EL-EN'AM  SÛRESİ 4

(6. SÛRE) 4

Meal 4

Dirayet Ve Rivayet Tefsirî 4

Bazı Ayetler Daha Sonraki Hadiseleri Kapsar Mı?. 4

El'enam Sûresi Defa'tan Mı İnmiştir?. 5

Bu Sûrenin El Maide Süresi İle Münasebeti 6

Gök Yerden Şereflidir 8

Nur Île Karanlık. 8

Bir Kâîde. 9

İlk Yaratılan Eşya. 10

Allah'ın Katında Belli Olan Ecelden Ne Kastedilir?. 10

Hz. Adem'in Sıfatları, Yaşı Ve Vefatı Ve Adı 11

İlk Cenaze Namazı 11

Acaba Cevherler Bir Köktenmidirler?. 11

Tabîf Ve İhtiramı Eceller 12

Ameller Kaç Kısımdır?. 12

Bir Karn Kaç Senedir?. 13

Meal 13

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 14

Melekleri Aslı Suretlerinde Görmek. 14

Kadın Peygamber Olur Mu?. 14

Allah Rahmetinin Genişliği 15

İlk Yabatılan Nesne. 16

Yemek Duası 18

Resulullah Da Mı Mükellefdir?. 18

Allah'ın Kahırlılığının Manası 19

Meal 21

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 22

Kelamcılara Göre  Allah'a Şey Denir Mi?. 22

Allah'ın İlmi Her Şeyi Kapsar 23

Kur'an Herkese Gelmiştir 24

Ulu orta Allah, Şöyle Dedi, Allah, Böyle Dedi Deyenin Hali 25

Velilere İsmi Mana İle Değil, Harfi Mana İle Bakmak Gerektir 25

Hakkı Müdafâ Etmek Kâfirlere De Faide Sağlar Mı?. 27

Azab Yönünden En Hafifi Ebu Talib'dir 28

Meal 29

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 29

Kıyamete Niçin Saat Dendi?. 30

Dünyâ Hayatı Nedir?. 31

Düşmanları Resûlüllah'ı Nasıl Bilirdi?. 32

Sabredenlere Vaadedilen Yardım.. 33

Kur'an Değiştirilemez. 33

Bütün Peygamberlerin Haberleri Hz. Muhammed'e Bildirildi Mi?. 33

Allah İçin Cebr Var Mıdır?. 34

Meal 34

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 35

Kur'an Her Şeyi Kapsamaktadır : 36

Hayvanlarda Nefsi Natıka Var Mıdır?. 38

Cemadatın Teşbihi 39

Küfür Ve İman Allah'ın İradesiyle Olur 40

Bazan Aldatmak Îçîn Geniş Rızık Verilir 42

Meal 42

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 43

Zalimlerin Sonu: 43

Allah'ın Ayetlerinden Kasdedilen Nedir?. 44

Resûl-Ü Ekrem De Vahye Tâbi Olmaya Mecbur Mu?. 45

Peygamber İçtihad Eder Mi?. 45

Allah'ın Katında Haşrolmaktan Maksad Nedir?. 46

Şefaat Ancak Allah'ın İzniyle Olur 46

Allah'ı Zikredene Hiç Kimse Mani Olamaz. 46

Hiç Kimse Kisvesinden Ötürü Takdir De Görmez, Tahkir De Tahkirde. 48

Meal 48

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 48

Rivayet Tefsiri 49

Rivayet Tefsiri 50

Rivayet Tefsiri 51

Gaybı Allah'dan Başka Kimse Bilemez. 52

Rivayet Tefsiri 52

Rivayet Tefsiri 53

Levhu'l - Mahfuz. 54

Rivayet Tefsiri 54

Meal 54

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 55

Melekler İnsanın Amelîni Takip. 55

Rivayet Tefsiri 55

Hâfaza Melekleri 57

Ölüm Meleği (Melekv'l-Mevt ) 57

Rivayet Tefsiri 57

Melekler Emri Geciktirmezler 57

Hüküm Ancak Allahındır 58

Allah Kulunu Nasıl Hesaba Çeker?. 58

Rivayet Tefsiri 59

Peygamberin Hangi Duası Ümmeti İçin Kabul Ediıdî?. 60

Peygamberimizin Kavmi 62

Müslüman Allah'ın Âyetleriyle Alay  Edenlerin Meclisinde Oturmaz. 62

Resûlüllahın Unutması 63

Meal 64

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 64

Rivayet Tefsiri 65

Helak Olmakta Günâhın Rolü. 65

İmandan Sonra Tekrar Şirke Girenin Hali 66

Mülk Allahındır 67

Rivayet Tefsiri 67

Gaybı Yalnız Allah Bilir 67

Meal 68

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 68

Azer, Hz. İbrahim'in Babası Mıdır?. 69

Diktatör Nemrüd İle Hz. İbrahim'in Mücadelesi 71

Hz.  İbrahim'in Yıldızlar Hakkında  «Bu Rabbimdir» Sözünde Alimlerin İhtilafı 72

Nemrüd'un Azaba Çarptırılması 73

Hz. İbrahim'in Devrinde Yıldızlarla İlgili İlim Yaygındı 75

Müşrikleri Hayatta İken Ziyaret Caizdir Nevevi Hadisin Şerhinde Şunlari Söylüyor: 77

Peygamberler Müşrik Olan Yakınları İçin Af Talep Edebilir Mi?. 77

Mühim Bir Nokta. 79

Peygamberlerin Ataları Kurtuluşa Ermişlermidir?. 79

Meal 80

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 81

Allah'a Şîrk Koşmak Zulümdür 81

Hz. Davud Ve Hz. Süleyman Saltanat Verilmiş Peygamberlerdir 83

Kur'anda İsmi Geçen Peygamberlerin Soyu Eyyub (As). 83

Allah İnkarcı Kavmin Yerine İnkâr Etmeyecek Kavmi Getirir 85

Peygamberimiz Bütün Peygamberlerden Üstündür 86

Kur'an Öğretme Karşılığı Ücret Alınabilir Mi?. 86

Meal 87

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 87

Şehirlerin Anası Mekke. 89

Yalancı Peygamber Müseylemetü'l-Kezzap. 89

Yalancı Peygamber Esved El-Anesî 90

Resûlüllahın Kâtibi İken Dinden. Çıkan Kimdir?. 90

Kıyamet Gününde İnsanların Durumu. 91


EL-EN'AM  SÛRES
İ

(6. SÛRE)

 

Mekke'de yani hicretten önceki, dönemde nazil olmuştur. 165 âyettir.-[1]

 

Meal

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

(1) Hamd, o Allah'a ki gökleri ve yeri yarattı. Karanlıklar ve nuru kıldı. Sonra kâfir oluverenler Rablerine denk tuttular.»

(2) Allah o zattır ki, sizi balçıktan yarattıktan sonra bir ecel (süre) belirtti. Belli bir ecel (süre) onun yanındadır. Bütün bunlardan sonra sizler hâlâ şüpheye düşüyorsunuz.»

(3) Göklerde ve yerde Allah Odur. Ve sizin gizlinizi ve açığınızı bilir. Sizin kesbettiğinizi de bilir.»

(4) Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler.»

(5) Hak onlara geldiğinde, onu yalanladılar. Alaya aldıklarının haberi onlara gelecektir.»

(6) «Kendilerinden önce kaç kuşak helak ettiğimizi görmediler mi? Onları yeryüzünde sizinkinden daha fazla yerleştirmiştik. Gökten üzerlerine sağnak gönderdik. Nehirleri altlarında akar yaptık. Günah­larından Ötürü onları helak ettik. Arkalarından başka kuşak oluştur­duk.» 

(7) Eğer sana yaprakta yazılı bir kitab indirseydik, onlar da onu elleseydüer yine de şüphesiz ki, kâfir oluverenler «Bu apaçık bir sihir­den başka birşey değildir» derlerdi...»

(8) Ve neden onun (peygamberin) üzerine bir melek indirilme­di? diyeceklerdir. Eğer bir melek indirseydik emir yerine getirilmiş olurdu. Sonra onlara mühlet verilmezdi. (Göz açtınlmazdı).» [2]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsirî

 

El-En am suresi, Kur'an'ın altıncı süresidir. Kûfeliîerin katında âyetleri (165) yüzaltmış beştir. Basra'lılar ve Şam'hlar katında ise (166) yüzaltmış altıdır. Hicazlılar katında (167) yüzaltmış yedidir. Bu surei celîle Mekkî'dir, yani hicretten önceki dönemde nazil olmuştur, îbnul Münzir, Ebu Cufeyhe'den: (Bu sûrenin):

((Eğer onlara melekler indirseydik» âyeti Medenî'dir, yani hicretten sonra nazil olmuştur» diye rivayet ediyor.

Ebu-Şeyh, El-Kelbi'den ve Süfyan'dan rivayet ediyor: Şu gelecek iki âyet Medeni'dir (yani hicretten sonra nazil olmuştur):

«De ki: Gelin Rabbinizin size haram eylediği şeyleri ben size oku­yayım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Babanıza ve annenize ihsan ediniz. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Biz sizi de onları da nzaklandınnz. Kötülüklerin açık ve gizlisine yaklaşmayın. Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın. Meğer ki, hak ile ola. İşte Allah size ak­lınızı başınıza alasınız diye bunları emretti. Yetim, rüşd çağma erişin-ceye kadar malına   ancak iyilik etmek için olmazsa  yaklaşmayın, ölçüyü, tartıyı adaletçe ölçüp tartın. Biz, bir kimseye gücünün yet­tiğinden başkasını teklif etmeyiz. Söylediğiniz zaman akrabanız dahi olsa adaleti gözetiniz. Allah'ın ahdini yerine getiriniz. îşte Allah size iyice düşünmeniz için bunlar tavsiye etti.»  (El En'am 151-152).

Bu hadisi İshak bin Raheveyh müsnedinde Şehr bin Havşeb'ten rivayet etti. Fakat iki âyetin mânâsı ciheti, önceki görüşün daha kuv­vetli olduğunu sergiler. Çünkü bu âyetler Medine'de bulunan yahudi-lerle yapılan münakaşalar konusunda nazil olmuştur. «De ki, geliniz» diye başlayan iki âyet ise, Mekkî sûrelerin konusundandır. Onların mânası, kendilerinden sonra gelen âyetlerle bitişiktir.

Muaz, İbni-Abbas'tan rivayet ediyor: «53. cü âyet te Medenî'dir.» Tefsir âlimleri; «91-93. cü âyetler ile 51-53. âyetler, hicretten son­ra nazil olmuştur» dediler.

İmam Suyuti, «el-İtkan» adlı eserinde «îbnil Hisarın «El En'am sûresinin 9. cu âyeti hicretten sonra nazil olmuştur» diye istisnası var­dır. Fakat bu hususta herhangi bir sıhhatli nakil gelmemiştir, diyor.

Fakat İbni Abbas'tan «51-53. cü âyetlerin istisnası hakkında sıh­hatli bir nakil gelmiştir.

91-93. cü âyetler hakkında ise, İbni Ebi-Hâtim, bunlar Malik bin Seyf in hakkında nazil olmuştur diye nakil yapıyor. «Allah'ın kesesin­den yalan uydurandan daha zalim kim olabilir» âyetiyle onun arkasın­dan gelen âyetler «Müseylemet ul-Kezzab» hakkında nazil oldu. «O, kimseler ki, onlara kitab vermişiz, onu tanırları) âyetiyle «O kimseler ki onlara kitab vermişiz bilirler ki, o, gerçekten rabbinden nazil olmuş­tur» âyeti müstesnadır. [3]

 

Bazı Ayetler Daha Sonraki Hadiseleri Kapsar Mı?

 

Sabit olmuştur ki, bazı âyetler inişinden daha önce veya daha son­ra olan hadiselere şamil geliyor. O hadiselerin istikbalde olacakları için, o âyetler zikrediliyor. Sahabelerden sadece o anda âyeti dinleyip daha önce âyeti dinlemeyenler zanneder ki; o âyet, o hadise hakkında nazil olmuştur. Bir de, çoğu kez sahabi «Filan âyet, filan hadise hak­kında inmiştir» diyor. Bu sözünden gayesi; bu emri veya bu hükmü is­pat etmek için inmiştir veya bu hükme delâlet ediyor demektir. Saha­beden bunu dinleyen râvi, zanneder ki; o âyet o hadise zamanında in­miş, halbuki sahabe bunu' kastetmiyor.

Suyuti, bu mânâyı İbni Teymiye veya Zerkeşi'den naklediyor. Tah­kik şudur ki; bu gibi rivayetler, müsned hadisden değil tefsirden sayı­lırlar.

Medenî âyetlerin Mekkî bir sûrede veya Mekkî âyetlerin Medenî bir sûrede bulunması, asîm hilaf ınadır. Muhtar odur ki, bu gibi bir söz, ancak senedi sahih, metni sahih, muaraza ve ihtimallerden sağlam olan bir rivayetle sabit olursa, kabul edilir. Oysa biz muhaddiselerin «Bu sûrenin filan âyetleri müstesnadır» yani onlar Medine'de (hicret­ten sonra) nazil olmuşlardır şeklindeki istisnaları tasrih (açıkça ifa­de) ettiklerini görmüyoruz. Ancak İbni Abbas'ın Mekkî sûrelerin mevzuundan olan üç âyetin istisnası hakkındaki görüşü tasrih edilmiştir. Belki de istisna yapanlar; o istisnalarına delil olarak gördükleri me­tinleri nassıyla, (kesinlikle) rivayet ederlerse, onların hükümlerine da­ir hiç de delil orada bulunmaz. [4]

 

El'enam Sûresi Defa'tan Mı İnmiştir?

 

El-En'am sûresinin defaten nazil olduğuna   dair gelen hadislere gelince; bunları birçok muhaddis, tabiinlerin çoğundan nakletmiştir.

Suyuti, «El Itkan» da Ebu Ubeyde ve Teberani'den, onlar da İbni g Abbas'tan rivayet ederler. Tabarani aynı zamanda Yusuf bin Atiyye'-den, o da İbni Ömer'den merfu  olarak rivayet ediyor. Mücahid ve Ata'dan da bu rivayet gelmiştir. Bütün bu rivayetlerde: «En'am sûresi yetmiş bin melek tarafından teşyi edilerek indi» tabiri vardır. Ancak Mücahid'den gelen bir rivayette: «Beşyüz melek teşyi ederek indi.» ta­biri vardır.

Suyuti; «Bu hadisler, delillerdir. Biri diğerini takviye etmektedir» diyor.

İbni Salah, «Bu hadis zayıf bir senedle Ubey bin Kâb tarikiyle ri­vayet edilmiştir» diyor. Ve «Bunun sahih bir senedini görmedik. Buna muhalefet eden hadisler de rivayet edilmiştir» diye ekliyor.

Rivayete göre, bu sûre defaten nazil olmamıştır. Onun bir takını âyetleri Medine döneminde nazil olmuştur. Fakat bu Medine dönemin­de nazil olan âyetlerin adedinde ihtilâf vardır. Bazıları; üç, bazıları, altı âyettir dedi, Bazıları, başka bir aded ileri sürdüler.

Ed-Durrül Mensur'da; Enes ve Ubey bin Kâb tarikiyle defaten inişi merfu olarak rivayet edilmiştir deniliyor. İbni Mesud, Yezid kızı Esma, Ebi Cüheyfe ve Hz. Ali'den de sûrenin defaten inişi rivayet edil­miştir deniliyor. Binaenaleyh fikir yürütme yeri olmayan veya olma­sına yer bulunmayan bir meselede içtihad olmayacağına göre, riva­yetlerin çokluğu o meselede doğru bir temelin olduğuna delâlet eder­ler.

Biz deriz ki; açıkça «El Enam» sûresinin defaten nazil olduğunu ve onunla beraber yetmişbin meleğin geldiğini   ifade eden hadislere ters düşecek nitelikteki hadisler yoktur, tbni Salah'ın, «Bu zaif bir se-nedle Ubey bin Kâb tarikiyle rivayet edilmiştir» demesinden maksadı; bazı âyetlerin istisnaları hakkında gelen rivayetlerdir. Daha önce bil­din ki, açık ve sarihçe bunlara delâlet eden herhangi bir rivayet yok­tur. Öyleyse «El Enam» sûresinin defaten nazil olduğunu getiren riva­yetler daha kuvvetlidir. Çünkü asla daha uygundur. Bir de isbat edici­dir. İstisna rivayetleri ise, yok edicidir, «tspat eden yokedenden daha öncedir» usul ilminin kaidesini de unutma. İkinci bi rkaide vardır: «İs­tisnalar umumun miyarıdırlar» Yani genel kaidelerin terazisidirler. Madem ki, İbni Abbas: «El-Enam sûresi defaten Mekke'de nazil olmuş-tur.Mekkî sûrelerden sayılıyor. Ancak ondan üç âyet müstesnadır, on­lar Medine döneminde nazil olmuştur» demiş, o halde anlaşılıyor ki, sûrenin defaten Mekke döneminde nazil olması ve yetmiş bin melek tarafından teşyi edilmesi rivayetleri asıl ve kuvvetli rivayetlerdir.

Bir çok tefsircinin «Uzun sûrelerin veya (260) ikiyüz âyetli sûre­lerin hiçbirisi defaten nazil olmamıştır. Çünkü defaten nazil olmakla meşhur olan sûrelerin hepsi «El-Mufassal» sûrelerdir. El-Mufassal sû­reler de, Kaf veya Hucurat sûresinden başlarlar, mushaf-ı şerifin son sûresine kadar giderler» demeleri de boşa çıkmıştır.

AIûsi, Ruhul Meani'de «İbni Salahın dediği gibi Enam Sûresinin defaten nazil olduğu hususunda gelen rivayet zaittir» diye fikir belir­tiyor. Ve defaten nazil olması müşkildir diyor. Çünkü sûrenin her âye­ti hakkında «şu âyetin sebebi nüzulü sudun) demek mümkün olamı­yor.

Reşid Riza, El-Menar'ında; hiçbir tefsirci sûrenin her âyeti için sebebi nüzulü budur dememiştir. Ancak sûrenin on küsur âyetinde nüzul sebebi belirtilmiştir. Üstelik âyetin sebebi nüzulüdür diye belir­tilen bazı rivayetler sıhhatli de değildir. Diğer kısımlar ise, o âyetle­rin zaman zaman, parça parça inişine delâlet etmez. Onlar «Filan âyet, filan hadise hakkında inmiştir veya müşriklerin şöyle şöyle söyledik­leri hakkında inmiştir» demeleri, bu âyetler bu hadiselerin oluşundan, bu sözlerin söylenişinden sonra, bu hadiseler ve sözler hakkında Al­lah'ın hükmünü beyan etmek için gelmişlerdir. Bu da, âyetlerin bir sûrenin zımnında nazil olmasına ters düşmemektedir» dedi.

Büyük tefsir âlimi Pahreddin Razi «Tefsir-i Kebir (futuhul gayib)» de şunları söylüyor:

(Usul âlimleri; El Enam sûresi iki çeşit faziletle güzelleştirilmiştir diyorlar. O faziletlerden birisi, bu sûrenin defaten nazil olmasıdır. İkin­cisi, bu sûreyi yetmiş bin meleğin teşyi etmesidir. Bu iki özelliğin bu sûreye verilmesinin sebebi şudur: Bu sûre, Tevhid, Adalet, Nübüvvet ve Haşr delillerini kapsamaktadır. İslama dil uzatan münkir ve mul-hidlerin mezheblerini yok etmektedir. Bu da, delâlet eder ki, usul ilmi büyüklük ve güzellikte son zirvededir. Bir de ahkâma delâlet eden âyetlerin inişi ve bazan ihtiyaç kadarı indirilmesi, maslahat oluyor. Hadiseler ve durumlara göre, inmesi maslahattan oluyor. Fakat usul ilmLıe delâlet eden hüküm ise, Cenab-ı Hak onu defaten indirmiştir. Bir de usul ilminin acelece öğrenilmesinin müslümamn boynuna farz olduğuna delâlet eder.

Usul ilminden maksad, dini inançlar ve akidelerdir. Onları Kur -an'ın üslubu ile öğrenmek farzdır. Kelâmcılann veya Yunan filozofla­rının üslubuyla öğrenmek ise, başka bir mevzudur. [5]

 

Bu Sûrenin El Maide Süresi İle Münasebeti

 

Kur an sûrelerinin tertibine bakıldığında, görülür ki, mushaftaki sûrelerin tertibinde uzunluk, ortalık ve kısalık gözetilmiştir. Tabii bu da mutlak değil, çoğu kez böyledir. Umulur ki, bu, sûrelerin okunma­sına ve ezberlenmesine yardım olsun diye böyle olmuştur. Halk evvelâ başta yedi uzun sûreyi, âyetleri (200) ikiyüzden aşağı olan sûrelere kadar getirir. Sonra  el-mesani  sûrelerini okur. Sonra El-Mu­fassal sûrelerle bitirir. Bu ise, usanmayı daha giderici, şevk ile okuma­ya daha çağına bir usuldür. Ezberlemek hususunda ise Kur'an'm so­nunda başlanılır. Çünkü çocuklar için bu daha kolaydır. Fakat gerek tuval (uzun) sûrelerde olsun, gerek miiN yani ikiyüzden aşağı olan sûrelerde olsun, gerek El-Mufassal yani Kaftan veya Hucurat'tan so­nuna kadar olan sûrelerde olsun, bazan kısa sûre daha uzun sûreden önce zikrediliyor. Bunun hikmet ve nedeni, sûrelerdeki mânâlann mü­nasebetlerinin gözetilmesidir.

 ((El Enam» dan önce uzun sûrelerden dört tanesi geçti. Bu dört sû­re de, hicretten sonra nazil olan sûrelerdir. «El Enam» dan sonra «El Araf» sûresi geliyor. O da, «El-Enam» gibi, hicretten evvel nazil olan sûrelerdendir. «El-Enam» ile «El-Araf »tan sonra, El-Enfal ve Et-Tev-b2 sûreleri geliyor. Bunlar da hicretten sonra nazil olan sûrelerdir. Kur'an'm ikinci dörtte birinin başına düşerler. El Enfal ile Et-Tevbe'-den sonra gelen ve Kur'an'm birinci yansına giren sûrelerin hepsi Mekki'dir. Kur'an'm dörtte birinin üçüncü kısmının sûreleri ise, hepsi Mekki'dir. Ancak «En-Nur» sûresi Mekki değildir. Ve Hacc sûresinde de ihtilâf vardır. Kur'an'ın dördüncü dörtte biri ise, değişik sûreler­den müteşekkildir. Çoğu El-Mufassal sûreleri teşkil etmektedir.

O halde, önce El-Enam ile EI-Araf sûrelerinin niçin, hicretten sonra nazil olan iki sûreden önce getirildiğinin münasebetini. Sonra da En'am'ın Maide'yle münasebetini zikredelim.

«El Bakara» sûresi, İslâmın asli ve fer'i meselelerini derleyen en cami' sûredir. O sûrede Tevhidin, Hasrın, genel Risaletin, özel Risale-tin, İslâmın ameli hükümlerinin, yaradılışın, tekvinin, kitab ehlinin, müşriklerin ve münafıkların Kur an daveti hakkındaki durumları zik­redilmektedir. Hepsiyle nasıl cedel edilebilecektir beyan edilmektedir. Mali, Ölüm ve evlenme muamelelerinin hükümleri belirtilmektedir. El 5 Bakara'dan sonra gelen uzun sûreler onun içindeki hükümleri tamam­layıcıdırlar. Âl-i İmran, En Nisa, El Maide, ehli kitabla ilgili hüküm­leri izah ve tafsil ediyorlar. Fakat El-Bakara'da özel olarak yahudiler-le uzun tartışmalar yer almaktadır. Âl-i İmran ise, ilk âyetlerinde Hris-tiyanlarla oldukça uzun bir mücadele götürür. En Nisa sûresi ise, son­larında Hristiyanlarla uzun tartışmalar getirdi. Arasında münafıkla­rın El-Bakara sûresinde mücmel- olarak geçen durumlarını belirtti. Sonra El-Maide, yahudi ve hristiyanlara müşterek bulundukları nok- g talarda mücadele açtı. Ve herbirinin teker teker savunduklan nokta­lara değindi. İnanç ve akidelerin emri dinde en önde gelen emir oldu- 6 ju için yani ehli kitabın inanç meselesinde müşriklerden daha berbat s durumları bulunduğu için, onlarla mücadele eden sûreler takdim edil­di. O sûrelerden sonra, müşriklerle mücadeleyi getiren ve mufassal bir şekilde belirten sûrenin gelmesi uygun düşerdi. İşte o sûre «El-Enam» süresidir. Hiçbir sûre mufassal olarak ehli kitabla mücadeleyi El-Enam gibi getirmemiştir. Binaenaleyh El-Enam sûresi. El-Bakara sûresinde bulunan inançlarla ilgili hükümlerin tamamlayıcısıdır. El-Araf sûresi de, El-Enam'dan sonra gelip, El-Enam'daki hükümleri tamamladı. Ve Cenab-ı Hakkın Peygamberleri ve ümmetleri hakkında bulunan kanun ve sünnetlerini açıklayıcı oldu. Bu, hem müşriklerin hem de ehli kita­bın aleyhinde hüccettir. El-Enam sûresi, İbrahim (A.S.) hakkında taf­silât getirdi. Hz. İbrahim'e Araplar sadece soyca, ehli kitab ta hem soyca hem de dince kendilerini nisbet etmektedir. El Enam sûresi Mu­sa (A.S.) hakkında tafsilât getirdi. Ehli kitabın kendilerini nispet et­mekte oldukları ve kendisinden sonra   İsa da dahil  gelen Peygam­berlerin onun şeriatıyla amel etmiş oldukları Musa... El-Enam süresiy­le El-Bakara'da mücmel geçen inançların konusu, tefsil edilip açıklan­dığından sonra orada mücmelen belirtilen ahkâmlardan bir kısmı En-Nisa sûresinde açıklandı.

Hülâsa: «El-Enfal» ve «Tevbe» sûreleri bu duruma açıklık getir­mesini sağlayan sûrelerdir. Bir de bu iki sûre ile Kur'an'ın üçte biri tamamlanmış oluyor.

Bu söylediklerimizle anlaşıldı ki «El-Maide» ile ((El-Enam» sûreleri arasmdaki en büyük münasebet, El-Maide'nin çoğu, ehli kitabla cidal konusunu teşkil etmektedir. El-Enam'ın çoğu —hatta tamamı— müş­riklerle olan cidalin konusunu teşkil etmektedir.

Ahkâmda münasebet, «El-Enam» sûresinde Allah'ın dininde ha­ram olan yiyecek maddeleri ve kesilmiş etlerin hükümleri icmalen zik­redilmiştir. «El Maide»de ise bu, tafsilâtla zikredilmiştir. «El-Maide», malum olduğu üzere en son inen sûredir. Bir de «El Enam»'da müş­rikler katında haram olan yiyecek maddeleri zikredilmiş, El Maide'de ehli kitabın yiyecekleri konusunda bahis vardır.  [6]

Celâleddini Suyuti'ye göre; El-Maide ile El-Enam arasındaki mü­nasebet şudur: Cenab-ı Hak mücmel olarak El-Maide sûresinin son âyetinde göklerin, yerin ve onlarda bulunanların mülkiyeti Allah'ın­dır, demektedir. Bu sûrenin başında ise, bunun tafsilatını yapmakta­dır. Evvelâ gökler ve yerlerin yaradılışından başlar. Sonra karanlıklar ve nurların yaradılışını buna ekler. Çünkü gökler ve yerde bulunanlann biri de, karanlık ve nurdur. Sonra insanoğlunu yaradışım söyler. Ona bir ecel tayin ettiğini, ikinci bir ecel de haşr için belirttiğini söy­ler. Sonra kuşak be kuşak varlıkları yaratmış olduğunu ekler. Sonra mekân zarfında bulunanların mülkiyetini zat-ı uluhiyyetine ispat et­mek için şu suali sorar:

«Sor:  Göklerde olan kimindir?» Sonra gecede ve gündüzde sü­kun eden onundur» der. Böylece zaman zarfındaki mazrufların mülki­yetinin zatı uluhiyetine ait olduğunu ispat etmiş olur. Sonra yürüyen ve uçan hayvanların yaradışmdan bahseder. Sonra uyku, uyanıklık ve ölümün yaradılışından bahseder. Sûrenin esnasında da birçok şeyin yaradılışından bahseder. Yerlerde ve göklerde parlayan cisimler yıldız­lar, sabahın karanlıktan soyulup çıkarılması, daneyi parçalamak, çe­kirdeği parçalamak, suyu emdirmek, bitki ve meyveleri çıkartmak, bü- S tün çeşitlerini yaratmak, meyve, ağaç ve bitkilerle bezenmiş bahçele­rin yaradılmış olduğunu zikrediyor.

Celâleddin Suyuti başka bir vecih daha zikretmiştir: Cenab-ı Hak El-Maide sûresinde:

«Ey iman edenler! Sakın Cenab-ı Hakkın sizin için helâl kıldığı maddelerin temizlerini haram kılmayınız» buyurmuştur. Ve ondan sonra Cenab-ı Hak, «Bahire, Şaibe, Ham ve Vesileyi kılmamıştır» demiş. Böylece kâfirlerden haber verdi ki, Allah'a iftira ederek Allah'ın f rızık olarak onlara verdiği bazı şeyleri, Allah bize haram kıldı, dediler. Maksad, müslümanları Cenab-ı Hakkın helâl kıldıklarından herhangi birşeyi haram kılmaktan sakmdırmakdır. Çünkü böyle yaparlarsa yap­tıklarında kâfirlere benzemiş olurlar. Bunu kısa ve öz bir şekilde zik­retti. El-Enam sûresinde ise, kâfirlerin yaptıklarındaki durumlarını en açık bir şekilde, en mükemmel bir tarzda beyan etti. Sonra bu husus- jğ ta onlarla mücadeleyi ortaya koydu. Onların iddialarının boş ve batıl | olduğuna dair deliller getirdi. Onlarla muaraza etti. Onları nakzetti. Böylece bu sûre El-Maide'nin içermiş olduğu mânâlann bir nevi açık­laması mahiyetini aldı. Birisinde icmalen, öbüründe tafsilen. Birisin- | de kısa, birisinde uzun ve mebsut bir şekilde geldi.                                 |

Haberde gelmiştir: «El-Enam sûresi, defaten nazil olmuştur, ancak altı âyet müstesnadır. Onu yetmiş bin melek teşyi etmiştir. Onun bir tek âyetiyle beraber oniki bin melek inmiştir. O âyet «gaybm anahtar­ları Allah'ın katındadır, gaybı ancak Allah bilir.» âyetidir. Melekler El-Enam sûresini geceleyin indirdiler. Onların yüksek seslerle teşbih ve hamdettikleri vardı. Cenab-ı Peygamber, vahy kâtîblerini çağırdı. O gece El-Enam sûresini onlara yazdırdı.»

Ebu Cafer bin Has, senedli olarak Enes bin Malik tarikiyle rivayet ediyor: Allah'ın Resulü: «El Enam Sûresi nazil oldu. Onun beraberin­de yer ile gökler arasını dolduracak kadar melekler var idi. O melek­lerin tekbir sesleri yükseliyordu. Yer onlar için adeta raks (dans) edi­yordu» dedi. Cenab-ı Peygamber de o zaman «Sübhane Rabbiyelazim  Yüce olan Rabbim ortaktan münezzehtir  teşbihini üç defa tek­rarladı.»

Darimi Ebu Muhammed, Müsnedinde, Hz. Ömer'den rivayet ediyor:

«El-Enam sûresi Kur'an'ın  necaîbler  (efdal sûreler) İndendir.»

Yine Darimide Kâab'tan gelen bir hadisde:

«Tevrat'ın başlangıcı El-Enam'ın başlangıcıdır. Tevrat'ın sonun­cusu Hud sûresinin sonuncusudur.»

Bunu aynı zaman Vehb bin Münebbih de söylemiştir.

El Mehdevi zikretti:

Tefsir âlimleri: Tevrat, «yer ve gökleri yaratan Allah'a hamd mah­sustur» âyetiyle açılıp başlandı. Ve «Çocuk edinmemiş, mülkte onun ortağı olmayan Allah'a hamd mahsustur» âyetiyle sonuçlandı.» dedi­ler...

Es Salebi Cabir'den, Resûlüllah'tan rivayet etti:

Eî-Enam sûresinin başından üç âyeti okuyup «Sizn kesbettiğinizi biliyor» âyetine kadar gelen bir insan, için kırk bin melek vazifelendi­rilir. Onun için onların ibadetleri kadar, kıyamete dek sevab yazarlar. Yedinci gökten bir melek iner. Onun beraberinde demirden bir tokmak vardır. Şeytan bu insana vesvese vermek veya onun kalbine bir şeyi il-ka etmek istediği zaman, o tokmakla şeytanın kafasına bir darbe in­diriyor. Böylece o insan ile şeytan arasında yetmiş perde oluyor. Kı­yamet günü geldiğinde Cenab-ı Hak buyuruyor:«Benim (arşımın) gölgesinde yürü. Bugün benim (arşımın) gölge­sinden başka gölge yok. Cennetimin meyvelerinden ye. Kevserin suyun­dan iç. Selsebilin suyundan yıkan. Sen, gerçekten benim kul um sun, ben de senin Rabbinim.»

Buhari, İbni Abbas'tan rivayet ediyor:

Arapların cahilliğini öğrenmek istiyorsan El-Enam sûresinin (130) yüzotuzun üstündeki âyetleri oku.

«Çocuklarını ilimsizlik ve hamakatlarından Ötürü öldürenler za­rar ettiler» âyetinden başla, «onlar, hidayet olamazlardı» âyetine ka­dar devam et.[7] 

El Alûsi «Ruhul Meaini»de; «Bu haberlerin çoğu zaittir. Bazıları mevzudur. Nitekim hadis araştırması yapanlara bu konu gizli değildir» diyor.[8]

«Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı kılan Allah'a mahsustur...» Bu âyetin tefsiri: [9]

 

Gök Yerden Şereflidir

 

Cenab-ı Hak, bu âyette ister Allah'a hamdedilsin, ister edilmesin, hamdın ancak Allah'a lâyik olduğunu ve bu büyük nimetler karşısın­da ancak hamda müstahak olanın Allah olduğunu haber veriyor. Bu âyet Allah'a denk koşanlar aleyhinde hüccettir. Gökler de cem1 (çoğul) sığası getirdi. Yer*de müfred (tekil) tâbirini kullandı. Oysa yerler de gökler kadardır. Çünkü göklerin tabakaları değişiktir. Eserleri ve ha­reketleri ayrı ayrıdır. Allah, gökleri yerden önce zikretti. Zira gök da­ha şerefli, mekânı daha yücedir. Yerden daha önce yaratılmıştır. Gök­lerin şerefliliği, meleklerin mahalli, duaların kıblesi ve tahir ruhların miracı (çıkış yeri) olduğundan büyüklüğünden ve yeryüzünün kürrevî olduğunu kabul edenlere göre, yer küresini ihata ettiğinden ileri geli­yor. Göklerdekileri, ancak tebliğ etmek, kudsun huzurunda mukim olmaya ehil olmak için yaratılmışlardır. Çünkü yeryüzü karar yeri değildir. Peygamberlerin bedenlerinin yer tabakasından yapılması ve o bedenlerin yerde defnedilmesi, yerin daha şerefli olmasına delâlet et­mez. Çünkü şerefin menşei olan ruhları yeryüzünden değildir. Ve ruh­lar yeryüzünde defnedilmiyor. O durum delâlet etse etse yerin daha şerefli oluşuna değil, sadece şerefli oluşuna delâlet eder. Cenab-ı Hak­kın yeryüzünün bazı bölgelerini bereketle vasıflandırması da gök­ten daha şerefli oluşuna değil—, sadece şerefli oluşuna delâlet eder. îşte bu şereften ötürü gök, yerden önce zikrediliyor.

Bazı tefsir âlimleri «gerçekte yer bir tabakadır. Bunun için çoğul olarak kullanılmamıştır)) dediler.

«Kim ki başka bir kimsenin arazisinden bir karış kadarını gaspe-derse, yedi tabak yere kadar Cenab-ı Hak onu tok yapıp gâsibin boy­nuna geçirecektir» mealindeki hadisde yer, «Akalimi-seb'a» (yedi ik­lim) itibarıyla çoğul olarak getirilmiştir.

Ebu Şeyh ve Tirmizi, Ebu Hüreyre'den «Siz, bunun ne olduğunu biliyor musunuz? Bu yeryüzüdür. Siz, bunun altında ne vardır biliyor musunuz?» diyen Peygambere sahabeler: «Allah ve Resulü daha iyi bi­lirler» cevabım verince Resûlüllah: «Başka bir yer vardır. Bu yer ile o yerin arasında beşyüz senelik bir mesafe vardır» diye devam etti. Böy­lece Resulü Ekrem yedi yer tabakasını saydı. Her iki tabakanın arasın­da beş yüz senelik mesafe olduğunu beyan etti. Bu türden olan Hadis­ler böylece yedi iklimle tevil edilmiştir. «taht» (altındadır) tabiri ise, bu tevile mani olamaz. Çünkü yer de gök gibi kürevidir. Bir de birşey-den sonra gelen diğer bir şey için «Ö sonra gelen onun altındadır» deni­liyor!.

«İki tabakanın arasında beşyüz senelik mesafe vardır» tabirinden maksat, yerin ilk iklimine denk çizgide bulunan göklerin, birisinden di­ğer iklimin başlangıcına kadar olan mesafe 500 senelik bir mesafedir demektir. Şüphesz ki, bu mesafe bazan fazla olabilir. Bir de, sayıdan çoğu kez muayyen rakam değil de çokluk kaştedilebilir. Bir de Cenab-ı Hakkın «Allah o Allah'tır ki yedi tabak göğü yarattı. Yerden de onla­rın mislini yarattı» âyeti iklimlerin içerdiği varlıkta benzerlik vardır mânâsına alınır. Gerçek sayı mânâsına alınmaz.

Malûmdur ki, bu tevil zorlamadır. Allah'ın kudretini itham etmekten başka bu tevili yapanı zorlayan herhangi bir neden ortada görülme­mektedir. Sanki tevilci, Cenab-ı Hakkın yedi tabaka yeri yaratmaktan aciz olduğunu görür de bu tevillere girişir dad  harfini en açık bir şekilde telaffuz eden, kelâmıyla her şek ve şüpheyi ortadan kaldı­ran Hz. Muhammed'den varid olan nassm zehirini tevile kalkışıyor. Ayetteki. benzerliği tabakalar ve yedilikteki benzerliğe değil de iklim­lerde mevcut olan yedilikteki benzerliğe hamlediyor.[10] 

Beyzavi gibi, bazı müdekkikler; göklerin «yer» in üzerine takdim edilmesinin nedeni, gök yerden daha önce yaradılmıştır, diye gösteri­yorlar. Bu görüşün sadece bazı tefsir âlimlerinin görüşü olduğu apaçık­tır. Yani göğün yerden önce halkedümesi üzerinde ittifak edilmiş bir hüküm değildir.

Mahlûklardan sadece gökler ile yerin yaradılışını zikretmenin ne­deni; yer ile göklerin ulvi ve süfli olmak üzere bütün eserleri kapsa­makta oluşlardır. Gizli ve açık nimetlerin tamamı onlardadır. Bu ni­metlerin en yücesi olan —varlık nimeti, onlardadır. Bu varlık nimeti, tek başına Cenab-ı Hakkın hamdini bütün var olanlara farz kılan bir nimettir. Bu varlık nimetinden çıkan afaki ve enfusi nimet­ler ki, ahirette ve dünyada kulların maslahattan onlara bağlıdır, onlar da eklenirse, o vakit Cenab-ı Hakkın hamdinin neden farz olduğu or­taya çıkar. Yaradılıştan maksad, İnşa ve icaddır. Yani adem (yokluk) sahasından varlık sahasına geçirmektir. [11]

 

Nur Île Karanlık

 

«Karanlıkları ve nuru kıldı» âyetindeki, «kılmak» tan maksad, yine inşa ve icaddır. Ancak «halk» ile «ceal» tabirlerinin arasındaki fark, Şeyhülislâmın da dediği gibi «ceal» tekvini inşaya mahsustur. Ora­da takdir ve tesviye mânası vardır. «halk» ise hem bu mânâyı hem de genel bir mânâyı kapsamaktadır. Bir de ceal teşrii mânâsına mah­sustur. Meselâ «Cenab-ı Hak, herhangi bir Bahireyi kılmamışlar» âye­tinde   ceale bu mânâya gelmiştir.

tefsirciler ceal ile halk arasındaki fark, halkta takdir manâsı, ceal'de tazmin mânâsı vardır derler. Yani o başkasından oluşturul­muştur. Başkasının zımnındadır. Bunun için Cenab-ı Hak, nur ve zul­metin icad edilmesini ceal, (kılmak) ile tabir etti. Ve dikkatleri, bun­ların ikisi tek başına hiçbir şey yapamazlar diye çekti.. Ve böylece «Es seneviye» denilen kâfir ve sapık zümrenin iddiasını reddetmiş oldu. İtiraz ediliyor ki; Seneviyyeler, nur ve zulmetin kadim, işitici, ve gö­rücü iki varlık olduklarını iddia ediyorlar. Nur, hayrın Hâliki, (yara­dan!), zulmet, şerrin Hâliki (yaradam)dır, diyorlar. Böyle olursa, nur ile zulmet bilinen hakiki mânâya gelmezler. Cenab-ı Hak, onların bu iddialarını «nur ile zulmetleri kıldı» âyetiyle reddetmiş oldu. «Ez-zulu-mat» çoğul, «En-nur» tekil olarak getirildi Ta ki, «Essemavat» ile «El-arda» mukabele etsin.

Bazı tefsirciler, («Zulmetten maksad, sapıklıktır. Sapıklığın birçok çeşitleri vardır. Onun için çoğul olarak getirilmiştir. Nurdan maksad, hidayettir. Hidayet ise tektir, onun için tekil olarak âyette zikredilmiş­tir» dediler.

Tefsircilerin birçoğu; zulmet ile nur burada hissedilen —yani du­yulanın kapsamına giren — iki emre ıtlak olunur. Hernekadar Kur'an'da hidayet ve delâlet mânâsına gelmiş ve burada da böyle bir mânâ müm­kün ise de, aslın üzerine hamledilmesi, lafzın hakiki mânâsım lafızdan kastetmek daha uygun ve evlâdır. Hele hakiki mânâya uygun düşen karineler de var ise... Burada böyle bir karine mevcuttur. Çünkü zul­metler ile nur, gök ile yerle beraber zikredilmişlerdir. Gök ile yer ci­simdir. Öyleyse bunlardan da hissedilen, görülen ve tutulan şeyler kas­tedilmiştir.

Katade'den rivayet ediliyor: «Zulmet ile nur cennet ile cehen­nemdir.» Fakat Katade'nin bu görüşü uzaktır. [12]

El-İmam, «Zulmetlerin nurdan önce zikredilmesi, sonradan icad edilenlerin yokluğu varlığından önce olmasından ileri geliyor. Nitekim imam Ahmed ve İmam Tirmizi'nin Abdullah bin Amr bin As'tan riva­yet ettikleri bir hadiste: «Cenab-ı Hak, halkı karanlık içinde yarattı.

Sonra nurundan onların üzerine serpti» denmektedir. Başka bir riva­yette «sonra nurundan onların üzerine attı. Kime nur isabet etmiş ise onu nurlandırdı ve o, hidayet buldu. Kime nur İsabet etmemişse o sa­pıttı. Bunun için kalem olacakları yazdı ve kurudu.»

Bu tevile binaen haberdeki «Zulmet» yokluk, manasınadır. «Nur» ise varlık manasınadır. Fakat hadisin siyakı buna münasib düşmemek­tedir. Zahir şudur ki, zulmet hidayetin yokluğu, tabiatın zulmeti (ka­ranlığı), nur ise, hidayettir.» [13]

 

Bir Kâîde

 

Dikkat edilecek bir nokta vardır; o da şudur: Fahreddini Razi'dan sonra gelen tefsirciler, kelâmcılar, usulcüler ve mantıkçılar «el-imam» tabirini kullanırlarsa, ondan Fahreddin Razi'yi kastederler.

zulmet, nurun yokluğu değil İçinde nur bulunmayan her mekâ­nın temelini teşkil eden haldir.

«Rağib el-İsfehani» «Zulmet nurun yokluğudur. Nur, göstermeye ve görmeye yardım eden ve yayılan ışık demektir» diyor. Ve devamla: «Nurlu cisimlerden yayılan şeylere ışık deniliyor» diye ilâve ediyor.

Deniliyor ki; ateş, ışık verdi ve başkasını ışıklandırdı. Bu alemde Nur ve ışıktan, tarif ve tanımlarını yapmak yönünden daha zengin, da­ha belirgin hiçbir şey yoktur. Sana şu tarif kâfidir: Nur, nefsiyle belir­gin, ve görülmesi mümkün olan şeyleri de belirtendir. Duyular kapsa­mına giren şeylerden en büyüğü ve Cenab-ı Hakkı en belirgin bir şe­kilde göstereni nurdur. Nurun ilmi tarifi en zor şeydir. Çok belirgin ol­duğundan dolayı adeta gizlenmiştir.

Nur, hissî ve surî, manevî ve aklî olmak üzere iki kısma ayrılır; a) Hissî veya surî nur, gözle görülen nurdur, b) Manevî veya aklî veya ruhî nur basiretle (kalb gözüyle) görülen nurdur. Nur kelimesi, Kur'an'-da bazan Kur'an mânâsına, bazan da Resulü Ekrem mânâsına gelmiş­tir.

Selefin tefsir âlimleri, zulmetler ve nurdan maksadın ne olduğu hususunda değişik eserler na£letmişlerdir:

Ebu Şeyh, İbni Abbas'tan (R.A.) «Zulmetler ve nuru kıldı» âyeti­nin tefsirini küfür ve imanı kıldı şeklinde rivayet etmişlerdir.»

Yine Ebu Şeyh ve başkası Katade'den bu âyet hakkında şöyle de­diğini rivayet ediyorlar:

«Gökleri yerden, zulmeti nurdan ve Cenneti de ateşten önce halk-etti.»

İbni Cerir, İbni Ebi-Hâtim, Süddi'den rivayet ediyorlar: «Zulmet­lerden maksad, gecenin zulmetidir. Nurdan maksad, gündüzün nuru­dur.»

İbni Ebi-Hâtim ve Ebu Şeyh, Mücahid'den rivayet ettiler: «Bu âyeti celîle zındıklar hakkında nazil oldu.   Zındıklar «Allah zulmeti, haşeratı, akrepleri ve çirkin olan hiç bir şeyi halketmedi. An­cak nuru ve güzel şeyleri halketti» diye iddia ettiler. Bunun üzerine Ce-nab-ı Hak onlara cevab olarak bu âyeti indirdi!...

Ebu Şeyh, Mücahid'den rivayet ediyor:

«Cenab-ı Hakkın «gökleri ve yeri yarattı» âyeti Allah'ın varlığını inkâr eden zındıkların aleyhinde bir reddiyedir. Cenab-ı Hakkın «ka­ranlıklar ve nuru kıldı» âyeti ise, zulmet ve nurun müdebbir ve halik olduklarını iddia eden mecusilerin aleyhinde bir reddiyedir. Cenab-ı Haklan «sonra kâfir olanlar Rablerine denk tutarlar» âyeti ise, Arap müşriklerinin ve başka miletlerden de olsa, Allah'ın dininde başka ilâ­hın olduğunu iddia edenlerin aleyhinde bir reddiyedir.» [14]

 

İlk Yaratılan Eşya

 

Müslim, Ümmü-Seleme ve Ebu Hüreyre tarikiyle gelen hadisi tah-riç ediyor. Ebu Hüreyre:

— Allah'ın Resulü elimden tuttu. Ve buyurdu:

«Cenabı Hak, toprağı cumartesi günü yarattı. Ve yeryüzünde dağ­lan pazar günü yarattı. Pazartesi günü ağaçları yarattı. Salı günü ho­şa gitmeyen, mekruh ve çirkin şeyleri yarattı. Çarşamba günü nuru yarattı. Perşemb günü yeryüzünde yürüyen hayvanları yaydı (yarat­tı). Adem (A.S.)'i cuma günü, ikindiden sonra, yaradılışın en sonun­da, cumanın son saatinde ikindi ile gece arasında yarattı.»

El-Kurtûbi bu hadisi rivayet ettikten sonra şunları ekliyor: «Alimler, bu hadisi bu sûrenin başlangıcı için getirmişlerdir.»

El Beyhâki şunları söylüyor:

«Hadis sahasında mütehassıs olanlarca bu hadis, hıfzedilmiş değil­dir. Çünkü tefsir ve tarih ehlinin üzerinde olana muhalefet etmekte­dir.»

Bazıları; bu hadisin senedinde bulunan İsmail bin Umeyye, ancak bu hadisi İbrahim bin Ebi Yahya'dan o da Eyyub bin Halit'ten almış­tır. İbrahim ise, hüccet olamaz. Onun hadisiyle ihticac edilemez dedi­ler.»

Muhammed bin Yahya diyor: «Ali bin el Medini'den Ebu Hurey-re'nin hadisini sordum. Ali:

— Bu, Medine ehlinin rivayet ettiği bir hadistir» dedi.

El Beyhaki:

İsmail'e bu hususta Musa bin Ubeyde Er-Rebezi de Eyub bin Ha-lid'den alarak tabi olmuştur. Ancak Musa bin Ubeyde «zaiftir» dedi.

Bekr bin Eş Şerut tarikiyle ve zaif bir senedle Ebu Hüreyre'den ri­vayet etmiştir:

«Şüphesiz ki, cuma güllünde bir saat vardır. Herhangi bir insan o saatte Allah'tan herhangi bir şeyi isterse, Allah onu ona verir.»

Abdullah bin Selâm «Allah, yaratmaya başladığını zaman, Pazar ve pazartesi günleri yeryüzünü yarattım. Sah ve çarşamba günü gökleri yarattım. Rızıklar ve yeryüzünde bulunan şeyleri perşembe ve cuma günü ikindi namazına kadar yarattım. İkindi namazı ile güneşin batışı arasında Adem'i yarattım.» diye rivayet etti. Hadisi, Beyhaki tahriç et­miştir.

Derim ki; bu hadiste yaradılışın, cumartesi değil pazar günü baş­laması keyfiyeti vardır. Nitekim bu durum daha önce İbni Mesud ve başka sahabelerden de bu şekilde geçmiştir. [15]

«Sonra küfre sapmış olanlar Rablerine denk tutuyorlar...» Aye­tin bu cümlesi ya «elhamdülillahi» cümlesi veya    «Halekassemâvatı» cümlesi üzerine atıftır. Atıf olunan iki cümlenin mânâsı arasındaki uzaklığı işaret etmek için Cenab-ı Allah atıf harflerinden  Sonra  mânâsını ifade eden «Sümme» kelimesini kullanmış. Böylece kâfirlerin yapmış olduğunun hakikattan ne kadar uzak olduğunu ifade etmiş­tir.

Hakiki ilâh'm bütün hamdlerle hamdedilmesi boyunlarına farz iken, onun tam tersini nasıl getirdiklerini, ne garib, ne uzak birşeyi iddia ettiklerini ifade etmek için, Sümme'yi kullanmıştır. Ve bütün bunlara rağmen Allah'ın birtakım kullan onu inkâr ettiler. Ona şerik ve denk tuttular. «Onun karısı ve oğlu vardır» diye İsrar ettiler. Ce­nab-ı Hak, onların dediklerinden yücedir, münezzehtir.

 «O sizi çamurdan yaratan, sonra size bir ecel tayin edendir. Malum bir ecel onun katı udadır. Sonra bir de şüphe edersiniz...»

Bu âyetin konusu olan ve çamurdan yaratılan, beşerin babası Adem (A.S.) dir. Beşer Adem'den üreyip, doğuya ve batıya yayılmıştır. [16]

 

Allah'ın Katında Belli Olan Ecelden Ne Kastedilir?

 

«Sonra bir ecel tayin eden ve onun katında malum bir ecel var­dır» âyeti hakkında Said bin Cübeyr, îbni Abbas'tan: «Sonra bir ecel tayin etti»den maksad, ölümdür. «Onun katında belli bir ecel vardır»

dan maksat, ahirettir» diye rivayet etmiştir.

Mücahid, îkrime, Said bin Cübeyr, Hasan, Katade, Dehhafc, Zeyd bin Eşlem, Atiyye, Süddi ve Mukatıl bin Hayyan'dan da bu rivayet edilmiştir.

Hasan Basri: «hükmettiği ecel, insanoğlunun yaradılışı ile Ölümü arasındaki zamandır. «Yanında belli olan ecel» ise ölümünden haşro-Iunacağı zamana kadar olan zaman demektir. Özel ecelin takdiri her insanoğlunun ömrüdür. Genel ecelin takdiri de, bütün dünyanın Öm­rüdür. Sonra nihayet bulması, zevale ermesi, intikal etmesi ve ahiret evinin gelmesidir.»

İbni Abbas ve Mücahid'den «Sonra bir ecel hükmetti» hakkında, «Dünya müddetini hükmetti, tayin etti, onun katında belli bir ecel vardır, yani insanoğlunun ölünceye kadar ömrü vardır»   diye rivayet edilmiştir. Sanki bu mânâ, bu âyetten sonra gelen: «Sizi geceleyin öl­düren, gündüzleyin sizin yaptığınızı bilen» âyetinden alınmıştır.

Atiyye, İbni Abbas'tan: «Sonra bir ecel tayin etti»den maksad, uy­kudur. Uykuda ruh kabzedilir. Uyandığı anda sahibine dönüşür. «Onun katında belli bir ecel vardır»dan maksad, insanoğlunun ecelidir. Mevt, (ölüm) eceli.» Fakat Atiyye'nin bu tefsiri gariptir. «Onun katın-dakinin» mânası ondan başkası bilmez demektir.

Cenab-ı Hak, birinci âyette büyük alemi zikrettikten sonra bu âyet­te küçük alem olan insanoğlunu zikretti. Büyük alemde kıldığım onda da kıldı. El Hafız Ebu Naim kitabında Mürre'den İbni Mesud'dan riva­yet ediyor:

«Ana rahmini idare eden melek, insanoğlunun nutfesini (meni parçasuu) alır, keffine koyar, sonra der:

— Ey Rabbim! Bu yaradılacak mıdır, yaratılmayacak mıdır?»

Eğer Cenab-ı Hak «Yaradılacaktır» derse soruyor: «Ey-Rabbim! Rızkı nedir? Eseri nedir? Eceli nedir?»

Cenab-ı Hak:

«Ümmül kitaba bak!» diyor. Melek, Levhi Mahfuz'a bakıyor. Orada onun rızkını, eserini ve amelini görür. Onun defnedileceği yerin top­rağını alır. O meniyi o toprak ile hamurlaştınr. İşte bu «Topraktan si­zi yarattık, sizi toprağa iade edeceğiz» âyetinin mefhumudur.»

Ebu Hüreyre'den tahric edilmiştir:

«Allah'ın Resulü; her doğan çocuğun üzerine onun mezarının top­rağı serpilim buyurmuştur.

Ben derim ki, bu hadise binaen, her insan çamur ve kıymetsiz su­dan yaratılmıştır. Niıtekim Cenab-ı Hak: «el-Müminûn» sûresinde bunu haber vermektedir. Böylece âyetler, hadisler, intizamlı bir şekle gir­miş olurlar. Aralarındaki terslik ve çatışma ortadan kalkar. [17]

 

Hz. Adem'in Sıfatları, Yaşı Ve Vefatı Ve Adı

 

îbni Saad, Tabakat'mda; Hz. Adem'in sıfatlan, yaşı ve vefatı hak­kında şunları söylüyor:

«Ebu Hüreyre'den rivayet edildi: İnsanoğlu Adem'in çocuklarıdır. Adem topraktandır.»

Said bin Cübeyr'den geldi:

«Cenab-ı Hak, DEÇNE adlı bir yerden Hz. Adem'i hal ketti.»

Hasan:

«Hz. Adem'in göğsü Beni Kilab'ın Basra yolunda ve Mekke'ye da­ha yakın olan Deriyye köyünden getirilen topraktan yaratıldı» diyor.

İbni Mesud:

«Allah İblis'i gönderdi. İblis yeryüzünün derisinden, onun tatlısın­dan, acısından aldı. Ve ondan Cenab-ı Hak, Adem'i yarattı. Binaena­leyh fyer şey ki, Cenab-ı Hak, onu yeryüzünün tatlısından yaratmıştır, o cennete gidecektir. Velev ki kâfirin oğlu olsun... Her şey ki, onu acı­sından, tuzlusundan yarattı. Bir muttakinin veya bir Peygamberin oğ­lu olsa dahi o cehenneme gidecektir, dedi. Bunun için İblis, «çamur (yö­nün) den yarattığına mı secde edeyim?» dedi. Çünkü o, çamuru getir­mişti. Onun için bu itirazı yaptı. Hz. Adem yeryüzünün ediminden (postundan) yaratıldığı için post mânâsına gelen bu ismi aldı...

Abdullah bin Selâm:

«Cenab-ı Hak, Adem'i cuma gününün son saatinde yarattı» dedi.

Ubey bin Kâab: :

«Adem (A.S.), upuzun ve saçları kıvırcıktı. Sanki uzun bir hur­ma ağacıydı.» [18]

 

İlk Cenaze Namazı

 

tbni-Abbas'dan gelen bir hadiste: Adem, soyundan kırk bin kişiyi gördükten sonra cennetten atılırken, üzerine inmiş olduğu dağın doru­ğunda vefat etti. Oğlu.Şit (A.S.), Cebrail (A.S.)'e: «Adem'in üzerine namaz kıl» dedi.

Cebrail:               :

«Sen öne geç, babamn üzerine cenaze namazım kıl. Otuz tekbir al. Beş tekbir namaz içindir* Yirmibeş tekbiri ise Adem'in fazileti içindir.» dedi.

Denildi ki, Adem'in üzerinde dört tekbir alındı. Şifin oğullan Adem'in cenazesini bir mağaraya koydular. Ona bir bekçi bıraktılar. Kabil'in çocuklarından hiç kimseyi ona yaklaştırmıyorlardı. Adem'in ce­sedine gelip ondan af talebinde bulunanlar Şifin çocuklarıydı. Adem öldüğü gün 936 yaşındaydı. [19]

 

Acaba Cevherler Bir Köktenmidirler?

 

Soruldu:

«Acaba bu âyette cevherlerinin bir cinsten oluştuğuna dair delil var mıdır?»

Cevab olarak: «Evet, vardır. Çünkü madem çamur, diri, kudretli ve bilgili bir insana dönüşüyor. O halde mümkündür ki cevherin diğer hallerine de dönüşmüş olsun. Çünkü akıl, hükümde bunları eşit görii-yor.Bir de âyetin delaletiyle sabit olmuştur ki cansız varlıklar, canlı varlıklara dönüşür ve de dönüşmüştür.»[20] 

 

Tabîf Ve İhtiramı Eceller

 

Hulasa: Cenab-ı Hak, kulları içini iki ecel hakkettiğini bize haber verdi. Birisi, her ferdin ölümüyle sonuçlanan eceldir. İkincisi, hepsinin ölümünden ve dünyanın ömrünün bitiminden sonra yeniden onları iade edip hasretmek ve meydana getirmek ecelidir. Evet, âyeti celîlede «müsemma» diye sıfatlandırılmamış birinci ecel, birçok mânâya ge­lebilir. Meselâ Fahreddin Razi'nin hükemayi İslama nisbet ettiği bir mânâsı şudur: «Her müslümanın iki eceli vardır. Birisi tabii ecel, ikin­cisi ihtiramı eceldir. Tabii ecel, eğer insanoğlunun mizacı hariçten ge­len arızalardan korunursa, onun baki kalma müddeti filan vakte ka­dar uzanacaktı eceldir. Ihtirami ecele gelince, o, boğulmak, yanmak, zararlı hayvanlar tarafından ısırılmak gibi arizi sebeblerden dolayı mey­dana gelen eceldir.»

Birinci ecel, geçmiş ümmetlerin ecelleridir. Eceli-Müsemma ise, gelecek ümmetlerin ecelleridir. Çünkü    onların ne kadar yaşayacağı, gaybî bir emirdir. Eğer ecel-i Müsemma'dan kıyamet kastedilirse, ger­çekten o Allah'ın katmdadır ve Allah'tan başkası onu bilemez. Ne her­hangi bir melek onu bilebilir, ne de herhangi bir Peygamber. Eceli-Mü-semma'dan ölüm kastedilirse, onun Allah katında belli olmasının mâ­nâsı «o Allah katındaki levhi mahfuzda yazılıdır.» Ve «Ruh cesede üfü-rüldüğü zaman, melek tarafından yazılıdır.» demektir.

Nitekim sahihayn'da sabit olmuştur ki: «Cenin, ana rahmine gir­diğinde dört kelimenin yazılması emredilir: Onun ecelinin, amelinin, rızkının şaki veya said oluşunun yazılması emrediliyor.»

Bu takdirde, eceli Müsemmanın Allah katında olmasının mânâsı, öldüğü âleme, biz insanların kesbi varamadığı âleme mahsus olması demektir. Bu indiyet (Allah katında oluş) o zaman, teşrif mânâsını ifade eder. Bu yazışma ise, Cenab-ı Hakkın şeyi bilmesi kabilindedir. Ne cebri ne de kuldan ihtiyarının selbini ifade eder. «Yani bu yazıl­mıştır, kul mecburen bunu yapacaktır veya böyle olacaktır» denilemez. Yazılması, ilâhî ilmin dahilinde olması demektir.

(3) «Halbuki göklerde ve yerde o Allah'tır. Sizin içinizi de bilir, dı­şınızı da. O, yapacağınız şeyleri bilir...»

Bu âyeti celîle, Cenab-ı Hakkın her mekânda yerleştiğini iddia eden «El-Cehemiye» gurubunun aleyhinde bir delildir.

Bu âyet hakkında gelen en sıhhatli görüş şudur: Göklerde ve yerde Allah diye çağrılan C^dur. Yani göklerde bulunan da, yerde bulunan da onun uluhiyetini ikrar eder, onu birler ve ona ibadet eder. Ona Allah derler, O'na iltica ederler. Yakanrlar, yalvarırlar. Ancak cinler ve in­sanlardan küfre kayanlar böyle yapmazlar.

Bu tefsire binaen bu âyet tıpkı «O öyle Allah'tır ki, gökte ilâh, yer­de ilâhtır» âyeti gibidir. Yani göktekilerin de yerdekilerin de mabudu­dur. Bu tefsire binaen: «Sizin gizliniz ve açığınızı biliyor» cümlesi ya haber veya haldir.

İkinci tefsire göre bu âyetten maksad, Allah o Allah'tır ki, gökler­de ve yerde olanları bilir. Gizliyi ve açığı bilir. Bu takdirde «Fissema-vatı» ve «Fil ardi» ya'lemu'ya taalluk eder. Ayetin takdiri «O öyle Al­lah'tır ki sizin göklerde ve yerdeki gizlinizi ve açığınızı, bilir. Ve sizin kazancınızı da bilir» olur.

Üçüncü tefsir, «O gökte Allah'tır» cümlesi üzerinde vakfediliyor, sonra haber, «Yerde sizin gizlinizi ve açığınızı biliyor» diye devam edi­yor. Bu tefsir, İbni Cerir'in ihtiyaridir. «Sizin kesbettiğinizi biliyor» de-mekj bütün amellerinizi, hayrınızın ve şerrinizin hepsini biliyor demek­tir.

(4) «Onlara, Rablerinin âyetlerinden bir âyet geldikçe ondan yüz çevirirlerdi...» Bu ve bunu takib eden âyetler, Peygamberi yalanlayan, Allah'ın tevhidi konusunda inad gösterip de bir türlü ikrar etmeyen, şirk ve putperestlikte devam eden müşriklerin halini belirtiyor. Yani, onlara bir delil, bir Mucize, Hz. Muhammed'in Peygamberliğine delâlet eden bir hüccet, Allah'ın birliğine dair bir burhan geldiğinde ondan yüz-çevirir, ona bakmaz ve ona perva etmezler. Gelen hakkı yalanlıyorlar. Hak ve hakikatla istihza ediyorlar. Fakat o yalanladıkları ve istihza ettiklerinin haberi onlara gelecektir.[21]

 

Ameller Kaç Kısımdır?

 

Ayette bahsedilen «sır gizli , insanoğlunun kalbinde gizle­diği şey demektir. Bu, kalblerin amellerindendir. Ayette bahsedilen «cehr,  açık  dan maksad, insanoğlunun açığa vurduğu demektir. Bu da, azaların amellerindendir. Ayetin mânâsı; göklerde ve yerde hiç-birşey Allah'a gizli kalmaz. Hepsini bilir. «Allah sizin kesbettiğinizi de bilir.» Şerr olsun, hayr olsun hepsini bilir, demektir.

Burada bir sual varid olur: Kesb, ya kalblerin amelindendir, buna «sır» denilir. Ya azalann amellerindendir, buna da «cehr» denilir. Binaenaleyh fiiller bu iki çeşitten hariç değildir. Ya o (sır), ya bu (cehir), dur. Öyleyse Cenab-ı Hakkın «Sizin kesbinizi biliyor» cüm­lesi, sizin sırrınızı ve cehrinizi biliyor cümlesi üzerine atfedildiği tak­dirde, şey, kendi nefsi üzerine atfedilmiş oluyor, bu da caiz değildir. O halde bu ikinci cümlenin mânâsı nedir? Cevab olarak, «sizin kesbet­tiğinizi biliyor» cümlesi, insanoğlunun yapttğından dolayı elde etmiş olduğu sevab ve ikabın üzerine hamledilir. Yani kesbin üzerine değil, müktesebin üzerine hamledilir. Bu takdirde, atfedilen iki cümle arasinda değişiklik oluyor»  dediler. Bu durumu, İmam Fahreddin Razi zikretmiştir. [22]

 

Bir Karn Kaç Senedir?

 

(6) «Kendilerinden önce nice kuşaklan yıkıma uğrattığımızı gör­müyorlar mı?...» Bu âyetin yorumu:

Bu âyetteki, kuşaklardan maksad, Nuh kavmi, Ad, Semud ve daha önce geçmiş milletlerdir. Ayetteki «karn» halktan bir kuşak demek­tir. Her zamanın ehline bir «karn» kuşak deniliyor. Bunlara beraber­lik manasını ifade eden karn denilir, çünkü varlıkta mukarin (be­raber) dirler. Bir karnın kaç sene olduğunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları «seksen senedir». Bazıları «altmış senedir». Bazıları «kırk senedir». Ba­zıları «yüzyirıni senedir». Bazıları «yüz senedir» demişlerdir. Fakat «yüz senedir» diyenlerin sözü daha sıhhatlidir. Çünki rivayet ediliyor ki, Resulü Ekrem, Abdullah bin Bişr el-Mazini'ye:

«Şüphesiz sen bir karn yaşayacaksın» demiştir. Bu zat da, tam yüz sene yaşamıştır. Bu kavle binaen «karnndan maksad, muhatabın içinde bulunduğu zamanda mevcud olan insanlar demektir. Resulü Ek­rem'in «Kamların en hayırlısı benim karn'ımdir. Sonra onları takib eden kamdır. Sonra onları takib edenlerdir. (Yani eshabım, sonra ta­biîn ve daha sonra tebeitabiinlerdir)» sözü de bu mânâdan ileri geli­yor.

(6) «Onları, sizi yerleştirmediğimiz bir şekilde yeryüzüne yerleş­tirmiş, gökten bol yağmur yağdırmış, altlarından ırmaklar atatmış-tık...»

Bu âyetten maksad, size vermediğimizi onlara vermiştik, demektir. Onlara uzun ömürler, büyük cisimler, geniş nzıklar vermiştik. Bol bol yağmur görürlerdi. Nehirleri gürül gürül akmaktaydı. Bostanları çok­tu. Fakat buna rağmen günâhlarından ötürü ve küfürlerinden dolayı onları helak ettik. Onlardan sonra başka bir karn ehlini varettik. Yani onların durumlarından ibret alınız. Geçmiş ümmetlerin hali size mevize olsun. Sizden kuvvetli ve güçlü olan bu insanlar helak olduğuna göre siz de günâhda ısrar ederseniz helak olursunuz. Gaflet uykusun­dan, cehaletin sarhoşluğundan uyanınız, demek oluyor.

(7) «Biz kitabı, üzerine yazılı bir kâğıtta gön d ersek de, onlar ona elleriyle dokunsalar bile, küfredenler, tartışmasız «Bu apaçık bir büyü­den başkası değildir» derler...» Bu âyetin tefsiri:

El Kelbi ve Mukatİl; «Bu âyet, En Nadr bin Hars, Abdullah bin Ümeyye ve Nefvel bin Huveylid hakkında nazil olmuştur, dediler.»

Bunlar, «Ey Muhammedi Sen Allah'ın katından bize bir kitab ge­tirmedikçe, sana iman etmeyiz. O getireceğin kitabın beraberinde dört melek olacaktır. Onlar o kitabın Allah katından olduğuna şahitlik ede* çeklerdir. Senin Allah'ın Resulü olduğuna tanık olacaklar.» dediler. Cenab-ı Hak, bu âyeti onlara cevab olarak inzal buyurdu.

Yani katımdan, kâğıda yazılı bir kitab, sana indirsem, onlar da onu kafadaki gözleriyle görseler, elleriyle ona dokunsalar yine kâfir olanlar diyeceklerdir ki: Bu ancak apaçık bir sihirdir. Yani onların istedikleri şekilde bir kitab indirsek yine iman etmezler. Ve «Bu apa­çık bir sihirdir» diyecekler. Nitekim ayın ikiye bölünmesi çağında bunu dediler. Onların hakkında sebkat eden ilmimde mevcut olan mânâdan dolayı, onlara hiçbir şey faide vermez demek oluyor.

(8) «Ona bir melek indirilmeli değil miydi? derler. Eğer bir melek indirilseydi, elbette iş bitirilmiş olurdu da sonra kendilerine göz açtırıl-mazdı...» Bu âyetin izahı:

Bu sözü söyleyen, Mekke müşrikleridir. Zira onlar «Niçin üzerine bir melek inmiyor da onu gözümüzle görelim?» dediler. Cenab-ı Hak: «Eğer meleği indi rseydik, buna rağmen onlar iman etmeseydiler iş bit­miş ve azab onlar için gerekli olacaktı» diyor. Çünkü kâfirler hakkında Allah'ın adeti böyledir. Onlar bir mucizeyi istediklerinde o mucizeyi gördükten sonra iman etmezlerse, azab onlar için gerekli olur ve onla­rın temelleri kazıtılır, helak olur giderler. Sonra onlara mühlet de ve­rilmez. Evet bir göz açıp kapayıncaya kadar onlara mühlet verilmez­dir.

îbni Munzir ve İbni-Ebi-Hâtim, Muhammed bin İshak'tan rivayet ederler: Allah'ın Resulü bir kavmi İslama davet etti. Onlarla konuştu. Onlara Allah'ın emrini tebliğ etti. Resûlüllah'a «El-Esved»in oğlu «Zem'a», El Haris'in oğlu Nadr, Abdi Yağus'un oğlu Abde, Halefin oğ­lu Ubey ve Vail'in oğlu As:

«Ey Muhammed! Seninle beraber bir melek olsaydı, senden ötürü halkla konuşsaydı ve seninle görülseydi!..» dediler. Cenab-ı Hak bunun üzerine bu âyeti nazil etti.

Abd bin Humeyd, İbni Cerir ve İbni Munzir, tbrii Ebi-Hâtim ve Ebu Şeyh, Mücahid'den rivayet ederler:

Bu âyetin mânâsı: «Onlar buna rağmen iman etmeseydiler, onlar için kıyamet kopardı...»

Abdurrezzak, Abd bin Humeyd, îbni Cerir, İbni Munzir, İbni Abi-Hâtim ve EbEu Şeyh, Katade'den rivayet ettiler:

«Bu âyetin tefsiri; eğer Allah bir melek indirseydi, sonra bunlar îman etmeseydiler, onlara azab acelece gelecekti» demektir.[23]

 

Meal

 

(9) Eğer onu (Peygamberi), bir melek kılsaydık şüphesiz ki onu (meleği) bir adam kılardık. Ve şüphesiz ki, düştükleri şüpheye onları yine de düşürürdük.»

(10) (Ey Habibim!) Andolsun ki senden Önce de birçok Peygam­ber alay konusu edildi. O Peygamberleri alaya alanları, maskaralıkta kullandıkları kuşattı (ve helak etti.)»

(11) (Ey Habibim!) De ki: Yeryüzünde dolaşır. Sonra yalanla­yanların sonucunun nasıl olduğunu seyrediniz.»

12- (Ey Habibim!) Sor: Göklerde ve yerde olan kimindir? De ki: Allah'ındır. Allah zatının üzerine rahmeti yazdı. Yemin olsun ki, olu­şunda şek ve şüphe olmayan kıyamette sizi toplayacaktır. Nefislerine zarar verenlere gelince, onlar îman etmezler.»

(13) Halbuki gecede ve gündüzde duran (bulunan) onun mül­küdür. Ancak işiden ve bilen odur.»

(14) (Ey Habibim!) De ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah'tan başkasını mı dost edineceğim? Halbuki o yedirir, yedirilmez. De ki: Bana ilk müslüman olan kişi olmakhğım emredildi Asla ortak koşan­lardan olma.»

(15) (Ey Habibim!) De ki; eğer Rabbime isyan edersem cid­den büyük, (dehşetli) bir günün azabından korkarım.»

(16) O gün de, kimden (azab) uzaklaştırıhrsa, elbette Allah ona merhamet etmiştir. İşte bu merhamet apaçık bir zaferdir.»

(17) Eğer Allah sana bir zararı değdirirse, ondan başka o zara­rı giderici hiç kimse yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa elbet­te o herşeye kadirdir.»

(18) O, kullarının üstünde kahir (galib)tir. O yegâne hikmet sahibidir. Herşeyden haberdardır.» [24]                     

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(9) «Eğer Peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak onu bir adam kılardık. Ve muhakkak ki düştükleri şüpheye onları yine düşü­rürdük...» [25]

 

Melekleri Aslı Suretlerinde Görmek

 

Bu âyette, Hz. Allah «Onlara bir meleği Peygamber olarak gönder­miş olsaydık, o meleği bir adam suretinde gönderecektik. Çünkü be­şer, meleğin esas suretine bakmaya güç yetiremez. Eğer bir insan me­leği gördüğü zaman, asli şeklinde görürse, derhal ölür. İşte bunun için, melekler Peygamberlere insanlar suretinde gelirlerdi. Nitekim Cebrail (A.S.), «Dahyet ul Kelbi» adlı sahabinin suretinde Resûlüllah'a geli­yordu. Ve nitekim iki Melek, Hz. Davud'a, iki kişinin suretine girip geldiler.

Melekler, Hz. İbrahim'e ve Hz. Lut'a da insanlar şeklinde geldiler. Bir de Resulü Ekıem, Cebrail'i, esas suretinde gördüğünde çığlıklar at­tı ve düşüp bayıldı.

Bu âyeti celîledeki birinci zamir, «nazir»e yani korkutucu Pey­gambere, ikinci zamir, meleğe racidir. [26]

 

Kadın Peygamber Olur Mu?

 

Bu âyeti celîlede Peygamberlerin kadınlardan olmadığına dair de­lil vardır. Çünkü Cenab-ı Hak «onu bir adam kılacaktık» diyor. Ve bu, ehli sünnetin arasında ittifakla kabul edilmiş bir meseledir. Ancak ka­dınların peygamberliğinde ihtilâf vardır.

Kâfirler, bu hususta iki şey istiyorlardı. Bir; Resûlüllah'ın üzerine esas şekil ve suretinde bir meleğin inmesini istiyorlardı. Ta ki onu gözleriyle görsünler ve bilsinler ki, Hz. Muhammed de Peygamberdir. İkinci istekleri, beşer değil de bir meleğin Peygamber olarak kendile­rine gelmesini istiyorlardı. Bu âyeti celîle bu iki isteğin de cevabını teşkil etmektedir. Nitekim «Eğer onu bir adam şeklinde gönderseydik onların nefisleri üzerine karıştırmış olduğunu yine onlar üzerine ka­rıştırmış olurduk. Onlar «Sen ancak bir beşersin, melek değilsin» diye­ceklerdi. Kur'an gibi bir mucize ile o gelen melek oluşuna delil getir­miş olsaydı, Hz. Muhammed'e «Sen yalan söylüyorsun» dedikleri gibi, ona da «Sen yalan söylüyorsun» diyeceklerdi.

Bu âyeti celîlede «LEBS» (karıştırmak şaşkınlık İçerisinde ve hayrette bırakmak) Allah'a isnad edilmiştir. Çünkü onun yaradanı Allah'tır. Veya «Onu bir adam lalardık» cümlesinden böyle bir şey ge­rektiğinden dolayı Allah'a isnad edilmiştir. Dikkat edile!...

Zeccac'ın kelâmından anlaşılıyor ki, «Zayıf olanlarının üzerinde böyle karıştırma olacaktı». Çünkü Zeccac diyor ki, «Onlar zaiflerini şaşırtıyorlar, Resûlüllah'ın durumu hakkında onları şüpheye düşürü1 yorlar ve diyorlardı ki; «Bu, sizin gibi bir beşerdir.» Böylece Cenab-ı Hak: «Eğer onlara melek olarak gönderdiğimizi gönderseydik onu bir adamın şeklinde gösterecektik. Aynen Peygamberimiz hususunda zait­lere dediklerini onun hakkında da diyeceklerdi.» buyurdu.

İmam Fahreddin Razi, «Eğer melek gönderseydik onu bir adam şekline sokardık» sözündeki hikmetin nedenleri, şöyle terkib ediyor: Birincisi, cins kendi cinsine daha meyledicidir. Yani beşer beşere da­na meyleder. İkincisi, beşer meleği esas suretinde görmeğe güç yetire­mez. Üçüncüsü, meleğin taatlan, ibadetleri kuvvetlidir. Onu görünce, beşerin taatlannı hakir ve zayıf sayacaklardı. Çoğu kez onların gü­nahlara dalmasında onları özür sahibi de görmezlerdi. Dördüncüsü, Peygamberlik Allah'tan gelen bir fazilettir. Allah, ister melek olsun, isterse beşer dilediği kuluna o fazileti ihsan eder.

Fakat Fahreddini Razi'nin üçüncü cevabına şu itirazın vaki olma ihtimali vardır: Bu, ancak meleğin hakikati beşerin hakikatına inkı-lab ederse, olabilir. Halbuki bu da, hakikatların inkılabından olmasıy­la beraber tefsir imamlarının kitablarından anlaşılanın hilafıdır. Çün­kü o kitablardan bu değişme (inkılab), suridir, hakiki değildir diye anlaşılıyor. Dördüncü cevabına gelince, bu da meleğin beşer suretinde tasvir edilmesinin hikmeti olmakta pek zahir görülmemektedir.

îbni Cerir, İbni Zeyd'den bu âyet hususunda şunu rivayet ediyor:

«Biz, o meleği bir kişinin suretine sokacaktık. Onu melek suretin­de göndermeyecektik.»

İbni Cerir, Ibni Ebi-Hâtim, tbni Abbas'tan rivayet ederler: «On­lar üzerine «LEBS» yapacaktık demek, onlar üzerinde şüphe yapacak­tık» demektir...

îbni Cerir, tbni Ebi-Hâtim ve Ebu Şeyh, Süddi'den bu âyet husu­sunda şunu rivayet ederler: «Onların kendi nefislerine şüphe olarak verdiğini onlara şüphe olarak verecektik.»

îbni Cerir ve Ebu Şeyh, Katade'den bu âyetin tefsirinde şunları rivayet ediyorlar:

«Cenab-ı Hak, herhangi bir kavim nefislerine şüphe verirse, Allah ta onların üzerine şüpheyi sokar. Çünkü âyetteki «LEBS» (karıştırma), ancak insanlar tarafından gelir. Cenab-ı Hak burada kullarına bunu beyan etti. Peygamberlerini gönderdi. Onların aleyhinde hüccet ve de­liller edindi. Ayetlerini ve mucizelerini onlara gösterdi ve tehdidiyle on­lara uyarıda bulundu.

(10)  «(Ey Habibim!) And olsun ki, senden öne ede birçok peygamber ile alay edilmiştir.»

Bu âyeti celîle, Resûl-i Ekrem için bir tesellidir. Putperestlerin peygamberi yalanlamalarından, onunla istihza etmelerinden dolayı Ce­nab-ı Hak, ona bu teselliyi verir ve bu hususta senin benzerlerin çok gelmiş ve geçmiştir, diyor. Yani seninle istihza edildiği gibi, daha ön­ceki peygamberlerle de istihza edilmiştir. O halde üzülmemeîisin.

îbni Münzir, îbni Ebi Hatim, Muhammed bin İshak'tan rivayet et­tiler: Kulağıma geldiğine göre, Resûl-i Ekrem, Velid bin Muğire, Ümey-ye bin Halef, Ebi Cehl, Âmr bin Hişam'm bulunduğu bir cemaatın ya­nından geçti. Peygamberin aleyhinde göz kırpmak suretiyle alay ve İstihza ettiler. Bu durum, Resulü Ekrem'i son derece üzdü. Cenab-ı Hak:

«Andolsun, senden önce de birçok Peygamber alaya alınmıştır. O Peygamberleri alaya alanları maskaralıkta kullandıkları kuşattı.» âye­tini indirdi.

îbni Cerir, İbni Ebi-Hâtim ve Ebu Şeyh, Süddi'den rivayet ediyorlar: Kendisini alaya aldıkları şey, onlardan maskaralık yapanları çepeçevre kuşatıverdi. Yani alayla kullandıkları şey azap olarak onla­rın üzerine vaki oldu.

Ayetin mânâsı; azab onların üzerine indi. Ceza ve azab alay etme­lerinin karşılığı olarak onlara gerekli oldu.

Bu âyeti celîleyle Cena-ı Hak, müşrikleri uyarıyor. Daha önceki milletlerin, Peygamberlerinden ötürü nasıl azaba duçar olduklarına dikkatlerini çekiyor. Siz de, aynen böyle olabilirsiniz. Onların başına inen azab sizin de başınıza inebilir, diyor!.,.

(11) «(Ey Habibim!) De M: Yeryüzünde    seyrediniz  (geziniz)...

Bu âyetin izahı:

Yani bu alay edenlere söyle! İbret almak ve düşünmek için yer­yüzünde seyredip gezsinler. Sonra görsünler ki, Peygamberleri yalan­layanların sonucu ne olmuştur? Allah onları helak etmek suretiyle na^ sil azablandırmıştır? Soy ve soplannı nasıl kırmış ve sonlarını nasıl getirmiştir? Umulur ki, bundan ibret alsınlar. Küfür ve Peygamber­leri yalanlamanın helak olmaya nasıl sebeb olduğunu görmüş olsun­lar.

İbni Cerir, İbni Münzir ve tbni Ebi-Hâtim, büyük müfessir Kata­de'den, bu âyetin tefsirinde şunu rivayet ederler:

«Allah'a yemin ederim, yalancıların sonucu çok kötü. Allah onla­rı yok etti. Onları heiâk etti. Sonra onları ateşe gönderdi.» [27]

 

Allah Rahmetinin Genişliği

 

(12) «Allah, zatının üzerinde rahmeti yazdı.»

Abdurrezak, Abd bin Humeyd, İbni Cerir, İbni Münzir, İbni Ebi-Hâtim, Selmani Farisi'den bu âyetin tefsirini şöyle rivayet ettiler:

«Biz Tevrat'ta iki atifeyi gördük. Birincisi Cenab-ı Hak gökler ve yeri yarattı. Sonra halkı yaratmazdan Önce yüz rahmeti yarattı. Son­ra halkı yarattı. Onların arasına o yüz rahmetten birisini koyuverdi. Doksandokuzunu yanında tuttu. İşte o bir ra*hmet ile siz birbirinize merhamet edersiniz. İşte o bir rahmet ile İnsanlar birbirlerine şefkat gösterirler. O bir rahmet ile birbirinize verip alıyorsunuz. O bir rah­met ile birbirinizi ziyaret ediyorsunuz. O bir rahmetin sayesinde deve yavrusuna şefkat gösterir. Sığır yavrusuna sahib çıkar. Koyun yavru­su için meler. O rahmetin sayesinde, kuşlar birbirini takib ederler. •Onun sayesinde balıklar denizde birbirinin peşine takılırlar. Kıyamet günü geldiğinde o. rahmeti katındaki rahmetlerle birleştirir. Onun rahmeti daha üstün ve daha geniştir!»

Ahmed, Müslim ve Beyhaki «El Esma ve Sıfat»ta Selmani Farisi'­den, o da Resulü Ekrem'den rivayet ediyor:

«Cenab-ı Hak, gökler ve yerleri halkettiği gün yüz rahmeti hal-keyledL O yüz rahmetten biriyle halk birbirlerine merhamet eder. Dok-sandokuz rahmet te kıyamet günü için saklamıştır. Kıyamet günü gel­diğinde o doksandokuzu bu rahmet ile tamamlayacaktır.»

Abdurrezzak, El Feryadi, İbni Ebi Şeyhe, Buharî, Müslim, İbni Çe­ri, İbni Munzir, İbni Ebi-Hâtim, İbni Merduveyh, (Esma ve Sıfat'ta) Beyhaki, Ebu Hüreyre'den rivayet ettiler:

«Allah, yaratmayı hükmettiği zaman, bir kitab yazdı. Arşın üze­rinde katına onu bıraktı. Şüphesiz benim rahmetim gazabımı geçmiş­tir.»

Tirmizi, İbni Mace, İbni Merduveyh ve Beyhaki, Ebu Hüreyre'den rivayet ediyorlar:

((Allah'ın Resulü buyurdu: Cenab-ı Hak, mahlûkatını halkettiği zaman, kendi eliyle zatının üzerinde bir kitab yazdı. O da şuydu:

«Şüphesiz benim rahmetim gazabıma galib geliyor.»

İbni Merduveyh, İbni Abbas'tan rivayet etti. Allah'ın Resulü:

«Cenab-ı Hak, mahlûkatın arasındaki hükmü bitirdikten sonra ar­şın altından bir kitab çıkarıyor. O kitabda şunlar yazılıdır:

«Şüphesiz rahmetim gazabımı aşmıştır. Ben rahmet edenlerin en merhametlisiyim.» dedi!...

Başka bir rivayet: Cenab-ı Hak, cehennemliklerden bir veya iki avuç (bu tabir, Allah'ın merhametinden kinayedir) alıyor. Böylece bir­çok kimseler cehennemden çıkmış oluyor, ki, bunlar hiçbir zaman

hayır işlememişlerdir. Onların alınlarına    «Bunlar Allah'ın azadhla-rıdır» diye yazılıdır.»

İbni Merduveyh, Ebu Hüreyre'den rivayet etti: Allah'ın Resulü buyurdu:

Şüphesiz Allah yerleri ve gökleri halketmezden önce nefsi için eliyle bir kitab yazdı. Onu arşının altına bıraktı. O kitabta «Benim rahmetim gazabımı geçmiştin) diye yazılıdır.

Abdurrezzak, Abd bin Humeyd ve İbni Cerir, Tavus'tan rivayet et-tiler: «Şüphesiz Allah halkı yarattığı zaman, mahlûkatın hiçbirisi di­ğerine meyledip şefkat göstermedi. Ta ki, Cenab-ı Hak yüz rahmet ya­rattı. Onların aralarına o rahmetlerden bir tek rahmeti koyuverdi. Böylece halkın bazıları diğerlerine şefkat göstermeye meyletmeye baş­ladı.»

ibni Cerir, İkrime'den rivayet ediyor: Cenab-ı Hak mahlûkun ara­sındaki hükmü bitirdiği zaman, arşın altından bir kitab çıkarıyor. O kitabta şu vardı: «Şüphesiz benim rahmetim gazabımı geçmiştir. Ben rahmet edenlerin en merhametlisiyim.»

Abd bin Humeyd, İbni Cerir ve Ebu Şeyh, Abdullah bin Amr'dan rivayet ettiler: «Allah'ın yüz rahmeti vardır. O yüz rahmetten birisini dünya ehline indirmiştir. Cinler ve insanlar, .gökteki kuşlar, sudaki ba­lıklar, yeryüzünde yürüyen hayvanlar, haşerat ve fezada bulunanlar o rahmetin sayesinde birbirlerine merhamet ederler. Allah, katında doksandokuz rahmeti hazine etmiştir. Kıyamet günü geldiğinde yeryüzü­ne ehli dünyaya indirmiş olduğu rahmeti alır, yanındaki rahmetlere katar ve bütün o merhametleri ehli cennetin kalblerinde ve onların üze­rinde kılar...» [28]

 

İlk Yabatılan Nesne

 

îbni Cerir, Ebul Meharik, Zuheyr bin Salim'den rivayet etti. Hz. Ömer, Kâb ul Ahbar'dan sordu:                                           «Mahlûk a tından Allah ilk önce neyi yarattı?» Kâb: Cenab-ı Hak bir kitab yazdı. Onu kalem ve mürekkeble değil Kudret parmağıyla yazdı. Parmağında zebercet, lû'lü ve yakut dökü-lüveriyordu. (O kitabta şunları yazdı): «Ben Allah'ım, benden başka mabud yoktur. Rahmetim gazabımı geçmiştir.»

İbni Ebi Dünya «Hüsn-ü Zann» konusunda Katade'den şu hadis­leri rivayet etti:

«Cenab-ı Hak meleklerinden sordu:

— İsrail oğullarından olan iki kuldan size bahsedeyim mi? Onla­rın birisini, İsrailoğulları dinde, ilimde, ahlâkta en üstün olarak gö­rürdü. Diğerini de, israfçı olarak görürdü. İlimde üstün görülenin ya­nında o israfcıdan bahsedildi. İlimde üstün olan «Allah hiçbir zaman onu affetmez» dedi. Cenab-ı Hak: «Böyle diyen kulum bilmez midir ki, ben merhamet edenlerin en merhametlisiyim? Bilmez mi ki, benim rahmetim gazabımı geçmiştir? Bilmez mi ki, ben kendisine (bu zan­nından Ötürü) azabı gerekli kılmışrmdir?» buyurdu.

Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber: «Sakın Allah'ın namına ye­min etmeyiniz, Allah'ın kesesinden söz söylemeyiniz» buyurdu.

Müslim ve İbni Merduveyh, Selmani Farisi'den rivayet etti: «Al­lah'ın Resulü; Allah gökleri ve yeri yarattığı gün, yüz rahmeti de ya- .

rattı. Her rahmet yer ve gök arasını dolduracak kadar geniştir. Onla­rın bir tanesini yeryüzüne indirdi. Ana onunla çocuğuna, vahşi hay­van, uçan kuş onunla birbirlerine şefkat ederler. Kıyamet günü oldu-mu, o doksan dokuzu bu rahmet ile ikmal edecektir.» [29]

Müslim ve Buharı, ittifakla, Ebu Hüreyre'den rivayet ettiler. Re-sûlüllah'tan dinledim: «Allah, rahmeti yüz parça kıldı. Katında dok-sandokuz parçasını tuttu. Bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte o par­çadan mahlûklar birbirlerine merhamet ederler. Hatta onun sayesin­de sığır bacağını kaldırır ki, yavrusu rahatlıkla memesini emsin. Ba­cağı yavrusuna değmesin.»

Buharı bir rivayetinde: «Eğer kâfir Allah'ın katında olan rahme­tin tamamını bilmiş olsa, cennetten ümitsiz olmazdı. Eğer mümin Al­lah'ın katında bulunan azabın tamamım bilmiş olsa azabtan emin ol­mazdı» demiştir.

Müslim'in tek başına rivayet ettiği bir haberde: «Cenab-ı Hakkın yüz rahmeti vardır. Onlardan bir tanesini cinler, insanlar, behimeUr (hayvanlar) ve haşerat arasına indirmiştir. Bununla birbirlerine şef­kat ederler. Bununla merhamet ederler. Bununla vahşi hayvan yavru­suna şefkat gösterir. Doksandokuz rahmeti yanında bırakmış. Onun­la kıyamet gününde kullarına merhamet edecektin) diyor.

(12) «Yemin olsun ki, oluşunda şek ve şüphe olmayan kıyamette sizi toplayacaktır...» Bu âyetin tefsiri:

Bu âyeti celîle, haşn ispat eden âyetlerden birisidir. Yani sizi ka­birlerden toplayacaktır. Kıyamete sevkedecektir. Şirkinizin karşılığın­da size ceza tatbik edecektir. Kıyamete sevketmek, oradaki hesaba sev-ketmek demektir. Ayetteki   ÎLA  kelimesi, bazı tefsircilere göre Fîkelimesi manasınadır. Yani kıyamette sizi bir araya getire­cektir. Bazıları da; kıyamette sizi derleyecektir'in mânâsı; kıyametin hesabına doğru sizi gönderecektir, demektir, dedi. Bu hitab âyetin za­hirinden anlaşıldığına göre, kâfirleredir. Bazı tefsircilere göre, hem müminlere, hem kâfirleredir. Önce özel olarak kâfirlere, sonra genel olarak bütün insanlara gelmiştir. Yani ey İnsanlar! Cenab-ı Hak sizi kıyamette bir araya getirecek veya sizi kıyametin hesabına doğru top­layacaktır. Hiç kimsenin kıyamet hakkında şüpheye düşmesi, uygun değildir. Çünkü kıyametin olacağına dair delilleri apaçık, burhanları parıl parıl parlamaktadır. Bîr de, sizi hesab ve ceza için bir araya ge­tirmezse, sizden iyilik yapan birçok kimseler zarar etmiş olurlar. Maz­lumların birçok kimsesizlerin hak ve hukukları tamamen yıkılmış olur Kötülük yapan zalimler de, cezasız kalırlar. Bu da, adaletin yokluğu­na delâlet etmiş olur. Oysa Cenab-ı Hak, adaletsizlikten münezzehtir. Zira dünyada nice zalimler vardır ki, zulümleri yanlarında kalır. Ve kendilerinden herhangi bir intikam alınmaksızın göçüp gidiyorlar. Bu rahmete, adalete ve hikmete ters düşer. Madem ki, Cenab-ı Hak rah meti zatına farz kılmış o halde insanları, hasredip, adaletin muk-tezasını icra edecektir. Bazılarına mükâfat, bazılarına cezanın şedidin" tatbik edecektir» diye yazmıştır. Öyleyse hasrın vukuunda herhangi bir şüphe yoktur.

(12) «Nefislerine zarar edenlere gelince; onlar iman etmezler...»

Bu âyetin tefsiri:

Nefislerine zarar edenler, Ömür sermayelerini zayi edenlerdir. İnsanoğlu için sermaye aslî fıtrat'tır, sağlam akıl'dır. İsti'dad'dır. Bunla­rın Resûlüllah'ı müşahede etmeleri ve vahyi dinlemeleridir. Oysa on­lar bütün bunları zayi edip nefislerine zarar verdiler. Onlar, akıllarını İptal ettiklerinden, duyulara tâ"bi* olup vehme, aba ve ecdadlarının tak­lidine daldıklarından, düşünmeyi ve ibret bakışlarını unuttuklarından dolayı, bu ısrarları, onları küfre ve isyan etmeye götürdü. Bundan ötü­rü de Cenab-ı Hak «onlar iman etmezler» buyurdu. Yani iman etme­mek onlar için cebri bir durum değildir.

Zemahşeri, «Keşşaf»ta: Eğer desen ki, îman etmemelerine zararla­rı nasıl sebeb olabilir? Oysa îman etmemek zararın sebebidir. Cevab olarak derim ki, âyetin mânâsı; o kimseler ki, Allah'ın ilminde küfrü seçtiklerinden dolayı nefislerine zarar vermişler, onlar îman etmezler, demektir.

Hasılı kelâm; küfrü seçtiklerinden ötürü, Allah tarafından zarar­larına hükmedilenler, îman etmezler. Zararla hükmetmek îman et­mekten öncedir. Çünkü o, küfrü seçişteki ilimle beraberdir, bil-fiil, tatbik etmekledir. Böylece îman etmemenin zarar vermeye yol açması, caiz ve sahih olur.

Alusi, «Biliyorsun ki, bizim tevilimize göre, «HÜSRANI», (Zararı), Keşşafın dediğine hamletmeye ihtiyaç kalmaz. Umulur ki, bizim tevi­limiz Keşşafın tevilinden daha üstün olsun. Çünkü Keşşafın tevilinde kalbi hududlayan özellikler vardır.»  [30]

(13) «Gecede ve gündüzde sükûn  bulan herşey onundur...»  Bu âyetin açıklaması: Yani gece ve gündüzde istikrar bulup duran ve ha­reket eden herşey onundur. Hareketi değil, sadece sükûnu zikretmiş­tir. Çünkü sükünde nimet daha fazladır.

îbni Cerir, «güneşin üzerinde doğup battığı herşey o gece ve gün­düzün sakinlerindendir» diyor. Binaenaleyh âyetten maksad, yeryü­zünde oluşan bütün varlıklar, bütün hayvanat, kuşlar, karada, deniz­de bulunan bütün mevcudat Allah'ın mülküdür. Cenab-ı Hak onların seslerini çokça işitendir. Gece ve gündüzde en hassas kıpırdayışı ve fısıldayışlarını dahi işitir. Çeşitli cinslerin hepsini bilir. Yani işitme ve bilme ilim ve kudret sıfatlan gibi, onun sonsuz sıfatlarındandir. Bu âyet celile, müşriklerin söz ve hareketlerinden Ötürü aleyhlerinde bir vaid-i (ve tehdidi) ilâhidir.

(14) «Gökleri ve yeri yaratan Allah'tan başkasını mı dost edinece­ğim?»

Bu âyetin izahı:

Mukatil diyor ki, Allah'ın Resulü, müşrikler tarafından aba ye ec­dadının dinine dönmeye davet edildiğinde, Cenab-ı Hak bu âyeti in­dirdi: «Ey Muhammedi Onlara de: Ben Allah'tan başkasını mı dost (Yani Rab, mabud, ve yardımcı) edineceğim?» Bu istifham, istiham-ı inkâridir. Yani Allah'tan başkasını dost edinmem. Çünkü göklerin ve yerin yaradanı ve varedeni Allah'dır. Çünkü Allah nzık verir ve kim­seden nzık almaz. Besler, fakat kimse tarafından beslenmez. Yani halk­tan zengindir. Halk ona muhtaçtır. Sıfatı böyle olan Allah, yedirir. Zengin olduğundan dolayı başkasının yedirmesine ve beslemesine ih­tiyacı yoktur. Böyle olanı Rab edinmek, yardımcı, dost ve mabud edin­mek gerekir.

Ayette geçen «FATIR» kelimesi «Mubdi'», yani yoktan varedici, daha önce hazırlanmış bir proje ve plân olmaksızın, en muntazam şe­kilde oluşturucu demektir. Bu tefsiri, İbni Ebi-Hâtim, İbni Abbas'tan rivayet ediyor.

Ebu Ubeyde, İbni Cerir, İbnul-Enbari'den:

«Ben yer ve göğün fâtirinin ne olduğunu bilmiyordum. Bize iki göçebe geldi. Bir kuyu hakkında aralarında münazaa vardı. Birisi, ben onu Fâtiriyim, yani onun kazılmasına ben başlamışım. Böylece Fâtirin ne demek olduğunu anladım.» diye rivayet ettiler. [31]

 

Yemek Duası

 

Süheyl.bin Ebi Salih babasından, Ebu Hüreyre'den rivayet ediyor: Ensardan bir kişi, Küba ahalisindendi, Resulü Ekrem'i yemeğe davet etti. Biz de Resûlüllah ile beraber gittik. Resulü Ekrem yemek yedik­ten sonra ellerini yıkadı ve buyurdu:

«Hamd o Allah'a mahsustur ki, yedirir, yed irilmez. Bize minnet etti, bizi hidayet etti. Bize yedirdi ve sudan bize içirdi. Çıplak bırak­madı, giydirdi. Her güzel deneme ile bizi denedi. Hamd Allah'a mah­sustur. Rabbim bırakılmaz. Başkası onun yerine geçemez. İnkâr edile­mez ve hiç kimse ondan zengin olamaz. Hamd Allah'a mahsustur. O Allah ki, yiyeceklerden bize yedirdi, içilecek maddelerden bize içirdi, çıplaklıktan bizi giydirdi, sapıklıktan bizi hidayet etti. Körlükten bize binalık (görmek) verdi. Yaratmış olduklarının birçoğundan bizi apa­çık bir şekilde üstün kıldı. Hamd Alemlerin Rabbma mahsustur.» [32]

Burada ince bir noktaya değinmek gerek: Bu hadisten anlaşılıyor ki, Resul-ü Ekrem yemeği bitirdikten ve ellerini yıkadıktan sonra ye­mek duasını yapmıştır. Böylece bu hadisten yemek duasının meşruiye­ti de anlaşılıyor. Fakat dua ancak Resûlüllah'ın yapmış olduğu duadır veya en azından, «Elhamdülillah ellezi Etamena ve sekana» (Bize ye­diren ve içiren Allah'a hamd mahsustur, demektir.) Başka bir dil ile, başka tabirlerle dua etmek sünnet olan duanın yerini tutmaz.

(14) «De ki: Bana ilk müslüman kişi olmakhğım emredildi...»

Bu âyetin tefsiri:

Yani bu ümmetin ilk müslüman olan kişisi olmakhğım bana em­redildi. Buradaki «müslüman olmak», Allah'ın emrine teslim olmak, onun taatina baş eğmek demektir. Bunun nedeni, Resulü Ekrem'in dinde ümmetinin ilki ve birincisi olmasıdır. Herkesten önce o Allah'ın dinine sarılmıştır. Bu âyet, tıpkı. «Bununla emrolundum. Ben müslü-manlann ilkiyim» âyeti gibidir. [33]

 

Resulullah Da Mı Mükellefdir?

 

Bazı tefsirciler; ibadette ihlaslı olmak, Allah'ı birlemekte zamanı­mın insanlarından önce olmakhğım bana emredildi» tarzında âyeti tefsir etmişlerdir. Bundan anlaşılıyor ki, Resulü Ekrem de insanlara tebliğ etmekte olduğu emirlerle mükellef ve memurdur. Ancak onun bir takım özellikleri vardır. O, ümmetinin imamı ve önderidir. Bu âyetten anlaşılıyor ki, her âmir (emredici), emrettiğini tatbik ve teb­liğ etmek gerekliliğini hissetmelidir. Ta ki, başkasını hem yaptığı, hem de sözüyle hakikate davet etmiş olsun. Hz. Musa'dan hikâye edilen: «Sen ortaktan münezzehsin. Sana dönüş yaptım. Ben müminlerin il-kiyim» sözü de bu kabildendir.

(14) «Sakın müşriklerden olma!...»

Bu âyet, «Bana denildi ki: Sakın müşriklerden olma. Ben şirkten de nehyedildim» demektir.

(15) «De ki: Eğer Rabbime isyan edersem, cidden büyük bir gü­nün azabından korkarım...» Bu âyetin tefsiri:

«Ya Muhammedi Seni Rabbinden başkasının ibadetine çağıran müşriklere söyle: Rabbim bana önce müslüman olmamı emretti. Ken­disinden başkasının ibadetini yapmaktan beni nehyetti. Başkasına ibadet etmek suretiyle Rabbime isyan edersem, kıyamet gününün aza-bmdan korkarım. Yani bu takdirde, o, azabın kesinlikle benim için olduğunu bilirim. Böylece müşriklerin senin geri dönmen hakkında­ki isteklerini kes. Ve bunu söylemek suretiyle onlarm âsî ve azaba .müstahak olduklarını ta'riz et.» Ta'riz, dokunaklı söz söylemedir.

(16) «Kıyamet gününde kimden azab uzaklaştınhrsa şüphesiz Al­lah ona rahmet etmiştir.»

Yani o kurtulmuş ve rahmete mazhar olmuştur. Azabın uzaklaş­tırılması, rahmetin verilmesi kurtuluş ve salahın apaçığıdır.

(17) «Eğer Allah bir şiddet ve belâ ile seni tutarsa, sana dokunur­sa, Ali ah tan başka o belâyı senden uzaklaştıracak hiç kimse yoktur. Eğer sana bir hayrı (afiyet, nimet, lezzet, ferah ve sunini) dokundu-rursa (verirse) O her şeye kadirdir.»

Yani belâyı defetmeye, hayrı celbetmeye kadirdir. Bu âyeti celîle, Resûl-i Ekrem'e hitabtır. Ve âyetin mânâsı: «Sakın Allah'tan başka bir veli (dost) edinmen. Çünkü Cenab-ı Hak sana zarar vermeye de, sen­den zararı defetmeye de kadirdir. Ondan başkası ise buna kadir değil­dir. Öyleyse onu yardımcı ve dost edin!.

Evet bu hitab özel olarak Resûl-i Ekrem'e, genel olarak bütün insanlaradır. Bu takdirde âyetin mânâsı: «Ey insanoğlu, eğer Allah sa­na bir zarar dokundurursa, Allah'tan başkası onu kaldıramaz. Verdiği illeti ancak Allah kaldırır. Tabii ki, esbabı halketmek ve bir takım za­hiri formülleri tatbik etmek suretiyle kaldırır. Eğer sana hayrı dokun­durursa, o zararı defetmeye ve hayrı sana vermeye kadirdir.»

İbni Abbas'tan rivayet edildi: «Bir gün Resûlüllah'm terkisine binmiştim. Bana hitap ederek buyurdu:

«Ey çocuk! Sana birkaç kelime öğreteceğim. Allah'ı koru, (yani onun hakkını gözet) o seni korur. Allah'ı koru, onu önünde görürsün. Birşey istersen Allah'tan iste. Yardım talebinde bulunmak istediğin zaman Allah'tan yardım taleb et Bilmiş ol ki, herhangi bir menfaat vermek hususunda bütün ümmet bir araya gelse de Allah'ın senin için yazmış olduğundan başka bir menfaat sana veremez. Eğer sana her­hangi bir zaran dokundurmak hususunda bir araya gelirlerse, sana ancak Allah'ın senin hakkında yazmış olduğu bir zaran dokundurabi-Iirler. Kalemler kaldırılmıştır ve sahifeler durulmuştur. Yani olacak ve geleceğin tümü yakılmıştır.» Hadisi Hrmizi rivayet etmiştir.

Rezili, bu hadise, şu cümleleri de ekliyor: «Genişlik zamanında Allah'ı tanı ki Allah şiddette seni tanımış olsun.»

Hadiste, şu da vardır: «Eğer YAKİN' içinde ve razı olarak Allah'a amel etmeye gücün yetiyorsa, onu yap. Eğer gücün yetmiyorsa sab-reyle. Şüphesiz, hoşuna gitmeyen şeylere karşı sabretmen büyük ve bol bir hayrdır. Bil ki, yardım sabırla, genişlik üzüntüyle beraberdir. Şüphesiz darlıkla beraber genişlik vardır. Şüphesiz bir darlık iki ge­nişliğe galib gelemez.» [34] îbnul Esir; bunun benzeri îmam Ahmed'in Müsnedinde de varid olmuştur» diyor.

Süddi, bu hadisi naklettikten sonra «Bu, sahih bir hadistir.» Ebu Bekr bin Sabit el Hatib, «El Fasl ve'l Vasi» adlı kitabında bunu riva­yet etmiştir» diyor.[35]

(18) «O kullarının üstünde kahir,  (galib)tir...»

Bu âyetin mânâsı: Kullarına galibdirt Onların üzerinde tam hakimdir. Kullar makhur olarak onun kudretinin altındadırlar. kahir'in mânâsı; halkın durumlarını tedvir eden, istediği şekilde halka istika­met veren zat demektir. Böylece halka zor ve ağır gelen hadisleri, hü­zün ve gam veren fakirlik getiren, öldüren, zelil eden olayların, hepsi ondan tedbirini geri çevirmeye güç yetirmez, onun kahrinin altından hiç kimse çıkamaz. İşte Cenab-ı Hakkın sıfatı olan «el-kahîr»in mâ­nâsı budur. Çünkü Cenab-ı Hak kadir ve kahirdir. İrade ettiği birşey-de hiçbir güç onu acze düşüremez. [36]

 

Allah'ın Kahırlılığının Manası

 

«Kullarının üstünde kahirdin)in mânâsı; kahri ve galebesi onlara üstünlük çalmıştır demektir. Onlar, onun teshir ve zelil yapması al­tındadırlar. Hiç kimse onun fermanından çıkamaz.

İbni Ceriri Taberi, «Kahirin mânâsı, kullarına kulluk yaptırtan ve onların üzerinde hükümranlık yapan demektir» diyor. Buradaki fevkı-yet, (üstünde) istilâ, ve manevî yücelik fevkıyetidir. Mekân fevkıyeti değildir. Meselâ: Sultan, raiyesinin fevkindedir, denildiği zaman, on­ların tepesinde oturmuştur demek değildir. Onları sevk ve idare eder, onlar onun fermanının altındadır demek oluyor. Tabii ki bu, halefin, tevilcilerin ve hicrî 400'den sonra gelen kelâmcılann fikridir. Selefin ise fevkıyet hakkında şöyle fikirleri vardır:

Fevkıyeti sıfatı, Allah için vardır. Nitekim İmam Tâhavi buna nas-sen dokunmaktadır. Bu hususta bin delile, yakın delil getirmişlerdir. İmam Ahmed, eva'l hadisinde İbni Abbas'tan rivayet ediyor. Resulü Ekrem buyurdu:

«Arş onun üstündedir. Allah onların bütününün üstündedir.»

Ebu Davud, Cubeyr bin Muhammed bin Cübeyr bin Nat'an'dan, o babasından, o da babasından, o da babasından rivayet ediyor: Pey­gamberle Allah'a yemin verip şefaat istiyene, Resûlüllah:

«Rahmet olasıca! Sen Allah'ın ne olduğunu biliyor musun? Şüp­hesiz ki, Allah arşın üstünde, arş semavatın üstündedir» dedi ve par­maklarıyla kubbe benzerini yaptı ve: «Bu, eğerin binicisi altında ses verdiği gibi ses vermektedir» dedi.

El Emevi, Meğazi'sinde sahih bir hadisten rivayet ediyor: Cenab-ı Peygamber, Beni Kureyza hakkında hüküm veren Saad'e:

«And olsun sen onlann hakkında yedi kat göğün üstündeki padi­şahın hükmüyle hükmettin» dedi.

tbni Mace merfu bir hadiste şunu rivayet ediyor:

«Cennet ehli nimetlerin içinde yüzerken ansızın onlara bir nur görünür. Başlarını kaldırırlar. Bir de Cenab-ı Hakkın onların üstün­de onlara tecelli ettiğini görürler. Cenab-ı Hak;

«Ey cennet ehli! Selâm sizin üzerinize olsun» der. Sonra Resulü Ekrem: «Selamım kavi en mirrabbirrahim» âyetini okudu. «Allah, cen­net ehline bakar, cennet ehli, Allah'a bakarlar. Allah'a baktıkları müd­detçe, Cennetin hiçbir nimetine iltifat etmezler. Allah'ın nuruna da­larlar.»

Sıhhatli bir rivayette sabit olmuştur ki, Abdullah bin Revana ken­disini cariyesiyle itham eden hanımına cevab teşkil eden şiirlerini Re-sûlüllah'ın huzurunda okudu:

«Ben şahitlik ederim ki, Allah'ın vaadi haktır. Şahitlik ederim ki, ateş kâfirlerin dönüş yeridir. Allah'ın arşı su üzerinde yüzer. Arşın üs­tünde Alemlerin Rabbidir. Arşı kuvvetli melekler yüklenirler. Mabu­dun nişanlı melekleri.»

Resulü Ekrem onun bu şiirine İtiraz etmedi. İkrar etti. Böylece bu şiir hadisi takriri oldu. Onu dinliyen Resul güldü.

Hasan bin Sabit de Resûlüllah'ın huzurunda:

«Allah'ın izniyle şahitlik ettim ki Muhanuned göklerin üstünde, yücede olanın e İçişidir. Ve şahitlik ettim ki, Ebu Yahya ve Yahya, iki­sinin de Rableri tarafından kabul olunan amelleri vardır. Ve şahitlik ediyorum ki, yahudilerin düşmanlık yaptığı Meryem'in oğlu bir Pey­gamberdir, Arş sahibinin katından elçi olarak gelmiştir. Ve şahitlik ederim ki, el Ahkaf kavminin arkadaşı onlara kalkıp nasihat ettiği zaman, Allah'ın zatıyla, kuvvetiyle onlann içinde kalkıyor ve adalet yapıyordu.»

Resulü Ekrem, bu şiirleri dinledikten sonra: «Ben de buna şahit­lik yaparım» dedi.

îkrime, tbni Abbas'tan rivayet ediyor. İbni Abbas şeytanın «sonra yemin ederim onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve solla­rından geleceğim» sözünü hikâye eden âyetin tefsirinde «Onlann üst­lerinden geleceğim» demedi, çünkü Allah'ın onlann üstünde olduğunu biliyordu. Bu husustaki âyet ve hadislerde açıkça fevkıyat sıfatı tesbit edilmiştir. Ebu İsmail el Ensari, «El Faruk» adlı kitabında Ebu Muti el-Belhiye giden bir senedle rivayet ediyor: Ebu Hanife'den, «Ben bilmiyorum Rabbim gökte midir, yerde midir?» diyen bir kimsenin du­rumunu sordum. Ebu Hanife:

«O adam kâfir olmuştur. Çünkü Cenabı Hak,. «Er rahman alel ar-şisteva»  Rahman arşın üzerinde istiva etmiştir buyuruyor. Arş ise yedi gök üstündedir» dedi. Ben sordum:

«Eğer o adam; Allah arşın üstündedir. Fakat arşın gökte mi, yer­de mi olduğunu bilmiyorum, dese hali ne olur?»

Ebu Hanife:

«O kâfirdir. Çünkü «fissema» (göktedir), âyetini inkâr etmiş olu­yor. Kim M, «göktedir» âyetini inkâr ederse kâfir olur» dedi.

Başkası: «Cenab-ı Hak, alayiilliyyindedir. Cenab-ı Hak alâ'dan (yüceden) çağırır, esfelden (altdan)  değil» dedi.

Fevkiyeti destekleyen delillerden birisi de, Cenab-ı Hak mahlûkları yarattığı zaman, onları mukaddes zatında yaratmadı. Çünkü o birdir, doğmamış, doğrulmamış ve sameddir. Böylece sabit oldu ki, Cenab-ı Hak, mahlûklarını zatından hariç olarak yaratmıştır. Fevkıyet sıfatı, kemal sıfatı olduğuna ve onda herhangi bir eksiklik olmadığına göre, o kitabın söylemesi, kitaba, sünnete, ve icmaa ters düşmediğine göre, onu nefyetmek batılın tâ kendisidir. Hasseten tabiatlar tezarru ve sı­zıntılar halinde yükseği kastetmek üzerinde halkedilmişlerdir.

Muhammed bin Tahir Kl-Makdisi zikrediyor. Şeyh Ebu Cafer He-medani, İmam Haremeynin meclisinde bulundu. İmam Haremeyn ULUV sıfatının yokluğu hakkında konuşuyordu. Ve: «Allah vardı. Arş yoktu. Cenab-ı Hak şu anda olduğunun üzerindedir.» diyordu.

Bunun üzerine Şeyh Ebu Cafer:

«Ey üstad! Bize şu kalbimizde hissettiğimiz zaruretten haber ver.

Şüphesiz ki, hiç bir arif yoktur ki, Ey Allah deyip def kalbinde yüce­nin taleb edilmesinin zaruretini hissetmesin. Sağına bakmaz, soluna bakmaz. Hep yücelere ve yukarıya bakar. Acaba sen bu zarureti bizim nefsimizden nasıl defedeceksin?»

Ravi diyor ki, bu söz karşısında İmam, başını yumrukladı. Kürsü­den indi. Ve zannederim ki, ağladıktan sonra: «El-Hemedanî, beni hay­rete düşürdü» diye sızlandı.

Bazıları şu sualin cevabında şu zorlamaya yönelmiş: «Bu yukarıya teveccüh, göklerin dua kıblesi olmakhğından ileri geliyor. Tıpkı Kabe'nin namazın kıblesi olması gibi... Sonra bu da al­inin yer üzerine konulmasıyla nakzedilir. Çünkü Cenab-ı Hak yerin ci-[hetindedir denilmez.»

Bu te'vilin batıl olduğu ortadadır. Zira ümmetin selefinden hiç kimse «gök duanın kıblesidir» dememiş. Cenab-ı Hak da bu hususta bir delil indirmemiştir. Sıhhatli olan şudur ki, namazın kıblesi neresi se, duanın kıblesi de orasıdır. Zira selef, açıkça söylemişlerdir ki, «Dua edenin Kıbleye yönelmesi müstehabtır.» Resulü Ekrem duasında bir­çok yerde Kabe'ye yönelmiştir. Kim ki: «Dua'nın kıblesi başkasıdir» derse, o, dinde bir bidat meydana getirmiştir. Müslüman cemaatına muhalefet etmiştir.

İkincisi, Kıble'den maksad dua edenin istikbal ettiği, yüzüyle yö­neldiği yerdir. Tıpkı namazda Kıbleye yöneldiğin gibi. İnsanın başıy-a veya elleriyle muhazı olduğu yere Kıble denilmez. Eğer gök duanın kıblesi olsaydı o zaman meşru, dua edenin yüzüyle göğe yönelmesi olur­du. Bu da şeriatta asla sabit olmamıştır.

Alnın yere konmasıyla olan nakze gelince; bu, pek de fasıd bir nakzdır. Çünkü alnım yere koyan bununla üstündeki zata zilletiyle hu-du* etmeyi (eğilmeyi) kastediyor. Yoksa altındadır, ona yöneliyor demek değildir. Bu, hiçbir secde edicinin kalbine gelecek birşey değildir. Evet, pişr el Müreysi'den işitilmiş ki, «Subhanerabbiyelesfel»  [37] demiş. Fa­kat Cenab-ı Hak, inkarcı ve zalimlerin dediğinden çokça münezzeh ve

yücedir. Buşnn bu sözü delil olamaz. Bazıları; fevkıyettı daha ha­yırlı, daha efzal mânâsına alıp tev'il etmiştir. Nasıl ki  el-emîru favkelveziri  denildiği zaman, emir vezirden daha hayırlıdır,  ED-dînaru feked-dîrhemı  denildiğinde Dinar, Dirhemden daha hayırlıdır» demek olduğu gibi.

Malumdur ki, bu tevil, sağlam akılların nefret ettiği, sahih kalb-lerin kendisinden kaçtığı bir tevildir. Çünkü kişinin direk «Allah kul-|| lanndan daha hayırlıdır. Arşından daha hayırlıdır» sözü, «kar, soğuk­tur, ateş yakıcıdır», «güneş, lambadan daha parlaktır», «gök, evin kub­besinden daha yüksektir» demesi gibi oluyor. Böyle bir sözde, Cenab-ı Hakkın temcid ve ta'zimi diye birşey bahis konusu olamaz. Belki bu, kelâmlarının en rezillerinden olur. Öyleyse Cenab-ı Hakkın, mecid olan kelâmını böyle bir tevile hamletmek nasıl uygun düşer? O kelâm ki, cinler ve insanların hepsi bir araya gelirlerse, onun bir buızerini getir­mek için yardımlaşırlarsa, onun bir benzerini getiremezler. Üstelik böy­le biı? te'vilde Cenab-ı Hakkın şanım tenkis etmek de vardır. Çünkü meşhur Darbımesel'de «Görmez misin eğer kılıç asadan daha hayırlı­dır denilirse kılıcın kıymeti eksilir.»

|Evet, eğer makam böyle bir şeyi iktiza ederse, yani bir sapığın aleyhinde bir hüccet olursa o zaman olur. Nitekim Hz. Yusuf: «Ayrı ayrı rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahir ve bir olan Allah mı» de­miş. Ve nitekim «Acaba Allah mı daha hayırlıdır yoksa onların ortak koştukları mı? Allah daha hayırlı ve daha bakidir.» âyetlerde gelmiş­tir. Evet, bu bir emirdir, buna itiraz edilemez. Tan'etme okları buna tevcih edilemez.

Fevkıyetin faziletteki fevkıyet mânâsında olduğunu selef de ispat etmiştir. Mutlak fevkıyetin zımnında zaten bu vardır. Selef; zatın fevkıyetini ispat ettikleri gibi kahir, (gâlib) liginin fevkıyetini de ispat ediyorlar. Bütün bunlara, Cenab-ı Hakkın zatının celâline uygun düşecek şekilde îman ederler. Sıfatlarının kemalinin muktezasıdır tar­zında îman ederler. Cenab-ı Hakkı, şanında muhal olan şeylerden tenzih ederler. Bazılarına îman, bazılarını inkâr etmezler. Şer*i lafızlar­dı 21   dan asla udul etmezler (koymazlar). Fasid bir mânâyı ispat ve sahih

bir mânâyı yoketmesinler, diye ne yokluk, ne de varlık   bakımından te'vil etmezler. Onlar Cenab-ı Hak nefsine ispat ettiği gibi fevkıyeti İs­pat ederler. Cihet lafzına gelince bazan onunla mevcud olan kastedi­lir. Bazan da yok olan kastedilir. Malûmdur ki, halik ile mahlûktan başka bir mevcud yok. Öyle ise cihetle Allah'tan başka bir mevcud kas-tedilirse, o mahluktur. Allah ise, hiçbir şey onu ihata etmediği gibi hiç bir mahlukta onu kapsamaz. O böyle olmaktan yücedir. Eğer ci­hetle ademî bir emir kastedilirse, o âlemin üstündedir. Orada Allah'­tan başkası yoktur. Binaenaleyh «Cenabı Hak bu itibarla bir cihette­dir» denildiğinde bu, selefe göre sahih olur. Bunun mânâsı cihet laf­zını nefyeden, ola ki «Allah, alemin üstündedir, mahlukların son bul­duğu noktadadır» sözüyle ulviyeti nefyetmek istiyorlar. Delillerinde şunları zikrederler; Cihetlerin hepsi yani ön, arka, sağ, sol, üst, alt mahluktur. Cenab-ı Hak, cihetlerden öncedir. Kim ki, Allah bir cihet­tedir dese, ona alemin bir parçasının kadim olmasına ve Cenab-ı Hak önce cihetten müstağniydi, sonradan cihete girmiş olduğuna hükmet­mesi gerekiyor. Bu ve benzeri laf izler, Cenab-ı Hakkın —ister cihet olsun, ister olmasın— mahluklarından herhangi bir şeyinde değildir, mânâsında alınırsa, doğru bir kelâmdır. Fakat cihet vucudî değil belki itibarî bir emirdir. Bunda herhangi bir mahzur yoktur. Hülasa: Ce­nab-ı Hakkın mahluklarının benzerliğinden tenzihi ve muteşabihattan olan âyet ve hadislerin ilminin ona havale edilmesi farzdır. Geldiği şe­kilde ona iman etmek farzdır.

Zihne yakın ve benzeri arap kelâmında yaygın olan bir tevile ge­lince; onda benim katımda herhangi bir zarar yoktur. Bununla bera-ber bası âyetler vardır ki, hem selef, hem de halef, onların tevilinde icma etmişlerdir. Allah muradım daha iyi bilir.

(18) «O el hakimdir» yani hikmet sahibidir. Eşyanın tamamını bi­lir. Şeylerin ve fiillerin ne durumda oldukları, neye uygun düştüğü onun malûmudur. Kuvvetli bir tedbir, güzel bir takdirin sahibidir. Ha-birdir. Kulların en ince durumlarını, en gizli emirlerini bilendir. [38]

 

Meal

 

(19) De ki: Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah benimle sizin aranızda şahittir. Bana şu Kur'an vahyolundu. Ta ki, onunla sizi (ve ulaşan herkesi) korkutmuş olayım. Gerçekten şahitlik eder misiniz ki, Allah'la beraber başka mabııdlar vardır? De ki: O ancak bir tek mabuddur. Ve şüphesiz ki, ben sizin şirk koştukla­rınızdan beriyim.»

20) O kimseler ki onlara kitabı verdik. Onu oğullarını tanıdık­ları gibi tanırlar. Nefislerine zarar verenlere gelince onlar iman et­mezler.»

(21) Yalan yönünden Allah'a iftira eden veya Alah'ın âyetleri­ni yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Şüphesiz ki (durum şudur:) Zalimler kurtulamazlar.»

(22) (Hatırla) o günü ki, onların hepsini bir araya topladıktan sonra şirk koşanlara: Hani nerededir o A Halı1 in ortakları? diye iddia ettikleriniz» diye sorarız.»

(23) Sonra fitneleri (çareleri) yoktur. Ancak «Rabbimiz olan Al­lah'a yemin ederiz ki, biz şirk koşanlar değiliz» demeleri vardır.»

(24) Bak ki nasıl nefisleri üzerinde yalan söylediler. Bak ki da­ha önce iftira ettikleri onlardan nasıl kayboldu?

(25) Onlardan bazıları sana kulak verir. Onu anlamamaları için onların kalblerine bir perde ve kulaklarına da bir ağırlık kıldık. Eğer onlar her âyeti görseler bile ona iman etmezler. Hatta onlar sana gel­diklerinde seninle çekişirler. Kâfir olanlar «Bu (Kur'an) ancak eskile­rin hurafeleridir» derler.»

(26) Onlar hem ondan vazgeçirmeye çalışırlar, hem de ondan uzaklaşırlar. Onlar farkında olmadan ancak nefislerini helak eder­ler.»

 (27) Keşke ateşin üzerine durdukları zamanı ve «keşke dünya­ya yeniden döndürülseydik ve rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve müminlerden olsaydık» dediklerini bir görseydin.» [39]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(19) «De ki: Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür?...»

Bu âyetin tefsiri:

El Kelbi diyor: Mekkeliler Hz. Muhammed'e geldiler:  Ey Muhammedi Senin Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik eden birisini bize göster. Seni tasdik eden herhangi birisinin olduğunu zan­netmiyoruz. Senin durumunu Yahudiler ve Hristiyanlardan sorduk. «Ona dair bizim kitablanmızda hiçbir şey yoktur» dediler. Bunun üze­rine Cenab-ı Hak: Ey Muhammed! Bu seni yalanlayan ve Peygamber­liğini inkâr eden, müşrik kavmine söyle: Şehadet yönünden hangi şey daha büyüktür? Eğer sana cevab verirlerse, ne ala. Aksi takdirde on­lara de ki: Allah benimle sizin aranızda şahittir.»

Mücahid diyor: Allah bu âyette, Hz. Muhammed'e emretti ki, şa­hitlik yönünden en büyük olan şeyi Kureyşten sorsun. Sonra ona em­retti ki, onlara «Allah benimle sizin aranızda şahittir» desin.. Yani Al­lah benim hak, sizin batıl üzerinde bulunduğunuza şahitlik eder.

Hulasa: Kureyşliler, makbul sözlü bir şahid istediler. Ki Hz. Mu-hammed'in Peygamberliğine şahitlik etsin. Cenab-ı Hak ta bu âyet­te şahitlik yönünden varlıkların en büyüğünün Allah olduğunu beyan ettikten sonra Muhammed'in Peygamberliğine şahitlik yaptığını açık­ladı. Çünkü: «O, bana bu Kur'an'ı vahyetmiş ki sizi onunla korkuta­yım» âyetinde bu belirgin bir halde görülmektedir. Yani Allah bana Peygamberlikte şahitlik ediyor. Çünkü o bana bu Kur'an'ı vahyetmiş-tir. Bu Kur'an ise, mucizedir. Çünkü siz beliğ ve fasih insanlarsınız. Dil uzmanlarısınız. Siz ona muareze etmekten aciz kaldınız. Böylece o da mucize oldu. Kur'an mucize olduğuna göre, onun benim üzerime misi, benim Allah'ın Resulü olduğuma bir şahitliktir. Allah bana bu Kur'an'ı vahyetti ki, onunla korkutayım. Allah'ın emrine muhalefet etmekten sizi sakındırayım. Ve Kur'an kendisine ulaşan herkesi korkutayım diye bana vahyedilcü. Yani kıyamete kadar gelen Arap ve Acem (diğer milletler) den her geleni Kur'an'la korkutmak ve Allah'ın emrine muhalefet etmekten sakındırmak için Kur*an bana vahyedil-miştir. Binaenaleyh Kur*an kime tebliğ olunmuş ve kim Kur'an'ı işit­miş ise, Resûlü-Ekrem onun için korkutucu ve müjdeci olarak gönde­rilmiş bir Peygamberdir.

Muhammed bin Kâb El-Kurezi: «Kur'an kime tebliğ edilmiş ve kimin kulağına varmış ise, sanki o Peygamberi görmüş ve Peygamber­le konuşmuştur» dedi..

Enes bin Malik: «Bu âyeti celile nazil olduğu zaman, Resûlü-Ekrem İran İmparatoru Kisra'ya ve Roma İmparatoru Kayser'e ve Arap ya­rımadasının bitişiğinde bulunan bütün saltanat sahihlerine mektublar yazdı ve onlan Allah'a davet etti» diyor.

Buharî, Abdullah bin Amr bin As'tan rivayet ediyor. Resulü Ekrem buyurdu:

«Bir tek âyet dahi olsa benden sonra gelenlere tebliğ ediniz. îsraii-oğullarından bahsediniz. Bu sözünüzde herhangi bir sakınca yoktur. Kim ki bile bile benim kesemden yalan söylerse, o, ateşteki yerine ha­zırlansın.» [40]

Bu hadiste geçen bir cümleye dikkati çekmek gerekiyor. Cenab-ı Peygamber: «İsrailoğullanndan konuşunuz. Bu konuşmanızda sakınca yoktur» diyor. Yani bir günah yoktur. Yani bu hadis; siz İsrailoğulla-nmn hakkında ibret için ne olumsuz durumu naklederseniz, onlar ondan daha fazla bir durumda ve daha aşın bir haldeydiler, demek istiyor. Yoksa yalanı mubah kılmıyor. Beni îsrailin yalan haberlerini nakletmek ruhsatını vermiyor.

îbni Mesud, Resulü Ekrem'den naklediyor:

«Cenab-ı Hak, o kişinin yüzünü nurlandırsın ki, bizden bir şeyi dinler, dinlediği gibi tebliğ eder. Nice kendisine tebliğ edilenler vardır ki, dinleyenden daha fazla kavrayıcı ve kapsayıcı olum hadisi Tirrnizi rivayet etmiştir.

Yine Tirmizi, Zeyd bin Sabit tarikiyle (yoluyla) Resûlüllah'tan rivayet ediyor:

«Allah, o kişinin yüzünü ak etsin ki, bizden bir hadis dinlemiş. Başkasına onu tebliğ etsin diye ezberlemiştir. Nice fıkıh hamili vardır ki, kendisinden daha fâkih olana onu götürür. Ve nice fıkıh hamili vardır ki fâkih değildir.»

İbni Abbas'tan gelmiştir:

«Siz dinlerseniz. Sizden de dinlenilir. Sizden dinleyenlerden de başkası dînler» Hadisi Ebu Davud, mevkuf olarak zikretmiştir [41]

 

Kelamcılara Göre  Allah'a Şey Denir Mi?

 

Bu âyet münasebetiyle kelâmcılar arasında ihtilâf noktası olan bir konuya parmak basmak istiyoruz: Acaba —şey Allah'a ıtlak olunur mu? Yani Allah'a şeydir denir mi? Cumhurun mezhebine gö­re, Allah'a şey denilir. Fakat Allah (C.C.) varedilen eşya gibi birşey değildir. Cumhur, bu âyeti celîlede vaki olan sual ve cevabla istidlal etmişlerdir. Bir de: «Herşey helak olucudur, ancak Allah'ın vechi  yani zatı »   (el-Kasas: 88)  âyetiyîe istidlal etmişlerdir.

El-Alusî, Ruhu'l-Meanî'de şunları nakleder: el-imam rivayet edi­yor ki: Cehm, «En güzel isimler Allah'ındım (el-Araf: 180), (el-Haşr: 24) âyetiyîe istidlal ederek «Allah'a şey denilmez. Çünkü Allah'a an­cak kemal sıfatlarından birisine delâlet eden bir lafız ıtlak olunur. Şey kelimesi ise, böyle değildir» dedi.

El-Mevakıf ve şerhinde «Eş-Şey» kelimesi, Eş'ariler yanında sade­ce mevcuda ıtlak olunur. Binaenaleyh Eş'arilerin yanında her şey mevcuttur, her mevcut şeydir. «Şey» ile «Mevcud» hakkmda çeşitli gö­rüşleri sevkedildikten sonra denildi ki, bu mücadele lafzîdir. Yani şey'in lafzı' neyin üzerine ıtlak olunursa o hususa bağlıdır. Bu meselede ger­çek, lügat ile naklin desteklediğidir. Çünkü lügatların isbatında ak­ün herhangi bir müdahelesi olmaz. Belirgin görüş biz maturidi'lerle beraberdir. Çünkü lügat ehli her asırda  Şey   lafzını mevcuda ıtlak etmişlerdir. Hatta onların yanında «Mevcud, şeydir» denilirse, bunu kabul ederler. «Mevcud, şey değildir» denilirse bunu inkâr ederler. Ce-nab-ı Hakkın şu âyeti de buna benzer:

«Ben daha önce seni yarattım. Sen bîrşey değildin» (Meryem: 9). Burada hakikat yoluyla ,«Şey»in yok'a ıtlak olunmasını nehyediyor. Çünkü hakikat bunda sıhhatli . olamaz.» Şerhül-Mevakıfın ibaresi bitti.

Şerhul-Makasit'te «Bu araştırma, maduma hakikaten şey denilir mi, denilmez mi? Bu, lugatla ilgili bir emirdir. Burada, nakle ve is­timale müracaat edilir. İstimallere göre, bu hususta çeşitli ihtilâflar vardır. Bizim katımızda «şey», mevcudun ismidir. Çünkü bunu çokça istimal ettiklerini görüyoruz. Madum (yok) da da mecazen kullanıl­masında herhangi bir çekişme yok. Sonra Şerh ul Maksid şunları söy­lüyor:

— îbni Abbas tan, «Şey, kadimin ismidir». Cehemilerden, «Hadi­sin ismidir» ve Hişam'dan «cismin ismidir» diye nakledilenler, luga-tehlinin kabul etmediği için cidden uzak nakülerdr.

Fakat bütün bu iddialarda araştırma gerekir. Çünkü Eş'arilerin lügat yönünden «şey» ile «mevcud» un eşit veya müteradif olduklarını iddia etiklerine dair güvenilir bir delilleri yoktur. Lügat ehlinin her zamanda «şey» lafzını «mevcud» a ıtlak etmelerine gelince, bu delâlet etse etse ancak her mevcudun şey olduğuna delâlet eder. Fakat «şey» lafzı neye ıtlak olunursa, o gerçekte ve lugatta mevcuttur sözüne de­lâlet etmez. Çünkü «mevcud»un üzerine «şey» lafzının ıtlak edilmesi, «Lâşey»e (yoka) ıtlak edilmemesini gerektirmez. Lugatta «şey», mev­cuda tahsis edilmiştir. Zaruretini de gerektirmez. Çünkü «şey», haki­katte mevcuda demekle özelleşmesine rağmen hakikat ve lugatta hem maduma, hem de mevcuda ıtlak olunur. «Mevcut, birşey değildir» di­yene, ehli lügatin hücumu ancak bu, ehemmi (en muhımmı) ehes (husus) tan selbetmek yönündendir. Ehemm'in Ehas'tan selbedilmesi Mantık ilminde sahih değildir. Yoksa «şey» ile «Meveud»un mütera­dif veya mütesavi olduklarından ötürü değildir. «Şey», madum-i hari­ciyeye hem Kur an'da, hem Sünnette ıtlak olunmuştur. Kur'an-ı Ke-rim'de:

«Hiçbir şey hakkında 'ben bunu yarın mutlaka yapacağım  deme. Ancak Allah dilerse yapacağım, de.» (El Kehf, 23-24).

Hadisde, Tabarani, Ümmü-Seleme'den rivayet ediyor:

Bir kişi, Cenab-ı Peygamberden sordu:

«Ben nefsimle öyle şeyler konuşuyorum ki, eğer onu dilimle ik­rar edersem bütün amelimi yakmış olurum. Durumum ne olabilir?»

Çenab-ı Peygamber:

«Bu kelam, ancak imanlı bir kimseye ilka olunur» buyurdu. Itlak­ta (kullanmada), asıl olan hakikattir. Hakikatten, ancak bir mani' bulunursa, dönüş yapılır. Kullanılmanın şüyuu ise, «Sibeveyh» gibi bir güvenilirden naklin sıhati sabit olduktan sonra engellemeye elverişli olmaz. Bunun bu şekilde şüyu' bulmasının nedeni, umulur ki şu ola­bilir: Konuşma ve müzakerelerde, mevcudatın hallerinden daha fazla değinmekten ileri geliyor. Yoksa «şey» in lügat yönünden mevcuda tah­sis edilmişliğinden ileri gelmiyor. [42]

 

Allah'ın İlmi Her Şeyi Kapsar

 

Bu âyet, Cenab-ı Hakkın ilminin bütün eşyaya taalluk ettiğinin delilidir. Bir de bu âyeti celîle, delildir ki, Allah'ın ilm-i ilâhisinin ma-dumu ve mevcudu birden kapsaması hem hakiki hem lugavi yönde­dir.

Büyük alimlerden bazısı «şey» i mevcuda tahsis etme iddiasını yaptıktan sonra  şey aslında mastardır ya «ŞAİN» (İsmi Faril) mâ­nâsında veya «MEŞİ» (ismi Meful) mânâsında kullanılmıştır  Eğer «Şain» mânâsına gelirse, onun Allah üzerine ıtlak edilmesi yani Al­lah'ın zatı için kullanılması doğrudur. Aksi takdirde doğru değildir de­miş. Oysa sen bu tetkikimizden anladın ki, bu tafsile ihtiyaç olmak­sızın, «şsy», Allah'ın zatı için kullanılır.  [43]

«Vehadet yönünden daha büyüktüraün mânâsı, daha doğrudur demektir.

(19)  «De ki: Allah benimle sizin aranızda şahittir...»

Bu âyeti celîle Resulü Ekrem'e bizzat onlara cevap vermeyi emre­diyor: De ki: Ne Yahudi âlimleri ne de Hristiyan âlimleri değil, Allah benimle sizin aranızda şahittir. Allah dilediğini dilediği şeyle tahsis ediyor. Allah'ın bu tahsisi apaçık bir mucizedir. Hal-düiyle konuşan bir şahittir. İnsan dilinin konuşmasından daha beliğdir. Çünkü insan dilinden bazan yalan hüküm, bazan de yanlış söz çıkabilir. Madem ki, Allah anneye emzirme kuvvetini, âlime açık bir şekilde ifadei meram etme kudretini ve mutevazi cahil bir kimseye de dinlemek sevgisini vermiştir, işte insanlarda bulunan bu açık fıtratlar Mübdi' ve Hâkim olan Allah'tan gelen şahitliklerdir. Ki, bunlar ne için yaradalmış-larsa, o vazifeyi ifâ edebilirler. Madem ki, göz bakış, kulak dinlemek, akıl düşünmek için yaratılmıştır. Bu da, şahitlik eder ki, bu nesneler bu vazifelerin ehlidirler. İşte böylece Allah benim için de Peygamber­liğimin şahitliğini yapıyor. Ey Mekke'liler! Sizi ve bu Kur'an kendisine ulaşan siyah ve kırmızılar (Arap ve Acem) in hepsini korkutayım diye benim üzerime bu Kur*an'ı indirdi. Acaba bu şahitliğin Allah'tan be­nim için yapıldığı sizin katımzda sabit oldu mu? Ey şu anda benim huzurumda mevcut olanlar! Ve ey daha sonra gelip de bu vazife ken­disine ulaşanlar! Beni, Allah'a ortak koşmaya davet etmenizi terkedip onun günahından kurtulduktan ve onun makbul olmadığına dair hüc­cet ve delil ikame ettikten sonra size Peygamberliğimi tebliğ ederek derim ki; acaba siz Allah'la beraber başka ilâhlar olduğuna şahitlik eder misiniz?»

Bu istifham, takriri bir istifhamdır. Bu istifhamda inkâr ve is-tib'ad vardır. Yani zarre kadar aklı ve düşüncesi olan bir insan için bu şahidlik çek uzaktır. «Çünkü ben sizin şahitlik yaptığınıza şahitlik etmem. De ki, ancak o bir tek mabuddur.» Şahidlik ederim ki, o bir tek ilâhtır. «Şüphesiz ki ben sizin ortak koşmalarınızdan uzak ve beriyim.» Yani putlarla herhangi bir ilişki ve İlgi kurmam bahis konusu değil­dir. İşte bununla Cenab-ı Hakkın Resulü Ekrem'e Peygamber olduğu­na dair şahitlik etmesi tamamlandı.[44]

 

Kur'an Herkese Gelmiştir

 

(19) «Sizi ve ulaştığı herkesi, kendisi ile uyarıp korkutmam için bana şu Kuran vahyedildi...» Bu âyetin tefsiri:

«Kendisine Kur'an ulaşanlardan maksad, Arap ve Acem diye iki kısma ayrılan bütün insanlardır. Veya cinler ve insanlardan olan her­kes. Ey mevcud olanlar! Sizi ve sizden sonra kıyamete kadar mevcud olacakları korkutmak için bu Kur'an bana vahyedilmiştir.

îbni Cerir, «Kur'an kime tebliğ edilmişse sanki o Hz. Muhammed'i görmüştür» diyor.

Ebu Naim ve başkası İbni Abbas'tan rivayet ettiler. Allah'ın Re­sulü buyurdu:

«Kur'an kime ulaşmışsa, sanki onunla şifahen konuşmuş olurum.»

Bu âyet, Kur'an'ın indiği günde yeryüzünde var olan insanlar ve kıyamete kadar var olacak olan insanların hepsinin Kur'an hükümle­rinin kapsamına girdiğine delildir. Hepsini kapsayıcı olmaklığı, ibare yoluyla mıdır, veya mevcut ve mükellef olmayanların gayrisi kapsa­ması icma ile midir? Bu hususta ihtilâf vardır. Hanbeli'ler birinci gö­rüşü, Hanefi'ler ikinci görüşü savunmuşlardır. Bunun tetkik ve tah­kiki usul kitablanndadn*.

Bir de, bu ayeti celîle delildir ki, Kur'an bir insana tebliğ edilme­miş ve ulaşmamıssa o insan ahkâm-ı şeriyeyi terkettiği için muaheze edilemez. Bu fikri, Ebu Şeyhin Ubey bin Kâab'tan rivayet ettiği şu hadis takviye etmektedir.

Resûlüllah'a esirler getirildi. Resulü Ekrem onlardan sordu: «Siz İslama çağrıldınız mı? Esirler Cenab-ı Peygambere: «Hayır, çağrılmadık» dediler ve Resulü Ekrem onları .serbest bı­raktı. Sonra Cenab-ı Peygamber:

«De ki: Sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için bana bu Kur'an vahyedilmiştir» âyetini okudu.

(20) «Kendilerine kitabı verdiklerimiz, onu çocuklarını tanıdıkla­rı gibi tanırlar...»

Bu âyetteki «Onu» zamiri Resûlüllah'a racidir. Yani çocuklarını tanıdıkları gibi Peygamberi tanırlar. Çünkü Resulü Ekrem'in vasıflan hem Tevrat'ta, hem İncil'de zikredilmiştir. Kitab verilenlerden mak­sad Resulü Ekrem'in zamanında bulunan Yahudi ve Hristiyan âlimleri­dir. Rivayete göre, Resulü Ekrem Medine'ye vardığında Yahudi âlim­lerinden Abdullah bin Selâm gelip müslüman oldu. Hattab'ın oğlu Ömer, (R.A.) Abdullah'tan sordu:

— Allah Peygamberi Muhammed'in üzerine, Mekke'de «o kimse­ler ki, onlara kitabı verdik, onu çocuklarım tamdı klan gibi tanırlar» âyeti nazil oldu. Acaba bu tanıma nasıl olur?» diye sordu. Abdullah bin Selâm:

«Ey Ömer! Onu gördüğüm zaman oğlumu tanıdığım gibi onu ta­nıdım. Hatta oğlumu tanımamdan daha fazla Hz. Muhammed'i tanı­yorum.»

Hz. Ömer, «Bu nasıl olur?» dedi. Abdullah bin Selâm:

«Ben şahitlik ederim, o gerçekten Allah'ın Resulüdür. Fakat ka­dının ne yaptığını bilmem.» Yani hanımını bana hainlik yaparak oğlu­mu başkasından edinmiş olabilir. [45]|

(20) «O kimseler ki nefislerine yazık ettiler. Onlar iman etmezler.» İŞ Bu âyetin izahı: Yani kitab ehli ve müşriklerden nefislerine yazık sdenler imanın kesbine vesile olan şeyleri zayi ettikleri için nefislerini helak ettiler. Onlara zarar dokundurup cehennem ateşine soktular. IS Çünkü Hz. Muhammed'in Peygamberliğini inkâr ettiler.

Bu âyetteki  elleziyne  kelimesi, iki şekilde yorumlanmış­tır: Birincisinde, daha önceki «elleziyne»nin sıfatıdır. O vakit bu «el-leziyne»den maksad Resulü Ekrem'i tanıyıp Peygamberliğini inkâr îden ehli-Kitap yani Yahudi ve Hıristiyan âlimleridirler. İkinci örüş, bu «elleziyne» mübteda yani başlı başına bir kelâm olup b vakit bundan Mekke kâfirleri kastolunur. O Mekke'liler ki, Hz. Mu-aammed'e iman etmediler. Zarar mânâsına gelen «HASAR» kelime-iinde de iki vecih vardır:

a) Bazıları; küfürlerinden ötürü kendilerin-Üe oluşan daimi bir helak ve yok olmadır, dedi.

b) İkinci vecih; cennet-lilere de cehenn emlilere de cennet ve cehennemde birer derece hazırlan­mıştır. Kıyamet gününde, Allah müminlere kâfirlerin cennetteki dereçelerini verir. Kâfirlere de, müminlerin cehennemdeki derecelerini ve­rir. İşte «hasar» dan maksad bu hüsrandır, denilmiştir.[46] 

 

Ulu orta Allah, Şöyle Dedi, Allah, Böyle Dedi Deyenin Hali

 

(21) «Allah'ın üzerine yalanla iftira edenler veya âyetlerini ya­lanlayanlardan daha zalim kim vardır? Muhakkak zalimler felah bu­lamazlar...»

Bu âyetin tefsiri: «înad yönünden daha şedid, fiil bakımından da­ha yanlış, küfür cihetinden daha tehlikeli, Allah'ın üzerinde yalan icad edenden, Allah'ın ortağı vardır iddiasında bulunandan daha za­lim kimse yoktur. Müşrikler «Meleklere Allah'ın Kızlarıdır.» Ve «Şu bizim tapmakta olduğumuz putlar Allah katında bize şefaatçıdırlar.» Hristiyanlar «Cenab-ı Hakkın karısı ve oğlu vardım dediler. Bunlar­dan daha zalim ve daha cüretkâr kimse yok.

Allah'ın âyetlerini yalanlayandan maksad, Allah'ın hüccet ve bur­hanlarını, Peygamberin Peygamberliğini belirten delillerini, îslâmın ve Kur'an'm hak olduğunu ortaya seren burhanlarını yalanlayanlardır. Nitekim Yahudiler Peygamberlerin mucizelerini yalanladılar.

Bazı tefsirciler «veya Allah'ın âyetlerini yalanlayandan daha za­lim kim olabilir?» âyetinden maksad, Kur'an âyetleridir. Hz. Muham­med'in üzerine inen Kur'an'm âyetlerini inkâr edip, yalanlayan­dan daha zalim kim olabilir?» şeklinde tefsir etmiştir.

Onlar, Hz. Muhammed'in mucizelerine «Sihir» diyorlardı. Kâfirler hem Allah'a iftira ederler, Allah üzerine yalan uydururlardı. Hem de âyetleri yalanlıyorlardı. İkisini birden yapıyorlardı. Oysa bu âyette «ya bunu veya şunu yapandan daha zalim kim olabilir?» şeklinde va-rid olmuştur. "Cenab-ı Hak işaret ediyor ki, bu iki nesnenin zulüm ve ifrat etmek yönünden birisi dahi kâfidir. Hele ikisi bir araya gelirse, felâketin felâketi olur...

«Şüphesiz ki, zalimler felah bulamazlar.» Bu âyetin tefsiri: Al­lah'ın kesesinden yalan uyduranlar. Yani Allah üzerine iftira edenler ve âyetlerini inkâr edenler, kurtuluş yüzünü görmeyeceklerdir. Kâfir ve müşrik buna dahildir.    Allah'ın azabından kurtulamayacaklar ve azablan daimi ve sonsuzdur.

(22) «Hepsini hasredip topladığımız günde, şirk koşanlara ilâh ol­duğu davasını güttüğünüz ortaklarınız nerededirler? deriz...»

Bu âyetin tefsiri: «Tapanlar ile tapılanlan bir araya getirdiğimiz günü hatırla. O gün kıyamet günüdür. Onların hepsini bir araya geti­ririz. Ve onlardan sorarız: Allah'a ortak koştuğunuz o batıl mabudla-rınız nerededir? Neden sizi kurtarmaya gelmiyorlar?[47]

 

Velilere İsmi Mana İle Değil, Harfi Mana İle Bakmak Gerektir

 

Bu istifhamdan maksad, tevbihtir, yani .onları kınamak ve rezil etmektir. Hani siz «o ilâhlar Allah'ın katında bize şefaat edeceklerdir» diyordunuz? Niye şefaat etmeye gelmiyorlar?» Zira müşrikler dünya­da: «Biz de, Allah'ın varlığına inanıyoruz. Fakat bu tapmakta olduğu­muz putlar, büyük insanların temsilleridir. Hz. İbrahim'in, Hz. İs­mail'in, Hz. Nuh'un, Hz. Adem'in ve onların soy ve zürriyetinden gelen yararlı insanların heykelleridir. Bunlara tapıyoruz. Bunların Allah ka^ tında büyük mertebeleri vardır. Bize şefaatçi olacaklardır» diyorlardı. Fakat heyhat! Kıyamette bu, onların ebediyyen cehennemde yanma­larına yardımcı oldu. Başka bir şeye değil. İbadete Cenab-ı Haktan başkasını karıştırmamak gerektir. İbadette ne bir Peygamberi-zişam, ne de meleklerden birisini, ne mukaddes ruhlardan birini ve ne de Al­lah'ın büyük kullarından herhangi birisini katmamak gerektir. Ka-anlar, Allah'tan isteyeni onlardan isteyenler şirk bataklığına batar­lar. İslâmda keşf, keramet, veli ve salih kul vardır. Alimlerin, ariflerin ilim ve irfanından istifade edilir. Fakat onlara daima harfî mânâ ile bakılır. Yani onlar ne yaparlarsa Allah'ın emriyledir. Müstakil (başlı-başına), buyruk değildirler. Allah'ın emir ve fermanının atmosferinde cevelan ederler. Bilmek lâzımdır ki, ismî mânâ ile (yani müstakil ve başlıbaşına bir mânâ ile) Peygamberlere, veli kullara, salihlere ve me­leklere bakan bir insan Hristiyanlann azizlere, kilisenin ileri gelenle­rine baktıkları gibi bakmış olurlar. Bu da felâkettir.

(23) «Sonra onların herhangi bir fitnesi olmaz.  Ancak Yarabbi, vallahi biz müşriklerden değildik derler...» Bu âyetin tefsiri:

Ayette bahsi geçen «fitneden» maksad, cevabtır. Herhangi bir ce-vabları olmaz.demek oluyor.

îbni Abbas «Herhangi bir mazeretleri olmaz»' demektir diyor. «FÎTNE» kelimesi esasında tecrübe ve deneme mânâsına geliyor. On­ların sualleri kalblerindekini belirtmek için tecrübe ve deneme oldu­ğundan dolayı cevablarına fitne denildi.

Zeccac, «sonra fitneleri olmaz» âyetinin mânâsında bir letafet, bir zariflik vardır. Şöyle ki; kişi bir mahbube tutulur. Ve o hususta ona bir meşakkat isabet eder. Ya mahbubundan teberri eder, uzakla­şır. Böylece denilir ki, «Onun fitnesi ancak o mahbub ile idi.» Kâfir­ler de böyle. Putların sevgisiyle fitnelendiler. Sonra azabı gördüklerin­de putlardan teberri ettiler. Cenab-ı Hak da «onların herhangi bir fit nesi, (putlara sevgisi) olmadı. Ancak putlardan teberri ettiler.» Bu sö­zü, kâfirler kıyameti gördüklerinde, Cenab-ı Hakkın ehl-i tevhide ih­san ettiği, affı, ve mağfireti müşahede ettiklerinde söylerler. Birbirle­rine «Gelin şirki inkâr edelim, umulur ki, kurtulur ve Tevhid ehline katliniz» derler. Ve bunun üzerine «Rabbimiz olan Allah'a yemin ede­riz. Biz müşrik değil idik» diye haykırıyorlar. Bu sefer Cenab-ı Hak ağızlarını mühürler. Azaları şirk ve küfürlerine dair şahitlik yaparlar.

Kıraat âlimlerinden bazıları «Rabbena»yı, «münada» olarak oku­muşlar: «Yemin ederiz, ey Rabbimiz Biz şirk koşmadık» mânâsını âye­te vermişlerdir.

(24) «Bak onlar kendi nefisleri    üzerinde nasıl yalan söylediler. İlah diye iftira ettikleri şeyler de kendilerinden ayrılıp kayboldular...»

Bu âyetin tefsiri:

Ey Muhammedi Basiret gözüyle bak. Müşriklerin halini teemmül etmekle bak. Onlar, batıl özürleriyle nefisleri üzerinde nasıl yalan söy­lüyorlar? Putlardan ve dünyada üzerinde bulundukları şirkten teber­ri etmek suretiyle nasıl yalana kaçarlar? Dünyada üzerinde oldukları­nı inkâr etmek, onlara hiç te faide vermez. Onların dünyada yaptık­ları yalanlar onlardan  ayrılmış, ve kaybolmuştur. Onlar dünyada «Putlar bize şefaat ve yardım edecekleri} diyorlardı. Bütün bunlar kı­yamette kaybolmuştur.

(25) «Onlardan seni dinliyor gibi olanlar da vardır...»

Bu âyetin tefsirinde El Kelbi der ki; Ebu Süfyan Sahr bin Harb, Ebu Cehil Âmr bin Hişam, Velid bin Muğİre, Nadr bin Hars, Rebia'-nın oğulları Utbe ve Şeybe, Halefin oğulları Ümeyye ve Ubeyye ve El Hars bin Âmr bir araya geldiler. Resûlüllah'ın Kur'an okumasını din­ledikten sonra Nadr*a dediler ki:

«Ey Eba Kuteybe!  Muhammed ne diyor?»

Nadr:

«Muhammed'in ne dediğini bilmem. Ancak onu görüyorum. Dilini kıpırdatıyor. Ve daha önceki insanların hurafelerini söylüyor. Nasıl ki ben size geçmiş kuşaklardan bahsediyorsam o da onlardan bahsediyor»

dedi. Nadr adlı bu kişi, çok konuşkandı. Geçmişlerin haberlerini, hadi­se ve hikâyelerini naklediyordu.

Ebu Süfyan:

«Ben onun söylediklerinin bir kısmının hak olduğuna kanaat edi­yorum» dedi. Ebu Cehil:

«Hayır! Onun söylediklerinin hiçbirini ikrar etmeyeceksin» diye çıkıştı. Başka bir rivayette Ebu Cehil:

«Yemin ederim, ölüm, bizim için Muhammed'in dediklerini ikrar etmekten daha kolaydır» dedi. İşte o zaman Cenab-ı Hak bu âyeti in­dirdi. «Onlardan seni dinliyor gibi olanlar da vardır.» Yani senin ko­nuşmanı ve okumanı dinliyorlar. «Fakat biz onların kalpleri üzerine perdeler kıldık. Tâ ki senin konuşmam anlamasınlar.» Veya «senin ko­nuşmanı anlamalarını istemediğimiz için bunu yaptık.»

«Onların, kulaklarında ağırlık kıldık.» Yani kulaklarında sağırlık kıldık. Bu âyeti celîle, «Cenab-ı Hak, kalbleri dilediği şekilde evirip çe­virir» hükmünün delilidir. Cenab-ı Hak, bazı kalbleri hidayeti kabul etmek için açar. İman etmesi için inşirah verir. O kalbler de hidayet ve imanı kabul ederler. Bazılarım da perdeler içerisine sokar. O kalbler de, Allah'ın kelâmını anlamaz ve iman etmezler.

(25) «Eğer onlar her âyeti görseydiler yine ona iman etmezlerdi.»

Bu âyetin tefsiri şöyledir: «Senin doğruluğuna ve Peygamber olduğu­na delâlet eden mucizelerin her ferdini teker teker görseydiler yine on­lara inanıp onları tasdik etmezdiler. Bunlar senin doğruluğuna delâlet eden mucizelerdir diye ikrarda bulunmazdılar.

Birçok müfessire göre; bu kelâm, onların cehaletlerinin son dere­ce oluşuna, kalblerinin Kur'an'ı anlamaktan ifrat derecede kaçışına, Allah tarafından sağır edilmiş kulaklarının okunan âyetleri son dere­ce nefretle karşıladığına bir temsildir.

İbni Abbas «Bu âyetin içinde geçen «Âyet» kelimesi mucize ma­nasınadır. Ayın parçalanması, Peygamberin parmaklan arasından su­yun akması, elinin koymasıyla az bir yemeğin çoğalması ve benzeri mucizeler demektir» diyor.

Şeyhülislâm «Bu âyetin içinde geçen «Ayet» kelimesi Kur'an âyet­leri demektir, diyor. Yani onlar Kur'an âyetlerinden herhangi bir şeyi görürlerse, onu kulaklarıyla dinlerlerse yine ona iman etmezler. Fa­kat birinci tefsir zevk-i selim katında daha tatlıdır.[48]

Cenab-ı Hak bu âyetlerde onların inakçılıklarından haber veriyor. Yani «Ben. cebren onları iman ettirmeyeceğim» demek istemiyor. Çün­kü onlar ayın ikiye bölündüğünü gördüklerinde «Bu bir sihirdir» de­diler. Cenab-ı Hak, onların hüccetsiz mucize ve âyetleri reddetmelerin­den haber verdi. Cenab-ı Hak, onlar iman etmesinler diye değil, kâfir­likte körü körüne gittiklerinden dolayı kalblerine perdeler gerdi. On­lar dinlerler, anlarlar. Fakat dinlediklerinden istifade ve hakka itaat etmediklerinden dolayı dinlemez ve anlamaz yerine konmuş oluyorlar.

(25) «Hatta sana geldiklerinde seninle mücadele ederler...»

Bu âyetin tefsiri: Seninle mücadele ve münazaa ederler.

îbni Abbas: Onların mücadeleleri: «Siz, öldürdüğünüzün etinden yiyorsunuz. Fakat kendiliğinden, (Allah tarafından) öldürülenin etin­den yemiyorsunuz» diye mundarın eti hakkında ResûlüUah ile yapmış olduğu mücadeledir» dedi.

(25) «Küfre sapanlar derler.» Küfre sapanlardan maksat, Kurey-şilerdir. İbni Abbas, Kureyşiler Nadr bin Hars'a dediler:

«Muhammet! ne diyor?»

Nadr:

«îki dudağını kıpırdattığım görüyorum. Nasıl ki ben geçmişlerin hurafelerini naklediyorsam, O da ancak geçmişlerin hurafe ve usture-lerinî söylüyor» dedi.

Nadr, hikayeci idî. Çok yolculukları vardı. Acem diyarında geç­mişlerin hikâyelerini dinlemişti. Rüstem'in, İsfendiyar'm ve diğer Acem uydurmalarını dinlemişti. Kureyşilere, zaman zaman bunları masal şeklinde naklediyordu. Ayetin içinde bahsi geçen  el-esa-tır   kelimesi ya estar'ın veya usture'nin çoğuludur. «setr» kitabın satırları gibi telif edilmiş, bir baştan öbür başa uzatılmış nes­ne demektir. «El Kuşeryi», «Esatirin tekili Estir geliyor» dedi.

Bazıları da «Bu esatir, tekili olmayan çoğuldur.» demiştir. Ge­çenlerin esatirinden maksad, onların yazmış oldukları hikâyeler de­mektir.

El Cevheri, «(Esatir batıl, hurafe ve efsaneler demektir» diyor.

(26) «Onlar Kur'an'a tabi' olmaktan halkı vazgeçirmeye çalışırlar. Kendileri de tabi' olmazlar. Onlar ancak kendilerini helak ederler ve bunu da idrak etmezler...» Bu âyetin tefsirinde şunlar gelmiştir:

Yani halkı Hz. Muhammed'e tâbi olmaktan menetmeye çalışırlar. Kendileri de bundan uzaklaşırlar. Bu tsfsir İbni Abbas ve Hasan'dan rivayet edilmiştir.

Bazı müfessirler «Bu âyet Ebu Talib hakkında nazil olmuştur. Kâ­firleri Hz. Muhammed'e eziyet etmekten nehyediyordu. Fakat ona iman etmekten de uzaklaşiyordu» diyorlar. Bu tefsir aynı zamanda İbni Ato-bas'tan da rivayet edilmiştir.[49]

 

Hakkı Müdafâ Etmek Kâfirlere De Faide Sağlar Mı?

 

Siyer âlimleri rivayet ediyorlar: «Resulü Ekrem, bir gün Kabe'ye vardı.  Namaz kılmak istedi. Namaza girdiğinde Ebu Cehil, Âmr bin Hişam, (Allah'ın laneti onun üzerlerine olsun) orada bulunan Kurey­şilere «Kim bu kişiye gidip, onun namazını ifsad eder?» dedi. Bunun üzerine Îbni-Ziba'ra isimli kâfir kalktı. Eline ters ile kan aldı. Onunla namazda bulunan Resulü Ekrem'in mübarek yüzünü sıvadı. Resulü Ekrem namazı bitirdiğinde amcası Ebu Talib'e geldi:

«Ey amcam! Benim başıma getirileni görmüyor musun?» diye şi­kâyet etti.

Ebu Talib:

«Kim senin başına bunu getirdi?» diye sordu. Cenab-ı Peygamber:

«Abdullah bin Ziba'ra» dedi. Ebu Talib kalktı. Kılıcını omuzuna astı ve Resûlüllah ile beraber gitti. Kureyşin yanına vardı. Kureyşiler Ebu Talib'i görünce ayağa kalkıp durdular. Ebu Talib:

«Allah'a yemin ederim, eğer bir kişi kalkarsa onu kılıcımla doğra­rım.» deyince Kureyşüler oldukları yerde tekrar oturdular, onlara yak­laşınca:

«Ey oğlum! Bu işi senin başına getiren kimdir?» diye Resûlül-lahdan sordu. Resulü Ekrem:

«Abdullah b. Zibra'ra» dedi. Bunun üzerine Ebu Talib biraz pislik ile kan aldı. Onunla onların yüzlerini, sakallarını, elbiselerini sıvadı ve onlara kötü söz söyledi. Bunun üzerine bu âyeti celîle nazil oldu. Re­sulü Ekrem, Ebu Talib'e:

«Ey Amcam!  Senin hakkında bir âyet nazil oldu.»

Ebu Talib:

«O hangi âyettir?» diye sorunca Resûlüllah:

«Kureyşlileri bana eziyet vermekten menediyorsun. Fakat bana iman etmekten kaçınıyorsun.» mealini getiren âyettir, dedi. Bunun Ü2erine Ebu Talib şu şiiri okudu:

«Allah'a yemin ederim, onlar topluluklarıyla sana yetişemezler. Ta ki ben toprakta defnedilerek uzatılıncaya kadar.

Sana gelen emri açıkça söyle! Senin üzerinde herhangi bir korku yok. Bununla müjde ver! Seninle gözler aydın oldu.

Beni çağırdın, bana nasihat ettiğini söyledin.

Doğru söyledin. Daha önce de emin idin.

Benim üzerime bir din arzettin.

Bu dinin beşeriyet dinlerinin en hayırlısı olduğunu biliyorum.

Eğer kınama veya küfretmek korkusu olmasaydı beni o dinin doğ­ruluğu hakkında açık fikirli olarak görecektin.»

Bunun üzerine eshab-ı kiram:

«Ey Allah'ın Resulü! Ebu Talib'in sana dünyadaki yardımı ahi-rette ona hiçbir fayda verir mi?» diye sordular. Resulü Ekrem:

«Evet, onun o yardımı, ondan kelepçeler ve bukağılan uzaklaştır­dı. O şeytanlarla beraber bağlanmadı. Yılanlar ve akreplerin kuyuları­na girmedi. Onun azabı ancak ateşten yapılmış iki pabucundadır. O pabuçlar sebebiyle onun beyni fıkır fıkır kaynıyacaktır.»

Evet cehennem ehlinin azab yönünden en hafifi Ebu Talib'tir. Ce­nab-ı Hak bu eziyetlere maruz kalan Resulünün üzerine «Ululazm Pey­gamberlerin sabrettiği gibi sabreyle» (el-Anam: 50), âyetini indirdi.

Sahihi Müslim'de Ebu Hüreyre'den rivayet edildi: Allah'ın Resu­lü, amcası Ebu Talib'e:

«Ey amcam! Allah'tan başka mabud olmadığına dair bir söz söy­le ki Kıyamet gününde sana bu sözünün şahidi olayım» dedi.

Ebu Talib:

«Eğer Kureyşiler beni kınayarak, Ebu-Talip korkudan dolayı bu sözü söyledi, demeseydiler onunla senin gözünü aydınlatacaktım» de­di. Ebu-Talip bunu dedikten sonra, Cenab-ı Hak: «Şüphesiz sen sevdi­ğini hidayet etmezsin. Fakat Allah dilediğini hidayet eder» (Tevbe: 30) âyetini indirdi. [50]

 

Azab Yönünden En Hafifi Ebu Talib'dir

 

Müslim, meşhur rivayet böyle gelmiş, dedi.

Yine Sahihi Müslim'de İbni Abbas'tan gelen bir hadiste Allah'ın Resulü: «Cehennem ehlinin azab yönünden   en hafifi Ebu   Talib'tir. Ateşten yapılmış iki pabuç onun ayaklarına giydirilmiştir. O pabuç­lardan onun beyni fıkır fıkır kaynıyor.» dedi...

Abdullah bin Zeba'ri'ye gelince, o fetih senesinde müslüman oldu. gl îslâmı da çok güzel oldu. Resulü Ekrem'e yaptıklarından dolayı özür  beyan etti. Cenab-ı Peygamber onun özrünü kabul buyurdu. Kendisi büyük bir şairdi. Resulü Ekrem'i şiirleriyle medh u sena etmeye baş­ladı. Onun şiirlerinden birçokları vardır. O şiirleriyle kâfirlik zama­nında geçmiş şeyleri silip-sökerdi. O şiirlerden birisi:

«Bülbüller ve üzüntüler uykuyu menettiler.»

«Geceye gelince, onun karanlığı amma da çok, amma da uzun.»

«Uykusuzluğum, Ahmed'den bana gelen kınamasından ileri geli­yor.»

«Sanki sıtmaya tutulmuş gibi geceledim.»

«Ey şiddetle yürüyen, eli çabuk olan, burnuna gem vurulan deve­nin azaları üzerine binen en hayırlı insan!»

«Şüphesiz ki, ben dalalet içerisinde, bilmeyerek, şaşkın şaşlon yü­rüdüğüm zaman sana karşı yapmış olduğum edeb dışı hareketlerden senden özür dilerim.»

«O günlerde ki, Sehm ve Manzum kabileleri beni en kötü adımı atmaya, en kötü ve en çirkin hareketleri yapmaya iteliyorlardı.»

«O günlerde ki, helakin sebeblerine yardım ediyor ve sapıkların durumu beni çekiyordu. Onların durumları zaten meş'umdur.»

«Bugün Peygamber Hz. Muhammed'e kalbim iman etti. Kim ki bunu yanlış sayarsa, o mahrumdur.»

«Düşmanlık geçip gitti, sebebleri sonuçlandı. Bizim aramızda ak­rabalık bağları ve tatlı ümitler geldi.»

«Anam ve babam, sana feda olsun. Benim kayışlarımı affet. Şüp­hesiz ki sen merhamet eden ve merhamete mazhar olansın.»

«Senin üzerinde padişahlar padişahının nişanlarından bir nişan vardır. Bir nur vardır, pırıl pırıl parlıyor. Omuzlarının arasına vuru­lan bir mühür vardır.»

«Sevgiden sonra şeref yönünden sana delilini vermiştir. Mabudun delili büyüktür.»

Ben şahitlik ederim ki senin dinin doğrudur, gerçektir. Ve şahit­lik ederim ki sen kullar arasında büyüksün.»

«Allah şahitlik eder ki, Ahmed Allah tarafından muhtardır, (se­çilmiştir) Salihler arasında karşılanırdır ve kerimdir.»

«Büyük bir efendidir. Onun temeli Haşim soyundan gelmiştir. Ufukta yerleşen bir dal ve bir köktür.» [51] 

(27) «Onların ateşin kenarına getirilip durdurulduklarında 'keş­ke dünyaya tekrar döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini yalanlama-saydik ve inananlardan olsaydık' dediklerini bir görsen...»

Bu âyetteki, hitab, ya Resûlüllah'a veya muhatap olma ehliyeti­ne sahib olan herkesedir. Bu âyetten maksat, onların kötü halini beyan etmektir. Onların kötü halinin ne derece şeni' olduğunu açıklamaktır. Ayetteki «LEV» kelimesi şart edatıdır. Cevabı mahfuz (Düşürülmüş) tür. Ayetin mânâsı «Eğer onların halini ateş üzerinde durdukları ve ateşi gördükleri veya ateş üstünde kurulan köprünün üzerine getiril­dikleri veya altlarında bulunan ateşe baktıkları veya ateşe girdiklerin­de, onun azabının miktarını bildikleri zaman görsen şeni' ve korkunç bir emri görmüş olacaksın. Onlar, görmüş oldukları dehşetten ötürü «Ey kavmimiz! Keşke bizler dünyaya bir daha gönderilmiş olsaydık. Keşke biz Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık. Keşke biz mümin­lerden olsaydık.» demek suretiyle ikinci bir defa dünyaya dönmek te­mennisinde bulunurlar. Tâ ki, ikinci kez dönüşlerinde iman etsinler ve Rablerinin âyetlerini yalanlamasınlar. Fakat heyhat, artık dönüş yok­tur.» [52]

 

Meal

 

(28) Belki daha önce gizledikleri onlar için ortaya çıktı. Şayet dünyaya geri döndürülseydiler muhakkak menedilmiş oldukları şeyle­re dönüş yaparlardı. Şüphesiz ki onlar yalancıdırlar.»

(29) Hayat ancak dünya hayatımızdan ibarettir. Ondan baş­kası yoktur. Bizler kabirlerden dönderilmeyeceğiz» dediler.»

(30) Keşke Rablerinin katında durduruldukları zaman (onları) görseydin. Allah: Bu haşre gönderilme doğru değil midir? der. Onlar: Evet, Rabbimiz hakkı için doğrudur, derler. (Allah): O halde küfrü­nüzden ötürü azabı tadınız» dedi.»

(31) Allah'ın huzuruna varmayı yalanlayanlar kesinkes zarar ettiler. Öyle ki, saat (kıyamet günü) ansızın gelince onda (dünya ha­yatı veya kıyamet hususunda) ettiğimiz kusurdan ötürü vay halimi­ze dediler. Halbuki onlar günahlarım sırtlarına yüklerler. Dikkat (edi­niz!) O taşıdıkları ne kötü şeydir.»

(32) Dünya hayatı oyuncak ve eğlenceden başka birşey değil­dir. And olsun ki, ahiret evi ittika edip korunanlar için daha hayırlı­dır. Acaba bunu daha da düşünmeyecek misiniz?»

(33) Biliyoruz ki dedikleri muhakkak seni üzüyor. Öyle ise on­lar hakikatte seni yalanlamıyorlar. Lâkin o zalimler Allah'ın âyetleri­ni inkâr ediyorlar.»

(34) And olsun ki, senden önce birçok Peygamber yalanlandı­lar. Onlara yardımımız gelinceye dek uğradıkları yalanlamaya ve ezi­yete sabr ettiler. Allah'ın kelimelerini değiştirebilen kimse yoktur. Ye­min olsun ki, sana Peygamberlerin haberlerinden (bazısı)  geldi.»

(35) Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, haydi yer (içine doğru) bir delik veya göğe (doğru) bir merdiven aramaya ve onlara bir âyet, (mucize) getirmeye gücün yetiyorsa (getir!) Eğer Al­lah dileseydi muhakkak ki onları hidayet üzerine derlerdi. Öyleyse sa­kın cahillerden olma.» [53]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(28) «Belki daha Önce gizledikleri onlar için ortaya çıktı...»

Bu âyeti celîle, delâlet eder ki, onların temennileri sıhhatli bir azimden gelmemiş, imandan olan bir rağbetten peydan olmamış. İma­nı oluşturmak ve imanlı olmak şevkinden doğmamıştır. Bslki dünya­da gizledikleri ortaya çıkmış ve dehşetli manzaranın sarsıntısından ve fazla, sıkıntılarından dediklerini söyleyivermişlerdir.

Bazı tefsirciler: «Bu âyet münafıkların hakkında nazil olmuştur»

diyor. Merfu' olan zamir münafıklara, mecrur olan zamir de mümin­lere racidir. Yani müminlere, münafıkların gizlemiş oldukları küfür gö­ründü. Böylece münafıklar, dünyada gizlemeye muvaffak oldukları küfrü, artık ahirette gizlemeye muvaffak olamadılar. Müminler onu gördü.

Bazıları da; ehli kitabın hakkında nazil olmuştur, dediler.

Bazıları, «ehli kitabın âlimleri hakkında nazil olmuştur» dediler. Onların gizledikleri Hz. Muhammsd'in Peygamberliği idi. O vakit hem merfu' hem de mecrur elan zamir, hem onlara, hem müminlere, hem avama, hem havasa raci olur. Onların gizledikleri hem onlara, hem müminlere, yani herkess göründü.

(28) «Şayet dünyaya geri döndürülseydiler muhakkak menedildik-leri şeylere dönüş yaparlardı...»

Bu âyetin tefsiri: Yani onlar ateşin kenenndan (kıyametten) dün­yaya geri çevrilmiş olsaydılar gene de ilk gelişlerindeki küfür ve ya­lanlamalarına saplanacaklardı. Bu «lüzum» (yani dönüş olsaydı iman­sızlık ta olacaktı) ve bu Telazumda, (bu istek, bu şartı cümlede), on­ların tıynetlerinin kötülüğü, cibiliyetlerinin pisliği, isti'dadlannı kötü kullanmaları rol oynamıştır, Cenab-ı Hakkın onlar üzerindeki kaza ve kaderi bundan böyle tecelli etmiştir. Onun için bunlara gördükleri hiç­bir faide vermez.

Bazı tefsirciler; bu âyetin mânâsı; eğer onlar Üimsizlik ve görme-nezlik olan birinci hallerine döndürülmüş olsaydılar yine eski durum­larına dönüş yapacaklardı, demektir, dedi. Fakat bu tefsir, bu maka­ma uygun düşmez. Çünkü burada onların temennisine cevab teşkil sder.

(28) «Şüphesiz ki, onlar yalancılardır.» Yani yalancı bir kavim­dirler. Temennilerinin kapsadığı mânâların eri değildirler. Temennile­rinden anlaşılan mânâ onların maksadı değildir. Zira yalan söylemek onların adetleridir.

(29) Hayat, ancak dünya hayatımızdan ibarettir dediler..,»

Bu âyeti celîle, haşri inkâr edenlerin halinden bahsediyor. Resu­lü Ekrem; kâfirlere kıyametin hallerini, dehşetlerini, Allah'ın kıya­mette müminler için hazırladığı sevabı, kâfirler ve asiler için hazırla­dığı ikabı haber verince onlar; hayat, ancak dünya hayatımızdır yani bu dünyadan başka bir hayat yoktur. Biz öldükten sonra dirilip haş-re gönderilmeyeceğiz» dediler.

Abdurrahman bin Zeyd bin Eşlem, «Bu âyet, ateş üzerinde durdu­rulan, «Eğer biz dünyaya döndürülürsek, iman ederiz, âyetleri tastik edip müminlerden oluruz, diyenlerin haberidir. Eğer onlar, bu temen­nilerine rağmen dünyaya döndürülürse, «Hayat ancak bizim dünya ha­yatımızdır ve biz haşre gönderilmeyeceğiz» diyeceklerdir dedi.

İbni Cerir ve İbni-Ebi-Hâtim, îbni Zeyd'den rivayet ettiler:

«Eğer onlar geri gönderirlerse menedildikleri şeylere yeniden dö­nüş yapacaklardır. Onlar dünyaya geri gönderildikleri takdirde «Hayat ancak bizim dünya hayatımızdır. Biz haşrolunmayacağız» diyecekler­dir [54]

(30) «Keşke Bablerinin katında durduruldukları zaman onları bir :örseydin...» Bu âyetin izahı:

Bu âyet, sual ve tevbih için durdurulmalarının temsilidir. Veya hakikatin imkânını şart koşmayanın katında ondan kinayedir. Bazı­ları, buradaki durdufmak «Muttali kılmak ve olmak»    mânâsındadır

der. Ayette muzaf mukadderdir. Yani Rablerinin kazası veya cezası üzerinde durduruldukları (vakıf oldukları) zaman onları bir görseydin demektir.

Zahiriye mezhebinden bazı âlimler; kıyamette halkın Cenab-ı Hak­la pek yakın olan bir yerde, hesab için durdurulduklarını bu âyetten an­ladığını iddia etmişlerdir. Fakat bu istidlalleri şüpheden hali değildir.

Sanki sorulmuştur: Acaba Allah, o zaman onlardan ne sordu? Ce­vab: Allah onlardan «Acaba bu haşr ve hasrın diğer durundan doğru değil midir?» diye soracaktır. Onlar da «Evet, Rabbimize yemin ederiz, doğrudur.» cevabını verirler. Kendilerine faide versin diye itiraflarına yemini ekliyorlar. Fakat heyhat, artık o zaman hiçbir şey faide ver­mez. Bunun üzerine Cenab-ı Hak onlara, «Daha önce inkâr ettiğiniz­den ötürü azabı tadınız» der. O, kâfirliğinizden ötürü azabı tadınız. Kâfirliğinizin bedeli ve karşılığı olarak veya daha önce inkâr ettiğini­zin karşılığı olarak azabı tadınız. Yani bu azab küfrünüzden ve inkâ­rınızdan ötürü size tatbik edilmiştir. Yoksa siz durup dururken ve uy­sal hareket ederken size tatbik edilmiş değildir.

(31) «Allah'ın huzuruna varmayı yalanlayanlar kesinkes zarar et­tiler.»

Bu âyetin mânâsı «Allah'a varmayacağız, ölümden sonra dirilme-yeceğiz» diye Peygamberi yalanladıklarından ötürü nefislerine zarar verdiler. Nefsin büyük sevabı olan cennette ikamet etmesini kaybetti­ler. Elem verici azaba ve cehennemin derekelerinde kıvranmaya çar­pıldılar. ..

(31) «Öyle ki saat (kıyamet günü), onlara ansızın gelince onda ettiğimiz kusurlardan ötürü vay halimize dediler...» [55]

 

Kıyamete Niçin Saat Dendi?

 

Bu âyette «essaatu» tabiri kıyamet demektir.  baötaten   ansızın gelmek demektir. Kıyamete «saat» denildi. Çünkü o, Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği bir saatte, ansızın kopacaktır.

Bazıları «Kıyamete saat denildi. Çünkü hesabı süratlidir. Tıpkı saatin, yelkovanların süratle döndüğü gibi.» Çünkü kıyamette mahlû-katm hesabı, bir saatte veya bir saatten daha az bir zamanda bitecek­tir. Ama bazıları için zaman uzanacaktır. Kıyamet koptuğunda haşri ve kıyameti inkâr eden Kureyş müşrikleri ve diğer kâfirler başta ol­mak üzere «Vay bizim halimize. Ey pişmanlığımız! Gel. Hazır ol! Dün­yadaki kusurlarımızdan ötürü olan pişmanlığımız! Senin zamanındır. Gel, hazır ol! Ey salih amellerin olmadığından çekmekte olduğumuz nedametimiz! Senin zamanındır, hazır ol!» diye yakınıp dururlar.

Muhammed bin Cerir et-Taberi,  fîha  daki zamir «pazarlı­ğa» racidir. Yani onlar «o pazarlıktaki kusurumuzdan ötürü oluşan pişmanlığımız gel hazır ol, derler. Pazarlıkdan maksad, onlar ile Pey­gamberler arasındaki pazarlıktır. Çünkü daha öncs âyette «Hüsran» - ziyan etmek   kelimesi geçti. Bu, ancak bir alış-verişte olur. Bu takdirde âyetin mânâsı; Allah ile mülakati yalanlayanlar, Allah'ın rı­zasını elde etmeye elverişli olan imanlarını satıp Cenab-ı Hakkın aza­bım gerektiren küfrü karşılığında almak suretiyle zarar ettiler. Oysa onlar bunu sezmiyorlar. Kıyamet kopuncaya kadar da, bunun farkın­da olmuyorlar. Ansızın kıyamet geldiğinde, başlarına gelen zararı gör­düklerinde, o zaman, «Ey bizim bu ifratımızdan Ötürü oluşan pişman­lığımız! Hazır ol. Bu senin zamanındır» diye feryad ediyorlar!..

Taberi senediyle Ebu Said el Hudri'den, o da Resûlüllah'tan riva­yet ediyor:

«Hz. Peygamber ya hasretena tefsirinde şunu söyledi: Cehennem ehli, cennetteki menzil ve konaklanna baktıkları zaman:

«Ey hasretimiz! Gel, hazır ol diye dövünürler.»

El-Alusi «saat belli bir vakit demsktir. Burada kıyamet günü kasdedilmektedir. Çünkü saat esasında zamanın bir parçası demektir. Fakat belli bir vaktin adı olmak ona galib gelmiştir. Nitekim «NECM» yıldız demektir. Fakat «Süreyya yıldızına galebe ile» âlem (isim) ol­muştur. Kıyamete «bir saat» denilmiştir. Çünkü arkasından gelen ebe­diyete nispet edildi mi, kısa olur. Veya içindeki süratli hesaba göre kısa olur.»

Bazıları, «Saat» i «ölüm vakti»yle tefsir etmişlerdir.

El Alusi, devamla, «Bu hasret çekmek, hernekadar ölüm anında kâfirleri kapsamakta ise de, fakat ölüm ahiretin mukaddimelerinden olduğundan dolayı kıyametin cinsinden kılındı ve onun ismiyle (saat-la) isimlendi. Bunun için Cenab-ı Peygamber, «Kim ölmüş ise şüphe­siz onun kıyameti kopmuştur» buyurmuştur. Veya ölümden sonra <tsaat»in gelmesi, süratli oluşundan dolayı sanki hiç tevakkuf etmeden olmuştur gibi kılınır.

Ebul Beka, «Ayetin takdiri «Ey hasret, hazır ol, bu senin zama­nındır» demektir, der. Bu çağn mecazi bir davettir. Çünkü hasret, em­ri manevidir. Bunun mânâsı, hasretin sebeblerini hatırlatmak için ne­fisleri uyarmaktır. Çünkü hasret bizzat istenmez. Onun yönelip gel­mesi taleb edilmez. Mânâ burada mübalağa üzerine bina edilmiştir. Hatta onlar o kadar akılsız ve dengesiz oldular ki, hasreti bile çağırdı­lar. «VEYL»in çağrılması da böyledir.» [56]

İbni Abbas'ın ve Hasan Basri'nin rivayet ettiklerine göre «Fiyha» zamiri ya dünya hayatına ya da saate racidir. Dünya hayatındaki ve­ya saatteki kusurdan maksad, onların hakkını gözetmedeki kusur de­mektir, îman ve salih amellerle onlara hazırlanmaktaki kusur demek­tir. Bazıları; zamir cennete racidir. Yani âyetin mânâsı: «Cennetin ta­lebindeki kusurumuzdan dolayı oluşan pişmanlığımız, hazır ol, senin zamanındın> demektir, dedi. Bu tefsir, Süddi'ye nisbet edilmiştir. Fa­kat âyetten uzak bir tefsirdir.

Tibrîsinin «Süddi'ye nisbet edilen bu tefsirin doğruluğuna El A'mes'in Ebu Salih'ten, Ebu Said'den, Resûlüllah'tan rivayet ettiği şu hadis: «Cehennemliler, cennetteki konaklarını görürler. «Vay bizim hasretimiz)) diye bağırırlar» delâlet eder, sözüne gelince, bu söz de, dikkatten hali değildir. Çünkü bu ihtimal, daha sonra olacaktır. Bu ise istidlali (yani delil getirmeyi) iptal ediyor.

(31) «Halbuki onlar günahlarını sırtlarına yüklerler; Dikkat edi­niz, o taşıdıkları ne kötü şeydir...»

Bu cümle, kâlû fiilinin faili olan «vave» haldir. «Evzar» keli­mesi  «vizr»in cemi'dir.  Vizr, esasında ağırlık demektir. Günaha da vizr denilir. O halde burada «evzar»dan günâhlar kastedilmiştir. Ya­ni günâhlarını sırtlarına almaktadırlar. Hatalarını yüklenmektedirler. Sırtlar mânâsına gelen «zühür» kelimesini Cenab-ı Hak kullanıyor. Çünkü galib odur ki yük sırta alınır. Nitekim «Elleri kesbetti» denili­yor. Çünkü kesb çoğu kez ellerle yapılıyor. Bu âyeti celîlede yükleri­nin ağırlığına işaret vardır. Ayet onların kötü halini ve günâhların­dan ötürü onların şiddetli meşakkat, elem ve büyük azablan tattıkla­rım beyan etmektedir.

Bazı tefsirciler «gerçekten günâhları maddeleşir ve sırtlarına yük­letilir»  diyorlar.

İbni Cerir ve îbni Ebi Hatim, Süddi'den rivayet ettiler:

Zalim bir kişi ölüp kabrine konulduğunda, ona çirkin yüzlü, siyah benizli, pis kokulu ve sırtında kirli elbiseler olan birisi gelip beraber kabrinde durur. Onu gördüğünde «Senin yüzün amma da çirkindir» der. C da «Senin amelin de böylece çirkin idi» cevabını verir. «Senin kokun amma da pistir» der. O da, «senin amelin de böylece pis koku­yordu» der. «Senin elbisen amma da kirlidir» der. O da «Senin amelin de kirli idi» diye cevap verir. Ölü kabrine gelenden soruyor:

«Sen kimsin?» O:

«Ben senin amelinim» diyor. O amel, ölüyle beraber kabrinde du­rur, kıyamet günü haşre gönderildiğinde amel ona «Ben lezzetler ve şehvetlerle seni dünyada taşıyordum. Bugün de sen beni sırtlayacak­sın» der ve onun sırtına biner. Ta cehenneme götürüp sokuncaya ka­dar onu sürer.

Bu iki zat Amr bin Kays'ten rivayet ettiler:

Mümin, kabrinden çıktığı zaman, ameli en güzel suret ve en gü­zel koku ile onu karşılar ve ondan:

«Sen beni tanıyor musun?» diye sorar.

Mümin:

«Hayır! Ben seni tanımanı. Ancak Cenab-ı Hak senin kokunu tat­lı ve suretini güzelleştirmiştir» diyor. Ameli:

«Sen de dünyada böyle idin. Ben senin salih amelinim. Çok za­man dünyada sana bindim. Bugün sen bana bin» der.

Hadisin râvisi:

«Sonra hatırla o günü ki, müttakileri gurup gurup rahmana doğ­ru hasrediyoruz»  (Meryem: 85)  âyetini okudu.

Eğer kabrinden kalkan kâfir ise, ameli suret yönünden en çirkin, koku bakımından en pis bir şekilde onu karşılar. Ondan soruyor: «Be­ni tanıyor musun?» O da, «Hayır. Seni tanımıyorum, ancak Cenab-ı Hak senin suretini çirkinleşti rmiş. Kokunu da pis yapmıştır» der. Ame­li: «İşte sen de dünyada böyle idin. Ben senin kötü amelinim. Dünya-da bana çok bindin. İşte bu gün ben sana bineceğim» diyecek. Ravi bu­nu söyledikten sonra: «Onlar günahlarını sırtlarına yüklerler. Dikkat ediniz! O taşıdıkları ne kötü şeydir» âyetini okudu.

Bazı tefsirciler, bu hususta varid olan her âyet ve hadisi temsil olarak kabul etmiştir. Fakat hakikate de hamledilebilir. Zire kelâm zahirinin üzerinde durabilir.

Ehli sünnetin birçok kimsesi «Ameller ahi ret te cisimlenir» demiş­tir. Vezn tabirinin zahiri de bunu iktiza etmektedir.[57]

 

Dünyâ Hayatı Nedir?

 

(32) «Dünya hayatı oyuncak ve eğlenceden başka birşey değil­dir...»

Bu âyetin izahı:

Cenab-ı Hak, bu âyetten önce dünya hayatının ötesinde başka bir hayatın olduğunu tesbit etti. O hayatta insanoğlunun çekeceğini be­lirtti. Bunun üzerine bu iki hayatın gerçekteki durumlarım beyan et­meye yeltendi. Bazıları «Bu âyet, hayat ancak bizim dünya hayatımız­dır dediklerine cevabtır» demiştir. Fakat bu tefsirde uzaklık vardır. Her ne ise, durum ne olursa olsun âyetten maksad budur.

Dünya hayatının özelliklerinden olan amellerine gelince; o an­cak oyuncak ve eğlence gibidir. Yarar sağlamaz ve daimi kalmaz. Bu takdirde ibadetler gibi dünyada   yapılan salih ameller ve yaşantının zaruri ihtiyaçlarının elde edilmesi için çabalar istisna edilmiş oluyor­lar! Bunlar oyuncak ve eğlence değildirler.

«lâhuv ve la'ib», «Durret-ut-Tenzil» adlı kitabda varid oldu­ğuna binaen, akıllı bir insanı ilgilendirmeyen bir işle meşgul olmak­tır. İster haram olsun ister olmasın, nefsin istekleri, hoplamak, zıpla­mak gibi şeylerle meşgul olmak «lehiv» ve «la'îb» demektir. Bazı­ları; Lehivle la'ibin arasında ayırım yaparak şöyle dedi:

Laib, sevinmeyi acelece getirmek maksadıyla işlenen şeydir. Le-hiv; ister sevinmek maksadıyla olsun, ister olmasın insanı meşgul eden nesne demektir.

Bazıları «Lehiv, kadınlarla sevişmek mânâsına gelir» demişlerdir. Katade, «lehîv», Yemen lügatinde (lehçssinde) kadın demektir» dedi.

Bazıları, «Güzel olmayan yollardan sevinme ve ferahı kastetmek la'ibtir, Lahiv ise, himmeti, elverişli olmayan şeylere sarfetmek demek­tir» dedi.

Bazıları «Lehiv, kendisine yönelen başkasından yüz çevirir, mesele demektir. Zira bir durum kendisini diğer bir durumdan meşgul etme­yen zat sadece Allah'tır (C.C.). Kişi, batıla yöneldiğinde, haktan yüz çevirmesi lâzımgelir. Batıl üzerine yönelmek la'ib, haktan yüz çevir­mek lavh'dir» dedi.

Bazıları da; akıllı lîir kimse, tercih ve takdimi gereken şeyle meş­gul olur. Eğer başkasını terketmeksizin tercih ve takdim ederse, bu lâib olur. Eğer terkeder, unutursa bu da lavh olur.» dedi.

(32) «And olsun ki ahiret evi ittika edip korunanlar için daha ha­yırlıdır. Acaba bunu daha da düşünmeyecek misiniz?...»

Bu âyet, şunu ifade eder: Ebedi hayatın merkezi olan ahiret evi, küfür ve isyandan sakınanlar için daha hayırlıdır. Çünkü menfaatla-n hem çok, hem de zarar ve elemlerden halidir, sadedir ve lezzetleri daimi ve sonsuzdur.

«Acaba hangi emrin daha güzel, daha hayırlı olduğunu artık dü­şünmeyecek misiniz?» Ta ki üzerinde bulunduğunuz küfür ve isyan­dan sakınasınız.  efelâ ta'kılün— kelimesindeki  FE— bir mahzuf (düşürülmüş)  fiilin üzerine atfetmek içindir. Yani «siz gaflete dahp artık düşünmeyecek misiniz?» Veya «Neden düşünmüyor da akıl erdirmiyorsunuz?»

Bazı   kurralar   ta'kılun  yerinde   ya'kılun  şeklinde gaib fiili olarak okumuşlardır.

(33) «Biliyoruz ki muhakkak ki dedikleri seni üzüyor. Öyleyse, on­lar hakikatta seni yalanlamıyorlar...»

Ayetin bu cümlesi istinafi (ve mukadder bir sualin cevabı olan) bir cümledir. Resûlüllah'ı içinde bulunduğu üzüntüden teselli etmek için getirilmiştir. Kâfirlerin yalanlamakta ifrat etmeleri ve bu husus­ta şiddet göstermeleri Resûlüllah'ı çok üzüyordu. Cenab-ı Hak, Resû-| lûllah'a bu âyetle sabır tavsiye ediyor. «Kavminin eziyetine ve yalan­lamalarına karşı sabret. Sen ululazim Peygamberlerin efendisisin. Kav­minin eziyetinden pek fazla şikâyet etmemelisin. Cenab-ı Hak sen şi­kâyeti belirtmenden önce azimini bilmektedir.»[58]

 

Düşmanları Resûlüllah'ı Nasıl Bilirdi?

 

Süddi rivayet ediyor: El Ahnas İbni Şureyk ve Ebu Cehl (Âmrbin Hişam) bir araya geldiler. El Ahnes, Ebu Cehil'e:

«Ey Ebelhakem! Bana Muhammed'den haber ver: Acaba doğru mudur, yoksa yalancı mı? Çünkü burada senin bana diyeceklerini ben­den başkası dinlemiyor!..»

Ebu Cehil:

«Allah'a yemin ederim, şüphesiz ki Muhammed doğrunun tâ ken­disidir. Muhammed hiçbir zaman yalan söylemedi. Fakat Beni Kusay (Resulün kabilesidir) hem Kureyş'in bayrağını, hem hacıları sulama­yı, hem Kabe'nin hacabetini, hem Nedve'nin riyasetini, hem de Pey­gamberliği elde ederlerse, diğer Kureyşlilere ne kalmış oluyor?» dedi ve bunun reddi için Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi...

Naciye bin Kaab: «Ebu Cehil, Resûl-i Ekrem'e (S.A.): «Seni itham etmiyoruz ve yalanlayamıyoruz. Fakat senin getirdiğini a    yalanlıyoruz» dedi» diye rivayet etti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi.

Hz. Ali bin Ebi Talib'ten rivayet ediliyor: Ebu Cehil, Resulü Ek­rem'e:

«Seni yalanlamıyoruz. Fakat senin getirdiğini yalanlıyoruz» dedi.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak, onlar hakkında şu âyeti inzal etti: .

(33) «Şüphesiz ki, onlar seni yalanlamıyorlar. Fakat zalimler Al­lah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar.»

Hadisi Tirmizi iki yoldan rivayet etmiştir. «Bu daha sıhatlidir» de­diği rivayet şudur: «Şüphesiz onlar seni yalanlamıyorlar» Yani iç âlem­lerinde. Çünkü senin doğru olduğunu biliyorlar. Fakat zalimler yani kâfirler, Allah'ın âyetlerini alenen inkâr ediyorlar. Çünkü onlar üze­rine Kur'an inen Muhammed'in doğru olduğunu bildikten sonra, inad ve küfürlerinden ötürü Kur'an'ı yalanladılar. Nitekim Cenab-ı Hak, onlardan başkasının hakkında «Onu inkâr ettiler. Fakat nefisleri ke­sinlikle onu bildi. Onu zimmen ve yükseklik taslamak yönünden in­kâr ettiler» (Haşır: 20) diye buyurmuştur.»

Bazı tefsirciler, «Ayetin zahiri delâlet eder ki, onlar Hz. Muham­medi yalanlamadılar. Ancak Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler. Hz. Mu­hammed'in doğruluğuna delâlet eden Kur'an'ı inkâr ettiler» dediler. Bu tefsire binaen âyetin mânâsı şudur: «Onlar senin doğru olduğunu bilirler, seni yalanlamıyorlardı. Ancak senin Peygamberliğinin sıhha­tini inkâr ettiler, risaletini yalanladılar.» [59]

 

Sabredenlere Vaadedilen Yardım

 

(34)  «And olsun ki, senden önce birçok Peygamber yalanlandılar. Onlara yardımımız gelinceye dek uğradıkları yalanlamaya ve eziyete sabrettiler...»

Bu âyet, Resûlüllah'a gelen ikinci bir tesellidir. Zira belâ umumi-leşirse, ferdin içinde bulunduğu belâyı biraz hafifletir. Cenab-ı Hak, bu âyette Hz. Peygamberin daha önceki Peygamberlere bu hususlarda uyması hakkında irşat veriyor. Eziyete karşı sabretmekte, yalanlama­ya karşı göğüs germekte daha önceki Peygamberlere uy diyor.

«Onlara yardımımız gelinceye dek.» cümlesi işaret ediyor ki Hz. Muhammed'e de yardım gelecektir. Cenab-ı Hak bu âyette, sabreden­lere yardımı vaadediyor. Ve îslâmın istikbalinin parlaklığı bu âyetten anlaşılıyor. [60]

 

Kur'an Değiştirilemez

 

(34) «Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur...» Bu

âyetin mânâsı: Cenab-ı Hakkın, yalanlayanları helak edeceğine dair yapmış olduğu hükmü nakzedecek hiçbir güç ve Peygamberlere yar­dım edecek diye vaadettiğini değiştirecek hiçbir kuvvet yoktur. Nite­kim başka bir âyette «Yemin olsun bizim kelimemiz Peygamber ola­rak gönderilen kullarımız için sebkat etmiştir. Şüphesiz ki, onlar var ya, onlar yardım görenlerin tâ kendisidir. Şüphesiz ki, bizim orduları­mız galibtirler.» (el-Bakara: 252). Başka bir âyette: «Allah, ben ve Pepgamberlerim galib geleceğiz diye hükmettim. Allah'ın va adında hulf yoktur» (el-Bakara: 252) Duyurulmuştur.

Bazı tefsirciler: Kendi kelimelerinden maksad, «Onlara yardımı­mız gelinceye dek» cümlesindeki kelimeleridir dedi.

Ata'da, «kelimelerden maksad, Peygamberlerine ve Hz. Muham­med'e yardımı tazammun eden âyetleridir» dedi.

Bazı müfessirler «Bu kelimelerden Cenab-ı Hakkın bütün kelime­leri kastedilmiştir. Bahsi geçen âyetler de, bütün kelimeler cümlesin-dendir. Ayetin zahiri, delâlet eder ki, hiç kimse Cenab-ı Hakkın keli­melerini tebdil edemez. Yani kelimelerin delâlet ettiğinin hilafını ya­pamaz. Allah ile o kelimelerin tahakkuk etmesinin arasına girip mani olamaz.

Cenab-ı Hak kelimelerini değiştirir mi değiştirmez mi? Konusu bu, âyetin kapsamına girmemektedir. Diğer nasslann delâlet ettiğine bakılırsa, Cenab-ı Hak, vaidini yani tehdidini çoğu zaman değiştirir. Fakat vaadini (yani mükâfat sözünü) değiştirmez. İşte bundan dola­yı Bevzavi ve Medarik,   kelimatI   Mevaid (yani vaidler) ile tef­sir ediyorlar. [61]

 

Bütün Peygamberlerin Haberleri Hz. Muhammed'e Bildirildi Mi?

 

(34)  «Yemin olsun ki, sana Peygamberlerin   haberlerinden bazısı geldi...»

Bu âyetin tefsiri:

Yani Kur'an'da Peygamberlerin haberlerinden bazısı sana indiril­di. O sana teselli vermeye ve kalbini teskin etmeye kâfidir.

«El-Ahfaş «MÎN» kelimesi burada teb'iz (pazısı, bir parçası), mâ­nâsını ifade etmez, belki «SİLE» (bağlaç) harfidir» dedi. Fakat baş­kası, teb'iz mânâsını ifade eder demişlerdir. Çünkü Resûlüllah'a gelen kıssalar bazı Peygamberlerin kıssaları (haberleri) dir. Nitekim Cenab-ı Hak, başka bir âyette «Onlardan bazılarını senin için kıssa ettik. Ba­zılarım sana kıssa etmedik, s (haber vermedik)» (El-Enbiya: 50) buyur­muştur.

(35) «Eğer onların yüz çevirmeleri sana pek ağır geldiyse, gücün de yerde bir delik (açmaya) veya göğe  (çıkmak için) bir merdiven ara­maya ve onlara bir âyet,    (mucize) getirmeye   yetiyorsa yap...»   Bu

âyetin açıklaması:

îbni Cevzi, bu âyetin sebebi nüzulünde şunu zikretti:

El-Hars bin Âmr beraberinde Kureyş'den bir kaç kişi daha oldu­ğu halde Resûlüllah'a geldi. Ve Resûlüliah'tan «Bize diğer Peygamber­lerin kavimlerine mucizeler getirdikleri gibi bir mucize getir. Eğer bu­nu getirirsen sana iman edeceğiz» dediler. Bunun üzerine bu âyet na­zil oldu. Bu tefsiri, Ebu Salih, İbni Abbas'tan rivayet etmiştir.

Ayetin mânâsı; «Ey Muhammed! Eğer müşriklerin senden yüz çe­virmeleri seni tasdik etmekten kaçmaları ve sana iman etmeye sırt çe­virmeleri sana ağır geliyorsa...»

Resulü Ekrem, kavminin iman etmesini şiddetle arzuluyordu. On­lar Resûlülîah'tan bir mucize istedikleri zaman onların iman etmeleri için Allah'dan o mucizeyi onlara göstermesini istedi. Cenab-ı Hak: «Eğer sen arayıp yerde bir tünel, veya gökte bir merdiven elde etme­ye yelteniyorsan, bunun vasıtasıyla da onların istedikleri mucizeler-

den birisini getirmeye yöneliyorsan ve mucize, senin doğru olduğu­na delâlet etsin diye çırpmıyorsan haydi bunu yap. Fakat buna gücün yetmeyecektir.» diye dikkatini çekti. Bu âyetten maksad, Resulü Ek­rem'in tamahını onların imanından kestirmektir, onların yüz çevir­melerinden artık rahatsız olmamasını temin etmektir. [62]..

 

Allah İçin Cebr Var Mıdır?

 

(35) «Eğer Allah dileseydi onları hidayet üzerinde derler, topar­lardı...» Bu cümlenin tefsiri:

Cenab-ı Hak, bu âyetinde, Peygamberine haber veriyor ki, onlar iman etmeyi terkettiler. Senden yüz çevirdiler. Küfre yöneldiler. Bun­lar, Allah'ın meşiyeti iledir. Kazasının onlar hakkındaki yerine oturt­ması içindir.

«Salan cahillerden olma». Yani «Allah dileseydi, onları hidayet üzerinde bir araya getirirdi» hükmünü bilmeyenlerden olma. Veya: «Onların bir kısmı sana iman edecektir, bir kısmı etmeyecektir» husu­sunda cahillerden olma.

Bazı kimseler, âyetin mânâsı; onların seni yalanlamaya dair has­retin şiddetlenmesin. Onların yüz çevirmelerinden irkilme. Aksi tak­dirde sabırsız cahillerin haline yaklaşmamış olursun.»

Cenab-ı Hak, Resûlüllah'ı bu halden uzaklaştırmak için ona bu hali yasakladı.. Ve ona şiddetli bir tarzda hitapta bulundu.

Veya âyetin mânâsı «Onların yüz çevirmeleri, sana zor geliyorsa ve senin de muhali getirmeye gücün yetiyorsa haydi, getir» demektir. Bu takdirde maksad, Resulü Ekrem'in kavminin iman etmesindeki ar­zusu bu dereceye vardığını beyan etmektir. Ve aynı zamanda âyette, onların İslâmın varlık dairesinden uzak olduklarına da işaret edilmek­tedir. Cenab-ı Hak, âyette taleb etmek mânâsına gelen  entebteği tâbirini kullandı. «Edinmek» mânâsına gelen «entattahiz» ibaresi­ni kullanmadı. İşaret etti ki, o yerdeki delik ile göklere götüren mer­divenin talebi bile mümkün değil. İsteği bile güç yetmezdir. Edinmek nerde olacaktır?..

İbni Cerir, İbni Münzir, İbni Ebi Hatim ve el Beyhaki «El Esma ve  Essıfatflta İbni Abbas'tan rivayet ettiler:

«Gökten getirilen âyetten ve yerdeki   delikten    maksad, kaçmak içindir.»                                                                                                  

Bu tefsir Et Tasti'nin Nafi' bin Ezrek'ten rivayet ettiğiyle teyid edilmiştir. Bu zat îbni Abbas'a sordu:

«(Eğer gücün yerde bir delik aramaya yetiyorsa) âyetinin mânâ­sı nedir?» îbni Abbas:

«Yerde bir delik açmaya ve ona girip kaçmaya   gücün yetiyorsa haydi yap demektir» dedi. Fakat bu tefsirde uzaklık vardır. İbni Ezrak'ın haberinde de denilen denilmiştir. [63]

Ehl-i Sünnet «Eğer sizin üzerinizde bulunduğunuz dinin, üzerin­de onları derlemeyi Allah dileseydi, onları derler, bir araya   getirirdi.Dnlan imana muvaffak kılardı.. Onlar seninle beraber iman ederlerdi. Fakat Allah, onların kötü seçeneklerinden dolayı bunu istememiş­tir. Çünkü Cenab-ı Hak onların seçeneklerini tâ ezelde bilmiştir.

Mutezileler, «eğer Allah, onların hidayet üzerinde derlemesini di­leseydi, bunu yapardı. Yani onları burada derlenip toparlamaya mec­bur eden bir mucize indirirdi. Fakat Cenab-ı Hak, bunu istememiştir. Çünkü bu hikmetten çıkış oluyor» dediler. Ehli Sünnetin görüşü daha  doğrudur.

(35) «Sakın cahillerden olma.»

Bu âyeti celîlede Cenab-ı Hakkın şefkati ilâhisinin Peygamberi üze­rinde çok olduğunu ve Resulü Ekrem'in kavminin imanı hususundaki    « isteğinin taptaze olduğunun işareti vardır.

El Cübbai bu âyetin tefsirinde «Sabır gereken yerlerde sabırsızlık yapma. Aceleye kapılma. Aksi takdirde senin halin cahillerin haline yaklaşır. Onların yolunda yürümüş olursun» demiştir.

Cenab-ı Hak, Resulü Ekrem'e «Sakın cahillerden olma» Hz. Nuh'a, «işte sana Öğüt: Bilgisizlerden olma» (Hud, 46) buyurmak suretiyle Resûlüllah'a olan şefkatinin daha fazla olduğuna işaret eder. Ve Resû-lüllah'ın kavminin iman etmesi hususundaki isteği daha genç, daha hararetlidir.

Burada muhtemel ki, «Gökte bir merdiven arama) tabiri, Atmos­fer tabakasının dışındaki, havasızlığa işaret ve onun geçilmesinin zor­luğundan bahseden bir hüküm olsun,. [64]

 

Meal

 

(36 (Ey Habibim! Davetine) ancak işitenler icabet ederler. Ölülere (gelince), Allah onlan gönderecektir (diriltecektir). Sonra Al­lah'ın katına döndürülürler.»

(37) Neden Rabbinden onun üzerine bir âyet inmedi? dediler. De ki: Elbette Allah bir âyeti indirmeye kadirdir. Lâkin onların çoğu bunu bilemezler.»

(38) Yerde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiç­bir kuş yoktur ki, sizin benzerleriniz ümmetler olmasınlar. Kitabta hiçbir şey ihmal etmedik. Sonra Rablerinin katında haşr (toplanmış) olunurlar.»

(39) Ayetlerimizi yalanlayanlar sağır, dilsiz ve karanlıkdadır-lar. Allah kimin saptırmasını dilerse onu saptırır. Kimin hidayet et­mesini dilerse onu dosdoğru bir yol üzerinde kılar.»

(40) De ki: Sizi gördün mü? (Bana haber veriniz.) Eğer Al­lah'ın azabı size veya saat (kıyamet), size gelirse, acaba Allah'tan baş­kasını mı çağıracaksınız? Eğer «putlar birer mabuttur» iddianızda doğ­ru iseniz onları çağırınız.»

(41) Belki ancak o'nu çağırırsınız. Böylece o dilerse giderilmesi için onu çağırdığınızı kaldırır. Siz de ortak olarak koştuğunuzu unu­tursunuz.»

(42) And olsun senden önceki ümmetlere (Peygamberler) gön­derdik. Onları darlık ve felâketlerle yakaladık. Umulur ki, (bu sayede tevbe edip) yalvarırlar.»

(43) Neden onlara azabımız geldiğinde yakanp yal varmadılar? Fakat onların kalpleri katılaştı. Şeytan onların bütün yaptıklarım on­lara süslü gösterdi.»

(44) Böylece (hatırlatmalarında kullanılan) vaz-u nasihati unuttukları zaman, üzerlerine herşeyin kapılarım açtık. (Sonuç ola­rak) kendilerine verilenle sevindikleri zaman, ansızın onları yakaladık. Artık o zaman onlar ümitsiz kaldılar.» [65]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(36)  (Ey Habibim!) Davetine ancak işitenler icabet ederler...»

Bu âyetin tefsiri: Yani senin Peygamberliğine ve imana yaptığın davete ancak dinlediğini anlayan, işittiğinde tedebbur ve tefekkür eden kimseler icabet eder. Ölüler isa —ki bunlar da ölülerdendir— onlar hernekadar zahirde dinliyorlarsa da, gerçekte dinlemedikleri için iman etmezler. Nitekim Cenab-ı Hak, başka bir âyette «Şüphesiz sen ölülere dinletemezsin» (Rum: 52) buyurmuştur.

Bu âyeti celîle, daha Önce onlar iman etmezler âyetinden anlaşı­lan mânâyı takrir etmektedir. Yani Csnab-ı Hak bunların muhtar kı­lındıkları bir devrede akü ve iza'n sahibleri olduktan bir devrede, ken­di ihtiyarlanyla iman etmediklerini, imanı seçmeyeceklerini bildiğin­den, onların gelecekteki tavrını Resulüne bildiriyor. Yoksa Cenab-ı Hak zorla onları imandan çeviriyor, iman etmemeye onları zorluyor, sonra onlan muaheze ediyor diye birşey âyette bahis konusu olamaz.

Hasan Basri, «Ölülerden maksad, kâfirlerdir» diyor. «Allah ölüleri

hasra gönderecektir» cümlesinden maksad, öldükten sonra kabirlerin­den kaldırıp haşre gönderecektir demektir.

Bazı Kitabların «Onlan hidayetten imana gönderecektir» şeklin­deki tefsiri hiçbir değer taşımamaktadır. «Sonra onlar Allah'ın katma dönüştürülürler», âyetin bu cümlesinden maksad: Hesab vermek için onlar Allah'ın huzuruna gideceklerdir. İşte o zaman onlar Peygamber­lerin getirdiklerini dinleyip, anlayacaklardır. Ondan önce ise, onu ger­çek mânâda dinlemek ve anlamak taraftan olmadıklanndan dolayı, onlar için müyesser olmayacaktır.

Bazı tefsir âlimlerine göre; (ölüm) burada hakiki mânâya ham­ledilir. «Ölüleri, Allah (kabirlerinden haşre) gönderecektir.»

(37) «Neden Rabbinden onun üzerine bir âyet inmedi dediler...»

Bu âyetin izahı:

Bunu, Kureyşin Senadidi (Mekke'nin ileri gelenleri) söylediler: «Niçin Allah tarafından Muhammed'in Peygamber olduğuna şahitlik edecek bir melek indirilmedi?» dediler. Yani dağlan titreten, kalbleri yumuşatan, akılsız hayvanlara bile Peygamberlik şehadetini yaptı­ran mucizelere rağmen bunlar ikna olunmadılar. Yine de böyle bir is­tekte bulundular: Muhammed (A.S.)'in üzerine bir melek veya başka bir mucize inseydi de, bizi ona inandırmaya mecbur etseydi diye bir teklifte bulundular. Ey Muhammed! Sen onlara de ki: Allah bir âye­ti — yani insanı iman etmeye mecbur eden bir mu'cizeyi  indirme­ye kadirdir. Fakat imtihan ve teklif sırrı bozulmasın diys Cenab-ı Hak, böyle bir âyeti indirmemiştir. Fakat onlann çoğu Cenab-ı Hakkın bu­na kadir olduğunu bilmezler. Bilmezler ki, Allah buna kadir olmasına rağmen bu mucizeyi indirmemiş, tâ ki, bu mucize, insanın seçeneği ve ihtiyan üzerine kurulan teklifin temelini yıkmasın. Veya bu mucize­ye rağmen onlar iman etmedikleri takdirde Cenab-ı Hak onlan helak etmesin. Çünkü imanı mecburen gerektiren mucize gelmesine rağmen iman etmeyenler temelden helak olup giderler.

Ayeti celîlede «Onların çoğu bilmez» denildi. Çünkü bazılan halin hakikatine vakıf idiler. Israrlanna gelince, onu mukabare ve inad olarak yaparlardı.

(AYET» kelimesi esasında Allah'ın kudretine ve Peygamberin de Peygamberliğine alâmet ve nişan olan mucize demektir ve bu âyeti ce­lîlede Ayet kelimesi nekire olarak iki defa tekrar edilmiştir, ikincisinde birincisinin aynisi kastedilmektedir. Bu da tefsir ettiğimiz gibi «me­lek» mânâsında olabilir. Yani Allah'tan gelen bir melek bağırıp: «Mu­hammed Allah'ın Peygamberidir. Allah birdir. Putlar batıldır.» desin. Veya o mânâyı ifade eden diğer bir mucize mânâsına gelmiştir.

Bilmezler ki, Allah (C.C.) ancak kullarının maslahatını içeren mu­cizeleri gönderir. Allah'ın katında malûmdur ki onların soylanndan, Allah'a iman edecek kavimler vardır. Bunun için de Allah onlann te­mellerini kazıtıp köklerinin berhava etmesini istemez.

(38) «Yerde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasınlar...»

Bu âyeti celîle, başlıbaşına bir kelâmdır. Cenab-ı Hakkın kudreti­nin kemalini göstermek, güzel ve hikmetli tedbirini sergilemek, ilmi­nin kapsayıcı olduğunu bildirmek için gelmiştir. Sanki «Allah bir mu­cizeyi indirmeye kadirdir» âyetinin delili oluyor. Evet, mucizeyi gön­dermeye kadirdir, fakat apaçık bir hikmetini korumak için göndermi-yor demek oluyor.

Bazı müfessirier; bu âyet, Cenab-ı Hakkın insanları kabirlerinden diriltip haşre göndermesinin delilidir dediler.

Sair canlılar, kürre-i arzın hangi kıtasında olursa olsun, isterse yeryüzünün içinde, isterse üstünde olsun, ve yina göklerin hangi ta­rafında uçarsa uçsun, hepsi sizin gibi cemaatlar ve guruplardır. Allah sizi nasıl yaratmışsa onlan da yaratmıştır. Rızıklarınızı nasıl tekeffül etmiş ise, onların rızıklarını da tekeffül etmiştir. Size adalet nasıl et­miş iss, onlara da öyle adalet etmiştir. Öyleyse onlara zulmetmeniz uy­gun düşmez. Onlar hakkında size ne emredilmişse onu aşmak da size münasip olmaz.

Yeryüzündeki hayvanlar demiş, acaba gökteki hayvanlar da öyle değil midir? Onlar da, öyle olmasına öyledir. Fakat Kur an ın ilk mu-hatablan ancak yeryüzündeki hayvanları tanırlar, onlan görürlerdi.

Bazı tefsir âlimleri «Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ile kanatla­rıyla uçan kuşlar teşbih hususunda bizim gibi ümmetlerdir, Allah'ın varlığına delâlet etme hususunda böyledir.» dediler. Bu tefsire göre, âyetin mânâsı şöyle olur: «Yürüyen hiçbir hayvan ve uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi Allah'ı teşbih etmesin. Allah'ın vahdaniyetine var­lıkları delâlet etmemiş olsun. Eğer kâfirler düşünürlerse, bunu sezer ve çözerler.»

Ebu Hüreyre «Bu canlıların bizim benzerlerimiz olması, şu mânâ­dadır: Kıyamet gününde Cenab-ı Hak bu canlıları da haşr edecektir. Boynuzsuzun hakkını boynuzludan alacaktır. Sonra Cenab-ı Hak on­lara «Toprak olunuz» diyecektir» dedi. Zeccac, bu tefsiri ihtiyar ederek şöyle dedi: «Onlar, yaradılışta, n-zıkta, ölümde, haşrde ve kısas alınmakta benzeriniz ümmetlerdir.»

Süfyan bin Uyeyne «Yürüyen hayvanların hiçbir sınıfı, uçan kuş­ların hiçbir sınıfı yoktur ki, insanlar arasında onlara benzer olmasın. Çünkü insanların bir kısmı vardır ki, aslan gibi koşuyor. Bir kısmı var ki domuz gibi oburdur. Bir kısmı vardır ki, köpek gibi havlıyor. Bir kısmı vardır ki, tavus kuşu gibi böbürlenerek yürüyor. îşte mumasele-tin (benzerliğin) manası budur» demiş.

El Hattabi, Süfyan bin Uyeyne'nin bu tevilini İstihsan ederek de­miştir ki; sen hayvanlar ve yırtıcılarla muaşeret ediyorsun. Onlardan sakın. Yani insanları hayvandan yırtıcılara benzetmiştir.

Mücahid «Ancak sizin benzerleriniz ümmetlerdir» âyetinin tefsi­rinde, onlar sınıflardır. Onların isimleri vardır İsimleriyle bilinirler. Tıpkı bizim isimlerimizle bilinmemiz gibi.

Bazı müfessirler, «Onlar bilgide bizim gibidirler. Haşrolunacaklar. Cennette nimet görecekler. Dünyada çektikleri elemlerin karşılığını gö­recekler. Cennet ehli onlarla ünsiyet peydah edecektir)) demişler. Fa­kat bu tür tefsirler sıhhatli bir dayanağa dayanmamaktadırlar.

En makbul tefsir «Yaradılmakta, Sânia' delâlet etmekte, Sania' muhtaç olmakta, ve Sani' tarafından rıışıklandırmakta bizim gibi üm­metlerdir. "Nasıl ki, insanların nzıklan Allah'a aid ise, onların da rı-zıkları Allah'a aittir, tarzındaki tefsirdir.

Bazı tefsirciler, «kuşlar bir ümmettir, insanlar diğer bir ümmet­tir, cinler başka bir ümmettir demişlerdir.»

Bu tefsir, el Katade'den gelmiştir.

Es-Süddi «Onlar sizin gibi ümmetlerdir, yani size benzer mahlûk­lardır demektir, dedi.»

îbni Ebi Hatim, îbni Abbas tarikiyle rivayet eder: «Sonra Rable-rinin katında neşrolunacaktır» âyetinin mânâsı, ölüm onlan Rableri-nin yanına toplayacaktır, demektir.»

İbni Cerir, İsrail'den, o Said'den, o Mesruk'tan, o İkrime'den, o İb-ni Abbas'tan, «Hayvanların ölümü onların haşri demektir.» diye riva­yet etti.

Bazı görüşlere göre (tonlar da kıyamette insanlar gibi haşroluna-caklardır. Çünkü Cenab-ı Hak, «Vahşiler haş rol unduk lan zaman» (Tekvir: 5) buyuruyor.

îmam Ahmed, Ebu Zer tarikiyle rivayet eder: Resûl-i Ekrem, tos-laşıp vuruşan iki koyun gördü:

«Ey Eba Zer! Bunlar niçin dövüşüyorlar biliyor musun?» «Hayır, bilmem.»

Resûlullah:

«Fakat Allah niçin dövüştüklerini biliyor ve aralarında hükmede­cektir.» dedi.

Hadisi Abdurrezzak, Ma'mer'den rivayet etmiştir. Başka bir rivayette Ebu Zer:

«Resûlüllah bizi terkettiği zaman, göklerde uçan kuşun evirip çe­virdiği kanatlarından da bize bir bilgi vermişti» diyor.

îmam Ahmed'in oğlu Abdullah babasının Müsnedinde Hz. Osman tarikiyle rivayet ediyor: Resul-ü Ekrem:

«Boynuzsuz hayvan için kıyamet gününde boynuzlu hayvanlardan intikam alınacaktır.» dedi.

Ebu Hüreyre bahsimizin konusu olan otuz sekizinci âyetin tef­sirinde:

Bütün mahluklar kıyamet gününde haşrolunurlar. Hayvanlar, yü­rüyen canlılar ve kuşlar dahil, hepsi bir araya gelirler. O günde Al­lah'ın adaletine erişecekler. Allah'ın adaleti o gün, boynuzsuz hayva­nın hakkını boynuzlu hayvandan alacak şekilde tecelli edecektir. Bun­dan sonra Allah, insandan başka diğer canlılara «Toprak olunuz» diye­cektir. Bunun için kâfir: Ey kavm! Keşke be nde toprak olaydım» di­yeceklerdir. [66]

 

Kur'an Her Şeyi Kapsamaktadır :

 

(38) «Kitabta hiçbir şey ihmal etmedik...» Bu cümlenin tefsiri: Bazı tefsir âlimleri: kitabtan maksad, levhil mahfuzdur diyorlar. Yani levhil mahfuzda bütün olaylar, en incesinden en kabasına kadar, en hurdasından en belirginine kadar tüm hadiseler yazılmıştır.

Bazı tefsirciler de «kitabtan maksad, Kur'an'dır» demişlerdir. Ya­ni din hususunda hiçbirşeyi terketmedik, hepsini Kur'an'da müdellel olarak zikrettik. Kur'an açık veya mücmel bir şekilde ona delâlet eder. Bu mücmelin açıklanması ya Resûlüllah'tan (Hadisten) alınır. Veya icmaı ümmetten veya Kur'an'ın nassıyla sabit olmuş kıyastan alınır. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir âyette, «Kur'an'ı senin üzerine her şe­yin übyam —açıklayıcısı— olarak indirdik» (Nahl: 89) buyuruyor. Başka bir âyette: «Senin katına zikri indirdik ki, sen insanlara onlar için indirileni açıklayasın.» (Nahl: 44). Başka bir âyette, «Resul size ne getirirse, onu sımsıkı tutunuz. Resul sizi neden nehyederse ondan sakınınız:) (El-Haşır: 7) buyurulmaktadır. Başka bir âyeti celilede de, «Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim» (el-Maide: 4) buyurulu-yor.

Görüldüğü gibi, bu tefsirden sadece dini emir kitabta tamamen zikredilmiştir mânâsı çıkıyor. Bu izahat el Kûrtubi'nin tefsiridir.[67] 

Bu âyetin tefsirini, büyük tefsir âlimi, el-Alûsi şöyle izah eder:

«Kitabdan maksad, Kur'an'dır. Bu tefsiri el Belhi de seçmiştir. Bir cemaat ta böyle demiştir. Çünkü Kur'an'da insanoğlunun muhtaç olduğu din veya dünya emrinin tamamı zikredilmiştir. Belki başka şeyler de ya mufassal veya mücmel olarak zikredilmiştir. Binaenaleyh İmam Şafiî'den rivayet ediliyor: «Din hususunda herhangi bir kimse­nin başından bir mesele geçerse mutlaka o Allah'ın kitabında vardır.»

Buhari; İbni Mes'ud: «Allah, dak yapan, tüyleri yolduran, dişleri­nin arasım güzellik için açıp eğeliyen ve Allah'm yaradılışını bozan kadınlara lanet etmiştir.» hadisini rivayet ettiğinde bir kadın: «Niçin?» diye sordu.

İbni Mesud: «Resûlüllah'm lanet ettiğine ben neden lanet etme­yecek misim? Bu durum Allah'ın kitabında vardır.» deyince:

Kadın: «Vallahi, Kur'an'm iki kapağı arasındaki âyetleri okudum. Senin dediğini orada görmedim» diye itiraz etti.

İbni Mesud: «Eğer sen gerçekten onu okumuş olsaydın onu bula­caktın. Sen Cenab-ı Hakkın, «Peygamber size ne getirirse onu sımsıkı tutunuz, sizi neden nehyederse ondan sakınınız» (Haşir: 7) dediğini okumadın mı?»

Kadın: «Evet, okudum» deyince İbni Mesud: «İşte Resulü Ekrem bu işi yasaklamıştır)) dedi.

İmam Şafiî bir defasında Mekke'de:

«Hangi meseleyi benden sorarsanız sorunuz onun hakkında Allah'ın kitabından size haber vereyim» dedi.    Bunun üzerine İmam

Şafiî'den soruldu:

«thramlı bir kimse eşek ansım öldürürse, onun hakkında hüküm nedir?»

«İhramlı o arıyı öldürecektir (hiç bir zararı yok), cevabını verdi. Ve bu cevabın Kitabda oluşuna, İbni Mes'ud'un istidlali gibi Cenab-ı Hakkın «Resûlüllah neyi getirirse onu tutunuz. Sizi neden sakmdınrsa ondan salanınız» âyetiyle istidlal etti ve: «Resulü Ekrem bunu getir­miştir. Binaenaleyh bu Kur'an'da gelmiş sayılır» dedi.

İbni Cerir, İbni Ebi-Hâtim, îbni Mesud'dan rivayet ettiler:

«Bu Kur'an'da her ilim indirilmiştir. Bizim için her şey bu Kur'­an'da açıklanmıştır. Fakat bizim için Kur'an'da açıklananın tamamı­nı kapsamaya ilmimiz yetişemiyor.»

Ebu Şeyh «Kitab ul Azame»sinde Ebu Hüreyre'den Resûî-ü Ek­rem'den rivayet ediyor:

«Cenab-ı Hak (celle ve âlâ) eğer  haşa herhangi bir şeyi gaf­letle bırakmış olsaydı, zerreyi, hardaleyi, sivrisineği gafletle bırakmış olacaktı. Oysa onlardan bahsedilmiştir.»

îbni Abbas (R.A.):

«Eğer devemin yuları kaybolursa onu Allah'ın kitabında bulu­rum» dedi.

El Mersi:

«Kur'an geçmişlerin ve geleceklerin ilimlerini derlemiştir, öyle M, hakikat ta onu ilim yönünden kapsayan onunla konuşan (Allah) dır. Sonra Resûlüllah'tır. Resûlüllah da Allah'ın zatına tahsis ettiklerinin haricinde olan lan bilir.» demiştir. [68]

Bazılarından dinledim (Mesuliyet onların boynuna olsun):

Şeyhi Ekber Muhiddin bin Arabi, bir gün merkebin sırtından düş­müş, ayağı burkulmuştur. Halk gelerek" onu markebe bindirmek iste­mişler. Biraz mühlet veriniz, demiş. Ona biraz mühlet verdikten son­ra onlara kendisini eşeğe bindirme iznini vermiştir. Kendisinden bu durum sorulmuş:

«Niçin, evvelâ, biraz durunuz dediniz, sonra izin verdiniz?»

Demiş ki: Ben Allah'ın kitabına müracaat ettim. Baktım ki bu olay, (yani benim eşeğin sırtından düşme hadisem) Fatiha sûresinde zikredilmiştir.»

Fakat bu söz öyle bir durumdur ki, bizim aklımız buna ermez.

Bazı âlimlerin, Fatiha sûresinden Osmanoğullanndan gelen sul­tanların isim ve hallerini çıkarmaları ve saltanatlarının müddetini is­tihraç etmeleri de bunun gibidir. Bunlarda herhangi bir garabet yok­tur. Çünkü Fatiha, kitabın anasıdır. Her acaib olan emri doğurabi­lir. İşte bu tefsire binaen âyetteki «ŞEY» kelimesini, kendisine beşe­rin ihtiyacı olan tevhid ve teklif delillerine hamletmeye hacet kalmı­yor.[69]

El Mennar sahibi, «Böyle bir tefsir, sahabi ve tabiîn âlimlerinin hiçbirisinden gelmediği gibi, selefi salihinin hiçbirisinden nakledilme-miştir. Ve akli selim sahibi bir kimse de böyle bir şeyi   kabul etmez.

Ancak ölmüş insanların eserlerine yazmış oldukları hsrşeyi  akıl ka­bul etmese ve o hususta nakil yoksa ve lügat da delâlet etmese dahi kabul edenler, bunu kabul ederler. Aksine selef imamları Kur'an'ı Ke­rim, zaruri ibadetlerin ahkâmının bütün dallarını nassın delâlet ve fehvasiyle kapsamamaktadır. Ancak Kur'an Resûlüllah'a tâbi olmanın farz olduğunu ispat etmektedir. îşte bu münasebetle sünnette sabit olan herseye Kur'an delâlet etmiş oluyor. Ve böylece Kur'an sahih kı­yasın kaidelerini ispat etmiş oluyor. Böylece Kur'an o kaidelerin bü­tün dallarını kapsayıcı oluyor. Dinin bütün emirleri bu dallar ve ferd-lere dahildir. îbni Arabi'den rivayet edilen hurafeye halkın yanaşma­sı, «Gulam Ahmed el Kadîyanî» gibi Hindistan Meşinini ortaya çıkar­dı. O da meşhur Fatiha tefsirini yaptı. Ve «Bu benim Mesih-i Munta-zar olduğuma delâlet eden mucizemdir!.» dedi. Bütün bunlar lağv ve hezeyandır. Bunların en garibi de Kadîyani'nin «Errahman» kelimesi, Resulü Ekrem, Resuller sonuncusu olan Hz. Muhammed'in, Errahim kelimesi de banim peygamberliğime delalet eder» demesidir. [70]

Burada bir iki noktaya işaret etmek istiyorum:

1- El Menar sahibi, sanki Alûsİ, tbni Arabi'den rivayet   edileni kabul etmiştir gibi bir havaya kapılır ve Alûsi'ye taanda bulunur. Bu, haksızlıktır.

2- îbni Arabi'den gelen rivayet gibi bozuk tefsirler ve Kur'an hakkında ileri sürülen bozuk fikirler, gerçekten bozuk ve akidesiz kim­selerin piyasaya çıkmasına vesile olmuştur. Fakat Kur'an'm kapsayı­cı olmadığını iddia etmek de büyük bir felâket ve aynı türden bir bo­zukluğa vesile olacağını kanaat ediyorum. Evet kanaatim budur. Hü­lasa: Ayette zikredilen «El-Kitab», bazılarına göre «levh-i mahfuz»dur. Bazılarına göre Kur'an'dır. Bazılarına    göre Allah'ın ilm-i ilâhisidir. Çünkü Allah'ın ilm-i ilahisi her şeyi ihata edicidir. Ona «kitab» de­nilmiştir. Çünkü kitaba yazılanın unutulmadığı gibi onda sabit olan unutulmaz.

Tantavi gibi bazı müfessirler, ve zatların, Kur'an sanki bir Bota­nik kitabı imiş, veya Biyoloji kitabı imiş gibi bir hava verdirmesi de  daha önce söylediğimiz gibi  pek uygun düşmemektedir. Her hal-ukârda Allah daha iyisini bilir. Şüphemiz yoktur ki Allah Kur'an'a hiz­met edenlere halis niyetlerine göre mükâfatlarını verecektir.[71]

 

Hayvanlarda Nefsi Natıka Var Mıdır?

 

«Yerde yürüyen ve kanadıyla uçan hiçbir kuş ve hayvan yoktur ki sizin gibi ümmetler olmasın» âyetinden bazı kimseler «Bütün hayvan­ların da natık nefisleri vardır. Tıbkı insan Ferdlerinin nefsi natıkaları olduğu gibi... Nitekim bazı sofular ve İslamcı olan bazı hekîm'ler bu­na kail olmuşlardır. Eş-Şaranî «El Cevahir ve-ddurer» kitabında bunu ispat etmek için bir takım deliller zikrediyor. Onlardan birisi şudur: Resûl-ü Ekrem hicret ettiği zaman, Ensar-ı kiramın her ileri geleni onun devesinin yularına yapıştığında:

«Onu bırakınız. Şüphesiz o memurdur. Yani Allah tarafından emr

almıştır» dediği hadisidir. Bundan istidlal etmek şöyle oluyor:

Resûl-ü Ekrem devenin memur olduğunu söyledi. Emri, ancak nefsi natıka yani akla şahib olan bir kimse anlar. Madem ki sabit ol­du ki, devenin nefsi natıkası vardır, öyleyse başka hayvanların da nef­si natikalan vardır. Çünkü bu deve ile diğer hayvanlar arasında fark vardır diyen hiç kimse yoktur. Bu delillerden birisi de bal ansında gö­rülen durumdur. Zira an bal peteklerini kendisi yapıyor. Örümcekler­de görülen haldir. Dikkat etmez misin ki sinekleri avlamak için nasıl tuzak kuruyorlar? Karıncaların hareketi ve bozulmayacak şekilde kış­lık erzaklarım depolamalandır. Bunlann hepsi, bahsi geçenlerde nefsi natıka olduğunun delilidir» diyor.

Bazıîan da, meşhur karınca, Hz. Süleyman'la konuştu. Çünkü Allah o durumu bize Kur'an'mda haber veriyor. Bu hakikatlere ancak âlimler varabilirler. Meselâ: Koyun kurttan korkuyor. Halbuki kurtu görmemiştir. Bütün bunlar, delil edinmekten ve araştırmaktan ileri geliyor. Delil edinmek ve araştırmak ta natık nefislere sahib olan can­lıların işidir. Meselâ: Öğretilmiş Arslan bakıcısını parçalamıyor. Bu da, menfaat inancına ve iyilik marifetine bağlıdır. Böyle bir bilgi de nefsi natık sahiblerinin şânındandır!.

Bütün bunlardan daha garibi, Şarani, şeyhi «Aliyul-Havas» (K.S.) dan rivayet ediyor: «Bütün hayvanlar Allah'ın    ehilleri katında mü­kelleftir. Ama perdeli insanlar bunu sezemezler!..»

Sonra şöyle devam etti: «Hiçbir ümmet yoktur ki, onun içinde bir peygamber gönderilmesin» (Fatir: 24) âyeti bunu teyid ediyor. Cenab-ı Hak, bu âyette «ümmet» kelimesini nekire olarak zikretti. «Nezir» (peygamber) kelimesini de nekire olarak zikretti. Öyleyse sair hayvan­lar da, bu ümmetlerden bir veya birkaç ümmettir. Bir de İbni Abbas'-tan rivayet edilmiştir ki, «ümmetlerde olan herşey bizde de vardır. Hatta onların içinde benim gibi bir İbni Abbas da vardı.»

«El Ecvibetul-Merdiyye» adlı kitabta «Onların içinde peygamber­leri vardı» denmektedir.

El-Cevahir'de «Onların peygamberlerinin onların cinsinden veya başka cinslerden olması mümkündür» diyor.

Şaranî, şeyhinden, o da bazı zatlardan hikâye ediyor:

— Allah'ın sapıtmış kulunu «yoksa sen onların çoğunu işitir ve aklını kullanır mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidirler. Ha­yır, onlar yol bakımından daha da şaşkın ve sapıktırlar.» (Furkan, 44) âyetinde hayvana benzetmesi, hayvanlarda bir nakise olduğundan ile­ri gelmiyor. Ancak bu teşbih, hayvanların Allah hususundaki ilimde kâmil mertebsli olduklarını beyan etmek içindir. Öyle kâmildirler ki, onun hakkında hayrete düşmüşlerdir. Teşbih (benzeyiş) hakikatta hayrete vaki olmuş oluyor. Hakkında hayrete düşülende değil. Öyleyse hayret yönünden Allah'ı bilen âlimlerden daha şedidi yoktur. Binae­naleyh Rablerini bilen âlimlerin varmış olduğu en yüce mertebe, hay­vanların bu hususdaki başlangıç noktasıdır. O başlangıç noktası ki, hayvanlar onun aslından başka noktaya nakletmezler. Fakat Cenab-ı Hakkın uluhiyet sânlarının nakliyle, hayvanlar, o asim sânlarında nakledip duruyorlar. Fakat asıldan nakletmezler. Bunun için Cenab-ı Hakkın bu kavimden vasıflandırdıkları yol bakımından hayvanlardan daha sapıktırlar. Çünkü bunlar hayretten, fikir yoluyla çıkmak isti­yorlar. Oysa bu mümkün değildir. Hayvanlar ise bunu bildikleri için böyle bir hayretten çıkış noktasını aramıyorlar. Bu hayretin yanında (içinde) duruyorlar. Bu da onların Allah'ı daha fazla bildiklerinden ileri geliyor!»

Eş Şehab, îbni Münir'den nakletti:

Kim ki: «Behaim  (hayvanlar),    nevam (haşarat)    mükelleftirler.

f Onların cinsinden onlara peygamberler gönderilmiştir» dese o, Cahiz ve benzeri gibi, kendilerine güvenilmez mülhidlerdendir. Böyle söyle­yenin küfre girdiğine dair birçok fakihlerden nass (kati, hüküm) var­dır. Yani birçok fakihler böyle söyliyenin küfrüne hükmetmişlerdir. Kı­yamet gününde hayvanlara tatbik edilen cezaya gelince; bu ceza fakıh-

l ların katında teklif cezası değildir. Bununla beraber, bazı âlimler; hay­vanların kıyamet gününde haşredilmeyec eklerini savunurlar. Haşre delâlet eden âyet ve hadislerin zahirlerini tevil etmişlerdir. İbni Ab-bas'tan nakledilene gelince; onun aslı yoktur. Ayetteki misliyet (ben­zerlik)  bunların hiçbirisine delâlet etmez.

Sofuların «vücudda herşey diridir, idrak edicidir. Kitabı fehme-der. Hayvanların elem duydukları gibi elem duyarlar. Hayvanların ce-madattan fazla yönleri ancak şehvetle olur demişler ve bu hususta şuhuda yaslanmışlardır. Çoğu kez de, şu âyetle «Onu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ancak siz onların teşbihlerini kavrayamı­yorsun uz. Şüphe yoktur ki, o, halim olandır, bağışlayandır.» (El İsra, 44). Ve buna benzer âyet ve hadislerle istidlal etmişlerdir. Bu istidlal-ları, zahir ehlinin katında en garip bir istidlaldir.[72]

 

Cemadatın Teşbihi

 

Alimlerin ekserisi  «Ayette bahsi edilen bu teşbih, hal ve mânâ R   teşbihidir, kali teşbihi değildir. Yani onların varlıkları bu mânâyı ifa­de eder. Yoksa dilleriyle bunu söyler demek değildir» dediler. Bunun benzeri, «uzun zaman uykusuzluk ve yorgunluktan devem bana şikâ­yet etti.» «Havuz doldu ve bana yeter dedi» gibi sözlerdir.

Cemadatın bazılarından KAL (söz) teşbihi sadır olmuştur. Mese­lâ: Resulü Ekrem'in mübarek elinde taş teşbih etmiştir. Bu, Cenab-ı Hakkın o anda o taşda yaratmış olduğu idraktan ileri geliyor.

Hayvanların görünür bir takım garib sanatlarına gelince, Şeyhur-Reis'in dediği gibi, istinbattan (yani aklı kullanarak bir meseleden bir hükmü çıkarmak)  kıyastan (yani daha önceki ümmetlere kıyas ede-

Reşid Riza, El Menar'mda Alûsi'nin bu kelâmını naklettikten son­ra şöyle diyor:

Tenasüh mezhebine gelince; o, hurafî usturelerdir. Şiiri hayaller­den doğmuştur. Ona dalıp bâtıl olduğunu beyan etmek suretiyle vak­timizi ziyan etmeyeceğiz. «Hayvanlar için natık nefisler vardır» diyen­lerin sözlerine gelince; eğer bundan insan nefsi gibi, bir nefsi kasterek yapmaktan) ileri gelmiyor' Belki bir ilahm ve teshir etmekten ile­ri geliyor. Bunun için hayvanların bu sanatları değişmez ve çeşitlen­mez. Yani onbin sene önce arının petek yapışı ne ise, bugünkü yapışı da odur.

Pelekî hareketle nateze gelince, o bizim kaidelere binaen varid de­ğildir.

Öğretilmiş aslanın sahibini parçalamamasına gelince, o İnançtan ileri gelmiyor. Belki orada nefsî ve başka bir heyet vardır. O da şudur: Har hayvan tab'an hoşuna gideni sever. O, arslana yediren şahıs da, arslanın katında mahbub olur. Bu da, arslanın onu parçalamasına ma­ni olur. Çoğu kez böyle bir ariz durum, ilâhi bir ilhamdan da gelebi­lir. Çünkü Cenab-ı Hak her hayvana yavrusunu sevme duygusunu ver­miştir. Bazı hayvanların üzerine gelen korku da bu tarz üzerine ce-vablandmlabilir. Bu hususta uzun uzadıya konuşmuşlardır. Ben şah­sen «Hayvanların natık nefisleri vardır» demekte herhangi bir mani görmüyorum. Ancak Hayvanların natık nefisleri idrak yönünden in­san ferdlerindeki tefavuta göredir. Bununla beraber hayvanın nefsi na­tıkası nasıl olursa olsun idrakinde ve tasarrufunda insanoğlunun var­dığı hedefe varamaz. Buna dair birçok delil vardır. Ve bunun karşısın­da kesin bir delil de yoktur ki, bunları onun için tevil edelim.

Birçok kimseler «Hayvan Babbini tanır» demişlerdir. Ama «Hay­vanlara cinslerinden peygamberler gönderilmiştir}) görüşüne gelince, ben, buna ne evet derim ne de böyle diyen kâfir olmuştur derim.            ^

Cemadatm diliyle idrak sahibi olmalanna«geHnce, bu da aklın öte­sinde bir tavırdır. Allah herşeye kadirdir. Alim ve Habir ancak Allah'­tır. [73] derse, bunun tesbiti, bu nefsin hakikatini bilmeye bağlıdır. Bunu bil­diğini iddia eden kim var? Davasını nasıl ispat edecektir? Azıcık hay­van ilmiyle meşgul olan bir insan hayvanın bazı nevilerine bir takım idraklann verildiğini, onların bazılarıyla insanların idraklarından da­ha üstün bir makama çıktıklarını inkâr edemez. Fakat bu, dar saha­lara sıkıştırılmıştır. Çünkü bu hayvan, ancak ferdîhayatını onunla korur. Veya nev'i hayatını korur. Bu ise dar ve hududludur. Beşerin idraki ise, onun çeşitleri, sayılmayacak kadar çoktur. Fertleri çoktur. Beşerin ilmî istidadi herhangi bir hadle hududlandırjlmış değildir. Çün­kü beşer herhangi bir hududla hududlanmayan bir hayat için yara­tılmıştır. O da ahiret hayatıdır.

Akılsız hayvanların mükellef olmaları davasına ve onlardan her ümmetten, her guruptan peygamberler gönderilmesine gelince; buna ne akıl, ne de nakil delâlet eder.

Cenab-ı Hakkın «Şüphesiz biz seni müjdeci ve uyarıcı olarak ger­çekle gönderdik. Geçmiş her ümmet içinde de mutlaka bir uyarıcı bu-lunagelmiştir» (Fatır, 24) âyetine gelince; bu âyet beşerden bahseden kelâmın siyakında nazil olmuştur.

Cemadatm hayatına gelince; bu, ilk ve sonradan gelmiş felsefeci­lerin, tabiatçılar ve kimyacıların bazılarından nakledilmiştir. Bunla­rın bu hususlar üzerine ilmî ve deneysel delilleri vardır. Bunun beya­nı hayatm tarifine bağlıdır. Hayatın gıdalanmak, gelişmek, doğurgan­lık, ölüm gibi yönlerini ve özelliklerini bilmeye bağlıdır. O cema-datlarda, hassaten onlarla tabi'leşmiş cisimlerde onun bir nebzeciği vardır. Fakat bizim şeyhimiz hayatın bütün alemde yaygın olduğuna kanaat ederdi.[74] 

(39) «Bizim âyetlerimizi yalanlayanlar sağır, dilsiz ve karanlıklar­dadırlar...»

Bu âyetteki, âyetlerden maksat, Kur'an'dır. Veya Allah'ın diğer delilleri, yani kevnî âyetlerdir. Güneşin doğması, yıldızların parlaması, bitkinin bitmesi, suların akması, yağmurun yağması, dolu ve karlann düşmesi gibi... Tabiidir ki, Kur'an da, bunların başında geliyor. Bunu inkâr edenler, bunları yalanlayanlar, sağır ve dilsizdirler. Yani bazı­ları sağır, bazıları dilsizdir. Yani sağırlar ve dilsizler gibidirler. Ne âyetleri kalblerine tesir edecek şekilde dinlerler, ne de hakkı konuş­maya muktedirdirler. Ve bunun için de peygamberin davetine icabet etmezler. Bunun için de âyetler hakkında dediklerini dediler. Onlar küfrün karanlıkları ve çeşitleri içindedirler. Veya cehaletin, inadın ve batılı taklidin karanlığı içindedirler.

Ali el-Cübai'den nakledildi: «Bu âyetteki zulmetlerden, (karanlık­lardan) murad, âhiretin karanlıklarıdır. Bunlar âhiret gününde böy-Iedirler. Bunlara dünyadaki küfürlerinin karşılığında ceza olacaktır, veya onların cehaletlerinde, ilimlerinin azlığında ve anlayışlarının kıt-lığmdaki meseleleri, sağır ve dilsizin meselesi gibidir. Bununla bera­ber o zulmet içerisinde görünüyor. Böyle bir kimse yolu nasıl seçebile­cektir? Veya nasıl hayretten çıkabilecektir?

Bu âyet, tıpkı El Bakara sûresinin şu âyeti gibidir: «Onlar çevre­sini aydınlatmak için ateş yakan kimseye benzerler id, Allah ışıklarını yokedince onları karanlıklar içinde görmez bîr halde bırakmıştır. Sağır­dırlar, dilsizdirler. Ve kördürler. Bu yüzden doğru yola dönemezler.» (El Bakara: 17-19).

(39) «Allah kimin saptırmasını dilerse onu saptırır. Kimin hidaye­tini dilerse onu dosdoğru bir yol üzerinde kılar...» [75]

 

Küfür Ve İman Allah'ın İradesiyle Olur

 

Bu âyeti celîle, ehli sünnetin «küfür ile iman Allah'ın iradesiyle-dir. İrade murattan tehalluf etmez» hükümlerinin delilidir. Keşşaf sa­hibi fâsıd akidesinin yırtığını yamalamak için buradaki YUDLİL'in mânâsı, onu mahrum ederse, ona lütfetmezse; «Yec'alu»nun mânâsı ise, ona lütfederse şeklinde tevil etmiştir. Ondan başkası da; kıyamet gü­nünde Allah kimi cennet yolundan saptırmak isterse onu saptırır. Ki­mi dilerse onu müslümanlann sülük edip cennete gittikleri yola hi­dayet eder.» dedi. Fakat bu tevil ve tefsirin de durumu gördüğün gi­bidir.

(40) «De ki: Sizi gördün mü? (Haber ver) Eğer Allah'ın azabı veya saat (kıyamet) size gelirse, acaba Allah'dan başkasını mı çağıracaksı­nız?...» Bu âyetin tefsiri:

Bu emir, Resulü Ekrem'edir. Ta ki, onları sustursun. Onların ağız­larını inkâr edilmeyecek şekilde taşlarla doldursun.

Ebul Baka  ereeyte   kelimesindeki «TA» fail zamiridir. On­dan sonra gelen «kef» hitab harfidir. Tekid için getirilmiştir. «Küm» deki «kef» isim değildir. Çünkü isim olursa ya mecrur okunması ge­rekir, oysa harfi cer yoktur burada. Veya merfu okunması gerekir. Oysa «kef» merfu okunan zamirlerden değildir. Ve bunu gerektiren de yoktur. Veya mensup okunması   gerekir ki bu da üç yönden batıldır:

1) Bu fiil kalbî bir fiildir. Bilgi mânâsını taşıyor. Ve iki meful alır.

2) Eğer «küm» deki «kef» zamiri meful olursa, manen failin aynısı olması lâzım gelir. Oysa mânâ, bunun üzerine değildir.   Çünkü gaye burada «Sen kendi nefsini gördün» demek değildir. Belki «Sen başka sim gördün» demektir.

3) Eğer «küm» deki «kef» meful olsaydı tes-niye ve cem'in alâmeti belirgin olmalıydı. Bu ise ancak «TA» dadır. Nitekim «ereey tuma kuma - ereey    tumu kum - ereeytu künne» deniliyor.

Kûfe'lilerin şeyhi «el Kissaî:» «ta» fail zamiridir. Onun arkasın­da gelen hitab edatı ise mef uli-evvel (birinci me'ful) yerindedir.

Ferra «TA» hitab harfidir. Ondan sonra gelen «küm» zamiri mer­fu' yerine fail olmuştur. Bunlar nasb zamirleridir, refi zamirlerinin yerinde kullanılmıştır» diyor.

Bu husustaki konuşma nahiv ilminde uzun uzadıya tefsil edilmiş­tir. Fakat müdekkiklerin katında muhtar, Basra'lüann tevilidir. Yani «TA» zamirdir. Küm'deki kef harfi hitabtır, isim değildir.

Ayetin başında gelen «ereeytekum»un mânâsı,    «Bana haber    | veriniz» demektir. Nitekim bu madde Kur'an'ın birçok âyetlerinde bu mânâda kullanılmıştır. Hatta bazıları «Ruyet» maddesinin mânâyı as­lısı tamamen terkedilmiş, «Bana haber veriniz» mânâsında, sanki asıl mânâsı imiş gibi kullanılmıştır.  Nitekim    «Benim üstümde müşerref    S kıldığın bu kimseden bana haber verir misin?»  (El-İsra: 62)  ve nite­kim «Havasını mabud edinenden bana haber verir misin?»     (El-Fır-kan: 43). Ve nitekim «Allah'tan başka çağırdıklarınızdan bana haber verir misiniz?» (Eş-Şuara: 75) âyetlerinde «Ereeyte» «Ehbirni - Ehbi-runi) Bana haber ver, «Ereeytum» bana haber veriniz mânâsına gel­diği gibi.

Ayetin mânâsı «Ey Resul! Şu yalanlayan müşriklerden sor. Bana nefsinizden haber veriniz. Taptıklarınızla beraber sizin haliniz nice olacaktır?» Yani bunlar hususundaki reyinizden, ilminizin vardığı nok­tadan bana haber veriniz. Eğer Allah'ın, sizden önceki peygamberlerin kavimlerine gelen şiddetli ve serserice esen rüzgârlar, çakan şimşekler, herşeyi altüst eden yer sarsıntısı her şeyi boğan tufan sulan, her şeyi ; yakan zulmetin (karanlığın) harareti, kıyametin mukaddimeleri (deh­şetleri), veya haşrden sonraki rezaletler ve azablar size gelirse, siz bu durumlarda Allah'tan başkasını mı çağıracaksınız? Yoksa bu durum­larda Allah'tan başkasına mı iltica edeceksiniz? Eğer bu ortakların AUahlığındaki iddianızda, ve bu ilâh edinmiş olduğunuz ortaklar hu­susunda, «Bunlar bize şefaatçi olacaklardır» diye iddia ettiklerinizde doğru iseniz veya doğruluk sizin durumunuzdan ise, bana haber ve­riniz: Bu iki emir size geldiğinde siz Allah'tan başkasını mı çağıra­caksınız?»

Bazıları: haberin bağlandığı nokta mahfuzdur. Aystin takdiri şu­dur: Bana haber veriniz, eğer bahsi geçenler size gelirse, kaldırmak için kimi çağıracaksınız? Yoksa özellikle Allah'tan başkasını mı çağıracak­sınız? Tıpkı genişlikde olduğu gibi... Veya sadece Allah'ı çağırıp daha önce ortak koştuklarınızı unutacak mısınız? Cenab-ı Hak bu sualden sonra onların fıtratının iktiza ettiği tarzda onlara cevab vererek bu­yurdu:

(41) «Hayır, ancak onu çağıracaksınız. Eğer dilerse sizin çağırdı­ğınız nesneyi kaldırır O. Siz, o zaman ortak koştuklarınızı unutacak­sınız.» Yani o halde Allah'tan başkasını çağıramazsınız. Ne tek olarak ne de Allah'la beraber çağıramazsınız. Ancak ve ancak onu çağıra­caksınız. Eğer o dilerse, sizin kaldırılmak istediğinizi kaldırır. Çünkü o kadirdir, diğer kullar kadir değildir. Şu anda, dünyada ona ortak koştuklarınızı, şefaatçılarmızı ve batıl mâbudlannızı unutuvereceksi-niz. Çünkü darlığın ve ümitsizliğin şiddeti   anında Allah'a sığınmak, beşerin fıtratında gizli bir varlıktır. Nitekim aç olan bir insan zorun­lu olarak gıdayı arzular. Nefis onu ister işte bu da, onun gibidir. Fıt­ratı tamamen bozulmamış, çamurdan gelen sefaveti son derece kok­mamış kimseler, din meselelerinde batıl talimlerin kurbanı olamazlar.

(41) «Ortak koştuklarınızı unutuyorsunuz.» Bu cümlede ki unut­mak, terketmekten mecazdır. Yani siz Allah'a ortak koştuğunuz put­ları tamamen bırakırsınız demektir. Muhtemel ki buradaki unutmak gerçek unutmak olsun. Çünkü kıyametin  dehşetinden insanoğlu ger­çekten onları unutur. Hiç kimsenin kalbine gelmez, insanoğlunun o dehşetten ötürü Allah'ı da unutması gerekmez. Çünkü şiddetlerde Al­lah'ı anmak, mutad bir şeydir.

(42) «And olsun, senden önceki ümmetlere peygamberler gönder' dik. Onları açlık ve felâketlerle yakaladık...»

Bu âyet, başlıbaşına bir kelâmdır. Müşriklerden bazılarının azab geldiği zaman, dahi Allah'ı çağırmıyacağını haber veriyor. Çünkü sa­pıklığa o derece dalmışlar ki, artık menedici ve uyarıcı dersler onlara hiçbir faide vermez. Tenzili (Kur'anî) dersler onlara faide vermediği ve tesir etmediği gibi, kevnî dersler de tesir etmez ve faide vermez!...

Ayette bahsi geçen «el-be'sâ» savaş ve meşakkat demektir. Za­ten «Bes», harpteki şiddet, korku, şiddetli azab, kuvvet ve şecaat de­mektir.

Rağib «Buüs, bees ve be'sa şiddet, hoşa gitmeyen hadiseler demek­tir» diyor. Ancak buüs fakirlik ve harpte daha fazla kullanılır. Bees ile be'sa, gelen cezada kullanılır. «Derraa» kelimesi ise, «Darr» kökün­den gelir. Yarar'ın tersidir. Kıtlığa, eziyete ve kötü hale ıtlak olunur. Sürür kökünden gelen «serra» ise bunun tam tersidir.

İbni Cerir buradaki Be'sa'ı şiddetli, fakirlik, maişette darlık ile, Derrayı da hastalıklar ve bedenlerde meydana gelen illetlerle tefsir et­miştir.

Errâzi, Hasan'dan benzerini nakletmiştir.

Ebu Şehy, Said bin Cübeyr'dan El-Be'sa devletin korkusu, niyet­lerin artışıdır. Bu iki kelimenin hakkındaki fikirler yaklaşık fikirler­dir. Fakat aralarında şu kadar fark vardır: El Be'sa harp gibi, hariçte ister sebebi nefsî, ister bedenî,   ister harici olsun nefsi üzen her şey demektir.

Ayetin mânâsı: «yemin-u-kasem ederiz, biz bazı peygamberleri senden önce bazı ümmetlere gönderdik. O peygamberler o ümmetleri Allah'ın birliğine ve ibadetine çağırdılar. O ümmetler de o peygamber­lere icabet etmediler. Ve bundan dolayı da harpler ve hastalıklarla de­nemek yönünden onları kıskıvrak yakaladık. Ta ki, bu, onları îman etmeye hazırlasın. Çünkü beşerin tabiatına ve ahlâkına göre böyle du­rumlarda Allah'a yalvarmak ve dua ile Allah'a sığınmak vardır. Çün­kü Allah'ın adet-i ilahisi odur ki şiddetli hadiseleri insanları terbiye etmeye sebeb kılıyor. Mağrurlan gururlarından caydırıyor. Facirlerve fâsıklan, fısku-fucurlanndan alakoyuyor. Fakat bazı insanlar şirk ve fışkın son noktasına varır. Herhangi bir şiddet artık o noktadan onu koparıp alamaz. Onlara ibret hiçbir faide vermez. Başkası onlarda te­sir etmez. İşte (âyette bahsedilen kimseler) onlar gibidir.

(43) «Neden onlara azabımız geldiğinde yakanp yalvarmadilar? Fakat onların kalbleri katılaştı. Şeytan onların bütün yaptıklarını on­lara süslü gösterdi...» Bu âyetin tefsiri:

îbni Cerir, bu âyetteki «levla» kelimesi «hella» mânâsındadır, tahdid içindir. Cumhuri ulema, «Ievla» nafiye (yani olumsuzluk har­fidir der. «Bizim azabımızdan bu şiddet onlara geldiğinde Onun ace­lece gelen öncülerini niçin görmediler? Onun sonuçlarından niçin sa­kınmalıdır? Kİ onları kapsamadan önce yal varsaydılar onu kaldırırdık. Veya bizim azabımız onlara geldiği zaman onlar korkmadılar ve yal-varmadılar. Onların kalbleri taştan daha katı oldu. Bunun için de on­da hiçbir korkutucu hadise tesir etmedi. Şeytan vesveseler vermek su­retiyle onların işlemiş oldukları küfür ve günâhları, güzel gösterdi. Aba ve ecdadlarının üzerinde bulunduğu mesleği süslü, gösterdi. Kendile­rinden olan, zahirde herhangi bir üstünlüğü görünmeyen bir kişiye itaat etmelerini çirkin gösterdi. [76]

 

Bazan Aldatmak Îçîn Geniş Rızık Verilir

 

(44) «Böylece hatırlatmalarında kullanan vazu nasihati unuttu­lar. Unuttukları zaman üzerlerine herşeyin kapılarını açtık...» Bu âye­tin tefsiri:

Onlar yapılan vaz-u-nasihatı veya peygamberlerin emrettiğiyle amel etmeyi terkettiklerinden, veya unuttuklarından veya unutulmuş gibi yaptıklarından herşeyin kapılarını onların üzerlerine açtık. Rız­kın genişliği gibi onlara birçok nimetler verdik. Bu da, onları aldat­mak için bir istidraçtı.

îmam Ahmed, Tabarani ve Beyhaki, Akabe bin Âmr ın merfu ha­disinden naklettiler:

«Allah'ın dünyada günahlar üzerinde mukim olan kuluna verdi­ğini görürsen, bil ki, o, şüphesiz bir istidraçtır, diyen Resulü Ekrem bu âyeti okudu...»

Hasan'dan rivayet edildi. Bu âyeti dinlediği zaman:

«Kabe'nin Rabbine yemin ederim, kavm aldatılmıştır. Onlara İh­tiyaçları önce verildi. Sonra aldandılar» diye haykırdı.

Bazı tefsirciler; onları hüccet bakımından susturmak ve nedenleri izale etmek yönünden herşeyi onlar için açtı demektedir, dediler.

Zahire bakılırsa «fetehna» Fiili «lemma» edatının cevabıdır. İsterse «lemma» kelimesi, harf olsun, isterse isim, şart mânâsı onda vardır. «fetehna» onun cevabıdır.

Evet bu hayır kapılarının açılması, nasıl unutmaya sebeb olur yönünden müşkil görülmüştür, cevab olarak denilmiştir ki; unutkan­lık, istidarcın sebebidir, tstidarç ta hayr kapılarının açılmasına bağ­lıdır. Bir şeyin diğer bir şeye sebeb olması, ikinci şeyin bağlı olduğu şe­ye de sebeb oluyor.

(44) «Sonuç olarak kendilerine verilenle sevindikleri zaman ansı­zın onları yakaladık...» Bu âyetin açıklaması:

Yani kendilerine verilen nimetlerle azgınlık yaptıklarından, ni­meti verenin hakkını yerine getirmediklerinden ötürü onları cezalandırdık ve onların üzerine azabı indirdik. Tabii bu ansızın, (füc'eten) oluyor. Ta ki daha tesirli ve korkutucu olsun. Böylece (44) «Onlar kurtuluş ve rahmetten ümitsiz oluverdiler.» Bu tefsir tbni Abbas'tan rivayet edildi.

El Belhi, «Onlar zelil ve boyunlarını eğmiş olurdular» demektir, dedi. Süddi, «mublîsun» kelimesi iblas kökünden gelir.  «îblas» yü^ zün bozulması demektir. Bundan ötürü şeytana «îblis»    denilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak; onun yüzünü karartmış ve bozmuştur» diyor.

Mücahitten: «îblas», üzülmek manasınadır.» diye rivayet edildi. Beyzavî sarihi Şahab, haşiyesinde «İhlasın üç mânâsı vardır: Üzülmek, hasret ve ümitsizlik. Üç mânâ da birbirine yakındır» diyor.

Rağib el-İsfehanî, «îblas, ümitsizliğin şiddetinden doğan üzüntü demektir» dedi. Bu üzüntüye uğrayan bir insan, çoğu kez sükût etti­ği ve kendisi için mühim olan hadisleri unuttuğu için ona «Filan adam iblas etti, yani sükût etti» deniliyor. Yani onların gördüklerinin şid­det ve dehşetinden şaşkın olarak kala kalmışlardır.

Muhammed bin Nadr el Harisi «Bu kavme yirmi sene mühlet ve­rildi» diyor.

Hasan Basri «Allah'a yemin-u-kasem ederim, insanlardan herhan­gi bir kimseye Allah geniş dünya verirse, o da belki Allah beni bu dün­ya ile deniyor, ben dünya ile kandırılıyorum diye korknıazsa, onun ameli eksik olur, reyi acizdir. Allah dünyayı herhangi bir kuldan tu­tar, onu fakir yaparsa, o da onda kendisi için hayır vardır sanmazsa onun ameli eksilir, reyi aciz olur» demiştir.

Haberde varid oldu. Cenab-ı Hak Musa kuluna vahiy göndererek buyurdu:

«Ne zaman ki, fakirliğin sana yönelip geldiğini görürsen, salih kim­selerin şiarına,   nişanına   merhaba de. Ne zaman ki zenginliğin sa­na yönelip geldiğini görürsen de ki bir günahtır, cezası acelece tatbik edilmiştir.» [77]

 

Meal

 

(45) Böylece zulmeden kavmin kökü kurutuldu, sonucu kesil­di Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur.»

(46) Onlara de ki: Bana haber veriniz, (acaba) eğer Allah si­zin kulağınızı ve gözlerinizi alsa, kalblerinize mühür vursa, Allah'tan başka hangi mabud onu size geri getirir. Bak âyetlerde nasıl tasarruf ediyoruz. (Evirip çeviriyoruz). Sonra onlar hâlâ yüz çevirirler.»

(47) Onlara de ki: Bana haber veriniz, eğer Allah'ın azabı si­ze ansızın veya açıkça gelse acaba zalim kavimden başka kim helak olur?»

(48) Biz peygamberleri ancak müjde vericiler ve korkutucular olarak gönderiyoruz. Öyleyse kim iman edip ve ıslah (hal) ederse, iş­te onların üzerinde korku yoktur. Onlar üzülmezler.»

(49) Ayetlerimizi yalanlayan kimseler var ya, işte onlara fâşık­lıklarından ötürü azab dokunacaktır.»

(50) De ki: Ben size katımda Allah'ın hazineleri vardır demem, gaybı da bilmem. Size ben meleğim de demem. Ben ancak bana vah-yedilene tâbi olurum. De ki: Hiç kör ile gören bir olur mu? Acaba ni­çin düşünmüyorsunuz?»

(51) Rablerinin yanına hasrolunmalarından korkanları onunla, (Kur'an'la) korkut. Onlar için Rablerinden başka ne bir dostları, ne de bir şefaatçılan vardır. Umulur ki onlar sakınırlar.»

(52) (Ey habibim!) Sakın, sabah - akşam rablerini çağıran ve Rablerinin vechini, (rızasını) dileyenleri kovma. Onların hesabından senin üzerinde hiçbir şey, senin hesabından da onların üzerinde hiçbir şey yoktur ki bundan ötürü onları kovup da zalimlerden olasın..»[78]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(45) «Böylece zulmeden kavmin kökü kesildi...»

Bu âyetin ifadesi: Onların soy ve soplan sonuçlandıi di. Onların yeryüzünde soyları kalmadı. Helak oldular. Temelleri kazıtıldı» de­mektir.

«Hamd Alemlerin Rabbine mahsustur» cümlesi, bazı tefsircilere göre, onları helak etmekten dolayıdır. Yani zalimlerin ve azgınların köklerini böyle kesip yoketmekten ötürü âlemlerin Rabbına hamd mahsustur. [79]

 

Zalimlerin Sonu:

 

Bazı tefsirciler, bu, müminlerin Allah'a nasıl hamdedeceklerini talim eden bir cümledir. Bu âyeti celîle, zulmün terkedilmesinin farz olduğuna delildir. Çünkü zulmün neticesinde zulmeden kavmin sonu geliyor. Ahirette de daimi azaba gider. Aynı zamanda bu âyet zalim­lerin sonunu getiren zatın herkesin hamdine müstahak olduğunun de­lilidir...

Et-Tasti rivayet etti: Nafi* bin Ezrak, İbni Abbas'tan sordu:

«Zulmeden kavmin sonucu kesildi» âyetinden bana haber verir misin?»

İbni Abbas:

«Onların ardı kesudi. Arkalarından gelen kökleri kurutuldu de­mektir» dedi.

îbn-ul-Erzak, İbni Abbas'tan sordu:

«(dabir) kelimesinin bu mânâya geldiğini araplar bilirler mi?»

İbni Abbas:

«Evet, Zuheyr'in şiirinde dabir'in çoğulu «devabir bu mânâ­ya gelmiştir» dedi.

Ayetten murad, onların azabtan ötürü temelleri kazıtıldı. Geride hiçbir kimseleri kalmadı. Hepsi gitti, demektir.

(46) «Onlara de ki: Bana haber veriniz. Acaba Allah sizin kula­ğınızı ve gözlerinizi alsa, kalblerinize mühür vursa Allah'tan başka hangi mabud onu size geri getirir...»

Bu âyet şöyle izah edilmiştir Resulü Ekrem'in onlardan bunu sor­ması, onları susturmak yönündendir. Yani eğer Allah sizi sağır ve kör yaparsa ve aklı sizden alır, idraki sizden selbederse, acaba Allah'tan başka hangi ilâh, hangi batıl mabud size bunların bir tanesini veya tamamını geri verebilir? Yani hiç kimse bu güce sahib değildir.

(46) «Bak âyetlerde nasıl tasarruf ediyoruz, (evirip çeviriyoruz)...»

Bu âyetteki, âyetler tabirinden maksat, Kelbi'nin rivayetine göre; Kur'an âyetleridir. Acaba Kur'an'ın bütün âyetleri mi, yoksa bu sû­renin başından buraya kadar olan âyetler mi? Veya daha önce zikre­dilen âyetler midir? Bütün bu görüşler vardır. Fakat en yakın görüş, sûrenin başından buraya kadar .olan âyetlerdir, diyen görüştür. Çün­kü o âyetlerde, Sâni'in varlığına delâlet eden, onun birliğine burhan ve hüccet olan mânâlar vardır. Terğib, terhib, (uyarma, ve hatırlatma) var. «Bak, ibret al ve hayrete dal» hitapları Resûlüllah'adır. Bazıları; hitaba elverişli olan herkes içindir diyor. Ve bak bu âyetlerdeki evirme ve çevirmelerimize ve tasarruf etmemize rağmen hâlâ onlarda etki yapmadı. Onlar, bu âyetle hâlâ ikna olmadılar. Hâlâ Allah'ın mühle­tini tasdik etmediler demektir. Bu âyetlerin evirilme ve çevirilmeleri her yönden onlara gelmek demektir. Bazan terğib etmek şeklinde âyet­lere dalış yapmak demektir.

(46) «Sonra onlar hâlâ yüzçevirirler...»

Bu âyetteki «yasdifun» tâbiri, İbni Abbas, Hasan Basri, Müça-hid, Katade ve Süddi'den gelen rivayetlere göre «yüz çevirirler» ma­nasınadır. «YuTidun» manasınadır. Bazıları da; «yasdifun» meyleder­ler, kayarlar manasınadır derler. Deliller ve hüccetlerden kayarlar, yan çizerler demektir, demiştir.

«Onlara de ki: Bana haber veriniz, eğer Allah'ın azabı size ansı­zın veya açıkça gelirse, acaba zalim kavimden başka kim helak olur...»

Bu âyeti celîle, onları susturmak, onları «azab ancak bizim başı­mızda kopacaktır» diye itiraf etmeye zorlamaktır. Allah'ın azabından maksad, onlara mahsus ve acelece gelen azabtır. «Bağteten» fuc'eten ve ansızın demektir. Yani herhangi bir emaresi belirmeden, ansızın gelen azab demektir. «Cahreten» ise, açık, belirtili tarzda gelen de-inektir.

.Hasan Basri'den gelen tefsirde «Bağteten, gece gelen demektir. Ceh-reten, gündüz gelen demektir» deniliyor.

(48) «Biz peygamberi ancak müjde vericiler ve korkutucular ola­rak gönderiyoruz...»

Bu âyet şunu ifade eder: Peygmberler (S.A.V.) Allah'a itaat eden­lere sevab müjdesini verirler, isyan edenleri azab ile korkuturlar.

Bazıları «itaat edenlere cennet müjdesini, isyan edenlere de, ce­hennem korkusunu verir» demişlerdir. Yani peygamberler ancak ka­vimlerini taata karşı sevab ile müjdelemek, isyana karşı azabla kor­kutmak için gönderilirler. Onlarla alay edilsin, onlardan takatlannm dışında bulunan şeyler istenilsin diye gönderilmezler. Nitekim Resulü Ekrem'den daha önce «Neden Eabbinden onun üzerine bir âyet inme­di?» şeklinde bir istekte bulunmuşlardır. İman edilmesi gerekene iman eden, ıslah edilmesi gerekeni ıslah eden (yani Allah'ın dediğine uygun bir şekilde yapan) kimseler için azabtan korkmak yoktur. Onlara vaa-dedilen sevab ellerinden kaçacaktır diye üzülmek te yoktur.

Hasan Basri, «Peygamberler iman edenlere dünyada geniş nzık, ahirette de sevab müjdesini verirler. Nitekim «Eğer ehli kura (kasa­balar halkı) iman etseydi ve ittikada bulunsaydilar, muhakkak onla­rın üzerine göklerden ve yerden bereketler (in kapısını) açardık» (el-Araf: 96) âyetinde de bu denilmiştir.

(49) «Ayetlerimizi yalanlayan kimseler var ya. İşte onlara fâsık-hklarından ötürü azab dokunacaktır...» Bu âyetin tefsiri: [80]

 

Allah'ın Ayetlerinden Kasdedilen Nedir?

 

Ayetlerden maksad, peygamberlerin tebşir (müjde) ve inzar (kor­kutma) zamanında tebliğ ettikleri âyetlerdir.    Bazı tefsircilere göre; âyetlerden maksad Hz. Muhammed ile onun mucizeleridir. Fakat Alu-si birinci tefsiri tercih etmektedir.

El Kurtubi, âyetlerden maksad, Kur'an ile mucizelerdir, diyor. On­lara dokunan azabtan maksad, dünyada korkutuldukları azab veya ahirette vaadedilen azabtır. Veya azabin hakikatidir. Azabın munta­zam cinsidir, Azab dokunur demekte işaret vardır ki, onlar azabla yok olup gider değildirler. Daimi bir şekilde azabda kıvranırlar... O azab, fısklanndan (Yani küfürlerinden veya tastik dairesinden çıktıkların­dan) dolayı tatbik ediliyor. Öyle ise, buradaki fasıklar, bir takım ah­kâmı tatbikten kaçan âsi ve günahkârlar değildir. Küfürlerinden do­layı Kur"an'a iman etmeyen, Hz. Muhammed'e inanmayan kâfirler kasdediiir ve azaba duçar olanlar da onlardır. Bu âyeti celîle, daha ön­ce geçtiği gibi azabın sebebi fısk ve küfr olduğuna delildir. Mükâfatın sebebi de taattır. Durup dururken günahsız bir insana kâfirlere tat­bik edilen azab tatbik edilmez.

(50) «De ki: Ben size katımda Allah'ın hazineleri vardır demem. Gaybı da bilmem...» Bu âyetin açıklaması:

Ey müjde veren ve korkutan Peygamber! De ki, Cenab-ı Hakkın kudretinin dahilinde olan şeyler benim katımdadır dememişim, böyle bir iddiada da bulunmamışım ki, sizin her isteğinizi aynı anda ver­miş olayım. Zira kâfirler, «Eğer Muhammed Allah'ın peygamberi İse niçin Allah'tan onun üzerine bir âyet (mucize) inmiyor?» dediklerin­de bu âyet nazil oldu. Yani Allah'ın kudret hazineleri bsnim katımda değildir ki, sizin istediğiniz mucizeyi aynı anda indirmiş olayım? Gay­bı da bilmiyorum ki, size ondan haber vereyim?

Mekke müşrikleri, Cenab-ı Peygambere «Eğer sen Allah'tan gön­derilmiş bir peygambersen Allah'a söyle ki, bizim maişetimizi geniş­letsin, fakirliğimizi götürüp zenginlik versin.» dediler. Bunun üzerine Resulü Ekrem, bu, Allah'ın yed-i kudretindedir. Benim elimde değil­dir demekle emrolundu. Ben gaybı bilmiyorum ki, geçmişi veya gele­ceği size haber vereyim. Çünkü onlar Resulü Ekrem'e aynı zamanda: «Bize elverişli olan ve zararı dokunacak olan müstakbeldeki hadiseleri haber ver. Ta ki, biz maslahatlarımızı oluşturmaya ve zararları defet­meye çalışalım» dediler. Bunun için Cenab-ı Hak, Peygamberine emir verdi: «Onlara söyle! Ben gaybı bilmiyorum ki, isteklerinizi haber ve­reyim.» Onlar, Resulü Ekrem için «Ne olmuş bu Peygambere? Yemek yiyor, çarşılarda geziyor. Hanımlarla evleniyor?» dediler. Bunun üzeri-ns Allah (C.C.) Resulüne: «De ki ben melek değilim» emrini verdi. Çünkü melekler yemeden gezebilirler. Melekler beşerin gücü yetmedi­ğini, Allah'ın izniyle yaparlar. Beşerin görmediğini görürler. Resulü Ekrem'e: «Ben böyle bir iddiada bulunmamışım ki, siz bana bununis-bet ediyorsunuz» dedi. Allah'a tevazu etmek, kulluğu ikrar ve itiraf et­mek için Cenab-ı Peygamber bunları nefsinden nefyetti. Ve müşrik­ler kendisinden büyük mucizeler istemesin diye bunlar bende yoktur dedim. [81]

 

Resûl-Ü Ekrem De Vahye Tâbi Olmaya Mecbur Mu?

 

(50) «Ancak bana vahyedilene tâbi olurum.» Bu âyetin izahı:

Yani sadece Allah'tan bana indirilene tâbi olur, ondan size haber veririm. Bu âyeti celîle, Cenab-ı Peygamberin de diğer insanlar gibi vahye tâbi olmak mecburiyetinde olduğunu sergiler. Ayetin genel mâ­nâsı şudur: Resulü Ekrem* (S.A.V.) onlara bildirdi ki, Allah'ın hazi­neleri Resulü Ekrem'in mülkünde değildir ki, o hazinelerden onlara rızk verip onlardan zararları defetsin. Gaybı da bilmiyor ki, onlara ol­muşu ve olacağı haber versin. Melek de değildir ki, beşerin muttali ol­madığına o muttali olsun. Ancak Allah'tan kendisine gönderilen vah­ye tâbi olur. Gaybin meselelerinden haber verirse, o mutlaka ona Al­lah'tan vahy ile gelmiştir. Ayetin zahiri, Resulü Ekrem'in «Hiçbir hük­mü elde etmek için, ilmî iktidarını sarfetmeye yeltenmediğini, ancak bütün emir ve yasakları Allah'tan gelen vahy ile aldığım» hükmünü belirtmektedir.

Bu âyeti celîlede meleklerin peygamberlerden üstün olduğuna da­ir herhangi bir delil yoktur. El Cübai böyle bir iddiada bulunmuşsa da, iddiası çürüktür. Çünkü âyet, kâfirlerin sözünü reddetmek sadedinde nazil olmuştur. Çünkü onlar «Peygamber niçin yemek yiyor, niçin çar­şılarda geziyor, niçin evleniyor, niçin göklere gitmiyor» diyorlardı. Cenab-ı Hak da, Peygamberine «Ben Melek değilim ki bunları yapayım» de­mesini emir buyuruyordu. Evet, melekler bu hususta beşerden ayrıdır­lar. Belki bu hususta melekler imtiyaza sahihtirler. Onların bu yön­deki imtiyazını herkes kabul eder. Ama bu mutlak mânâda «Melekler peygamberlerden üstündür» kaidesini gerektirmez. Aksi takdirde hay­vanların birçoklarının insanlardan üstün olması lâzımgelir. Çünkü o uçar, insan uçmaz. O denizi geçer, insan geçmez. Bunu, ancak yüreği taşlaşmış insanlar iddia ederler.

(50) «Ben sadece bana vahy olunana tâbi olurum..» âyetinin hu­lasası şudur:

«Ben ancak bana vahyolanın tatbikini yapıyorum. Vahiyde veya vahyolanda hiçbir müdahelem yoktur. Böyle bir iddiam yoktur ki siz böyle şeyleri benden istiyorsunuz. Ben Mevlasının emrini yerine geti­ren bir kulum. Mevlasından gelen vahye tabi olan bir abdım. Ne hazi­neleri biliyorum, ne de meleğim diye iddiam var. O halde benden bun­ları istemeniz yersiz oluyor.» [82]

 

Peygamber İçtihad Eder Mi?

 

Bazı âlimler bu âyet, .«Edillei şeriyeden olan kıyası nefyeder» de­miştir. Ve bazıları «Bu âyet Resûlullah'in içtihad etmesinin caiz olma­dığını sergiler» demişler. Fakat bu âyetten ne kıyası nefyedenlerin de­lili, ne de Resûlüllah'ın içtihad etmesinin caiz olmadığını ileri süren­lerin delili vardır. Zira vahyin olduğu konuda vahye ittiba etmek za­ruri, vacib ve farzdır. Vahyin sarahaten olmadığı konularda elbette hakkında vahy olan konuya kıyas etmek suretiyle veya vahyin içinde kapalı olan şeyleri çözmek suretiyle kıyas ve içtihad yapılabilir. Dü­şün.

(50) «Hiç kör ae gören bir olur mu? Acaba niçin düşünmüyorsu­nuz?»

Bu âyetin izahı:

Körden maksat, sapıktır. Görenden maksad, hidayette olan insan­dır. Bu istifham istifham-ı inkâridir. Yani kör ile gören bir olmazlar. Hiçbir zaman eşit değildirler. Hakikatlan bilmeyen ile hakikatiarı bilen hiç bir olur mu? Bu âyet insanları sapıklık ve dalâletten kaçırtır. Hidayete teşvik ve terğib eder. Bu durumun tekrar edilmesi, onları susturmayı yerleştirmek ve tekid etmek içindir.

El-Beyzavi, «kör ile gören hiç eşit olur mu» âyeti sapık ile hida­yette olan, veya cahil ile âlim olan veya Allah'lığı ve melekliği iddia Qtmek gibi muhal olanı, peygamberliği iddia etmek gibi müstakim olana misaldir, diyor.

Medarik, Beyzavi'nin görüşünün aynısını alıyor. Ve bu, sapıklık ile hidayette olana veya vahye tâbi olanla vahye tabi olmayana, veya peygamberlik gibi müstakimi iddia edenle uluhiyet gibi muhali iddia edene misaldir» diyor.

(50) «Acaba niçin düşünmüyorsunuz?»    cümlesi üzerinde   Alusi «Bu cümle, mukadder bir cümlenin üzerine atıftır. Yani siz bu hak konuşmayı niçin dinlemiyor ve bu konuşma hakkında niçin düşünmü­yorsunuz? Veya siz bunu dinliyor da düşünmüyor musunuz şeklinde­dir, diyor.

Hazin, «Bu ikisinin (kör ile gören) eşit olmadığında niçin düşün­müyorsunuz?» şeklinde tefsir ediyor.

El-Kurtubi; Hazin'in tefsirine katılmaktadır.

Medarik, «Niçin düşünmüyorsunuz? Düşünmemeden ötürü sapık­lar, körlerin benzerleri olursunuz. Veya niçin düşünmüyorsunuz ki id­dianızın bir beşere uygun olmadığını öğrenmiş olasınız. Veya öğrenmiş olasınız ki, vahye tabi  olmak elbette lâzımdır» şeklinde tefsir ediyor.

(51) «Rablerinin yanında hasrolunmalarından korkanları onunla korkut...» Bu âyetin açıklaması:

Korkutmaktan maksat, vaaz et. onun'la zamiri ya vahyolunana veya Kur*an'a racidir. Nitekim îbni Abbas ve Zeccac'dan bu durum ri­vayet edilmiştir. Dâhhak'tan gelen rivayete göre, onun'la zamiri Al­lah'a racidir.

«Rablerinin katında haşrolmaktan korkanlara gelince; onlar İbni Abbas'a göre müminlerdir.

Bazı tefsirciler, «Onlar ister müslüman olsun, ister ehli kitab ol­sun haşri ikrar edenlerdir» derler. Niçin burada Cenab-ı Hak «Haşrden korkanları» tahsis etti? Oysa Hz. Muhammed bütün mahlûkata pey­gamber olarak gönderilmiştir. Çünkü haşri ikrar edenler hakkında de­lil daha kuvvetlidir. Çünkü onlar hasrın oluşunu kabul ve ikrar eder­ler.

Bazıları «Bunlardan maksad, kâfirlerdir, diyor. Çünkü onlar haş-re inanmazlar. Bunun için Cenab-ı Hak «Rablerinin katında haşrol-maktan korkarlar» demiştir.

Bazı kimseler de; «Korkutmaktan maksat, bütün mahlûkatı kor­kutmaktır. Öyle ise haşri itiraf eden her mümin de, inkâr eden kâfir­ler de buraya dahil olur. Çünkü hiç kimse yoktur M, hasrın varlığın­dan korkmasın. İsterse hasrın vukuuna inansın, isterse inanmasın. Biz de, «Resulü Ekrem'in daveti ve korkutması bütün mükellef olan mah-lûkatadır. Onun için böyle tefsir etmek daha uygundur» diyoruz. [83]

 

Allah'ın Katında Haşrolmaktan Maksad Nedir?

 

Allah'ın huzurunda haşrolmaktan maksat, Cenab-ı Hakkın haşre mekân olarak tayin ettiği yerde toplamak demektir. mücessime'ler  [84] iddia ettiği gibi bu âyeti celîle Allah bir mekandadır (Haşa). Mah-lûkatta orada toplanacaktır demek değildir. O halde onların delili ola­maz. [85]

 

Şefaat Ancak Allah'ın İzniyle Olur

 

(51) «Onlar için Rablerinden başka ne bir dostları, ne de bir şe-faatçılan vardır. Umulur ki onlar sakınırlar...» Bu âyetin tefsiri:

Eğer Rablerinin katında hasrolunmaktan korkanları, kâfirlerle tefsir edersek âyette herhangi bir müşkülat yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak başka bir âyette «Zalimler için herhangi bir hamim (yakin) ve ya şefaati kabul edilecek herhangi bir şefaatçi yoktur» (Gafir: 18) diyor. Eğer onu müminlerle tefsir edersek âyette işkal vardır. Çünkü nakli sahihle safit olmuştur ki, Peygamberimiz ümmetinin günahkâr­larına şefaat edeceği gibi, melekler ve sair paygamberler de şefaat edeceklerdir. Müminlerin bazıları diğerlerine şefaat edecektir. O hal­de bu işkalin cevabı olarak deriz ki: Şefaat ancak Allah'ın izniyle olur. Yani Allah izin verirse, şefaat edeceklerdir. Çünkü Cenab-ı Hak «Al­lah'ın katında Allah'ın izni olmadan kim şefaat edebilir?» (el-Bakara: 255) buyuruyor. Madem ki şefaat Allah'ın izniyle olur, o halde, «On­ların Allah'tan başka bir dostları ve şefaatçılan yoktur» âyetinin mâ­nâsı doğru olur. Yani Allah şefaat edenlere «şefaat ediniz» diye izin vermeden, onlar şefaat etmezler. «Şefaat ediniz» iznini verirse, o vakit haklarında şefaat edilen müminlerin velisi, dostu ve şefaatçisi olur.

(51) «Umulur ki onlar sakınırlar» cümlesi korkutmanın nedeni­dir. Ta ki onlar günâhlardan sakınsınlar. Ta ki korkutmak onlara iba­detlere yönelmekte yardımcı olsun demektir.

Alusi, «Ta ki dünyada korkup küfür ve masiyetlerden sakınsınlar» şeklinde tefsir ederek: «Bu tefsir tbni Abbas'tan rivayet edilmiştir. Bu tefsire binaen, «Umulur ki onlar sakınırlar» cümlesi, korkutma emri­nin nedeni olur» diyor. Caizdir ki bu cümle emrin zamirine hal olsun. Bu takdirde mânâsı: «Onların takvalarım umarak onları korkut. Ya­ni onar, sakınırlar ümidini bssleyerek onları korkut» demek oluyor. [86]

 

Allah'ı Zikredene Hiç Kimse Mani Olamaz

 

(52) «(Ey Habibim!) Sakın Ra, sabah-akşam Bablerini çağıran ve Rablerinin vechini, (rızasını) dileyenleri kovma...» Bu âyetin izahı:

Cenab-ı Hak, önce peygamberine zikredilen ve bahsi geçen insan­ların korkutulmasını emretti. Tâ ki, onlar sakınanların sınıfında ol­sunlar. İkinci kez, onlan kovacak şekilde olmasın diye tavsiye etti. Ve böylece vaz-u-nasihatta kovucu olmamanın elverişli ve uygun oldu­ğunu da belirtmiş oldu. Bazı rivayetlerden anlaşılıyor ki, iki âyet be­raber indiler. Fakat bazı rivayetlerden de bu, aniaşıînuyor.

îmam Ahmed, Tabarani ve başka muhaddisler İbıü Mesud'dan ri­vayet ettiler: KureyşÜerden bir cemaat Resulü Ekrem'in yanından geçti. Peygamberin  yanında Süheybi-Rumi, Ammar, Bilali-Habeşî, Hab-bab ve diğer zayıf müslümaıılar bulunuyordu. Kureyşliler:

«Ey Muhammed! Bunları, sen kavmine üstün seçmiş oldun. Yani bunlara razı oldun, kavmini bıraktın. Acaba bizim aramızda sadece bunlar mı Allah'tan gelmişlerdir? Biz bunlara mı tâbi' olacağız? On-lan huzurundan kov. Umulur ki sen onları kovarsan sana tâbi' olu-iuz» dedikleri zaman: «Onunla, Rablerinin katında hasrolunmaktan korkanları korkut» âyeti «Allah zalimleri daha iyi bilir» âyetine Ka­dar indi.

İbni Cerir, Ebu Şeyh ve «Delaii»ind2 Beyhaki Habbab Hazretlerin­den rivayet ettiler:

Akra' bin Habis et Temimi, Uyeyne bin Hasn el Fezari geldiler. Resûlüllah'in Bilal, Süheyb, Ammar ve Habbab'la beraber olduğu ve mümin fakirlerin arasında oturduğunu gördüler. Onları Resûlüllah'ın etrafında görünce, onları tahkir ettiler ve Resûlüllah'ı tenhaya çekip:

«Ey Muhammed! İsteriz ki bize özel bir meclis kurasın. Araplar bizim bu özelliğimizi bilsinler. Bundan ötürü onlardan üstün olduğu­muzu takdir etsinler. Çünkü arap heyetleri sana geliyorlar. Bizi bu kölelerle beraber senin yanında oturduğumuzu görmelerinden hoşlan­mıyoruz, utanıyoruz. Biz sana geldiğimizde onları huzurundan kov. Biz gittikten sonra onlarla beraber istersen otur.» teklifinde bulundu­lar.

Resulü Ekrem bunu kabullendi. Onlar da:

«O halde, bu hususta bize bir kitab (sened) yaz.» dediler. Resulü Ekrem kâğıt istedi. Hz. Ali'yi de çağırdı ki, yazsın. Biz de bir kenarda oturuyorduk. O anda Cebrail  (A.S.):

«Sakın ha! Sabah-ahşam Rablerini çağıran ve Rablannın vechi-

ni, (nzasım) dileyenleri kovma» âyetini getirdi. Sonra Resulü Ekrem bizi çağırdı. Resûlüllah'a geldik ve Resulü Ekrem buyurdu:

«Selâm sizin üzerinizde olsun! Rabbiniz nefsinin üzerine rahmeti yazmıştır.»

Biz p2ygamberîe beraber oturuyorduk. Kalkmak istediği zaman kalkıyor ve bizi yerimizde bırakıyordu. Cenab-ı Hak bu sefer:

«Nefsini Rablerini çağıranlarla beraber hapsedip durdur» (Kehf: 28) âyetini indirdi. Bu âyetten sonra Cenab-ı Peygamber bizimle otu­rur, kalkacağı saat gelince biz kalkar, peygamberi bırakırdık. Böylecs peygamber kalkar giderdi.

İbni Münzir ve başkası İkrime'den rivayet etti. Rebia'nın oğullan Utbe ile Şeybe, Abdu Âmr bin Nevfel'in oğlu Kuraze, Amr bin Nev-fel'in oğlu El Hars, Adiy'in oğlu Mut'am ve Abdumenafin kâfir olan eşraflanyla beraber Ebu Talib'e varıp:

«Ne olur, yeğenin bu halif (andlaşmahlar) ve köleleri bizden uzak-laştırsın. Yani biz oturduğumuz zaman onları kaldırsın. Eğer bunu ya­parsa içimizde onun mertebesi daha büyük olur. Bizler ona daha itaat­kâr oluruz. Ona tâbi olmaklığımız, onu tasdik etmekliğimizin ihtimali daha yaklaşırız.» dediler.

Ebu Talib, bunu Resulü Ekrem'e söyledi. Hattabın oğlu Ömer:

«Ey Allah'ın Resulü! Gel de bunu yap! Bakalım bunlar bu sözle­riyle neyi kastederler, görelim. Ve durumları nereye varacaktır, bile­lim» dedi:

Bunun üzerine Cenab-ı Hak, «Onunla Rablerinin katında haşrol-maktan korkanları korkut» âyetini «Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?» âyetine kadar indirdi. O fakirler Bilal, Yaser'in oğlu Am­mar, Ebu Huzeyfe'nin azadlısı Salim, Esidin azadlısı Sebih, İbni Me-sud'un halifeleri, Amr'm oğlu Miktat, Abdullah el Hanzeli'nin oğlu Va-kıd, Abdu Amr*ın oğlu Amr, Ebi Mursed'in oğlu Mursed ve benzerle­riydi.

Kureyşin kâfir önderleriyle köleler ve halifler hakkında şu âyet indi:

«Böylece onların bazısını diğerleriyle fitnelendirdik.» (En'am: 53).

Bu âyet nazil olduğu zaman, Hz. Ömer Resûlüllah'a gelip özür diledi. Cenab-ı Hak bunun üzerine şu âyeti nazil etti:

«Bizim âyetlerimize iman edenler sana geldiklerinde...» (En'am: 51).

Ayette geçen «Gadat» kelimesinin lügat mânâsı «sabahın erken saatlan» veya «sabah namazı ile güneşin doğuşu arasındaki zaman» demektir. «Aşiy»in mânâsı ise, günün en son saatidir. Fakat «ğadat» ile «aşiynden maksat devamdır. Yani bütün gün, bütün gece. Duadan jj maksat, gerçek duadır, veya namaz, veya zikir veya Kur'an okumak­tır. Yani daima Allah'ı çağıran, daima namaz kılan, zikreden, Kur*an okuyan kimseleri kovamaz. İbni Cerir ve îbni Ebi Hatim, Mücahid'den rivayet ettiler:                                                                                         

— Gadat ila aşiy, sabah ile ikindi namazından ibarettirler. Çünkü çoğu kez o zamanda zikredilir. Fakat bunda o zamanda yapılan hare­ket kastedilir. Nitekim «sabahı kıldı» denildiğinde sabah namazını kıl­dı, kasdedildiği gibi.. Bazan da hareket ve fiil zikredilir, fakat zamanı kastedilir. Meselâ: «Namaz yaklaştı»   yani namazın zamanı yaklaştı. Bazan da mekân kastedilir. Nitekim «Sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayınız.» (Nisa: 42). Yani namazın mekânı olan mescidlere ve   § camilere...

Bu âyeti celîle, Resulü Ekrem'den kovma fiilinin vaki olduğuna delâlet etmez. Çünkü böyle olursa,    peygamberliğin getirmiş olduğu «İsmet» sıfatını yıkmış olur. Eserlerin bize hikâye ettikleri şudur: Re­sulü Ekrem, bu muttaki olan çağıncûara özel bir vakit, Kureyşin eşra­fına da başka bir vakit tayin etmeyi kastetti. Ta ki telif yapmış olsun  Eğ ve onlan imana çekmiş olsun. Bu müminler de, Resûlüllah'ın neyi kastettiğini biliyorlardı. Ve onlara bir hakaret ediliyor veya bir istih­za yapılıyor kanaati de onlarda oluşmuyordu. Resûltillah'tan kalbleri   kırılmıyordu. Hepsi budur.

(52) «Allah'ın vechini irade ederler.»  Cümlesi  «Yed'une» deki failin halidir. Vecih, yönelmesi en bslirgin olan zat ile tefsir edilmitir. Onlar Allah'ın zatını irade ettikleri halde, Allah'ı çağırırlar, de­mek oluyor. Zatın iradesi ise, ona halisen   kulluk yapmak demektir. Çünkü Allah'ın zat-ı uluhiyyeti bizzat kastedilemez. Zira kasdı mu­haldir. İrade ise, mümkünata taalluk eder. Allah ise, vaib-ul-vücuddur.

Bazıları «Vecihten maksat, cihet ve yol demektir. O halde âyetin mânâsı: Allah'ın emrettiği yolunu kastettikleri halde çağırırlar» demektir, dediler.   Zeccac'ın kelâmından bu anlaşılıyor.

Bazı I an, Allah'ın vechi, «Muhabbet ve rızasının talebinden kina­yedir» demişler. Çünkü bir zatı seven, onun vechini, (yüzünü) görmek istiyor, öyleyse yüzün görülmesi, sevginin gereklerindendir. Onun için burada «yüz» sevgiden kinaye olarak kullanıldı. Bunu imam Fahreddin Razi söylemiştir. Mümkündür ki vecih kelimesi, tazim için zikre­dilmiş olsun. Nitekim «Reyin vechi, delilin vechi» sözünde olduğu gibi. Bu takdirde de âyetin mânâsı «Rablerini irade ettikleri halde çağıran­ları kovma» oluyor.

Selefi salih ise, «vecih» kelimesini olduğu gibi bırakırlar. Allah'ı, sânına yakışmayan mânâlardan uzak tutarlar, ne tatil ne teşbih ya­parlar. «Allah, Vecih'ten neyi kastetmiş ise, o şekilde iman ettik» der­ler.

(53) «Onların hesabından senin üzerinde hiçbir zey, senin hesa­bından da onların üzerine hiçbir şey yoktur ki, bundan ötürü onlan kovman gereksin. Yoksa zalimlerden olursun...»

Bu âyetin izahı: Ne sen onların emriyle mükellefsin ne de onlar senin emrinle mükelleftirler. Veya ne sen onların rızkının hesabını vermektesin ki onlardan usanmış olasın, onlan kovmuş olasın — ne de senin rızkın onların üzerindedir. Hepsinin rezzakı Cenab-ı Haktır. Binaenaleyh onları huzurundan kovamazsın. Veya onların imanının hesabı senin üzerinde değildir. Umulur ki Allah katında onların ima­nı, «onları kov» diyenlerin imanından daha büyük olsun. «Onları kov» diyen ve «umulur ki iman edeceklerdir, onların, dediklerini yapayım» diye tamah ettiğin kimseler, iman etseydiler. Bu fakir sahabilerin ima­nı onların imanından daha büyük olurdu. Onların batınlarına ve ih-laslanna itibar etmek de senin vazifen değildir. Çünkü onların siyret-leri müttakilerin siyretleridir. Eğer onların iç alemlerinde Allah'ın ho­şuna gitmeyen birşsy var ve müşriklerin dedikleri gibi ise, onların he­sabı Allah'a aittir. Allah onların hesabını görür. Onların hesabı ancak kendileri için kötülük getirir. Tıbkı senin hesabının sana ait olduğu gibi..

Bazıları «Bu zamir, müşriklere racidir. Bu takdirde âyetin mânâ­sı: «Ne sen onların hesabından ötürü muahaze edilirsin, ne de onlar senin hesabından dolayı muaheze edilirler.»   O halde neden   onların iman etmeleri için bu kadar ihtimam gösteriyorsun? Neden onlar iman etsinler diye müminleri kovmaya kalkışıyorsun?» demek oluyor. [87]

 

Hiç Kimse Kisvesinden Ötürü Takdir De Görmez, Tahkir De Tahkirde

 

(52) «Eğer onları kovarsan zalimlerden olursun». Ayetinin kuv­vetinden ve hadisin nehyinden anlaşıldı ki herhangi bir kimse, dün­yevî mertebesinden veya sırtındaki elbiselerinden ötürü ta'zim edile­mez. Herhangi bir kimse de şöhretsizliğinden ve sırtındaki yırtık, pır­tık elbiselerinden dolayı da tahkir edilemez. İnsanların kıymetleri, ne­fislerinde taşıdıkları İnançlardan ileri geliyor ve ona göre kıymet ve­riliyor. [88]

 

Meal

 

(53) «Böylece onların bir kısmını diğer bir kısım ile imti­han ettik ki, «Allah, aramızdan sadece, bunlara mı minnet etti» desinler. Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?»

(54) «Âyetlerimize iman edenler, sana geldiklerinde şunları söyle: Selâm üzerinize olsun. Rabbınız nefsinin üzerine rahmeti yazdı ki, sizden bir kimse bilmeyerek bir kötülük yaptıktan son­ra, tevbe edip düzeltirse, şüphesiz ki, Rabbiniz çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.»

(55) «Böylece âyetleri açıklıyoruz ki, mücrimlerin yolu ap­açık ortaya çıksın.»

(56) «De ki: Şüphesiz ben sizin Allah'dan başka çağırdıkla­rınıza tapmaktan nehyedildim. De ki: Ben sizin heva ve heves­lerinize uymam. Uyduğum takdirde sapmış ve hidayette olanlar­dan olmamış olurum.»

(57) «De ki: Şüphesiz ben Rabbimden olan bir beyyine (mu­cize) üzerindeyim. Siz ise Rabbınızı yalanladınız. Acelece istediği­niz benim katımda yoktur. Hüküm ancak Allah'ındır. Allah hak­kı haber verir. Allah ayırdedenlerin en hayırlısı dır.»

(58) «De ki: Eğer acelece istediğiniz benim yanımda, [elim­de] olsaydı benimle aranızda o emir elbette hükme bağlanmıştı. Allah zalimleri daha iyi bilendir.»

(59) «Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. O anahtarla­rı ancak o bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. Dal­dan düşen her yaprağı o bilir. Yerin karanlıklarında bulunan hiç bir dane, hiçbir kuru ve hiçbir yaş yoktur ki, o apaçık bir kitapta bulunmasın.» [89]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(53) «Böylece onların bir kısmım diğer bir kısmı ile imti­han ettik,..}

Bu âyetin tefsiri:

Yani zengini fakir, fakiri zengin, soyluyu soyu sopu belli ol­mayan, soyu sopu belli olmayanı soylu ile denedik. Zi­ra, herkes zıddıyla denenmektedir. Zenginlerin, soyluların denenmeleri, Ashab-ı Kiramın fakirlerinden hased etmeleri ve kıs-kanmalarıyla idi. Onlar «Bizden önce İslama girdiler,» diye kıs­kanırlar ve «Böylece öncülüğü aldılar,» diye hased ederlerdi. Bu hasedleri, onları İslama girmekten alıkoyuyordu. İşte böylece, bu onlara deneme ve fitne oldu.

Fakirlerin zenginlerden ötürü fitneye düşmelerine gelince: Onlar da, zenginlerin büyük servetlerini ve o servetleri diledikle­ri gibi harcamalarını kıskamr ve hased ederlerse, bu da, onlar için bir deneme ve fitne olur.

Yani, insanların dünya işlerinde durumları değişik olduğu gibi, din işlerinde de durumları değişiktir. Allah bir kısmını di­ğeriyle dener ve fitnelendin r. Cenâb-ı Hak, zayıf ve kölelikten ge­len kimsesizleri, imana yöneltmek suretiyle, Kureyşlilerin sena-didine, [eşraflarına] üstün kıldı. Zenginler, soylular ve Kureyş'in şereflileri, «Allah aramızdan bu kimselere mi minnet etti?» yani İslâm ve Resûlullah'a tâbi olmakla bu fakirlere mi bu nimeti ver­di? dediler ve Allah'ı bu hükmünde yanılmış saydılar... Allah'ın bu hükmüne itiraz ettiler... Cenâb-ı Hak onlara cevap olarak bu-yurdu: «Allah, şükredenîeri herkesten daha iyi bilmez mi?» Yani Allah yarattıklarını daha iyi bilir. Ahvallerini (hallerini) daha iyi tanır. Şükredenîeri de kâfirlerden daha iyi ayırır. Allah, kimden iman ve şükür vaki olacaksa, bilir. Bu iman sahipleri mesud ola­caktır. Kimden de iman vâki olmayacaksa bunu da, herkesten da­ha iyi bilir. Bunlar da Allah'ın nimetlerinden mahrum kalacaklar­dır.

«Ennuhas» adlı âlim «Bu Âyet-i Celîle'de işkal (güçleştirme) vardır. Çünkü onlar denendiler. Denenenler nasıl bu sözü söyler­ler. Eğer bu sözü inkâr cihetiyle söylemişlerse, bu küfürdür.» de­di. Cevap olarak deriz ki: Evvela zenginler fakirlerden ötürü de­nendiler. Resûlullah'ın katında mertebelerinin bir olması husu­sunda ve inkâr gayesiyle değil de, öğrenmek için Cenâb-ı Pey­gamberden sordular Allah, «bizim aramızdan şu kimselere mi minnet etmiştir?»

İkinci cevab, «Onlar bununla denendiklerinde, denemenin sonucu onları, inkâr yoluyla bu sözü söylemeye şevketti. Âyet; o vakit, «âh Firavn o beşiği tuttular, ta ki neticede onlara düşman ve üzüntü olsun» [Kasas: 8] âyeti gibi oluyor. Yani lâm harfi akibet için oluyor.

(54) «Âyetlerimize iman edenler sana geldiklerinde şunla­rı söyle: Selam üzerinize olsun. Rabbiniz nefsinin üzerinde rah­met yazdı...»

Bu ayetin tefsiri:

Selâm ve Selâmetin, lügat manaları birdir. «Selâm sizin üzeri­nize olsun»un manâsı, Allah sizi dininizde ve nefislerinizde sağ­lam bıraksın demektir.

Bu âyet-i celîle, Cenab-ı Peygamberin huzurundan çıkartılma­ları yasaklanmış kimseler hakkında inmiştir. Cenab-ı Peygamber bu âyetten sonra onları her gördüğü zaman, onlardan önce on­lara selam verir ve derdi:

üHamd, o Allah'a mahsustur ki, benim ümmetimin içinde ba­zı kimseleri mümtaz (seçilmiş) kılmıştır ve onlarla ilk selamlaş­mada selamı önce verenin ben olmamı emretmiştir.»

Bu Hadis'e binaen, bu Selâm Resulullah tarafından gelmiştir. Bazı tefsirciler, «Bu Selam, Allah tarafından gelmiştir.» derler. Ya­ni Allah, Peygamberine, «Onlara benden Selâm tebliğ et!» buyur­muştur. Her iki yönde de, bu âyette onların faziletine, onların Al­lah katındaki derecelerinin yüksekliğine delil vardır... [90]

 

Rivayet Tefsiri

 

Sahih-i Müslim, Âiz bin Âmr'dan rivayet ediyor:

«Ebu Süfyan, iman ettikten sonra Selman, Suheyb, Bilal ve as-habdan bazı kimselerin yanına geldi. Onlar, «Yemin ederiz, Al­lah'ın kılıçları Allah düşmanının boynunda yerini almadı.» diye­rek Ebu Süfyan'a ta'n ettiler. Hz. Ebu Bekr buna karşılık şun­ları söyledi:

  Ey Selman, ey Suheyb, ey Bilal ve arkadaşları! Kureyş'in bir ihtiyarı ve lideri için bunu nasıl söylüyorsunuz?

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr, Resûlullah'a geldi ve meseleyi açtı. Ebu Bekri dinleyen Cenab-ı. Peygamber:

  Ey Eba Bekr! Belki de onları kızdırdın. Eğer onları kızdır­mış isen kesinlikle Allah'ı kızdırmış olursun.

Bunun üzerine Ebu Bekr Sıddık onların yanına geldi ve bu­yurdu:

  Ey kardeşlerim! Sizi kızdırdım mı? Onlar:

  Hayır, ey kardeşimiz, Allah seni  affetsin.   Bizi  kızdırma­dın, dediler.»

îşte bu Hadis, onların mertebelerinin yüksekliğine ve hür­metlerinin yüceliğine delalet eden açık bir delildir. Ve bundan sâ-Iih Müslümanlara hürmet edilmesinin gerekli olduğu dersi çıkar, metlerinin yüceliğine işaret eden açık bir delildir. Ve bundan sâ-kınılmalıdır. Çünkü salih Müslümanların kızdırılmasında Allah'ın kızması, onlara eziyyet veren bir kimsenin başına belânın inmesi vardır. Böyle bir durumdan Allah'a sığmıyoruz.

îbni Abbas, «Bu âyeti celîle Ebu Bekr Sıddık, Ömer, Osman ve Ali hakkında nazil olmuştur.» diyor.

Fudayl bin îyad, «Müslümanlardan bir kavm Resûl-i Ekrem'e gelip,

«Biz, birtakım günahlar işledik. Bizim için af talebinde bu­lun.» dediler.

Resûl-i Ekrem onlardan yüz çevirdi. Bunun üzerine bu âyet-i celîle indi. Yani, Cenab-ı Peygamber'in yüz çevirmesini Allah kı­nadı.» denmektedir.

Enes bin Malik'ten bunun benzeri rivayet edilmiştir  [91]

Ata, «Bu âyet Ebu Bekr, Osrnan, Ali, Ömer, Bilâl, Salim bin ebi Ubeyde, Mus'ab bin Umeyr, Hamza, Cafer, Osman bin Mez'un, Ammar bin Yasir, El Erkan bin Ebil Erkan, ve Ebu Seleme bin Abdulesed (R.A.) hakkında nazil olmuştur.» diyor.

Bazıları, «Bu âyet bütün müminler hakkında nazil olmuş­tur.» Bazıları da, «Hattab'ın oğlu Ömer (R.A.) gelip daha önce bahsedilen sözünden dolayı özür dilediğinde âyet nazil oldu.» Bazıları da «Hz. Ömer gelip daha önce îkrîme'nin rivayetinde geçen sözünden dolayı özür dilediğinde ve ben bu sözümle hayrdan başkasını irade etmedim, dediğinde âyet nazil oldu,» demiş­lerdir  [92]

Beyzavi, bu âyetin tefsirinde şunları söylüyor: «İman eden o kimselerdir ki, Rablerini çağırırlar. Allah (C.C.) onları Kur'an-a iman etmek, delillere tabi' tutmakla vasıflandır­dı. Daha önce ise ibadete devam etmekle vasıflandırmıştı. Resûl-u Ekrem'e, onlara önce selâm vermeyi emretti veya Allah'dan gelen Selâmı onlara tebliğ etmekle Resûlullah'ı görevlendirdi. Ve onla­ra Allah'ın rahmetinin genişliğini, faziletinin bolluğunu müjdele­meyi emretti. Daha önce de onları huzurundan çıkarmaktan neh-yettiği halde bunu onların ilim, âmel ve faziletlerinin yüceliğine işaret etmek için yaptı. Ve böyle olan bir kimsenin yaklaştırılma-sı, kovulmaması, aziz edilmesi, zelil edilmemesi gerekli olduğunu Resûlullah'a haber vermek için yaptı. Dünya'da selametle, ahiret-te rahmetle onlara müjde vermeyi emretti.»

Bazı tefsirciler, «Bir kavim, Resûlullah'a geldiler. 'Biz büyük günahlar işledik,' dediler. Cenab-ı Peygamber onlara hiçbir ce-vab vermedi ve onlar gittikten sonra bu âyet nazil oldu.» diyor­lar.[93] 

(54) «Sizden bir kimse bilmeyerek bir kötülük yapmış ise...» Bu âyetin açıklaması:

Mücahid, kim ki bir günahı veya bir hatayı işlerse, o, o ha­ta ve günahın cahilidir, diyor. Bu cehaletin sebebinde ihtilâf var­dır. Bazıları, «kendisine hak olunan azabın ve elden kaçırdığı se­vabın miktarının cahilidir,» bazıları da, «hernekadar o, bu kötü­lüğün neticesini, ve bu çirkin fiilin akibetini biliyor ve ayıplan­mış olduğunu idrak ediyorsa da ancak o âcil lezzeti, gelecekte ve­rilecek bol hayra tercih etmiştir, kim ki, azı çoğa tercih ederse,

o cahildir,» diğer bir kısmı da, «o, yaptığını yaparken cahillerin yaptığını yapmış oluyor, bundan dolayı da, cehalete nisbet edil­miş oluyor. Velev ki cahil olmasa dahi.» demişlerdir.

(54) «O kötülüğü irtikâb ettikten fişledikten) sonra tövbe ederse ve ondan sonraki amelini [veya tevbesini halis bir şekilde edip yaptığından pişman olursa1} şüphesiz ki, Cenab-ı Hak (gü­nahlarından tevbe eden kulları için) çokça affedicidir. Ve kulları için merhamet edicidir.» [94]

 

Rivayet Tefsiri

 

Halit bin Dinar'dan:

«Biz Ebul-Âliye'nin huzuruna girdiğimizde, «Sana âyetlerimi­ze iman edenler geldiklerinde de ki: Selâm sizin üzerinize olsun. Rabbiniz nefsinin üzerine rahmeti yazdı.» âyetini okudu...»

Said el-Hudri şöyle diyor:

«Muhacirlerin fakirlerinden bir gurubun içinde oturdum. Çıplaklıklarından ötürü bazıları diğeriyle örtünmeye çalışıyordu. Birisi de bize okuyordu. O esnada Resûlullah geliverdi ve yanımız­da durdu. Cenab-ı Peygamber yanımızda durunca okuyan sustu. Peygamber selâm verdikten sonra sordu:

  Siz ne yapıyordunuz? Biz cevap olarak:

  Ey Allah'ın Resûlu! «Okuyucu bize Kur'an okuyor ve biz de Allah'ın kitabını dinliyoruz.)  dedik.

Cenab-ı Peygamber (S.A.) :

«— Hamd o Allah'a olsun ki, benim ümmetimden öylelerini mümtaz (üstün) kılmıştır ki ben nefsimi onlarla beraber hapset­mekle emrolundum.» dedikten sonra   Resûlullah aramıza oturdu kî, bizim içimizde nefsine adalet etmiş olsun. Sonra eliyle halka yapmamızı işaret etti. Böylece sahabeler halka oldular. Yüzleri güldü. Zannederim ki benden başka, Resûlullah onlardan hiçbiri­sini tanımazdı. Sonra Cenab-ı Peygamber (S.A.V.) buyurdu:

— Ey muhacirlerden olan fakirler! Kıyamet gününde tam nur ile müjdeleniniz. Halkın zenginlerinden yarım gün önce cennete gireceksiniz. O yarım gün beşyüz senelik bir zamandır..

Hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir  [95]

(55) «Böylece âyetleri açıklıyoruz ki, mücrimlerin yolu apa­çık ortaya çıksın...»

Bu âyetin açıklaması:

Ey Muhammedi Nasıl sana bu Sure-i Celîlede tevhidi­mizin doğruluğuna ve müşriklerin şirkinin bâtıl olduğuna dair âyetleri açıkladıysak, onun gibi, sana delil ve belgelerimizi de açık­lıyoruz ki, bâtıl ehlinin inkâr ettiği her hakkı bulasın. Nasıl ki, bu Sûrede müşriklerle olan bizim delilleşmemiz sana açık bir şe­kilde (uzun uzadıya bildirilmiş) ise, din emrinde, her hususta si­ze muhtaç olduğunuz konularda, âyetler açıklanıp gelmektedir.

El-Kûtebi, «âyetleri tafsil ediyoruz» demek, onları defaten in­dirmiyoruz, peyderpey getiriyoruz demektir.

«Bir de, ey Muhammed, Hak sana belirsin ve mücrimlerin yo­lu saha apaçık görünsün diye âyetleri tafsil ediyoruz.»

Bir kıraatta  yestebine  gaib olarak okunmuştur. Bu takdirde âyetin manası,   «Kıyamet   gününde   ateşe   gittiklerinde mücrimlerin yolu sana görünsün, diye tafsil   ediyoruz.»   şeklinde olur. Bu tefsir el-Hazin'de yer almaktadır  [96]

(56) «De ki: Şüphesiz ben sizin Allah'tan başka çağırdıkla-rınıza tapmaktan nehy'edildim...»

Bu âyetin izahı:

Nehyedildim, yani menedildim ve çevrildim. Bana indirilen deliller ve tevhid hakkında gelen âyetler beni bu durumdan çevir­diler, nehyettiler. Yani Allah'dan başka tapmakta olduğunuz put­lara tapmaktan bu delil ve hüccetler (belgeler) beni nehyediyor. Veya Allah'dan başka, şiddetli devreler ve sıkıntılarınızda çağır­makta olduğunuz nesneleri (putları) çağırmaktan ben menedildim. Çünkü taptığınız cansız şeyler tapılmaya veya çağrılmaya layık ve uygun değildirler. Müşrikler ise, bunlara neva ve hevese kapılarak ibadet ederlerdi. Eğer azıcık göz açıp Kâinata baksay-dılar tevhidin delillerini görüp bunları bırakacaklardı.

(56) «De ki: Ben sizin heva ve heveslerinize uymam...» Âyetin manası:

Putlara tapmak hususunda, cemadatı [taşlan] çağırmak hu­susunda aklınızı zerre kadar kullanmayıp da hevai nefse uyarak gittiğiniz yolda ben size uymam. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) bu sözüy­le, onların üzerinde bulundukları yolun heva ve hevesten ibaret ol­duğunu, ibadet olmadığım ortaya koyuyor.

Bir de, bu âyet-i celîle, aynı zamanda hakikati arayan bir in­sanın hüccetlere (vesikalara) tâbi olması, delillere katılması, baş­kasını taklid etmemesinin gerekliliğini emretmiş oluyor  [97]

El-AIûsi öRuhu'l-Meâni»de bu âyet üzerinde şunları söylüyor:

«Bu sözde, onların cehaletleri sergileniyor. Allah'dan başka­larına ibadet etmeleri hususunda bâtıl nevalarına tâbi oldukları­na kesinlik getiriliyor. Din denilecek hiçbir şeyin üzerinde olma­dıkları ortaya çıkıyor. Ve böyle bir şeyin yasaklanması ve bundan vaz geçilmesinin gerekliliğinin işareti âyette vardır. Bir de, bu âyette, böyle durumlarda katıksız taklidin yeterli olmadığına işa­ret vardır.

Bazı tefsirciler, «Âyetten maksad, ey müşrikler, müminleri kovmak hususunda sizin isteklerinize tâbi olmam demektir» di­yorlar. Fakat bu tefsir gayet uzak bir tefsirdir  [98]

(56) «Uyduğum takdirde sapmış ve hidayette olanlardan ol­mamış olurum...»

Bu âyetin tefsiri:

Yani sizin nevanıza (isteklerinize, arzularınıza) tâbi olduğum takdirde, Haktan sapmış, irşad ve hidayet yolu üzerinde bulunan­lardan da sayılmamış olurun;.

(57) «De ki: Şüphesiz ben Rabbim'den olan bir beyyine (mu­cize) üzerindeyim...»

Bu âyetteki «Beyyine»den maksad, delil, yakîn, hüccet ve bur­handır. Hangi manâya gelirse gelsin, beyyineden maksat Kur'an' dir. Nitekim El-Cübbai' de böyle söylemiştir. [99]

 

Rivayet Tefsiri

 

İbn-i Abbas'tan rivayet edilen şudur: Beyyineden maksat ya-kindir. «Ben beyyine Üzerindeyim» demek, yakîn üzerindeyim de­mektir.

Hasan Basri, «Beyyineden maksat peygamberlik ve nübüv­vettir.» der.

Bazıları, Beyyineyi, aklî, veya aklî ile nakliî delilleri kapsa­yan kelâmla tefsir etmişlerdir. Fakat bu tefsir uzaktır. Beyyinede-ki tenvin ta'zim (saygı) içindir. Yani, «Büyük ve Rabbimin katın­dan gelen bir beyyine üzerindeyim,» demektir.

(57) «Siz ise onu yalanladınız...»

Bu âyetin açıklaması:

Onu zamirinden maksat, Beyyinedir. Hernekadar Beyyine ke­limesi müennes ise de, beyan manâsını taşıdığından dolayı müzek-kerdir. Nitekim, «Yakın akrabalar, yetimler ve miskinler mirasın taksiminde hazır bulundukları zaman onlara ondan yedir.»(Nisa: 8) Âyetinde ondan zamiri kısmet kelimesine râci' olmuştur. Oysa kısmet kelimesi müennesdir. Fakat kısmet, taksim manâsında ol­duğundan dolayı müzekker zamir ona râci' olmuştur.

Bazıları, «Onu, zamiri, Rabb'e râcidir. Yani siz Rabbınızı ya­lanladınız,» demektir. Bazıları da, «Kur'an-a râcidir, yani siz Kur' an-ı yalanladınız.» manasınadır, demişlerdir.

(57) «Acelece istediğiniz benim katımda yoktur...» Bu âyetin tefsiri:

Yani benim katımda azab yoktur ki, hemen size tatbik edeyim. Kureyş kâfirleri Resûl-i Ekrem'i çokça tekzib ettiklerinden (yalan­ladıklarından) dolayı azabın hemen inmesini istiyorlardı. Tabii ki, bunu da tıpkı «Yahud iddia ettiğin gibi göğü parça parça üzerimi­ze düşürmedikçe veya karşımıza Allah'ı ve melekleri getirmedik­çe sana iman etmeyiz.» (El-İsra : 92) sözleriyle veya «Şunu da ha­tırla ki, onlar: Yarabbi! Bunlar hak ise, bize gökten taş yağdır veyahut da elemli bir azap gönder dediler.» (El-Enfal: 32) sözle­riyle alay ettikleri gibi. Bazı kimseler, âyetin manâsı, benim katımda sizin istemekte olduğunuz muc'izeler yoktur, demektir  demişlerdir.

(57) «Hüküm ancak Allah'ındır.»

Bu âyetin manâsı:

Azabı tehir etmekte veya acelece vermekte hüküm benim de­ğildir, Allah'ındır demek oluyor.

«Allah hakkı haber verir.» Yani hakkı sayıp söyler. Bu Ayet-i Celîle ile, Kur'an da mecaz'ın olmadığını savunanlar delil getirmiş­lerdir.

Bazı müfessirler, «Allah hakkı hükmeder,» demektir demiş­lerdir. Yani Yakussu kelimesini Yakdî (hükmeder) olarak oku­muşlardır.

Hz. Ali de böyle okumuştur. Ebu Abdurrahman Sülemi, Said bin Müseyyib de böyle okudu, demiştir. Mushaf-ı Şerif de Yakus­su kelimesi «ya» sız yazılıdır. Onun üzerine vakfetmek de uygun değildir.

«Allah, ayırd edenlerin en hayırlısıdır.»

Bu cümle, kelimenin «yakussu» değil de «yakdî» olduğunu tak­viye etmektedir. Çünkü fasl ancak hükümde olur. Kıssada [haber vermekte] olmaz. Daha önceki, «Hüküm ancak' Allah'ındır.» cüm­lesi ve İbn-i Mes'ud'un «Hüküm ancak Allah'ındır. Allah hak ile hükmeder.» kıraati da bunu takviye etmektedir.

Mekki, «yakussusyu «sad» ile okumak, benim katımda daha sevimlidir, çünkü Ehli-Harameyn (yani Mekke ve Medine halkı) bunun üzerine ittifak ettikleri gibi kurralardan Asım da bu gö­rüştedir, demiştir. Bir de eğer fül [yakdî] «kada» kökünden gelseydi, o vakit «be» harfi lâzım gelirdi. «Yakdıbîlhak» demesi gerekir­di. Fakat bu delil zayıftır. Çünkü «be» harfi çoğu zaman hazfedi­lir (aradan çıkarılır.)

«De ki; Eğer acelece istediğiniz benim yanımda, [elimde] ol­saydı benimle aranızda o emir elbette hükme bağlanmıştı. Allah zalimleri daha iyi bilendir...»

Bu âyetin manâsı:

«Ey müşrikler! Sizin istediğiniz benim kudretim ve imkânım dahilinde olsaydı, aceleciliğinizin eseri sizin başınıza çok çabuk dö­nüp gelecekti. Fakat bu, Cenab-ı Hakkın Yed-i Kudretindedir. Di­lediği zaman indirir.

Zemahşeri, «Eğer bu benim imkânımda olsaydı Rabbimin rı­zası için öfkelenerek sizi acilen helak ederdim. Yalanlamanızdan tiksinerek ve süratle sizden kurtulmak için sizi helak ederdim,» demektir demiştir [100] Fakat Alûsi, makam buna müsaid değildir, diyor.

«Allah zalimleri daha iyi bilir» cümlesinin manâsı, Allah za­limlerin halini, azapları daha teşdid edilsin (şiddetlensin) diye ve iştidraç için onlara mühlet verebilir. İstidraç, dinsizlerin isteğine uygun Allah'ın verdiği ihsandır. Onun için Cenab-ı Hak emri Hz. Muhammed'e teslim ve onlara azabı acelece tatbik etmedi. Bu cümle daha önceki cümlenin manâsım takrir ve te'kîd (sağlamlaş­tırmak ve tekrar) etmektedir. Yani azapları Hz. Muhammed'e ha­vale edilmiş değildir.

Bazı tefsirciler, «îkinci cümle, istidradî bir cümledir. Sanki Eğer benim gücüm yetseydi sizi helak ederdim. Fakat Cenab-ı Hak kimi helak edeceğini daha iyi bilir. Ve helak edilmesi gereken bazı kimseleri helak etmek hususunda bize imkân vermesinin bir hikmeti vardır,» diyorlar. Bazı tefsirciler de, «Cenab-ı Hâk acele­ce azap isteyenlerden bazılarının iman edeceğini bildiği için azabı tehir etti; zira Allah zalimler [ve hallerindi daha iyi bilir. Bunun için azabı tehir eder.» demişlerdir. [101]

 

Gaybı Allah'dan Başka Kimse Bilemez

 

(59) «Gaybın anahtarları Allah'ın kalındadır...» Bu âyetin izahı:

Anahtarlar diye tefsir ettiğimiz «Mefatih» kelimesi «hazine­ler manâsına da gelebilir. Buna göre, gaybın hazineleri Allah'ın katmdadır, o hazineleri Allah'dan başkası bilemez, demek oluyor. Bu âyetten maksat, Allah'ın Kudret-i Kâmilesi vardır, her mümkü­nü halletmeye kadirdir (gücü yeter) demektir.

Bazı alimler, «Gaybın anahtarları beştir. Bu da, Abdullah ib-ni Ömer'den rivayet edilen hadisin muhteviyatmdandır, diyerek Allah Resûlü'nün   şu Hadisini rivayet etmişlerdir:

«Gaybın anahtarları beştir, Allah'dan başkası onları bilmez:

1- Allah'dan başka hiçbir kimse yarın ne olacağını bilmez.

2- Allah'dan başka hiçbir kimse, ana rahminde olanın ne olduğunu bilmez.

3- Hiçbir nefis yarın ne kazanacağını bilmez.

4- Hiçbir nefis hangi toprakta öleceğini bilmez.

5- Hiçbir ki?nse yağmurun ne zaman geleceğini bilmez.»

Başka bir rivayette:

1- Allah'dan başka hiçbir kimse, rahimlerin dökeceğinin ne olduğunu bilmez.

2- Allah'dan başka hiçbir kimse, yarın ne olacağını bilmez.

3- Allah'dan başka hiçbir, kimse, yağmurun ne zaman yağa­cağını (kesin olarak) bilmez.

4- Hiçbir nefis, nerede öleceğini bilmez. Ancak bunu Allah bilir.

5- Allah'dan başka hiçbir kimse, kıyametin ne saman kopa­cağım bilmez.» denilmiştir. [102]

 

Rivayet Tefsiri

 

Şu hadisi Buhari rivayet eder:

Ed-Dahhak ve Mûkatil, «Gaybın anahtarları, ya yer yüzünün hazineleridir veya azabın iniş ilmidir,» demişlerdir.

Ata, «O senin bilmediğin sevabla ikabın (cezanın) bilgisidir,» diyor.

Başka bir müfessir, «Ecellerin bitmesidir. Kulların saadet ve şekavetinin (bedbahtlığının), âmellerinin sonuçlarının bilinmesi­dir,» demiştir.

Diğer bir müfessir, «Daha olmayan bir şeyin olacağı zaman­daki bilgisidir,) Yani olduğu zaman nasıl olacaktır? Olmayan bir şey eğer olsaydı nasıl olacaktı? Onun bilgisidir.» diyor.

İbn-i Mesud, «Resûllüllah'a her şey gelmiştir ve verilmiştir. Ancak gaybın anahtarları verilmemiştir.)) demiştir.

İbn-i Abbas ise, «Gaybın anahtarları yerde ve gökte kaderler ve nzıklardan olan hazinelerin anahtarlarıdır;» demiştir [103]

El-Alusi, «Ayeti istiğrak üzerine hamletmek (yani bütün ga-yıbların anahtarları Allah katındadır,. ondan başkası onu bilmez) demek daha iyi ve daha uygun olur.» diyor. Bu takdirde, gaybın anahtarlarını beşten daha fazla veya daha eksik sayan Hadisler ve haberler, birtakım mühim gaybî meselelerin beyanına yorum-lanmalıdırlar. Yani bunlar mühim birtakım meseleleri getirmiş­lerdir. Yoksa gayb illa da beş şeydir veya daha fazladır veya daha eksiktir denilemez. Çünkü şüphe yoktur ki, mugayyebatı hamse [beş gaybî emir] den başka diğer gayıblan da Allah'dan başkası bilemez  [104]

(59) O, karada, denizde ne varsa hepsini bilir...» Bu Âyetin manâsı:

Yeryüzünde olacak ve olmuş her şeyi bilir. Küçük ve büyük hepsini bilir. Burada, «Büyükleri bilir de küçükleri bilmez.» di­yenlerin sözlerine iltifat edilmez.

Bütün tefsir alimleri, karadan maksat, denizin haricinde ka­lan yeryüzü demektir. Denizden maksat, yeryüzündeki bütün su­lar demektir. Çünkü yeryüzü genellikle iki kısma ayrılır: Ya ka­ra, ya da deniz. Karada, denizde de Cenab-ı Hakkın yarattıkların­da çok acaiblikler ve gariblikler vardır. Bütün bunlar Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretine ve sonsuz ilmine birer delildirler.

Cenab-ı Hak, ister karada, ister denizde yaşasın  bütün varlıkların cinslerini, çeşitlerini, fertlerini, cinsiyetlerini, mahiyet­lerini, keyfiyetlerini, nzıklanni, her şeylerini bilmektedir.

(59) «Daldan düşen her yaprağı o bilir...»

Bu Âyetin izahı:

Yani daldan düşeni de dalda kalanı da bilir. Yapraklardan kaç tanesi düşmüş, kaç tanesi ağacın üzerindedir bunu bilir. Kaç tanesi yön değiştirmiştir, kaç tanesi yere düşmek üzere hazırlan­maktadır, bilir.

(59) «Yerin karanliklanndaki daneyi bilir...»

Bazıları, bu «daneden» maksat, yer içinde bulunan ve bitmek üzere olan herhangi bir danedir, diyorlar.

Bazıları da; daneden taşın içindeki ve yerlerin altındaki dane kastedilmiştir, yani belli bir dane kastedilmiştir, demişlerdir. Ye­rin karanlıklarından maksat, yeryüzünün iç âlemleri ve iç kısım­ları demektir. îç kısmına karanlık denilmiş çünkü karanlıkta na­sıl eşya görülmezse, orada olanlar da görülmez.  [105]

 

Rivayet Tefsiri

 

İbn-i Abbas (RA), «Yerin karanlıklarından maksat, yedi ta­baka yerin altındaki taşın altındaki nesnedir. Veya herhangi bir taşın veya herhangi bir şeyin altındaki yer demektir,» demiştir.

(59) «Kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta [yazılı] bulunmasın...»

Bu Âyetin tefsirinde İbn-i Abbas, «Yaştan maksat, sudur, ku­rudan maksat  su haricinde bulunan yer tabakalarıdır,» demiştir.

Ata, «Yaştan maksat bitenlerdir, kurudan maksat, bitme­yenlerdir,» demektedir.

Başkası, «Yaştan maksat, diri ve hayat sahibi nesneler, kuru­dan maksat, ölü ve cansız varlıklar demektir,» demiştir.

Bir başkası da, «Bu, her şeyden ibarettir. Çünkü herşey ya kurudur, ya yastır, Binaenaleyh Allah her şeyi biliyor demek olu­yor,» diyor.

Eğer desen ki, bütün EŞYA «Onun katında gaybın (bilinme­yenin anahtarları vardır,» cümlesine dahil oluyor. O cümle zik­redildikten sonra bunlar niçin ikinci kez zikredildiler? Bunun faydası nedir?

Cevab olarak derim ki, Cenab-ı Hak, «Allah'ın katındadir gaybın anahtarları »m mücmel (kısa ve öz) olarak zikretti. Ondan sonra bü Âyetlerle birtakım açıklamalar, ve tafsilât getirdi. Bu gözle görülen, hissedilen şeyleri zikretti ki, insanoğlu daha iyice anlasın. Evvelâ karanın, sonra denizin bahsini etti. Çünkü onlar­da acaiplik ve gariplikler vardır. Şehirler, köyler ve köylüler var­dır. Dağlar, madenler, hayvanlar, çeşitli mahlûklar vardır ki, in­sanoğlu bunları detaylarıyla idrak etmekten acizdir. Sonra daha az olanları zikretti ki, herkes onları görür. Çünkü daldan düşen yaprakla dalda kalan yaprağı herkesin görebilmesi mümkündür. Fakat herkes onların adedini ve Allah'ın onları nasıl yarattığını bilmez. Sonra yapraktan daha küçük olan daneyi zikretti. Ondan sonra hepsini derleyen yaş ve kuru misalini verdi. İşte bu eşyanın zikredilmesi ve bunların hiçbirisi Allah'ın ilminin dışında değil­dir demesi, Cenab-ı Hak'ın sonsuz güç ve kâmil kudretine delâlet etmek için oldu. Bu misaller Allah'ın azamet ve kudretinin yüce­liği ve ilminin genişliği hususunda insanları uyarıcı misallerdir.

«Apaçık kitap,» tabirinden neler kasdedildi? Bazıları, «bu apa­çık kitap, Cenab-ı Hakk'm o bozulmaz, ve değişmez ilmidir.» de­mişlerdir. [106]

 

Levhu'l - Mahfuz

 

Bazıları da, «Apaçık kitaptan» maksat, Levhu'l-Mahfuz'dur. Çünkü Cenab-ı Hakk orada olacak ve olmuşun ilmini yazmıştır. Gökleri ve yerleri yaratmazdan önce bunu orada kaydetmiştir.» demişlerdir. Bütün bunların kitapta sayılmasının nedeni, Cenab-ı Hakk'm ilmine Melekler vakıf olsun, ve o ilmi emri yerine getir-, sinler diyedir. Bununla hesabın büyüklüğüne Cenab-ı Hakk dik­katleri çekti ve kullarına bildirdi ki, onların yaptıklarından hiç­bir şey Allah'ın kudretinden ve ilminden kurtulmaz. Çünkü için­de sevab ve ceza olmayan şeyleri kitapta tesbit eden bir ilâh, se-vab ve ikâbı (azabı) gerektiren şeyleri tesbit etmeyi daha süratle yapar demektir.

«El-tmamiyye» şiileri Ebu Abdullah'dan rivayet ediyorlar:

«Yapraktan maksat, düşük çocuktur. Daneden maksat, ço­cuktur. Yerin karanlıklarından maksat, annelerin rahimleridir.

Yaştan maksat, yaşayanlardır. Kurudan maksat, çekilenlerdir;» Fakat, Ebu Abdullah'ın böyle bir şey söyleyeceğinden onu tenzih ediyoruz. Çünkü bu, cidden âyetin zahirine muhalefettir. Şiilerin bu rivayetine güvenilmediği gibi, Ebu Şeyh'in Muhamnıed bin Cehhade'den şu rivayeti yaptığına da güvenilmez:

«Cenab-ı Hakk'ın arşın altında bir ağacı vardır. Hiçbir mah­lûk (yaratılmış) yoktur ki, o ağaçta onun için bir yaprak bulun­masın. Herhangi bir mahlûkun yaprağı düştüğünde onun ruhu da cesedinden çıkar.» [107]

 

Rivayet Tefsiri

 

Kitabı, Levhu'l-Mahfuz'la tefsir etmeyi bir grup müfessir tercih etmiştir. Zeccac'da onların arasındadır. Nitekim Zeccac di­yor ki: «Cenab-ı Hak, bütün.malûmatları halkı yaratmazdan ev-' vel bir kitapta tesbit etmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak, «yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmazdan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Hiç şüphesiz ki, bu Allah'a göre pek kolaydır.» (El-Hadid: 22) buyur­muştur.

Müslim'in bir rivayetinde, «Şüphesiz ki, Allah halkın kade­rini gök ve yeri yaratmazdan elli bin sene önce yazmıştır.-» buy-rulmaktadır.

Bunun faydası hakkında birçok emir ileri sürülmüştür:

1- Meleklerin, olayların Allah'ın malûmatına uygun olarak tıpatıp oluşlarım görerek ibret almaları içindir.

2- Mükellefleri, sevap ve ıkabı (azabı) kapsayan durumları­nın ihmal edilmeyeceğine dair   uyarmak   içindir.   Hasan  Basri, sadece neden olarak bu ikincisini ileri sürmüştür. Çünkü Âyet'ten anlaşılıyor ki, daldan düşen yaprağı ve yerdeki daneyi de Allah ki­tapta yazmıştır.

3- Allah'ın kitapta yazmış olduğu mevcudatın geçmiş tertip üzerinde kalıp bozulmamasıdır. Çünkü kıyamete kadar olan . her şey hakkında yazan «kalem artık kurumuştur,» diye rivayet gelmiştir.

Bu kitaba «Levhü'l-Mâhfuz» [Korunan Yaprak] denilir, zira o, tahriften ve şeytanların ona ulaşmasından veya yaz-bozdan korun­muştur. Tabii yaz bozdan korunması da «Yaz boz ancak Melekle­rin elindeki sahifelerde olur » diyen görüşe göredir.

El - Belhi, «Levhü'l-Mâhfuza, bu ismin verilmesinin sebebi, onun unutulmamış ve ondan gaflet edilmemiş olmasıdır.» demek-tedir.

El-Alûsi, Ruhu'l-Meânî'de bu âyetlerin neticesinde şunu söy­lüyor:

«Bu Âyette delil vardır ki, Cenab-ı Hak cüz'iyâtın da Alimidir. Yani küIH (umumî, bütün) hadiseler gibi cüz'î (az) hadisele-,ri de bilir. Binaenaleyh ne Abdülkerim Ceylî'nin, ne Şeyhî Yemâ-ni'nin «Cenab-ı Hakk cüz'iyyatın alimi değildir.» demelerine ilti­fat edilmez.»  [108]

 

Meal

 

(60)  «Allah o zattır ki, sizi geceleyin öldürür [uyutur]. Gün-düzleyin yaptığınızı bilir. Sonra adlandırılmış bir ecel tamamlan­sın diye sizi gündüzleyin diriltiyor. Sonra O'nadır dönüşünüz. Son­ra yaptığınızı size haber verecektir.

(61) «Kullarının üzerinde  Kahir  [galip]   olan odur.  Sizin üzerinize  hafeze   [Melekleri]   gönderir.   Sonra, herhangi   birinize ölüm   geldiğinde  elçilerimiz onun  canını alırlar.  Elçilerimiz  ih­mal etmezler.»

(62) «Sonra onlar   gerçek  mevlaları  olan   Allah'ın yanma döndürüldüler. Dikkat ediniz! Hüküm ancak Allah'ındır. O hesab görenlerin en süratlisidir.»

(63) De ki: Sizi, karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarır? Ki, siz açıkta ve gizlide yalvararak onu çağırıyorsunuz: Yemin olsun eğer biz bundan kurtul ursak kuşkusuz ki şükreden-lerden oluruz.»

(64) «De ki, Allah sizi hem karanlıklardan, hem de üzüntü­den kurtarır. Sonra da sizler şirk koşarsınız.»

(65) «De ki, sizin üzerinize üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azabı göndermeye veya sizi değişik guruplar halinde birbirinize katıp, bazınıza diğerinin şiddetli azabım tattırmaya sa­dece O'nun gücü yetiyor. Bak, onlar anlasınlar diye ayetleri na­sıl evirip çeviriyoruz.»

(66)  «Kavmin onu [Kur'an-ı] yalanladılar. Oysa o, haktır. De ki «Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim.» »

(67) «Her haberin bir mas t akam [belli bir zamanı], var­dır. [Bunu] gelecekte bileceksiniz.»

(68) «Bizim ayetlerimize dalan lan gördüğünde, ondan baş­ka bir söze dahncaya kadar onlardan yüz çevir. Şeytan sana unut-turursa, hatırladıktan sonra sakın, zalim kavimle beraber otur­ma.»[109]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(60) «Allah o zattır ki, sizi geceleyin öldürür...t» Bu Âyetin izahı:

Buradaki ölümden maksat uyutmaktır veya onları kontrol etmektir. Uyku yerine ölüm tabirini kullanmak, uyku ile ölüm arasındaki benzerlikten ve ortaklıktan ileri geliyor. İkisiyle de in­sanoğlunun hisleri iptal olunur ve ayırd edici kuvveti ortadan kal­kar.

(60) «Cenab-ı Hakk, sızın gündüzlerin işlediğinizi de bilir.»

Görüldüğü gibi bu Âyette gece uykuya, gündüz de işlemeye (iş yapmaya) tahsis vardır. Çünkü mutad (alışılan hayat) budur. % 99 insanlar bu yaşantı üzere giderler. İstisnalar da kaideyi boz­mazlar.

(60) «Sonra adlandırılmış ecel tamamlansın, diye sizi gün-düzleyin diriltiyor.»

Bu âyetteki adlandırılmış ecelden maksat her ferd için tayin edilen yaşamdır. Dünyada ne kadar kalacağının süresidir. Yani herkes ecelini tüketip bitirsin diye, Cenab-ı Hak, bizi uykudan uyandırıyor ve ölümden diriltiyor.

(60) «Sonra O'nadır dönüşünüz...» Bu cümlenin manâsı şudur:

Yani Ölümle sizin dönüşünüz ve varacağınız nokta Allah'ın katıdır. Oraya varacaksınız.

(60) «Sonra yaptığınızı size haber verecektir.»

Dünyada devamlı yapmakta olduğunuz âmellerden ötürü sizi cezalandıracak veya mükâfatlandıracaktır. Bazı tefsircilere göre, bu hitab kâfirleredir. Âyetin manâsı, «Ey kâfirler! Siz cîyfeler (leşler) gibi geceleyin yataklara dalıyorsunuz. Gündüzleyin de gü­nâhları işliyor ve kesbediyorsunuz. Halbuki Cenab-ı Hakk, sizin âmellerinizi görmektedir. Sizi kabirlerinizden haşre gönderecektir. Hayatlarınızı bitirip tükettiğiniz o hareketlerinizden sizi sorum­lu tutacaktır. Sonra bütün yaptıklarınızı, size ceza tatbik etmek suretiyle haber verecektir.» demektir.

(61) «Kullarının üstünde kahir (galib) odur...»  Bu Âyetin tefsiri:

Hiç kimse, O'nu âciz bırakamaz. Hiç kimse, O'nun tatbik et­mek istediğiyle O'nun arasına giremez. «FEVKA» kelimesi daha önce geçtiği gibi; selefe göre keyfiyeti belli olmayan bir fevkiyat [üstünlük] manâsını ifade eder. Halef alimleri ise; kahir ve galib manasınadır, demişlerdir.

«Kahir» demek, başkasını mağlûp edip, zelil eden de­mektir. Allah halkın üzerinde kahirdir. Yani her şey tersiyle kah­redilir. Hayatın kahredilmesi ölümledir. İcadın kahredilmesi, yok etmekledir. Zenginliğin kahredilmesi fakirlikledir. Işığın kahre­dilmesi zulmet ve karanlıkladır. [110]

 

Melekler İnsanın Amelîni Takip 

 

(61) «O sizin üzerinize hafeze (Melekleri) gönderir...»

Bu Âyetin izahı:

Amellerinizi tesbit edecek Melekler gönderir. Onlar kîrâmen- kâtibîn melekleridir. Başka bir âyette «Şüphesiz sizin üze­rinizde hafezeler vardır. Kirâmen KatiUnler vardır.» [En-Necm: 20] denmektedir. Veya bu meleklerden maksat, takip edici melek­lerdir. Nitekim başka bir âyette, «Onun için önünde ve arkasında takib edenler vardır. Onu Allah'ın emrinden korurlar,» denilmek­tedir.

Bazıları, «Bu ikisini kapsayan Melekler demektir» demişler­dir. Hafaza adını almaları amelleri ve nefisleri koruduklarından dolayıdır. Kat'ade, «Bunlar, ameli, rızkı ve eceli korurlar.» demiş­tir.

Bu Melekler bazılarına göre; taât, günâh ve bütün mubahları yazarlar. Nitekim bir Ayet-î Celîlede, «Bu kitaba ne oluyor ki, hiçbir küçük ve hiçbir büyük bırakmaz ki saymasın?» [Kehf : 49] denilmiştir. [111]

 

Rivayet Tefsiri

 

Eserlerde, «Âyette 'küçük diye bahsi geçen günâhtan maksat, tebessümdür, 'büyük'ten maksat, kahkaha ile gülmektir.» şeklin­de geçmektedir. Başka bir âyette de, «O herhangi bir sözü ağzın­dan atarsa, mutlaka onun yanında rakib ve atid (hazır) vardır.» [Kâf : 18] denilmiştir.

Başkaları da, «Hafaza Melekleri, mubahları yazmazlar. Çünkü mubahlara ne günâh ne de ikab (ceza) bağlıdır» demektedirler.

İbn-i Abbas'dan gelen bir rivayette, «Her insanın beraberin­de iki Melek vardır. Birisi sağında, birisi solundadır. İnsan bir hayrı konuşursa, sağındaki Melek yazar. Kötülük konuşursa, sağ­daki Melek soldakine: Bekle! Belki bundan tevbe eder, der. Eğer tevbe etmezse onu yazar.» denmektedir.

Meşhuru şudur ki, bunlar omuzlar üzerindedirler. Bazıları, «Çene kemiklerinin üzerindedirler,» bazıları da «Ağzın sağ ve so-lundadırlar,» diyorlar. Hülâsa, onların varlığına iman etmek gerekir; nerede olurlarsa olsunlar. Onların ne şekil yazdıklarından bahsedilemez Çünkü biz bunu bilemiyoruz. Âyetlerin zahirleri de­lâlet ederler ki, bu Hafaze Melekleri insanoğlunun sözlerine ve fiillerine muttalidirler, (bilgi sahibidirler.) Nitekim Cenab-ı Hakk «Sizin işlediğinizi onlar bilirler.» [İnfitar: 12] buyurmuştur. îman ve küfür gibi1 kalblerin sıfatlarını, bilmelerine gelince; zahirde (görünürde) onların bu şeylere muttali (vâkıf) olduklarına dair herhangi bir delil yoktur. Bazı haberlerde «Muttali (bilgi sahibi) olurlar,» diye varid olmuştur. Meselâ, «Kul, bir haseneyi (hayır­lı işi) yapmayı kasteder ve onu işlemezse, ona bir hasene olarak yazılır,» diye hadis vardır. Malûmdur ki, kasdetmek, iman ve küfür gibi, kalbin (iç alemin) amellerindendir. Demek ki buna göre Me­lek içaleminde arzulananı biliyor.

Bazıları da, şu Hadis, muttali (bilgi sahibi) olmamalarına delalet eder, diyor.

Kıyamet günü geldiğinde, ameller kuvvetli sahifelerde getirilip arzediliyorîar. Cenab-ı Hakk, «Onu ya kabul ediniz, ya reddedi-niz.» buyuruyor.

Melekler, «Senin izzetine yemin ederiz, biz ancak onun işle­diğini yazdık.» derler.

Cenab-ı Hakk, «Onun işlediği benden başkası içindi. Ben bu­gün ancak benim vechim [zatım] için işleneni kabul ederim.» di­yor.

Bu Hadisden anlaşılıyor ki, Melekler iç alemde olanları bil­mezler. Hadisi dikkatle inceleyen, bu hususu derhal farkeder.

îbn-i Mübarek'ten gelen mürsel bir rivayette şunlar vardır:

«Melekler, Allah'ın kullarından birisinin amellerini Allah'ın huzuruna yükseltiyorlar. Onu çok sayar ve tertemiz sanırlar. Taki, Allah'ın dilediği saltanat noktasına vardırıncaya kadar. Ce­nab-ı Hakk, o noktada onlara vahy göndererek,

__ Siz benim kulumun ameli üzerinde koruyucu Meleklerdi­niz. Ben onun iç alemindekini murakabe ediyordum. Benim bu kulum amelinde halis davranmadı. Onu SİCN'E (zindan) soku­nuz!» der.

Bu Hadis de, Meleklerin insanın iç âlemlerine vâkıf olmadı­ğına delalet eder.

«Melekler ancak zahir (görünen) amelleri yazarlar.» diyen kişi, «Kasd edilen haseneyi (iyiliği) de Melekler yazarlar.» Hadi­sine şu cevabı verir: «Bu Hadisin manâsı; bu bizce sabit olmuş ve tahakkuk etmiş amel demektir. Meleklerin sahifelerinde yazıl­mıştır,» demek değildir.

«Melekler kalbin amellerini yazarlar,» diyenler ise riyayı (iki­yüzlülüğü) istisna ederler. Yani ameli yazarlar, riyayı yazamazlar. Cenab-ı Hakk, Meleklerden riyayı gizliyor. Ta ki, riyakârın yazı­lan amelini, riyasiyla iptal etsin, ya ahirette veya dünyada onu şiddetli azaba daldırsın, halini daha hazin bir şekle soksun diye riyayı Meleklerden gizliyor. Umulur ki, bu ahirette Cehennemlik bir insanın Cennete yaklaştırıldıktan sonra geri çevrilip Cehenne­me atılması kabilinden olsun.

Ebu Naim, Beyhaki, Îbni-Âsakir ve İbni Neccar rivayet etti­ler:

«Kıyamet gününde bazı kimseler için Cennete götürülstinler diye emir verilir. Onlar Cennetin kokusunu alacak ve Cennetin köşklerine ve Allah'ın Cennet ehline hazırladıklarına bakabilecek derecede Cennete yaklaştırılırlar. O zaman Allah şöyle emreder:

— Onları Cennetten geri çevirin, onların Cennette payları yok!

Onlar öyle bir hasret ve üzüntüyle dönerler ki, o üzüntü ne Daha önce geçmişlere ne de daha sonra geleceklere verilmiştir. On­lar bu dönüşlerinde şöyle haykınyorlar:

  Ey Rabbimiz! Ne olurdu, dost kullarına hazırladığını ve sevabını bize göstermeden önce bizi Cehenneme soksaydın. Bu bize daha kolay gelirdi.»

Cenab-ı Hakk, onlara cevab olarak:

  Ey asiler!  Onu  size  göstermekle   ben şunu   kasdettim: Siz   dünyada   iken   tek   başınıza   kaldığınızda   benimle   uğraşı­yor ve mücadele ediyordunuz. Büyük günâhlar işlemek suretiyle karşı geliyordunuz. Halk ile kaldığınızda ibadete başlayarak onlarla bir araya geliyordunuz. Amellerinizi halka   gösteriyor,   riyakârlık (ikiyüzlülük) yapıyordunuz. Bana karşı kalblerinizde taşıdığınız isyankârlığın tam tersini halka gösteriyordunuz. Halktan korktu­nuz, halkı ta'zîm ettiniz (yücelttiniz), benden korkmadmız, beni ta'zîm etmediniz.

Kötülüğü halka şirin gözükmek için terkettiniz. Benim için terketmediniz. İşte bugün size mahrum kaldığınız sevabla beraber azabı tattıracağım.

Bütün bu ihtimaller katımızda geçerlidir. Kesin olarak bir şey demiyoruz [112]

 

Hâfaza Melekleri

 

Hafaza Meleklerinin (yaptığımız işleri yazan Melekler) değiş­tirilmeleri hususunda ihtilaf vardır. Bazıları, «Her gün yeni Hafa­za Melekleri gelirler. Gecenin Melekleri ile Gündüzün Melekleri ay­rıdır. Bu, ölüme kadar böylece devam eder.» demişlerdir. Bazıları da, «Gündüz gece Melekleri giderler, gündüz Melekleri gelirler. Gece geldi mi gündüz Melekleri giderler, gece Melekleri gelirler. Ay­nı Meleklerdir, değişmezler.» demiştir. Diğer bazıları ise, «Hase-neleri (iyilikleri, sevapları) yazan Melekler değişirler. Fakat sey-yiâtları (günâhları) yazan Melekler değişmez. Hüsn-i zann da bu­nu gerektirir.» diyorlar.

Alûsi, «Mükellef öldükten sonra Hafaza Melekleri nerede du­rurlar? Bazıları, mutlak olarak göklerdeki ibadethanelerine döner­ler, diyorlar. Bazıları, müminin kabrinin karşısında durup kıyamet­te kabrinden kalkıncaya kadar ona af talebinde bulunurlar, bazıları da, hasenatı (sevapları) yazan bir tek Melek değildir, çünkü bir hadisde, «Şu kadar, şu kadar Meleklerin onu yazmak için süratle yarıştıklarını gördüm. Hangisi daha önce onu yazar diye koşarlar» demişlerdir.    .

Bu Hafaza'lardaki hikmet şudur: Mükellef bir insan, yaptıkla­rının şahitler tarafından Allah'ın hâkim olduğu bir günde arzolu-nacağı, hakikatini bilirse, günâhları ve çirkinlikleri yapmaktan daha sakınır bir duruma gelir. Kul efendisinin Iûtfuna (iyi mua­melesine) güvendiği zaman, onu haberdar eden hizmetkârların­dan sakındığı kadar efendisinden sakınmaz.

Sahifeler tartılır mı, tartılmaz mı? Bu ihtilaflı bir konudur. Bazıları, «Sahifeler tartılır.» demişlerdir. Fakat bu görüş pek re-vâc (geçerlilik) bulmamaktadır  [113]

(61) «Sonra herhangi birinize ölüm geldiğinde elçilerimiz onun canını alırlar. Elçilerimiz ihmal etmezler...»

Bu Âyetin izahı: [114]                                                                   

 

Ölüm Meleği (Melekv'l-Mevt )    

 

Elçilerden maksat, ölüm Meleğinin yardımcılarıdır. Nitekim bu durumu îbn-i Cerir ve Ebu Şeyh, İbn-i Abbas'tan rivayet et­mişlerdir. Bunun benzeri Katade'den de rivayet edilmiştir. Kata-de, «Meleku'l-Mevt'in (Ölüm Meleği) elçileri vardır. Ruhları bil­fiil onlar alırlar, sonra Ölüm Meleğine teslim ederler.» diyor. [115]

 

Rivayet Tefsiri

 

Abdürrezzak ve İbn-i Munzir, el-Kelbi'den rivayet ediyorlar:

«Meleku'1-Mevt (Ölüm Meleği) bilfiil ruhu aldıktan sonra eğer ruh mü'min ise, Rahmet Meleklerine, eğer kâfir ise/ Aaap Meleklerine teslim eder.»

Ekseri ulemâ'nın görüşüne göre, bilfiil ruhu alan, Meleku'l-Mevt'tir. Fakat onun meleklerden yardımcıları vardır. Fiili, o yar­dımcılara isnad etmek meselesine gelince, o isnad mecazîdir. Me­selâ «Filan kabile filan adamı öldürdü.» diyorlar. Oysa öldüren, kabilenin bütün fertleri değil, onlardan birisidir. Bazen de fiil, Ölüm Meleğine isnad edilir. Çünkü bilfiil ruhu alan odur. Bazan da, Allah'a isnad edilir. Çünkü hakiki âmir (emreden) Allah' dır (C.C.).

Bazı kimseler, «Bazan Allah vasıtasız olarak ruhu kabzeder (alır.) Bazan Meleku'l-Mevt kabzeder. Bazen de elçiler.» Yani Ölenin ahvaline (durumuna) göredir, demişlerdir.

Zeccac, «Elçilerden maksat, Hafaza Melekleridir. Yani Allah, onları Kulunu hayatta korumak için gönderir. Ölüm çağı geldi mi ruhu alırlar.» demiştir. Fakat bu görüş garibdir. [116]

 

Melekler Emri Geciktirmezler

 

(61) «Onlar ihmal etmezler.»

Cümlesinin manâsı:

Gevşeklik göstermezler ve bir saniye dahi geciktirmezler. Yani kendilerine çizilen hududu ne eksik, ne de fazla geçmezler. Ve­rileni harfiyyen tatbik ederler.

(62) «Sonra onlar Mevlâ'ları olan Allah'a döndürülürler...»

Bu Âyetin izahı:

Yani insanlar haşre gönderildikten ve hesaplarını verdikten sonra Mevlâ'larının yanma döndürülürler. Veya Berzah Âlemi'n-den (ölülerin ruhlarının kıyamete kadar bulunacağı yer) Allah'a (O'nun hükmüne ve cezasına) döndürülürler.

Bazı tefsirciler; «-rubdu-» fiilindeki zamir, elçiler ve melek­lere râci'dir. Yani melekler, insanoğullarının öldüğü gibi ölür. On­lar da Allah'ın hükmüne dönüş yaparlar.» demişlerdir.

El-Hazin, «Kullar, ölümle ahirette Allah'a döndürülürler. Al­lah'a, Hakolan Mevlâ denilmiş, çünkü onlar dünyada bâtıl Mevlâ' ların (efendilerin) elinde idiler. Allah ise insanların gerçek Mev-lâsı [efendisi] ve sahibidir.» diyor. [117]

 

Hüküm Ancak Allahındır

 

(62) «Dikkat edilsin, hüküm Allah'ındır»

Cümlesinin manâsı:

Allah'dan başkasının hükmü geçersizdir. Herkesin hükmü geçici olduğuna göre hakikat noktasında yoktur. «Hesap görenle­rin en süratlisidir.» Bu cümledeki, hükmün nedeni şudur: Cenab-ı Hakk, düşünceye muhtaç değildir. Hesap yapmak için kâğıda ka­leme ihtiyacı yoktur. Bir kimsenin hesabı, aynı anda Allah'ı baş­kasının hesabını yapmaktan alıkoymaz. Hiçbir Hesap O'nu, diğer bir hesabı, aynı anda yapmaktan alıkoyamaz. O, bir koyunun sa­ğım zamanı kadar kısa bir zamanda, veya ondan daha az bir za­manda, hattâ zaman mefhumunu ortadan kaldıracak kadar kısa bir devrede bütün mahrukatın (yaratılmışların) hesabını görür.

Hticcetü'l-İslâm Gazzâli, «Hak, batılın karşıtıdır. Kendisinden haber verilen her şey ya Bâtil-ı Mutlak'tır veya Hakk-ı Mutlaktır. Ya da bir yönden hak, bir yönden bâtıldır. Mümten'i bizzat, (ha­kikati olmayan) Bâtıl-ı Mutlaktır. Vacibi bizzat, (.hakikat olan) Hakki-Mutlâktır. Mümkin-î bizzat ve Vacibi-Bilgayr, bir yönden hak, bir yönden de bâtıldır. Zatî yönünden vücudu yoktur ve bâ­tıldır. Gayrisi yönünden vücudu istifade etmiştir, o yönden hak'tır. Hakk-ı Mutlâkın manâsı, zatıyla Mevcudu-Hakiki demektir. O Mevcudu-Hakiki ki, her hakikat ondan alınır, bu da ancak Ce­nab-ı Hakk'tır. İşte «Hak, bakidir, sabittir ve fâni olmaz.» diyenin maksadı da budur, demektedir.

Tefsir-i Kebir'e göre, mevlâ ve velî kelimeleri yakınlık ma­nâsına gelen, Velyi kökünden müştak'tırlar (türemişler). Ce­nab-ı Hakk, yâkîndir. Mevlâ kelimesi aynı zamanda «Köleyi âzad edene» de denilir. Bu da iş'ar eder ki (haber verir ki), Cenab-ı Hakk, onları azaptan âzad etmiştir. Ve Rabbimizin bir Hadisi Kûdsi'de «Rahmetim, gazabımı geçmiştir.» sözünden maksadı, budur. Yine Allah, burada kullan nefsine değil, nefsini onlara izafe etmiştir. Bu da, rahmetin son mertebesidir. Yine Cenab-ı Hakk, «Onların hak mevlâsıdır.» demiştir. Yani onlar dünyada bâ­tıl mevlâların yönetimi altındaydılar. Bu bâtıl mevlâlar nefis, şeh­vet ve öfkedir. Şimdi ise Hak Mevlâ'nın tasarrufuna geçtiler. Ni­tekim Cenab-ı Hakk, «Bana hevâsını (arzu ve isteğini) mâ'bûd edinenden haber ver.» [Pûrkân: 43] buyurmuştur. Evet, insan öl­düğünde bâtıl mevlâların tasarrufundan kurtulur, Hak Mevlâ'nın tasarrufuna intikal eder.

İddia edilmiştir ki, bu Âyet-i Celîle insanoğlunun mücerred (soyulmuş, yalın) bünyeden ibaret olmadığına dair en belirgin bir delildir. Çünkü Âyet açıkça delâlet eder ki, ölüm kula ulaşacak­tır ve ölümden sonra kul Allah'a döndürülecektir. Kişinin Ölü ola­rak Allah'a döndürülmesi mümkün değildir. Çünkü bu mekân ve cihete bağlı döndürme değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk, hem mekân­dan, hem de cihetten uzaktır. Belki onun, Allah'ın hükmüne baş eğmek, kaza ve kaderine itaat etmek manâsına olduğunu kabul etmek lâzımdır. Diri olmayan bir kimseye de böyle bir manâ el­verişli olamaz. Böylece sabit oluyor ki, burada hem ölüm, hem de hayat vardır. Ölüm, bedene isabet eder. Hayat ise ruhun payı ola­rak kalır. Cenab-ı Hakk'ın «Döndürüleceklerdir,» hitabından anlaşılıyor ki, Allah'a döndürülen ruhdur ve sabit oldu ki insan ancak ruhdur. Ve matlûb olan (istenilen) de budur. Ruhun, bedene taalluk etmezden (girmeden) önce, mevcud olması da buna işaret eder. Çünkü döndürülmek, bu âlemden Allah'ın huzurunadir ve ancak var olanlar için bahis konusudur. Bu Âyetin benzeri, «Rab-bine dönüş yap!» [el-Pecr : 28] Âyeti ile «Bizedir onların dönüş­lerin [Yunus  :İ6] diyen Âyetlerdir.

Bu iddia görüldüğü gibi bir yorumdur; üzerinde düşünmek gerekir. [118]

 

Allah Kulunu Nasıl Hesaba Çeker?

 

Bazı hadislerde, «Cenab-ı Hakk, bir koyun sağımı kadar bir zamanda bütün varlıkların hesabını görür.» diye varid olmuştur. Bazılarında ise «Yarım gün,» diye varid olmuştur.

Bâzıları, «Cenab-ı Hakk, bilfiil kulların hesabını görmez. Me­leklerine emreder ,onlar teker teker onların hesabına bakarlar.» demişler, bazıları da, «Cenab-ı Hakk, mü'minlerin hesabını bizzat görür. Kâfirlere gelince, onların hesabını melekler görür.» Zira eğer Allah onların hesabını görürse onlarla konuşmuş olur. Allah'ın on­larla konuştuğunu iddia etmek yanlıştır. Çünkü Cenab-ı Hakk, kâ­firlerin sıfatında «Allah onlarla konuşmaz.» [Âli-İmran.: 77] bu­yurmuştur, demişlerdir. Daha Öncekiler; «Bunun manâsı, Allah on­lara yararlı olan bir şeyle onlara hitap etmez.» demektir, dediler. Çünkü Âyetlerin zahirleri Cenab-ı Hakk'ın o gün onlarla konu­şacağına delalet eder,» demişlerdir. Sonra o hesabın keyfiyeti (ni­teliği) ve tafsilatı, insan aklının alacağı bir şey değildir ki, düşü­nerek onu çözelim. Bize düşen onlara olduğu gibi iman etmektir.

Keyfiyet ve açıklamasını   bilinmeyenin   ve şehadetin   âlimi  olan Cenab-ı Hakk'a havale ediyoruz.

(63) «De ki: Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarır?»

Bu Âyet şunu ifade eder:    .

Cenab-ı Hakk onların Allah'a ortak koştukları putları aşağı­lamak ve-uluhiyet mertebesinden düşürmek için bunu söylüyor. İbn-i Abbas'ın rivayet ettiğine göre, karanın ve denizin karanlıkla­rından maksat, şiddetleri ve dehşetleridir. O dehşetler ki, insanın duyularını çatlatır ve akıllan hayrete düşürür...

Bazı tefsirciler, «Bu karanlıklardan maksat, gecenin, bulut­ların ve denizlerin karanlığıdır.» demişlerdir. Bazıları «Karanın karanlığı, yerin batmasıyla, denizin karanlığı boğulmakla oluyor» Bazıları ise, «Bu karanlıklar yerin batmasından, ve suyun çekil­mesinden kinayedir.» [Kinaye; maksadı ve gayeyi kapalı bir şekil­de dolaylı anlatan söz, demektir.] Bazıları da, «Gecenin karanlı­ğı, bulutun karanlığı, denizin karanlığı, çöl ve korkunun karanlı­ğıdır,» şeklinde tefsir etmişlerdir. Bütün bu manâlar, Âyetin kap­samına giriyor.

(63) «Halbuki siz açıkta ve gizlide onu çağırıyorsunuz...»

Bu Âyetteki açık ve gizli çağırmaktan maksat, ya dille, ya da birisi dille (açık), öbürü kalble (gizli) yapılan çağırmadır.

(63) «Yemin olsun, eğer biz bundan kurtulursak kuşkusuz ki şükredenlerden oluruz...»

Âyetin bu bölümünü, alimler şöyle yorumlamışlardır:

Ey Rabbımız! and olsun, eğer sen bizi kurtarırsan veya biz kurtulursak, (çünkü Âyet, hem «enceytena» hem de «enca-Na» şeklinde okunmuştur, şükredenlerden oluruz. Yani şükürde derinleşmiş ve daimi bir şekilde şükredenlerden oluruz der ve «eğer bizi bu karanlıklardan kurtarırsan, eğer bizi helak olmak­tan uzaklaştırırsan şüphesiz ki biz şükredenlerden oluruz,» diye yalvarmaktır.

(64) «De ki: Allah sizi hem karanlıklardan hem de üzüntü­den kurtarır. Sonra da sizler şirk koşarsınız...»

Bu Âyet-i Celîle'den anlaşılıyor ki onlar, kendilerini bu şiddet­lerden kurtaranın Allah olduğunu ikrar ederler. Sonra da bu ik­rarlarından cayıp, Allah'a şirk (ortak) koşuyorlar. Fayda ve zarar getirmeyen putları Allah'a ortak sayıyorlar.

Âyet-i Celîle'de yer alan «kerb» kelimesi üzüntü manasına­dır. Cevap vermek muhatapların hakkı olduğu halde, Allah Pey­gamberine cevap verme emrini vermekle ilân ediyor ki, Allah'ın tek kurtarıcı olduğu güneş gibi apaçık ortadadır. Veya onları kale almadığından (önemsemediğinden) ve insan saymadığından do­layı Cenab-ı Peygamber'e «Sen cevap ver,» diye emrediyor. Yani kaldırılmasını istediğiniz üzüntüyü ve felâketi sizden tek başına Cenab-ı Hakk kaldırır. Siz, bu büyük nimetleri görmenize rağmen yine de ibadette şirk (ortak) koşmaya dönüş yapıyorsunuz. Ver­miş olduğunuz sözü yerine getirmiyorsunuz.

Cenab-ı Hakk: «Sonra siz şükretmiyorsunuz» yerine «Sonra siz şirk koşuyorsunuz» tabirini kullanmak suretiyle işaret ediyor ki, ibadette Allah'a şirk koşan bir insan, sanki ona ibadet etme­miştir. Çünkü tevihîd, (Allah'ın birliğine inanma) emrin esası ve ibadetin temelidir. Tevhîd olmadıktan sonra o ibadet yok sayılır. Veya Cenab-ı Hakk, onları kınıyor. Yani siz «Allah'tan başka sizi kurtaracak olmadığını bildiğiniz halde yine de bu işi yapıyorsu­nuz,» diyor.

(65) «De ki: Sizin üzerinize, üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azabı göndermeye, veya sizi değişik gruplar halinde birbirinize katıp bazınıza diğerinin şiddetli azabım tattırmaya sa­dece onun gücü yeter...»

Bu Âyet şunları ifade ediyor:

Ey Muhammedi Kavmine [Kureyş'lilere, Mekke'lilere] ve dolayısıyla bütün dünyaya söyle! Şüphesiz tek kudret ve kuvvet sahibi Allah'dır. O'nun gücü sizin üstünüzden bir azabı, yani bir gök gürültüsünü veya gökten düşen taşları veya hızlı esip de her şeyi kökünden söküp atan bir rüzgârı, veya sağanak halinde uzun zaman devam edip tufana dönüşen yağmuru göndermeye yeter. Nitekim Cenab-ı Hakk, Nuh kavmine, Ad, Semûd, Lût kavmine bu azabları vermiştir. Veya ayaklarınızın altından azap gönder­meye kudreti vardır. Ayaklarınızın altından gönderilen azap, yer sarsıntısı, yerin çöküp deniz haline gelmesi gibi azaplardır. Nite­kim Cenab-ı Hakk, Şuayb (AS)'in kavmi ve Karun hakkında bu­nu tatbik etmiştir. [119]

 

Rivayet Tefsiri

 

İbn-i Abbas ve Mücahid, «Üstünüzden gelen azaptan maksat, zalim ve diktatör idarecilerdir. Ayaklarınızın altından gelen azap­tan maksat kötü köleler, kötü aile efradıdır.» demişlerdir.

Dahhak, «Üstünüzden gelen azaptan maksat, büyükleriniz ta­rafından gelen azap, ahlâksızlık, sıkıntı ve zahmetlerdir. Ayakla­rınızın altından gelen azaptan maksat, sefillerden yani düşük ve bozuk insanlarınızdan gelen sıkıntılardır.» diyor.

Âyette yer alan ilk «Ba'z» kelimesi kâfirlerden kinayedir. Ya­ni kâfirlere müminlerden gelen şiddeti tattırmaktır. İkinci «ba'z» tabiri müminlerden kinayedir.

Bazı tefsir âlimleri; «İki Ba'z kelimesi de kâfirlerden kina­yedir. Yani kâfirlerin bir gurubuna diğer gurubun şiddetini tattıracağız demektir.» diyorlar. Bazıları da, «İki gurup da müminler­dendir. Müminlerin bir gurubunu diğerlerine musallat kılacağız demektir.» şeklinde tefsir etmişlerdir.

İbn-i Cerir, İbn-i Ebi Hatim ve Ebu Şeyh, Hasan'dan rivayet ediyorlar:

Bu Âyetin «Sizin üstünüzden ve ayaklarınızın altından azap göndermeye Allah kadirdir.» diyen kısmı, müşrikler içindir. «Si­zi ayrı ayrı inançlar dahi guruplara dönüştürüp birbirinizle kapış­tırmak ve bir gurubun azabını diğerine tattırmak,» diyen kısım da, müslümanlar içindir.

Fakat bu tefsir, Âyet-i Celile'nin nazmını (tertibini parçala­yıcı gibi olduğundan pek makbul (geçerli) bir tefsir sayılmamış­tır. Belki Hasan'm maksadı, bu ikinci ceza müslümanlar içindir ve onlarda vuku' bulur, fakat birinci ceza vuku' bulmaz şeklin-dedir [120]

 

Peygamberin Hangi Duası Ümmeti İçin Kabul Ediıdî?

 

îbn-i Cerir, Hasan'dan rivayet ediyor:

«Bu Âyet-i Celîle nazil olduğu zaman, Cenab-i Peygamber kal­kıp abdest aldı ve Allah'a, Ümmetinin üzerine üstlerinden veya ayaklarının altında bir azap göndermesin, ümmetini değişik inanç-' larda olan guruplara ayırıp birbirine katmasın, bir gurubun şidde­tini diğerine tattırmasın, İsrailoğullarına tattırdığı gibi onların başına getirmesin,» diye yalvardı.

Bunun   üzerine   Cebrail   (AS),   Resûlüllah'ın  yanına   gelip;

«Ey Muhammedi Sen Rabbinden dört şey istedin. O sana ikisi­ni verdi.

1- Onların üstünden onlara azap asla gelmeyecektir.

2-Onların ayaklarının altından gelip temelini kazıyacak bir azap gelmeyecektir. Zira bu iki azap, peygamberlerini yalanlayan, Rablerinin kitabını reddeden her ümmete tatbik edilmiştir. Fakat Cenab-ı Hakk, ümmetini değişik fikir ve,görüşlerde olan gurupla­ra ayırıp, birinin şiddetini diğerine tattıracak azaplardan koru­mayı söz vermez. Zira bu iki azap, Allah'ın kitaplarını tasdik edip, peygamberlerini doğrulayan (fakat vazifesinde kusur eden) kim­selere tatbik ediliyor.»

İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i Mâce ve Hâ­kim Sevban'dan rivayet ediyorlar:

Resûlullah'tan dinledim:

«Rabbim yeryüzünü benim için düzenledi. Öyle ki, yerin hem doğu mıntıkalarını, hem de batı mintakalarını gördüm. Rabbim ba­na İki hazineyi, kırmızıyı ve beyazı verdi. Benim ümmetim benim için hazırlanmış ve gösterilmiş noktalara kadar hâkimiyet kuracaK-tır. Rabbim'den ümmetim için istedim ki bana gösterilen yer yü­zünün noktalarına kadar ümmetimin hâkimiyeti kurulup, tesis edilsin. Rabbimden ümmetimi genel bir kıtlıkla helak (yok) et­memesini istedim. Bana bu isteğimi verdi. Rabbimden istedim ki, ümmetime başkalarından hiçbir kavmi musallat etmesin, bunu da bana verdi. Rabbim'den ümmetimin bir kısmının azabını diğerine tattırmamasını istedim, bunu bana vermedi. Ve buyurdu:

Ey Muhammedi Ben bir hüküm verirsem, artık onu geri al­mam. Sana ümmetin için onları genel bir kıtlıkla helak etmemeye söz verdim. (Binaenaleyh kıtlık olursa genel olmaz, ancak bazı bölgelerde olabilir. Bütün İslâm memleketlerini kapsamaz.) Ve söz verdim ki, onların nefislerinden olmayan bir düşmanı onlara musallat kılmayayım. O düşman onların izzetini yıkmayacaktır, mülklerini almayacaktır. Yer yüzünün bütün mıntıkalarındaki insanlar bir araya gelip birleşseler bile (ümmetine) galip geleme­yecektir. Bu durum, onların bir kısmının diğerini helak edeceği, bir kısmının diğerini esir edeceği zamana kadar devam edecek­tir.» [121]

Hadîs-i Şerifte «kırmızı ve beyaz» diye geçen hazinelerden maksat, altın ve gümüştür. Veya Kisra ve Kayser'in hazineleri­dir. Yani hem Irak ve Acem mülkünü, hem de Şam ve Bum diya­rını ümmetine vereceğim demek oluyor.

İmam Ahmed, Tabarani ve başka hadîs alimleri Ebu-Basr el-Gifarî'den, o da Resulü Ekrem'den rivayet ediyorlar:

«Rabbimden dört şey istedim. Bana üç tanesini verdi, biri­ni vermedi.

1) Rabbimden istedim ki; ümmetim dalâlet (doğru yoldan sapma) üzerinde bir araya gelmesinler, bunu bana verdi.

2) Rabbim'den istedim ki, ümmetimden olmayan bir düşma­nı ümmetime musallat kılmasın, bunu da bana verdi.

3) Rabbim'den istedim ki, ümmetimi kıtlıklarla diğer üm­metleri helak ettiği gibi helak etmesin, bunu da bana verdi.

4) Rabbim'den istedim ki; ümmetimi değişik dinî inanışlara sahip kılmasın, birbirine düşürmesin, birinin azabını diğerine tat-tımasın, işte bana bu (sonuncu)yu vermedi.»

Bu manâda hadîsler çoktur. O hadîslerin bazılarında «Ümme­tin bir kısmım diğerine katması» ile «Birinin azabını diğerine tat­tırması» bir emir  [bir durum} sayılmıştır. Bazılarında da ayrı ayrı sayılmışlardır. İşte «dört şey» istedim veya üç şey istedim» şeklindeki ihtilâflar da, bu noktadan ileri geliyor.

Hasan Basri'nin «İlk ikisi bu ümmette vâki olmamıştır» şek­lindeki rivayeti ile İmam Ahmed ve Tirmizi'nin, Saad bin Eb-i Vakkas'tan rivayet ettikleri hadîs çelişmemektedir. Zira Saâd'm ha­dîsinde Resûl-i Ekrem, «Dikkat edilsin, bu âyette bahsi geçen azab olacaktır. Fakat daha te'vili gelmemiştir.)} denmektedir. Yine Hasan Basri'den gelen rivayet ile îmam Ahmed'in Müsnedinde Ebu'l-Âliye vasıtasıyla îbn-i Kâab'tan rivayet ettiği hadis de çeliş­memektedir. İbn-i Kaab ayet hakkında, «Bunlar dört tanedir, hep­si şüphesiz vâki' olacaktır» diyor. Çünkü bu vuku'dan, (oluşdan) ümmetin kökünü kesecek şekilde olmayan bir oluşun kastedil-mesi mümkündür. Vâki' olmamaktan da hiç olmayacağı kastedil­miştir. Hasan Basri'nin sözü bu hususda sarih (açık) gibidir. Düşün  [122]

İbn-i Abbas, «Âyetteki 'SİYA' kelimesi, değişik heva ve he­vesler demektir» diyor.

Mücahid, «Değişik nevalar» şeklinde Siya' kelimesini tefsir ederek bu, ümmetin içindeki fitne ve ihtilâflardan ibarettir» dedi.

İbn-i Zeyd, «İnsanoğlunun bugün içinde bulunduğu ihtilâf ve nevalardır kanların akıtılmasindan maksat, birinin diğerinin ka­nını akıtmasıdır» diyor.

Ebu'l-Âliye bu Âyetin tefsirinde, «Bunlar dört tanedir, hepsi de azaptır. İkisi Resûlüllah'm vefatından (25) yirmi beş sene son­ra gelmiş, ve ümmet değişik hevalara bürünerek, birbirine karış­mış, bir kısmı diğerini öldürmüştür. İkisi de kalmış, onlar da el­bette vâki'   olacaklardır.  Onlar da, yerin batmasıyla insanların mesih olunup maymun ve sair hayvanlardın karakterlerine'] gir­mesidir.» diyor.

Ubeyy bin Kâab'dan bunun benzeri şöyle rivayet edilmiştir: «Onlar dört haslettir. Hepsi kıyametten önce vâki' olacaktır. İki tanesi Resûlüllah'm vefatından (25) yirmi beş sene sonra geçti. Bu tarihte ümmet değişik nevalara büründü. Bir kısmının şidde­ti, (öldürmesi), diğerini yendi. İki tanesi de şüphesiz vâki' ola­caktır. Birisi yerin batması, ikincisi de recmdir. Yani göklerden taşların yağarak insanları taşlamasıdır.»

Mücahid, «Sizin üstünüzden veya ayaklarınızın altından...) Âyeti, ümmeti Muhammed içindir, fakat Allah onları bundan af-fetmiştir. «Sizi değişik nevalara büründürüp birbirinize katacak­tır,» kısmından maksat, ümmeti Muhammed'in arasındaki fitne ve ihtilâftır.» demiştir.

Başkaları da, «Bazılarınızın şiddetini diğerine tattırmak» Re-sûlüllah'ın vefatından sonra bu ümmette meydana gelen savaş ve öldürme olaylarıdır,» demişlerdir.

Buhari, Cabir'den rivayet ediyor:

«Deki: Sizin üzerinize üstünüzden bir azab göndermeye Al­lah kadirdir.» mealindeki Âyet cümlesi nazil olduğunda, Resûl-i Ekrem, «Senin vechine sığınıyorum,)) dedi. «Veya ayaklarınızın al­tından bir azap göndermeye kadirdir.» cümlesi geldiğinde, «Senin vechine sığınıyorum.» dedi. «Veya sizi değişik guruplar halinde birbirinize katıp, bazılarınıza diğerinizin şiddetli azabım tattırma­ya kadirdir.» Âyeti nazil olduğunda, Cenab-ı Peygamber, «Bu da­ha kolaydır.» veya «Bu daha ehvendir.» buyurdu, diyor.

Müslim, Saad bin Ebi-Vakkas'dan rivayet ediyor:

«Bir gün Resûlüllah ile beraber Medine'nin El-Âliye mahallesinden geliyorduk. Cenab-ı Peygamber, «Ben-i Muaviye» mescidi­nin yanından geçerken içeri girdi. İki rekât namaz kıldı. Biz de onunla beraber namaz kıldık. Elini kaldırdı, uzun uzadıyâ Allah'a yalvardı. Sonra yüzünü bize çevirerek buyurdu:

  Ben Rabbim'den üç şey istedim. Bana ikisini verdi, biri­sini menetti   (vermedi). Rabbim'den, ümmetimin kıtlıkla helak (yok) olmamasını istedim, bana verdi. Rabbim'den, ümmetimi suy­la boğmak suretiyle helak etmemesini istedim, onu da bana verdi. Rabbim'den, ümmetimin şiddetini aralarında kılmamasını (yani birisinin diğerini öldürmemesini) istedim, bunu bana vermedi.»

Habbab bin el-Art diyor ki:

«Resûlüllah oldukça uzun bir namaz kıldı. Eshab-ı Kiram:

  Ey Allah'ın Resulü. Senin   daha önce böyle bir namaz kıl­dığını görmedik? diye sordular. Resûlüllah:    

  Evet, doğru   söylüyorsunuz.   Bu, rağbet [istek] ve   rehbet [korku] namazıdır. Rabbim'den bu namaz içinde üç şey istedim, bana iki tanesini verdi, bir tanesini vermedi: «Rabbim'den iste­dim ki, ümmetimi kıtlıkla helak etmesin, bunu bana verdi. Rab-bimden istedim ki ümmetime başka düşmanları galib getirmesin, bunu bana verdi. Rabbim'den istedim ki ümmetimin bir kısmının azabını diğerine tattırmasın. Bunu bana vermedi.»

Hadisi Tirmizi rivayet etmiştir  [123]

(65) «Bak (Onlar anlasınlar diye) ayetleri nasıl evirip çe viriyoruz...»

Bu âyetin ifade ettiği ?

 «Ey Muhammedi Bak! Delillerimizi nasıl açıklıyoruz? Seni te Kur'an-ı yalanlayanlara hüccetlerimizi nasıl berrak bir şekilde ge­tiriyoruz. Bunu da onlar anlasın ve ibret alsınlar diye yapıyoruz. Sakınsın, dönüş yapsınlar, küfür ve yalanlamaktan vaz geçsinler diye yapıyoruz.»

(66) «Kavmin onu (Kur'an-ı) yalanladılar. Oysa O haktır...» Bu Âyetin izahı:

-onu- zamiri Kur'an-a râci'dir. Kur'an-ın hak oluşu, Allah ka­tından inen bir kitap oluşundandır.

Bazı tefsircilere göre «onu» zamiri, azaba râci'dir: Senin kavmin azabı yalanladılar, azap yoktur, dediler. Oysa azap gerçek­tir ve olacaktır, demektir. Eğer onlar küfürlerinde, seni ve Kur' an-ı yalanlamakta devam ederlerse azap onların başına inecek­tir.

Bazı tefsircilere göre, -onu- zamiri, âyetlerin tafsil edilmesi­ne (açıklamasına) râci'dir. Bu takdirde âyet'in manâsı şudur: O ayetlerin, çeşitli şekil ve yollarla indirilmesi haktır. Buna rağmen kavmin onun Allah'ın katından geldiğini yalanladılar. Oysa bu, gerçek bir durumdur.[124]

 

Peygamberimizin Kavmi

 

Resûl-i Ekrem'in kavminden maksat, Kureyşlilerdir. Bazı tef­sircilere göre, o kavimden maksat, bütün araplardır. Cenab-ı Hakk, burada inatçı bir kavmi, onların içinde inad edenleri kastediyor.

Bazı tefsirciler «Onların Resûlüllah'a izafe edilip'senm kav­inin' denmesinin nedeni, onların halinin kötü olduğunu ilân et­mek içindir. Resûlüllah'm kavminden olmalarına rağmen Hakkı veya azabı veya âyetlerin açıklamalarını istememeleri veya Kur'an-ı yalanlamaları onların ne derece mukabele ettiklerini ( dine karşı geldiklerim) ve ne denli inad gösterdiklerini ortaya seriyor.

(66)  «De ki:   Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim...a Bu Âyetin manâsı:

Bu, Kur'an-ı veya azabı veya ayetlerin evirip çevrilmesini ya­lanlayanlara söyle ki, ben sizi koruyucu değilim ki, yalanlamanız­dan ötürü size ceza tatbik edeyim, Hakkı kabul etmeyişinizden dolayı sizi cezalandırayım. Ben ancak Allah'ın azabından korkutan bir Peygamberim. Cezayı tatbik eden ancak Allah'dır. Amelleriniz­den Ötürü sizi cezalandıracak O'ndan başkası yoktur.

Bazı tefsircilere göre, ayetin manâsı şöyledir:

«Şüphesiz ki, ben ancak sizi Allah'a iman etmeye çağırıyo­rum. Ben sizinle harbetmekle emrolunmadım.»

İşte bu manâya göre, bu ayet kılıç [savaş iznini getiren] aye-tiyle neshedilmiş oluyor.

Bazı müfessirler, Âyetin manâsı, «Onlara de ki, ben sizin üze­rinizde bir koruyucu değilim. Ben zahire (görünüşe) göre sizi mua­heze (tenkid) ediyorum. Zahirde siz ikrar (kabul) edip amelde bulunursanız benim için tamamdır. İç âlemlerinizdekine gelince, o Allah'ın işidir.» demişlerdir. Bu manâya binaen bu Âyet muh­kemdir, (kuvvetli ve manâsı açık) neshedilmemiştir.

(67)    «Her haberin bir mustakârrt vardır...» Bu Âyetin tefsiri:

Kur'an-m her haberinin bir hakikati, bir varış noktası var­dır. O noktaya varması, ya dünyada veya ahirettedir. Bazı tef­sirciler, «Cenab-ı Hakk'm verdiği her haber için bir vakit ve bir mekân var. O mekânda ve o vakitte yanlışlık olmaksızın o haber vaki, olacaktır. Tehir edilmeksizin o oluşacaktır. Öyleyse size vaad edilen azap da olacaktır. Nitekim bedîr gününde dünyada o azap onlara tatbik edildi.» [125] demişlerdir.

Beyzâvi, -mustakarr- istikrar vakti ve vuku (oluş) mana­sınadır.» diyor. El-Âhısi, «Mustakarr, istikrar zamanı demektir, Mimli mastar değildir.» diyor.

Medarik, «Mustakarr, istikrar vakti demektir ve bu elbette olacaktır,» diyor.

Tenvirü'l-Mikyas, «Cenab-ı Hakk'ın her kavlinin (sözünün) ve Resûl-i Ekrem'in her emrinin veya nehyinin, her va'dinin, (söz verme), ve her vaidinin (iyiliğe sevketmek için korkutma), her müjdesinin, azabının bir mustakarrı vardır. Bir kısmı o musta-karrinda (yani o zamanında veya mekânında) dünyada olacaktır. Bir kısmı da, ahirette olacaktır.» şeklinde ayeti tefsir ediyor. [126]

 

Müslüman Allah'ın Âyetleriyle Alay  Edenlerin Meclisinde Oturmaz

 

(68) «Bizim ayetlerimize dalanları gördüğünde onlardan yüz çevir...»

Bu ayette ki, hitab Resûl-i Ekrem'edir. Dolayısıyla bütün müs-lümanlaradır. Ayetin manâsı, «Ey Muhammedi Bu müşriklerin, bizim ayetlerimize (sana indirmiş olduğumuz Kur'an-a) onu ya­lanlamak, onunla istihza (alay) etmek, ona tâ'n etmek (sövmek) suretiyle daldıklarını görürsen sakın onlarla beraber oturma. On­lardan yüz çevir!» demektir.

«HAVD» kelimesi başlamak demektir. Fakat mecazen «dal­mak» manâsında kullanılır. Fakat çoğu kez oynaşmak, alay etmek.

suretiyle konuşmaya dalmak demektir. Nitekim başka bir ayet­te, «Biz dalanlarla beraber dalıyorduk.» [Müddessir: 45] yani oyna­şanlarla, hakikatla istihza (alay) edenlerle, istihza ediyorduk, den­mektedir.

Bazı tefsirciler, «Bu hitap her ferd içindir. Ayetin manâsı, «Ey İnsanoğlu! Bizim ayetlerimizle eğlenmek suretiyle dalanları gördüğünde onlardan yüz çevir!» demektir.

Bu ayetin sebeb-i nuzülü (iniş sebebi) şudur:

Müşrikler müminlerle bir arada oturdukları zaman, Kur'an'la istihza etmek suretiyle müminlere tâ'n ediyorlardı. Kur'an-ı indi­ren Allah ile, üzerine Kur'an inen Peygamberle istihza ederlerdi. Cenab-ı Hakk, bundan sonra onlarla oturmayı müminlere yasak­ladı. Evet, onlar Kur'ana yapılan istihzalardan vazgeçip başka bir konuşmaya dalmadıkça beraberlerinde oturma!..

Bu ayetten anlaşılıyor ki, günahkârlar günâh ve haramı irti-kâb ettiklerinde (işlediklerinde) onların yanında oturulmaz. O günâhı bıraktıktan sonra hakikati onlara duyurmak, şüphelerini yok etmeye çalışmak için onların yanında oturma ruhsatlıdır.

El-Haşeviye'levden bazıları «Cenab-ı Hakk'ın zat ve sıfatlan hakkında delil getirmek ve münazara etmek bu ayetle yasaklan­mıştır. Çünkü bu, Allah'ın âyetlerine dalmak demektir.» Fakat on­ların bu görünüşüne iltifat etmek bile uygun değildir. Zira âyet, sadece istihza, inkâr ve hafife alma yönündeki dalışı yasaklar...

(68) «Şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra sakın za­lim kavimle beraber oturma...»

Bu Ayetteki, «Şeytanın unutturması,» yani seni meşgul edip onlardan yüz çevirmenin farz olduğunu unutarak onlarla beraber başlangıçta oturursan, veya oturmana devam edersen hatırladığın anda kalk, Onların meclisini terk et anlamınadır.

Bazı muhakkikler, «Buradaki hitap, daha önce dediğimiz gibi, muhatabların efendisi olan Hz. Muhammed'edir. Fakat maksat, başkasıdır» diyorlar.

Bazı tefsirciler de «Hitab Resûl-i Ekrem'e değil, başkasma-dir. «Ey dinleyen! Sen gördüğün zaman...» veya «Ey dinleyen! Eğer şeytan sana unutturursa...» şeklinde yorumlamışlardır.

Rafizilerden meşhur olan rivayet şudur ki, Resûl-i Ekrem unutmaktan münezzehtir. Çünkü Cenab-ı Hakk, başka bir ayette, «Sana okutacağız. Sen unutmayacaksın» [el-Âlak: 6] buyuruyor. Rafizilerden başka müminler «Resûl-i Ekrem unutabilir» demiş­lerdir. [127]

 

Resûlüllahın Unutması

 

Başkası, «Bu Âyeti Celîle Rafizilerin görüşünün bâtıl bir görüş olduğuna delildir,» demişlerdir. Fakat, onların mu'teber kitablarm-dan anladığım şudur ki, onlar Resûlüllah'ın hakkında «unutma­yı» ve «Sehvetmeyi» mümkün görmüyorlar. Diğer peygamberler hakkında da inançlan böyledir. Resûlüllah'ın Cenab-ı Hakk ta­rafından insanlara tebliğ etmekle görevlendirildiği vahyin husu­sunda kanaatları budur. Vahyin dışında olan hususlarda ise, «unu­tabilir.» Çünkü bu, dini ihlâl etmek değildir, derler...

Ben şu kanaatteyim ki, ihtilâf noktasının, kaynağı, içâlemin vesveseler ve şeytanî hataratlarla (tehlikelerle) meşgul olmaktan ibaret olan unutma değildir. Çünkü hiçbir mümin böyle bir unut­manın Resûl-i Ekrem için mümkün olmadığından şüphe etmez. Bizim, ehli sünnetin muteber kaynaklarından anladığımıza göre cumhûr-i ulema, (alimler sınıfı), şer'î ahkâm da (dinî hükümler­de) Resûl-i Ekrem'in unutması olabilir görüşünü taşıyorlar. Kur' an'ın ve hadislerin zahirinden de bu anlaşılıyor. Fakat cumhûr-i ulema ittifak etmişler ki Resul-i Ekrem bu unutmayla başbaşa bı­rakılmıyor. Cenab-ı Hakk, O'nun unutmasını O'na hatırlatarak O'nu uyarıyor. Sonra ulemanın çoğu, hadisenin hemen bitişiğinde Cenab-ı Hakk'm Resûlüllah'i uyarması şartını getiriyorlar. Bura­da tehir yok.

Başka bir gurup ta «Resulullah hayatta oldukça bu, tehir edi­lebilir» görüşünü getirmişler. Bu görüş, Gazâli'nin hocası îmâ-mu'1-Haremeyn'in ihtiyar ettiği (seçtiği) bir görüştür.

Bazı âlimler de «Tebliğ vazifesinde ve ibadetlerinde Resûlül-lah'ın unutması memnudur (menedilmiştir). demişlerdir. Nite­kim tebliğ sözlerini unutmasının memnu ve muhal olduğu gibi... Bu hususun tersini takviye eden ayet ve hadislerin zahirine cevap vermişlerdi. Ebu İshak el-Esferayi'ni, bu görüştedir, imam Ne-vevi birinci görüşü benimsemiştir. Çünkü «Birinci görüş, peygam­berliğe ters düşmez» demiştir. Madem ki Resûl-i Ekrem unutkan­lık hali üzerinde bırakılmıyor, Allah onu uyarıyor, o halde ondan herhangi bir mefsedet (fesatlık) meydana gelmez. Ve bu, Resûlül-lah'a ittibâ' etmek (uymak) hususundaki emre de, ters düşmez. Belki ondan fayda hâsıl olur. Yani unutkanın ahkâmı açıklanmış olur. Böylece ahkâmlar takrir edilmiş olur.

Kadi el-Beyzavî «Tebliğle ilgisi olmayan, dinin hükümlerini açıklayıcı fiil ve âdetlerinden olmayan şeylerde Resûl-i Ekrem'in unutmasının caiz olup olmamasında ihtilâf vardır. Onun kalbi zi­kirlerinde ise, cumhur unutmayı caiz görüyor. Tebliğle ilgili söz­lerindeki, unutmada ise; bu unutmanın memnu' (menedilmiş) ol­duğunda cumhur ittifak etmişlerdir. Nitekim bu unutmanın bile­rek olmasının da menedilmiş olduğunda ittifak ettikleri gibi... Tebliğ ve ahkâm ile ilgisi bulunmayan, kıyametin haberlerinden olmadığı gibi, o konuyla ilgili de olmayan dünyevî sözlerde unut­ması ise herhangi bir vahye izafe olunmadığı için ve içinde herhangi bir mefsedet (fesatlık-bozgunculuk) olmadığından do­layı   bir kavim caiz görmüştür.

Sonra el-Beyzavî şöyle devam etti: İçinde şüphe olmayan hakikat şudur ki, peygamberler için haberlerin hepsinde unutmak menedümiştir, diyenin sözünü tercih ederim. Nitekim tebliğ ve ahkâm ile ilgili herhangi bir haberde, ne bilerek, ne unutarak, ne sıhhat halinde, ne hastalık halinde, ne normal durumda, ne öfke durumunda herhangi bir unutmanın memnu (menedilmiş) olma­sı gibi... Bu hususta Resûlüllah'ın sîyreti, konuşması, fiilleri birer delildir. Zaman ne kadar ilerlerse ilerlesin bu delillere itina gös­teriliyor. Kabul eden de, etmeyen de, mümin de, şüpheli de bunu tutar. Bu haberlerin hiçbirisinde olan bir galat (yanılmayı) son­radan düzeltmek diye bir şey yoktur. Bir sözde olmuş bir yanlışı tashih, bir kelimede bir vehmi tesbit etmek yoktur. Eğer bu ol­saydı mutlaka nakledilecekti. Nitekim Resûlüllah'ın namazdaki sehvî yapması ve uykuda kalıp namazı kaçırdığı keyfiyeti nakle­dilmiştir. Nitekim hurmayı aşılamak hususundaki reyinin tashih edildiği nakledilmiştir. Nitekim Bedr Savaşı'ndan Önce, Bedrin kâ­firlere en yakın suyunun üzerinde konaklaması ve sonra sahabe­lerin müracaatına binaen yer değiştirmesi hususu nakledilmiştir. Dünya emirleri hakkındaki inançlar hususundaki unutması ise, memnu1 değildir, mümkündür  [128]

 

Meal

 

(69) «İttika edenler üzerinde onların hesabından birşey yok­tur. Fakat hatırlatmak,  [nasihat etmek] vardır. Umulur ki, sa­kınırlar. »

(70) «[Ey Habibim!] Dinlerini oyuncak ve eğlence edinen ve dünya hayatı kendilerini aldatan kimseleri bırak. Onunla ha­tırlat  ki, bir nefis kazandiğıyla helak olmayı versin.   Böyle  bir nefis için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır. Eğer o nefis, ne kadar fidye varsa hepsini verse, yine de ondan alınmaz [Kabul olunmaz.] Onlar, kazandıklarının yüzünden [Kâ­firliklerinden ötürü]  helak olanlardır. Onlar için kaynar sudan bir içki ve elem verici bir azab vardır.»

(71) «De  ki:  Allah'tan başka   bize   yarar   ve   zarar   ver­meye  gücü   yetmeyen  şeyleri mi  çağıralım?  Allah, bizi  hidayet ettikten  sonra,  topuklarımızın  üzerinde  geriye döndürülüp  şey­tanların yeryüzünde  şaşırttıkları halde çölde  bıraktıktan  arka­daşları hidayete çağırıp «Bize gel»  diye   hidayete   çağırdıkları kimse gibi mi dönelim? De ki: Kuşkusuz hidayet ancak Allah'ın hidayetidir. Biz alemlerin Rabbine teslim olmakla (emrolunduk).

(72) «Namazı kılınız ve ondan  (AUah'dan)  sakınınız, diye emrolunduk. Allah o zattır kî, onun katında haşrolursunuz.»

(73) «Allah, o zattır ki gökleri ve yeri hak ile yarattı. [Ha­tırla] o günü ki O «OL» diyor, [herşey] oluyor. Hak, ancak onun sözüdür. Sura üfürüldüğü günde, mülk, sadece onundur. Gaybın, [görünmeyenin] de, görünenin de bileni O'dur. O'dur hakim [hik­met sahibi] O'dur  Habir, [herşeyden haberdar].»[129]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(69) «İttika edenlerin üzerinde onların hesabından bir şey yoktur...»

Rivayet Tefsiri Bu Âyetin izahı:

İbni Abbas, «Bizim âyetlerimize dalanları gördüğünde onlar­dan yüz çevir» ayeti nazil olduğu zaman, müslümanlar «Biz mes­cidi haramda nasıl oturacağız? Biz Kabe'yi nasıl tavaf edeceğiz? Halbuki oradaki müşrikler daima Allah'ın ayetlerine dalmakta­dırlar,» diye yakındıklarında bu âyet nazil oldu, diyor.

Başka bir rivayette müslümanlar, «Biz günâhtan korkuyoruz. Onları, başıboş terkettiğimiz, onları, günâhdan nehyetmediğimiz takdirde, azabtan korkarız,» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, bu âyeti indirdi. «AUah'dan korkanların» yani şirkten ve Allah'ın ayetleriyle alay etmekten sakınanların «üzerinde müşriklerin he­sabından hiçbir şey yoktur.» Müşriklerin günâhlarından onlar sorumlu tutulmazlar. Veya kâfirler âyetlere daldıkları zaman, on­ların meclislerinden sakınanların üzerinde dalan kâfirlerin hiç­bir hesabı yoktur. Yani Allah, onları o kâfirlerden ötürü muaha-ze etmez (azarlamaz, tenkid etmez).

Bu tefsire binaen ayet, mecbur oldukları takdirde muttakiler için kâfirlerle oturma ruhsatını getirdi. Denildi ki, bu ruhsat İs-lâmın başlangıcında idi. Şu zaman ise, korunma zamanıdır. Sonra Cenab-ı Hakk bunun üzerine kitabta «Allah'ın âyetlerini inkâr et­meyi Allah'ın ayetleriyle istihza (alay) etmeyi dinlediğiniz zaman onlarla beraber oturmayınız. Ta ki onlar başka bir konuşmaya dalıncaya kadar» ayetini indirdi ve bunu neshetti. Fakat hakikata bakılırsa bu ayet muhkemdir, mensuh değildir. Sadece «el-Kelbi» bu ayetin mensuh olduğunu iddia etmiştir.

Ömer bin Abdulaziz'den rivayet edildi: Halifeye bir kavim getirildi. Şarap içmeye oturmuşlardı. Beraberlerinde oruçlu bir kişi vardı. Halife o oruçluyu dövdü. Ve neden olarak «Sakın on­larla beraber oturma, tâ ki onlar başka bir hadise dalıncaya ka­dar,» âyetini okudu...

Bazı müfessirler, «Onlarla oturmak, vaz-u nasihat etmek ve yaptıklarının yasak olduğunu hatırlatmak şartıyla mubahtır,» de­mişlerdir.

«Fakat hatırlatmak vardır.»

Bu ayetin tefsirinde El-Kissai, «Ayetin manâsı; «Fakat bu an­cak hatırlatmaktır» diyor. Yani muttakilerin boynunda kâfirlere vazetmek, yaptıklarının haram olduğunu açıklamak vazifesi var­dır. Yani Allah'ın ayetlerine —istihza suretiyle dalanların yanın­da oturmanın yasaklanışı, «Emr-i bilma'rûf» ve «Nehy-i anıl mün-keri» ortadan kaldırmaz. Siz, onlara hatırlatırsanız umulur ki, on­lar Allah'ın âyetlerine istihza yoluyla dalmazlar.

(70) «[Ey Habibim! Dinlerini oyuncak ve eğlence edinen ve dünya hayatı kendilerini aldatan kimseleri bırak...»

Bu Âyetin tefsiri:

«Dinlerinden» maksat, îslâm dinidir. Çünkü onlar İslâm di­nine girmeye çağrıldılar. Yani hernekadar sen  onlara tebliğ etmekle memur isen, senin kalbin onlara bağlı kalmasın. Çünkü on­lar inad ederek dine gelmiyorlar.

Bazı müfessirler, «Bu Âyeti Celîle kıtal (öldürme) âyetiyle neshedilmiştir dediler.»

Diğer bir müfessir; Âyetin manâsı; onlar üzerinde bulunduk­ları dinlerini oyuncak ve eğlence yaptılar, demektir dedi. Nitekim «bahire,» «şaibe,» «vesile» ve «ham» diye birtakım ceha­let ve delaletleri ileri sürdüler.

Bazı tefsircilere göre, din burada bayram demektir. Yani on­lar bayramlarını oyuncak ve eğlence yaptılar demek oluyor. [130]

 

Rivayet Tefsiri

 

Katade, «Oyuncaktan maksat, yemek, eğlenceden maksat iç­mektir. Onlar yollarını içki, şarkıcı kadınları oynatmak ve şarkı­larını dinlemek şeklinde kılmışlardı,» dedi

El-Beyzâvi; «Dinlerini istedikleri temele oturttular. Ne ahiret-te, ne dünyada kendilerine hiçbir faide getirmeyen putperestlik gibi şeyleri getirip din edindiler. Bahire, Şaibe, Vesile ve Ham gibi şeyleri manâsız olarak haram kıldılar.

«Onlardan yüz çevir.» Onların yaptıklarına da, dediklerine de perva etme demektir» dedi.

Mücahid; bu Âyeti Celîle «Beni ve yaratmış olduğumu başba-şa bırak.» [Muddesir: 11] âyeti gibi tehdid dolu bir âyettir diyor. Ve âyet, Mücahid'in bu tefsirine binaen muhkemdir.

Âyet-i Celîledeki «onunla hatırlat» zamiri, Kur'an'a racidir. Başka bir âyette «Kur'an ile hatırlat, vâidden korkanı» [İbrahim: 14] diye buyurulmuştur. Vaîd; iyiliğe sevk, kötülükten uzaklaştır­mak için korkutma anlamındadır. Kur'an'ın bir âyeti, öbür âyeti­ni tefsir etmektedir.

Bazıları «onunla» zamiri hesaba, bazıları «dine» racidir de­mişlerdir.

(70) «Onunla hatırlat ki bir nefis kazandığıylu helak olma-yıversin...»

Bu âyetteki «tübsele» kelimesi, «îbsal» veya «besel» kökünden gelir. Lügat manâsı, menetmektir. Fakat burada «se-vabtan mahrum kalmak» demektir. Bazıları «rezil olmak demek­tir» diyor. Bu son manâ tbn-i Cerir'den gelen bir rivayettir. Bazı­ları da «salim kalmak demektir» diyor. Yani Kur'an'la hatırla ki, bir nefis yaptığından ötürü hapsedilmeyiversin veya rehin tutul-mayıversin veya buna teslim olunmayıversin veya rezil olunmayi-versin veya sevabtan mahrum olmayıversin şeklinde âyet tefsir edilmiştir. O yaptıklarından dolayı helak olan nefs için Allah'tan başka bir yakın yoktur. Ve ahirette ö nefis için. şefaat edecek bir kimse de yoktur. [131]

 

Helak Olmakta Günâhın Rolü

 

O helak (yokolmaya) teslim edilen nefis, eğer bütün fidye­leri verir, kurtulmaya çalışırsa, yine de onun fidyeleri kabul olun­maz ve o da kurtulamaz. İşte dinlerini oyuncak ve eğlence yapan­lar o kimselerdir ki nefislerini, kazandıklarından ötürü helâka teslim etmişlerdir. Yani bir nefis helak olursa, mutlaka onun kötü seçeneği, kazandığı günâhlar orada rol oynamaktadır. Ve ruh be­deni terk ettikten sonra da imansız gitmiş ise, bütün dünya onun niyetiyle verilirse, zerre kadar, bir fayda vermez. İmanlı gittik­ten sonra yapılan sevab, hayır niyetiyle verilen sadakalar, yapı­lan dualardan istifade ettiği de ehli sünnetin katında su götürmez bir gerçektir.

«Onlar için kaynar sudan içki vardır, [içecek vardır]». Fıkır fıkır kaynayan sudan içecekleri vardır. Nitekim Cenab-ı Hakk, başka bir âyette «Onların başlarının üstünden fıkır fıkır kaynayan su dökülür» [Hacc :  193 buyurmaktadır. Bu kaynar  suyu içtiklerinde barsakları paramparça olup dübürlerinden akar. Elem ve­rici azap da vardır. Fakat bu kaynar suyun içilmesi ve elem veri­ci azabın tatbik edilmesi küfürlerinden dolayıdır. Yani durup du­rurken Cenab-ı Hakk, zulmetmez. Onlar, kâfirliklerinden ötürü bu cezayı görürler. Âyet-i Celîlede «kaynar su» olarak tefsir ettiği­miz «Hamım» kelimesi aynı zamanda «soğuk su» manâsına da kullanılır. Ezdad kelimelerdendir. Yani ters ve çelişkili manâlarda kullanılan kelimelerden birisidir.

(71)   «De ki: Allah'dan başka...» Bu âyetin açıklaması:

İbn-i Cerir, İbn-i Ebi Hatim ve Ebu Şeyh, Süddi'den rivayet ettiler: Müşrikler müminlere «Bizim yolumuza tâbi olunuz, Mu-hammed'in dinini bırakınız» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, bu âyeti indirdi.  .

Bazılarına göre; bu âyet, Hz. Ebu Bekr-Sıddık hakkında nazil olmuştur. Hz. Ebu Bekr'i, oğlu Abdurrahman (daha müslüman ol­madan önce) putlara tapmaya davet etti. Fakat âyet Eesûlüllah'a hitab ediyor. Bu da müminlerin veya Ebu Bekr'in sânının büyük­lüğüne işarettir. Yani «Biz ulûîıiyet sıfatlarını derleyen, o sıfatlar­dan birisi de yarar ve zarar vermeye gücü yeten Allah'ın ibadetini terkedip de bize ne yarar sağlayabilen, ne de ibadetini terkettiği-miz takdirde zarar verebilen putlara mı tapalım? Çünkü mabudun en küçük mertebesi kendisine tapanlara yarar, ibadetini terkeden-lere de zarar vermektir.

(71) «Allah bizi hidayet ettikten sonra topuklarımızın üze­rinde geriye mi döndürelim.»

Bu Âyetin izahı:

Gerek bu cümle, gerekse daha önce geçen «çağıralım» cümle­si bu hitabın hem Resûl-i Ekrem'e, hem de bütün ehli imana ol­duğuna delâlet ederler. Sadece Ebu Bekr Sıddık'a mahsus olmadığım belirtir. Zira âyetin iniş sebebinin Hz. Ebu Bekir olması, sa­dece onun muhatap olduğu anlamına gelmez.

Bu topuklar üzerinde döndürülmekten maksat, şirke döndü­rülmektir. Fakat Resûl-i Ekrem hakkında böyle bir şey düşünüle­mez. Çünkü O, şirkte değildi ki, şirkten çıksın da tekrar şir­ke dönüş ondan istenilsin. Ama diğer müminler şirkte oldukların­dan Dolayı tâglib kaidesi burada kullanılmıştır  [132]

Âyette «A'kâb» kelimesi «Akb»m cem'i (çoğulu)dur. Akb, topuk demektir. Topuğun üzerine döndü demek, delilsiz ve körü körüne dönüş yapmak demektir. Bir şeye ilimsiz yönelmek demek­tir.

Bazı müfessirler; «Topuklar üzerinde dönüş yapmak» demek, delâlet, cehalet ve küfre dönüş yapmak demektir, diyor.

Şirk çok çirkin olduğundan dolayı, Cenab-ı Hakk, şirke dö­nüş tabirini topuklar üzerinde dönüş yapmakla ifade ederek işa­ret etti ki, şirk, kulak ardı edilmiş ve Önemsenmemiş bir haldir. Ona dönen ilimsiz, irfansız olarak ona dönmüş oluyor.

(71) «O kimse gibi ki şeytanlar onu ayartmışlar. Yeryüzün­de şaşkınca gezip durmaktadır. Arkadaşları onu hidayete çağırıp 'bize gel' derler...» [133]

 

İmandan Sonra Tekrar Şirke Girenin Hali

 

Bu Âyet-i Celîle, bir darbımeseldir. Cenab-ı Hakk, zarar ve yarar vermeye gücü olmayan tapmaklara misal olarak bunu ver­di. «Allah'tan başka tapılan putlar, arkadaşları arasında bulunup cinler ve şeytanlar tarafından şaşırtılıp, yolunu kaybeden bir kimse gibidir. Arkadaşları onu yanlarına «Yol buradadır, doğru yola gel» diye çağırıyorlar. Ecinniler ve şeytanlar da, onu yanlarına çağırıyorlar. O da şaşkınca ortada durmuştur. Nereye gideceğini bilmiyor. Kâh o tarafa, kâh bu tarafa yalpa vuruyor. Eğer şey­tanlara uyarsa, dalâlete gider, helak olur. Arkadaşlarına uyar­sa, doğru yolu bulur, kurtulur. Bu kişi belli bir kişi değildir. Yani bu tarihî bir hadise değil. Sadece misal ve örnek olarak zikredilmiştir. Burada şirk ve küfürden kurtulduktan sonra tek­rar topukları üzerinde dönüş yapıp şirke ve küfre girenin hali, şeytanlar tarafından uçsuz bucaksız bir çölde kandırılmış ve şaşır­tılmış bir insanın haline benzetiliyor.

Bazıları; buradaki «-istahva-» fiili, düşüş manâsını ifade eden neva kökünden geliyor. Ve maksat, sapık bir insanın halini yüksek bir yerden alçak bir yere düşen bir insanın haline benzet­mektir, diyorlar. Çünkü böyle bir insan, sarsıntı, zafiyet ve dehşe­tin son noktasında bulunuyor. Izdırapli, zaif ve dehşete kapılmış­tır. Bunun benzeri şu Âyet-i Celîledir: «Kim ki Allah'a şirk koşar­sa, sanki o gökten düşmüştür.» [Hacc: 31] Hernekadar İmam Fah-reddin Razi «Bu, birinci manâdan daha uygundur.» demiş ise de... bu tefsirde biraz uzaklık vardır, zira, «İstif'al» maddesinin «Faale» maddesi manâsında vârid olduğundan (geldiğinden) şüphe edil­miştir  [134]

Ebul Beka; «Ellezi» kelimesi müfred olabilir: O kişi gibi, o gurup gibi. Cins olup «O kimseler gibi» bir manâya da gelebilir, demiştir.

(71)   «De ki: «Kuşkusuz hidayet ancak Allah'ın hidayetidir...»

Bu Âyetin manâsı:

Kâfirlere de ki Allah'ın bizi hidayet etmiş olduğu din ancak hidayettir. Ondan başka hidayet ve doğruluk yoktur. Zira hak birdir. Haktan sonra kalan her şey dalâlettir. «Haktan sonra dalâ­letten (sapıklıktan) başka ne olabilir? [Yunus: 32] âyeti de .buna işaret eder.

(71) «Biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk...»

Yani teslim olmak ve ibadeti halisen Âlemlerin Rabbine yap­makla emrolunduk. Çünkü ibadete o müstahak (lâyık)tır, başka­sı değildir.

(72) «Bir de, emrolunduk ki nar.ıazı kılınız ve ondan sakı­nınız.» Yani namazı kılmak ve   takvaya bürünmekle emrolunduk. Çünkü namazı kılmak ve takvaya bürünmekle Allah'a yaklaşmak vardır. — En Ekîymû— kelimesi, ya    «Lînuslıme» kelimesi üzerine atıftır. Bu takdirde âyetin manâsı «Biz Âlemlerin Rabbine teslim olmakla, biz namaz kılmakla, takvaya bürünmekle emro­lunduk» demek oluyor.  Bazı tefsirciler «Enekîymu», «Înne-Hudallahi» üzerine atıftır derler. Yani «Onlara söyle, hidayet ancak, Allah'ın hidayetidir ve onlara söyle, namaz kılınız.» demek oluyor. Bazıları «i'tina» üzerine atıftır «Yani onun arkadaşları 'Bi­ze gel; Namaz kılınız ve Allah'tan sakınınız' derler» demek olu­yor. Fakat bu tefsirler konudan uzaktır.

Tefsir alimlerinin imamı olan Fahreddin Razi, «Biz Âlemlerin Rabbine teslim olmakla ve namaz kılmakla emrolunduk.» tarzın­daki tefsir en belirgin tefsirdir, dedi. Ancak Cenab-ı Hakk, bu tabirden udûl edip (vazgeçip) şu anda Kur'an'da mevcud olan ta­biri kullanmıştır ki, kâfir, küfürde kaldıkça, gaib (hazır olmayan) ve ecnebi bir kimse gibidir. Gaibe (hazır olmayana, görünmeyene) hitap edildiği şekilde kâfire seslenilir. Müslüman olup, müminler zümresine girerse, hazır ve yakın bir kimse gibi olur. O zaman hazır bulunanlara yapılan hitabla ona seslenilir.

(72)  «Allah o zattır ki, onun katında haşrolunursunuz...»

Âyetin bu cümlesi başhbaşma ve Cenab-ı Hakk'ın emirlerini yerine getirmeyi gerektiren bir cümledir. Çünkü, mademki haşr Allah'ın katmdadir, o halde Allah'ın emirlerine muhalefet etmek büyük bir zarardır. Yarar, ona itaat etmeyi gerektirir. Bu âyette Mefulun takdimi, Hasrı (ancak) ifade etmek içindir: Yani «An­cak onun katında haşrolunacaksmız. Başkasının katında değil. Zira kıyamet gününde Allah'tan başka hiçbir yetkili kalmaz. Nite­kim «Din gününün sahibidir» [Fatiha : 3] âyeti de bunu ispatla­maktadır.

(73) «Allah, o zattır ki, gökleri ve yeri hak ile yarattı...» Bu Âyetin tefsiri:

Gökler ve yerin yaratılmasından maksat, onlar ve onlardaki varlıkların yaratılmasıdır! Fakat âyet bunu açık ifade etmemiştir. Çünkü yer ve gök bunlan kapsamaktadır. Ulvi (en yüce) ve süflî (en aşağı) bütün varlıklar yerler ve göklerin kapsamındadır. Ce­nab-ı Allah'ın «Hak île kâim olduğu halde yaratmıştır.» Ayetinin manâsı, tıpkı «Biz gökler ve yeri ve aralarındakilerini bâtıl yönden yaratmadık.» [Sa'd: 27] âyeti gibi oluyor. «Bilhakkı» tabiri terkip bakımından mefulun hali de olabilir: Yani «Allah o zattır ki gök­ler ve yerler hak ile mütelebbis (hakkı giyinmiş) oldukları halde onları yarattı» demek oluyor. Mukadder bir mefulun sıfatı da olabilir: Bu takdirde âyetin manâsı: Yani hakla donatılmış bir ya­ratmayla onları yarattı demek oluyor.

(73)   «O'nun ol deyiverdiği gün her şey oluverir...»

Âyetteki, bu cümle, daha önceki cümlenin zeyli (devamı, eki) dir. Burada «yavm» kelimesi [zaman] manasınadır. Bir mahzu-fa taallûk eder. [Mukadder bir şeye bağlıdır.] Ve haberdir, müp-tedadan önce gelmiştir. «kavluhul-hakk» tabiri ise, müpte-dadır. «Elhak» kelimesi «kavluhu»nun sıfatıdır. Kavi (söz)den maksad, masdarî manâdır. Hükm ve hikmet kanunlarının üzerinde carî olmuş, doğru hükmetmek demektir. Ve bunun için de zarf-ı zaman ona haber düşmüştür. Allah'ın hak olarak bilinen kaza ve hükmü, Cenab-ı Hakk, şeylerin herhangi birisine1 «ol» de­diği ve o da- oluverdiği zaman olacaktır. Bütün vakte özen göste­rilsin diye Cenab-ı Hakk burada haberi müptedadan önce getir­miştir. Kaviden, [söz] den maksat, «ol» kelimesidir. Bu ya tahkiki veya temsilidir. Âyetin manâsı şudur:

Allah'ın emri ki, yaradilması istenilen her şeye bağlanır. Ve yaratılmak da onun bağlandığı anda istenilir, ne ondan evvel, ne ondan sonra istenir. O emir haktır. Yani ona hak olmaklığıyla-her şey şehadet eder.»

Bazıları; «YAme» kelimesi; ya daha önceki «semavat» ke­limesi üzerine atıftır. Semavatin -halaka- fiiline meful olduğu gibi, o da mefuldur. Yevme'den (günden) maksat, haşr günüdür. Âyetin manâsı: «Allah o zattır ki, gökleri ve yeri, yerlerde ve gök­lerde olanları varettiği gibi, haşr gününü de varetmiştir.» Veya; «yevme» kelimesi, «İttekuhu» daki zamirin üzerine yani mefula atıftır. Bu takdirde âyetin manâsı «Allah'dan sakınınız ve o günün dehşet, azab ve şiddetinden de sakınınız» dır. Veya «yevme», «el-hakk» kelimesinin dalâlet ettiği bir mukaddere taallûk eder. Ba­zıları «Bi-hakk» kelimesi üzerine «yevme» atıftır diyorlar. O vakit «Halaka» fiilinin zarfı olur: Yani o zamanda ki «OL» deyince her şey oluveriyor «Gökleri ve yeri büyüklüğüyle yaratmış.» demek oluyor.

«Yevm»den maksat, eşyaya varettiği gün veya kıyamet günü demektir. Çünkü orada da Ölüleri, hasretmek için diriltecektir, varedecektir. Hakikati Allah daha iyi bilir. Düşün.. [135].

 

Mülk Allahındır                                         

 

(73) «Sûr'a üfürüldüğü günde mülk (sadece) O'nundur...»

Bu âyetin açıklaması: «O günde hem suretinde, [görünür tara­fında] hem de manâsında mülk tamamen Allah'ın olur. Dünyada­ki mecazî bağlantılar mülkten tamamen kesilir. Hiçbir yönden, hiçbir kimse mülk sahibiyim diye bir iddiada bulunumaz.

Hadislerde varid olduğu ve daha önce de bahsettiğimiz gibi, «sür», kalk ve yat borusu gibi bir borudur. Ona üfürülür. Onun hakikatini Cenab-ı Hakk daha iyi bilir. Sûr'un durumu hadis ki-tablarında izah edilmiştir. [136]

 

Rivayet Tefsiri

 

Sûr'u idare eden Melek İsrafil (AS) dir. Bezzar ve Hâkim, Ebu Said el-Hudri'den rivayet ettiler, (hadisi merfudur): İki me­lek sûr'u idare ederler ve kendilerine sûr'a üfürünüz emrinin ve­rileceği anı beklerler.»

Katade, «Sûr» yerine «Suvar» okunmuştur, diyor. «Suvar» kelimesi «Sûret»in çoğuludur. Suretlerden maksat, bedenlerdir. O bedenler ki, onlara ruh üfürüldükten sonra âlemlerin Rabbına hesap vermek üzere diriltilirler. Bu durumda âyetin manâsı «Be­denlere üfürüldüğü günde mülk, sadece ve sadece Allah'ındır.» de­mektir. [137]

 

Gaybı Yalnız Allah Bilir

 

(73) «O, gayb ve şehâdet alimidir.» Âyetin manâsı: Cenab-ı Hakk, her gaib (bilinmeyen, görünmeyen)i ve her huzurda bulu­nanı bilendir. «Her yaptığında hikmet sahibidir.» Hiçbir yaptığı, tesadüf eseri ve bilinçsizce yapılmış değildir. Zaten kâinatta tesa­düf (rastgele olma) diye bir şey yoktur. Her şeyde tevâfuk (uy­gunluk) vardır. Bir tek yaprak dahi dalından Allah'ın emri haricinde düşmez. Ama beşer aklı bunu idrak etmekten (anla­maktan) âcizdir. Allah, gizli ve açık her emri bilen, «Habirdir.»

Alûsi, burada «Tefsir-i Bi'l-îş'are» konusunda şunları nakledi­yor:

«Gaybın anahtarları onun kalındadır, ondan başkası onu bil­mez.» Bilmiş ol ki sofu efendilerimizden bazılan (Allah ruhlarım takdis eylesin); gaybın birçok mertebelerini zikretmişlerdir. O mertebelerin birincisi «gaybılrguyub» (gaiblerin gaybı)tur. Bu, Cenab-ı Hakk'in ilm-i ilâhisidir. Buna «el-tnâyâtu'l-ûla» (ihsan ve iyiliklerin yücesi) adı veriliyor. İkinci mertebeffGii ybu-âlemu'l-ervah» [Ruhlar âleminin gaybi] tır. Bu da ezelden ebede kadar olan ve olacak birinci ve aklî âlemde her şeyin su­retini nakşetmektir. O da genel tarzda «ümmül kitab» adı verilmiş âlemin ruhudur. Bu da, sabık kazadır.

Üçüncüsü «gaybu-alemu'l-kûlub» (kalbler âleminin gayb-ları) tır. Bu, o nakşedilmenin tâ kendisidir. Fakat ilmî, küllî ve cüzî olarak nefsi küllî âleminde izah ve tafsil edilmiştir. O nefsi küllî ki levhulmahfuz adı verilen âlemin kalbidir. Dördüncü mer­tebe, «gaybu-âlemı'l-hayâl» (Hayal âleminin gaybı) dır. Bu bütün kâinatı, felekî ve cüzî nefislerde muayyen ye müşahhas ola­rak, vakitlarıyla beraber oluşu şeklinde onların cürümlerinde nak­şetmektedir. İşte bu, o âlemdir ki, «essema17d-dünya» (yer­yüzüne en yakın gök) tâbirini almaktadır. Çünkü o, şehâdet âle­minin gayb mertebelerine en yakınıdır. Cenab-ı Hakk'ın kazâ-î ilâ­hisinin tafsili olan kaderi ilâhi levhine en yakındır.

Onlar «Cenab-ı Hakk'ın «El-inayetul-ûla» adlı ilmi, Cenab-ı Hakk'ın hepsini, huzuren kapsamasından ibarettir, binaenaleyh bütün gaybları kapsayan hazineler, zât-ı ulûhi^eti için hazırdır. Orada fazla bir şey yoktur. O'ndan başkası da onu bilmez. Ve böylece o hazine kapılarının kilitleridir. Onların anahtarları Allah' in elindedir. Olanlara Allah'dan başkası muttali (haberdar) olmaz. Bazen Cenab-ı Hakk onlardan dilediğini dilediği puluna açar.

Bununla   beraber   deniliyor   ki,   ilimde   rüsûh   kesbedenlerden (ilmin inceliğine varanlardan) çok kimse «Eşyanın hakikatları ve mahiyetleri ezelde sabittir, fakat onlar bu sûbûtlarında (sabit olma) yaratılmışlardır. Kılınan ancak vücûd-î suretlerdir. O hakikatlar tebdil olunmaz, bozulmaz ve as­la helak olmakla sıfatlanmaz. Nitekim «Herşey, O'nun vechi ha­riç, helak olucudur.» [Kasas: 88] âyeti, eğer vecihteki zamir şe­ye raci olursa buna işaret ediyor. «Vechi» hakikatla tefsir eder, oradaki zamiri de şey'e raci edersek, o vakit «Her şey helak olu­cudur, ancak o şey'in hakikati helak olmaz» manâsı ortaya çıkar. Cenab-ı Hakk'ın onları bilmesi, huzûr-î bir ilimdir. O hakikatlar hadis olan suretlerine aynalar gibidirler. Böylece o suretler Ce­nab-ı Hakk'ın meşhudu yani görüneni olur. Cenab-ı Hakk onları ezelde görür. Halbuki nefislerinde zihnen ve haricen onlar yok­tur.

Bu minval üzere Alûsi; iş'arı manâya devam eder. Fakat bu iş' ari manâların bilinmesiyle biz mükellef (sorumlu) değiliz. Ulu or­ta itiraz etmek de bize uygun değildir. Hakikati Allah'ın ilmine havale ederiz. Bunu, sadece bir örnek olsun diye naklettim. Men­fî veya müsbet neticelerine katılmamaktayım. Çünkü bu ilmi bil­miyorum. Hakikati Allah daha iyi bilir. [138]

 

Meal

 

(74) «[Hatırla o]   zamanı ki,  İbrahim,  pederi Azere:Putları mı mabudlar ediniyorsun? Kuşkusuz ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklıkta görüyorum' demişti.»

(75) «Böylece İbrahim'e gökler ve yerin melekutunu göster­dik kî kesinlikle bilenlerden olsun.»

(76) «Gece, İbrahim'in üstünü örtünce, bir yıldız gördü:

  Bu benim Rabbimdir, dedi. Yıldız kaybolunca:

  Ben kaybolanları sevmem, dedi.»

(77) «Ayı  doğarken görünce «Bu benim Rabbimdir»  dedi; Ay kaybolunca, İbrahim: «Eğer Rabbinı beni hidayet etmezse kuş­kusuz sapık kavimden olurum» dedi.»

(78) «Güneşi doğarken görünce: «Bu benim Rabbimdir. Bu daha büyüktür,» dedi. Güneş battığında, İbrahim: «Ey kavm! Si­zin şirk koştuklarınızdan katiyen uzağım,» dedi.»

(79) «Kuşkusuz hakka yönelerek, yer ve gökleri yaratan za­ta yüzümü çevirdim. Ben ortak koşanlardan değilim,» dedi.»

(80) «İbrahim'in kavmi  O'nunla cedelleşti   (tartıştı). İbra­him: Allah'ın hakkında mı benimle cedelleşirsîniz? Oysa Allah be­ni  hidayet  etti.   Allah'a ortak  koştuğunuz şeylerden asla kork­manı. Ancak Rabbim bir şeyi dilerse, o olur. İlim yönünden Rab-bim herşeyi kapsamıştır. Acaba hatırlamayacak mısınız?»

(81) «Acaba siz ki, Allah'a kendileri hakkında hiçbir sul­tan  indirmediğini, ortak koştuğunuzdan korkmaz iken ben na­sıl sizin Allah'a ortak ettiklerinizden korkarım? Öyleyse, eğer bi­liyorsanız söyleyiniz: Korkudan emin olmağa iki guruptan han­gisi daha layıktır?» [139]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(74)   Hatırla o zaman ki...» Bu âyetin izahı:

Müşrikler Hz. İbrahim'in getirdiği dinin üzerinde olduklarını iddia ederlerdi. Buna binaen Cenab-i Hakk, Resûl-i Ekrem'e :

«Ey Muhammedi Bu kâfirlerin zarar ve yarar vermeye gücü yetmiyen putlara taptıklarını inkâr ettikten, «Hidayet ancak Al­lah'ın hidayetidir» dedikten sonra şunu da hatırlat (74) İbrahim, babası Azer'e:

«— Putları mabudlar mı ediniyorsunuz? Kuşkusuz ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklıkta görüyorum» demişti.

Bu Âyetin açıklaması: Rivayet Tefsiri

«azern, Adem gibi, Arapça olmayan bir isimdir. İbrahim (AS)in babasının adıdır. Zeccac; neseb alimlerinin arasında İbra­him (AS)in babasının adı «tarih» olduğunda ihtilâf yoktur di­yor. İbn-i Münzir sahih bir senedle İbn-i Cureyc'ten rivayet etti: İbrahim'in babasının adı Tayreh veya Tarih'tir. [140]

 

Azer, Hz. İbrahim'in Babası Mıdır?

 

İbn-i Ebi Hatim, İbn-i Abbas'tan rivayet etti:

İbrahim'in babasının adı Yazer'dir. Annesinin adı Muşla veya Musli'dir,

Mücahid ve Said bin Museyyib ve başkaları: Azer, İbra­him'in babasının adı değildir dedikten sonra bazıları babasının lakabıdır dedi.

Bazıları da, amcasının ismidir dedi. Zira amca ile dedeye me­cazen baba denilir.

Bazıları da, Azer, bir putun ismidir dedi. Bu, İbn-i Abbas'tan, Es-Süddi ve Mücahid'den rivayet edildi.

Bazıları da «Azer, süryanilerin lügatinde bir vasıftır, manâsı «yanılmış insan» demektir dedi.

Selman et-Teymi, »Benim kulağıma geldiğine göre Azer «to­pal» demektir dedi.»

Bazıları Havarzim lügatinde Azer, çok ihtiyar olan insan de­mektir, diyorlar. Eğer Azer sıfat ise, o vakit galebe ile âlem (özel isim) olmuştur.

Bazıları, Azer, «Ezir» kökünden geliyor, kuvvet manasınadır. Bazıları da; «Vizir» kökünden geliyor, günâh manasınadır, dedi­ler, «Azer» kelimesi vasfiyet ve veznul fiilden ötürü sarftan me-nedümiştir diyorlar. Eğer, Azer bir putun adıdır diye kabul eder­sek, âyetin takdiri «Hatırla o zamanı ki İbrahim, Azer adlı puta tapan babasına dedi,» demek oluyor.

Ehlisünnetten büyük bir cemaatın güvendiği şudur: Azer, Hz. İbrahim'in babası değildir. Ve Hz. Peygamber (AS)in ecdadında kâfir yoktur. Çünkü Cenab-ı Peygamber, «Ben tahirlerin sulbün­den, temiz kadınların rahimlerine nakledile geldim. Müşrikler ise pistir.» buyurdu. Bu hadisten anlaşılıyor ki, Peygamberimizin ata­larında kâfir yoktur. Hz. İbrahim O'nun atası olduğuna göre, ba­bası Azer olamaz. Çünkü Azer kâfirdir.

«Bu    hadisdeki temiz (tahir) likten maksat, zinadan temizliktir» diyenlerin elinde herhangi bir delil yoktur. Bu hususta bir­çok alim birçok risale ve kitab yazmışlardır.

Fahreddin Razi «Azer'in Hz. İbrahim'in babası olmadığını id­dia eden görüş şiaların fikridir» diyor.

Alusi, Fahreddin Razi'nin bu sözünü çerhediyor (çürütüyor.)

«Bu görüş «Tefsir alimlerinin imamının az araştırmasından ileri gelmiştir,» diye ekliyor.

Ehli sünnetin en çoğu «Azer, İbrahim (AS)in amcasının adı­dır,» görüşünde birleşiyor. Kur'an'da «EB» [baba] kelimesi amca için de kullanılmıştır. Nitekim Genab-ı Hakk, «Yoksa siz Yakub (AS) ölüme hazırlandığı zaman orada mıydınız? O, çocuklarına: Benden sonra neye kulluk yapacaksınız? diye sorduğu zaman, ora-damıydınız?gocukları: Senin ma'bûduna. Babaların İbrahim, İs-' mail ve İshak'ın ma'bûduna tapacağız, dediler.» [el-Bakara-133] tş-te burada göri ldüğü gibi İbrahim'e baba denilmiştir. Oysa İbra­him Yakub'un dedesidir. İsmail'e baba denilmiş, oysa İsmail Ya-kub'un amcasıdır.

Muhammed bin Kâb el-Kurezi der ki, «Dayıya da amcaya da baba denir.» Bunu söyledikten sonra bahsi geçen âyetle istidlal etti.

Haberde varid olmuştur: «Benim babam Abbas'ı bana geri getiriniz.» Oysa Abbas, Resûlüllah'm amcasıdır.

«Azer İbrahim'in babası değil, ancak kâfir amcasının ismidir» diyenler, îbn-i Münzir'in tefsirinde sahih bir senedle Süleyman bin Sûrred'ten rivayet ettiği hadisle istidlal etmişlerdir: Süleyman der ki, «İbrahim'i ateşe atmak istediklerinde odun topladılar. Hatta ihtiyar bir kadın dahi odun topluyordu. Odun toplaması bittikten ve ateş yakıldıktan sonra İbrahim:

  Allah bana kâfidir ve ne güzel vekildir» dedi.

İbrahim'i ateşe attıklarında Cenab-ı Hakk:

  Ey ateş! Serinlik ve selamet ol, İbrahim'in üzerinde, dedi.» [Enbiya: 69] Ateş de öyle oluverdi.  İbrahim'in  amcası,   «Bu   be­nim için böyle oldu» diye iddia etti. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk ateşten bir parça gönderip onun ayağının üzerine düşürdü ve onu yaktı.

Bir de Muhammed bin Kâb'm Katade, Mücahid ve Hasan-ı ' Basrî'nin rivayetleriyle istidlal (o rivayetlere dayanarak netice çıkarma) etmişlerdir: İbrahim (AS), babası ölünceye kadar onun için af talebinde bulunuyordu. Babası iman etmeden Öldüğünde İbrahim'e göründü ki, bu Allah'ın düşmanıdır. Artık ona af tale­binde bulunmadı. Ateşe atılmasının akabinde babası Ölünce mem­leketi olan Urfa'dan Şam'a doğru hicret etti. Sonra Mısır'a gitti. Onunla Mısır diktatörünün arasında meydana gelen hâdise cere­yan etti. Sonra tekrar Şam'a döndü. Eşi Hacer beraberin deydi. Sonra Cenab-ı Hakk, İbrahim'e emretti ki, Hacer ile Hacer'in ço­cuğu İsmail'i Mekke'ye götürsün. Böylece İbrahim onları Mek­ke'ye götürdü ve orada dua etti:

«— Ey Rabbimiz! Zürriyetimden (birini) ziraatsız bir vadide iskân ettim. Haram beytinin yanında...» Böylece duası:

«Ey Rabbim! Beni, annemi - babamı ve müminleri hesabın kâim olduğu günde affeyle» [İbrahim: 41] âyetine kadar devam etti.

Bunlardan çıkan netice şudur ki, Kur'an'da küfür ile vasıflan­dırılan, İbrahim'in amcasıdır. Nitekim birinci eserde açıkça söy­lenildi ki, İbrahim'in Şam'a hicretinden Önce ölen amcasıydı. İkin­ci eser de, dalâlet etti ki, İbrahim'in annesi ve babası için istiğfar (günâhlarının bağışlanmasını) taleb etmesi babasının ölümünden uzun bir müddet sonraya kadar devam etti. Eğer hicretten önce ölen gerçek babası olsaydı asla İbrahim (AS)in böyle bir af tale­binde bulunması doğru olmazdı. Görünen şudur ki, hicretten önce Ölen kâfir amcasıydı. O amca ki, Kur'an-ı Kerim mecaz yoluyla ona «baba» tabirini kullanmıştır. Ve İbrahim de onun ölümün­den sonra artık ona af talebinde bulunmamıştır. İbrahim'in, affe­dilmesi için yalvardığı gerçek babasıdır, «Azer» değildir. İstiğfar âyetinde «valîd'i [babamı] tabirinin kullanılması, başka âyet­lerde «EB» tabirinin kullanılması, ikisinin aynı olmadığına işaret olsa gerektir  [141]

Mühim bir nokta.

El-Kurtûbî, tefsirinde «tarîh» okuduğumuz kelimeyi «ta-reh» olarak kaydetmektedir. Selman et-Teymi'nin yerinde Sü­leyman et-Teymi'mi diye geçmektedir. «Topal» manâsına gelen «A'reç» kelimesi yerine «eğri büğrü» manâsına gelen -muavvaç-tabiri geçmektedir. Ve aynı tefsirde Dehhak, «Azer» kelimesi fars-ça «çok ihtiyar insan demektir» dedi. şeklinde geçiyor. Herhalde «Havarzimce» tâbiri farsça olsa gerek.

Ebu Bekr Muhammed, bin Muhammed, bin Hasan, El-Cüvey-ni, Eş-Şafii, el-Eş'arı, tefsiri «ennuket»inde şunu ifade ediyor:

Halkın arasında ihtilâf yoktur ki, İbrahim'in babasının adı «Tareh»tir. Kur'an'da ise «Azer» olduğuna âyet delâlet eder».

Yani Azer'in İbrahim'in babası olduğu kanaatmdadır bu zat. El-Kurtubi, devamla, «Bu zatın ittifak dediğinin üzerinde vifak (uyum) yoktur. Çünkü Muhammed bin İshak, El-Kelbi ve Dehhak, İbrahim'in babası Azer Tareh'tir demişlerdir. Mukatil «Azer» la-kabtır «Tareh» ise, İbrahim'in babasının ismidir demiş. Sa'lebi, bunu, İbn-i İshak el-Kuşeyrî'den de hikâye etmiştir. Kurtûbî; ak­si de caizdir diyor.»

Es-Salebi, «Kitab-u'l-Arais»in<le «İbrahim'in babasının esas ismi Tareh'tir Nemrud'un puthanesine müdür tayin edildikten son­ra Nemrud ona Azer ismini verdi» diyor. Mücahid, «Azer,» İbra­him'in babası değildir. O, bir putun ismidir. Zira İbrahim, Tareh' in, O Nahur'un, o Saruh'un, o Ergon'in, o Faliğ'in, o Abir'in, o Salih'in, o el-Fahşed'in, o Sam'in, o da Nuh'un oğludur» diyor  [142]

El-Kurtûb'înin dipnotunda şu ilâve bulunmaktadır: Azer is­minin Nemrud tarafından Tareh'e verilmesi, belki de daha doğ­rudur. Çünkü Finike'lüerin lûgatında «izruba'al» yani «Ba'al» adlı «putun bakıcısı» diye geçmektedir.

İbn-i İshak ve Kuşeyri diyor ki: Cenab-ı Hakk, müşriklerle mücadelede İbrahim'in kıssasını zikretti. İbrahim'in, putlara ta­pan babasıyla nasıl mücadele ettiğini zikretti. Çünkü İbrahim'e tâ­bi' olmaya herkesten daha fazla müstahak (layık) olanlar Arap-lardı. Çünkü Araplar onun soyundandı.

(75) «Böylece biz İbrahim'e gökler ve yerin melekûtunu gös­terdik ki kesinlikle bilenlerden olsun...»

Bu âyetteki «Melekût»tan maksat, rübûbiyyet (ilahlık) ve ma-likiyyet (sahip olmaHir. Melekût; Reğabut, Rehamut, Ceberut ke­limeleri gibi masdardır. «TA»sı mübalağa içindir. Bundan dolayı «Büyük bir padişah,» «kahir bir sultan   ile tefsir edilmiştir.

Mücahid «Melekûttan maksat, âyetlerdir. Göklerin ve yerin alametlerini ona gösterdik» diyor.

Bazıları «Melekûttan maksat, acaibliklerdir. Yer ve gökteki acaiblikleri ona gösterdik demektir» diyor. Çünkü gökler yedi gö­ğe kadar açıldılar. İbrahim onlarda olanlara baktı. Bakışı Allah' in arşına varıncaya kadar gitti. Yerler yedi kat yere kadar açıldı. İbrahim onların içindeki nesnelerin hepsine baktı.

İbni Merduveyh, Hz. Ali'den rivayet ediyor: Allah'ın Resulü buyurdu: «İbrahim göklerin ve yerin mele.kûtunu gördüğü zaman, Allah'ın günâh dediklerinden birisini işleyen bir kişiyi müşahede etti. Ona beddua etti. O helak oldu. Sonra Cenab:ı Hakk'ın isyan saydıklarından birisini işleyen ikinci bir kişiyi gördü. Onun aley­hinde bedduada bulundu. O da yok oldu. Üçüncü bir kişiyi gördü. Onun aleyhinde beddua yapmak isteyince, Cenab-i Hakk. O'na vahy gönderdi:

«Ey İbrahim! Sen duası makbul olan bir kişisin. Sakın be­nim kullarımın aleyhinde bedduada bulunma. Çünkü onlar ben­den ötürü üç şey üzerindedirler: Ya âsidirler, tevbe edeceklerdir. Ben tevbelerini kabul edeceğim. Veya onun neslinden bir soy çı­karacağım ki, yeryüzünü teşbihle dolduracaktır. Veya onu katıma kabzedeceğim. Dilersem affedeceğim, dilersem azab edece­ğim.»

Bu hadîsin benzeri, mevkuf ve merfu olarak çeşitli yollarla rivayet edilmiştir.

Bazıları, «Göklerin melekûtu, güneş, ay ve yıldızlardır. Yerin melekûtu, dağlar, ağaçlar ve denizlerdir» dedi. Bu tefsirler, denil­diği gibi, bu gösterme bas'arî, yani sadece gözle görmek demek değildir. Zira bu göstermekten maksat, Hz. İbrahim'i bunlara bak­maya ve bunları müşahede etmeye muvaffak etmek demek değil­dir. Belki İbrahim'i onların hakikatlarma ve tariflerine muttali kılmaktır ki, onların Cenab-ı Hakk'ın sânına dalâlet ettiği nokta­dan onları kapsasın. Şüphe yoktur ki bu, hissen (duyguyla) görü­len şeylerden değildir. Nitekim daha önceki teşbih (benzetme) de, bunu bize haber vermektedir [143]

 

Diktatör Nemrüd İle Hz. İbrahim'in Mücadelesi

 

Tefsir ehli, haberler ve siyer alimleri, İbrahim (AS)in Ken'an oğlu Nemrud devrinde doğduğunu kaydetmektedirler. Nemrud, başına tacı ilk koyan, halkı kendisine tapmaya davet eden dikta­tördür, diyorlar. Nemrud'un, kahin ve müneccimleri vardı. Onlar Nemrud'a, «Bu sene senin memleketinde bir çocuk doğa­cak. Yeryüzünde tapılmakta olan dinini değiştirecektir. Senin ve­ya kraliyetinin yok olması da onun eliyle olacaktır,» dediler.

Deniliyor ki, kâhinler ve müneccimler bu malûmatı peygam­berlerin kitablarmda bulmuşlardır.

Süddi, «Nemrud rüyasında bir yıldız doğduğunu, hem güne­şin, hem ayın ışığını perdelediğini gördü. Sanki onların ışıkları yokmuş gibi bir hale onları soktu. Nemrud bu rüyasından deh­şetli bir şekilde ürktü. [Sihirbazlar] ve kâhinleri çağırdı. Rüyası­nın yorumunu onlardan sordu. Dediler ki; memleketinde, bu se­ne bir çocuğun doğacağına işarettir. Senin ve mülkünün o çocu­ğun eliyle yıkılacağına, dininin bütün mensuplarının onun eliyle helak olacağına işarettir, dediler. Bunun üzerine Nemrud, memle­ketinde o senede doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti. Kadınlar ile erkeklerin o senede bir araya gelmemelerini, ve birleşmemelerini emretti. Her on kadına bir kişiyi nöbetçi bı­raktı. Kadın ancak hayız halinde iken kocasıyla bir araya gelebi­lirdi. Çünkü onlar hayizda iken kadınlarla birleşemiyorlardı. Ka­dın hayızdan temizlendiği zaman, yine kocasından ayırırlardı. Si­yer alimleri derler ki, Azer bir ara döndü. Hanımının hayızdan temizlendiğini gördü. Onunla birleşti ve hanımı Hz. İbrahim'e ge­be kaldı.

Muhammed bin İshak der ki: Herhangi bir köyde gebe kalan bir kadın bulunursa, onun hapsedilmesini emreder ve onun hap­sedilmesi için kolluk kuvvetlerini gönderirdi. Ancak İbrahim'in annesine bu metodu uygulayamadılar. Çünkü onun gebe olduğunu bilmiyorlardı. Çünkü o, yaşı küçük bir kadındı. Onun karnında çocuk olacağı tahmin edilmiyordu.

Süddi der ki: Nemrud bütün erkekleri ordugâha topladı. Ka­dınlardan uzaklaştırdı. O sene doğacak çocuğun korkusundan bu­nu yapıyordu. Allah'ın dilediği zamana kadar böylece devam etti. Sonra şehirde bir ihtiyacı başgösterdi. Kavminden herhangi bir kimseyi göndermeye güveni yoktu. Ancak Azer'e emniyet ediyordu. Azer'i huzuruna çağırdı.

— Ey Azer! Sana bir işim düşmüştür. Onu yapmak için an­cak sana güveniyorum, seni şehire göndereceğim. Sana yemin verdiriyorum ki, ailenle birleşmeyeceksin.

Azer: Ben dinimi bu yolda feda edemeyecek kadar kuvvetli­yim, dedikten sonra, Nemrud ihtiyacını Azer'e söyledi. Azer o ih­tiyacı yerine getirmek için şehre girdi. Onun ihtiyacım yerine ge­tirdikten sonra «Ben aile efradıma bir bakayım» dedi. Onlara bak­mak üzere gitti. İbrahim'in annesiyle bir araya geldiğinde nefsi­ne hâkim olamadı, cinsi ilişkide bulundu. Böylece annesi Hz. İb­rahim'e gebe kaldı.

İbni Abbas derki: İbrahim'in annesi gebe kaldığında kahin­ler Nemrud'a:

«— Sana haber verdiğimiz çocuk bu gece annesinin rahmine düştü.» dediler.

Bunun üzerine Nemrud, erkek çocukların kesilmesini emret­ti. İbrahim'in annesinin doğumu yaklaştığında, doğum sancılan başgösterdi, çocuğunun doğumunu duymalarından korktuğu için evden çıkıp, çöle gitti. Kurumuş bir su yatağında çocuğunu doğu­rup, dünyaya getirdi. Sonra onu bir beze sardı. Ve su yatağın­daki tümseklerin içerisine koydu. Sonra eve gelip durumu kocası­na haber vererek «Çocuk filan yerdedir» dedi. Kocası gitti, çocuğu oradan aldı. Su yatağında bir tünel kazdı. Hz. İbrahim'i orada gizledi. Tünelin kapısını, başka hayvanlar girmesin diye, taşla kapattı. Annesi zaman zaman giderek onu tünelde emziriyordu.»

Muhammed bin İshak der: İbrahim'in annesi doğum sancı­larına tutulduğunda geceleyin (yakın) bir mağaraya sığındı. O mağarada İbrahim (AS)i doğurdu. Onun üst-başını temizledi» Sonra mağaranın kapısını muhkemce kapattı ve evine geldi. Za-zaman zaman İbrahim'e, ne yapıyor diye bakmak üzere oraya gidi­yordu. Onu diri görüyordu. İbrahim baş parmağını emiyordu.»

Ebu Revk: İbrahim'in annesi bir ara parmaklarında ne var­dır diye baktı. Gördü ki, bir parmağından su, bir parmağından yağ, bir parmağından bal ve diğer parmağından hurmaya benzer bir madde akıyordu. Cenab-ı Hakk mucize olarak İbrahim'in dört parmağında, bu dört hüneri yaratmıştı.

Muhammed bin îshak der: Azer, İbrahim'in annesinden hamlini sordu. Ne oldu? Annesi: Ben bir çocuk doğurdum ve öl­dü, dedi. Azer de hanımını doğruladığından sustu. İbrahim bir günde bir ay kadar, bir ayda da bir sene kadar büyüyordu. Ma­ğarada ancak on beş ay durdu. On beş ay sonra annesine «Beni buradan çıkar» dedi. Geceleyin annesi onu çıkardı. İbrahim kâina­ta baktı. Göklerin ve yerin yaradılışını düşündü ve:

«— Beni yaratan, bana rızık veren, bana yediren ve içiren öyle bir rabbimdir kilondan başka tapınacak yoktur. Ve benim için ondan başka ilâh yoktur.» dedi.

Göklere baktı. Bir yıldız gördüğünde:

«— İşte bu benim Rabbimdir,» dedi. Sonra durmadan o yıl­dıza bakmaya devam etti. Tâki yıldız kayboluncaya kadar. Yıldız kaybolduğunda:

«— Ben kaybolanları sevmem,» dedi. Ayın çıkışını görünce: «— Bu benim Rabbimdir,» dedi. Aya durmadan tâ kaybolun­caya kadar baktıktan sonra, «Rabbim bana doğru yolu göstermez-

se, sapanlardan olurum.» dedi. Güneş doğdu. Onun hakkında da böyle söyledi. Sonra annesi onu babası Azer'e getirdi. Artık İb­rahim'in her şeyi gelişmişti. Ve İbrahim Rabbini tanıyordu ve kavminin dininden tamemen uzaklaşmıştı. Ancak Hz. İbrahim on­lara böyle olduğunu söylemiyordu. Annesi, oğlunu babasına ge­tirdiğinde «Bu senin oğlundum dedi. Ve İbrahim ile macerasını Azer'e anlattı. Azer bununla sevindi.

. Deniliyor ki; İbrahim (AS) yer altındaki tünelde yedi sene kalmıştır. Bazı siyer alimlerine göre, on üç sene kalmıştır. Bazı­ları on yedi sene kaldı diyorlar. İbrahim gençlik çağma geldiğin­de tüneldeydi. Annesine:

  Benim Rdbbim kimdir? dedi. Annesi:

  Ben senin Allah'ınım, dedi.

  Peki, senin Allah'ın kimdir? diye sordu. Annesi:

  Benim Allah'ım da senin babandır, dedi.

  Benim babamın Rabbi kimdir? Annesi, İbrahim'e:

  Sus, oğlum, dedi. Sonra kocasına geldi ve dedi ki:

  İşte o, yeryüzündeki dini bozacak diye bahsettiğimiz ço­cuk var ya, o senin oğlundur.» Sonra İbrahim'in dediklerini baba­sına nakletti. Babası İbrahim'e geldi. İbrahim:

  Ey babam! Benim Rabbim kimdir? dedi. Azer:

  Senin Rabbin annendir, dedi. İbrahim:

  Benim annemin Rabbi kimdir? Azer:

  Benim, dedi.

  Peki senin Rabbin kimdir? Azer:

— Nemrud'dur, dedi. İbrahim:

— Peki, Nemrud'un Rabbi kimdir? Azer, hem sustu hem de İbrahim'e bir yumruk vurarak susmasını emretti. Gece İbrahim'i örttüğü zaman, İbrahim tünelin tam kapısına yaklaştı. Taş delik­lerinden göklere baktı. Pırıl pırıl parlayan bir yıldız gördü: «İşte benim Rabbim budur,» dedi.

Deniliyor ki, İbrahim, annesine ve babasına «Beni bu tünel­den çıkarınız» diye teklif etti. Onlar da O'nu güneş battıktan son­ra, geceleyin tünelden çıkardılar. İbrahim develere, at ve koyun­lara baktı. Babasından «Bunlar nedir?» diye sordu. Babası: Deve­ler, koyunlar ve atlardır diye, cevap verdi. İbrahim:

«— Bunlar elbette ilâhsız, olamazlar. Bunları yaratan bir Rab-leri vardır.» dedi.

Sonra baktı, «El-Müşteri» yıldızının doğduğunu gördü.[144]

 

Hz.  İbrahim'in Yıldızlar Hakkında  «Bu Rabbimdir» Sözünde Alimlerin İhtilafı

 

Bazı siyer alimleri «ilk gördüğü yıldız 'Zühre' yıldızıydı» di­yorlar. O gece ayın son gecesiydi. Ay biraz geç doğuyordu. Aydan önce yıldızı gördü ve bu da Cenab-ı Hakk'ın «gece onu örttüğü za­man, bir yıldız gördü. Bu Rabbim'dir, dedi» âyetinin manâsıdır.

Alimler, bu görüşün vaktinde ihtilaf etmişlerdir. İbrahim (AS)in bu sözü, baliğ olmazdan Önce mi yoksa sonra mı söyledi­ği hususunda ihtilâf etmişlerdir:

1  Bu söz baliğ olmazdan önce İbrahim'den sadır olmuş (çıkmış), çocukluk devresinde bunu söylemiştir. Bu da mükellef olmazdan önce idi. Bu takdirde İbrahim (AS)den sadır olan (çı­kan), bu sözden dolayı herhangi bir muaheze yoktur ve onun üze­rine herhangi bir hüküm gerekmez. Çünkü hükümler, baliğ olduk­tan sonra sabit olurlar.

Denildi ki, İbrahim (AS) tünelden çıktığı zaman küçüktü. Gö­ğe ve gökteki acaibliklere, yere ve yerdeki acaibliklere baktı. Ce-nab-ı Hakk onu kâmil (noksansız) akıl ve sağlam fıtrat ile nitelen­dirmiş idi. Nefsinde tefekküre (düşünceye daldı. «BU mahlûkların (yaratılmışların) elbette bir halikı, (yaradam) tedbir edicisi lâ­zımdır,» dedi. O, mahlûkların ma'budu'dur. Sonra tefekkür ha­lindeyken bir yıldız gördü. Pırıl pırıl parlıyordu. Aklından «Bu be­nim Rabbimdir» diye geçti. Bu da çocukluk halindeydi. Cenab-i Hakk'ın marifeti hakkında düşüncesinin kuvvetli olmayışından Önceydi.»

Bu fikri yürütenlerin bu fikrin doğru olduğuna dair «Eğer Rabbim beni hidayet etmezse, kuşkusuz ben dalâlete (sapıklığa) gitmiş bir kavimden olurum» âyetiyle istidlal ederek dediler. «Bu âyet Hz. İbrahim'in bir çeşit hayrette olduğuna işaret eder. Bu muhayyerlik (hayrete düşmek), ancak çocukluk halinde olur. Ba­liğ olmazdan önce oluşur. Hüccet kâim olmazdan Önce sadır olur.

Fakat "bu görüş, pek doğru bir görüş değildir. Çünkü peygam­berler her halükârda masumdurlar. Çünkü Cenab-ı Hakkın pey­gamberlerinden hiçbirisi yoktur ki, onların üzerinde herhangi bir vakit gelsin de, O Allah'ı tanımasın. Allah'ı birlemesin. Her eksiklikten Allah'ı tenzih etmesin. Allah'tan başka her ma'bud'dan uzaklaşmasın. İbrahim (AS) hakkında böyle bir görüşe nasıl va­rılabilir. Oysa Allah onu ma'sum kılmıştır. Onu tertemiz yapmış­tır. Daha önce ona akı-ı kâmil vermiştir. Göklerin ve yerin mele-kûtunu ona göstermiştir. Acaba böyle bir İbrahim, yıldızın görün-mesiyle, inanarak nişte bu benim Rabbimdir» nasıl der? Biz İb­rahim'i böyle bir şey söylemekten tenzih ediyoruz. Çünkü onun mertebesi böyle bir şey söylemekten pek yüce ve manevi derecesi pek şereflidir.

2- Cumhur-u Muhakkiki'nin (gerçeği meydana çıkaran alimler sınıfı) üzerinde bulundukları görüş şudur:

İbrahim (AS)in bu rüyeti ve ondan sadır olan (çıkan) bu söz İbrahim'in bulûğundan (erginlik çağından) sonradır. Cenab-ı Hakk, İbrahim'i peygamberlikle şereflendirdiği zamandadır. Bu görüşün sahibleri âyetin tevilinde ve manâsında değişik fikirler belirtirler. Onun hakkında birçok yön ve vecih (en uygun şekli) söylediler:

1) Birinci vecih: İbrahim (AS) bu sözü söylemekle kavmi­ni peyderpey hakikatlara götürmek istedi. Onlara cehaletlerini ve yıldızları büyütmekte ve yıldızlara tapmaktaki hatalarını göster­mek istedi. Çünkü onlar her şeyin yıldızlardan geldiğine ve yıldız­ların ma'bud -olduğuna inanıyorlardı. İbrahim onların ta'zim et­tikleri (yücelttikleri) yıldızı ta'zim ediyormuş gibi göründü. On­lara kendisini öyle gösterdi. Yıldız battığı, güneş ve ay kaybolduğu zaman, onlara kaybolmak ve batmaktan ötürü yıldızların üzerine gelen eksikliği gösterdi. Böylece, onların yıldızlarla ilgili inançla­rının yanlış olduğunu ortaya koydu. Hz. İbrahim'in meselesi, tıp­kı havarinin meselesine benzer: Havari, puta tapan bir milletin yanına vardı. Görünürde o putu ta'zim etti. O millet de o hava­riye sımsıkı sarıldılar. Öyle ki, birçok durumlarında onun fikrine başvurdular. Bir gün bir düşman ansızın onları kuşattı. Ona karşı koyacak güçleri yoktu. Havari ile istişare ettiler: Düşmanı nasıl defedelim? Havari: «Benim görüşüme göre, şu putunuzu çağıra­lım. Bu felâketi bizden uzaklaştırsm,» dedi. Hepsi putun etrafında toplaşıp, ona yalvarıp yakardılar. Fakat put onlara hiçbir fayda vermedi. Ve böylece görüldü ki, put onlara ne fayda verebilir, ne de zarar. Onların müdafaasını da yapamaz. O zaman havari on­lara Allah'ı çağırmalarını emretti. «Allah'tan bu felâketin kaldırıl­masını isteyiniz,» dedi. Onlar ihlâs ile Allah'ı çağırdılar. Cenab-ı Hakk, onların korktuğunu onlardan uzaklaştırdı ve böylece hepsi müslüman oldular.

2) İkinci vecih: İbrahim (AS), bu sözü istifham (soru sor­ma) kabilinden söyledi. İnkâr ve kınama istifhamıdır. Kavmini onunla kınıyordu. Âyetin takdiri: Bu mudur sizin iddia ettiğiniz Rabbtnız?» Fakat Âyet-i Celîle'den (soru sorma) harfi sakıt olup düşmüştür. Ve istifham harfinin sakıt olması da Arap kelâmında pek çoktur. Ve istifham harfinin sakıt olduğu yerlerden birisi de şu âyettir: «Acaba eğer sen ölürsen, onlar ebedî mi kalacaklar? [Enbiya: 34] Yani acaba onlar ebedî kalacaklar mıdır demek olu­yor.

Âyetin manâsı «Bu yıldız, nasıl Rab olur? Oysa eksiklik delil­leri bu yıldızda apaçık görülmektedir?»

3) Üçüncü vecih:   İbrahim (AS), bu sözü ihticac (delil gös­terme) yönünden söyledi. Yani kavmini susturmak için bunu de­lil göstererek şöyle dedi:

— Sizin iddianıza göre bu benim Rabbimdir. Oysa, kaybol­maktadır. Eğer iddia ettiğiniz gibi ma'bud olsaydı, kaybolmaz­dı.^

Bu takdirde âyet, şu âyet gibi olurdu: «Tat, kuşkusuz sen ga-lib ve kerimin tâ kendisisin.» [Duhan :49] Yani kendi nefsinin katında, ve kendi iddiana göre böylesin. Ve nitekim Musa (AS) hakkında Cenab-i Hakk: «Durmadan tapmakta olduğun ma'bu-duna bak.» [Taha: 97] Yani iddianla senin ma'budun olana bak, buyurmuştur.

4) Dördüncü vecih: Bu Âyet-i Celîlede mudmer (gizli ve mu­kadder) vardır. Takdiri şu: Onlar «Bu benim Rabbimdir» diyor­lar. Evet -KAVL- [Söz] maddesinin takdiri, arap kelamında çok­tur. Nitekim şu âyette olduğu gibi: «Hatırla o zamanı ki İbrahim beytin temellerini yükseltiyordu. [El-Bakara: 173] İsmail de: «Ey Rabbimiz bizden kabul eyle.» Yani ikisi:  Ey Rabbimiz bizden ka­bul eyle derlerdi.»

5) Beşinci vecih: Cenab-ı Hakk, İbrahim hakkında buyur­du:

«îşte böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu göste­riyoruz. Tâ ki kesinkes bilgiye sahib olanlardan olsun.» Bu âyet-ten sonra «Gece İbrahim'i örttüğü zaman,» «FE» ile başladı. «FE» harfi, takibi [hemen, arkada gelmeyi] gerektirir. Ve bu işaret eder ki, bu hadise Cenab-ı Hakk'm İbrahim'e gökler ve yerin me­lekûtunu gösterdiğinin hemen arkasında olmuştur. İbrahim ke­sinkes ilme sahib olduktan sonra olmuştur. Bir kimse ki, Allah katında bu yüce ve şerefli mertebeye sahibtir, onun haline yıldız­lara tapmak uygun düşmez. Yıldızlan rabb (ilah) edinmek hiç onun haline uygun düşer mi?

(77) «Eğer Rabbim beni hidayet etmezse kuşkusuz ben da­lâlette (sapıklıkta) olan kavimden olurum,» âyetinin cevabı da, peygamberler daima Cenab-ı Hakk'tan tesbit istiyorlar. Yani hak üzerinde sabit kılmasını istiyorlar. İbrahim burada sapıktır da (hâşa) bunu söyledi demek değildir. Yani daha fazlasını istiyor demektir.

«Beni ve benim çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut, ko­ru.» [El-Bakara : 173] Âyet-i Celîlesi de bu kabildendir.

Bunu söyleyen zat, acaba putlara mı tapıyordu? (Hâşa)  [145]

 

Nemrüd'un Azaba Çarptırılması

 

El-Kurtûbi, El- Bakara suresinin 258. âyetinin tefsirinde şun­ları söylüyor: İbrahim ile cedelleşen Nemruz Bin Kuş Bin Keh'an bin Sam bin Nuh'tur, «Nemruz,» tarzında okunması şehabtan ge­liyor. Fakat meşhur kıraat Nemrud'dur. Zamanının diktatörü idi. Ateş ve sivrisineklerin belâsına maruz kalan kişi idi. Bu görüş İbni Abbas, Mücahid, Katade, Rebi,' Süddi, İbni İshak ve Zeyd bin Eslem'in görüşüdür.

Nemrud, Allah ile savaşmak istediği zaman, helak edildi. Ce-nab-ı Hakfc, sivrisineklerinin Önünde bir kapı açtı. Bütün gökyü­zünü kapattılar. Güneş ışığı görünmüyordu. Nemrud'un askerle­rini yediler, kanlarını emdiler. Kuru kemikleri bıraktılar. Onlar­dan birisi Nemrud'un dimağına girdi, onu yedi. Nemrud bir fare kadar kalıncaya dek o sivrisinek orada kaldı. O devrede Nem­rud'un yanında en aziz insan ,eski bir çomakla Nemrud'un başına vuran insandı. Bu belânın içinde Nemrud kırk gün kaldıktan son­ra öldü.

İbni Cüreyc, «Nemrud yeryüzünü ilk idare eden diktatördür. diyor.

İbni Atiyye, İbni Cüreyc'in sözünü reddediyor.

Katade «ilk tecebbür ve diktatörlük yapan idarecidir, der. Ba-bil'de meşhur köşkün sahibi odur. Bütün dünyaya hâkim olmuş­tur. Dünyayı tamamen hükmünün altına alan iki kâfirden birisi­dir. İkincisi de Buhtunasardır.»

Bazı rivayetlerde «Dünyayı baştan başa iki kâfir, iki de müs-lüman elde etmişlerdir. Kâfirler Nemrud ile Buhtunnasar, müs tumanlar Hz. Süleyman ile İskender'dir.» denildi.

İbrahim (AS) ile cedelleşen Nemrud bin Fâlıh bin Abr, bin Salih bin Erfahşat bin Şam'dır. Bu görüşlerin hepsini İbni Atiyye hikâye etmiştir.

Es- Süheyli «İbrahim'le cedelleşen Nemruz bin Kuş bin Ken' an bin Ham bin Nuh'tur, Irak kralı idi. Izdıhak diye bilinen Deh-hak onu kral tayin etmiş idi. Dehhakm adı, Biyorasip bin End-rast'idi. Bütün iklimlerin padişahı idi. Dehhak'ı, «Efridun» öldür­müştür. Dehhak diktatör ve cebbar idi. Bin sene krallık yaptığı kaydedilmektedir. İlk insan asan, ilk el ve ayak kesen odur.

Nemrud'un sulbünden bir oğlu vardı, ona Kuşa deniliyordu. Başka bir oğlu vardı, ona da küçük Nemrud deniliyordu. Küçük Nemrud bin sene hükümdarlık yapmıştır. Büyük Nemrud'un hü­kümdarlığı rivayetlere göre (400) dört yüz sene imiş. İbrahim ile Nemrud'un cedelleşmesi hakkında iki rivayet vardır. Birisine gö­re, Nemrud'un milleti bayram yerine çıktılar. İbrahim onların çı­kışını fırsat bilerek puthaneye girdi, putları hurdahaş etti. Onlar dönüp putları kırık olarak görünce İbrahim onlara: Sizin taştan yontup yaptıklarınıza mı tapıyorsunuz? dedi.

Onlar: Acaba sen kime tapıyorsun? dediler. İbrahim:

  Ben dirilten ve öldüren Rabbime tapıyorum, dedi.

Bazıları, Nemrud ihtikârcıhk (karaborsacılık) yapıyordu. Millet gıda maddelerine muhtaç oldukları zaman, ondan satmal-mak mecburiyetinde kalıyordu. Onun huzuruna girdiklerinde ona secde ederlerdi. İbrahim gıda maddelerini almak için Nemrud'un huzuruna girdi, fakat secde etmedi. Nemrud:

  Niçin bana secde etmiyorsun? diye sordu. İbrahim:

  Ben ancak Rabbime secde ederim, cevabını verdi. Nem­rud:

  Senin Rabbin kimdir? İbrahim:

  Benim Rabbim dirilten ve öldüren zattır, dedi.

Zeyd bin Eşlem, «İbrahim (AS)in kıssasındaki Nemrud otur­du, halka yiyecek maddeleri verilmesini emretti. Her kavim gel­dikçe onlardan soruyordu:

  Sizin Rabbiniz ve ma'budunuz kimdir? Onlar da:

  Sensin, diyor, o da:

  Bunlara yiyecek maddesi veriniz, diye emir veriyordu, ib­rahim (AS) bir şeyler almak için geldi. Nemrud:

  Senin Rabbin ve ilâhın kimdir?

İbrahim:

  Benim Rabbim dirilten ve Öldürendir, dedi. Nemrud bu­nu dinlediği zaman: .

  Ben de diriltir ve öldürürüm, dedi. Bu sefer İbrahim (AS) güneşin meselesiyle ona karşılık verdi. Kâfir olan susup kalakal­dı. Ve İbrahim'e gıda maddeleri verilmemesini emretti. İbrahim hiçbir şey almadan ailesinin yanına döndü. Bir kum tepesinin ya­nından geçti. Un gibi idi. Kendi kendine «Eğer ben iki torbamı bundan doldurursam hiç olmazsa dolu torbalarla gideyim de ço­cuklar bir an için sevinirler. Onları sevinç halinde bir göreyim,» dedi ve torbaları kum doldurarak götürdü. Evine geldiğinde ço­cuklar sevindiler. Torbalar üzerinde çocuklar oynaşmaya başladı­lar. İbrahim (AS) yorgun ve argın bir vaziyette uykuya daldı. Ha­nımı «ben ona yemek hasırlayayım da gözünü açtığında yemeğini hazır bulsun» dedi. Torbaların birisini açtı. Baktı ki en güzel un­dan dolu. Onu pişirdi. İbrahim kalkınca onun huzuruna ekmek getirdi. İbrahim:

,   — Bu ekmeği nerden getirdiniz? diye sordu. Hanımı:

  Senin getirdiğin undan yaptım, dedi. İbrahim anladı ki, Cenab-ı Hakk onlar için bunu kolaylaştırmıştır.

Ravî der ki: Nemrud, ben de diriltir ve öldürürüm dediği za­man iki kişiyi meclise istedi. Birisini öldürdü, birisini bıraktı. «İşte ben bunu dirilttim, öbürünü öldürdüm,» dedi. İbrahim (AS):

«— Rabbim güneşi doğudan batıya getirir, haydi sen de ba­tıdan doğuya getir» deyince o sustu.

Bir haberde rivayet edilmektedir. Cenab-ı Hakk;

«İzzet ve Celâlime yemin ederim ki, ben güneşi batıdan ge­tirmedikçe kıyamet konmayacaktır. Onu getireceğim ki bilinsin, ancak benim buna gücü yeten.»

İbrahim (AS), Nemrud'u susturduktan sonra Nemrud O'nun ateşe atılmasını emretti. Zaten diktatörlerin âdeti böyledir. İlmen mağlûb oldukları zaman, ceza vermekle insanları korkutmaya kal­kışırlar. Allah İbrahim'i ateşten de kurtardı.

Süddi, «İbrahim ateşten çıktığı zaman onu kralın huzuruna götürdüler. Daha önce de İbrahim huzura girmişti. Kral, İbrahim' le konuştu ve «Senin Rabbin kimdir?» diye sordu. İbrahim, «Be­nim Rabbim dirilten ve öldüren zattır» dedi. Nemrud, «Ben de diriltir ve öldürürüm. Ben dört kişi alıyorum. Onları bir eve ka­patıyorum. Onlara hiçbir şey vermiyorum, içirmiyorum, acıktık­ları zaman, onları çıkarıyorum. İkisine yediriyorum, dinliyorlar. İkisini bırakıyorum, ölüyorlar.» İbrahim (AS) güneş hadisesini ileri sürünce Nemrud susuverdi.

Usul alimleri, bu âyette şunu zikrettiler: İbrahim, Rabbinin gerçek sıfatı olan diriltmek ve öldürmek vasıflarını zikredince, bu vasıfların hem hakiki hem de mecazi manâsı olduğundan do­layı İbrahim bu sefer hakikata gidiverdi ve Nemrud mecaza sı­ğındı. Böylece kavminin gözünü boyadı. İbrahim (AS) bu mese­lede ona teslim olmuş göründükten sonra bu misali naklederek, içinde mecaz olmayan bir emri getirdi. Bu sefer kâfir olan kişi­nin (Nemru'dun) dili kesildi. «Ben güneşi doğudan getiririm» de­meğe gücü   yetmedi.   Çünkü akal sahibleri  onu   yalanlayacaklar-[146]

Denildi ki, Nemrud'un milleti yıldızlara tapıyorlardı. Her yıldiz için o yıldızı simgeleyen madenden bir put yapmışlardı. Mese­la güneş için altından bir put, ay için gümüşten bir put yapmış­lardı. Gayeleri bu putlara tapmakla yıldızlara yaklaşmak idi. İb­rahim (AS) önce onların putlara tapmasını inkâr etti. Sonra bu inancın kaynağını kurutmaya çalıştı. Yıldızlara nisbet edileni ip­tal etmeye çalıştı. Yıldızların böyle bir şeye layık olmadığını orta­ya koydu. Umulur ki, Nemrud'un milleti, putların tesirinden baş­ka yıldızların müstakil birer tesirleri olduğu inancıydaydılar. Onun için Hz. İbrahim putlarda uluhiyetin iptaline, yıldızlarda da rububiyetin iptaline çalıştı. Âyetteki -efele-, [gaib oldu] mana­sınadır. Yani battı ve ışıkları kayboldu -bazığan- ışıkları yayıl­dı doğdu. «Baziğan» esasen «Baziğ» kökünden geliyor. Yarmak manasınadır. Sanki ay nuruyla zulmeti yarıyor.

(77) «Eğer Rabbim beni hidayet etmezse, kuşkusuz sapık kavimden Qİurum dedi...»

Bu âyetin tefsiri:                                ,

Yani Rabbim beni hidayet üzerinde sabit bırakmazsa demek­tir. Çünkü İbrahim (AS) bu sözü söylemezden önce de hidayet üzerinde idi. Zira peygamberler yaratılışın ilk noktasından sonuna kadar hidayet üzerindedirler. Bu Âyet-i Celîlede hidayetin Allah' tan olduğuna dair açık delil vardır. Çünkü İbrahim (AS) hidaye­ti Allah'a izafe etti.

Aynı zamanda, Âyet-i Celîlede, İbrahim (AS), kavminin dik­katini ayın da bir yıldız olduğuna ve doğup batmasından dolayı mabud olmaya elverişli olmadığına çekti. Ta'rizen (işaret ver­mekle) bunu onlara arzetti ve dolayısıyla sapık bir yolda olduk­larını ifade buyurdu. İbrahim (AS), onların sapıklığını üç kade­mede ortaya serdi. Birincisinde yıldıza tapıyor ve onu Rab ka­bul ediyor gibi göründü. O battıktan sonra «Batanları sevmem.» dedi. Çünkü batanlar hadistirler (sonradan yaratılmışlardır.) Bir halden diğer bir hale geçerler. İkinci kademede, daha parlak görünen ayı görünce, «İşte budur Rabbim» demek suretiyle onlara «Ben de sizin gibi inanıyorum» diye bir hava verdirdi. Ayın batı­şından sonra «Eğer Rabbim beni hidayet etmezse şüphesiz ki, da­lâlette olan kavimden olurum» dedi. Böylece ayın da, bâtıl bir ma'bud olduğunu ve ona tapanların sapık olduklarını sergiledi. Üçüncü kademede, daha büyük olan güneşi görünce, «İşte bu­dur,» dedi ve güneş battıktan sonra, «Ey Kavim! Ben sizin Allah'a ortak koştuğunuzdan beriyim.» deyip gerçek dinini ve Rabbinin kimliğini ortaya koydu.

Hz. İbrahim'in bu mücadelesi Tarihçilerin, Esercilerin, ve Si-yercilerin işaret ettikleri gibi, Babil etrafında olmuştur. Veya Ha­leb'e yakın mıntakada olmuştur. Hadise bir gecede ve o gecenin sabahında cereyan etmiş değildir. Belki uzun zaman almıştır. Ayetteki takib harfi olan «FE», takibi örfi içindir Nitekim «te-zevvece-fevelede» [evlendi ve doğurdu] cümlesindekiffF£» takibi Örfi için olduğu gibi. Bu hususu Ruhu'l-Meâni derin bir şe­kilde tahlil etmektedir [147]

 

Hz. İbrahim'in Devrinde Yıldızlarla İlgili İlim Yaygındı

 

Âyet-i Celîledeki yıldızın, ayın, güneşin batış ve doğuş tabirle­ri, gözün görmesine [yani zahire] göredir. Burada bir ince nok­ta vardır. Ona dikkat etmek gerekir: İbrahim (AS)in muhatabla-n, «Müneccim» yani yıldız ilmini bilen kimseler idi. Veya bu bil­gi o devirde pek yaygın ve ileriydi. Müneccimlerin görüşüne gö­re, yıldız doğu tarafında bulunup göğün ortasına doğru yüksel­mekte olduğunda kuvvetli olur ve tesiri çok büyüktür. Batı tara­fında bulunup batışa yakın ise, tesiri zayıf, kuvveti az olur. İb­rahim (AS) bu noktaya dikkatlerini çekerek gerçek mabudun kudreti acze düşmez, kemali, noksana doğru gitmez. Oysa siz Mü­neccimlere  göre, yıldızın seyri batı tarafında olursa, kuvveti zayıf, tesiri eksik, tedbirden acizdir. Bu da onun ulûhiyet ve ma'bu-diyetine zarar getirir. Ve böylece onların dilleriyle onları mağlûb etmek bahis konusu oldu. Onun için onların ıstılahlarından olan batış, doğuş tabirleri kullanıldı.

Güneşin aydan ve yıldızdan daha büyük olduğu açık bir ha­kikattir. Güneşin cisminin büyüklüğü hakkındaki eserler muh­teliftir. Astronomi bilginlerinin tesbitine göre; güneşin hacmi 1.300.000 dünya hacmine denktir. Güneşin hacmi 63.700.000 ay hacmine denktir. Dünya aydan 49 defa daha büyüktür.

Eski bilginler; «Güneş 166 küsur defa yerden daha büyüktür. Altıbinaltıyuz kırkdört küsur defa aydan daha büyüktür. Yer ay­dan 39 küsur defa daha büyüktür» demişlerdir. Fakat son tesbit daha doğrudur.

Bu konu ile ilgili olarak bazı hadisleri nakledelim. Buhari, Peygamberlerin Hadiseleri ve Tefsir Kitabı konusunda, Sahihinde Ebu Hüreyde'den naklediyor: İbrahim, babası Azer'e kıyamet gü­nünde rastlar. Azer'in yüzü üzerinde toz ve toprak vardır. İbrahim:

  Ben sana, Allah'a isyan etme demedim mi? der. Babası:

  İşte bugün sana isyan etmeyeceğim, diyor. İbrahim:

  Ey Rabbim! Sen bana vahyettin ki, insanları hasrettiğin günde beni mahcub etmeyeceksin.   En   uzak   bulunan   babamın mahcubiyetinden daha büyük ne mahcubiyet olabilir?

Cenab-ı Hakk cevap olarak: Kuşkusuz ki, ben Cenneti kâfir­lere haram kılmısımdır,» buyurdu

Sonra Hz. İbrahim'e:

  Ey İbrahim! Apaklarının altına bak, deniliyor. İbrahim (AS) baktığında kirlenmiş bir erkek sırtlanı görür. Sonra o sırt­lanın ayaklarından tutulur ve ateşe atılır.»

Buharinin sarihi İbni Hacer Askalani; İbrahim bin Ta'man'ın rivayetinde o İbrahim'den alınır ve Cenab-ı Hakk:

  Ey İbrahim! Senin baban nerededir? diye sorar. İbrahim Sen onu benden aldın, diye cevap verir. Cenab-ı Hakk:

  Aşağıya bak, deyince İbrahim baktığında kokusu içerisin­de kıvranan bir erkek sırtlanı görür,» diyor.

Eyyub'un rivayetinde, «Cenab-ı Hakk, Hz. İbrahim'in babası Azer'i bir sırtlan mesheder (sırtlan şekline çevirir), İbrahim onun kötü kokusundan ötürü burnunu kapatır. Cenab-ı Hakk so­rar:

  Ey kulum! O babandır. Hz. İbrahim:

  Hayır, senin izzetine yemin ederim, o babam değildir, di­yor.

Said'in hadisinde: «Azer çirkin bir surete sokulur. Pis koku­lar etrafa yayılır. Erkek bir sırtlanın suretine sokulur,» denmek­tedir.

İbni Münzir bu vecihten ekleyerek diyor ki: Hz. ibrahim onu bu şekilde görünce ondan teberri (yüz çevirerek) ederek «Sen benim babam değilsin» der.

Hafız İbni Hacer Askalani «Azer'in mesnedilmesindeki (çir­kin şekle sokulmasındaki) hikmet, İbrahim (AS) ondan nefsen nefret etsin diyedir. Bir de ateşte dünyadaki suretinde kalmasın ki, İbrahim (AS) in Cennet hayatına gölge düşürmesin,» diyor.

Bazıları; Azer'in sırtlan şekline sokulmasının hikmeti; sırtla­nın hayvanların en akılsızı oluşundandır. Azer de, beşerin en akıl­sızı idi. Çünkü ona evladından görünen apaçık mucizelere rağmen o ölünceye kadar küfründe İsrar etti» diyor.

Tabii bu yorum ve görüşler, Azer'in İbrahim (AS)in gerçek babası olduğunu ve bir peygamberin babası da küfür üzerinde ölebilir diye iddia edenlerin yorum ve görüşleridir. Ancak hadis­te Azer'in başından bunların geçtiği belirtilmektedir. Fakat Azer, kesinkes Hz. İbrahim'in öz babası mıdır, amcası mıdır keyfiyeti belirtilmemektedir.

El-Hafız İsmail'in hadisinin metninde işkal vardır. Çünkü İbrahim, Cenab-ı Hakk'ın vaadına muhalefet etmeyeceğini biliyor. Küfür üzerine ölen Azer'in cehennemliğinden mahcub olacağını bu ilmine rağmen nasıl duyar?

Yine Hafız'a göre: Başkaları da İsmail'den gelen bu hadis, şu âyetin metnine muhaliftir: «İbrahim'in babası için bağışlanma dilemesi, ona yalnızca verdiği bir söz dolayısıyla idi. Kendisine onun gerçekten Allah'a düşman olduğu açıklanınca ondan uzak­laştı. Doğrusu İbrahim oldukça duyarlı idi, yumuşak huylu idi.» CEt-Tevbe: 114)

Ebu Naim, «Ed-Delail»inde İbni Abbas'm hadisinden nakledi­yor: «Benim ebeveynim zinada bir araya gelmediler. [Yani benim soyuma karışmadı] Cenab~ı Hakk beni güzel bellerden tertemiz rahimlere nakletti Saf ve katışıksız iki şube açılırsa mutlaka en hayırlısından olurdum.»

Müslim sahihinde Enes ibni Sabit'ten rivayet ediyor:

Bir kişi Resulullah'a gelip «Ey Allah'ın Resulü! Benim ba­bam nerededir? diye sordu. Cenab-ı Peygamber: Ateştedir, dedi. Kişi, Resûlüllah'ın huzurundan dönüp gidince Cenab-ı Peygamber onu çağırdı:

«Kuşkusuz senin baban da, benim babam da ateştedir,» buyurdu.

İmam Nevevi, Müslim'in şerhinde şunu söylüyor:

Bu hadiste «küfür üzerinde ölen ateştedir. Ona en yakınların yakınlığı hiçbir faide vermez» gerçeği vardır. Bu hadiste; fetret zamanında [peygambersiz dönemde] Arapların puta tapanlarının cehennem ehlinden olduklarının hakikati vardır. Bu, peygamberlik tebliğ edilmezden evvel cezalandırma değildir. Çünkü Araplara, Hz. İbrahim'in ve diğer peygamberlerin daveti tebliğ edilmişti. Cenab-ı Peygamberin «kuşkusuz senin de benim de babam ateş­tedir,» sözü musibete katılmak suretiyle teselliyi en güzel şekilde veren örneklerden birisidir.

Müslim, Mervan bin Muaviye'den, o da Zeyd bin Kisan'dan, o da Ebi Hazım'dan, o da Ebu Hüreyre'den rivayet ediyor. Allah' in Resulü:

«Rabbim'den anneme af talebinde bulunmak için. izin is­tedim. Bana bu hususta izin vermedi. Rabbimden onun kabrini zi­yaret etmek için izin istedim. Bana izin verildi.»

Müslim, Muhammed bin Ubeyd'in tarikiyle rivayet ediyor:

Resûl-i Ekrem annesinin kabrini ziyaret etti. Ağladı ve etra-fındakileri de ağlattı. Ve buyurdu:

«Rabbimden annem için af talebinde bulunmaya izin istedim. Bana izin vermedi. Onun kabrini ziyaret etmek hususunda izin is­tedim. Bana izin verdi. Siz kabirleri ziyaret ediniz. Kuşkusuz ki, kabirler size ölümü hatırlatır.»

En-Nevevi, bu rivayet Müslim'in Batı'daki nüshalarındadır, Doğu'daki nüshalarında yoktur diyor. Fakat bu rivayet usul kitah-larının çoğunda, cenazeler kitabının sonunda mevcuttur.[148]

 

Müşrikleri Hayatta İken Ziyaret Caizdir Nevevi Hadisin Şerhinde Şunlari Söylüyor:

 

Bu hadis, müşriklerin hal-i hayatta ziyaret edilmeleri ve ölüm­den sonra kabirlerinin ziyaret edilmesinin caiz olduğunun deli­lini getiriyor. Çünkü ölümden sonra onları ziyaret etmek caiz ol­duğuna göre hayatta iken ziyaret etmenin caiz olması, daha ev­lâdır. Zira Cenab-i Hakk, «Onların ikisiyle dünyada iyilikle arka­daşlık yap» [Lukman: 31] buyurmuştur. Aynı zamanda hadiste; kâfirler için af talebinde bulunmanın yasaklanışı da vardır.

Kadı İyâd, Eesûl-i Ekrem'in, Amine validesinin kabrini ziya­ret etmesinin sebebi mev'izedir (öğüttür). Onun kabrini görmek­le ölümü hatırlamayı kastetmek idi diyor. Resûlüllah'ın «kabirle­ri ziyaret ediniz, kuşkusuz kabirler size ölümü hatırlatır» cümle­si bunu teyid ediyor. [149]

 

Peygamberler Müşrik Olan Yakınları İçin Af Talep Edebilir Mi?

 

İbni Mesud, İbni Abbas ve başka sahabelerden çeşitli yollar­dan gelen rivayetlere göre «kendilerine onların gerçekten çılgın ateşin arkadaşları oldukları açıklandıktan sonra, yakınları dahi olsa müşrikler için bağışlanma dilemeleri, peygambere de, iman edenlere de yaraşmaz.» (Et-Tevbe : 113) âyeti celilesi Azer hadi­sesi hakkında nazil olmuştur diyorlar. Fakat Müslim ve Buharı ve başka hadis alimleri «Bu âyeti celile Resûl-i Ekrem'in, ölüm anında Ebu Talib'e:

  Lâilaheillallah de, onunla seni müdafaa edeyim veya on­dan ötürü sana şefaat edeyim,

dediğinde Ebu Talib'in yanında oturan Ebu Cehil:

  Ey Ebu Talib! Sen Abdulmuttalib'in dininden kaymak m% istiyorsun? diye telkinde bulundu. Ebu Talib, en son konuşmasın­da «Abdulmuttalib'in dini üzerinde olduğunu» ikrar etti. Lâilahe­illallah demeden ağzını kapattı. Resûl-i Ekrem o anda «Allah'a ye­min ederim, ben senin için af talebinde bulunacağım. Tâ ki, bundan menedilinceye kadar» dedi. Ve Cenab-ı Hakk bu âyeti o za­man indirdi. Yine Resûlüllah'a hitab ederek Ebu Talib hakkında: «Gerçek şu ki sen sevdiğini hidayete eriştiremezsin. Ancak Allah dilediğini hidayete eriştirir. O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.» (Kasas: 57) âyetini de indirdi.

El-Hafız, Buhari'nin Tefsir kitabını şerheder ve, Kasas sure­sinin tefsirini yaparken «Bu âyetin Ebu Talib hakkında nazil ol­duğunda şüphe vardım diyor. «Çünkü Ebu Talib, Mekke'de hic­retten önce vefat etti. Ve sabit olmuştur ki, Resûl-i Ekrem umreye giderken annesinin kabrine vardı. Rabbinden annesine af talebin­de bulunmak için izin istedi. Fakat bu âyet o zaman nazil oldu. Âyetin nüzulünde [inişinde] asıl tekrar etmemektir diye ilave edi­yor. Sonra Hafiz, bu hususta Hâtim'dan, Et-Taberi'den ve Et-Ta-barani'den gelen rivayetleri zikretti ve sonra şöyle dedi:

«Muhtemeldir ki, sebebi daha önce geçmesine rağmen âyetin nüzulü gecikmiştir. Ve muhtemeldir ki, âyetin nüzulünün iki se­bebi vardır: Birisi daha önce geçmiş, Ebu Talib meselesidir. İkin­cisi de daha sonraki Amine Hatun meselesidir.»

İmam Suyûti, «Kuşkusuz senin baban da benim babam da ateştedir» hadisindeki, babadan maksad, amcası Ebu Talib idi. Çünkü Resûl-i Ekrem ona baba diyordu» şeklinde tevil etmiştir. İmam Suyûti, hadisin neshedildiğini (hükmünün kaldırıldığım) de söylüyor. Fakat usul ilminde takarrür (yerleşmiş) eden bir kaide vardır: Haberler neshedilmezler. Nesh ancak hükümlerde olur.» bu tevili zayıf düşürüyor.

İmam Suyûti, «Resûl-i Ekrem'in ebeveyni, ehli fetrettendir. Eş'arilerin cumhuru 'ehli fetret kurtulmuştur' kanaatindedir. An­cak ehli fetretten, hakkında özel nas varid olanlar istisna edilmiş­tir» diyor.

Bu konuda İmam Suyuti'nin ve ebeveyni şerifeyni «kurtul­muş» zümresinde gösteren diğer alimlerin en kuvvetli delilleri.

«Cenab-ı Hakk, ehli fetreti kıyamet gününde imtihan edecektir ve onların bir kısmı bu imtihandan kurtulacak» şeklinde varid olan hadislerdir. Fakat İmam Nevevi'den daha önce «Arap müş­riklerine, İbrahim'in daveti ve başka peygamberlerin daveti teb­liğ edilmişti» diye naklettiğimiz delil sıhhatli değilse, bu böyle ola­bilir.

Azer'in küfrünü açıkça söyleyen, Nuh (AS)un oğlunun küfür üzerinde ısrar etmesini ayan-toeyan sergileyen Kur'an ve buna benzer hadiseleri getiren sıhhatli hadisler, beliğ bir hikmete ve apaçık bir faydaya işaret ederler: O da; tevhid esasını yerleştir- tamamen yıkıyor. ADab için olan ile peygamber için olanın arasındaki farkı getiriyor. Peygamberler ancak müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderilmiş­lerdir. Onların tek vazifeleri, Allah'ın dinini tebliğ ve tatbik et­mek için çaba sarfetmektir. Onlar kendiliklerinden hiçbir şey ge­tiremezler. Allah'ın izni olmadan hiçbir kimseye ne yarar, ne za­rar sağlayamazlar. Hiçbir kimsenin hidayeti ve zorla imana ge­tirilmesi onların ödevi değildir. Onların ödevi, ta'lil (sebep gös­terme) yoluyla, hüccet (delil) ve burhan (ispat) lar getirmek su­retiyle hidayet etmektir. Dilediklerini hidayet edemezler. Diledik­leri yanlış giderse, Cenab-ı Hakk'ın hükmüne engel olamazlar. Ve­lev ki, Allah'ın hükmüne mahkûm edilen onların en yakım ve en sevdikleri olsa dahi.

Arapların putperestlik kaidesi ve başka putperestlerin kaide­leri birtakım iyi insanları dost edinmek idi. İddialarına göre, o iyi insanlar, onlar ile Allah arasmda vasıta olacaktı. Saadet ve şe­kavet (bedbahtlık) terinde, alış verişlerinde onlara yardımcı ola­caklardı. Sadece iyi insanların tebliğ ve irşadı kâfi gelmez. Tıpkı dünyadaki kuvvetlilere onları kıyas ederler. Onun için Arap müş-rikleri Allahla beraber başkalarını çağırıyorlardı. İşte âyet.,,

«Onlar Allah'ı bırakarak kendilerine fayda da zarar da vermeyen putlara taparlar, 'bunlar Allah katında bizim şefaatçıları-mızdır' derler.» (Yunus : 18)

«Dikkat edin! Halis din Allah'ındır. Onu bırakıp ta putlardan dostlar edinenler, 'onlara bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler.» (Ez-Zumer: 3)

Arap müşrikleri tavaflarında «Senin hizmetindeyim, senin hizmetindeyim, senin ortağın yok. Ancak bir ortağın var, o da senindir. Onu da onun mülkiyetini de sen mülk edinmişsindir» diyorlardı. Onların putlarına ibadetleri salih insanları ta'zim (büyük sayma) etmedeki ifratlarından ileri geliyor. Nuh [Aleyhis-selam]m kavminden alınmıştı. Onların içinde salih insanlar vardı. Helak oldular. Şeytan, onlara meclislerinde o salih insanların put­larını dikmeyi vesvese yoluyla empoze etti. O dikilen putlara sa­lih insanların isimleri verildi. Onlar aynı şeyleri yaptılar. Onların zamanında o putlara tapılmıyordu. Fakat onlar öldükten ve o put­lar hakkındaki bilgi silindikten sonra bu sefer putlara tapıldı. Bu durum, Sahihi Buhari'nin Nuh suresinin tefsiri konusunda var­dır.

Kur'an-ı Hâkim, şirkin bütün temellerini yıktı. Gerek Arapla­rın putlarını, gerekse dünyada tapılmakta olan bütün putları yer­le bir etti. İbadeti bırakıp Allah'ın tevhidine gölge düşürdükleri halde «peygamberlerimiz ve azizlerimiz bize şefaat edip bizi kur­taracaktır» diyen ehli kitabın inançlarını da yıktı. İbrahim (AS), Arapların katında beşeriyetin en yücesi olduğu gibi, Ehli kitabın katında peygamberler arasında en büyük makama sahip idi. Bun­dan dolayı Cenab-i Hakk kitabında .İbrahim'in pederi olan Azer' in küfrünü birkaç âyette tekrar etti. İbrahim'in (AS) onu hidayet etmek hususunda harcadığı çabayı, ve ona af. talebinde bulun­mak hususunda gösterdiği gayreti tekrar ededurdu. Bütün bunla­rın, tevhid temeli Azer'in kalbinde olmadığından veya yerleşmedi­ğinden dolayı fayda vermediğini de kaydetti  Tâ ki. Halk bilmiş olsun ki, ahirette kurtuluşun temel nokta­sı, sıhhatli iman ve tam teslimiyettir. Tam teslimiyet de, peygam­berlerin ve Hz. Muhammed'in getirdiği ilâhi, sistemde bulunan emirlerle amel etmektir. Peygamberlerin şahıslanyla ve şahsi te­sirleriyle değildir. Çünkü bir mücrimin (suçlunun) hakkındaki şahsi tesir, hâkimler katında ancak mecazi bir tarzda geçerlidir. Putperestlerin şefaat anlayışları böyle idi. Kur'an bunu sildi. Tüm şefaatin Allah'ın yed-i kudretinde olduğunu ispat etti. «Allah'ın ka­tında ancak bir insan Allah'ın izninden sonra şefaat eder.» gerçe­ğini getirdi.

«De ki: Onun dışında ilâh olarak öne sürdüklerinizi çağırın. Onlar sizden ne zararı uzaklaştırabilirler ne de onu yararınıza dö­nüştürebilirler. Onların taptıkları da hangisi daha yakındır diye Rablerine yaklaşmak için bir vesile arıyorlar. Onun rahmetini umuyorlar ve azabından korkuyorlar. Şüphesiz senin rabbinin aza­bı korkunçtur.» (İsra : 56 - 57)

Müslim ve Buhari'de, Abbas bin Abdulmuttalib'in hadisinden naklediliyor. Hz. Abbas, Resûl-i Ekrem'e:

«— Sen amcanı kurtaramadın. Allah'a yemin ederim, o seni korur, senin için öfkelenirdi,» dedi. Resûlüllah (S.A.V.)

«— O, ateşin sığ olan kısmındadır. Eğer ben olmasaydım ate­şin en alt tabakasında olacaktı.» dedi.

Müslim ve Buhari, Ebu Said el-Hudri'den rivayet ettiler. Re-sûlüllah'm katında amcası Ebu Talib'ten bahsedildiğinde buyur­du:

«— Umulur ki, kıyamet günündeki şefaatim ona fayda sağ­lasın. Onu ateşin bir yerine koydursun ki, ateş onun ayak bilekle­rine kadar gelir ve o ateş onun beynini fıkır fıkır kaynatır.»

Hafız îbni Hacer el-Askalâni bu hadisin şerhinde diyor ki:

«Bu, Resûlüllah'm bir Özelliğidir. Bu hadiste ters düştüğü iddia edilen ve şefaatin yokluğunu belirten âyetler de, müşriklerin inandığı tipteki bir şefaati kabul etmemektedir. Yani şefaatçılarm Ş Cenab-ı Hakk'm iradesinde tesir edeceklerini ortadan kaldırw. Kâfirlerin ateşten kurtulma ihtimalini yok eder. Fakat azabın ha-fiflemesindeki tesirini kaldırmaz. Resûl-i Ekrem'e çok yardımları dokunmuş, Peygamberi büyütmüş, korumuş ve himayesine almış­tı. Ebu Talib'in Peygamberin her dediğini tasdik ettiği de rivayet edilmektedir. Fakat gururundan, babasının ve kavminin bulundu­ğu inançtan ayrılmanın kendisine ağır gelmesinden dolayı ima­na gelmemiştir. Ebu-Cehil son deminde onun gururunu okşadı. Abdullah bin Ubey bin Ebi-Ümeyye de buna katıldı. Resûlüllah'in şefaatıyla Ebu Talib'in azabının tahfif edilmesi daha evlâdır.»

Daima Resûlüllah'a eziyet veren, güçleriyle bütün müminlere yüklenen, çeşitli azabları müsiümanlara tattıran, müminleri mem­leketlerinden ve mallarından uzaklaştırmaya sebeb olan, memle­ketlerini terkeden Resûlüllaha ve ashaba hicret yerinde bile hu­zur vermemeye gayret sarfeden kâfirlerle Peygambere yardım eden Ebu Talib'in durumu nasıl bir olabilir? Fakat azabın en ha­fifine müstahak olan ve en hafif azabla cezalandırılan bir kim­seye şefaatin nasıl faydalı olduğu hususu müşküldür. Azaba müs­tahak olduktan sonra şefaat yapılırsa «cehennem azabından on­lardan hiçbir şey tahrif edilmez» [El-Bakara : 86] âyetiyle mua-reze etme ve ters düşme meselesi vardır. Binaenaleyh Ebu Talib'e şefaat edilmesinin manâsı; bütün şefaatlar, haklarında şefaat edi­lenlere surî (görünürde) bir ikramdır. Şefaatçılarm şefaatından sonra bunu Cenab-ı Hakk icra eder. Şefaattan ötürü değil. Nite­kim İmamı Eş'ari, bütün sebeblerde böyle söylemiştir.

El-Hafız (Kitab'ul Rikak)da, hadisi şerhederken, «Bu Resûl-i Ekrem'in özelliğidir. Genel manâ burada tahsis edilmiştir.  Bu   tahrif günâhların azabında olur, küfrün azabında olmaz.» diyor.

Bir de, «Şerh u Sahihi Müslim» adlı kitabta, Kurtubi, «Ebu Talih, Peygambere çok ikram ettiğinden ötürü ve onu çok koru­duğundan dolayı bu tahfif ile Cenab-ı Hak onu mükâfatlandırdı. Ve buna şefaat denildi. Çünkü bu şefaat bundan Ötürüdür.» der. [150]

 

Mühim Bir Nokta

 

Resûlüllah'ı veya eshab-ı kiramı veya diğer peygamberleri kü­für üzerinde ölmüş yakınlarına hakaret etmek suretiyle üzmenin haram olduğunda şüphe yoktur. Zira Resûl-i Ekrem'e, Hassan bin Sabit geldi. Müşriklere küfretmek hususunda izin istedi. Cenab-ı Peygamber:

  Onların içinde benim de soyum vardır. Onu ne yapacaksın? buyurdu. Hassan:

  Sen hamurdan nasıl kılı çekersen seni öylece onların için­den çekip çıkaracağım. —Yani senin soyunu onların soylarından ayırd edeceğim—.«Benim hicvimden onlara hiçbir şey dokunma­yacaktır,» dedi.

Bir rivayette Hassan, Ebu Süfyan'ı hicvetmek hususunda izin istedi. Cenab-ı Peygamber:

  Peki, ona yakınlığımı nasıl edeceksin? diye sordu. Hassan:

  O yakınlığını senin hamurdan kıl çekmen gibi çeker çıka­rırım,» dedi. Hasan bu izni istediği zaman, Ebu Süfyan iman et­memişti ve Peygamberin en büyük düşmanıydı. Selef alimleri, bu hususta pek dikkatli giderlerdi. İmam Şafii:

  Resûl-i Ekrem, şerefli ve soylu bir kadının elini, hırsızlık yaptığından dolayı kesti. Onun elinin kesilmemesi için Cenab-ı Pey­gambere ricada bulunuldu. Cenab-ı Peygamber:

«— Eğer filan da hırsızlık yapsaydı elini keserdim,» dedi. di yor. Görüldüğü gibi îmam Şafii burada edeben Hz. Fatma'nın is­mini vermekten kaçınıyor. Halbuki hadiste farazî olarak hırsızlık

fiili Hz. Fatıma'ya isnad edilmiştir. Ebu Davud'un süneninde de bu kabilden bir şeye rastlıyoruz: Hz. Fatıma bir taziyeye gitmişti. Resûl-i Ekrem ona:

  Umulur ki, sen onlarla beraber kabristana gittin, dedi. Fatıma:

  Maazallah. Senin kabristan hakkında söylediklerini işittik­ten sonra ben gider miyim?  Cevabını verince,

Resûl-i Ekrem, süneni Nese-i'de olduğu gibi, Fatıma'ya:

  Eğer sen kabristana onlarla beraber gitseydin ancak ba­banın dedesi cenneti gördüğünde sen cenneti görebilirdin, buyur­du.

Görüldüğü gibi, Ebu Davud, Abdulmuttalibin ismini edeben vermemektedir. «Babanın dedesi» şeklinde rivayet ediyor. Resûl-i Ekrem bunu teşdid için söylemiştir. Yani kadının kabristana git­mesinin pek şiddetli bir yasak olduğunu ifade ediyor.

Hadis rivayet edenler, edebe bürünerek hadisin birtakım me­tinlerini bu tarzda rivayet etmeleri mi iyidir, yoksa açıkça rivayet etmeleri mi? En kuvvetlisi, hadisi açıkça, Resûlüllah'tan geldiği şekilde rivayet etmek daha uygundur. Çünkü onlar, yani hadis alimleri  sünnetin taşıyıcıları ve tebliğ edicileridir. Nassı lafzıy­la hıfzettikleri gibi veya manâsıyla onu edâ etmek için bütün kuv­vetini sarfederek nakletmesi lâzımdır. Allah bu şekilde zahmete katlanıp Resûl-i Ekrem'den bize sünneti tebliğ edenlerden razı ol­sun. Onların bizim beynimizde pek büyük emekleri vardır. Zira onlar hadisleri rivayet ettiler, metinlerini zaptedip senetlerini tart­tılar. Cerh ve tadilin terazisinde her şeyi kılı kırk yararcasına tet­kik ettiler. Allah onların ruhlarını şad eylesin. [151]

 

Peygamberlerin Ataları Kurtuluşa Ermişlermidir?

 

Bütün bu nakillerden sonra deriz ki, gönül istiyor ki, peygam­berlerin aba ve ecdadı, Abdullahfcan Adem (Aleyhisselama) kadar ehl-i necattan olsunlar. Kurtuluşlarını müdafaa edenler herneka-dar delil bakımından zayıf düşüyorlarsa da, gönül ve vicdanın se­sini duymak bakımından daha yararlı veya daha merhametli dav­ranmaktadırlar. Meselenin hakikatini Allah (CC) bilir. Mesele hak­kında Alûsi'den, El Menar'dan, Beyzavi'nin haşiyelerinden iktibas­lar yaptık. Kanaatimiz; peygamberlerin atalarının tahir ve temiz olması yönündedir. Allah bizi, başta Resûl-i Ekrem olmak üzere bütün peygamberani î'zamın feyzinden faydalandırsın. Amin.

(79) «Kuşkusuz hakka yöneterek yer ve gökleri yaratan za­ta yüzümü çevirdim. Ben ortak koşanlardan değilim,» dedi

Bu âyetin tefsiri:

Hazret-i İbrahim, kavminin putlarından ve tapmakta olduk­larından teberri ettikten sonra bu mesnûa'tı meydana getiren yara­tıcıya yönelerek" bu sözlerini söyledi. Âyet-i Celîlede -YÜZ- diye ge­çen, mümkün ki gerçek yüz olsun. Mümkün ki «ibadet ve taat» ma­nâsında olsun. «Ben ibadet ve taatımı gökler ve yerleri yaratana yönelttim, onun için yapıyorum» demek oluyor.

(80) «İbrahim'in kavmi onunla cedelleşti...»

Yani İbrahim'e düşmanlık ettiler. İbrahim (AS), onların batıl mabudlarınm ayıplarını ortaya koyduğunda ve Allah'ın tev­hidini belirttiğinde onunla mücadeleye tutuştular. İbrahim, onlar­dan sordu:

(80) «Allah'ın hakkında mı benimle çekişiyorsunuz? Oysa Al­lah beni hidayet etti. Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden asla kork­mam. Ancak Rabbim bir şeyi dilerse olur...»

Bu ayetin izahı:

Yani benim Allah'ı birlemem hususunda mı benimle mücade­le ediyorsunuz? Allah beni hidayet etmiş, hidayetin yolu bana apa­çık görünmüştür.

El Beğavi, «İbrahim babasına döndüğünde delikanlılık çağma gelmişti. Artık onu kesemeyecek ümidi vardı. Azer (AS), İbra­him'i yanına aldı. Azer putları yapar, İbrahim'e satmak için verir­di. İbrahim çarşıya çıkar:

— Kim kendisine zarar veren, fayda getirmeyeni satın alır?» diye çağırırdı. Bunun için putları kimse almazdı. Bir zaman sonra onları nehire getiriyor, başlarını suya daldırıyor, onlara tapanlara ve onlarla istihza ederek «iç» diye söylüyordu. İbrahim'in bu is­tihzaları, hareketleri kavminin arasında yayıldı. Köylüsü, onun­la mücadeleye tutuştu. İşte o «sis Allah'ın tevhidi hakkında mı be­nimle cidal ediyorsunuz? Oysa Allah beni tevhide ve marifetine hidayet etmiştir. Sizin Allah'a şirk koştuklarınızdan korkmuyo­rum,» diyordu. Çünkü onlar İbrahim'e «Putlardan sakın. Onla-rın aleyhinde konuşuyor, onlarla istihza ediyorsun. Korkarız ki, sana bir zarar dokundururlar veya sen cinlere çarpılmış olursun.» «Ben sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan korkmuyorum,» dedi. Hz. İbrahim. «Ancak Rabbim bir şeyi dilerse o olur. Çünkü Allah zarar vermeye de yarar vermeğe de kadirdir.»

İbrahim (AS) bu sözünü, insanoğlunun başına gelmesi muhte­mel olan hadiseleri düşünerek söyledi. Eğer bana hoşa git­meyen bir şey isabet ederse, putlarınıza nisbet etmeyiniz, bu, Al­lah'tan gelmiştir. Rabbim ilim yönünden her şeyi kapsamaktadır. Onun ilminin dışında hiçbir şey yoktur. Acaba hâlâ ibret almaya­cak mısınız? Acaba bu putların camid (cansız) olduklarını, zarar ve yarar sağlamadıklarını, yarar verenin de zarar verenin de gök­ler ve yerleri ve gök ile yerlerde olanları yaratan Allah olduğunu hâlâ da görmeyecek misiniz?

 (81) «Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koş­maktan siz korkmaz iken ben sizin Allah'a of tak ettiklerinizden na­sıl korkarım...»

Bu âyetin izahı:

Ben hiçbir zaman korkulması gerekmeyen bir şeyden na­sıl korkarım ki, sizler korkutanların en büyüğünün gaile ve deh­şetinden korkmuyorsunuz. O da sizin mahlûkatm cümlesinden olan şeyleri getirip yerleri ve gökleri yaratan Allah'a ortak koşma-nızdır. Oysa bunların ortak olduklarına dair sizin elinizde hiçbir delil de yoktur.

Âyet-i Celilede «sultan» olarak geçen kelime hüccet, burhan ve delil demektir.

(81) «Öyle ise eğer biliyorsanız söyleyiniz: Korkudan emin olmaya iki guruptan hangisi daha müstahaktır.., »

Bu ayetteki; iki guruptan maksat, emniyet yerinde emin olan gurup ile korku yerinde emin olan guruptur. Yani Hz. İbrahim'in nefsi birinci gurubu, kavmi ise, ikinci gurubu teşkil eder. Yani ben mi, siz mi hanginiz emniyete sarılmak bakımından daha müs­tahaktır?

Hz. İbrahim, burada insaf kaideleri üzerinde konuşmasını sürdürdü. Direkt «siz korkmaya daha müstahaksımz, ben de em­niyete daha müstahakım,» demiyor. Meseleyi onlara cevap ver­mek tarzında yürüttü. Ve böylece hükmün illetine, (nedenine) dik­kati çekmiş oluyor.

Bu nazmı celilde işaret vardır ki, emniyete müstahak olan sadece Hz. İbrahim değil,, belki her. ehli tevhid emin olmaya müs­tahaktır. Bu da, ehli tevhidi teşvik ve tergib etmek içindir. [152]

 

Meal

 

(82)  «İşte o kimseler ki, iman edip imanlarına zulüm giy­dirmemişler, onlar için emniyet vardır. Onlar doğru yol dada rlar.»

(83) «Bu, İbrahim'e milletine karşı verdiğimiz hüccetimiz-dir.Dilediğimizi   derecelerle   yükseltiriz.   Kuşkusuz  Rabbin   ha­kimdir, alimdir.»

(84) «Ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık. Bu ikisinin her-birisini de hidayet ettik. Daha önce Nuh'u ve Nuh'un soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u da hidayet ettik. İşte iyilik yapanlara böylece karşılık veririz.»

(85) «Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı hidayet ettik. Onların herbirisi salihlerdendir.»

(86) «İsmail'i,  Elyesa'i,  Yunus'u,  Lut'u  da  hidayet   ettik. Her birini alemlerden üstün kıldık.»

(87) «Babalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bir kısmını da hidayet ettik. Onları da seçtik ve doğru yola hidayet ettik.»

(88) «İşte bu,  Allah'ın  hidayetidir.  Kullarından  dilediğini hidayet eder. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsaydılar elbette on­ların işledikleri boşa çıkmış olurdu.»

(89 «İşte bunlar kendilerine kitab, hikmet, hüküm ve pey­gamberlik verdiklerimizdir.  Eğer onlar,  bunları  inkâr ederlerse, yemin olsun ki, biz buna karşı küfre sapmayan bir kavmi vekil kılmışızdır.»

(90) «İşte bunlar Allah'ça hidayet edilenlerdir. Binaenaleyh sen de onların bu hidayetlerine uy. De ki: Ben onun karşılığın­da sizden herhangi bir ücret istemiyorum. O, ancak Alemlere bir Öğüt, bir hatırlatmadır.» [153]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(82) «O kimseler ki iman etmiş, imanlarına zulüm giydirme-mislerdir. İşte onlar var ya, onlara emniyet vardır. Onlar hidayet olunmuşlardır...»

Bu âyetin bu cümlesi mustenife (yeni baştan başlamış bir) cümledir. Muhtemel ki, Allah tarafından kaçınılmaz hakikata bir cevap olarak ileri sürülmüştür. Bu durum, Muhammed bin İshak, İbnu Zeyd ve Cübbai'den rivayet edilmiştir. Muhtemeldir ki, bu cevab İbrahim (AS) tarafından verilmiş olsun. Bu da, Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. Yani iman edilmesi farz olan şeylere iman eden, imanlarına zulüm (şirk) karıştırmayan ve müşrik gurubun yaptı­ğı gibi yapmayan gurup, emniyete daha müstahaktır. Müşrikler de, Allah'a iman ederler, ve bununla beraber imanlarını şirkle karış­tırırlar. Derler ki, Allah'ın gayrisine ibadet etmemiz, imanın ta-mamlayıcılarındandır. İmanın ahkâmındandır. Çünkü bu, bizi Al­lah'a yaklaştırır ve bu heykellerin sahihleri bize şefaat ederler. Nitekim Cenab-ı Hakk başka bir âyette «Biz bu ortaklara ancak bizi yakınlık bakımından Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ede­riz.» [Zumer: 3] buyuruyor. [154]

 

Allah'a Şîrk Koşmak Zulümdür

 

Zulmün «şirk» manâsında olduğunu İbni Abbas, İbni Müsey-yib, Kattade Mücahid ve tefsir alimlerinin çoğu söylüyorlar. Âyetin iki gurubun haline cevap vermek sadedinde olduğundan da anla­şılıyor ki zulm burada şirk manasınadır.

Müslim ve Buhari'nin rivayet ettikleri, İmam Muhammed ve Tirmizi'nin îbni Mesud'dan rivayet ettikleri de, zulmün şirk ma­nâsına olduğuna işaret eder.

Bu âyet indiği zaman, eshab-ı kiram'a gayet ağır geldi ve: Han­gimiz vardır ki nefsine zulmetmemiştir? dediler. Allah'ın Resulü:     

— Bu zulüm sizin sandığınız zulüm değildir. Bu zulüm Lok-man'ın oğluna söylediği zulümdür:

«— Ey oğul! Sakın Allah'a şirk koşma. Kuşkusuz şirk büyük bir zulümdür.» [Lokman : 13]                                                           

İtiraz edilip; «Kuşkusuz şirk büyük bir zulümdür» âyetinden anlaşılıyor ki, şirkin gayrisi zulüm olmaz denilmemelidir. Çünkü alimler, «Zulüm» kelimesindeki tenvin tazim içindir. Sanki Ce-nab-ı Hakk, onlar, imanlarına büyük bir zulüm karıştırmazlar de­miştir. Şirkin büyük zulüm olduğu açığa çıktıktan sonra bilindi ki, âyetten maksat, «Onlar imanlarına şirki karıştırmamişlardir,» demektir. Veya zulüm mutlak yani kayıtsız olarak zikredilmiştir. Kayıtsız olarak zikredilen bir şeyden en kâmil (gelişmiş) ferdi ne ise, o, kastedilir. «Zulmün en gelişmiş çeşidi de şirk'tir,» dediler.

Bazı alimler «Zulümden maksat masiyet ve günâhtır.» Bu tef­sir, Cübbai ve El Bilhiden rivayet edilmiştir. Zemahşeri de, diğer mutezililere uyarak bu tefsiri seçmiştir.

Mutezililer bu âyetten «Büyük günâh işleyen bir insanın em­niyet içerisinde olmadığım ve azabtan kurtulmasının bahis konu-su bulunmadığını» hükmünü çıkarmışlardır. Çünkü Cenab-i Hakk «Ancak onlar içindir emniyet» demek suretiyle onlara raci olan zamiri takdim etmiştir. Bu da, emniyetin sadece onların özelliği olduğuna delalet eder. Yani imanına zulüm karıştırmayanın özel­liği olduğuna dalâlet eder. Mutezililer, zulmü şirk ile tevil etmek, karıştırmak manâsına gelen -lebs- tabiri de, manidir demişler. Zira -LEBS- iman ile bir arada olmaz. Ancak masiyetlerle bir ara­da olur. «Hadise gelince, o haberi vahiddir kesin delil karşılığında onunla âmel edilmez» demişlerdir.

Mutezilelere    cevab olarak denilmiştir ki; imandan maksat, kalbin tasdikidir. Kalbin tasdiki, bazan şirk ile bir arada olur. Müşrik, Cenab-ı Hakk'ın varlığını tasdik eder, ama vahdaniyetini tasdik etmez. Nitekim daha önce buna işaret edilmiştir. Ve nite­kim şu âyet te buna işarettir: «Onların çoğu Allah'a iman etmez, ancak  müşrik oldukları halde...» [Yusuf: 106]

Söylenenlerin hepsini teslim ettikten sonra deriz ki, «İşte on­lar var ya, onlar içindir emniyet» cümlesi, ancak emniyetin âsi ol­mayanlara mahsus olduğuna işaret eder. Bu da, âsi olanların ebe-diyyen azab çekecekleri manasına gelmez. Belki onlar bundan korkarlar ve bu azaba düşebilirler.

Bazı alimler, «emniyetten maksat, ebediyen azabta kalmak emniyetidir, mutlak manâda azabtan emin olmak demek değildir» dediler.

(83) «İşte bu, İbrahim'e Milletine karşı verdiğimiz hücceti-mizdir...»

Bu âyetteki -tilke- işareti, İbrahim (AS)in gece karanlığın­da yıldızı görüp «Bu, benim Rabbim'dir,» yıldız battıktan sonra «Bu, benim Rabbim değildir. Batanları ben sevmiyorum,» dedik­lerine işarettir. Cenab-ı Hakk «Biz, İbrahim'i bu hücceti getirme­ye irşad ettik» veya «Bu hücceti ona biz öğrettik» diyor.

(83) «Biz dilediğimizi dereceler yönünden yükseltiriz. Kuş­kusuz senin Rabbin, her yaptığında,» yükseltmesinde, akçaltma-sında, vermesinde, almasında «hikmet sahibidir.» Kimi yükseltir­se, kimi alçaltırsa, kimi vareder, kimi yokederse, onların halini «bilendir.»

İmam Fahreddin Razi, «Bu İbrahim'i [Hz İbrahim'den bahse­den] âyetlerde, birçok ahkâmı zikretmiştir:

1) «Ben düşenleri, batanları sevmem,» âyeti delâlet eder ki 

Allah cisim değildir. Zira eğer Allah cisim olsaydı, o da gaib ola­caktı. O da batanlardan olurdu. Oysa batmak, ilahlığa tersdir.

«İsra hadisinde Cenab-ı Hakk'm perdeli oluşu zikredilmiştir. Perdelenmek, (gaib olmak) Rububiyete zıttır nasıl böyle denilir?» diye itiraz edilmez. Çünkü cevab olarak deriz ki; Kadı İyad'ın de­diği gibi, İsra hadisindeki PERDE kul hakkındadır, Cenab-ı Hakk'm hakkında değildir. Yani kullar perdelidirler. Allah'ın cemalini gör­mezler. Cenab-ı Hakk ise, perdeli olmaktan münezzehtir. Çünkü perde ancak hududlu ve duyular kapsamına giren şeyler üzerine gerilir. Birçok alim, kesin bir şekilde Allah için perdenin zikredil­mesi halkı rüyetinden menetmesine bir temsildir demişlerdir.

Esseyyid ün Nakib, «Ed-Durer veL-Gurer» adlı kitabında «Araplar perdeyi gizleme ve açığa çıkmama manâsında kullanıyor­lar diyor. Birisi anlayışta uzak saydığı başkasına «Benimle senin aranda perdeler vardır,» diyor. Yolu zor olan bir şey «Benimle onun arasında şu şu perdeler vardır,» derler.

2) Bu Âyet-i Celîle, dalâlet eder ki, Cenab-ı Hakk'ın Arştan semaya inmesi, tekraren semadan Arşa yükselmesi memnudur. Ak-si takdirde gaib olmak, batmak ve düşüş manâsı oluşur. Senin malûmundur ki, Cenab-ı Hakk'ı iniş sıfatıyla sıfatlandıranlar, bu husustaki hadisi-sahihi, Resûlüllah'tan işittiklerinden dolayı bu sı­fatı Allah'a verirler. Fakat, bu inmenin hareket ve intikal olduğunu söylemiyorlar. Nitekim nüzul, iniş halindeki cisimlerde hareket ve intikalden ibaret olduğu gibi... Onlar, nüzulden  maksat, nedir? Bunu Allah'a havale ederler. Cenab-ı Hakkı mahlûkatm benzerli­ğinden  uzak   tutarlar.   İşte   bu   takdirde:   Nüzul   burada   uful (batma) manasınadır. Uful da, Allah hakkında mümtenidir» diye itiraz edilmez.

3) Bu  âyetler, işaret ederler ki «Kerrami»lerin dediği gibi Cenab-ı Hakk hadis [sonradan peyda olmuş], sıfatların yeri değil­dir. Eğer Allah hadis sıfatların yeri olsaydı, bozulacaktı. O vakit

Allah ta gaib olmak ve düşüş manâsı meydana gelirdi. [Haşa ve Kella]

4) Bu âyetlerde zikredilen, işaret eder ki din, [inanç] taklid üzerine değil, delil üzerine bina edilmelidir. Aksi takdirde bura­da İbrahim (AS)in delil araştırmasının hiçbir faydası olmaz.

5) Bu durum delâlet eder ki, peygamberlerin Nablerini ta­nımaları zarurî değildir, istidlalidir. Aksi takdirde İbrahim (AS) istidlal [yani delil getirmeğ]e muhtaç olmazdı.

6) Bu âyetler, işaret ederler ki, Allah'ın marifeti ancak dü­şünce, mahlûkatın ahvalini tefekkür etme, ve onlarla delil getir­mek yoluyla mümkün olur, Başka bir yolla mümkün olsaydı İb­rahim (AS) bu yola baş vurmazdı.

7) Cenab-ı Hakk'ın «İşte bu bizim delilimizdir» âyeti, işa­ret eder ki, bu hüccet, Allah'ın vergisiyle —belirtmesiyle İbra­him'in aklında oluşmuştur. Ve bu da, işaret eder ki, iman ile kü­für ancak Allah'ın yaratmasiyla oluşurlar. Bu durum, şu âyetle takviye edilmektedir: «Biz, dilediğimizi dereceler yönünden yük­seltiyoruz.»

8) «Yükseltiyoruz» tabiri, «El-Haşeviyye» gurubunun düşün­ceye ve delil takririne hücum ettiklerinin, yanlış bir hücum olduğu­na işaret eder. Onlar «Düşünce, Hücceti takrir etme ve delil zik­retme yoktur» diyorlar. Bu âyet onları tekzib ediyor. «Bu, İbra­him'i âyetlerde, düşünen  insanlar için gizli olmayan daha nice hikmetler vardır diyor,» Fahreddin Razi'nin sözü bitti. Yalnız Alû-si, Ruhul Meani'de, beşinci ve altıncı deliller hakkında «Bu iki delilin içindeki sana gizli değildir» demek suretiyle insanı düşün­ceye davet ediyor.

(84)  «Ona İshak'ı, Yakub'u bağışladık...»

Bu âyetin yorumu :

İbrahim'e Sare'den İshak'ı verdik. İshak (180) yüz seksen se­ne yaşadı. «Medin ul Ferid»de «İshak'ın manâsı, dehhak [çok gü­len] dir» demektedir. Yakub'u da İshak'a verdik. O da (147) yüz kırk yedi sene yaşadı.

«Hem İshak'ı, hem Yakub'u hidayet ettik.» [Veya hem İbra­him'i, Hem İshak'ı, hem Yakub'u hidayet ettik.] «Daha önce de Nuh'u da hidayet ettik.»

Âyetin bu cümlelerinin izahı:

El Cevaliki'nin dediğine göre Nuh, Acemce bir kelimedir, ta1 rib edilmiştir [yani arapçalaştırılmıştir.]

Termani, «Nuh'un Süryanice manâsı sakin demektir» diyor.

El Hâkim [El Mustedrek'in] de «Nuh (AS)a «Nuh» denilmiş. Çünkü kendi nefsi için çok ağlıyordu. Esas ismi Abdulgaffardır» diyor.

Alûsi, «Birinci manâ benim katımda daha sabittir,» diyor. El Hâkim «Eshabın çoğu diyorlar ki, Nuh (AS), İdris (AS) ten ön­ceydi.» diye rivayet etti.

Neseb alimleri; Nuh, Lemkin, o da Metto Şelah'in, o da Ah-nuh'un oğludur demişler. Ahnuh, İdris (AS) dir.

Tabarani Ebu Zer'den rivayet etti: Ben sordum:

  Ey Allah'ın Resulü! Enbiyanın ilki kimdir? Cevab:

  Âdem (AS) dir.

  Sonra kimdir? Cevab:

  Nuh (AS) dur. Adem ile Nuh arasında on kuşak vardır.»

İşte bu hadisi şerif açıkça belirtiyor ki, «İdris» (AS), Nuhtan Önce değildir.

îbni Cerir, «Nuh'un doğumu Adem'in vefatından sonra ol­muş, aralarından (126) yüz yirmi altı sene geçmiştir» dedi.

Cenab-ı Hak, burada Nuh'u zikretti. Çünkü evvelâ «Halil»ine nimetlerini zikretti. İkinci kez «Halil»in esası ve kökü olduğun­dan dolayı Nuh'a verdiği nimetlerin zikrine geçti. Çünkü baba­nın şerefi evlada da sirayet eder.

Bazı tefsirciler; Nuh kavmi de, İbrahim'in kavmi gibi putla­ra taptıklarından dolayı Cenab-ı Hakk, onun bahsini getirdi ki, İbrahim'e bir teselli ve bir üsve [uyulacak nokta] olsun. İbrahim' in zürriyetinden Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa ve Haru-nu da hidayet ettik.

Zürriyet kelimesindeki zamir, İbrahim'e racidir. Çünkü ba­his, İbrahim'in bahsidir.

Bazıları; zürriyet kelimesindeki zamir Nuh (AS)a racidir di­yorlar. Çünkü o, zamire daha yakındır ve kaide vardır: «Bir zamir uzak ile yakın arasında olursa, yakma döndürülmesi daha geçerli dir.» «Bir de, zürriyetin cümlesinde Lut (AS) zikredilmektedir. Oy­sa Lut, İbrahim'in zürriyetinden değil, İbrahim'in yeğeni, [karde­şinin oğlu] idi. İbrahim'e iman etti. İbrahim'le beraber Şam'a hic­ret etti. Cenab-ı Hakk onu «Sedûm» ahalisine peygamber olarak gönderdi.

Yunus (AS) de, İbrahim'in zürriyetinden değildi. Eğer zamir İbrahim'e raci olursa, âyette sayılanların hepsi ve ondan sonra gelenlerin onun zürriyetinden olmaları lâzım gelirdi.

Üçüncü âyette bahsi geçenler ise, Nuh (AS)un üzerine atfolu-nurlar. İsmail'in üçüncü âyette zikredilmesi zarar vermez. Her-nekadar o; İbrahim'in oğlu ise de... Çünkü onu İbrahim'in zürriyetine dercetmekten sükût etmek, onlardan değildir, hükmünü gerektirmez. İshak, İbrahim'e hibe edilmekte sayıldığı gibi İsmail sayılmadı. Çünkü Cenab-ı Hak İsîıak'i, İbrahim'in de hanımı­nın da yaşlılık devresinde vermiştir. Bu da gayet garib bir olaydı. Bir de, Yakub zikredildi. Çünkü peygamberliğin Onun soyundan soy be soy kalması büyük bir nimettir. Bazıları; Yunus (AS) da, İbrahim (AS)in zürriyetindendir diye iddia etmiştir. Gamii'1-Usul1 de «açıkça müellif, o şayia zamanında Esbabtan [Hz. Yakub'un çocuklar ve torunlarından] idi» denmektedir. O zaman Lut (AS) sadece zürriyetten hariç kalıyordur. Lut (vardır, diye zamirin İb­rahim'e raci olması terkedilmez. Çünkü Lut, İbrahim'in kardeşi­nin oğlu olduğundan, ona iman ettiğinden ve onunla beraber hic­ret ettiğinden Tağlib yoluyla onun zürriyetinden sayılması mümkün oldu.

İbni Abbas «Bu peygamberler (Allah'ın selamı hepsinin üze­rinde olsun), İbrahim'in zürriyetine izafe olundular. Halbuki ana-baba yönünden bazıları ondan doğmuş değildiler. Çünkü Lut, İb­rahim'in kardeşinin oğluydu. Ama, Araplar amcayı baba yerinde kullanır ve kılarlar. Nitekim Cenab-ı Hak, Yakub'un çocukların­dan haber vererek «Onlar senin ilahının, abaların, ataların İbra-him'in, ismail'in ve İshak'ın ilahına kulluk edeceğiz dediler.» [El-Bakara : 133] Halbuki İsmail, Yakub'un amcasıydı, atası değildi.

Celâleddini Suyuti'nin dediği gibi, Hz. Davud İsa'nın, Avber' in, Habir'in, Sennur'un, Yerisun'un, Ammi'nin Yervi'nin, Ra'nm, Hadrâmut'un, Faris'in, Nuhmelet'in, Yahuza'nın ve Yakub'un oğ­ludur. [155]

 

Hz. Davud Ve Hz. Süleyman Saltanat Verilmiş Peygamberlerdir

 

Kâab, «Davud'un mübarek yüzü kırmızı ve başı kıvırcık saç­lıydı. Cismi beyazdı. Sakalı uzun ve kıvrımlı idi. Güzel sesli ve giizel huyluydu. Peygamberlik ve krallık sıfatlarını bir arada taşı­yordu.» dedi.

Nevavi tarihçilerden naklediyor: «Hz. Davud (AS), yüz sene yaşadı. Kırk sene krallık yaptı; On iki oğlu vardı. Süleyman da oğlu idi.»

Süleyman için Kaab, «Cismi bembeyaz idi. Pırıl pırıl parlıyor­du. Nurluydu. Güzeldi. Allahtan korkardı ve mutevazi idi. İlminin ve aklının çokluğundan ötürü ta küçüklüğünden beri babası bir­çok emrinde onunla istişare ederdi,» diyor.

îbni Abbas'tan gelen bir rivayet: «Yeryüzünü Süleyman (AS) mülk edindi. Yani bütün dünyanın kralı oldu.»

Tarihçilerden gelen bir rivayete göre, bütün dünyaya hâkim olduğu zaman (13) on üç yaşındaydı. Beytulmakdis'in binasma kral olduktan dört sene sonra başladı. (53) elli üç yaşında vefat etti. [156]

 

Kur'anda İsmi Geçen Peygamberlerin Soyu Eyyub (As).

 

îbni Cerir, «Eyyub Muş'un, o Runun, o İsin, o İshak'ın oğlu­dur» dedi. Bazıları; nesebini başka şekilde saymışlardır.

İbni-Âsakir «Eyyub'un annesi Lut (AS)un kızıydı. Babası da İbrahim'e iman edenlerden bir zat idi. Eyyub, Musa (AS)dan Ön­cedir.» diyor.

İbni Cerir, «Eyyub, Şuayb (AS)dan sonradır» der. îbni Ebi Heyseme, «Eyyub, Süleyman (AS)dan sonradır» diyor.

Tabarani, «Eyyub'un ömrü (93) doksan üç sene idi.

Yusuf (AS).

Sahih ve meşhura göre, Yakub'un, îshak'm, İbrahim'in oğluydu. îbni Hibban'm sahihinde Ebu Hüreyre'nin hadisinden merfu olarak rivayet ettiği de buna delil olur, «Kuşkusuz Kerim oğlu, Kerim oğlu, Kerim oğlu, Yusuf, Yakub'un oğlu, İshak'ın oğlu, İb­rahim'in oğlu» diye varid olmuştur. Hz. Yusuf (120) yüz yirmi sene yaşadı.

Musa (AS).

İmran'm, Yesher'in, Mahis'in, Lavi'nin, Yakub'un oğludur. Onun nesebinde hilaf yoktur. «Musa» süryanice bir kelimedir.

Ebu Şeyh, İkrime'den, o da İbni Abbas'tan rivayet ediyor:

— Musa'ya «Musa» denilmesinin sebebi, ağaç ile su arasına atilmasmdandır. Su, kıptice «Mw»dur. Ağaç ise «Şa»dır.

Es Sahih'de, «Musa (AS)nm rengi esmer, uzun boylu, kıvır­cık saçlı, sanki «ŞENVE» erkeklerinden idi» şeklinde vasıflandırı­lıyor. Es Salebinin dediğine göre (120) yüz yirmi sene yaşamıştır.

Harun (AS)

Musa'nın ağabeyidir. Bazıları «Anneleri birdir.» Bazıları «Ba­balan birdiny demiştir. El Kirmanı; bu iki rivayeti de «Acaib»in~ de zikretmiştir. Hz. Musa'dan önce Hz. Harun vefat etti. Musa' dan bir sene önce de doğmuştu. İsra hadislerinin bazılarında «Ben beşinci semaya yükseldim. Orada Harun'u gördüm. Sakalının ya­rısı beyaz, yarısı siyah idi. Sakalı tam göbeğine değecek kadar uzundu. Cebraile «Bu kimdir?» diye sordum. «Kavmi içinde sevi­len, İmran'ın oğlu Harun'dur,» dedi.

Bazıları, «Harun'un manâsı, İbranice 'sevilen insan' demektir» dediler.

(84) «işte böylece ihsan edenleri mükâ]atlandırırız...» Bu âyetin izahı:

Yani İbrahim'i, derecelerini yükseltmek çocuklarını çoğalt­mak ve onlara peygamberlik vermek suretiyle mükâfatlandırdığı­mız gibi, ihsan edenlerin hepsini mükâfatlandırırız demektir. -ihsan- demek, âmelleri en uygun şekilde onların vasfı ve zatî güzellikleriyle beraber yapmak suretiyle yerine getirmekten iba­rettir. Resûl-i Ekrem, «İhsan, Allah'ı görür gibi Allah'a tapmandır. Eğer sen onu görmezsen o seni görür» şeklinde «İhsanm tefsir etmiştir.

Zekeriya (AS)

Ezen'in, Berkiya'nm oğludur. Süleyman'ın soyundandır. Önce oğlu Yahya (AS), sonra kendisi öldürüldü. Kendisine Yahya'nın müjdesi verildiği gün Zekeriya (AS) (92) doksan iki yaşındaydı. Bazıları (99) doksan dokuz yaşında, bazıları da (120) yüz yirmi yaşında idi diyorlar.

«Zekeriya» Arapça olmayan bir isimdir. Yahya, Zekeriya'nın oğludur. O da Acemce bir isimdir, Arapça değildir. Bazıları Arapça olduğunu söylemiştir. Eğer Arapça ise, ona yaşar manâsına olan Yahya ismi verilmiştir. Çünkü ihtiyar annesinin rahmi onunla dirilmiştir.

İsa, (AS)« Meryem'in oğludur. İbranice veya Süryanice bir isimdir.

Sahih bir hadiste, Hz. İsa orta boylu, dolgun, kırmızı renkli, sanki hamamdan yeni çıkmış gibi bir tavırda idi. Hz. İsa'nın zür-riyet arasında zikredilmesi, işaret eder ki, -zürriyet kelimesi kız çocuklarının evlatlarını da kapsamaktadır. Çünkü İsa'nın İb­rahim'in zürriyetinden olması ancak annesi tarafındandır.

Bazıları «Bu, İsa (AS)nm özelliğindendir. Çünkü onun baba­sı yoktur ki, ona izafe edilsin. Onun üzerine kıyas yapılamaz. Me­sele ihtilaflıdır. «Kızın oğlu zürriyete dahildir,}-diyenler bu âyetle istidlal ediyorlar. Nitekim Musa el-Kâzim, Harun'u Reşid'in huzu­runda bu âyetle delil getirmiştir.

Tefsir-i Kebir'de «Ebu Cafer, Haccac bin Yusuf'un yanında bu âyetle istidlal etmiştir» deniyor. Bir de «Gelin, oğullarımızı, oğul­larınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi ça­ğıralım.» (Al-i îmran: 61) «Mübahele» âyetiyle istidlal etti. Zira mubahele ayeti, nazil olduğu zaman Cenab-ı Peygamber Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i çağırdı.

Bu hususta değişik fetvalar vardır. Fıkıh kitablarma müracaat edilsin.

îlyas (AS) İbni İshak «El Müpteda» adlı eserinde, Yasin'in, Fenhas, İzar Harun'un oğludur dedi.

El Kutbi, «Yuşam torunlarındandır» dedi. Bazıları «İsmail (AS)in yavrularındandır» dedi.

İbni Mesud, «İlyas, İdristir. Yerd'in, Mahlayil'in, Enuş'un, Kayna'mn, Şifin, Adem'in oğlu ve Nuh (AS)un dedesidir. Bu du­rum Vehb bin Münebbih'ten de rivayet edilmiştir.

El-Müstedrek te, İbni Abbas'tan rivayet edildi:

«Nuh ile İdris arasında bin senelik bir zaman vardır.» îlyas Nuh'tan öncedir dersek o vakit bu beyan birinci âyettekilere tah­sis edilir.

Eş Şehab, «Zekeriya ve ondan sonra gelen geçmiş kelamın ta marnının üzerine atıf olunur» dedi.

(85) «Bütün bunların her birisi salihlerdendir.»

Bu âyet'in izahı:

Salah sıfatında kâmil olanlardandır. «salah», uygun olanı yapmak, uygun olmayandan sakınmak demektir.

(86) «îsmail, El-Yesa' Yunus.ve Luta da [yol gösterdik] on­ları bütün âlemlere üstün kıldık...»

Bu âyetin izahı:

«îsmail» (AS), en-Nevavi'nin dediği gibi, ibrahim'in en bü­yük oğludur.

El Cevalıkı'den nakledildiğine göre, onun manâsı «Allah'a itaat ede?z»dir.

İbni Cerir, «El-Yesa'ın, Ahtu'dun, Acuz'un oğludur» diyor Hamza ve Kisai 'elleysa' okumuşlar. Bir kıraata göre Arapça ol­mayan bir kelimedir. Bazıları «Yuşa'm ta'ribi (Arapçalaştırması) dir» demiştir. Yani Yuşa kelimesi Arapçalaştınlarak «El-Yesa» şeklinde okunmuştur. Bazıları, «Vesıa', yeseu» maddelerinden ge­len Arapça bir kelimedir.» dediler.

Yunus (AS)

Matta'nm oğludur. İbni Cerir ve başka hadis hafızlarına göre «Matta, Yunus'un babasıdır.» Abdurrezzak'm tefsirinde «Matta, Yunus'un annesidir» diye geçmiştir. Fakat bu tefsir reddolunmuş-tur. Matta'dan sonra Hz. Yunus'un nesebi kesin olarak tespit edil­memiştir. Bazı tefsircilere göre, Yunus (AS) Fars'taki «Tavalf» kuralları zamanında (yani Site devletleri devrinde) yaşamıştır.   .

Lut (AS)

îbni İshak der ki: Haran'in, Azer'in oğludur.

El Müstedrek, İbni Abbas'tan rivayet ediyor ki Lut, İbrahim (AS)in yeğenidir. Fakat babasının ismini sarahaten vermemiştir.

(86) «Bu âyetlerde zikredilenlerin herbirisini peygamber­likle âlemlere üstün kıldık» diyor, Cenab-ı Hak. Yani asırlannda-ki alimlere üstün kılmıştır. Bu Âyet-i Celilede Peygamberlerin me­leklerden üstün olduklarına dair delil vardır.

(87) «Babalarından, zürriyetlerinden, kardeşlerinden bir kıs­mım seçtik ve doğru yola eriştirdik...»

Bu âyetin tefsiri:

«Bir kısmını» dedi, çünkü diğer bir kısmına peygamber olma­yan hattâ aralarında hidayete gelmeyenler de vardı. Ama bu, hida-yetsizlik, «Babaları» hususunda değildir. Çünkü peygamberlerin babaları tamamen hidayet ehlidirler. En sıhhatli görüşe göre, tev-hid ehlidirler. Bu ihtilâf; Resûl-i Ekrem'in atalannda olduğuna göre, diğer peygamberlerin atalarında da var demektir. Fakat âlimlerin çoğu «Peygamberlerin atalarının hak üzerinde oldukla-n»na meyyaldirler.

(88) «Bu, Allah'ın kullarından dilediğini eriştirdiği yoludur. Puta taparlarsa, amelleri boşa çıkar.»

Bu âyetin açıklaması:

Yani dosdoğru yola hidayet etmek, Allah'ın hidayetidir. Di­lediği ve Müstaid olan kullarını onunla hidayet eder. Bu Âyet-i Ce-lîleden anlaşılıyor ki, hidayet Cenab-ı Hakkın fazlıdır. Eğer bah­si geçen peygamberler -haşa- şirk koşsaydılar, onların amelleri ba­tıl olup düşerdi. Faziletlerine, yüce makamlarına rağmen her şey giderdi. Peygamberlerden başkaları bunu yaparlarsa, acaba onla­rın durumları daha da korkunç olmaz mı?

(89) «Kendilerine kitab, hüküm ve peygamberlik verdikleri­miz işte bunlardır...»

Bu âyetin izahı:

«Bunlardır'»dan maksat, bu âyetlerde bahsi geçen on sekiz peygamberdir.

îbni Beşir diyor, «Bir kişiyi dinledim. Hasan Basri'den «Ulâ-ike» nin (bunlar)  kimler olduğunu sordu. Cevab olarak: Âyetin başından buraya kadar belirtilen peygamberlerdir» dedi. «Onla­ra, kitap vermenin manâsı kitabların cinsini vermek demektir. Vermekten maksat, kitabtaki hakikatlan tam manasıyla anladılar. Kitaplardaki büyük ve küçük hakikatlan kapsadılar demektir. İster başlangıçta kitab onlara indirilmiş olsun, ister daha önceki peygamberlere indirilmiş olsun da onlara miras kalsın. Çünkü bu peygamberler içerisinde belli bir kitab kendisine gönderilmeyen­ler de vardır.»

«Onlara hüküm verdik.» Yani halk arasında hakikatla, hik­metle hâkimlik yapacak nitelik verdik. Hakikat-i eşyayı bilmeyi verdik. «Nübüvveti verdik.» Bazıları; bu âyetteki 'nübüvvet'i, risa-letle tefsir etmişlerdir. Delil olarak bu âyette bahsi geçen zatların hepsinin resul olduğu ileri sürülmüştür. Fakat Mevlânâ Ahmed bin Haydar es-Safevî'nin «El Muhakemat» adlı kitabında, «Davud (AS)un, hernekadar kitabı varsa da, o, peygamber değildi.» denil­mektedir. Fakat Ahmed bin Haydar es-Safevi'nin delili nedir? Onu göstermemektedir. [Allah daha iyisini bilir. Es-Safevi'nin bu görüşü Cumhur'un görüşüne ters düşer. Düşün.]

Bazıları «Yakub'un oğlu Yusuf (AS) da, peygamber değildir. Ancak âyette «Daha önce Yusuf'a Beyyinatlar verdik» şeklinde bahsedilen Yusuf, Yakub'un oğlu Yusuf değildir. O, Efraim'in, Yusuf'un, Yakub'un oğlu Yusuftur. Fakat bu tefsir gariptir. Bun­dan daha garibi, «Yusuf cinlerden idi. Onlara gönderildi» diyenin tefsiridir [157]

(89) «Kâfirler onları inkâr ederlerse...»

Bu âyetin açıklaması:

Bu âyetteki «Onları» zamiri ya kitab, hüküm ve nübüvvete gider veya sadece nübüvvete gider. Nübüvvet de kitab ve hükmü derler.

İbni Abbas ve Katade'nin tefsirine göre kâfirlerden maksat, Mekkelilerdir. Fakat tefsirciler «Resûlüllah'm peygamberliğim ve inen Kur'an'i inkâr eden bütün kâfirler kastedilmiştir» diyor. [158]

 

Allah İnkarcı Kavmin Yerine İnkâr Etmeyecek Kavmi Getirir

 

(89) «Eğer onlar, bunları inkâr edip kâfir olurlarsa, yerleri­ne inkâr etmeyecek bir kavmi getirip vekil kılarız...»

Bu âyetin manâsı:

Kitab, hüküm ve nübüvveti gözeten bir kavmi getireceğiz. Bunlara iman etmeye onlara muvaffak kılacağız. Bunların hak ve hukukunu ayakta tutmaya ve daima bunları müdafaa etmeye on­ları muvaffak kılacağız

İbni Cerir ve Başkası İbni Abbas'tan, Abd bin Hümeyd de Said bin Müseyyib'ten: «Bu getirilen Kavimden maksat, Medineli ensardır» dediler.

Bazıları, «Resûlüllah'm bütün ashabıdır» dediler. Bazıları, «Adem soyundan gelen her ehli imandır» dediler.

Bazıları  «Fars'lardır dediler.» Çünkü bütün bu guruplar pey­gamberlere ve üzerlerine inen kitablara iman etmeye muvaffak ol­dular. O kitablarda bulunan ilâhi sistemin esaslarına, âmel etme­ye, onun dallarını muhafaza etmeye muvaffak oldular.

Katade, «Bunlardan maksat, Peygamberlerdir» diyor.- Bu tak­dirde emri onlara tevkil (vekil edilme) etmenin manâsı, ahkâmım icra etmekten daha genel olur. «Hak olduklarına inanmak, ah­kâmlarını icra etmek» demek oluyor. «Zeccac,» bunu tercih et­miştir. «Zemahşeri» de bunu tercih ederek «İki yönden bu tercih edilir.» demiştir.

1- Daha önceki âyet peygamberlere işarettir. Eğer vekil kı­lınanlar onlar olmazsa, ecnebi bir fasıl araya girmiş oluyor.

2- Faile atıf yapılmıştır. Bu da, «İster ki, peygamberler bu­rada kastedilmiş olsun,» dedi.

İbni Hümeyd ve başka alimler, Ebu-Reca el-Attarî'den rivayet ediyorlar ki, «Vekil edilenler, meleklerdir.»

Fahreddin Razi, bu tefsiri uzak saymıştır. Çünkü -KAVİM- ta­birinin insanoğlundan başkasına ıtlak olunması pek azdır.

(90) «İşte o zikredilen peygamberler veya vekil kılınan mü­minler o kimselerdir ki, Allah onları hakka ve dosdoğru yola hi­dayet etmiştir. Sen onların hidayetine uy.»

Bu âyetin izahı:

Onların hidayetinden maksat, Allah'a iman etmekte ve Allah' in tevhidinde ve din esaslarında birleşen yollan demektir. Nesho-lunmaya elverişli olan hükümleri demek değildir. Zira onlar nes-holunduktan sonra artık hidayet sayılmazlar.

Resûl-i Ekrem'e «Onlara uy» emrinin verilmesinin mânası: On­ların yolu olmak hasebiyle değil, aklın ve şer'in yolu olmak hase­biyle onu tut demektir. Burada «onların» tazimi vardır. Ve Ce-nab-ı Hak, onların yolunun hak olduğuna dikkatleri çeker. Aklî ve sem'î delile uygundur, diye ilân eder...

Denildi ki, «İnançlarda, dinin esas meselelerinde farz delile  (akli ve sem'î delile) tabi ol» demektir. Bu hususda Resûl-i Ek­rem'in başkasını taklid etmesi nasıl caiz olabilir? Acaba bu âyet­te Resûlüllah'a tevcih edilen «onlara vy» emri ne demektir? sua­line karşı Allamei-Sani yukarıda bahsi geçen cevabı vermiştir. Fa­kat bu suale şu itiraz vaki olmuştur: Resûl-i Ekrem'in onların yo­luna uyması, onların inancı olduğundan dolayı değildir. Delilden ötürüdür. Yine itiraz edildi ki, geçmiş şeriatlardan dinin esasla­rını almak, âyet gelmezden önce de Resûlüllah için vardı. O hal­de daha önce olan bir şey için yeniden «AL» demenin manâsı ne­dir? O halde buradaki emir, ancak «Sende olanın üzerinde sebat kıl» manâsına hamledilirse caiz olur. [159]

 

Peygamberimiz Bütün Peygamberlerden Üstündür

 

El Kutb-ur-Razi, Keşşaf üzerindeki haşiyelerinde diyor ki:

Bu emredilen iktida [uymak], ancak Hilm, Sabır, Zühd, Çok şükretmek, Allah'a yalvarmak gibi faziletli ahlâklarda, kâmil sı­fatlarda, olur. Binaenaleyh bu Âyet-i Celîlede delil vardır ki Re­sûl-i Ekrem bütün peygamberlerden kesinlikle üstündür. Çünkü bu âyette şu hakikata işaret edilmektedir: Cenab-ı Hak, o peygam­berleri, ahlakların faziletlilerine, kemal sıfatlarına hidayet etti. Madem ki, masum olan peygamberine «Onların hidayetine uy» dedi, o halde peygamber buna uymuştur. Öyleyse şu hakikat or­taya çıktı: «Cenab-ı Peygamber bu emre uydu. Bütün o ahlâkları nefsinde oluşturdu. Böylece peygamberler arasında tevzi edilmiş —kemal hasletlerinin tamamı onda bir araya geldi. Bu sayede, peygamber hepsinden daha üstün oldu. Nitekim her birisinden de üstün olduğu gibi» İnanmak gerekli oldu. Bazi'nin bu istinbati güzeldir  [160]

Bazıları, Bu âyetle istidlal etmiştir ki, Hz. Peygamber, daha Önceki peygamberlerin şeriatıyla ibadet etmek zorundadır. Fakat bu istidlal hiçbir ilmî değer taşımamaktadır.

Cenab-ı Peygambere «onlara uy» değil, «onların Hidayetine uy» dendi ki, makamının yüksekliğine işaret etsin. Nitekim zevki selim sahihlerine bu hakikat hiç de gizli değildir. .

(90) «Sizden buna karşılık bir ücret istemem. Bu sadece herkes için bir hatırlatmaktır de...»

Bu âyetin manâsı:

Kur'an'm tebliği için sizden bir ücret istemem demektir. [161]

 

Kur'an Öğretme Karşılığı Ücret Alınabilir Mi?

 

Bu Âyet-i Celîleden, anlaşıldı ki Kur'an'm ve ahkâmın tebli­ğine karşı ücret alınabilir. Çünkü Peygamberin istemem, demesi isteyebilirim demek oluyor.

«Kur'an ancak âlemler'için bir hatırlamadır.» Bu Âyet-i Celî­lede Resûl-i Ekrem'in peygamberliğinin bütün kâinata şâmil oldu­ğunun delili vardır. Yani peygamberliği umumidir... [162]

 

Meal

 

(94) «And olsun ki sizi nasıl çıplak olarak yaratmışsak onun gibi (yapayalnız ve) teker teker huzurumuza gelirsiniz. Si­ze verdiğimizi (serveti) arkanızda bırakırsınız. Artık Allah'a or­tak koştuğunuz şefaatçılannızı sizinle görmeyiz. [Gördünüz ya], aranızdaki bağlar paramparça olup koptu. Ve faydalarını um­duklarınız [hepsi] sizden kaybolup gittiler.»

(91)  «Onlar,  Allah'ın kadrini gereği gibi takdir etmediler. Çünkü   «Allah   hiçbir  insana hiçbir  şey  indirmedi»   dediler.   De ki: Musa'nın bir nur ve hidayet olarak insanlara getirdiği* sizin de kâğıtlar  [parçalar]  kılarak açıkladığınız ve çoğunu da gizle­diğiniz o kitabı kim indirdi? Sizin de, atalarınızın da bilmediği       * size öğretildi.  [Ey Habibim!]  Allah, de. Sonra onları bırak. Da­lışlarında oynaya dursunlar.»

(92) «Şu,  bir kitabtır. Onu indirdik. Mübarektir, önünde  kini doğrulayıcıdır. Bir de onunla Ünımül Kura   [şehirler anası Mekke]  ve çevresinde bulunanları korkutasın diye indirdik. Ahi-rete iman edenler namazları üzerinde devam ettikleri halde ona da iman ederler.»

(93) «Acaba Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendi­sine  birşey vahyolunmamışken  'bana vahyolundu'  diyenden   ve 'Allah'ın  indirdiğinin   bir benzerini  indireceğim'  diyenden  daha  zalim kim olabilir? Keşke zalimler ölüm baygınlıklannda bulun­dukları,  meleklerin  ellerini uzatıp onlara:

— «Haydi, canınızı çıkarınız. Bugün Allah'a karşı haksiz ola­nı söylediğiniz ve böbürlenerek Allah'ın ayetlerinden yüz çevirdi­ğiniz için hakaret azabıyla cezalandırılacaksınız», dedikleri za­man, onları bir görsen.» [163]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(91) «Onlar Allah'ın kadrini gereği gibi takdir etmediler...»

El Ahfaş, «Bu âyetin manâsı; onlar, şanına yakışır tarzda Al-lahı tanımadılar demektir,» dedi.

İbni Abbas'tan gelen tefsir: «Hakkıyla Allah'ı ta'zim etmedi­ler.»

Ebul-ÂIiye: «Cenab-ı Hakkın sıfatını hakkıyla tanımadılar de­mektir» diyor.

Bütün bu manâlar, bu âyette muhtemeldir. Fakat bazı mu-hakkıklar «Ahfaş'm tefsiri makama daha uygundur,» dediler. Ya­ni Cenab-ı Hakkı marifetinin hakkıyla tanımadılar. Kulları hak­kındaki lütfü ve onlara yapılan merhameti konusunda ki, hukuku­nu gözetmediler Onu büyük çapta ihlâl ettiler.

Cenab-ı Hak daha önce İbrahim (AS)den hikâye ederek. Tev­hidin delilini, şirkin iptalini zikretti ve o delili en açık bir şekilde takrir etti diye hikâye ettikten sonra peygamberliğin takririne başladı. Çünkü Kur'an'ın emrinin dönüştüğü nokta Tevhid, Nü­büvvet ve Haşrin ispatı üzerindedir. îşte bu sayede, bu âyet, da­ha Önceki âyete bağlanmış oluyor.

(91) «Çünkü Allah, hiçbir insanın üzerine hiçbir şey indir­medi dediler...»

Bu âyetin ifadesi:

Yani Cenab-ı Haklan peygamberler göndermesini inkâr ettiler. Kitabları indirmesini inkâr ettiler. Bu iki husustaki büyük ni­metini inkâra kalkıştılar. Veya Cenab-ı Hakkın kâfirler üzerinde gazabını gerçek manâsıyla tanımadılar. Kâfirlerin başına getire­ceği şiddetli azabı, hakkıyla takdir etmediler. Zira bunu «Allah hiç­bir beşerin üzerine hiçbir şey indirmedi» demek suretiyle ihlâl et­tiler.

Bu çirkin sözü kim söylemiştir? Bu hususta ihtilâf vardır. Ebu Şeyh, Mücahid'den rivayet etti: «Bu sözü, Kureyşin müşrikle­ri söyledi,» dedi.

Cumhur bu sözün Yahudilere ait olduğunu söylüyor ve Yahu­dilerin bu sözlerindeki maksatları Resûl-i Ekrem'in risaletini mü­balağalı bir şekilde tân ve reddetmektir. Bunun üzerine onları susturmak bakımından şu sual onlardan soruldu:

(91) «De ki: Musa'nın bir nur ve hidayet olarak insanlara getirdiği, sisin de kâğıtlar (parçalar) kılarak açıkladığınız ve ço­ğunu gizlediğiniz o kitabı kim indirdi? Sizin de, atalarınızın da bi­lemediğiniz size öğretildi...»

Bu âyetten maksat, Cenab-ı Hak, Tevrat'ı Musa üzerine indir­di demektir ve bunu inkâr etmeye sizin imkânınız yok­tur. Binaenaleyh mademki Tevrat'ın Musa'ya indirilmesini kabul ediyorsunuz, niçin Kur'an'ın Muhammed'e indirilmesini kabul et­miyorsunuz?

Bu tevil ile cumhurun tefsiri açıklık kazanmış oluyor. Zira Cumhur «Yahudiler bu sözü söyledi» dediler. Sanki Cumhur şu­nu söylüyor: Yahudiler «Tevrat Allah'ın kitabıdır. Onu Musa'ya Allah göndermiştir» diyorlar Binaenaleyh nasıl olur da böyle di­yen Yahudiler «Cenab-ı Hak hiçbir beşerin üzerine hiçbir şey in-dirmemiştir» diyebilirler? Bu âyetin hülâsası şudur: Yahudiler, Kur an'ın Allah tarafından gelmesini, mümkün olmayacak bir tarz da beşeriyete aksettirmek ve göstermek istediler, öyle ki, bu me-yanda bütün peygamberlere gelen semavî kitablan da inkâr etti­ler.

Bazıları, «Bu sözün çıkışı öfkeden ve sözün hakikatinden ga­fil olmaktan ileri gelmektedir,)) dedi. Zira İbni Cerir ve Tabarani, Said bin Cübeyr'den rivayet ederler ki, Yahudi alimlerinden olan Malik bin Seyf'ten Resûl-i Ekrem sordu:

«Ey Malik! Tevrat't Musa'ya indiren Allah ile sana yemin verdiriyorum, sen Tevrat'ta 'Cenab-ı Hak şişman âlimden buğze-der' âyetini görüyor musun? Eğer görüyorsan, binaenaleyh sana Yahudiler tarafından yedirilen maldan yiye yiye şişen alimsin.»

Bunun üzerine orada bulunanlar güldüler. Malik, Resûlûllah'a öfkelendi. Ömer'e yüzünü çevirip baktı ve şöyle dedi:. «Asla ve kafa Allah hiçbir beşerin üzerine hiçbir şey indirmemiştir!»

Bu hâdiseden sonra Yahudiler Malik'ten sordular:

  Bizim kulağımıza gelen bu sözünün manâsı nedir? Malik:

  Muhammed beni öfkelendirdi. Ben ondan dolayı bu sözü söyledim dediyse de, Yahudiler onu azlettiler. Onun yerine Kaab bin Eşrefi getirdiler ve Cenab-ı Hak da bu Âyet-i Celîleyi inzal bu­yurdu.

Bu sure, Mekke döneminde nazil olmuştur. Oysa Resulullah ile Yahudiler arasındaki bütün münazaralar Medine döneminde olmuştur. Öyleyse «Bu âyet Yahudiler hakkında nazil olmuştur» demek uygun düşmez! diye itiraz edilemez. Çünkü Ebu Şeyh, Süf-yan'dan ve «eI-Kelbi»den rivayet eder ki: Bu, Âyet-i Celîle Medine döneminde nazil olmuştur.»

Mücahidin «Kureyşin müşrikleri Resûîüllah'ın peygamberliği­ni inkâr ettikleri gibi diğer peygamberlerin de peygamberliklerini inkâr ederlerdi. Binaenaleyh Musa'nın üzerine inen Tevrat'la on­ları susturmaya çalışmak nasıl güzel olur? Bu itiraz şu şekilde defedilir: Tevrat'ın Musa'ya Allah tarafından gönderilmesi, artık yaygın ve şöhret bulmuş mesele ve hadiselerdendir. Bunun için on­lar, «Eğer bizler, bizim üzerimize bir kitab indirilmiş olsaydı on­lardan daha hidayetti olurduk» dediler. Böylece onları Tevrat'ın Musa'ya indirilmesiyle susturmak güzel olmuş oluyor. Bununla be­raber cumhurun tefsiri daha uygundur

(91) «Sizin de kâğıtlar (parçalar) kılarak açıkladığınız ve çoğunu gizlediğiniz o kitabı kim indirdi"!..»

Bu âyetteki Kâğıtlar (parçalar) kılarak» tabirinden maksad, onu parça parça kâğıtlara yazıyorsunuz demektir.

Ebul Ali el Farisi, «Onu kâğıt sahibi kılıyorsunuz demektir» di­yor.

Bazıları, «Onu sanki yazısız kâğıtlar imiş gibi kılıyorsunuz de­mektir» dedi. Bu son tefsire göre, Cenab-ı Hak onları kötü işle­riyle son derece kınıyor. Sanki onlar Tevrat'ı kitab cinsinden çı­karmışlar, yazıdan boş kâğıtlar mesabesine koymuşlardır.

«Gizledikleriniz daha çofc»tan maksat, Resûlüİlah'm Tevrat'ta­ki sıfatlan ve bir de evli bir insanın zina ettiği takdirde recmedil-mesi gibi hükümlerdir. Bu hitab, kesinkes Yahudileredir. Onlar halk tabakasına karşı böyle yaparlardı. Eğer âyette daha önce geçmiş cevab Yahudilere ise, bu hitabın onlara olmasında şüphe yoktur. Çünkü onlarla konuşmak onlara hitab etmeyi gerektiri­yor. Eğer daha önceki cevab, müşriklere ise, âyette iltifat [Yani bir guruptan başka bîr guruba geçiş veya gaipten hazıra geçiş] vardır. Yani evvelâ müşriklerden bahseder, onlara cevab verir. Sonra Yahudilerin bahsi de geçmiş olduğu için onlara hitab edili­yor.

(91) «Ey Habİbim! Allah de. Sonra onları bırak. Dalışlarında oynaya dursunlar...»

Bu âyetin tefsiri:

Yani de ki, kitabı Allah indirmiştir Onlardan Musa'nın ge­tirdiği kitabı kim indirmiştir? diye sor. Eğer sana cevab verirlerse ne âlâ. Aksi takdirde sen de ki, işte o kitabı indiren Allah'tır. Son­ra onların dalmakta oldukları batıllarında ve küfürlerinde onları bırak.

Bazı tefsir alimleri, «Âyetin manâsı: Ey Muhammed! Kuşku­suz sen onların aleyhinde hücceti, [delili] getirdikten sonra ve de­lil getirmek hususunda bu mertebeye geldikten sonra onların em­rinden senin üzerinde herhangi bir şey kalmamıştır. Onları, içinde bulundukları dalış ve oynayış ile artık başbaşa bırak, demektir.

Bu Âyet-i Celîlede müşrikler için tehdid vardır.

Bazı tefsir alimleri «Bu âyet, kılıç âyetiyle (yani savaş ilân eden âyetle) neshedilmiştir» demişlerse de, onların bu görüşlerin­de uzaklık vardır. Çünkü burada savaşmak terkedilsin diye bir şey yok. Ancak bu, tehdid ve vai'd için onları bırak demek oluyor.

Âyetteki -ALLAHU- kelimesi, ya mukadder bir fiilin failidir, veya müptedadır. Haberi mukadder bir cümledir. Takdir «o kita­bı Allah indirmiştir» veya «Allah'tır o kitabı indiren» şeklindedir.

(92) «Şu, bir kitabtır. Onu indirdik, mübarektir. Önündeki-ni doğrulayıcıdır. Bir de onunla Ümmül Kura ve çevresinde bulu­nanları korkutasın diye indirdik.,,»

Bu âyetin tefsiri:

Ey Muhammed, bu Kur'an bir kitabtır .Katımızdan onu sana, indirmiş bulunuyoruz  Onun hayri ve bereketi çoktur. Menfaati daimidir. İman edenlere sevab ve affetme müjdesini verir. Çirkin­lik ve günâhlardan insanları alıkoymaya çalışır. Önündekini, yani Allah tarafından daha Önceki peygamberlere gönderilen kitabları tastik edicidir.

Bazı tefsir âlimleri; «Önündekinden maksad, Tevrat'tır. Çünkü derece yönünden Kur'andan sonra Allah katından gelen en'büyük kitab Tevrat'tır. Ve bir de hitab Yahudilere olduğundan dolayı Tevrat kastediliyor» dediler. Bazıları da «Hem Tevrat, hem diğer semavi kitablar kastedilmektedir» dediler. Bu ikinci tefsir, Ha­san Basri'den rivayet edilmiştir. Tevrat veya diğer semavî kitab-larm Kur'an'ın Önünde olmasının manâsı, Kur'an'dan önce gel­miş olmaları demektir. Çünkü daha önce gelen şey daha sonra ge­lenin önündedir demek olur. Kur'an'ın hepsini tasdik etmesi, tev­hidi isbat etmek ve tevhidi emretmek hususunda, Şirki yoketmek ve şirkten insanlan neyhetmek mevzuunda bir de, neshedilmemiş şer'i esaslar hakkındadır. [164]

 

Şehirlerin Anası Mekke

 

Âyette bahsi geçen Ümmül-Kura  (Köyler-Beldeler an-nesi)dan maksat, Mekke'dir. Mekke'ye «ümmül kura» denilmesi­nin nedeni, bazı rivayetlerde varid olduğuna göre kürrei arzın Mekke'nin bulunduğu noktadan yayılmış olmasından ileri geli­yor denilmektedir. Fakat İbni Abbas'm rivayetine göre, köylerin en önce kurulmuşu ve bereket yönünden en büyüğü olduğundan dolayı veya yeryüzünde yaşayanların çoğunun kıblesi bulunduğun­dan dolayı Mekke bu ismi almıştır.

Beyzavi, «Mekke'ye ümmül kura denilmesinin nedeni, kura ahalisinin kıblesi ve onların haccettikleri yer ve onların senede bir defa toplandıkları panayır ve manevî durumda memleketlerin en yücesi oluşundan ileri geliyor» diyor.

Bazıları, «yeryüzünde ilk kurulan mabed orda olduğundan do­layı bu adı almıştır» dediler

Mekke'nin etrafından maksat, doğu ve batısında bulunan dün­ya ahalisinin tamamıdır. Çünkü Resûl-i Ekrem'in peygamberliği geneldir.

El-Hazin, Mekke'nin doğusuna ve batısına düşen şehirler ve köylerin hepsi demektir» diyor.

El Medarik'e göre, «Mekke'nin etrafından maksad, doğu ve batı insanlarıdır.»

Tenvirul Mikyas, ((Diğer memleketlerin ahalisi demektir» şek­linde tefsir etmektedir.

El Alusi, «Yahudilerden bir gurup bu Âyet-i Celîleyi delil itti­haz ederek Hz. Muhammed sadece Araplar için gönderilmiş bir peygamberdir demişlerse de, onların bu sözleri doğru değildir. Çünkü  vemen-havleha  tâbirinden Mekke-î Mükerreme-den dünyanın dört tarafına yayılan insanlar kastedilmektedir. Zi­ra Kur'an'ın birçok âyetleri Resûl-i Ekrem'in genel bir peygamber olduğunu ifade etmektedirler. Fakat «En yakın aşiretini korkut» [Şu'ara: 214] Âyet-i Celîlesinde olduğu gibi, bu âyette de Mekke' liler veya Mekke'ye yakın olanlar korkutma ile tahsis edilmişler­dir. Çünkü onlar herkesten daha fazla Resûl-i Ekrem'in korkut­masına mustahaktılar. Çünkü Resûl-i Ekrem'in yakınlarıdırlar. Yani âyetin manâsı, sadece onları korkut demek değildir. Belki âyetin mânası «Bütün insanlığı korkut ve onlara müjde ver. Hele bunları» demektir. Ve bu tefsir edilmiştir.

(92) «Ahirete iman edenler, namazlarına devam ettikleri hal­de buna iman ederler...»

Bu âyetteki «Buna» zamiri, kitaba racidir, yani Kur'an'a iman ederler. Veya Hz Muhammed'e racidir, yani Hz. Muhammed'e onun peygamberliğine iman ederler. Çünkü ahirete iman edenler azabtan korkarlar, sevabı elde etmeye çalışırlar .Bu düşünceleri, onları Kur'an'a ve Hz. Muhammed'e iman edecek şekilde bakma­ya, teemmül etmeye sevketmektedir.

«Namaz»dan maksat, mutlak tâat da olabilir. Yani mutlak tâatlarını yaptıkları halde Kur'an'a, Hz. Muhammed'e ve âhirete iman ederler. Veya namaz, bizim bildiğimiz gibi namazdır. Tâat'ın bir kısmıdır. Ama dinin direği ve imanın bayrağı olduğundan do­layı Özel olarak zikredilmiştir. Nitekim bazı âyetlerde mecazen namaza «iman» denilmiştir. Meselâ: Cenab-ı Hak, «Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir» [El-Bakara : 143] buyuruyor. Bu­radaki «iman»d&n maksat, namazdır.

(93) «Acaba Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendisine bir şey vahyolunmamışken 'bana vahyolundu' diyenden ve 'Al­lah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim' diyenden daha zalim kim olabilir?..» [165]

 

Yalancı Peygamber Müseylemetü'l-Kezzap

 

Bu Âyet-i Celîlenin bir kısmı yalancı peygamber «Müseyle-met-ül-Kezzab bin Semamennin hakkında, bir kısmı da vahyin kâ­tibi iken irtidad eden Abdullah bin Saad bin Ebi Serh'in hakkın­da nazîl olmuştur. Museylemetül Kezzab, Beni Hanif kabilesinden-dir Bazıları «babasının adı Habib'tir» demişler. Kâhindi. Seci'li şiir söyleyen ve selis bir şekilde konuşan birisiydi. Yemen'de pey­gamberlik iddia edip Cenab-ı Hakkın kendisine vahy göndermiş olduğunu söyledi. Resûî-ü Ekrem'e iki elçi gönderdi. Cenab-ı Pey: gamber, Müseylemet ül Kezzab'ın elçilerine sordu:

  Siz de Müseylemenin peygamber olduğuna  şahitlik  eder misiniz? Elçiler:

  Evet, ederiz, dediler. Cenab-ı Peygamber iki elçiye:

— Eğer elçiler öldürülmüş olsaydılar, kesinlikle sizin boynu­nuzu vururdum,» buyurdu.

Müslim ve Buharı ittifakla Ebu Hüreyre'den rivayet ettiler:

Allah'ın Resulü: Ben uyku halinde iken bana yeryüzünün ha­zineleri getirildi. Ellerime altından iki bilezik geçirildi. Bunlar ba­na ağır geldiler ve beni meşgul ettiler. Bana vahyedüdi ki, ben on­lara üfleyeyim. Onlara üfledim, onlar uçtular. O iki bileziği iki ta­ne yalancı ile tevil ettim. O iki yalancı ki ben onların arasında-yım: Birisi Sen'an'ın arkadaşı, öbürü Yemame'nin arkadaşıdır.»

Tirmizinin lafzında Allah'ın Resulü: «Uyku halinde gördüm. Ellerimde iki bilezik vardı, O iki bileziği iki yalancı ile tevil ettim. O yalancılar benden sonra çıkacaklar. Birisine Yemame sahibi 'Müseyleme' denilmektedir. İkincisi San'a sahibi 'el Anesi'öir.»

Müseylemetûl Kezzab, Yemame'de, Yemen bölgesinde çıktı. Peygamberlik iddia etti. «Beni Hanif» kabilesinden bir kavim ona iman ettiler. Dilbaz bir kişi olduğundan kavmini kandırdı. Müsey­leme müslüman olmazdan önce Hz. Hamza'yi şehid eden Vahşi tarafından Hz. Ebu Bekr'in zamanında öldürüldü.

Vahşi, «Ben insanların en hayırlısını  yani Hamza'yı  ve insanların en şerlisini yani   Müseylemetûl Kezzab  Öldürdüm» diyordu. [166]

 

Yalancı Peygamber Esved El-Anesî

 

Esved el Anesi'ye gelinde, onun ismi Abcela bin Kaab'dır. Ona aynı zamanda «zulhimar» denilirdi. Yemen'de, Resûlüllah'm son günlerinde ortaya çıktı ve peygamberlik iddia etti. Ve Resûl-i Ek­rem daha vefat etmeden önce Öldürüldü. Yani Cenab-ı Peygam­berin vefatından iki gün önce öldürüldü. Cenab-ı Peygamber vah­ye istinad ederek, «El-Esved el-Anesi»nin öldürüldüğünü eshabı-na müjdeledi. Onu öldüren Firuz ed Deylemi idi. Cenab-ı Peygamber, «Firuz kurtuldu.» Yani Esvet el Anesi'yi öldürmek suretiyle muvaffak oldu.» diye buyurdu.

Bazı müfessirler, «Bu âyet Müseylemet ül Kezzab ile Esved el Anesi hakkında nazil olmuştur» dediler. Bunların maksatları şu­dur:

Bu âyet, hicretten sonra Medine'de inmiştir. Bu da, tefsir alimlerinden bazılarının görüşüdür. Bu âyetin mekki olduğunu söy­leyen ise der ki: Bu âyetin onların hakkında nazil olması gaibten haber vermektir. Verdiği haber de sonradan ortaya çıkmıştır. [167]

 

Resûlüllahın Kâtibi İken Dinden. Çıkan Kimdir?

 

«Ben Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim» diyen, Ab­dullah bin Saad bin Ebi Şerh el Kureyşi'dir. Abdullah daha önce müslüman oldu. Resûl-i Ekrem'e kâtiblik yapıyordu. Cenab-ı Pey­gamber ona —semia'n – basiran  kelimelerini imlâ ve dikte ettiği zaman, Abdullah onun yerine alimen  hâkimen ya­zardı. Ona «alimen,» «hakimen» dikte ettiği zaman onun yerine «gafuren» «rahiymen» yazardı. Ne zaman ki, şu âyet, «And olsun ki insanı süzme çamurdan yarattık» (El Mü'minin 12) nazil oldu. Cenab-ı Peygamber bu âyeti ona dikte ettirdi. Abdullah, insanoğ­lunun yaradılışının tafsilâtından hayrete düşüp «Tebarekellahu ahsenulhalikin» —yaratanların en güzeli olan Allah ortaktan mü­nezzehtir  cümlesini, hayretini belirtmek kabilinden söyledi. Ce­nab-ı Peygamber ona «Bu cümleyi yaz. Âyet bu şekilde inmiştir» dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Saad bin Ebi Şerh şüpheye düş­tü. Yani şüphe etti ki, peygamber kendi katından âyetleri yazdırı­yor. Ve dedi ^\,«Eğer Muhammed doğru ise, ona vahyedilenin benzeri bana da vahyedüdi.» Bunun üzerine îslâmdan irtidad et­ti, müşriklere katıldı. Bu hâdiseden sonra Abdullah tekraren îs-lâm dinine döndü. Mekke fethinden önce müslüman oldu. Resûl-i Ekrem, Abdullah müslüman olduğu zaman «Merruzzehran» deni­len yerde idi.

îbni Abbas, «Allah'ın indirdiğinin benzerini ben de indirece­ğim» âyeti Kur'an ile istihza edenler hakkında nazîl olmuştur. Bu aynı zamanda «Dileseydik bunun benzerini söylerdik» şeklindeki sözlerine de cevaptır, dedi.

Alimler, «Bu âyetin hükmüne o zamanda ve o zamandan son­ra kıyamete kadar gelip Allah'ın kesesinden yalan uyduran herkes girmektedir» dediler. Çünkü sebebin Özelliği hükmün umumiliği­ne mani değildir.

(93) «Keşke zalimler ölümün baygınlıklarında bulundukları ve meleklerin ellerini uzatıp onlara 'Hayd'ı, canlarınızı çıkarınız, bugün Allah'a karşı haksız olanı söylediğiniz ve böbürlenerek Al­lah'ın âyetlerinden yüz çevirdiğiniz için hakaret azabıyla cezalan­dırılacaksınız' dediklerini bir gör şeydin...»

Bu âyetin izahı:

«Ey Muhammedi Eğer bu zalimlerin halini, ölüm onlara gelip çattığı zaman, görseydin veya görsen büyük ve dehşet verici bir emir görmüş olacaktın.

«Ölümün baygınlıklarımdan maksat, şiddetleri ve gelip geçi­ci baygınlıklarıdır. Melekler azab ile ellerini uzatıp onların yüzle-. rine ve arkalarına vuruyorlar.

Bazı alimler de, Melekler ruhlarını kabzetmek üzere ellerini uzatıyorlar» diyor. Onlara «nefislerinizi, yani ruhlarınızı çıkarınız» derler.

Eğer denilirse: İnsan ruhunu çıkarmaya muktedir değildir. O halde meleklerin böyle bir teklif yapmasının faydası nedir?

Cevab olarak deriz ki, bunun manâsı; melekler onlara; iste­memenize rağmen ruhlarınız alınacaktır diyorlar demektir. Çünkü mümin, Cenab-ı Hakk ile mülâki olmayı o an sever. Kâfir ise sevmez.

Bazı tefsir alimlerine göre bu âyetin manâsı; «Melekler onla­ra eğer gücünüz var ise nefislerinizi bu azabtan kurtarınız, diyor­lar» demektir. Bu tefsire binaen bu söz onları kınamak içindir. Çünkü onlar nefislerini o anda, o azabtan kurtarmaya muktedir değildirler.

«Siz bugün Kur'an'a iman etmek, Hz. Muhammed'i ve Kur' an'ı tasdik etmekten böbürlendiğinizden ve yalandan Allah'a bir­takım şeyler isnad ettiğinizden ötürü rezalet azabını tadacaksınız.» [168]

 

Kıyamet Gününde İnsanların Durumu

 

(94) «And olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi, size ver­diklerimizi ardınıza bırakarak bize birer birer geldiniz. İçinizde Allah'ın ortaklan olduğunu sandığınız şefaatçüannızı beraber gör­müyoruz. Andolsun ki, aranızdaki bağlar kopmuş, ortak sandıkla­rınız sizden ayrılmışlardır...»

Bu Âyet-i Celîlenin sebebi nüzulünü îbni Cerir ve İbnul Mün-zir İkrîme'den şöyle rivayet ederler: En Nadr bin Hars, Gelecek­te «Lat» ve «Uzza» denilen putlar bana şefaat edeceklerdir» dedi. Cenab-ı Hak onun üzerine bu âyeti indirdi. Yani siz tek başınıza, beraberinizde mal, hanım, çocuk, ve hizmetkâr olmadığı halde bize geleceksiniz.

Cenab-ı Hak bu âyette kıyamet gününde kâfirlerin halini be­lirtip kâfirler nasıl haşrolunacaklar ve o gün onlara ne denilecek­tir, beyan ediyor. «Andolsun, siz bize tek üaşınıza geldiniz» cüm­lesinde kâfirleri kınamak vardır. Çünkü onlar dünyada bütün himmetlerini mal, çocuk ve mertebeye sarfettiler. Hayatlarının ta­mamını putlara tapmakla tükettiler. Bu da, kıyamet gününde onla­ra hiçbir fayda temin etmedi. Onlar dünyada edinmiş olduklarının hepsinden uzak, tek başına haşrolundular. Yani insanlar nasıl çıp­lak, sünnetsiz, annelerinden doğmuş ise, kıyamette de o şekilde haşrolunacaklardır. Müslim ve Buhari ittifakla İbni Abbas'tan ri­vayet ettiler: Allah'ın Resulü bize engin ve derin bir vaaz etti. Ve o esnada buyurdu:

«— Ey Nas\ Kuşkusuz siz Allah'ın huzuruna yalınayak, çıp­lak, sünnetsiz olduğunuz halde haşrolunacaksımz. Ve Sizi ilk ya­radılışta nasıl yaratmış isek öyle iade edeceğiz. Bu, bizim üzeri­mizde bir vaaddır. Kuşkusuz biz bunu yaparız,» âyetini okudu.» [el-Enbiya : 104]

Müslim ve Buharî ittifakla Âişe validemizden rivayet ettiler. Resûlüllah'tan dinledim, buyurdu:

«Halk yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak haşrolunacak-tır.»

Bu cümleyi dinledikten sonra Resûlüllah'tan sordum:

«— Erkekler ve kadınlar hep böyle mi hoşrolunacaktır? O zaman birisi diğerine bakmaz mı?» Cenab-ı Peygamber:

«—Onların birisini diğerine bakacak fırsatını vermeyecek ka­dar emir şiddetlidir,» buyurdular.

Tabarani, senediyle Hz. Âişe'den rivayet etti:

«— Andolsun, sizi ilk yarattığımız gibi tek olarak bizim huzu­rumuza gelirsiniz» âyetini okuduğunda sordu:

«— Ey Allah'ın Resulü! Vay bizim çirkinliğimize. Kuşkusuz erkekler ve kadınların hepsi haşrolunacaklar. Birisi diğerinin çir­kin yerlerine bakacaklardır.»

Cenab-ı Peygamber:

«— O gün onların her birisi için bir durum vardır ki onu meşgul eder. Kadınlar erkeklere, erkekler kadınlara bakamazlar. Onların durumları onları kendi haliyle meşgul eder durur.»

Cenab-ı Hak dünyada insanoğluna verdiği mülkünü, evladını ve hizmetlerini insanoğlu bırakır, tek başına, anadan doğma bir biçimde haşrolunur. Müşrikler, «Bizim, bu putlara ibadet etmemi­zin sebebi, bunlar Allah katında kıyamet gününde bize şefaat ede­ceklerdir. Çünkü bunlar Allah'ın ortaklarıdır» diyorlardı. Oysa, Cenab-ı Hak ortaktan münezzehtir. Kıyamet günü olduğunda Ce­nab-ı Hak müşrikleri kınamak maksadıyla «Sizin şefaatçılariniz si­zinle beraber görünmüyor, onlar nerededir» diye onların kulakla­rım —tabir caiz ise— çekiyor. Cenab-ı Hak yemin ediyor ki, müş­riklerle şefaatçılarının arası bozulacaktır. Birbirlerinden kopacak­lardır. Ve dünyada müşriklerin iddia ettikleri kaybolacaktır ve or­tada görünmeye çektir. Zira âyetin manâsı; sizinle, Allah'ın ortak­ları olduğunu iddia edip te tapmakta olduklarınızın arasında her­hangi bir bağlantı kalmamıştır, aranızdaki bağlar paramparça ol­muştur demektir. [169]

 

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/500.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/500-501.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/501-502.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/502-503.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/503-505.

[6] Bkz.  El-Menar Cild: 7-288-289 Mektebetul-Kahire

[7] Bu Hadisler, EL-Kurtubî Cild: 6-382-383 Darul-Kâtip 1378 Kahire

[8] Bkz. AIusi Ruhul-Meanî Cild: 7-8031-Dar. îhy. Tur. Arabî Beyrut Tarihsiz

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/505-510.

[10] Bkz. Ruhul-Meanî Cild: 7-82-Dar. îh. Tur. Arabî Beyrut-Tarihsiz

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/510-512.

[12] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-384 Darul-Kâtip 1378 Kahire

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/512-514.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/514-515.

[15] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-388-389-Darul-Kâtip 1378 Kahire

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/515-517.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/517-518.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/518-519.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/519-520.

[20] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-38S-389 Darul-Kâtip  1378 Kahire

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/520.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/520-522.

[22] Bkz. Lubabut-Tavil Cild: 2-383 Amire 1317-lstanbul

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/522-523.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/523-525.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/527.

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/528.

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/528.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/528-531.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/531-533.

[29] Bütün   bu  hadisleri   tmam  Abdurrahman   Es-Suyutî,   Ed-Durru'1-Mensur adlı tefsirinin 3. Cild, 6. sayfasında zikr etti. Bkz. El-Halebî baskısına

[30] Bkz. Ruhul-Meânî Cild: 7-106. Dar. îh. Tur. Ar. Beyrut-Tarihsiz

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/533-537.

[32] Bkz.  Îzn-Kcsir Cild:   3-IO-ll-Dar. End. Ed-Durul-Mansur  Cild  3-7 el-Ha-lebî bas.  Kahire

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/537-538.

[34] Bu cümle, el-tnşirah sûresinin 6 ve 7. ayetlerine işarettir

[35] Bkz. Lubabut-Tavil Cild 2-391 Amire 1317 İstanbul

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/538-541.

[37] Bu kelamın manası «Hükmü en aşağılara kadar giden Rabbim ortaktan [uzaktır.» demek olabilir. Fakat böylece tevil edilmezse, küfürdür

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/541-546.

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/548-549.

[40] Bkz.   «Lubabut-Tevil-Fiesrarit-Tenzil»   Cild:   2-392 Amire  1317  İstanbul'

[41] Bkz. El-Hazın Cild: 2-392 Amire 1317 İstanbul

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/549-551.

[42] Bkz.  Ruhul-Meanî  Cild:   7-117-118  Dar. îhy.  Tur.  Arabî   Beyrut

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/551-553.

[43] Bkz.   Ruhul-Meanî  Cild:  7-118-Dar. Tur. Arp. Beyrut

[44] Bkz. Tantavî Cevheri tefsiri Cild: 4-26 EI-Haebî baskısı Mısır 1350

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/553-554.

[45] Bkz.  EI-Hazın  M. Tefasir  Cild:   2-293-Amire 1317 ist

[46] Bkz. EI-Hazın Cild: 2-294 M. Tefasir Âmire 1317 istanbul

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/555-557.

[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/557-558.

[48] Bkz. Ruhul-Meanî Cild: 7-125-Dar. İhy. Tur.  Arabî Beyrut-Tarihsiz

[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/558-562..

[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/562-564.

[51] Bkz. EI-Kurtubî Cild: 6-405-407 Darul-Kâtİp 1378 Kahire

[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/564-566.

[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/568-569.

[54] Bkz. Ed-Durul-McnsûrXÜd: 3-9-El-Halebî baskısı  Kahire

[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/569-571.

[56] Bkz. Ruhul-Meanî Cild:  7-132-Dar. İhy. Tur. Ar. Beyrut

[57] Bkz. Ruhul-Meanî Cild: 7-132-133 Dar. İhya Tur. Ara. Beyrut

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/571-575.

[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/575-577.

[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/577-578.

[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/578-579.

[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/579.

[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/580-581.

[63] BKZ. Ruhul-Meanî cild: 7-139- Dar. Îhya-Tur. Ar. Beyrut

[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/581-583.

[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/585-586.

[66] BKZ. İbn-Kesir Cild 3-21  Dar. End. Beyrut.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/586-590.

[67] BKZ. EL-Kurtubî Cild: 6-420-Darulatıp 1378

[68] Acaba Mersinin bu görüşü,  «Sana ineni tebliğet» ayetiyle çelişmez mi

[69] Alusî Ruhul-Meanî Cild: 7-145-147- dar. İhy. Tur. Arb. Beyrut.

[70] BKZ, Ruhul- Meanî Cild: 7-144-145- Dar. İhyn. Tar. Arb. Beyrut

[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/591-595.

[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/595-597.

[73] Bkz. Ruhul-Meanî Cild: 7-145-147.   Dar. Ihy. tur. Arabî Beyrut

[74] BKZ. El-Menar Cild:  7-401402-MatbaatuI-Hahire Bilâtarih

[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/597-600.

[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/600-604.

[77] BKZ. El-Kurtubİ Cild: 6-426-Darul-Kâtip 1378 Kahire.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/605-606.

[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/608.

[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/609.

[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/609-611.

[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/611-613.

[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/613-614.

 

[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/614-616.

[84] Mucessime taifesi «Allah, cisimlere faenzemiyen bir cisimdir» derler. Ni­tekim Ehli Sünnet «Allah, eşyaya benzemez bir şeydir dediği gibi... Mezhebleri batıldır.   Bk.   EL-Firekul-Mufterike  Sahife; 76

[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/616.

[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/616-617.

 

[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/617-622.

[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/622.

[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/6.

[90] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/7-9.

[91] Bkz. el-Kurtubi, c, 6  s. 435, Darûl-Kâtib, 1378 - Kahire.

[92] Bkz. El-Hazin, c. 2, s. 415, Amire, 1317 - îstanbul

[93] Bkz. El- Beyzavi, c. 2, s. 4İ5, Amire, 1317 - îstanbul

[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/9-12.

[95] Bkz. Lubab-ı Tevil, s. 415-416 Amire, 1317 - İstanbul

[96] Bkz. EI-Hazin, c. 2, s. 416, Amire 1317 - İstanbul

[97] Bkz. El-Beyzavi, c. 2, s. 416, Amire 1317 - İstanbul

[98] Bkz. El- Alûsi, Ruhu'l-Meâni, c. 7, s. 168, Dar'ul-îhya-it-Turasil, Arabi Beyrut, Bilatarih

[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/12-15.

 

[100] Bkz. Keşşaf, c. 2-70, Darûl-Mushaf, Kahire, Bilatarih

[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/15-19.

[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/19-20.

[103] Bkz. El-Hazin, c. 2, s. 418.419, Amire, 1317 - İstanbul

[104] Bkz. El-Alûsî c.7, s. 171 Dar'utfhya-it-Turasil Arabi, Beyrut, bilatarih

[105] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/.20-22.

[106] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/22-23.

[107] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/23-24.

[108] Bkz. tmâm-ı Rabbani c. 1, Mektubyüz

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/24-25.

[109] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/27.

[110] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/28-29.

[111] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/29-30.

 

[112] Bkz. Ruhû'l-Meâni' c. 7, s. 175-176, Dar'ül Îhya'it-Turasîl Arabi, Beyrut bilatarih

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/30-33.

[113] Bkz. Ruhû'I-Meâni, c. 7, s. 176, Dar'ül thya'it-Turasil Arabî,, Beyrut, bilatarih

[114] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/33-34.

[115] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/34-35.

[116] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/35.

[117] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/35-36.

[118] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/36-38.

[119] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/38-41.

[120] Bkz. Alûsi, c. 7, s. 180, Dâr-ül-ihya-it-Turasîl Arabî, Beyrut, bilâtarih

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/41-42.

[121] Bkz. Hadis, Müslim'in c. 4, s. 2215, Dâr-ûl-ihya-it-Turasil Arabî, Bey­rut, bilâtarih nüshasında yer alıyor

[122] Bkz.   Ruhu'I-Meâni, Alûsi,  c.  7,  s.   181, Dâr-üI-lhya-it-Turasil Arabi Beyrut, bilâtarih

[123] Bkz. Lülab-i Tenzil, c. 2, s. 423424, Amire, 1317 - İstanbul

[124] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/42-48.

[125] Bkz. Hazin, c. 2, s. 424, Amire, 1317 - İstanbul

[126] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/48-50.

[127] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/50-52.

[128] Bkz. Alûsi, Ruhu'I-Meâni, c. 7, s. 182-183, Dar-ûl-îhya-it-Turasil Arabî, Beyrut, bilâtarih

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/52-54.

[129] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/56.

[130] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/57-59.

[131] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/59-60.

[132] Tâğlip; galibi gözetip sanki mağlûp hiç yokmuş gibi davranmak de­mektir. Meselâ:  Alemîn tâbirinde akıllı ve erkeklerin durumu itibara alındığı için onlara mahsus olan Cem [çoğul] kullanılmıştır

[133] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/60-62.

[134] Bkz.  Ruhu'l-Meâni  c. 7,  s.   189,  Dar-ûI-îhya-it-Turasil  Arabî,  Bey­rut, bilâtarih

[135] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/62-66.

[136] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/66-67.

[137] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/67.

[138] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/67-69.

[139] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/71.

[140] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/72.

[141] Bkz. Ruhu'l-Meani c. 7, s. 194-195 Dar'ul-thya-it-Turasiİ Arabi, Beyrut, Bilatarih.

[142] Bkz. El-Kurtûbi, c. 7, s. 22-23.

[143] Bkz. Alûsi, Ruhu'LMeani, c. 7, s. 197-198

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/72-78.

[144] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/78-83.

[145] Bkz. Lübab-i Tenzil, Hazin, c. 2. s. 433-435, Amire: 1317 – İstanbul

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/83-87.

[146] Bkz. El-Kurtubi, c. 3, s. 182-186, Darül Kâtib, 1378, Kahire

[147] Bkz.  Ruhu'l-Meani, c. 7r s. 201, Daru'1-Ihyai-t Turasil Arabi, Beyrut Bilatarih

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/87-93.

[148] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/93-97.

[149] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/97-98.

[150] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/98-104.

[151] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/104-105.

[152] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/106-108.

[153] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/110.

[154] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/111.

[155] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/111-118.

[156] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/118-119.

[157] Bkz. Alusi, Ruhu'l Meani, c. 7, s. 215. Darul îhyau Turasil Arabi-Beyrut, Bilatarih

[158] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/119-126.

[159] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/126-128.

[160] Bkz. Alusi, Ruhu'l Meani, c. 7, s. 216-217.

[161] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/128-129.

[162] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/129.

[163] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/131.

[164] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/132-137.

[165] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/137-139.

[166] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/139-140.

[167] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/140-141.

[168] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/141-143.

[169] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 5/143-145.