Meal 3

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 3

Meal 10

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 11

Müminler Cennette Allah'ı Göreceklerdir 11

Kıyamet Gününde Allah'ın Gözle Görüleceğini Bildiren Hadis-İ Şerif 12

Allah'ın Sıfatlarından «Lâtif» Ve «Hâbir»În Manası 13

Müşriklerin Peygamberimize «Sen Ders Okumuşsun» Demeleri 14

Allah'tan Vahyolunana Uy... 14

Müşriklerden Yüz Çevir... 14

Hz. Peygamber (S.A.) Gözetleyici Değil Tebliğ Edicidir 14

Hz. Peygamber (S.A.) Müşriklerin Putlarına Sövmekten Menedilmiştir 15

Kureyşlî Müşriklerin Ebu Talib'e Müracaatları 16

Peygamberimizin Kureyş Müşriklerine Cevabı 16

Ümmetlere Amelleri Süslü Gösterilmiştir 17

Müşriklerin İman Etmek İçin Mucize İstemeleri 17

Müşriklere Açık Mucize Gelse De Îman Etmezler 18

İman Etmemekte Direnenler Azgınlıklarıyla Başbaşa Bırakılacaklardır 19

Meal 19

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 19

Îman İle Küfür Allah'ın Dilemesîyledir 19

Her Peygamberin İnsan Ve Cin Şeytanlarından Düşmanları Vardır 20

Dünya Hayatı Cihaddır 21

Yirminci Asrın Şeytanları 21

Kitap Ehli Kur'an'ın Allah'tan Geldiğini Bilirler 23

Şefaatçılar Allah'ın İradesini Etkiler Mî?. 24

Kür'an'ın Koruyucusu Allah'tır 25

İslam Hayvanların Kesim Şekline Ehemmiyet Vermiştir 26

Meal 26

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 26

Zaruret Halinde Haramdan Ölmeyecek Miktarda Yenir 27

Açık Ve Gizli Günah. 27

İman «Hayat» Küfür «Ölümdür». 29

Helâl Ve Haramın Belirlenmesi 30

Hayvanı Allahtan Başkası İçin Kesmek. 31

Müşriklerin Peygamberlik İstemesi 32

Meal 34

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 34

Her Şey Allah'ın İradesiyle Oluşur 35

Rics Nedir?. 35

Hidayete Erme Ve Küfre Kayma Konusunda Kelamcıların Tartışması 35

Tevfik Ve Hizlan. 36

«Kaderi» Ve «Mutezile»Lerîn Allah'ın Hasmı Olduklarının Delilleri 37

«Mutezile» «Kaderiye» «Cebriye» «Eş'ari» Kelamcılarının Görüşlerine Reddiye. 39

«Hüsn» Ve «Kubh». 40

Allah'ın Kullar, Kulların Allah Üzerindeki Hakkı 42

Ahiretteki Faziletin Dereceleri 43

Selamet Yurdu Nedir?. 44

İnsanların Cinlerden Yararlanması 45

Allah'ın İstisnası Nedir?. 46

Meal 47

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 48

Amellerden Ötürü «Dereceler» Ve «Derekeler» Vardır 48

Müşriklerin Çocuklarını Öldürmeleri 49

Meal 51

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 51

Hayvanlar Ve Ekinler Hususunda Müşriklerin Allah'a İftira Etmesi 51

Kişinin Malını Sadece Erkek Çocuklarına Vakfetmesi Caiz Değildir 52

Meyve Ve Ekinlerin Zekatı 52

«Allah Îsraf Edenleri Sevmez» Âyetindeki «İsraf» Hakkında Âlimlerin Görüşü. 53

Meal 55

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 55

İlimde Münazara. 55

Yenilmesi Haram Olan Hayvanlar Ve Bu Konuda İlim Ehlinin Görüşleri 56

«Tahrim» Tabiri 58

«Celale»    (Pislik Yiyen Hayvan) Hakkında Alimlerin Görüşü. 59

Allah Yahudilere Yüklediği Yükü, Ümmeti Muhammed'e Yüklememiştir 61

İnsanîn Başına Gelen Musibetler Saldırganlığının Neticesidir 61

Meal 61

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 61

Mücrim Kavim Kimdir?. 62

Kafirlerin «Allah Dileseydi Şirk Koşmazdık» Sözüne Cevap. 62

Allah'a Yaptığından Dolayı Sorulmaz. 63

Kâfirlerin «Bize Haram Kılınan Nedir?» Sorusunun Cevabı 64

Meal 65

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 65

Yetimin Malı 65

İslâmda Ölçü İle Tartının Ehemmiyeti 66

Her Nefse Gücünün Oranında Vazife Yüklenmiştir 66

Meal 68

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 68

Ye's Halindeki İman Makbul Değildir 68

Güneşîn Batıdan Doğması 73

Bir Saatlik Kâfirlik Cehennemi Gerektirir 74

Allah Rahmeti Yüz Parça Yaratmış Yeryüzüne Bir Parçasını İndirmiştir 75

 


Meal

 

(95) «Kuşkusuz ki Allah dan e ve çekirdeği yaran (çatlatan) dır. Diriyi ölüden çıkarır. Ölüyü diriden çıkarıcıdır. İşte size [söy­lüyorum] : Allah budur. Öyle ise nasıl çevriliyorsunuz?»

(96) «Sabahı yarıp ortaya çıkarandır. Geceyi dinlenme za­manı, güneş ve ayı da birer hesab ölçüsü yaptı. İşte bu galib ve bilen Allah'ın takdiridir.»

(97) «Allah odur ki karanın ve denizin karanlıklarında yön bulmakta kullanmanız için size yıldızları  yarattı.  Biz bilen  bir kavm için ayetleri geniş bir tarzda açıkladık.»

(98) «Allah  odur ki sizi bir tek nefisten inşa etti.   [Sizin için] bir karargâh ve bir emanetgâh [vardır]. Anlayan bir kavm için ayetleri geniş bir tarzda açıkladık.»

(99) «Allah odur ki, gökten bir su indirdi. O su ile herşe-yin bitkisini çıkardı. Ondan bir yeşillik yarattı. Ondan da biri-birinin üstü   üstüne   binmiş bir   dane   (başak)   türettik. Hurma ağacının tomurcuğundan da birbirine yakın salkımlar ve üzüm­lerden bağlar, birbirine benzeyen  ve benzemeyen zeytin  ve nar ağaçları  bitirdik. Meyvesine ürün  verdiğinde  ve olgunlaştığında bakınız. Kuşkusuz ki iman etmek isteyen bir kavim için onlarda bir dizi alametler vardır.»

(100) «Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları Allah ya­rattı. Bir de bilgileri olmadan (yalandan), Allah'a oğullar ve kız­lar yakıştırdılar.  Allah  onların   vasıflandırmalarından   yüce  ve uzaktır.»

(101) «Gökleri ve yeri bir örnek olmaksızın yaratandır Allah. Onun bir eşi olmadığı halde çocuğu nasıl olabilir? Herseyi o ya­rattı. Odur herşeyi hakkıyla bilen.»[1]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(95) «Kuşkusuz Allah dane ve çekirdeği yaran (çatlatan) dır...»

Bu âyetle Cenab-ı Hak, daha önceki âyetlerle «Tevhid» ve Nü­büvvet takdir edildikten sonra kudretinin, ilminin ve hikmetinin kemaline delâlet eden delilleri zikretti. Bununla dikkatleri şu nok­taya çekti: En büyük hedef, Allah'ı bütün sıfatlarıyla ve fiilleriyle tanımaktır. Ve bilinmelidir ki, eşyayı örneksiz yaratan odur. Bu kuvvet ve kudrete sahib olan elbette ibadetlere müstahak olacak­tır. Şu hiçbir şeye gücü yetmeyen putlar da ibadete layık olmaya­caktır. Bir de Cenab-ı Hak bu âyetle müşriklerin üzerinde bulun­dukları şirkin yanlış olduğunu tarif etmektedir. Âyetin manâsı «Kuşkusuz ibadete tek başına müstahak olan, ancak daneyi yarıp bitkiden çıkaran, çekirdeği yarıp hurmadan çıkarandır.» 

«Felaka» maddesinde iki görüş vardır: Birinci görüşe göre, «Halaka» (yaratmak) manasınadır. Bu görüşe göre, âyetin manâ­sı; kuşkusuz Allah daneyi ve çekirdeği yaratıcıdır demektir. Bu tefsir, İbni Abbas'tan El Ufi tarikiyle rivayet edilmiştir. Dahhak ve Mukatil de buna katılmışlardır.

El-Vahidi der ki: Tefsir alimleri «Felaka»nın «Fetare» manâ­sında olduğunu söylemişlerdir.

Taberi, «Felaka»nın «Halaka» manâsında olduğunu inkâr ede­rek demiştir ki: Arap kelamında «Felaka»nm «Halaka» manâsına geldiğinin caiz olduğunu naklederek diyor ki; «Felaka» «Halaka» demektir, denildi. Zaten yaratmayı derin düşünürsen sana çoğu­nun «infilak», [yarmak; parçalamak]tan geldiğini görürsün. Yani, bütün eşya varolmazdan önce adem [yokluk] de idi. Cenab-ı Hak onları varedip vücûda çıkardığında sanki yokluktan onları yarmış çıkarmıştır.

«Felaka» maddesi- hakkındaki ikinci görüş, tefsir alimlerinin çoğunun görüşüdür. Pâîk yarmak demektir. Bunu böyle kaydet­tikten sonra manâsında iki yorum getirmişlerdir. Birisi, İbni Ab­bas'tan gelen yorumdur: Allah daneyi yarıp başaktan, çekirdeği yarıp hurmadan çıkardı. Hasan Basri'nin, Süddi ve İbni Zeyd'in de görüşü budur.

Ez Zeccac «Cenab-ı Hak kuru daneyi yarıyor, kuru çekirdeği yarıyor. Ondan yeşil bir yaprak çıkarıyor» dedi. İkinci yorum Mü-cahid'den gelmiştir: Bu yarma dane ile çekirdekte meydana gelen yarılmalardır. Doneden maksat, buğday, arpa ve pirinç danesi gibi çekirdeği olmayan haptır. Çekirdekten maksat, tam danenin tersi olandır. Yaş hurma, ayva ve kayısılar gibi.

«Dane ve çekirdeği yancıdır»m manâsı dane ve çekirdek yaş bir toprağa girdiğinde onun üzerinden bir miktar zaman geçtik­ten sonra Cenab-ı Hakk o daneden yeşil bir yaprak çıkartıyor, son­ra o yapraktan bir başak çıkıyor. Bu başağın içinde daneler var-e^r. Ve Cenab-ı Hak çekirdekten bir ağaç çıkarıyor göklere doğru ağaç yükseliyor. Damarları da yere daldıkça dalıyor. Bu eşyayı kuvvet ve kudretiyle, örnek olmaksızın vücuda getiren ve yaratan Allah ortaktan münezzehtir.

«Diriyi ölüden çıkarıyor.» Yani gelişen canlılar ve bitkiler ve ağacı gelişmeyen meni damlalarından ve daneden çıkarıyor.

(95) «Diriyi ölüden çıkarıyor» cümlesi, daha önceki cümle­nin açıklaması ve bir çeşit tefsiridir. Bunun için bu cümlede harf-i atif terkedilmiştir.

Bazıları, «Bu cümle, inne'nin ikinci haberidir Cenab-ı Hakk' m azametine başlı başına işaret ettiğini ilân etmek için harf-i atıf getirilmemiştir» elemişlerdir.

(95) «Ve ölüyü de diriden çıkarıcıdır...»

Bu Âyet-i Celîledeki «ölünden maksat, meni damlası, dane ve çekirdek gibi cansız nesnelerdir. «Diri»den maksat, hayvan, bitki ve ağaç gibi gelişen canlı nesnelerdir.

Müfessirlerin imamı, Fahreddin Razi Hazretleri bu âyetle il­gili olarak şunları söylüyor:

«Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci mesele; Cenab-ı Hakk daha önce tevhid hakkında ko­nuştu. Sonra peygamberlik emrini takrir etti. Sonra bu aslın [tevhidin] birkaç dalından konuştu. Burada yaratanın varlığına işaret eden delilleri söylemeye O'nun ilminin genişliğini, hikmeti­ni; kudretinin üstünlüğünü belirtmeye dönüş yaptı. Ta ki, aklî ve nakli bahislerin (konuların) ve istenilen hikmetlerin tamamın­dan asıl maksad Allah'ın zatını sıfatlarını ve fiillerini, bilmek su­retiyle tanımak olduğu bilinmiş olsun...

İkinci mesele; HAY (dirilik)tir. Hayat sıfatıyla vasıflanmış olan şeylerin ismidir. Meyyit [ölü], hayat sıfatından uzak plan şe­yin ismidir. Bu takdire binaen bitki, diri olamaz, ancak bu bilin­diği takdirde olur. Halkın «Hay» ve «Meyyit»in tefsirinde iki gö­rüşü vardır:

Birinci görüş, bu iki lâfzı hakiki manâlarına hamletmektir. îbni Abbas «Nutfe (meni)den diri bir beşeri çıkardı. Sonra diri beşerden ölü nutfe (meni)yi çıkardı demektim diyor, böylece yu­murtadan diri bir civciv çıkarıyor. Sonra tavuktan ölü bir yumur­tayı çıkarıyor. Bundan gaye, «Hayat»   ile   «Ölümün»   münafi (zıt) olduklarını beyan etmektir. Benzerin benzerden oluşması belki tabiat ve özellik sebebiyle olduğu düşünülebilir. Ama zıddı zıddan yapmak, tabiat ve özellik sebebiyle değildir. Belki bir Mu-kaddir'in (takdir edenin), hâkim ve bilen bir Müdebbirin (ted-bircinin) istemesi iledir

İkinci görüş, âyetteki «El-Hayy» Ve «El-Meyyit», zikredi­len manâ üzerine bina edilir. Bir de mecazi vecihler üzerine bina edilir.

Zeccac «Âyetin anlamı yaş ve sulu [yeşil] bitkiyi kuru dane-den çıkarır, kuru daneyi yaş ve gelişen bitkiden çıkarır demektir» dedi. İbni Abbas, İbrahim'i Azer'den çıkardığı gibi «Mü'mini kâ­firden çıkarır,» Ken'an'ı Nuh'tan çıkardığı gibi «Kâfiri de mü'min-den çıkarır.» Asi'yi (isyankâr) muti'den (itaat edenden), muti ola­nı asiden çıkarır» şeklinde tefsir etmiştir.

«Bu değişik haller ve birbirleriyle çelişen fiillerin hepsi işaret eder ki, bu âlemin hikmet sahibi bir düzenleyicisi vardır. O düzen­leyen, halkın maslahatlarını ihmal etmemiş ve halkı başıboş bı­rakmamıştır,» diyen Fahreddini Razi şöyle devam ediyor:

Eğer Cenab-ı Hakk, «Diriyi ölüden çıkarır» cümlesinde niçin fiil kullandı? Sonra «Ölüyü diriden çıkarıcıdır» cümlesinde de ism-i fail kullandığı sorulur ve ism-i failin, fiil üzerine atfı da hoş değildir diye itiraz edilirse, cevab olarak deriz ki:

«Ölüyü diriden çıkarıcıdır» cümlesi, «Dane ve çekirdeği pat-latıcıdır» cümlesi üzerine atıftır. «Diriyi Ölüden çıkarıyor» cüm­lesi ise, onun açıklamasıdır. Çünkü danenin ve çekirdeğin pat-latılması, bitki ve gelişen ağaçlarla olur. Bu, diriyi ölüden çıkar­mak gibidir. Çünkü gelişen, hayat sahibinin hükmündedir. Gör­mez misin, Cenab-ı Hakk şu âyette: «Ölümünden sonra yeryüzünü diriltir.» [Er-Rum: 19] buyuruyor?

 Burada ikinci bir nokta vardır: Fiilin lafzı işaret eder ki, fail bu fiile her anda itina göstermektedir. İsmin lafzı ise o zaman za­man itina göstermeyi ifade etmiyor.

El-Cürcani, «Delailü'1-İcaz» adlı kitabında şu misali veriyor:

Cenab-ı Hakk «Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır, size gök­ten ve yerden rızık versin?» [Fatır: 3] buyururken fiil lafzını zikret­miştir. Ve fiilin sigası ifade ediyor ki, Cenab-ı Hakk, bir halden son­ra öbür halde, bir saatten sonra öbür saatte ve zaman zaman bu ' rızkı insanlara verir. İsme misal ise «Onların köpeği [kollarını], eşiğe yayıcıdır.» [Kahf: 18] âyetidir. Buradaki «yaymak» kelimesi, bu halin üzerinde devam edilmesini gerektirir. Yani tek hal üzerin­de devam edilmesini ifade eder. Bu, sabit olduktan sonra deriz ki; diri Ölüden üstündür. O halde dirinin ölüden çıkarılmasına, ölüyü diriden çıkarmaktan daha fazla itina göstermek gerekiyor. Bunun için birinci kısımda fiil sigası, ikinci kısımda ise, isim si­gası kullanıldı. Tâ ki,   dirinin ölüden çıkarılmasına gösterilen iti­na ölünün  diriden çıkarılmasına gösterilen itinadan daha fazla, daha mükemmel olduğuna delâlet etsin. Allah, maksadını herkes­ten daha iyi bilir.

(95) «Öyle ise nasıl olur da çevriliyorsunuz1!..»

Bu Âyet-i Celîlenin tefsirinde, Sahip bin Ubbad şunları dedi: «Bu âyet, kulun fiilinin, Allah'ın mahlûku olmadığına işaret eder» demiştir. Çünkü, eğer Cenab-ı Hakk döndürülmeyi yaratmış olsay­dı onlara bu şekilde nasıl sorardı?

Cevap olarak deriz ki, zıdlara nisbetle Allah'ın kudreti eşittir. Eğer taraflardan birisi diğerine tercih edilirse, bu üstünlük kul­dan değildir. Aksine katıksız bir ittifak [tevaffuk]tur. O halde na­sıl olur ki Cenab-ı Hakk kuldan «öyleyse nasıl oluyor da çevrili­yorsunuz?» diye sorsun. Eğer bu tercih, fiili gerektiren ve çağıran bir müreccihin (tercih edicinin) oluşuna bağlı ise o zaman o, fiili gerektirenin oluşu Cenab-ı Hakk'tan olur. O oldu mu fiil de gerek­li olur. Böyle olunca bize mal etmek istediğiniz her şey size de aynen lâzım gelir. Allah hakikatini daha iyi bilir [2]

(96) «O, sabahı da yarıp çıkarandır...»

Bu Âyet-i Celîlenin tefsirinde denilmiştir ki; gündüzün dire­ğini gecenin zulmetinden yarıp çıkarmıştır. Veya gündüzün beyaz­lığından yarıp çıkarmıştır. Veya sabahın zulmetinden yarıp çıkar­mıştır.

Bu Âyet-i Celîledeki «EL-İSBAH» kelimesi, mastardır, sabaha isim olmuştur.

Zeccac «El-îsbah ile es-Subh kelimeleri birdirler. îkisi de gündüzün evveline, [ilk anlarına] denilir.» dedi

Âyetin zahiri Cenab-ı Hakk'ın gündüzü ve sabahı yardığına delâlet eder. Oysa yarılan zulmettir, O, yarılıyor, sabah ondan fış­kırıyor. O halde âyetin manâsı nedir dersen?

Cevap olarak derim ki; âlimler bu hususta birçok görüş be­lirtmişlerdir:

Birinci görüş: Bu âyetten maksat sabahın karanlığını yarmak­tır. Bunun nedeni de şudur: Fecir ikidir: Birincisi tıpkı kurdun kuyruğu gibi ufukta direk bir şekilde uzanıp giden beyazlıktır. Bunun arkasından bir karanlık gelir. İşte bu sabaha «Fecr-i kâzib» [yalancı aydınlık] denilir. Çünkü bu, önce doğu ufkunda görünür, sonra yok olup gider. Ondan sonra ikinci sabah [fecr] çıkar. O da doğu ufkunun tamamında yayılan aydınlıktır. Buna «Fecr-i sadık» (doğru fecir) denilir. Çünkü bunun arkasında artık karanlık yoktur. Bu izahtan oluşan nokta şudur: «Birinci fec­rin karanlığım, ikinci fecrin nuruyla yarmıştır.»

İkinci görüş:

Cenab-ı Hakk, gecenin karanlığını sabahın nuruyla yardığı gi­bi, sabahın nurunu da sabahın ziyasıyla (ışığıyla) yarıyor. Bu tak­dirde âyetin manâsı «O'nuri nuruyla sabahı yarmıştır,» oluyor.

Üçüncü görüş:

Bu âyetten, sabah karanlığının yarılması kastediliyor. Bu da, gecenin sonundaki karışık olan karanlıktır. Bu karanlığın arka­sından gerçek sabah doğuyor.

Dördüncü görüş:

Âyetin manâsı, «Fecrin direği olan «isbahı» yarmıştır» de­mektir. Bu da fecr yarıldığı zaman oluyor. Bunun için Fecre «ya­rılmış» denilmiştir.

Beşinci görüş:

Bu âyetteki «falk» yaratmak manasınadır. Yani sabahın ya-radanıdır. Bu söze binaen kapalılık ortadan kalkar. Sabah gün­düzün ilk noktasında beliren ışıktır. Manâ: «Cenab-ı Hakk, saba­hın ışığını; yapan, yaratan ve aydınlatandır.» demek oluyor.

(96) «Geceyi bir sükûn (dinlenme); güneş ve ayı da bir he-sab (ölçü) vasıtası kılan O'dur.»

Bu âyetin tefsirinde şunlar söylenilmiştir: Yani gündüzleyin yorulan bir insan, gecede sükûnet bulur ve geceyle arkadaş olur. Çünkü gecede istirahat bulur. Kişi neyle sükûnet bulur, neyle ün-siyyet (arkadaşlık) eder, neyle istirahate kavuşursa —ister hanı­mı, ister dostu olsun— ona «seken» denir. Bunun için geceye de, gündüze de «seken» denilmiştir. Çünkü insan onunla da ün-siyyet (arkadaşlık) kurabilir. Bundan ötürü bazı kimseler gün­düze de «Mu'nise» [can yoldaşı] ismini vermişlerdir.

îbni Ebi Hatim, Katade'den rivayet ediyor:

«Âyetin manası: gecede, her kuş ve her yürüyen, sükûnete ka­vuşur demektir.»

Bu tefsirin benzeri, İbni Abbas'tan da, Mücahid'den de gel­miştir. Âyetten maksat, gece sükûnet yeri olmuştur. Bu takdirde «Sekenen» kelimesi durgunlaşma ve istikrar manâsına gelen «sükon» kökünden alınmış oluyor.

Güneş ile ay değişik devirler üzerinde kılınmışlardır. Oralar­da vakitler hesablanır. İbadetler ve muameleler, o vakitlere bağ­lanmıştır. Yani Cenab-ı Hakk, güneşin ve ayın yörüngedeki hare­ketini muayyen bir hesaba bağlamıştır.

İbn Abbas, «Güneş ve ay, onlar için kılınmış, (takdir edilmiş) bir ecele (zamana) doğru giderler. Yani günlerin adedinden çene­lerin adedine doğru giderler» diyor.

El-Kelbi, «Ay ve güneşin menzilleri, konakları hesapladır. On­lar o, konakları geçemezler. Konaklarının en sonuncusuna varın­caya kadar belirlenmiş bir hesapla devam ederler» diyor.

(96) «Bu; üstün, güçlü ve bilen Allah'ın takdiridir...»

Bu Âyet-i Celiledeki «bu» tabiri Tibrisi'ye göre daha Önce bahsi geçen sabahın yarılmasına, gecenin sükûnet vermesine, gü­neş ve aym hesapla yürüdüğüne işarettir. Cumhur; «Bu zamiri gü­neş ve ayın hesap vasıtası olmasına işarettir» dedi.

Ayetteki «el-aziz» kelimesi; galip, kahir ve ona hiçbir şey başkaldıramaz, demektir. Ay ve Güneş, başkaldıramayan o şeyler dendir. Onları böyle yürütmesine onlar karşı gelemezler, demek­tir. «El âlim» kelimesi ilimin son noktasına varan ve bütün malû­matı bilen zat demektir. Güneş ile Ayın insanların maişet ve iba­detleri için hesabla cereyan etmeleri bilinen meselelerdir.

(97) «O, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bul­manız için size yıldızları var edendir...»

Bu Âyeti Celîlenin izahı şöyledir: Allah, sizin için pırıl pırıl parlayan yıldızları yarattı. Onlarla şaşırmış olduğunuz yollan bul­manızı temin etti. Evet karada olsun denizde olsun yıldızlar yol­lan gösterici ve insanlara kıbleyi tayin etmek hususunda delil ola­rak yaratılmıştır. Gündüzün insanlar istedikleri istikameti gü­neşin hareketiyle tesbit ederler. Geceleyin de yıldızların hareke­tiyle tesbit ederler. Yıldızların göğe süs olması da ayn bir yarar­dır. Şeytanlar için recm araçları olması başka bir faydadır. Nite­kim Cenab-i Hakk, başka bir âyette: «Andolsun biz en yakın sema­yı çıralarla süsledik ve onları şeytanlara recmler (taşlama birimi) yaptık.» [Mülk: 5] buyurmuştur.

Bu Âyet-i Celîledeki «yıldızlar,» güneş ve aydan başka olan yıldızlardır. Çünkü halkın geleneğinde yıldız denildi mi güneş ve ayın haricinde olan yıldızlar kastedilmektedir. Mümkündür ki gü­neş ve ay, yıldızlar topluluğuna dahil olsun. Aynyeten Cenab-ı Hakk onları zikretmek suretiyle onların daha büyük yararlarına işaret etmiş olsun.                                                                               .

Tencim ehli [Kozmoğrafyacılar - Astronomi alimleri] yıldız-

lan iki

kısma ayırırlar:

 

 

 

1 -

- Sabit yıldızlar,

 

 

 

2 -

- Seyyar yıldızlar.

 

 

 

Sabit yıldızların adedini

Allah'tan başkası bilmez.

Seyyar

yıl-

 

 

 

 

 

dızlar eski astronatlara göre yedi tanedir. Sonra HERŞEL  [3] yıl­dızı da bunlara eklenmiş, sekiz olmuşlardır.

Bu Âyet-i Celîle, yıldızlar ilmini, Burçları, Menziller ve durum­larını öğrenmekte bir mahzur olmadığına delâlet eder. Böylece, bu konularla ilgili dinî bahisleri öğrenmekte de herhangi bir sakınca yoktur. Yıldızların yol göstermeye delil olmaları ise pek çok se-beblerden sadece birisidir. Haddi zatında onların herhangi bir te­sirleri yoktur.

Allame İbn Hacer «Yıldız ilminde öğrenilmesi yasak olan; müneccimlerin geleceği bilmede yıldızların etkisi olduğunu iddia etmeleridir. Mesela: Yağmur yüzde yüz ne zaman yağacaktır? Kar ne zaman düşecek, rüzgâr ne zaman esecek? Ve bolluk ile kıtlık ne zaman olacaktır? gibi... Bunlar, yıldızların bilgisi veya yıldız­ların seyri ya da beraber olmaları veya ayrılmalarıyla yağmurun yağma saatini, karın düşme zamanını, rüzgârın esme vaktini, se­nenin kıtlık veya bolluk içinde olacağını biliyoruz, diye iddia eder­ler. Oysa bu gaye ilmini Cenâb-ı Hakk'ın kendisinden başkası bil­mez. Öyle ise bu ilmi iddia eden fasıktır, belki bu iddia insanı bazan küfre kadar götürür. Ama birisi «Filan yıldızların birleşme­leri veya ayrılmaları Allah tarafından ve ilahî adete binaen filan şeyin olmasına (Meselâ karın düşmesine) işarettir. Fakat bu da yüzde yüz değildir, böyle tahmin ediliyor» dese, bunda herhangi bir sakınca yoktur. Yıldızlara bakarak zevalin bilgisine sahip ol­mak, kıble yönünü tayin etmek, vaktin ne kadarı geçmiştir, ne kadarı kalmıştır bunu söylemekte henhangi bir günah yoktur. Hat­ta bunu öğrenmek «farz-ı kifaye»dir.

Sahihayn'm Zeyd ibn Halid el-Cehemi'den rivayet edilen: «Al­lah'ın Resulü önümüzde sabah namazını kıldı. Bundan önce yağ­mur yağmıştı.

Namazı bitirdikten sonra bize yönelerek buyurdu: «Rabbimizin ne dediğini biliyor musunuz?» Sahabe: .    «Allah ve Resulü daha iyi bilir,» dediler. Resûlüllah:

Rabbimiz buyurdu ki, «Kullarımdan kimisi mü'min, kimisi de kâfir olarak sabahladı. Kim ki, Allah'ın faziletiyle yağmur yağ­dı dese, o bana iman, yıldızları inkâr etmiştir. Kim ki, falan yıl­dızın sayesinde yağmur yağdı dese, o beni inkâr, yıldızlara iman etmiştir,» dedi. hadisin hükmüne gelince;

Alimler bunun tefsirinde şunu söylemişlerdir:

Eğer kişi «Filan yıldız yağmuru icad etmiş ve yaratmıştır» di­ye söylerse hüküm böyledir. Eğer kişi «Filan yıldız yağmurun düşmesine sebeptir» diye bunu kullanır veya «o, yağmuru Allah indirir, indiricisi sadece Allah'tır» manâsına kullanırsa kâfir ol­maz. Ama bu sözü söylemek mekruhtur. Çünkü bu küfür sözler­dendir.

Ben derim ki, yıldızlar ilminden insanı alıkoyan birçok hadis­ler varid olmuştur. İbni Ebi Şeybe, Ebi Davud, İbn Merduveyh, İbni Abbas'tan rivayet ettiler:

Allah'ın Resulü «yıldızlardan bir ilim iktibas eden, sihirden bir şubeyi iktibas etmiştir. Bu ilmi arttıkça öbürüsü de artar,» bu­yurmuştur.

El-Hatib, Meymun bin Merhan'dan rivayet etti. İbni Abbas' tan «Bana vasiyet et,» diye dilekte bulundum. İbni Abbas:

«Allah'ın takvasını ve Yıldız ilminden sakınmayı, sana tavsi­ye ediyorum. Çünkü o, insanı kehanete çağırır,» buyurdu.

Hz. Ali'den gelen bir hadis:

«Allah'ın Resulü yıldızlara bakmaktan beni nehyetti.»

Ebu Hureyre ve Hz. Aişe'den benzeri hadisler rivayet edilmiş-

tir.

îbn Merduveyh, İbni Abbas'tan rivayet etti:

Allah'ın Resulü «Ebi-Ca'dûrâ'nın yıldızlar hakkındaki harfle­rinden bir harfi öğrenen kimse, şüphesiz ki Allah katında ve kı­yamet gününde herhangi bir nasibe, sahib değildir» buyurdu.

İbn Merduveyh ve Hatib, İbn Ömer'den rivayet ettiler:

Allah'ın Resulü, «Sadece karanın ve denizin karanlıklarında hidayet rehberi olarak kullanacağınız ilmi yıldızlardan öğreniniz. Ondan sonrasından sakınınız,» diye buyurdu.

Umulur ki bu gibi yasaklar zararın kapısını kapatmak kabi-lindendir. Çünkü bu bilgi çoğu zaman insanı şer'an mahzurlu olan noktalara çeker. Nitekim İbn Mihran'ın rivayet ettiği hadis de buna işaret ediyor.

Yıldızlara bakmanın yasaklanışına gelince, «yıldızların bizzat tesirleri vardır» diye iddia etmek, yıldızlara kahinler gibi bakmak­tır. Çünkü Cenab-ı Hakk'm her yıldızda yaratmış olduğu bütün Özellikleri bilmek Allah'tan başkası için mümkün olamaz. Bir kıs­mını bilmek veya bazılarında bulunan özelliklerin hepsini bilmek herhangi bir fayda temin etmediği gibi, insanı herhangi bir zan-dan öteye de götüremez. Böyle bir zanna yapışanın hali; Ay'ın ışıltısına yapışan, Güneş'in parıltılarına tutunan bir kimsenin ya­pışmasına benzer. Evet, kevn ü fesat (olma ve bozulma) âlemin­de Allah'ın emri neticesi bir takım hadiseler bir yıldızın doğuşu veya batışı veya başka bir yıldızla beraber oluşu anında olsun. Meselâ: Süreyya'nın batması veya doğuşu anında ya da Süheyl'in batması sırasında meydana gelen olayda bizim söylediğimizin deli­li vardır. Bunların adi sebeblerden oluşu ve bazen müsebbiblerin kendilerinden tahalluf edip (geridekalıp) meydana gelmemesi uzak bir ihtimal değildir. İster Eş'ari'lerin dediği gibi tesir onların ka­tında olur diyelim, ister Matûridi'lerin dedikleri gibi, onlar Al­lah'ın izniyle tesir edicidir» diyelim, ister Selefin dediği gibi diye­lim dava değişmez. Bu kabilden tecrübeli bir insan, herhangi bir şeyi bir yıldıza bakarak söylerse, bir sakınca yoktur.

Hatib'in îkrime'den rivayet ettiği hadise gelince, bir kişi, di­ğerinden yıldızların hesabını sordu. Kişi bu soruya cevap vermek­ten kaçındı.

İkrime ona «İbni Abbas'tan: Bu bir ilimdir. Halk ondan âciz oldu. Onu öğrenmek istiyordu» dediğini dinledim dedi.

Zubeyr bin Bekar'm Abdullah bin Hafs'dan rivayet ettiği ha­dis: «Araplar birkaç haslet (huy) ile başka milletlerden ayrıldılar:

1- Kâhinlikle (Bilinmeyen hakkında konuşmak),

2- Kıy af e (İzcilik) ile,

3- İyafe (Kuş uçurtmak ile kahinlik yapmak) ile,

4- Yıldızla,

5- Hesapla. İslâm kâhinliği yıktı. İslâmdan sonra diğerleri kaldı.»

Hasan bin Salih, İbn Abbas'tan rivayet ederek dedi:

«—Yıldızlar ilmi (Astronomi) halkın zayi ettiği bir ilimdir.»

Hasan bin Salih'in bu sözü —eğer sahih ise— bizim daha ön­ce söylediğimiz manâya hamledilir. Bütün bunları naklettikten sonra derim ki, yıldızlar ilmi (avama) fayda getirmeyen bir ilim­dir. Onu öğrenmek zarar vermez. Cenab-ı Hakk neyi dilerse, o olur. Neyi dilemezse, o olmaz  [4]

(98) «O sizi tek bir nefisten yarattı...»

Bu Âyet-i Celîledeki «Tek nefis» ten maksad, Hz. Adem'dir.

Cenab-ı Hakk bu âyetle başka bir nimeti hatırlatıyor. Çünkü ço­ğalmış toplumun tek kişiden çıktıklarını bilmeleri, birbirlerine merhamet etmeye, sevişmeye, birbirlerini sevmeye sebeptir. Bu âyette Cenab-ı Hakk'ın kudretinin, büyüklüğünün delili de vardır. Bir nefisten milyarlarca insan meydana getirmek buna delâlet eder.

(98) «Sizin için  babaların sulbünde [belinde] veya yeryü­zünde istikrar yeri vardır. Anaların rahminde veya kabirde ema-netgâhlar vardır.» Bu Âyet-i Celîlede kişinin sulbü, meninin is­tikrar yeri kılındı. Ananın rahmi de emanetgâh kılındı. Çünkü o meni sulbde herhangi bir kimsenin te'siri olmaksızın oluşur. Ana rahmine ise baba tarafından konur. Böylece ana rahmi emanet-gâha benzetildi. Böylece kişi emanetini oraya bırakıyor. Yeryüzü istirahat yeri, içi de emanetgâh kılındı. Çünkü insanlar yeryüzünde yurtlar, konaklar, evler edinirler. Fakat yerin altında bunlar yok­tur.

Hakim, birçok yoldan İbn Abbas'tan rivayet ediyor:

Âyetteki ((Müstakar» anaların rahmidir. Âyetteki «Müstevda'», babaların sulbüdür. Başka bir rivayette, Teyman'ın Hahamı İbni Abbas'a yazıp, «Müstakar» ve «Müstevda'»ı sordu. İbni Abbas «Müstekar anaların rahmidir, Müstevda' babaların sulbüdür» diye cevab verdi.

«Müstekarr'ı rahim ile tefsir etmeyi şu âyet de doğrulamak­tadır:

«Biz dilediğimizi rahimlerde durdururuz, takrir ettiririz.» [El-Hacc: 5]

«Müstevda'»ı «babaların sulbü» ile tefsir etmeye gelince, Şeyh-ül-İslâm, «Bu tefsir açık değildir» demiştir. Fakat Şeyhü'l-îslâm'in dediği gibi değildir. Çünkü İmam Fâhreddin Razi, «Müstekar, sebata Müstevda'dan daha yakındır» diye Müstakar ile Müstevda' arasında farkı belirttikten sonra bunu zikretmiştir. Bu tefsirin kuvvetli oluşuna delalet eden delillerden birisi de şudur: Bir tek nutfe (dölsuyu) babanın sulbünde uzun bir zaman durmaz. Fakat cenin uzun bir zaman ana rahminde durur. Madem ki rahimdeki duruş, sulbteki duruştan daha uzundur. Müstakarr'ı rahimdeki duruşta açıklamak daha uygundur. Ve Müstevda'ı da baba sulbün-deki duruşa isnad etmek daha evlâdır. Muhtemel ki, baba sulbü­nün emanetgâh olmasının manâsı Cenab-ı Hakk, Adem (AS)in zürriyetini belinden çıkardıktan sonra, onları kendi nefislerinin aleyhinde şahit kıldı. Olan olduktan sonra da onları yeniden çı­kardığı noktaya geri gönderdi demek olsun. Sanki onlar orada emanettirler. Cenab-ı Hakk dilediği zaman çıkaracaktır. Bundan dolayı baba sulbüne Müstakârr denilebilir.

îbn Abbas, Müstevda'ı baba sulbüyle açıkça tefsir etmiştir. Abdurrezzak, Said bin Cubeyr'den rivayet ediyor: îbni Abbas bana:   «Evlendin mi?» diye sordu.

«Hayır, bugüne kadar böyle bir isteğim olmadı,» dedim. İbni Abbas, «Eğer senin sulbünde bir emanet varsa, o çıkacaktır,» de­di.

Bazılan Müstevda'ı dünya ile, Müstakarr'ı kabir ile tefsir et­mişlerdir. Hasan BaSri'den gelen bir rivayet:

«Ey Adem oğlu! Sen ehlinin içinde emanetsin. Sahibine geri gidip yetişmen yakındır.»

Bunu söyleyen Hasan, Lebid'in şu şiirim okudu: «Mal ve aile efradı ancak birer emanettirler. Elbette emanetler bir gün geri verilecekler.»

Ebi Müslim el-İsfehani «Müstekarr 'erkek* demektir. Çünkü meni damlaları onun sulbünden çıkar. Müstevda'da 'kadın' demek­tir. Çünkü onun rahmi meni için emanetgâhtır. Sanki Cenab-ı Hakk «Allah, sizi bir tek nefisten yarattı. Sizden bir kısmı erkek bir kısmı kadın oldu.» buyurdu.

Yıldızlardan bahseden âyetin sonunda Cenab-ı Allah «yâ'le-mûn» cümlesini kullandı. Bu âyetin sonunda da «yefkâhun» cümlesini kullandı. İşaret etti ki, bir tek nefisten insanları yarat­mak, değişik durumlar arasında onları evirip çevirmek, sanat ba­kımından daha ince, tedbir bakımından daha lâtiftir. «yefkâ-hün» «fıkıh» kökünden geliyor. Fıkıh ise, zekâyı kullanmak ve dikkatli olmak demektir. O, bu makama daha uygundur. Bu Âyet-i Celîle, fıkhın, ilim'den daha beliğ olduğuna işarettir. Bazıla­rı «ikisi de aynı manâya gelir» demişlerdir.

(99) «O, gökten su indirendir. Bununla her türlü bitkiyi çı­kardık. Ondan yeşillikler çıkardık .Ondan da birbiri üstüne bindi­rilmiş daneler türetiyoruz...»

Bu Âyet-i Celîle, Allah'ın o büyük nimetlerinden diğer birini hatırlatmaktadır. O'nun kudretinin kemalinden, rahmetinin geniş­liğinden meydana gelen nimetlerden diğer birisini gözler önüne sermektedir. Bu âyetteki «SU»dan maksad yağmurdur. «gök»ten maksad buluttur. Veya âyette, «gök tarafından indirdik» diye takdir yapılır. Bazılarına göre, bu âyet zahiri gibidir. Suyun indi-rilişi hakikaten göklerdendir, birinci etabda bulutlara gelir; ikin­ci etapta yere iner. Bu görüşü seçerek savunan Cübbaî: «Birçok . buharlar, yer altında birleşirler. Sonra yükselip havaya giderler. Orada bulutları oluştururlar. O bulutlardan yağmur yağar,» diyen­lerin görüşü, birçok yönden çürütülmüştür, dedikten sonra şöyle devam etti :

1- «Soğukluk bazen hararet vaktinde olur, Bazen yazın ortasında olur. Bazen en soğuk bir zamanda yağmuru görürüz ki hiç donmadan iniyor, işte bu hadise, onların bu dediklerini iptal edi­yor.»

2- «Buharlar yükseldiklerinde ayrılırlar. Ayrıldıklarında da onlardan yağmur taneleri doğup gelmez. Belki buharlar hamam­ların bazılarının tavanında olduğu gibi kaygan bir  tavanda bir araya gelebilirler. Böyle bir tavan olmadığı takdirde bundan her­hangi bir şey akmaz. Buharlar havada yükseldikçe onların üstün­de birleşmeleri için kaygan bir yüzeyde   olmadığı   için   onlardan herhangi bir suyun oluşmaması gerekiyor.»

3- «Eğer yağmurun doğuşu buharların yükselişinden olsay­dı, buharlar daima denizlerden yükselmektedirler. Yağmurun da­ima oraya yağması gerekirdi. Denize devamlı yağmadığına göre bu görüş yanlıştır, diyoruz.»

Bunları söyledikten sonra Cübbai şöyle devam etti:

«Bu kavim, bu sözleri söylemeye şu noktadan dolayı mecbur olmuşlardır: Onlar inanırlar ki, cisimler kadimdir (öncesi bilin­miyor). O halde cisimlere ne eksiklik ne de fazlalık giremez. Böy­le olunca hadis (peyda edilen)lerin oluşmasının bir manâsı yok. Ancak o zerreler başka bir şekilde oluşmalarına rağmen, onlar bu şekilde oluşuyor diye tanımladılar. İşte bu sebebten dolayı her şeyin oluşumu için muayyen bir maddeden oluştu demeye mecbur oldular. Müslümanlar ise; cisimlerin hadis (sonradan) olduğuna inandılar. Yaradan âlim (Allah), cisimleri dilediği zaman yarat­maya gücü yeter. Dilediği şekilde evirip çevirmeye kudreti olan bir yapıcıdır. Müslümanlar buna inandıklarından dolayı böyle zor­luklara kaçmaya ihtiyaçları yoktur. Madem ki Kur'an'm zahiri, su­yun ancak gökten indiğine delâlet eder. Ve- böyle olması için her­hangi bir mani de yoktur. Onu bu manâya yorumlamak vacib olu­yor.»

Fakat (tabiatçiların) kitablanna müracaat edenlere gizli değil­dir ki, onlar Cübbai'nin bütün bu itirazlarına cevap vermişlerdir. Onlar «Bizi bu sözü söylemeye sadece Cübbai'nin sözleri değil de, göklerde 'Hark-u-İItiyam' (yırtıp-bitişme), in memnu olduğu da bizi bu sözü söylemeye zorlamıştır. Göklerin altında bir ateş kür-resi vardır. Ve Anasur [Element] âlemi (atmosfer) orada kesilir. Büyük bir dağın üzerinde bulunan bir kimse yağmur yağdıran bir bulutu görür. Halbuki o bulutun üzerine gökten herhangi bir su­yun inişini de görmez» demişlerdir[5]  

(99) «O su ite her şeyin bitkisini çıkardık.» Yani o suyu bit­kilerin yetişmesi için sebeb kıldık. Yani kemmiyet (nicelik) te ve keyfiyet (nitelik) özelliklerinde değişiklik arzeden bitki sınıf­larının hepsini suyun sebebiyle çıkardık. Nitekim Cenab-i Hakk başka bir âyette «Bir tek su ile sulanmaktatar ve basılarını yemek­te diğerine üstün kılarız.» [Rad: 4] buyurmuştur. Âyetteki «NE­BAT» «NEBT» gibi yerden çıkan bitkiler demektir. İster ağaçlar gibi kökü olsun ister yosunlar gibi olmasın, hepsine «NEBAT» denir.

(99) «Ondan bir yeşillik çıkardık...»

Bu Âyet-i Celile, bitkilerin köksüz kısımlarının açıklanması­na başlamaktadır. O yeşillikten de Cenab-ı Hakk, «Birbirinin üs­tünde olan başaklarda olduğu gibi daneler çtko,rdık» diyor. Ve sonra köklü olan bitkilere geçiyor ve buyuruyor:

(99) «Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, birbirine benzeyen ve benzemeyen üzümlerden, zeytin­den ve nardan bahçeler kılıyoruz...»

Bu âyetde, köklü olan bitkilerin anlatımına geçilmektedir.

Bilmiş ol ki, Cenab-ı Hakk, bu âyette bitkileri zikrettikten sonra, ağacın da dört çeşidini zikretti. Ağaçlardan önce bitkinin sözünü etmesinin nedeni, bitki gıdadır. Ağacın mahsûlü ise mey­vedir. Gıda meyveden önce gelir. Hurma, diğer ağaçlardan önce zikredildi. Çünkü hurmanın meyvesi gıda yerini tutar. Bir de, on­da bir takım yarar ve özellikler vardır ki başka ağaçlarda yoktur. Hurmanın arkasından üzümün ismini zikretti. Çünkü üzüm, mey­velerin en şereflilerindendir. Ondan sonra zeytini zikretti. Çünkü onda bereket ve büyük menfaat vardır. Kullanılışıyla ilgili diğer yönlerde de fayda vardır. Bundan sonra narın ismini açıkça belir­terek zikretti. Çünkü narda da fayda vardır. Nar hem meyvedir, hem de devadır (ilaçtır).

Sonra Cenab-ı Hakk şöyle devam etti:

(99) «Ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıve-riniz...»

Yani o anlarına delil getirmek için bakınız ve ibret alınız. Aca­ba, Cenab-ı Hakk bu lâtif ve. sulu meyveyi bu kuru ve katı olan ağaçtan nasıl çıkarmıştır?

(99) «Allah'a iman eden bir topluluk için bunda gerçekten ibretler vardır...»

Bu Âyet-i Celîledeki «bunda» zamiri [ismi işaret] daha önce bahsi geçen «dikkat edişe» racidir. Yani bu dikkatle bakmak­ta, bu ibret gözüyle seyretmekte iman etmek isteyen bir kavm için birçok deliller vardır. Allah'ın kadiri mutlak olduğuna ve. onun birliğine işaret eden birçok deliller vardır. «İman eden bir kavm için onda ibretler vardır,» dedi. Çünkü ondan yarar sağlayan bu kavimdir. İman etmeyenler ibretle bakmadıkları için yarar sağla­yamazlar. Bu olayın, hikmet sahibi kadirin (kudret sahibinin) varlığına ve birliğine delâlet etmesi, şu yönden geliyor: Bu değişik cinsleri ve çeşitli meyveleri bir tek kökten yaratmak, onu acaip bir tarzda halden hale sokmak elbette onun inceliğini bilen bir ustanın işidir. Onu ondan başkası yapamaz...

(100) «Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları o yarat­mıştır...»

Bu Ayet-i Celîledeki «cîn»lerden maksat meleklerdir. Çünkü onlar meleklere ibadet ederlerdi. Ve «Melekler Allah'ın kızlarıdır» diyorlardı. Onlara «cin» denmesi mecaz yoluyladır. Çünkü onlar da cinler gibi insan gözüne görünmezler. Onlara burada «cin» demenin ikinci bir nedeni vardır. Yani onların durumu ilâhlık ma­kamına nispet edilirse, düşük olurlar, onlar ilâh olamazlar demek­tir.

Bu tefsir, Katade'den ve Süddî'den rivayet edilmiştir. Bazıla­rının sözünden anlaşılıyor ki, «cin» tabiri, hem cinleri hem de melekleri kapsamaktadır. Bazılarına göre âyetteki «cin»den mak-sad şeytanlardır. Bu tefsir de, Hasan Basri'den rivayet edilmiştir. Cinleri Allah'a şerik (ortak), koşmalarının manası, Allah'a itaat ettikleri gibi, onlara itaat etmeleridir. Veya cinlerin vesvese ve tahrikleriyle putlara tapmalarıdır.

İbni Abbas'tan rivayet edildi:

Bu âyet, «Allah, insanların yabanî ve evcil hayvanların ve diğer canlıların yaratanıdır. İblis ise yırtıcı hayvanların, yılanların, ak­replerin ve serlerin yaratanıdır» diyen zindîklar hakkında nazîl olmuştur. Bu takdirde «cîn»den maksad; serlere sebeb olan ve pis vesveseleri beşerin ruhuna sokan İblis ve ona uyanlardır. Nur ve karanlık ile hükmeden ateşperestlerin bu hususta birçok söz­leri vardır ki, kulaklar onları dinlemek istemiyor, nefisler onlar­dan tiksiniyor.

îbn Abbas'ın hadisinde Mecusilere   «Zindîklar»   denilmiştir.

Çünkü «zindîklık» onların vasfıdır. Çünkü Zerdüşt'ün  [6] Al­lah katından geldiğini iddia ettiği  zend  adlı kitaba mensub olan bir kimseye «zendî» deniliyor. Sonra bu Arapçalaştinlmiştır: «Zındık» olmuştur. Çoğuluna «Zenadîk» deniliyor. Mecûsi'ler, «kâ­inatta olan her şeyin hayrı Yezdan'dan (yani nurdanjdır. Şerri İb­listendir» diyorlar. Sonra İblisin muhdis (icadeden) olup olma­ması hususunda da çeşitli görüşleri vardır. Daha önce dediğimiz gibi onları kulaklar dinlemek istemiyor.

Eğer denilirse: Zindîklar sadece İblisi Allah'a ortak koşuyorlar, O halde niçin Cenab-ı Hakk, âyette «Cinleri Allah'a ortaklar koş­tular» diye çoğul tabiri getirmiştir?

Cevab olarak deriz ki, İblisin cinsinden ve gurubundan yar­dımcıları vardır. Onlar da cinlerin şeytanlarıdır. İblisin yaptıkla­rının aynısını yaparlar. Cenab-ı Hakk bunun için onlardan hikâye ederek «Onlar bu cin ortaklarım Allah'a ortak koşuyorlar» bu­yurdu.

Bu âyetin iniş sebebinde ihtilaf vardır. Yani cinlerin onlarla «ortaklık» konusunda ihtilaf vardır. Muhtelif görüşler vardır. Ba­zıları «Ayet, Arap kâfirleri hakkında inmiştir; çünkü onlar cinlerin kendilerine emrettiğine itaat edip putlara taptıklarından sanki cinleri Allah'a ortak koşmuşlardır,» diyorlar. Bazıları da «Bu âyet Mecûsi'ler hakkında gelmiştir» dediler. Bunun açıklaması da­ha önce geçti.

(100) «Bir de hiçbir bilgiye dayanmaksızın ona oğullar ve kızlar yakıştırıp uydurdular. O, ise, nitelendıre geldikleri şeylerden yücedir^uzaktır,..»

Bu âyetin tefsiri: Cenab-ı Hakk'a «oğul» nisbet eden Hıristi­yanların tamamı ve Yahudilerden de sadece bir guruptur. Hıris­tiyanlar Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu iddia ederler veya söz­lerinden bu anlaşılır. Yahudilerden bir gurup da Uzeyr'in Allah' m oğlu olduğunu savunurlar. Arap kâfirleri de «Melekler Allah'ın kızlarıdır» derler. Ve hepsi de ilimsiz olarak Allah'a iftira ederler. «îlimsiz olarak» tabiri bu sözün fâsid (yanlış) olduğuna dair ke­sin bir delildir. Çünkü çocuk babanın bir parçasıdır. Allah ise par­çalanmayı, [tecezziyi] kabul etmez. Cenab-ı Hakk, bunları söyle­dikten sonra nefsini bu bâtıl sözler ve bozuk fikirlerden arındıra­rak «O, ortaktan münezzehtir ve onların vasfettiklerinden de yü­cedir. Onların isnad ettikleri Allah'ın celaline yakışmaz» buyuru­yor.

(101) «Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. Onun nasıl bir çocuğu olabilir? Onun bir eşi yoktur. O her şeyi yaratmıştır. O her şeyi bilendir...»

Bu Âyet-i Celîlenin tefsirinde şunlar söylenmiştir:

Yerleri ve gökleri aletsiz, maddesiz, zamansız ve mekansız ya­ratıp meydana getiren O'dur. Rağip el-İsfehanî, âyetin tefsirinde şunları söyledi: «bedi'» kelimesi yaratana da, yaratılana da at­fedilir. Yani «feîl» sigası «—İsm-i-Fail—» manâsına geldiği gibi, «İsm-i Mef'ul» manâsına da gelir. Yerler ve gökleri acaib bir tarz­da, üstün bir şekilde, üstünlüğüne erişilmez bir güzellikte yarat­mıştır. Yaratırken bir örnekten faydalanmakta, kendisi için söz konusu değildir.

Âyet-i Celîledeki «bedî» kelimesi, Bedia, Bedii, Bediu şeklin­de" üç hareket ile okunmuştur. «Onun çocuğu nerde olabilir?» cümlesi «Müste'nife»  [daha öncekinden alakasız yeni başlamış] bir cümledir. Allah'a nisbet ettiklerinin muhal (mümkün olmayan) olduğunu açıklamaktadır. Allah'ın onların sözlerinden uzak oldu­ğunu beyan buyurmaktadır. «Oysa Allah'ın eşi yoktur.» Cümlesi kuvvetlendirici bir durumdur. Çünkü çocuk annesiz olmaz. Yani nerden ve nasıl O'nun bir çocuğu olacaktır? Halbuki O'nun çocu­ğu dünyaya getiren bir eşi yoktur.» demektir. «Her şeyi O yarattı» cümlesi, daha önce bahsedilen muhal (mümkün olmayan) larm araştırılması için zikredilen bir cümledir. Yani onların «çocuk» dediğini de o yaratmıştır. Yaratılmış nasıl Halik'in [Yaradan]m ço­cuğu olur?» diyebilir?

Fahreddin Razi «Tefsir-i Kebir»inde şunları söylüyor:

Bir kimse «Cenab-ı Hakk'ın çocuğu vardır» demekle; «Cenab-i Hakk, herhangi bir, meni damlası anne rahmine girmeksizin onu orada yaratmıştır» manâsını kastederse, onun bu kastı reddedil­diği gibi, ona denilir ki; «O, gökleri ve yeri de herhangi bir pro­jeye dayanmaksızın yaratmıştır.» Eğer her yarattığına bu şekilde «EVLAD» denilirse göklere ve yere de, «Allah'ın çocuğudur» de­mek gerekir. Bu ise ittifakla bâtıldır. Eğer «çocuk»tan maksat, canlılar arasından meydana gelen çocuk ise, yine reddedilir. Çün­kü Allah'ın eşi yoktur ki çocuk doğursun. Bir de, bir eş vasıtasıyla çocuk edinmek ancak yaratmaya ve icad etmeye kudreti olmayan hakkında geçerlidir. Halik (yaradan) olan ve bütün mümkinati yoktan vareden için, buna ne hacet vardır? O bir şeyi irade etti­ğinde «OL» diyor, o şey de oluveriyor. Böylece doğurmak sure­tiyle ondan bir şahsın meydana gelmesi mümkün değildir. Eğer üçüncü bir mefhumu kastederlerse, bu da düşünülemez.

(101) «O her şeyi bilendir.» Yani ne olursa olsun onu bilmek Allah'ın şânmdandır. İsterse mahlûk (yaratılmış), isterse gayri mahlûk olsun. O'nun ezelî ve ebedî ilmi her şeyi kapsamaktadır. Durum bu olduktan sonra nisbet edilen çocuk ya kadim (önceden varolan) veya hadis (sonradan varedilmiş) olacaktır. Kadim olması caiz değildir. Çünkü kadimin «Vacib-ul-Vücud» [zatın­dan Ötürü vacib-ul-vücud] olması vacibtir. Böyle olan zat da baş­kasına muhtaç değildir. Çocuğun başkasının evladı olması mem­nu' olur. Öyleyse başkasına evlad olması hadis (sonradan yaratıl­mış) olmasını vacib kılar. Cenab-ı Hakk'ın her şeyi bilmesi mu­hakkaktır. Öyle ise çocuğun oluşunda kendisi için bir menfaat var mıdır yok mudur O, biliyor. Eğer birinci ihtimal olursa, hiçbir zaman düşünülemez "ki, ondan önce bu çocuğun yaratılması iste­nilmesin. Bu da, çocuğun ezelî olmasını gerektirir. Ezelî olması da düşünülemez. Eğer ikincisi olursa, o zaman da bu çocuğun hiç olmaması gerekir.

Netice olarak, bu âyetten anlaşılan, kesin delillerdir. O, ifti­racıların uydurmuş oldukları iddiaları iptal etmektedirler. İlimsiz piyasaya sürdüklerini temelinden yıkmaktadırlar. Fahreddin Razı' bunları söyledikten sonra «Eğer, geçmiş ve gelecekler hepsi bir araya gelseler, bu meselede bu âyete denk düşecek bir konuşma­ya kalkışsalar, âyetin işaret ettiği deliller kuvvetinde, üstün bir söz söyleyemezler ve bundan kesinlikle aciz kalacaklardır.»

Beyzavî haşiyesi Şihab «Bundan anlaşılan ikna edici deliller­dir» diyor. Umulur ki, en uygunu «bazıları kesin, bazıları ikna edi­ci delillerdim demektir. Düşün [7]

 

Meal

 

(102) «îşte bu niteliklere sahib olan Allah, Rabbınızdır. On­dan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratanıdır. (Öyleyse) ona kul­luk ediniz. O herşeyin üzerinde vekildir.»

(103) «Gözler onu idrak edemezler. Halbuki o gözleri idrak eder. O'dur incelikleri bilen ve herşeyden haberdar olan.»

(104) «Size Rabbınızdan basair (hüccetler)  geldi. Artık kim görürse nefsi içindir. Kim de körleşirse kendi aleyhindedir. Ben sizin üzerinizde gözetleyici değilim.»

(105 «İşte böylece ayetleri evirip çeviririz. Ta ki «sen ders okumuşsun» desinler ve biz O'nu (Kur'an'ı) bilen bir kavm için açıklayalım diye.»

(106) «Babbinden sana vahyolunana uy. Ondan başka her­hangi bir ilâh yoktur. Müşriklerden yüz çevir.»

(107) «Eğer Allah dileseydi, onlar şirk koşmazdılar. Seni on­ların üzerinde gözetleyici kılmadık. Sen onlar üzerinde vekil de­ğilsin.»

(108) «Allah'tan başka çağırdıklarına   (batıl mabııdlarına) sövmeyiniz ki, onlar da haddi aşarak Uimsiz olarak Allah'a söve-mesinlef.  Böylece her ümmet   için  amellerini   süsledik.   Sonra Rabblannadır dönüşleri. O zaman onlara yaptıklarını haber verir.»

(109) «Onlar, eğer kendilerine bir ayet (alamet, mucize) ge­lirse, şüphesiz ona iman edeceklerine Allah'a yemin ettiler. De ki: Ayetler ancak Allah'ın kalındadır. Onlara ayetler gelirse de, iman etmeyeceklerinin siz farkında değil misiniz?»

(11) «Biz onların kalblcrini ve gözlerini ilkin iman etmedik­leri gibi tersine çeviririz. Onları isyankârlıkları içinde şaşkın şaşkın dolaştıkları halde bırakırız.»[8]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(102)   «İşte bu niteliklere sdhib  olan Allah,  rabbtmzdır...» Bu âyetin izahı:

Yani gökleri ve yerleri yaratmak sıfatıyla vasıflanan, her şe­yi bilen sizin Rabbınizdır. İbadete layık olan O'dur. O'ndan baş­kası  çağırmakta olduğunuz putlar  ibadete layık değildirler. Çünkü onlar yaratmaz, zarar vermez, fayda sağlamaz cansızlardır. Ve onlar bilmezler. Allah ise yaratandır. Zarar verir, fayda verir ve bilendir.

(102) «Ondan başka ilah yoktur. Her şeyin yaratanıdır.» Yani ibadete layık olan O'dur. Ona kulluk ediniz, itaat ediniz.

(102)  «O, her şeyin üzerinde vekildir.» Yani yaratmış olduğu her şeyin koruyucusu, rızıklarını yaratan ve veren O'dur. Hepini­zin gidişatını sevk-ü-idare eden odur. O halde ona ibadet etmek, kulluk yapmak suretiyle ihtiyaçlarınızı ondan isteyiniz. Amelleri­nizi, ihtiyaçlarınızı istemek hususunda aracı kılınız. Çünkü «VE-SÎLE» (sebep, araç) âmellerden başkası değildir. [9]

 

Müminler Cennette Allah'ı Göreceklerdir

 

(103)    «Gözler, O'nu idrak edemezler. Halbuki O, gözleri id­rak eder...»

Bu tefsirin izahı:

«Tefsir alimlerinin cumhuru «idrakin» manâsı; bir şeyin hakikatini tam anlamaktır» diyorlar. Nitekim kalblerin O'nu ta­nıyıp, fakat aslını anlayamadıkları gibi, gözler de Cenab-ı Hakk'ı görürler fakat O'nun hakikatini kavrayamazlar.

Said bin Müseyyib bu âyetin tefsirinde «Gözler onu ihata edemez (kavrayamaz)n demiştir. İbn Abbas'ta «Yaratıkların gözle­ri onu ihata etmekten yoruldu» diyor.

Bid'at ehlinden Harici'ler, Mutezile'ler, ve Mürcie'nin [10] bir kısmı bu âyete yapışarak dediler ki: Allah'ın yarattığından hiç kimse Allah'ı göremez. Onu görmek aklen mümkün değildir. Çün­kü Cenab-ı Hakk «gözler onu idrak edemez» buyurdu. Gözün id­raki ise, görmekten ibarettir. Çünkü «ben gözümle idrak ettim» ve «ben gözümle gördüm» sözleri arasında bir fark yoktur. Böy­lece sabit oldu ki «gözler onu idrak etmez»in manâsı, gözler onu görmez demektir. Bu ise, umumu ifade eder.

Ehli sünnetin mezhebi şudur: Mü'minler, kıyamet gününde ve cennette Rablerini görürler. Allah'ın görülmesi aklen mümkündür. Ehli sünnet, mezheblerinin doğruluğuna kitab ve sünnetin sırt sır­ta vermiş delillerim getirmişlerdir. Sahabenin ve sahabeden son­ra gelen ümmet selefinin birleşmesini delil getirmişlerdir. Zira selef Cenab-ı Hakk'm ahirette görülmesi mü'minler için sabittir fikrinde birleşmişlerdir. Cenab-ı Hakk «birtakım yüzler o günde parıl parıl parlıyorlar, Rablerine bakıcıdırlar» [Kıyame: 23] buyuruyor. Bu ayet, mü'minlerin kıyamette Rablerini göreceklerine de­lâlet eder. Cenab-ı Hakk başka bir âyette «Hayır! Kuşkusuz onlar Rablerinden o gün de mahcubturlar.» [El-Mutaffifin: 15] Perdeli­dirler, görmezler buyurmuştur.

İmam Şafii, «Bir kavra, ma'siyetten dolayı Allah'ın cemalinden mahcub oldular. [Ma'siyetten maksat küfürdür.'] Böylece sabit ol­du ki bir kavim de, taattan ötürü O'nu göreceklerdim dedi. O taat ta imandır.

İmam Malik «Eğer mü'minler kıyamette Rablerini görmesey-diler kâfirleri mahcub olmakla kmamazlardı» diyor.

Cenab-ı Hakk «O kimseler ki iyilik yapmışlardır. Onlar için en güzeli vardır ve daha da fazlası vardır» [Yunus: 26] buyurmuş­tur. Bu ayetteki «ve fazlası da vardır» tabiri «Allah'ın cemaline bakmak»la tefsir edilmiştir.

Hadisin delillerine gelince: Celil bin Abdullah el-Bûceli der ki: Biz Resûlüllah'ın yamndaydık. Dolunaya baktı. Ve buyurdu:

— Kuşkusuz sizler Rabbinizi şu dolunayı gördüğünüz gibi gözlerinizle göreceksiniz. Onun görülmesinde size zulmedilmeye-cektir. Eğer gücünüz yetiyorsa, güneşin doğuşundan önce ve gü­neşin batışından önce herhangi bir namazdan geri kalmayınız. Yani güneş doğmazdan ve batmazdan önce sabah ve ikindi na­mazlarını terketmeyiniz.» Bunları söyledikten sonra Besûl-i Ek* rem:

«Güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbıni teşbih et.» [Kaf: 39] âyetini okudu. Hadisi, Buhari ve Müslim rivayet etmiş­lerdir. [11]

 

Kıyamet Gününde Allah'ın Gözle Görüleceğini Bildiren Hadis-İ Şerif

 

Ebü-Hüreyre: Bazı kimseler; «Ey Allah'ın Resulü, kıyamet gü­nünde biz Rabbimizi görür müyüz?» diye sordular.

Allah'ın Resulü:

«— Sis dolunayın görülmesinde zulme uğrar mısınız? [Yani görmeme ihtimaliniz var mı?]»

Sahabe:

«— Hayır! Ey Allah'ın Resulü.» Cenab-ı Peygamber:

Önünde bulutlar yoksa güneşi görmekte herhangi bir zarara uğrar mısınız [mani var mı?]

Sahabe:

«— Hayır, ey Allah'ın Resulü!» dediler.

Resûlüllah:

«— Kuşkusuz sizler böylece de Rabbınızı göreceksiniz.» bu­yurdular.

Hadisi, Ebu Davud ve Tirmizi rivayet ettiler. Fakat Tirmizi'nin rivayetinde «Bir gurup insanlar Resûlüllah'tan sordular» ibaresi ve «Onun önünde herhangi bir bulut olmadığı halde» ibaresi de yoktur.

Ebu-Hüzeyl el-Ukayli der ki:

«— Ey Allah'ın Resulü! Her birimiz kıyamet gününde Rabbını arada hiçbir perde olmaksızın görecek midir?» diye sordum.

Resûlüllah:

«— Evet» dedi.

Ben :

«— Bunun yarattıklarından âyeti, [alameti] nedir?»

Besûlüllah:

«— Ey Eba-Hüzeyl! Hepiniz dolunayı on dördüncü gecesinde önü çıplak ve arada bir perde olmaksızın görmez misiniz?»

Ben:

«— Evet ya Resûlüllah» görürüz dedim.

Resûlüllah:

«İşte Allah daha yücedir. Ay ancak Allah'ın yarattıklarından bir cisimdir. Cenab-ı Hakk en ulu ve en büyüktür» buyurdu.,.

Hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.

Aklî delillere gelince: Ehli sünnet, tefsir konusu olan bu âyet­le mü'minlerin kıyamet gününde Rablerini göreceklerine dair de­lil getirmişlerdir. Bu delilin oluş şekli şöyledir: Cenab-ı Hakk, «Gözler O'nu idrak etmez» diye kendisini övdü. Eğer onun rü'yeti (görülmesi) mümkün olmasaydı bu temeddün (yani bu övme) oluşmazdı. Çünkü «yok» olanla temeddüh (övünme) olamaz. Böy­lece sabit oldu ki «gözler onu idrak etmez» âyeti övülmeyi ifade ediyor. Bu da, işaret eder ki, Cenab-ı Hakk'ın rü'yeti (görünmesi) mümkündür. Bunun tahkik-i (doğruluğunun araştırılması) şöy­ledir:

Bir şey, nefsinde (kendisinde, esasında) görünmesi mümkün değil ise, onun görünmemesinde herhangi bir övgü ve medih lâzım gelmez. Herhangi bir ta'zim gerekmez. Ama kendi zatında görün­mesi mümkün ise, buna rağmen kendisini göstermezse, bu kud­ret, onun övülmeye layık olmasına ve azametine delalet eder. Böy­lece sabit oldu ki, bu âyet Cenab-ı Hakk'm görünmesinin mümkün olduğuna işaret ediyor. Bu sabit olunca, mü'minlerin kıyamette kesinlikle onu göreceklerine kanaat getirmek lâzımdır. Çünkü Musa CAS) O'nu görmeyi istedi. «Göster bana, sana bakayım» [el-Araf: 143] dedi. Bu istek, Allah'ın görülmesinin mümkün ol­duğuna delalet eder. Çünkü Hz. Musa gibi bir peygamberi zişân mümkün olmayan bir şeyi istemez. Cenab-ı Hakk (celle ve alâ) gö­rülmesini dağın istikrar bulmasına bağlamıştır. «Eğer o yerinde istikrar ederse bundan sonra beni göreceksin.» [el-Araf : 144] Da­ğın istikrar etmesi ise, mümkündür. Mümküne bağlı olan şey ise, zaten mümkündür.

Mutezile'nin bu âyetin zahirine yapışmasına gelince: Bilmiş ol ki, idrak görünmenin aynısı değildir. Çünkü idrak eşyanın haki­katini kavramaktır. Görünmek ise, şeyi gözle görmektir.   Rü'yet (görünmek) bazan idraksiz olur. Nitekim Cenab-ı Hakk, Musa' nın kıssasında «Musa'nın arkadaşları: Kuşkusuz biz idrak olun­duk» [Şuarâ: 11] dediler. «Musa, hayır» dedi. Firan'in kavmi ise, Musa'nın kavmini görmüşlerdi. Fakat onları tam idrak etme­mişlerdi. Onları idrak eder gibi olmuşlardı. Musa, rü'yetin olma­sıyla beraber idraki terkederek «Hayır» dedi. Cenab-ı Hakk ahi-rette idrak olunmaksızın, ve ihata edilmeksizin görülebilir. Çünkü idrak görüneni tam kavramaktır. Hakkında geniş bilgi sahibi olu­nan da, belirli hududlar kapsamına giren ve cihetleri olandır. Ce­nab-ı Hakk ise, hudud ve cepheyle sıfatlandırılmaktan uzaktır. Çünkü kadimdir (başlangıcı yoktur), O'nun sonu da yoktur. Buna binaen Cenab-ı Hakk görünür, fakat idrak olunmaz.

Bir kavim «Bu Âyei-i Celile dünyaya mahsustur» demiştir.

îbn Abbas âyetin manasında «dünyada gözler onu idrak et­mezler, fakat ahirette görünür» demiştir. Bu görüşe göre idrak ile rü'yet (görülme) arasında fark yoktur.

Alimler bu tahsise Cenab-ı Hakk'ın «birtakım yüzler o gün pa~ rıl parıl parlar, Rablerine bakarlar» [Kıyame: 23] ayeti işaret eder diyorlar. Cenab-ı Hakk'ın «o gün parıl parıl parlarlar» sözü kıyamet günü ile kayıtlıdır. Buna binaen iki âyet arasında cem' mümkün olur. Süddi, «Basar (görme) iki basardır. Muayene ba­sarı ile ilim basandır« diyor. Cenab-ı Hakk'm «basarlar onu idrak etmez» sözü, O âlimlerin ilmiyle idrak olunmaz demektir. Bunun benzeri «ilim yönünden onu ihata etmezler» [Tana: 111] âyetidir. Süddi'nin bu yorumu güzel bir yorumdur. Allah daha iyisini bi­lir.

«O, gözleri idrak eder» Yani bütün görünenleri görür, bütün müşahede edilenleri müşahede eder. Onların hakikatlannı bilir, özelliklerine vakıftır. O, görenlerin gözleriyle idrak olunmaz, fa­kat O, gözleri idrak eder. [12]

 

Allah'ın Sıfatlarından «Lâtif» Ve «Hâbir»În Manası

 

(103) «O, lâtif ve Hatır (bilen) dir». İbni Abbas bu cümle­yi, «Velileri hususunda lâtif dir. Onların hakkında habir (bilgili) dir» dedi.

Zühri, «latifin manâsı, kullarına şefkat gösterendir» dedi.

Bazıları, «Latif bir şeyi sana şefkatle, yumuşaklıkla vardıran demektir» dedi.

Bazıları, «Latifin manâsı, kullarına günâhları unutturur, tâ ki mahcub olmasınlar demektir» dedi. Lütuf kelimesinin kökeni dik­katle eşyaya bakmaktır. Ebu Süleyman el-Hitabî, «lâtif, kullarına yumuşaklık gösteren, onlar bilmedikleri halde onlara lütfeden, on­ların beklemedikleri halde yaptıklarını onlara kavuşturan, Allah demektir» dedi.

El-Ezherî, «Cenab-ı Hakk'm isimleri arasında «el-lâtif»in manâsı kullarına merhamet ve yumuşaklık gösteren Allah de­mektir» diyor.

Bazıları «kullarına güçlerinin yetmediğini yüklemediğinden dolayı, lâtiftir. Haketmediklerinden fazlasını onlara vermek yönünden lâtiftir» dedi .Bazıları da «O lâtiftir yani tâat (ibadet iman) anında kullarını över, ma'siyet (günâh, isyan) anında onlardan iyi­liğini, ihsanını kesmez» diyor Bazılarına göre «lâtif» o, gözlerle görülmekten incedir, fakat O gözleri görür demektir.»

(104) Size Rabbinizden besair (hüccetler) geldi...» Bu âyetin izahı: t

«besâîr», besire'nin çoğuludur. O, bir şeyi görmeyi ge­rektiren manâ demektir. Bir şeyi bilmeyi gerektiren işaret demek­tir. Âyetin manâsı «size içinde beyan ve hidayeti, sapıklıktan ayır-dedebilecek «hüccet»ler, hakkı bâtıldan ayırdedecek «delil­ler» bulunan Kur'an geldi» demektir.

Bazılarına göre «besâir âyetler ve ispatlardır.»

Bazıları «Ayetler ve deliller, haddi zatında gösterici değildir­ler.» Ancak onlar kuvvetleriyle görmeyi, onları bilen ve tanıyan, onların hakikatma vakıf olan için gerektiriyor demektir, diyor. Bu âyetler ve hüccetler basiretlerin oluşmasına sebeb oldukların­dan dolayı onlara «besâir» denilmiştir.

(104) «Artık kim görürse nefsi içindir, kim de körleşirse kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde gözetleyici değilim...»

Bu âyetin izahı:

Kim âyetleri tanıyıp onların vasıtasıyla hakka hidayet o.lur-sa, nefsi için onları tanımıştır ve nefsinin lehinde amel etmiştir. Çünkü menfaati nefsine aittir. Kim ki, körleşip (yani cahil olup) âyetleri tanımazsa, onlarla doğru yolu bulmazsa, onun zararı nef­sine aittir. Onun vebali kendisinedir. Çünkü Cenab-ı Hakk, hal­kından zengindir.

 (104)    «Ben  sisin üzerinizde gözetleyici  değilim»   sözü,  Hz. Muhammed'in dilinden söylenmiştir. Yani Cenab-i Hakk, Peygam­berine, böyle söyle. Yani ben sizin gözeticiniz   değilim   ki, sizin amellerinizi teker teker sayayım ve yaptıklarınızı teker teker tes-bit edeyim. Ben, ancak Rabbınızdan size gönderilen bir peygam­berim. Neyle gönderilmişsem onu size tebliğ ederim. Esasen sizi gözetleyici ve koruyucu olan ancak Allah'tır. Allah'a amelleriniz­den, hallerinizden hiçbir şey gizli değildir.

Bazıları, «Ayetin manası, Allah'ın sizin hakkınızda istediğini, benim defetmeye gücüm yetmez demektir» kanaatmdadır.

Bazıları da, «Sizi koruyucu ve vekil olan bir kimsenin yaka­lamasıyla imandan ötürü yakalayanıam» demek olduğunu söylü­yor. Bu yorum, müşriklerle savaşmayı emreden hüküm gelmezden öncedir. Bu yoruma binaen kılıç âyetleriyle bu âyet mensuh olu­yor. Birinci yoruma göre, ayet mensuh değildir. Allah hakikati da­ha iyi bilir.

(105)    «İşte böylece ayetleri evirip çeviririz...» Bu âyetin yo­rumu:

Biz, bu şekilde âyetleri açıklıyoruz. Her yönden tafsilatım ya­pıyoruz. Nitekim daha Önce açıklamasını yaptığımız gibi.. [13].

 

Müşriklerin Peygamberimize «Sen Ders Okumuşsun» Demeleri

 

(105) «Tâ ki, 'sen ders okumuşsun' desinler...» Bu. âyetin izahı:

Yani biz âyetleri evirip çeviriyoruz ki, delilleri onları sustur­sun ve onlar sana «Sen ders okumuşsun» desinler. Bazı tefsirciler «Tâ ki, onlar sana, sen ders okumuşsun demesinler demektir» di­yor. Bazıları da, buradaki «LAM' akıbet lam'idır. Bu takdirde âyetin manâsı «Sonuç olarak onların emirleri; Sen başkasının yanın­da ders okumuşsun, diyeceklerdir» şeklinde oluyor. Yani başkası­nın yanmda bunu çokça tekrar etmişsin, onun için bunu böyle hıfzetmişsin, ezbere söylüyorsun, diyeceklerdir.

îbni Abbas «Mekkelilere Kur'an-ı okuduğun zaman «Sen bu Kur'an-ı Rum esirlerinden olan Yaser ve Hayrın yanında ders al­dıktan sonra bize okuyor ve bu kitab Allah katından gelmiştir, di­ye iddia ediyorsun desinler diye böyle âyetleri türlü türlü çevirip açıklıyoruz» dedi.

El-Ferra «Âyetin manası; sen bu Kur'an-ı Yahudilerden öğren­mişsin desinler diye âyetleri evirip çeviriyoruz...» tarzında tefsir etmiştir. Bazı kıraatlarda  dereste  yerine «darestk» okun­muştur. Dareste'nin manâsı başkasıyla müzakere etmek demek­tir. Yani «onlar, sen bunu kitab ehliyle müzakere etmişsin. Sen onlara okumuşsun onlar sana okumuşlar desinler diye böyle yap­tık.» Bazı kıraatlarda şeddesiz «dereste» diye okunmuştur. Bu kıraata göre âyetin manası: Bize okuduğun bu haberler eski ha­berlerdir. Çürümüşler, eserleri silinip gitmiştir, demek oluyor.

(105) «Ve biz onu bilen bir kavra için açıklayalım diye böy­le evirip çevirdik...»

Bu âyetteki «onu» zamiri, Kuran'a racidir. Ayetin manâsı: «Âyetleri, bilen bir kavme açıklamak için evirip çevirdik» demek­tir.

îbni Abbas, «bu bilen kavimden Allah, dostlarım kastediyor. Doğru yola hidayet ettiği dostlarım...

Bazılarına göre; âyetin manâsı «böylece biz âyetleri evirip çe­viriyoruz ki, o âyetler sayesinde bir kavim saîd, (mutlu) başkala­rı  da onun vasıtasıyla şâkî (bahtsız) olsun. Binaenaleyh ondan yüz çeviren ve peygambere «Sen bunu çokça başkasının yanında ders olarak okumuşsun» diyen o şakidir. Kime hak belirirse, kim onların manâlarını anlarsa ve onlarla amel ederse o da saiddir.»

Ebu îshak; onları «Sen bunu ders olarak okumuşsun» deme­ye sevkeden sebeb, âyetleri onlara okumasıdir. Buradaki «LAM»a, lügat ehli «Seyrurat lamı» diyorlar. Yani emirlerinin sonucu «Sen bunu ders olarak okumuşsun» demeye varsın diye âyetleri evirip çeviriyorsun. îşte bu, onların şekavetine sebeb oldu. Bu Âyet-i Ce-lîlede, Cenab-ı Hakk'ın âyetleri evirip çevirmesi bir kavmin dalâlet . ve şekavetine (bedbahtlığına) bir kavmin de saadet ve hidayetine sebeb kılmasının delili vardır. [14]

 

Allah'tan Vahyolunana Uy...

 

(106) «Rabbinden sana vahyolunana uy...

Ayetteki bu hitap Resûl-i Ekreme'dir. Yani «Ey Muhammed! Rabbinin sana vahyinde emrettiğine tâbi ol. O da Kur'an'dır. Kur' an'la amel et. Onu kullarıma tebliğ eyle. «Sen bu Kur'an-ı başka­sıyla müzakere etmişsin» veya «başkasından ders okumuşsun» di­yenlerin sözüne bakma.

aRabbinden sana vahyolunana uy» âyeti, Resûl-i Ekrem'in kal­bine bir teselli veriyor. Üzüntüsünü yok ediyor. O üzüntü «Sen bu­nu başkasının yanında ders okumuşsun» sözlerinden peydan ol­muştu.

Cenab-ı Hakk «Ondan başka ma'bud yoktur» âyetiyle, zatının «birr» «ferd» ve «samed» olduğuna, ortağı olmadığına temas ediyor. Böylece O'na tâat (ibadet, iman) vacib oluyor, taatinin ter­ki caiz olmaz. Cahillerin cehaletinden, yoldan kayanların bâtıl ka­yışlarından ötürü O'nun taatinden vazgeçilmez. [15]

 

Müşriklerden Yüz Çevir...

 

(106) «Müşriklerden yüz çevir...» Bu âyetin izahı:

Yani hali hazırda yüz çevir. Daimi değil. Eğer manâ bu ise nesh yok. Bazıları da «Onlardan yüz çevirmekten maksat, onlarla savaşmayı bırak» demektir. Bu tefsire binaen savaş âyetiyle bu âyet neshedilmiş oluyor.

(107) «Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdılar...»

Zeccac «Bu âyetin manâsı şudur: «Eğer Allah dileseydi onları mü'min yapacaktı ve onlar şirk koşmayacaklardı.» Bu Âyet-i Celî-le onların şirkinin Allah'ın istemesiyle olduğunun açık bir delili­dir. Onlar irade etmiş, Allah da dilemiştir. Mutezile bu manaya mu­halefet etti, «Allah hiç kimseden küfür ve şirki irade etmedi» de­diler. Fakat âyet onların görüşlerini reddediyor. [16]

 

Hz. Peygamber (S.A.) Gözetleyici Değil Tebliğ Edicidir

 

(107) «Seni onların üzerinde gözetleyici kılmadık...» Bu âye­tin izahı:

Yani «Ey Muhammed! Seni bu müşriklerin üzerine gözetleyi­ci, koruyucu kılmadık ki, sen onların amellerini hıfzedip koruyasın.»

îbni Abbas ve Ata'dan gelen rivayette «Onları bizden (azabı­mızdan), menedecek bir koruyucu olarak onlar üzerinde seni kıl­madık» deniyor. Âyetin manâsı «Sen müşrikleri azabtan korumak için gönderilmemişsin, ancak tebliğ edici olarak gönderilmişsin. Bi­naenaleyh onlar niçin şirk koşuyorlar diye üzülme, kederlenme. Çünkü o, Allah'ın istemesiyledir.»

(107) «Sen onların üzerinde vekil de değilsin...»

Bu âyetin manâsı:

Onların rızıklarım verecek olan sen değilsin. Onlara galebe çalacak bir diktatör değilsin. Birinci tefsire binaen bu âyet kital ve cihad âyetiyle neshedilmiştir. Fakat İbni Abbas'ın tefsirine gö­re mensuh değildir.

Sonra Cenab-ı Hakk bunu uluhiyetin birlemesi, rububiyetin tevhidi inancıyla denkleştirdi. İndirdiği nzıkla bedenleri terbiye eden Allah, indirdiği vahiyle de ruhları terbiye eder. Biricik ma-bud odur, O'nun ortağı yoktur. Amellerin karşılığını ancak o verir. Ameller hususunda şefaat ve herhangi bir fedakârlık kabul edil­mez. Cenab-ı Hakk bunları peygamberine emrettikten sonra müş­riklerden yüz çevirmesini emretti. Yani onların şirk üzerindeki ıs­rarlarına aldırma. Onların «sen bunu ders okumuşsun, öğrenmiş­sin» demelerine kulak asma. Çünkü hak daima yükselir. Söz ve amelle, ihlasla ortaya çıktı mı bâtıl ona hiçbir zaman zarar vere­mez. Bâtılın muzahrafatı, hurafeleri, yalanları O'na hiçbir eksiklik getirmez. Sonra Cenab-ı Hakk, peygamberinin müşriklerden yüz çevirmesini ona kolaylaştırmak için buyurdu: «Eğer Allah istesey­di ortak koşmazdı. Biz seni onların üzerinde bekçi yapmadık. Sen onlara vekil de değilsin...»

Yani Cenab-ı Hakk onların şirk koşmalarını dilemeseydi on­lar şirk kusamazlardı. Yani onlar şirk koşmaya niyet etmiş ol­salar, böyle bir ihtiyar ve seçeneğe sahib bulunsalar dahi Cenab-ı Hakk dilerse onları ondan vazgeçirir. Fakat Allah'ın kanunu ilâ­hisi, insanlara fikir ve irade hürriyeti vermek suretiyle cari olmuş­tur. Yani Cenab-ı Hak dileseydi melekler gibi mü'minleri de fıt-raten itaatkâr yaratabilirdi. Fakat onları hem imana, hem küfre meyyal, hem tevhide hem şirke kabiliyetli, hem tâata hem fa-sıklığa elverişli bir şekilde yaratmıştır. O'nun sünneti ilâhisi, ka­nunî Rabbanisi onların kendiliklerinden amellerinde seçenek yap­sınlar, ilim ve amellerini kesbetmekte seçenekleriyle yürüsünler diye cari olmuştur. Onların bir kısmını hayr, bir kısmını şer kıl­mıştır. Her ne kadar onların fıtratlarının tamamı hayr olarak ya­ratılmış ise de. [17]

 

Hz. Peygamber (S.A.) Müşriklerin Putlarına Sövmekten Menedilmiştir

 

(108) «Sakın ha, Allah'tan başka taptıkları mabudlarına söv­meyin ki, onlar da bilmeyerek Allah'a sövmesinler...»

Bu Âyet-i Celîlenin yorumu: Cenab-ı Hakk, peygamberine da­ha önceki âyetlerde hem özüyle, hem sözüyle vahyinin tebliğini em-' rettikten sonra, müşriklerin inkârlarına karşılık olarak onlardan yüz çevirmekle, onların vahye tanetmelerini (sövmelerini) sabırla göğüslemekle ve hilimle karşılık vermekle emrettikten sonra bu âyette Allah'ın beşerdeki kanununun şunu iktiza ettiğini açıkladı: Beşer herhangi bir din üzerinde ittifak etmezler. Çünkü istidatla­rı ayrı, anlayış ve fikirdeki dereceleri değişiktir. Ve yine Cenab-ı Hakk, peygamberin vazifesinin tebliğ olduğunu, başkasını hü­kümlerinin altına almak olmadığını açıkladı. Peygamberler dik­tatör değil hidayet edicidirler. Binaenaleyh peygamberlere gördük­leri vazifeden ötürü, aleyhlerinde yapılan alaylı hareketlerden do­layı daralmamalan uygun düşer. Dinlerine yapılan taandan Ötürü munfail olmamaları (gücenmemeleri) gerekir. Çünkü Cenab-ı Hakk bu hürriyeti insanlara vermiştir. Onları cebren imana getir­meyi irade etmemiştir. Bununla beraber Cenab-ı Hak, mü'minle-re müşriklerin bâtıl mabudlarına küfretmeyi yasakladı. Çünkü onlar bâtıl mabudlarına küfredildiği zaman, Öfkelenirler. Allah'ın hakkında uygun olmayan sözler sarfederler. Sonra Âyet-i Celîle açıkça müşriklerin bâtıl mabudlarına sebbetmeyi (küfretmeyi) ya­saklıyor. Çünkü o mabudlar içinde melekler, Hz. Mesih, Hz.Uzeyr gibi zatlar da vardı. Mabudlarına küfretmek, dolayısıyla müşrik­lere küfretmektir. Nitekim darbımeselde «bineği dövmek, süvari­sini, dövmek demektir» denilmiştir. Onların Allah'a küfretmeleri ise, konuşmalarının buna sirayet edeceği demektir. Yani Resûlüllah'a küfredecekler ve «Sana emredene de şöyle olsun» diyecekler. Böylece küfretmeleri bilmedikleri halde, Allah'a gitmiş olacaktır. Oysa onlar bunu bilerek yapmazlar. Çünkü onlar, Cenab-ı Hakk' in varlığını ikrar ve azametini kabul ediyorlar. Onların kanaatla-nna göre putları ancak Allah katında onlara şefaatçi olacaklardır. Bunun için o putlara tapıyorlardı. Böyle olduktan sonra onlar Al­lah'a nasıl küfrederler? Muhtemel ki Allah'a küfretmeleri dolaylı değil de açık ve direkt bir şekilde olsun. Yani onların mabudları-na küfretmeniz onları  bazan Allah'a küfretmeye kadar götü­rebilir. Müslüman bir kimse dahi bazen şiddetli öfkesinden ötürü küfrü gerektiren konuşmalar yapar.

Rağib el İsfehani, «Onların Allah'a küfretmeleri demek, onlar açıkça Allah'a küfrediyorlar demek değildir. Fakat onlar Allah'ın bahsine dalıyorlar. Bu husustaki mücadelede de gittikçe ileri gidi­yorlar. Cenab-ı Hakk'ın münezzeh olduğu bir takım sıfatlan Allah'a yakıştırmaya kalkışıyorlar. Böylece küfretmiş oluyorlar. Zira Ba­zan küfür ve inad üzerinde ısrar etmek, küfretmek kabul ediliyor. Bu fiili, bir küfretmekdir.» diyor.

Bazı müfessirler, «Allah'a küfretmekten maksad, Resûlüllah-a küfretmektir» diyorlar. Tıpkı şu gelecek âyette olduğu gibi : «Kuşkusuz o kimseler ki sana biat ederler. Onlar ancak Allah'a bi­at ederler.» [Feth: 10] [18]

 

Kureyşlî Müşriklerin Ebu Talib'e Müracaatları

 

tbni Ebi Hatim, Süddi'den rivayet ediyor: Ebu Talib sekera-ta girdiği zaman Kureyşliler: «Haydi Ebu Talibe gidelim, Onun yanına girelim. O, yeğenini bizimle mücadele etmekten yasaklasın. Biz onun ölümünden sonra yeğenini öldürmekten utanıyor ve ha­ya ediyoruz. Zira Araplar, Ebu Talib onu muhafaza ediyordu, öl­dükten sonra kavmi onu öldürdüler.» diyecektir.

Bunun üzerine Ebu Sufyan, Ebu Cehil, Nadr bin Hars, Hale­fin oğulları, Umeyye ve Ubey, Akabe bin Ebi Mu'yet, Âmr bin Âs ve Esved bin Buhteri, Ebu Talib'e gittiler:

  Ey Eba Talib! Sen bizim büyüğümüz ve önderimizsin. Mu-hammed bize ve bizim mabudlarımıza eziyyet etti. Biz isteriz- ki, onu çağırasm, bizim mabudlarımızı ağzına almaktan onu menede-sin. Biz de onu mabuduyla başbaşa bırakalım dediler.»

Bunun üzerine Ebu Talib, Resûlüllah'ı çağırdı. Cenab-ı Pey­gamber geldi. Ebu Talib, Cenab-ı Peygambere:

  İşte bunlar senin kavmin ve amca oğullarındır. Resûl-i Ekrem, Ebu Talib'e:

  Ne istiyorlar? diye sorunca, onlar:

  Biz istiyoruz ki, sen bizi mabudlarımızla, biz de seni ma­budunla başbaşa bırakalım.

Ebu Talib:

  Ey Muhammedi Senin kavmin senden insaflı bir şey iste­diler. Onların bu dileklerini kabul et deyince Resûl-i Ekrem şunu söyledi: [19]

 

Peygamberimizin Kureyş Müşriklerine Cevabı

 

  Bana haber veriniz! Eğer ben size bu sözü verirsem siz de bana bir kelimeyi söylemeyi söz verirmisiniz? O kelimeyi söyledi­ğiniz takdirde bütün Arapları mülklerinizin, (hükümlerinizin) al­tına almış olursunuz. Ve acemler de, o kelimeden ötürü sizin hük­münüze başeğmiş olacaktır-»

Ebu Cehil:

  Evet, söz veriyoruz. O kelimeyi söyleyeceğiz. Onun on mis­lini de söyleyeceğiz. O nedir?

Resul'i Ekrem:

«O, Lâilahe illallah! [Allah'dan Başka Mâbud Yoktur] kelimesidir» deyince Kureyşliler bunu demekten çekinip, yüzleri­ni ekşittiler. Manzarayı gören Ebu Talib:

  Ey Muhammed! Bunun gayrisini onlara teklif et, çünkü se­nin kavmin bu kelimeden ürkmüştür, dedi.

Cenab-i Peygamber:

  Ey amcam! Ben bu kelimeden başkasını söyleyici değilim. Velevki  bana güneşi getirip bir elime bıraksalar bu kelimeden başkasını söylemem.

Kureyşliler:

  Yemin ederiz, sen bizim mabudlarımızın şerrinden emin olacaksın. Yahut Biz de hem sana, hem de sana emredene küfre­deceğiz, dediler ve bunun üzerine Cenab-ı Hakk bu Âyet-i Celîleyi indirdi.

İbni Cerir, İbni Munzir ve İbni Merduveyh, İbni Abbas'tan ri­vayet ettiler. Kureyşliler:

  Ey Muhammed! Ya sen bizim mabudlarımıza küfretmek­ten sakınacaksın yahut da biz senin Rabbine küfredeceğiz, dedi­ler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, müslümanlara alenen putlara küfretmeyi yasakladı.

İbni Abbas'tan gelen diğer bir rivayette, Kureyşliler:

«—Siz ve Allah'tan başka tapmakta olduğunuz nesneler ce­hennem odunlarısınız.» [Enbiya: 98] âyeti nazil olduğu zaman, bu sözü söylediler ve bu sözü söyledikten sonra da «Sakın, Allah' tan başkasına tapanların mabudlarına küfretmeyiniz» âyeti gel­di.

Bazı tefsir alimleri buradaki yasaklama, gerçekten davetten (İslama çağırmaktan) küfretmeye geçmek içindir. Yani İslama çağırmayı bırakıp küfretmeye geçmeyiniz. Sanki Cenab-ı Hakk şöyle eliyor:

Kâfirleri dine davet etmeyi, onların dine gelmesi için deliller getirmeyi bırakıp onların tapmakta oldukları mabudlarına küfret­meyiniz. Çünkü küfür etmek delil değildir. Üstelik onları Allah'a küfretmeye sevkeder.

Tefsir alimleri, «Eğer taat, daha fazla bir ma'siyete sirayet et­meye sebeb olursa onu terketmek vacib olur,» diye bu âyetle is­tidlal etmişlerdir. Çünkü «Şerre sirayet eden serdir» kaidesi var­dır. Fakat £>u kaide, kaldırılması mümkün olmayan bir ma'siyetin bulunduğu bir yerde geçerliliğini koruyamaz ve taat etmeyi kap-sayamaz. Bu hususa dikkat etmek gerekir. Bunun için İbni Şirin, içinde erkek ve kadınların bulunduğu bir cenazenin teşyiine katıl­mamıştır. Hasan Basri, İbni Sirin'e muhalefet ederek buyurmuş­tur:

— Eğer ma'siyet için taatı terketmiş olursak, bu, bizim dini­mizde çok süratli gidecektir. Çünkü aralarında fark vardır.

Şihab, Er Remiz adlı kitabında El-Makdisi'den naklediyor:

Bizim fâkıh'lerin katında sahih şudur ki, «Bir bidatla muka-rindir (beraberdir) diye taleb edilen (istenilen) şey terkedilemez. Meselâ: içinde melahi (eğlence) olan bir davete icabet etmek ter­kedilemez. Sesli ağlayan bir kadın vardır diye cenaze namazına ka­tılmak terkedilemez. Eğer kişi onu menetmeye kadirse menede-çektir. Aksi takdirde sabr edecektir. Fakat bu da, kişi uyulacak bir çektir. Çünkü önder olan bir kişinin böyle yapması dinde bir ayıp oluşturur. İmam Azam'ın böyle bir hadise ile karşılaştığı, fakat bu durum, onun başından geçtiğinde o, daha önder bir kişi olmadı­ğı» rivayet edilir.

Ebu Mansur'dan naklediliyor: Cenab-i Hakk bizi küfredilme-ye müstahak olana küfretmekten, nehyetmiştir. Acaba, küfredü-meye müstahak olmayana nasıl küfredilir? Halbuki onlarla savaş­mayı bize emretmiştir. Tabii ki, onlarla savaştığımız zaman, on­lar da bizimle savaşacaktır.. Mü'mini haksız olarak öldürmek de münkerdir. Böylece Resûl-i Ekrem onlara tebliğ yapmak Kur'an-ı okumakla emrolundu. Oysa onlar Kur'an-ı yalanlıyorlardı. Ebu Mensur bunları söyledikten sonra cevab vererek dedi ki:

— Bâtıl mabudlara küfretmek farz değildir, mubahtır. Ama onlarla savaşmak ve İslâmı onlara tebliğ etmek farzdır. Mubah olan, doğurup meydana getireceği neticeden dolayı nehyedilebilir. Ama farz olan —neyi doğurursa doğursun— nehyedilemez. İşte Ebu Hanife bu noktadan ötürü «El kesen bir kimsenin elini kısas olarak bir insanın kesişi, onun ölümüne sebebiyet verirse diyetine zamin olur. Çünkü hakkını ondan alması farz değil mubahtır. Mu­bahtan doğup, meydana gelen netice ile kişi cezalandırılır. Ama devlet bunu yaparsa zamin olmaz. Çünkü cezaları tatbik etmek devlete farzdır. Farzdan doğup meydana gelenle o muaheze edi­lemez  [20]

Bu Âyet-i Celîle aynı zamanda işaret ediyor ki, kâfirleri İs-lâmdan ürkütüp uzaklaştıran muameleyi onlara karşı yapmamak gerekiyor. Nitekim Cenab-ı Hakk başka bir âyette Musa ve Harun kullarına «Ona (Firavuna yumuşak bir söz söyleyiniz. Umulur ki, o hatırlar veya korkar.» [Taha : 44] buyurmuştur. [21]

 

Ümmetlere Amelleri Süslü Gösterilmiştir

 

(108) «Her ümmete böylece amellerini süslemişizdir...» Bu âyetin tefsiri:

Müşrikleri, Allah'tan başka tapmakta oldukları putları için icabında canlarını feda etmeye kadar götüren, ve onlara güzel gö­rünen inançlar ister küfürden, ister imandan, ister serden, ister­se hayırdan olsun her ümmetin amellerini süslü göstermişizdir. Çünkü, beşerin tabiatında, yaptığının herkesçe güzel görülmesi ve süslü-püslü müşahede edilmesi arzusunu yaratmak Allah'ın âde­tidir. İster, o üzerinde olduğu haslet atalarından gelsin, ister ken­diliklerinden onu icad etmiş olsunlar, onlara nisbet edildi mi, on­lara süslü görünüyor. İster taklitten ister cehaletten, ister ilim ve delilden ileri gelsin fark yoktur. Allah'ın âdeti bu şekilde cereyan etmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, bu süslü görünmek, onlann ihti­yari amellerinin bir eseridir. Cebir ve zorla yaptırmak yoktur.

Manâsı: Cenab-ı Hakk ümmetlerden bazılarının kalblerinde kâfirliği ve şerri tezyin etmeyi, bazılarının kalbinde imanı ve hay­rı süslü görmeyi yaratmıştır. Onların ihtiyarlarından ve amellerin­den hiçbirisi yoktur ki küfür veya imanlarına kaynak olsun» de­mek değildir. Eğer böyle olsaydı iman ile küfür, hayr ile şer, yara­dılışın icablanndan olurlardı. Böyle bir yaradılıştan dönmeye in­sanları çağırmak da, o vakit, manâsız olurdu. O vakit Cenab-ı Hakk, Peygamberleri göndermek, kitablan indirmek suretiyle ma­nasız bir iş  haşa  yapmış olurdu. Peygamberlerin didinmeleri, . akıllı insanların çabaları ve edib insanların çağrıları o vakit fay­dasız olurdu.

Hülâsa: ümmetlere, amellerinin süslü gösterilmesi, Cenab-ı Hakkın âdetlerinden biridir. Bu hususa ameller, adetler, aba ve ecdaddan gelen ve sonradan icad edilen ahlâkların hepsi dahildir.

Tabii amelleri ihtiyar ve seçenekleriyle oluşmuştur. Onların amel­leridir. ..

(108) «Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O vakit kendileri­ne ne yapıyor olduklarını haber verecektir...»

Bu Âyet-i Celîle haşri ispat eden âyetlerdendir. Yani sonunda insanlar Ömürlerinin sahibi olan Eablerine dönüş yapacaklardır. Ölümden sonra Mahşer'de varacakları nokta Allah'ın katıdır. Zira ondan başka Rab yoktur. İşte o zaman, Allah onlara dünyada  ister hayr, ister şer olsun yaptıklarını teker teker haber vere­cek ve ondan ötürü de onlara mükâfat veya cezayı tatbik edecek­tir. Onlar neye müstahak iseler onu, onlara verecektir. Ve onları bilicidir. [22]

 

Müşriklerin İman Etmek İçin Mucize İstemeleri

 

(109) «Müşrikler kuvvetli   olarak Allah'a   yemin   ettiler ki eğer kendilerine istedhcleri tarzda bir âyet gelirse, kesinlikle ona iman edeceklerdir...»

Bu Ayet-i Celîle, şunu ifade ediyor: O inatçı müşrikler, en kuv­vetli ve en şiddetli yeminlerle, mübalağalı bir tarzda «Eğer kevni olan âyetlerden onlara bir âyet gelirse (yani bir mucizeyi görür­lerse) o mucizenin Allah katından geldiğine ve onu izhar etmeye sebeb olan Resûlüllah'm da Allah'ın Resulü olduğuna iman edecek­lerine yemin ediyorlar!..» Bu Âyet-i Celile müşriklerin inatta son merhaleye, son noktaya vardıklarına işaret ediyorlar. Çünkü on­lar âyetlerin çeşidinden olan mucizeleri âdeta görmüyorlar gibi ol­muşlardı. Ve bundan ötürü de başka bir mucize isteyip dururlar­dı. Onların mucize istemekteki gayeleri, iman etmek değil tahak­küm ve mübalağa etmekti. Açıklayıcı âyetlere itibar etmedikleri­ni izhar ediyorlardı.

«Ey Resulüm! Sen onlara de ki: «Ayetler ancak Allah'ın ka-tındadırlar. O âyetleri göndermeye ancak Allah kadirdir. O âyet­lerde tasarruf etmek ancak Allah'ın yetkisindedir. Dilediğine onlan verir.  Dilediğinden,  hikmet ve kazasıyla onları meneder.» Başka bir Âyet-i Celîlede Cenab-ı Hakk:

«Hiçbir peygamber Allah'ın izni olmadan herhangi bir âyeti getirmeye yetkili değildir.» [Rad : 38] buyuruyor. O halde, Hz. Mu-hammed'e de hasımların istek ve talebleri üzerine Allah'ın izni ol­madan bir âyet getirme yetkisi verilmemiştir.

Bu âyete göre Kureyşliler, Resûl-i Ekrem'den bir takım muci­zeler istediler. Cenab-ı Peygamber (SA) onlara dedi ki:

  Eğer sizin söylediklerinizin bir kısmını   yaparsam,   beni tasdik edecek misiniz?

-           Onlar:

  Evet, seni tasdik edeceğiz. Ve de onu yaparsan hepimiz bir-$1    ,den sana iman edeceğiz» diye yemin ettiler. Bunun üzerine müs-

lümanlardan bazıları Resûl-i Ekrem'e onları imana getirmek mak­sadıyla bu istediklerini indirtip, onlara getir dediler. Cenab-ı Pey­gamber onların isteklerinin verilmesi için dua etmek üzereyken bu

Âyet-i Celîle nazil oldu.

İbni Cerir, Muhammed bin Kâab el Kurazi'den rivayet ediyor:

Resûl-i Ekrem Kureyşlilerle konuştu. Onlar:'

— Ey Muhammedi Sen bize; Musa'nın beraberinde bir asa vardı. Onunla taşa vuruyor, taştan pınarlar fışkınyordu. İsâ ölüle­ri diriltiyordu. Semud kavminin bir devesi vardı diyorsun. O hal­de sen de bu mucizelerin bir kısmını getir, tâ ki seni tasdik edelim diye teklifte bulununca, Cenab-ı Peygamber (SA):  

 Size neyi getirmemi istiyorsunuz? diye sordu.

Kureyşliler:

  Bizim için Sefa tepesini altına çevireceksin. Cenab-ı Peygamber:

  Eğer bunu yaparsam beni tasdik edecek misiniz? Kureyşliler:

  Evet.' Allah'a yemin ederiz; eğer onu yaparsan kesinlikle sana tâbi oluruz dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem kalktı, du­aya başladı. Bu esnada Cebrail (AS) Resûlüllah'a gelip dedi:

  Kuşkusuz eğer dilersen Safa tepesi altın olacaktır. Eğer buna rağmen onlar iman etmezse Cenab-ı Hakk, şiddetle onları azaba duçar edecektir. Ve köklerini kesecek ve hürriyetlerinin ya-şamayacağî şekilde onları cezalandıracaktır.. Eğer dilersen tevbe edenleri (etmeye kabiliyetli olanları) tevbe edip dönüş yapıncaya kadar onları kendi hallerine bırak.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

  Onların, tevbe etmeye müsait olanlarını tevbe edinceye ka­dar bırakıyorum dedi ve Cenab-ı Hak da şu âyeti indirdi: [23]

 

Müşriklere Açık Mucize Gelse De Îman Etmezler

 

(109) «Siz farkında değilsiniz. O âyet geldiği vakitte de iman etmeyecekler...»

Bu Âyet-i Celîle, Kureyşliler imana gelsin diye Resûl-i Ekrem' in bir mucize getirmesi için temennide bulunan mü'minlere hitap­tır. Resûl-i Ekrem de bu mü'minlere dahildi. Çünkü duaya yönel­mesi bu işe istekli olduğunu belirtiyordu.

Ayetin manâsı, «Bu emri bilmeye sizi götürecek hiçbir güç yoktur. Bu gaybi bir emirdir. Bunu ancak gayiblerin alimi olan Allah bilir. O gayb da şudur ki, onlar o mucize gelse de iman et­meyeceklerdir.»

(110) «Biz onların kalblerini ve gözlerini gerçeği anlayıp görmekten çeviririz...»

Kalbler ve gözlerin çevrilmesinden maksat, onlara manevî mü­hür vurmak, onları kapatmaktır. Âyetin manâsı, onların hakkı id­rak etmekten, kalblerini görmekten gözlerini çevirdiğimizi, dola­yısıyla görmediklerini size bildiren nedir? Bu takdirde onların halleri, ilk durumları gibi olur. Yani iman etmemek hususunda ıs­rar edeceklerdir. İlk etapta onlara gelen âyetlere karşı nasıl dav-ranmışsalar, o istedikleri mucize gelse de aynı davranış içerisinde olacaklardır. Bu âyetin benzeri şu âyettir -:

«Eğer onların üzerinde gökten bir kapı açsaydık, onlar da ora­dan göğe çıkmış olsaydılar kesinlikle diyecekleri: Ancak bizim gözlerimiz karardı. Belki biz, sihir edilmiş (sihre uğramış bir ka­vimiz.)) [El-Hicr: 14]

Yani Kur'an'ın getirmiş olduğu aklî deliller ve ilmî burhanlarla ikna olmayıp, iman etmeyen kimseler, hissî mucizeleri göz­leriyle görseler de yine iman etmeyecekler ve «gözlerimiz bizi kan­dırıyor.)) Veya «gözlerimize bir şey isabet etti. Gözlerimiz ancak hayali suretler görüyor.» Veya «yapılmış bir sihir var ortada» di­yeceklerdir. Peygamberlere karşılık verip mukabele eden ilk mil­letlerin âdeti budur ve Kureyşliler de aynı âdeti takib edeceklerdir. [24]

 

İman Etmemekte Direnenler Azgınlıklarıyla Başbaşa Bırakılacaklardır

 

(110) «Onları, azgınlıkları içinde   dalıp  gider  halde   bırakırız...»

Bu Âyet-i Celiledeki «ya'mehun» «a'meh» kökünden gelir. A'meh, bir emir hakkında şaşkın bir şekilde tereddüt etmektir. Tuğyan kelimesi hududu aşmak demektir.

Yani Cenab-i Hakk buyuruyor ki: «Biz onları küfür ve isyan­da hududu aştıkları halde bırakırız. Onlar şaşkın şaşkın dinledik­lerinin ve gördüklerinin arasında bocalayıp duracaklardır. Nefis­lerine «Acaba bu açık bir hakikat mıdır? Yoksa bakanların gözünü aldatan bir sihir midir? Acaba hakka tabi olmak mı daha kuvvet­lidir veya mukabele ve cedel etmek mi, ona tâbi olmaktan yüz çe­virmek mi daha kuvvetlidir» diyeceklerdir. Cenab-ı Hakk, «Biz on­ları tuğyanlarında şaşkın şaşkın dolaştıkları halde bırakıyoruz» de­di. Yani fiili kendi nefsine isnad etti. Bu, musebbebleri sebeblere bağlamaktaki adetullahın hikmetinin açıklaması içindir. Kâfirliğin son noktası olan tuğyan içinde onların yerleşmeleri ve bu tür is­yana dalmaları kalblerinin evirilip çevirümesine ve gözlerinin gör­memesine sebebtir. Bu sebebten ötürü kalbler artık idrak etmez, gözler görmez  [25]

Yedinci cüzün tefsiri Allah'ın izniyle burada bitti... [26]

 

Meal

 

(111) «Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de ken­dileriyle konuşsaydı, bütün varlıkları karşılarında toplayarak se­nin doğruluğuna şahid ve kefil gösterseydik Allah dilemedikçe yi­ne şüphe yok ki iman edecek değillerdi. Fakat onların çoğu bil­mezler.»

(112) «Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanla­rından bir düşman yaptık.  O şeytanlar aldatmak için, birbirle­rine lafın yaldızlısını telkin ederler. Eğer Rabbin dikseydi onlar bunu yapamazlardı. Öyle ise onlan iftiralarıyla başbaşa bırak.»

(113) «Bir de, ahirete inanmayanların kalbleri ona meylet­sin de ondan hoşlansınlar ve yüklenmekte   olduklarını   yüklene dursunlar diye [bunu yaparlar].

(114) «Allah'tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa o si­ze kitabı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine kitab verdik­lerimiz bunun tartışmasız, hak olarak Rabbinden indirilmiş oldu­ğunu bilmektedirler.  O halde, sakın kuşkuya kapılanlardan   ol­ma.»

(115) «Rabbinin kelimesi  [sözü]  doğruluk ve  adaletle la-mamlandı. O'nun kelime  [söz]lerini   değiştirebilecek   yoktur. O, işiten ve bilendir.»

(116) «Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp saptırırlar. Onlar ancak zanna uyar­lar. Ve onlar ancak yalan söylerler.»

(117) «Doğrusu Rabbin, yolundan kimin saptığını daha iyi bilir. Doğru yolda olanları da en iyi O bilir.»

(118)  «Eğer onun ayetlerine  inanıyorsanız artık üzerinde yalnızca Allah'ın ismi anılanlardan yiyin.» [27]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(111) «Gerçek şudur ki, eğer onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi de karşılarına toplasaydık Allah dilemedikçe yine onlar inanmayacaklardı,.,))

Bu Âyet-i Celîle, (8.) sekizinci cüz'ün birinci âyetidir. Cenab-i Hakk, «onların istedikleri şekilde dilediklerini verseydik yine de, onlar iman etmezlerdi» buyuruyor. Âyette Geçen  kübülen  kelimesi «kabihnn çoğuludur. Onlara müjde olarak verilene ve on­lara korku olarak belirtilene kefil olarak her şeyi toplasaydık, de­mektir.

Bazı tefsir alimlerine göre,  Kübülen  kabile manâsında-dır ve kabil'in çoğuludur. Yani her şeyi kabile kabile, (cemaat, ce­maat) toplasaydık onlar yine de iman etmezlerdi. Ancak Allah on­ların iman etmelerini isteseydi o zaman iman ederlerdi. [28]

 

Îman İle Küfür Allah'ın Dilemesîyledir

 

Bu Âyet-i Celîle, bütün şeylerin  hatta iman ile küfrün dahi Allah'ın isteğiyle olduğuna işaret eder. Yani Cenab-i Hakk istemez­se, küfrü İsrarla isteyen bir kimse kâfir olamaz. Allah iste­mezse, imanı kendi ihtiyarıyla isteyen bir kimse iman edemez. Ancak Cenab-i Hakk, insanları serbest, muhayyer ve seçenek sa­hibi olarak yaratmıştır. Neyi dilerse, Cenab-ı Hakk ona engel ola­bilir. Fakat engel olmaz. Onların dileklerini kendilerine verir.

Müşriklerin Resûl-i Ekrem'den istedikleri şeylerin bir kısm konuşucuydu, bir kısmı da cemadattandı. Eğer Cenab-i Hak on­ların bütün isteklerini dile getirip senin hak peygamber olduğuna dair onlara şahitlik ettirirse yine de Allah'ın dilediğinin ötesinde kimse iman etmez. Böylece. Cenab-ı Hakk imanın onların zannet­tikleri gibi değil de, Allah'ın isteğiyle olduğunu haber veriyor.

İbni Abbas, «Onlar şekavet (şer) ehli olduklarından ötürü iman etmezler. Ancak Allah'ın iman etmelerini dilediği saadet eh­li müstesnadır. Bunların da Allah'ın ilminde imana girecekleri-geçmiştir.» dedi.

Ayetteki istisna, durumların en genelinden olan bir istisna­dır. Yani onlar hiçbir halde iman etmezler. Ancak Allah'ın isteme­siyle iman ederler. Bazı mufessirler «Buradaki- istisna, istisnai munkat'ıdır»  [29] diyorlar  [30]

Bu âyet, Mutezile'nin aleyhinde açık bir delildir. Âyetin iza­hı: Fakat onların çoğu cehalet içerisinde kıvranıyorlar, «onlara bütün âyetleri getirirsen yine iman etmezler. Bilgisizliklerinden dolayı varkuvvetleriyle yemin ederler.» demektir. Âyetin manâsı; «Müslümanların çoğu, onların iman etmeyeceklerini bilmezler. Onların iman etmeleri için, bir mucizenin inmesini temenni eder­ler,» demektir.

Yani imanın Allah'ın isteğine bağlı olduğunu bilmezler. Sanır­lar ki, iman onların elindedir. İstedikleri zaman iman ederler, is­tedikleri zaman küfre kayarlar. Oysa durum hiç de böyle değildir, îman ve küfür, Allah'ın istemesiyledir. Allah, imanı kimin için is­terse, o iman eder. Kimin için küfrü isterse, o kâfir olur.

Bu âyet, ehli sünnetin ((bütün eşya Allah'ın istemesiyledir» de­diklerinin delilidir.

Kaderiyye ve Mutezile guruplarının aleyhinde, daha önce be­lirttiğimiz gibi bu ayet açık bir delildir. Onlar, «Cenab-ı Hakk, bü­tün kâfirlerden iman etmelerini istemiştir» diyorlar.

Eğer «onların çobandaki zamir, müşriklere raci ise ki en kuvvetli ihtimal de budu  o vakit bütün müşrikler kastedilmiş­tir. Fakat Velid bin Muğire, El Mahzunu, Âs bin Vail es Sehmi, Esved bin Abdi Yağus ez Zuhri, Esved bin Mutallib, Haris bin Hanzele gibi özellikle Resûlüllah ile istihza eden bazı kimseler de imâ edilmiştir. Bunlar Kureyş'in en cahili, ResûlUUah'ın hidayet tavsiyesine en katı bir şekilde karşı koyanlar idi. [31]

 

Her Peygamberin İnsan Ve Cin Şeytanlarından Düşmanları Vardır

 

(112) «Böylece her peygambere insan ve cin şeytanlarından bir düşman yaptık...»

Bu Âyet-i Celile Resûlüllah'a bir tesellidir. Yani sadece müş­rik ve kâfirler sana düşmanlık yapıyor değildir. Senden önceki peygamberlere de karşı çıkanlar olmuştur. Nasıl ki, bu müşrikler ve izleyenleri sana düşman kıldık ise, senden önce gelen her pey­gambere de insan ve cinlerin şeytanlarından düşmanlar yaptık.

Bu Âyet-i Celîle, şeytanların iki kısım olduğunu, birinin insan­lardan, Öbürünün cinlerden bulunduğunu açıkça belirtmektedir. İnsan ve cin şeytanlarından maksat, peygamberin düşmam olan kimselerdir.

İkrime ve Süddi «İnsan şeytanlarından maksad, vesveselerle insanları saptıran kimselerdir. Cin şeytanlarından maksad, cinleri vesveseye kaptırıp hak yoldan ayırmaya, sebeb olan kimselerdir. Halbuki bütün cinler İblisin evlatlarıdır. İnsanlar içinde gerçek manâda şeytan yoktur. Ama şeytan vazifesini görenlere şeytan de­nilmiştir» dediler. Fakat bu tefsir batıldır. Bâtıl oluşunun delili, de «onlar şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında biz sizinle beraberiz derler.» [Bakara : 14] âyetidir. Doğrusu, Mücahid, Katade ve Ha­san Basri'den gelen rivayet şöyledir:

  insanlardan da cinlerden de şeytanlar vardır.

îbni Cerir bu tefsiri tercih etmiştir. Ebu Zer'in merfu olan ha­disini delil getirmiştir. O hadis şudur: Resûl-i Ekrem namazdan sonra yüzünü Ebu Zer'e çevirdi ve :

  Ey Ebu Zer! Sen cin ve insan şeytanlarının şerrinden Al­lah'a sığındın mı?

Ebu Zer:

  Ey Allah'ın Resulü! İnsanların da şeytanları var mıdır?

Resûl-i Ekrem:

  «Evet» cevabını verdi.

İbni Abbas:

«Her sapığa ve haktan yüz çeviren cin ve insana şeytan deni­lir» diyor. En güzel tefsir de budur. Allah tarafından her peygam­ber için insan ve cinlerden düşman kılınmasının manâsı; Cenab-ı Hakkın yaratıklar hususundaki âdeti ilâhisi böyle cari olmuştur demektir. Fasık, haktan uzaklaşan, hakkı kabul etmeyen, iyilikten yüz çeviren, kibir, inad ve ahmaklıklarından vazgeçmeyen kimseler daima; insanları, hakka ve iyiliğe çağıran peygamberlere düşman olmuşlardır. Peygamberlerin varisleri olan alimlere karşı çıkmışlar­dır. Peygamberlerin yolunda yürüyenlere, onun tebliğini yaymaya çalışanlara şiddetli düşman kesilmişlerdir. Zıtlann durumu zaten böyledir. Menfî ve müsbet daima birbirine terstir. Birisi öbürünün aksini iddia eder, aksine çağırır. Eğer birisi hayra ve haklı olana yönelirse, diğeri düşmanlığa bâtıla ve şerli olana yönelir. Çünkü şerli insan muhalifinin hayır üzerinde olduğunu bilse dahi her ve­sile ile ona eziyet vermek ister. Fakat bu âyetten «her bâtıl sahibi, ille de hak sahibine düşman olacaktır» şeklinde bir kaide çıkmaz. Ancak bâtıl sahihlerinden serkeş mütekebbir, şehvetli, önderliğe meraklı ve israf içerisinde kıvranmayı isteyen kimseler haklıların karşısına çıkıyorlar. Peygamberlere iman etmeyen her kâfir, on­lara düşmanlık yapmaya, onlara eziyet vermeye, insanları onlar­dan uzaklaştırmaya çalışmamıştır. Belki peygamberlere düşman­lık yapanlar âsi, inatçı, içtimai (sosyal) mevkiin zedelenmesinden korkan ve dünya hayatının lüksünden, israfından kendisini kur­taramayan kimselerdir. İşte ister şeytanların cinsinden olsun, is­ter kâfir olan cinlerin cinsinden olsun yeryüzünü ifsad eden şey­tanlar onlar.dır. Kötü insanların iyi insanlara veya kötülerin iyi­lere muhalefet etmesinin hikmetini, içtimaiyat alimleri (sosyolog­lar) şu şekilde belirtmişlerdir: Karşılıklı şeylerin arasındaki ya­şam kavgası, cihad ve tabiat seçeneği diye tabir ettikleri tasfiye ve arıtmaya götürür. Sonunda hakkın bâtıla galib gelmesini, en uygunun kalmasını diğerinin silinmesini gerektirir. Cenab-ı Hakk bu durumu Raad sûresinde şöyle ifade buyuruyor:

«Allah gökten bir su indirdi de vadiler kendi miktarlarınca sel oldu. Sel de yüze vuran bir köpük yüklendi. Bir süs ya da bir meta sağlamak için ateşte üzerine yakıp erittikleri şeyler (maden­ler) den de bunun gibi bir köpük (posa) vardı. İşte Allah hak ile bâtıla böyle bir örnek verir. Köpüğe gelince, o atılır, gider. İnsan­lara yarar sağlayacak şey ise yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle­ce örnekler vermektedir.» [Er-Ra'd : 17] [32]

 

Dünya Hayatı Cihaddır

 

Öyle ise dünya hayatı cihadtır. Onda ancak sabreden mücahid-ler olgunluğa erer ve sevab alırlar. Dünyada ahiret için yapılan amel de böyledir. İşte Âyet-i Celîje:

«Sizden öncekilerin başına gelenlerin sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamberler ve onunla bera­ber iman edenler, Allah'ın yardımı ne zaman diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. îyi bilin ki, Allah'ın yar­dımı şüphesiz yakındır.» [El-Bakara : 214]

Fakat ehli hakikattan dahi birçok kimse bu yüce hikmet kar­şısında bazan gaflete düşüyorlar. Onlara bunu hatırlattığın zaman, onu nefislerine tatbik etmekte şüpheye giriyorlar. Nitekim daha önce de birçok Müslümanlar bu hususta şüphe edip dünyada mağ-lûb olmalarının sebebine bir çıkar yol bulamadılar. Zannedilir ki, Allah'ın yardımı için Müslüman ismini almak kâfidir. Bu ismi al­dıktan sonra ister Allah'ın dinine muhalefet edilsin, ister zülm, fısk ve inkâra kapılsın bir sakınca yoktur zanmna kapılırlar. Oy­sa bu zann Allah'ın var olma hakkındaki kanunlarına muhalefet­tir. Bu var olma kanunları, ancak tam istidada (yeteneğe) bağlı­dır. Nitekim Cenab-ı Hakk «Gücünüz yettiği kadar kuvvetten on­lar için hazırlayınız» [Enfal: 60] buyurmuştur. Başka bir âyette: «Sakın ha birbirinizle çekişmeyin. Dağılırsınız, kuvvetiniz gider.» [Enfal: 46] buyurulmuştur. Müslümanlar bu emir ve yasaklardan hiçbirisini yapmamışlardır. Tam tersini yapmışlar, bir de niçin mağlûb olduklarını araştırıp durmaktadırlar.

(112) Aldatmak için o şeytanlar birbirlerine cazip sözler fı­sıldarlar. Bu şeytanlar, ahirete inanmayanların kalbleri o sözlere yönetsin, ondan hoşnud olsun ve kendilerinin işledikleri suçların işlenmeleri sağlansın diye böyle yaparlar.»

Bu âyetin izahı: Yani bazıları diğerlerine süslü, üstü güzel içi çirkinliklerle dolu sözler söylerler. Zannederler ki bu, onların çirkinliklerini kapatacak, bâtıllarını düzeltecektir.

Bu Âyet-i Celîledeki vahyi terimi, işaret terimi gibi şeyleri gizli yoldan haber vermek demektir. «Zuhruf» kelimesi yeryüzün­deki çiçekler gibi süs, ziynet ve kelamda (konuşmada) hayal gü­cü vermek demektir. Dinleyeni hakikatlardan hayallere doğru kaydınp götürmek demektir.  Ğurur  ise, aldanmanın bir çeşidi­dir. «Gurre» veya «Garare» kelimesinden alınmıştır. İkisi de gaf­let, ahmaklık ve tecrübesizlik anlamına gelir. Bu aldatmanın ilk misali, ilk şeytanın ilk insan olan babamız Âdem ve onun zevcesi Havva'ya yapmış olduğu aldatmacadır. Allah tarafından denen­mek maksadıyla yasak edilen ağaçtan yemeleri için onlara süslü-püslü kelimeler sarfetti. «Bu ebediyet ağacıdır. Çürümez bir mülk­tür. Yani bundan yiyen ölmez. Ve ben size nasihat ediciyim» diye onlara yemin etti. Onları gurur ile anlattı ve Hz. Adem'le Havva'yı böylece aldattı.

Bu gururun diğer bir misali de, insan veya cin şeytanları, kö­tülükleri geçici lezzetlerinden ötürü, âsi kimselere süslü-püslü olarak gösterirler. Sözde hürriyetlerine engel olan kayıtlardan on­ları kurtarmak istiyormuş gibi çabalayıp dururlar. Allah'ın rah­met ve mağfiretinin sınırsız oluşunu onlara telkin ederler. «Kefa­retler vardır, kıyamette şefaat vardır» şeklinde âsileri aldatarak isyana sevkederler. Nitekim insan şeytanlarından birisi şu şiirleri söylüyor:

«Gücün yettiği kadar hatalardan fazlasını yap. Kuşkusuz sen çok affedici bir Rabb'ı bulacaksın. Yapmadığın hatalardan ötürü o zaman iki elinin parmaklarını ısıracaksın.

Ateş korkusundan, bırakmış olduğun sevinçlerden dolayı eyvah diyeceksin.» [33]

 

Yirminci Asrın Şeytanları

 

İşte bu söz zuhruf (bâtıl) dur. Yaşadığımız on beşinci asra tekabül eden yirminci asrın şeytanları katında bu söz daha büyük ve daha çok yüksek oranda vardır. Nice kitleler, nice milletler bu asırda bu kabil kuruntularla aldatılmaktadırlar. İnsanlar nice yer­lerde Allah'tan uzaklaştırılmak suretiyle «Hürriyete kavuştunuz» hayaline kaptırılır felâketi saadet olarak görür. İsim değiştirerek en çirkin şeyleri şirin göstermek suretiyle nice insanlar kurban olup gitmektedirler. Gerçek mü'minlere gelince, onlar sadece bir defa böyle aldatilabilirler. Çünkü hadisi şerifte «Mü'min bir de­likten iki defa sokulmaz» buyurulmuştur. Bu şekilde iki defa al-dahan bir insan kalbini yoklamalıdır. Amellerine bakmalıdır.

(112) «[Ey Habibim!] Rabbın dileseydi bunu yapmazlar­dı...» Bu cümlenin izahı: Yani Rabbin onların bu aldatmalarını önlemek isteseydi, onlar bunu yapamazlardı. Fakat Cenab-i Hakk yaratılışı ve yaratılıştaki kanununu bozmak ve halkı nefislerinin kendilerine süslü olarak göstermekte olduğunun aksine zorla gö­türmek istemiyor. İnsan ve cinin her birisini hakkı ve bâtılı, hayrı ve şerri kabul etmeye uygun olarak yarattı. îki yola da git­mek hususunda onları seçenek sahibi kıldı. Nitekim Cenab-ı Hakk insanlar hakkında:

«Ona iki yol gösterdik» [Beled : 10] buyurmaktadır. Şeytan­ların insanları aldatmalarından birisi de, bu hâkim ve yüce âyeti tahrif ederek cebr manasına almalarıdır. Derler ki: «Kuşkusuz her âsî, mazurdur. Çünkü ancak Allah'ın istemesiyle isyan etmiş­tir, O istekten hiç kimse dışarı çıkamaz.»

Fakat onlara verilen cevab bu sure-i celilenin şu âyetinde gel­mektedir:

«Şirke girenler, diyecekler ki, eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık. Bizim ecdadımız da şirk koşmazdı ve herhangi bir şeyden mahrum kalmazdı. İşte böylece onlardan öncekiler de ya­lan söylediler. Tâ ki bizim şiddetimizi (azabımızı) tadıncaya ka­dar. Ey Habîbim! De ki: Sizin katınızda bu hususta bir bilgi var mıdır? Bu bilgiyi bize çıkarıp gösteriniz. Siz ancak zanna tabii olursunuz. Siz ancak yalan söylemiş olursunuz.» [el-En'am: 148].

Binaenaleyh Cenab-ı Hakkın dilemesinden ötürü hiçbir kim­se için mazeret yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk  onların yaptıklarının mecburî olmasını dilemedi. Allah iyiyi ve kötüyü yarattı. Fakat on­lar kendi seçenekleriyle istediklerini yaparlar. Onlar çoğu kez baş­kasına karşı hak üzerinde olduklarını iddia edip dururlar. Hata üzerinde olduklarını ikrar ettikleri zaman, «Allah bu hatayı iste­miş ki biz işliyoruz (!) diye işin içerisinden sıyrılmaya çalışırlar.

(112) «Onları yalanlarıyla başbaşa bırak...» Bu cümlenin tefsiri:

Yani onların kendiliklerinden icad ettikleri ve halkı haktan çevirmek için uydurdukları yalanlarıyla başbaşa bırak. Zorla on­ları imana getirmek senin vazifen değildir. Senin vazifen ancak tebliğdir. Hesap görme ve cezayı tatbik etme bizim vazifemizdir. Sonuç (zafer), Allah'tan korkanlarındır. Böyle düşünen kimseler hakkında gelecek bir zamanda sana âdetimizi göstereceğiz.

Cenab-ı Hakk, bunu, Kur'an'la istihza edenlerin hakkında tat­bik etti. Ebu Cehil ve benzerlerini Bedir, Uhud, Huneyn ve Mekke fethi gibi çeşitli gazalarda imha etti. Kulu ve elçisi Hz. Muham-med'e yardım ederek, O'nun ordusunu şerefli kıldı. Cenab-ı Hakk kime yardım etmeyi dilerse, böylece yardım eder. Bâtıl uğruna kavga edenlere, dünyanın geçici böbürlenmelerine talib olanlara gelince, Allah'ın sünnetleri (kanunlan) hesabıyla onlar cezalara çarptırılacaktır.

Bu Âyet-i Celilenin özeti şöyledir: İnsan ve cinlerden olan şey­tanların manâsında tefsir alimleri ihtilaf ederek iki guruba ayrıl­mışlardır. Bir guruba göre; insan ve cin şeytanlarından maksad, cinler ve insanlardan hakkı aşıp bâtıla dalan kimselerdir. Bu, İbni Abbas'ın tefsiridir. Ata rivayet etmiştir. Mücahid'in, Katade'nin de tefsiridir. Onlar, «insan şeytanları isyan etmek hususunda cin şeytanlarından daha şiddetlidirler» dedi. Çünkü cin şeytanı âciz kalıp salih bir müslümaru yoldan çıkarmakta çaresiz olduğu zaman, insan şeytanını onu yoldan çıkarmaya yarcUm etmeye çağı­rıyor. Bu tefsir, daha önce de belirttiğimiz gibi Ebu Zer Gifari'den gelen hadisle teyid edilmektedir. Beğâvi senetsiz olarak bunu zik­retmektedir. Fakat Taberi senedini de belirtmektedir.

Malik bin Dinar, «îman şeytanı, cin şeytanından daha şiddet­lidir. Çünkü sen Allah'a sığındığın zaman, cin şeytanı gider, insan şeytanı gelir ve seni günaha teşvik eder.» diyor.

İkinci görüş; bütün şeytanların İblis soyundan olduğunu be­lirtiyor. Fakat insanlara şeytanların izafe edilmesi, insanları yol­dan çıkarmaları ve azıtmaları manasına geliyor. Bu görüş, İkrime' nin, Dehhak'm, Kelbi'nin, Süddi'nin tefsiridir. Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi zayıftır. Bir rivayete göre İbni Abbas'tan da gel­miştir.

Onlar «insan şeytanlarından maksat, insanla beraber olan şey­tanlardır. Cin şeytanlarından maksat, cinle beraber olan şeytan­lardır» diyor. Çünkü, «İblis ordusunu ikiye ayırdı: Bir gurubunu cinlere, diğer gurubunu da insanlara gönderdi. İkisi de şeytandır­lar. Birisi cinlerle, ikincisi insanlarladır. Yani insanları azıtır ve sapıtırlar. İki gurup ta, Resûlüllah'ın ve yolundan giden mü'min-lerin düşmanıdırlar.»

Bu tefsiri savunanlar, âyetin metni «şeyatin» kelimesini cin kelimesine izafet etmek ile bunu doğrular diyorlar. Çünkü kaide gereğince muzaf'ın, muzafun ileyhin aynısı olmaması lâzım­dır. Öyleyse şeytanlar, hem insanlara, hem cinlere muhaliftirler ve îblis'in evlatlarındandırlar  [34]

(113) «Bir de ahirete inanmayanların kalbleri ona meyletsin de ondan hoşlansınlar ve yüklenmekte olduklarını yüklene dur­sunlar...»

Bu cümle, gramer kaidesince «ğururen» kelimesi üzerine atıf­tır. Eğer illet veya mahzufe, (görünürde olmayan) bir fiile taalluk ederse: Manâsı «Biz onlara bu imkânları verdik ki Ahirete iman etmeyenlerin kalbleri bâtıla kulak verip ona kaysın» olur.

Bazıları: Bu âyetin başındaki harfi cer  yuhî fiiline taal­luk eder diyor. Âyetin takdiri «Onların bir kısmı diğer bir kısmı­na aldatıcı söz fısıldıyorlar ki, onunla aldatsınlar ve tâ ki onun­la ahirete iman etmeyenlerin kalblerini celbetsinler» demek olu­yor. Bu takdire göre  ileyhi  deki zamir  zuhruful-kav-li— ye racidir. Bu takdirde âyetin manâsı, «kâfirlerin kalbi süs­lü söze ve bâtıla meyleder, onu sever, ondan razı olur» demek olu­yor.

Mutezileler «Bu lâm, akıbet veya kasem lamıdır» demişler. Fakat onların bu te'villerinin bâtıl olduğu açıktır. Âyet-i Celiledeki  sağ kökünden gelen  tasğâ  meyletmek demektir. «gu­rur» kelimesinde lam getirilmedi. Ama bu cümlelerin hepsinde lâm getirildi. Çünkü gurur, vahyedip (işaret edip) fısıldayan kim­selerin fiilidir. Bu fiiller ise, ondan çıkmış fiiller değildir. Ancak onun fiiline terettüp eden neticelerdir. Ona aldananların fiilleridir-Onlar da ahirete iman etmeyen kimselerdir. Çünkü ahirete iman etmeyenlerin nefislerine tabi' olmak ve şehvetlerine razı olmaktan başka hedefleri yoktur.

(114) «Allah'tan başka bir hakem mi arayayım?..»

Bu Âyet-i Celîlede bahsi geçen  hakem  insanların rızası ve seçenekleriyle ihtilaflı meselelerinde aralarında hüküm veren kimse demektir. Yani gerek bu durumda gerekse başka durumlar­da Allah'ı bırakıp benimle sizin aranızda hakemlik yapan başkası­nı mı arayayım? Oysa mufassal olarak size kitabı indiren Allah' tır. Yani kitabında hükmün vasıtası olacak her şey tam açıklan­mıştır. Akidelerin, ve başka kaidelerin tafsilatını getiren kitab, sizden olan bir kişinin diliyle size tebliğ edilmiştir. Sizin gibi Ümmî, [mekteb ve medrese görmemiş] bir kişinin diliyle size tebliğ edilmesi onun Allah'tan geldiğinin en büyük delil, en açık mucize-sidir. O, Allah katından gelmiş, kendiliğinden uydurulmamışhğın belgesidir. Nitekim Cenab-ı Hakk, başka bir âyette {(Muhakkak ki ben sizin içinizde daha Önce bir hayat boyu kaldım» [Yunus : 16] demektedir. Çünkü Resûl-i Ekrem onların içinde (40) kırk se­ne kadar bir zaman kaldı. İlimler hakkında Cenab-ı Peygamberden o kırk sene zarfında hiçbir şey sadır olmadı. Gaybtan hiçbir ha­ber vermedi. Bu kelamın üslubunda, fesahat ve belagatında hiçbir şey ondan sadır olmadı. Acaba siz bunun ancak A'lîm ve Hakim olan Allah'tan gelen bir vahy olduğunu hâlâ kavramayacak mısı­nız? Müşrikler durmadan Resûl-i Ekrem'e «bizimle aranızda bir hakem kil» deyip duruyorlardı. Cenab-ı Hakk, onlara, «Allah'tan başka bir hakem mi arayayım de» diye emretti. [35]

 

Kitap Ehli Kur'an'ın Allah'tan Geldiğini Bilirler

 

(114) «Kendilerine kitab verdiklerimiz, bunun tartışmasız, hak olarak Rabb'inden indirilmiş olduğunu bilmektedirler.,.»

Bu âyetin tefsiri:

Cenab-ı Hakk, bu ve bundan önceki âyetle Kur'an'ın mu'cize olmasıyla başka mu'cizelere ihtiyaç kalmadığına insanların dikka­tini çeker. Yani Kur'an Allanın kelamı olmak hasebiyle mucize olarak kâfidir. Bu Âyet-i Celîle, Kur'an'ın Allah katından indiril­miş olduğunu ve Kitab ehlinin de bunu bildiğini haber veriyor. Çünkü Kur'an onların katında bulunan kitabı tasdik etmektedir... Oysa Hz. Muhammed (SAV) kitablarını okumamış ve alimleriyle de bir araya gelmemişti. Cenab-ı Hakk bu âyette «Bütün ehli ki­tab biliyor» dedi. Çünkü onların çoğu bilmektedirler. Bilmeyenler de bilenlerden öğrenebilirler veya az bir düşünce ile kavrayabilir­ler demektir.

Bazı müfessirler; «ehli kitabtan maksad, ehli kitabın iman edenleridir» diye âyeti tefsir etti.

Ehli kitabın bilmesi; iki vecihle tefsir edilmiştir:

1- Bir şeyi bilen insan, o şeyden olan ile ondan olmayanı ayırd edebilir. Meselâ: Tıp ilminde, bir kitab telif eden kimsenin, doktor olup olmadığını doktorlar herkesten daha iyi bilirler. Na­hiv ilminde kitab yazan bir kimsenin nahivcilerden olup olmadı­ğını nahivciler daha iyi bilirler. Vahye iman eden, Allah katından peygamberlerine inen vahyi bilen alimler bu Kur'an'ın vahiy cin­sinden olup olmadığını herkesten daha iyi bilirler. Takdir ederler ki, Kur'an vahiy cinsinden ve en büyük mertebesindendir. Yine takdir ederler ki, beşerin ilim yönünden en üstünü dahi onun ben­zerini getiremez. O halde onu, mekteb ve medrese görmemiş, oku­mamış ve yazmamış bir insan nasıl getirebilir? Nitekim Cenab-ı Hakk başka bir âyette:

«Sen daha önce bir kitabtan okumuş ve sağ elinle de onu yaz­mış değildin. Öyle olsaydı bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi.» [Ankebut: 48] buyuruyor.

Başka bir âyette de:

«İsrailoğullan bilginlerinin bunu bilmesi de onlar için bir de­lil değil mi?» [Eş-Şuara : 197] Duyurulmaktadır.

2- Tevrat ve İncil   gibi son   gelen   kitablarda  peygamber hakkında birçok müjdeler vardır. Bu müjdeleri onun zamanındaki alimler bilirlerdi. Nitekim Cenab-ı Hakk,   El-Bakara   sûresi   âyet 146 da şunları söylüyor:

«Kendilerine kitab verdiklerimiz Muhammed'i oğullarım tanı­dıkları gibi tanırlar. Onlardan bir kısmı doğrusunu bildikleri hat-de hakkı gizlerler.»

Nitekim ehli kitabın insaflı olan birçok alimleri Resûl-i Ek­rem'e iman ettiler. Bazıları da hakkı inkâr ederek, hased ve kıs­kançlık gösterdiler.

(114) «Şu halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma...»

Yani ey Muhammed, sakın ha, ehli kitabın alimleri bu işi bili­yorlar mı gibi bir şüphen olmasın. Zira ehli kitab bu Kur'an'ın hak ve Allah katından indirilmiş olduğunu bilirler demektir.

Bazı tefsircilere göre, âyetin manâsı, «sana kıssa (beyan) et­tiğimiz şeylerin hak ve doğru olduğundan şüphen olmasın demek­tir» dediler. Fakat bu, tehyiç (heyecana getirme), teşvik kabilin-dendir. Çünkü Resûl-i Ekrem hiçbir zaman vahyin hak ve doğru olduğundan şüphe etmemiştir. Bazı tefsirler, buradaki hitab, za­hirde her ne kadar peygambere ise de, maksad, peygamberden başkalarıdır diyorlar. Bu tefsire göre âyetin manâsı: Ey insanoğ­lu! Ey bu Kur'an-i dinleyenler! Sakın bu Kur'an'ın Allah katından indirildiğinden şüphen olmasın. Çünkü bu Kur'an'ın içindeki i'ca-zı hiç kimse inkâr edemez. Ve o i'cazı Allah'tan başkası meydana getiremez.

Yani bu Âyet-i Celîlede, «Seni kastediyorum, fakat ey komşum sen dinle» şeklindeki darb-ı mesel kabilindendir.

Bazı müfessirler «her muhataba hitabttr» dediler.

(115)  «Rabbının   kelimesi   (sözü)   doğruluk ve adaletle tamarnlandı...»

Âyet-i Celîledeki «kelime» tabiri, cümleye ve Kur'an'ın  bir manâ hususunda gelen  bir gurup sözlerine denilmektedir. Her hangi bir hutbeyi okuyan veya her hangi bir makaleyi yazan kimse için «bu filanın kelimesidir» denilir.

Rivayet ediliyor ki, Araplar şiirin kasidesine kelime ismini verirlerdi. Her ne kadar kasidenin içinde birçok manâlar var­sa da bir tek gaye için söyleniliyor. «Laitaheillallahva tevhid keli­mesi deniliyor. Oysa tevhid bir cümledir. Bu noktadan hareket ederek bazı tefsirciler, «kelimeden maksad Kur'an'dır» dediler. Bu görüş, lügat yönünden caizdir. Fakat manâ yönünden açık değil­dir. İnsanın' zihnine ilk bakışta gelen şudur ki, buradaki kelime şu Âyet-i Celîledeki kelime gibidir:

«Böylece Rabbinin kelimesi (sözü) tamamlanıp gerçekleşmiş­tir. Andolsun, cehennemi cinler ve insanların tümünden doldura­cağım.» [Hud: 119]

Kelimenin doğruluk yönünden tamamlanması demek, onun . içeriğinin oluşması demektir. Adalet yönünden tamamlanması de­mek; hakkı, inadla inkâr eden kâfirlerin müstahak olduklarıyla cezalandırılmalarının tamamlanması demektir. Hidayet bulan mü­minleri de, müstahak oldukları mükâfata kavuşturulmalarının ta­mamlanması demektir. Eğer bu Âyet-i Celîle peygamberlerin taği (saldırgan) olan kavmine galib gelmesinden önce Mekke'de nazil ölmüş ise, buradaki mazi fiili müstakbel manâsmdadır. Gelecek­te muhakkak olacağından ve olması kesin olduğundan olmuştur şeklinde ifade edilmiştir. Bu, belagat çeşitlerinden birisidir.

(115) «Onun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O işitendir, bi­lendir.»

Bu Âyet-i Celile tıpkı şu âyet gibidir :

«Bu, Allah'ın daha önceden gelip geçenler hakkında uygula­nan sünnetidir. Allah'ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bu­lamazsın.» [Ahzab : 62]

Âyetteki «tebdil» kelimesi tağyir manasınadır. Yani bir şeyi gö­türüp bedelini getirmek manasınadır. Bu cümle, daha önceki cüm­lelerin illeti (nedeni)dir. Âyetin manâsı «Ey peygamber! senin yardimin, düşmanlarının da mahrumiyeti hakkında geçen ilâhî kelime tamam olmuştur. Onun infazı kesinleşmiştir. Onu çevirecek hiçbir güç yoktur. Bu cümlelerin ferd (birey )lerini meydana getiren ilâhî kelimeler değiştirilemez Allah'ın mahlûklarından hiçbir kimse, ona güç yetiremez. Onun bir kelimesini götürüp başka bir kelimesini getirmek hiç kimsenin gücünün dahilinde değildir.»

Yani Cenab-ı Hakk'in vaadini, vaid (tehdid) veya vaid (tehdid) ini vaad yapma imkânı hiç kimseye verilmemiştir.

Eğer denilirse: Kelamcılarm bazıları «Cenab-ı Hakk'ın vaidi (tehdidi) değiştirilebilir. Vaadi ise değiştirilmez. Çünkü Allah'ın vaadi fazilet ve ihsandır. Allah fazilet ve ihsanından caymaz» de­mişlerdir.

Cevab olarak deriz ki: «Gerçek araştırmacılardan hiç kimse va-idin tehallufunu, (geri kalmasını) mümkün görmemişlerdir. Açık­ça ifade etmişlerdir ki, kâfirler hakkındaki vaid tatbik edilecek­tir. Mü'minlerin âsilerinin bir gurubu hakkındaki vaid haktır. An­cak vaidin bütün âsileri kapsaması geri kalabilir. Buna da bazı nasslarm mutlak gelmesi delâlet eder.»

Şöyle de cevab verilebilir: «Bu geri kalma, esasında Allah'ın kelimelerini değiştirme veya yalanlama demek değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk, bu mutlak hükümleriyle bütün fertleri kapsamayı kastetmemiştir. Çünkü Cenab-ı Hak başka nass'larında, bazı gü­nâhları affetmekte olduğunu ve dilediğini affeder diye beyan edi­yor. Dilediğine azabı tatbik eder. O kimin mağfiretini irade etmiş­tir, kimi azablandırmayı irade etmiştir, bilir. Onların hakkındaki kelamı değiştirilmez. Fakat onları bile kapalı kılmıştjjrt Tâ ki da­ima onun rahmetini ümid edelim. Ve bu ümid de b'izi salih amel­leri yapmaktan alıkoymasın. Azabından emin olmaktan bizi sakın­dırsın. Daima ondan korkalım. Günâhların yapılması bizi yes'e sokmasın. Ebu-Hasan Şazeli bu makamda şöyle demiştir:

«Emir, bizim için kapalı kalmıştır. Tâ ki, hem ümid edelim hem de korkalım. Ey Rabbimiz! Korkumuzu emin kil, ümidimizi mahrum bırakma!» [36]

 

Şefaatçılar Allah'ın İradesini Etkiler Mî?

 

Eğer denilirse: Şefaatçilar, Allah'ın iradesinde etki yapabilir­ler mi? Allah'ı şefaat edileni affetmeye götürebilirler mi? Cevab olarak deriz ki, hiçbir mahlûk, Halikın ezeli ve kâmil sıfatların­da etki yapmaya muktedir değildir. Âyetler açıkça bütün şefaatin Allah'a ait olduğunu belirtiyorlar. Hiçbir kimse için Allah'tan baş­ka dost ve şefaatçi yoktur. Hiçbir kimse, Allah'ın izni olmadan Al­lah'ın katında başkasına şefaat edemez. Cenab-ı Hakkın dilemesi ancak ilmî ezelde kimler için şefaat izni verilmişse ona taallûk et­miştir. Bu âyeti dikkatle incele: «O, onların önlerindekini de arka-larındakini de bilmektedir. Onlar, Allah'ın razı olduğundan baş­ka hiç kimseye şefaat edemezler. O'nun korkusundan onların iç­leri titremektedir.» [Enbiya : 28]

Binaenaleyh şefaatçılann, şefaatlarınm kabul edilmesi, onla­rın Allah katında keramet ve mertebelerinin izharı içindir. Yoksa herhangi bir şey peydah olmuş Allah'ın kadim sıfatlarında etki yapmıştır, ezelî saltanatında tesir icra etmiş demek değildir. Al­lah bu etkilerden yücedir.

Eğer denilirse: «Allah'ın kelimelerini değiştiren yoktur» cüm­lesi, Cenab-ı Hakk'ın kitablarında tahrif ve tebdilin muhal olma­sına dalâlet etmez mi? Yani doğruluk ve nüfuzunda muhal oldu­ğu gibi lafız ve ibarelerinde de tahrifin muhal olmasına delâlet etmez mi?

Cevab olarak deriz ki: Âyetin şevki, lafızları hususunda değil­dir. Kelimelerin doğruluk ve adaleti hususunda gelmiştir. Cenab-ı Hakk kitabında ehli kitabın bizden önce kelamını tahrif ettiklerini ve ondan olan nasiblerini unuttuklarını ispat etmiştir. Cenab-ı Hakk, nass'ıyla, Kur'an hariç hiçbir kitabı koruyacağını kefalet göstermemiştir. Dilerseniz şu âyeti inceleyelim: [37]

 

Kür'an'ın Koruyucusu Allah'tır

 

«Hiç şüphesiz zikri (Kur'an-ı), biz indirdik, onun koruyucu­ları da gerçekten biziz.» [Hicr: 9]  

Cenab-ı Hakk'ın buradaki kefaletinin doğruluğu binlerce ki­şinin her asırda Kur'an-ı (ezberlemek) hususunda göstermiş oldu­ğu gayretiyle ortaya çıkmıştır. Sahabelerin zamanından bugüne kadar sayılmayacak kadar nüshalarının yazılmasıyla ortaya konul­muştur. Milyonlarca hatta milyarlarca basılan Kur'an nüshaları bu kefaleti doğrulamaktadır. Kur'an hakkındaki bu durum, hiçbir ilâhi kitab hakkında bahis konusu değildir. Diğer kitablann ehli, bizdeki hafızlık müessesesi gibi bir müesseseye sahib değiller. Ez­berlememiş, yazmamış ve kitablannı o devirde çoğaltmamışlardır.

(116) «Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan se­ni Allah'ın yolundan saptırırlar...»

Bu âyetteki «yeryüzünde olanların en çoğundan «kâfirler, ca­hiller veya nefsinin isteğine kapılanlar kastedilmiştir. «yer» ta­birinden yer küresinin tamamı kastedilmektedir. Bazı tefsircile-re göre; sadece Mekke arazisi kastedilmiştir.

Müşrikler, hem Resûl-i Ekrem'le hem de mü'minlerle murdar olan hayvanın etinin yenmesi hususunda tartıştılar. Müslümanla­ra «Siz kendi kestiğinizi yiyorsunuz, Rabbinizin öldürmüş olduğu­nu yemiyorsunuz. Bu nasıl olur?» diye itiraz eden kâfirlere cevap olarak Cenab-ı Hakk bu Âyet-i Celîleyi indirip peygamberine «Eğer yeryüzünde bulunanların isteklerine uyarsan, seni Allah-ın yolundan saptırırlar.» buyurdu.

Bu Âyet-i Kerîme, nazil olduğu zaman, yeryüzünde yaşayan­ların ekserisi kâfirlerdi. «Allah'ın yolundan» maksad, Allah'ın Hz. Muhammed'i gönderdiği islâm dinidir...

Bazıları; âyetin manâsı, «Onların bâtıl inançlarında onlara ita­at etme. Çünkü sen onlara itaat edersen seni hak yoldan saptırır­lar. Doğruluk yolundan kaydırırlar» demektir dedi. Cenab-ı Hak bunları söyledikten sonra kâfirlerin halini haber vermek üzere  buyurdu ki:

(116) «Onlar ancak zan ve tahmine dayanarak yalan söylerler.»

Yani seninle tartışan kâfirler, üzerinde bulundukları dinleri hususunda zanna kapılmaktan başka bir şeyin arkasından gitmez­di     ler. Basiret üzerinde, hak üzerinde de değildirler. Kesinlikle hak üzerinde olduklarına da inanmıyorlar. Çünkü isteklerine tâbi ol­muş, sevabı aramaktan vazgeçmiş, Hakkı arayıp bulmayı terket-f|     misler. Zan ve cehaletin isteklerinden başkasını yapmamaktadır­lar. Onlar ancak yalan söylerler.

«yehrisun» fiili, hars kökünden gelir. hars tahmin et­mek demektir. Nitekim h'urmalıklan ve tarladaki ziraatı tahmin edene haris demliyor. Yalana, hars denilmiş. Çünkü yalanda zanlar ve tahminler vardır. Bazı tefsirciler; zan ve tahminden kay­naklanan ve söylenen her söze hars denilir diyorlar. Çünkü onu fj\     söyleyen, ilim ve yâkinden hareket ederek söylememiştir.

Milletlerin tarihçileri ittifakla derler ki: Kitab ehli, peygam­berin getirmiş olduğu hidayeti terkettiler, sapık ve bâtıllara da­lıp gittiler. Putperestler de peygamberlerinin hidayetinden en uzak bir durumda bulundular. Bu âyet, bu haberleri vermek suretiyle Hz. Muhammed'in peygamberliğini ilân etmiştir. Çünkü Hz. Mu-hammed (SAV) ümmiydi. Geçmiş milletlerin hallerinden ancak az şeyler biliyordu. Yani Arap memleketinin yakınında bulunan ümmetler hakkında az şeyler biliniyordu. Uzaktakiler hakkında hiçbir şey bilinmiyordu. Oysa bu Âyet-i Celile onların hakkında gerçeği getirdi. Ve bu gerçeği getirmesi de vahiy olduğuna delâlet etti.

(117) «Kuşku yok ki Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir...»

Bu Âyet-i Celîle : Ey Muhammedi Kuşkusuz Eabbin senden de, bütün insanlardan da, hangi insanların yolundan sapmış oldu­ğunu daha iyi biliyor. Ve hangi insanların hidayette olduğunu da­ha iyi kestiriyor. Yani delâlette ve hidayette olan gurupları Allah herkesten daha iyi bilmektedir.

(118) «Eğer   O'nun âyetlerine   inanıyorsanız artık üzerinde yalnızca Allah'ın ismi anılanlardan yeyin...»

Bu Âyet-i Kerîme, müşriklerin daha önceki sözlerine bir ce-vabtır. Onlar «Sis, Öldürdüğünüzden yer, Allah'ın öldürdüğünden nasıl yemezsiniz?» diye itiraz ediyorlardı. Cenab-ı Hakk, müslü-manlara «Eğer Allah'ın âyetlerine iman etmiş iseniz, Allah'ın ismi­ni anarak kestiğinizden yeyiniz» dedi. Bazı tefsirciler; o devirde­ki insanlar, bir takım hayvanların etinin yenmesini haram, bir ta­kımını da helâl kılmışlardı. Murdarı helâl kılmışlardı. Bazıları da: Bu âyetin manası, Allah'ın helâlini helâl, haramını haram biliniz demektir. Böylece bu âyet müşriklere hitab etmiş oldu, dedi. Fa­kat birinci tefsire göre âyetin muhatablan müslümanlardır. Müs­lümanların muhatab olması daha sıhhatlidir. Çünkü âyetin sonun­da «Eğer Allah'ın âyetlerine iman etmişseniz» tâbiri vardır. Bu tâ­bir ancak müslümanlar için kullanılır. [38]

 

İslam Hayvanların Kesim Şekline Ehemmiyet Vermiştir

 

Bu meseleye ehemmiyet vermenin ve inanç meseleleriyle be­raber getirilmesinin hikmeti, şu olabilir:

Arap müşrikleri ve başka müşrikler de, kesilen hay­vanları ibadet sınıfına (kategorisine) dahil etmişlerdir. Hat­ta din ve itikadlann sınıfına sokmuşlardı. Hayvanları kesmek suretiyle mabudlarına ibadet etmiş olduklarını sanırlardı. Din ehlinden mukaddes saydıklarına hayvan keserlerdi. O hayvanları ke­serken onların isimlerini anarlardı. Bu ise, Allah'a şirk koşmak­tır. Çünkü ibadet Allah'tan başkasına yapılmaz. îster ismi zikre­dilen bâtıl mabudlardan birisi olsun, ister başka bir varlık olsun. Bu mesele, bazı tefsir alimlerine müşkil geldiğinden veya bu in­celikten habersiz kaldıklarından ötürü «Müşrikler, Allah'ın ismi üzerine anılan hayvanı haram saymıyorlardı. Dolayısıyla onu ye­mekten çekinmiyorlardı. Ancak bununla beraber murdarı da yer­lerdi. O halde onların üzerinde ittifak ettikleri bir meselede nasıl onlarla tartışılır? Hakkında ihtilâf ettikleri meselede de nasıl sü­kut edilir?» dediler. Cevab olarak denildi ki, «Onların kesilmiş hayvanı haram görmeleri muhtemeldir. Bir de belki burada sade­ce Allah'ın ismi üzerine anılmış, başkasının ismi anılmayan hay­van kastedilmektedir. Çünkü Allah'ın ismiyle beraber başka isim getirilirse şirk olur. Hayvan da mundar kabul edilir.

El Menar sahibi, bu iki cevabın bâtıl olduğunu ve burada ye­ri olmadığını ifade ettikten sonra «müfessirlerin bu noktayı göz­den kaçırmalarının nedeni, bu gibi meselelerde Rivayet Tefsiri'ne dayanmalarından ileri geliyor. Lafızları medlul olarak lugattan veya fâkih, usul ve kelamcıların örfünden almalarına dayanmakta­dır. Oysa lügat usul, kelam kitablan Kur'an'm nüzulünden uzun bir zaman sonra meydana gelmişlerdir. Bütün bunların varlığı, beşeriyet hakkında nazil olan âyetlerin anlaşılmasını milletler, di­ğer dinler ve gidişatlara bakarak ve tarihlerden yardım alarak anlamaya çalışmaya mani değildir. Kur'an indiği devirlerde mil­letlerin ne üzerinde olduklarına bakıp Kur'an-ı anlamaya engel teş­kil etmemektedirler.»

Özetle deriz ki, kesilen hayvanların meselesi, Allah'a yaklaş­mak için yapılan ibadet meselelerinden sayılıyordu. Sonra put­perestlik zamanında Allah'tan başkası için de kesiyorlardı. Onla­rın bu yaptıkları açık bir şirkti. İşte bu âyetin bu sûrede küfür, iman, şirk ve tevhid âyetleri arasında zikredilmesinin nedeni bu­dur. Allah hakikati daha iyi bilir. [39]

 

Meal

 

(119) «Size  ne  oluyor ki,  üzerine  Allah'ın   ismi anılmış olandan yemiyorsunuz?  Oysa  çaresiz,  bulunduklarınız  hariç,  o size neleri  haram kıldığını genişçe  belirtmiştir.  Kuşkusuz  bir­çokları bildiğinden değil sadece nefsi arzularıyla sapıtıyorlar. Şüp­hesiz ki senin Rabbin o hududu aşanları daha iyi bilendir»

(120) «Günâhın açığım da gizlisini de bırakınız. Kuşkusuz günah kazananlar gelecekte kazandıklarından Ötürü cezaya çarp­tırılacaklardır.»

(121) «Sakın, üzerine Allah'ın ismi anılnıamiştah yemeyi­niz.  Kuşkusuz onu  yemek gerçek bir sapıklıktır. Şüphesiz şey­tanlar,   sizinle  mücadele etsinler diye  dostlarına telkinde  bulu­nurlar. Eğer siz onlara itaat ederseniz muhakkak siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz.»

(122) «Ölü iken kalbini diriltip insanlar arasında yürüme­si için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu karanlık­larda kalmış da ordan bir çıkış bulamayanın durumu  gibi mi­dir? İşte  böylece kâfirlere yapmakta oldukları süslü görünmüş­tür.»

(123) «İşte bunun gibi, her kasabanın en büyük günahkâr­larını orada hilekârlık etsinler diye büyük adamlar yaptık. Oy­sa onlar hileyi ancak nefislerine yaparlar da bunun şuuruna var­mazlar.»

(124) «Onlara bir ayet geldiğinde, Allah'ın peygamberleri­ne verilenler gibisi bize de verilmedikçe katiyen iman etmeyiz dediler.  Allah,  peygamberliğini  nereye   (kime)   vereceğini  daha iyi bilir. Suç işleyenlere Allah katında horluk ve yaptıkları hile­ye karşı pek şiddetli bir azab isabet edecektir.» [40]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(119) «Size ne oluyor ki üzerine Allah'ın ismi anılmış olan­dan yemiyor sunuz?, m

Bu Âyet-i Celîle, ancak üzerinde Allah'ın ismi anılmış olan hayvanın eti yenir. Başka bir şekilde Ölmüş olan hayvanın eti yenilmez hükmünü pekiştiriyor ve tekidini getiriyor. Yani Allah'ın ismi üzerine anılmıştan yemekten sizi menedecek hiçbir kuvvet yoktur. Yememeniz için hiçbir neden yoktur. Zira Cenab-ı Hakk, haram kılmanı size genişçe açıklamıştır. Yiyecek maddelerinde helâlini haramından ayırd etmiştir.

Müfessirlerin cumhuru, bu tafsilat «leş, kan ,domuz eti, Allah-tan başkası adına kesilenler ile henüz canı üzerinde iken yetişip kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, dü­şüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış, yır­tıcı hayvan tarafından yenmiş olanları, dikili taşlar üzerinde bo-ğazlananlar ile fal oklanyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar faşıklıktır.» [El Maide : 3] âyetine  işarettir demişlerdir.

Fahreddin Razi: Cumhuru müfessirinin bu tefsirinde işkal (zor anlaşılma) vardır: Zira En'am sûresi Mekkidir. Yani hicret­ten önce indirilmiştir. Maide sûresi ise Medenî'dir. Hicret­ten sonra en son nazil olan sûredir. «Genişçe tafsil etti» ibaresi ister ki tafsil edilmiş olan bu âyetten önce olsun. Halbuki Medine döneminde nazil olan bir sûre Mekke döneminde nazil olan sû­reden daha sonradır. O halde, bu «tafsil edilmiş,» el Maide süre­sindeki üçüncü  âyet değildir. Belki bu süre-i celîledeki şu âyettir.

«Ey Muhammedi De ki: Bana vahyolunanda, yiyen kimse için leş, veya akıtılan kan, veya yüzde yüz pis olan domuz eti veya gü­nâh işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkası­nın yenmesinin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum. Fa­kat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak, ve zaruret mik­tarım aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir. Doğrusu Rabbin ba­ğışlar ve merhamet eder.» [El En'am,: 145] Bu Âyet-i Celîle her ne kadar şu anda üzerinde çalışmakta olduğumuz âyetten sonra gelmiş ise de, ancak bu kadar tehir, bu âyetin burada kastedildi­ğine mani olamaz.» dedi.

Hazin, bunları naklettikten sonra şunu ekliyor: Cumhuru mü­fessirinin tefsirinin de güzel bir yönü vardır o da şudur: Cenab-ı Hakk, mushaf'ın tertibinde el Maide sûresinin el En'am sûresin­den önce olacağını bilmiştir. Onun için buradaki zamiri El Maide süresindeki âyete raci kılmıştır. Her ne kadar el Maide nüzul ba­kımından sonradan inmişse de, tertip bakımından öndedir. Bunu Allah bilmiştir.» Bu görüş güzel bir yorumdur. Bütün varlığımla katılıyorum. [41]

 

Zaruret Halinde Haramdan Ölmeyecek Miktarda Yenir

 

Zaruret anında, mecburiyet karşısında kalan bir insan «sad-diramak (yani ölmeyecek) kadar haramdan yiyebilir. Tıkabasa yi­yemez. Başka imkânlar olursa", yiyemez. Fakat zaruret (mecburi­yet), halinde «saddı-ramak» kadar yiyebilir. Şu kaide İslâmda ge­nel bir kaidedir: «Zaruretler mahzurluları mubah kılar.» Tabii zaruret ne derece ise, o şekilde takdir edilir.

Umulur ki, bazı müslümanlar müşriklerin putlara ve dikili taşlar üzerinde kesmekte olduklarından yiyorlardı. Bu âyet, nazil ol­mazdan önce bu durum belki de vardı. Bu âyet nazil olduktan sonra bu durum kalktı. Âdet edinilmiş emirlerden olduğu için insan­ların çoğu, açıkça haram edildiğini işittikten sonra bıraktılar. Ba­siret ehli ise, onun çirkinliğini daha önce sezerler. Onlara haram olmazdan önce de ondan sakınırlar. Amr bin Luhayy ve benzerleri gibi kâfirlerin çoğu haramı helâl, helâli haram göstermek sure­tiyle halkı dalâlet ve fesada düşürmekte idiler, Bunlar Bahire ve Şaibeyi icad ettiler. Mundar olan etin yenmesini âdet kıldılar!

Zeccac buradaki <<ço/c»lardan maksad, mundar et hak­kında müslümanlarla münazara eden müşriklerdir, dedi. Bun­lar haktan kaymış heva ve hevesleriyle bâtıl şehvetleriyle halkı ifsad ederler. Kur'andan iktibas edilmiş, vahye istinad eden her­hangi bir ilimleri yok. Veya hiçbir ilimleri yoktur. Bu Âyet-i Ce-lîle işaret eder ki, müşriklerin üzerinde bulundukları sözde din ve inanç sadece hevai nefisten ve şehvetten gelmiştir. Hiçbir şey değildir.

(119)  «Kuşkusuz senin Rabbin o saldırganları daha iyi bi­lendir...»

Bu âyetteki saldırganlardan maksad, halkı bırakıp bâtıla da­lanlar, helâli bırakıp harama girenlerdir. Allah bunları bilir ve yaptıklarından ötürü onlara cezayı tatbik edecektir. Belki bu sal­dırganlardan maksad, daha önce «çok kimseler halkı ifsad eder­ler» diye tabir edilen o «ço/c»lardir. [42]

 

Açık Ve Gizli Günah

 

(120) «Günâhın açığını da gizlisini de bırakınız...»

Yani açık ve gizli yapılan günâhların hepsini bırakınız. Açıkça yapılan günâhlar vücud azalarıyla yapılan günâhlardır. Gizlice ya­pılan günâhlar kalble yapılan günâhlardır. Bu tefsir, Cübbai'nin tefsiridir. Muhtemel ki «açık günahlar»d&n maksat, aba ve ecdadı­nızın nikâh ettiği kadınları nikâh etmeyi bırakınız, gizlice yapılan­dan maksad da zina etmekten kaçınınız, zinayı bırakınız demek ol­sun. Bu tefsirde, İbni Cübeyr'den rivayet edilmiştir. Veya bu açık ve gizli günahlardan maksad, evlerdeki zina ve dost edinmelerdir. Bu da Dahhak ve Süddi'den rivayet edilmiştir. Rivayete göre; ca-hiliyet ehli, zina açıkça yapılırsa günâhtır, gizlice yapılırsa günâh değildir kanaatinde idiler. Cenab-ı Hakk bu âyetle bu kanaati yık­tı. Yani «Ey insanlar! günâhı gerektiren isyanların tamamını bıra­kınız. Azını da çoğunu da...» Cenab-ı Hakk bu âyetle gizlide de açıkta da günah işlemeyi yasaklıyor.

Kelbi; «Açık günahtan maksad, erkeklerin gündüzleyin çıplak olarak Kabe'yi tavaf etmeleri, gizli günâhtan maksad da geceleyin çıplak olarak Kabe'yi tavaf etmeleridir. Zira cahiliyet döneminde böyle yapmaktaydılar. İslâm gelince bunu kaldırdı.» diyor.

Fakat bütün bu tefsirlere rağmen buradaki hüküm geneldir. Cenab-ı Hakk'ın yasakladığı bütün haramları kapsamaktadır ve en doğru görüşte budur diyor, el-Hazin. Çünkü genel olarak gelen bir hükmü delilsiz olarak muayyen bir surete dönüştürmek caiz de­ğildir. Binaenaleyh âyetin manâsı, açıkça yapmakta olduğunuz gü­nahları da, gizlice yapmakta olduğunuz günahları da —yani bütün günahları— terkediniz demektir.

İbnü'l-Enbari, «Açık ve gizli tabirlerinden günâhın her türlüsü kastedilmiştir. Yani günâhın bütün çeşitlerini terkediniz, hiçbir yönde günâh işlemeyiniz demektir» diyor.

Bazı tefsirciler, «günahın açığından maksad, çekinmeksizin günâha yönelmektir. Günâhın gizlisi ise, Allah korkusundan günâ­hı terketmektir, halk korkusundan değil.» diyor. Bazıları da. «gü­nâhın açığından maksad, azaların yaptıkları gizlisinden maksad, kalblerin yaptıklarıdır. Böylece hased, kibir, ucub, (yaptığını be­ğenme) müslümanlara kötü niyet beslemek buna dahil olmuş olu­yor» diyorlar.

(120) «Kuşkusuz günâh kazananlar gelecekte kazandıkların­dan ötürü cezaya çarptırılacaklar...»

Bu Âyet-i Celâle, hiçbir günâhın cezasız kalmayacağını ifade ediyor ve cehennem azabının sebebinin günahlar olduğunu ortaya koyuyor. Yani, dünyada kazandığınız günahlardan dolayı ahiret-te azab göreceksiniz. Âyetin zahirine bakılırsa, günahkârın mutlak şekilde azab görmesini gerektiriyor. Ancak bu azap, tevbe etmeden ölen kimseler için tahsis edilmiştir. Çünkü müslünıanlar ittifakla «kul günahtan tevbe ederse ve tevbesinde ciddi ise, ceza görmez» dediler. Ehli sünnet bu hükme şunu da ekledi: Günahkâr bir insan tevbe etmeden ölürse Allah'ın dilemesi altındadır. Allah, dilerse onu cezalandırır, dilerse affeder. Affederse fazilet ve kereminden affetmiş olur.»

(121) «Sakın ha, üzerlerine Allah'ın' ismi anılmamıştan yeme-yiniz...»

İbni Abbas, bu Âyet-i Celîle murdar olan hayvanların haram olduğu konusunda gelmiştir diyor. Murdarın manâsına; boğulmuş, dövülerek Öldürülmüş, yüksek bir yerden düşerek ölmüş, canavar­lar tarafından parçalanmış hayvanlar da dahildir.

Ata, «bu âyet, müşriklerin putlar önünde kesmiş oldukları hayvanların etinin haram olduğunu ifade etmek için nazil olmuş­tur» diyor.

Bir müslüman hayvanı keserken besmele çekmezse, onun kes­tiğinden yenilip yenilmeyeceği hususunda ihtilaf vardır:

Bir kavim, «müslüman dahi keserse besmelesiz kestiği haram­dır. İsterse besmeleyi kasten terketsin, isterse unutsun» dedi. Bu, İbni Sirin'in ve Şa'bi'hin görüşüdür. İmam Fahreddin Eazi, İmam Malik'ten de bunu naklediyor.

Ata'dan «Allah'ın ismi üzerinde anılmayan yemekler veya he­lâl içkiler de haram olur» dediği naklediliyor. Ata, bu hususta âye­tin zahiri ile delil getirmektedir.

Sevri ve Ebu Hanife; «Besmeleyi bilerek terkederse, kestiği yenilmez. Eğer unutarak terkederse, müslümanın kestiği yenir» diyorlar.

îmam Şafii, «Besmeleyi inkâr etmedikten ve Kur'an'a inan­dıktan sonra, ister kasten terketsin, ister unutsun müslümanın kestiği yenir» dedi. Beğavi, İmam Şafii'nin bu görüşünü İbni Ab-bas'tan rivayet etti. Ayrıca Malik'ten de aynısı rivayet edilmiştir.

İbnu'l-Cevzi, îmam Ahmed'den iki rivayet naklediyor: Besme­leyi terkeden, kasten terkederse, îmam Ahmed'in bir görüşüne gö­re kestiği yenilmez.

İkinci görüşe göre yenilir. Eğer besmeleyi unutarak terkeder­se kestiği yenir. Binaenaleyh Allah'ın ismi, üzerine zikredilmediği halde müslüman tarafından kesilen hayvanın eti yenir diyen kim­seler; bu âyet, ölüler (murdarlar) veya putların Önünde putların adiyle kesilen hayvanlar hakkında nazil olmuştur derler. Ve Ce-nab-ı Hakk'ın «Şüphesiz ki, o fısktır» cümlesiyle de bu tef­sirlerini takviye ederler. Alimler, «müslüman bir kimsenin besme­leyi terkederek kestiği fısk değildir» ittifakiyle bir de müslüman tarafından besmelesiz kesilenin eti helâldir hakkında, Buhari'nin sahihinde Aişe valimizden rivayet ettiği hadisle delil getirmişlerdir

«Ben Allah'ın Resulünden sordum:

  Ey Allah'ın Resulü!   Şurada bazı   kavimler   vardır: Yeni müslüman olmuşlar. Putperestlikten pek yakında ayrılmışlardır. Bize etler getiriyorlar. Onlar o etleri keserken Allah'ın. (C.C.) ismi­ni   anmışlar mı anmamışlar mı bilinmemektedir. Ne yapmalıyız? Yemeli miyiz, terketmeli miyiz?

Cenab-ı Peygamber:

  Siz, Allah'ın ismini anınız ve yiyiniz» buyurdu.

Alimler dediler ki, hayvanın mubah olması için besmele şart olsaydı, besmele çekildiği şüpheli olan yerlerde hayvan eti yenil­memeliydi. Oysa Resûl-i Ekrem «yiyiniz» diyor.

İmam Şafii «âyetin evvelinde söylediği her ne kadar genel ise de, ancak âyetin «şüphesiz ki o fısktır, şüphesiz ki şeytanlar dost-lartna telkinde bulunurlar. Ta ki sizinle mücadele etsinler. Eğer «onlara itaat ederseniz şüphesiz siz -müşrik olursunuz» cümleleri bi­ze bu umumdan maksadın özel olduğunu bildirir» dedi.

Pısk Allah'tan başkasını zikretmek ve anmaktır. Nitekim sû­renin sonunda, 145. âyette :

«De ki: Bana vahyolunanlar içinde yiyen bir kimsenin yiye* ceği şeyler için ölü eti, dökülen kan gerçekten murdar olan domuz eti, ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında haram kılınmış bir şeyi bilmiyorum. Kim kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya gelirse, saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla bu sayı­lanlardan ölmeyecek kadar yiyebilir. Kuşkusuz senin Rabbin ba­ğışlayandır. Esirgeyendir» deniliyor. Buradaki fışkın tefsiri, bu Âyet-i celiledeki «o fisktır» cümlesinin tefsiridir. Böyle oldukça Cenab-ı Hakk'ın, «Allah'ın ismi üzerine anılmayandan yemeyiniz» cümlesi ancak Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilen hayvan­lara tahsis edilmiş oluyor [43]

(121) «Şüphesiz şeytanlar, sizinle mücadele etsinler diye dostlarından telkinde bulunurlar...»

Bu âyetin iniş sebebi şudur: Müşrikler :

  Ey Muhammedi Bize haber ver. Koyun öldüğü zaman onu kim öldürür?

Cenab-ı Peygamber          ,

  Onu Allah (C.C.) öldürür, dedi.

Müşrikler:

— «Sen benim ve arkadaşlarımın kestiği, köpeğin ve bâz'ının (şahin kuşu) öldürdüğü helâldir, Allah'ın . öldürdüğü haramdır. diyorsun...» diye sorup itiraz ettiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk bu soruya cevab olarak bu Âyet-i Celîleyi indirdi.

İkrime «Bu âyet, murdann haram olması hakkında nazil ol­duğunda, ateşe tapan Farsh'lar, Kureyşin müşriklerine şunu yaz­dılar :

— Muhanımed'le bu hususta tartışınız. Ona. «Senin kestiğin he­lâl Allah'ın öldürdüğü haram mı olur. Bu nasıl şeydir?» diye so­runuz dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk bu âyeti indirdi dedi. Bu takdirde âyetin manası, şeytanlar (yani insanlardan hududunu aşan ve ateşe tapanlar) dostlarına (yani Kureyş müşriklerine) tel­kinde bulunurlar demektir. Çünkü o dönemde Fars ehli ile Arap­lar arasında dostluk ve Rumlara (Bizanslılara) karşı ittifak var­dı. Bu görüşe göre, vahiy etmekten maksad, gizlice yazmak de­mektir.

(121) «Eğer onlara itaat ederseniz kuşkusuz siz, müşrikler­den olursunuz...» Yani murdarı ve Allah'ın (C.C.) haram kıldıkla­rını yemekte müşriklere itaat ederseniz, siz de onlar gibi şirke girmiş olursunuz.

Zeccac, «bu Âyet-i Celîlede, şu delil vardır: Allah'ın haram et­tiklerinden bir şeyi helâl etmek veya helâl ettiklerinden bir şeyi haram etmek şirktir. Bunu yapan müşrik olur. Buna müşrik den­mesinin sebebi, Allah'tan (C.C.) başka hüküm vereni ortaya koy­muş olmasıdır. Böyle yapan bir kimse şirk koşmuş oluyor. [44]

 

İman «Hayat» Küfür «Ölümdür»

 

(122)  «Ölü iken kalbini diriltip insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalmış da oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir?..»

Burada «ölü»den maksad kâfirdir. Çünkü kâfir küfürle öl­müştür. «Diri»den maksad, imanla diriltilmiş müslümandır. Ce-nab-ı Hakk, küfrü «ölüm» imanı «hayat» olarak takdim etmiştir. Zira diri insan, basiret sahibidir. İyiliğe doğru götüreni görür. Bir de iman, insanı büyük bir zafere ve ebedî hayata götürdüğünden dolayı Cenab-ı Hakk onu hayata benzetmiştir. Böylece onun kar­şısındaki küfür de «ölüm» olmuş oluyor. Bu Âyet-i Celîledeki  nur  dan maksad, îslâmdır. Yani biz ona İslâm dinini vermi­şiz. Onun sayesinde ayaklarının önünü görüyor, en doğru yolu buluyor. Islama «nur» denilmiş. Çünkü İslâm, insanları küfrün karanlıklarından kurtarır. Çünkü Cenab-i Hakk «Allah (C.C.J on­ları karanlıklardan çıkarır ,nura götürür» [Bakara : 257] buyur­muştur.

Katade, «nurdan maksat, Allah'ın (C.C.) kitabı olan Kur'an' dır. Çünkü Kur'an, mü'minin beraberinde, ona ne yapacağını gös­termek hususunda Allah'dan gelen bir nur ve delildir. Yani Ce-nab-i Hakk, «küfür ve cehalet körlüğünün karanlığında ve basiret­sizlik körlüğünün zulmetinde olan ve bir türlü karanlıklardan çı­kış yolu bulamayan bir kimsenin durumu ile müslümanm durumu bir olamazdı buyurur.» Bu Âyet-i Celîle, mü'min ile kâfirin halini belirtmek için verilen bir misaldir. Hidayet olunmuş bir mü'minin Ölümden diriltilmiş bir kimse gibi olduğunu beyan eder. Allah ona bir nur vermiştir. Onunla dünya ve ahiret maslahatlarını seçer, yapar. Kâfir ise, karanlıklara dalmış, bataklıklara gömülmüş, on­lardan çıkış yolu bulamayan, daimi bir şekilde şaşkın şaşkın ge­zen bir kimseye benzetilmiştir.

Tefsirciler, bu misaller iki insan hakkında mıdır, yoksa bütün mü'min ve kâfirler hakkında mıdır, diye ihtilaf etmişlerdir:

Bazılarına göre, iki belli kişi hakkındadır. İbni Abbas'a göre, iki belli kişi hakkındadır. İbni Abbas'a göre, kendisine nur veri­len Abdulmuttalib oğlu Hamza'dır. Karanlıklar içerisinde kalan da Ebu Cehil bin Hişam'dır. Sebebi de şudur: Ebu Cehil, Secdede olan Resûl-i Ekrem'in sırtına pislik dolu bir işkembeyi attı. Bu hakaret, henüz iman etmeyen Hamza'ya haber verildiğinde, avdan yeni dönmüştü. Yayı elindeydi. Öfkeli bir şekilde Kabe'ye doğru gitti. Ebu Cehü'in yanına vardı ve yayı ile Ebu Cehil'in basma vur­du. Ebu Cehil, vurmaması için yalvararak :

«— Ey Eba Ya'la (Uz. Hamza'nın künyesidir)! Beni dövme! Muhammed'in getirdiklerini görmüyor musun? Bizim aklımızı hi­çe sayıyor. Ma'budlarımıza küfrediyor. Aba ve ecdadımıza muha­lefet ediyor» dedi.

Hamza, Ebu Cehil'in bu sözleri karşısında:

«— Akıl yönünden sizden daha ahmak kim olabilir? Allah'ı (C.C.) bırakıp taşlara tapıyorsunuz. Ben şehadet ederim ki Allah-tan başka ma'bud yoktur. Ve yine şahitlik ederim ki, Muhammed (S.A.V.J Allah'ın peygamberidir» dedi ve böylece müslüman oldu. İşte o gün Cenab-ı Hakk bu Âyet-i Celîleyi indirdi.

Dahhak, «bu âyet, Ömer bin Hattab ile Ebu Cehil Âmr bin Hişam hakkında nazil olmuştur» dedi.

îkrime ve Kelbi, «bu âyet, Ammar bin Yaser ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur» dedi.

Muka'til, «bu âyet Peygamber (S.A.) ile Ebu Cehil'in hakkın­da nazil olmuştur. Sebebi de şudur :

Ebu Cehil:

— Abdimenaf kabilesi şerefte bizimle boy ölçüştü. Öyle bir duruma geldi ki, onlarla biz iki yorgun at binicisi gibiyiz. Onlar dediler: «Bizden bir peygamber vardır, ona vahyediliyor.» Al­lah'a (C.C.) yemin ederim, biz onların peygamberine, geldiği gibi bize de bir vahy gelmedikçe iman etmeyeceğiz» dedi. Bunun üze­rine bu Âyet-i Celîle nazil oldu.

Hasan Basri'nin ikinci görüşü, «bu âyet her mü'min ve her kâfir hakkındadır.» Bu görüş, daha doğrudur. Çünkü mana bütün mü'min ve bütün kâfirleri içine aldıktan sonra herkesin bu âyetin kapsamına girmesi daha uygundur[45]  

İmam Fahreddin Razi burada Kâbi'den şunu rivayet ediyor. Bu Âyet-i Celîle gösteriyor ki iman, bütün tâatlarm ismi­dir. tasdik ancak imanın lügat manâsıdır. Nitekim burada şirk, Allah'a muhalefet olan her şeyin adıdır. Fakat lûgatta şirkin ma­nası Allah'a ortak koşmak demektir. İmanın bütün tâatlarm adı olduğunun nedeni şudur: Cenab-ı Hakk murdarı helâl bilmek konusunda mü'minlerin müşriklere itaat etmesini şirk diye adlan­dırmıştır.

Zahir şudur: Bu itaata şirk demek, tağliz (şiddetlendirme) kabilindendir. Nitekim Ebu Hayyan da, başkası da bunu söyle­mektedir. Kasem burada mukadderdir. Yani eğer onlara itaat ederseniz, Allah'a yemin ederim ki siz muhakkak müşriklerden olursunuz  [46]

Bu konu ile ilgili birkaç mesele :

Fâkihlerden bazıları «Allahtan başkası için kesilen» hükmün geneline, herhangi birinin ismini besmeleden sonra zikrederek kesilen hayvan da girer, dediler. Mesela: Allah'ın ve Muhammed' in ismiyle demek gibi... Fakat bu makamdaki tahkik.şudur: Dinî bir durumdan ötürü her kesilen hayvan ibadettir. İbadet ancak Allah için olur. Allah'tan başkasının ismi onun üzerine zikredile-mez. Misafirperverlikte mübalağa göstermek için kesilen de, bu konuya giremez. Müslüman hayvanı keserken sultanın veya kıymetli misafirlerin ismini Allah'ın ismiyle beraber anamaz. Putla­ra kesenler gibi, onların isimlerini zikretmezler. Eğer peygamber­lerin, salih insanların, isimleri kesiş anında anılarak hayvan ke­silirse, o hayvan mundar olur. Sultanın veya büyük bir misafirin gelmesi anında kesilen hayvan ise, bu kabilden değildir. Onun zi­yafeti için kesilmiştir manâsını ifade ediyor. Bu meseleyi «Er-Rav-datü'n-Nediyye fi şerhi ed-Durer'il-Behiyye» adlı kitabın sahibi zikretmektedir. Mezkûr eser, bu meseledeki ihtilafları tamamen or­taya koymaktadır. Bu konuşmasıyla, makam ile ilgili birçok fay­daları da dile getirmektedir. Ve şöyle demektedir : Sultan için ke­silen acaba Allah'ın gayrisi için kesilenin umumuna dahil olur mu olmaz mı?

İmamı Şevkâni: «Ed-Durer el-Behiyye» sahibi bu konuda yapmış olduğu bir açıklamada şunu söylüyor: Bil ki, Kur'an'm ve hadisin genelinden de anlaşıldığı gibi eşyada asıl mubah olması­dır. Herhangi bir ferdin veya herhangi bir çeşidin haram olma­sına ancak bir delil ile hükmedilebilir. Ki o delil, o malûm, asıl, tertemiz olan İslâm'dan nakledilir. Meselâ: Dikili taşlar üzerinde kesilen hayvanın, mundarın, düşen, boğulan, vurularak Öldürüle­nin, Allah'tan başkasının ismini anarak kesilen hayvanların ve domuzun haram olması gibi.

Ehli ilimden bir cemaat şöyle demiştir: Yasağın veya emrin ölümle vâki olması, habis sayılması, veya nesholunmamışsa geç­miş ümmetlere haram edilmesinin aslı kitab, sünnet, icma' ve kı­yastır. Binaenaleyh fertlerden veya nevilerden birisinin haram ol­masını ileri süren bir kimseye lazımdır ki, o haramlığı bu asıllar­dan birisiyle delillendirsin. Eğer böyle bir imkânı yok ise, Allah' m CC.C.) demediğini Allah'ın kesesinden uydurmaya hakkı yok­tur. Çünkü Allah'ın helâl kıldığını haram kılan, tıpkı Allah'ın (C.C.) haram kıldığını helâl kılan gibidir. Aralarında fark yoktur. Buradaki günâhı, her arif bilmektedir. Şüphe yoktur ki, asıl beraet tek başına hak olanın üzerinde kâfidir. Hele o asli beraete Cenab-ı Hakk'in genel manayı ihtiva eden âyetleri inzimam edilirse... Me­sela: «De ki, Allah tarafından bana vahyedilenden...» [En'am : 145] «Size tayyibeler helal kilindi.» (Maide: 4) «Size nzık olarak verdiklerimizin tayyibinden yiyiniz.» [Bakara: 57] «Allah O'dur ki size yeryüzündeki her şeyi yaratmıştır.» [Bakara: 29] «Onlar için tayyibeler helal kılındı.» [Araf: 155] âyetleri gibi...

Hülasa: Haram olmayı ,sadece nassen haram olarak ilân edi­lenin üzerinde durdurmak gerekiyor. Onun ötesi helâldir. Selman' m Tirmizi tarafından rivayet edilen hadisi bunu açıkça belirtmek­tedir. O hadis şöyledir: [47]

 

Helâl Ve Haramın Belirlenmesi

 

. «Helâl, Allah'ın kitabında helâl kıldığıdır. Haram, Allah'ın ki-atbinda haram kıldığıdır.» Cenab-ı Hakk herhangi bir şeyden sü­kût etmiş ise, o Cenab-ı Hakk'ın bizim için affetmiş olduğu eşya­dandır.»[48]   

Ebu Davud, İbni Abbas'tan mevkuf olarak rivayet eder :

«Cahiliyet ehli, bir takım şeyleri yerlerdi. Bir takım şeyleri de pis sayarak bırakırlardı. Cenab-ı Hakk, Peygamberini gönder­di Kitabını indirdi. Helalilini helal, haramını da haram kıldı. Ce-nab-ı Hakk, neyi helal kılmışsa o helaldir, neyi haram kılmışsa o haramdır. Neyi sükûtla geçirtmişse o affolunmuştur.» İbn-Abbas bunu rivayet ettikten sonra hemen bu âyeti okudu.

Tirmizi, Ebu Davud, Kubeyse bin Haleb'in hadisinden rivayet ediyorlar: Bir kişi Resûlüllah'tan sordu :

— Yemeklerden bir çeşit vardır, onu yemekten kaçınıyoruz. ResÛl-i Ekrem ona cevab olarak :

«— Sen Hıristiyan'lara benzemiş oldun. Sakın (helâla kar$ı) senin nefsinde her hangi bir şey kıpırdamasın?» buyurdu.

Bu kaide böylece açıklandıktan sonra deriz ki: Sultanın gel­mesi anında kesileni, haram kabul edip «Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen haramdır.» genel kaidesine dahil etmek yanlıştır. Çünkü âyetteki «ühille», i'lâl kökünden geliyor. İ'lâl, sesini yük­selterek cahiliyet ehlinin «lat» ve «uzza» ismiyle dedikleri gibi putun ismini anmaktır. Zemahşeri, Keşşafında bunu böyle söylü­yor. Oysa sultanın geldiği anda hayvanı kesen «Sultanın ismiyle kesiyorum» demiyor. Eğer böyle dese, o vakit şüphesiz o hayvanın eti haram oluyor. Halbuki o hayvanı kesen bismillah der. Bunun üzerine İmam Ahmet'in, Müslim ve Nesei'nin, Emir'ül Mü'minin Hz. Ali'nin hadisinden rivayet ettikleriyle delil getirildi. Hz. Ali, ResûH Ekrem'den dinledi: [49]

 

Hayvanı Allahtan Başkası İçin Kesmek

 

  Allah'tan başkası için kesene Allah lanet etmiştir.

Fakat bu istidlal (delil getirme) doğru bir istidlal değildir. Çünkü Allah'tan başkası için kesmek, bu hadisin sarihlerinin açık­ladıkları gibi, Allah'ın ismini değil de başkasının ismini anarak kesmektir. Mesela: putun, sa'Iibin, veya Hz. Musa'nın, veya Hz. İsa'nın veya Kâ'be'nin veya benzeri bir şeyin ismini anarak kes­mektir. Bütün bunlar dinen haramdır. Böyle kesilen hayvanın eti yenilmez. İster kesen Müslüman, ister Yahudi, ister Hıristiyan ol­sun. Nitekim İmam Şafii ve arkadaşları bunun üzerinde açıkça İsrar etmişlerdir. En-Nevevi, Müslim'in şerhinde :

  Eğer hayvanı kesen, Bismillah demekle beraber kimin için kesiliyorsa onun yüceltilmesini de kastederse o, Allah'tan gayrisi için olur. Oysa ibadet sadece Allah'adır. Allahdan başkasına iba­det küfürdür. Eğer bu tarzda kesen müslüman ise, bu kesmeden ötürü dinden çıkmış oluyor.

Malûmdur ki, o eşyadan birisinin ismini anmak suretiyle kestiği zaman da hüküm böyledir. Lâkin Allah için olup, Allah'ın is­miyle fakat gelene bir ikram olsun diye kesilirse, o vakit bu hay­vanın haram olduğuna dair hiçbir delil yoktur.

îmam Şafii'nin talebelerinden olan Şeyh İbrahim Maruzi:

«Sultanın gelmesi anında, sultana yaklaşmak için kesilen hay­vanın eti için Buhara ehli haramdır diye fetva vermişlerdir. Çün­kü o, Allah'tan gayrisinin adıyla kesilmiş oluyor» diyor.

İmamı Rafii: «Onlar sultanın gelmesini müjdelemek için bu­nu kesiyorlar. Bu tıpkı çocuğun doğması için kesilen Akika gibi­dir. Böyle bir müjdeleme hayvanın haram olmasını gerektirmez» dedi. Rafii'nin görüşü   doğru olanın tâ kendisidir.

imam Nevevi'nin «Rağbe» adlı kitabında şu hüküm yer al­maktadır :

«Kâ'be'yi tazim etmek ve Allah'ın (C.C.) evi olduğundan do­layı Kâ'be'ye kurban kesen veya Allah'ın (C.C.) Resulü olduğu için Hz. Peygambere kurban kesen, bu hareketinden menediîemez. Onun kestiği helâldir. Sultanın istikbali anında, onun geldiğini müjdelemek için kesilen hayvan da bu kabildendir. Bu tıpkı ço­cuğun Akikesi için kesilen hayvanın mertebesindedir» dedi.

Nevevi'nin konuşmasının başından anlaşıldı ki, sultanın müs-Iümanların sultanı olduğundan dolayı onu ta'zim ederek kesilen bir hayvanın eti yenir. Çünkü bununla «Kâ'be Allah'ın (C.C.) bey­tidir» diye ta'zim edilerek Kabe için kesilen hayvan arasında fark yoktur.

Ed-Devvari: «Allah (C.C.) yaklaşsın ve dolayısıyla Allah, cin­lerin şerrini kendisinden uzaklaştırsın umuduyla kesilen kurbanın eti helâldir .Eğer cinlere mahsus olarak keserse haramdır.»

Ed-Dewari'nin bu sözünden şu anlaşılıyor : «Sultana ikram için kesilen helâl oluyor. Doğru olan da budur. Çünkü daha ön­ce de söylediğimiz gibi eşyada asıl helâlliktir. Genel deliller de bu­nun üzerine işaret ettiler. Bu asıldan nakledenin varlığı da ma'dum (yok) dur. Bu genelleri tahsis eden de yoktur. Allah hakikati daha iyi bilir.» Şevkâni'nin sözü burada sona erdi  [50]

Bu sözde Allah'tan başkasına yaklaşmak için kesilen ile Al-lahdan başkasının gelişini müjdelemek için kesilen hayvan arasın­daki fark ortaya çıktı. İkincisi tıpkı doğan çocuğun Akikası, evle­nenlerin velimesi, ziyafet ve benzerleri gibi helâldir. Birincisi ise haramdır. İbni Hacer el-Mekki «Zevacir»inde şunları söylüyor :

«Bizim arkadaşlar (Şafii'leri kastediyor) Bunu da kesilen hay­vanın etini haram eden şeylerden saymışlardır. Çünkü «Allah'ın ismiyle, Muhammed'in ismiyle, Allah'ın ve Resulü Muhammed'in ismiyle kesiyorum dese, nahiv ilmini bilen bir kimse Muhammed dese, bir ehli kitab, kilise veya haç için, Hz. Musa, Hz. İsa için keserse, bir müslüman Kâ'be için, Hz. Muhammed (S.A.) için ke­serse, sultana, veya başkasına yaklaşmak için, cinler için keserse bütün bunlar kesilen hayvanın etini haram kılarlar ve büyük gü­nâhlardandırlar.»

îbni Hacer, bunları söyledikten sonra şöyle devam ediyor:

«Bir guruba göre Allah'tan başkası için kesilen tağutlar ve putlar için kesilendir. Başka bir gurup da, Allah'tan başkasının is­mi üzerine anılan demektir» dediler.

Fahreddin Razi: «Bu ikinci söz, daha evlâ ve uygundur. Çün­kü âyetin lafzına daha mutabıktır» diyor. Alimler, «Eğer bir müs­lüman bir hayvanı keserken Allah'tan başkasına yaklaşmayı kastederse, irtidad etmiş (dinden dönmüş) olur. Kestiği de mürted (dinden dönen) in kestiği gibi olur.» dediler.

«Ravde» sahibi «Bir müslüman, peygamber için bir hayvanı keserse kâfir olur» diyor.

Şevkâni, «Ed-Durru'n-Nediyye» adlı kitabında «Bunu Söyleyen Şafii imamlardan birisidir. Eğer peygamberler efendisi Hz. Mu-hammed (S.A.V.) için kesmek küfür ise, acaba diğer ölüler için kesilen nasıl olur?» diyor.

Necid memleketinin müftüsü Abdurrahman bin Hasan bin Muhammed bin Abdulvahap bin Süleyman bin Ali «Fethu'l-Mecid Şerh-u Kitabit-Tevhid» adlı eserinde, Allah'tan gayrisi için kes­mek konusunda şunu söylüyor:

Şeyhu'l-İslâm Takiyuddin Ahmed bin Teymiye (Allah ruhu­nu takdis eylesin), «İktidau's-Sirati'I-Mustakim» adlı kitabında :

«Allah'tan başkası adına kesilen» [el-Maide: 3] âyeti üzerinde şunları söylüyor: Zahir şudur ki; «Bu kesilen hayvan şu iş içindir» denilmesi gibiden maksad, Allah'tan başkası için kesilen ise, ister kesen bunu diliyle söylesin, ister söylemesin mesele değişmez. Ve bunun haram olması, «Mesihin ismiyle veya başka bir isimle ke­siyorum» deyip de et için kesilen hayvanın haram olmasından da­ha açık ve belirgindir. Nitekim bizim Allah'a yaklaşmak için kes­tiğimiz, üzerine Allah'ın ismini anarak et için kestiğimizden daha temiz ve ecir yönünden daha büyük olduğu gibi... Madem ki, «Me­sih'in veya Zühre'nin ismiyle kesiyorum» deyip de kesilen hayva­nın eti haram olur o halde, «Mesih için veya Zühre için kesiyorum» diye kesilen veya bu kastedilerek kesilen hayvanın etinin haram ol­ması daha belirgin ve açıktır. Çünkü Allah'tan başkasına ibadet etmek -küfür yönünden- Allah'tan başkasından yardım istemek­ten daha korkunçtur. Bu kaideye binaen; eğer Allah'tan başkası için kurban kesilir ve kesilen hayvanla ona yaklaşmak istenilirse, eti haram olur. Eğer o hayvan kesilirken bu Ümmetin münafıkla­rından bir gurubun yaptığı gibi «Allah'ın ismiyle» dese dahi ha­ramdır. Bu münafık gurup kurbanlar, yakılan buhurlar ve ben­zerleriyle yıldızlara yaklaşmak istiyorlar. Bunlar mürteddiler. Kes­tikleri hiçbir halde, hiçbir durumda helâl değildir, çünkü kestik­lerinde iki mani' vardır: Birincisi Allah'tan gayrisinin ismi anıl­mış, ikincisi mürtedin kestiğidir. Mekke'de cahillerin cinler için kestiği kurban da bu kabildendir. Bunun için Resûlüllah (S.A.) dan rivayet edildi ki, «Resûl-i Ekrem cinler için kurban kesmeyi nehyetti  [51]

(123) «İşte bunun gibi, her kasabanın en büyük günahkâr­larını orada hilekârlık etsinler diye büyük adamlar yaptık...s

Bu Âyet-i Celîlede «işte bunun gibi» tâbirindeki zamir Mekke durumuna racidir. Yani Mekke'de, mücrimlerin en büyüklerini hi­leler yapsınlar diye lider kıldığımız gibi, diğer kasabalar ve mem­leketlerde de durum budur. Yani Mekke'de büyüklüklerimle bö­bürlenenler kıldığımız gibi, her memlekette de büyüklükleriyle bö­bürlenenler kıldık.

Bazı müfessirler; âyetin manâsı «kâfirlere yaptıklarını süslü gösterdiğimiz gibi, her kasabada Mücrimlerden (günahkârlardan) büyükler kıldık» demektir dediler. Âyet-i Kerime'deki  ekâbi-re kelimesinin «Mücrimi» kelimesine izafe edilmesi caiz; değil­dir. Çünkü manâ tamamlanmaz. Belki âyette takdim ve tehur var­dır. Ayet'in takdiri «Böylece her kasabanın mücrimlerini (-dünya­da) en büyükler kıldık» demektir. Cenab-ı Hakk'ın «Mücrim leri en büyük» kılmasının nedeni şu olsa gerek: Mücrimler hilede daha güçlüdürler. Bâtılı insanlar arasında daha fazla desteklerler , Bunu da, başkanlıklarından yararlanarak yaparlar. Bu, Allah'ın değiş-

mez bir kanunî ilâhisidir. Her kasabada Peygamberlere tâbi olan­lar zayıflardır. O kasabaların büyükleri de fasıklardır. Âyet-i Celî-ledeki  yemkuru   kelimesi «Mekr» kökünden geliyor. Mekr, hile ve aldatma demektir.

Bazıları, «Mekr, gıybet, nemime (kovucuîuk) yalan yere ye­minler ve bâtılı desteklemek demektir» diyorlar.

İbni Abbas, «Ayetin manâsı; ta ki onlar, o kasabalarda yalanı söylesinler» demektir diyor.

Mücahid, «Mekke'ye varan her yol üzerinde dört kişi oturmuş-tu.Halkı, Resûl-i Ekrem'e iman etmekten çevirmek vazifesini üst­lenmişlerdi. Onlar herkese «Muhammed; yalancıdır, sihirbazdır, kâhindir» diyorlardı. Onların mekri budur. Onlar, esasında bu hi­leyi, kendilerine yapıyorlardı. Çünkü mekrin, (hilenin) vebali (gü­nâhı) onlara dönüşecektir. Fakat bunun vebalinin kendilerine dö­nüşeceğini sezmezler. Onlar bundan ötürü zarara gireceklerini bir türlü anlamazlardı.

Bu Âyet-i Celîle, Hz. Peygamber için bir tesellidir. Yani Ce-nab-ı Hakk «Bu, sadece senin için böyle değildir. Senden Önceki peygamberler de, bu durumu geçirmişlerdi.» diye peygamberine teselli veriyor.

Beyzavi, «Eğer «cealna» kelimesi «mekkena» manâsına gelirse, Ekâbire kelimesi «Mücrimi» kelimesine izafe edilmiş olu­yor. Bu takdirde âyetin manâsı «İşte bunun gibi, her kasabanın en büyük mücrimlerini hile yapsınlar diye orada yerleştirdik» olu­yor diyor. [52]

 

Müşriklerin Peygamberlik İstemesi

 

(124) «Onlar bir âyet geldiğinde Allah'ın peygamberine veri­len gibisi bize de verilmedikçe katiyyen iman etmeyiz derler.»

Bu Âyet-i Celîlenin sebebi nüzulünde şunlar söylenilmektedjr: Muğire oğlu Velid, Resûl-i Ekrem'e :

«— Eğer peygamberlik hak ise, ben senden daha çok ona müstahak idim. Çünkü yaşça senden daha büyüğüm. Mal bakımın­dan daha zenginim» dedi.

Mukatil, «Bu âyet Ebu-Cehil hakkında nazil olmuştur» dedi. Sebebi de şudur:

Ebu Cehil, «Abdimenaf'm çocukları şerefte bizimle mücadele ettiler. Biz iki rahvan at gibi olduk. Onlar: Bizden bir peygamber vardır. Ona vahiy geliyor» dediler. «Allah'a yemin-u-kâsem ederiz, biz o peygambere iman etmeyiz^ ona tabi olmayız. Ancak ona geldiği gibi bize de bir vahiy gelirse ona tabi olmamızı emrederse tabi oluruz» dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, bu âye­ti indirdi.

Bu Âyet-i Celîlede bahsi geçen «âyet» kelimesi «hüccet, bey-yine ve peygamberin doğruluğuna işaret eden apaçık delil» demek­tir.

Muğire oğlu Velid, veya Hişam oğlu Ebu Cehil (Âmr) veya kâ­firlerin başlarından, (Kureyş'in eşrafından) herhangi birisi bu sözü söylediler.

Kureyş kâfirlerinin «Allah'ın Resullerine gelen bize gelmedikçe O'na iman etmeyiz demeleri hilelerindendi. Onlar peygamberliği kastediyorlardı. Yani «Biz de peygamber olmadıkça sana iman etmeyiz, seni tasdik etmeyiz» demek istediler. Onlar, bu çirkin söz­leri Resûl-i Ekrem'i kıskandıkları için söylediler:

«Peygamberlere gelenin benzeri bize gelmedikçe iman etme­yiz» sözlerinde iki yorum vardır:

1- Kureyşliler kendilerine de peygamberlik ve risalet gel­mesini istediler. Tıpki Resûlüllah'a geldiği gibi. Metbu (önder) ol­mayı istediler, tâbi olmayı arzulamadüar.

2- Hasan Basri ve îbni Abbas'tan gelen nakle göre, âyetin manâsı şudur: Onlara Kur'an'ın herhangi bir âyeti gelip Hz. Mu-hammed'e tâbi olmalarını emrettiğinde; «Allah'ın peygamberleri­ne gelen vahiy bize gelmedikçe, Cebrail senin doğru ve peygamber olduğunu gelip bize söylemedikçe, biz sana iman etmeyiz.»

Bu ikinci yoruma göre onlar peygamberlik istemediler. Ancak meleklerin onlara Hz. Muhammed'in doğruluğunu haber vermele­rini istediler. Birinci yoruma göre ise, onlar peygamber olmak is­tediler. Ayetin «Allah peygamberliğini nereye (kime vereceğini) daha iyi bilir» kısmı birinci yorumun sıhhatli oluşuna delalet eder. Yani Cenab-ı Hak peygamberliğe kimin müstahak olduğunu bilir ve onu peygamberlikle şereflendirir. Peygamberliğe kim müsta­hak değildir? Onu da bilir. «Siz peygamberliğe müstahak değilsi­niz. O halde Allah size peygamberlik vermeyecektir.» Bir de pey­gamberlik hasedçi, mağrur, kindar kimseye değil, Allah'ın CC.C.) istediğine verilir.

Cenab-ı Hakk'ın kelamından olan «Allah peygamberliğini ne­rede kılacağını bilir.» cümlesi ile Allah (C.C.) onları reddeder ve cehaletlerini ortaya koyar.

«Onlar: Neden bu Kur'an iki köyden (şehirden) olan büyük bir insanın üzerine inmedi dediler. Acaba onlar mı senin Rabbının rahmetini taksim ediyorlar.» [Zuhruf: 31]

Hafız îbni Kesir: «Âyetin manâsı; Allah peygamberliğini ne­reye koyacaktır? Ve peygamberlik için yarattıklarından kim el­verişlidir, daha iyi bilir demektir» diyor.

Yani onlar «Niçin Kur'an, birer büyük şehir olan Mekke ve Taif ahalisinin gözünde yüce olan bir insan üzerine inmedi?» de­diler. Bu sözlerini Resûl-i Ekrem'e hased ettiklerinden, inad, kibir ve zulümlerinden ötürü söylediler. Halbuki onlar bunu söylemele­rine rağmen peygamberin faziletini kabul ederler, şerefini, soyunu, ailesinin temizliğini, yetişme merkezini, menşeini ikrar ederlerdi. Hz. Peygambere «el-emin» diyorlardı. Onların bunu ikrar ettik­lerine, böyle dediklerine, Ebu Süfyan'ın İmparator Herakliyus'a söyledikleri de işaret etmektedir. Ebu Süfyan bunları söylediği gün, peygamberin en büyük düşmanıydı.

Bu âyet delalet eder ki, Peygamberlik, Cenab-ı Hakk'ın fazile­tidir. Dilediğini ona mazhar kılar, hiç kimse çalışmakla veya her­hangi bir çabalama ve didinmeye girişmekle peygamberlik ma­kamını elde edemez. Cenab-ı Hakk bu büyük rahmeti ve büyük kerameti ancak bu keramete ehil olan kimseye verir. Fıtratı sağ­lam, himmeti yüce, zekâsı, nefsi, kalbi tertemiz, hayır sever, hak sever kimseye verir. Arap zekileri, cahiliyet döneminde şirkte ol­malarına rağmen bilirlerdi ki, hakkı seven, hayrı yapan kimseler Allah'ın keramet ve inayetine mazhar olurlar. Nitekim bu durum, vahyin başlangıcı hakkında Hatice validemizden rivayet edilen ha­disten de anlaşılır. Cenab-ı Peygamber o zaman Hz. Hatice'ye:

— Ben nefsimden korktum, dedi. Hatice ona:

«— Hayır! Allah'a yemin ederim, Allah, hiçbir zaman seni re­zil etmez. Kuşkusuz sen sılayı rahm yaparsın, kuşkusuz sen doğ­ru konuşursun. Kuşkusuz sen fakir-fukaranın yükünü yükleniyor­sun. Kuşkusuz yoksul kimselere mal veriyorsun. Misafirperverlik yapıyorsun. Hakkın elde edilmesine yardımcı oluyorsun» dedi.

Fahreddin Razi, «Allah peygamberliğini nereye (kime verece­ğini) daha iyi biliyor» âyetinde şunları söylüyor :

Bu âyette ince bir hakikate dikkatler çekilmektedir. O da şu­dur:

Peygamberliğin ve risaletin oluşmasında, en az hile, hainlik, zulüm ve hasedden uzak olmak şartı vardır. Onların «Ve Allah' in peygamberlerine verilenin benzeri, bize verilmedikçe, biz iman etmeyeceğiz» sözleri hilenin, hainliğin ve hasedin tâ kendisiydi. Öyleyse bu sıfatlarına rağmen peygamberliğin onlar için oluşması nasıl düşünülebilir?

(124) «Suç işleyenlere Allah katında horluk ve yaptıkları hi­leye karşı pek şiddetli bir azab isabet edecektir...» Bu âyetin iza­hı:

Horluk diye tefsir ettiğimiz «sığar» kelimesi lûgatta; zillet, horluk ve'rezalet demektir. Bazı müfessirler «Âyetteki Siğâr o zil­lettir ki, kişinin gözünde kendi nefsini küçültür» demektir dedi­ler...

«Allah'ın katında» tâbirinden maksad, Allah katında onlara bu sabittir demektir. Bu tefsire binaen bu horluk ancak ahirette on­lar için oluşur.

Bazı müfessirler de «Allah'ın hükmü ile onlara bu horluk isa­bet edecektir. Allah bu hükmü onlar üzerinde dünyada icra etmiş­tir» diyorlar.

Beyzavi «Mücrim olanlara Allah (C.C.) katından gelen bir hor­luk isabet edecektir» şeklinde âyeti tefsir etmiştir.

El-Menar, «Allah (C.C.) katında onlara horluğun isabet etme­sinin manâsı; ahirette onlar için aşağılanma vardır, demektir. Çün­kü ahirette olan her şey «Allah'ın katmdadır» diye yorumlanır. Çünkü ahirette Allah'tan başka hiç kimse her hangi bir tasarruf ve her hangi bir etkiye sahib değildir. Ama dünyada insanlar için bir takım tasarruflar vardır. Veya âyetin manâsı «Allah'ın hikmeti ve adaleti, bir horluğun onlara isabet etmesini istemiştir. Allah'ın takdiri böylece tecelli etmiştir» demektir. Çünkü Allah'ın kaderi ve tekvini hükmünde  ki, o hükümle Cenab-ı Hakk, halkın niza­mını tedvir etmektedir— olan Allah katında sabittir. Onun Şer'i ve teklifi hükmünde sabit Olan adalet ve halkı ikame etmekte kul­lanılan O'nun katındadır denilebilir. İkinci tefsire göre; bu zillet

cezası haktan kibirlenerek döndüklerinden dolayı ahiretten Önce dünyada onlar için hâsıl olabilir. Birinci yoruma göre; bu ceza mutlaka ahirette olacaktır. O zaman şiddetli azabtan maksat, dün­yada onlara isabet eden azabtır. Veya hem dünyada hem ahirette isabet eden azab demektir. Milletlerin günâhlarından ötürü dün­yadaki azabları kesin ve şaşmazdır. Fakat fertler böyle değildir. I Bazı fertler mücrim ve hakir olduğu halde dünyada azab çekmez, > sadece ahirette azap çeker. Fakat Resûl-i Ekrem'e eziyet vermeye kalkışan Mekke senadidi (ileri gelenleri) dünyada azab gördüler.  Nitekim Resûlüllah ile alay eden ve bahsi geçen o beş kişi Bedir'  de azabı en zelil bir şekilde çektiler... [53]

 

Meal

 

(125) «Allah kimi doğru yola hidayet etmek   isterse,   onun göğsünü İslâmiyete açar. Kimi de saptırmak isterse, göğe yükse-liyornrjş gibi kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece inanma­yanların üzerine pisliği   (azabı)   bırakır...»

(126) «Bu, Rablmıin dosdoğru olan yoludur. Öğüt alıp dü­şünmesini bilen bir topluluk için ayetleri böylece birer birer açık­ladık.»

(127) «Rablerinin katında selamet evi onlarındır. O, işledik­lerinden ötürü onlann dostudur.»

(128) «Onlann bütününü toplayacağı gün:

  Ey cin topluluğu! İnsanlardan çoğunu elde ettiniz (diye­cektir). İnsanlardan onların dostları olanlar derler ki;

  Ey  Rabbimiz!   Birbirimizden  yararlandık  ve   bizim  için tesbit ettiğin süreye ulaştık.»  (Allah) diyecektir ki «Allah'ın di­lediği dışta olmak üzere ateş sizin içinde ebedi kalacağınız ko­naklama yerinizdir. Kuşkusuz Kabbiniz hüküm ve hikmet sahi­bidir, bilendir.»

(129) «Kazandıktan günahlardan ötürü zalimlerin bir kıs­mım diğer bir kısmına böylece musallat ederiz.»

(130) «Ey cin ve insan topluluğu!  İçinizden size ayetleri­mizi aktarıp okuyan bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp korkutan peygamberler gelmedi mi? Onlar, nefislerimize aleyhinde,  şehadet   ederiz  derler.  Dünya   hayatı  onları  aldattı. Gerçekten kafir olduklarına dair kendi nefislerine karşı şehadet ettiler.»

(131) «Rabbin haberleri yokken kasabalar halkını haksız ye­re yok etmeyeceğinden dolayı bu böyledir.» [54]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(125) «Allah kimi doğru yola hidayet etmek isterse onun kalbini İslâmiyete açar...»

Bu Âyet-i Celîledeki «hîdayet»ten maksad, hak yoludur. İmanda muvaffak olmakdır. Mutezileler âyetin manâsı: «Sevaba, cennete hidayet etmek veya hidayetten ötürü sevabdar etmek de­mektir» dediler. Kimisi de İslâm'a açmak, nefsini hakkın misa­firliğine müheyya (hazırlanmış) hale getirmek ve hakkı menet­mekten nefsi arındırmak demektir dedi. Nitekim Resûl-i Ekrem' den:

  Ey Allah'ın Resulü! Göğsün şerhi (nefsin arındırması) na­sıl olur? diye sorulduğunda Cenab-ı Peygamber (S.A.V.):

  O bir nurdur. Göğse atılır. Göğüs onun için açılır, geniş­ler. Cevabını verdi. Soruldu:

«Ey Allah'ın Resulü! Acaba bunun bilinmesine dair herhangi bir alamet var mıdır?

Buyurdular:

— Onun alameti ebediyyet yurduna dönüş, aldanma evinden uzak olmak ve gelmezden önce ölüme hazırlıklı bir hale gelmek­tir» buyurdu.

(125) «Allah kimi de saptırmak isterse  göğe yükseliyormuş gibi  kalbini dar ve sıkıntılı kılar...»

Bu Âyet-i Celîle, şunları ifade eder: Kişinin kötü istek ve se­çeneğinden Ötürü Cenab-ı Hakk onun içinde sapıklığı yaratır.

Bazı müfessirler, «Allah kimi sevabtan, cennet veya imanın ziyadesinden saptırırsa onun kalbini darlaştırır, demektir» dedi. Kimi mahrum eder veya kişiyi istekleriyle başbaşa bırakırsa, onun göğsünü bu şekil kılar.

Abd bin Humeyd, İbni Cerir ve başka müfessirler Ebu Selt es-Sakafi'den rivayet ettiler :

Hz. Ömer (R.A.) bu âyetteki «harecen» kelimesini okudu. Onun yanında bulunan sahabelerden birisi de «Haricen» şeklinde okudu. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.) :

«Bana Kinane kabilesinden bir kişi getiriniz. Yalnız o, geti­receğiniz Kinane'nin çobanlarından ve Müdleç boyundan olsun» dedi.

Hz. Ömer'e böyle bir kişi getirildi. Hz. Ömer sordu:

  Ey delikanlı! Sizin lügatinizde. «hareç» neye denir?

Kişi:

  Bizim lügatimizde «Hareç», diğer ağaçlar arasında sıkışıp kalmış ağaca denir. Ne otlamak isteyen bir hayvan, ne bir vahşi, ne de herhangi   bir şey ona yetişir.»

Hz. Ömer (R.A.) :

  İşte münafikın kalbi de böyledir. Ona hayırdan hiçbir şey varamaz buyurdu.

îbni Abbas, bu Âyet-i Celîleyi okuduğu zaman sordu:

  Beni Bekir kabilesinden kimse var mıdır? Bir kişi:

  Ben varım, dedi. İbni Abbas:

  Sizin lügatinizde «Hareç» ne demektir? Kişi:

  Bizim lügatimizde «hareç» o vadiye denilir ki; ağaçtan çok ve birbirine girmiştir .Orada geçit imkânı yoktur.

îbni Abbas:

  İşte kâfirin kalbi de böyledir, dedi.

mea'ni alimleri; «kalb,» ilimler, itikadlar merkezi ve yeri olduğundan dolayı Cenab-ı Hakk hidayetini dilediği kimsenin kal- t bini açmakla vasıflandırdı. Onu nurlandırdı. Bu da Allah (C.C.) ta- „ rafından Allah'a ve Resulüne olan imamn kılıfı oldu. Kötü seçene­ğinden ötürü sapıklığını dilediği bir kimsenin kalbini de genişliğin tersi olan darlıkla vasıflandırdı. Bu nitelendirme, kötü seçeneği ile küfrü seçip ihtiyar eden bir kimsenin kalbini Cenab-ı Hakk'm; artık herhangi bir ilim kabul etmez, Allah'ın birliğine dair herhan­gi bir delil getirmeye gücü yetmez, Allah'a iman etmeye kabiliyetli 2 bulunmaz bir şekilde yarattığına delalet eder. [55]

 

Her Şey Allah'ın İradesiyle Oluşur

 

Bu Âyet-i Celîlede bütün eşyanın, Allah'ın iradesiyle oluştuğunun delili vardır. Hatta mü'minin isteği ile seçtiği imam da Allah' in istemesi ve iradesiyle oluşur. Kâfirin kötü seçeneği ile seçmiş olduğu küfrü de Allah'ın isteğiyle oluşur. Fakat cebir ve zorlama yoktur.

Kâfir bir kimse, İslama çağrıldığında sanki ona göklere çıkma teklifi yapılmıştır. Göklere çıkma imkânı beşer için mümkün olmadığına göre kâfirin İslama gelmesi de böyle olur.                        

Bazı mtifessirler «Mümkündür ki, âyetin manâsı şöyle olsun: «Kâfirin kalbi, sanki göklere çıkmaya zorlanıyor gibi kaçıyor.»

Bazı tefsirciler de «İslama çağrılan kâfirin önündeki yollar daralır. Ancak göklere çıkacak yol kalır. Buna da kudreti yoktur» derler.

Bazı müfessirler de «Sanki o göklere çıkıyormuş gibi İslâm, ona o kadar zor, o kadar sıkıntılı bir emir olur» derler. Yani kâfir îslâma davet edildiği zaman «göğe çık» gibi bir teklif ve zorlukla karşı karşıya gelir. [56]

 

Rics Nedir?

 

(125) «Böylece inanmayanların (üstüne pislik kılar, onları) küfür bataklığında bırakırız...»

Yani kâfirin imandan kalbi daraldığı, haktan uzak olduğu gi­bi azabı, iman etmeyenlerin üzerinde kılarız. Bu Âyet-i Celîledeki «ricis» kelimesi «azab veya mahrum olmak» demektir.

İbni Munzir ve başka müfessirler Mücahid'den «Ric's; kendi­sinde hayır olmayan şeydir» diye rivayet ettilerRağib, «Ricis, pis şey demektir» dedi.

Zeccac, «Ricis, düyada lanet, ahirette azab demektir» dedi.

İbni Abbas, «Ricis, şeytan demektir. Yani Allah şeytanı iman etmeyenlere musallat kılar» dedi.

Bu Âyet-i Celîlede «Ricis, iman etmeyenlerin üzerine bırakıl­mıştır» deniliyor. Yunus Sûresi'nde Cenab-ı Hakk şöyle buyuru­yor:

«Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir. Allah ricsi akıllarını  başlarına almayanlara gönderir.»

 [Yunus : 100]  Aklı kullanmamak da, iman etmemek (ikisi)  de ricsin gelmesine sebebtir. [57]

 

Hidayete Erme Ve Küfre Kayma Konusunda Kelamcıların Tartışması

 

Değerli okuyucu! Bu Âyet-i Celîle ve benzeri âyetler, kaderi, cebrî, mu'tezile ve eşa'rî kelamcılan arasında tartışma ko­nusu olmuştur:

Mahlûkatın yaratılışı Cenab-ı Hakkin ezelde geçen takdiriyle, hikmetli sünnetlerinin birisiyle sabit olan nizamla olduğunu inkâr eden kaderîler derler ki, «Bu âyetin zahiri şudur: Allah bir ki­şinin hidayetini dilediğinde onun göğsünü genişletir İslama karşı göğsünde genişlik yaratır. Onun imanı kabul etmesi Allah'ın ya-ratmasıyla olur. Bu yaradılış geçmiş bir takdir üzerine terettüb edilmiş değildir, yeni bir şey değildir,» derler.

Kaderîlerden olan Cebrîlerle, başka mezheblerden olan Ceb­riler derler ki; «Madem ki, durum böyledir, kişinin müslüman ol­ması onun ihtiyarıyla olmadığı gibi çalışmasıyla da değildir. An­cak Allah'ın fiiliyledir.»

Eş'ariler'den bir gurup, «Onda kişinin çalışması vardır. Ki­şiye nisbet edilir. Fakat o Allah'ın mahlûkudur. O'nun nefsinde ki­şinin bir tesiri yoktur» der. Fakat bu iki sözün özü hemen hemen birdir. Allah tarafından sapıklığa düşürülmek istenenin hakkında da böyle derler. Cenab-ı Hakk, göğüs darlığını (Hareci) onun için yaratır. Onu, küfr üzerinde durduracak şeyleri ve imanın kabulü­nü menedecek engelleri yaratır.

Mutezile'ler âyete çeşitli teviller getirmişler, o tevillerle âyeti kendi mezheblerine tatbik etmek istemişler. Onların mezhebine göre, kişinin imam veya küfrü kişinin müstakil fiilidir. Yani kişi fiilinin yaratanıdır. Fakat Mutezile'ler aralannda çeşitli guruplara ayrılmıştır:

Bazıları, bu sadece mü'minin ahiretteki hidayetine mahsus­tur. Cennete gidecek yola hidayet edilmesine mahsustur. Kâfirin de cennetten sapan yola sapmasına mahsustur, demişler.

Bazıları da, «lütûflar, kişiyi hidayete kolayca götürmeye yar­dım eden tevfikin verilmesi kabilindendir» demiştir. Yani Cenab-ı Hakk, bazı kimselere lütfeder, onları imana getirecek yollan on­lara kolaylaştırır, o da kendi isteğiyle ona gider. İstemeyen bir kimseye de bunu vermez. O da küfrünün üzerinde kendi irade ve isteğiyle kalır. «Menar sahibi ehl-i sünnetin mezhebine en yakın olan tevil de budur» diyor  [58]

Menar'ın iddiasına göre; hazık (kıvrak zekalı) alimlerin bu ih­tilâfa girmeleri mezheblerini ön planda tutup da, âyetleri mezheb­lerine hamletmeye çalışmalan ve hadisleri mezheblerine göre tevil etmeye didinmelerinden ileri geliyor. Onlar, sadece mezheblerinin kaideleriyle ilgili olan âyet ve hadislere bakarlar. Diğer âyetlere bakma lüzumu hissetmemektedirler. Fakat her akidenin incelen­mesi anında bakış arzeden veya o akide hususunda gelen bütün hakkında aklını kullanan için hak tecelli edecektir. Ve o zaman Allah'ın kitabında ihtilaf yeri de olmayacaktır. Çünkü Cenab-ı Hakk:

«Onlar Kur'an-ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı onda birçok ihtilah (yani birbirini nak­zeden şeyler) bulurlardı.» [Nisa: 82] buyurmaktadır. Binaena­leyh Kur'an'da «Allah'ın her şeyi kaderle yaratmış olduğu» vardır. Yani ezelde geçen bir kaderde halketmiştir. Kalıcı ve sabit bir ni­zamla ilgisi olmayacak bir şekilde değü. İşte bu, Kadercilerin mezhebini reddediyor.

Yine Kur'an'da «Her şey Allah'ın  irade  ve   istemesiyledir.» [El-Kamer: 45] O'nun istemesiyle nizam ve takdirin gerektirdiği hikmetine bağlıdır. O, manâsız iş yapmak, ayırıcılık yapmak ve sağlam olmayan bir sanatı icra etmekten münezzehtir.

Kitabta, sorumlu kulun imanı, kendi fiil ve seçeneğiyle ger­çekleşir, keyfiyeti de vardır. Cenab-ı Hakk, onu yaratmış, kişi ken­di irade ve seçeneğiyle onu işlemektedir. Bu durumda kişinin fiili, Allah'ın yaratmasına ve istemesine ters düşmemektedir. Ve onu müstakil (orada Allah'ın hiçbir etkisi olmaksızın) de kılmamakta­dır. Allah'ın tevfik ve imdadından uzaklaştırmamaktadır ki, onu fiiline (ameline) yaratıcı olarak kılmış olalım. Binaenaleyh iki fi­ilin arasındaki fark büyüktür. Biz vahyin nass'larmı bu şekilde toplarsak Cenab-ı Hakk'm kullar üzerindeki açık delili ortaya çı­kar. [59]

 

Tevfik Ve Hizlan

 

Tevfik, Allah'tan gelen özel bir inayettir. Cenab-ı Hakk bazı kullarına bunu ihsan eder. Peygamberliğini nereye ve kime vere­ceğini daha iyi bildiği gibi Tevfikini nereye ve kime vereceğini de daha iyi bilir. Muvaffak kıldığı kulun kudreti vekazancıyla kudret ve kazancının dahilinde olmayan hay'r ve maslahatı (işi) kul için bir araya getirmiştir. O kul için iki emir de hâsıl olur.

Allah'ın hizlânı ise, Tevfikm tam zıddıdır. Olumsuz bir emir­dir. Cenab-ı Hakk mahrum olan kuluna hiçbir şekilde hiçbir şey­de zulmetmez. Bazen bir şey olumsuz olarak tefsir edilir. Fakat onun hakikati olumludur. Bazen olumlu olarak tefsir edilir, haki­kati olumsuzdur. İbni Kayyim, «Tevfik» ve «Hizlân» konusunda «Medaricü's-Saükin» adlı kitabında diyor ki:

«Allah'ı (C.CJ bilenler ittifak etmişlerdir ki tevfik ,Allah'ın seni kendi nefsine bırakmamasîdır. Hizlân ise, Allah'ın seninle se­nin nefsin arasından çekilmesidir.»

tbni Kayyim'in bu tarifi «Tarifi birresim»dir  [60] Manâsı bizim söylediğimiz hususunda açıktır. Allah'ın seni senin nefsinle başbaşa bırakmaması yani senin kudretinde olanın üstünde bir şe­yi sana vermemesi, isteğinin yöneldiği konudan fazla hayrı senin nefsine vermesidir. O da öyle bir noktadır ki, kurtuluş ve hayrın isabeti ona bağlanır ki, bu da senin kudretinde olmayandandır. § Senin var kuvvetinle çalışman buna tek başına yetişemez. Bunun bir kısmı nefsî, bir kısmı da nefsin haricindendir. Onun manası olumlu ve icabîdir.

«Hizlân» hususunda Allah'ın (C.C.) seninle nefsinin arasından çekilmesinin manâsı; Cenab-ı Hakk, kazancının varacağı hususta özel lütfundan sana bir şey vermiyor. Kazancının varmayacağını da sana musallat kılmıyor. Binaenaleyh sen ancak kendi kudreti-||     nin oranında hayrı elde edebilirsin. Bu da senin bildiğin ve sebeb-lerden dilediğin miktarcadır. Senin kudretin,   içinde hayr vardır diye bildiğine varamaz. İçinde hayr olan her şeyi senin ilmin kap-ğj]     sayamaz. Binaenaleyh sen çoğunu bilmemektesin. Sana az ilim ve-jf      rilmiş. Çoğu zaman cehaleti ilim, şerri hayır sanıyorsun.

İbni Kayyım bundan sonra icabi (olumlu) bir tefsir getire­rek dedi ki:

Tevfik, Allah'ın, kuluna yararlı olanı, kulu hakkında yapması-1 dır. Yani Cenab-ı Hakk'ın, zatını razı eden işe kulunu muktedir g kılmasıdır. Allah'ın hoşuna gitmeyen, buğzunu gerektirenden de onu uzaklaştırmasidır. Bu sadece Allah'ın fiilidir. Kul bunun mer­kezidir. Nitekim Cenab-ı Hakk:

«Lâkin Allah size imam sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkarcılığı, yoldan çıkmayı ve baş kaldırmayı size iğ­renç göstermiştir. İşte böyle olanlar Allah katında bir lütuf ve nimet sayesinde doğru yolda bulunanlardır, Allah bilendir, (hik­met sahibidir.» [El-Hücûrat: 7-8]

Görüldüğü gibi, Cenab-ı Hakk bu fazilete elverişli olan kulla­rını .da, olmayanları da biliyor. Onu dilediğineverir, dilemediğine vermez  [61]

Tefsir imamı Fahreddin Razi şunlan söylüyor:

«Biz bu âyetin tefsirini Muhammed bin Kâ'b el-Kurezî'den ri­vayet edilen eserle sonuçlandıralım. Muhammed bin KâT) diyor ki:

Biz îbni Ömer'in yanında «kaderîye» gurubunun durumu­nu müzakere ediyorduk. İbni Ömer :

  Kaderiye gurubu yetmiş peygamberin diliyle lanetlendiler. O yetmiş peygamberin arasında bizim Peygamberimiz de vardır. Kıyamet günü geldiğinde bir tellâl {Allah'ın hasımları nerededir?» diye çağıracak, bir araya gelmiş olan halkın hepsi de onun sözünü işitecektir. Böylece «Kaderiye» gurubu kalkıp (dehşetli) hesaba hazır olacaklardır.» [62]

 

«Kaderi» Ve «Mutezile»Lerîn Allah'ın Hasmı Olduklarının Delilleri

 

Kadî Abdulcebbar, bu hadisin tefsirinde «Bu, Kaderî'lerin, kulların fiillerini kaza, kader ve yaratılış olarak Allah'a nisbet eden gurub olduklarının en kuvvetli delillerindendir» demiştir. Çünkü bu sözü söyleyenler Allah'ın hasımlarıdırlar. Çünkü onlar Allah'a (C.C.) :

  Bizim hangi günâhımız vardır ki, sen bize ceza veriyor­sun? Sensin bizde onu yaratan. Sensin bizden onu isteyen. Sensin onu hakkımızda hüküm olarak veren. Sen, bizi, onu yapmak için yarattın. Ondan başkasını bizden kolaylaştırmadın,» şeklinde tar­tıştılar. İşte bunlar, bu delillerinden ötürü elbette Allah'ın (C.C.) hasımları olacaklardır.

0 kimseler ki «Cenab-ı Hakk» nedeni yerleştirmiş veya söküp atmıştır. Kul yaptığını ancak kendiliğinden yapıyor. Onun konuş­ması, ona muamele edilen ve ona gönderilen cezaya uygundur» di­yenler Allah'ın hasımları olmaz, belki Allah'a itaat edenler olur­lar. Bu kelam, Kadı Abdulcebbar'indir. Bu acaib bir konuşmadır. Çünkü Kadı Abdülcabbar'a denilebilir ki, «Sen, hasımlarının mez­hebini biliyorsun. Onların mezhebi şudur: Kulun Allah üzerinde hiçbir delili yok. Hiçbir sebeble Cenab-ı Hakk'a karşı bir hakkı yoktur. Rabbınm, kulda yaratmış olduğu her şey hikmet ve se-vabtır. Kul için Rabb üzerinde itiraz ve münazara etmek yoktur. Acaba dini ve inancı bu olan insanoğlu, nasıl Allah'ın hasmı olur. Allah'ın hasımlarına gelince, onlar Mutezileler'dir. Mutezile'nin Al­lah'a hasım olduklarının izahı birkaç yönden yapılabilir.

1- Mutezileye göre   tâatların   karşılığını   vermek   Allah'a (C.C.) vacibtir. Mutezile der ki; «Ey Allah! Eğer sen onu bana ver­mezsen (hâşâ) Allah'lıktan çıkmış, Rablikten azledilmiş ve sefih­lerin kategorisine girmiş olursun.» İşte mezhebi ve inancı bu olan bir kimse ancak Allah'ın hasmıdır.

2- Yirmi sene küfre devam eden bir insan hayatının son zamanında «Lailaheillallah Muhammed Resûlüllah»ı kalbinden ge­çirerek söylese, sonra ölse,  Cenab-ı   Hakk,  ona  üstün   nimetleri ve dereceleri milyonlarca   sene verip,   sonra   o   nimetleri bir an keserse o kul:

— Ey ilâh! Sakın sakın! Bunu bir an dahi terketme. Çünkü onu bir an bile terkedersen Hanlıktan azledilmiş olursun derse, inancı bu olan kişi Allah'ın hasmıdır...

Hülâsa, o kulun bir an bile olsa iman etmesi, o nimetleri son­suza dek ona vermeyi Allah'a vacib kılmıştır. Ve Allah (C.C.) hiç­bir şekilde bunu vermekten kurtulamaz, derler Mu'tezileler... İşte inancı bu olan kimse Allah'ın (C.C.) hasmıdır.

O kimse, «Melekler, peygamberler dahil, hiçbir kimsenin Al­lah üzerinde herhangi bir hakkı vardır demez, Allah tarafından onlara verilen sevab, Allah'ın fazl ve ihsanıdır» der ve bu inancı taşırsa, o, Allah'a hasım olmaz.

Mutezilelerin Allah'ın düşmanları olmaları şu kıssadan da an­laşılıyor. Rivayet ediliyor ki Şeyh Ebul Hasan el-Eş'ari, hocası Ebu Ali el-Cübbai'nin meclisinden ayrılıp, onun mezhebini terkettikten sonra onun görüşlerine çok itiraz etti. Aralarında nefret ve soğuk­luk oldukça kabardı. Günün birinde Cübbai bir ders meclisi kur­du. Halktan büyük bir kitle onun dersine katıldı. Şeyh Ebul Ha­san da o meclise gitti. Bir köşede, Cübbai'nin gözüne görünmeye-cek şekilde oturdu. O derste bulunan bir ihtiyar kadına dedi ki:

  Ben sana bir mesele öğreteceğim.   Onu   bu   Şeyhten sor. Şeyhe de ki: Benim üç oğlum vardı. Birisi gayet dindar ve zahit­ti. İkincisi gayet kâfir ve fasıktı. Üçüncüsü daha sa'bi (ergenliğe ermemiş) Hepsi de bu sıfatlar üzerinde öldüler. Ey Şeyh! Bunla­rın halinden bana habej verir misin?

Cübbai:

  Zahide gelince, o cennetin en yüksek derecelerindedir. Kâ­fire gelince, o cehennemin en aşağı tabakasmdadır. Sa'biye gelince, o selamet ehlindendir.

Eş'ari:

  Kadına sor dedi. Eğer sa'bi, zahit kardeşinin o yüksek de­recelerine gitmek isterse acaba gidebilir mi?

Cübbai: Hayır gidemez. Çünkü Cenab-ı Hakk sa'biye diyecek­tir:

Bu yüce derecelere varan, ancak nefsini yorduğundan, ilim ve âmelde hummalı çalışma yaptığından ötürü varmıştır. Sen ise böy­le bir şey yapmamışsın.

Ebul Hasan:

  Kadına, sor dedi. Eğer çocuk dese ki: Ey Âlemlerin Rabbi! Bu hususta benim bir günahım yoktur. Ben -baliğ olmazdan önce beni öldürdün. Eğer bana mühlet verseydin belki zahid kardeşim­den daha fazla çalışırdım. Acaba Allah ne diyecektir?

Cübbai:     ,

  Allah, çocuğa; biliyordum   ki, sen yaşarsan   tuğyan eder, küfre girerdin. Böylece ateşe müstahak olurdun. Onun için bu ha­le gelmezden önce senin canını aldım. Azabtan kurtulasın diye se­nin durumunu gözettim.

Ebul Hasan, kadına sor dedi:

  Eğer kâfir ve fasik olarak ölen oğlum başını ateşin en alt

tabakasından çıkarıp :

  Ey Âlemlerin Rabbi: Ey Hâkimlerin Hâkimi! Ey Rahmet edenlerin en merhametlisi! Küçük kardeşimin baliğ olunca kâfir olacağını biliyor, onun durumunu gözetiyordun. Benim de kâfir olacağımı biliyordun. Öyleyse  benim   durumumu neden gözetme­din derse Allah'ın cevabı ne olacaktır?

Konuşma buraya geldiğinde' Cübbai cevab vermekten âciz kaldı. Meclisi dikkatli bir şekilde süzdü ve Ebul Hasan Eş'ari'yi orada gördü. Bu sorunun ihtiyar kadından değil Ebul Hasan'dan geldiğini anladı.

El-Cübbai'den dört veya daha fazla asır sonra gelen Ebul Hü­seyin el-Basri bu sualin cevabını vermeye, kalkışmış ve :

  Biz el-Cübbai'nin bu üç kardeş hakkında verdiği cevabı doğru görmüyoruz. Bizim bu hususta iki tane cevabımız daha var­dır, dedikten sonra şöyle devam etti:

a) Bu, biz Mutezileler'in (hocalarımızın) ihtilâfa düştükleri bir kaideye binaendir. O kaide şudur: Acaba kulu mükellef kılmak Allah'a vacib midir değil midir?

Basrah Mutezileler: «Teklif Cenab-i Hakk'ın katıksız bir fazi­let ve ihsanıdır. Allah'a vacib değildir» dediler.

Bağdat'lı Mutezileler: «Teklif Allah'a vacibtir» dediler. Bina­enaleyh eğer biz meselelerimizi Basralilarm görüşü üzerinde bina edersek Cenab-ı Hakk o sa'biye diyebilir ki:

«— Ben zahid kardeşinin ömrünü uzattım. Fazilet yoluyla onu mükellef kıldım. Senin kardeşine yapmış olduğum ihsanı se­nin için yapmaya mecbur değilim».

Eğer biz, Bağdatlıların görüşüne bağlı olarak yürürsek cevab şudur:

— Senin kardeşinin ömrünü uzatmak, teklifi ona yöneltmek, onun hakkında bir ihsandı. Bundan, başkası için herhangi bir fe­satlık yoktu. Onun için bunu yaptım. Senin ömrünün uzatılmasına ve sana teklifi yöneltmeye gelince, bunda başkasına bir fesatlık vardı. İşte bu sebepten ötürü senin hakkında bunu yapmadım. Böylece fark ortaya konmuş olur.

Bu, Ebul Hüseyin Basri'nin konuşmasının hülâsasıdır. O, şey­hi Ebu Ali el-Cübbai'yi Eş'ari'nin veya ma'budunu kulun sualinden kurtarmak için bu çabalan harcamıştır. Ben Ebul Hüseyin'in bu itirazına cevap vermeden önce şunları söylüyorum:

Allah ile kulu arasında bu ince münazaranın sıhhati ancak Mutezileler'in mezhebine göre lâzımgelir. Bizim arkadaşlarımızın mezhebine göreyse asla Allah ile kul arasında münazara olamaz. Kulun Rabbine «Niçin şunu şunu yaptın, şunu şunu yapmadın» demeye asla hakkı yoktur. Böylece sabit oldu ki, Allah'ın hasımları Ehl-i Sünnet değil, Mutezileler'dir. Bu da bizim hedefimizi takviye etmekte, maksudumuzu oluşturmaktadır. Sonra deriz ki:

Ebul Hüseyin'in birinci cevabına karşılık deriz ki, bu söz de­fedilmiş bir sözdür. Çünkü Cenab-ı Hakk, birisine yetiştirdiği-fazileti, ikincisine yetiştirmekten menolunması Allah'tan sadır olan  haşa  çirkinlik olur. Ki, o fazileti bu ikincisine vermek, Allah için zor bir iş olmadığı gibi, hiçbir yönden onun mülkünde bir eksiklik de gerektirmezdi. Üstelik bu ikincisi de birincisi gibi o fazilete muhtaçtır. Böyle bir imtina görünürde çirkindir. Birisi başkaları bakıp kendilerini görsünler diye duvara bir ayna asıyor. Sonra kendisine her hangi bir zarar veya yararı ulaşmayacağını  bildiği halde başkasını o aynaya bakmaktan menediyor. Bu çirkin  olmaz mı? Eğer güzellik ve çirkinlik hükmü akıldan gelir mak­buldür denirse, bu da burada makbul olsun. Eğer makbul değil ise, hiçbir şeyde makbul değildir demektir. Ey mutezileler! Sizin mezhebiniz temelinden yıkılmış olur. Zira, sabit oldu ki, Ebul Hüseyin'in bu cevabı fasittir.

b) İkinci cevabına gelince, o da fasittir. Çünkü ikincisinin teklifi bir fesatlığı içerir dememizin manâsı, bu teklif haddi zatın­da o fesatlığın oluşmasını gerektirir demek değildir. Aksi takdirde o fesatlığın daima ve hepsinin hakkında oluşması lâzım gelir. Bu da, bâtıldır. Belki o sözün manâsı şudur: Cenab-ı Hakk bildi ki, bu kulunu mükellef kıldığı zaman, şüphesiz o, kendiliğinden çir­kin bir fiili seçecektir. Eğer Cenab-ı Hakk'ın bu kadarı bilmesi, onun mükellef kılınmasını terketmeyi gerektiriyorsa Cenab-ı Hakk, o kâfir kardeşini mükellef kıldığı zaman küfrü seçeceğini de bilmiştir. Öyleyse onun teklifini de terketmek (hâşâ) Allah'a (CC) vacib oluyor. Bu ise, Cenab-ı Hakk'ın, halinden kâfir olduğunu bil­diği bir kulu için çirkinlik istemesini (hâşâ) gerektiriyor. Eğer burada gerektirmez dersek, orada da gerektirmez. Cenab-ı Hakkın kulu mükellef kıldığı anda çirkin bir fiili ihtiyar edecektir, bunu bilmesi, teklifi terketmeyi vacib kılıyorsa, o şahıs mükellef olduğu zaman çirkini seçeceğini bilmesi teklifinin terkini vacib kılmı­yor dersek bu, katıksız bir zulüm olur.

Böylece sabit oldu ki, Ebul Hüseyin'in ince fikriyle, ince görü­şüyle dört asır sonra çıkartmış olduğu cevab zayıftır. Ve belirdi ki Allah'ın hasımları Mutezileler'dir, bizim arkadaşlarımız değil* dir. Allah daha iyisini bilir. Burada Fahreddini Razi'nin kelamı bitti... [63]

 

«Mutezile» «Kaderiye» «Cebriye» «Eş'ari» Kelamcılarının Görüşlerine Reddiye

 

El-Menar sahibi bu nakilleri yaptıktan sonra «Bu tartışmadaki ibret ve bu tartışanları red» başlıklı bir konu açıyor, özetle şun­ları söylüyor:

1) Mutezile, Cehmiye ve Eş'ari kelamcılarmm bu gibi mese-lelerdeki görüşleri ve onlardan önce kelam bid'atını ortaya çıka­ranların görüşleri; eshabı kiram, tabiin ve tabiine tabi olan dört fıkıh imamı gibi alimlerin görüşüne muhaliftir. Ancak bu alimle­rin yolunda olduğunu iddia eden birçok kimse de, bu belâya müpte­lâ olmuştur. Selefi şalinin ne Cebriye Mezhebinden idiler, ne Ka­deriye idiler, ne Cenab-ı Hakk'ın nefsine sıfat olarak getirdiğinden veya kendisine isnad ettiği sıfat ve fiillerden hiçbirisini inkâr eder­ler, ne de bir takım te'viller getirirlerdi. Onlardan hiç kimse aki­desini silsilevî ve başlangıcı olmayan hadiseler üzerinde bina et­memiştir. Eşyamn nefsindeki güzelliği ve çirkinliği inkâr etmeye, haddi zatında güzel veya güzel olmayan, akıl katında güzel olma­yanlarla teklifin memnu' olmasını inkâr etmeye yanaşmadılar. On­lar (cebriye gibi) lakablarla birbirlerinin aleyhinde bulunmadı­lar. Mezheb ve görüşleri ispat etmek için tartışmaya girişmediler. Kendilerine muhalif olan kimseleri sözlerindeki yanlışlığı yakala­yıp küçük düşürmeye çalışmadılar. Edebe aykırı olan ibarelerle ibare sahiplerinin reylerini   çirkin göstermeye   kalkışmadılar.   O alimler ki, Muhalifin nakline sadece «İtibar edilmez» demişlerdir. Bu ne güzel sözdür. Acaba tartışmaya dalarak başkasını Halika (yaradana) hasım olarak gösterenin naklindeki fikir ne olabilir?

2) Allah'a (C.C.) vacib olma meselesi, Eş'ari'lerin bundan kaçması ve Mutezile'nin bunu söylemesi hususunda şunu belirti­yoruz: Selefi salihinin mezhebi bu hususta hakikattir. Zira selef mutlak olarak vücûbu inkâr etmedikleri gibi vücûbla hüküm de etmezlerdi. Onların mezhebi, «Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) kendi zatına vacib kıldığından başkası Allah'a vacib değildir.» Cenab-ı Hakk'ın kendi nefsine yazmış olduğundan başka bir şey Allah'a (C.C.) va­cib değildir. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarının gereği ve sıfatlarıyla il gili olandan başkası Allah'a (C.C.) vacib değildir.» şeklindedir.

Cenab* Hakk, akıl hükmünde kemal sıfatlarıyla muttasıl ol­masını vacib kıldığı gibi, o sıfatların gereği olan Adalet, Hikmet ve Rahmetin onlara terettüp etmesini de vacib kılmıştır. İşte âyet:

«Ey Muhammedi Âyetlerimize inananlar sana gelince «size se­lam olsun» de. Rabbınız sizden kim, bilmeyerek fenalık işlerse, ar­kasından tevbe eder ve nefsini düzeltirse, ona rahmet etmeyi ken­di üzerine vacib kılmıştır. O bağışlar ve merhamet eder.» [El-En' am: 54]

Başkasının.hükmüyle Allah'a (C.C.) hiçbir şey vacib olmaz.

Çünkü Allah'ın saltanatından daha üstün bir saltanat yoktur. Ki Allah'a (C.C.) bir şeyi vacib kılsın ve Allah'ı zorlasın. Allah'ın bir dengi de, yoktur ki, onu mes'ul kılsın. Belki gökte ve yerde hiçbir şey yoktur ki, Allah'a secde etmesin, O'nun saltanatına baş eğmesin. İşte âyet:

«Ey insan ve cin topluluğu! Sizin de hesabınızı ele alacağız. öyle iken Rabbınızın nimetlerinden hangiseini yalanlarsınız ? Ey cin ve insan t topluluğu! Göklerin ve yerin çevresini aşıp geç­meye gücünüz yetiyorsa geçin. Amma Allah'ın verdiği bir güç ol­maksızın geçemezsiniz ki.» [Er-Rahnıan: 33]

Fakat Eş'ariler, Mutezileler'in Allah'a^ şunlar şunlar vacibtir dediklerini nakleder ve Mutezeliler'in aleyhinde «Allah, (C.C.) yap­tığından sorumlu değildir .Ancak insanlar sorumludur» [Enbiya : 23] âyetiyle delil getirirler. Onların bu delili gerektirir ki, Cenab-ı Hakk'm mükellefi mesul tutması kendisine vacibtir. Halbuki on­lar bunu söylemiyorlar. (Amma mezheblerinin gereği budur) Son­ra onlar bu âyetle Mutezileler'in aleyhinde delil getirerek derler ki, «Cenab-i Hakk, salih mü'minleri, hatta melekler ve peygamber­leri bile azaba duçar edebilir. Şeytana, suçlulara dahi nimet vere­bilir.» Oysa bu Âyet-i Celîle bunu değil, ancak «Herhangi bir mah­lûkun Allah üzerinde saltanatı yoktur ki, onunla Allah'ı hesaba çeksin, onunla Allah'tan bir şey sorsun.» hükmünü getiriyor ve her faili muhtar üzerinde en yüce saltanatı Allah (C.C.) için tesbit ediyor. Allah (C.C.) o sultanlığıyla onları hesaba çeker, onlardan verdiği nimetlerin hesabını sorar, onlardan sorumlu tutuldukları­nın hesabını sorar. Ama bu demek değildir ki, Cenab-ı Hakk, müs-lümanları günahkârlar ve facirler gibi sorgulayacaktır. Belki böy­le yapmak Allah hakkında muhaldir. Muhal oluşuna da hem akıl, hem nakil delâlet eder. İşte nakil:

«Kendilerini Allah'a vermiş olanları hiç suçlular gibi tutar mı­yız? Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz? Yoksa okudu­ğunuz bir kitabınız mı var?» [En-Nur : 35-37]

3- Ebu Ali el-Cübbai ile Eş'ari'nin arasındaki hikâye, bir hevestir. Mutezileler'in başı olan Cübbai değil, mertebece en kü­çük Mutezili dahi, Allah'ın o, küçüğe cevabı, «Benim faziletimdir, onu dilediğim kuluma veririm» tarzındadır demez. Bu cevab, Mu­tezileler'in aslı üzerinde bina edilmiştir. Çünkü teklif, Ebu Ali Cübbai'nin de içinde bulunduğu Basralı Mütezile'nin katında Al­lah'ın fazlıdır. Teklif vacibtir diyen Bağdat'lı Mutezileler'e gelince, bu vücub cömertlik vücubudur. Onu terkedene itiraz edilemez. Hülâsa Allah'a (C.C.) itiraz, bütün Mutezileler'in ittifakıyla sakıt­tır. Bu sözleri nakletmekteki gayemiz, selefi salihinin yolunun ta-assubtan uzak tek yol olduğunu ispat etmektir. Çünkü bizim inan­cımıza göre, selefin üzerinde bulunduğu ilim ve din hususundaki ameli İslâmın tâ kendisidir. Resûlüllah'ın getirdiği îslâm odur. Gurubların müteassıbane destekleyip peşine takıldıkları ve onu dinde asıl olarak kabul ettikleri tek kişi mezhebine gelince, eğer kitab ve sünnetin nasslarına muvafık ise, kabul edilir, muhalif ise veya tevil veya ihtimallerle kitab ve sünnete uydurulursa red­dedilir.

4- Kelam diye adlandırılan, cedel ilmi ortaya çıkınca Şa­fii ve Ahmed gibi selefin alimleri onu kötü, bid'at olarak saydılar ve halkı ona dalmaktan nehyettiler. Sonra Şafii'nin de, Ahmed'in de mezhebi üzerinde olan birçok alim, kelamcılara dahil oldular. Mutezileler'in, Murcieler'in çoğu Hanefi veya Zeydi mezhebinden-dirler. Eş'ariler'in çoğu Şafii ve Malikiler'dendirler. Fakat onların ihlaslılan hayatlarının sonlarında selefin mezhebine dönüş yaptı­lar. Nitekim bunu birçok defa zikretmişizdir. Orta asırlarda Sele­fin mezhebini destekleyenlerin en kuvvetlisi   olan   «Şeyhû'l-îslâm Ahmed Takiyuddin Bin Teymiyye ve Şemseddin Muhammed ibni-Kayyım el-Cevziye» gibi alimlerdir. Onların bu husustaki en geniş kitabları «Miftahu Darussaâde, Şifau'1-Alil-i Fi-Mesaili'1-Kadai vel Kaderi ve Talil» gibi kitablardır.

5- Bilmiş ol ki, Kaderiyye ile Cebriye arasında en adil hü­küm şudur: Cenab-ı Hakk faildir, munfail değildir. Kul hem fa­ildir, hem munfaildir. Kul bir yönde faillik sıfatında munfail ol­mayan bir failin munfailidir. Cebriyeliler kulun munfail olduğu­nu, aletler ve mazruflar gibi hükümler üzerine cari olduğunu söy­lüyorlar. Kulun hareketlerini, ağaçların hareketleri gibi kılıyorlar. Onların katında ona ancak mecaz yoluyla fail deniyorr'îlesela: Kul kalktı, oturdu, yedi, içti, namaz kıldı, oruç tuttu, hasta oldu, elem duydu, öldü ve benzeri gibi sözler onlarca mecazidir. Yani katıksız munfail olduğu meseleler gibidir.

Kaderiyye kulun fiilinde munfail olmadığını failimahz  (katıksız fail) olduğunu söylüyorlar. İki gurupta olaya dikkatsizce bakarlar. îlim ve i'tidal ehli ise iki makamın hakkını vermişler. İki emirden birini diğeriyle iptal etmemişler. Böylece ehl'i ilim ve i'tidâlin (ölçülü hareket edenlerin) dikkati ve münazarası dos­doğru olmuştur. Onların nezdinde İslâm sonuna kadar yerine ve noktasına oturmuştur. Sevab ve azabın kime daha uygun ise onun üzerine vâki olmasına şehadet etmişler.

Hulasa: Kaderiyye gurubu Halk (yaradılış) ve tekvin (oluşturma) Emir ve Teşri' meselesinde, Cebriye gurubu ise is-tek ve irade meselesinde aşırı hareket etmişler. Bunlar yani Kader­ciler isteğin hikmetsiz ve sırsız olduğunu mümkün görmüşler. Öbür gurub ise, Allah'ın (C.C.) isteğini anlayışlarına uygun gelen hikmete bağlamaya kalkışmışlar. İkisi de ifrat (aşırı hareket) tır. Oysa iki gurub da bu iki sıfata inanırlar. hüsn-kubh-tahsin-takbih meselesindeki uzun mücadeleleri de bunun üzerine bina edilmiştir. [64]

 

«Hüsn» Ve «Kubh»

 

Bu meselenin isbatma taraftar olanlar ifrat ederek dediler ki, Allah tarafından insanların mükellef oldukları her emir veya her yasakta Hüsn ve Kubh zatidir. Akıl ile bilinir. İSLAM, em­redilenin Hüsn'ünü açıklamak için onu emreder veya yasaklar. Onun çirkinliğini açığa vurmak için gelir. Yani bir şey sadece emirle güzel, sadece yasakla çirkin olmaz dediler.

Bu belirtilen görüşü inkâr eden ifratçılar ise, «Hiçbir şeyde zati olarak ne Hüsn, ne de Kubh vardır. O şeyin üzerine terettüp eden sevab veya azab ancak îslâmladır. Adalet, doğruluk, namaz, oruç (gibi ibadetlere gelince) zati olarak bunlarda Husn yoktur. Belki bunların emredilmesi bunları güzel kılmıştır. Böylece zu­lüm, yalan, sarhoşluğun da zatında kubh (çirkinlik) yoktur. Bel­ki onun çirkinliği İslâm ile bilinmiştir ve caizdir ki, Allah yasak olarak ilân edileni emretsin, emrettiğini de pasaklasın. Eğer bunu

yapsaydı o zaman zulüm, yalan güzel olurdu. Adalet, doğruluk çirkin olurdu. Bütün ibadetler de böyledir. Çünkü Cenab-ı Hakk dilediğini yapar ve irade ettiğiyle hükmeder» dediler.

Birinci görüş, makûl (akla uygun) ve menkule (nakledilene) daha yakındır. Fakat bu görüşe sahib olan birçok kimse ifrat ve gurura kaçmışlardır. Nasslar arasında derleyici olan itidal ehli, yani ortanca gurub şöyle derler:

|«Allah'ın sıfatları arasında herhangi bir tearuz (zıdlık) ve çarpışma yoktur.»

Cenab-ı Hakk'ın isteği, hikmetine zıd, adalet ve rahmetine ters düşen bir şeye bağlanamaz. O'nun hikmeti, isteğini bizim anlayışımıza, O'na bir takım şeyleri emretmeyi vacib telakki et-P memize, bir takım şeylerden O'nu sakındırmamızı gerektirmez. Biz ancak inanırız ki, Allah'ın her emrettiği Hüsn (güzellik) tir. İnanırız ki, Allah ancak güzeli emreder, ancak çirkini yasaklar. Nitekim Cenab-ı Hakk şu âyette buyurmuştur :

«Şüphe yok ki, Allah adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emre­der. Çirkinden, utanmazlıklardan, kötülüklerden ve zorbalıklar­dan sakındırır. Size öğüt vermektedir. Umulur ki öğüt alıp düşünursunuz.» [En-Nahl: 90]

«Onlar, çirkin bir işi (hayasızlığı) işlediklerinde

— Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah tâ, bunu bi-I ze emretti, derler. De ki: Kuşkusuz Allah kötülük (hayasızlık) le-t ti emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi mi Allah'a karşı söylüyorsu­nuz?» [Araf: 28]

 Âyetler —esasında— müşriklerin aleyhinde delillerdir. Bura­daki «fehşa» dan maksad* lügat manasındaki fahişeliktir. Yani çirkinliği büyük olan şeydir. Bunun için de yasaklanmıştır. Ada-Şl     letin, İhsanın, akrabalara vermenin güzelliği ise, akıl sahîbleri arasında ittifakla kabul görmüştür. Bunun için Cenab-ı Hakk, ön-lan emretmiştir. Fakat Cenab-ı Hakk'ın bir şeyi emretmesi bazen o şeyin içindeki güzellik ve menfaattan ileri geliyor, bazen de sadece kulun Allah'ın emrini yerine getirip getirmeyeceğini de­nemek için geliyor. İşte bu, maslahat ve güzel bir menfaattir. Fa­kat bunun güzelliği zatından değil, zattan hariç olan bir şeyden geliyor. Hz. İbrahim'in çocuğunu kurban etmekle emredilmesi bu kabildendir. Fâkihler tarafından «Taabbüdiye» (kulluk ve tapın­ma) diye isimlendirilen bütün fiiller bu türdendir.

Mesela : Namaz, fahişelikler ve kötü işlerden inşam alıkoyar. Binaenaleyh namazın güzelliği zatidir. Çünkü namaz bu çirkinlik­lerin işlenmemesine sebebtir. Çünkü Allah'a yalvarmaktır. Çünkü zikirdir, Allah'ı gözetlemektir. Fakat namazın içinde akılca güzel­liği kavranamayan haraketler vardır. Mesela; dört veya üç, veya iki rekât oluşu gibi... Niçin bir rekât değil, niçin beş değil, yedi de­ğil, sekiz değil, on değil, Mesela : namazın içindeki rükû ve sec­denin Allah (C.C.) katında hikmeti vardır denirse de, bu mücerret bir taabbud (kulluk)dur. İmam Gazali bu hikmeti, doktorun bir­çok parçadan meydana gelen bir ilacın içine konulan parçaların ki­misinden az kimisinden çok koymasına benzer. Hastaya, o parça­ların nedenini bilmese dahi, doktora teslim olmak mecburiyeti vardır, şeklinde açıklıyor.

Şarap ve kumarda büyük günâh vardır. O günâhın en büyüğü, sarhoş ve kumarbazların arasına düşmanlık atmada şeytanın işini kolaylaştırmasıdır. Onları Allah'ın zikrinden ve namazdan alıkoy­masıdır. İşte bunlar, içki ile kumarda zati çirkinlikler ve pislikler­dir.

Hülasa: Cenab-ı Hakk, her şeyin yaratıcısıdır. Her şeyi bir ölçü bir mizan, bir hikmet ve bir çeşit kanunlarla yarattı. Yarat­tıkları boşu boşuna, abes ve manâsız değildir. Yaratmakta hikmet sahibidir. Kullarına herhangi bir şeyi lüzumsuz olarak emretme-miştir. Nitekim onları da lüzumsuz olarak yaratmamıştır. İnsanları kudret ve irade sahibi, faili muhtar (istediğini serbestçe yapa­bilen insan) olarak yaratmıştır. İnsan, düşüncesi ve şuuruyla ba­zı amelleri diğerine tercih eder. Nefsinin üzerine hükmeder. Ona elem vereceği bir şeyi teklif edebilir. Nefsin isteğine, lezzetine uy­gun olmayan bir şeyi nefse yaptırtabilir. İnsanın fiilleri insana nis-bet edilir, insan onlarla vasıflanır. Çünkü o fiiller onunla kâimdir­ler, ondan çıkarlar. Kendi istek ve seçimiyledir. İnsanlar, o fiille­rin merkezidir. Allah'ın istemesi de bu sıfatları yarattığından bu tasarruf ve seçeneği insana verdiğinden, insanı birtakım kanunla­ra ve sebeblere hidayet ettiğinden ileri geliyor. İnsanın yapmış ol­duğu eşyanın da yaratıcısıdır. Fakat Cenab-ı Hakk, kulun bu ihtiya­ri amelleriyle vasıflanmaz. Bu ameller Allah'a isnad edilemez. Amel leri kendisiyle kaim olan kimseye isnat edildiği gibi, o ameller Al­lah'a isnad edilemez. «Ali yedi ve Zeyd yiyicidir. Amr namaz kıldı ve Amr namaz kılıcıdır. Bekir hırsızlık yaptı ve Bekir hırsızdır.» deniliyor. Fakat Cenab-ı Hakk, yedi, namaz kıldı  haşa hırsız­lık yaptı, denilmez. Cenab-ı Hakk çirkin bir şeyi, şerri yapmaz. Belki Cenab-ı Hakk, şu âyette olduğu gibidir :

«O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya da bir çamurdan başlayandır.» [Secde : 7]

«Dağları görürsün de onları donmuş sanırsın. Oysa onlar bu­lutların sürüklediği gibi sürüklenirler. Her şeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapan Allah'ın (C.C.) sanatıdır.» [Nemi: 88]

Bütün hayır Cenab-ı Hakk'm kudretindedir. Şer ise, Allah'a nisbet edilmez. Şer ve çirkinlik ancak mükelleflerden sadır olan bir takım amellere denilir. Mükellefler, bunlarla vasıflanırlar. Mü­kelleflere zarar veren veya kötü neticeler getiren bir takım şey­ler çirkinlikle sifatlandırılmıştır. Üzerinde herhangi bir elem veya mükellefler için herhangi bir zarar terettüp eden amellerinin veya zarar verdiklerine nisbeten şer denilen bir takım kâinat hâdisele­rinin başkasına hayrı da olsa," ona şer denilmektedir. Mesela: yağmur veya sellerin sayısız insanlara faydası vardır. Birisinin evini yıkarsa ona göre serdir. Çoğu zaman insan, dar görüşlü oldu­ğundan veya başka sebebten ötürü, bir şeyi şer sayar. Halbuki o şey neticede hayır olabilir. Âyeti kerimeler buna açık bir örnek­tir:

«Doğrusu uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizde bir­likte davranan bir topluluktur. Siz onu kendiniz için bir şer san­mayın. Aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günâhtan bir ceza vardır...» [Nur : 11]

«Sizin üzerinize savaş yazılmıştır. O sizin hoşunuza gitmez. Hoşunuza gitmeyen nice şeyler vardır ki, sizin için daha hayırlı-, dır. Size hoş gelen nice şeyler vardır ki, sizin için serdir. Allah (C.C.) bilir, siz bilmezsiniz.» [El-Bakara : 216]

Cenab-ı Hakk, hanımlarından hoşlanmayanlar hakkında şunu söylüyor : Eğer siz, o hanımlardan hoşlanmıyorsanız, umulur ki, siz, bir şeyden hoşlanmazsınız, Cenab-ı Hakk o şeyde büyük bir hayır, kılmış olsun. Hayırların en büyüğü güzel çocukları doğur­malarıdır. Fakat insanların, gerek amellerinden, gerekse kâinat hadiselerinden olan ve ŞER diye isim verilen her şey Cenab-ı Hakk' m kudretiyle, kainat sistemindeki sünnetlerine uygun şekilde se­bepler, müsebbiblerine bağlanmak suretiyle yaratılmıştır. Bu me­seleyi daha güzel anlamak için İbni Kayyım'in «eşyada Hüsn ve Kubh yoktur» diyen Cebriyeler aleyhinde yazmış olduğu «Mifta-hu'd-Dar'üs-saâde» kitabına müracaat edilsin. Orada 63 şekilde Ceb­riyelerin görüşleri reddedilmiştir. Tevfik Allah'tandır...

6- Kulların Allah'dan fiil ve ahkâmını sormaları, mesele­sine gelince, Cenab-ı Hakk kitabında Peygamberinin diliyle bize isbat etmiştir ki, kullar kıyamet gününde Cenab-ı Hakk'dan ceza­yı sorarlar. Hikmetini sorarlar. Cenab-ı Hakk'da onlara cevab ve­rir. Nitekim dünyada da peygamberlerden Allah'ın fiil ve hüküm­lerinden birçok şeyleri sordular ve cevab aldılar. Yine kâfirler, ahirette Cenab-ı Hakk'a karşı  delil getirmeye kalkışırlar. Allah onların aleyhinde delili ikame ediyor. Bir de dünyadaki müslü-manlarm hakkında hikâye edilen şu âyete bakalım:     .

«Kendilerine elinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekâtı verin denilenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında on­lardan bir gurup, Allah'tan korkar gibi hatta daha da şiddetli bir korku ile insanlardan korkmaya kapılıyorlar. 'Ey Rabbimizf Ne di­ye savaşı üzerimize yazdın? Bizi yakın bir zamana ertelemeli de­ğil miydin?7 dediler. De ki «dünyanın metaı' azdır. Ahiret ise, kor­kup sakınanlar için daha hayırlıdır. Ve siz bir hurma çekirdeğin­deki iplik kadar bile bir haksızlığa uğratılmayacaksınız.» [Nisa: 77]

Sahih bir hadiste varid olmuştur :

«Cenab-ı Hakk, Tevrat ve İncil ehli olan mü'minlere kitabıyla amel ettiklerinden dolayı ecirlerini birer kırat olarak verir. Kur' an ehline Kur'an'la amel ettiklerinden dolayı ikişer kırat ecir ve­rir.»

Cenab-ı Peygamber bunları söyledikten sonra şu misali ge­tirdi :

«Bir kişi, muayyen bir ücretle birçok işi yaptırmak için biri­sini kiralıyor. Başka amelleri de büyük bir ücretle az bir işe kar­şılık tutuyor.»

Bunu söyledikten sonra Cenab-ı Peygamber şöyle devam etti:

Kuşkusuz Tevrat ve İncil ehlinden olan mü'min kişilerin ecir alanları Rablerinden ahirette bunu sorarlar:

— Ey Rabbımız! Sen bunlara (Kur'an ehline) ikişer kırat ver­din. Bize birer kırat verdin. Oysa bizim amelimiz, bunların amelin­den daha fazlaydı?

Cenab-ı Hakk buyurur :

  Sizin ücretinizden bir şey vermemek suretiyle size zulmet­miş miyim?

Onlar:

  Hayır! derler. Cenab-ı Hakk:

  O halde bu, benim faziletimdir. Dilediğim kuluma veririm.» dedi.

Bu, hadisi, Buhari, hem namaz vakitleri konusunda Tevhid Kitabı'nda, hem de başka yerlerde nakletmektedir.

Bu hadis, işaret eder ki, Cenab-ı Hakk, Hz. Muhammed'i Tev­rat ve İncil mü'minleriyle Allah arasında olan sual ve cevaba muttali etmiştir. Cenab-ı Hakk'ın, iki kitab ehline vermiş oldu­ğu cevabı ise, Allah'ın adalet ve faziletle sıfatlanması, ve zulüm­den münezzeh olmasından ileri geliyor. Çünkü hakkı hak sahibi­ne vermek adalettendir. Sadece Allah'a kulluk yapan, Allah'a şirk koşmayan bir kimseyi cennetle sevablandırmak onların hakları­dır. Şirk koşanın ateşte azab gördüğü gibi, onlara azab vermemek haklarıdır. [65]

 

Allah'ın Kullar, Kulların Allah Üzerindeki Hakkı

 

Müslim, Buhari ve Nesei'nin Süneninde sabit olmuştur ki, Muaz :

  Ben Resûlüllah'm terkisinde idim. Benimle Resûlüllah ara­sında ancak eğerin son başı vardı. Cenab-ı Peygamber bana :

  Ey Muaz!

Ben:

  Buyurun, Ey Allah'ın Resulü! dedim. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem bir miktar gittikten sonra «Ey Muaz» diye yeniden beni çağırdı. Ben:

—«Ey Allah'ın Resulü! Buyurun» dedim. Yine bir miktar git­tikten sonra «Ey Muaz» dedi. Ben yine :

  «Ey Allah'ın Resulü! Buyurun» dedim. Cenab-ı Peygamber:

  Sen Allah'ın kullar üzerindeki hakkî nedir? biliyor mu­sun?

  Ben«Allah ve Resulü daha iyi bilirler» cevabını verince, Ce-neb-ı Peygamber buyurdu :

  Allah'ın kullar üzerindeki hakkı O'na tapmaları ve O'na herhangi bir şeyi ortak koşmamalarıdır» dedi ve bir miktar yo­luna devam ettikten sonra :

  «Ey Cebelin oğlu Muaz!» diye çağırdı. Ben de:

  «Ey Allah'ın Resulü! Buyurun» dedim. Resûlüllah:

Allah'a kulluk yaptıktan sonra kulların Allah (C.C.) üzerinde, haklarının ne olduğunu biliyor musun?

Ben «Allah(C.C) ve Resulü daha iyi bilirler» dedim. Cenab-ı Peygamber buyurdu :

Kulların, Allah (C.C.) üzerindeki hakları, Allah'ın onları aza­ba çarptırmamasıdır.

Bu hadisi, Buhari, «Sahih»inin birçok yerinde, Müslim de «Ki-tabü'l-îman»da rivayet ediyorlar.

tşte hadis ve âyetlerden getirdiğimiz bu nass'lar, «Kullar Rab-lerinden hiçbir şey soramazlar. Cenab-ı Hakkın katında kulları için hiçbir hak yoktur» şeklinde konuşanların aleyhinde delildir­ler. Aynı zamanda Allah(C.C) için;   Allah'ın ve Resûlüîlah'ın isbat ettiğini isbat etmek, isbat etmediklerinde susmak selefin delilleri­dir.

7-  Cezanın, iman ve küfür üzerine bina olunması hususun­daki nasslar cidden çoktur. Misal olarak şu âyetleri verebiliriz :

«Onlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızk olarak verdiklerimizden infak ederler. İşte gerçek mü'minler bunlardır. Bableri katında onlar için derecelenme, bağışlanma ve üstün bir rızık vardır.» [Enfal: 3-4]

«Gerçek şu ki, kim Rabbine suçlu, (günahkâr) olarak gelir­se, hiç şüphe yok ki, onun için cehennem vardır. Onun içinde ne ölebilir, ne de dirilebilir. Kim de, iman edip salih amellerde bu­lunmuş olarak O'na gelirse, işte onlara, en yüksek dereceler var­dır.» [Tana: 74-75]

Mu'tezileler'in hocası Cübbai'nin çocuğun sorgusuna verdiği ilk cevab doğrudur. O da amel işleyen mü'minin amellerinden do­layı elde ettiği derecelere o çocuk işlemediği için varamaz. Fakat mü'minlerin çocukları asıllarına ilhak olunur. İkinci cevabı ise, yanlıştır. Haddi zatında sual fasit olduğundan gaflet ettiği için o yanlışa kaymıştır. Onun açıklaması şöyledir :

Çocuğun baliğ olup âmel edecek mertebeye kadar gelmemesi, ademî bir meseledir. Bunu Allah'tan sormanın hiçbir yönü yok­tur.

Mu'tezile'lerin mezhebindeki «ASLAH» meselesi de, bu­rada geçerli değildir. Çünkü Mu'tezile'ler Cenab-ı Hakk' in fiil ve hükümleri hikmetin gereğiyledir. Maslahattan boş değil­dir. Ondan sadır olduğu açıdan bakılırsa, güzel ve hayırdır. Fakat Mu'tezileler'in kaideleri selbî ve ademî emirlerde de bu şeyi ikti­za etmezler. Mesela: Filan adamın sulbünden niçin yüz kişi yara­tılmadı? Şu sebebten, şu hikmet ve maslahatlar için niçin getirilmedi? Şu sebebten şu şeyler için falanın ömrü niçin bin sene ol­madı? denilemez.

Meseleye kader ve ilahî kanunlar açısından bakmaya gelince; özet olarak şunlar denilebilir. Cenab-ı Hakk'm, mahlûkların emir­lerini tanzim etmekle bir çok kanunları zikredilmiştir. Bu kanun­lar Ömrün uzaması için birtakım sebebler getirmiştir. Küçük iken kimin hakkında onlara riayet edilirse, kimin terbiyeciler ve bes­leyicileri o sebeblere dikkat ederse Allah'ın (C.C.) takdiriyle onun ömrü uzar. Nitekim küfrü imana veya imanı küfre, tâati isyana veya isyanı tâata tercih etmek için de bir takım sebebler vardır ve bu sebebler de kanunlar ve kaderler hasebiyledir. İşte o, ka­derler ve ilahî sünnetlerin her birisi hikmet, hak ve adaletin son noktası ve doruğu üzerinde bina edilmiştir. Bunun üstünde öyle cömertlik ve fazilet vardır ki, Kadercilerin ifratçılarmin basiret­leri oraya varamaz.

Eğer bir çocuk kıyamet gününde Rabbmdan «Niçin ömrümü uzatmadın. Umulur ki, ben yüksek derecelere ulaştıran amellerde bulunurdum» diye sorarsa, gerçek şudur ki, Cenab-ı Hakk, o çocu­ğun idrak edemediği, kaide ve sünnetlerinin beyanıyla ona cevap verecektir. Ölüme ve diriltmeye takdir buyurmuş olduğu sebeb-lerle ona cevab verecektir. Sünnetinin bozulmaz ve değişmez ol­duğunu ona açıklayacaktır. Filanın ömrünün uzaması, falanın uza-maması yeni bir şey değildir ki, böyle bir soru o hususta varid olsun.

Bununla bilindi ki, bazı insanların ömürlerinin uzatılması, ba­zılarının uzatılmaması Cenab-ı Hakk'ın özelliği olan cömertlik sı­nıfına girmez. Allah onunla bazı.kullarına verir, bazılarına vermez. Nitekim bazı peygamberleri diğerlerinden üstün kıldığı gibi bu ümmeti de diğer ümmetlerden üstün kılar. Ömürlerin uzatılması, ve kısaltılması, hastalıklar  bunlar genel kaideler ve değişmez takdirler üzerinde caridirler. Bunun için de, bu mü'min-kâfir, doğru ve facir insanların hepsinin hakkında geneldir. Rızık meselesi gibidir. Cenab-ı Hakk, şu âyette :

«Hepsine, (onlara da bunlara) da, Rabbinin vergisinden (ih­sanından) artırarak veririz. Rabbinin ihsanı kesilmiş değildir. On­lardan bir kısmını bir kısmına nasıl üstün tuttuğumuzu gör. Mu­hakkak ahiret, dereceler ve üstünlükler bakımından daha büyük­tür.» buyurmuştur. [İsra : 20-21] [66]

 

Ahiretteki Faziletin Dereceleri

 

Ahiret, dünyadan derece yönünden daha büyüktür. Çünkü din, ahirette olan nimet dereceleri ve kerametin, dünyadakilerden daha üstün olduğunu söylüyor. Ahiretin fazilet bakımından büyüklü­ğüne gelince, oradaki fazilet dünyadaki faziletten oran ve nis­pet kabul etmeyecek derecede üstündür. Bir de oradaki fazilet iki kısımdır: Birisi amellerin karşılığında insanlara verilendir. Salih mü'minler için bu, kat be kat olur. En azından on kat olur. İkincisi, bir fazilettir ki hududu yoktur. Herhangi bir amel karşı­lığında değildir.

8- Eş'ariler ile Mu'tezileler arasında birbirlerinin aleyhinde kullanmakta oldukları hadis, muhaddislere göre, bu guruplar­dan mutaassıb olan bazı kimseler tarafından uydurulmuştur. Ha­disin ibaresi gerçek ve fasih bir Arapça değildir. Hadisin ilk baş­langıcını Darekutni «El-İ'lel» adlı kitabında, Ali'nin hadisinden rivayet etmiş, «Kader ile, yetmiş peygamberin diliyle lanetlenmiş­lerdir.»

Şeyh Muhammed Hud el -Kebir «Camiu's Sagir»in zayıf ha­dislerini tahriç ettiği kitabında şunları söylüyor :

Îbnu'l-Cevzi, «Bu hadis sıhhatli değildir. Bunun senedinde El-Haris vardır. O yalancıdır» diyor.

îbnu'I-Medinî, «Bunda Muhammed bin Osman vardır» dedi.

Tabarani bu hadisi rivayet ederek «Bunda Muhammed Bin Fadl vardır. Bunun hadisi ise, terkedilmiştir» dedi.

Zehebi birçok yolla bunu rivayet etmiş «Bunlar sabit olmamış  hadislerdir.» demiştir.

El-Haristen maksad, El-Haris bin Abdullah el-Ağver el-Heme dani'dir. Hz. Ali'nin arkadaşıdır. Eş-Şabi ondan rivayet etmiş ve «yalancıdır» demiştir. Başka hadisçiler de onu yalanla itham et­mişlerdir. Fakat bazı hadisçiler de mevsuk (güvenilir) olduğunu söylemişlerdir. Fakat onun hakkındaki ortanca hüküm zayıf olduğu şeklindedir. Bu kelamcılarm çoğu, hadis ehlinden değildirler.

51 Belki avam gibi, kitablarda gördükleri her hadisi not edenlerden­dirler  [67]

(126) «Rabbinin dosdoğru yolu işte budur...»

Bu Âyet-i Celîlede bahsi geçen «Dosdoğru»dan maksad, İslâm dinidir. Ve ism-u işaret, İslâm dinine işarettir. İslâm dinine, Al­lah (C.C.) hidayeti kimin için dilerse, onun göğsü açılır. Yani Ce­nab-ı Hakk :

«Ey Peygamber! Seni hak peygamberi olarak gönderen Rab­binin yoludur bu yol,» demek istiyor. Cenab-ı Hakk, bu âyette ve bu sûrede o yolun aslını ve inançlarını apaçık ve parlak delil­lerle sana beyan etmiştir. Açık âyetler doğru düşünen, aklı ifrat ve tefritin hesabından arındırır. Bu âyetlerin gösterdiği yolda herhan­gi bir eğrilik ve dolambaçlık yoktur. O ancak dosdoğru yoldur. Onu tanıyan bir kimse için ondan başka yolların eğrilik ve do-lambaçlılıkları ortaya çıkar. Diğer milletlerin ve mezheblerin üze­rinde bulunduğu yolların sağlam yol olmadıkları görülür.

İbni Hazin :

«Ey Muhammedi Sana açıkladığımız âyetler, gerek bu sûrede gerekse Kur'an'ın diğer sûrelerinde olsun senin Hatibinin kulları için gönderdiği dinidir. Onu Rabbin dosdoğru kılmıştır. Onda her­hangi bir eğrilik yoktur.»

îbni Abbas bu âyetin tefsirinde, «Rabbinin yolundan maksad, İslâmdır» demiştir.

îbni Mes'ud «Bu yoldan maksad, Kur'an'dır. Çünkü Kur'an kendisine uyan ve kendisiyle amel eden bir kimseyi doğru yola götürür» dedi.

(126) «İbret alan  kimselere âyetleri  uzun  uzadıya  açıkla­dık...»

Bu Âyet-i Celilede bahsi geçen 'âyetlerden' maksad, Kur'an âyetleridir. Yani mükâfatı ve cezayı, sevabı ve günâhı, helâli ve ha­ramı, emri ve yasağı bu âyetlerle uzun uzadıya açıkladık. Kur'an-daki diğer hükümleri bu âyetlerle geniş olarak açıkladık. Tabii bu da, bu âyetlerle uyanıp hatırlayan ve bu âyetlerdekinden ibret alan kimseler için böyledir.

Ata, «Bu kimselerden maksad, Resûlüllah'm eshabı ve onlara samimiyetle bağlı olanlardır» dedi. [68]

 

Selamet Yurdu Nedir?

 

(127)  «Rablerinin katında selamet   yurdu   onlarındır.   Allah (C.C.), işlediklerinden ötürü onların dostudur...»

Bu Âyet-i Celîledeki «Selamet yurdumdan maksad, cennettir. Bütün tefsir alimleri «Dar'us-selam»\ cennet diye tefsir etmişler­dir.

Hasan Basri ve Süddi, «Bu âyetteki Esselam 'Allah' demektir» dediler. O'nun yurdu ise, cennet demektir. Allah'ın isimlerinden olan Esselam'in manâsı, selam sahibi demektir. Selam, selametin çoğuludur. Çünkü Cenab-ı Hakk, bütün âfetler ve eksiklikler­den uzaktır. Bu görüşe binaen «dâr» kelimesi «esselam» keli­mesine izafe edildi. Esselam da, Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Bu izafe şereflendirme ve ta'zim (yüceltmek) içindir. Nitekim tazim için KâTse'ye «Allah'ın evi,» teşrif (şereflendirme) için, Peygambere «Allah'ın kulu» denildiği gibi.

Bu görüşün sıhhatli olduğuna dair şöyle delil getirilmiştir: «Dâr» kelimesinin Allah'a izafe edilmesi (ilgilendirilmesi) ise, teş­rif (şereflendirme) içindir. Yoksa (hâşâ) Allah (C.C.) orada ika­met eder demek değildir. Demek ki izafe, ta'zimde mübalağa içindir. İzafe, katma, bağ, ilgi manâlarmadır. Arapçada Türkçede-ki isim tamlaması manâsına kullanılır.

Bazıları «Esselam» Dar'm sıfatıdır. Çünkü cennet daimi bir selamet yurdudur. Cennetteki selamet daimidir, sonsuzdur, der­ler.

Bu tefsire binaen «Selam», selamet manasınadır. Sanki Ce­nab-ı Hakk onlara şöyle dedi: Onlar için selamet yurdu vardır. O yurd ki orada hoşlarına gitmeyen hiçbir şey ile karşılaşmazlar.

Bazıları, «Cennete, Dar'us-selam denilmesi, cennetin bütün durumlarının selametle beraber olmasındandır» derler. Nitekim Cenab-ı Hakk, cenneti tanımlayan başka bir âyette «Ona emin ola­rak selamla giriniz.» [Hıcır: 46] «Melekler onların üzerine, her ka­pıdan girerek, 'selam' sizlere olsun» derler. [Rad: 23] Başka bir âyette «Onların tahiyyesi orada selamdır» [Yunus : 10] buyurul-muştur.

Ve başka bir âyette, «Merhametli olan Rab katından onlara selam vardır.» [Yasin : 58] Duyuruluyor. Başka bir ayette «Onlar orada selamdan başka herhangi bir lüzumsuz konuşmayı dinle­mezler» [Meryem : 62] Duyurulmuştur.

Bu Âyet-i Celüede «Rablerinin katındaki» tabirinden mak­sad, Allah (C.C.) katında onlar için cennet hazırlanmıştır ve Allah onları getirip orada yerleştirecektir, demektir. Yoksa Allah me­kândan münezzehtir (uzaktır). «Allah onların dostudur» cümle­sinden maksad, Cenab-ı Hakk, onların menfaatlannı onlara yetiş­tirir, zararları onlardan uzaklaştırır demektir.

Bazı tefsir alimleri, «Dünyada Onları muvaffak kılmak ve hi­dayet etmek, ahirette de cennet ve mükâfat vermek suretiyle onların dostlarıdır» demişlerdir.

Tefsircilerden diğer bir gurup «Veli kelimesi yardımcı demek­tir, yakın demektir. Yani Allah onlara dünyada yardım eder, ahi­rette de onları rahmetine ve nimetlerine yaklaştırır. Bu da, onla­rın salih amellerinden ötürüdür. O amellerle, dünyada Allah'a (C.C.) yaklaşmak istiyorlardı.»

(128) «Onların tümünü toplayacağı gün: Ey cin topluluğu! İnsanlardan çoğunu ayartıp kendinize kullar edindiniz, diyecek...»

Bu âyetin manâsı:

«Ey Muhammedi Hatırla o günü ki, putları Allah'a eş tutan­ları cinlerden olan dostlarıyla beraber bir araya getiriyoruz. Yani müşrikler ile cinleri kıyamet gününde bir araya topluyoruz...» de­mektir.

Buradaki cinlerden maksad, şeytanlardır. Cenab-ı Hakk on­lardan soruyor:

Ey cinler topluluğu! İnsanlardan çoğunu dalâlete götürdü-nüz, (doğru yoldan) saptırdınız.

Yani dalâlete (kötülüğe) çağırmak hususunda çok gayret sar-fettiniz demektir. Çünkü cinler direkt olarak hiç kimseyi dalâlete götüremezler. Ancak Allah (C.C.) dilerse bu iş olur. Allah (C.C.) yarattığında dilediği şekilde tasarruf eder (dilediği gibi kullanır.) İfsad (fesada uğratma), idlâl etmenin (doğru yoldan çıkarmanın) manâsı; ifsad ve idlal yollarına onları çokça çağırmaları demektir. O yollan onlara sevimli göstermek için çaba sarfetmeleri demek­tir.

«Onların insanlardan olan dostları derler ki:

Ey Rabbimiz! Birbirimizden yararlandık. Ve bizim için tesbit ettiğin süreye ulaştık.

Allah da, onlara cevap olarak

(125) Allah'ın dilediği dışta olmak üzere, ateş sizin, içinde ebedi kalacağınız konaklama yerinizdir. Şüphesiz Rabbin hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir.» [69]

 

İnsanların Cinlerden Yararlanması

 

Âyetin tefsiri:

İnsanların cinlerden yararlanması: Cinlerin onlara, şehvet­lere götüren yolları göstermeleridir. Cinlerin insanlardan yarar­lanması ise, insanların onlara itaat etmesidir. Böylece onların maksadları gerçekleşir.

Bazı tefsirciler, bu âyetteki «insanların cinlerden, cinlerin in­sanlardan yararlanması» cümlesini şöyle açıklamışlardır: İnsan­lar çöllerde seyahat ettiklerinde, korkulu yerlere vardıklarında; «Bu yörenin kötülerinin şerrinden idarecisine sığınıyoruz» derler­di. Böylece güya cinlerden emin olarak yatarlardı. Cinlerin insan lardan istifade etmeleri ise; cinler «Biz cinlerle beraber insanlara da baş olduk. Bunun için bize sığınıyorlar» derlerdi. Bununla da diğer cinler arasında şerefleri daha da artar ve daha da böbürle-nirlerdi.

Bazı tefsirciler; «İnsanların cinlerden istifadesi cinlerin in­sanlara söyledikleri hayaller, sihirler, kâhinliklerdir. Emirleri on­ların gözünde süslü püslü göstermeleridir. O yolda gitmeyi onlara kolaylaştırmalarıdır. Cinlerin insanlardan istifade etmesi ise, in sanların onlara itaat etmesi, süslü gösterdiklerinde onlara uy-masıdır. Onların süslü gösterdikleri sapıklık ve günâhlara kayma­larıdır» derler.

Diğer bir gurubda, «İnsanların cinlerden istifadesi, cinler ta rafından onlara gösterilen şehvetin çeşitli şekillerine dalmaları­dır. Cinlerin insanlardan istifadesi ise; insanların cinlere, cinle­rin emrettiği hususlarda uymaları ve cinlerin hükmüne itaatkâr olmalarıdır. Böylece cinler insanlarm reisleri, insanlar da onların etbaı' gibi oldu» dediler.

Bazı tefsirciler; «Birbirimizden istifade ettik» cümlesi, sade­ce insanlar için kullanılan bir kelamdır. Çünkü cinlerin insanlar­dan veya insanların cinlerden istifade etmesi pek nadir bir durum­dur. Nerde ise, görünmez bir haldir. Ama insanların birbirlerin­den istifade etmeleri, apaçık bir gerçektir. Öyleyse kelamı buna hamletmek vacibtir» dediler.

«Allah'ın onlar için tesbit ettiği sürenin kıyamet günü olduğu, Hasan Basri ve Süddi'den rivayet edilmiştir.

İbni Cüreyc, «Bu süre, ölüm zamanıdır» dedi.

Bunların kıyamette böyle demeleri, şeytanlara itaat ettikleri­ni, nefislerinin isteklerine tabi olduklarını, hasrı yalanladıklarını itiraf etmek ve pişmanlıklarını belirtmek içindir. Bir de durum­larına üzülüyorlar ve Rablerine teslim oluyorlar. Aksi takdirde haberin faydası ve haberden lâzım gelen artık oluşamaz.

Bazı tefsirciler; «Allah'ın bu âyetle sadece 'Dalâlete gidenle­rin' sözlerini nakletmesi işaret eder ki, dalâlete götürenler tama­men susturulmuşlar, konuşmaya güçleri dahi yoktur.» dediler.

Bu Âyeti Celîledeki, «mesvâ» menzil, konak demektir. Yani ateş sizin konağınız ve ikamet yerinizdir.

Bu Ayet-i Celîledeki, «Orada ebedi kalacaksınız» cümlesinde­ki zamiri ateşe racidir. [70]

 

Allah'ın İstisnası Nedir?

 

«Allah'ın dilediği dışta olmak üzere» cümlesindeki istisna hak­kında İbni Abbas'tan şunlar naklediliyor. «Allah'ın ilminde müs-lüman olacakları, peygamberi tasdik edecekleri geçmiş bir kavmi Allah istisna etti.»

Bu tefsir, istisna nakledilen sözlerden olmadığı takdirde ba­his konusudur. Buradaki «MA» kelimesi de «MEN» manasınadır. Çünkü «MA» kelimesinin akıllılar için kullanılması pek azdır. Ba­zıları; «MA» kelimesi mastariye ve tevkifiye (vakit bildiren) har­fidir, derler. Buna göre âyetin manâsı «Ancak ateşten zemherire veya zemherirden ateşe naklolundukları vakit müstesnadır» de­mek oluyor. Çünkü rivayete göre; onlar «ZEMHERİR» adlı bir va­diye naklolunurlar. Orada soğuktan onların mafsalları birbirleri­ni bırakacak şekilde azaba uğruyorlar ve havlayarak yalvarıp ce­henneme döndürülmelerini istiyorlar.

El-Hazin, «Bu istisnada alimler ihtilaf etmişlerdir: Bazıları, onlar orada ebedîdirler, ancak haşrolunup hesaba çekildikleri za­man ile ateşe getirildikleri zaman arası müstesnadır. Çünkü bu sûrede, cehennemde değillerdir.» dedi.

Bazıları da «Bu istisnadan maksad, onların bir azabtan diğer bir azaba nakledilme vakitleridir. Çünkü onlar ateşten feryad ettik­lerinde, Zemherire naklediliyorlar. Oradan feryad ettiklerinde ateşe naklediliyorlar. Onların nakledildikleri vakitler müstesna, diğer vakitlerinin hepsi cehennemde geçer» dedi.

Taberi, îbni Abbas'tan naklediyor: İbniAbbas bu istisnayı şu şekilde tevil ederek: «Cenab-ı Hakk, bu kavmin azabının yetecek  noktada durdurmasını isteğine bağlamıştır. Mahluklardan hiç kim­se, niçin onları cennete veya cehenneme göndermiyor diye Allah İC.C.) üzerinde hükmetme yetkisine sahib değildir» demiştir.

Cenab-ı Hakk, mahluklarının durumlarını tedvir etmekte, is­teğiyle onlarda tasarruf etmekte, onları bir halden diğer bir hale sokmakta ve diğer fiillerinde hikmet sahibidir.

Bazı müfessirler; Allah (C.C.) itaat edene sevab vermekte, is­yan edene ceza tatbik etmekte hikmet sahibidir diyorlar. Yarat­tıklarının emirlerinin neticelerini ve onların nereye gidecekleri­ni bilmektedir.

Sanki Cenab-ı Hakk : «Bu kâfirleri ateşte ebedî bırakmak su­retiyle mahkûm etmem, onların buna müstahak olduklarını bil­memden ileri geliyor» diyor.

(129) «Böylece biz, kazanageldiklerinden dolayı zalimlerin bir kısmım bir kısmının başına geçiririz.,,»

Bu Âyet-i Celîledeki «Böylece» şeklinde tâbir ettiğimiz «ke-zalike» kelimesindeki «kâf» teşbih (benzetme) harfidir. Daha önce bahsi geçen bir şeyi bir şeye benzetmeyi gerektirir. Âyetin takdiri şöyle olur :

«Cinler ve insanlara azabı nasıl tatbik ettiysem, böylece za­limlerin bir kısmını diğerine musallat kılarım. Başkası tarafın­dan zulmettirmek suretiyle zalimden intikam alırım.»

Nitekim bir eserde varid olmuştur :

«Kim ki, bir zalime, zulmünde yardım ederse, Allah o zalimi ona musallat kılar.»

Kat'ade ,bu âyetin manâsı:

«Zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmına dost yaparız. Ner-de olursa durum budur. Tıbkı mü'minin mü'mine, kâfirin kâfire dost olduğu gibi» demektir dedi...

Kat'ade'den gelmiş başka bir rivayette «Onlar ateşte birbirlerine tâbi olurlar.»

Bazı tefsircilere göre; âyetin manâsı, «İnsan zalimlerini, cin zalimlerine, cin zalimlerini de, insan zalimlerine veli kılacağız. Yani onların bir kısmını diğerine havale edeceğiz demektir» de­di.

İbni Abbas bu âyetin tefsirinde şunu söylemiştir:

«Cenab-ı Hakk, bir kavme hayrı dilerse, onların başına hayır­lılarını getirir. Bir kavme şerri dilerse, onların başına şerlilerini getirir.» Bu tefsire binaen yönetilenler zalim oldukları zaman, Ce­nab-ı Hakk onların üzerine kendilerine benzeyen zalimleri musal­lat kılar. O zalimin zulmünden kurtulmak isteyen bir kimse zul­mü terketsin.

(130) «Ey cin ve insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşmanızdan sizi sakındıran ve sizden olan peygam­berler gelmedi mi?..»

Bu Âyet-i Celîle, kıyamette insan ve cin topluluğunun başına geleni tasvir eden âyetlerdendir. Cenab-ı Hakk, onları nasıl kına­yacaktır? İfrat ve tefritlerini nasıl onların yüzüne- çarpacaktır? Bu durumları belirten bir Âyet-i Cehledir. Şunları ifade eder: Dünyada, size ve sizden olduğu halde Al- lah katından peygamberler gelmedi mi? Geldiklerine göre niçin sapıttınız?..

Bu Âyet-i Celîledeki, «Sizden» tabirinden maksad, «sizin cünilenizden» demektir. Yoksa her ferde bir peygamber gelmiş, veya her millete bir peygamber gelmiş veya o peygamber hem cinlerden hem insanlardan idi demek değildir. Âyet, her ümmete bir pey­gamber geldiğine ve o peygamberin de insanlardan olduğuna işa­ret eder. Çünkü meşhur olan şudur ki; cinlerden peygamber gel­memiştir. O halde bu âyetle gelen «sizden» tâbiri tıbki «Onla­rın ikisinden lü'lil' ve mercan çıkıyor» [Er-Rahman: 20] âyetin-deki onların ikisinden tâbiri gibidir. Oysa sabittir ki, Lü'lü' ve mer­can sadece tuzdan çıkıyor. Nitekim bunun tahkiki, Rahman sûre­sinde gelecektir. Yani buradaki «Sizden» tâbiri peygamberlerin cinlerden gelmesini gerektirmez...

Zira «minkum» kelimesindeki min ile küm arasında «ahad» kelimesi mukadderdir. Takdiri «Min ahadikûm - (sizin birinizden) olur. Böylece âyetin mânası: «İnsanlardan peygam­berler sise gelmedi mi?» olur.

Başka müfessirler: «Peygamberler tâbiri hem peygamberle­rin elçilerini hem de peygamberleri kapsar. Zira, sabit olmuştur ki, cinler Kur'an'ı dinlediler ve gidip kavimlerine tebliğ edip kor­kuttular. Çünkü Cenab-ı Hakk :

«Hatırla o zamanı ki, cinlerden bir gurubu sana çevirdik, Kur' an'ı dinliyorlardı... [Cin: 25] buyurmaktadır.» dedi.

Dehhak ve tefsir alimlerinden diğer bir gurup: Cenab-ı Hakk cinlerden olan peygamberleri, cinlere göndermiştir» dediler.

Bazıları, «Onlardan olan bir peygamberin ismi Yusuf idi» de­miştir.

Âyetin zahiri de iki gurubun peygamberlerinin kendi cinsin­den olmasını gerektirir.

Bazıları, «Cinlere,  cinlerden olarak herhangi bir peygamber gelmediğine ancak onlara insanlardan peygamber geldiğine dair icma vardır» iddiasında bulunmuştur. Acaba peygamberi­mizden önce bu var mıydı, yok muydu? Bilinmez. Fakat büyük tefsir alimi Kelbî ikincisine kaildir. Zira «Hz. Muhammed (S.A.V.) hem insanlara, hem cinlere peygamber olarak gönderilinceye ka­dar Peygamberler sadece insanlara gönderilirlerdi» dedi.

Bu Âyet-i Celîledeki «Âyetlerini» tabirinden maksad, her pey­gambere gönderilen, Allah'ın birliğine ve peygamberlerin doğru­luğuna işaret eden âyetlerdir. Kur'an'ın bütünü Hz. Muhammed'e bu maksad için gönderilmiştir. Ve her peygamber ümmetini kıya­metin kopması ve hesab günüyle korkutmuştur. Çünkü Cenab-ı Hakk kıyamet gününde cin ve insan kâfirlerine kınamak maksa­dıyla bu hitabı yapmaktadır.

(130) «Onlar, biz kendi hakkımızda şahidiz, derler. Dünya hayatı onları aldattı da inkarcı olduklarına kendi aleyhlerinde şa­hitlik ettiler...»

Yani insan ve cin kâfirleri nefislerinin aleyhinde şehadet eder­ler. Kendilerine peygamberlerin geldiğini ve Rablerinden aldıkla­rı peygamberliklerini tebliğ ettiklerini ve kıyamet gününden on­ları korkuttuklarını itiraf ederler." Ve kendilerinin de peygamber­lerini yalanladıklarını, onlara iman etmediklerini ikrar ederler. Bu da, el ve ayakları gibi kendi azaları onların aleyhinde şirk ve küfürleri hususunda şahitlik ettikleri anda olur.

«Dünya hayatı onları aldattı.» Yani onların böyle yapmaları dünya hayatının onlan aldatmasından ileri geliyordu. Dünyada kâfir olduklarına dair nefislerinin aleyhinde şahitlik ettiler.

Eğer, «onlar, bu âyette nefislerinin aleyhinde kâfir olduğu hu-susda ikrarda bulundular.» Fakat şu âyette ise «yemin ederiz, ey Rabbimiz ,biz müşrik değildik» demek suretiyle şirk ve küfürleri­ni inkâr ettiler. Bu nedendir diye sorsan? Cevab olarak deriz ki :

Kıyamet günü uzun bir gündür. O gündeki durumlar değişik olur. Mü'minlere hasıl olan hayır, fazilet ve kerameti gördüklerin­de belki bu inkâr bize fayda sağlar diye şirki inkâra kalkışıyor­lar. Ve «Yemin ederiz, ey Rabbimiz! Biz sana şirk koşmadık, or­tak koşmadık» derler. İşte o zaman, onların ağızlarına mühür vu­rulur, azalan onların şirk koştuklarını kâfirlik yaptıklarını haykı­rır basbas bağırır. İşte bizim şu anda tefsir ve açıklamasına ça­lıştığımız âyette bu durum haber verilir:

(130) «Onlar nefisleri aleyhine kâfir olduklarına dair şahit­lik ettiler.» Bu cümlenin yorumu :

Eğer «Nefisleri aleyhindeki şahitlikleri niçin tekrar edildi? diye sorarsan, cevab olarak deriz ki, birinci şahitlikleri dünyada üzerinde bulundukları şirk, küfür ve peygamberleri yalanlamak­tan meydana gelen bir ikrarlarıdır. İkinci şahitliklerinde ise, ne­fislerini zemmettiklerini, reylerini yanlış kullandıklarını ve görüş­lerinin, kısa olduğunu belirtiyorlar. Dünya hayatı ile aldanmış, dünya lezzetleriyle baştan çıkmış bir kavim olduklarını ikrar edi­yorlar. Böylece neticeleri bu aleyhlerindeki şahitliğe kadar ken-. dilerini sürükleyip gelmiştir.

(131) «Bu haberleri yokken kasabalar halkım Allah'ın hak­sız yere yok etmeyeceğinden dolayıdır...»

Bu Âyet-i Celîledeki, «BU» zamiri ile daha önce bahsi geçen peygamberlerin gönderilmesi, insanları, neticesi kötü olan gerçek­lerden korkutmaları gibi bahislere işarettir.

Zeccac, «Bu âyetin manâsı; ey Muhammed (S.A.V.)! Sana pey­gamberlerin emrinden, peygamberleri yalanlayanların azabından bahsetmemiz şunun içindir : Bilinsin ki, Rabbin zulümle memle­ketleri, yurtları ve kasabaları helak etmez. Yani onlara peygamber göndermeden önce onlara tebliğ yapmazdan Önce, onların günâh­larından ötürü onları helak etmez. Peygamberler geldikten sonra, eğer dönüş yaparlarsa ne güzel. Aksi takdirde azab onlara gelir, demektir dedi...

Ferra «Âyetin manâsı: Alİah onları yokyere ve zulümden ötü­rü helak etmez, demektir» dedi. Yani Allah zulüm yapmaz: Onları helak etmekle  hâşa  zalimlik yapmış sayılmaz. Onlar gafil ol­dukları, hiçbir şeyden haberleri olmadığı halde, Allah onları helak etmez.

Cumhurun tefsirine göre; zulüm, kâfirlerin fiilidir. Onların şirk koştukları ve işlemiş oldukları günâhlardır.

Ferraya göre, eğer peygamberler gelmezden önce, Allah on­ları helak etseydi, zalimlik olurdu. Yani onlar gafil oldukları, pey­gamberler tarafından uyarılmadıklan ve onlara herhangi bir ki-tab gelmediği halde, Allah onları helak etseydi zulüm olurdu, de­mektir. [71]

 

Meal

 

(132) «Herkes için yaptıklarına  karşılık   olarak   dereceler vardır. Rabbin de onların yaptıklarından habersiz değildir.»

(133) «Rabbin zengin ve rahmet sahibidir. Dilerse sizi yok-eder, sizden sonra yerinize dilediğini getirebilir. Tıpkı sizi başka bir kavmin soyundan getirmiş olduğu gibi.»

(134)  «Size vaadedilen mutlaka yerine gelecektir. Siz onu aciz kılamazsınız.»

(135) «De ki: «Ey kavim! Yapabileceğinizin tamamını yapı­nız. Şüphesiz ki, ben de, yapacağımı yapıyorum. Bu yurdun ya­kında kimin olduğunu bilip Öğreneceksiniz. Gerçek şudur ki, za­limler kurtuluşa  ermeyeceklerdir.»

(136) «Müşrikler, Allah'ın yarattığı ekinden   ve   davardan bir hisse ayırdılar. Ve kendi zanlannda «Bu Allah'ın, bu da Al­lah'a ortak  koştuklarımızın» dediler.  Ortaklan için olan hisse­den Allah [yoluna] geçmez. Fakat Allah'ın hissesinden ortakla­rına harcarlar. No kötü hüküm vermektedirler?»

(137) «Böylece onların ortaklan, müşriklerden bir çoğuna çocuklarını Öldürmeyi  süslü gösterdiler. Hem onları helake dü­şürmek, hem de kendi aleyhinde dinlerini karmakarışık kılmak için bunu yaptılar. Allah dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları iftiralarıyle başbaşa bırak.» [72]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(132)  «Herkese işlediklerinden ötürü dereceler vardır...» [73]

 

Amellerden Ötürü «Dereceler» Ve «Derekeler» Vardır

 

Bu Âyet-i Celîledeki, «üerfces »ten maksad, mükelleflerdir. îster insanlardan, ister cinlerden olsun. Allah'ın t&atını yapan ve­ya Allah'a isyan eden herkes için dereceler ve derekeler vardır. Amelinden ötürü varacağı dereceler vardır. Eğer ameli hayır ise, dereceleri hayır olur, eğer ameli şerr ise, dereceleri de şerr olur. Şerrlere «dereceler» denilmiş. Çünkü yükseklik ve alçaklıkta şerlilerin aralarında tefavüt (farklılık) vardır. Tıpkı merdivenin dereceleri arasında olduğu gibi. Bu dereceler dünyadaki amelleri nisbetinde olacaktır. Onlardan kimi sevab yönünden en büyük, ki­mi azab yönünden en şiddetlidir.

Bazıları «Her birisi için dereceler vardır» tabirinden, sadece Allah'a itaat edenler kastedilmiştir» diyor. Çünkü derece, ancak itaat edenlere verilir. İsyan edenlere ise dereke (düşüş, alçaklık) verilir.

Bu Âyet-i Celîle, insanlar gibi, Allah'a itaat eden cinlerin, cen­nette olacaklarına, isyan eden cinlerin cehennemde olacaklarına delâlet eder  [74]

(132) «Senin Rdbbin onların yaptıklarından gafil ve haber­siz değildir...» Bu cümlenin tefsirinde  :

Bazı tefsir alimleri «Her birisi için amellerinden ötürü dere­celer vardır» âyeti, tâat ehline mahsustur. Çünkü «derece» tâ­biri ancak onlara verilen makama denir ve ona uygundur. Âyet'in bu son cümlesi ise, kâfir ve asilere mahsustur. Çünkü bu âyette tehdid vardır. Oysa Cenab-ı Hakk, ancak kâfir ve âsileri tehdid ediyor» dediler.

Fakat birinci tefsir daha sıhhatlidir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın ilmi her malûmatı (bilineni) kapsamaktadır. Mü'min de, kâfir de, itaatkâr da, isyankâr da ilminin kapsamına dahil olur. Cenab-ı Hakk hepsinin âmellerini tam manâsıyla bilir. Her amel edeni amellerinin nispetinde ya mükâfatlandırır veya cezalandırır.

(133) «Senin zengin olan Rabbin, rahmet sahibidir...»

Bu Âyet-i Celîlede, bahsi geçen «el-ganî», Rab kelimesinin sıfatıdır. «Zürrahme» kelimesi de onun haberidir. Her şeyden zen­gin olmak, ancak Allah'ın sıfatıdır. Cenab-ı Hakk'ın hiçbir şeya ih­tiyacı yok. Fakat Allah'tan başka  peygamberler dahil  herkes mutlaka bir noktada, bir yere muhtaçtır. Çünkü Peygamberler de Allah'a muhtaçtır.

Muhtemel ki, âyetin manâsı, «Senin Rabbin zengindir ve mer­hamet sahibidir.» Yani «El-Ğani» kelimesi de, «Zu» kelimesi de Rabbin haberi olur.

(133) «Eğer dilerse sizi götürür. Sizden sonra dilediğini si­zin yerinize ikame eder...»

Bu Âyet-i Celîle, şunu bildiriyor: Ey asi insanlar! Allah'ın si­ze asla ihtiyacı yoktur. Allah dilerse, sizi helak eder. Hepinizi silip süpürür, götürebilir. Sizi götürdükten sonra mahlûkundan di­lediğini getirip, yerinize ikame eder.

Bu Âyet-i Celîle, Cenab-ı Hakk'ın, azamet ve kibriyâsım belir­ten âyetlerdendir. Cenab-ı Hakk, bu âyette «MEN» yerine «ma» kelimesini kullanıyor. Böylece muhatabları akıllılar rütbesinden düşürüp, kibriyâsmın üstünlüğünü açıklamak istiyor. Yani Siz benim azametime nisbetîe taşlar veya cemadat (cansızlar) mesa-besindesiniz. Size benim hiçbir ihtiyacım yoktur.

(133) «Tıbkı sizi başka bir kavmin zürriyetind'en inşa ettiği gibi...»

Âyetin bu cümlesinde, bahsedilen«diğer kavim» hakkında tef­sir alimleri birçok ihtimal ileri sürmüşlerdir :

El-Beğavi'ye göre, daha önce geçmiş aba ve ecdadları kastedil­mektedir.

El-Vahîdi ve Zemahşeri «Sizin sıfatınız üzerinde olmayan baş­ka bir kavmin evlatlarından sizi getirdi. Bu kavimden maksad, Hz. Nuh'un gemisine binip tufandan kurtulanlardır» dedi.

Et-Taberi, «Bu âyetin manası; daha Önceki halkların yaradılı­şından sonra sizi yarattığı gibi demektir» dedi.

Bu tefsire binaen buradaki «min» kelimesi takib içindir. Ni­tekim «Sana dinarından bir elbise verdim» misalinde olduğu gibi. Zira bunun manâsı: «Dinarımın yerinde sana bir elbise verdim» demektir. Çünkü elbise dinar cinsinden değildir. İşte bu muha-tablar da diğer kavimlerin bir parçası değildir. Yani onları yarat­tığı gibi, Allah sizi de yarattı.

Onlara «siz başka kavmin sulbünden inşa edilmişsiniz» diye Cenab-ı Hakk, ihbar etmeyi irade etmiyor. Ancak Cenab-ı Hakk, onlara «sizi başka kavimlerin yerine yarattım. Dilersem sizi götürür, sizin   yerinize   de başka   kavimler yaratırım»   demek   isti­yor  [75]

(134) «Şüphesiz ki, size, vaadedilen kesinlikle gelecektir .Siz, onu aciz bırakacak değilsiniz...»

Bu Âyet-i Celîlede, bahsi geçen «Vaadedilen»den maksad, kı­yametin gelmesi, haşr, ölümden sonra dirilmek, kıyamet günün­de hesab için toplanmaktır. Yani bu kesinlikle olacaktır. Nerde olursanız olun kurtulamazsınız. Ölüm sizin yakanıza yapışacak­tır. Sizi takib etmekte olan zatın pençe-i kudretinden kurtulamaz­sınız, onu aciz bırakamazsınız.

Ebu Şeyh, îbni Abbas'tan rivayet ediyor :

Âyetin manâsı: «Siz, sizi takib etmeyi geçemezsiniz, demektir.

Fiili Muzari' yerinde ismi-failin kullanılması, o vaadedilenin yakında geleceğine işaret etmek içindir. Bir de Cenab-ı Hakk, bu âyette fiilî cümleyi bırakıp «ismî cümleyi» kullandı. Bu da devam­lılığına işaret eder. Yani «Siz hiçbir zaman talibinizi âciz bıraka­cak değilsiniz, o daima size yetişecektir.»

(135) «De ki: Ey kavim! Yapabileceğinizin tamamını yapınız. Şüphesiz ki ben de yapacağımı yaparım. Bu yurdun sonu kimin­dir? Bilip öğreneceksiniz...»

Bu Âyet-i Celîlenin manâsı; siz neyin üzerinde bulunuyorsanız onun üzerinde durunuz. Ben de neyin üzerinde isem onun üzerin­de duracağım demektir. Eğer «Burada kâfirlere küfür üzerinde durunuz» emri nasıl verilebilir? diye itiraz edilirse cevab olarak deriz ki, bu bir tehdittir. Yani Cenab-ı Hakk onlara «küfre devam ediniz» demek istemiyor. Onları tehdit ediyor. Nitekim Cenab-ı Hakk «Onlar, az gülsünler, çok ağlasınlar» [Tevbe : 82] demiştir.

«Bu yurdun neticesinin   kimin olacağım   gelecekte   bileceksiniz» cümlesi de buna delâlet eder.

Bu Ayet-i Celîledeki «yurtstan maksat, İslâm diyarıdır. Ya­ni yakın bir zamanda' yeryüzünün verasetini Cenaba Hakk kimle­re verecektir, güzel netice kimin lehine tecelli edecektir, görecek­siniz. Nitekim kâfirler, bunun müslümanlann lehinde tecelli etti­ğini gördüler. Bu Âyet-i Celîledeki, «yurt»tan maksad, dünyadır. Ahiretteki Cennet değildir. Gerçi bazı tefsirciler «cennet» oldu­ğunu söylemişlerdir. «Netice»den maksad, en güzel neticedir. Yani hayırlı neticedir. Çünkü her şeyde asıl odur. Cenab-ı Hakk, dünyayı ahiret tarlası kılmış ve cennete geçiş köprüsü olarak ya­ratmıştır. Kullarından hayırlı ameller istemiş ki, sonucun güzel­liğine varsınlar. Şerrin neticesine gelince, ona iltifat etmemektir. Çünkü o facirlerin bozuntularının neticelerindendir.

Hülâsa :   siz hangimizin lehine dünya ehli için yaratılmış olan en güzel neticenin tecelli edeceğini bileceksiniz.

(135) «Gerçek şudur ki,   zalimler   kurtuluşa   ermeyecekler­dir...»

Bu âyette bahsedilen «Zalimler»den maksad, kâfirlerdir. On­lar, istediklerini elde edemeyeceklerdir. Kâfir yerine zalim tâbiri­nin kullanılması, zalimin daha geniş manâlı olması nedeniyledir. Madem ki, zalim kurtuluşa ermeyecektir, o halde zulmün en şid-detlisiyle sıfatlanmış bulunan bedbaht kâfir nasıl maksuduna' ere-bilir?

(136)  «Müşrikler tuttular, Allah'ın  yarattığı ekinden, deve ve davardan Allah'a bir hisse ayırdılar...»

Bu Âyet-i Celîle, tefsir alimlerinin dediklerine binaen şöyle bir durumu tasvir etmektedir: Allah'a ortak koşan ve cahilliyyet dö­neminde bulunan müşrikler, hayvanlar, meyveler, ekinler ve diğer mallarından Allah'a bir pay ayırıyorlardı. İkinci bir pay da putlara ayırıyorlardı. Allah (C.C.) için ayırmış oldukları paydan misafirlere ve fakirlere yediriyorlardı. Putlar için ayırmış olduk­ları payı ancak putlar için harcarlar, putlara hizmet edenlerin maaşlarını ondan verirlerdi. Eğer Allah'a ayırmış olduklarından bir şey, putlara ayrılmış olanın içerisine düşerse, onu orada bıra­kırlardı. «Allah bundan zengindir» derlerdi. Eğer putların payın­dan bir şey Cenab-ı Hakk için ayırmış olduklarının içine düşer­se bunu alıp putların payına geri çevirirlerdi. «Onlar buna muh­taçtır» derlerdi. Allah'ın payına ayırmış oldukları bir şey, helak olursa, onu önemsemezlerdi. Putlar için ayırmış olduklarından bir şey eksilirse, derhal onun yerine başkasını koyarlardı. Bu baş­kasını da Allah'a ayırmış oldukları paydan alıyorlardı.

Bu Âyet-i Celîledeki «elhars» kelimesi, ekinler demektir. «EL-EN'AM» kelimesi, deve, sığır ve koyun demektir.

Âyetin tefsiri: Onlar, Cenab-ı Hakk tarafından yaratılmış olan ekinden, deve, koyun ve sığırlardan Allah'a bir pay ayırıyor­lardı, îkinci bir pay da putlarına ayırıyorlardı şeklindedir. Yani âyette ikinci şık mukadderdir.

Cenab-ı Hakk, böyle yapan müşriklerin akıllarıyla alay eder­cesine «Onların hükümleri m kötü bir hükümdür» buyurdu. Bu . pay ayırmaları da onların zann, kanaat ve inançlarına göredir. Bu inançlarında hiçbir hakikat payı da yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk, burada «za'm» kelimesini kullanıyor. Bu kelime yalanın tahmin edildiği yerde kullanılan bir terimdir... Ancak yalan söyleyenler, zann edildikleri yerde bu terim kullanılır. Onlar «Bu, Allah'ındır» sözlerinde yalancı kabul edildiler. Çünkü onun akabinde «Bu da, bizim putlarımızındır» cümlesini ekliyorlardı. Yoksa her şey Allah' indir, herhangi bir şeyi Allah'a izafe etmek yalan olmaz. Onların şirk kokan bir atıfları olduğundan dolayı Cenab-ı Hakk, onları bu sözle de yalana nispet etti.

«za'm» tâbiri işaret eder ki, Onlar bu yaptıklarını uydurmuş­lar. Bu hususda herhangi bir emir hiçbir zaman onlara verilme­miştir. [76]

 

Müşriklerin Çocuklarını Öldürmeleri

 

(137) «Böylece, ortaklan müşriklerden çoğuna çocuklarım öldürmeyi süslü gösterdiler...»

Bu âyet şunu ifade ediyor: Müşrikler, cehaletlerinden ötürü Cenab-ı Hakk'ın yaratmış olduğu ekin ve hayvanlardan Allah için bir pay ayırdıkları gibi, Allah'a ortak koştukları putlar, cinler, şeytanlar veya puta hizmet edenler onların çoğuna çocuklarını Öldürmeyi de süslü püslü gösterdiler. Nasıl ki Allah'ın yarattıkla­rından Allah'a pay ayırmaları cehaletlerinin en son derecesine işaret ediyorsa, puta hizmet edenlere, cinler ve şeytanlara uyup çocuklarını öldürmeleri de böylece cehaletlerinin çok kabarık ol­duğuna işaret eder.

Müşrikler, «Başkasıyla evlenir, benim yüzümün tekesi olur» diye kız çocuklarını diri diri gömerlerdi. «Büyüyünceye kadar be­nimle beraber yer, beni fakir düşürür, besleyemem!» korkusun­dan ötürü bazan kız ve erkek çocuklarını öldürürlerdi.

Onların ortaklarından maksad, cinlerden olan şeytanlardır. Veya «sa'dana» (putların bakıcıları ve hizmetkâr)larıdır. Put­lara hizmet edenler bazan bunu onlara süslü gösterirlerdi ki, on­lar bunu yapsınlar. Güzelce sapıtmış olsunlar ve putlara bağlılık­ları devam etsin. Cinler, şeytanlar ve put hizmetçileri onlara «Fa­kirlik korkusundan çocuklarınızı öldürünüz» diye emir verirlerdi.

Şeytanlara, ortaklar denilmiş, çünkü bunlar şeytanların em­rettiklerine itaat ediyorlardı. Böylece onları Allah'a ortak koşu­yorlardı. «Taatları vacib olduğu cihetle onlar, Allah'ın ortakları­dır» derler.

«Müşriklerin ortaklan» diye Cenab-ı Hakk ifade etti. Çünkü müşrikler onlara itaat ederler. Müşrikler onları «Rabb» edinirler.

El-Kelbi, «Buradaki, 'ortaklarından' maksat, bâtıl malradla-rına hizmet eden kimselerdir. O «sa'dana» (bakıcı)lar, saltanat-larını devam ettirmek için onlara çocuklarının öldürülmesini süs­lü püslü göstermeye çalışırlardı, diyor.

Cahiliyyet döneminde bir kişi kalkıp yemin ederdi «Eğer ba­na, şu kadar çocuk verilirse, en sonuncusunu kurban keseceğim»

Nitekim Resûlüllah'm dedesi Abdulmuttalib de böyle bir ye­minde bulunmuş ve Cenab-ı Peygamberin pederi Abdullah'a sıra gelmişti. Vaadına göre onu kesmesi gerekiyordu. Bu tefsire bi­naen, bâtıl ma'budların bakıcılarına «ortaklar» denilmiştir. Çünkü onlar bu «SA'DANALARI» tâat hususunda Allah'a ortak koşuyorlardı. Kanaatlarına göre Allah'a itaat etmek gerektiği gibi, bunlara da gerekirdi.

Evet, cahil insanlara çocuklarının öldürülmesini süslü göste­renlerin tek hedefleri, müşrikleri helak etmektir. Onları ateşe çe­virmek, dinlerini karmakarışık bir hale, içinden çıkılmaz bir du­ruma getirmektir.

İbni Abbas, «Onları dinlerinde şüpheye düşürmek için bunu yaptılar. Çünkü onlar daha Önce Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in din­leri üzerinde idiler. Şeytanın iğvasıyla bâtıl ma*budlara hizmet eden kapris sahibi insanların sapıklık ve fesadıyla onların dini karmakarışık bir hale geldi» dedi.

Şeytan, onları hak dinden uzaklaştırmak istiyordu. Çünkü onların gerçek dini İsmail ve İbrahim peygamberlerin dini idi, İşte bu putları, çocukları öldürmeyi, kurban kesmeyi onlara süs­lü püslü göstermekten maksad, buydu. Eğer Allah dileseydi onları bu çirkin fiilden korurdu, muhafaza edebilirdi. Fakat Cenab-4 Hakk'ın kanun-i ilâhisi, insanlara irade verdiğinden dolayı, Ce­nab-ı Hakk onları bu sahada serbest bıraktı. Yani bütün eşya Al­lah'ın iradesi ve istemesiyledir. Eğer o dilemeseydi bunlar istese­ler dahi bunu yapamazlardı. Fakat onun kanunu böyle cereyan et­miştir. Kim neyi isterse, Öyle gider.

Arap müşrikleri, kız çocuklarını diri diri gömmekte iki kıs­ma ayrılırlar:

Bir gurup, «Melekler Allah'ın kızlarıdır. Biz kızları Allah'a gön­derelim. O onlara daha müstahaktır» diyorlardı.

Diğer bir gurup ta «Bizimle beraber yiyecekler, içecekler» en­dişesiyle gömerlerdi.

Hasanı Basri ve tefsir alimlerinin bir gurubundan geldiği gi­bi bazı müşrikler: «Kız büyüyecektir, evlenecektir, benim için ar olacaktır» diye kız evladını öldürüyordu.

Bazılarına göre, kızların öldürülmesine sebeb şuydu: Nu'man bin Munzir bir kavme hücum etti. Karılarını esir aldı. Onların içinde Asim oğlu Kays'm kızı vardı. Sonra sulh yaptılar. Her ka­dın kendi aşiretine gitmeyi istedi. Kays'm kızı istemedi. O, kendi­sini tutsak yapanın yanında durmak istedi. Bunun üzerine KAYS yemin etti ki, «Bundan sonra doğup dünyaya gelen kızımı diri diri gömeceğim.» İşte bu kötü âdet bundan ötürü Araplar arasında ya­yıldı.

Abdulmuttalib'in yaptığı gibi, bazıları da «On oğlum olursa, onuncusunu kurban keseceğim» diyordu. Ve Abdulmuttalib'in onuncu oğlu, Cenab-ı Peygamberin pederi Abdullah idi. Abdullah'ı kesmek istemediler. Onu bir tarafa on deveyi bir tarafa koydular. Putların yanındaki oklardan birisini çektiler. Ok yine Abdullah'a düştü. Develeri yirmi yaptılar, oku çektiler. Ok yine Abdullah'a düştü. Tâ develer yüz oluncaya kadar ok hep Abdullah'ın kesil­mesini emredecek şekilde çıkıyordu; Develer yüz olduktan sonra ok develerin üzerine çıktı. Ve yüz deve kesildi.

Cenab-ı Peygamberin :

«Ben iki kurbanın oğluyum» hadisi ile buna işaret edilmekte­dir. Yani kurban edilmek istenen İsmail Peygamber ile Öz babam Abdullah'ın oğluyum. Böylece Resûl-i Ekrem soyunun sıhhatlılı-ğına da işaret etmiş oldu...

(137) «Sen, onları iftiralarıyla baş başa bırak...»

Bu âyetin tefsiri : Madem ki, olan Allah'ın istemesiyle olmuş­tur, onları da iftiralarını da bırak, yalandan uydurduklarıyla onları başbaşa bırak. Onlardan korkma. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın diledi­ğinde beliğ bir hikmet vardır. Bu Âyet-i Celile, şiddetli bir tehdidi ilâhidir ve aynı zamanda Kaderci gurubunun aleyhinde delildir. [77]

 

Meal

 

(138) «Onlar, batıl  kanaatlanyla «Bu davarlar ve ekinler haramdır. Onları ancak bizim dilediğimiz kimseler yerler.  Bazı hayvanların (binmek veya yüklenmek hususunda) sırtlan haram kılındı» dediler.  Ve bazılarım   (boğazlarken)   üzerlerine Allah'ın ismini zikretmezler. (Bununla da) Allah'a iftira (ederler) Allah, onları, yap tıklan iftiraları sebebiyle cezalandıracaktır.»

(139) «Bu  hayvanların karınlarında  olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup eşlerimize haramdır. Eğer yavru ölü doğacak  olursa,  kadın ve erkek onu yemede ortaktırlar.» dedi­ler. Allah bu türlü sözlerin cezasını onlara verecektir. Şüphesiz ki, o Hakim (hikmet sahibi) ve Alim (ilim sahibi) dir.

(140) «Cehalet ve ili msizlik ferinden dolayı evlatlarını öldü­renler ve Allah'a iftira ederek kendilerine nzık olarak,  verdiği şeyleri haram eyleyenler, muhakkak ziyan ettiler. Sapıklığa düş­tüler ve hidayete ermediler.»                        (141) «Çardaklı ve çardaksız  (üzüm)  bağlanın, tadlan ve yemişleri muhtelif hurmaları, tahılları, zeytinleri, narları, birbi­rine hem benzer  hem de benzemez halde meydana getiren Al­lah'tır. Her biri mahsul verdiği zaman mahsulünden yiyin. Dev­şirme gününde hakkını (yani farz olan zekâtını) verin. İsraf da etmeyiniz.  Şüphesiz ki Allah israf  edenleri sevmez.»

(142) «Hayvanlardan yük taşıyan ve (tüyünden) döşek ya­pılanları da  (çeşit, çeşit yarattı.)  Allah'ın size rmk olarak ver­diklerini yiyiniz. Şeytanın adımlarına uymayınız. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.» [78]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(138) «Onlar bâtıl kanaatlanyla 'Bu davarlar ve ekinler ha­ramdır. Onları ancak bizim dediğimiz kimseler yerler...'»

Bu Âyet-i Celîle, müşriklerin küfürlerinin başka bir çeşidini ortaya koymaktadır. Onların cehaletinin başka bir türünü takdim etmektedir. Onlar, bâtıl maTsudları için ayırmış oldukları hayvan­lar ve ekinler için, «Bu hayvanlar .ve ekinlerden bizim dilediğimiz kimseler yiyebilirler» derler.

îbni Zeyd'in rivayet ettiğine göre, «Ancak erkekler yiyebilir­ler, kadınlar yiyemezler» derlerdi. [79]

 

Hayvanlar Ve Ekinler Hususunda Müşriklerin Allah'a İftira Etmesi

 

Bazıları da «Erkekler ile putlara hizmet edenler «satjana-lar» ancak bundan yerler» demek istiyorlardı diyor. Tabii bu,  onların kanaat ve iddiasıdır.

Diğer bir gurup da, bazı hayvanlar için «Onlara kimse bine­mez, onlara yük yükletilmez» diyorlardı. Yani bunlar kendi inanç­larına göre, bâtıl ma'budlar için azad edilmiş, affolunmuş ve bı­rakılmıştır. Bunlar, o hayvanlardır ki onları boğazlarken Allah'ın ismini zikredip anmazlar. Yani putlar için kesilmiş, Allah'ın ismi üzerinde anılmamış hayvanlardır. Ancak putların ismi onların üze­rinde anılıyordu.

Îbnü'l-Munzir ve başkası Ebi Vail'den rivayet etti:

«Bu hayvanların üzerinde Allah'ın ismini anmıyorlar, yani on­lara binip hacca gitmiyorlar, onların sırtında «lebbeyk Allahümme lebbeyk» demiyorlar demektir»

Mücahid, müşriklerin bir gurup hayvanları vardı. Ne onların üzerinde ne de onlarla ilgili meselelerin hiçbirisinde Allah'ın ismi­ni anmıyorlardı. Bindikleri zaman da anmıyorlardı. Sağdıkları ve kestikleri zaman da, anmıyorlardı. Yani hiçbir zaman anmıyor­lardı. Onlar, Allah'ın kesesinden iftira ettiler. Veya bunu, iftiracı oldukları için söylediler. Veya iftira olsun diye böyle yaptılar. Yani onlar bu yaptıklarını yapar ve «Allah bize bunu emretmiştir» di­ye Allah'ın kesesinden iftira ederlerdi. Oysa bu iftiradır. Allah böy­le bir şey emretmemiştir. Ve Cenab-ı Hakk gelecekte iftiraların­dan ötürü onlara cezayı tatbik edecektir.

Bu Âyet-i Celîle, aynı zamanda iftiralarından dolayı onlar için bir tehdidi ilâhidir. Cenab-ı Hakk onları tehdid ediyor. İftiralar, zincirin başka bir halkasıdır.

(139) «Bu davarların karınlarında olan yavru, erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır dediler...»

İbni Abbas, Kat'ade ve Şa*bi «Burada Bahire ve Saİbe'nin kar­nındaki yavrular kastedilmiştir» dediler. Onlardan diri olarak do­ğup dünyaya gelen sadece erkeklere mahsustur, kadınlar ondan yiyemezler. Ölü olarak doğanı erkek ve kadınlar müştereken yer­lerdi. Zira müşrikler, kendi eceliyle ölen hayvanın etini yerlerdi. Nitekim Cenab-ı Hakk, «Eğer ölü ise, onlar onda ortaktırlar» bu­yurmuştur.                                        ;

(139) «Allah, onların bu durumlarının cezasını verecektir. Allah hikmet sahibidir. Gereğini İhmal etmez ve herşeyi bilir.»

Bu âyetteki «Vasıflarından» maksad, helâl kılmak veya haram kılmak meselesinde   Allah'ın   kesesinden   yalan   uydurmalarıdır.

Yani bu vasıflandırmaları, ceza çekmelerine sebeb olacaktır. Çün­kü harama helâl veya helâla haram demek küfürdür. Madem ki, Allah hâkimdir, hikmetinin gereğini yapar, hiçbir fiili cezasız bı­rakmaz. Madem ki, Allah âlimdir, o halde her şeyi bilir, ona göre karşılığını verecektir. [80]

 

Kişinin Malını Sadece Erkek Çocuklarına Vakfetmesi Caiz Değildir

 

Bazı âlimler, bu âyetle istidlal ederek demişlerdir ki: «Bir kişi sadece erkek çocuklarına bir malı vakfederse, caiz değildir. Onun ölümünden sonra dahi olursa, o vakf feshedilir. Çünkü böy­le yapmak cahiliyye fiillerindendir.» Maliki'lerden bazıları da «Hibe de böyledir, bir insan kız çocuklarım bırakıp sadece erkek çocuklarına hibe yaparsa, hibesi bâtıldır» demişlerdir.

Buharı «Tarih»inde Hz. Aişe'den rivayet ediyor:

«Herhangi birinim malına kastedip onu sadece erkek çocukla­rına bırakırsa, bu yaptığı Cenab-ı Hakk'ın şu âyeti gibidir:

«Bizim erkeklerimize mahsus, kadınlarımıza haramdır.»

(140) «Cehalet ve ilimsizliklerinden dolayı evladlarını öldü­renler ve Allah'a iftira ederek kendilerine rızık olarak verdiği şey­leri haram kılanlar, muhakkak ki ziyan etmişlerdir. Sapıklığa düşmüşler ve hidayete ermemişlerdir.»

Bu âyetin tefsirinde : İbnu'l-Munzir, İkrime'den rivayet edi­yor :

Bu âyet, kızlarını diri diri gömen «Beni Rebia» ile «Mudar» kabileleri hakkında nazil olmuştur. Bu cezalandırmalarına karşı­lık müstahak oldukları cezayı, Cenab-ı Hakk onlara vermiştir. Ya­ni hem dinleri, hem dünyaları gitmiştir. «Sefih ve ilimsiz olarak» tabirinden maksad, yani ilim ve akılları az, Rablerinin sıfatlarını

bilmek hususunda da cahil olduklarından dolayı böyle yaparlar demektir.

«Allah'ın vermiş olduğu rıztktan haram ettiklerinden» mak­sad, «Bahire, Şaibe ve Ham» denilen hayvanlardır. Bunları haram ilân ettiklerinde, «Allah (C.C.) bunu haram etmiştir» dediler. Böy­lece Allah'a iftira ettiler. Kendileri doğru yoldan (İsmail ve İbra­him'in dininden) sapmışlardır. Onlara hidayetin bütün çeşitlerini sergilesen dahi, onlar hidayete ermezler. Sapıklıkta o kadar kök salmışlardır ki, onların dalâletleri zulmet üzerine zulmek, (karan­lık üzerine karanlık) olmuş, nerde ise, hidayet olunmalarından ümit kesilmiştir.

îbni Abbas buyuruyordu :

«İslâmdan önceki araplarm cehaletini bilmek istiyorsan, el-En'am sûresinin (130) yüz otuzuncu âyetinden (140.) yüz kırkıncı âyetine kadar olan bölümünü oku,» diyordu.

(141) «Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bağlarını, tadları ve yemişleri muhtelif tahılları, zeytin ve nar (ağaçları)nı birbirine hem benzer hem benzemez halde meydana getiren Allah'tır.»

Bu âyetin tefsirinde : İbni Abbas'tan gelen bir rivayette «çar­daklılardan maksad, halk tarafından bostanlara ve tarlalara eki­len meyvelerdir. Çardaksızlardan maksad, dağlar ve çöllerde Al­lah tarafından yetiştirilen meyvelerdir.»

Bazıları «çardaklıdan maksad, aşmalı üzümler, çardaksızdan maksad, kabak, kavun, karpuz gibi toprakta yetişen meyvelerdir» dediler.

Ebi Müslim rivayet ediyor:

«Çardaklıdan maksad, altında çardak yapmaya muhtaç olan meyvelerdir. Çardaksızdan maksad, kendiliğinden dikilmiş, başka tir desteğe ihtiyacı olmayan meyve ağaçlandır» dedi.

Bu Âyet-i Celîle, hayvanların ileride genişçe izah edilecek ba­hislerinin bir öncüsüdür. Veya tevhide dair getirilecek delillerin yerine getirilmesidir.

Cenab-ı Hakk, hurma bahçelerini de ekinlerin ve danelerin bütün türlerini de yoktan varedendir. Âyetteki, «ZA'R» kelimesin­den insanlar tarafından yenilen ve azık edinilen bütün daneler kas­tedilmektedir.

«Tadları ve yiyecekleri muhteliftir» tâbirinde maksad, mey­velerdeki tadların çeşitliliğindendir: Bazıları tatlı, bazıları ekşi, bazıları güzel, bazıları çirkindir. Zeytin ile narların benzerliği manzarada, benzersizlikleri ise tadtadır. Tıpkı iki nar gibi: Renk­leri bir, fakat tadları ayrıdır.

Bazıları, «Zeytinin yaprağı, narın yaprağına benziyor, fakat meyveleri hem cins ve hem, de tad bakımından değişiktir» dedi­ler.

«Meyve verdiği zaman onun meyvesinden yiyiniz» cümlesi,. Cenab-ı Hakk kullarına nimet olarak verdiklerim sayıp ortaya döktükten sonra onlardan asıl maksat ne olduğuna temas ederek «Meyve verdiğinde onun meyvesinden yiyiniz» buyurdu. Bu emir ibahi (mubah) bir emirdir. «Yemeyi size helâl kılıyorum» demek istiyor.

Bazı kimseler «Emir, Kur'anda daima vacibi ifade etmez» hük­münü bu âyetten çıkarıyor. Çünkü bu emir, vücûbu ifade etmi­yor. Yani «yemesinde herhangi bir sakınca yoktur, yemesi mubah­tır.» diye ifade ediyor. [81]

 

Meyve Ve Ekinlerin Zekatı

 

Bazıları da «Hakkını çıkarmazdan Önce  yani zekâtını ver­mezden önce  bu meyvelerden yemenin helâl olduğunu kasted-mektedir. Çünkü Cenab-ı Hakk danelerde ve (bazı görüşlere göre) meyvelerde zekâtı farz kıldı. O vakit zekâtı çıkarmazdan önce sa­hibinin ondan yemesinin haram olduğu ihtimali ortaya çıkıyor. Çünkü fakirler, zekât yönünden onlarla ortaktırlar. Cenab-ı Hakk, böylece zekâtın çıkartılmasından önce yemeği mubah kıldı. Çünkü nefsin hakkını gözetmek, başkasının hakkını gözetmekten daha önce geliyor» dedi.

Bazıları; «Eşyadan gayenin yemek olduğu bilinsin diye bura­da emir sigası kullanıldı» demişlerdir.

«Hasad gününden» maksad, biçildiği, kökünden kesildiği gün­dür. «Onun hakkım hasad gününde veriniz»den maksad, İbni Ab-bas'm ve Enes bin Malik'in tefsirine göre; farz zekâttır. Tavus, Hasan, Cabir bin Zeyd, Said bin Museyyib, Muhammed bin Hani-fe ve Ata'da böyle demişlerdir.

Kat'ade bu âyetin tefsirinde «Farz sadakadan olan hakkını ve­riniz» şeklinde tefsir etmiştir.

Yine İbni Abbas'tan gelen diğer bir rivayette «Bu haktan mak­sad, biçim ve harman zamanında miktarı halen belli olmamış ve verilmesi farz olan bir haktır. Sonra bu hakkın farziyeti zekât ile neshedüdi.»

Said bin Cübeyr, Rebi' bin Enes ve başka alimler de bu görüşe tarafdar olmuşlardır.

Bazıları, «Burada farz olan zekâtın irade edilmesi mümkün' değildir. Çünkü zekât Medine'de farz oldu. Bu sûre ise Mekke'de nazil olmuştur» dediler. İmam, bu itiraza, şu cevabı vermiştir:

Biz zekâtın Mekke döneminde farz olmadığı iddiasını kabul etmiyoruz. Zekâtı belirten âyetin Medine döneminde nazil olması da buna işaret etmez. Üstelik En'am sûresinin şu bahsini ettiği­miz âyetinin Medine döneminde nazil olduğunu söyleyenler de vardır.

ŞaTji, «Buradaki Hak'tan maksat zekâttan başka olan bir hak-ttr» dedi.

îbni Mansur ve İbnü'l-Munzir, Mücahid'den rivayet ettiler:

«Meyveyi ve ziraatı biçtiğin zaman, fakirler de hazır ise, ba­şaklardan onlara atıver. Onu döğüp temizlediğin zaman, fakirler ve miskinler hazır ise, onlara bir şeyler ver. Onları savurup top­ladığın ve onun miktarını bildiğin zaman zekâtını ayır.»

Kat'ade, «Cenab-ı Peygamber; bize yağmur, akan nehir, Nil suyu veya yerdeki rutubet ile biten ziraatlarda onda bir vardır. Eğer hayvan sırtı ile su çekilip sulanırsa veya hayvanlarla döndü-rülen dolabla sulanırsa, bu takdirde yirmide bir zekât verilir» dedi.

Bu hüküm «Ölçek ile ölçülen meyveler ve ziraatlar hakkında­dır. Eğer onlar beş yüke yani (300) üçyüz sa'a yetişirse, onlara da zekât hakkı vacib oluyor.» diye rivayet etti.

îbni Abbas'tan gelen bir rivayette de «Buradaki haktan mak­sat, öşür (onda bir) veya öşrün yarısı (yirmide bir) dır» demiş­tir.

tbni Abbas'tan gelen bir rivayette «Zekât âyeti, Kur'an'da bu lunan bütün (farz) sadaka ayetlerini neshetmiştir» şeklindedir.

Bazı   kimseler   «Bu haktan maksad, zekâttan başka olan bir haktır. Hasat gününde farzdır. O da orada hazır bulunan fakirlere bir şeyler yedirmektir. Düşen daneleri, ve meyveleri fakirler için bırakmaktır» dedi. Bu Ali bin Hasan, Ata, Mücahid ve Hamm*.d' in rivayet edilen bir tefsiridir.

Mücahid'in başka bir tefsirine göre; bu hak şöyledir : «Resû-lüllah'm döneminde Medine'de hurma bahçelerinin sahihleri bir hurma dalını (Mescidin kapısına) getirirdi, isteyenler o daldan yerlerdi. Yezid bin Esem:

«Medine'liler hurmaları topladıkları zaman, bir tomurcuk ge­tirirler, onu caminin herhangi bir köşesine asarlardı. Fakir gelir, asasıyla vurur, düşen danelerini alır yerdi» diyor.

Bu tefsire binaen; acaba bu emir vücubu mu, yoksa istihbabı (mubah görmeyi) mi, yoksa nedbiyeti (mendubluğu) mi ifade eder? Burada iki görüş vardır:

1) Bu emir vücubu ifade eder. Ve böylece zekât âyetiyle nes-hedildiği gibi Cenab-ı Peygamberin bir göçebeye yaptığı açıklama­sıyla da nesh edilmiştir :

Göçebe: «Ey Resûlüllah! Malımda, zekâttan başka benim boynumda farz var mıdır? diye sorunca Hz. Peygamber :

«Zekâttan başka herhangi bir hak yoktur. Ancak sen kendili­ğinden sadaka verirsen olur.» cevabını verdi.

2) Bu emir, nedbi ve istihbabi bir emirdir. Böylece Âyet-i Çelîle muhkem bir âyet olur. Mensuh değildir.

Said bin Cübeyr:

«Bu hak, İslâmın başlangıcında vardı. Sonra öşrün farz ol­masıyla nesholundu» dedi.

Bir de İbni Abbas'm, «Zekât âyeti, Kur'an'daki her sadakayı neshetmiştir» sözü de buna delildir. Taberi bu görüşü seçmiş ve tashih etmiştir. El-Vahidi ile er-Razi birinci görüşü seçmiş ve tas­hih etmişlerdir.

Eğer desen ki, hasad ve biçim gününde zekât nasıl verilecek­tir? Oysa daneler daha başaktadır. Ancak tasfiye olunup kuruduk­tan sonra zekâtı çıkarılır.

Cevab olarak derim ki; ondan çıkartılacak zekâtın edasını tak­dir ediniz, yani ne kadar zekât çıkacaktır, bunu takdir ediniz de­mektir. Çünkü hasad zamanı tasfiye ve kuruma zamanına yakın bir zamandır. Bir de hurma toplatıldığı gün, onda vacib olan hak­kın çıkarılması lâzımdır. Ziraat da hurmaya hamledilmiştir. An­cak ziraatta tasfiyeden sonra zekât çıkarılabilir. [82]

 

«Allah Îsraf Edenleri Sevmez» Âyetindeki «İsraf» Hakkında Âlimlerin Görüşü

 

(141) «Sakın israf etmeyiniz. Şüphesiz ki, Allah israf eden­leri sevmez...»

Bu Âyet-i Celile, çeşitli şekillerde tefsir edilmiştir. Bu tefsir­lerin çoğunu «Ruhu'l-Meani» tefsiri kapsamaktadır. O halde onu nakletmek suretiyle hepsinden istifade etmiş olalım :

Yani haddi aşmayınız. Ellerinizi cömertlik hususunda tama­men açıp da her şeyi fakire vermeyiniz.

îbni Cerir, İbni Ebi Hatim, İbni Cüreyc derler ki; bu âyet Sa­bit bin Kays bin Şemmas hakkında nazil oldu. Bu zat bahçesinden hurmaları topladı. «Bugün kim gelirse, ona yedireceğim» dedi. Akşama kadar her gelene verdi. Akşam elinde bir tek hurması kal­madı. Cenab-ı Hakk, onun üzerine bu âyeti indirdi.

Ebu'l-Âliye de bunun benzerini rivayet ediyor. Ebi Müslim'den gelen bir rivayete göre:

«Ekini biçmezden önce yemesinde israf etmeyiniz. Tâ.ki, fa­kirlerin hakkı azalmasın» demektir.

Abdurrezzak, İbnül-Müseyyib'ten rivayet etti:

«Sadakayı yasaklamayınız, aksi takdirde günahkâr olursunuz» demektir, dediler.

Zuhri; Âyetin manâsı; Allah'ın ma'siyetinde israf etmeyiniz demektir» dedi.

Bunun benzeri Mücahid'den de rivayet edilmiştir. İbni Ebi Hatim, Mücahit'ten rivayet etti:

«Eğer Ebu Kubeys dağı altın olursa, bir kişi onu Allah'ın ta-atında sarfederse ,o kişi, israf etmiş sayılmaz. Eğer bir kişi tek dirhemi Allah'a isyan için sarfederse müsrif sayılır.»

Mukatil, Âyetin manâsı: «Ziraat ve hayvanların (yaratılmasın­da veya infakında Allah'a putlarınızı ortak koşmayınız demektir» dedi.

Bütün bu tefsirlere binaen buradaki hitab mal sahiblerinedir. Fakat îbni Ebi Hatim, Zeyd bin Eslem'den rivayet ediyor ki, hi­tab idarecileredir. Yani «Ey idareciler, sizin hakkınız olmayan bir şeyi mal sahiblerinden alıp onları zarara sokmayınız» demek­tir.

Et Tıbrisi, «Bu hitab, hem mal sahiblerine, hem idarecilere­dir» dedi. Yani «Ey mal sahibleri! Siz vermekte israf etmeyiniz. Ey idareci! Sen de almakta ve vermekte israfa kaçma demektir» dedi.

«Cenab-ı Hakk israf çılan sevmez.» Yani israflarından ötürü onlara buğzeder. İsraflarından dolayı dilerse onlara azab tatbik eder.

(142) «Hayvanlardan yük taşıyan ve (tüylerinden) döşek yapılanları da yaratan O'dur...»

Bu âyetin tefsiri: Cenab-ı Hakk, burada lıayyanlann durumu­na uzun uzadiya değinerek şunları söylemektedir: Ey müşrikler! Sizin dediklerinizi, Allah'ın kesesinden uydurduklarınızı Allah (C.C.) iptal etmektedir. Sizin kendi heva ve hevesinizle haram ve­ya helâl kıldıklannızm durumlarını Cenab-ı Hakk belirtmektedir.

«Hamule»den maksad, deve gibi ağır yükleri taşıyan hayvan­lar demektir. Döşekten maksat boğazlanmak için yere serilen hay­vanlar veya yünlerinden, tüylerinden döşekler, (yataklar) yapılan hayvanlar demektir. Birinci tefsir, Ebu Müslim'indir ve aynı za­manda Rebi bin Enes'ten de rivayet edilmiştir. İkinci tefsir ise, el-Cübbai'nin tefsiridir.

Bazıları «Hamule», yük taşımaya elverişli olan büyük baş hay­vanlardır. «fars» ise, boyu yere daha yakın, küçük ve yük taşı­ma çağma gelmeyen hayvanlardır» dedi. Bu da, İbni Mesut'tan rivayet edilmiştir. Fakat İbni Mesud, «hamihe»yi sadece deve­lerin büyüklerine, farşı da sadece develerin küçüklerine tahsis etmiştir.

Bu tevil, aynı zamanda İbni Abbas'tan da gelen bir rivayet­tir, îbni Abbas'm diğer bir rivayetinde; «Hamule, deve, at, katır, merkeb ve yük taşıyan her türlü hayvan, Fars ise, koyunlardır, denmektedir.

(142) «Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden yiyiniz. Ve şeytanın adımlarına uymayınız. Çünkü o, sizin için apaçık bir düş-inandır...»

Bu âyetin izahı: Cenab-ı Hakk'm nzık olarak size verdiğinin bir kısmını yiyiniz. O helâldir. Zira «rızık,» helâl ve haramın iki­sini de kapsamaktadır.

Mutezileler : «Rızık, ancak helâle tahsis edilir» demişlerdir. Bu âyeti bu şekildeki iddialarına bir delil kabul etmişlerdir. Bu âyetin yorumunda mantikî bir kaziyye yapmışlardır. Bu kaziyye-nin takdiri şöyledir:

«Haram, şer'an yenilmeyendir. Bunun böyle olması apaçıktır. Rızık şer'an yenilendir. Çünkü Cenab-ı Hakk, «Allah'ın size nzık olarak verdiğinden yiyiniz» [A'raf : 142] buyurmuştur. Öyleyse ftaram, rızık değildir.» Alûsi bunları naklettikten sonra şunu ekli­yor:

Malûmundur ki, eğer her rızık şer'an yenilmiş olsa bu kaziy-yeleri fayda verir. Fakat âyet buna işaret etmiyor. Eğer âyette­ki, «mîn» kelimesi baz bir kısım  manâsını ifade ediyor, aye­tin manâsı: Allah'ın rızık olarak size verdiğinin bir kısmım (he­lâl kısmını) yiyiniz demektir desek, zaten âyetin manâsının ifade ettiği zahirdir. Eğer «mîn» kelimesi ibtida (başlanmak) manâsın­da işe «Allah'ın size nzık olarak verdiğinden başlayıp yiviniz» de­mek ise, bu takdirde bütün rızkın yenilmesine işaret eden bir manâ yoktur.

Bazı tefsir alimleri, «Ayetin manâsı Allah'ın size vermiş oldu-ğundan helâl biliniz. Helâl ve haram hususunda, aba ve ecdadınızı taklit ederek kendiliğinizden ve Allah'ın kesesinden uydurarak hü­küm vermeyiniz. Şeytanın adımlarına uyup ona tâbi olmayınız demektir» dediler. Şeytanın adımlanndan maksat, yollarıdır. Çün­kü şeytanın çeşitli yollan vardır. Onların «Bahire, Şaibe, Ham» denilen hayvanların etlerini kendilerine haram kılmaları veya er­keklere helâldir, kadınlara haramdır demeleri ancak şeytanın on­ları kandırmalanndan, onların da şeytanın görüşüne tâbi olmala­rından ileri geliyor. Şeytanın .insanoğluna düşmanlığı açıktır. Bu "da insanların ilki olan Hz. Adem'in cennetten çıkarılmasına se-beb olmasından ileri geliyor. [83]

 

Meal

 

(143) «Allah o hayvanlardan sekiz çifti yarattı. Koyundan   2 iki, (koç ve dişi) keçiden iki (teke ve dişi). (Ey habibim) De ki:  Acaba Allah bunların iki erkeğini mi,  iki  dişisini mi yoksa iki dişinin rahimlerinin kapsadığını    haram  kıldı?  Eğer doğru iseniz bana ilimle cevab veriniz.»

(144) «Deveden  ve  sığırdan  da iki erkek   ve   dişi  yarattı. De ki:  Acaba iki erkeği mi, iki dişiyi mi veya iki dişinin ra­himlerinin  kapsadığını mı Allah haram  kıldı?  Veya  Allah  size bunu vasiyet ettiğinde orada hazır mıydınız?  Halkı ilimsiz sap­tırmak için yalandan Allah'a iftira eden kimseden daha zalim  kim olabilir?  Kuşkusuz Allah zulmeden kavme  hidayet etmez.»

(145) «De ki:  Bana inen vahiyde yiyecek bir kimse için    yiyeceği şeyden leş, akan kan, necis olan domuz eti veya Allah'tan başkasının  adına  bir  fısk  olarak  boğazlanan   müstesna,   haram edilmiş bir şeyi  bulmuyorum.   Bununla beraber,  kim  ki çaresiz kalırsa  (başkasının hakkına)   tecavüz etmemek ve zaruret mik  tarım aşmamak şartıyla   (bu istisna edilen  haramlardan da  yiyebilir.)   Kuşkusuz senin Rabbin çok bağışlayıcıdır,  çok merha metlidir.»

(146) «Biz,   yahudi  olanlara,   tırnaklılar    [bulunan   bütün hayvanlar] 1 haram ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarını da onla­ra haram ettik. Bunların sırtlarının ve bağırsaklarının üzerinde bulunan veya herhangi bir kemiğine kansan yağları haram et­medik.  Onlan  zulümlerinden ötürü  bu  cezaya çarptırdık.  Kuş­kusuz biz, doğru söyleyenleriz.» [84]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

143. âyet, Malik bin Avf ve arkadaşları hakkında nazil olmuş- H tur. Onlar şunu derlerdi: «Şu evcil hayvanların karnında bulunan­lar, sadece bizim erkeklerimize mahsus olup dişilerimize haram­dır.» Böylece Cenab-ı Hakk, peygamberinin ve mü'minlerin dik­katini bu âyet ile helâl kıldığı nesnelerine çekti ki, Allah'ın helâ­lini haram kılanların durumuna düşmesinler.

Bu âyette bahsi geçen «Sekiz çift»ten maksat, sekiz ferttir. Çünkü Araplar katında başkasına muhtaç olan her ferde çift de­niliyor. Meselâ : Erkeğe çift deniliyor. Dişiye çift deniliyor. Bir de Arap lügatinde «zevç» tâbiri hem tek için, hem de çift için kul­lanılır. Zira hem, «Onların ikisi, iki çifttir,» hem de «Onlar, çift­tir» deniliyor. Nitekim ((Onların ikisi, iki eşittirler. Onların ikisi eşittir» denildiği gibi...

Koyunun ikisinden maksat; erkek ve dişisidir. Keçinin «iki-sin»den maksad da teke ve keçidir. [85]

 

İlimde Münazara                                                     

 

Bu Âyet-i Celîle Bahire ve beraberinde bahsi geçen hayvanla­rın müşrikler tarafından haram olarak ilân edilmesine karşı bir delil getirmektedir. Onların «Bu evcil hayvanların karnındaki, sa­dece bizim erkeklerimize mahsustur. Bizim kadınlarımıza haram­dır» demelerine karşı delil getirmektir. Böylece bu âyet ilimde  münazaranın varlığım isbat etti. Çünkü, Cenab-ı Hakk, Peygambe­ri rine, onlarla münazara etmesini ve onlara sözlerinin fasit olduğu-nu açıklamasını emrediyor.

Bu Âyet-i Celîlede, aynı zamanda düşünce ve kıyasın isbatı vardır. Ve bu âyette «kıyas»ın «nass» ile karşı karşıya kaldı­ğında bâtıl olduğunun delili vardır.

Rivayete göre kıyas'ın üzerine nakz varid olursa bâtıl olur. Çünkü Cenab-ı Hakk, onlara sıhhatli ve doğru mukayese yapma­yı emrettiği gibi nedenlerini araştırıp bulmalarım da emretti.

Âyetin manâsı: Ey Habibim! Onlara de ki, eğer Cenab-ı Hakk, erkekleri haram kılmış ise, o vakit her erkek haramdır. Eğer di­şileri haram kılmış ise o vakit her dişi haramdır. Eğer iki dişinin (yani koyun ve keçiden olan dişilerin) rahminde bulunanı haram etmiş ise, p vakit ister erkek olsun ister dişi her doğan haram olur. Çünkü hepsi doğmuştur. Dolayısıyla hepsi haram olur. Çün­kü hepsinde bu ilk neden vardır.»

Böylece Cenab-ı Hakk, onların nedenlerinin yıkıldığını, söz­lerinin fasit olduğunu açıkladı. Onların yaptığının Allah'a iftira etmek olduğunu bildirdi.

((İlimli olarak bana haber veriniz.» Âyetin bu cümlesi şunu ifade eder : Eğer katınızda bir ilim varsa, sizin uydurmuş olduğu­nuz haramlık hükmünün nerden geldiğini biliyorsanız, bana haber verin. Halbuki sizin ilminiz yoktur. Çünkü siz herhangi bir kitab okumuş değilsiniz. Yoksa Cenab-ı Hakk, bunları haram kıldığı za­man orada hazır mı bulunuyordunuz?

Kafirler Resûl-i Ekrem'in bu delilleri getirmesi karşısında susturulduklarında iftira etmeye başlayıp «Allah (C.C.J böyle em­retmiştir» dediler. Cenab-ı Hakk, onların bu iftiralarını reddetmek için:

(144) «Acaba Allah üzerine iftira edenden daha zalim kim olabilir? Bu iftirayı ilimsiz olarak, insanları sapıtmak için yapan­lardan daha zalim kim olabilir?» buyurdu. Böylece Cenab-ı Hakk, hem onların yalan söylediklerini ,hem de herhangi bir delili ikame etmediklerini açıklamış oldu... [86]

 

Yenilmesi Haram Olan Hayvanlar Ve Bu Konuda İlim Ehlinin Görüşleri

 

Cenab-ı Hakk 145. âyette:

«Ey Muhammedi Onlara de ki: Benim katıma Allah (C.C.) ta­rafından vahyolarak gönderilende (şu âyette) istisna edilenlerden başka bir haramı görmüyorum.»

Âyetin izahı:

Sizin istek ve şehvetlerinizle haram olarak ilân ettiklerinizin hiçbirisi bana gelen vahyin içinde yoktur. Bu Âyet-i Celîle Mek-kîdir ve hicretten önceki dönemde nazil olmuştur. Allah'ın şeria­tında o dönemde burada bahsedilen nesnelerden başka bir haram gelmemişti. Sonra el-Maide sûresi Medine döneminde (hicretten sonra), nazil oldu. Ve boğularak öldürülen, dövülerek öldürülen, düşerek veya toslaşarak ölen hayvanların ve içkinin haram oldu­ğunu beyan ettiği gibi diğer haramları da burada belirtti. Resûl-i Ekrem de, Medine'de, her tırnaklı ve yırtıcı hayvanın, her tırnak­lı kuşun etinin haram olduğunu bu haramlar listesine ekledi.

Âlimler, bu ayetin hükmünde ve tevilinde çeşitli görüşler ile­ri sürmüşler: Birinci görüş bu âyet Mekke döneminde nazil ol­muş, Resûl-i Ekrem tarafından haram olarak ilân edilen her şeye bu âyetten sonra Kur'an'la gelen haramlar eklenmiştir. Bu, Ce­nab-ı Hakk tarafından bir hükmün arttınlışıdır. Peygamberinin di­liyle onun ilân edilişidir. Dikkatli, zeki ve eser ehli olan âlimlerin çoğunun görüşü budur. Bunun benzeri, kadını halasının veya teyzesinin üzerine nikâh etmesinin haram olmasıdır. Zira bu hüküm hadisle sabit olmuştur. Oysa Cenab-ı Hakk, El-Maide'de de nikâh edilmesi haram olan kadınları sıralarken içlerinde hâlâ, yeğenile beraber aynı kişinin nikâhında olamaz demedi. Nitekim «Eğer iki kişi olmazsa, bir erkek iki kadın olsun» âyetinde gelen hükme, bir şahidle beraber yemin olursa hüküm etmeye temel olur, hük­münün hadisle eklenmesi gibi...

Bazıları bu âyet, Cenab-ı Peygamberin «Ön dişi parçalayıcı olan her yırtıcı hayvanın eti haramdır» hadisiyle neshedilmiştir, dedi. Hadisi, îmam Malik rivayet etmiştir ve sahihtir.

Bazı âlimler de, «Bu âyet, mensuh değildir, muhkemdir. An­cak bu âyette haram kılınanlar haramdır. Onun ötesinde haram yoktur.» dediler.

Bu görüş, İbni Ömer, İbni Abbas ve Aişe validemizden de ri-, vayet edilmiştir. Ve bu görüşün tam tersi de bu zatlardan rivayet edilmiştir.

tmam Malik «Açıkça haram edilen herhangi bir şey yoktur. Ancak bu âyette olanlar vardır» dedi.

İbni Huvayze Mendat: Bu âyet, hayvanlardan ve başka nes­nelerden helâl olan her şeyi kapsamaktadır. Ancak âyette istisna edilen murdar et, akıtılmış kan, domuz eti müstesnadır. Bunun için yırtıcı ve sair hayvanların etleri mubahtır. Ancak insan ve domuz eti bu hükmün dışındadır, dedi.

İmamı Malik'in talebesi El-Kiya et-Taberi, İmam Şafii «Ha­ramdır diye kendisinden bahsedilmeyen her hayvanın eti helâldir» kaidesini, bu âyet üzerine bina etmiştir, dedi.

Ancak bu âyetin içinde bahsi geçmeyen nesnelerin haram ol­ması için özel delilin olması, İmam-ı Şafii'den nakledilen genel kaidenin dışındadır.

Denildi ki, «Bu âyet, muayyen bir şeyin durumunu sorana ce-vabtır. Sual gibi cevab da, özel olarak vâki olmuştur. Bu görüş, İmam Şafii'nin mezhebidir. Zira İmam Şafii, Said bin Cübeyr'den rivayet etti:

«Bu âyette, birtakım şeyler vardır. Sahabeler onların duru­munu Resûlültah'tan sordular. Cenab-ı Peygamber bu şeylerden haram olanlara dair cevab verdi.»

Bazı alimler, «Âyetin manâsı «Vahiy halinde, vahyin nazil ol­duğu anda, bana vahyedilenin içinde, burada istisna edilenlerin dı­şında haram kılan bir şeyi bulamadım. Ama bu vahiyden sonra başka şeylerin haram olarak gelmesini âyet menetmez demektir» dediler.

İbnu'l-Arabi, «Bu Âyet-i Celîlenin hicretten, sonra nazil oldu­ğunu» iddia ediyor. Oysa bu âyet, âlimlerin çoğunun görüşüne göre Mekkî'dir, Hicretten önce nazil olmuştur. Bu âyet, İbnu'1-Ara-bi'nin iddiasına göre Cenab-ı Peygambere «Bugün sisin için dini­nizi kemale erdirdim» [Maide : 3] âyetinin nazil olduğu günde nazil olmuştur. Ve bundan sonra da neshedici bir âyet gelmemiş­tir. Öyleyse bu âyet muhkemdir. Bu âyette haram olarak ilân edi­lenlerden başkası haram değildir. Kurtubi, bunları naklettikten sonra derim ki, bu görüşün İbnu'l-Arâbî'den başkası tarafından savunulduğunu görmedim. Ebu Ömer bin Abdulberr,  El-En'am sûresinin Mekkî olduğunda ittifak bulunduğunu ileri sürüyor. An­cak «De ki: Geliniz, Rabbınızın size haram kıldığını size okuya­yım» diye başlayan üç âyet müstesnadır. El-En'am'dan sonra bir­çok âyet nazil oldu. Birçok sünnetler geldi. Medine'de içkinin ha­ram edilişi El-Maide sûresinde indi. Ve alimler Resûl-i Ek­rem, dişleriyle parçalayıcı olan yırtıcı hayvanların etinin haram olduğuna Medine döneminde dikkati çektiğinde ittifak ettiler.

İsmail bin îshak dedi ki:

Bütün bunlar işaret eder ki; bu durum Medine'de «De ki: Bana vahyedilenin içerisinde herhangi bir haramı bulamadım. Ancak leş, akmış kan, domuz eti veya Allah'tan başkası adına kesile­nin etinin haram olduğunu görürüm.» âyetinden sonra olmuştur. Çünkü bu âyet, Mekkî'dir (Yani hicretten önceki dönemde nazil olmuştur.)

Ben derim ki, âlimler arasındaki ihtilaf noktası işte budur. Bir cemaat, dişleriyle parçalayıcı olan yırtıcının haram olduğunu be­lirten hadislerin zahirinden udul (dönüş) etmiştir. Çünkü bu âyet o hadislerden sonradır. Ve bu âyetteki «hasır» açıktır. Ve bu âyetin hükmüne yapışmak daha evlâdır. Çünkü bu, ya daha önce­kileri nesheder veya o hadislerden daha kuvvetli ve daha racihtir.

Haram olduğunu savunanlara gelince; onlara göründü ve on­ların katında sabit oldu ki, El-En'am sûresi Mekkî'dir ve hicret­ten önce nazil olmuştur.

Bu âyet, cahiliyet ehlinin «Bahire,» «Şaibe,» «Vesile,» ve «Ham» gibi haram kıldıklarına bir reddiyedir. Bu âyetten sonra Cenab-ı Hakk, evcil merkebler, katırlar, dişiyle parçalayıcı olan hayvan ve pençesiyle parçalayıcı olan kuşlar gibi birçok şeyleri haram kıldı.

Ebu Ömer «Ancak bu âyetteki açıklananlar haramdır» diyen­lerin kasten Allah'ın ismi üzerine amlmayarak kesilen hayvanın etini haram saymamaları ve lazim gelir ki müslümanların katın­da haram olduğu sabit olan içkiyi helâl saymaları gerekir. Çünkü müslümanların ittifakiyle sabittir ki üzümden yapılan şarab ha­ramdır. Böylece Resûlüllah (S.A.V.), En'am sûresinde kendisine vahyedilenden başka bir haramı bulmuştur. Bu haramları getiren vahiy de En-am sûresinden sonra gelmiştir.

îmam Malik'ten; yırtıcı hayvanın, merkebin, katırın eti hak­kında gelen rivayetler değişik ve muhteliftir.

Mürre, «Bunlar haramdır   günkü Cenab-ı Peygamberin bunların hakkında yasağı vardır. Muvatta'da olduğu gibi İmam Ma-Hk'in en sıhhatli sözü budur» dedi. Yine Mürre : «Mekruhtur. El Mudevvene'nin zahirinden bu anlaşılır. Çünkü âyetin zahiri de böyledir» dedi.

Bir de, îbni Abbas'tan, İbni Ömer ve Aişe'den bunların yen­mesinin mubah olduğu rivayet edilmiştir. Bu da Evzaî'nin sözü­dür.

Buhari, Amr bin Dinar'ın rivayetinden alarak şunları naklet­ti : Cabir bin Zeyd'den sordum:

  Halkın iddiasına göre Resûl-i   Ekrem,   evcil   merkeblerin etinin yenmesini yasaklamıştır. Siz ne buyurursunuz?

Dedi ki:

  Bizim Basra'da, El Hakem bin Âmru'l-Gifari böyle derdi. Fakat büyük alim Abdullah İbnu'l-Abbas buna muhalefet ederek şu âyeti okudu :

«De ki; Bana vahyolunanın içinde bu müstesnaların dışında herhangi bir haram bulamıyorum.»

İbni Ömer'den rivayet ediliyor :

Birisi ondan yırtıcı hayvanların etinin haram olup olmadığı­nı sordu. O da «Onlar da bir beis yoktur» diye cevab verdi.

İbni Ömer'e Ebu Sa'lebetu'l-Huşeni'nin hadisi nakledildi. O hadis de şöyledir :   Allah'ın Resulü «Dişleriyle parçalayıcı her canavarın eti haramdır» demiştir. Cevab olarak dedi ki:

«Biz, Rabbimizin kitabını baldırlarına çiş eden bir göçebenin naklettiği bir hadisten dolayı bırakmayacağız.» Yani rivayet edi­len hadisin sıhhatına güvenmedi...

Eş-ŞaTri'den:

«Filin ve aslanın eti yenilir mi?» diye sorulduğunda bu âyeti okuyup ve devamla şunları söyledi:

Hz. Ebu Bekr'in torunu Kasım rivayet etti: Aişe validemiz, halkın «Dişiyle parçalayıcı her canavarın eti haramdır» dedikle­rini işitince, «O, helâldir» dedi ve delil olarak bu âyeti okuduktan sonra:

«Çanakda kaynayan su, kan gibi sarımtırak bir reng aldığı halde Resûlüllah onu görüyor, onu haram kılmıyordu» dedi.

Bu husustaki sıhhatli görüş daha önce söylediklerimizdir. Bir de bu Âyet-i Celileden sonra gelen haramların hepsi bunun üze­rine atfedilir ve buna eklenir.

Kadı Ebu Bekr bin Arabi de, El-Kabes'inde buna işaret etmiş­tir. Buradaki işareti, «Ahkâm» adlı eserinde söylediklerinin tam tersidir. îbni Abbas'tan rivayet ederek dedi ki: «Bu âyet, Kutan* m en son inen âyetidir.»

Bağdadlılar : Bu âyette zikredilenden başka her şey helâl­dir. Fakat yırtıcı hayvan etinin yenmesi mekruhtur» dediler.

Malik, Şafii, Ebu Hanife, Abdulmelik gibi diğer fâkihler ka tında her dişiyle parçalayıcı olan, canavarın eti haramdır. Bu ha-ramlık, «De ki: Bana vahyedilenin içerisinde istisna edilenlerin \ dışında herhangi bir haramı görmüyorum» âyetinden sonra gel­miştir. Bu da, hakkında varid olan delille şehittir. Nitekim Cenab-i Peygamber:

«Müslüman bir kişinin kant ancak üç şeyden birisiyle helâl olur: küfür, zina ve öldürmekle helâl olur» dedi.

Oysa alimlerimiz «katlin sebebleri, ondur» dediler. Bu on sebebin hepsi de gelen delillerle sabit oldu. Çünkü Resûl-i Ekrem, ancak Allah'tan kendisine gelen ilimden haber verirdi. Allah dilediğini siler, dilediğini tesbit eder, dilediğini nesheder, dilediğini takdir eder. (Allah dilediğini ortadan kaldırır ve bırakır. Kitabın annesi onun nezdindedir.) [Râd: 39] Bir de Resûlüllah'tan sa­bit olmuştur ki,

«Dişiyle parçalayıcı olan her yırtıcının etinin yenmesi haram­dır.»

Rivayet ediliyor ki; Cenab-ı Peygamber, dişiyle parçalayıcı her canavarın ve tırnağıyla parçalayıcı her kuşun etini yasakla­mıştır.

Müslim, Maan'dan, o da Malik'ten rivayet etti: «Tırnaklarıyla parçalayıcı her kuşun yenmesi yasaklandı.»

Birinci görüş daha sıhhatlidir. Dişiyle parçalayıcı olan her ca­navarın haram olması Maliki mezhebinin görüşüdür. İmam Ma­lik «El Muvatta» adlı kitabında «dişleriyle parçalayan yırtıcı hay­vanların haram olması» başlıklı bir bölüm açtı. Bu başlıktan sonra bahsedilen hadisi zikretti. Ondan sonra da şunu söyledi:

«Bizim katımızda emir budur.»

Ve böylece İmam Malik, amelin eserle beraber geldiğini ha-ber verdi.

El Kuşeyri, İmam Malik'in «Bu âyet, en son inenlerdendir» demesi, «Bu eşyanın bu âyetten sonra haram olması sabit ol­muştur» dememize mani değildir. Halbuki Cenab-ı Hakk, temiz­leri helâl, habisleri haram kılmıştır. Allah'ın Resulü; her yırtıcı ve dişleriyle parçalayıcı hayvanın, pençeleriyle avını parçalayan kuşların yenmesini, yasakladığı gibi, evcil merkeblerin etinin yen­mesini de Hayber fethinde (senesinde) nehyetmiştir. Bu tevilin doğruluğuna işaret eden delil; dışkının, sidiğin ve pis böceklerin ve merkeblerin haram olmasındaki icmadır. Oysa bunların hiçbi­risi bu âyette zikredilmemiştir» dedi. [87]

 

«Tahrim» Tabiri

 

îbni Atiyye,   «tahrim»   tâbirini, Allah Resûlü'nün dilinden gelirse hangi şey hakkında gelmişse onu son derece tehlikeli ve menedici olacak raddeye getirmeye de son derecenin altındaki kerahet derecesinde durdurmaya da elverişlidir» diyor. Binaena­leyh «tahrîm» tabiriyle hadisleri tevil eden sahabelerden tes lim olmak karinesi var ise, hepsi onun üzerinde icma etmişse, hadisin lafızları da orada çarpışık değil ise, şer'an bu şeyin haram  5 olmasının son noktaya vardığı ve kesinlik kazandığı vacib oluyor.  E Böylece âyette bahsedilen mundara, domuza ve akıtılmış kana il­hak edilmiş oluyor. İşte içkinin haram edilmesinin sıfatı bu. O, «tahrîm» tabiri ki herhangi bir karine beraberinde yoktur. Ha­disleri bilmelerine rağmen imamlar onda ihtilâf etmişlerdir. Me­selâ : Cenab-ı Peygamberin «Her yırtıcı ve dişiyle parçalayıcının yenmesi haramdır» hadisi gibi. Sahabeler ve onlardan sonra ge­len alimler, bu hayvanların etinin haram olmasında ihtilaf etmiş­lerdir. Binaenaleyh bu yönlerden Ötürü nazar ehli «tahrim» ta­birini burada «kerahet» manâsındaki yasağa yorumlayabilirler. Zira o Tahrim tabiriyle beraber tevil karinesi gelmiştir. Mesela: Cenab-ı Peygamber, «Evcil merkeblerin etlerinin haram kılındığı o hâdisede hazır bulunan bazı sahabeler, bunun nedeni «Necis olduğudur» diye tevil ettiler. Bazıları da «Halkın yükünü taşıyıcı­lar yok olmasın   diye   Cenab-ı   Peygamber   bunu   söylemiştir» diye tevil ettiler. Bazıları da «Bu, katıksız bir haramdır» şeklinde tevil ettiler. Böylece onların etlerinin haramlığında ümmetin ih­tilaf ettiği sabit oldu. Öyleyse nazar ehli buradaki «tahrim» ta­birini «kerahet» manâsındaki yasağa hamledebilir. Tabii, içti-had ve kıyas şartiyle...

Âmr bin Dinar, Ebu Şa'sa'dan, o da, İbni Abbas'tan rivayet etti:

«Cahiliye ehli, bir taktm şeyleri yer, bir takım şeyleri de ter-kederlerdi. Cenab-ı Peygamber, Allah (C.C.) tarafından gönderildi. Ona kitab indirildi. Peygamber, ancak o kitabın helâl ettiğini he­lâl, onun haram ettiğini haram ilân edebildi. O kitab neyi helâl etmişse o helâldir, neyi haram etmişse o haramdır. O kitab han­gi şeyde susmuş ve hakkında bir hüküm vermemişse, o da affe-dilmiştir» dedikten sonra bu Âyet-i Celileyi okudu; Yani bu âye­tin zahirine göre Cenab-ı Hakk'ın haram etmediği bir şey mubah­tır.

Huzuri, UbeyduIIah bin Abdullah bin Abbas'tan rivayet etti: Bu zat bu âyeti okudu ve dedi:

«Cenab-ı Hakk, mundar'ın yenmesini, yani etini haram kıl­mıştır. Deri, kemik, yün ve tüyler ise helâldir.»

Ebu Davud, Milkam bin Telibe'den, o da babasından rivayet etti:

«Resûlüllah ile arkadaşlık ettim. Ondan yerdeki böceklerin herhangi birisine haram dediğini işitmedim.»

Bu hadisteki böceklerden maksad; Kirpiler, keler ve orman faresi (yani arap tavşanı dedikleri hayvan) gibi yeryüzünde yaşa­yan küçücük hayvancıklardır.

Bu zatın, «Ben onlar hakkında haram dediğini işitmedim» de­mesi onların helâlliği hakkında delil değildir. Çünkü o işitme­miş, başkası işitmiş olabilir.

Halk Arap tavşanının ve Elveber denilen haşaratın yenmesi hakkında ihtilâf etmişlerdir: Urve, Ata, Şafii, Ebu Sevr «Arap tavşanı yenir» demişlerdir. İmam Şafii, «Vebri yemekte beis yok­tur», İbni Şirin «Mekruhtur» demişler.

El Hakem, Hammad ve rey erbabı «Mekruhdur» demişlerdir.

Rey erbabı; kirpinin de mekruh olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ma­lik bin Enes'ten kirpinin hükmü sorulmuş, «Bilmem» demiştir.

Ebu Amr, «Malik kirpinin yenmesinde beis yoktur dedi» diyor. Ebu Sevr de «Kirpi yemekte beis yoktur» diyordu. Şafii'den de bu­nu hikâye etti. İbhi Ömer'den kirpi hakkında yenilip yenilmeyece­ği soruldu. îbni Ömer; bu Âyet-i Celîleyi okudu. İbni Ömer'in ya­nında bir ihtiyar bulunuyordu. O, «Ebu Hureyre'den dinledim, diyordu ki, Resûl-i Ekrem'in katında kirpiden bahis geçtiğinde;

«O, pislerden bir pistir» dedi.

İbni Ömer : «Eğer Allah'ın Resulü bunu söylemiş ise, onun dediği gibidir» dedi. Bunu, Ebu Davud rivayet etti.

İmam Malik; kelerin, arap tavşanının ve kelere benzer elve-relin yenmesinde sakınca yoktur demiş. İmam Malik'e göre yılan­lar öldürüldüğünde yenilebilir. Bu İbni Ebi Leyla'nın ve Evzâi'nin de görüşüdür. Yılanlar, akrepler, fareler, kirpiler ve kurbağalar da böyledir.

İbn-i Kasım, yeryüzündeki haşaratı, akrepleri ve böcekleri, İmam Malik'e göre yemekte bir sakınca yoktur. Çünkü onlann-suda ölmeleri, suyu bozmaz, demiştir.

İmam Malik «Arı yumurtalarını, peynirdeki kurtçukları hur­ma ve benzeri meyvelerdeki kurtçukları (o maddelerle beraber ye­mekte de beis yoktur» demiştir. İmam Malik'in delili ise, Milkam bin Talib ile İbni Abbas ve Ebu Derda'nın «Allah, neyi helâl kıl-mışsa o helâldir, neyi haram kılmışsa o haramdır. Neyin hakkın­da sükût etmişse, o affolunmuştur» hadisleridir.

Aişe validemiz, fare hakkında «Haram değildir» dedi ve bu âyeti okudu.

Medine ehlinin alimlerinden bir cemaat, yılanlar ve kelerler gibi, yeryüzünün haşerat ve böceklerinin yenmesini haram görür­lerdi. Fareler gibi haşerelerin de yenmesi haramdır derlerdi. Öl­dürülmesi caiz olan her şey bu alimlere göre yenilmez. Kesmek onları helâl kılmaz. Bu, İbni Şahab, Urve, Şafii, Ebu Hanife ve arkadaşlarıyla diğer alimlerin görüşüdür.

İmam Malik ve arkadaşlarının katında vahşi hayvanların yır­tıcılarından hiçbir şey yenilmez. Evcil ve Vahşi kediler de yenil­mez. Çünkü yırtıcı hayvan (sınıfına dahildir.) Tilki, İmam Şafii' ye, göre yenilir. İmam Malik'e göre Doğan, Kartal, Akbaba gibi yırtıcı kuşların yenilmesinde beis yoktur. İster mundar hayvanı (cifeyi) yesinler, isterse yemesinler.

Evzai «Bütün kuşlar helâldir. Ancak leş kuşunu mekruh gör­müşlerdir» dedi.

îmam Malik delil olarak Ehli ilimden hiç kimsenin, kuşların yenmesini mekruh gördüğünü duymadığını söylemiştir. Cenab-ı Peygamberin, pençesiyle yırtıcı olan kuşların yenmesini nehyeden hadisin olmadığını İmam Malik savunuyor.

İmam Malik'in talebesi Eşheb'e göre; îmam Malik «Fil etinin yenmesinde kesildiği takdirde beis yoktur» diyor. Bu, aynı zaman­da Şa'bi'nin de görüşüdür. İmam Şafii; fil eti haramdır» dedi.

îmam Ebu-Hanife ve talebeleri «Sırtlan ile tilkinin yenmesini kerih» görmüşlerdir. îmam Malik'in bu husustaki delili; yırtıcı ve dişiyle parçalayıcı hayvanların hakkında gelen umumi yasak­tır. Zira Cenab-ı Peygamber burada herhangi bir yırtıcıyı tahsis et­memiştir. Nesei'nin sırtlan hakkında «yenmesi mubahtır» diye ri­vayet ettiği hadis, bu nehy hadisine ters düşmez. Çünkü bu hadi­si, Abdurrahman bin ebi Ammar tek başına rivayet etmiştir. Bu zat da ilmin nakliyle şöhret bulmuş bir zat değildi. Ondan daha alim olanla fikri çarpıştığı zaman, fikri delil olmaz.

Ebu Ömer, «Tevatür olarak birçok yönden dişiyle parçalayıcı olan canavarın etinin yenmesi nehyedilmiştir. Bunu, güvenilir ve alim birçok imamlar da rivayet etmişlerdir. Onlara İbni Ebi Am-mar'in hadisiyle karşı çıkmak muhaldir» dedi.

Ebu Ömer «Müslümanlar, ittifak etmişlerdir ki, maymunun eti yenmez. Çünkü Cenab-ı Peygamber onun yenmesini yasakla­mış, onun alış verişi caiz değildir. Çünkü onda menfaat yoktur» diyor.

Er-Ruyani'nin Şafii mezhebinde telif etmiş olduğu «El-BAHR» adlı kitabında İmam Şafii «Maymunun satışı caizdir» demiştir. Çünkü maymun eğitilir ve eğlenmek için ondan istifade edilir.

El Keşfi, îbni Şureyh'ten rivayet ediyor: Maymunu satmak ve satm almak caizdir. Çünkü onda menfaat vardır. Soruldu : Han­gi yönden onda menfaat vardır? «Çocuklar onunla eğlenirler» di­ye cevab verdi.

Ebu Ömer, «köpek, fil ve dişiyle parçalayıcı olan bütün hay­vanlar benim katımda maymun gibidir. Bu hususta Resûlüllah'm sözünde delil vardır» diyor: [88]

 

«Celale»    (Pislik Yiyen Hayvan) Hakkında Alimlerin Görüşü

 

Ebu Davud, İbni Ömer'den rivayet etti:

Resûl-i Ekrem «celale» veya «Cülale» (pislik yiyen hay­vanim etini ve sütünü nehy etmiştir.

Bir rivayette; «Deveden olan celalenin yenilmesini ve sütünden içilmesini yasaklamıştır.»

El Halimi Ebu Abdullah dedi ki:

Celaleye gelince; «O pislik yiyen hayvan ve başıboş gezen ta­vuklardır. Resûl-i Ekrem onların etinin yenmesini nehyetmiştir.»

Alimler «Etinden dışkının kokusu veya tadı gelen bu tür hay­vanların eti haramdır eğer böyle bir koku gelmezse helâldir» de­diler.

El Hattabi «Bu yasak .tenzihi ve nezafet yönündendir» dedi. Çünkü celalenin yemesinin çoğu pislik olduğu takdirde, pislik ko­kusu etinde belirir. Fakat hayvan yediği bitki ve danelerle bera­ber pislikten az bir şey alırsa, o vakit celale sayılmaz. Bu, başıboş olmayan bir tavuk gibidir. Böyleleri pek az pislik karıştırırlar, pisliğin gayrisinden daha fazla yerler. Bunların yenmesinde kera­het yoktur.

Eshab-ı rey, Şafii ve İmam Ahmed «Cülâle birkaç gün hapse­dilip başka yem ona verilmedikçe, eti yenilmez. Birkaç gün hap­sedildikten ve eti temizlendikten sonra kesilip eti yenilir» demiş­lerdir.

Hadiste rivayet edildi:

«Pislik yiyen sığır, kırk gün tutulduktan sonra kesilip eti ye­nir.»

İbni Ömer, «Tavuk üç gün bağlanır, sonra kesilir» dedi.

İshak, «Kesildikten sonra, eti güzelce yıkanır o zaman yen­mesinde bir beis yoktur» dedi.

Hasan Basri, pislik yiyen hayvanın etinin yenmesinde bir be­is görmüyordu. Malik bin Enes de aynı görüşte idi.

Rastgele yerlere insan dışkısının atılması nehyedilmiştir. Ba­zı sahabelerden rivayet edilmiştir:

Biz Resûlüllah'ın arazisini kiraya verirdik. Onu kiralayana dışkı atılmamasını şart koşuyordu.

îbni Ömer'den gelen rivayet:

Arazisini kiraya veriyor, insan dışkısıyla pisletilmemesini şart koşuyordu.

Rivayete göre bir kişi arazisini insan dışkısıyla gübreliyordu, îbni Ömer ona:

«Bu araziden çıkanı insanlara yediren sen inisin?» diye itham­da bulundu.

At etinin yenilip yenilmemesinde ihtilaf vardır: İmam Şafii' ye göre mubahtır. Sahih de budur. îmam Malik'e göre mekruh­tur.

Katıra gelince, o merkeb ile attan meydana gelen bir hayvan­dır. Onun bir tarafı olan at ya yenir veya mekruhtur. İkinci tarafı olan merkeb ise, haramdır. Haramın hükmü burada galebe çaldı. Çünkü «Helâl ile haram bir araya gelirse, haram galib gelir» kai­desi vardır.

Halef ve selefin cumhuru tavşan etinin yenmesinin caiz ol­duğunda ittifak etmişlerdir. Abdullah bin Âmr bin Ast'tan haram olduğu hikâye edilmektedir. İbni Ebi Leylâ «Mekruhtur» dedi. Abdullah bin Âmr, «Tavşan Resûlüllah'a getirildi. Ben de orada oturuyordum. Resûlüllah yemedi ve yiyenleri de yasaklamadı» de­di. İddiaya göre, o hayız görür. Ebu Davud bunu zikretti.

En-Nesei «Mürsel» olarak Musa bin Taîha'dan rivayet etti: «Resûlüllah'a bir tavşan getirildi. Kişi onu kızartmıştı.

— Ey Allah'ın Resûlüt Ben onda kan gördüm,» dedi. Bunun üzerine Resûlüllah onu yemedi, nezdindekilere :

— Siz yiyiniz! Eğer benim iştahım çekseydi ben de yerdim,» buyurdu.

Derim ki: Burada onun haram olduğuna dair herhangi bir delil yoktur. Bu ancak Resûlüllah'in şu hadisine benzer:

«O hayvan kavmimin memleketinde yoktur, (yenmesi âdet ol­mamıştır, onun için ondan ikrah ediyorum (tiksiniyorum).

Müslim, «Sahih»inde Enes bin Malik'ten rivayet etti:

Biz, «Merru-Zehran» denilen yerden geçtik. Orada bir tavşanı ürküttük. Arkasından koşup tavşanı yoranların kendileri de yo­ruldular. Bu sefer ben arkasından koşup onu tuttum, Ebi Talha' ya getirdim. Babalığım Ebu Talha tavşanı kesti. Onun bir bud ile bir kolunu Resûlüllah'a gönderdi. Onu Resûlüllah'a getirdim. Ka­bul etti  [89]

Bu Âyet-i Celilede bahsi geçen murdar, kendiliğinden ölen hayvanın eti demektir. «MESFUH» demek, etin içinden çıkmış akan kan demektir. İşte o haramdır. Ama etin içinde, kemiklerde kalan kan ise, affoîunmuştur.

El Maverdi, «Akmayan kan, (damarlarda, ciğer ve dalakta ol­duğu gibi pıhtüaşıp kalan kan) helâldir» diyor. Çünkü Cenab-ı Resul;

«Bizim için kesilmemiş (çekirge ve balık) ile iki kan helâl kı­lındı» buyurmuştur.

Eğer kanın üzerinde dondurucu damarlar yok ve etin üze­rinde görünüyorsa, onun haram olup olmadığı hususunda iki gö­rüş vardır: Bir görüşe göre, haramdır, yıkanması gerekir. Çünkü akan kanın cümlesindendir. İkinci bir görüşe göre de haram de­ğildir. Çünkü haram kan ancak akan kandır; denilmiştir.

îmran bin Hudayr, «Ben Ebu-Muclez'den etin üzerindeki kanı ve et kaynamakta olan çanağın içindeki kanımsı suyu sordum. «Beis yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk, akmış kanı haram kılmıştır» dedi.

Aişe validemiz de bunun benzerini söyledi. İcma-i ulema da, bunun üzerindedir.

İkrime, «Eğer bu âyet olmasaydı, Müslümanlar Yahudilerin tetkik ettiği gibi damarlardaki kam tetkik etmeye mecbur kala­caklardı» diyor.

İbrahim En-Nehai, «Damar ve beyindeki kanda beis yoktur» dedi.

(146) «Biz, Yahudi olanlara tırnaklı bulunan bütün hayvan­ları haram ettik...»

Bu Âyet-i Celîlenin tefsirinde şunlar gelmiştir:

Cenab-ı Hakk, Muhammed ümmetine haram kıldığını zikret-rettikten sonra Yahudilere de haram kıldıklarını zikretti. Çünkü bunda Yahudilerin şu iddialarının yalanlanması vardır: Cenab-ı Hakk, bize hiçbir şeyi haram kılmamıştır. Biz, İsrailin nefsine ha­ram kıldığım nefislerimize haram kıldık.»

Allah tarafından, Yahudilere haram kılınan bu nesneler, bir teklif (yük), bir belâ ve bir cezadır.

Cenab-ı Hakk'ın, onlara haram ettiği tırnaklı hayvanın tefsi­rinde gelen rivayetler: Mücahid ve Kat'ade «Her tırnak sahibi deinek, parmakları arasında aralık olmayan hayvanlar ve kuşlar demektir. Develer, Nuame adlı devekuşu, kaz, toy ve ördekler gibi hayvanlardır» diyor.

îbnu Zeyd, «Sadece deve kastediliyor» dedi.

îbni Abbas «Tırnak sahibi deve ve Nuame kasdedildi. Çünkü Nuame de deve gibi tırnak sahibidir» diyor.

Bazı müfessirler «Kuşlardan her, pençe sahibi, hayvanlardan da her tırnak sahibi burada kastedilmektedir» diyor.

Katade, «Sığır ve koyunun iç yağlarından maksad, işkenbe-nin, üzerindeki ince yağ tabakası ile böbreklerin üzerindeki yağ tabakasıdır» diyor. Süddi de bunu söyledi.

îbni Cüreyc, «Kemiğe karışmamış veya kemik üzerinde olma­yan her yağı Allah Yahudilere haram kıldı. Ancak yan yağlar ile arka bacaklardaki yağı Cenab-ı Hakk, onlara helâl kıldı» dedi.

Bu Âyet-i Celîledeki «el-hevaya» kelimesi, «haviyE»nin çoğuludur. Ebu Ubeyde, «el-hevaya», karnın yuvarlak kısmı de­mektir» dedi. Bazılarına göre «el-hevaya», süt hazineleri anla­mındadır. Bu hazinenin damarları, dışkıların toplandığı «mesa-rin» damarlarıyla birleşiyor.

Bazıları «El-Hevaya üzerinde iç yağı olan barsaklar» demek­tir, diyorlar. Bu âyetten başka yerlerde «evhevaya», devenin hör-gücünü kapsayan aba demektir. Cenab-ı Hakk bu âyette, Tevrat hakkında onların yalanlarını reddetmek için bunu haram kıldım haberini veriyor. Allah'ın Tevrat'taki nassı şöyledir: [90]

 

Allah Yahudilere Yüklediği Yükü, Ümmeti Muhammed'e Yüklememiştir

 

«Sizin Üzerinize mundarı, kanı, domuz etini ve parmaklarının arası açık olmayan her hayvanı ve beyazlığı olmayan her balığı haram kıldım.» Sonra Cenab-ı Hakk, bütün bunları Hz. Muham-med'in şeriatıyla neshederek kaldırdı. Daha Önce onlara haram kıldığını peygambere helâl kıldı. Hz. Muhammed'in hürmetine bu zorluğu ortadan kaldırdı. Bütün insanlara İslâm dini helâliyle, ha-ramıyla, emriyle, yasağıyla kabulü zorunlu olan bir din olarak sunuldu.

Müslim ve Buharı ittifakla Cabir bin Abdullah'dan rivayet ederler:

Allah'ın Resûlü'nden dinledim. Fetih senesinde Mekke'de şunları söyledi:

«Kuşkusuz Allah içkinin, murdar etin, domuzun ve putların alınıp satılmasını haram kılmıştır.»

Soruldu:

— Ey Allah'ın Resulü! Murdar hayvanın içyağları ile gemiler ve deriler yağlanır. Halk o iç yağlarını çıralarında yakar, istifade eder. (Bunun hükmünün ne olduğunu) bize haber verir misin?..

Cenab-ı Peygamber:

«Hayır, o haramdır» dedi. Sonra buyurdular:

«Allah fC.G.) Yahudileri haileylesin. Kesinlikle Allah (C.C.) onlara hayvanların iç yağlarını haram kıldığı zaman, onlar yağla­rı erittiler, sonra erimiş yağı satıp parasını yediler» dedi.

(146) «Bu haramı, onlara zulümlerinden ötürü ceza olarak yaptık...» [91]

 

İnsanîn Başına Gelen Musibetler Saldırganlığının Neticesidir

 

Bu Âyet-i Celîle, kesinlikle belirtiyor ki, insanoğlunun başına gelen musibetler ve önüne çıkan zorluklar, mutlaka onun zulmü­nün ve saldırganlığının bir karşılığıdır. Yani bunların başına ge­len bu musibet, saldırganlıklarından ve zulümlerinden ileri gelmiş­tir. Zulümleri ve saldırganlıktan; peygamberleri öldürmeleri, Ri-bayı alıp yemeleri ve halkın mallarını bâtıl yollardan helâl edip de ellerinden almaya kalkışmalarıydı. Cenab-ı Hakk, bunu belirt­tikten sonra şöyle ferman etti:

«Şüphesiz ki, biz her hususta doğruyu (söyleyen)teriz.» Yani onların zalimliğiyle ilgili vermiş olduğumuz Örnekler doğrudur. Onlara özel olarak şu şu nesneleri haram ettik demekte biz doğ­ruyuz. Yani biz romantik, aslı astarı olmayan ve hikâyemsi şekil­de bunları söylemiyoruz. Bunlar, kesinkes olmuş ve meydana gel­miş şeylerdir. [92]

 

Meal

 

(147) «Eğer seni yalanlarsa, de ki: Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Onun azabı mücrim bir kavimden geri çevrilmez.»

(148) «Allah'a ortak koşanlar şöyle diyeceklerdir: Eğer Al­lah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne de babalarımız şirk koşar­dı. Ne de bir şeyi haram yapabilirdik. Bunlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Sonunda azabımızı tattılar. Onlara de ki, sizde bir ilim varsa, onu bize çıkarın, getirin. Siz ancak zannı-nıza tabi oluyorsunuz. Siz ancak yalan söylemektesiniz.»

(149) «[Ey Habibimî] De ki: Eksiksiz hüccet Allah'ındır. O dileseydi elbette hepinizi hidayete kavuştururdu.»

(150) «[Ey Habibim!]  Onlara şöyle söyle:  Bu haram say­dıklarınızı Allah'ın haram ettiğine dair şahitlik edecek olan şa­hitlerinizi getiriniz. Eğer onlar yalan yere şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber bulunup kendilerini tasdik etme. Ayetlerimizi ya­lan sayanların ve ahirete inanmayanların arzularına tâbi olma. Onlar putları Rabierine eş tutuyorlar.»

(151) «De ki: Geliniz! Size Rabbiniz neleri haram etmiştir,, okuyayım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Valideyne,  (anaya babaya)  iyilik ediniz. Fakirlikten Ötürü çocuklarınızı öldürmeyi­niz. Sizin de çocuklarınızın da rızkını biz veririz. Kötülüklerin ne açığına, ne de gizlisine yanaşmayınız. Allah'ın haram kıldığı nef­si haksız yere öldürmeyiniz. İşte bu yasaklara uymayı Allah si-ze tavsiye etti. Umulur ki, düşünür ve akıl edinirsiniz.» [93]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

Cenab-i Hakk 147. âyette «Ey Habibim, Muhammed! Eğer Yahudiler sana, Kur'an'da, onlar hakkında göndermiş olduğumuz açıklamalar hususunda karşı çıkar, seni yalanlayıp, «Böyle bir şey yoktur, Allah (C.C.) bize, o söylediklerini haram kılmamış ve o söylediklerinden bir kısmını helâl kümamıştır» derlerse, sen de ki: «Sizin Rabbiniz, Sizi yoktan vareden Allah'ınız, geniş rahmet sahibi olduğundan dolayı hemen bu yalanlamanızın cezasını size tatbik etmez. Fakat gelecekte bunun cezası size verilecektir.» Yani cezanın tehiri Allah'ın geniş rahmetinden ileri geliyor. Yoksa si­zin bu yalanlamanız size hemen ceza tatbik edilmesini gerektiren bir harekettir. Cenab-ı Hakk, geniş rahmet sahibi olduğundan do­layı hemen kâfir ve asi kullarını cezaya tâbi tutmaz. Mühlet verir, fakat ihmal etmez. Cenab-ı Hakk'ın geniş rahmetiyle beraber onun azabını mücrim kavimden reddedecek hiçbir güç ve kuvvet yok­tur. [94]

 

Mücrim Kavim Kimdir?

 

Mücrim kavimden maksat, peygamberleri yalanlayanlardır. Bütün kâfirler, (peygamberleri yalanlayan insanların hepsi) bu âyetin kapsamına girer, hepsi mücrim kavimdir. Peygamberlere karşı çıkanlar, Allah CC.C.) katından gelen ilâhi kitabı yalanla­yanlar mücrimlerdirler. Elbette Cenab-ı Hakk'ın mücrimlerin ba­şına getireceği azabı hiçbir güç geri çeviremez.

Cenab-ı Hakk, 148. ayette Mekke putperestleri, Arap müşrik­leri, deliller karşısında mağlub olduklarında, üzerinde bulunduklan şirkin bâtıl olduğunu kesinkes gördüler ve kendi kendilerine haram kıldıklarının Allah tarafından haranı kılmmadığmı gördük lerinde diğer kâfirler ve müşrikler gibi, kendilerini kurtarmak için suçu Allah'a yüklüyorlar: «Eğer Allah (C.C.J, bizim durumu­muzdan razı olmasaydı bizi bu durum üzerinde bırakır mıydı?» tarzında Hz. Muhammed'e karşılık veriyorlar. Yani Allah istesey­di bizi şirkten, aba ve ecdadımızı putperestlikten uzaklaştırırdı. Mademki uzaklaştırmamış, Öyleyse buna razıdır demek isterler.

Tefsir alimleri, onların bu sözü küfür ve şirklerinin üzerinde devam etmelerinin bir delili gibidir.

Onlar «Allah (C.C.) bizimle, bizim üzerinde bulunduğumuz mesleğin arasına girmeye kadirdir. Eğer ondan razı olmasaydı bi­ze yaptırtmazdı. Üzerinde bulunduğumuz şirki irade etmeseydi, onu bize emretmeseydi bizimle o şirkin arasına girecekti. Ve Ba­hire, Şaibe, Vesile, Ham gibi haram kıldıklarımızı bize haram kıl-dırmazdı. Demek bunlara razıdır ki, bunları bize mümkün kılmış­tır» 6iy s iddia ederlerdi. İşte Cenab-i Hakk, onların bu sözlerini reddetmek ve onları yalanlamak için «Onlardan önceki kâfirler de aynen böyle derlerdi» buyurdu.

Bütün kâfirler tarih boyunca aynı teraneleri ve sözleri tekrar edip duruyorlardı: «Eğer Allah (C.C.) dileseydi ne biz şirk koşar­dık, ne de babalarımız şirk koşardı. Ne de bir şeyi haram yapabi­lirdik» derler.

(148) «Bunlardan Öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Sonun­da azabımızı tattılar...»

Bu Âyet-i Celîle, bütün kâfirlerin aynı karakterde olduklarını «cebr» meşrebine sahib bulunduklarını sergiler.

Müslüman guruplardan El-Kaderiyye ile El-Mu'tezile bu âyete yapışıp şöyle dediler:

Onlar, eğer Allah dileseydi biz Allah'a ortak koşamazdüc de­diklerinde, Cenab-ı Hakk, onlan yalanlayarak, «Bunlardan önce­kiler de böyle tekzib etmişlerdi» sözüyle onların iddiasını reddet­ti. Bir de Cenab-ı Hakk, bu kâfirlerden cebr mezhebinin görüşü­nü nakletti. O da «Eğer Allah şirk koşmamamızı dileseydi şirk koşmazdık ve bizi bu küfürden korurdu. Bizi menetmediğine göre, Allah (C.C.) bizim şirkimizi irade ediyor, Allah irade ettikten, sonra onu terketmemiz mümteni oluyor.» [95]

 

Kafirlerin «Allah Dileseydi Şirk Koşmazdık» Sözüne Cevap

 

Cevab olarak deriz ki: Cenab-ı Hakk, bu kâfirlere «Eğer Al­lah (C.C.) dileseydi, biz ortak koşmayacak, şirk yapmayacaktır» sözlerini hikâye (nakl) ediyor. Sonra onun hemen arkasından «Bunlardan Öncekiler de böyle tekzib etmişlerdi» diye ekliyor. Bu yalanlama, onların «Eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık» söz­lerinde değildir. O söz, hak ve doğrudur. Fakat yalanlama, onların «Allah bize bunu emretmiştir. Bizim üzerinde bulunduğumuza ra­zı olmuştur» dediklerine, aiddir. Nitekim Cenab-ı Hakk, Araf sû­resinde onlardan,

«Onlar bir günâhı işledikleri zaman, derler ki, bunun üzerin­de aba ve ecdadımızı bulduk, Allah bunu bize emretti» sözlerini naklettikten sonra «Allah kötülüğü emretmez» âyetiyle onların bu sözünü reddetti. Allah'ın yalanlaması, onların: «Allah (C.C.) bize bunu emretmiştir, bizden gelen bu fiile razı olmuştur» sözleriyle ilgilidir.

«İşte böylece onlardan öncekiler de yalanladılar.» Eğer Ce-nab-ı Hakk, burada onların «Allah dileseydi biz şirk koşmazdık» sözlerinin yalan olduğundan haber vermiş olsaydı bu Âyet-i Celîle-de «Onlardan öncekiler de yalan söyledi» tarzında «kezebe» fii­lini şeddesiz getirecekti. Onları yalanlamaya değil, yalana nisbet edecekti.

Hasan bin Fadl, eğer onlar, «Allah dileseydi biz şirk koşa-mazdık,» sözlerini Allah'a ta'zim bakımından ve Allah'ın hakkını tanıyarak söylemiş olsaydılar, Allah onların bu sözlerini onların hakkında ayıp olarak kullanmazdı. Fakat onlar bilmeyerek ve Ce-nab-ı Hakkı tanımayarak bu sözü yalanlamak ve cedelleşmek ba­kımından söylediler. Ne söylediklerini de bilmiyorlardı. Onun için Cenab-ı Hakk onları ayıpladı ve kınadı.

Bazıları bu âyetin manasında; onlar, «Allah dileseydi biz or­tak koşmazdık» sözleriyle hakkı söylüyorlar. Ancak onlar bu du­rumu kendileri için bir özür sayıyorlar ve iman etmeyi terkettik-lerinin haklılığı için bir hüccet olarak kullanıyorlar.

Onların bu sözlerinde reddedilmeleri, şuradan geliyor: Allah' in emri, istemesinin ve iradesinin haricindedir. Cenab-ı Hakk, bü­tün kâinatın mürididir. Fakat bütün irade ettiklerini emretmiyor. Binaenaleyh kul Allah'ın emrine tabi olmalıdır. O'nun istemesine yapışmamalidır. Çünkü meşiyete (isteğe) yapışmak, hiç kimse için mazeret olmaz. Cenab-ı Hakk, kâfirin küfrünü de irade eder. Çünkü kâfir kulu o küfrü istemiş, o da irade etmiştir. Fakat onun küfrüne razı değildir, onun küfrünü emretmez. Bununla beraber kuluna peygamberler gönderdi. Ona iman etmeyi emretti. Emrin irade zıddına gelmesi ise, mümkün değildir.

Hülasa: Cenab-ı Hakk, burada kâfirlerin şirklerinde ve kü­fürlerinde Allah'ın isteğine yapıştıklarını söylüyor. Ve haber ve­riyor ki, bu yapışmak fasit ve bâtıldır. Yani Cenab-ı Hakk'ın bü­tün emirlerde isteğinin oluşu peygamberlerin davetini defetmez. Allah hakikati daha iyi bilir.

(148) «De ki: Sizde bir ilim varsa onu bize çıkarıp getiri­niz...»

Bu Âyet-i Celîlede, Cenab-ı Hakk, müşriklerin ilimsiz bir id­diada, bir tahminde bulunduklarını sergilemektedir. Yani «Ey kulum ve Habibim Muhammedi Şu «Eğer Allah (C.C.J dileseydi biz şirk koşmazdık» diyen müşriklere söyle, Şu «Allah bizim üzerin­de bulunduğumuza razı olmasaydı bizi onun üzerinde bırakmazdı» diyen kâfirlere de ki: Bu iddianıza dair sizin nezdinizde bir ilim var mıdır? Yani bir hüccet, bir kitab, bir delil var mıdır ki, sizin bu söylediğinizi tespit etsin? Siz o ilminizi bize açıklar, beyan ederseniz bizi ikna etmeye yeltenirseniz, belki kendinizi kurtarır­sınız. Evet biz sizin sözünüzün hatalı ve fiilinizin yanlış olduğunu söylediğimiz gibi, siz de o ilminizi çıkarın, söyleyiniz.

«Siz ancak zanna tabi olursunuz.» Yani üzerinde bulunduğu­nuz şirk Allah tarafından haram edilmemiş, sizin kendi kendinize haram kıldığınız nesneler ve hak üzerinde olduğunuzu sandığınız hususta ancak zanna tabisiniz. Bâtıl bir zarının peşinde koşuyor­sunuz. Siz bütün bunlarda ,ancak yalan söylüyorsunuz. Allah'ın kesesinden bâtılı Uydurmaya kalkışıyorsunuz.

(149) «De ki: Eksiksiz hüccet Allah'ındır...» Bu âyetin tefsiri:

Yani ey Muhammed (S.A.V.)! Bu müşrikler, Allah'ın kendi­lerine verdiği veya kendilerine verilen herhangi bir hücceti gös­termekten aciz kaldıkları zaman, onlara de ki: Halkın karşısında kitab indirmek, ve peygamberler göndermek suretiyle eksiksiz hüccet Allah'ındır. Kendi zan ve bâtıl kanaatlarınızı terkedin. Al­lah'ın peygamber vasıtasıyla gönderdiği delile tâbi olunuz.

Rebi bin Enes :

«Allah'a isyan eden veya Allah'a ortak koşan hiç kimsenin elinde Allah'a karşı bir hüccet yoktur. Kulların karşısında baliğ, eksiksiz ve tam hüccet Allah'ındır» dedi.

Hüccet apaçık beyyine demektir. Hüccet son derece muhkem ve kuvvetli, ispat gücü yüzdeyüz olan delil demektir. Sahibinin da­vasını doğruluğa erdirmiş delil demektir hüccet. Hüccet hac kökünden geliyor ve «kast» manâsını taşıyor. Zaten Hüccet sahibi de hüküm ispatını kastediyor. Onu oluşturmaya çalışıyor. Ondan dolayı bu harekete hüccet denilmiştir.

(149) «Eğer Allah (C.C.) dileseydi elbette hepinizi birden hi­dayete erdirirdi...» Bu âyetin izahı: [96]

 

Allah'a Yaptığından Dolayı Sorulmaz

 

Yani Cenab-ı Hakk, dileseydi hepinizi hüccet getirmek husu­sunda muvaffak kılacaktı. Hidayete hepinizi götürecekdi. Ancak Cenab-ı Hakk, bir kavmin hidayetini başka kavimlerin sapıklığını istemiştir. Neden istemiş, niçin istemiş diye sorulmaz.

Bu Âyet-i Celîle, işaret eder ki, Allah, kâfirin iman etmesini istememiştir. Eğer isteseydi mutlaka onu hidayete getirirdi. Ama niçin istememiş, bu sorulmaz. Çünkü, «Cenab-t Hakk işlediğinden sorulmaz. Ama kullar işlediklerinden sorulurlar.» [Enbiya : 23] mealindeki âyet vardır.

El-Gurani bu âyetin tefsirinde şunu söylüyor :

«Lâkin Allah hepinizin birden hidayetini istemedi. Çünkü o bi­liyordu ki, sizin bir hidayetiniz vardır. O hidayetinizi istidadınız, kabiliyetiniz gerektirir. Belki O'nun için malûm olan sizin hidayet olmanızdı .O da, sizin ezelî kılınmamış istidadınızın isteğidir.»

El Gurani'nin bu tefsiri hakkın tahkikidir. Âyetin başındaki fikre ters düşmemektedir. Çünkü onlar âyetin başında yani «Al­lah dileseydi biz şirk koşmazdık» dediklerinde, neyi kastederler? Onu belirttik. İstidadın oluşuna göre peygamberlerin gönderilme-sindeki fayda, fiili veya terkini isteyen sebebleri harekete geçir­mektir. Mükellefin seçeneğiyle fiilin veya terkin sebeblerini harekete geçirmektir. Çünkü mükellefin seçeneği de o istidadtan pey­dan olur. Zalimlerin mazeretinin kesilmesinden ileri geliyor.

İbnul-Münir, âyetteki manaya başka bir tevcih getirmiştir. O da şudur: Onların aleyhindeki red, onların «İhtiyarımız, kudre­timiz ve seçeneğimiz bizden alınmıştır» kanaatinde olduklarından dolayıdır. «Allah'a ortak koşmamız, bizden mecburi olarak sudur etmiştir» dediklerinden dolayıdır. Onlar kendi iddialarına göre hem Allah'ın hem de peygamberin aleyhinde böyle demekle hüc­ceti ikame etmiş ve delil getirmiş oluyorlar. Böylece Cenab-ı Hakk bu Selb-i-ihtiyar» (istek ve seçeneği soyup atma) meselesinde onların iddiasını reddetti. Ve daha önce bu iddia ile mağrur olan­ların halini onlara haber verdi. Onlardan önce mağrur olup bu hayallerinden ötürü peygamberleri yalanlayan, Allah'a ortak ko­şan ve «yaptıklarım Allah'ın isteğiyledir» kanaatine güvenen, böy­lece peygamberleri susturmak istemeye kalkışanların haline ben­zetti. Sonra Cenab-ı Hakk, onların böyle bir hayalî iddiaları onlar için bir hüccet olamaz. Ancak eksiksiz hüccet Allah'ındır, onların değildir, dedi. Sonra Cenab-ı Hakk «Her olan, Allah'ın isteğiyle olur» izahını yaptı. Allah onlardan, ancak onlardan çıkanı iste­miştir.

«Eğer Allah, isteseydi hepinize hidayet ederdi» Cenab-ı Hakk'm bu beyanından maksadı, onların aleyhindeki reddi katık­sız yapmak, meşiet nüfuzunun akidesini halisleştirmek ve her olanla bağlı olduğunun genelliliğini red ve tasfiye etmek, reddi on­ların davalarına yöneltmek, onların «Bizim nefsimizden istek sel-bedilmiştir» (kaldırılmıştır) şeklindeki iddialarım çürütmek ve bununla özel olarak hüccet getirmelerini boşa çıkarmaktır.

Âyet-i Celîleyi derin bir şekilde tedebbür eder (düşünür)sen, göreceksin ki, âyetin başlangıcı Cebriye Mezhebinde olanların ba­şına tokmak vurmaktır. Âyetin sonu da, Mu'tezile'leri acz içinde bırakmaktadır. Zira âyetin başlangıcı, kul için bir ihtiyar ve bir

yönlendirmenin, hususunda kudretini isbat etmektedir. Bununla kulun muhalefet ve isyandaki mazereti ortadan kalkar. Ayetin so­nu ise; Allah'ın Meşiyeti ilâhiyesinin kulda nafiz olduğunu ispat eder. Kulun bütün fiillerinin o ilâhi meşiyete (isteğe) uygun ola­rak geldiğini sergiler. Böylece Ehl-i Sünnetin Mu'tezile karşısın­daki hücceti baliğası sabit olmuş olur. Hamd Âlemlerin Rabbine mahsustur  [97]

150. âyetteki «helümme» ismi fiildir. Manası: «Hazır edi­niz» demektir. Yani şahitlerinizi şahitlik için »tanıdıklarınızı ta­nıklık yapsınlar diye hazır ediniz. Bu ismi fiil olan kelime bazan müteaddi hazır ediniz, getiriniz  manâsına gelir. Bazan da «yönel» manâsına gelir, lâzımî olur. Nitekim bize yönel manâsına olan «Helümme ileyna» sözünde lazımı gelmiştir. Onların şahitle­rinden maksad, onlara sapıklık yolunu tesis eden kimselerdir. On­ları, hazır edip getirmekten maksad, onları rezil etmek susturmak ve mukallitlerine onların da elinde herhangi bir delilin olmadığı­nı belirtmektir. Bu Âyet-i Celîledeki «haza» (yani ismi işaret) da­ha önce bahsi geçen evcil hayvanlara racidir. Veya Mücahid'in de­diği gibi Bahire^ Şaibe, Ham ve Vesile'ye racidir.

Eğer bu bâtıl hususunda şahitlik yapan belli şahitler gelip de «Allah bu hayvanları haram kılmıştır» diye şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik etme. Yani onları tasdik etme. Çünkü on­ların söyledikleri katıksız bir yalandır. Onların söylediklerinin fasit olduğunu mukallitlerine söyle. Çünkü onların söylediklerini kabul etmek, bâtıl bir şehadette onlara ortak olmak demektir. Onların bâtılında sükût etmek de, bazan ona rıza göstermek ma­nâsına geliyor...

(150) «Âyetlerimizi yalanlayanların ve ahir ete iman etmeyen­lerin arzularına tâbi olma...»

Bu Âyet-İ Celile, Hz. Muhammed'e hitab eder. Fakat onun. üm-k meti kastedilmektedir. Yani ey Muhammed Ümmeti! Allah'ın âyet­lerini yalanlayanların nevalarına tâbi' olmayınız. Ve ahirete iman etmeyen putperestlere tâbi' olmayınız. Çünkü onlar Bablerine put­ları eş tutuyorlar. [98]

 

Kâfirlerin «Bize Haram Kılınan Nedir?» Sorusunun Cevabı

 

(151) «De ki: Geliniz, Rabbiniz size neleri haram etmiştir, okuyayım...»

 Cenab-ı Hakk, kâfirlerin iddia ettikleri sözlerinin fasid oldu­ğunu beyan ettikten' sonra  sanki kâfirler sordular :

 — O halde Allah (C.C.) bize neyi haram kılmıştır?

Bunun için Cenab-ı Hakk peygamberine emretti: De ki: Ge­lin, size Rabbinizin haram kıldığını okuyayım :

 Onların birincisi; Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız. Bunun manası; Allah'ın haram kıldığı ve yasak ilân ettiği mahlû­kundan herhangi birisini ona eş koşmak veya onun isyanında her­hangi bir mahlûka itaat etmek veya ona ibadet ederken gösteriş ve desinleri aramaktır. Nitekim başka bir Âyet-i Celîlede «Rabbi- nin ibadetine hiçbir kimseyi ortak koşmasın» denilmektedir

İkincisi, anneye, babaya, ihsan etmektir. Yani sizin boynunu­za farzdır ki bunlara ihsan edesiniz ve bunlara ihsan etmeyi Allah size tavsiye ediyor. Allah'a şirk koşmanın akabinde yani ikinci de­recede anneye babaya isyan etmeyi Cenab-ı Hakk beyan etti. Çün­kü insanoğluna verilen en büyük nimet Allah'ın nimetidir. Çünkü insanoğlunu Adem'den (yokluktan) varlık sahasına çıkartan ve vareden Allah'tır. Allah'ın nimetinden sonra valideynin nimeti ge­lir. Çünkü insanın vücudunun sebebidirler. Bir de onların terbiye, şefkat ve çocuğu tehlikelerden koruma hakları vardır.

Üçüncüsü; fakirlik korkusundan evlatlarınızı öldürmemenizdir. Buradaki, öldürmekten maksad, kız çocukları diri diri gömmek­tir. Araplar cahiliyet döneminde bunu yaparlarda. Cenab-ı Hakk, bunu yasakladı ve onlara bunu haram kıldı. «Hem onlara, hem si­ze biz rızık veriyoruz» dedi. Yani rızıktan ve fakirlikten korkarak onları öldürmeye kalkışmayınız. Çünkü Cenab-ı Hakk hem baba­nın hem de evladın rızkının kefilidir. Ancak babaya, çocuğun hak­kını yerine getirmesi ve terbiye etmesi vacibtir. Rızık yönünden Allah'a güvenmesi lazımdır.

Dördüncüsü; «fahişelere yaklaşmayınız.» Yani büyük günahlara veya zinaya yaklaşmayınız. Onun açık olanını da, giz­lisini de bırakınız. Zira cahiliyyet ehli, açıkça zina etmeyi çirkin görürlerdi. Fakat gizlice işlenirse, onu zararlı görmezlerdi. Ce­nab-ı Hakk, böylece zinanın açığını da gizlisini de haram kıldı. Fakat buradaki «fevahiş» kelimesini zina ile tefsir etmektense bütün haram ve günâhlarla tefsir etmek daha uygundur. Çünkü zi­na o günâhlardan sadece bir tanesidir. Nefyi (olumsuzluğu) umu­ma hamletmek daha uygundur. Her ne kadar âyetin sebebi nüzulü «Zina'nın gizli yapılmasında zarar» yoktur inanç ve akidesini ta­şıyorsa da genele hamledilmesi daha evladır. «Fahişlerin açığın­dan ve gizlisinden sakınınız» cümlesinde bir incelik vardır. O da şudur: İnsanoğlu zahirdeki günâhlardan sakınır, iç âlemdeki giz­li günâhlardan sakınmazsa, bu davranışı işaret eder ki, o bunu Allah'a kulluk yapmak için değil, halkın görüşünden korkarak, «Halkın kınamasına hedef olurum» diye yapıyor. Böyle bir dü­şünce ile günâhları terkeden sanki terketmemiş demektir. Fakat hem görünürde, hem görünmezdeki günâhları terkeden bir insan ise Allah korkusundan ve Allanın emrini ta'zim etmek için terke-der. Ve böyle bir insan, onun rızasına ve sevabına müstahak olur.

Beşincisi Allah (C.C.) tarafından öldürülmesi haram kılman bir nefsi ancak hak ile öldürebilirsiniz. Nefsi öldürmek, fahişeler­dendir. Öyle ise, «Fahişelere yaklaşmayınız» âyetine dahildir. İkinci bir kez bunu açıkça söylemesi katlin korkunçluğunu sergile­mek içindir. Ve katlin en korkunç fahiş, en korkunç günahların başında geldiğini ifade etmektir. Bir nefis ancak hak ile öldürülür. Mesela: dininden caymıştır veya başka bir nefsi öldürmüştür. Veya evli olduğu halde zina etmiştir. O zaman nefis hükümle Öl-dürülebilir. Müslim ve Buhari, İbni Mes'ud'dan rivayet ettiler.

Allah'ın Resulü buyurdu:

«Laüaheillallah, diye şahitlik yapan, benim de Allah'ın Resu­lü olduğuma tanıklık eden bir müslümanm kanının akıtılması an­cak üç şeyle helâl olur :

1- Evli olduğu halde zina etmek,

2- Haksız yere bir nefsi öldürmek,

3- Cemaattan ayrılıp dininden dönmek.»

(151) «Allah size tavsiye etti. Olur ki, düşünür ve akleder-siniz.,.»

Bu âyetin izahı:

Yani daha önce bahsi geçen emirleri, yasaklan ve haramları Allah (C.C.) size tavsiye etmiş ve açıklamış ki, bu tekliflerdeki faydalar ve menfaatları düşünürsünüz ve onlarla amel edersiniz. Olur ki, nefislerinizi uygunsuzluktan alıkoyar, akıllarınızı kullan­mış olursunuz. Çirkin haramlardan çekinmiş olursunuz... [99]

 

Meal

 

(152) «Sakın yetimin malına, rüşd çağına varıncaya kadar en güzel bir şekilde koruyup çoğaltmak hizmetinden başka bir suretle yaklaşmayınız. Ölçeği ve tartıyı adaletle ölçünüz, tartınız. Biz her nefse ancak gücünün yettiğini teklif ederiz. SÖz söyledi­ğiniz zaman  akrabanız için  dahi  olursa,  adaleti  gözetiniz.  Al­lah'ın ahdini yerine getiriniz. İşte Allah size iyice düşünesiniz di­ye bunları vasiyyet etti.»

(153) «İşte bu doğru yolumdur.   Ona   uyunuz. Diğer yolla­ra uymayınız ki, sizi onun yolundan ayırmasın. Sakınmanız için Allah sizo bunu tavsiye etti.»

(154) «Sonra iyilik edenlere nimetimizin tamamlanması için ve her şeyin ayn ayrı açıklanması için hidayet ve rahmet olmak üzere Musa'ya kitab verdik. Belki onlar Rablerînc kavuşacakla­rına iman ederler.»                              

(155) «İşte bu, mübarek bir kitabtır. Onu biz indirdik. Ar­tık buna uyun, (emirlerine bağlanın) ve Allah'tan korkun. Ta ki merhamet olunasınız.»

(156) «Bizden önce iki taifeye kitab indirildi. Ve biz onları anlamaktan gafilleriz demeyesiniz diye  [onu size indirdik.

(157) «Yahut, bize de kitab indirilseydi muhakkak onlar­dan daha fazla hidayette olurduk demeyesiniz diye indirdik. Si­ze Rabbinizden bir beyan, bir hidayet ve bir rahmet geldi. Artık Allah'ın ayetlerini inkâr eden ve onlardan yüz çevirenlerden da­ha zalim kim vardır? Elbstte biz ayetlerimizden yüz çevirenleri bu çirkinliklerinden dolayı azabın en kötüsü ile cezalandıracağız.» [100]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

Cenab-ı Hak 152. âyette yetimin malına ancak o malın yara­rına olan bir şekilde dokununuz. Onu geliştirmek için ona yakla­şınız buyuruyor.

Mücahit, «En güzel şekilden» maksad, o malı yetim için tica­rette kullanınız demektir» dedi. [101]

 

Yetimin Malı

 

Dahhak, «yetimin malını geliştirmek için çalışacaksın, onun kârından bir şey almayacaksın demektir» dedi. Fakat Dahhak'a gö­re de mala bakan vasi zengin olduğu takdirde hüküm böyledir. Eğer vâsi fakir ise, normal bir şekilde ücretini yetimin malından alabilir.

Yetimin malını, yetim erginliğine baliğ olduğu zamana kadar muhafaza ediniz, O zamana vardığında malını kendisine teslim ediniz.

Şa'bi ve Malik «Âyetteki eşudde kelimesi baliğlik ve ergin­lik, sevablar ve günâhların yazıldığı zamandır» dediler.

Ebul-Âliye, «Kişi aklını kullanabilecek, kuvvetini derlemiş ola­cak zamana kadar malını en güzel tarzda koruyunuz demektir» dedi.

El - Kelbi, «Eşude, on sekiz ile otuz yaş arasındaki zamandır» dedi.

Bazı tefsirciler «On sekiz ile kırk, bazıları da on sekiz ile alt­mış arasıdır» dediler. Fakat bu görüş zayıf dır.

Dahhak, «Eşude, yirmi seneliktir» dedi. Süddi, «Eşude, otuz senelikdir» dedi. Mücahid, «Eşud, (33) otuz üç senedir» dedi.

Bütün bu sözler, bu âyet hakkında tefsir âlimlerinden nakle­dilmiştir ve sözlerin hepsi eşüde'nin başlangıcını değil son nok­tasını gösterirler. Bu Âyet-i Celîlede eşüdde kelimesinden mak­sad, ergenliğin başlama zamanıdır. Ve bu âyetin tefsirinde en mak­bul görüş de budur. Yani yetimin, gençlik kuvveti muhkem ergin­lik çağma erince, onun malını ona teslim ediniz. [102]

 

İslâmda Ölçü İle Tartının Ehemmiyeti

 

(152)    «Ölçü ile tartıyı tamamlayınız. Adaletle ifa ediniz...»

Yani ölçülen ve tartılan malı, âdil bir şekilde, ne eksik ne de fazla olmaksızın veriniz veya alınız.

Tefsir-i Kebir'de «Ölçü ile tartının mazbut yapılması adaletin tâ kendisidir. Acaba neden ikinci kez adaletle diye tabir kul­lanılmıştır?» denmektedir. Cevab olarak deriz ki, Cenab-ı Hakk her hakkı sahibine eksiksiz ifa etmeyi, hak sahibine de hakkım, ziyadeyi taleb etmeksizin almayı emrediyor. [103]

 

Her Nefse Gücünün Oranında Vazife Yüklenmiştir

 

(152) «Biz ancak bir nefse gücü yettiğini teklif ederiz...»

Bu Âyet-i Celîle, bir nefse yapılması imkânsız olmayan ve ya­pabileceği şeyler o nefse teklif edilmiştir gerçeğini getiriyor. Nefse yüklenilen bütün Islâmi (dinî) teklifler, nefsin üstesinden ge­lebileceği tekliflerdir. Oruç, namaz, hac, zekât, cihad, doğruluk, haramdan kaçınmak gibi. Evet, bütün bunlar, nefsin üstesinden gelebileceği nesnelerdir. Onun için Cenab-ı Hakk bunları teklif buyurmuştur.

Bu cümle, müste'nifedir. Ölçü ve tartıyı adaletle ifa etmeyi emreden cümleden sonra geldi ve insanın takatinden hariç olan­larda ruhsat vardır hakikatini getirdi. Yani insanoğlu Ölçü ve tar­tıda elinden geldiği kadar doğru hareket edecektir. Elinden gelme­yen kusurlardan dolayı da muaheze edilmeyecektir.

İsterse insanlar arasında hükmetmek olsun, isterse şahitlik olsun, isterse benzeri hususlarda olsun hakkı söyleyiniz. Lehinde, veya aleyhinde söylediğiniz akrabanız dahi olsa söylediğiniz za­man âdil davranınız

«Allah'ın size olan ahdine yapışınız.» Âyetin bu bölümünün manâsı: Bahsi geçen helâlleri yapınız, haramlardan da sakınınız demektir. Allah'ın ahdinden maksad, Cenab-ı Hakk'ın kullarına «YAPIN» diye tavsiye ettiği veya insanlara vacib kıldığıdır. Veya adaklar gibi insanın kendi nefsine- vacib kıldığıdır. «îşte bu âyet­lerde zikredileni Allah size yapmanız için vasiyet ediyor. Umulur ki bundan öğüt almış ve hatırlamış olasınız.» Allah'ın size emret­tiğini yerine getirmiş olasınız.

(153) «Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyunuz. Birçok yollara tâbi olmayınız ki, onlar sizi Allah'ın yolundan ayırırlar...»

Bu Âyet-i Celîledeki, ismi işaret (haza), Allah'ın insanlara vasiyet ettiğine işarettir. Yani Allah'ın size vasiyet ettiği, Allah'ın dosdoğru yoludur. Veya bu âyetten önceki iki âyette geçenler, Allah'ın yolu (Dinî)dir. Kullarına onu seçmiştir. O dosdoğru yoldur. Onda bir eğrilik yoktur. Ona tâbi olunuz. Onunla amel edi­niz.

Bazı tefsir alimleri «Allah bahsi geçen iki âyette tafsilatlı bir şekilde vasiyyetini belirttikten sonra bu Âyet-i Celîlede mücmel (kapalı) olarak işaret etti. Ve bu icmal, bahsi geçen her şeyi kap­samaktadır. Ve böylece şeriatın bütün ahkâmı, Resûlüllah'ın beyan buyurduğu bütün şeyler buna girer. İslâm dininin her maddesi buna girer. Dosdoğru yol, İslâm dinidir. Allah'ın mü'min kulları için seçmiş olduğu din, İslâm dinidir. Arkasından gidilmesini em­rettiği din odur. Değişik yollara tâbi olmayınız. Sapıtan nevaların ve kötü bidâtların peşinde koşmayınız demektir. Değişik yol­lardan maksad, Yahudiler, Hıristiyanlar, Budistler ve diğer millet­lerin ve dinlerin yollarıdır. İslama muhalif olan bütün yollar bu değişik yolların kapsamına giriyor. Onlara tâbi' olursanız, onlar si­zi Allah'ın yolundan (îslâmdan) kaydırırlar.

Begavi, senediyle İbni Mes'ud'dan rivayet etti:

«Resûl-i Ekrem bizim için bir çizgi çizdi. Sonra «Bu Allah'ın yoludur» dedi. Sonra o çizginin sağında ve solunda birçok çizgi­ler çizdi. «îşte bunlar da, diğer yollardır. Bu yolların her birisinin üzerinde bir şeytan oturmaktadır, insanları oraya çağırırlar» de­dikten sonra «Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur. Ona tâ­bi' olunuz. Başka yollara tâbi' olmayınız ki sizi Allah'ın yolundan ayırmış olmasınlar» âyetini okudu.»

(153) «İşte kötülükten sokmasınız diye size bunları vasiyet etti...»

Yani değişik ve saptıran yollardan sakınasınız diye dinine tâ­bi' olmanızı, eğri-büğrü olmayan, dosdoğru yolundan gitmenizi si­ze vasiyet etti.

İbni Abbas, «Bu âyetler muhkemdir. Cenab-ı Hakk'tn bütün semavi kitablarında vardır. Onların hiçbirisi neshedilmemiştir. Ve bu âyetlerde haram edilenler bütün Ademoğullarına haramdır. Bunlar kitabın ana meseleleridir. Bunları işleyen cennete, terke-den cehenneme girer» dedi.

İbni Mesud, «Kim ki üzerinde Hz. Muhammed'in (manevî) mührü bulunan sahifeye bakmak istiyorsa şu âyetleri okusun» de­di.

«De ki: Geliniz, size Rabbinizin neleri haram ettiğini okuya­yım : Ona hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Anaya ve babaya iyilik ediniz. Fakirlik yüzünden çocuklarınızı öldürmeyiniz. Sizin de ons­ların da rızkını biz veririz. Zina gibi kötülüklerin açığına da giz­lisine de yanaşmayınız. Allah'ın muhterem kıldığı nefsi haksız yere öldürmeyiniz. İşte bu yasakları Allah size tavsiye etti. Olur ki, düşünür ve akıl erdirirsiniz. Yetimin malına buluğ çağına va­rıncaya kadar, en güzel bir şekilde koruyup çoğaltmak hizmetin­den başka bir surette yaklaşmayınız. Ölçeği ve tartıyı tam ve denk getiriniz. Biz herkese, gücünün yettiğini teklif ederiz. (Söz sahibi olduğunuz zaman, davacı veya davalı, hasım veya) akrabanız bi­le olsa hep adaleti gözetiniz. Allah'a karşı verdiğiniz sözlerinizi, yemin ve adaklarınızı yerine getiriniz. İşte Allah (C.C.) iyi düşü-nesiniz diye size bunları emretti» âyetlerinin «Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun. Başka yollar (ve din­lere) uyup gitmeyin ki, sizi onun yolundan saptırıp parçalamasın­lar. İşte Allah, kötülükten sokmasınız diye size bunları emretti» âyetine kadar okudu.

154. âyette Cenab-ı Hakk, «Sonra Musa'ya o kitabı verdik...» buyuruyor,

«sümme» kelimesi harfi atıftır. Takib içindir. Oysa Hz. Musa'ya bunlardan sonra değil daha önce kitab verilmiştir. O halde «sümme» kelimesinin burada kullanılması haberin tehiri içindir. Yani bu haberi Cenab-ı Hakk, bunların akabinde veriyor. Yoksa Hz. Musa'ya kitab bunlardan sonra nazil olmuştur demek değildir.

Âyetin manâsı; «Onlara de ki, geliniz. Size Eabbinizin haram kıldığını okuyayım. Onlar, şunlar ve şunlardır. Sonra size haber veriyorum ki, Rabbiniz, Hz. Musa'ya kitab vermiştir» demektir.

Bazı tefsirciler «Bu âyette bahsi geçen haramlar bütün üm­metlere, bütün şeriatlarda haram idiier. Bu âyetin takdiri bu tef­sire göre; işte ey Ademoğullan! Bunlar Rabbinizin eskiden de, yeniden de size vasiyet ettikleridir. Bu haramlar belirtildikten sonra Hz. Musa'ya kitab verdi.

Bazı tefsirciler, «Âyetin manâsı: De ki, geliniz. Rabbinizin si­ze haram kıldığını okuyayım. Bundan sonra: Ey Muhammedi De ki: biz Hz. Musa'ya kitabı vermiştik; «İşte âyette «De ki» manâsı­na gelen «kul» kelimesi mukadderdir, çünkü kelâm ona işaret ediyor.

(154) «Güzel tatbikçiye olan nimetlerimizi tamamlamak, her şeyi açıklamak, bir hidayet ve rahmet olmak üzere o kitabı verdik...»

«Güzel tatbikçi»den maksad, güzel tatbik eden veya Hz. Mu­sa'nın kavminden güzel tatbik edenlerdir. Çünkü İbni Mes'ud'un kıraatında «ellezi» yerine «elleziyne» tabiri kullanılmıştır. Yani tekil yerine çoğul kullanmış.

Bazıları «Her güzel tatbik eden» manasınadır dediler. Yani bi­zim Hz. Musa'ya verdiğimiz fazileti» güzel tatbik edenlere de ver­dik. Onlarda Hz. Musa'dan sonraki peygamberler ve mü'minler-dir.

Bazıları da «Güzel tatbikçi»den maksad, Hz. Musa'dır diyorlar. Yani Hz. Musa tâat ve ibadette ciddi gittiği, tebliğ ve risalet-te güzel davrandığı ve emri güzelce yerine getirdiği için, ona bu nimeti tamamlamak maksadıyla kitabı verdik...

Bazıları da «ihsan» kökünden gelen «ahsene» kelimesi ilim manasınadır, diyor. Bu takdirde, âyetin manâsı ilimden, hik­metten güzel bölümü elde eden Musa'ya bu nimeti tamamlamak için kitabı da verdik demektir. Hz. Musa'nın kitabında her şeyin beyanı vardır. Yani din ve dinin hükümlerinden neye muhtaç ise hepsinin beyanı vardır. Bir de işaretten hidayet vardır. Bu da, Cenab-ı Hakk'dan onların üzerine inen bir rahmetti. Umulur kî, onlar Rablerinin likasına (huzuruna varmaya) iman edip inansın­lar.

îbni Abbas, «Tâ ki, onlar, haşre iman etsinler. Sevab ve ika-bı tasdik etsinler demektir» dedi.

(155) «İşte bu (Kur'ah) muazzam ve mübarek bir kitabtır. Onu biz indirdik...»

Bu âyetin izahı:

Kur'an'm hayrı, menfaati ve bereketi çok olduğundan ve Hz Muhammed'den sonra artık Kur'an-ı ortadan kaldıracak bir şeri­at gelmeyeceğinden dolayı bereketli bir kitab olarak vasıflandırıl­mıştır. Ondaki emir ve yasaklara, ondaki hükümlere tâbi olunur. Ona muhalefet etmekten sakınınız. Tâ ki Allah'ın rahmetine maz-har olasınız.

(156) «Bizden önce iki taifeye kitab indirildi ve biz onlart anlamaktan gafilleriz demeyesiniz diye yahut tâ bize kitab indiril-şeydi biz onlardan daha ziyade olurduk demeyesiniz diye size Rab-binizden beyyine, hidayet rehberi ve rahmet geldi.,.»

Bu âyetin tefsiri:

Böyle dememek için Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Arap lügati ile in­dirmiştir. Ey Mekkeliler, ey Arap müşrikleri! Sakınmanız ve böy­le dememeniz için veya böyle demekten sakınmanız için yani biz, Yahudi ve Hıristiyanlara inen Tevrat ve İncil'i bilmiyorduk, on­ların kıraatlarından (okunmalarından), gafildik, onlarda ne ol­duğunu bilmiyorduk nasıl iman ederdik dememeniz, böyle bir ma­zerete yapışmamanız için size Kur'an-ı konuştuğunuz dille gönder­dik.

Bu Âyet-i Celîleden maksad, Mekkelilerin aleyhinde hücceti ispat etmektir. Hz. Muhammed'e onların diliyle Kur'an-ı indirmek suretiyle özürlerini ortadan kaldırmaktır. Kıyamet gününde, {(Tevrat ve İncil, bizden önce iki taifeye onların dilleriyle indi. Biz onların içindekini bilmiyorduk. Onun için inanmadık, iman getirmedik» demesinler diye Kur'an-ı onların diliyle indirdik. Böy­lece Cenab-ı Hakk, Kur'an'm Arapça olarak indiriimesiyle onların mazeretlerini ortadan kaldırdı.

(157) «Kâfirlerden bir gurup 'Eğer Yahudi ve Hıristiyanlara inen kitab gibi bize bir kitab inse', biz onlardan daha hayırlı ve daha hidayette oluruz» dediler. Bunu da akıllarının sıhhatma gü­venerek, zekâlarının kıvraklığından emin olarak dediler. Cenab-ı Hakk «Size Rabbinizden bir beyyine geldi» yani Kur'an geldi. Onda beyan ve açık hüccet vardır. Siz onları biliyorsunuz. «Onda hida­yet var, rahmet var. Acaba buna rağmen Allah'ın âyetlerini inkâr eden ve ondan yüz çeviren ve bunları yapan bir kimseden daha za­lim bir kimse olur mu?» Yani böyle bir kimseden daha zalim, da­ha kâfir hiç kimse olamaz, diye onlara cevap verdi. [104]

 

Meal

 

(158) «Meleklerin gelmesini ve Rabbinin gelmesini mi veya Rabbinin ayetlerinden bazılarının gelmesini mi bekliyorlar? Rab­binin bazı ayetleri geldiği günde daha Önce iman etmemiş veya imanında hayır kazanmamış bir kimseye imam, fayda sağlamaz. De ki: Siz onları bekleyiniz. Biz de beklemekteyiz.»

(159) «Şüphesiz ki dinlerini parça parça edip bölük bölük olanlar (var ya), sen hiçbir şeyde (şekilde) onlardan değilsin. On­ların durumu ancak Allah'a aittir. Sonra Allah onlara yaptıkları­nı haber verecektir.»

(160) «Kim ki, bir hayrı işlerse, onun on misli ona verilir. Kim ki, bir günâhı işlerse, o ancak onun misliyle cezalandırılır. Onlar zulme uğratılmazlar.»

(161) «De ki: Bana gelince; şüphesiz ki, Rabbim beni dos­doğru bir yola hidayet etti. Dimdik duran bir dine, İbrahim'in hanif dinine... O, müşriklerden olmadı.»

(162) «De ki:  Kuşkusuz benim namazım, benim ibadetim', benim yaşamım ve Ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.»

(163) «Onun şeriki yoktur ve bununla emrolundum ve ben mü si umanların ilkiyim.»

(164) «De ki: Allah'tan başka bir Rab mi arayayım? Oysa o herşeyin Rabbidir. Her nefsin kazandığı kendisi üzerinedir. Hiç­bir günahkâr başkasının günahını taşımaz. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. Öyleyse hakkında ihtilaf ettiğinizi size haber vere­cektir.»

(165) «Allah'tır sizi yeryüzünde halifeler yapan. Odur bir kısmınızı diğerinden dereceler yönünden üstün kılan. Ta ki size verdiğinde sizi denesin. Şüphesiz, senin Rabbinin cezası seridir. Şüphesiz ki o kesinlikle çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.» [105]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(158) «Rabbinin bası âyetleri geldiği günde daha önce iman etmemiş veya imanında hayır kazanmamış bir kimseye imam fay­da sağlamaz...» [106]

 

Ye's Halindeki İman Makbul Değildir

 

Bu Âyet-i Celîle, şunları ifade ediyor: Müşrik olan bir kimse­nin iman etmeye zorlayan bu alâmetleri gördüğünde, imana gelme­si ona bir fayda sağlamaz. Bu alametler görüldüğü anda fâşıkla­rın tevbesi kabul olunamaz. Yani bu alametlerin belirmesinden önce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış bir kim­senin o alametlerden sonra iman etmesi bir fayda temin etmez.

Dahhak; bu alametlerin bazıları geldiği halde, imanla beraber salih amel üzerinde olanın amelini Allah kabul eder diyor. Nite­kim daha önce salih amellerini kabul ettiği gibi...

Bu kıyamöt alametleri belirliği an, şirkten imana gelen veya günâh ve masiyetten tevbe eden bir kimsenin tevbesi kabul olun­maz. Çünkü bu ıztırar halidir. Yani ister istemez bu halde insan tevbe eder. Nitekim Cenab-ı Hakk, bir Ümmete bir azabı gönder­diği an, o azabı gördüklerinden dolayı iman edip peygamberleri tasdik etmeye kalkışırlar. Fakat, o azablan gördüklerinde iman ve tevbeye mecbur olduklarından ötürü imanları onlara fayda vermediği gibi, bu alametleri görenin de imanı fayda vermez.

(158) «Onlara de ki: Bekleyiniz...»

Bu Âyet-i Celîle, Allah (C.C.) tarafından «kıyametin alameti olarak gelecektir» diye vaadedilen şeyleri bekleyiniz demek istiyor. Bu âyet vaid ve tehdit dolu bir âyettir. «Biz de bekleyenleriz.» Bu cümle şunu ifade eder. Kıyamette size Rabbinizin tatbik edeceği vadini ve azabını dünyada tatbik edeceğini bekleyenleriz. Bu âyet­ten maksad, müşriklere dünya müddeti kadar ancak mühlet veri­lir. Öldüklerinde veya kıyametin alametleri görüldükten sonra imanları fayda vermez. Ebedi olarak gerekli cezaya çarptırılırlar.

Bazıları «bu âyetten maksad, kâfirlerin savaşından alıkoymak­tır» diyor. Eğer böyle olursa bu âyet «kıtal» (yani savaşın ruhsat ve emrini getiren) âyetle neshedilmiş oluyor. Birinci tefsire göre âyet muhkemdir, mensuh değildir.

Bu âyetle ilgibi bazı hadisler: Ebu Hüreyre'den:

«Üç şey vardır. Onlar çıktıklarında, daha önce iman etmeyen bir nefsin iman etmesi ona fayda sağlamaz. Onların birincisi gü­neşin batıdan doğuşudur. İkincisi Deccaldır. Üçüncüsü «Dabbetü'l-Arz»dır.»

Hadisi Müslim rivayet etmiştir.

Bir de Ebu Said, Resûl-i Ekrem'den bu âyet hususunda şunu rivayet ediyor:

«Bu, güneşin batıdan doğuşudur.»

Hadisi Tirmizi rivayet etti, fakat «garip bir hadistir» dedi.

Müslim, Ebu Hüreyre'den rivayet ediyor: Allah'ın Resulü:

«Güneş batıdan doğmazdan önce tevbe eden bir kulun tevbe-sini Allah (C.C.) kabul eder» dedi.

Safvan bin Assai el Muradi der ki:

«Resûîüllah batı tarafında bir kapı vardır. Onun genişliği bir binicinin yürüyüşü ile kırk (veya yetmiş) senelik bir mesafe ka­dardır.. Allah onu gökleri ve yerleri yarattığı gün yaratmıştır. O kapı durmadan tevbe için açıktır. Kilitlenmez. Tâ ki güneş o kapı­dan (yani batıdan) çıkıncaya kadar» buyurdu...

Hadisi, Tirmizi rivayet etti. «Hadisi hasen ve sahihtir» dedi.

Müslim ve Buhari ittifakla Ebu Hureyre'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü buyurdu :

«Güneş batıdan doğmadıkça, kıyamet kopmaz. Halk güneşi batıdan çıkar olarak gördüklerinde yeryüzünde yaşayanların hep­si iman edeceklerdir.»

Başka bir rivayette «Güneş batıdan çıkınca ve halk onu gö­rünce, herkes iman edecektir. Fakat bu, daha Önce iman etmemiş bir nefsin imanının kendisine bir şey sağlamadığı samandır. Veya imanında bir hayrı kazanmayan bir nefsin imanının bir şey sağ­lamadığı bir devirdir.»

Müslim, Huzeyfe bin Esed el Girari'den rivayet etti:

Resûl-i Ekrem bir gün bizim yanımıza geldi. Biz müzakere ediyorduk:

  Siz neyi müzakere ediyorsunuz? diye sordu. Biz:

  Kıyametin kopmasını müzakere ediyoruz ya Resûîüllah, de­dik.

Buyurdular:

  Siz, (kıyametin kopmasından önce) on alamet görmedikçe kıyamet kopmaz. O alametlerden birincisi Duhandır, İkincisi deccaL'dir. Üçüncüsü dabbetü'l-arz'dır. Dördüncüsü; Güne­şin Batıdan Çıkışıdır. Beşincisi, Meryem oğlu İsa'nın inişidir. Al­tıncısı, üç bölgede yerin çökmesidir: Doğu, batı ve Ceziret-ül Arap {Arap yarım adasında] dır. Onların sonuncusu da bir ateşin çık­masıdır. O da halkı mahşere sevkedecektir.»

Müslim, Abdullah bin Arar bin As'tan rivayet etti: Resûlüllah'tan bir hadis ezberledim ve daha unutmamışım:

«Çıkış bakımından kıyamet alametlerinin ilki, güneşin batı­dan doğuşudur. Dabbetü'l-Arz'ın halk için kuşluk zamanında çı­kacağıdır. Bunlardan hangisi diğerinden önce çıkarsa, öbürü onun arkasında yakın bir devrede gelecektir.»

Taberi senediyle Abdullah bin Mes'ud'dan bu âyetin tefsirin­de şunları rivayet etti:

«Siz sabahlayacaksınız, güneş ve ay şuradan (yani Batı tara­fından) arkadaş olan iki deve gibi görüneceklerdir.»

(158) «Bu, öyle bir zamandadır kit daha önce iman etmemiş veya daha önce imanında hayır elde etmemiş bir nefsin iman etme­si ona fayda sağlamaz.»

Bu âyetle ilgili eserler :

Tâberi senediyle Ebu Zer'den rivayet etti:

Allah'ın Resulü bir gün:

  Bu güneşin nereye gittiğini bilir misiniz?..

Sahabeler:                                                                         .

  Allah ve Resulü daha iyi bilir» dediler. Resûîüllah:

  Güneş ,arşın altındaki müstakarrına, (istikrar yerine) gi­der. Orada secdeye   kapanır, durur.   Tâ ki ona «geldiğin  yerden çık» denildiği zamana kadar. İşte o vakit gider, çıkış noktasından yeniden çıkış yapar, sonra gelir, müstakarrında arşın altına secde­ye kapanır. Tâ ki ona «çıktığın yerden çıkmak üzere dön» denin­ce bu sefer gider çıkış noktasından yeniden doğar. Halk onda her­hangi bir değişiklik görmez. Böylece gelip arşın altında müstakarrında secdeye kapanır. Ona «Batış noktasından çık» emri verilir. Ve   o da sabahleyin batış noktasından çıkar.»                                  

Resûl-i Ekrem bunları söyledikten sonra sordu :

«Bunun hangi günde olduğunu biliyor musunuz?

Sahabeler:

— Allah ve Resulü daha iyi bilir» dediler. Resûlüllah:                 

— O öyle bir gündür ki, daha önce iman etmemiş veya daha Önce imanında hayır elde etmemiş bir nefsin iman etmesi ona ya­rar sağlamaz.» âyetini okudu.

Tâberi senediyle Ebu Zer'den rivayet etti:

Tâberi'nin İbni Abbss'taki rivayet ettiği  senediyle şu hadis Cenab-ı Peygamber batış zamanında bulunan güneşe baktı.

Bir gün, Resûlüllah'ın terkisinde ve bir merkebin sırtmd

  Bu güneş (zahirde) çamur bir çeşmede batıp gidiyor, arşın altında Rabbine secde ediyor. Kendisine izin verilinceye kadar secdede kalıyor. Batıdan çıkmak istediği zaman, onu hapsedi yor (ona mani oluyor).                                                                     

  Ey Rabbim! «Benim gideceğim yer uzaktır» diyor. Ona  

  «Battığın yerden çık deniyor»   dedikten sonra :

işte o öyle bir gündür ki, daha önce iman etmemiş bir nefsin  iman etmesi o zamanda ona yarar sağlamaz» buyurdu. gelmiştir:                                                                                 

Resûlüllah, bir akşam vakti yanımıza çıkageldi. Ve eshab-ı ki­rama :

  Ey Allah'ın kullan! Size bir azap gelmezden önce Allah'a dönüş yapınız, tevbe ediniz. Nerde ise güneşi batı tarafından göre­ceksiniz. Güneş batı tarafından doğuş yaptığında, artık tevbe ka­bul olunmaz. Amel defterleri durulur.»

Sahabeler Resûlüllah'tan sordular:

  Ey Allah'ın Resulü! Bunun bir alameti var mıdır? Allah'ın Resulü:

  Bunun alameti şudur: O gece, üç gece kadar uzundur. Al­lah'tan korkanlar uyanacaklar, namaz kılacaklar, kaza namazları­nı yapacaklar. Halbuki gece olduğu gibi devam eder hiçbir şey eksilmemiştir; Sonra yataklarına gelecek, ikinci kez uyanıncaya kadar yatacaklar. Geceleyin bu durumu gördüklerinde bu büyük bir emrin öncüsüdür. Bunun arkasında dehşetli bir durum var­dır diye endişelenirler. Tekrar sabahladıklarında bu gece onlar için oldukça uzun olur. Gözleri güneşin doğuşunu görür. Onlar bakarken ansızın batı tarafından doğduğunu müşahede ederler. Güneş böyle doğdu mu artık daha önce iman etmeyen bir nefsin iman etmesi fayda vermez.»

İbni Abbas, «Bu alametler belirdiği an, şirk koşanların iman etmesi fayda vermez. Fakat bu alametlerin belirdiği anda, eğer daha önce hayrı elde etmişlerse iman ehlinin imam fayda verir» dedi.

İbnü'l Cevzi «Güneşin batıdan doğuşunun hikmeti şudur: Mül-hidler ve Müneccimler, (yıldız ilmiyle meşgul olanlar) güneşin ba­tıdan doğması mümkün değildir diyorlar. Cenab-ı Hakk, onu ora­dan doğdurmak suretiyle kudretini onlara gösterecektir. Doğudan çıkardığı gibi, batıdan çıkarabilir» dersini vermek suretiyle onların acizliği tahakkuk etmiş olacaktır.

Bazı kimseler, Rabbin bazı âyetlerinden maksad, dabbetu'l-arz, ye'cuc - me'cuc ve güneşin batıdan çıkışıdır» diyorlar. Bu İbni Mesud'tan rivayet edilmiştir.

Yine İbni mes'ud tan rivayet edilmiştir ki; tevbe Ademoğluna arzolunmuştur. Üç şey çıkmazdan Önce kabul ederse, tevbesi kabul olunur: Birisi,

1) Dabbe'nin çıkışı,

2) Güneşin batıdan doğuşu,

3 Ye'cuc ve Me'cuc'un çıkışıdır.

Aişe validemizden rivayet edildi:

«Kıyamet alametlerinin ilki çıktığında tevbe kalkar. Hafezeler artık amelleri yazmaktan menedilirler. Cesetler amellerin şahidi olurlar.»

Ebu Hureyre «Veya Rabinin âyetlerinden bazısı gelince» âye­tinin tefsirinde şunu söyledi:

Burada sayılanlar kıyamet alametinin toplamıdırlar : Güne­şin batıdan doğuşu, Deccal'in ve Dabbet-ül arzın ortaya çıkması (o alametlerdir.)

(159) «Şüphesiz ki dinlerini parça parça edip bölük bölük olanlar var ya! Sen hiçbir şeyde onlardan değilsin...}}

Yani dalalet ve sapıklıkta olmalarına rağmen çeşitli guruplara ayrılanlar, dinlerini parçalayıp bir nokta üzerinde bir araya gel­meyenlerden değilsin. Dinlerinden maksad, Hz. İbrahim'den ge­len tevhîd ve kolaylık dinidir. Onu parçalamaktan maksad, Yahudilik, Hıristiyanlık, putlara tapmak, Budizm ve Konfuçyüs din­leri gibi değişik dinlere ayırmaktır. Yani dininin bir kısmını ik­rar edip bir kısmını inkâr edenlerle sen hiçbir şeyde onlarla or­tak değilsin.

Hasan Basri, «Burada dinlerini parça parça edenlerden mak­sad, sadece müşriklerdir. Çünkü onların bir kısmı putlara taptı­lar. Bu putlar Allah(C.C) katında bizim şefaatçılarımızdır» dedi­ler. Bazıları meleklere taptılar. «Melekler Allah'ın kızlarıdır» de­diler. Bazıları yıldızlara taptılar. İşte bu, onlar tarafından dinle­rini parçalamaktır» dedi. Mücahid; bunlardan maksad, Yahudiler-dir dedi.

İbni Abbas, Katade, Süddi ve Dahhak «Bunlardan maksad, Yahudi ve Hıristiyan'lardır. Çünkü onlar dinlerini parçaladılar, de­ğişik guruplara ayrıldılar» diyorlar.

Ebu Hureyre bu âyetin tefsirinde «Bunlar ümmeti Muham-med'in sapıtanlarıdır» dedi. Zira bu Resûl-i Ekrem'den «Merfu» olarak rivayet edildi. Cenab-ı Peygamber :

«Şüphesiz ki dinlerini parça parça edenler ve bölük bölük ay­rılanların hiçbir şeyinde onlardan değilsin. Onlar da senden değil­dirler. Onlar bid'at ve şüphe ehlidirler. Onlar bu ümmetin dalalet­te olan ehlidirler.» buyurdu.

Tâberi bu hadisi senetlendirmiştir. Bu tefsire binaen âyet­ten maksat, müslümanlan birlik ve beraberliğe teşviktir. Dinde ayrılmamalarını sağlamaktır. Saptıran bid'atları icad etmemeleri­dir. Hz. Ömer'den rivayet ediliyor. Allah'ın Resulü, Hz. Âişe'ye dedi:

«Dinlerini parça parça edenler ve bölük bölük ayrılanlardan maksad, bu ümmetin bid'at ve hevai nefislerine tâbi olan gurup­larıdır.»

Beğavi, bu senedden başka bir senedle El İrT>ad bin Sariye' den şöyle rivayet etti:

Bir gün Allah'ın Resulü bize namazı kıldırdıktan sonra yöne-lip öyle beliğ bir vaazda bulundu ki, gözlerimiz yaşardı ve kalp­lerimiz korktu. Cemaattan birisi:

  Ey Allah'ın Resulü! Sanki bu veda eden bir kimsenin vaa­zıdır. Bize neyi vaad ve emrediyorsunuz?

Cenab-ı Peygamber:                                        .

«Size Allah'ın takvasını, dinlemeyi ve itaat etmeyi emrediyo­rum. Velev ki başınıza Habeşî bir köle dahi geçerse. Şüphe yoktur ki benden sonra sizden yaşayan olursa birçok ihtilafı görecek­tir. Siz benim, Raşid ve hidayet edici halifelerimin sünnetine ya­pışınız. Onu sımsıkı tutunuz. Ön dişlerinizle ona sarılınız. Emir­lerin sonradan peydah edildiklerinden sakınınız. Çünkü sonradan peydah edilen her emir bidattir. Ve her bidat dalalet» buyurdu.

Hadisi Ebu Davud ve Tirmizi rivayet ettiler. Muaviye'den gelen bir hadiste :

«Allah'ın Resulü bizim aramızda iken minbere çıktı ve şöyle buyurdu:

  Dikkat ediniz! Şüphesiz ki sizden önce ehli kitabtan bazı kimseler yetmiş iki guruba ayrıldılar. Şüphesiz ki bu ümmetim yetmiş üç guruba   ayrılacaktır.   Bunlardan   Yetmiş   iki   gurubu ateştedirler. O gurupların birisi de cennettedir. Onlar da cemaat­tır (yani ehli sünnet vel-cemaattirler)»   buyurmuştur.

Bir rivayette, «Benim ümmetimden birtakım kavimler çıka­caktır. Av köpeğinin sahibini çekip götürdüğü gibi, heva ve heves­leri onları çekip götürecektir. Onun herhangi bir damarı, herhangi bir mafsalı kalmayacaktır ki bu heva oraya girmesin.» Hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.

Abdullah bin Âmr bin As'tan rivayet edildi: Allah'ın Resulü:

  «Şüphesiz ki İsrailoğulları yetmiş iki millet oldu. Benim ümmetim yetmiş üç millete ayrılacaktır. Bir millet hariç hepsi ce­hennemliktir.» buyurdu.

Sahabeler:

  O hariç olan millet kimdir, ey Allah'ın Resulü?

  O hariç olan millet kimdir, ey Allah'ın Resulü? diye sor­dular. Cenab-ı Peygamber :

«Kim ki benim ve eshabımın üzerinde bulunduğumuzun üze­rinde olursa odur.» Hadisi Tirmizi rivayet etti.

El Hitabi, «Bu hadisi şerif, İslâmda oluşan bidatcı gurupların dinden çıkmadığına işaret eder. Çünkü Cenab-ı Peygamber «Be­nim ümmetim» diyor. (Bu tabir onların İslâmda olduklarına dela­let eder. Lakin Sünnet vel-Cemaat ehlinden ayrıldıkları için sapık­tırlar.) dedi.

İbni Mes'ud :

«Şüphesiz en güzel hadis Allah'ın kitabıdır. En güzel hidayet Uz. Muhammed'in hidayetidir. Emirlerin en şerlisi sonradan icad edilen (bid'at)lerdir.» Hadisi merfu olarak Cabir, Allah'ın Resu­lünden rivayet etmiştir.

(159) «Sen hiçbir şeyde onlardan değilsin...» Âyetin bu cüm­lesi hakkında değişik tefsirler ileri sürülmüştür: Bazıları bu Âyet-i Celîle, kâfirlerin savaşında onlarla beraber değilsin demek istiyor. Böylece bu âyet kılıç ve savaş getiren âyetle neshedilmiş oluyor, dedi. Bu tefsir, «Bunlardan Yahudiler, Hıristiyanlar ve sair kâfir­ler kastolunmuştur» diyenin fikrine göredir.

«Bu Âyet-i Celîleden bu ümmetin hevai nefse ve bid'atlara tabi olan sapıkları kastedilmiştir» diyenlerin görüşüne göre âyetin ma­nası, «Sen onlardan berisin, onlar da senden uzaktırlar.» demek­tir.

(159) «Onların emir ve durumları ancak Allah'a aittir...»

Bu Âyet-i Celîle ,onlann ceza ve mükâfatını ancak Allah (C.C). verecektir. Sonra Allah (C.C.) onların yaptıklarını kıyamet günün­de kendilerine haber verecektir demektir.

(160) «Kim ki haseneyi işlerse ona hasenin on misli vara­dır...»

Bu Âyet-i Celîledeki «el-hasene» ile «es-seyyıe»nin tefsi­rinde ihtilaf vardır.

Bazıları, «el-hasene,» lailaheillallahtır. «Es-seyyie» Allah'a ortak koşmaktır, dediler. Fakat bu tefsire şöyle itiraz edilmiştir :

Tevhid kelimesinin benzeri yoktur ki onu söyleyenin mükâfa­tı onun on benzeri olsun.

Cevab olarak denilmiştir ki, «Hasene»nin karşılığı, Allah ka­tında malûm olan bir miktardır. Cenab-ı Hakk, mü'minin imanı nispetinde dilediği mükâfatı ona ekler. «On misli» sözü sadece iman etmeye terğib etmek (heveslendirmek) içindir. Yoksa sade­ce «on misli verilecektir» şeklinde bir hudud çizmek için değildir. «Seyyie»nin cezası benzeri ve dengidir, yani misliyledir.

İkinci bir görüşe göre «HASENE», kul tarafından işlenen her iyiliğe denilir. «seyyie» ise, kulun kötü hareketlerine, fiillerine denir. Bu tefsir, birincisinden daha iyidir. Çünkü lafzı umuma (genel manaya) hamletmek (almak) daha uygundur.

«ON» tabirinin hudud belirtmek için olmadığını daha Önce ifade ettik. Çünkü Cenab-ı Hakk, «hasenenler hususunda dile­diği kuluna sevabı yedi yüze kadar arttırır. Bazen hesapsız olarak dilediğine sevabı verir. Haseneyi işleyene sevab vermek, Allah'ın bir faziletidir. Yoksa Allah bu sevabı vermeye mecbur değildir. Bu görüş ehli sünnetin görüşüdür. Seyyienin cezası ise misliyledir. Bu da, Cenab-ı Hakk'in bir adalet-i ilâhisidir.

(160) «Onlar zulme uğratılmazlar...»

Âyetin bu cümlesi, Allah'a itaat edenin sevabından bir şeyin eksiltilmediği gibi, Allah'a isyan edenin azabından fazlasının da ona verilmeyeceğini ifade ediyor. Müslim ve Buhari ittifakla Ebu Hureyre'den rivayet ediyorlar:

«Herhangi birinize İslâmı güzelce yaşadığında, işlediği her haseneye karşı o hasenenin fen az) on misli, (bazen) yedi yüz mis­line kadar sevap verirler. İşlediği her seyyie'ye karşı, o seyyie'nin bir misli ona yazılır, Allah'ın huzuruna varıncaya kadar durum bu­dur...»

Buhari, Ebu Zer'den rivayet etti:

«Cenab-ı Hakk, bir Hadisi KudsVde buyuruyor ki, hasene'yi § getirene hasenenin on misli vardır. Daha fazlası da var olabilir. B Seyyie'yi getirene bir misli fseyyie) vardır. Veya onu affederim. § Kim ki, bir karış bana yaklaşırsa, ona bir zira' yaklaşırım. Bir zira' yaklaşana bir BA' yaklaşırım. Yürüyerek bana geleni koşa­rak karşılarım. Yeryüzü dolusu günâh ile benim huzuruma gele­ni, bana bir şeyi ortak koşmadıktan sonra, günahları miktarı af ile onu karşılarım.»

Müslim ve Buhari ittifakla Ebu Hureyre'den rivayet ettiler :

«Allah'ın Resulü, bir Hadis-i Kudsî'de, Cenab-ı Hakk'tan riva­yet etti :                   .

«Kulum bir günâhı işlemek istediğinde onun defterine onu yazmayınız. Ancak işlediğinde yazınız. Eğer işlerse onun bir mis­lini yazınız. Eğer benim için terkederse, onun o niyetini ve terkini ona hasene olarak yazınız. Bir haseneyi yapmak isteyipte yapmaz­sa onu ona bir hasene olarak yazınız. Eğer yaparsa fen az) onu onun için on misli yazınız. (Bazen de yedi yüz misline kadar ya­zabilirsiniz» dedi.

Müsîimin lafzında «Allah'ın Resulü Hz. Muhammed Cenab-ı AHah'dan rivayet ederek buyurdu:

«Kulum bir haseneyi (iyiliği) işlemek hususunda konuştuğun­da ona işlemese dahi o bir haseneyi yazarım. İşlediğinde onun on mislini yazarım. Kulum bir seyyieyi konuştuğunda onu işlemedik­ten sonra onun için affederim. İşledikten sonra ona bir benzerini yazarım.»

Allah'ın Resulü buyurdu :                                         

«Melekler, «Ey Rabbimiz! O senin kulundur. Seyyieyi (kötülü­ğü) işlemek istedi» derler. Onu meleklerden daha iyi gören Ce­nab-ı Hakk buyurur :

— Siz onu murakabe ediniz. Eğer onu işlerse, bir mislini onun defterine yazınız. Eğer terkederse, onun için onu bir hasene olarak yazınız. Çünkü o benim hatırım için onu terketmiştir.»

Tirmizi bu hadise şunu da ekledi:

«Kim ki, bir hasene işlerse, ona on misli vardır.»

(162) «De ki: Kuşkusuz, bana gelince, Rabbim beni dosdoğ­ru yola hidayet etmiştir...»

Bu âyet hakkında, gelen yorumlar:

«Dosdoğru yol»d&n maksat, îslâm dinidir. O din ki, Allah'ın mü'min kulları için seçtiği dindir. Rabbim beni dimdik ayakta olan bir dine iletti. Yani içinde eğrilik ve sapıklık olmayan bir di­ne, İbrahim'in dinine, beni iletti ve hidayet etti.

«Millet» tabiri din ve şeriat demektir. Yani Rabbim İbrahim' in dinine ve şeriatına beni hidayet etti, İbrahim'in dinini ve şeria­tını bana tanıttı.

«han'ıf» kelimesi esasında meyletmektir. Burada, sapıklık­tan doğru istikamete meyledip gitmektir. Araplar, her sünnet olan ve hac yapan kimseye hanif derler. Böylece «bir adamın İbra­him'in dini üzerinde olduğuna işaret ederler.

«İbrahim müşriklerden olmadı.» Bu cümlenin tefsiri şöyledir :

Kureyş kâfirleri, «Biz İbrahim'in dini üzerindeyiz» dîye iddia ediyorlardı. Cenab-ı Hakk, «İbrahim (putlara tapan) müşrikler­den olmadı» demek suretiyle onları yalanladı.

(162) «Deki: Kuşkusuz benim namazım, benim ibadetim, benim yaşamım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir...»

Bu Âyet-i Celîlenin tefsirinde Mücahid, Şaid bin Cübeyr, Deh-hak, Süddi şunları söylediler:

Bu âyetteki «nusuk» kelimesi hac ve umrede kesilen kurban demektir. Bacılarına göre; nusuk ibadet, Nâsik, ibadet eden kişi demektir.

Bazıları da «Menasık kelimesinin anlamı, yapılan vazifeler de­mektir» dediler.

Bazılar: da Allah'a yaklaştıran her namaz, her hac, her kurban ve her ibadete «Nusuk» denilir» dedi.

Rahibi, İbnu'l-Arabi'den rivayet etti:

Nusuk, altın veya gümüş çivilerdir. O çivilerin her birisine Nüseyk deniliyor. İbadet edene Nâsik deniliyor. Çünkü o nefsini bir gümüş gibi günâhların kirlerinden tertemiz yapmıştır.

«Kuşkusuz benim namazım, benim ibadetim» sözünde, kulun ihlas üzerinde edâ ettiği bütün ibadetlerin Allah (C.C.) için oldu­ğunun delili vardır.« «Âlemlerin Rabbi içindir» tabiri de bunu te'kid etmektedir.

«O, hiçbir zaman müşriklerden olmadı» cümlesinde de bütün ibadetler ancak tamam ve kemal vechi üzerinde edâ edilirlerse makbuldür delili vardır. Çünkü Allah için olanın ancak kâmil, tam ve ihlaslı olması uygundur. Bu sıfatta olan ibadetler de makbul olur. «Benim yaşamım» yani hayatım «ve ölümüm,» Allah'ın yara-tışiyladır, kaza ve kaderiyledir. Yani beni dirilten O'dur. Veya benim salih amelle yaşamam, öldüğüm zaman, iman üzerinde ölümüm Allah (C.C.) içindir.

Bazı tefsircilere göre âyetin manası «Hayatımdaki taatim Al­lah (C.C.) içindir. Ölümümden sonraki cezam da Allah'ındır» de­mektir.

Bu kelamın hülasası şudur : Allah, Resulüne emrediyor ki, na­mazı, diğer ibadetleri, hayatı ve ölümü, Allah'ın yaratışıyla, kaza ve kaderiyle gerçekleşmiştir. «Âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun ortağı yoktur» cümlesiyle de bu mana kastediliyor. Yani ibadette, yaradılışta, kaza ve kaderde ve diğer fiillerinde hiç kim­se O'nun ortağı değildir.

(163) «Bununla emrolundum.» Bu cümlenin izahı:

Yani ey Muhammed, de ki «Ben tevhid ile, Allah (C.C.)ı birle­me ile emrolundum. Ve ben müslümanların ilkiyim.))

Katade «Yani bu ümmetin müslümanlannın ilkiyim demektir» diyor.

Bazıları da «Ayetin manası; kaza ve kadere teslim olan ilk in­sanım demektir» dedi.

(164) «De ki: Allah'tan başka bir Rabb arar mıyım...» Bu Âyet-i Celile Eesûl-i Ekrem'e hitab ediyor. Yani:

— Ey Muhammed! Şu kavminden olan kâfir müşriklere söy­le ki, ben Allah'tan başka bir efendi, bir nıabud arar mıyım? Oy­sa Allah her şeyin Rabbidir. Yani .Jıer şeyin efendisi ve sahibidir. Hiçbir şeyde, hiçbir kimse O'nun ortağı olamaz.

Âyetin sebebi nuzulu: Kâfirlerin Resûl-i Ekrem'e «Bizim di­nimize dön» demeleridir.

İbni Abbas:

«Velid bin Muğire «Benim yoluma tabi olunuz. Sizin günâh­larınızı ben yüklenirim» diyordu.

Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, bu kâfirin sözünü reddederek «Her nefis ancak aleyhinde kazanıp, kesbeder âyetini indirdi» de­di. Yani câni'nin günâhı onun boynunadır, başkasına gitmez.

«Hiçbir günahkâr başkasının günâhını taşımaz.» Yani hiçbir nefis, başkasının günâhından ötürü cezalandırılmaz. Hiçbir nefis başkasının yükünü yüklenmez. Hiçbir kimse başkasının günâhın­dan ötürü cezaya müstahak olmaz.

(164) «Sonra dönüşünüz Rabbinizedir...»

Kıyamet gününde o sizin ihtilaf ettiğiniz konuları size haber verecektir. Dünyadaki diğer din ve milletlerin hakkındaki ihtilafı­nızı teker teker size açıklayacaktır.

(165) «Allah'tır sizi yeryüzünde halifeler yapan...»

Bu âyetin tefsiri:

— Ey ümmeti Muhammed! Allah'tır sizi yeryüzünde halife kı­lan. Çünkü sizden önceki milletleri helak eden, sizi onların yeri­ne tayin eden Allah'dır. Onlardan sonra halifeler olarak sizi yer­yüzünde kıldı. Siz onların halefleri olarak yeryüzünde bulunuyor, onlardan sonra yeryüzünü tamir ediyorsunuz.

Bunun nedeni şudur : Resûl-i Ekrem peygamberlerin sonun cusudur. Ümmeti de ümmetlerin en sonuncusudur. Muhtemeldir ki buradaki hitap Hz. Muhammed'in davet ettiği bütün beşere ol­sun. Zira mevcudlar daha öncekilerin halifesidirler.

(165) «O'dur bir kısmınızı diğerinden dereceler yönünden üstün kılan...»

Bu Âyet-i Celîle, işaret ediyor ki, Cenab-ı Hakk, kullarının ah-. vali arasında değişik durumlar yaratmıştır. Bazılarını yaratılışta, rızıkta, şerefte, akılda »kuvvette, fazilette diğerlerinden üstün kıl­mıştır. Bazılarını güzel, bazılarını çirkin, bazılarını zengin, bazıla­rını fakir, bazılarını soylu, bazılarını basit, bazılarım alim, bazı­larını cahil, bazılarını kuvvetli, bazılarım zayıf yaratmıştır. Halkın arasındaki bu değişiklik, derecelerdir. Bu da, acizlikten veya ca­hillikten veya cimrilikten ötürü değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk, ek­sik sıfatların hepsinden münezzehtir. Bu, ancak iptilâ ve imtihan içindir. Size verdiğiyle sizi denesin diyedir. Yani sizi deneyen bir kimsenin muamelesi gibi, bir muameleye tâbi tutar. Halbuki o, si­zin hallerinizi sizden de herşeyden de daha iyi bilir.»

Ayetin daha açık manası: Cenab-ı Hakk, zengini zenginliğiy-le, fakiri fakirliğiyle, soyluğu soyluluğuyla, düşüğü de düşüklüğüy-le, köleyi kölelikle, hürü hürriyetle deniyor! Başkalarını da başka sıfatlarla deniyor. Ta ki sizden sevab azabın nirengi noktasını teş­kil eden hareket sadır olsun. Çünkü kul kendisine teklif edilende kusur gösterdiğinde veya kendisine emredileni yerli yerine getir­diğinde, eğer kusur ise, onun nasibi korku, eğer öbürüsü ise, onun nasibi terğibtir.

(165) «Kuşkusuz senin Rabbinin azabı seridir. Çünkü her ge­len yakindir. Veya Rabbin böyle bir şeyi irade ettiğinde süratle buna yönelir.»

«Şüphesiz ki, senin Rabbin çokça affedicidir.» Yani Rabbinin düşmanlarını helak etmek hususundaki cezası dünyada süratlidir. Süratli oluşu «Her gelen yakındır» kaidesinden neşet eder. Eğer kul, Allah tarafından emredilenleri yerine getirirse veya yasakla­rı bırakırsa, onunla nasibi terğib, teşrif ve ikramdır. O, dostlarının ve taat ehlinin günâhlarını çokça affedicidir. Bütün mahlûkatı için merhametlidir. Allah muradını ve kitabının esrarını daha iyi biliyor  [107]

 

Güneşîn Batıdan Doğması

 

El - En'am Sûresinin tefsirini bitirirken «Senin Rabbinin bâzı âyetleri, geldiği günde daha önce iman etmeyen bir nefsin iman etmesi ona herhangi bir yarar sağlamaz» 158. âyeti üzerinde Alû-si'nin naklettiği bazı noktalara işaret etmeden geçmeyeceğiz. Alû-si, Ruhu'l-Meani'sinde şunları söylüyor:

İmamı El-Belkî, «Güneş batıdan çıktıktan ve bu hadise za­manla unutulduktan sonra iman edenin imanı makbuldür. Çünkü iman etmeye mecbur eden alamet ortadan kalkmıştır» dedi. El Belkî'nin   görüşü, isabetli bir görüştür. Zeyneddin-i İraki'nin, «Zahir, bu durumun uzamayacağı ve unutulmayacağıdır» demesi pek makbul bir tevil değildir. Çünkü El-Kurtubi «Tezkire»sinde İbni Ömer'den, O da Allah'ın Resûlü'nden rivayet ediyor. Onun bu rivayetini el - Hafız İbni Hacer el - Askalanî de Buhari şerhinde naklediyor :

«Halk güneşin batıdan çıkışından sonra, 120 sene daha dün­yada kalır.»

Güneşin batıdan çıkışının keyfiyeti hakkında hadis kitabların-da tafsilat vardır: İbn-ül Cevzinin «Sûku'1-Urus» adlı kitabında «güneş batıdan üç gün üç gece çıkar. Sonra güneşe doğduğun nok­taya dönüş yap» denilir.

Meşhur olan şudur ki; güneş bir gün batıdan doğar, günün ya­rı hattına (Hat-tı istivaya) kadar seyreder, sonra batıya döner. Ve ondan sonra da eski âdeti gibi doğudan doğmaya başlar. Abdullah bin Ebi Evfa'nın hadisi bu hususta açıktır. Bütün bunlar mümkin emirlerdir. Allah her şeye kadirdir.»

Buhari tarihinde, Ebu Şeyh ve İbni Asakir, güneşin batıdan doğuşu hakkında Kâab'tan şu hadisi rivayet ettiler :

Allah güneşin batıdan doğmasını istediği zaman, güneşi kut-buyla beraber çeviriyor. Batısı doğu, doğusu batı oluyor.

Heyet ehli ve onların peşinden gidenler, güneşin batıdan do­ğuşunun muhal olduğunu iddia ederler. Güneş ve felekkiyat (gök cisimler) tan olanlar diğer basit (sabit) ler, cihet ve hareket yö­nünden değişmezler. Onların üzerinde bulundukları vaziyette her­hangi bir değişiklik gelmez. Onlar bu iddialarını yıkılmaya mah­kûm bir ateş kıyısına bina etmişlerdir. Kirmani, «Onların kaide­lerini kabul ettiğimiz takdirde yine güneşin batıdan doğuşuna bir mani yoktur. Çünkü onlar, «Sabitler yörüngesi» isimli burçlar mıntıkasının «Feleki-Atlas» adlı mintikanın üzerine kapanabilece­ğini kabul ederler.

Böylece, «doğu batı, batı da doğu olur.» dedi. Fakat katlama ve neticelerine bakıldığında bu görüşün pek sağlam olmadığı or taya çıkar...

Alûsi devamla şunları söylüyor :

Âyet-i Celîlede bahsi geçen intizar (yani bekleyiş) temsil üze-

rine hamledilir. O temsil de, küfürde ve iman etmeyi zarurî kılan o alametler belirinceye kadar imansızlıkta İsrar edenin halini bek­leyenlerin haline benzetmek üzere bina edilir. Tefsiri Bi'r-rivaye'nin iktiza ettiği de budur. O tefsirin bir kısmının Resulullah'a, diğer bir kısmının da bazı ashaba nisbet edilmesi sıhhatli olduktan son­ra, o tefsirden başka tefsirlere gitmek   uygun   değildir.   Üstelik Kur'an-ı Kerim'de buna mani olacak bir durum da yoktur. Ma­kam başka bir tefsire müsait de değildir.

Bazı tefsirciler «Meleklerin ve Allah'ın gelmesinden maksad, onların; «niçin bizim üzerimize melekler indirilmedi veya Rabbimizi biz görmedik. Niçin Allah'ı, melekleri gözgöre göre getirme-

din» tarzındaki istekleridir. Bazı âyetlerin gelmesinden maksad, âl  onların «göğü niçin parça parça olarak bizim üzerimize düşürme-

din» tarzındaki istekleridir. İman etmelerini bağlamış oldukları

diğer büyük alametlerdir.

Bazıları da, «Buradaki Rabbinin bazı âyetlerinden maksad,

onların bu isteklerini ve isteklerinin haricinde olan ve insanoğlu­nun seçenek ve ihtiyarini iptal eden büyük hadiselerdir» demişler­le     dir. Evet, mükellefiyetin nirengi noktasını teşkil eden ihtiyari in-sanoğlundan alıp götüren hadiselerdir. Fakat bu görüş de, haddi zatında düşük bir görüş değildir. «Ancak Hadis sahih oldu mu, o benim mezhebimdir.»

«baz» kelimesinin kullanılması korkutma, tehvil ve ta'zim içindir. Nitekim tamamen mülkiyete işaret eden rabb kelimesi­ne Âyetler kelimesinin izafe edilmesi de korkutmak ve tazim manasını ifade etmek için olduğu gibi. Rabbi kelimesini peygam­berin zamirine izafe etmesi de peygamberi şereflendirmek için­dir  [108]

 

Bir Saatlik Kâfirlik Cehennemi Gerektirir

 

Alûsi «kim ki iyiliği işlerse ona on misli verilir, kim ki kötü­lüğü işlerse, o insan bir misliyle cezalandırılır» âyetinin tefsirin­de : Bir saatlik kâfirlik, ebedî cezayı niçin gerektiriyor? Çünkü kâfir, ebediyyen yaşarsa, ebediyyen küfürde kalmak arzusunda­dır. Yani sonsuz bir şekilde yaşasaydı, sonsuz bir şekilde kâfirlik yapacaktı ve bu inancına devam edecekti. Ondan dolayı da bir sa­atlik, bir dakikalık, bir saniyelik kâfirlik ebedî azabı gerektirdi.

Mu'tezile'ler, bu Âyet-i Celîle ile aklî olan Husn ve Kubh'un is­patına istidlal ederek demişlerdir ki; «kim haseneyi getirirse» cüm­lesi, açıkça kulun haseneyi ve çirkini işlemekte muhtar olduğuna delalet eder. Bu sabit olduğu zaman, Husn ve Kubh-i aklî de sabit olur» dediler.

Cevab olarak deriz ki; âyet kulun tam müstebit ve muhtar oluşuna delalet etmez. Ancak onun Hasene ve Seyyie'yi işlediğine delalet eder. Zaten ehli sünnet de böyle işlediğini inkâr etmemek­tedirler. Bazıları da «Âyet delalet eder ki, Cenab-ı Hakk'ın güzel bir fiili vardır. Eğer fiillerin güzelliği memur (emredilmiş) ve mezun (izin verilmiş) olduğundan Ötürü olursa, Allah'ın fiili o vakit hasen olamaz. Çünkü onun fiili ne memurdur, ne de mezun... Bir de, eğer Husn ve Kubh'un bilinmesi şeriatın gelmesine bağlı ise, şeriatın gelmesinden önce Cenab-ı Hakk'm fiilleri için hasen değildir demek gerekir. Böyle demek ise, dinden çıkıştır.

Birinci itiraza cevab: Biz sadece emrolunan veya yapılma­sı hususuna izin verilen fiilin hasene olduğunu iddia etmeyiz. Ki, bize Cenab-ı Hakk'm fiillerinin hasen olmaması itirazı vaki olsun. Allah'ın fiilleri, ne emredilmiş, ne de izne bağlıdır. Belki şari'in (Allah'ın) yapılmasını emrettiği ve izin verdiği hasendir. Bunun aksi yoktur. Belki fiil, bazen hedefe uygun olması itibarıyla ha­sen olur .Bazen failini sena etmekten ve memur olduğundan do­layı hasen olur. Bu itibarla Cenab-ı Hakkın fiili mutlaka hasendir.

İkinci itiraza cevab : Husn ve kubh men ve itlakı hususunda her ne kadar şeriatın gelmesiyle tefsir edilmişlerse de, biz husn ve kubhun ancak şeriatla var olduğunu kabul etmiyoruz ki, bize bu itiraz lazım gelsin. Belki Husn ve Kubh onların zikrettiğinden da­ha geneldir. Nitekim kelam kitablarmda belirtilmiştir. Husn ve Kubh'un şeriatın men' ve itlak, tarzında gelmesinin gayrisiyle ta­hakkuk etmemesi gerektirmez ki, bu fiiller için zati olsun. Araş­tırmış bir kimseye gizli değildir ki, onların «Eğer fiillerin güzelliği memur veya mezun oluşundan olsa Cenab-ı Hakk'm fiili güzel olmaz. Çünkü o ne emredilmiş bir fiildir, ne de izin verilmiş bir fiildir» sözleri ve bir de «Eğer husn ve kubh'un bilinmesi şe­riatın gelmesine bağlı ise Cenab-t Hakk'm şeriatının gelmesinden önce olan fiilleri hasen olamaz» sözleri, iki müstakil şüpheden meydana gelmiştir. Bu iki şüphe ilzami (susturma) olan on şüp­hedendirler. Bunları, El Âmidi «ebkar-ul efkar» adlı eserin­de zikretmiştir. Ve bu iki takrir de, uzak ihtimal olmaktan hali değildir.

(165) «Allah odur ki, sizi yeryüzünün halifeleri kılmıştır.» Yani bir kısmınız diğerinin halifesi oldu. Bir kuşak gidiyor başka bir kuşak onun yerine geliyor. Kıyamete kadar durum böyledir. Bu da ancak alim ve müdebbir olan bir zatm işidir. Hasan Basri bu tefsire uymuştur.

Başkası: «Allah sizi yeryüzünde kendisine halife kılmıştır. Siz yeryüzünde Allah namına tasarruf etmektesiniz demektir» dedi. Bu ikinci tefsire göre, hitab âmm'dır.

Bazıları «Bu hitab, sadece Ümmeti Muhammed'edir» dediler. Bu tefsir Süddi'den rivayet edilmiştir. Yani Cenab-ı Hakk sizi geç­miş ümmetlerin halifesi kılmıştır.

«Şüphesiz ki Allah çokça affedici ve merhamet edicidir.»

Bu Âyet-i Celîle, Cenab-ı Hakk'ın çokça af ve merhamet etme­sinin hiçbir şeye bağlı olmadığına işarettir. Nitekim bir hadisi kudside «Benim rahmetim gazabımı geçmiştir» buyurmaktadır. Cenab-ı Hakk, af ve merhamette son derece cömerttir. Ukubet ise, ancak günâhın yapılmasından sonra olur. Yani kul günâhı işledik­ten sonra ona müstahak olur.

Bu sure-i celîlenin «hamd» ile açılması, mağfiret ve rahmet ile kapanması , ne latif bir ilâhi sanattır. Bizim Cenab-ı Hakk'tan istediğimiz, bunların ikisinden de en dolgun nasibi bize ihsan ey-lemesidir. Çünkü nimetlerin sahibi O. Hamd başlangıçta ve so­nuçta O'na mahsustur.

İbni Kesir sûrenin sonunda şunları kaydediyor:

İmam Ahmed, Abdurrahman'dan, Züheyr'den, Âla'dan baba­sından, Ebu Hureyre'den merfu olarak rivayet ettiler :

Allah'ın Resulü: «Eğer mü'min, Allah'ın katındaki ukubeti (azabı) bilmiş olsaydı, Allah'ın cennetine hiç kimse tema' etmez­di. Eğer kâfir, Allah'ın katındaki rahmeti bilmiş olsaydı, hiç kimse Allah'ın cennetinden ümitsiz olmazdı. Cenab-ı Hakk, yüz rah­met yarattı. Onlardan bir tanesini halkının arasına bıraktı. O bir rahmet ile birbirlerine merhamet ederler. Allah'ın katında (99) doksan dokuz merhamet vardır.»

Tirmizi Kuteybe'den, o da Abdulaziz Deraverdi'den, o da A'la' dan rivayet ettiler. Müslim'de Kuteybe'den Ali bin Acer'den, bun­ların üçü de İsmail bin Cafer'den, A'la'dan rivayet ettiler:

«Allah, halkı yarattığı zaman, arşm üzerinde ve katında bulu­nan bir kitabta yazdı:

«Benim, rahmetim gazabıma galib gelmiştir.»[109]

 

Allah Rahmeti Yüz Parça Yaratmış Yeryüzüne Bir Parçasını İndirmiştir

 

Başka bir hadiste:

«Rahmet yüz parça olarak yaratıldı. Doksandokuzu Allah'ın katında saklıdır. Birisi yeryüzüne indirildi. Onun sayesinde mah­lûklar birbirlerine rahmet ederler. Vahşi hayvan ayağını kaldırıp yavrusunu emzirir...» diye varid olmuştur.

Allah'a hamd, peygamberine, al ve ashabına selat ve selamlar olsun. [110]

 

 

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/147..

[2] Bkz. Fahreddin Razı,  Tefsirü'l-Kebir, c. 4, s.  145, Amire,  istanbul, Bilâtarih.

[3] Herschel - Sir William  [Herşel]  (1738-1822) Almanya'da doğdu. Sonra İngiltere'ye gitti. Meşhur bir Astronot'dır. «URANİUS»u keşfetti

[4] Bkz. Alusi, Ruhu'l-Meâni, c. 7, s. 234-235, Dar'ûl-îhya-it-Turasü Arabi, Beyrut, Bilâtarih.

[5] Bkz. Alusi Ruhu'I-Meâni c. 7, s. 237.

[6] Zerdüşt b. Pürşeb Azerbeycanhdır. Annesi Rey'dendi. Acemistan'da Zerdüşlük dinini tesis etmiştir. Allah'ın Resulü olduğu, dininde Allah'a iba­det etmek şeytanı inkâr etmek, iyiliği emir ve kötülüklerden yasaklama var­dı. Rivayete göre «NUR» ve karanlığı ters iki asıl kabul etti. Evrendeki tüm eşyanın kökeni onlardır dedi. Bkz. Kenzûl-UIumı Vel-Lûgat. Ferid Vecdi Matbaat-ül vaiz, Kahire, 1323-1905

[7] Bkz. EI-Alusi, c. 7, s. 243, Dar'u-thya-it-Tufasil Arabi, Beyrut, Bilâta-rih

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/148-171.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/173.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/174.

[10] Ümmetin ittifakıyle tayin edilen îmama karşı gelenlere «HARİCİLER» denir. îlk Harici hareketi Hz. Ali'ye karşı olmuştur. Nehrevan'da (12.000) kişi Hz. Ali'ye karşı çıktılar. Altı kişi hariç hepsini kılıçtan geçirdi.

Mu'tezile Allah'ın kadim sıfatlarını inkâr edip zatiyle bilir. Zatiyla kâ-dİrdir derler. Tâ ki birçok kadim olmasın. Kul fiilinin yaradanidır derler. Büyük günâhdan tevbe etmeden ölen mü'min ebedî cehennemde kalır. As-hab devrinde türediler. Murcie'ler Islâmda bir gurubtur. îmanla beraber gü­nâh zarar vermez dedikleri için bu adı almışlardır. Bazıları, günâhların hakkında hükmü ahirete bıraktıkları için bu ismi aldılar dedi. Murcie'ler dört sınıf dır

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/174-176.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/176-180.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/180-182.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/182-184.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/184.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/185.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/185-187.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/187-188.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/188-189.

[20] Bkz. Alusi, Ruhu'l-Meâni, c. 7, s. 251-252, Daru-îhyau-Turasil Arabi, Beyrut, Bilâtarih

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/189-192.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/193-194.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/194-196.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/196-197.

[25] Bkz.El-Meraği, c. 7, s.  216-217, El-Babi cl-Halebi, Kahire, Bilâtarih

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/197-198.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/200.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/201.

[29] Gramer ilminde istisna; münka'ti ve muttasıl olarak İkiye ayrılır.

[30] İstisnanın lügat manâsı ayırmak demektir. Istiîahî manâsı: Bir şe­yi cinsinden olan bir çoğuldan «illa» ve benzeri edatlarla çıkarmak demek­tir, örnek: Ali'den başka bütün kabilesi geldi

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/201-203.

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/203-205.

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/205-207.

[34] Bkz. El-Hazin, c. 2, s. 469470 Amire, 1317, İstanbul

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/207-212.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/212-217.

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/217-218.

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/218-220.

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/220-221.

[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/223.

[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/224-225.

[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/225-226.

[43] Bkz. El-Hazin, c. 2, s. 475476, Amire 1317, İstanbul

[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/226-231.

[45] Bkz. Hazin, c. 2, s. 477, Amire 1317, İstanbul.

[46] Bkz. Fahri-Razı, Tefsir-i Kebir cild: 4-203 Amir'e, istanbul.

[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/231-236.

[48] el-Camius-Sağir'de sıhhatli diye belirtilmiştir. Fakat EI-Menar'm dip notunda «sıhhatli değildir» denilmiştir

[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/236-237.

[50] Bkz. EI-Menar~c. 8, s. 26-27 Hicazi Mat. Kahire, 1379

[51] Bkz. El-Menar. c. 8, s. 27-28, Matbaayı Hicazı, Kahire 1379, U59.

[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/237-242.

[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/242-247.

[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/249.

[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/250-252.

[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/252-253.

[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/253-254.

[58] Bkz. El-Menar, c. 8, s. 44, Darû'l-Mushaf, Matbaatu'l-Hicazî, Kahire, 1379.

[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/254-256.

[60] Bu terim mantık ilmine özgü'dür. Bir nesneyi özellikleriyle tanıtmak demektir

[61] El-Menar, c. 8, s. 4546, Matbaatü'l-Hicazi, Kahire, 1379

[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/256-258.

[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/258-264.

[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/264-268.

[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/268-274.

[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/274-278.

[67] Bkz. El-Menar c. 8, s. 44-62, Matbaatü'l-Hicazi, Kahire, 1379.

[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/278-280.

[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/280-283.

[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/283-285.

[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/285-291.

[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/293.

[73] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/294.

[74] Bkz. El-Kurtûbi c. 7. s. 85-86, Darü'I-Kâtip, Kahire, 1387

[75] Bkz. El-Hazin, c. 2, s. 488, Amire, 1317, İstanbul

[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/294-300.

[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/300-303.

[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/305.

[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/306.

[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/306-308.

[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/308-310.

[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/311-314.

[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/314-317.

[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/319.

[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/320.

[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/320-322.

[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/322-329.

[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/329-333.

[89] Bkz.   El-Kurtubi,   c. 7, s. 119-123,   Darul-Kâtib   el   Arabi,   Kahire, 1387-1967

[90] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/333-338.

[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/338-339.

[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/339-340.

[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/342.

[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/343.

[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/343-345.

[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/345-348.

[97] Bkz. Alusi, c. 7, s. 51-52 Darul-Endülüs, Beyrut, Bilâtarih

[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/348-351.

[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/351-353.

[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/355.

[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/356.

[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/356-357.

[103] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/357.

[104] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/357-363.

[105] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/365.

[106] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/366.

[107] Bkz. Lübab Üt-Tenzil El Hazin c. 2, s. 518-520, Amire, 1317, İstanbul

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/366-383.

[108] Bkz. Alûsi, c. 8, s. 63-65, Daru'l-Endülüs  Beyrut, tarihsiz

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/383-386.

[109] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/386-389.

[110] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/