelleri ve
nefisleri koruduklarından dolayıdır. Kat'ade, «Bunlar, ameli, rızkı ve eceli
korurlar.» demiştir.
Bu Melekler bazılarına
göre; taât, günâh ve bütün mubahları yazarlar. Nitekim bir Ayet-î Celîlede, «Bu
kitaba ne oluyor ki, hiçbir küçük ve hiçbir büyük bırakmaz ki saymasın?» [Kehf
: 49] denilmiştir.
[111]
Eserlerde, «Âyette
'küçük diye bahsi geçen günâhtan maksat, tebessümdür, 'büyük'ten maksat,
kahkaha ile gülmektir.» şeklinde geçmektedir. Başka bir âyette de, «O herhangi
bir sözü ağzından atarsa, mutlaka onun yanında rakib ve atid (hazır) vardır.»
[Kâf : 18] denilmiştir.
Başkaları da, «Hafaza
Melekleri, mubahları yazmazlar. Çünkü mubahlara ne günâh ne de ikab (ceza)
bağlıdır» demektedirler.
İbn-i Abbas'dan gelen
bir rivayette, «Her insanın beraberinde iki Melek vardır. Birisi sağında,
birisi solundadır. İnsan bir hayrı konuşursa, sağındaki Melek yazar. Kötülük
konuşursa, sağdaki Melek soldakine: Bekle! Belki bundan tevbe eder, der. Eğer
tevbe etmezse onu yazar.» denmektedir.
Meşhuru şudur ki,
bunlar omuzlar üzerindedirler. Bazıları, «Çene kemiklerinin üzerindedirler,»
bazıları da «Ağzın sağ ve so-lundadırlar,» diyorlar. Hülâsa, onların varlığına
iman etmek gerekir; nerede olurlarsa olsunlar. Onların ne şekil yazdıklarından
bahsedilemez Çünkü biz bunu bilemiyoruz. Âyetlerin zahirleri delâlet ederler
ki, bu Hafaze Melekleri insanoğlunun sözlerine ve fiillerine muttalidirler,
(bilgi sahibidirler.) Nitekim Cenab-ı Hakk «Sizin işlediğinizi onlar bilirler.»
[İnfitar: 12] buyurmuştur. îman ve küfür gibi1 kalblerin sıfatlarını,
bilmelerine gelince; zahirde (görünürde) onların bu şeylere muttali (vâkıf)
olduklarına dair herhangi bir delil yoktur. Bazı haberlerde «Muttali (bilgi
sahibi) olurlar,» diye varid olmuştur. Meselâ, «Kul, bir haseneyi (hayırlı
işi) yapmayı kasteder ve onu işlemezse, ona bir hasene olarak yazılır,» diye
hadis vardır. Malûmdur ki, kasdetmek, iman ve küfür gibi, kalbin (iç alemin)
amellerindendir. Demek ki buna göre Melek içaleminde arzulananı biliyor.
Bazıları da, şu Hadis,
muttali (bilgi sahibi) olmamalarına delalet eder, diyor.
Kıyamet günü
geldiğinde, ameller kuvvetli sahifelerde getirilip arzediliyorîar. Cenab-ı
Hakk, «Onu ya kabul ediniz, ya reddedi-niz.» buyuruyor.
Melekler, «Senin
izzetine yemin ederiz, biz ancak onun işlediğini yazdık.» derler.
Cenab-ı Hakk, «Onun
işlediği benden başkası içindi. Ben bugün ancak benim vechim [zatım] için
işleneni kabul ederim.» diyor.
Bu Hadisden anlaşılıyor
ki, Melekler iç alemde olanları bilmezler. Hadisi dikkatle inceleyen, bu
hususu derhal farkeder.
îbn-i Mübarek'ten
gelen mürsel bir rivayette şunlar vardır:
«Melekler, Allah'ın
kullarından birisinin amellerini Allah'ın huzuruna yükseltiyorlar. Onu çok
sayar ve tertemiz sanırlar. Taki, Allah'ın dilediği saltanat noktasına
vardırıncaya kadar. Cenab-ı Hakk, o noktada onlara vahy göndererek,
__ Siz benim kulumun
ameli üzerinde koruyucu Meleklerdiniz. Ben onun iç alemindekini murakabe
ediyordum. Benim bu kulum amelinde halis davranmadı. Onu SİCN'E (zindan) sokunuz!»
der.
Bu Hadis de,
Meleklerin insanın iç âlemlerine vâkıf olmadığına delalet eder.
«Melekler ancak zahir
(görünen) amelleri yazarlar.» diyen kişi, «Kasd edilen haseneyi (iyiliği) de
Melekler yazarlar.» Hadisine şu cevabı verir: «Bu Hadisin manâsı; bu bizce
sabit olmuş ve tahakkuk etmiş amel demektir. Meleklerin sahifelerinde yazılmıştır,»
demek değildir.
«Melekler kalbin
amellerini yazarlar,» diyenler ise riyayı (ikiyüzlülüğü) istisna ederler. Yani
ameli yazarlar, riyayı yazamazlar. Cenab-ı Hakk, Meleklerden riyayı gizliyor.
Ta ki, riyakârın yazılan amelini, riyasiyla iptal etsin, ya ahirette veya
dünyada onu şiddetli azaba daldırsın, halini daha hazin bir şekle soksun diye
riyayı Meleklerden gizliyor. Umulur ki, bu ahirette Cehennemlik bir insanın
Cennete yaklaştırıldıktan sonra geri çevrilip Cehenneme atılması kabilinden
olsun.
Ebu Naim, Beyhaki,
Îbni-Âsakir ve İbni Neccar rivayet ettiler:
«Kıyamet gününde bazı
kimseler için Cennete götürülstinler diye emir verilir. Onlar Cennetin kokusunu
alacak ve Cennetin köşklerine ve Allah'ın Cennet ehline hazırladıklarına
bakabilecek derecede Cennete yaklaştırılırlar. O zaman Allah şöyle emreder:
— Onları Cennetten
geri çevirin, onların Cennette payları yok!
Onlar öyle bir hasret
ve üzüntüyle dönerler ki, o üzüntü ne Daha önce geçmişlere ne de daha sonra
geleceklere verilmiştir. Onlar bu dönüşlerinde şöyle haykınyorlar:
— Ey Rabbimiz! Ne olurdu, dost kullarına
hazırladığını ve sevabını bize göstermeden önce bizi Cehenneme soksaydın. Bu
bize daha kolay gelirdi.»
Cenab-ı Hakk, onlara
cevab olarak:
— Ey asiler!
Onu size göstermekle
ben şunu kasdettim: Siz dünyada
iken tek başınıza
kaldığınızda benimle uğraşıyor ve mücadele ediyordunuz. Büyük
günâhlar işlemek suretiyle karşı geliyordunuz. Halk ile kaldığınızda ibadete
başlayarak onlarla bir araya geliyordunuz. Amellerinizi halka gösteriyor,
riyakârlık (ikiyüzlülük) yapıyordunuz. Bana karşı kalblerinizde
taşıdığınız isyankârlığın tam tersini halka gösteriyordunuz. Halktan korktunuz,
halkı ta'zîm ettiniz (yücelttiniz), benden korkmadmız, beni ta'zîm etmediniz.
Kötülüğü halka şirin
gözükmek için terkettiniz. Benim için terketmediniz. İşte bugün size mahrum
kaldığınız sevabla beraber azabı tattıracağım.
Bütün bu ihtimaller
katımızda geçerlidir. Kesin olarak bir şey demiyoruz
[112]
Hafaza Meleklerinin
(yaptığımız işleri yazan Melekler) değiştirilmeleri hususunda ihtilaf vardır.
Bazıları, «Her gün yeni Hafaza Melekleri gelirler. Gecenin Melekleri ile
Gündüzün Melekleri ayrıdır. Bu, ölüme kadar böylece devam eder.» demişlerdir.
Bazıları da, «Gündüz gece Melekleri giderler, gündüz Melekleri gelirler. Gece
geldi mi gündüz Melekleri giderler, gece Melekleri gelirler. Aynı Meleklerdir,
değişmezler.» demiştir. Diğer bazıları ise, «Hase-neleri (iyilikleri,
sevapları) yazan Melekler değişirler. Fakat sey-yiâtları (günâhları) yazan
Melekler değişmez. Hüsn-i zann da bunu gerektirir.» diyorlar.
Alûsi, «Mükellef
öldükten sonra Hafaza Melekleri nerede dururlar? Bazıları, mutlak olarak
göklerdeki ibadethanelerine dönerler, diyorlar. Bazıları, müminin kabrinin
karşısında durup kıyamette kabrinden kalkıncaya kadar ona af talebinde
bulunurlar, bazıları da, hasenatı (sevapları) yazan bir tek Melek değildir,
çünkü bir hadisde, «Şu kadar, şu kadar Meleklerin onu yazmak için süratle
yarıştıklarını gördüm. Hangisi daha önce onu yazar diye koşarlar»
demişlerdir. .
Bu Hafaza'lardaki
hikmet şudur: Mükellef bir insan, yaptıklarının şahitler tarafından Allah'ın
hâkim olduğu bir günde arzolu-nacağı, hakikatini bilirse, günâhları ve
çirkinlikleri yapmaktan daha sakınır bir duruma gelir. Kul efendisinin Iûtfuna
(iyi muamelesine) güvendiği zaman, onu haberdar eden hizmetkârlarından
sakındığı kadar efendisinden sakınmaz.
Sahifeler tartılır mı,
tartılmaz mı? Bu ihtilaflı bir konudur. Bazıları, «Sahifeler tartılır.»
demişlerdir. Fakat bu görüş pek re-vâc (geçerlilik) bulmamaktadır
[113]
(61) «Sonra
herhangi birinize ölüm geldiğinde elçilerimiz onun canını alırlar. Elçilerimiz
ihmal etmezler...»
Bu Âyetin izahı:
[114]
Elçilerden maksat,
ölüm Meleğinin yardımcılarıdır. Nitekim bu
durumu îbn-i Cerir ve Ebu Şeyh, İbn-i Abbas'tan rivayet etmişlerdir. Bunun
benzeri Katade'den de rivayet edilmiştir. Kata-de, «Meleku'l-Mevt'in (Ölüm
Meleği) elçileri vardır. Ruhları bilfiil onlar alırlar, sonra Ölüm Meleğine
teslim ederler.» diyor.
[115]
Abdürrezzak ve İbn-i
Munzir, el-Kelbi'den rivayet ediyorlar:
«Meleku'1-Mevt (Ölüm
Meleği) bilfiil ruhu aldıktan sonra eğer ruh mü'min ise, Rahmet Meleklerine,
eğer kâfir ise/ Aaap Meleklerine teslim eder.»
Ekseri ulemâ'nın
görüşüne göre, bilfiil ruhu alan, Meleku'l-Mevt'tir. Fakat onun meleklerden
yardımcıları vardır. Fiili, o yardımcılara isnad etmek meselesine gelince, o
isnad mecazîdir. Meselâ «Filan kabile filan adamı öldürdü.» diyorlar. Oysa
öldüren, kabilenin bütün fertleri değil, onlardan birisidir. Bazen de fiil,
Ölüm Meleğine isnad edilir. Çünkü bilfiil ruhu alan odur. Bazan da, Allah'a
isnad edilir. Çünkü hakiki âmir (emreden) Allah' dır (C.C.).
Bazı kimseler, «Bazan
Allah vasıtasız olarak ruhu kabzeder (alır.) Bazan Meleku'l-Mevt kabzeder.
Bazen de elçiler.» Yani Ölenin ahvaline (durumuna) göredir, demişlerdir.
Zeccac, «Elçilerden
maksat, Hafaza Melekleridir. Yani Allah, onları Kulunu hayatta korumak için
gönderir. Ölüm çağı geldi mi ruhu alırlar.» demiştir. Fakat bu görüş garibdir.
[116]
(61) «Onlar
ihmal etmezler.»
Cümlesinin manâsı:
Gevşeklik göstermezler
ve bir saniye dahi geciktirmezler. Yani kendilerine çizilen hududu ne eksik, ne
de fazla geçmezler. Verileni harfiyyen tatbik ederler.
(62) «Sonra
onlar Mevlâ'ları olan Allah'a döndürülürler...»
Bu Âyetin izahı:
Yani insanlar haşre
gönderildikten ve hesaplarını verdikten sonra Mevlâ'larının yanma
döndürülürler. Veya Berzah Âlemi'n-den (ölülerin ruhlarının kıyamete kadar
bulunacağı yer) Allah'a (O'nun hükmüne ve cezasına) döndürülürler.
Bazı tefsirciler;
«-rubdu-» fiilindeki zamir, elçiler ve meleklere râci'dir. Yani melekler,
insanoğullarının öldüğü gibi ölür. Onlar da Allah'ın hükmüne dönüş yaparlar.»
demişlerdir.
El-Hazin, «Kullar,
ölümle ahirette Allah'a döndürülürler. Allah'a, Hakolan Mevlâ denilmiş, çünkü
onlar dünyada bâtıl Mevlâ' ların (efendilerin) elinde idiler. Allah ise
insanların gerçek Mev-lâsı [efendisi] ve sahibidir.» diyor.
[117]
(62) «Dikkat
edilsin, hüküm Allah'ındır»
Cümlesinin manâsı:
Allah'dan başkasının
hükmü geçersizdir. Herkesin hükmü geçici olduğuna göre hakikat noktasında
yoktur. «Hesap görenlerin en süratlisidir.» Bu cümledeki, hükmün nedeni şudur:
Cenab-ı Hakk, düşünceye muhtaç değildir. Hesap yapmak için kâğıda kaleme ihtiyacı
yoktur. Bir kimsenin hesabı, aynı anda Allah'ı başkasının hesabını yapmaktan
alıkoymaz. Hiçbir Hesap O'nu, diğer bir hesabı, aynı anda yapmaktan alıkoyamaz.
O, bir koyunun sağım zamanı kadar kısa bir zamanda, veya ondan daha az bir zamanda,
hattâ zaman mefhumunu ortadan kaldıracak kadar kısa bir devrede bütün
mahrukatın (yaratılmışların) hesabını görür.
Hticcetü'l-İslâm
Gazzâli, «Hak, batılın karşıtıdır. Kendisinden haber verilen her şey ya Bâtil-ı
Mutlak'tır veya Hakk-ı Mutlaktır. Ya da bir yönden hak, bir yönden bâtıldır.
Mümten'i bizzat, (hakikati olmayan) Bâtıl-ı Mutlaktır. Vacibi bizzat,
(.hakikat olan) Hakki-Mutlâktır. Mümkin-î bizzat ve Vacibi-Bilgayr, bir yönden
hak, bir yönden de bâtıldır. Zatî yönünden vücudu yoktur ve bâtıldır. Gayrisi
yönünden vücudu istifade etmiştir, o yönden hak'tır. Hakk-ı Mutlâkın manâsı,
zatıyla Mevcudu-Hakiki demektir. O Mevcudu-Hakiki ki, her hakikat ondan alınır,
bu da ancak Cenab-ı Hakk'tır. İşte «Hak, bakidir, sabittir ve fâni olmaz.»
diyenin maksadı da budur, demektedir.
Tefsir-i Kebir'e göre,
mevlâ ve velî kelimeleri yakınlık manâsına gelen, Velyi kökünden müştak'tırlar
(türemişler). Cenab-ı Hakk, yâkîndir. Mevlâ kelimesi aynı zamanda «Köleyi âzad
edene» de denilir. Bu da iş'ar eder ki (haber verir ki), Cenab-ı Hakk, onları
azaptan âzad etmiştir. Ve Rabbimizin bir Hadisi Kûdsi'de «Rahmetim, gazabımı
geçmiştir.» sözünden maksadı, budur. Yine Allah, burada kullan nefsine değil,
nefsini onlara izafe etmiştir. Bu da, rahmetin son mertebesidir. Yine Cenab-ı
Hakk, «Onların hak mevlâsıdır.» demiştir. Yani onlar dünyada bâtıl mevlâların
yönetimi altındaydılar. Bu bâtıl mevlâlar nefis, şehvet ve öfkedir. Şimdi ise
Hak Mevlâ'nın tasarrufuna geçtiler. Nitekim Cenab-ı Hakk, «Bana hevâsını (arzu
ve isteğini) mâ'bûd edinenden haber ver.» [Pûrkân: 43] buyurmuştur. Evet, insan
öldüğünde bâtıl mevlâların tasarrufundan kurtulur, Hak Mevlâ'nın tasarrufuna
intikal eder.
İddia edilmiştir ki,
bu Âyet-i Celîle insanoğlunun mücerred (soyulmuş, yalın) bünyeden ibaret
olmadığına dair en belirgin bir delildir. Çünkü Âyet açıkça delâlet eder ki,
ölüm kula ulaşacaktır ve ölümden sonra kul Allah'a döndürülecektir. Kişinin
Ölü olarak Allah'a döndürülmesi mümkün değildir. Çünkü bu mekân ve cihete
bağlı döndürme değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk, hem mekândan, hem de cihetten
uzaktır. Belki onun, Allah'ın hükmüne baş eğmek,
kaza ve kaderine itaat etmek manâsına olduğunu kabul etmek lâzımdır. Diri
olmayan bir kimseye de böyle bir manâ elverişli olamaz. Böylece sabit oluyor
ki, burada hem ölüm, hem de hayat vardır. Ölüm, bedene isabet eder. Hayat ise
ruhun payı olarak kalır. Cenab-ı Hakk'ın «Döndürüleceklerdir,» hitabından
anlaşılıyor ki, Allah'a döndürülen ruhdur ve sabit oldu ki insan ancak ruhdur.
Ve matlûb olan (istenilen) de budur. Ruhun, bedene taalluk etmezden (girmeden)
önce, mevcud olması da buna işaret eder. Çünkü döndürülmek, bu âlemden Allah'ın
huzurunadir ve ancak var olanlar için bahis konusudur. Bu Âyetin benzeri,
«Rab-bine dönüş yap!» [el-Pecr : 28] Âyeti ile «Bizedir onların dönüşlerin
[Yunus :İ6] diyen Âyetlerdir.
Bu iddia görüldüğü
gibi bir yorumdur; üzerinde düşünmek gerekir.
[118]
Bazı hadislerde,
«Cenab-ı Hakk, bir koyun sağımı kadar bir zamanda bütün varlıkların hesabını
görür.» diye varid olmuştur. Bazılarında ise «Yarım gün,» diye varid olmuştur.
Bâzıları, «Cenab-ı
Hakk, bilfiil kulların hesabını görmez. Meleklerine emreder ,onlar teker teker
onların hesabına bakarlar.» demişler, bazıları da, «Cenab-ı Hakk, mü'minlerin
hesabını bizzat görür. Kâfirlere gelince, onların hesabını melekler görür.»
Zira eğer Allah onların hesabını görürse onlarla konuşmuş olur. Allah'ın onlarla
konuştuğunu iddia etmek yanlıştır. Çünkü Cenab-ı Hakk, kâfirlerin sıfatında
«Allah onlarla konuşmaz.» [Âli-İmran.: 77] buyurmuştur, demişlerdir. Daha
Öncekiler; «Bunun manâsı, Allah onlara yararlı olan bir şeyle onlara hitap
etmez.» demektir, dediler. Çünkü Âyetlerin zahirleri Cenab-ı Hakk'ın o gün
onlarla konuşacağına delalet eder,» demişlerdir. Sonra o hesabın keyfiyeti (niteliği)
ve tafsilatı, insan aklının alacağı bir şey değildir ki, düşünerek onu
çözelim. Bize düşen onlara olduğu gibi iman etmektir.
Keyfiyet ve
açıklamasını bilinmeyenin ve şehadetin âlimi
olan Cenab-ı Hakk'a havale ediyoruz.
(63) «De ki:
Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarır?»
Bu Âyet şunu ifade
eder: .
Cenab-ı Hakk onların
Allah'a ortak koştukları putları aşağılamak ve-uluhiyet mertebesinden düşürmek
için bunu söylüyor. İbn-i Abbas'ın rivayet ettiğine göre, karanın ve denizin
karanlıklarından maksat, şiddetleri ve dehşetleridir. O dehşetler ki, insanın
duyularını çatlatır ve akıllan hayrete düşürür...
Bazı tefsirciler, «Bu
karanlıklardan maksat, gecenin, bulutların ve denizlerin karanlığıdır.»
demişlerdir. Bazıları «Karanın karanlığı, yerin batmasıyla, denizin karanlığı
boğulmakla oluyor» Bazıları ise, «Bu karanlıklar yerin batmasından, ve suyun
çekilmesinden kinayedir.» [Kinaye; maksadı ve gayeyi kapalı bir şekilde
dolaylı anlatan söz, demektir.] Bazıları da, «Gecenin karanlığı, bulutun
karanlığı, denizin karanlığı, çöl ve korkunun karanlığıdır,» şeklinde tefsir
etmişlerdir. Bütün bu manâlar, Âyetin kapsamına giriyor.
(63)
«Halbuki siz açıkta ve gizlide onu çağırıyorsunuz...»
Bu Âyetteki açık ve
gizli çağırmaktan maksat, ya dille, ya da birisi dille (açık), öbürü kalble
(gizli) yapılan çağırmadır.
(63) «Yemin
olsun, eğer biz bundan kurtulursak kuşkusuz ki şükredenlerden oluruz...»
Âyetin bu bölümünü,
alimler şöyle yorumlamışlardır:
Ey Rabbımız! and
olsun, eğer sen bizi kurtarırsan veya biz kurtulursak, (çünkü Âyet, hem
«enceytena» hem de «enca-Na» şeklinde okunmuştur, şükredenlerden oluruz. Yani
şükürde derinleşmiş ve daimi bir şekilde şükredenlerden oluruz der ve «eğer
bizi bu karanlıklardan kurtarırsan, eğer bizi helak olmaktan uzaklaştırırsan
şüphesiz ki biz şükredenlerden oluruz,» diye yalvarmaktır.
(64)
«De ki:
Allah sizi hem karanlıklardan hem de üzüntüden kurtarır. Sonra da sizler şirk
koşarsınız...»
Bu Âyet-i Celîle'den
anlaşılıyor ki onlar, kendilerini bu şiddetlerden kurtaranın Allah olduğunu
ikrar ederler. Sonra da bu ikrarlarından cayıp, Allah'a şirk (ortak)
koşuyorlar. Fayda ve zarar getirmeyen putları Allah'a ortak sayıyorlar.
Âyet-i Celîle'de yer
alan «kerb» kelimesi üzüntü manasınadır. Cevap vermek muhatapların hakkı
olduğu halde, Allah Peygamberine cevap verme emrini vermekle ilân ediyor ki,
Allah'ın tek kurtarıcı olduğu güneş gibi apaçık ortadadır. Veya onları kale
almadığından (önemsemediğinden) ve insan saymadığından dolayı Cenab-ı Peygamber'e
«Sen cevap ver,» diye emrediyor. Yani kaldırılmasını istediğiniz üzüntüyü ve
felâketi sizden tek başına Cenab-ı Hakk kaldırır. Siz, bu büyük nimetleri
görmenize rağmen yine de ibadette şirk (ortak) koşmaya dönüş yapıyorsunuz. Vermiş
olduğunuz sözü yerine getirmiyorsunuz.
Cenab-ı Hakk: «Sonra
siz şükretmiyorsunuz» yerine «Sonra siz şirk koşuyorsunuz» tabirini kullanmak
suretiyle işaret ediyor ki, ibadette Allah'a şirk koşan bir insan, sanki ona
ibadet etmemiştir. Çünkü tevihîd, (Allah'ın birliğine inanma) emrin esası ve
ibadetin temelidir. Tevhîd olmadıktan sonra o ibadet yok sayılır. Veya Cenab-ı
Hakk, onları kınıyor. Yani siz «Allah'tan başka sizi kurtaracak olmadığını
bildiğiniz halde yine de bu işi yapıyorsunuz,» diyor.
(65) «De ki:
Sizin üzerinize, üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azabı göndermeye, veya sizi değişik gruplar halinde
birbirinize katıp bazınıza diğerinin şiddetli azabım tattırmaya sadece onun
gücü yeter...»
Bu Âyet şunları ifade
ediyor:
Ey Muhammedi Kavmine
[Kureyş'lilere, Mekke'lilere] ve dolayısıyla bütün dünyaya söyle! Şüphesiz tek
kudret ve kuvvet sahibi Allah'dır. O'nun gücü sizin üstünüzden bir azabı, yani
bir gök gürültüsünü veya gökten düşen taşları veya hızlı esip de her şeyi
kökünden söküp atan bir rüzgârı, veya sağanak halinde uzun zaman devam edip
tufana dönüşen yağmuru göndermeye yeter. Nitekim Cenab-ı Hakk, Nuh kavmine, Ad,
Semûd, Lût kavmine bu azabları vermiştir. Veya ayaklarınızın altından azap
göndermeye kudreti vardır. Ayaklarınızın altından gönderilen azap, yer
sarsıntısı, yerin çöküp deniz haline gelmesi gibi azaplardır. Nitekim Cenab-ı
Hakk, Şuayb (AS)'in kavmi ve Karun hakkında bunu tatbik etmiştir.
[119]
İbn-i Abbas ve
Mücahid, «Üstünüzden gelen azaptan maksat, zalim ve diktatör idarecilerdir.
Ayaklarınızın altından gelen azaptan maksat kötü köleler, kötü aile
efradıdır.» demişlerdir.
Dahhak, «Üstünüzden
gelen azaptan maksat, büyükleriniz tarafından gelen azap, ahlâksızlık, sıkıntı
ve zahmetlerdir. Ayaklarınızın altından gelen azaptan maksat, sefillerden yani
düşük ve bozuk insanlarınızdan gelen sıkıntılardır.» diyor.
Âyette yer alan ilk
«Ba'z» kelimesi kâfirlerden kinayedir. Yani kâfirlere müminlerden gelen
şiddeti tattırmaktır. İkinci «ba'z» tabiri müminlerden kinayedir.
Bazı tefsir âlimleri;
«İki Ba'z kelimesi de kâfirlerden kinayedir. Yani kâfirlerin bir gurubuna
diğer gurubun şiddetini tattıracağız demektir.» diyorlar. Bazıları da, «İki
gurup da müminlerdendir. Müminlerin bir gurubunu diğerlerine musallat
kılacağız demektir.» şeklinde tefsir etmişlerdir.
İbn-i Cerir, İbn-i Ebi
Hatim ve Ebu Şeyh, Hasan'dan rivayet ediyorlar:
Bu Âyetin «Sizin
üstünüzden ve ayaklarınızın altından azap göndermeye Allah kadirdir.» diyen
kısmı, müşrikler içindir. «Sizi ayrı ayrı inançlar dahi guruplara dönüştürüp
birbirinizle kapıştırmak ve bir gurubun azabını diğerine tattırmak,» diyen
kısım da, müslümanlar içindir.
Fakat bu tefsir,
Âyet-i Celile'nin nazmını (tertibini parçalayıcı gibi olduğundan pek makbul
(geçerli) bir tefsir sayılmamıştır. Belki Hasan'm maksadı, bu ikinci ceza
müslümanlar içindir ve onlarda vuku' bulur, fakat birinci ceza vuku' bulmaz
şeklin-dedir
[120]
îbn-i Cerir, Hasan'dan
rivayet ediyor:
«Bu Âyet-i Celîle
nazil olduğu zaman, Cenab-i Peygamber kalkıp abdest aldı ve Allah'a, Ümmetinin
üzerine üstlerinden veya ayaklarının altında bir azap göndermesin, ümmetini
değişik inanç-' larda olan guruplara ayırıp birbirine katmasın, bir gurubun
şiddetini diğerine tattırmasın, İsrailoğullarına tattırdığı gibi onların
başına getirmesin,» diye yalvardı.
Bunun üzerine
Cebrail (AS), Resûlüllah'ın yanına
gelip;
«Ey Muhammedi Sen
Rabbinden dört şey istedin. O sana ikisini verdi.
1- Onların
üstünden onlara azap asla gelmeyecektir.
2-Onların
ayaklarının altından gelip temelini kazıyacak bir azap gelmeyecektir. Zira bu
iki azap, peygamberlerini yalanlayan, Rablerinin kitabını reddeden her ümmete
tatbik edilmiştir. Fakat Cenab-ı Hakk, ümmetini değişik fikir ve,görüşlerde
olan guruplara ayırıp, birinin şiddetini diğerine tattıracak azaplardan korumayı
söz vermez. Zira bu iki azap, Allah'ın kitaplarını tasdik edip, peygamberlerini
doğrulayan (fakat vazifesinde kusur eden) kimselere tatbik ediliyor.»
İmam Ahmed, Müslim,
Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i Mâce ve Hâkim Sevban'dan rivayet ediyorlar:
Resûlullah'tan
dinledim:
«Rabbim yeryüzünü
benim için düzenledi. Öyle ki, yerin hem doğu mıntıkalarını, hem de batı
mintakalarını gördüm. Rabbim bana İki hazineyi, kırmızıyı ve beyazı verdi.
Benim ümmetim benim için hazırlanmış ve gösterilmiş noktalara kadar hâkimiyet
kuracaK-tır. Rabbim'den ümmetim için istedim ki bana gösterilen yer yüzünün
noktalarına kadar ümmetimin hâkimiyeti kurulup, tesis edilsin. Rabbimden
ümmetimi genel bir kıtlıkla helak (yok) etmemesini istedim. Bana bu isteğimi
verdi. Rabbimden istedim ki, ümmetime başkalarından hiçbir kavmi musallat
etmesin, bunu da bana verdi. Rabbim'den ümmetimin bir kısmının azabını diğerine
tattırmamasını istedim, bunu bana vermedi. Ve buyurdu:
Ey Muhammedi Ben bir
hüküm verirsem, artık onu geri almam. Sana ümmetin için onları genel bir
kıtlıkla helak etmemeye söz verdim. (Binaenaleyh kıtlık olursa genel olmaz,
ancak bazı bölgelerde olabilir. Bütün İslâm memleketlerini kapsamaz.) Ve söz
verdim ki, onların nefislerinden olmayan bir düşmanı onlara musallat
kılmayayım. O düşman onların izzetini yıkmayacaktır, mülklerini almayacaktır.
Yer yüzünün bütün mıntıkalarındaki insanlar bir araya gelip birleşseler bile
(ümmetine) galip gelemeyecektir. Bu durum, onların bir kısmının diğerini helak
edeceği, bir kısmının diğerini esir edeceği zamana kadar devam edecektir.»
[121]
Hadîs-i Şerifte
«kırmızı ve beyaz» diye geçen hazinelerden maksat, altın ve gümüştür. Veya
Kisra ve Kayser'in hazineleridir. Yani hem Irak ve Acem mülkünü, hem de Şam ve
Bum diyarını ümmetine vereceğim demek oluyor.
İmam Ahmed, Tabarani
ve başka hadîs alimleri Ebu-Basr el-Gifarî'den, o da Resulü Ekrem'den rivayet
ediyorlar:
«Rabbimden dört şey
istedim. Bana üç tanesini verdi, birini vermedi.
1) Rabbimden
istedim ki; ümmetim dalâlet (doğru yoldan sapma) üzerinde bir araya
gelmesinler, bunu bana verdi.
2)
Rabbim'den istedim ki, ümmetimden olmayan bir düşmanı ümmetime musallat
kılmasın, bunu da bana verdi.
3)
Rabbim'den istedim ki, ümmetimi kıtlıklarla diğer ümmetleri helak ettiği gibi
helak etmesin, bunu da bana verdi.
4)
Rabbim'den istedim ki; ümmetimi değişik dinî inanışlara sahip kılmasın,
birbirine düşürmesin, birinin azabını diğerine tat-tımasın, işte bana bu
(sonuncu)yu vermedi.»
Bu manâda hadîsler
çoktur. O hadîslerin bazılarında «Ümmetin bir kısmım diğerine katması» ile
«Birinin azabını diğerine tattırması» bir emir
[bir durum} sayılmıştır. Bazılarında da ayrı ayrı sayılmışlardır. İşte «dört şey» istedim veya üç
şey istedim» şeklindeki ihtilâflar da, bu noktadan ileri geliyor.
Hasan Basri'nin «İlk
ikisi bu ümmette vâki olmamıştır» şeklindeki rivayeti ile İmam Ahmed ve
Tirmizi'nin, Saad bin Eb-i Vakkas'tan rivayet ettikleri hadîs çelişmemektedir.
Zira Saâd'm hadîsinde Resûl-i Ekrem, «Dikkat edilsin, bu âyette bahsi geçen
azab olacaktır. Fakat daha te'vili gelmemiştir.)} denmektedir. Yine Hasan
Basri'den gelen rivayet ile îmam Ahmed'in Müsnedinde Ebu'l-Âliye vasıtasıyla
îbn-i Kâab'tan rivayet ettiği hadis de çelişmemektedir. İbn-i Kaab ayet hakkında,
«Bunlar dört tanedir, hepsi şüphesiz vâki' olacaktır» diyor. Çünkü bu
vuku'dan, (oluşdan) ümmetin kökünü kesecek şekilde olmayan bir oluşun
kastedil-mesi mümkündür. Vâki' olmamaktan da hiç olmayacağı kastedilmiştir.
Hasan Basri'nin sözü bu hususda sarih (açık) gibidir. Düşün
[122]
İbn-i Abbas, «Âyetteki
'SİYA' kelimesi, değişik heva ve hevesler demektir» diyor.
Mücahid, «Değişik
nevalar» şeklinde Siya' kelimesini tefsir ederek bu, ümmetin içindeki fitne ve
ihtilâflardan ibarettir» dedi.
İbn-i Zeyd,
«İnsanoğlunun bugün içinde bulunduğu ihtilâf ve nevalardır kanların
akıtılmasindan maksat, birinin diğerinin kanını akıtmasıdır» diyor.
Ebu'l-Âliye bu Âyetin
tefsirinde, «Bunlar dört tanedir, hepsi de azaptır. İkisi Resûlüllah'm
vefatından (25) yirmi beş sene sonra gelmiş, ve ümmet değişik hevalara
bürünerek, birbirine karışmış, bir kısmı diğerini öldürmüştür. İkisi de
kalmış, onlar da elbette vâki'
olacaklardır. Onlar da, yerin
batmasıyla insanların mesih olunup maymun
ve sair hayvanlardın karakterlerine'] girmesidir.» diyor.
Ubeyy bin Kâab'dan
bunun benzeri şöyle rivayet edilmiştir: «Onlar dört haslettir. Hepsi kıyametten
önce vâki' olacaktır. İki tanesi Resûlüllah'm vefatından (25) yirmi beş sene
sonra geçti. Bu tarihte ümmet değişik nevalara büründü. Bir kısmının şiddeti,
(öldürmesi), diğerini yendi. İki tanesi de şüphesiz vâki' olacaktır. Birisi
yerin batması, ikincisi de recmdir. Yani göklerden taşların yağarak insanları
taşlamasıdır.»
Mücahid, «Sizin
üstünüzden veya ayaklarınızın altından...) Âyeti, ümmeti Muhammed içindir,
fakat Allah onları bundan af-fetmiştir. «Sizi değişik nevalara büründürüp
birbirinize katacaktır,» kısmından maksat, ümmeti Muhammed'in arasındaki fitne
ve ihtilâftır.» demiştir.
Başkaları da,
«Bazılarınızın şiddetini diğerine tattırmak» Re-sûlüllah'ın vefatından sonra bu
ümmette meydana gelen savaş ve öldürme olaylarıdır,» demişlerdir.
Buhari, Cabir'den
rivayet ediyor:
«Deki: Sizin üzerinize
üstünüzden bir azab göndermeye Allah kadirdir.» mealindeki Âyet cümlesi nazil
olduğunda, Resûl-i Ekrem, «Senin vechine sığınıyorum,)) dedi. «Veya
ayaklarınızın altından bir azap göndermeye kadirdir.» cümlesi geldiğinde,
«Senin vechine sığınıyorum.» dedi. «Veya sizi değişik guruplar halinde
birbirinize katıp, bazılarınıza diğerinizin şiddetli azabım tattırmaya
kadirdir.» Âyeti nazil olduğunda, Cenab-ı Peygamber, «Bu daha kolaydır.» veya
«Bu daha ehvendir.» buyurdu, diyor.
Müslim, Saad bin
Ebi-Vakkas'dan rivayet ediyor:
«Bir gün Resûlüllah
ile beraber Medine'nin El-Âliye mahallesinden geliyorduk. Cenab-ı Peygamber,
«Ben-i Muaviye» mescidinin yanından geçerken içeri girdi. İki rekât namaz
kıldı. Biz de onunla beraber namaz kıldık. Elini kaldırdı, uzun uzadıyâ Allah'a
yalvardı. Sonra yüzünü bize çevirerek buyurdu:
— Ben Rabbim'den üç şey istedim. Bana ikisini
verdi, birisini menetti (vermedi).
Rabbim'den, ümmetimin kıtlıkla helak (yok) olmamasını istedim, bana verdi.
Rabbim'den, ümmetimi suyla boğmak suretiyle helak etmemesini istedim, onu da
bana verdi. Rabbim'den, ümmetimin şiddetini aralarında kılmamasını (yani
birisinin diğerini öldürmemesini) istedim, bunu bana vermedi.»
Habbab bin el-Art
diyor ki:
«Resûlüllah oldukça
uzun bir namaz kıldı. Eshab-ı Kiram:
— Ey Allah'ın Resulü. Senin daha önce böyle bir namaz kıldığını görmedik?
diye sordular. Resûlüllah:
— Evet, doğru
söylüyorsunuz. Bu, rağbet
[istek] ve rehbet [korku] namazıdır.
Rabbim'den bu namaz içinde üç şey istedim, bana iki tanesini verdi, bir
tanesini vermedi: «Rabbim'den istedim ki, ümmetimi kıtlıkla helak etmesin,
bunu bana verdi. Rab-bimden istedim ki ümmetime başka düşmanları galib
getirmesin, bunu bana verdi. Rabbim'den istedim ki ümmetimin bir kısmının
azabını diğerine tattırmasın. Bunu bana vermedi.»
Hadisi Tirmizi rivayet
etmiştir
[123]
(65) «Bak
(Onlar anlasınlar diye) ayetleri nasıl evirip çe viriyoruz...»
Bu âyetin ifade ettiği
?
«Ey Muhammedi Bak! Delillerimizi nasıl
açıklıyoruz? Seni te Kur'an-ı yalanlayanlara hüccetlerimizi nasıl berrak bir
şekilde getiriyoruz. Bunu da onlar anlasın ve ibret alsınlar diye yapıyoruz.
Sakınsın, dönüş yapsınlar, küfür ve yalanlamaktan vaz geçsinler diye
yapıyoruz.»
(66) «Kavmin
onu (Kur'an-ı) yalanladılar. Oysa O haktır...» Bu Âyetin izahı:
-onu- zamiri Kur'an-a
râci'dir. Kur'an-ın hak oluşu, Allah katından inen bir kitap oluşundandır.
Bazı tefsircilere göre
«onu» zamiri, azaba râci'dir: Senin kavmin azabı yalanladılar, azap yoktur,
dediler. Oysa azap gerçektir ve olacaktır, demektir. Eğer onlar küfürlerinde,
seni ve Kur' an-ı yalanlamakta devam ederlerse azap onların başına inecektir.
Bazı tefsircilere
göre, -onu- zamiri, âyetlerin tafsil edilmesine (açıklamasına) râci'dir. Bu
takdirde âyet'in manâsı şudur: O ayetlerin, çeşitli şekil ve yollarla
indirilmesi haktır. Buna rağmen kavmin onun Allah'ın katından geldiğini
yalanladılar. Oysa bu, gerçek bir durumdur.[124]
Resûl-i Ekrem'in
kavminden maksat, Kureyşlilerdir. Bazı tefsircilere göre, o kavimden maksat,
bütün araplardır. Cenab-ı Hakk, burada inatçı bir kavmi, onların içinde inad
edenleri kastediyor.
Bazı tefsirciler
«Onların Resûlüllah'a izafe edilip'senm kavinin' denmesinin nedeni, onların
halinin kötü olduğunu ilân etmek içindir. Resûlüllah'm kavminden olmalarına
rağmen Hakkı veya azabı veya âyetlerin açıklamalarını istememeleri veya Kur'an-ı yalanlamaları onların ne derece mukabele
ettiklerini ( dine karşı geldiklerim) ve ne denli inad gösterdiklerini ortaya
seriyor.
(66) «De ki:
Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim...a Bu Âyetin manâsı:
Bu, Kur'an-ı veya
azabı veya ayetlerin evirip çevrilmesini yalanlayanlara söyle ki, ben sizi
koruyucu değilim ki, yalanlamanızdan ötürü size ceza tatbik edeyim, Hakkı
kabul etmeyişinizden dolayı sizi cezalandırayım. Ben ancak Allah'ın azabından
korkutan bir Peygamberim. Cezayı tatbik eden ancak Allah'dır. Amellerinizden
Ötürü sizi cezalandıracak O'ndan başkası yoktur.
Bazı tefsircilere
göre, ayetin manâsı şöyledir:
«Şüphesiz ki, ben
ancak sizi Allah'a iman etmeye çağırıyorum. Ben sizinle harbetmekle
emrolunmadım.»
İşte bu manâya göre,
bu ayet kılıç [savaş iznini getiren] aye-tiyle neshedilmiş oluyor.
Bazı müfessirler,
Âyetin manâsı, «Onlara de ki, ben sizin üzerinizde bir koruyucu değilim. Ben
zahire (görünüşe) göre sizi muaheze (tenkid) ediyorum. Zahirde siz ikrar
(kabul) edip amelde bulunursanız benim için tamamdır. İç âlemlerinizdekine
gelince, o Allah'ın işidir.» demişlerdir. Bu manâya binaen bu Âyet muhkemdir,
(kuvvetli ve manâsı açık) neshedilmemiştir.
(67) «Her haberin bir mustakârrt vardır...» Bu
Âyetin tefsiri:
Kur'an-m her haberinin
bir hakikati, bir varış noktası vardır. O noktaya varması, ya dünyada veya
ahirettedir. Bazı tefsirciler, «Cenab-ı Hakk'm verdiği her haber için bir
vakit ve bir mekân var. O mekânda ve o
vakitte yanlışlık olmaksızın o haber vaki, olacaktır. Tehir edilmeksizin o
oluşacaktır. Öyleyse size vaad edilen azap da olacaktır. Nitekim bedîr gününde
dünyada o azap onlara tatbik edildi.»
[125]
demişlerdir.
Beyzâvi, -mustakarr-
istikrar vakti ve vuku (oluş) manasınadır.» diyor. El-Âhısi, «Mustakarr,
istikrar zamanı demektir, Mimli mastar değildir.» diyor.
Medarik, «Mustakarr,
istikrar vakti demektir ve bu elbette olacaktır,» diyor.
Tenvirü'l-Mikyas,
«Cenab-ı Hakk'ın her kavlinin (sözünün) ve Resûl-i Ekrem'in her emrinin veya
nehyinin, her va'dinin, (söz verme), ve her vaidinin (iyiliğe sevketmek için
korkutma), her müjdesinin, azabının bir mustakarrı vardır. Bir kısmı o
musta-karrinda (yani o zamanında veya mekânında) dünyada olacaktır. Bir kısmı
da, ahirette olacaktır.» şeklinde ayeti tefsir ediyor.
[126]
(68) «Bizim
ayetlerimize dalanları gördüğünde onlardan yüz çevir...»
Bu ayette ki, hitab
Resûl-i Ekrem'edir. Dolayısıyla bütün müs-lümanlaradır. Ayetin manâsı, «Ey
Muhammedi Bu müşriklerin, bizim ayetlerimize (sana indirmiş olduğumuz Kur'an-a)
onu yalanlamak, onunla istihza (alay) etmek, ona tâ'n etmek (sövmek) suretiyle
daldıklarını görürsen sakın onlarla beraber oturma. Onlardan yüz çevir!»
demektir.
«HAVD» kelimesi
başlamak demektir. Fakat mecazen «dalmak» manâsında kullanılır. Fakat çoğu kez
oynaşmak, alay etmek.
suretiyle konuşmaya
dalmak demektir. Nitekim başka bir ayette, «Biz dalanlarla beraber
dalıyorduk.» [Müddessir: 45] yani oynaşanlarla, hakikatla istihza (alay)
edenlerle, istihza ediyorduk, denmektedir.
Bazı tefsirciler, «Bu
hitap her ferd içindir. Ayetin manâsı, «Ey İnsanoğlu! Bizim ayetlerimizle
eğlenmek suretiyle dalanları gördüğünde onlardan yüz çevir!» demektir.
Bu ayetin sebeb-i
nuzülü (iniş sebebi) şudur:
Müşrikler müminlerle
bir arada oturdukları zaman, Kur'an'la istihza etmek suretiyle müminlere tâ'n
ediyorlardı. Kur'an-ı indiren Allah ile, üzerine Kur'an inen Peygamberle
istihza ederlerdi. Cenab-ı Hakk, bundan sonra onlarla oturmayı müminlere yasakladı.
Evet, onlar Kur'ana yapılan istihzalardan vazgeçip başka bir konuşmaya
dalmadıkça beraberlerinde oturma!..
Bu ayetten anlaşılıyor
ki, günahkârlar günâh ve haramı irti-kâb ettiklerinde (işlediklerinde) onların
yanında oturulmaz. O günâhı bıraktıktan sonra hakikati onlara duyurmak, şüphelerini
yok etmeye çalışmak için onların yanında oturma ruhsatlıdır.
El-Haşeviye'levden
bazıları «Cenab-ı Hakk'ın zat ve sıfatlan hakkında delil getirmek ve münazara
etmek bu ayetle yasaklanmıştır. Çünkü bu, Allah'ın âyetlerine dalmak
demektir.» Fakat onların bu görünüşüne iltifat etmek bile uygun değildir. Zira
âyet, sadece istihza, inkâr ve hafife alma yönündeki dalışı yasaklar...
(68) «Şeytan
sana unutturursa hatırladıktan sonra sakın zalim kavimle beraber oturma...»
Bu Ayetteki, «Şeytanın
unutturması,» yani seni meşgul edip onlardan yüz çevirmenin farz olduğunu
unutarak onlarla beraber başlangıçta oturursan, veya oturmana devam edersen
hatırladığın anda kalk, Onların meclisini terk et anlamınadır.
Bazı muhakkikler,
«Buradaki hitap, daha önce dediğimiz gibi, muhatabların efendisi olan Hz.
Muhammed'edir. Fakat maksat, başkasıdır» diyorlar.
Bazı tefsirciler de
«Hitab Resûl-i Ekrem'e değil, başkasma-dir. «Ey dinleyen! Sen gördüğün
zaman...» veya «Ey dinleyen! Eğer şeytan sana unutturursa...» şeklinde yorumlamışlardır.
Rafizilerden meşhur
olan rivayet şudur ki, Resûl-i Ekrem unutmaktan münezzehtir. Çünkü Cenab-ı
Hakk, başka bir ayette, «Sana okutacağız. Sen unutmayacaksın» [el-Âlak: 6]
buyuruyor. Rafizilerden başka müminler «Resûl-i Ekrem unutabilir» demişlerdir.
[127]
Başkası, «Bu Âyeti
Celîle Rafizilerin görüşünün bâtıl bir görüş olduğuna delildir,» demişlerdir.
Fakat, onların mu'teber kitablarm-dan anladığım şudur ki, onlar Resûlüllah'ın
hakkında «unutmayı» ve «Sehvetmeyi» mümkün görmüyorlar. Diğer peygamberler
hakkında da inançlan böyledir. Resûlüllah'ın Cenab-ı Hakk tarafından insanlara
tebliğ etmekle görevlendirildiği vahyin hususunda kanaatları budur. Vahyin
dışında olan hususlarda ise, «unutabilir.» Çünkü bu, dini ihlâl etmek değildir,
derler...
Ben şu kanaatteyim ki,
ihtilâf noktasının, kaynağı, içâlemin vesveseler ve şeytanî hataratlarla
(tehlikelerle) meşgul olmaktan ibaret olan unutma değildir. Çünkü hiçbir mümin
böyle bir unutmanın Resûl-i Ekrem için mümkün olmadığından şüphe etmez. Bizim,
ehli sünnetin muteber kaynaklarından anladığımıza göre cumhûr-i ulema, (alimler
sınıfı), şer'î ahkâm da (dinî hükümlerde) Resûl-i Ekrem'in unutması olabilir
görüşünü taşıyorlar. Kur' an'ın ve hadislerin zahirinden de bu anlaşılıyor.
Fakat cumhûr-i ulema ittifak etmişler ki Resul-i Ekrem bu unutmayla başbaşa bırakılmıyor.
Cenab-ı Hakk, O'nun unutmasını O'na hatırlatarak O'nu uyarıyor. Sonra ulemanın çoğu, hadisenin hemen bitişiğinde Cenab-ı
Hakk'm Resûlüllah'i uyarması şartını getiriyorlar. Burada tehir yok.
Başka bir gurup ta
«Resulullah hayatta oldukça bu, tehir edilebilir» görüşünü getirmişler. Bu
görüş, Gazâli'nin hocası îmâ-mu'1-Haremeyn'in ihtiyar ettiği (seçtiği) bir
görüştür.
Bazı âlimler de
«Tebliğ vazifesinde ve ibadetlerinde Resûlül-lah'ın unutması memnudur
(menedilmiştir). demişlerdir. Nitekim tebliğ sözlerini unutmasının memnu ve
muhal olduğu gibi... Bu hususun tersini takviye eden ayet ve hadislerin
zahirine cevap vermişlerdi. Ebu İshak el-Esferayi'ni, bu görüştedir, imam Ne-vevi
birinci görüşü benimsemiştir. Çünkü «Birinci görüş, peygamberliğe ters düşmez»
demiştir. Madem ki Resûl-i Ekrem unutkanlık hali üzerinde bırakılmıyor, Allah
onu uyarıyor, o halde ondan herhangi bir mefsedet (fesatlık) meydana gelmez. Ve
bu, Resûlül-lah'a ittibâ' etmek (uymak) hususundaki emre de, ters düşmez. Belki
ondan fayda hâsıl olur. Yani unutkanın ahkâmı açıklanmış olur. Böylece ahkâmlar
takrir edilmiş olur.
Kadi el-Beyzavî
«Tebliğle ilgisi olmayan, dinin hükümlerini açıklayıcı fiil ve âdetlerinden
olmayan şeylerde Resûl-i Ekrem'in unutmasının caiz olup olmamasında ihtilâf
vardır. Onun kalbi zikirlerinde ise, cumhur unutmayı caiz görüyor. Tebliğle
ilgili sözlerindeki, unutmada ise; bu unutmanın memnu' (menedilmiş) olduğunda
cumhur ittifak etmişlerdir. Nitekim bu unutmanın bilerek olmasının da
menedilmiş olduğunda ittifak ettikleri gibi... Tebliğ ve ahkâm ile ilgisi
bulunmayan, kıyametin haberlerinden olmadığı gibi, o konuyla ilgili de olmayan
dünyevî sözlerde unutması ise herhangi bir vahye izafe olunmadığı için ve
içinde herhangi bir mefsedet (fesatlık-bozgunculuk) olmadığından dolayı bir kavim caiz görmüştür.
Sonra el-Beyzavî şöyle
devam etti: İçinde şüphe olmayan hakikat şudur ki, peygamberler için haberlerin
hepsinde unutmak menedümiştir, diyenin sözünü tercih ederim. Nitekim tebliğ ve
ahkâm ile ilgili herhangi bir haberde, ne bilerek, ne unutarak, ne sıhhat
halinde, ne hastalık halinde, ne normal durumda, ne öfke durumunda herhangi bir
unutmanın memnu (menedilmiş) olması gibi... Bu hususta Resûlüllah'ın sîyreti,
konuşması, fiilleri birer delildir. Zaman ne kadar ilerlerse ilerlesin bu
delillere itina gösteriliyor. Kabul eden de, etmeyen de, mümin de, şüpheli de
bunu tutar. Bu haberlerin hiçbirisinde olan bir galat (yanılmayı) sonradan
düzeltmek diye bir şey yoktur. Bir sözde olmuş bir yanlışı tashih, bir kelimede
bir vehmi tesbit etmek yoktur. Eğer bu olsaydı mutlaka nakledilecekti. Nitekim
Resûlüllah'ın namazdaki sehvî yapması ve uykuda kalıp namazı kaçırdığı
keyfiyeti nakledilmiştir. Nitekim hurmayı aşılamak hususundaki reyinin tashih
edildiği nakledilmiştir. Nitekim Bedr Savaşı'ndan Önce, Bedrin kâfirlere en
yakın suyunun üzerinde konaklaması ve sonra sahabelerin müracaatına binaen yer
değiştirmesi hususu nakledilmiştir. Dünya emirleri hakkındaki inançlar
hususundaki unutması ise, memnu1 değildir, mümkündür
[128]
(69) «İttika
edenler üzerinde onların hesabından birşey yoktur. Fakat hatırlatmak, [nasihat etmek] vardır. Umulur ki, sakınırlar.
»
(70) «[Ey
Habibim!] Dinlerini oyuncak ve eğlence edinen ve dünya hayatı kendilerini
aldatan kimseleri bırak. Onunla hatırlat
ki, bir nefis kazandiğıyla helak olmayı versin. Böyle
bir nefis için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır.
Eğer o nefis, ne kadar fidye varsa hepsini verse, yine de ondan alınmaz [Kabul
olunmaz.] Onlar, kazandıklarının yüzünden [Kâfirliklerinden ötürü] helak olanlardır. Onlar için kaynar sudan bir
içki ve elem verici bir azab vardır.»
(71)
«De ki:
Allah'tan başka bize yarar
ve zarar vermeye
gücü yetmeyen şeyleri mi
çağıralım? Allah, bizi hidayet ettikten sonra,
topuklarımızın üzerinde geriye döndürülüp şeytanların yeryüzünde şaşırttıkları halde çölde bıraktıktan
arkadaşları hidayete çağırıp «Bize gel»
diye hidayete
çağırdıkları kimse gibi mi dönelim? De ki: Kuşkusuz hidayet ancak
Allah'ın hidayetidir. Biz alemlerin Rabbine teslim olmakla (emrolunduk).
(72) «Namazı
kılınız ve ondan (AUah'dan) sakınınız, diye emrolunduk. Allah o zattır
kî, onun katında haşrolursunuz.»
(73) «Allah,
o zattır ki gökleri ve yeri hak ile yarattı. [Hatırla] o günü ki O «OL» diyor,
[herşey] oluyor. Hak, ancak onun sözüdür. Sura üfürüldüğü günde, mülk, sadece
onundur. Gaybın, [görünmeyenin] de, görünenin de bileni O'dur. O'dur hakim [hikmet
sahibi] O'dur Habir, [herşeyden
haberdar].»[129]
(69) «İttika
edenlerin üzerinde onların hesabından bir şey yoktur...»
Rivayet Tefsiri Bu
Âyetin izahı:
İbni Abbas, «Bizim
âyetlerimize dalanları gördüğünde onlardan yüz çevir» ayeti nazil olduğu
zaman, müslümanlar «Biz mescidi haramda nasıl oturacağız? Biz Kabe'yi nasıl
tavaf edeceğiz? Halbuki oradaki müşrikler daima Allah'ın ayetlerine dalmaktadırlar,»
diye yakındıklarında bu âyet nazil oldu, diyor.
Başka bir rivayette
müslümanlar, «Biz günâhtan korkuyoruz. Onları, başıboş terkettiğimiz, onları,
günâhdan nehyetmediğimiz takdirde, azabtan korkarız,» dediler. Bunun üzerine
Cenab-ı Hakk, bu âyeti indirdi. «AUah'dan korkanların» yani şirkten ve Allah'ın
ayetleriyle alay etmekten sakınanların «üzerinde müşriklerin hesabından hiçbir
şey yoktur.» Müşriklerin günâhlarından onlar sorumlu tutulmazlar. Veya kâfirler
âyetlere daldıkları zaman, onların meclislerinden sakınanların üzerinde dalan
kâfirlerin hiçbir hesabı yoktur. Yani Allah, onları o kâfirlerden ötürü
muaha-ze etmez (azarlamaz, tenkid etmez).
Bu tefsire binaen
ayet, mecbur oldukları takdirde muttakiler için kâfirlerle oturma ruhsatını
getirdi. Denildi ki, bu ruhsat İs-lâmın başlangıcında idi. Şu zaman ise,
korunma zamanıdır. Sonra Cenab-ı Hakk
bunun üzerine kitabta «Allah'ın âyetlerini inkâr etmeyi Allah'ın ayetleriyle
istihza (alay) etmeyi dinlediğiniz zaman onlarla beraber oturmayınız. Ta ki
onlar başka bir konuşmaya dalıncaya kadar» ayetini indirdi ve bunu neshetti.
Fakat hakikata bakılırsa bu ayet muhkemdir, mensuh değildir. Sadece «el-Kelbi»
bu ayetin mensuh olduğunu iddia etmiştir.
Ömer bin Abdulaziz'den
rivayet edildi: Halifeye bir kavim getirildi. Şarap içmeye oturmuşlardı.
Beraberlerinde oruçlu bir kişi vardı. Halife o oruçluyu dövdü. Ve neden olarak
«Sakın onlarla beraber oturma, tâ ki onlar başka bir hadise dalıncaya kadar,»
âyetini okudu...
Bazı müfessirler,
«Onlarla oturmak, vaz-u nasihat etmek ve yaptıklarının yasak olduğunu
hatırlatmak şartıyla mubahtır,» demişlerdir.
«Fakat hatırlatmak
vardır.»
Bu ayetin tefsirinde
El-Kissai, «Ayetin manâsı; «Fakat bu ancak hatırlatmaktır» diyor. Yani
muttakilerin boynunda kâfirlere vazetmek, yaptıklarının haram olduğunu
açıklamak vazifesi vardır. Yani Allah'ın ayetlerine —istihza suretiyle
dalanların yanında oturmanın yasaklanışı, «Emr-i bilma'rûf» ve «Nehy-i anıl
mün-keri» ortadan kaldırmaz. Siz, onlara hatırlatırsanız umulur ki, onlar
Allah'ın âyetlerine istihza yoluyla dalmazlar.
(70) «[Ey
Habibim! Dinlerini oyuncak ve eğlence edinen ve dünya hayatı kendilerini
aldatan kimseleri bırak...»
Bu Âyetin tefsiri:
«Dinlerinden» maksat,
îslâm dinidir. Çünkü onlar İslâm dinine girmeye çağrıldılar. Yani hernekadar
sen onlara tebliğ etmekle memur isen,
senin kalbin onlara bağlı kalmasın. Çünkü onlar inad ederek dine gelmiyorlar.
Bazı müfessirler, «Bu
Âyeti Celîle kıtal (öldürme) âyetiyle neshedilmiştir dediler.»
Diğer bir müfessir;
Âyetin manâsı; onlar üzerinde bulundukları dinlerini oyuncak ve eğlence
yaptılar, demektir dedi. Nitekim «bahire,» «şaibe,» «vesile» ve «ham» diye
birtakım cehalet ve delaletleri ileri sürdüler.
Bazı tefsircilere
göre, din burada bayram demektir. Yani onlar bayramlarını oyuncak ve eğlence
yaptılar demek oluyor.
[130]
Katade, «Oyuncaktan
maksat, yemek, eğlenceden maksat içmektir. Onlar yollarını içki, şarkıcı
kadınları oynatmak ve şarkılarını dinlemek şeklinde kılmışlardı,» dedi
El-Beyzâvi; «Dinlerini
istedikleri temele oturttular. Ne ahiret-te, ne dünyada kendilerine hiçbir faide
getirmeyen putperestlik gibi şeyleri getirip din edindiler. Bahire, Şaibe,
Vesile ve Ham gibi şeyleri manâsız olarak haram kıldılar.
«Onlardan yüz çevir.»
Onların yaptıklarına da, dediklerine de perva etme demektir» dedi.
Mücahid; bu Âyeti
Celîle «Beni ve yaratmış olduğumu başba-şa bırak.» [Muddesir: 11] âyeti gibi
tehdid dolu bir âyettir diyor. Ve âyet, Mücahid'in bu tefsirine binaen
muhkemdir.
Âyet-i Celîledeki
«onunla hatırlat» zamiri, Kur'an'a racidir. Başka bir âyette «Kur'an ile
hatırlat, vâidden korkanı» [İbrahim: 14] diye buyurulmuştur. Vaîd; iyiliğe
sevk, kötülükten uzaklaştırmak için korkutma anlamındadır. Kur'an'ın bir
âyeti, öbür âyetini tefsir etmektedir.
Bazıları «onunla»
zamiri hesaba, bazıları «dine» racidir demişlerdir.
(70) «Onunla hatırlat
ki bir nefis kazandığıylu helak olma-yıversin...»
Bu âyetteki «tübsele»
kelimesi, «îbsal» veya «besel» kökünden gelir. Lügat manâsı, menetmektir. Fakat
burada «se-vabtan mahrum kalmak» demektir. Bazıları «rezil olmak demektir»
diyor. Bu son manâ tbn-i Cerir'den gelen bir rivayettir. Bazıları da «salim
kalmak demektir» diyor. Yani Kur'an'la hatırla ki, bir nefis yaptığından ötürü
hapsedilmeyiversin veya rehin tutul-mayıversin veya buna teslim olunmayıversin
veya rezil olunmayi-versin veya sevabtan mahrum olmayıversin şeklinde âyet
tefsir edilmiştir. O yaptıklarından dolayı helak olan nefs için Allah'tan başka
bir yakın yoktur. Ve ahirette ö nefis için. şefaat edecek bir kimse de yoktur.
[131]
O helak (yokolmaya)
teslim edilen nefis, eğer bütün fidyeleri verir, kurtulmaya çalışırsa, yine de
onun fidyeleri kabul olunmaz ve o da kurtulamaz. İşte dinlerini oyuncak ve
eğlence yapanlar o kimselerdir ki nefislerini, kazandıklarından ötürü helâka
teslim etmişlerdir. Yani bir nefis helak olursa, mutlaka onun kötü seçeneği,
kazandığı günâhlar orada rol oynamaktadır. Ve ruh bedeni terk ettikten sonra
da imansız gitmiş ise, bütün dünya onun niyetiyle verilirse, zerre kadar, bir
fayda vermez. İmanlı gittikten sonra yapılan sevab, hayır niyetiyle verilen
sadakalar, yapılan dualardan istifade ettiği de ehli sünnetin katında su
götürmez bir gerçektir.
«Onlar için kaynar
sudan içki vardır, [içecek vardır]». Fıkır fıkır kaynayan sudan içecekleri
vardır. Nitekim Cenab-ı Hakk, başka bir âyette «Onların başlarının üstünden
fıkır fıkır kaynayan su dökülür» [Hacc :
193 buyurmaktadır. Bu kaynar suyu
içtiklerinde barsakları paramparça olup dübürlerinden akar. Elem verici azap
da vardır. Fakat bu kaynar suyun içilmesi ve elem verici azabın tatbik
edilmesi küfürlerinden dolayıdır. Yani durup dururken Cenab-ı Hakk, zulmetmez.
Onlar, kâfirliklerinden ötürü bu cezayı görürler. Âyet-i Celîlede «kaynar su»
olarak tefsir ettiğimiz «Hamım» kelimesi aynı zamanda «soğuk su» manâsına da
kullanılır. Ezdad kelimelerdendir. Yani ters ve çelişkili manâlarda kullanılan
kelimelerden birisidir.
(71) «De ki: Allah'dan başka...» Bu âyetin
açıklaması:
İbn-i Cerir, İbn-i Ebi
Hatim ve Ebu Şeyh, Süddi'den rivayet ettiler: Müşrikler müminlere «Bizim
yolumuza tâbi olunuz, Mu-hammed'in dinini bırakınız» dediler. Bunun üzerine
Cenab-ı Hakk, bu âyeti indirdi. .
Bazılarına göre; bu
âyet, Hz. Ebu Bekr-Sıddık hakkında nazil olmuştur. Hz. Ebu Bekr'i, oğlu
Abdurrahman (daha müslüman olmadan önce) putlara tapmaya davet etti. Fakat
âyet Eesûlüllah'a hitab ediyor. Bu da müminlerin veya Ebu Bekr'in sânının büyüklüğüne
işarettir. Yani «Biz ulûîıiyet sıfatlarını derleyen, o sıfatlardan birisi de
yarar ve zarar vermeye gücü yeten Allah'ın ibadetini terkedip de bize ne yarar
sağlayabilen, ne de ibadetini terkettiği-miz takdirde zarar verebilen putlara
mı tapalım? Çünkü mabudun en küçük mertebesi kendisine tapanlara yarar,
ibadetini terkeden-lere de zarar vermektir.
(71) «Allah
bizi hidayet ettikten sonra topuklarımızın üzerinde geriye mi döndürelim.»
Bu Âyetin izahı:
Gerek bu cümle,
gerekse daha önce geçen «çağıralım» cümlesi bu hitabın hem Resûl-i Ekrem'e,
hem de bütün ehli imana olduğuna delâlet ederler. Sadece Ebu Bekr Sıddık'a
mahsus olmadığım belirtir. Zira âyetin iniş sebebinin Hz. Ebu Bekir olması, sadece
onun muhatap olduğu anlamına gelmez.
Bu topuklar üzerinde
döndürülmekten maksat, şirke döndürülmektir. Fakat Resûl-i Ekrem hakkında
böyle bir şey düşünülemez. Çünkü O, şirkte değildi ki, şirkten çıksın da
tekrar şirke dönüş ondan istenilsin. Ama diğer müminler şirkte olduklarından
Dolayı tâglib kaidesi burada kullanılmıştır
[132]
Âyette «A'kâb»
kelimesi «Akb»m cem'i (çoğulu)dur. Akb, topuk demektir. Topuğun üzerine döndü
demek, delilsiz ve körü körüne dönüş yapmak demektir. Bir şeye ilimsiz yönelmek
demektir.
Bazı müfessirler;
«Topuklar üzerinde dönüş yapmak» demek, delâlet, cehalet ve küfre dönüş yapmak
demektir, diyor.
Şirk çok çirkin
olduğundan dolayı, Cenab-ı Hakk, şirke dönüş tabirini topuklar üzerinde dönüş
yapmakla ifade ederek işaret etti ki, şirk, kulak ardı edilmiş ve Önemsenmemiş
bir haldir. Ona dönen ilimsiz, irfansız olarak ona dönmüş oluyor.
(71) «O
kimse gibi ki şeytanlar onu ayartmışlar. Yeryüzünde şaşkınca gezip
durmaktadır. Arkadaşları onu hidayete çağırıp 'bize gel' derler...»
[133]
Bu Âyet-i Celîle, bir
darbımeseldir. Cenab-ı Hakk, zarar ve yarar vermeye gücü olmayan tapmaklara
misal olarak bunu verdi. «Allah'tan başka tapılan putlar, arkadaşları arasında
bulunup cinler ve şeytanlar tarafından şaşırtılıp, yolunu kaybeden bir kimse
gibidir. Arkadaşları onu yanlarına «Yol buradadır, doğru yola gel» diye
çağırıyorlar. Ecinniler ve şeytanlar da, onu yanlarına çağırıyorlar. O da
şaşkınca ortada durmuştur. Nereye gideceğini bilmiyor. Kâh o tarafa, kâh bu
tarafa yalpa vuruyor. Eğer şeytanlara uyarsa, dalâlete gider, helak olur.
Arkadaşlarına uyarsa, doğru yolu bulur, kurtulur. Bu kişi belli bir kişi
değildir. Yani bu tarihî bir hadise değil. Sadece misal ve örnek olarak
zikredilmiştir. Burada şirk ve küfürden kurtulduktan sonra tekrar topukları
üzerinde dönüş yapıp şirke ve küfre girenin hali, şeytanlar tarafından uçsuz
bucaksız bir çölde kandırılmış ve şaşırtılmış bir insanın haline benzetiliyor.
Bazıları; buradaki «-istahva-»
fiili, düşüş manâsını ifade eden neva kökünden geliyor. Ve maksat, sapık bir
insanın halini yüksek bir yerden alçak bir yere düşen bir insanın haline benzetmektir,
diyorlar. Çünkü böyle bir insan, sarsıntı, zafiyet ve dehşetin son noktasında
bulunuyor. Izdırapli, zaif ve dehşete kapılmıştır. Bunun benzeri şu Âyet-i
Celîledir: «Kim ki Allah'a şirk koşarsa, sanki o gökten düşmüştür.» [Hacc: 31]
Hernekadar İmam Fah-reddin Razi «Bu, birinci manâdan daha uygundur.» demiş ise
de... bu tefsirde biraz uzaklık vardır, zira, «İstif'al» maddesinin «Faale»
maddesi manâsında vârid olduğundan (geldiğinden) şüphe edilmiştir
[134]
Ebul Beka; «Ellezi»
kelimesi müfred olabilir: O kişi gibi, o gurup gibi. Cins olup «O kimseler
gibi» bir manâya da gelebilir, demiştir.
(71) «De ki: «Kuşkusuz hidayet ancak Allah'ın
hidayetidir...»
Bu Âyetin manâsı:
Kâfirlere de ki
Allah'ın bizi hidayet etmiş olduğu din ancak hidayettir. Ondan başka hidayet ve doğruluk yoktur. Zira hak birdir.
Haktan sonra kalan her şey dalâlettir. «Haktan sonra dalâletten (sapıklıktan)
başka ne olabilir? [Yunus: 32] âyeti de .buna işaret eder.
(71) «Biz
âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk...»
Yani teslim olmak ve
ibadeti halisen Âlemlerin Rabbine yapmakla emrolunduk. Çünkü ibadete o
müstahak (lâyık)tır, başkası değildir.
(72) «Bir
de, emrolunduk ki nar.ıazı kılınız ve ondan sakınınız.» Yani namazı kılmak
ve takvaya bürünmekle emrolunduk. Çünkü
namazı kılmak ve takvaya bürünmekle Allah'a yaklaşmak vardır. — En Ekîymû—
kelimesi, ya «Lînuslıme» kelimesi
üzerine atıftır. Bu takdirde âyetin manâsı «Biz Âlemlerin Rabbine teslim
olmakla, biz namaz kılmakla, takvaya bürünmekle emrolunduk» demek oluyor. Bazı tefsirciler «Enekîymu», «Înne-Hudallahi»
üzerine atıftır derler. Yani «Onlara söyle, hidayet ancak, Allah'ın hidayetidir
ve onlara söyle, namaz kılınız.» demek oluyor. Bazıları «i'tina» üzerine
atıftır «Yani onun arkadaşları 'Bize gel; Namaz kılınız ve Allah'tan
sakınınız' derler» demek oluyor. Fakat bu tefsirler konudan uzaktır.
Tefsir alimlerinin
imamı olan Fahreddin Razi, «Biz Âlemlerin Rabbine teslim olmakla ve namaz
kılmakla emrolunduk.» tarzındaki tefsir en belirgin tefsirdir, dedi. Ancak
Cenab-ı Hakk, bu tabirden udûl edip (vazgeçip) şu anda Kur'an'da mevcud olan tabiri
kullanmıştır ki, kâfir, küfürde kaldıkça, gaib (hazır olmayan) ve ecnebi bir
kimse gibidir. Gaibe (hazır olmayana, görünmeyene) hitap edildiği şekilde
kâfire seslenilir. Müslüman olup, müminler zümresine girerse, hazır ve yakın
bir kimse gibi olur. O zaman hazır bulunanlara yapılan hitabla ona seslenilir.
(72) «Allah o zattır ki, onun katında
haşrolunursunuz...»
Âyetin bu cümlesi
başhbaşma ve Cenab-ı Hakk'ın emirlerini yerine getirmeyi gerektiren bir
cümledir. Çünkü, mademki haşr Allah'ın katmdadir, o halde Allah'ın emirlerine
muhalefet etmek büyük bir zarardır. Yarar, ona itaat etmeyi gerektirir. Bu
âyette Mefulun takdimi, Hasrı (ancak) ifade etmek içindir: Yani «Ancak onun
katında haşrolunacaksmız. Başkasının katında değil. Zira kıyamet gününde
Allah'tan başka hiçbir yetkili kalmaz. Nitekim «Din gününün sahibidir» [Fatiha
: 3] âyeti de bunu ispatlamaktadır.
(73) «Allah,
o zattır ki, gökleri ve yeri hak ile yarattı...» Bu Âyetin tefsiri:
Gökler ve yerin
yaratılmasından maksat, onlar ve onlardaki varlıkların yaratılmasıdır! Fakat
âyet bunu açık ifade etmemiştir. Çünkü yer ve gök bunlan kapsamaktadır. Ulvi
(en yüce) ve süflî (en aşağı) bütün varlıklar yerler ve göklerin kapsamındadır.
Cenab-ı Allah'ın «Hak île kâim olduğu halde yaratmıştır.» Ayetinin manâsı,
tıpkı «Biz gökler ve yeri ve aralarındakilerini bâtıl yönden yaratmadık.»
[Sa'd: 27] âyeti gibi oluyor. «Bilhakkı» tabiri terkip bakımından mefulun hali
de olabilir: Yani «Allah o zattır ki gökler ve yerler hak ile mütelebbis
(hakkı giyinmiş) oldukları halde onları yarattı» demek oluyor. Mukadder bir
mefulun sıfatı da olabilir: Bu takdirde âyetin manâsı: Yani hakla donatılmış
bir yaratmayla onları yarattı demek oluyor.
(73) «O'nun ol deyiverdiği gün her şey
oluverir...»
Âyetteki, bu cümle,
daha önceki cümlenin zeyli (devamı, eki) dir. Burada «yavm» kelimesi [zaman]
manasınadır. Bir mahzu-fa taallûk eder. [Mukadder bir şeye bağlıdır.] Ve
haberdir, müp-tedadan önce gelmiştir. «kavluhul-hakk» tabiri ise, müpte-dadır.
«Elhak» kelimesi «kavluhu»nun sıfatıdır. Kavi (söz)den maksad, masdarî manâdır.
Hükm ve hikmet kanunlarının üzerinde carî olmuş, doğru hükmetmek demektir. Ve
bunun için de zarf-ı zaman ona haber düşmüştür. Allah'ın hak olarak bilinen
kaza ve hükmü, Cenab-ı Hakk, şeylerin herhangi birisine1 «ol» dediği ve o da-
oluverdiği zaman olacaktır. Bütün vakte özen gösterilsin diye Cenab-ı Hakk
burada haberi müptedadan önce getirmiştir. Kaviden, [söz] den maksat, «ol»
kelimesidir. Bu ya tahkiki veya temsilidir. Âyetin manâsı şudur:
Allah'ın emri ki,
yaradilması istenilen her şeye bağlanır. Ve yaratılmak da onun bağlandığı anda
istenilir, ne ondan evvel, ne ondan sonra istenir. O emir haktır. Yani ona hak
olmaklığıyla-her şey şehadet eder.»
Bazıları; «YAme»
kelimesi; ya daha önceki «semavat» kelimesi üzerine atıftır. Semavatin
-halaka- fiiline meful olduğu gibi, o da mefuldur. Yevme'den (günden) maksat,
haşr günüdür. Âyetin manâsı: «Allah o zattır ki, gökleri ve yeri, yerlerde ve
göklerde olanları varettiği gibi, haşr gününü de varetmiştir.» Veya; «yevme»
kelimesi, «İttekuhu» daki zamirin üzerine yani mefula atıftır. Bu takdirde
âyetin manâsı «Allah'dan sakınınız ve o günün dehşet, azab ve şiddetinden de
sakınınız» dır. Veya «yevme», «el-hakk» kelimesinin dalâlet ettiği bir
mukaddere taallûk eder. Bazıları «Bi-hakk» kelimesi üzerine «yevme» atıftır
diyorlar. O vakit «Halaka» fiilinin zarfı olur: Yani o zamanda ki «OL» deyince
her şey oluveriyor «Gökleri ve yeri büyüklüğüyle yaratmış.» demek oluyor.
«Yevm»den maksat,
eşyaya varettiği gün veya kıyamet günü demektir. Çünkü orada da Ölüleri,
hasretmek için diriltecektir, varedecektir. Hakikati Allah daha iyi bilir.
Düşün..
[135].
(73) «Sûr'a
üfürüldüğü günde mülk (sadece) O'nundur...»
Bu âyetin açıklaması:
«O günde hem suretinde, [görünür tarafında] hem de manâsında mülk tamamen
Allah'ın olur. Dünyadaki mecazî bağlantılar mülkten tamamen kesilir. Hiçbir
yönden, hiçbir kimse mülk sahibiyim diye bir iddiada bulunumaz.
Hadislerde varid
olduğu ve daha önce de bahsettiğimiz gibi, «sür», kalk ve yat borusu gibi bir
borudur. Ona üfürülür. Onun hakikatini Cenab-ı Hakk daha iyi bilir. Sûr'un
durumu hadis ki-tablarında izah edilmiştir.
[136]
Sûr'u idare eden Melek
İsrafil (AS) dir. Bezzar ve Hâkim, Ebu Said el-Hudri'den rivayet ettiler,
(hadisi merfudur): İki melek sûr'u idare ederler ve kendilerine sûr'a üfürünüz
emrinin verileceği anı beklerler.»
Katade, «Sûr» yerine
«Suvar» okunmuştur, diyor. «Suvar» kelimesi «Sûret»in çoğuludur. Suretlerden
maksat, bedenlerdir. O bedenler ki, onlara ruh üfürüldükten sonra âlemlerin
Rabbına hesap vermek üzere diriltilirler. Bu durumda âyetin manâsı «Bedenlere
üfürüldüğü günde mülk, sadece ve sadece Allah'ındır.» demektir.
[137]
(73) «O,
gayb ve şehâdet alimidir.» Âyetin manâsı: Cenab-ı Hakk, her gaib (bilinmeyen,
görünmeyen)i ve her huzurda bulunanı bilendir. «Her yaptığında hikmet
sahibidir.» Hiçbir yaptığı, tesadüf eseri ve bilinçsizce yapılmış değildir.
Zaten kâinatta tesadüf (rastgele olma) diye bir şey yoktur. Her şeyde tevâfuk
(uygunluk) vardır. Bir tek yaprak dahi dalından Allah'ın emri haricinde
düşmez. Ama beşer aklı bunu idrak etmekten (anlamaktan) âcizdir. Allah, gizli
ve açık her emri bilen, «Habirdir.»
Alûsi, burada
«Tefsir-i Bi'l-îş'are» konusunda şunları naklediyor:
«Gaybın anahtarları
onun kalındadır, ondan başkası onu bilmez.» Bilmiş ol ki sofu efendilerimizden
bazılan (Allah ruhlarım takdis eylesin); gaybın birçok mertebelerini
zikretmişlerdir. O mertebelerin birincisi «gaybılrguyub» (gaiblerin gaybı)tur.
Bu, Cenab-ı Hakk'in ilm-i ilâhisidir. Buna «el-tnâyâtu'l-ûla» (ihsan ve
iyiliklerin yücesi) adı veriliyor. İkinci mertebeffGii ybu-âlemu'l-ervah»
[Ruhlar âleminin gaybi] tır. Bu da ezelden ebede kadar olan ve olacak birinci ve
aklî âlemde her şeyin suretini nakşetmektir. O da genel tarzda «ümmül kitab»
adı verilmiş âlemin ruhudur. Bu da, sabık kazadır.
Üçüncüsü
«gaybu-alemu'l-kûlub» (kalbler âleminin gayb-ları) tır. Bu, o nakşedilmenin tâ
kendisidir. Fakat ilmî, küllî ve cüzî olarak nefsi küllî âleminde izah ve
tafsil edilmiştir. O nefsi küllî ki levhulmahfuz adı verilen âlemin kalbidir.
Dördüncü mertebe, «gaybu-âlemı'l-hayâl» (Hayal âleminin gaybı) dır. Bu bütün
kâinatı, felekî ve cüzî nefislerde muayyen ye müşahhas olarak, vakitlarıyla
beraber oluşu şeklinde onların cürümlerinde nakşetmektedir. İşte bu, o âlemdir
ki, «essema17d-dünya» (yeryüzüne en yakın gök) tâbirini almaktadır. Çünkü o,
şehâdet âleminin gayb mertebelerine en yakınıdır. Cenab-ı Hakk'ın kazâ-î ilâhisinin
tafsili olan kaderi ilâhi levhine en yakındır.
Onlar «Cenab-ı Hakk'ın
«El-inayetul-ûla» adlı ilmi, Cenab-ı Hakk'ın hepsini, huzuren kapsamasından
ibarettir, binaenaleyh bütün gaybları kapsayan hazineler, zât-ı ulûhi^eti için
hazırdır. Orada fazla bir şey yoktur. O'ndan başkası da onu bilmez. Ve böylece
o hazine kapılarının kilitleridir. Onların anahtarları Allah' in elindedir.
Olanlara Allah'dan başkası muttali (haberdar) olmaz. Bazen Cenab-ı Hakk
onlardan dilediğini dilediği puluna açar.
Bununla beraber deniliyor
ki, ilimde rüsûh
kesbedenlerden (ilmin inceliğine varanlardan) çok kimse «Eşyanın
hakikatları ve mahiyetleri ezelde sabittir, fakat onlar bu sûbûtlarında (sabit
olma) yaratılmışlardır. Kılınan ancak vücûd-î suretlerdir. O hakikatlar tebdil
olunmaz, bozulmaz ve asla helak olmakla sıfatlanmaz. Nitekim «Herşey, O'nun
vechi hariç, helak olucudur.» [Kasas: 88] âyeti, eğer vecihteki zamir şeye
raci olursa buna işaret ediyor. «Vechi» hakikatla tefsir eder, oradaki zamiri
de şey'e raci edersek, o vakit «Her şey helak olucudur, ancak o şey'in
hakikati helak olmaz» manâsı ortaya çıkar. Cenab-ı Hakk'ın onları bilmesi,
huzûr-î bir ilimdir. O hakikatlar hadis olan suretlerine aynalar gibidirler.
Böylece o suretler Cenab-ı Hakk'ın meşhudu yani görüneni olur. Cenab-ı Hakk
onları ezelde görür. Halbuki nefislerinde zihnen ve haricen onlar yoktur.
Bu minval üzere Alûsi;
iş'arı manâya devam eder. Fakat bu iş' ari manâların bilinmesiyle biz mükellef
(sorumlu) değiliz. Ulu orta itiraz etmek de bize uygun değildir. Hakikati
Allah'ın ilmine havale ederiz. Bunu, sadece bir örnek olsun diye naklettim. Menfî
veya müsbet neticelerine katılmamaktayım. Çünkü bu ilmi bilmiyorum. Hakikati
Allah daha iyi bilir.
[138]
(74)
«[Hatırla o] zamanı ki, İbrahim,
pederi Azere:Putları mı mabudlar ediniyorsun? Kuşkusuz ben seni ve
kavmini apaçık bir sapıklıkta görüyorum' demişti.»
(75)
«Böylece İbrahim'e gökler ve yerin melekutunu gösterdik kî kesinlikle
bilenlerden olsun.»
(76) «Gece,
İbrahim'in üstünü örtünce, bir yıldız gördü:
— Bu benim Rabbimdir, dedi. Yıldız kaybolunca:
— Ben kaybolanları sevmem, dedi.»
(77)
«Ayı doğarken görünce «Bu benim
Rabbimdir» dedi; Ay kaybolunca, İbrahim:
«Eğer Rabbinı beni hidayet etmezse kuşkusuz sapık kavimden olurum» dedi.»
(78) «Güneşi
doğarken görünce: «Bu benim Rabbimdir. Bu daha büyüktür,» dedi. Güneş
battığında, İbrahim: «Ey kavm! Sizin şirk koştuklarınızdan katiyen uzağım,»
dedi.»
(79)
«Kuşkusuz hakka yönelerek, yer ve gökleri yaratan zata yüzümü çevirdim. Ben
ortak koşanlardan değilim,» dedi.»
(80)
«İbrahim'in kavmi O'nunla
cedelleşti (tartıştı). İbrahim:
Allah'ın hakkında mı benimle cedelleşirsîniz? Oysa Allah beni hidayet
etti. Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden asla korkmanı. Ancak
Rabbim bir şeyi dilerse, o olur. İlim yönünden Rab-bim herşeyi kapsamıştır.
Acaba hatırlamayacak mısınız?»
(81) «Acaba
siz ki, Allah'a kendileri hakkında hiçbir sultan indirmediğini, ortak koştuğunuzdan korkmaz
iken ben nasıl sizin Allah'a ortak ettiklerinizden korkarım? Öyleyse, eğer biliyorsanız
söyleyiniz: Korkudan emin olmağa iki guruptan hangisi daha layıktır?»
[139]
(74) Hatırla o zaman ki...» Bu âyetin izahı:
Müşrikler Hz.
İbrahim'in getirdiği dinin üzerinde olduklarını iddia ederlerdi. Buna binaen
Cenab-i Hakk, Resûl-i Ekrem'e :
«Ey Muhammedi Bu
kâfirlerin zarar ve yarar vermeye gücü yetmiyen putlara taptıklarını inkâr
ettikten, «Hidayet ancak Allah'ın hidayetidir» dedikten sonra şunu da hatırlat
(74) İbrahim, babası Azer'e:
«— Putları mabudlar mı
ediniyorsunuz? Kuşkusuz ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklıkta görüyorum»
demişti.
Bu Âyetin açıklaması:
Rivayet Tefsiri
«azern, Adem gibi,
Arapça olmayan bir isimdir. İbrahim (AS)in babasının adıdır. Zeccac; neseb
alimlerinin arasında İbrahim (AS)in babasının adı «tarih» olduğunda ihtilâf
yoktur diyor. İbn-i Münzir sahih bir senedle İbn-i Cureyc'ten rivayet etti:
İbrahim'in babasının adı Tayreh veya Tarih'tir.
[140]
İbn-i Ebi Hatim, İbn-i
Abbas'tan rivayet etti:
İbrahim'in babasının
adı Yazer'dir. Annesinin adı Muşla veya Musli'dir,
Mücahid ve Said bin
Museyyib ve başkaları: Azer, İbrahim'in babasının adı değildir dedikten sonra
bazıları babasının lakabıdır dedi.
Bazıları da, amcasının
ismidir dedi. Zira amca ile dedeye mecazen baba denilir.
Bazıları da, Azer, bir
putun ismidir dedi. Bu, İbn-i Abbas'tan, Es-Süddi ve Mücahid'den rivayet
edildi.
Bazıları da «Azer,
süryanilerin lügatinde bir vasıftır, manâsı «yanılmış insan» demektir dedi.
Selman et-Teymi,
»Benim kulağıma geldiğine göre Azer «topal» demektir dedi.»
Bazıları Havarzim
lügatinde Azer, çok ihtiyar olan insan demektir, diyorlar. Eğer Azer sıfat
ise, o vakit galebe ile âlem (özel isim) olmuştur.
Bazıları, Azer, «Ezir»
kökünden geliyor, kuvvet manasınadır. Bazıları da; «Vizir» kökünden geliyor,
günâh manasınadır, dediler, «Azer» kelimesi vasfiyet ve veznul fiilden ötürü
sarftan me-nedümiştir diyorlar. Eğer, Azer bir putun adıdır diye kabul edersek,
âyetin takdiri «Hatırla o zamanı ki İbrahim, Azer adlı puta tapan babasına
dedi,» demek oluyor.
Ehlisünnetten büyük
bir cemaatın güvendiği şudur: Azer, Hz. İbrahim'in babası değildir. Ve Hz.
Peygamber (AS)in ecdadında kâfir yoktur. Çünkü Cenab-ı Peygamber, «Ben
tahirlerin sulbünden, temiz kadınların rahimlerine nakledile geldim. Müşrikler
ise pistir.» buyurdu. Bu hadisten anlaşılıyor ki, Peygamberimizin atalarında
kâfir yoktur. Hz. İbrahim O'nun atası olduğuna göre, babası Azer olamaz. Çünkü
Azer kâfirdir.
«Bu hadisdeki temiz (tahir) likten maksat,
zinadan temizliktir» diyenlerin elinde herhangi bir delil yoktur. Bu hususta
birçok alim birçok risale ve kitab yazmışlardır.
Fahreddin Razi
«Azer'in Hz. İbrahim'in babası olmadığını iddia eden görüş şiaların fikridir»
diyor.
Alusi, Fahreddin
Razi'nin bu sözünü çerhediyor (çürütüyor.)
«Bu görüş «Tefsir
alimlerinin imamının az araştırmasından ileri gelmiştir,» diye ekliyor.
Ehli sünnetin en çoğu
«Azer, İbrahim (AS)in amcasının adıdır,» görüşünde birleşiyor. Kur'an'da «EB»
[baba] kelimesi amca için de kullanılmıştır. Nitekim Genab-ı Hakk, «Yoksa siz
Yakub (AS) ölüme hazırlandığı zaman orada mıydınız? O, çocuklarına: Benden
sonra neye kulluk yapacaksınız? diye sorduğu zaman, ora-damıydınız?gocukları:
Senin ma'bûduna. Babaların İbrahim, İs-' mail ve İshak'ın ma'bûduna tapacağız,
dediler.» [el-Bakara-133] tş-te burada göri ldüğü gibi İbrahim'e baba
denilmiştir. Oysa İbrahim Yakub'un dedesidir. İsmail'e baba denilmiş, oysa
İsmail Ya-kub'un amcasıdır.
Muhammed bin Kâb
el-Kurezi der ki, «Dayıya da amcaya da baba denir.» Bunu söyledikten sonra
bahsi geçen âyetle istidlal etti.
Haberde varid
olmuştur: «Benim babam Abbas'ı bana geri getiriniz.» Oysa Abbas, Resûlüllah'm
amcasıdır.
«Azer İbrahim'in
babası değil, ancak kâfir amcasının ismidir» diyenler, îbn-i Münzir'in tefsirinde
sahih bir senedle Süleyman bin Sûrred'ten rivayet ettiği hadisle istidlal
etmişlerdir: Süleyman der ki, «İbrahim'i ateşe atmak istediklerinde odun
topladılar. Hatta ihtiyar bir kadın dahi odun topluyordu. Odun toplaması
bittikten ve ateş yakıldıktan sonra İbrahim:
— Allah bana kâfidir ve ne güzel vekildir»
dedi.
İbrahim'i ateşe
attıklarında Cenab-ı Hakk:
— Ey ateş! Serinlik ve selamet ol, İbrahim'in
üzerinde, dedi.» [Enbiya: 69] Ateş de öyle oluverdi. İbrahim'in
amcası, «Bu benim için böyle oldu» diye iddia etti.
Bunun üzerine Cenab-ı Hakk ateşten bir parça gönderip onun ayağının üzerine
düşürdü ve onu yaktı.
Bir de Muhammed bin
Kâb'm Katade, Mücahid ve Hasan-ı ' Basrî'nin rivayetleriyle istidlal (o
rivayetlere dayanarak netice çıkarma) etmişlerdir: İbrahim (AS), babası
ölünceye kadar onun için af talebinde bulunuyordu. Babası iman etmeden
Öldüğünde İbrahim'e göründü ki, bu Allah'ın düşmanıdır. Artık ona af talebinde
bulunmadı. Ateşe atılmasının akabinde babası Ölünce memleketi olan Urfa'dan Şam'a
doğru hicret etti. Sonra Mısır'a gitti. Onunla Mısır diktatörünün arasında
meydana gelen hâdise cereyan etti. Sonra tekrar Şam'a döndü. Eşi Hacer
beraberin deydi. Sonra Cenab-ı Hakk, İbrahim'e emretti ki, Hacer ile Hacer'in
çocuğu İsmail'i Mekke'ye götürsün. Böylece İbrahim onları Mekke'ye götürdü ve
orada dua etti:
«— Ey Rabbimiz!
Zürriyetimden (birini) ziraatsız bir vadide iskân ettim. Haram beytinin
yanında...» Böylece duası:
«Ey Rabbim! Beni,
annemi - babamı ve müminleri hesabın kâim olduğu günde affeyle» [İbrahim: 41]
âyetine kadar devam etti.
Bunlardan çıkan netice
şudur ki, Kur'an'da küfür ile vasıflandırılan, İbrahim'in amcasıdır. Nitekim
birinci eserde açıkça söylenildi ki, İbrahim'in Şam'a hicretinden Önce ölen
amcasıydı. İkinci eser de, dalâlet etti ki, İbrahim'in annesi ve babası için
istiğfar (günâhlarının bağışlanmasını) taleb etmesi babasının ölümünden uzun
bir müddet sonraya kadar devam etti. Eğer hicretten önce ölen gerçek babası
olsaydı asla İbrahim (AS)in böyle bir af talebinde bulunması doğru olmazdı.
Görünen şudur ki, hicretten önce Ölen
kâfir amcasıydı. O amca ki, Kur'an-ı Kerim mecaz yoluyla ona «baba» tabirini
kullanmıştır. Ve İbrahim de onun ölümünden sonra artık ona af talebinde
bulunmamıştır. İbrahim'in, affedilmesi için yalvardığı gerçek babasıdır,
«Azer» değildir. İstiğfar âyetinde «valîd'i [babamı] tabirinin kullanılması,
başka âyetlerde «EB» tabirinin kullanılması, ikisinin aynı olmadığına işaret
olsa gerektir
[141]
Mühim bir nokta.
El-Kurtûbî, tefsirinde
«tarîh» okuduğumuz kelimeyi «ta-reh» olarak kaydetmektedir. Selman et-Teymi'nin
yerinde Süleyman et-Teymi'mi diye geçmektedir. «Topal» manâsına gelen «A'reç»
kelimesi yerine «eğri büğrü» manâsına gelen -muavvaç-tabiri geçmektedir. Ve
aynı tefsirde Dehhak, «Azer» kelimesi fars-ça «çok ihtiyar insan demektir»
dedi. şeklinde geçiyor. Herhalde «Havarzimce» tâbiri farsça olsa gerek.
Ebu Bekr Muhammed, bin
Muhammed, bin Hasan, El-Cüvey-ni, Eş-Şafii, el-Eş'arı, tefsiri «ennuket»inde
şunu ifade ediyor:
Halkın arasında
ihtilâf yoktur ki, İbrahim'in babasının adı «Tareh»tir. Kur'an'da ise «Azer»
olduğuna âyet delâlet eder».
Yani Azer'in
İbrahim'in babası olduğu kanaatmdadır bu zat. El-Kurtubi, devamla, «Bu zatın
ittifak dediğinin üzerinde vifak (uyum) yoktur. Çünkü Muhammed bin İshak,
El-Kelbi ve Dehhak, İbrahim'in babası Azer Tareh'tir demişlerdir. Mukatil
«Azer» la-kabtır «Tareh» ise, İbrahim'in babasının ismidir demiş. Sa'lebi,
bunu, İbn-i İshak el-Kuşeyrî'den de hikâye etmiştir. Kurtûbî; aksi de caizdir
diyor.»
Es-Salebi, «Kitab-u'l-Arais»in<le
«İbrahim'in babasının esas ismi Tareh'tir Nemrud'un puthanesine müdür tayin
edildikten sonra Nemrud ona Azer ismini verdi» diyor. Mücahid, «Azer,» İbrahim'in
babası değildir. O, bir putun ismidir. Zira İbrahim, Tareh' in, O Nahur'un, o
Saruh'un, o Ergon'in, o Faliğ'in, o Abir'in, o Salih'in, o el-Fahşed'in, o
Sam'in, o da Nuh'un oğludur» diyor
[142]
El-Kurtûb'înin
dipnotunda şu ilâve bulunmaktadır: Azer isminin Nemrud tarafından Tareh'e
verilmesi, belki de daha doğrudur. Çünkü Finike'lüerin lûgatında «izruba'al»
yani «Ba'al» adlı «putun bakıcısı» diye geçmektedir.
İbn-i İshak ve Kuşeyri
diyor ki: Cenab-ı Hakk, müşriklerle mücadelede İbrahim'in kıssasını zikretti.
İbrahim'in, putlara tapan babasıyla nasıl mücadele ettiğini zikretti. Çünkü
İbrahim'e tâbi' olmaya herkesten daha fazla müstahak (layık) olanlar
Arap-lardı. Çünkü Araplar onun soyundandı.
(75)
«Böylece biz İbrahim'e gökler ve yerin melekûtunu gösterdik ki kesinlikle
bilenlerden olsun...»
Bu âyetteki
«Melekût»tan maksat, rübûbiyyet (ilahlık) ve ma-likiyyet (sahip olmaHir.
Melekût; Reğabut, Rehamut, Ceberut kelimeleri gibi masdardır. «TA»sı mübalağa
içindir. Bundan dolayı «Büyük bir padişah,» «kahir bir sultan ile tefsir edilmiştir.
Mücahid «Melekûttan
maksat, âyetlerdir. Göklerin ve yerin alametlerini ona gösterdik» diyor.
Bazıları «Melekûttan
maksat, acaibliklerdir. Yer ve gökteki acaiblikleri ona gösterdik demektir»
diyor. Çünkü gökler yedi göğe kadar açıldılar. İbrahim onlarda olanlara baktı.
Bakışı Allah' in arşına varıncaya kadar gitti. Yerler yedi kat yere kadar
açıldı. İbrahim onların içindeki nesnelerin hepsine baktı.
İbni Merduveyh, Hz.
Ali'den rivayet ediyor: Allah'ın Resulü buyurdu: «İbrahim göklerin ve yerin
mele.kûtunu gördüğü zaman, Allah'ın günâh dediklerinden birisini işleyen bir
kişiyi müşahede etti. Ona beddua etti. O helak oldu. Sonra Cenab:ı Hakk'ın
isyan saydıklarından birisini işleyen ikinci bir kişiyi gördü. Onun aleyhinde
bedduada bulundu. O da yok oldu. Üçüncü bir kişiyi gördü. Onun aleyhinde beddua
yapmak isteyince, Cenab-i Hakk. O'na vahy gönderdi:
«Ey İbrahim! Sen duası
makbul olan bir kişisin. Sakın benim kullarımın aleyhinde bedduada bulunma.
Çünkü onlar benden ötürü üç şey üzerindedirler: Ya âsidirler, tevbe
edeceklerdir. Ben tevbelerini kabul edeceğim. Veya onun neslinden bir soy çıkaracağım
ki, yeryüzünü teşbihle dolduracaktır. Veya onu katıma kabzedeceğim. Dilersem
affedeceğim, dilersem azab edeceğim.»
Bu hadîsin benzeri,
mevkuf ve merfu olarak çeşitli yollarla rivayet edilmiştir.
Bazıları, «Göklerin
melekûtu, güneş, ay ve yıldızlardır. Yerin melekûtu, dağlar, ağaçlar ve
denizlerdir» dedi. Bu tefsirler, denildiği gibi, bu gösterme bas'arî, yani
sadece gözle görmek demek değildir. Zira bu göstermekten maksat, Hz. İbrahim'i
bunlara bakmaya ve bunları müşahede etmeye muvaffak etmek demek değildir.
Belki İbrahim'i onların hakikatlarma ve tariflerine muttali kılmaktır ki,
onların Cenab-ı Hakk'ın sânına dalâlet ettiği noktadan onları kapsasın. Şüphe
yoktur ki bu, hissen (duyguyla) görülen şeylerden değildir. Nitekim daha
önceki teşbih (benzetme) de, bunu bize haber vermektedir
[143]
Tefsir ehli, haberler
ve siyer alimleri, İbrahim (AS)in Ken'an oğlu
Nemrud devrinde doğduğunu kaydetmektedirler. Nemrud, başına tacı ilk koyan,
halkı kendisine tapmaya davet eden diktatördür, diyorlar. Nemrud'un, kahin ve
müneccimleri vardı. Onlar Nemrud'a, «Bu sene senin memleketinde bir çocuk doğacak.
Yeryüzünde tapılmakta olan dinini değiştirecektir. Senin veya kraliyetinin yok
olması da onun eliyle olacaktır,» dediler.
Deniliyor ki, kâhinler
ve müneccimler bu malûmatı peygamberlerin kitablarmda bulmuşlardır.
Süddi, «Nemrud
rüyasında bir yıldız doğduğunu, hem güneşin, hem ayın ışığını perdelediğini
gördü. Sanki onların ışıkları yokmuş gibi bir hale onları soktu. Nemrud bu
rüyasından dehşetli bir şekilde ürktü. [Sihirbazlar] ve kâhinleri çağırdı.
Rüyasının yorumunu onlardan sordu. Dediler ki; memleketinde, bu sene bir
çocuğun doğacağına işarettir. Senin ve mülkünün o çocuğun eliyle yıkılacağına,
dininin bütün mensuplarının onun eliyle helak olacağına işarettir, dediler.
Bunun üzerine Nemrud, memleketinde o senede doğacak bütün erkek çocukların
öldürülmesini emretti. Kadınlar ile erkeklerin o senede bir araya gelmemelerini,
ve birleşmemelerini emretti. Her on kadına bir kişiyi nöbetçi bıraktı. Kadın
ancak hayız halinde iken kocasıyla bir araya gelebilirdi. Çünkü onlar hayizda
iken kadınlarla birleşemiyorlardı. Kadın hayızdan temizlendiği zaman, yine
kocasından ayırırlardı. Siyer alimleri derler ki, Azer bir ara döndü.
Hanımının hayızdan temizlendiğini gördü. Onunla birleşti ve hanımı Hz.
İbrahim'e gebe kaldı.
Muhammed bin İshak der
ki: Herhangi bir köyde gebe kalan bir kadın bulunursa, onun hapsedilmesini
emreder ve onun hapsedilmesi için kolluk kuvvetlerini gönderirdi. Ancak
İbrahim'in annesine bu metodu uygulayamadılar. Çünkü onun gebe olduğunu
bilmiyorlardı. Çünkü o, yaşı küçük bir kadındı. Onun karnında çocuk olacağı
tahmin edilmiyordu.
Süddi der ki: Nemrud
bütün erkekleri ordugâha topladı. Kadınlardan uzaklaştırdı. O sene doğacak
çocuğun korkusundan bunu yapıyordu. Allah'ın dilediği zamana kadar böylece
devam etti. Sonra şehirde bir ihtiyacı başgösterdi. Kavminden herhangi bir
kimseyi göndermeye güveni yoktu. Ancak Azer'e emniyet ediyordu. Azer'i huzuruna
çağırdı.
— Ey Azer! Sana bir
işim düşmüştür. Onu yapmak için ancak sana güveniyorum, seni şehire
göndereceğim. Sana yemin verdiriyorum ki, ailenle birleşmeyeceksin.
Azer: Ben dinimi bu
yolda feda edemeyecek kadar kuvvetliyim, dedikten sonra, Nemrud ihtiyacını
Azer'e söyledi. Azer o ihtiyacı yerine getirmek için şehre girdi. Onun
ihtiyacım yerine getirdikten sonra «Ben aile efradıma bir bakayım» dedi.
Onlara bakmak üzere gitti. İbrahim'in annesiyle bir araya geldiğinde nefsine
hâkim olamadı, cinsi ilişkide bulundu. Böylece annesi Hz. İbrahim'e gebe
kaldı.
İbni Abbas derki:
İbrahim'in annesi gebe kaldığında kahinler Nemrud'a:
«— Sana haber
verdiğimiz çocuk bu gece annesinin rahmine düştü.» dediler.
Bunun üzerine Nemrud,
erkek çocukların kesilmesini emretti. İbrahim'in annesinin doğumu
yaklaştığında, doğum sancılan başgösterdi, çocuğunun doğumunu duymalarından
korktuğu için evden çıkıp, çöle gitti. Kurumuş bir su yatağında çocuğunu doğurup,
dünyaya getirdi. Sonra onu bir beze sardı. Ve su yatağındaki tümseklerin
içerisine koydu. Sonra eve gelip durumu kocasına haber vererek «Çocuk filan
yerdedir» dedi. Kocası gitti, çocuğu oradan aldı. Su yatağında bir tünel kazdı.
Hz. İbrahim'i orada gizledi. Tünelin kapısını, başka hayvanlar girmesin diye,
taşla kapattı. Annesi zaman zaman giderek onu tünelde emziriyordu.»
Muhammed bin İshak
der: İbrahim'in annesi doğum sancılarına tutulduğunda geceleyin (yakın) bir
mağaraya sığındı. O mağarada İbrahim (AS)i doğurdu. Onun üst-başını temizledi»
Sonra mağaranın kapısını muhkemce kapattı ve evine geldi. Za-zaman zaman
İbrahim'e, ne yapıyor diye bakmak üzere oraya gidiyordu. Onu diri görüyordu.
İbrahim baş parmağını emiyordu.»
Ebu Revk: İbrahim'in
annesi bir ara parmaklarında ne vardır diye baktı. Gördü ki, bir parmağından
su, bir parmağından yağ, bir parmağından bal ve diğer parmağından hurmaya
benzer bir madde akıyordu. Cenab-ı Hakk mucize olarak İbrahim'in dört
parmağında, bu dört hüneri yaratmıştı.
Muhammed bin îshak der:
Azer, İbrahim'in annesinden hamlini sordu. Ne oldu? Annesi: Ben bir çocuk
doğurdum ve öldü, dedi. Azer de hanımını doğruladığından sustu. İbrahim bir
günde bir ay kadar, bir ayda da bir sene kadar büyüyordu. Mağarada ancak on
beş ay durdu. On beş ay sonra annesine «Beni buradan çıkar» dedi. Geceleyin
annesi onu çıkardı. İbrahim kâinata baktı. Göklerin ve yerin yaradılışını
düşündü ve:
«— Beni yaratan, bana
rızık veren, bana yediren ve içiren öyle bir rabbimdir kilondan başka tapınacak
yoktur. Ve benim için ondan başka ilâh yoktur.» dedi.
Göklere baktı. Bir
yıldız gördüğünde:
«— İşte bu benim
Rabbimdir,» dedi. Sonra durmadan o yıldıza bakmaya devam etti. Tâki yıldız
kayboluncaya kadar. Yıldız kaybolduğunda:
«— Ben kaybolanları
sevmem,» dedi. Ayın çıkışını görünce: «— Bu benim Rabbimdir,» dedi. Aya
durmadan tâ kayboluncaya kadar baktıktan sonra, «Rabbim bana doğru yolu
göstermez-
se, sapanlardan
olurum.» dedi. Güneş doğdu. Onun hakkında da böyle söyledi. Sonra annesi onu
babası Azer'e getirdi. Artık İbrahim'in her şeyi gelişmişti. Ve İbrahim
Rabbini tanıyordu ve kavminin dininden tamemen uzaklaşmıştı. Ancak Hz. İbrahim
onlara böyle olduğunu söylemiyordu. Annesi, oğlunu babasına getirdiğinde «Bu
senin oğlundum dedi. Ve İbrahim ile macerasını Azer'e anlattı. Azer bununla
sevindi.
. Deniliyor ki;
İbrahim (AS) yer altındaki tünelde yedi sene kalmıştır. Bazı siyer alimlerine
göre, on üç sene kalmıştır. Bazıları on yedi sene kaldı diyorlar. İbrahim
gençlik çağma geldiğinde tüneldeydi. Annesine:
— Benim Rdbbim kimdir? dedi. Annesi:
— Ben senin Allah'ınım, dedi.
— Peki, senin Allah'ın kimdir? diye sordu.
Annesi:
— Benim Allah'ım da senin babandır, dedi.
— Benim babamın Rabbi kimdir? Annesi,
İbrahim'e:
— Sus, oğlum, dedi. Sonra kocasına geldi ve
dedi ki:
— İşte o, yeryüzündeki dini bozacak diye
bahsettiğimiz çocuk var ya, o senin oğlundur.» Sonra İbrahim'in dediklerini
babasına nakletti. Babası İbrahim'e geldi. İbrahim:
— Ey babam! Benim Rabbim kimdir? dedi. Azer:
— Senin Rabbin annendir, dedi. İbrahim:
— Benim annemin Rabbi kimdir? Azer:
— Benim, dedi.
— Peki senin Rabbin kimdir? Azer:
— Nemrud'dur, dedi.
İbrahim:
— Peki, Nemrud'un
Rabbi kimdir? Azer, hem sustu hem de İbrahim'e bir yumruk vurarak susmasını
emretti. Gece İbrahim'i örttüğü zaman, İbrahim tünelin tam kapısına yaklaştı.
Taş deliklerinden göklere baktı. Pırıl pırıl parlayan bir yıldız gördü: «İşte
benim Rabbim budur,» dedi.
Deniliyor ki, İbrahim,
annesine ve babasına «Beni bu tünelden çıkarınız» diye teklif etti. Onlar da
O'nu güneş battıktan sonra, geceleyin tünelden çıkardılar. İbrahim develere,
at ve koyunlara baktı. Babasından «Bunlar nedir?» diye sordu. Babası: Develer,
koyunlar ve atlardır diye, cevap verdi. İbrahim:
«— Bunlar elbette
ilâhsız, olamazlar. Bunları yaratan bir Rab-leri vardır.» dedi.
Sonra baktı,
«El-Müşteri» yıldızının doğduğunu gördü.[144]
Bazı siyer alimleri
«ilk gördüğü yıldız 'Zühre' yıldızıydı» diyorlar. O gece ayın son gecesiydi.
Ay biraz geç doğuyordu. Aydan önce yıldızı gördü ve bu da Cenab-ı Hakk'ın «gece
onu örttüğü zaman, bir yıldız gördü. Bu Rabbim'dir, dedi» âyetinin manâsıdır.
Alimler, bu görüşün
vaktinde ihtilaf etmişlerdir. İbrahim (AS)in bu sözü, baliğ olmazdan Önce mi
yoksa sonra mı söylediği hususunda ihtilâf etmişlerdir:
1
Bu söz baliğ olmazdan önce İbrahim'den sadır olmuş
(çıkmış), çocukluk devresinde bunu söylemiştir. Bu da mükellef olmazdan önce
idi. Bu takdirde İbrahim (AS)den sadır olan (çıkan), bu sözden dolayı herhangi
bir muaheze yoktur ve onun üzerine herhangi bir hüküm gerekmez. Çünkü
hükümler, baliğ olduktan sonra sabit olurlar.
Denildi ki, İbrahim
(AS) tünelden çıktığı zaman küçüktü. Göğe ve gökteki acaibliklere, yere ve
yerdeki acaibliklere baktı. Ce-nab-ı Hakk onu kâmil (noksansız) akıl ve sağlam
fıtrat ile nitelendirmiş idi. Nefsinde tefekküre (düşünceye daldı. «BU
mahlûkların (yaratılmışların) elbette bir halikı, (yaradam) tedbir edicisi lâzımdır,»
dedi. O, mahlûkların ma'budu'dur. Sonra tefekkür halindeyken bir yıldız gördü.
Pırıl pırıl parlıyordu. Aklından «Bu benim Rabbimdir» diye geçti. Bu da
çocukluk halindeydi. Cenab-i Hakk'ın marifeti hakkında düşüncesinin kuvvetli
olmayışından Önceydi.»
Bu fikri yürütenlerin
bu fikrin doğru olduğuna dair «Eğer Rabbim beni hidayet etmezse, kuşkusuz ben
dalâlete (sapıklığa) gitmiş bir kavimden olurum» âyetiyle istidlal ederek
dediler. «Bu âyet Hz. İbrahim'in bir çeşit hayrette olduğuna işaret eder. Bu
muhayyerlik (hayrete düşmek), ancak çocukluk halinde olur. Baliğ olmazdan önce
oluşur. Hüccet kâim olmazdan Önce sadır olur.
Fakat "bu görüş,
pek doğru bir görüş değildir. Çünkü peygamberler her halükârda masumdurlar.
Çünkü Cenab-ı Hakkın peygamberlerinden hiçbirisi yoktur ki, onların üzerinde
herhangi bir vakit gelsin de, O Allah'ı tanımasın. Allah'ı birlemesin. Her
eksiklikten Allah'ı tenzih etmesin. Allah'tan başka her ma'bud'dan
uzaklaşmasın. İbrahim (AS) hakkında böyle bir görüşe nasıl varılabilir. Oysa
Allah onu ma'sum kılmıştır. Onu tertemiz yapmıştır. Daha önce ona akı-ı kâmil
vermiştir. Göklerin ve yerin mele-kûtunu ona göstermiştir. Acaba böyle bir
İbrahim, yıldızın görün-mesiyle, inanarak nişte bu benim Rabbimdir» nasıl der?
Biz İbrahim'i böyle bir şey söylemekten tenzih ediyoruz. Çünkü onun mertebesi
böyle bir şey söylemekten pek yüce ve manevi derecesi pek şereflidir.
2- Cumhur-u
Muhakkiki'nin (gerçeği meydana çıkaran alimler sınıfı) üzerinde bulundukları
görüş şudur:
İbrahim (AS)in bu
rüyeti ve ondan sadır olan (çıkan) bu söz İbrahim'in
bulûğundan (erginlik çağından) sonradır. Cenab-ı Hakk, İbrahim'i peygamberlikle
şereflendirdiği zamandadır. Bu görüşün sahibleri âyetin tevilinde ve manâsında
değişik fikirler belirtirler. Onun hakkında birçok yön ve vecih (en uygun
şekli) söylediler:
1) Birinci
vecih: İbrahim (AS) bu sözü söylemekle kavmini peyderpey hakikatlara götürmek
istedi. Onlara cehaletlerini ve yıldızları büyütmekte ve yıldızlara tapmaktaki
hatalarını göstermek istedi. Çünkü onlar her şeyin yıldızlardan geldiğine ve
yıldızların ma'bud -olduğuna inanıyorlardı. İbrahim onların ta'zim ettikleri
(yücelttikleri) yıldızı ta'zim ediyormuş gibi göründü. Onlara kendisini öyle
gösterdi. Yıldız battığı, güneş ve ay kaybolduğu zaman, onlara kaybolmak ve
batmaktan ötürü yıldızların üzerine gelen eksikliği gösterdi. Böylece, onların
yıldızlarla ilgili inançlarının yanlış olduğunu ortaya koydu. Hz. İbrahim'in
meselesi, tıpkı havarinin meselesine benzer: Havari, puta tapan bir milletin
yanına vardı. Görünürde o putu ta'zim etti. O millet de o havariye sımsıkı
sarıldılar. Öyle ki, birçok durumlarında onun fikrine başvurdular. Bir gün bir
düşman ansızın onları kuşattı. Ona karşı koyacak güçleri yoktu. Havari ile
istişare ettiler: Düşmanı nasıl defedelim? Havari: «Benim görüşüme göre, şu
putunuzu çağıralım. Bu felâketi bizden uzaklaştırsm,» dedi. Hepsi putun
etrafında toplaşıp, ona yalvarıp yakardılar. Fakat put onlara hiçbir fayda
vermedi. Ve böylece görüldü ki, put onlara ne fayda verebilir, ne de zarar.
Onların müdafaasını da yapamaz. O zaman havari onlara Allah'ı çağırmalarını
emretti. «Allah'tan bu felâketin kaldırılmasını isteyiniz,» dedi. Onlar ihlâs
ile Allah'ı çağırdılar. Cenab-ı Hakk, onların korktuğunu onlardan uzaklaştırdı
ve böylece hepsi müslüman oldular.
2) İkinci
vecih: İbrahim (AS), bu sözü istifham (soru sorma) kabilinden söyledi. İnkâr
ve kınama istifhamıdır. Kavmini onunla kınıyordu. Âyetin takdiri: Bu mudur
sizin iddia ettiğiniz Rabbtnız?» Fakat Âyet-i Celîle'den (soru sorma) harfi
sakıt olup düşmüştür. Ve istifham
harfinin sakıt olması da Arap kelâmında pek çoktur. Ve istifham harfinin sakıt
olduğu yerlerden birisi de şu âyettir: «Acaba eğer sen ölürsen, onlar ebedî mi
kalacaklar? [Enbiya: 34] Yani acaba onlar ebedî kalacaklar mıdır demek oluyor.
Âyetin manâsı «Bu
yıldız, nasıl Rab olur? Oysa eksiklik delilleri bu yıldızda apaçık
görülmektedir?»
3) Üçüncü
vecih: İbrahim (AS), bu sözü ihticac
(delil gösterme) yönünden söyledi. Yani kavmini susturmak için bunu delil
göstererek şöyle dedi:
— Sizin iddianıza göre
bu benim Rabbimdir. Oysa, kaybolmaktadır. Eğer iddia ettiğiniz gibi ma'bud
olsaydı, kaybolmazdı.^
Bu takdirde âyet, şu
âyet gibi olurdu: «Tat, kuşkusuz sen ga-lib ve kerimin tâ kendisisin.» [Duhan
:49] Yani kendi nefsinin katında, ve kendi iddiana göre böylesin. Ve nitekim
Musa (AS) hakkında Cenab-i Hakk: «Durmadan tapmakta olduğun ma'bu-duna bak.»
[Taha: 97] Yani iddianla senin ma'budun olana bak, buyurmuştur.
4) Dördüncü
vecih: Bu Âyet-i Celîlede mudmer (gizli ve mukadder) vardır. Takdiri şu: Onlar
«Bu benim Rabbimdir» diyorlar. Evet -KAVL- [Söz] maddesinin takdiri, arap
kelamında çoktur. Nitekim şu âyette olduğu gibi: «Hatırla o zamanı ki İbrahim
beytin temellerini yükseltiyordu. [El-Bakara: 173] İsmail de: «Ey Rabbimiz
bizden kabul eyle.» Yani ikisi: Ey
Rabbimiz bizden kabul eyle derlerdi.»
5) Beşinci
vecih: Cenab-ı Hakk, İbrahim hakkında buyurdu:
«îşte böylece
İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyoruz. Tâ ki kesinkes bilgiye
sahib olanlardan olsun.» Bu âyet-ten sonra «Gece İbrahim'i örttüğü zaman,» «FE»
ile başladı. «FE» harfi, takibi [hemen, arkada gelmeyi] gerektirir. Ve bu
işaret eder ki, bu hadise Cenab-ı Hakk'm İbrahim'e gökler ve yerin melekûtunu
gösterdiğinin hemen arkasında olmuştur. İbrahim kesinkes ilme sahib olduktan
sonra olmuştur. Bir kimse ki, Allah katında bu yüce ve şerefli mertebeye
sahibtir, onun haline yıldızlara tapmak uygun düşmez. Yıldızlan rabb (ilah)
edinmek hiç onun haline uygun düşer mi?
(77)
«Eğer
Rabbim beni hidayet etmezse kuşkusuz ben dalâlette (sapıklıkta) olan kavimden
olurum,» âyetinin cevabı da, peygamberler daima Cenab-ı Hakk'tan tesbit
istiyorlar. Yani hak üzerinde sabit kılmasını istiyorlar. İbrahim burada
sapıktır da (hâşa) bunu söyledi demek değildir. Yani daha fazlasını istiyor
demektir.
«Beni ve benim çocuklarımı
putlara tapmaktan uzak tut, koru.» [El-Bakara : 173] Âyet-i Celîlesi de bu
kabildendir.
Bunu söyleyen zat,
acaba putlara mı tapıyordu? (Hâşa)
[145]
El-Kurtûbi, El- Bakara
suresinin 258. âyetinin tefsirinde şunları söylüyor: İbrahim ile cedelleşen
Nemruz Bin Kuş Bin Keh'an bin Sam bin Nuh'tur, «Nemruz,» tarzında okunması
şehabtan geliyor. Fakat meşhur kıraat Nemrud'dur. Zamanının diktatörü idi.
Ateş ve sivrisineklerin belâsına maruz kalan kişi idi. Bu görüş İbni Abbas, Mücahid,
Katade, Rebi,' Süddi, İbni İshak ve Zeyd bin Eslem'in görüşüdür.
Nemrud, Allah ile
savaşmak istediği zaman, helak edildi. Ce-nab-ı Hakfc, sivrisineklerinin Önünde
bir kapı açtı. Bütün gökyüzünü kapattılar. Güneş ışığı görünmüyordu. Nemrud'un
askerlerini yediler, kanlarını emdiler. Kuru kemikleri bıraktılar. Onlardan
birisi Nemrud'un dimağına girdi, onu yedi. Nemrud bir fare kadar kalıncaya dek
o sivrisinek orada kaldı. O devrede Nemrud'un yanında en aziz insan ,eski bir
çomakla Nemrud'un başına vuran insandı. Bu belânın içinde Nemrud kırk gün
kaldıktan sonra öldü.
İbni Cüreyc, «Nemrud
yeryüzünü ilk idare eden diktatördür. diyor.
İbni Atiyye, İbni
Cüreyc'in sözünü reddediyor.
Katade «ilk tecebbür
ve diktatörlük yapan idarecidir, der. Ba-bil'de meşhur köşkün sahibi odur.
Bütün dünyaya hâkim olmuştur. Dünyayı tamamen hükmünün altına alan iki
kâfirden birisidir. İkincisi de Buhtunasardır.»
Bazı rivayetlerde
«Dünyayı baştan başa iki kâfir, iki de müs-lüman elde etmişlerdir. Kâfirler
Nemrud ile Buhtunnasar, müs tumanlar Hz. Süleyman ile İskender'dir.» denildi.
İbrahim (AS) ile
cedelleşen Nemrud bin Fâlıh bin Abr, bin Salih bin Erfahşat bin Şam'dır. Bu
görüşlerin hepsini İbni Atiyye hikâye etmiştir.
Es- Süheyli
«İbrahim'le cedelleşen Nemruz bin Kuş bin Ken' an bin Ham bin Nuh'tur, Irak
kralı idi. Izdıhak diye bilinen Deh-hak onu kral tayin etmiş idi. Dehhakm adı,
Biyorasip bin End-rast'idi. Bütün iklimlerin padişahı idi. Dehhak'ı, «Efridun»
öldürmüştür. Dehhak diktatör ve cebbar idi. Bin sene krallık yaptığı
kaydedilmektedir. İlk insan asan, ilk el ve ayak kesen odur.
Nemrud'un sulbünden
bir oğlu vardı, ona Kuşa deniliyordu. Başka bir oğlu vardı, ona da küçük Nemrud
deniliyordu. Küçük Nemrud bin sene hükümdarlık yapmıştır. Büyük Nemrud'un hükümdarlığı
rivayetlere göre (400) dört yüz sene imiş. İbrahim ile Nemrud'un cedelleşmesi
hakkında iki rivayet vardır. Birisine göre, Nemrud'un milleti bayram yerine
çıktılar. İbrahim onların çıkışını fırsat bilerek puthaneye girdi, putları
hurdahaş etti. Onlar dönüp putları kırık olarak görünce İbrahim onlara: Sizin
taştan yontup yaptıklarınıza mı tapıyorsunuz? dedi.
Onlar: Acaba sen kime
tapıyorsun? dediler. İbrahim:
— Ben dirilten ve öldüren Rabbime tapıyorum,
dedi.
Bazıları, Nemrud
ihtikârcıhk (karaborsacılık) yapıyordu. Millet gıda maddelerine muhtaç
oldukları zaman, ondan satmal-mak mecburiyetinde kalıyordu. Onun huzuruna
girdiklerinde ona secde ederlerdi. İbrahim gıda maddelerini almak için
Nemrud'un huzuruna girdi, fakat secde etmedi. Nemrud:
— Niçin bana secde etmiyorsun? diye sordu.
İbrahim:
— Ben ancak Rabbime secde ederim, cevabını
verdi. Nemrud:
— Senin Rabbin kimdir? İbrahim:
— Benim Rabbim dirilten ve öldüren zattır,
dedi.
Zeyd bin Eşlem,
«İbrahim (AS)in kıssasındaki Nemrud oturdu, halka yiyecek maddeleri
verilmesini emretti. Her kavim geldikçe onlardan soruyordu:
— Sizin Rabbiniz ve ma'budunuz kimdir? Onlar
da:
— Sensin, diyor, o da:
— Bunlara yiyecek maddesi veriniz, diye emir
veriyordu, ibrahim (AS) bir şeyler almak için geldi. Nemrud:
— Senin Rabbin ve ilâhın kimdir?
İbrahim:
— Benim Rabbim dirilten ve Öldürendir, dedi.
Nemrud bunu dinlediği zaman: .
— Ben de diriltir ve öldürürüm, dedi. Bu sefer
İbrahim (AS) güneşin meselesiyle ona karşılık verdi. Kâfir olan susup kalakaldı.
Ve İbrahim'e gıda maddeleri verilmemesini emretti. İbrahim hiçbir şey almadan
ailesinin yanına döndü. Bir kum tepesinin yanından geçti. Un gibi idi. Kendi
kendine «Eğer ben iki torbamı bundan doldurursam hiç olmazsa dolu torbalarla
gideyim de çocuklar bir an için sevinirler. Onları sevinç halinde bir
göreyim,» dedi ve torbaları kum doldurarak götürdü. Evine geldiğinde çocuklar
sevindiler. Torbalar üzerinde çocuklar oynaşmaya başladılar. İbrahim (AS)
yorgun ve argın bir vaziyette uykuya daldı. Hanımı «ben ona yemek hasırlayayım
da gözünü açtığında yemeğini hazır bulsun» dedi. Torbaların birisini açtı.
Baktı ki en güzel undan dolu. Onu pişirdi. İbrahim kalkınca onun huzuruna
ekmek getirdi. İbrahim:
, — Bu ekmeği nerden getirdiniz? diye sordu.
Hanımı:
— Senin getirdiğin undan yaptım, dedi. İbrahim
anladı ki, Cenab-ı Hakk onlar için bunu kolaylaştırmıştır.
Ravî der ki: Nemrud,
ben de diriltir ve öldürürüm dediği zaman iki kişiyi meclise istedi. Birisini
öldürdü, birisini bıraktı. «İşte ben bunu dirilttim, öbürünü öldürdüm,» dedi.
İbrahim (AS):
«— Rabbim güneşi
doğudan batıya getirir, haydi sen de batıdan doğuya getir» deyince o sustu.
Bir haberde rivayet
edilmektedir. Cenab-ı Hakk;
«İzzet ve Celâlime
yemin ederim ki, ben güneşi batıdan getirmedikçe kıyamet konmayacaktır. Onu
getireceğim ki bilinsin, ancak benim buna gücü yeten.»
İbrahim (AS), Nemrud'u
susturduktan sonra Nemrud O'nun ateşe atılmasını emretti. Zaten diktatörlerin
âdeti böyledir. İlmen mağlûb oldukları zaman, ceza vermekle insanları
korkutmaya kalkışırlar. Allah İbrahim'i ateşten de kurtardı.
Süddi, «İbrahim
ateşten çıktığı zaman onu kralın huzuruna götürdüler. Daha önce de İbrahim
huzura girmişti. Kral, İbrahim' le konuştu ve «Senin Rabbin kimdir?» diye
sordu. İbrahim, «Benim Rabbim dirilten ve öldüren zattır» dedi. Nemrud, «Ben
de diriltir ve öldürürüm. Ben dört kişi alıyorum. Onları bir eve kapatıyorum.
Onlara hiçbir şey vermiyorum, içirmiyorum, acıktıkları zaman, onları
çıkarıyorum. İkisine yediriyorum, dinliyorlar. İkisini bırakıyorum, ölüyorlar.»
İbrahim (AS) güneş hadisesini ileri sürünce Nemrud susuverdi.
Usul alimleri, bu
âyette şunu zikrettiler: İbrahim, Rabbinin gerçek sıfatı olan diriltmek ve
öldürmek vasıflarını zikredince, bu vasıfların hem hakiki hem de mecazi manâsı
olduğundan dolayı İbrahim bu sefer hakikata gidiverdi ve Nemrud mecaza sığındı.
Böylece kavminin gözünü boyadı. İbrahim (AS) bu meselede ona teslim olmuş
göründükten sonra bu misali naklederek, içinde mecaz olmayan bir emri getirdi.
Bu sefer kâfir olan kişinin (Nemru'dun) dili kesildi. «Ben güneşi doğudan
getiririm» demeğe gücü yetmedi. Çünkü akal sahibleri onu
yalanlayacaklar-[146]
Denildi ki, Nemrud'un
milleti yıldızlara tapıyorlardı. Her yıldiz için o yıldızı simgeleyen madenden
bir put yapmışlardı. Mesela güneş için altından bir put, ay için gümüşten bir
put yapmışlardı. Gayeleri bu putlara tapmakla yıldızlara yaklaşmak idi. İbrahim
(AS) önce onların putlara tapmasını inkâr etti. Sonra bu inancın kaynağını
kurutmaya çalıştı. Yıldızlara nisbet edileni iptal etmeye çalıştı. Yıldızların
böyle bir şeye layık olmadığını ortaya koydu. Umulur ki, Nemrud'un milleti,
putların tesirinden başka yıldızların müstakil birer tesirleri olduğu
inancıydaydılar. Onun için Hz. İbrahim putlarda uluhiyetin iptaline,
yıldızlarda da rububiyetin iptaline çalıştı. Âyetteki -efele-, [gaib oldu] manasınadır.
Yani battı ve ışıkları kayboldu -bazığan- ışıkları yayıldı doğdu. «Baziğan»
esasen «Baziğ» kökünden geliyor. Yarmak manasınadır. Sanki ay nuruyla zulmeti
yarıyor.
(77) «Eğer
Rabbim beni hidayet etmezse, kuşkusuz sapık kavimden Qİurum dedi...»
Bu âyetin
tefsiri: ,
Yani Rabbim beni
hidayet üzerinde sabit bırakmazsa demektir. Çünkü İbrahim (AS) bu sözü
söylemezden önce de hidayet üzerinde idi. Zira peygamberler yaratılışın ilk
noktasından sonuna kadar hidayet üzerindedirler. Bu Âyet-i Celîlede hidayetin
Allah' tan olduğuna dair açık delil vardır. Çünkü İbrahim (AS) hidayeti
Allah'a izafe etti.
Aynı zamanda, Âyet-i
Celîlede, İbrahim (AS), kavminin dikkatini ayın da bir yıldız olduğuna ve
doğup batmasından dolayı mabud olmaya elverişli olmadığına çekti. Ta'rizen
(işaret vermekle) bunu onlara arzetti ve dolayısıyla sapık bir yolda olduklarını
ifade buyurdu. İbrahim (AS), onların sapıklığını üç kademede ortaya serdi.
Birincisinde yıldıza tapıyor ve onu Rab kabul ediyor gibi göründü. O battıktan
sonra «Batanları sevmem.» dedi. Çünkü batanlar hadistirler (sonradan
yaratılmışlardır.) Bir halden diğer bir hale geçerler. İkinci kademede, daha
parlak görünen ayı görünce, «İşte budur Rabbim» demek suretiyle onlara «Ben de
sizin gibi inanıyorum» diye bir hava verdirdi. Ayın batışından sonra «Eğer
Rabbim beni hidayet etmezse şüphesiz ki, dalâlette olan kavimden olurum» dedi.
Böylece ayın da, bâtıl bir ma'bud olduğunu ve ona tapanların sapık olduklarını
sergiledi. Üçüncü kademede, daha büyük olan güneşi görünce, «İşte budur,» dedi
ve güneş battıktan sonra, «Ey Kavim! Ben sizin Allah'a ortak koştuğunuzdan
beriyim.» deyip gerçek dinini ve Rabbinin kimliğini ortaya koydu.
Hz. İbrahim'in bu
mücadelesi Tarihçilerin, Esercilerin, ve Si-yercilerin işaret ettikleri gibi,
Babil etrafında olmuştur. Veya Haleb'e yakın mıntakada olmuştur. Hadise bir
gecede ve o gecenin sabahında cereyan etmiş değildir. Belki uzun zaman almıştır.
Ayetteki takib harfi olan «FE», takibi örfi içindir Nitekim
«te-zevvece-fevelede» [evlendi ve doğurdu] cümlesindekiffF£» takibi Örfi için
olduğu gibi. Bu hususu Ruhu'l-Meâni derin bir şekilde tahlil etmektedir
[147]
Âyet-i Celîledeki
yıldızın, ayın, güneşin batış ve doğuş tabirleri, gözün görmesine [yani
zahire] göredir. Burada bir ince nokta vardır. Ona dikkat etmek gerekir:
İbrahim (AS)in muhatabla-n, «Müneccim» yani yıldız ilmini bilen kimseler idi.
Veya bu bilgi o devirde pek yaygın ve ileriydi. Müneccimlerin görüşüne göre,
yıldız doğu tarafında bulunup göğün ortasına doğru yükselmekte olduğunda
kuvvetli olur ve tesiri çok büyüktür. Batı tarafında bulunup batışa yakın ise,
tesiri zayıf, kuvveti az olur. İbrahim (AS) bu noktaya dikkatlerini çekerek
gerçek mabudun kudreti acze düşmez, kemali, noksana doğru gitmez. Oysa siz Müneccimlere göre, yıldızın seyri batı tarafında olursa,
kuvveti zayıf, tesiri eksik, tedbirden acizdir. Bu da onun ulûhiyet ve
ma'bu-diyetine zarar getirir. Ve böylece onların dilleriyle onları mağlûb etmek
bahis konusu oldu. Onun için onların ıstılahlarından olan batış, doğuş
tabirleri kullanıldı.
Güneşin aydan ve
yıldızdan daha büyük olduğu açık bir hakikattir. Güneşin cisminin büyüklüğü
hakkındaki eserler muhteliftir. Astronomi bilginlerinin tesbitine göre;
güneşin hacmi 1.300.000 dünya hacmine denktir. Güneşin hacmi 63.700.000 ay
hacmine denktir. Dünya aydan 49 defa daha büyüktür.
Eski bilginler; «Güneş
166 küsur defa yerden daha büyüktür. Altıbinaltıyuz kırkdört küsur defa aydan
daha büyüktür. Yer aydan 39 küsur defa daha büyüktür» demişlerdir. Fakat son
tesbit daha doğrudur.
Bu konu ile ilgili
olarak bazı hadisleri nakledelim. Buhari, Peygamberlerin Hadiseleri ve Tefsir
Kitabı konusunda, Sahihinde Ebu Hüreyde'den naklediyor: İbrahim, babası Azer'e
kıyamet gününde rastlar. Azer'in yüzü üzerinde toz ve toprak vardır. İbrahim:
— Ben sana, Allah'a isyan etme demedim mi? der.
Babası:
— İşte bugün sana isyan etmeyeceğim, diyor.
İbrahim:
— Ey Rabbim! Sen bana vahyettin ki, insanları
hasrettiğin günde beni mahcub etmeyeceksin.
En uzak bulunan
babamın mahcubiyetinden daha büyük ne mahcubiyet olabilir?
Cenab-ı Hakk cevap
olarak: Kuşkusuz ki, ben Cenneti kâfirlere haram kılmısımdır,» buyurdu
Sonra Hz. İbrahim'e:
— Ey İbrahim! Apaklarının altına bak,
deniliyor. İbrahim (AS) baktığında kirlenmiş bir erkek sırtlanı görür. Sonra o
sırtlanın ayaklarından tutulur ve ateşe atılır.»
Buharinin sarihi İbni
Hacer Askalani; İbrahim bin Ta'man'ın rivayetinde o İbrahim'den alınır ve
Cenab-ı Hakk:
— Ey İbrahim! Senin baban nerededir? diye
sorar. İbrahim Sen onu benden aldın, diye cevap verir. Cenab-ı Hakk:
— Aşağıya bak, deyince İbrahim baktığında
kokusu içerisinde kıvranan bir erkek sırtlanı görür,» diyor.
Eyyub'un rivayetinde,
«Cenab-ı Hakk, Hz. İbrahim'in babası Azer'i bir sırtlan mesheder (sırtlan
şekline çevirir), İbrahim onun kötü kokusundan ötürü burnunu kapatır. Cenab-ı
Hakk sorar:
— Ey kulum! O babandır. Hz. İbrahim:
— Hayır, senin izzetine yemin ederim, o babam
değildir, diyor.
Said'in hadisinde:
«Azer çirkin bir surete sokulur. Pis kokular etrafa yayılır. Erkek bir
sırtlanın suretine sokulur,» denmektedir.
İbni Münzir bu
vecihten ekleyerek diyor ki: Hz. ibrahim onu bu şekilde görünce ondan teberri
(yüz çevirerek) ederek «Sen benim babam değilsin» der.
Hafız İbni Hacer
Askalani «Azer'in mesnedilmesindeki (çirkin şekle sokulmasındaki) hikmet,
İbrahim (AS) ondan nefsen nefret etsin diyedir. Bir de ateşte dünyadaki
suretinde kalmasın ki, İbrahim (AS) in Cennet hayatına gölge düşürmesin,»
diyor.
Bazıları; Azer'in
sırtlan şekline sokulmasının hikmeti; sırtlanın hayvanların en akılsızı
oluşundandır. Azer de, beşerin en akılsızı idi. Çünkü ona evladından görünen
apaçık mucizelere rağmen o ölünceye kadar küfründe İsrar etti» diyor.
Tabii bu yorum ve
görüşler, Azer'in İbrahim (AS)in gerçek babası olduğunu ve bir peygamberin
babası da küfür üzerinde ölebilir diye iddia edenlerin yorum ve görüşleridir.
Ancak hadiste Azer'in başından bunların geçtiği belirtilmektedir. Fakat Azer,
kesinkes Hz. İbrahim'in öz babası mıdır, amcası mıdır keyfiyeti
belirtilmemektedir.
El-Hafız İsmail'in
hadisinin metninde işkal vardır. Çünkü İbrahim, Cenab-ı Hakk'ın vaadına
muhalefet etmeyeceğini biliyor. Küfür üzerine ölen Azer'in cehennemliğinden
mahcub olacağını bu ilmine rağmen nasıl duyar?
Yine Hafız'a göre:
Başkaları da İsmail'den gelen bu hadis, şu âyetin metnine muhaliftir:
«İbrahim'in babası için bağışlanma dilemesi, ona yalnızca verdiği bir söz
dolayısıyla idi. Kendisine onun gerçekten Allah'a düşman olduğu açıklanınca
ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim oldukça duyarlı idi, yumuşak huylu idi.»
CEt-Tevbe: 114)
Ebu Naim,
«Ed-Delail»inde İbni Abbas'm hadisinden naklediyor: «Benim ebeveynim zinada
bir araya gelmediler. [Yani benim soyuma karışmadı] Cenab~ı Hakk beni güzel
bellerden tertemiz rahimlere nakletti Saf ve katışıksız iki şube açılırsa
mutlaka en hayırlısından olurdum.»
Müslim sahihinde Enes
ibni Sabit'ten rivayet ediyor:
Bir kişi Resulullah'a
gelip «Ey Allah'ın Resulü! Benim babam nerededir? diye sordu. Cenab-ı
Peygamber: Ateştedir, dedi. Kişi, Resûlüllah'ın huzurundan dönüp gidince
Cenab-ı Peygamber onu çağırdı:
«Kuşkusuz senin baban
da, benim babam da ateştedir,» buyurdu.
İmam Nevevi, Müslim'in
şerhinde şunu söylüyor:
Bu hadiste «küfür
üzerinde ölen ateştedir. Ona en yakınların yakınlığı hiçbir faide vermez»
gerçeği vardır. Bu hadiste; fetret zamanında [peygambersiz dönemde] Arapların
puta tapanlarının cehennem ehlinden olduklarının hakikati vardır. Bu,
peygamberlik tebliğ edilmezden evvel cezalandırma değildir. Çünkü Araplara, Hz.
İbrahim'in ve diğer peygamberlerin daveti tebliğ edilmişti. Cenab-ı Peygamberin
«kuşkusuz senin de benim de babam ateştedir,» sözü musibete katılmak suretiyle
teselliyi en güzel şekilde veren örneklerden birisidir.
Müslim, Mervan bin
Muaviye'den, o da Zeyd bin Kisan'dan, o da Ebi Hazım'dan, o da Ebu Hüreyre'den
rivayet ediyor. Allah' in Resulü:
«Rabbim'den anneme af
talebinde bulunmak için. izin istedim. Bana bu hususta izin vermedi. Rabbimden
onun kabrini ziyaret etmek için izin istedim. Bana izin verildi.»
Müslim, Muhammed bin
Ubeyd'in tarikiyle rivayet ediyor:
Resûl-i Ekrem
annesinin kabrini ziyaret etti. Ağladı ve etra-fındakileri de ağlattı. Ve buyurdu:
«Rabbimden annem için
af talebinde bulunmaya izin istedim. Bana izin vermedi. Onun kabrini ziyaret
etmek hususunda izin istedim. Bana izin verdi. Siz kabirleri ziyaret ediniz.
Kuşkusuz ki, kabirler size ölümü hatırlatır.»
En-Nevevi, bu rivayet
Müslim'in Batı'daki nüshalarındadır, Doğu'daki nüshalarında yoktur diyor. Fakat
bu rivayet usul kitah-larının çoğunda, cenazeler kitabının sonunda mevcuttur.[148]
Bu hadis, müşriklerin
hal-i hayatta ziyaret edilmeleri ve ölümden sonra kabirlerinin ziyaret
edilmesinin caiz olduğunun delilini getiriyor. Çünkü ölümden sonra onları
ziyaret etmek caiz olduğuna göre hayatta iken ziyaret etmenin caiz olması,
daha evlâdır. Zira Cenab-i Hakk, «Onların ikisiyle dünyada iyilikle arkadaşlık
yap» [Lukman: 31] buyurmuştur. Aynı zamanda hadiste; kâfirler için af talebinde
bulunmanın yasaklanışı da vardır.
Kadı İyâd, Eesûl-i
Ekrem'in, Amine validesinin kabrini ziyaret etmesinin sebebi mev'izedir
(öğüttür). Onun kabrini görmekle ölümü hatırlamayı kastetmek idi diyor.
Resûlüllah'ın «kabirleri ziyaret ediniz, kuşkusuz kabirler size ölümü
hatırlatır» cümlesi bunu teyid ediyor.
[149]
İbni Mesud, İbni Abbas
ve başka sahabelerden çeşitli yollardan gelen rivayetlere göre «kendilerine
onların gerçekten çılgın ateşin arkadaşları oldukları açıklandıktan sonra,
yakınları dahi olsa müşrikler için bağışlanma dilemeleri, peygambere de, iman
edenlere de yaraşmaz.» (Et-Tevbe : 113) âyeti celilesi Azer hadisesi hakkında
nazil olmuştur diyorlar. Fakat Müslim ve Buharı ve başka hadis alimleri «Bu
âyeti celile Resûl-i Ekrem'in, ölüm anında Ebu Talib'e:
— Lâilaheillallah de, onunla seni müdafaa
edeyim veya ondan ötürü sana şefaat edeyim,
dediğinde Ebu Talib'in
yanında oturan Ebu Cehil:
— Ey Ebu Talib! Sen Abdulmuttalib'in dininden
kaymak m% istiyorsun? diye telkinde bulundu. Ebu Talib, en son konuşmasında
«Abdulmuttalib'in dini üzerinde olduğunu» ikrar etti. Lâilaheillallah demeden
ağzını kapattı. Resûl-i Ekrem o anda «Allah'a yemin ederim, ben senin için af
talebinde bulunacağım. Tâ ki, bundan menedilinceye kadar» dedi. Ve Cenab-ı Hakk
bu âyeti o zaman indirdi. Yine Resûlüllah'a hitab ederek Ebu Talib hakkında:
«Gerçek şu ki sen sevdiğini hidayete eriştiremezsin. Ancak Allah dilediğini
hidayete eriştirir. O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.» (Kasas: 57)
âyetini de indirdi.
El-Hafız, Buhari'nin
Tefsir kitabını şerheder ve, Kasas suresinin tefsirini yaparken «Bu âyetin Ebu
Talib hakkında nazil olduğunda şüphe vardım diyor. «Çünkü Ebu Talib, Mekke'de
hicretten önce vefat etti. Ve sabit olmuştur ki, Resûl-i Ekrem umreye giderken
annesinin kabrine vardı. Rabbinden annesine af talebinde bulunmak için izin
istedi. Fakat bu âyet o zaman nazil oldu. Âyetin nüzulünde [inişinde] asıl
tekrar etmemektir diye ilave ediyor. Sonra Hafiz, bu hususta Hâtim'dan,
Et-Taberi'den ve Et-Ta-barani'den gelen rivayetleri zikretti ve sonra şöyle
dedi:
«Muhtemeldir ki,
sebebi daha önce geçmesine rağmen âyetin nüzulü gecikmiştir. Ve muhtemeldir ki,
âyetin nüzulünün iki sebebi vardır: Birisi daha önce geçmiş, Ebu Talib
meselesidir. İkincisi de daha sonraki Amine Hatun meselesidir.»
İmam Suyûti, «Kuşkusuz
senin baban da benim babam da ateştedir» hadisindeki, babadan maksad, amcası
Ebu Talib idi. Çünkü Resûl-i Ekrem ona baba diyordu» şeklinde tevil etmiştir.
İmam Suyûti, hadisin neshedildiğini (hükmünün kaldırıldığım) de söylüyor. Fakat
usul ilminde takarrür (yerleşmiş) eden bir kaide vardır: Haberler
neshedilmezler. Nesh ancak hükümlerde olur.» bu tevili zayıf düşürüyor.
İmam Suyûti, «Resûl-i
Ekrem'in ebeveyni, ehli fetrettendir. Eş'arilerin cumhuru 'ehli fetret
kurtulmuştur' kanaatindedir. Ancak ehli fetretten, hakkında özel nas varid
olanlar istisna edilmiştir» diyor.
Bu konuda İmam
Suyuti'nin ve ebeveyni şerifeyni «kurtulmuş» zümresinde gösteren diğer
alimlerin en kuvvetli delilleri.
«Cenab-ı Hakk, ehli
fetreti kıyamet gününde imtihan edecektir ve onların bir kısmı bu imtihandan
kurtulacak» şeklinde varid olan hadislerdir. Fakat İmam Nevevi'den daha önce
«Arap müşriklerine, İbrahim'in daveti ve başka peygamberlerin daveti tebliğ
edilmişti» diye naklettiğimiz delil sıhhatli değilse, bu böyle olabilir.
Azer'in küfrünü açıkça
söyleyen, Nuh (AS)un oğlunun küfür üzerinde ısrar etmesini ayan-toeyan
sergileyen Kur'an ve buna benzer hadiseleri getiren sıhhatli hadisler, beliğ
bir hikmete ve apaçık bir faydaya işaret ederler: O da; tevhid esasını
yerleştir- tamamen yıkıyor. ADab için olan ile peygamber için olanın arasındaki
farkı getiriyor. Peygamberler ancak müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderilmişlerdir.
Onların tek vazifeleri, Allah'ın dinini tebliğ ve tatbik etmek için çaba
sarfetmektir. Onlar kendiliklerinden hiçbir şey getiremezler. Allah'ın izni
olmadan hiçbir kimseye ne yarar, ne zarar sağlayamazlar. Hiçbir kimsenin
hidayeti ve zorla imana getirilmesi onların ödevi değildir. Onların ödevi,
ta'lil (sebep gösterme) yoluyla, hüccet (delil) ve burhan (ispat) lar getirmek
suretiyle hidayet etmektir. Dilediklerini hidayet edemezler. Diledikleri
yanlış giderse, Cenab-ı Hakk'ın hükmüne engel olamazlar. Velev ki, Allah'ın
hükmüne mahkûm edilen onların en yakım ve en sevdikleri olsa dahi.
Arapların putperestlik
kaidesi ve başka putperestlerin kaideleri birtakım iyi insanları dost edinmek
idi. İddialarına göre, o iyi insanlar, onlar ile Allah arasmda vasıta olacaktı.
Saadet ve şekavet (bedbahtlık) terinde, alış verişlerinde onlara yardımcı olacaklardı.
Sadece iyi insanların tebliğ ve irşadı kâfi gelmez. Tıpkı dünyadaki
kuvvetlilere onları kıyas ederler. Onun için Arap müş-rikleri Allahla beraber
başkalarını çağırıyorlardı. İşte âyet.,,
«Onlar Allah'ı
bırakarak kendilerine fayda da zarar da vermeyen putlara taparlar, 'bunlar
Allah katında bizim şefaatçıları-mızdır' derler.» (Yunus : 18)
«Dikkat edin! Halis
din Allah'ındır. Onu bırakıp ta putlardan dostlar edinenler, 'onlara bizi
Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler.» (Ez-Zumer: 3)
Arap müşrikleri tavaflarında
«Senin hizmetindeyim, senin hizmetindeyim, senin ortağın yok. Ancak bir ortağın
var, o da senindir. Onu da onun mülkiyetini de sen mülk edinmişsindir»
diyorlardı. Onların putlarına ibadetleri salih insanları ta'zim (büyük sayma)
etmedeki ifratlarından ileri geliyor. Nuh [Aleyhis-selam]m kavminden alınmıştı.
Onların içinde salih insanlar vardı. Helak oldular. Şeytan, onlara
meclislerinde o salih insanların putlarını dikmeyi vesvese yoluyla empoze
etti. O dikilen putlara salih insanların isimleri verildi. Onlar aynı şeyleri
yaptılar. Onların zamanında o putlara tapılmıyordu. Fakat onlar öldükten ve o
putlar hakkındaki bilgi silindikten sonra bu sefer putlara tapıldı. Bu durum,
Sahihi Buhari'nin Nuh suresinin tefsiri konusunda vardır.
Kur'an-ı Hâkim, şirkin
bütün temellerini yıktı. Gerek Arapların putlarını, gerekse dünyada tapılmakta
olan bütün putları yerle bir etti. İbadeti bırakıp Allah'ın tevhidine gölge
düşürdükleri halde «peygamberlerimiz ve azizlerimiz bize şefaat edip bizi kurtaracaktır»
diyen ehli kitabın inançlarını da yıktı. İbrahim (AS), Arapların katında
beşeriyetin en yücesi olduğu gibi, Ehli kitabın katında peygamberler arasında
en büyük makama sahip idi. Bundan dolayı Cenab-i Hakk kitabında .İbrahim'in
pederi olan Azer' in küfrünü birkaç âyette tekrar etti. İbrahim'in (AS) onu
hidayet etmek hususunda harcadığı çabayı, ve ona af. talebinde bulunmak
hususunda gösterdiği gayreti tekrar ededurdu. Bütün bunların, tevhid temeli
Azer'in kalbinde olmadığından veya yerleşmediğinden dolayı fayda vermediğini
de kaydetti Tâ ki. Halk bilmiş olsun ki,
ahirette kurtuluşun temel noktası, sıhhatli iman ve tam teslimiyettir. Tam
teslimiyet de, peygamberlerin ve Hz. Muhammed'in getirdiği ilâhi, sistemde
bulunan emirlerle amel etmektir. Peygamberlerin şahıslanyla ve şahsi tesirleriyle
değildir. Çünkü bir mücrimin (suçlunun) hakkındaki şahsi tesir, hâkimler
katında ancak mecazi bir tarzda geçerlidir. Putperestlerin şefaat anlayışları
böyle idi. Kur'an bunu sildi. Tüm şefaatin Allah'ın yed-i kudretinde olduğunu
ispat etti. «Allah'ın katında ancak bir insan Allah'ın izninden sonra şefaat
eder.» gerçeğini getirdi.
«De ki: Onun dışında
ilâh olarak öne sürdüklerinizi çağırın. Onlar sizden ne zararı
uzaklaştırabilirler ne de onu yararınıza dönüştürebilirler. Onların taptıkları
da hangisi daha yakındır diye Rablerine yaklaşmak için bir vesile arıyorlar.
Onun rahmetini umuyorlar ve azabından korkuyorlar. Şüphesiz senin rabbinin azabı
korkunçtur.» (İsra : 56 - 57)
Müslim ve Buhari'de,
Abbas bin Abdulmuttalib'in hadisinden naklediliyor. Hz. Abbas, Resûl-i Ekrem'e:
«— Sen amcanı
kurtaramadın. Allah'a yemin ederim, o seni korur, senin için öfkelenirdi,»
dedi. Resûlüllah (S.A.V.)
«— O, ateşin sığ olan
kısmındadır. Eğer ben olmasaydım ateşin en alt tabakasında olacaktı.» dedi.
Müslim ve Buhari, Ebu
Said el-Hudri'den rivayet ettiler. Re-sûlüllah'm katında amcası Ebu Talib'ten
bahsedildiğinde buyurdu:
«— Umulur ki, kıyamet
günündeki şefaatim ona fayda sağlasın. Onu ateşin bir yerine koydursun ki,
ateş onun ayak bileklerine kadar gelir ve o ateş onun beynini fıkır fıkır
kaynatır.»
Hafız îbni Hacer
el-Askalâni bu hadisin şerhinde diyor ki:
«Bu, Resûlüllah'm bir
Özelliğidir. Bu hadiste ters düştüğü iddia edilen ve şefaatin yokluğunu
belirten âyetler de, müşriklerin inandığı tipteki bir şefaati kabul
etmemektedir. Yani şefaatçılarm Ş Cenab-ı Hakk'm iradesinde tesir edeceklerini
ortadan kaldırw. Kâfirlerin ateşten kurtulma ihtimalini yok eder. Fakat azabın
ha-fiflemesindeki tesirini kaldırmaz. Resûl-i Ekrem'e çok yardımları dokunmuş,
Peygamberi büyütmüş, korumuş ve himayesine almıştı. Ebu Talib'in Peygamberin
her dediğini tasdik ettiği de rivayet edilmektedir. Fakat gururundan, babasının
ve kavminin bulunduğu inançtan ayrılmanın kendisine ağır gelmesinden dolayı
imana gelmemiştir. Ebu-Cehil son deminde onun gururunu okşadı. Abdullah bin
Ubey bin Ebi-Ümeyye de buna katıldı. Resûlüllah'in şefaatıyla Ebu Talib'in
azabının tahfif edilmesi daha evlâdır.»
Daima Resûlüllah'a
eziyet veren, güçleriyle bütün müminlere yüklenen, çeşitli azabları
müsiümanlara tattıran, müminleri memleketlerinden ve mallarından
uzaklaştırmaya sebeb olan, memleketlerini terkeden Resûlüllaha ve ashaba
hicret yerinde bile huzur vermemeye gayret sarfeden kâfirlerle Peygambere
yardım eden Ebu Talib'in durumu nasıl bir olabilir? Fakat azabın en hafifine
müstahak olan ve en hafif azabla cezalandırılan bir kimseye şefaatin nasıl
faydalı olduğu hususu müşküldür. Azaba müstahak olduktan sonra şefaat
yapılırsa «cehennem azabından onlardan hiçbir şey tahrif edilmez» [El-Bakara :
86] âyetiyle mua-reze etme ve ters düşme meselesi vardır. Binaenaleyh Ebu
Talib'e şefaat edilmesinin manâsı; bütün şefaatlar, haklarında şefaat edilenlere
surî (görünürde) bir ikramdır. Şefaatçılarm şefaatından sonra bunu Cenab-ı Hakk
icra eder. Şefaattan ötürü değil. Nitekim İmamı Eş'ari, bütün sebeblerde böyle
söylemiştir.
El-Hafız (Kitab'ul
Rikak)da, hadisi şerhederken, «Bu Resûl-i Ekrem'in özelliğidir. Genel manâ
burada tahsis edilmiştir. Bu tahrif günâhların azabında olur, küfrün
azabında olmaz.» diyor.
Bir de, «Şerh u Sahihi
Müslim» adlı kitabta, Kurtubi, «Ebu Talih,
Peygambere çok ikram ettiğinden ötürü ve onu çok koruduğundan dolayı bu tahfif
ile Cenab-ı Hak onu mükâfatlandırdı. Ve buna şefaat denildi. Çünkü bu şefaat
bundan Ötürüdür.» der.
[150]
Resûlüllah'ı veya
eshab-ı kiramı veya diğer peygamberleri küfür üzerinde ölmüş yakınlarına
hakaret etmek suretiyle üzmenin haram olduğunda şüphe yoktur. Zira Resûl-i
Ekrem'e, Hassan bin Sabit geldi. Müşriklere küfretmek hususunda izin istedi.
Cenab-ı Peygamber:
— Onların içinde benim de soyum vardır. Onu ne
yapacaksın? buyurdu. Hassan:
— Sen hamurdan nasıl kılı çekersen seni öylece
onların içinden çekip çıkaracağım. —Yani senin soyunu onların soylarından ayırd
edeceğim—.«Benim hicvimden onlara hiçbir şey dokunmayacaktır,» dedi.
Bir rivayette Hassan,
Ebu Süfyan'ı hicvetmek hususunda izin istedi. Cenab-ı Peygamber:
— Peki, ona yakınlığımı nasıl edeceksin? diye
sordu. Hassan:
— O yakınlığını senin hamurdan kıl çekmen gibi
çeker çıkarırım,» dedi. Hasan bu izni istediği zaman, Ebu Süfyan iman etmemişti
ve Peygamberin en büyük düşmanıydı. Selef alimleri, bu hususta pek dikkatli
giderlerdi. İmam Şafii:
— Resûl-i Ekrem, şerefli ve soylu bir kadının
elini, hırsızlık yaptığından dolayı kesti. Onun elinin kesilmemesi için Cenab-ı
Peygambere ricada bulunuldu. Cenab-ı Peygamber:
«— Eğer filan da
hırsızlık yapsaydı elini keserdim,» dedi. di yor. Görüldüğü gibi îmam Şafii
burada edeben Hz. Fatma'nın ismini vermekten kaçınıyor. Halbuki hadiste farazî
olarak hırsızlık
fiili Hz. Fatıma'ya
isnad edilmiştir. Ebu Davud'un süneninde de bu kabilden bir şeye rastlıyoruz:
Hz. Fatıma bir taziyeye gitmişti. Resûl-i Ekrem ona:
— Umulur ki, sen onlarla beraber kabristana
gittin, dedi. Fatıma:
— Maazallah. Senin kabristan hakkında
söylediklerini işittikten sonra ben gider miyim? Cevabını verince,
Resûl-i Ekrem, süneni
Nese-i'de olduğu gibi, Fatıma'ya:
— Eğer sen kabristana onlarla beraber gitseydin
ancak babanın dedesi cenneti gördüğünde sen cenneti görebilirdin, buyurdu.
Görüldüğü gibi, Ebu
Davud, Abdulmuttalibin ismini edeben vermemektedir. «Babanın dedesi» şeklinde
rivayet ediyor. Resûl-i Ekrem bunu teşdid için söylemiştir. Yani kadının
kabristana gitmesinin pek şiddetli bir yasak olduğunu ifade ediyor.
Hadis rivayet edenler,
edebe bürünerek hadisin birtakım metinlerini bu tarzda rivayet etmeleri mi
iyidir, yoksa açıkça rivayet etmeleri mi? En kuvvetlisi, hadisi açıkça,
Resûlüllah'tan geldiği şekilde rivayet etmek daha uygundur. Çünkü onlar, yani
hadis alimleri sünnetin taşıyıcıları ve
tebliğ edicileridir. Nassı lafzıyla hıfzettikleri gibi veya manâsıyla onu edâ
etmek için bütün kuvvetini sarfederek nakletmesi lâzımdır. Allah bu şekilde
zahmete katlanıp Resûl-i Ekrem'den bize sünneti tebliğ edenlerden razı olsun.
Onların bizim beynimizde pek büyük emekleri vardır. Zira onlar hadisleri
rivayet ettiler, metinlerini zaptedip senetlerini tarttılar. Cerh ve tadilin
terazisinde her şeyi kılı kırk yararcasına tetkik ettiler. Allah onların
ruhlarını şad eylesin.
[151]
Bütün bu nakillerden
sonra deriz ki, gönül istiyor ki, peygamberlerin aba ve ecdadı, Abdullahfcan
Adem (Aleyhisselama) kadar ehl-i necattan olsunlar. Kurtuluşlarını müdafaa
edenler herneka-dar delil bakımından zayıf düşüyorlarsa da, gönül ve vicdanın
sesini duymak bakımından daha yararlı veya daha merhametli davranmaktadırlar.
Meselenin hakikatini Allah (CC) bilir. Mesele hakkında Alûsi'den, El
Menar'dan, Beyzavi'nin haşiyelerinden iktibaslar yaptık. Kanaatimiz;
peygamberlerin atalarının tahir ve temiz olması yönündedir. Allah bizi, başta
Resûl-i Ekrem olmak üzere bütün peygamberani î'zamın feyzinden faydalandırsın.
Amin.
(79)
«Kuşkusuz hakka yöneterek yer ve gökleri yaratan zata yüzümü çevirdim. Ben
ortak koşanlardan değilim,» dedi
Bu âyetin tefsiri:
Hazret-i İbrahim,
kavminin putlarından ve tapmakta olduklarından teberri ettikten sonra bu
mesnûa'tı meydana getiren yaratıcıya yönelerek" bu sözlerini söyledi. Âyet-i
Celîlede -YÜZ- diye geçen, mümkün ki gerçek yüz olsun. Mümkün ki «ibadet ve
taat» manâsında olsun. «Ben ibadet ve taatımı gökler ve yerleri yaratana
yönelttim, onun için yapıyorum» demek oluyor.
(80)
«İbrahim'in kavmi onunla cedelleşti...»
Yani İbrahim'e
düşmanlık ettiler. İbrahim (AS), onların batıl mabudlarınm ayıplarını ortaya
koyduğunda ve Allah'ın tevhidini belirttiğinde onunla mücadeleye tutuştular.
İbrahim, onlardan sordu:
(80)
«Allah'ın hakkında mı benimle çekişiyorsunuz? Oysa Allah beni hidayet etti.
Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden asla korkmam. Ancak Rabbim bir şeyi dilerse
olur...»
Bu ayetin izahı:
Yani benim Allah'ı
birlemem hususunda mı benimle mücadele ediyorsunuz? Allah beni hidayet etmiş,
hidayetin yolu bana apaçık görünmüştür.
El Beğavi, «İbrahim
babasına döndüğünde delikanlılık çağma gelmişti. Artık onu kesemeyecek ümidi
vardı. Azer (AS), İbrahim'i yanına aldı. Azer putları yapar, İbrahim'e satmak
için verirdi. İbrahim çarşıya çıkar:
— Kim kendisine zarar
veren, fayda getirmeyeni satın alır?» diye çağırırdı. Bunun için putları kimse
almazdı. Bir zaman sonra onları nehire getiriyor, başlarını suya daldırıyor,
onlara tapanlara ve onlarla istihza ederek «iç» diye söylüyordu. İbrahim'in bu
istihzaları, hareketleri kavminin arasında yayıldı. Köylüsü, onunla
mücadeleye tutuştu. İşte o «sis Allah'ın tevhidi hakkında mı benimle cidal
ediyorsunuz? Oysa Allah beni tevhide ve marifetine hidayet etmiştir. Sizin
Allah'a şirk koştuklarınızdan korkmuyorum,» diyordu. Çünkü onlar İbrahim'e
«Putlardan sakın. Onla-rın aleyhinde konuşuyor, onlarla istihza ediyorsun.
Korkarız ki, sana bir zarar dokundururlar veya sen cinlere çarpılmış olursun.»
«Ben sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan korkmuyorum,» dedi. Hz. İbrahim.
«Ancak Rabbim bir şeyi dilerse o olur. Çünkü Allah zarar vermeye de yarar
vermeğe de kadirdir.»
İbrahim (AS) bu
sözünü, insanoğlunun başına gelmesi muhtemel olan hadiseleri düşünerek
söyledi. Eğer bana hoşa gitmeyen bir şey isabet ederse, putlarınıza nisbet
etmeyiniz, bu, Allah'tan gelmiştir. Rabbim ilim yönünden her şeyi
kapsamaktadır. Onun ilminin dışında hiçbir şey yoktur. Acaba hâlâ ibret almayacak
mısınız? Acaba bu putların camid (cansız) olduklarını, zarar ve yarar
sağlamadıklarını, yarar verenin de zarar verenin de gökler ve yerleri ve gök
ile yerlerde olanları yaratan Allah olduğunu hâlâ da görmeyecek misiniz?
(81) «Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak
koşmaktan siz korkmaz iken ben sizin Allah'a of tak ettiklerinizden nasıl
korkarım...»
Bu âyetin izahı:
Ben hiçbir zaman
korkulması gerekmeyen bir şeyden nasıl korkarım ki, sizler korkutanların en
büyüğünün gaile ve dehşetinden korkmuyorsunuz. O da sizin mahlûkatm
cümlesinden olan şeyleri getirip yerleri ve gökleri yaratan Allah'a ortak
koşma-nızdır. Oysa bunların ortak olduklarına dair sizin elinizde hiçbir delil
de yoktur.
Âyet-i Celilede
«sultan» olarak geçen kelime hüccet, burhan ve delil demektir.
(81) «Öyle
ise eğer biliyorsanız söyleyiniz: Korkudan emin olmaya iki guruptan hangisi
daha müstahaktır.., »
Bu ayetteki; iki
guruptan maksat, emniyet yerinde emin olan gurup ile korku yerinde emin olan
guruptur. Yani Hz. İbrahim'in nefsi birinci gurubu, kavmi ise, ikinci gurubu
teşkil eder. Yani ben mi, siz mi hanginiz emniyete sarılmak bakımından daha müstahaktır?
Hz. İbrahim, burada
insaf kaideleri üzerinde konuşmasını sürdürdü. Direkt «siz korkmaya daha
müstahaksımz, ben de emniyete daha müstahakım,» demiyor. Meseleyi onlara cevap
vermek tarzında yürüttü. Ve böylece hükmün illetine, (nedenine) dikkati
çekmiş oluyor.
Bu nazmı celilde
işaret vardır ki, emniyete müstahak olan sadece Hz. İbrahim değil,, belki her.
ehli tevhid emin olmaya müstahaktır. Bu da, ehli tevhidi teşvik ve tergib
etmek içindir.
[152]
(82)
«İşte o kimseler ki, iman edip imanlarına zulüm giydirmemişler,
onlar için emniyet vardır. Onlar doğru yol dada rlar.»
(83)
«Bu,
İbrahim'e milletine karşı verdiğimiz hüccetimiz-dir.Dilediğimizi derecelerle
yükseltiriz. Kuşkusuz Rabbin
hakimdir, alimdir.»
(84)
«Ona
İshak'ı ve Yakub'u bağışladık. Bu ikisinin her-birisini de hidayet ettik. Daha
önce Nuh'u ve Nuh'un soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve
Harun'u da hidayet ettik. İşte iyilik yapanlara böylece karşılık veririz.»
(85)
«Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı hidayet ettik. Onların herbirisi
salihlerdendir.»
(86)
«İsmail'i, Elyesa'i, Yunus'u,
Lut'u da hidayet
ettik. Her birini alemlerden üstün kıldık.»
(87)
«Babalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bir kısmını da hidayet ettik.
Onları da seçtik ve doğru yola hidayet ettik.»
(88) «İşte
bu, Allah'ın hidayetidir.
Kullarından dilediğini hidayet
eder. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsaydılar elbette onların işledikleri boşa
çıkmış olurdu.»
(89 «İşte
bunlar kendilerine kitab, hikmet, hüküm ve peygamberlik verdiklerimizdir. Eğer onlar,
bunları inkâr ederlerse, yemin
olsun ki, biz buna karşı küfre sapmayan bir kavmi vekil kılmışızdır.»
(90) «İşte
bunlar Allah'ça hidayet edilenlerdir. Binaenaleyh sen de onların bu
hidayetlerine uy. De ki: Ben onun karşılığında sizden herhangi bir ücret
istemiyorum. O, ancak Alemlere bir Öğüt, bir hatırlatmadır.»
[153]
(82) «O
kimseler ki iman etmiş, imanlarına zulüm giydirme-mislerdir. İşte onlar var ya,
onlara emniyet vardır. Onlar hidayet olunmuşlardır...»
Bu âyetin bu cümlesi
mustenife (yeni baştan başlamış bir) cümledir. Muhtemel ki, Allah tarafından
kaçınılmaz hakikata bir cevap olarak ileri sürülmüştür. Bu durum, Muhammed bin
İshak, İbnu Zeyd ve Cübbai'den rivayet edilmiştir. Muhtemeldir ki, bu cevab
İbrahim (AS) tarafından verilmiş olsun. Bu da, Hz. Ali'den rivayet edilmiştir.
Yani iman edilmesi farz olan şeylere iman eden, imanlarına zulüm (şirk)
karıştırmayan ve müşrik gurubun yaptığı gibi yapmayan gurup, emniyete daha
müstahaktır. Müşrikler de, Allah'a iman ederler, ve bununla beraber imanlarını
şirkle karıştırırlar. Derler ki, Allah'ın gayrisine ibadet etmemiz, imanın
ta-mamlayıcılarındandır. İmanın ahkâmındandır. Çünkü bu, bizi Allah'a
yaklaştırır ve bu heykellerin sahihleri bize şefaat ederler. Nitekim Cenab-ı
Hakk başka bir âyette «Biz bu ortaklara ancak bizi yakınlık bakımından Allah'a
yaklaştırsınlar diye ibadet ederiz.» [Zumer: 3] buyuruyor.
[154]
Zulmün «şirk»
manâsında olduğunu İbni Abbas, İbni Müsey-yib, Kattade Mücahid ve tefsir
alimlerinin çoğu söylüyorlar. Âyetin iki gurubun haline cevap vermek sadedinde
olduğundan da anlaşılıyor ki zulm burada şirk manasınadır.
Müslim ve Buhari'nin
rivayet ettikleri, İmam Muhammed ve Tirmizi'nin îbni Mesud'dan rivayet
ettikleri de, zulmün şirk manâsına olduğuna işaret eder.
Bu âyet indiği zaman,
eshab-ı kiram'a gayet ağır geldi ve: Hangimiz vardır ki nefsine
zulmetmemiştir? dediler. Allah'ın Resulü:
— Bu zulüm sizin
sandığınız zulüm değildir. Bu zulüm Lok-man'ın oğluna söylediği zulümdür:
«— Ey oğul! Sakın
Allah'a şirk koşma. Kuşkusuz şirk büyük bir zulümdür.» [Lokman : 13]
İtiraz edilip;
«Kuşkusuz şirk büyük bir zulümdür» âyetinden anlaşılıyor ki, şirkin gayrisi
zulüm olmaz denilmemelidir. Çünkü alimler, «Zulüm» kelimesindeki tenvin tazim
içindir. Sanki Ce-nab-ı Hakk, onlar, imanlarına büyük bir zulüm karıştırmazlar
demiştir. Şirkin büyük zulüm olduğu açığa çıktıktan sonra bilindi ki, âyetten
maksat, «Onlar imanlarına şirki karıştırmamişlardir,» demektir. Veya zulüm
mutlak yani kayıtsız olarak zikredilmiştir. Kayıtsız olarak zikredilen bir
şeyden en kâmil (gelişmiş) ferdi ne ise, o, kastedilir. «Zulmün en gelişmiş
çeşidi de şirk'tir,» dediler.
Bazı alimler «Zulümden
maksat masiyet ve günâhtır.» Bu tefsir, Cübbai ve El Bilhiden rivayet
edilmiştir. Zemahşeri de, diğer mutezililere uyarak bu tefsiri seçmiştir.
Mutezililer bu âyetten
«Büyük günâh işleyen bir insanın emniyet içerisinde olmadığım ve azabtan
kurtulmasının bahis konu-su bulunmadığını» hükmünü çıkarmışlardır. Çünkü
Cenab-i Hakk «Ancak onlar içindir emniyet» demek suretiyle onlara raci olan
zamiri takdim etmiştir. Bu da, emniyetin sadece onların özelliği olduğuna
delalet eder. Yani imanına zulüm karıştırmayanın özelliği olduğuna dalâlet
eder. Mutezililer, zulmü şirk ile tevil etmek, karıştırmak manâsına gelen
-lebs- tabiri de, manidir demişler. Zira -LEBS- iman ile bir arada olmaz. Ancak
masiyetlerle bir arada olur. «Hadise gelince, o haberi vahiddir kesin delil
karşılığında onunla âmel edilmez» demişlerdir.
Mutezilelere cevab olarak denilmiştir ki; imandan
maksat, kalbin tasdikidir. Kalbin
tasdiki, bazan şirk ile bir arada olur. Müşrik, Cenab-ı Hakk'ın varlığını
tasdik eder, ama vahdaniyetini tasdik etmez. Nitekim daha önce buna işaret
edilmiştir. Ve nitekim şu âyet te buna işarettir: «Onların çoğu Allah'a iman
etmez, ancak müşrik oldukları halde...»
[Yusuf: 106]
Söylenenlerin hepsini
teslim ettikten sonra deriz ki, «İşte onlar var ya, onlar içindir emniyet»
cümlesi, ancak emniyetin âsi olmayanlara mahsus olduğuna işaret eder. Bu da,
âsi olanların ebe-diyyen azab çekecekleri manasına gelmez. Belki onlar bundan
korkarlar ve bu azaba düşebilirler.
Bazı alimler,
«emniyetten maksat, ebediyen azabta kalmak emniyetidir, mutlak manâda azabtan
emin olmak demek değildir» dediler.
(83) «İşte
bu, İbrahim'e Milletine karşı verdiğimiz hücceti-mizdir...»
Bu âyetteki -tilke-
işareti, İbrahim (AS)in gece karanlığında yıldızı görüp «Bu, benim
Rabbim'dir,» yıldız battıktan sonra «Bu, benim Rabbim değildir. Batanları ben
sevmiyorum,» dediklerine işarettir. Cenab-ı Hakk «Biz, İbrahim'i bu hücceti
getirmeye irşad ettik» veya «Bu hücceti ona biz öğrettik» diyor.
(83) «Biz
dilediğimizi dereceler yönünden yükseltiriz. Kuşkusuz senin Rabbin, her
yaptığında,» yükseltmesinde, akçaltma-sında, vermesinde, almasında «hikmet
sahibidir.» Kimi yükseltirse, kimi alçaltırsa, kimi vareder, kimi yokederse,
onların halini «bilendir.»
İmam Fahreddin Razi,
«Bu İbrahim'i [Hz İbrahim'den bahseden] âyetlerde, birçok ahkâmı zikretmiştir:
1)
«Ben
düşenleri, batanları sevmem,» âyeti delâlet eder ki
Allah cisim değildir.
Zira eğer Allah cisim olsaydı, o da gaib olacaktı. O da batanlardan olurdu.
Oysa batmak, ilahlığa tersdir.
«İsra hadisinde
Cenab-ı Hakk'm perdeli oluşu zikredilmiştir. Perdelenmek, (gaib olmak)
Rububiyete zıttır nasıl böyle denilir?» diye itiraz edilmez. Çünkü cevab olarak
deriz ki; Kadı İyad'ın dediği gibi, İsra hadisindeki PERDE kul hakkındadır, Cenab-ı
Hakk'm hakkında değildir. Yani kullar perdelidirler. Allah'ın cemalini görmezler.
Cenab-ı Hakk ise, perdeli olmaktan münezzehtir. Çünkü perde ancak hududlu ve
duyular kapsamına giren şeyler üzerine gerilir. Birçok alim, kesin bir şekilde
Allah için perdenin zikredilmesi halkı rüyetinden menetmesine bir temsildir
demişlerdir.
Esseyyid ün Nakib,
«Ed-Durer veL-Gurer» adlı kitabında «Araplar perdeyi gizleme ve açığa çıkmama
manâsında kullanıyorlar diyor. Birisi anlayışta uzak saydığı başkasına «Benimle
senin aranda perdeler vardır,» diyor. Yolu zor olan bir şey «Benimle onun
arasında şu şu perdeler vardır,» derler.
2) Bu Âyet-i
Celîle, dalâlet eder ki, Cenab-ı Hakk'ın Arştan semaya inmesi, tekraren semadan
Arşa yükselmesi memnudur. Ak-si takdirde gaib olmak, batmak ve düşüş manâsı
oluşur. Senin malûmundur ki, Cenab-ı Hakk'ı iniş sıfatıyla sıfatlandıranlar, bu
husustaki hadisi-sahihi, Resûlüllah'tan işittiklerinden dolayı bu sıfatı
Allah'a verirler. Fakat, bu inmenin hareket ve intikal olduğunu söylemiyorlar.
Nitekim nüzul, iniş halindeki cisimlerde hareket ve intikalden ibaret olduğu
gibi... Onlar, nüzulden maksat, nedir?
Bunu Allah'a havale ederler. Cenab-ı Hakkı mahlûkatm benzerliğinden uzak
tutarlar. İşte bu
takdirde: Nüzul burada
uful (batma) manasınadır. Uful da, Allah hakkında mümtenidir» diye
itiraz edilmez.
3) Bu âyetler, işaret ederler ki «Kerrami»lerin
dediği gibi Cenab-ı Hakk hadis [sonradan peyda olmuş], sıfatların yeri değildir.
Eğer Allah hadis sıfatların yeri olsaydı, bozulacaktı. O vakit
Allah ta gaib olmak ve
düşüş manâsı meydana gelirdi. [Haşa ve Kella]
4) Bu
âyetlerde zikredilen, işaret eder ki din, [inanç] taklid üzerine değil, delil
üzerine bina edilmelidir. Aksi takdirde burada İbrahim (AS)in delil
araştırmasının hiçbir faydası olmaz.
5) Bu durum
delâlet eder ki, peygamberlerin Nablerini tanımaları zarurî değildir,
istidlalidir. Aksi takdirde İbrahim (AS) istidlal [yani delil getirmeğ]e muhtaç
olmazdı.
6) Bu
âyetler, işaret ederler ki, Allah'ın marifeti ancak düşünce, mahlûkatın
ahvalini tefekkür etme, ve onlarla delil getirmek yoluyla mümkün olur, Başka
bir yolla mümkün olsaydı İbrahim (AS) bu yola baş vurmazdı.
7) Cenab-ı
Hakk'ın «İşte bu bizim delilimizdir» âyeti, işaret eder ki, bu hüccet,
Allah'ın vergisiyle —belirtmesiyle İbrahim'in aklında oluşmuştur. Ve bu da,
işaret eder ki, iman ile küfür ancak Allah'ın yaratmasiyla oluşurlar. Bu
durum, şu âyetle takviye edilmektedir: «Biz, dilediğimizi dereceler yönünden
yükseltiyoruz.»
8)
«Yükseltiyoruz» tabiri, «El-Haşeviyye» gurubunun düşünceye ve delil takririne
hücum ettiklerinin, yanlış bir hücum olduğuna işaret eder. Onlar «Düşünce,
Hücceti takrir etme ve delil zikretme yoktur» diyorlar. Bu âyet onları tekzib
ediyor. «Bu, İbrahim'i âyetlerde, düşünen
insanlar için gizli olmayan daha nice hikmetler vardır diyor,» Fahreddin
Razi'nin sözü bitti. Yalnız Alû-si, Ruhul Meani'de, beşinci ve altıncı deliller
hakkında «Bu iki delilin içindeki sana gizli değildir» demek suretiyle insanı
düşünceye davet ediyor.
(84) «Ona İshak'ı, Yakub'u bağışladık...»
Bu âyetin yorumu :
İbrahim'e Sare'den
İshak'ı verdik. İshak (180) yüz seksen sene yaşadı. «Medin ul Ferid»de
«İshak'ın manâsı, dehhak [çok gülen] dir» demektedir. Yakub'u da İshak'a
verdik. O da (147) yüz kırk yedi sene yaşadı.
«Hem İshak'ı, hem
Yakub'u hidayet ettik.» [Veya hem İbrahim'i, Hem İshak'ı, hem Yakub'u hidayet
ettik.] «Daha önce de Nuh'u da hidayet ettik.»
Âyetin bu cümlelerinin
izahı:
El Cevaliki'nin
dediğine göre Nuh, Acemce bir kelimedir, ta1 rib edilmiştir [yani
arapçalaştırılmıştir.]
Termani, «Nuh'un
Süryanice manâsı sakin demektir» diyor.
El Hâkim [El
Mustedrek'in] de «Nuh (AS)a «Nuh» denilmiş. Çünkü kendi nefsi için çok
ağlıyordu. Esas ismi Abdulgaffardır» diyor.
Alûsi, «Birinci manâ
benim katımda daha sabittir,» diyor. El Hâkim «Eshabın çoğu diyorlar ki, Nuh
(AS), İdris (AS) ten önceydi.» diye rivayet etti.
Neseb alimleri; Nuh,
Lemkin, o da Metto Şelah'in, o da Ah-nuh'un oğludur demişler. Ahnuh, İdris (AS)
dir.
Tabarani Ebu Zer'den
rivayet etti: Ben sordum:
— Ey Allah'ın Resulü! Enbiyanın ilki kimdir?
Cevab:
— Âdem (AS) dir.
— Sonra kimdir? Cevab:
— Nuh (AS) dur. Adem ile Nuh arasında on kuşak
vardır.»
İşte bu hadisi şerif
açıkça belirtiyor ki, «İdris» (AS), Nuhtan Önce değildir.
îbni Cerir, «Nuh'un
doğumu Adem'in vefatından sonra olmuş, aralarından (126) yüz yirmi altı sene
geçmiştir» dedi.
Cenab-ı Hak, burada
Nuh'u zikretti. Çünkü evvelâ «Halil»ine nimetlerini zikretti. İkinci kez
«Halil»in esası ve kökü olduğundan dolayı Nuh'a verdiği nimetlerin zikrine
geçti. Çünkü babanın şerefi evlada da sirayet eder.
Bazı tefsirciler; Nuh
kavmi de, İbrahim'in kavmi gibi putlara taptıklarından dolayı Cenab-ı Hakk,
onun bahsini getirdi ki, İbrahim'e bir teselli ve bir üsve [uyulacak nokta]
olsun. İbrahim' in zürriyetinden Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa ve Haru-nu
da hidayet ettik.
Zürriyet kelimesindeki
zamir, İbrahim'e racidir. Çünkü bahis, İbrahim'in bahsidir.
Bazıları; zürriyet
kelimesindeki zamir Nuh (AS)a racidir diyorlar. Çünkü o, zamire daha yakındır
ve kaide vardır: «Bir zamir uzak ile yakın arasında olursa, yakma döndürülmesi
daha geçerli dir.» «Bir de, zürriyetin cümlesinde Lut (AS) zikredilmektedir. Oysa
Lut, İbrahim'in zürriyetinden değil, İbrahim'in yeğeni, [kardeşinin oğlu] idi.
İbrahim'e iman etti. İbrahim'le beraber Şam'a hicret etti. Cenab-ı Hakk onu
«Sedûm» ahalisine peygamber olarak gönderdi.
Yunus (AS) de,
İbrahim'in zürriyetinden değildi. Eğer zamir İbrahim'e raci olursa, âyette
sayılanların hepsi ve ondan sonra gelenlerin onun zürriyetinden olmaları lâzım
gelirdi.
Üçüncü âyette bahsi
geçenler ise, Nuh (AS)un üzerine atfolu-nurlar. İsmail'in üçüncü âyette
zikredilmesi zarar vermez. Her-nekadar o; İbrahim'in oğlu ise de... Çünkü onu
İbrahim'in zürriyetine dercetmekten sükût etmek, onlardan değildir, hükmünü
gerektirmez. İshak, İbrahim'e hibe edilmekte sayıldığı gibi İsmail sayılmadı.
Çünkü Cenab-ı Hak İsîıak'i, İbrahim'in de hanımının da yaşlılık devresinde
vermiştir. Bu da gayet garib bir olaydı. Bir de, Yakub zikredildi. Çünkü
peygamberliğin Onun soyundan soy be soy kalması büyük bir nimettir. Bazıları;
Yunus (AS) da, İbrahim (AS)in zürriyetindendir diye iddia etmiştir.
Gamii'1-Usul1 de «açıkça müellif, o şayia zamanında Esbabtan [Hz. Yakub'un
çocuklar ve torunlarından] idi» denmektedir. O zaman Lut (AS) sadece
zürriyetten hariç kalıyordur. Lut (vardır, diye zamirin İbrahim'e raci olması
terkedilmez. Çünkü Lut, İbrahim'in kardeşinin oğlu olduğundan, ona iman
ettiğinden ve onunla beraber hicret ettiğinden Tağlib yoluyla onun
zürriyetinden sayılması mümkün oldu.
İbni Abbas «Bu
peygamberler (Allah'ın selamı hepsinin üzerinde olsun), İbrahim'in zürriyetine
izafe olundular. Halbuki ana-baba yönünden bazıları ondan doğmuş değildiler.
Çünkü Lut, İbrahim'in kardeşinin oğluydu. Ama, Araplar amcayı baba yerinde
kullanır ve kılarlar. Nitekim Cenab-ı Hak, Yakub'un çocuklarından haber
vererek «Onlar senin ilahının, abaların, ataların İbra-him'in, ismail'in ve
İshak'ın ilahına kulluk edeceğiz dediler.» [El-Bakara : 133] Halbuki İsmail, Yakub'un
amcasıydı, atası değildi.
Celâleddini Suyuti'nin
dediği gibi, Hz. Davud İsa'nın, Avber' in, Habir'in, Sennur'un, Yerisun'un,
Ammi'nin Yervi'nin, Ra'nm, Hadrâmut'un, Faris'in, Nuhmelet'in, Yahuza'nın ve
Yakub'un oğludur.
[155]
Kâab, «Davud'un
mübarek yüzü kırmızı ve başı kıvırcık saçlıydı. Cismi beyazdı. Sakalı uzun ve
kıvrımlı idi. Güzel sesli ve giizel huyluydu. Peygamberlik ve krallık
sıfatlarını bir arada taşıyordu.» dedi.
Nevavi tarihçilerden
naklediyor: «Hz. Davud (AS), yüz sene yaşadı. Kırk sene krallık yaptı; On iki
oğlu vardı. Süleyman da oğlu idi.»
Süleyman için Kaab,
«Cismi bembeyaz idi. Pırıl pırıl parlıyordu. Nurluydu. Güzeldi. Allahtan
korkardı ve mutevazi idi. İlminin ve aklının çokluğundan ötürü ta küçüklüğünden
beri babası birçok emrinde onunla istişare ederdi,» diyor.
îbni Abbas'tan gelen
bir rivayet: «Yeryüzünü Süleyman (AS) mülk edindi. Yani bütün dünyanın kralı
oldu.»
Tarihçilerden gelen
bir rivayete göre, bütün dünyaya hâkim olduğu zaman (13) on üç yaşındaydı.
Beytulmakdis'in binasma kral olduktan dört sene sonra başladı. (53) elli üç
yaşında vefat etti.
[156]
îbni Cerir, «Eyyub
Muş'un, o Runun, o İsin, o İshak'ın oğludur» dedi. Bazıları; nesebini başka
şekilde saymışlardır.
İbni-Âsakir «Eyyub'un
annesi Lut (AS)un kızıydı. Babası da İbrahim'e iman edenlerden bir zat idi.
Eyyub, Musa (AS)dan Öncedir.» diyor.
İbni Cerir, «Eyyub,
Şuayb (AS)dan sonradır» der. îbni Ebi Heyseme, «Eyyub, Süleyman (AS)dan
sonradır» diyor.
Tabarani, «Eyyub'un
ömrü (93) doksan üç sene idi.
Yusuf (AS).
Sahih ve meşhura göre,
Yakub'un, îshak'm, İbrahim'in oğluydu. îbni Hibban'm sahihinde Ebu Hüreyre'nin
hadisinden merfu olarak rivayet ettiği de buna delil olur, «Kuşkusuz Kerim
oğlu, Kerim oğlu, Kerim oğlu, Yusuf, Yakub'un oğlu, İshak'ın oğlu, İbrahim'in
oğlu» diye varid olmuştur. Hz. Yusuf (120) yüz yirmi sene yaşadı.
Musa (AS).
İmran'm, Yesher'in,
Mahis'in, Lavi'nin, Yakub'un oğludur. Onun nesebinde hilaf yoktur. «Musa»
süryanice bir kelimedir.
Ebu Şeyh, İkrime'den,
o da İbni Abbas'tan rivayet ediyor:
— Musa'ya «Musa»
denilmesinin sebebi, ağaç ile su arasına atilmasmdandır. Su, kıptice «Mw»dur.
Ağaç ise «Şa»dır.
Es Sahih'de, «Musa
(AS)nm rengi esmer, uzun boylu, kıvırcık saçlı, sanki «ŞENVE» erkeklerinden
idi» şeklinde vasıflandırılıyor. Es Salebinin dediğine göre (120) yüz yirmi
sene yaşamıştır.
Harun (AS)
Musa'nın ağabeyidir.
Bazıları «Anneleri birdir.» Bazıları «Babalan birdiny demiştir. El Kirmanı; bu
iki rivayeti de «Acaib»in~ de zikretmiştir. Hz. Musa'dan önce Hz. Harun vefat
etti. Musa' dan bir sene önce de doğmuştu. İsra hadislerinin bazılarında «Ben
beşinci semaya yükseldim. Orada Harun'u gördüm. Sakalının yarısı beyaz, yarısı
siyah idi. Sakalı tam göbeğine değecek kadar uzundu. Cebraile «Bu kimdir?» diye
sordum. «Kavmi içinde sevilen, İmran'ın oğlu Harun'dur,» dedi.
Bazıları, «Harun'un
manâsı, İbranice 'sevilen insan' demektir» dediler.
(84) «işte
böylece ihsan edenleri mükâ]atlandırırız...» Bu âyetin izahı:
Yani İbrahim'i,
derecelerini yükseltmek çocuklarını çoğaltmak ve onlara peygamberlik vermek
suretiyle mükâfatlandırdığımız gibi, ihsan edenlerin hepsini mükâfatlandırırız
demektir. -ihsan- demek, âmelleri en uygun şekilde onların vasfı ve zatî
güzellikleriyle beraber yapmak suretiyle yerine getirmekten ibarettir. Resûl-i
Ekrem, «İhsan, Allah'ı görür gibi Allah'a tapmandır. Eğer sen onu görmezsen o
seni görür» şeklinde «İhsanm tefsir etmiştir.
Zekeriya (AS)
Ezen'in, Berkiya'nm
oğludur. Süleyman'ın soyundandır. Önce oğlu Yahya (AS), sonra kendisi
öldürüldü. Kendisine Yahya'nın müjdesi verildiği gün Zekeriya (AS) (92) doksan
iki yaşındaydı. Bazıları (99) doksan dokuz yaşında, bazıları da (120) yüz yirmi
yaşında idi diyorlar.
«Zekeriya» Arapça
olmayan bir isimdir. Yahya, Zekeriya'nın oğludur. O da Acemce bir isimdir,
Arapça değildir. Bazıları Arapça olduğunu söylemiştir. Eğer Arapça ise, ona
yaşar manâsına olan Yahya ismi verilmiştir. Çünkü ihtiyar annesinin rahmi
onunla dirilmiştir.
İsa, (AS)« Meryem'in
oğludur. İbranice veya Süryanice bir isimdir.
Sahih bir hadiste, Hz.
İsa orta boylu, dolgun, kırmızı renkli, sanki hamamdan yeni çıkmış gibi bir
tavırda idi. Hz. İsa'nın zür-riyet arasında zikredilmesi, işaret eder ki,
-zürriyet kelimesi kız çocuklarının evlatlarını da kapsamaktadır. Çünkü İsa'nın
İbrahim'in zürriyetinden olması ancak annesi tarafındandır.
Bazıları «Bu, İsa
(AS)nm özelliğindendir. Çünkü onun babası yoktur ki, ona izafe edilsin. Onun
üzerine kıyas yapılamaz. Mesele ihtilaflıdır. «Kızın oğlu zürriyete
dahildir,}-diyenler bu âyetle istidlal
ediyorlar. Nitekim Musa el-Kâzim, Harun'u Reşid'in huzurunda bu âyetle delil
getirmiştir.
Tefsir-i Kebir'de «Ebu
Cafer, Haccac bin Yusuf'un yanında bu âyetle istidlal etmiştir» deniyor. Bir de
«Gelin, oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi
ve kendinizi çağıralım.» (Al-i îmran: 61) «Mübahele» âyetiyle istidlal etti.
Zira mubahele ayeti, nazil olduğu zaman Cenab-ı Peygamber Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin'i çağırdı.
Bu hususta değişik
fetvalar vardır. Fıkıh kitablarma müracaat edilsin.
îlyas (AS) İbni İshak «El Müpteda» adlı eserinde, Yasin'in,
Fenhas, İzar Harun'un oğludur dedi.
El Kutbi, «Yuşam
torunlarındandır» dedi. Bazıları «İsmail (AS)in yavrularındandır» dedi.
İbni Mesud, «İlyas,
İdristir. Yerd'in, Mahlayil'in, Enuş'un, Kayna'mn, Şifin, Adem'in oğlu ve Nuh
(AS)un dedesidir. Bu durum Vehb bin Münebbih'ten de rivayet edilmiştir.
El-Müstedrek te, İbni
Abbas'tan rivayet edildi:
«Nuh ile İdris
arasında bin senelik bir zaman vardır.» îlyas Nuh'tan öncedir dersek o vakit bu
beyan birinci âyettekilere tahsis edilir.
Eş Şehab, «Zekeriya ve
ondan sonra gelen geçmiş kelamın ta marnının üzerine atıf olunur» dedi.
(85) «Bütün
bunların her birisi salihlerdendir.»
Bu âyet'in izahı:
Salah sıfatında kâmil
olanlardandır. «salah», uygun olanı yapmak, uygun olmayandan sakınmak demektir.
(86)
«îsmail, El-Yesa' Yunus.ve Luta da [yol gösterdik] onları bütün âlemlere üstün
kıldık...»
Bu âyetin izahı:
«îsmail» (AS),
en-Nevavi'nin dediği gibi, ibrahim'in en büyük oğludur.
El Cevalıkı'den
nakledildiğine göre, onun manâsı «Allah'a itaat ede?z»dir.
İbni Cerir,
«El-Yesa'ın, Ahtu'dun, Acuz'un oğludur» diyor Hamza ve Kisai 'elleysa'
okumuşlar. Bir kıraata göre Arapça olmayan bir kelimedir. Bazıları «Yuşa'm
ta'ribi (Arapçalaştırması) dir» demiştir. Yani Yuşa kelimesi Arapçalaştınlarak
«El-Yesa» şeklinde okunmuştur. Bazıları, «Vesıa', yeseu» maddelerinden gelen
Arapça bir kelimedir.» dediler.
Yunus (AS)
Matta'nm oğludur. İbni
Cerir ve başka hadis hafızlarına göre «Matta, Yunus'un babasıdır.»
Abdurrezzak'm tefsirinde «Matta, Yunus'un annesidir» diye geçmiştir. Fakat bu
tefsir reddolunmuş-tur. Matta'dan sonra Hz. Yunus'un nesebi kesin olarak tespit
edilmemiştir. Bazı tefsircilere göre, Yunus (AS) Fars'taki «Tavalf» kuralları
zamanında (yani Site devletleri devrinde) yaşamıştır. .
Lut (AS)
îbni İshak der ki:
Haran'in, Azer'in oğludur.
El Müstedrek, İbni
Abbas'tan rivayet ediyor ki Lut, İbrahim (AS)in yeğenidir. Fakat babasının
ismini sarahaten vermemiştir.
(86) «Bu
âyetlerde zikredilenlerin herbirisini peygamberlikle âlemlere üstün kıldık»
diyor, Cenab-ı Hak. Yani asırlannda-ki alimlere üstün kılmıştır. Bu Âyet-i
Celilede Peygamberlerin meleklerden üstün olduklarına dair delil vardır.
(87) «Babalarından,
zürriyetlerinden, kardeşlerinden bir kısmım seçtik ve doğru yola
eriştirdik...»
Bu âyetin tefsiri:
«Bir kısmını» dedi,
çünkü diğer bir kısmına peygamber olmayan hattâ aralarında hidayete
gelmeyenler de vardı. Ama bu, hida-yetsizlik, «Babaları» hususunda değildir.
Çünkü peygamberlerin babaları tamamen hidayet ehlidirler. En sıhhatli görüşe
göre, tev-hid ehlidirler. Bu ihtilâf; Resûl-i Ekrem'in atalannda olduğuna göre,
diğer peygamberlerin atalarında da var demektir. Fakat âlimlerin çoğu «Peygamberlerin
atalarının hak üzerinde oldukla-n»na meyyaldirler.
(88) «Bu,
Allah'ın kullarından dilediğini eriştirdiği yoludur. Puta taparlarsa, amelleri
boşa çıkar.»
Bu âyetin açıklaması:
Yani dosdoğru yola
hidayet etmek, Allah'ın hidayetidir. Dilediği ve Müstaid olan kullarını onunla
hidayet eder. Bu Âyet-i Ce-lîleden anlaşılıyor ki, hidayet Cenab-ı Hakkın
fazlıdır. Eğer bahsi geçen peygamberler -haşa- şirk koşsaydılar, onların
amelleri batıl olup düşerdi. Faziletlerine, yüce makamlarına rağmen her şey giderdi.
Peygamberlerden başkaları bunu yaparlarsa, acaba onların durumları daha da
korkunç olmaz mı?
(89)
«Kendilerine kitab, hüküm ve peygamberlik verdiklerimiz işte bunlardır...»
Bu âyetin izahı:
«Bunlardır'»dan
maksat, bu âyetlerde bahsi geçen on sekiz peygamberdir.
îbni Beşir diyor, «Bir
kişiyi dinledim. Hasan Basri'den «Ulâ-ike» nin (bunlar) kimler olduğunu sordu. Cevab olarak: Âyetin başından buraya kadar belirtilen
peygamberlerdir» dedi. «Onlara, kitap vermenin manâsı kitabların cinsini
vermek demektir. Vermekten maksat, kitabtaki hakikatlan tam manasıyla
anladılar. Kitaplardaki büyük ve küçük hakikatlan kapsadılar demektir. İster
başlangıçta kitab onlara indirilmiş olsun, ister daha önceki peygamberlere
indirilmiş olsun da onlara miras kalsın. Çünkü bu peygamberler içerisinde belli
bir kitab kendisine gönderilmeyenler de vardır.»
«Onlara hüküm verdik.»
Yani halk arasında hakikatla, hikmetle hâkimlik yapacak nitelik verdik.
Hakikat-i eşyayı bilmeyi verdik. «Nübüvveti verdik.» Bazıları; bu âyetteki
'nübüvvet'i, risa-letle tefsir etmişlerdir. Delil olarak bu âyette bahsi geçen
zatların hepsinin resul olduğu ileri sürülmüştür. Fakat Mevlânâ Ahmed bin
Haydar es-Safevî'nin «El Muhakemat» adlı kitabında, «Davud (AS)un, hernekadar
kitabı varsa da, o, peygamber değildi.» denilmektedir. Fakat Ahmed bin Haydar
es-Safevi'nin delili nedir? Onu göstermemektedir. [Allah daha iyisini bilir.
Es-Safevi'nin bu görüşü Cumhur'un görüşüne ters düşer. Düşün.]
Bazıları «Yakub'un
oğlu Yusuf (AS) da, peygamber değildir. Ancak âyette «Daha önce Yusuf'a
Beyyinatlar verdik» şeklinde bahsedilen Yusuf, Yakub'un oğlu Yusuf değildir. O,
Efraim'in, Yusuf'un, Yakub'un oğlu Yusuftur. Fakat bu tefsir gariptir. Bundan
daha garibi, «Yusuf cinlerden idi. Onlara gönderildi» diyenin tefsiridir
[157]
(89)
«Kâfirler onları inkâr ederlerse...»
Bu âyetin açıklaması:
Bu âyetteki «Onları»
zamiri ya kitab, hüküm ve nübüvvete gider veya sadece nübüvvete gider. Nübüvvet
de kitab ve hükmü derler.
İbni Abbas ve
Katade'nin tefsirine göre kâfirlerden maksat, Mekkelilerdir. Fakat tefsirciler
«Resûlüllah'm peygamberliğim ve inen Kur'an'i inkâr eden bütün kâfirler
kastedilmiştir» diyor.
[158]
(89) «Eğer
onlar, bunları inkâr edip kâfir olurlarsa, yerlerine inkâr etmeyecek bir kavmi
getirip vekil kılarız...»
Bu âyetin manâsı:
Kitab, hüküm ve
nübüvveti gözeten bir kavmi getireceğiz. Bunlara iman etmeye onlara muvaffak
kılacağız. Bunların hak ve hukukunu ayakta tutmaya ve daima bunları müdafaa
etmeye onları muvaffak kılacağız
İbni Cerir ve Başkası
İbni Abbas'tan, Abd bin Hümeyd de Said bin Müseyyib'ten: «Bu getirilen Kavimden
maksat, Medineli ensardır» dediler.
Bazıları,
«Resûlüllah'm bütün ashabıdır» dediler. Bazıları, «Adem soyundan gelen her ehli
imandır» dediler.
Bazıları «Fars'lardır dediler.» Çünkü bütün bu
guruplar peygamberlere ve üzerlerine inen kitablara iman etmeye muvaffak oldular.
O kitablarda bulunan ilâhi sistemin esaslarına, âmel etmeye, onun dallarını
muhafaza etmeye muvaffak oldular.
Katade, «Bunlardan
maksat, Peygamberlerdir» diyor.- Bu takdirde emri onlara tevkil (vekil edilme)
etmenin manâsı, ahkâmım icra etmekten daha genel olur. «Hak olduklarına
inanmak, ahkâmlarını icra etmek» demek oluyor. «Zeccac,» bunu tercih etmiştir.
«Zemahşeri» de bunu tercih ederek «İki yönden bu tercih edilir.» demiştir.
1- Daha
önceki âyet peygamberlere işarettir. Eğer vekil kılınanlar onlar olmazsa,
ecnebi bir fasıl araya girmiş oluyor.
2- Faile
atıf yapılmıştır. Bu da, «İster ki, peygamberler burada kastedilmiş olsun,»
dedi.
İbni Hümeyd ve başka
alimler, Ebu-Reca el-Attarî'den rivayet ediyorlar ki, «Vekil edilenler,
meleklerdir.»
Fahreddin Razi, bu
tefsiri uzak saymıştır. Çünkü -KAVİM- tabirinin insanoğlundan başkasına ıtlak
olunması pek azdır.
(90) «İşte o
zikredilen peygamberler veya vekil kılınan müminler o kimselerdir ki, Allah
onları hakka ve dosdoğru yola hidayet etmiştir. Sen onların hidayetine uy.»
Bu âyetin izahı:
Onların hidayetinden
maksat, Allah'a iman etmekte ve Allah' in tevhidinde ve din esaslarında
birleşen yollan demektir. Nesho-lunmaya elverişli olan hükümleri demek
değildir. Zira onlar nes-holunduktan sonra artık hidayet sayılmazlar.
Resûl-i Ekrem'e
«Onlara uy» emrinin verilmesinin mânası: Onların yolu olmak hasebiyle değil,
aklın ve şer'in yolu olmak hasebiyle onu tut demektir. Burada «onların» tazimi
vardır. Ve Ce-nab-ı Hak, onların yolunun hak olduğuna dikkatleri çeker. Aklî ve
sem'î delile uygundur, diye ilân eder...
Denildi ki,
«İnançlarda, dinin esas meselelerinde farz delile
(akli ve sem'î
delile) tabi ol» demektir. Bu hususda Resûl-i Ekrem'in başkasını taklid etmesi
nasıl caiz olabilir? Acaba bu âyette Resûlüllah'a tevcih edilen «onlara vy»
emri ne demektir? sualine karşı Allamei-Sani yukarıda bahsi geçen cevabı
vermiştir. Fakat bu suale şu itiraz vaki olmuştur: Resûl-i Ekrem'in onların yoluna
uyması, onların inancı olduğundan dolayı değildir. Delilden ötürüdür. Yine
itiraz edildi ki, geçmiş şeriatlardan dinin esaslarını almak, âyet gelmezden
önce de Resûlüllah için vardı. O halde daha önce olan bir şey için yeniden
«AL» demenin manâsı nedir? O halde buradaki emir, ancak «Sende olanın üzerinde
sebat kıl» manâsına hamledilirse caiz olur.
[159]
El Kutb-ur-Razi,
Keşşaf üzerindeki haşiyelerinde diyor ki:
Bu emredilen iktida
[uymak], ancak Hilm, Sabır, Zühd, Çok şükretmek, Allah'a yalvarmak gibi
faziletli ahlâklarda, kâmil sıfatlarda, olur. Binaenaleyh bu Âyet-i Celîlede
delil vardır ki Resûl-i Ekrem bütün peygamberlerden kesinlikle üstündür. Çünkü
bu âyette şu hakikata işaret edilmektedir: Cenab-ı Hak, o peygamberleri,
ahlakların faziletlilerine, kemal sıfatlarına hidayet etti. Madem ki, masum
olan peygamberine «Onların hidayetine uy» dedi, o halde peygamber buna
uymuştur. Öyleyse şu hakikat ortaya çıktı: «Cenab-ı Peygamber bu emre uydu.
Bütün o ahlâkları nefsinde oluşturdu. Böylece peygamberler arasında tevzi
edilmiş —kemal hasletlerinin tamamı onda bir araya geldi. Bu sayede, peygamber
hepsinden daha üstün oldu. Nitekim her birisinden de üstün olduğu gibi» İnanmak
gerekli oldu. Bazi'nin bu istinbati güzeldir
[160]
Bazıları, Bu âyetle
istidlal etmiştir ki, Hz. Peygamber, daha Önceki
peygamberlerin şeriatıyla ibadet etmek zorundadır. Fakat bu istidlal hiçbir
ilmî değer taşımamaktadır.
Cenab-ı Peygambere
«onlara uy» değil, «onların Hidayetine uy» dendi ki, makamının yüksekliğine
işaret etsin. Nitekim zevki selim sahihlerine bu hakikat hiç de gizli değildir.
.
(90) «Sizden
buna karşılık bir ücret istemem. Bu sadece herkes için bir hatırlatmaktır
de...»
Bu âyetin manâsı:
Kur'an'm tebliği için
sizden bir ücret istemem demektir.
[161]
Bu Âyet-i Celîleden,
anlaşıldı ki Kur'an'm ve ahkâmın tebliğine karşı ücret alınabilir. Çünkü
Peygamberin istemem, demesi isteyebilirim demek oluyor.
«Kur'an ancak
âlemler'için bir hatırlamadır.» Bu Âyet-i Celîlede Resûl-i Ekrem'in
peygamberliğinin bütün kâinata şâmil olduğunun delili vardır. Yani
peygamberliği umumidir...
[162]
(94) «And
olsun ki sizi nasıl çıplak olarak yaratmışsak onun gibi (yapayalnız ve) teker
teker huzurumuza gelirsiniz. Size verdiğimizi (serveti) arkanızda
bırakırsınız. Artık Allah'a ortak koştuğunuz şefaatçılannızı sizinle görmeyiz.
[Gördünüz ya], aranızdaki bağlar paramparça olup koptu. Ve faydalarını umduklarınız
[hepsi] sizden kaybolup gittiler.»
(91) «Onlar,
Allah'ın kadrini gereği gibi takdir etmediler. Çünkü «Allah
hiçbir insana hiçbir şey
indirmedi» dediler. De ki: Musa'nın bir nur ve hidayet olarak
insanlara getirdiği* sizin de kâğıtlar
[parçalar] kılarak açıkladığınız
ve çoğunu da gizlediğiniz o kitabı kim indirdi? Sizin de, atalarınızın da
bilmediği * size öğretildi. [Ey Habibim!]
Allah, de. Sonra onları bırak. Dalışlarında oynaya dursunlar.»
(92) «Şu, bir kitabtır. Onu indirdik. Mübarektir,
önünde kini doğrulayıcıdır. Bir de
onunla Ünımül Kura [şehirler anası
Mekke] ve çevresinde bulunanları
korkutasın diye indirdik. Ahi-rete iman edenler namazları üzerinde devam
ettikleri halde ona da iman ederler.»
(93) «Acaba
Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendisine
birşey vahyolunmamışken 'bana
vahyolundu' diyenden ve 'Allah'ın
indirdiğinin bir benzerini indireceğim'
diyenden daha zalim kim olabilir? Keşke zalimler ölüm
baygınlıklannda bulundukları,
meleklerin ellerini uzatıp
onlara:
— «Haydi, canınızı
çıkarınız. Bugün Allah'a karşı haksiz olanı söylediğiniz ve böbürlenerek
Allah'ın ayetlerinden yüz çevirdiğiniz için hakaret azabıyla
cezalandırılacaksınız», dedikleri zaman, onları bir görsen.»
[163]
(91) «Onlar
Allah'ın kadrini gereği gibi takdir etmediler...»
El Ahfaş, «Bu âyetin
manâsı; onlar, şanına yakışır tarzda Al-lahı tanımadılar demektir,» dedi.
İbni Abbas'tan gelen
tefsir: «Hakkıyla Allah'ı ta'zim etmediler.»
Ebul-ÂIiye: «Cenab-ı
Hakkın sıfatını hakkıyla tanımadılar demektir» diyor.
Bütün bu manâlar, bu
âyette muhtemeldir. Fakat bazı mu-hakkıklar «Ahfaş'm tefsiri makama daha
uygundur,» dediler. Yani Cenab-ı Hakkı marifetinin hakkıyla tanımadılar.
Kulları hakkındaki lütfü ve onlara yapılan merhameti konusunda ki, hukukunu
gözetmediler Onu büyük çapta ihlâl ettiler.
Cenab-ı Hak daha önce
İbrahim (AS)den hikâye ederek. Tevhidin delilini, şirkin iptalini zikretti ve
o delili en açık bir şekilde takrir etti diye hikâye ettikten sonra
peygamberliğin takririne başladı. Çünkü Kur'an'ın emrinin dönüştüğü nokta
Tevhid, Nübüvvet ve Haşrin ispatı üzerindedir. îşte bu sayede, bu âyet, daha
Önceki âyete bağlanmış oluyor.
(91) «Çünkü
Allah, hiçbir insanın üzerine hiçbir şey indirmedi dediler...»
Bu âyetin ifadesi:
Yani Cenab-ı Haklan
peygamberler göndermesini inkâr ettiler. Kitabları indirmesini inkâr ettiler.
Bu iki husustaki büyük nimetini inkâra kalkıştılar. Veya Cenab-ı Hakkın
kâfirler üzerinde gazabını gerçek manâsıyla tanımadılar. Kâfirlerin başına
getireceği şiddetli azabı, hakkıyla takdir etmediler. Zira bunu «Allah hiçbir
beşerin üzerine hiçbir şey indirmedi» demek suretiyle ihlâl ettiler.
Bu çirkin sözü kim
söylemiştir? Bu hususta ihtilâf vardır. Ebu Şeyh, Mücahid'den rivayet etti: «Bu
sözü, Kureyşin müşrikleri söyledi,» dedi.
Cumhur bu sözün
Yahudilere ait olduğunu söylüyor ve Yahudilerin bu sözlerindeki maksatları
Resûl-i Ekrem'in risaletini mübalağalı bir şekilde tân ve reddetmektir. Bunun
üzerine onları susturmak bakımından şu sual onlardan soruldu:
(91)
«De ki:
Musa'nın bir nur ve hidayet olarak insanlara getirdiği, sisin de kâğıtlar
(parçalar) kılarak açıkladığınız ve çoğunu gizlediğiniz o kitabı kim indirdi?
Sizin de, atalarınızın da bilemediğiniz size öğretildi...»
Bu âyetten maksat,
Cenab-ı Hak, Tevrat'ı Musa üzerine indirdi demektir ve bunu inkâr etmeye sizin
imkânınız yoktur. Binaenaleyh mademki Tevrat'ın Musa'ya indirilmesini kabul
ediyorsunuz, niçin Kur'an'ın Muhammed'e indirilmesini kabul etmiyorsunuz?
Bu tevil ile cumhurun
tefsiri açıklık kazanmış oluyor. Zira Cumhur «Yahudiler bu sözü söyledi»
dediler. Sanki Cumhur şunu söylüyor: Yahudiler «Tevrat Allah'ın kitabıdır. Onu
Musa'ya Allah göndermiştir» diyorlar Binaenaleyh nasıl olur da böyle diyen
Yahudiler «Cenab-ı Hak hiçbir beşerin üzerine hiçbir şey in-dirmemiştir»
diyebilirler? Bu âyetin hülâsası şudur: Yahudiler, Kur an'ın Allah tarafından
gelmesini, mümkün olmayacak bir tarz da beşeriyete aksettirmek ve göstermek
istediler, öyle ki, bu me-yanda bütün peygamberlere gelen semavî kitablan da
inkâr ettiler.
Bazıları, «Bu sözün
çıkışı öfkeden ve sözün hakikatinden gafil olmaktan ileri gelmektedir,)) dedi.
Zira İbni Cerir ve Tabarani, Said bin Cübeyr'den rivayet ederler ki, Yahudi alimlerinden
olan Malik bin Seyf'ten Resûl-i Ekrem sordu:
«Ey Malik! Tevrat't
Musa'ya indiren Allah ile sana yemin verdiriyorum, sen Tevrat'ta 'Cenab-ı Hak
şişman âlimden buğze-der' âyetini görüyor musun? Eğer görüyorsan, binaenaleyh
sana Yahudiler tarafından yedirilen maldan yiye yiye şişen alimsin.»
Bunun üzerine orada
bulunanlar güldüler. Malik, Resûlûllah'a öfkelendi. Ömer'e yüzünü çevirip baktı
ve şöyle dedi:. «Asla ve kafa Allah hiçbir beşerin üzerine hiçbir şey
indirmemiştir!»
Bu hâdiseden sonra
Yahudiler Malik'ten sordular:
— Bizim kulağımıza gelen bu sözünün manâsı
nedir? Malik:
— Muhammed beni öfkelendirdi. Ben ondan dolayı
bu sözü söyledim dediyse de, Yahudiler onu azlettiler. Onun yerine Kaab bin
Eşrefi getirdiler ve Cenab-ı Hak da bu Âyet-i Celîleyi inzal buyurdu.
Bu sure, Mekke
döneminde nazil olmuştur. Oysa Resulullah ile Yahudiler arasındaki bütün
münazaralar Medine döneminde olmuştur. Öyleyse «Bu âyet Yahudiler hakkında
nazil olmuştur» demek uygun düşmez! diye itiraz edilemez. Çünkü Ebu Şeyh,
Süf-yan'dan ve «eI-Kelbi»den rivayet eder ki: Bu, Âyet-i Celîle Medine
döneminde nazil olmuştur.»
Mücahidin «Kureyşin
müşrikleri Resûîüllah'ın peygamberliğini inkâr ettikleri gibi diğer
peygamberlerin de peygamberliklerini inkâr
ederlerdi. Binaenaleyh Musa'nın üzerine inen Tevrat'la onları susturmaya
çalışmak nasıl güzel olur? Bu itiraz şu şekilde defedilir: Tevrat'ın Musa'ya
Allah tarafından gönderilmesi, artık yaygın ve şöhret bulmuş mesele ve
hadiselerdendir. Bunun için onlar, «Eğer bizler, bizim üzerimize bir kitab
indirilmiş olsaydı onlardan daha hidayetti olurduk» dediler. Böylece onları
Tevrat'ın Musa'ya indirilmesiyle susturmak güzel olmuş oluyor. Bununla beraber
cumhurun tefsiri daha uygundur
(91) «Sizin
de kâğıtlar (parçalar) kılarak açıkladığınız ve çoğunu gizlediğiniz o kitabı
kim indirdi"!..»
Bu âyetteki Kâğıtlar
(parçalar) kılarak» tabirinden maksad, onu parça parça kâğıtlara yazıyorsunuz
demektir.
Ebul Ali el Farisi,
«Onu kâğıt sahibi kılıyorsunuz demektir» diyor.
Bazıları, «Onu sanki
yazısız kâğıtlar imiş gibi kılıyorsunuz demektir» dedi. Bu son tefsire göre,
Cenab-ı Hak onları kötü işleriyle son derece kınıyor. Sanki onlar Tevrat'ı
kitab cinsinden çıkarmışlar, yazıdan boş kâğıtlar mesabesine koymuşlardır.
«Gizledikleriniz daha
çofc»tan maksat, Resûlüİlah'm Tevrat'taki sıfatlan ve bir de evli bir insanın
zina ettiği takdirde recmedil-mesi gibi hükümlerdir. Bu hitab, kesinkes
Yahudileredir. Onlar halk tabakasına karşı böyle yaparlardı. Eğer âyette daha
önce geçmiş cevab Yahudilere ise, bu hitabın onlara olmasında şüphe yoktur.
Çünkü onlarla konuşmak onlara hitab etmeyi gerektiriyor. Eğer daha önceki
cevab, müşriklere ise, âyette iltifat [Yani bir guruptan başka bîr guruba geçiş
veya gaipten hazıra geçiş] vardır. Yani evvelâ müşriklerden bahseder, onlara
cevab verir. Sonra Yahudilerin bahsi de geçmiş olduğu için onlara hitab ediliyor.
(91) «Ey
Habİbim! Allah de. Sonra onları bırak. Dalışlarında oynaya dursunlar...»
Bu âyetin tefsiri:
Yani de ki, kitabı
Allah indirmiştir Onlardan Musa'nın getirdiği kitabı kim indirmiştir? diye
sor. Eğer sana cevab verirlerse ne âlâ. Aksi takdirde sen de ki, işte o kitabı
indiren Allah'tır. Sonra onların dalmakta oldukları batıllarında ve
küfürlerinde onları bırak.
Bazı tefsir alimleri,
«Âyetin manâsı: Ey Muhammed! Kuşkusuz sen onların aleyhinde hücceti, [delili]
getirdikten sonra ve delil getirmek hususunda bu mertebeye geldikten sonra
onların emrinden senin üzerinde herhangi bir şey kalmamıştır. Onları, içinde
bulundukları dalış ve oynayış ile artık başbaşa bırak, demektir.
Bu Âyet-i Celîlede
müşrikler için tehdid vardır.
Bazı tefsir alimleri
«Bu âyet, kılıç âyetiyle (yani savaş ilân eden âyetle) neshedilmiştir»
demişlerse de, onların bu görüşlerinde uzaklık vardır. Çünkü burada savaşmak
terkedilsin diye bir şey yok. Ancak bu, tehdid ve vai'd için onları bırak demek
oluyor.
Âyetteki -ALLAHU-
kelimesi, ya mukadder bir fiilin failidir, veya müptedadır. Haberi mukadder bir
cümledir. Takdir «o kitabı Allah indirmiştir» veya «Allah'tır o kitabı
indiren» şeklindedir.
(92) «Şu,
bir kitabtır. Onu indirdik, mübarektir. Önündeki-ni doğrulayıcıdır. Bir de
onunla Ümmül Kura ve çevresinde bulunanları korkutasın diye indirdik.,,»
Bu âyetin tefsiri:
Ey Muhammed, bu Kur'an
bir kitabtır .Katımızdan onu sana, indirmiş bulunuyoruz Onun hayri ve bereketi çoktur. Menfaati daimidir. İman edenlere sevab ve affetme
müjdesini verir. Çirkinlik ve günâhlardan insanları alıkoymaya çalışır.
Önündekini, yani Allah tarafından daha Önceki peygamberlere gönderilen
kitabları tastik edicidir.
Bazı tefsir âlimleri;
«Önündekinden maksad, Tevrat'tır. Çünkü derece yönünden Kur'andan sonra Allah
katından gelen en'büyük kitab Tevrat'tır. Ve bir de hitab Yahudilere olduğundan
dolayı Tevrat kastediliyor» dediler. Bazıları da «Hem Tevrat, hem diğer semavi
kitablar kastedilmektedir» dediler. Bu ikinci tefsir, Hasan Basri'den rivayet
edilmiştir. Tevrat veya diğer semavî kitab-larm Kur'an'ın Önünde olmasının
manâsı, Kur'an'dan önce gelmiş olmaları demektir. Çünkü daha önce gelen şey
daha sonra gelenin önündedir demek olur. Kur'an'ın hepsini tasdik etmesi, tevhidi
isbat etmek ve tevhidi emretmek hususunda, Şirki yoketmek ve şirkten insanlan
neyhetmek mevzuunda bir de, neshedilmemiş şer'i esaslar hakkındadır.
[164]
Âyette bahsi geçen
Ümmül-Kura (Köyler-Beldeler an-nesi)dan
maksat, Mekke'dir. Mekke'ye «ümmül kura» denilmesinin nedeni, bazı
rivayetlerde varid olduğuna göre kürrei arzın Mekke'nin bulunduğu noktadan
yayılmış olmasından ileri geliyor denilmektedir. Fakat İbni Abbas'm rivayetine
göre, köylerin en önce kurulmuşu ve bereket yönünden en büyüğü olduğundan
dolayı veya yeryüzünde yaşayanların çoğunun kıblesi bulunduğundan dolayı Mekke
bu ismi almıştır.
Beyzavi, «Mekke'ye
ümmül kura denilmesinin nedeni, kura ahalisinin kıblesi ve onların
haccettikleri yer ve onların senede bir defa toplandıkları panayır ve manevî
durumda memleketlerin en yücesi oluşundan ileri geliyor» diyor.
Bazıları, «yeryüzünde
ilk kurulan mabed orda olduğundan dolayı bu adı almıştır» dediler
Mekke'nin etrafından
maksat, doğu ve batısında bulunan dünya ahalisinin tamamıdır. Çünkü Resûl-i
Ekrem'in peygamberliği geneldir.
El-Hazin, Mekke'nin
doğusuna ve batısına düşen şehirler ve köylerin hepsi demektir» diyor.
El Medarik'e göre,
«Mekke'nin etrafından maksad, doğu ve batı insanlarıdır.»
Tenvirul Mikyas,
((Diğer memleketlerin ahalisi demektir» şeklinde tefsir etmektedir.
El Alusi,
«Yahudilerden bir gurup bu Âyet-i Celîleyi delil ittihaz ederek Hz. Muhammed
sadece Araplar için gönderilmiş bir peygamberdir demişlerse de, onların bu
sözleri doğru değildir. Çünkü
vemen-havleha tâbirinden Mekke-î
Mükerreme-den dünyanın dört tarafına yayılan insanlar kastedilmektedir. Zira
Kur'an'ın birçok âyetleri Resûl-i Ekrem'in genel bir peygamber olduğunu ifade
etmektedirler. Fakat «En yakın aşiretini korkut» [Şu'ara: 214] Âyet-i
Celîlesinde olduğu gibi, bu âyette de Mekke' liler veya Mekke'ye yakın olanlar
korkutma ile tahsis edilmişlerdir. Çünkü onlar herkesten daha fazla Resûl-i
Ekrem'in korkutmasına mustahaktılar. Çünkü Resûl-i Ekrem'in yakınlarıdırlar.
Yani âyetin manâsı, sadece onları korkut demek değildir. Belki âyetin mânası
«Bütün insanlığı korkut ve onlara müjde ver. Hele bunları» demektir. Ve bu
tefsir edilmiştir.
(92) «Ahirete iman
edenler, namazlarına devam ettikleri halde buna iman ederler...»
Bu âyetteki «Buna»
zamiri, kitaba racidir, yani Kur'an'a iman ederler. Veya Hz Muhammed'e racidir,
yani Hz. Muhammed'e onun peygamberliğine iman ederler. Çünkü ahirete iman
edenler azabtan korkarlar, sevabı elde etmeye çalışırlar .Bu düşünceleri, onları Kur'an'a ve Hz. Muhammed'e iman edecek
şekilde bakmaya, teemmül etmeye sevketmektedir.
«Namaz»dan maksat,
mutlak tâat da olabilir. Yani mutlak tâatlarını yaptıkları halde Kur'an'a, Hz.
Muhammed'e ve âhirete iman ederler. Veya namaz, bizim bildiğimiz gibi namazdır.
Tâat'ın bir kısmıdır. Ama dinin direği ve imanın bayrağı olduğundan dolayı
Özel olarak zikredilmiştir. Nitekim bazı âyetlerde mecazen namaza «iman»
denilmiştir. Meselâ: Cenab-ı Hak, «Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir»
[El-Bakara : 143] buyuruyor. Buradaki «iman»d&n maksat, namazdır.
(93) «Acaba
Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendisine bir şey vahyolunmamışken 'bana
vahyolundu' diyenden ve 'Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim' diyenden
daha zalim kim olabilir?..»
[165]
Bu Âyet-i Celîlenin
bir kısmı yalancı peygamber «Müseyle-met-ül-Kezzab bin Semamennin hakkında, bir
kısmı da vahyin kâtibi iken irtidad eden Abdullah bin Saad bin Ebi Serh'in
hakkında nazîl olmuştur. Museylemetül Kezzab, Beni Hanif kabilesinden-dir
Bazıları «babasının adı Habib'tir» demişler. Kâhindi. Seci'li şiir söyleyen ve
selis bir şekilde konuşan birisiydi. Yemen'de peygamberlik iddia edip Cenab-ı
Hakkın kendisine vahy göndermiş olduğunu söyledi. Resûî-ü Ekrem'e iki elçi
gönderdi. Cenab-ı Pey: gamber, Müseylemet ül Kezzab'ın elçilerine sordu:
— Siz de Müseylemenin peygamber olduğuna şahitlik
eder misiniz? Elçiler:
— Evet, ederiz, dediler. Cenab-ı Peygamber iki
elçiye:
— Eğer elçiler
öldürülmüş olsaydılar, kesinlikle sizin boynunuzu vururdum,» buyurdu.
Müslim ve Buharı
ittifakla Ebu Hüreyre'den rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü: Ben
uyku halinde iken bana yeryüzünün hazineleri getirildi. Ellerime altından iki
bilezik geçirildi. Bunlar bana ağır geldiler ve beni meşgul ettiler. Bana
vahyedüdi ki, ben onlara üfleyeyim. Onlara üfledim, onlar uçtular. O iki
bileziği iki tane yalancı ile tevil ettim. O iki yalancı ki ben onların
arasında-yım: Birisi Sen'an'ın arkadaşı, öbürü Yemame'nin arkadaşıdır.»
Tirmizinin lafzında
Allah'ın Resulü: «Uyku halinde gördüm. Ellerimde iki bilezik vardı, O iki
bileziği iki yalancı ile tevil ettim. O yalancılar benden sonra çıkacaklar.
Birisine Yemame sahibi 'Müseyleme' denilmektedir. İkincisi San'a sahibi 'el
Anesi'öir.»
Müseylemetûl Kezzab,
Yemame'de, Yemen bölgesinde çıktı. Peygamberlik iddia etti. «Beni Hanif»
kabilesinden bir kavim ona iman ettiler. Dilbaz bir kişi olduğundan kavmini
kandırdı. Müseyleme müslüman olmazdan önce Hz. Hamza'yi şehid eden Vahşi
tarafından Hz. Ebu Bekr'in zamanında öldürüldü.
Vahşi, «Ben insanların
en hayırlısını yani Hamza'yı ve insanların en şerlisini yani Müseylemetûl Kezzab Öldürdüm» diyordu.
[166]
Esved el Anesi'ye
gelinde, onun ismi Abcela bin Kaab'dır. Ona aynı zamanda «zulhimar» denilirdi.
Yemen'de, Resûlüllah'm son günlerinde ortaya çıktı ve peygamberlik iddia etti.
Ve Resûl-i Ekrem daha vefat etmeden önce Öldürüldü. Yani Cenab-ı Peygamberin
vefatından iki gün önce öldürüldü. Cenab-ı Peygamber vahye istinad ederek,
«El-Esved el-Anesi»nin öldürüldüğünü eshabı-na müjdeledi. Onu öldüren Firuz ed
Deylemi idi. Cenab-ı Peygamber, «Firuz kurtuldu.» Yani Esvet el Anesi'yi
öldürmek suretiyle muvaffak oldu.» diye buyurdu.
Bazı müfessirler, «Bu
âyet Müseylemet ül Kezzab ile Esved el Anesi hakkında nazil olmuştur» dediler.
Bunların maksatları şudur:
Bu âyet, hicretten
sonra Medine'de inmiştir. Bu da, tefsir alimlerinden bazılarının görüşüdür. Bu
âyetin mekki olduğunu söyleyen ise der ki: Bu âyetin onların hakkında nazil
olması gaibten haber vermektir. Verdiği haber de sonradan ortaya çıkmıştır.
[167]
«Ben Allah'ın
indirdiğinin benzerini indireceğim» diyen, Abdullah bin Saad bin Ebi Şerh el Kureyşi'dir.
Abdullah daha önce müslüman oldu. Resûl-i Ekrem'e kâtiblik yapıyordu. Cenab-ı
Peygamber ona —semia'n – basiran
kelimelerini imlâ ve dikte ettiği zaman, Abdullah onun yerine
alimen hâkimen yazardı. Ona «alimen,»
«hakimen» dikte ettiği zaman onun yerine «gafuren» «rahiymen» yazardı. Ne zaman
ki, şu âyet, «And olsun ki insanı süzme çamurdan yarattık» (El Mü'minin 12)
nazil oldu. Cenab-ı Peygamber bu âyeti ona dikte ettirdi. Abdullah, insanoğlunun
yaradılışının tafsilâtından hayrete düşüp «Tebarekellahu ahsenulhalikin»
—yaratanların en güzeli olan Allah ortaktan münezzehtir cümlesini, hayretini belirtmek kabilinden
söyledi. Cenab-ı Peygamber ona «Bu cümleyi yaz. Âyet bu şekilde inmiştir»
dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Saad bin Ebi Şerh şüpheye düştü. Yani şüphe
etti ki, peygamber kendi katından âyetleri yazdırıyor. Ve dedi ^\,«Eğer
Muhammed doğru ise, ona vahyedilenin benzeri bana da vahyedüdi.» Bunun üzerine
îslâmdan irtidad etti, müşriklere katıldı. Bu hâdiseden sonra Abdullah
tekraren îs-lâm dinine döndü. Mekke fethinden önce müslüman oldu. Resûl-i
Ekrem, Abdullah müslüman olduğu zaman «Merruzzehran» denilen yerde idi.
îbni Abbas, «Allah'ın
indirdiğinin benzerini ben de indireceğim» âyeti Kur'an ile istihza edenler
hakkında nazîl olmuştur. Bu aynı zamanda «Dileseydik bunun benzerini söylerdik»
şeklindeki sözlerine de cevaptır, dedi.
Alimler, «Bu âyetin
hükmüne o zamanda ve o zamandan sonra kıyamete kadar gelip Allah'ın kesesinden
yalan uyduran herkes girmektedir» dediler. Çünkü sebebin Özelliği hükmün
umumiliğine mani değildir.
(93) «Keşke
zalimler ölümün baygınlıklarında bulundukları ve meleklerin ellerini uzatıp
onlara 'Hayd'ı, canlarınızı çıkarınız, bugün Allah'a karşı haksız olanı
söylediğiniz ve böbürlenerek Allah'ın âyetlerinden yüz çevirdiğiniz için
hakaret azabıyla cezalandırılacaksınız' dediklerini bir gör şeydin...»
Bu âyetin izahı:
«Ey Muhammedi Eğer bu
zalimlerin halini, ölüm onlara gelip çattığı zaman, görseydin veya görsen büyük
ve dehşet verici bir emir görmüş olacaktın.
«Ölümün
baygınlıklarımdan maksat, şiddetleri ve gelip geçici baygınlıklarıdır.
Melekler azab ile ellerini uzatıp onların yüzle-. rine ve arkalarına
vuruyorlar.
Bazı alimler de,
Melekler ruhlarını kabzetmek üzere ellerini uzatıyorlar» diyor. Onlara «nefislerinizi,
yani ruhlarınızı çıkarınız» derler.
Eğer denilirse: İnsan
ruhunu çıkarmaya muktedir değildir. O halde meleklerin böyle bir teklif
yapmasının faydası nedir?
Cevab olarak deriz ki,
bunun manâsı; melekler onlara; istememenize rağmen ruhlarınız alınacaktır
diyorlar demektir. Çünkü mümin, Cenab-ı Hakk ile mülâki olmayı o an sever.
Kâfir ise sevmez.
Bazı tefsir alimlerine
göre bu âyetin manâsı; «Melekler onlara eğer gücünüz var ise nefislerinizi bu
azabtan kurtarınız, diyorlar» demektir. Bu tefsire binaen bu söz onları
kınamak içindir. Çünkü onlar nefislerini o anda, o azabtan kurtarmaya muktedir
değildirler.
«Siz bugün Kur'an'a
iman etmek, Hz. Muhammed'i ve Kur' an'ı tasdik etmekten böbürlendiğinizden ve
yalandan Allah'a birtakım şeyler isnad ettiğinizden ötürü rezalet azabını
tadacaksınız.»
[168]
(94) «And
olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi, size verdiklerimizi ardınıza
bırakarak bize birer birer geldiniz. İçinizde Allah'ın ortaklan olduğunu
sandığınız şefaatçüannızı beraber görmüyoruz. Andolsun ki, aranızdaki bağlar
kopmuş, ortak sandıklarınız sizden ayrılmışlardır...»
Bu Âyet-i Celîlenin
sebebi nüzulünü îbni Cerir ve İbnul Mün-zir İkrîme'den şöyle rivayet ederler:
En Nadr bin Hars, Gelecekte «Lat» ve «Uzza» denilen putlar bana şefaat
edeceklerdir» dedi. Cenab-ı Hak onun üzerine bu âyeti indirdi. Yani siz tek
başınıza, beraberinizde mal, hanım, çocuk, ve hizmetkâr olmadığı halde bize
geleceksiniz.
Cenab-ı Hak bu âyette
kıyamet gününde kâfirlerin halini belirtip kâfirler nasıl haşrolunacaklar ve o
gün onlara ne denilecektir, beyan ediyor. «Andolsun, siz bize tek üaşınıza
geldiniz» cümlesinde kâfirleri kınamak vardır. Çünkü onlar dünyada bütün
himmetlerini mal, çocuk ve mertebeye sarfettiler. Hayatlarının tamamını
putlara tapmakla tükettiler. Bu da, kıyamet gününde onlara hiçbir fayda temin
etmedi. Onlar dünyada edinmiş olduklarının hepsinden
uzak, tek başına haşrolundular. Yani insanlar nasıl çıplak, sünnetsiz,
annelerinden doğmuş ise, kıyamette de o şekilde haşrolunacaklardır. Müslim ve
Buhari ittifakla İbni Abbas'tan rivayet ettiler: Allah'ın Resulü bize engin ve
derin bir vaaz etti. Ve o esnada buyurdu:
«— Ey Nas\ Kuşkusuz
siz Allah'ın huzuruna yalınayak, çıplak, sünnetsiz olduğunuz halde haşrolunacaksımz.
Ve Sizi ilk yaradılışta nasıl yaratmış isek öyle iade edeceğiz. Bu, bizim
üzerimizde bir vaaddır. Kuşkusuz biz bunu yaparız,» âyetini okudu.» [el-Enbiya
: 104]
Müslim ve Buharî
ittifakla Âişe validemizden rivayet ettiler. Resûlüllah'tan dinledim, buyurdu:
«Halk yalın ayak,
çıplak ve sünnetsiz olarak haşrolunacak-tır.»
Bu cümleyi dinledikten
sonra Resûlüllah'tan sordum:
«— Erkekler ve
kadınlar hep böyle mi hoşrolunacaktır? O zaman birisi diğerine bakmaz mı?»
Cenab-ı Peygamber:
«—Onların birisini diğerine
bakacak fırsatını vermeyecek kadar emir şiddetlidir,» buyurdular.
Tabarani, senediyle
Hz. Âişe'den rivayet etti:
«— Andolsun, sizi ilk
yarattığımız gibi tek olarak bizim huzurumuza gelirsiniz» âyetini okuduğunda
sordu:
«— Ey Allah'ın Resulü!
Vay bizim çirkinliğimize. Kuşkusuz erkekler ve kadınların hepsi
haşrolunacaklar. Birisi diğerinin çirkin yerlerine bakacaklardır.»
Cenab-ı Peygamber:
«— O gün onların her
birisi için bir durum vardır ki onu meşgul eder. Kadınlar erkeklere, erkekler
kadınlara bakamazlar. Onların durumları onları kendi haliyle meşgul eder
durur.»
Cenab-ı Hak dünyada
insanoğluna verdiği mülkünü, evladını ve hizmetlerini insanoğlu bırakır, tek
başına, anadan doğma bir biçimde haşrolunur. Müşrikler, «Bizim, bu putlara
ibadet etmemizin sebebi, bunlar Allah katında kıyamet gününde bize şefaat edeceklerdir.
Çünkü bunlar Allah'ın ortaklarıdır» diyorlardı. Oysa, Cenab-ı Hak ortaktan
münezzehtir. Kıyamet günü olduğunda Cenab-ı Hak müşrikleri kınamak maksadıyla
«Sizin şefaatçılariniz sizinle beraber görünmüyor, onlar nerededir» diye
onların kulaklarım —tabir caiz ise— çekiyor. Cenab-ı Hak yemin ediyor ki, müşriklerle
şefaatçılarının arası bozulacaktır. Birbirlerinden kopacaklardır. Ve dünyada
müşriklerin iddia ettikleri kaybolacaktır ve ortada görünmeye çektir. Zira
âyetin manâsı; sizinle, Allah'ın ortakları olduğunu iddia edip te tapmakta
olduklarınızın arasında herhangi bir bağlantı kalmamıştır, aranızdaki bağlar
paramparça olmuştur demektir.
[169]
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/500.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/500-501.
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/501-502.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/502-503.
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/503-505.
[6] Bkz. El-Menar
Cild: 7-288-289 Mektebetul-Kahire
[7] Bu Hadisler, EL-Kurtubî Cild: 6-382-383 Darul-Kâtip
1378 Kahire
[8] Bkz. AIusi Ruhul-Meanî Cild: 7-8031-Dar. îhy. Tur.
Arabî Beyrut Tarihsiz
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/505-510.
[10] Bkz. Ruhul-Meanî Cild: 7-82-Dar. îh. Tur. Arabî
Beyrut-Tarihsiz
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/510-512.
[12] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-384 Darul-Kâtip 1378 Kahire
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/512-514.
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/514-515.
[15] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-388-389-Darul-Kâtip 1378
Kahire
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/515-517.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/517-518.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/518-519.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/519-520.
[20] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-38S-389 Darul-Kâtip 1378 Kahire
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/520.
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/520-522.
[22] Bkz. Lubabut-Tavil Cild: 2-383 Amire 1317-lstanbul
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/522-523.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/523-525.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/527.
[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/528.
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/528.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/528-531.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/531-533.
[29] Bütün bu hadisleri
tmam Abdurrahman Es-Suyutî,
Ed-Durru'1-Mensur adlı tefsirinin 3. Cild, 6. sayfasında zikr etti. Bkz.
El-Halebî baskısına
[30] Bkz. Ruhul-Meânî Cild: 7-106. Dar. îh. Tur. Ar.
Beyrut-Tarihsiz
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/533-537.
[32] Bkz. Îzn-Kcsir
Cild: 3-IO-ll-Dar. End.
Ed-Durul-Mansur Cild 3-7 el-Ha-lebî bas. Kahire
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/537-538.
[34] Bu cümle, el-tnşirah sûresinin 6 ve 7. ayetlerine
işarettir
[35] Bkz. Lubabut-Tavil Cild 2-391 Amire 1317 İstanbul
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/538-541.
[37] Bu kelamın manası «Hükmü en aşağılara kadar giden
Rabbim ortaktan [uzaktır.» demek olabilir. Fakat böylece tevil edilmezse,
küfürdür
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/541-546.
[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/548-549.
[40] Bkz.
«Lubabut-Tevil-Fiesrarit-Tenzil»
Cild: 2-392 Amire 1317
İstanbul'
[41] Bkz. El-Hazın Cild: 2-392 Amire 1317 İstanbul
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/549-551.
[42] Bkz.
Ruhul-Meanî Cild: 7-117-118
Dar. îhy. Tur. Arabî
Beyrut
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/551-553.
[43] Bkz.
Ruhul-Meanî Cild: 7-118-Dar. Tur. Arp. Beyrut
[44] Bkz. Tantavî Cevheri tefsiri Cild: 4-26 EI-Haebî
baskısı Mısır 1350
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/553-554.
[45] Bkz.
EI-Hazın M. Tefasir Cild:
2-293-Amire 1317 ist
[46] Bkz. EI-Hazın Cild: 2-294 M. Tefasir Âmire 1317
istanbul
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/555-557.
[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/557-558.
[48] Bkz. Ruhul-Meanî Cild: 7-125-Dar. İhy. Tur. Arabî Beyrut-Tarihsiz
[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/558-562..
[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/562-564.
[51] Bkz. EI-Kurtubî Cild: 6-405-407 Darul-Kâtİp 1378
Kahire
[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/564-566.
[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/568-569.
[54] Bkz. Ed-Durul-McnsûrXÜd: 3-9-El-Halebî baskısı Kahire
[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/569-571.
[56] Bkz. Ruhul-Meanî Cild:
7-132-Dar. İhy. Tur. Ar. Beyrut
[57] Bkz. Ruhul-Meanî Cild: 7-132-133 Dar. İhya Tur. Ara.
Beyrut
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/571-575.
[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/575-577.
[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/577-578.
[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/578-579.
[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/579.
[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/580-581.
[63] BKZ. Ruhul-Meanî cild: 7-139- Dar. Îhya-Tur. Ar.
Beyrut
[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/581-583.
[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/585-586.
[66] BKZ. İbn-Kesir Cild 3-21 Dar. End. Beyrut.
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/586-590.
[67] BKZ. EL-Kurtubî Cild: 6-420-Darulatıp 1378
[68] Acaba Mersinin bu görüşü, «Sana ineni tebliğet» ayetiyle çelişmez mi
[69] Alusî Ruhul-Meanî Cild: 7-145-147- dar. İhy. Tur. Arb.
Beyrut.
[70] BKZ, Ruhul- Meanî Cild: 7-144-145- Dar. İhyn. Tar.
Arb. Beyrut
[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/591-595.
[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/595-597.
[73] Bkz. Ruhul-Meanî Cild: 7-145-147. Dar. Ihy. tur. Arabî Beyrut
[74] BKZ. El-Menar Cild:
7-401402-MatbaatuI-Hahire Bilâtarih
[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/597-600.
[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/600-604.
[77] BKZ. El-Kurtubİ Cild: 6-426-Darul-Kâtip 1378 Kahire.
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/605-606.
[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/608.
[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/609.
[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/609-611.
[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/611-613.
[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/613-614.
[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/614-616.
[84] Mucessime taifesi «Allah, cisimlere faenzemiyen bir
cisimdir» derler. Nitekim Ehli Sünnet «Allah, eşyaya benzemez bir şeydir
dediği gibi... Mezhebleri batıldır.
Bk. EL-Firekul-Mufterike Sahife; 76
[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/616.
[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/616-617.
[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/617-622.
[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/622.
[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/6.
[90] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/7-9.
[91] Bkz. el-Kurtubi, c, 6
s. 435, Darûl-Kâtib, 1378 - Kahire.
[92] Bkz. El-Hazin, c. 2, s. 415, Amire, 1317 - îstanbul
[93] Bkz. El- Beyzavi, c. 2, s. 4İ5, Amire, 1317 - îstanbul
[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/9-12.
[95] Bkz. Lubab-ı Tevil, s. 415-416 Amire, 1317 - İstanbul
[96] Bkz. EI-Hazin, c. 2, s. 416, Amire 1317 - İstanbul
[97] Bkz. El-Beyzavi, c. 2, s. 416, Amire 1317 - İstanbul
[98] Bkz. El- Alûsi, Ruhu'l-Meâni, c. 7, s. 168,
Dar'ul-îhya-it-Turasil, Arabi Beyrut, Bilatarih
[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/12-15.
[100] Bkz. Keşşaf, c. 2-70, Darûl-Mushaf, Kahire, Bilatarih
[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/15-19.
[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/19-20.
[103] Bkz. El-Hazin, c. 2, s. 418.419, Amire, 1317 -
İstanbul
[104] Bkz. El-Alûsî c.7, s. 171 Dar'utfhya-it-Turasil Arabi,
Beyrut, bilatarih
[105] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/.20-22.
[106] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/22-23.
[107] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/23-24.
[108] Bkz. tmâm-ı Rabbani c. 1, Mektubyüz
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/24-25.
[109] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/27.
[110] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/28-29.
[111] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/29-30.
[112] Bkz. Ruhû'l-Meâni' c. 7, s. 175-176, Dar'ül
Îhya'it-Turasîl Arabi, Beyrut bilatarih
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/30-33.
[113] Bkz. Ruhû'I-Meâni, c. 7, s. 176, Dar'ül
thya'it-Turasil Arabî,, Beyrut, bilatarih
[114] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/33-34.
[115] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/34-35.
[116] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/35.
[117] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/35-36.
[118] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/36-38.
[119] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/38-41.
[120] Bkz. Alûsi, c. 7, s. 180, Dâr-ül-ihya-it-Turasîl
Arabî, Beyrut, bilâtarih
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/41-42.
[121] Bkz. Hadis, Müslim'in c. 4, s. 2215,
Dâr-ûl-ihya-it-Turasil Arabî, Beyrut, bilâtarih nüshasında yer alıyor
[122] Bkz.
Ruhu'I-Meâni, Alûsi, c. 7,
s. 181, Dâr-üI-lhya-it-Turasil
Arabi Beyrut, bilâtarih
[123] Bkz. Lülab-i Tenzil, c. 2, s. 423424, Amire, 1317 -
İstanbul
[124] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/42-48.
[125] Bkz. Hazin, c. 2, s. 424, Amire, 1317 - İstanbul
[126] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/48-50.
[127] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/50-52.
[128] Bkz. Alûsi, Ruhu'I-Meâni, c. 7, s. 182-183,
Dar-ûl-îhya-it-Turasil Arabî, Beyrut, bilâtarih
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/52-54.
[129] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/56.
[130] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/57-59.
[131] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/59-60.
[132] Tâğlip; galibi gözetip sanki mağlûp hiç yokmuş gibi
davranmak demektir. Meselâ: Alemîn
tâbirinde akıllı ve erkeklerin durumu itibara alındığı için onlara mahsus olan
Cem [çoğul] kullanılmıştır
[133] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/60-62.
[134] Bkz.
Ruhu'l-Meâni c. 7, s.
189, Dar-ûI-îhya-it-Turasil Arabî,
Beyrut, bilâtarih
[135] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/62-66.
[136] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/66-67.
[137] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/67.
[138] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/67-69.
[139] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/71.
[140] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/72.
[141] Bkz. Ruhu'l-Meani c. 7, s. 194-195 Dar'ul-thya-it-Turasiİ
Arabi, Beyrut, Bilatarih.
[142] Bkz. El-Kurtûbi, c. 7, s. 22-23.
[143] Bkz. Alûsi, Ruhu'LMeani, c. 7, s. 197-198
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/72-78.
[144] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/78-83.
[145] Bkz. Lübab-i Tenzil, Hazin, c. 2. s. 433-435, Amire:
1317 – İstanbul
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/83-87.
[146] Bkz. El-Kurtubi, c. 3, s. 182-186, Darül Kâtib, 1378,
Kahire
[147] Bkz.
Ruhu'l-Meani, c. 7r s. 201, Daru'1-Ihyai-t Turasil Arabi, Beyrut Bilatarih
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/87-93.
[148] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/93-97.
[149] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/97-98.
[150] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/98-104.
[151] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/104-105.
[152] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/106-108.
[153] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/110.
[154] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/111.
[155] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/111-118.
[156] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/118-119.
[157] Bkz. Alusi, Ruhu'l Meani, c. 7, s. 215. Darul îhyau
Turasil Arabi-Beyrut, Bilatarih
[158] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/119-126.
[159] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/126-128.
[160] Bkz. Alusi, Ruhu'l Meani, c. 7, s. 216-217.
[161] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/128-129.
[162] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/129.
[163] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/131.
[164] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/132-137.
[165] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/137-139.
[166] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/139-140.
[167] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/140-141.
[168] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/141-143.
[169] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
5/143-145.