Müminler Cennette Allah'ı Göreceklerdir
Kıyamet Gününde Allah'ın Gözle Görüleceğini Bildiren
Hadis-İ Şerif
Allah'ın Sıfatlarından «Lâtif» Ve «Hâbir»În Manası
Müşriklerin Peygamberimize «Sen Ders Okumuşsun» Demeleri
Hz. Peygamber (S.A.) Gözetleyici Değil Tebliğ Edicidir
Hz. Peygamber (S.A.) Müşriklerin Putlarına Sövmekten
Menedilmiştir
Kureyşlî Müşriklerin Ebu Talib'e Müracaatları
Peygamberimizin Kureyş Müşriklerine Cevabı
Ümmetlere Amelleri Süslü Gösterilmiştir
Müşriklerin İman Etmek İçin Mucize İstemeleri
Müşriklere Açık Mucize Gelse De Îman Etmezler
İman Etmemekte Direnenler Azgınlıklarıyla Başbaşa
Bırakılacaklardır
Îman İle Küfür Allah'ın Dilemesîyledir
Her Peygamberin İnsan Ve Cin Şeytanlarından Düşmanları
Vardır
Kitap Ehli Kur'an'ın Allah'tan Geldiğini Bilirler
Şefaatçılar Allah'ın İradesini Etkiler Mî?
Kür'an'ın Koruyucusu Allah'tır
İslam Hayvanların Kesim Şekline Ehemmiyet Vermiştir
Zaruret Halinde Haramdan Ölmeyecek Miktarda Yenir
Hayvanı Allahtan Başkası İçin Kesmek
Müşriklerin Peygamberlik İstemesi
Her Şey Allah'ın İradesiyle Oluşur
Hidayete Erme Ve Küfre Kayma Konusunda Kelamcıların
Tartışması
«Kaderi» Ve «Mutezile»Lerîn Allah'ın Hasmı Olduklarının
Delilleri
«Mutezile» «Kaderiye» «Cebriye» «Eş'ari» Kelamcılarının
Görüşlerine Reddiye
Allah'ın Kullar, Kulların Allah Üzerindeki Hakkı
Ahiretteki Faziletin Dereceleri
İnsanların Cinlerden Yararlanması
Amellerden Ötürü «Dereceler» Ve «Derekeler» Vardır
Müşriklerin Çocuklarını Öldürmeleri
Hayvanlar Ve Ekinler Hususunda Müşriklerin Allah'a İftira
Etmesi
Kişinin Malını Sadece Erkek Çocuklarına Vakfetmesi Caiz
Değildir
«Allah Îsraf Edenleri Sevmez» Âyetindeki «İsraf» Hakkında
Âlimlerin Görüşü
Yenilmesi Haram Olan Hayvanlar Ve Bu Konuda İlim Ehlinin
Görüşleri
«Celale» (Pislik
Yiyen Hayvan) Hakkında Alimlerin Görüşü
Allah Yahudilere Yüklediği Yükü, Ümmeti Muhammed'e
Yüklememiştir
İnsanîn Başına Gelen Musibetler Saldırganlığının Neticesidir
Kafirlerin «Allah Dileseydi Şirk Koşmazdık» Sözüne Cevap
Allah'a Yaptığından Dolayı Sorulmaz
Kâfirlerin «Bize Haram Kılınan Nedir?» Sorusunun Cevabı
İslâmda Ölçü İle Tartının Ehemmiyeti
Her Nefse Gücünün Oranında Vazife Yüklenmiştir
Ye's Halindeki İman Makbul Değildir
Bir Saatlik Kâfirlik Cehennemi Gerektirir
Allah Rahmeti Yüz Parça Yaratmış Yeryüzüne Bir Parçasını
İndirmiştir
(95) «Kuşkusuz ki Allah dan e ve çekirdeği yaran (çatlatan) dır. Diriyi ölüden çıkarır. Ölüyü diriden çıkarıcıdır. İşte size [söylüyorum] : Allah budur. Öyle ise nasıl çevriliyorsunuz?»
(96) «Sabahı yarıp ortaya çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı da birer hesab ölçüsü yaptı. İşte bu galib ve bilen Allah'ın takdiridir.»
(97) «Allah odur ki karanın ve denizin karanlıklarında yön bulmakta kullanmanız için size yıldızları yarattı. Biz bilen bir kavm için ayetleri geniş bir tarzda açıkladık.»
(98) «Allah odur ki sizi bir tek nefisten inşa etti. [Sizin için] bir karargâh ve bir emanetgâh [vardır]. Anlayan bir kavm için ayetleri geniş bir tarzda açıkladık.»
(99) «Allah odur ki, gökten bir su indirdi. O su ile herşe-yin bitkisini çıkardı. Ondan bir yeşillik yarattı. Ondan da biri-birinin üstü üstüne binmiş bir dane (başak) türettik. Hurma ağacının tomurcuğundan da birbirine yakın salkımlar ve üzümlerden bağlar, birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytin ve nar ağaçları bitirdik. Meyvesine ürün verdiğinde ve olgunlaştığında bakınız. Kuşkusuz ki iman etmek isteyen bir kavim için onlarda bir dizi alametler vardır.»
(100) «Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları Allah yarattı. Bir de bilgileri olmadan (yalandan), Allah'a oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Allah onların vasıflandırmalarından yüce ve uzaktır.»
(101) «Gökleri ve yeri bir örnek olmaksızın yaratandır Allah. Onun bir eşi olmadığı halde çocuğu nasıl olabilir? Herseyi o yarattı. Odur herşeyi hakkıyla bilen.»[1]
(95) «Kuşkusuz Allah dane ve çekirdeği yaran (çatlatan) dır...»
Bu âyetle Cenab-ı Hak, daha önceki âyetlerle «Tevhid» ve Nübüvvet takdir edildikten sonra kudretinin, ilminin ve hikmetinin kemaline delâlet eden delilleri zikretti. Bununla dikkatleri şu noktaya çekti: En büyük hedef, Allah'ı bütün sıfatlarıyla ve fiilleriyle tanımaktır. Ve bilinmelidir ki, eşyayı örneksiz yaratan odur. Bu kuvvet ve kudrete sahib olan elbette ibadetlere müstahak olacaktır. Şu hiçbir şeye gücü yetmeyen putlar da ibadete layık olmayacaktır. Bir de Cenab-ı Hak bu âyetle müşriklerin üzerinde bulundukları şirkin yanlış olduğunu tarif etmektedir. Âyetin manâsı «Kuşkusuz ibadete tek başına müstahak olan, ancak daneyi yarıp bitkiden çıkaran, çekirdeği yarıp hurmadan çıkarandır.»
«Felaka» maddesinde iki görüş vardır: Birinci görüşe göre, «Halaka» (yaratmak) manasınadır. Bu görüşe göre, âyetin manâsı; kuşkusuz Allah daneyi ve çekirdeği yaratıcıdır demektir. Bu tefsir, İbni Abbas'tan El Ufi tarikiyle rivayet edilmiştir. Dahhak ve Mukatil de buna katılmışlardır.
El-Vahidi der ki: Tefsir alimleri «Felaka»nın «Fetare» manâsında olduğunu söylemişlerdir.
Taberi, «Felaka»nın «Halaka» manâsında olduğunu inkâr ederek demiştir ki: Arap kelamında «Felaka»nm «Halaka» manâsına geldiğinin caiz olduğunu naklederek diyor ki; «Felaka» «Halaka» demektir, denildi. Zaten yaratmayı derin düşünürsen sana çoğunun «infilak», [yarmak; parçalamak]tan geldiğini görürsün. Yani, bütün eşya varolmazdan önce adem [yokluk] de idi. Cenab-ı Hak onları varedip vücûda çıkardığında sanki yokluktan onları yarmış çıkarmıştır.
«Felaka» maddesi- hakkındaki ikinci görüş, tefsir alimlerinin çoğunun görüşüdür. Pâîk yarmak demektir. Bunu böyle kaydettikten sonra manâsında iki yorum getirmişlerdir. Birisi, İbni Abbas'tan gelen yorumdur: Allah daneyi yarıp başaktan, çekirdeği yarıp hurmadan çıkardı. Hasan Basri'nin, Süddi ve İbni Zeyd'in de görüşü budur.
Ez Zeccac «Cenab-ı Hak kuru daneyi yarıyor, kuru çekirdeği yarıyor. Ondan yeşil bir yaprak çıkarıyor» dedi. İkinci yorum Mü-cahid'den gelmiştir: Bu yarma dane ile çekirdekte meydana gelen yarılmalardır. Doneden maksat, buğday, arpa ve pirinç danesi gibi çekirdeği olmayan haptır. Çekirdekten maksat, tam danenin tersi olandır. Yaş hurma, ayva ve kayısılar gibi.
«Dane ve çekirdeği yancıdır»m manâsı dane ve çekirdek yaş bir toprağa girdiğinde onun üzerinden bir miktar zaman geçtikten sonra Cenab-ı Hakk o daneden yeşil bir yaprak çıkartıyor, sonra o yapraktan bir başak çıkıyor. Bu başağın içinde daneler var-e^r. Ve Cenab-ı Hak çekirdekten bir ağaç çıkarıyor göklere doğru ağaç yükseliyor. Damarları da yere daldıkça dalıyor. Bu eşyayı kuvvet ve kudretiyle, örnek olmaksızın vücuda getiren ve yaratan Allah ortaktan münezzehtir.
«Diriyi ölüden çıkarıyor.» Yani gelişen canlılar ve bitkiler ve ağacı gelişmeyen meni damlalarından ve daneden çıkarıyor.
(95) «Diriyi ölüden çıkarıyor» cümlesi, daha önceki cümlenin açıklaması ve bir çeşit tefsiridir. Bunun için bu cümlede harf-i atif terkedilmiştir.
Bazıları, «Bu cümle, inne'nin ikinci haberidir Cenab-ı Hakk' m azametine başlı başına işaret ettiğini ilân etmek için harf-i atıf getirilmemiştir» elemişlerdir.
(95) «Ve ölüyü de diriden çıkarıcıdır...»
Bu Âyet-i Celîledeki «ölünden maksat, meni damlası, dane ve çekirdek gibi cansız nesnelerdir. «Diri»den maksat, hayvan, bitki ve ağaç gibi gelişen canlı nesnelerdir.
Müfessirlerin imamı, Fahreddin Razi Hazretleri bu âyetle ilgili olarak şunları söylüyor:
«Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
Birinci mesele; Cenab-ı Hakk daha önce tevhid hakkında konuştu. Sonra peygamberlik emrini takrir etti. Sonra bu aslın [tevhidin] birkaç dalından konuştu. Burada yaratanın varlığına işaret eden delilleri söylemeye O'nun ilminin genişliğini, hikmetini; kudretinin üstünlüğünü belirtmeye dönüş yaptı. Ta ki, aklî ve nakli bahislerin (konuların) ve istenilen hikmetlerin tamamından asıl maksad Allah'ın zatını sıfatlarını ve fiillerini, bilmek suretiyle tanımak olduğu bilinmiş olsun...
İkinci mesele; HAY (dirilik)tir. Hayat sıfatıyla vasıflanmış olan şeylerin ismidir. Meyyit [ölü], hayat sıfatından uzak plan şeyin ismidir. Bu takdire binaen bitki, diri olamaz, ancak bu bilindiği takdirde olur. Halkın «Hay» ve «Meyyit»in tefsirinde iki görüşü vardır:
Birinci görüş, bu iki lâfzı hakiki manâlarına hamletmektir. îbni Abbas «Nutfe (meni)den diri bir beşeri çıkardı. Sonra diri beşerden ölü nutfe (meni)yi çıkardı demektim diyor, böylece yumurtadan diri bir civciv çıkarıyor. Sonra tavuktan ölü bir yumurtayı çıkarıyor. Bundan gaye, «Hayat» ile «Ölümün» münafi (zıt) olduklarını beyan etmektir. Benzerin benzerden oluşması belki tabiat ve özellik sebebiyle olduğu düşünülebilir. Ama zıddı zıddan yapmak, tabiat ve özellik sebebiyle değildir. Belki bir Mu-kaddir'in (takdir edenin), hâkim ve bilen bir Müdebbirin (ted-bircinin) istemesi iledir
İkinci görüş, âyetteki «El-Hayy» Ve «El-Meyyit», zikredilen manâ üzerine bina edilir. Bir de mecazi vecihler üzerine bina edilir.
Zeccac «Âyetin anlamı yaş ve sulu [yeşil] bitkiyi kuru dane-den çıkarır, kuru daneyi yaş ve gelişen bitkiden çıkarır demektir» dedi. İbni Abbas, İbrahim'i Azer'den çıkardığı gibi «Mü'mini kâfirden çıkarır,» Ken'an'ı Nuh'tan çıkardığı gibi «Kâfiri de mü'min-den çıkarır.» Asi'yi (isyankâr) muti'den (itaat edenden), muti olanı asiden çıkarır» şeklinde tefsir etmiştir.
«Bu değişik haller ve birbirleriyle çelişen fiillerin hepsi işaret eder ki, bu âlemin hikmet sahibi bir düzenleyicisi vardır. O düzenleyen, halkın maslahatlarını ihmal etmemiş ve halkı başıboş bırakmamıştır,» diyen Fahreddini Razi şöyle devam ediyor:
Eğer Cenab-ı Hakk, «Diriyi ölüden çıkarır» cümlesinde niçin fiil kullandı? Sonra «Ölüyü diriden çıkarıcıdır» cümlesinde de ism-i fail kullandığı sorulur ve ism-i failin, fiil üzerine atfı da hoş değildir diye itiraz edilirse, cevab olarak deriz ki:
«Ölüyü diriden çıkarıcıdır» cümlesi, «Dane ve çekirdeği pat-latıcıdır» cümlesi üzerine atıftır. «Diriyi Ölüden çıkarıyor» cümlesi ise, onun açıklamasıdır. Çünkü danenin ve çekirdeğin pat-latılması, bitki ve gelişen ağaçlarla olur. Bu, diriyi ölüden çıkarmak gibidir. Çünkü gelişen, hayat sahibinin hükmündedir. Görmez misin, Cenab-ı Hakk şu âyette: «Ölümünden sonra yeryüzünü diriltir.» [Er-Rum: 19] buyuruyor?
Burada ikinci bir nokta vardır: Fiilin lafzı işaret eder ki, fail bu fiile her anda itina göstermektedir. İsmin lafzı ise o zaman zaman itina göstermeyi ifade etmiyor.
El-Cürcani, «Delailü'1-İcaz» adlı kitabında şu misali veriyor:
Cenab-ı Hakk «Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır, size gökten ve yerden rızık versin?» [Fatır: 3] buyururken fiil lafzını zikretmiştir. Ve fiilin sigası ifade ediyor ki, Cenab-ı Hakk, bir halden sonra öbür halde, bir saatten sonra öbür saatte ve zaman zaman bu ' rızkı insanlara verir. İsme misal ise «Onların köpeği [kollarını], eşiğe yayıcıdır.» [Kahf: 18] âyetidir. Buradaki «yaymak» kelimesi, bu halin üzerinde devam edilmesini gerektirir. Yani tek hal üzerinde devam edilmesini ifade eder. Bu, sabit olduktan sonra deriz ki; diri Ölüden üstündür. O halde dirinin ölüden çıkarılmasına, ölüyü diriden çıkarmaktan daha fazla itina göstermek gerekiyor. Bunun için birinci kısımda fiil sigası, ikinci kısımda ise, isim sigası kullanıldı. Tâ ki, dirinin ölüden çıkarılmasına gösterilen itina ölünün diriden çıkarılmasına gösterilen itinadan daha fazla, daha mükemmel olduğuna delâlet etsin. Allah, maksadını herkesten daha iyi bilir.
(95) «Öyle ise nasıl olur da çevriliyorsunuz1!..»
Bu Âyet-i Celîlenin tefsirinde, Sahip bin Ubbad şunları dedi: «Bu âyet, kulun fiilinin, Allah'ın mahlûku olmadığına işaret eder» demiştir. Çünkü, eğer Cenab-ı Hakk döndürülmeyi yaratmış olsaydı onlara bu şekilde nasıl sorardı?
Cevap olarak deriz ki, zıdlara nisbetle Allah'ın kudreti eşittir. Eğer taraflardan birisi diğerine tercih edilirse, bu üstünlük kuldan değildir. Aksine katıksız bir ittifak [tevaffuk]tur. O halde nasıl olur ki Cenab-ı Hakk kuldan «öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?» diye sorsun. Eğer bu tercih, fiili gerektiren ve çağıran bir müreccihin (tercih edicinin) oluşuna bağlı ise o zaman o, fiili gerektirenin oluşu Cenab-ı Hakk'tan olur. O oldu mu fiil de gerekli olur. Böyle olunca bize mal etmek istediğiniz her şey size de aynen lâzım gelir. Allah hakikatini daha iyi bilir [2]
(96) «O, sabahı da yarıp çıkarandır...»
Bu Âyet-i Celîlenin tefsirinde denilmiştir ki; gündüzün direğini gecenin zulmetinden yarıp çıkarmıştır. Veya gündüzün beyazlığından yarıp çıkarmıştır. Veya sabahın zulmetinden yarıp çıkarmıştır.
Bu Âyet-i Celîledeki «EL-İSBAH» kelimesi, mastardır, sabaha isim olmuştur.
Zeccac «El-îsbah ile es-Subh kelimeleri birdirler. îkisi de gündüzün evveline, [ilk anlarına] denilir.» dedi
Âyetin zahiri Cenab-ı Hakk'ın gündüzü ve sabahı yardığına delâlet eder. Oysa yarılan zulmettir, O, yarılıyor, sabah ondan fışkırıyor. O halde âyetin manâsı nedir dersen?
Cevap olarak derim ki; âlimler bu hususta birçok görüş belirtmişlerdir:
Birinci görüş: Bu âyetten maksat sabahın karanlığını yarmaktır. Bunun nedeni de şudur: Fecir ikidir: Birincisi tıpkı kurdun kuyruğu gibi ufukta direk bir şekilde uzanıp giden beyazlıktır. Bunun arkasından bir karanlık gelir. İşte bu sabaha «Fecr-i kâzib» [yalancı aydınlık] denilir. Çünkü bu, önce doğu ufkunda görünür, sonra yok olup gider. Ondan sonra ikinci sabah [fecr] çıkar. O da doğu ufkunun tamamında yayılan aydınlıktır. Buna «Fecr-i sadık» (doğru fecir) denilir. Çünkü bunun arkasında artık karanlık yoktur. Bu izahtan oluşan nokta şudur: «Birinci fecrin karanlığım, ikinci fecrin nuruyla yarmıştır.»
İkinci görüş:
Cenab-ı Hakk, gecenin karanlığını sabahın nuruyla yardığı gibi, sabahın nurunu da sabahın ziyasıyla (ışığıyla) yarıyor. Bu takdirde âyetin manâsı «O'nuri nuruyla sabahı yarmıştır,» oluyor.
Üçüncü görüş:
Bu âyetten, sabah karanlığının yarılması kastediliyor. Bu da, gecenin sonundaki karışık olan karanlıktır. Bu karanlığın arkasından gerçek sabah doğuyor.
Dördüncü görüş:
Âyetin manâsı, «Fecrin direği olan «isbahı» yarmıştır» demektir. Bu da fecr yarıldığı zaman oluyor. Bunun için Fecre «yarılmış» denilmiştir.
Beşinci görüş:
Bu âyetteki «falk» yaratmak manasınadır. Yani sabahın ya-radanıdır. Bu söze binaen kapalılık ortadan kalkar. Sabah gündüzün ilk noktasında beliren ışıktır. Manâ: «Cenab-ı Hakk, sabahın ışığını; yapan, yaratan ve aydınlatandır.» demek oluyor.
(96) «Geceyi bir sükûn (dinlenme); güneş ve ayı da bir he-sab (ölçü) vasıtası kılan O'dur.»
Bu âyetin tefsirinde şunlar söylenilmiştir: Yani gündüzleyin yorulan bir insan, gecede sükûnet bulur ve geceyle arkadaş olur. Çünkü gecede istirahat bulur. Kişi neyle sükûnet bulur, neyle ün-siyyet (arkadaşlık) eder, neyle istirahate kavuşursa —ister hanımı, ister dostu olsun— ona «seken» denir. Bunun için geceye de, gündüze de «seken» denilmiştir. Çünkü insan onunla da ün-siyyet (arkadaşlık) kurabilir. Bundan ötürü bazı kimseler gündüze de «Mu'nise» [can yoldaşı] ismini vermişlerdir.
îbni Ebi Hatim, Katade'den rivayet ediyor:
«Âyetin manası: gecede, her kuş ve her yürüyen, sükûnete kavuşur demektir.»
Bu tefsirin benzeri, İbni Abbas'tan da, Mücahid'den de gelmiştir. Âyetten maksat, gece sükûnet yeri olmuştur. Bu takdirde «Sekenen» kelimesi durgunlaşma ve istikrar manâsına gelen «sükon» kökünden alınmış oluyor.
Güneş ile ay değişik devirler üzerinde kılınmışlardır. Oralarda vakitler hesablanır. İbadetler ve muameleler, o vakitlere bağlanmıştır. Yani Cenab-ı Hakk, güneşin ve ayın yörüngedeki hareketini muayyen bir hesaba bağlamıştır.
İbn Abbas, «Güneş ve ay, onlar için kılınmış, (takdir edilmiş) bir ecele (zamana) doğru giderler. Yani günlerin adedinden çenelerin adedine doğru giderler» diyor.
El-Kelbi, «Ay ve güneşin menzilleri, konakları hesapladır. Onlar o, konakları geçemezler. Konaklarının en sonuncusuna varıncaya kadar belirlenmiş bir hesapla devam ederler» diyor.
(96) «Bu; üstün, güçlü ve bilen Allah'ın takdiridir...»
Bu Âyet-i Celiledeki «bu» tabiri Tibrisi'ye göre daha Önce bahsi geçen sabahın yarılmasına, gecenin sükûnet vermesine, güneş ve aym hesapla yürüdüğüne işarettir. Cumhur; «Bu zamiri güneş ve ayın hesap vasıtası olmasına işarettir» dedi.
Ayetteki «el-aziz» kelimesi; galip, kahir ve ona hiçbir şey başkaldıramaz, demektir. Ay ve Güneş, başkaldıramayan o şeyler dendir. Onları böyle yürütmesine onlar karşı gelemezler, demektir. «El âlim» kelimesi ilimin son noktasına varan ve bütün malûmatı bilen zat demektir. Güneş ile Ayın insanların maişet ve ibadetleri için hesabla cereyan etmeleri bilinen meselelerdir.
(97) «O, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanız için size yıldızları var edendir...»
Bu Âyeti Celîlenin izahı şöyledir: Allah, sizin için pırıl pırıl parlayan yıldızları yarattı. Onlarla şaşırmış olduğunuz yollan bulmanızı temin etti. Evet karada olsun denizde olsun yıldızlar yollan gösterici ve insanlara kıbleyi tayin etmek hususunda delil olarak yaratılmıştır. Gündüzün insanlar istedikleri istikameti güneşin hareketiyle tesbit ederler. Geceleyin de yıldızların hareketiyle tesbit ederler. Yıldızların göğe süs olması da ayn bir yarardır. Şeytanlar için recm araçları olması başka bir faydadır. Nitekim Cenab-i Hakk, başka bir âyette: «Andolsun biz en yakın semayı çıralarla süsledik ve onları şeytanlara recmler (taşlama birimi) yaptık.» [Mülk: 5] buyurmuştur.
Bu Âyet-i Celîledeki «yıldızlar,» güneş ve aydan başka olan yıldızlardır. Çünkü halkın geleneğinde yıldız denildi mi güneş ve ayın haricinde olan yıldızlar kastedilmektedir. Mümkündür ki güneş ve ay, yıldızlar topluluğuna dahil olsun. Aynyeten Cenab-ı Hakk onları zikretmek suretiyle onların daha büyük yararlarına işaret etmiş olsun. .
Tencim ehli [Kozmoğrafyacılar - Astronomi alimleri] yıldız-
lan iki |
kısma ayırırlar: |
|
|
|
1 - |
- Sabit yıldızlar, |
|
|
|
2 - |
- Seyyar yıldızlar. |
|
|
|
Sabit yıldızların adedini |
Allah'tan başkası bilmez. |
Seyyar |
yıl- |
|
|
|
|
|
|
dızlar eski astronatlara göre yedi tanedir. Sonra HERŞEL [3] yıldızı da bunlara eklenmiş, sekiz olmuşlardır.
Bu Âyet-i Celîle, yıldızlar ilmini, Burçları, Menziller ve durumlarını öğrenmekte bir mahzur olmadığına delâlet eder. Böylece, bu konularla ilgili dinî bahisleri öğrenmekte de herhangi bir sakınca yoktur. Yıldızların yol göstermeye delil olmaları ise pek çok se-beblerden sadece birisidir. Haddi zatında onların herhangi bir tesirleri yoktur.
Allame İbn Hacer «Yıldız ilminde öğrenilmesi yasak olan; müneccimlerin geleceği bilmede yıldızların etkisi olduğunu iddia etmeleridir. Mesela: Yağmur yüzde yüz ne zaman yağacaktır? Kar ne zaman düşecek, rüzgâr ne zaman esecek? Ve bolluk ile kıtlık ne zaman olacaktır? gibi... Bunlar, yıldızların bilgisi veya yıldızların seyri ya da beraber olmaları veya ayrılmalarıyla yağmurun yağma saatini, karın düşme zamanını, rüzgârın esme vaktini, senenin kıtlık veya bolluk içinde olacağını biliyoruz, diye iddia ederler. Oysa bu gaye ilmini Cenâb-ı Hakk'ın kendisinden başkası bilmez. Öyle ise bu ilmi iddia eden fasıktır, belki bu iddia insanı bazan küfre kadar götürür. Ama birisi «Filan yıldızların birleşmeleri veya ayrılmaları Allah tarafından ve ilahî adete binaen filan şeyin olmasına (Meselâ karın düşmesine) işarettir. Fakat bu da yüzde yüz değildir, böyle tahmin ediliyor» dese, bunda herhangi bir sakınca yoktur. Yıldızlara bakarak zevalin bilgisine sahip olmak, kıble yönünü tayin etmek, vaktin ne kadarı geçmiştir, ne kadarı kalmıştır bunu söylemekte henhangi bir günah yoktur. Hatta bunu öğrenmek «farz-ı kifaye»dir.
Sahihayn'm Zeyd ibn Halid el-Cehemi'den rivayet edilen: «Allah'ın Resulü önümüzde sabah namazını kıldı. Bundan önce yağmur yağmıştı.
Namazı bitirdikten sonra bize yönelerek buyurdu: «Rabbimizin ne dediğini biliyor musunuz?» Sahabe: . «Allah ve Resulü daha iyi bilir,» dediler. Resûlüllah:
Rabbimiz buyurdu ki, «Kullarımdan kimisi mü'min, kimisi de kâfir olarak sabahladı. Kim ki, Allah'ın faziletiyle yağmur yağdı dese, o bana iman, yıldızları inkâr etmiştir. Kim ki, falan yıldızın sayesinde yağmur yağdı dese, o beni inkâr, yıldızlara iman etmiştir,» dedi. hadisin hükmüne gelince;
Alimler bunun tefsirinde şunu söylemişlerdir:
Eğer kişi «Filan yıldız yağmuru icad etmiş ve yaratmıştır» diye söylerse hüküm böyledir. Eğer kişi «Filan yıldız yağmurun düşmesine sebeptir» diye bunu kullanır veya «o, yağmuru Allah indirir, indiricisi sadece Allah'tır» manâsına kullanırsa kâfir olmaz. Ama bu sözü söylemek mekruhtur. Çünkü bu küfür sözlerdendir.
Ben derim ki, yıldızlar ilminden insanı alıkoyan birçok hadisler varid olmuştur. İbni Ebi Şeybe, Ebi Davud, İbn Merduveyh, İbni Abbas'tan rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü «yıldızlardan bir ilim iktibas eden, sihirden bir şubeyi iktibas etmiştir. Bu ilmi arttıkça öbürüsü de artar,» buyurmuştur.
El-Hatib, Meymun bin Merhan'dan rivayet etti. İbni Abbas' tan «Bana vasiyet et,» diye dilekte bulundum. İbni Abbas:
«Allah'ın takvasını ve Yıldız ilminden sakınmayı, sana tavsiye ediyorum. Çünkü o, insanı kehanete çağırır,» buyurdu.
Hz. Ali'den gelen bir hadis:
«Allah'ın Resulü yıldızlara bakmaktan beni nehyetti.»
Ebu Hureyre ve Hz. Aişe'den benzeri hadisler rivayet edilmiş-
tir.
îbn Merduveyh, İbni Abbas'tan rivayet etti:
Allah'ın Resulü «Ebi-Ca'dûrâ'nın yıldızlar hakkındaki harflerinden bir harfi öğrenen kimse, şüphesiz ki Allah katında ve kıyamet gününde herhangi bir nasibe, sahib değildir» buyurdu.
İbn Merduveyh ve Hatib, İbn Ömer'den rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü, «Sadece karanın ve denizin karanlıklarında hidayet rehberi olarak kullanacağınız ilmi yıldızlardan öğreniniz. Ondan sonrasından sakınınız,» diye buyurdu.
Umulur ki bu gibi yasaklar zararın kapısını kapatmak kabi-lindendir. Çünkü bu bilgi çoğu zaman insanı şer'an mahzurlu olan noktalara çeker. Nitekim İbn Mihran'ın rivayet ettiği hadis de buna işaret ediyor.
Yıldızlara bakmanın yasaklanışına gelince, «yıldızların bizzat tesirleri vardır» diye iddia etmek, yıldızlara kahinler gibi bakmaktır. Çünkü Cenab-ı Hakk'm her yıldızda yaratmış olduğu bütün Özellikleri bilmek Allah'tan başkası için mümkün olamaz. Bir kısmını bilmek veya bazılarında bulunan özelliklerin hepsini bilmek herhangi bir fayda temin etmediği gibi, insanı herhangi bir zan-dan öteye de götüremez. Böyle bir zanna yapışanın hali; Ay'ın ışıltısına yapışan, Güneş'in parıltılarına tutunan bir kimsenin yapışmasına benzer. Evet, kevn ü fesat (olma ve bozulma) âleminde Allah'ın emri neticesi bir takım hadiseler bir yıldızın doğuşu veya batışı veya başka bir yıldızla beraber oluşu anında olsun. Meselâ: Süreyya'nın batması veya doğuşu anında ya da Süheyl'in batması sırasında meydana gelen olayda bizim söylediğimizin delili vardır. Bunların adi sebeblerden oluşu ve bazen müsebbiblerin kendilerinden tahalluf edip (geridekalıp) meydana gelmemesi uzak bir ihtimal değildir. İster Eş'ari'lerin dediği gibi tesir onların katında olur diyelim, ister Matûridi'lerin dedikleri gibi, onlar Allah'ın izniyle tesir edicidir» diyelim, ister Selefin dediği gibi diyelim dava değişmez. Bu kabilden tecrübeli bir insan, herhangi bir şeyi bir yıldıza bakarak söylerse, bir sakınca yoktur.
Hatib'in îkrime'den rivayet ettiği hadise gelince, bir kişi, diğerinden yıldızların hesabını sordu. Kişi bu soruya cevap vermekten kaçındı.
İkrime ona «İbni Abbas'tan: Bu bir ilimdir. Halk ondan âciz oldu. Onu öğrenmek istiyordu» dediğini dinledim dedi.
Zubeyr bin Bekar'm
Abdullah bin Hafs'dan rivayet ettiği hadis: «Araplar birkaç haslet (huy) ile
başka milletlerden ayrıldılar:
1- Kâhinlikle
(Bilinmeyen hakkında konuşmak),
2- Kıy af e
(İzcilik) ile,
3- İyafe
(Kuş uçurtmak ile kahinlik yapmak) ile,
4- Yıldızla,
5- Hesapla. İslâm kâhinliği yıktı. İslâmdan sonra diğerleri kaldı.»
Hasan bin Salih, İbn Abbas'tan rivayet ederek dedi:
«—Yıldızlar ilmi (Astronomi) halkın zayi ettiği bir ilimdir.»
Hasan bin Salih'in bu sözü —eğer sahih ise— bizim daha önce söylediğimiz manâya hamledilir. Bütün bunları naklettikten sonra derim ki, yıldızlar ilmi (avama) fayda getirmeyen bir ilimdir. Onu öğrenmek zarar vermez. Cenab-ı Hakk neyi dilerse, o olur. Neyi dilemezse, o olmaz [4]
(98) «O sizi tek bir nefisten yarattı...»
Bu Âyet-i Celîledeki «Tek nefis» ten maksad, Hz. Adem'dir.
Cenab-ı Hakk bu âyetle başka bir nimeti hatırlatıyor. Çünkü çoğalmış toplumun tek kişiden çıktıklarını bilmeleri, birbirlerine merhamet etmeye, sevişmeye, birbirlerini sevmeye sebeptir. Bu âyette Cenab-ı Hakk'ın kudretinin, büyüklüğünün delili de vardır. Bir nefisten milyarlarca insan meydana getirmek buna delâlet eder.
(98) «Sizin için babaların sulbünde [belinde] veya yeryüzünde istikrar yeri vardır. Anaların rahminde veya kabirde ema-netgâhlar vardır.» Bu Âyet-i Celîlede kişinin sulbü, meninin istikrar yeri kılındı. Ananın rahmi de emanetgâh kılındı. Çünkü o meni sulbde herhangi bir kimsenin te'siri olmaksızın oluşur. Ana rahmine ise baba tarafından konur. Böylece ana rahmi emanet-gâha benzetildi. Böylece kişi emanetini oraya bırakıyor. Yeryüzü istirahat yeri, içi de emanetgâh kılındı. Çünkü insanlar yeryüzünde yurtlar, konaklar, evler edinirler. Fakat yerin altında bunlar yoktur.
Hakim, birçok yoldan İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
Âyetteki ((Müstakar» anaların rahmidir. Âyetteki «Müstevda'», babaların sulbüdür. Başka bir rivayette, Teyman'ın Hahamı İbni Abbas'a yazıp, «Müstakar» ve «Müstevda'»ı sordu. İbni Abbas «Müstekar anaların rahmidir, Müstevda' babaların sulbüdür» diye cevab verdi.
«Müstekarr'ı rahim ile tefsir etmeyi şu âyet de doğrulamaktadır:
«Biz dilediğimizi rahimlerde durdururuz, takrir ettiririz.» [El-Hacc: 5]
«Müstevda'»ı «babaların sulbü» ile tefsir etmeye gelince, Şeyh-ül-İslâm, «Bu tefsir açık değildir» demiştir. Fakat Şeyhü'l-îslâm'in dediği gibi değildir. Çünkü İmam Fâhreddin Razi, «Müstekar, sebata Müstevda'dan daha yakındır» diye Müstakar ile Müstevda' arasında farkı belirttikten sonra bunu zikretmiştir. Bu tefsirin kuvvetli oluşuna delalet eden delillerden birisi de şudur: Bir tek nutfe (dölsuyu) babanın sulbünde uzun bir zaman durmaz. Fakat cenin uzun bir zaman ana rahminde durur. Madem ki rahimdeki duruş, sulbteki duruştan daha uzundur. Müstakarr'ı rahimdeki duruşta açıklamak daha uygundur. Ve Müstevda'ı da baba sulbün-deki duruşa isnad etmek daha evlâdır. Muhtemel ki, baba sulbünün emanetgâh olmasının manâsı Cenab-ı Hakk, Adem (AS)in zürriyetini belinden çıkardıktan sonra, onları kendi nefislerinin aleyhinde şahit kıldı. Olan olduktan sonra da onları yeniden çıkardığı noktaya geri gönderdi demek olsun. Sanki onlar orada emanettirler. Cenab-ı Hakk dilediği zaman çıkaracaktır. Bundan dolayı baba sulbüne Müstakârr denilebilir.
îbn Abbas, Müstevda'ı baba sulbüyle açıkça tefsir etmiştir. Abdurrezzak, Said bin Cubeyr'den rivayet ediyor: îbni Abbas bana: «Evlendin mi?» diye sordu.
«Hayır, bugüne kadar böyle bir isteğim olmadı,» dedim. İbni Abbas, «Eğer senin sulbünde bir emanet varsa, o çıkacaktır,» dedi.
Bazılan Müstevda'ı dünya ile, Müstakarr'ı kabir ile tefsir etmişlerdir. Hasan BaSri'den gelen bir rivayet:
«Ey Adem oğlu! Sen ehlinin içinde emanetsin. Sahibine geri gidip yetişmen yakındır.»
Bunu söyleyen Hasan, Lebid'in şu şiirim okudu: «Mal ve aile efradı ancak birer emanettirler. Elbette emanetler bir gün geri verilecekler.»
Ebi Müslim el-İsfehani «Müstekarr 'erkek* demektir. Çünkü meni damlaları onun sulbünden çıkar. Müstevda'da 'kadın' demektir. Çünkü onun rahmi meni için emanetgâhtır. Sanki Cenab-ı Hakk «Allah, sizi bir tek nefisten yarattı. Sizden bir kısmı erkek bir kısmı kadın oldu.» buyurdu.
Yıldızlardan bahseden âyetin sonunda Cenab-ı Allah «yâ'le-mûn» cümlesini kullandı. Bu âyetin sonunda da «yefkâhun» cümlesini kullandı. İşaret etti ki, bir tek nefisten insanları yaratmak, değişik durumlar arasında onları evirip çevirmek, sanat bakımından daha ince, tedbir bakımından daha lâtiftir. «yefkâ-hün» «fıkıh» kökünden geliyor. Fıkıh ise, zekâyı kullanmak ve dikkatli olmak demektir. O, bu makama daha uygundur. Bu Âyet-i Celîle, fıkhın, ilim'den daha beliğ olduğuna işarettir. Bazıları «ikisi de aynı manâya gelir» demişlerdir.
(99) «O, gökten su indirendir. Bununla her türlü bitkiyi çıkardık. Ondan yeşillikler çıkardık .Ondan da birbiri üstüne bindirilmiş daneler türetiyoruz...»
Bu Âyet-i Celîle, Allah'ın o büyük nimetlerinden diğer birini hatırlatmaktadır. O'nun kudretinin kemalinden, rahmetinin genişliğinden meydana gelen nimetlerden diğer birisini gözler önüne sermektedir. Bu âyetteki «SU»dan maksad yağmurdur. «gök»ten maksad buluttur. Veya âyette, «gök tarafından indirdik» diye takdir yapılır. Bazılarına göre, bu âyet zahiri gibidir. Suyun indi-rilişi hakikaten göklerdendir, birinci etabda bulutlara gelir; ikinci etapta yere iner. Bu görüşü seçerek savunan Cübbaî: «Birçok . buharlar, yer altında birleşirler. Sonra yükselip havaya giderler. Orada bulutları oluştururlar. O bulutlardan yağmur yağar,» diyenlerin görüşü, birçok yönden çürütülmüştür, dedikten sonra şöyle devam etti :
1- «Soğukluk bazen hararet vaktinde olur, Bazen yazın ortasında olur. Bazen en soğuk bir zamanda yağmuru görürüz ki hiç donmadan iniyor, işte bu hadise, onların bu dediklerini iptal ediyor.»
2- «Buharlar yükseldiklerinde ayrılırlar. Ayrıldıklarında da onlardan yağmur taneleri doğup gelmez. Belki buharlar hamamların bazılarının tavanında olduğu gibi kaygan bir tavanda bir araya gelebilirler. Böyle bir tavan olmadığı takdirde bundan herhangi bir şey akmaz. Buharlar havada yükseldikçe onların üstünde birleşmeleri için kaygan bir yüzeyde olmadığı için onlardan herhangi bir suyun oluşmaması gerekiyor.»
3- «Eğer yağmurun doğuşu buharların yükselişinden olsaydı, buharlar daima denizlerden yükselmektedirler. Yağmurun daima oraya yağması gerekirdi. Denize devamlı yağmadığına göre bu görüş yanlıştır, diyoruz.»
Bunları söyledikten sonra Cübbai şöyle devam etti:
«Bu kavim, bu sözleri söylemeye şu noktadan dolayı mecbur olmuşlardır: Onlar inanırlar ki, cisimler kadimdir (öncesi bilinmiyor). O halde cisimlere ne eksiklik ne de fazlalık giremez. Böyle olunca hadis (peyda edilen)lerin oluşmasının bir manâsı yok. Ancak o zerreler başka bir şekilde oluşmalarına rağmen, onlar bu şekilde oluşuyor diye tanımladılar. İşte bu sebebten dolayı her şeyin oluşumu için muayyen bir maddeden oluştu demeye mecbur oldular. Müslümanlar ise; cisimlerin hadis (sonradan) olduğuna inandılar. Yaradan âlim (Allah), cisimleri dilediği zaman yaratmaya gücü yeter. Dilediği şekilde evirip çevirmeye kudreti olan bir yapıcıdır. Müslümanlar buna inandıklarından dolayı böyle zorluklara kaçmaya ihtiyaçları yoktur. Madem ki Kur'an'm zahiri, suyun ancak gökten indiğine delâlet eder. Ve- böyle olması için herhangi bir mani de yoktur. Onu bu manâya yorumlamak vacib oluyor.»
Fakat (tabiatçiların) kitablanna müracaat edenlere gizli değildir ki, onlar Cübbai'nin bütün bu itirazlarına cevap vermişlerdir. Onlar «Bizi bu sözü söylemeye sadece Cübbai'nin sözleri değil de, göklerde 'Hark-u-İItiyam' (yırtıp-bitişme), in memnu olduğu da bizi bu sözü söylemeye zorlamıştır. Göklerin altında bir ateş kür-resi vardır. Ve Anasur [Element] âlemi (atmosfer) orada kesilir. Büyük bir dağın üzerinde bulunan bir kimse yağmur yağdıran bir bulutu görür. Halbuki o bulutun üzerine gökten herhangi bir suyun inişini de görmez» demişlerdir[5]
(99) «O su ite her şeyin bitkisini çıkardık.» Yani o suyu bitkilerin yetişmesi için sebeb kıldık. Yani kemmiyet (nicelik) te ve keyfiyet (nitelik) özelliklerinde değişiklik arzeden bitki sınıflarının hepsini suyun sebebiyle çıkardık. Nitekim Cenab-i Hakk başka bir âyette «Bir tek su ile sulanmaktatar ve basılarını yemekte diğerine üstün kılarız.» [Rad: 4] buyurmuştur. Âyetteki «NEBAT» «NEBT» gibi yerden çıkan bitkiler demektir. İster ağaçlar gibi kökü olsun ister yosunlar gibi olmasın, hepsine «NEBAT» denir.
(99) «Ondan bir yeşillik çıkardık...»
Bu Âyet-i Celile, bitkilerin köksüz kısımlarının açıklanmasına başlamaktadır. O yeşillikten de Cenab-ı Hakk, «Birbirinin üstünde olan başaklarda olduğu gibi daneler çtko,rdık» diyor. Ve sonra köklü olan bitkilere geçiyor ve buyuruyor:
(99) «Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, birbirine benzeyen ve benzemeyen üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler kılıyoruz...»
Bu âyetde, köklü olan bitkilerin anlatımına geçilmektedir.
Bilmiş ol ki, Cenab-ı Hakk, bu âyette bitkileri zikrettikten sonra, ağacın da dört çeşidini zikretti. Ağaçlardan önce bitkinin sözünü etmesinin nedeni, bitki gıdadır. Ağacın mahsûlü ise meyvedir. Gıda meyveden önce gelir. Hurma, diğer ağaçlardan önce zikredildi. Çünkü hurmanın meyvesi gıda yerini tutar. Bir de, onda bir takım yarar ve özellikler vardır ki başka ağaçlarda yoktur. Hurmanın arkasından üzümün ismini zikretti. Çünkü üzüm, meyvelerin en şereflilerindendir. Ondan sonra zeytini zikretti. Çünkü onda bereket ve büyük menfaat vardır. Kullanılışıyla ilgili diğer yönlerde de fayda vardır. Bundan sonra narın ismini açıkça belirterek zikretti. Çünkü narda da fayda vardır. Nar hem meyvedir, hem de devadır (ilaçtır).
Sonra Cenab-ı Hakk şöyle devam etti:
(99) «Ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıve-riniz...»
Yani o anlarına delil getirmek için bakınız ve ibret alınız. Acaba, Cenab-ı Hakk bu lâtif ve. sulu meyveyi bu kuru ve katı olan ağaçtan nasıl çıkarmıştır?
(99) «Allah'a iman eden bir topluluk için bunda gerçekten ibretler vardır...»
Bu Âyet-i Celîledeki «bunda» zamiri [ismi işaret] daha önce bahsi geçen «dikkat edişe» racidir. Yani bu dikkatle bakmakta, bu ibret gözüyle seyretmekte iman etmek isteyen bir kavm için birçok deliller vardır. Allah'ın kadiri mutlak olduğuna ve. onun birliğine işaret eden birçok deliller vardır. «İman eden bir kavm için onda ibretler vardır,» dedi. Çünkü ondan yarar sağlayan bu kavimdir. İman etmeyenler ibretle bakmadıkları için yarar sağlayamazlar. Bu olayın, hikmet sahibi kadirin (kudret sahibinin) varlığına ve birliğine delâlet etmesi, şu yönden geliyor: Bu değişik cinsleri ve çeşitli meyveleri bir tek kökten yaratmak, onu acaip bir tarzda halden hale sokmak elbette onun inceliğini bilen bir ustanın işidir. Onu ondan başkası yapamaz...
(100) «Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları o yaratmıştır...»
Bu Ayet-i Celîledeki «cîn»lerden maksat meleklerdir. Çünkü onlar meleklere ibadet ederlerdi. Ve «Melekler Allah'ın kızlarıdır» diyorlardı. Onlara «cin» denmesi mecaz yoluyladır. Çünkü onlar da cinler gibi insan gözüne görünmezler. Onlara burada «cin» demenin ikinci bir nedeni vardır. Yani onların durumu ilâhlık makamına nispet edilirse, düşük olurlar, onlar ilâh olamazlar demektir.
Bu tefsir, Katade'den ve Süddî'den rivayet edilmiştir. Bazılarının sözünden anlaşılıyor ki, «cin» tabiri, hem cinleri hem de melekleri kapsamaktadır. Bazılarına göre âyetteki «cin»den mak-sad şeytanlardır. Bu tefsir de, Hasan Basri'den rivayet edilmiştir. Cinleri Allah'a şerik (ortak), koşmalarının manası, Allah'a itaat ettikleri gibi, onlara itaat etmeleridir. Veya cinlerin vesvese ve tahrikleriyle putlara tapmalarıdır.
İbni Abbas'tan rivayet edildi:
Bu âyet, «Allah, insanların yabanî ve evcil hayvanların ve diğer canlıların yaratanıdır. İblis ise yırtıcı hayvanların, yılanların, akreplerin ve serlerin yaratanıdır» diyen zindîklar hakkında nazîl olmuştur. Bu takdirde «cîn»den maksad; serlere sebeb olan ve pis vesveseleri beşerin ruhuna sokan İblis ve ona uyanlardır. Nur ve karanlık ile hükmeden ateşperestlerin bu hususta birçok sözleri vardır ki, kulaklar onları dinlemek istemiyor, nefisler onlardan tiksiniyor.
îbn Abbas'ın hadisinde Mecusilere «Zindîklar» denilmiştir.
Çünkü «zindîklık» onların vasfıdır. Çünkü Zerdüşt'ün [6] Allah katından geldiğini iddia ettiği zend adlı kitaba mensub olan bir kimseye «zendî» deniliyor. Sonra bu Arapçalaştinlmiştır: «Zındık» olmuştur. Çoğuluna «Zenadîk» deniliyor. Mecûsi'ler, «kâinatta olan her şeyin hayrı Yezdan'dan (yani nurdanjdır. Şerri İblistendir» diyorlar. Sonra İblisin muhdis (icadeden) olup olmaması hususunda da çeşitli görüşleri vardır. Daha önce dediğimiz gibi onları kulaklar dinlemek istemiyor.
Eğer denilirse: Zindîklar sadece İblisi Allah'a ortak koşuyorlar, O halde niçin Cenab-ı Hakk, âyette «Cinleri Allah'a ortaklar koştular» diye çoğul tabiri getirmiştir?
Cevab olarak deriz ki, İblisin cinsinden ve gurubundan yardımcıları vardır. Onlar da cinlerin şeytanlarıdır. İblisin yaptıklarının aynısını yaparlar. Cenab-ı Hakk bunun için onlardan hikâye ederek «Onlar bu cin ortaklarım Allah'a ortak koşuyorlar» buyurdu.
Bu âyetin iniş sebebinde ihtilaf vardır. Yani cinlerin onlarla «ortaklık» konusunda ihtilaf vardır. Muhtelif görüşler vardır. Bazıları «Ayet, Arap kâfirleri hakkında inmiştir; çünkü onlar cinlerin kendilerine emrettiğine itaat edip putlara taptıklarından sanki cinleri Allah'a ortak koşmuşlardır,» diyorlar. Bazıları da «Bu âyet Mecûsi'ler hakkında gelmiştir» dediler. Bunun açıklaması daha önce geçti.
(100) «Bir de hiçbir bilgiye dayanmaksızın ona oğullar ve kızlar yakıştırıp uydurdular. O, ise, nitelendıre geldikleri şeylerden yücedir^uzaktır,..»
Bu âyetin tefsiri: Cenab-ı Hakk'a «oğul» nisbet eden Hıristiyanların tamamı ve Yahudilerden de sadece bir guruptur. Hıristiyanlar Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu iddia ederler veya sözlerinden bu anlaşılır. Yahudilerden bir gurup da Uzeyr'in Allah' m oğlu olduğunu savunurlar. Arap kâfirleri de «Melekler Allah'ın kızlarıdır» derler. Ve hepsi de ilimsiz olarak Allah'a iftira ederler. «îlimsiz olarak» tabiri bu sözün fâsid (yanlış) olduğuna dair kesin bir delildir. Çünkü çocuk babanın bir parçasıdır. Allah ise parçalanmayı, [tecezziyi] kabul etmez. Cenab-ı Hakk, bunları söyledikten sonra nefsini bu bâtıl sözler ve bozuk fikirlerden arındırarak «O, ortaktan münezzehtir ve onların vasfettiklerinden de yücedir. Onların isnad ettikleri Allah'ın celaline yakışmaz» buyuruyor.
(101) «Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. Onun nasıl bir çocuğu olabilir? Onun bir eşi yoktur. O her şeyi yaratmıştır. O her şeyi bilendir...»
Bu Âyet-i Celîlenin tefsirinde şunlar söylenmiştir:
Yerleri ve gökleri aletsiz, maddesiz, zamansız ve mekansız yaratıp meydana getiren O'dur. Rağip el-İsfehanî, âyetin tefsirinde şunları söyledi: «bedi'» kelimesi yaratana da, yaratılana da atfedilir. Yani «feîl» sigası «—İsm-i-Fail—» manâsına geldiği gibi, «İsm-i Mef'ul» manâsına da gelir. Yerler ve gökleri acaib bir tarzda, üstün bir şekilde, üstünlüğüne erişilmez bir güzellikte yaratmıştır. Yaratırken bir örnekten faydalanmakta, kendisi için söz konusu değildir.
Âyet-i Celîledeki «bedî» kelimesi, Bedia, Bedii, Bediu şeklinde" üç hareket ile okunmuştur. «Onun çocuğu nerde olabilir?» cümlesi «Müste'nife» [daha öncekinden alakasız yeni başlamış] bir cümledir. Allah'a nisbet ettiklerinin muhal (mümkün olmayan) olduğunu açıklamaktadır. Allah'ın onların sözlerinden uzak olduğunu beyan buyurmaktadır. «Oysa Allah'ın eşi yoktur.» Cümlesi kuvvetlendirici bir durumdur. Çünkü çocuk annesiz olmaz. Yani nerden ve nasıl O'nun bir çocuğu olacaktır? Halbuki O'nun çocuğu dünyaya getiren bir eşi yoktur.» demektir. «Her şeyi O yarattı» cümlesi, daha önce bahsedilen muhal (mümkün olmayan) larm araştırılması için zikredilen bir cümledir. Yani onların «çocuk» dediğini de o yaratmıştır. Yaratılmış nasıl Halik'in [Yaradan]m çocuğu olur?» diyebilir?
Fahreddin Razi «Tefsir-i Kebir»inde şunları söylüyor:
Bir kimse «Cenab-ı Hakk'ın çocuğu vardır» demekle; «Cenab-i Hakk, herhangi bir, meni damlası anne rahmine girmeksizin onu orada yaratmıştır» manâsını kastederse, onun bu kastı reddedildiği gibi, ona denilir ki; «O, gökleri ve yeri de herhangi bir projeye dayanmaksızın yaratmıştır.» Eğer her yarattığına bu şekilde «EVLAD» denilirse göklere ve yere de, «Allah'ın çocuğudur» demek gerekir. Bu ise ittifakla bâtıldır. Eğer «çocuk»tan maksat, canlılar arasından meydana gelen çocuk ise, yine reddedilir. Çünkü Allah'ın eşi yoktur ki çocuk doğursun. Bir de, bir eş vasıtasıyla çocuk edinmek ancak yaratmaya ve icad etmeye kudreti olmayan hakkında geçerlidir. Halik (yaradan) olan ve bütün mümkinati yoktan vareden için, buna ne hacet vardır? O bir şeyi irade ettiğinde «OL» diyor, o şey de oluveriyor. Böylece doğurmak suretiyle ondan bir şahsın meydana gelmesi mümkün değildir. Eğer üçüncü bir mefhumu kastederlerse, bu da düşünülemez.
(101) «O her şeyi bilendir.» Yani ne olursa olsun onu bilmek Allah'ın şânmdandır. İsterse mahlûk (yaratılmış), isterse gayri mahlûk olsun. O'nun ezelî ve ebedî ilmi her şeyi kapsamaktadır. Durum bu olduktan sonra nisbet edilen çocuk ya kadim (önceden varolan) veya hadis (sonradan varedilmiş) olacaktır. Kadim olması caiz değildir. Çünkü kadimin «Vacib-ul-Vücud» [zatından Ötürü vacib-ul-vücud] olması vacibtir. Böyle olan zat da başkasına muhtaç değildir. Çocuğun başkasının evladı olması memnu' olur. Öyleyse başkasına evlad olması hadis (sonradan yaratılmış) olmasını vacib kılar. Cenab-ı Hakk'ın her şeyi bilmesi muhakkaktır. Öyle ise çocuğun oluşunda kendisi için bir menfaat var mıdır yok mudur O, biliyor. Eğer birinci ihtimal olursa, hiçbir zaman düşünülemez "ki, ondan önce bu çocuğun yaratılması istenilmesin. Bu da, çocuğun ezelî olmasını gerektirir. Ezelî olması da düşünülemez. Eğer ikincisi olursa, o zaman da bu çocuğun hiç olmaması gerekir.
Netice olarak, bu âyetten anlaşılan, kesin delillerdir. O, iftiracıların uydurmuş oldukları iddiaları iptal etmektedirler. İlimsiz piyasaya sürdüklerini temelinden yıkmaktadırlar. Fahreddin Razı' bunları söyledikten sonra «Eğer, geçmiş ve gelecekler hepsi bir araya gelseler, bu meselede bu âyete denk düşecek bir konuşmaya kalkışsalar, âyetin işaret ettiği deliller kuvvetinde, üstün bir söz söyleyemezler ve bundan kesinlikle aciz kalacaklardır.»
Beyzavî haşiyesi Şihab «Bundan anlaşılan ikna edici delillerdir» diyor. Umulur ki, en uygunu «bazıları kesin, bazıları ikna edici delillerdim demektir. Düşün [7]
(102) «îşte bu niteliklere sahib olan Allah, Rabbınızdır. Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratanıdır. (Öyleyse) ona kulluk ediniz. O herşeyin üzerinde vekildir.»
(103) «Gözler onu idrak edemezler. Halbuki o gözleri idrak eder. O'dur incelikleri bilen ve herşeyden haberdar olan.»
(104) «Size Rabbınızdan basair (hüccetler) geldi. Artık kim görürse nefsi içindir. Kim de körleşirse kendi aleyhindedir. Ben sizin üzerinizde gözetleyici değilim.»
(105 «İşte böylece ayetleri evirip çeviririz. Ta ki «sen ders okumuşsun» desinler ve biz O'nu (Kur'an'ı) bilen bir kavm için açıklayalım diye.»
(106) «Babbinden sana vahyolunana uy. Ondan başka herhangi bir ilâh yoktur. Müşriklerden yüz çevir.»
(107) «Eğer Allah dileseydi, onlar şirk koşmazdılar. Seni onların üzerinde gözetleyici kılmadık. Sen onlar üzerinde vekil değilsin.»
(108) «Allah'tan başka çağırdıklarına (batıl mabııdlarına) sövmeyiniz ki, onlar da haddi aşarak Uimsiz olarak Allah'a söve-mesinlef. Böylece her ümmet için amellerini süsledik. Sonra Rabblannadır dönüşleri. O zaman onlara yaptıklarını haber verir.»
(109) «Onlar, eğer kendilerine bir ayet (alamet, mucize) gelirse, şüphesiz ona iman edeceklerine Allah'a yemin ettiler. De ki: Ayetler ancak Allah'ın kalındadır. Onlara ayetler gelirse de, iman etmeyeceklerinin siz farkında değil misiniz?»
(11) «Biz onların kalblcrini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri gibi tersine çeviririz. Onları isyankârlıkları içinde şaşkın şaşkın dolaştıkları halde bırakırız.»[8]
(102) «İşte bu niteliklere sdhib olan Allah, rabbtmzdır...» Bu âyetin izahı:
Yani gökleri ve yerleri yaratmak sıfatıyla vasıflanan, her şeyi bilen sizin Rabbınizdır. İbadete layık olan O'dur. O'ndan başkası çağırmakta olduğunuz putlar ibadete layık değildirler. Çünkü onlar yaratmaz, zarar vermez, fayda sağlamaz cansızlardır. Ve onlar bilmezler. Allah ise yaratandır. Zarar verir, fayda verir ve bilendir.
(102) «Ondan başka ilah yoktur. Her şeyin yaratanıdır.» Yani ibadete layık olan O'dur. Ona kulluk ediniz, itaat ediniz.
(102) «O, her şeyin üzerinde vekildir.» Yani yaratmış olduğu her şeyin koruyucusu, rızıklarını yaratan ve veren O'dur. Hepinizin gidişatını sevk-ü-idare eden odur. O halde ona ibadet etmek, kulluk yapmak suretiyle ihtiyaçlarınızı ondan isteyiniz. Amellerinizi, ihtiyaçlarınızı istemek hususunda aracı kılınız. Çünkü «VE-SÎLE» (sebep, araç) âmellerden başkası değildir. [9]
(103) «Gözler, O'nu idrak edemezler. Halbuki O, gözleri idrak eder...»
Bu tefsirin izahı:
«Tefsir alimlerinin cumhuru «idrakin» manâsı; bir şeyin hakikatini tam anlamaktır» diyorlar. Nitekim kalblerin O'nu tanıyıp, fakat aslını anlayamadıkları gibi, gözler de Cenab-ı Hakk'ı görürler fakat O'nun hakikatini kavrayamazlar.
Said bin Müseyyib bu âyetin tefsirinde «Gözler onu ihata edemez (kavrayamaz)n demiştir. İbn Abbas'ta «Yaratıkların gözleri onu ihata etmekten yoruldu» diyor.
Bid'at ehlinden Harici'ler, Mutezile'ler, ve Mürcie'nin [10] bir kısmı bu âyete yapışarak dediler ki: Allah'ın yarattığından hiç kimse Allah'ı göremez. Onu görmek aklen mümkün değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk «gözler onu idrak edemez» buyurdu. Gözün idraki ise, görmekten ibarettir. Çünkü «ben gözümle idrak ettim» ve «ben gözümle gördüm» sözleri arasında bir fark yoktur. Böylece sabit oldu ki «gözler onu idrak etmez»in manâsı, gözler onu görmez demektir. Bu ise, umumu ifade eder.
Ehli sünnetin mezhebi şudur: Mü'minler, kıyamet gününde ve cennette Rablerini görürler. Allah'ın görülmesi aklen mümkündür. Ehli sünnet, mezheblerinin doğruluğuna kitab ve sünnetin sırt sırta vermiş delillerim getirmişlerdir. Sahabenin ve sahabeden sonra gelen ümmet selefinin birleşmesini delil getirmişlerdir. Zira selef Cenab-ı Hakk'm ahirette görülmesi mü'minler için sabittir fikrinde birleşmişlerdir. Cenab-ı Hakk «birtakım yüzler o günde parıl parıl parlıyorlar, Rablerine bakıcıdırlar» [Kıyame: 23] buyuruyor. Bu ayet, mü'minlerin kıyamette Rablerini göreceklerine delâlet eder. Cenab-ı Hakk başka bir âyette «Hayır! Kuşkusuz onlar Rablerinden o gün de mahcubturlar.» [El-Mutaffifin: 15] Perdelidirler, görmezler buyurmuştur.
İmam Şafii, «Bir kavra, ma'siyetten dolayı Allah'ın cemalinden mahcub oldular. [Ma'siyetten maksat küfürdür.'] Böylece sabit oldu ki bir kavim de, taattan ötürü O'nu göreceklerdim dedi. O taat ta imandır.
İmam Malik «Eğer mü'minler kıyamette Rablerini görmesey-diler kâfirleri mahcub olmakla kmamazlardı» diyor.
Cenab-ı Hakk «O kimseler ki iyilik yapmışlardır. Onlar için en güzeli vardır ve daha da fazlası vardır» [Yunus: 26] buyurmuştur. Bu ayetteki «ve fazlası da vardır» tabiri «Allah'ın cemaline bakmak»la tefsir edilmiştir.
Hadisin delillerine gelince: Celil bin Abdullah el-Bûceli der ki: Biz Resûlüllah'ın yamndaydık. Dolunaya baktı. Ve buyurdu:
— Kuşkusuz sizler Rabbinizi şu dolunayı gördüğünüz gibi gözlerinizle göreceksiniz. Onun görülmesinde size zulmedilmeye-cektir. Eğer gücünüz yetiyorsa, güneşin doğuşundan önce ve güneşin batışından önce herhangi bir namazdan geri kalmayınız. Yani güneş doğmazdan ve batmazdan önce sabah ve ikindi namazlarını terketmeyiniz.» Bunları söyledikten sonra Besûl-i Ek* rem:
«Güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbıni teşbih et.» [Kaf: 39] âyetini okudu. Hadisi, Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir. [11]
Ebü-Hüreyre: Bazı kimseler; «Ey Allah'ın Resulü, kıyamet gününde biz Rabbimizi görür müyüz?» diye sordular.
Allah'ın Resulü:
«— Sis dolunayın görülmesinde zulme uğrar mısınız? [Yani görmeme ihtimaliniz var mı?]»
Sahabe:
«— Hayır! Ey Allah'ın Resulü.» Cenab-ı Peygamber:
Önünde bulutlar yoksa güneşi görmekte herhangi bir zarara uğrar mısınız [mani var mı?]
Sahabe:
«— Hayır, ey Allah'ın Resulü!» dediler.
Resûlüllah:
«— Kuşkusuz sizler böylece de Rabbınızı göreceksiniz.» buyurdular.
Hadisi, Ebu Davud ve Tirmizi rivayet ettiler. Fakat Tirmizi'nin rivayetinde «Bir gurup insanlar Resûlüllah'tan sordular» ibaresi ve «Onun önünde herhangi bir bulut olmadığı halde» ibaresi de yoktur.
Ebu-Hüzeyl el-Ukayli der ki:
«— Ey Allah'ın Resulü! Her birimiz kıyamet gününde Rabbını arada hiçbir perde olmaksızın görecek midir?» diye sordum.
Resûlüllah:
«— Evet» dedi.
Ben :
«— Bunun yarattıklarından âyeti, [alameti] nedir?»
Besûlüllah:
«— Ey Eba-Hüzeyl! Hepiniz dolunayı on dördüncü gecesinde önü çıplak ve arada bir perde olmaksızın görmez misiniz?»
Ben:
«— Evet ya Resûlüllah» görürüz dedim.
Resûlüllah:
«İşte Allah daha yücedir. Ay ancak Allah'ın yarattıklarından bir cisimdir. Cenab-ı Hakk en ulu ve en büyüktür» buyurdu.,.
Hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.
Aklî delillere gelince: Ehli sünnet, tefsir konusu olan bu âyetle mü'minlerin kıyamet gününde Rablerini göreceklerine dair delil getirmişlerdir. Bu delilin oluş şekli şöyledir: Cenab-ı Hakk, «Gözler O'nu idrak etmez» diye kendisini övdü. Eğer onun rü'yeti (görülmesi) mümkün olmasaydı bu temeddün (yani bu övme) oluşmazdı. Çünkü «yok» olanla temeddüh (övünme) olamaz. Böylece sabit oldu ki «gözler onu idrak etmez» âyeti övülmeyi ifade ediyor. Bu da, işaret eder ki, Cenab-ı Hakk'ın rü'yeti (görünmesi) mümkündür. Bunun tahkik-i (doğruluğunun araştırılması) şöyledir:
Bir şey, nefsinde (kendisinde, esasında) görünmesi mümkün değil ise, onun görünmemesinde herhangi bir övgü ve medih lâzım gelmez. Herhangi bir ta'zim gerekmez. Ama kendi zatında görünmesi mümkün ise, buna rağmen kendisini göstermezse, bu kudret, onun övülmeye layık olmasına ve azametine delalet eder. Böylece sabit oldu ki, bu âyet Cenab-ı Hakk'm görünmesinin mümkün olduğuna işaret ediyor. Bu sabit olunca, mü'minlerin kıyamette kesinlikle onu göreceklerine kanaat getirmek lâzımdır. Çünkü Musa CAS) O'nu görmeyi istedi. «Göster bana, sana bakayım» [el-Araf: 143] dedi. Bu istek, Allah'ın görülmesinin mümkün olduğuna delalet eder. Çünkü Hz. Musa gibi bir peygamberi zişân mümkün olmayan bir şeyi istemez. Cenab-ı Hakk (celle ve alâ) görülmesini dağın istikrar bulmasına bağlamıştır. «Eğer o yerinde istikrar ederse bundan sonra beni göreceksin.» [el-Araf : 144] Dağın istikrar etmesi ise, mümkündür. Mümküne bağlı olan şey ise, zaten mümkündür.
Mutezile'nin bu âyetin zahirine yapışmasına gelince: Bilmiş ol ki, idrak görünmenin aynısı değildir. Çünkü idrak eşyanın hakikatini kavramaktır. Görünmek ise, şeyi gözle görmektir. Rü'yet (görünmek) bazan idraksiz olur. Nitekim Cenab-ı Hakk, Musa' nın kıssasında «Musa'nın arkadaşları: Kuşkusuz biz idrak olunduk» [Şuarâ: 11] dediler. «Musa, hayır» dedi. Firan'in kavmi ise, Musa'nın kavmini görmüşlerdi. Fakat onları tam idrak etmemişlerdi. Onları idrak eder gibi olmuşlardı. Musa, rü'yetin olmasıyla beraber idraki terkederek «Hayır» dedi. Cenab-ı Hakk ahi-rette idrak olunmaksızın, ve ihata edilmeksizin görülebilir. Çünkü idrak görüneni tam kavramaktır. Hakkında geniş bilgi sahibi olunan da, belirli hududlar kapsamına giren ve cihetleri olandır. Cenab-ı Hakk ise, hudud ve cepheyle sıfatlandırılmaktan uzaktır. Çünkü kadimdir (başlangıcı yoktur), O'nun sonu da yoktur. Buna binaen Cenab-ı Hakk görünür, fakat idrak olunmaz.
Bir kavim «Bu Âyei-i Celile dünyaya mahsustur» demiştir.
îbn Abbas âyetin manasında «dünyada gözler onu idrak etmezler, fakat ahirette görünür» demiştir. Bu görüşe göre idrak ile rü'yet (görülme) arasında fark yoktur.
Alimler bu tahsise Cenab-ı Hakk'ın «birtakım yüzler o gün pa~ rıl parıl parlar, Rablerine bakarlar» [Kıyame: 23] ayeti işaret eder diyorlar. Cenab-ı Hakk'ın «o gün parıl parıl parlarlar» sözü kıyamet günü ile kayıtlıdır. Buna binaen iki âyet arasında cem' mümkün olur. Süddi, «Basar (görme) iki basardır. Muayene basarı ile ilim basandır« diyor. Cenab-ı Hakk'm «basarlar onu idrak etmez» sözü, O âlimlerin ilmiyle idrak olunmaz demektir. Bunun benzeri «ilim yönünden onu ihata etmezler» [Tana: 111] âyetidir. Süddi'nin bu yorumu güzel bir yorumdur. Allah daha iyisini bilir.
«O, gözleri idrak eder» Yani bütün görünenleri görür, bütün müşahede edilenleri müşahede eder. Onların hakikatlannı bilir, özelliklerine vakıftır. O, görenlerin gözleriyle idrak olunmaz, fakat O, gözleri idrak eder. [12]
(103) «O, lâtif ve Hatır (bilen) dir». İbni Abbas bu cümleyi, «Velileri hususunda lâtif dir. Onların hakkında habir (bilgili) dir» dedi.
Zühri, «latifin manâsı, kullarına şefkat gösterendir» dedi.
Bazıları, «Latif bir şeyi sana şefkatle, yumuşaklıkla vardıran demektir» dedi.
Bazıları, «Latifin manâsı, kullarına günâhları unutturur, tâ ki mahcub olmasınlar demektir» dedi. Lütuf kelimesinin kökeni dikkatle eşyaya bakmaktır. Ebu Süleyman el-Hitabî, «lâtif, kullarına yumuşaklık gösteren, onlar bilmedikleri halde onlara lütfeden, onların beklemedikleri halde yaptıklarını onlara kavuşturan, Allah demektir» dedi.
El-Ezherî, «Cenab-ı Hakk'm isimleri arasında «el-lâtif»in manâsı kullarına merhamet ve yumuşaklık gösteren Allah demektir» diyor.
Bazıları «kullarına güçlerinin yetmediğini yüklemediğinden dolayı, lâtiftir. Haketmediklerinden fazlasını onlara vermek yönünden lâtiftir» dedi .Bazıları da «O lâtiftir yani tâat (ibadet iman) anında kullarını över, ma'siyet (günâh, isyan) anında onlardan iyiliğini, ihsanını kesmez» diyor Bazılarına göre «lâtif» o, gözlerle görülmekten incedir, fakat O gözleri görür demektir.»
(104) Size Rabbinizden besair (hüccetler) geldi...» Bu âyetin izahı: t
«besâîr», besire'nin çoğuludur. O, bir şeyi görmeyi gerektiren manâ demektir. Bir şeyi bilmeyi gerektiren işaret demektir. Âyetin manâsı «size içinde beyan ve hidayeti, sapıklıktan ayır-dedebilecek «hüccet»ler, hakkı bâtıldan ayırdedecek «deliller» bulunan Kur'an geldi» demektir.
Bazılarına göre «besâir âyetler ve ispatlardır.»
Bazıları «Ayetler ve deliller, haddi zatında gösterici değildirler.» Ancak onlar kuvvetleriyle görmeyi, onları bilen ve tanıyan, onların hakikatma vakıf olan için gerektiriyor demektir, diyor. Bu âyetler ve hüccetler basiretlerin oluşmasına sebeb olduklarından dolayı onlara «besâir» denilmiştir.
(104) «Artık kim görürse nefsi içindir, kim de körleşirse kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde gözetleyici değilim...»
Bu âyetin izahı:
Kim âyetleri tanıyıp onların vasıtasıyla hakka hidayet o.lur-sa, nefsi için onları tanımıştır ve nefsinin lehinde amel etmiştir. Çünkü menfaati nefsine aittir. Kim ki, körleşip (yani cahil olup) âyetleri tanımazsa, onlarla doğru yolu bulmazsa, onun zararı nefsine aittir. Onun vebali kendisinedir. Çünkü Cenab-ı Hakk, halkından zengindir.
(104) «Ben sisin üzerinizde gözetleyici değilim» sözü, Hz. Muhammed'in dilinden söylenmiştir. Yani Cenab-i Hakk, Peygamberine, böyle söyle. Yani ben sizin gözeticiniz değilim ki, sizin amellerinizi teker teker sayayım ve yaptıklarınızı teker teker tes-bit edeyim. Ben, ancak Rabbınızdan size gönderilen bir peygamberim. Neyle gönderilmişsem onu size tebliğ ederim. Esasen sizi gözetleyici ve koruyucu olan ancak Allah'tır. Allah'a amellerinizden, hallerinizden hiçbir şey gizli değildir.
Bazıları, «Ayetin manası, Allah'ın sizin hakkınızda istediğini, benim defetmeye gücüm yetmez demektir» kanaatmdadır.
Bazıları da, «Sizi koruyucu ve vekil olan bir kimsenin yakalamasıyla imandan ötürü yakalayanıam» demek olduğunu söylüyor. Bu yorum, müşriklerle savaşmayı emreden hüküm gelmezden öncedir. Bu yoruma binaen kılıç âyetleriyle bu âyet mensuh oluyor. Birinci yoruma göre, ayet mensuh değildir. Allah hakikati daha iyi bilir.
(105) «İşte böylece ayetleri evirip çeviririz...» Bu âyetin yorumu:
Biz, bu şekilde âyetleri açıklıyoruz. Her yönden tafsilatım yapıyoruz. Nitekim daha Önce açıklamasını yaptığımız gibi.. [13].
(105) «Tâ ki, 'sen ders okumuşsun' desinler...» Bu. âyetin izahı:
Yani biz âyetleri evirip çeviriyoruz ki, delilleri onları sustursun ve onlar sana «Sen ders okumuşsun» desinler. Bazı tefsirciler «Tâ ki, onlar sana, sen ders okumuşsun demesinler demektir» diyor. Bazıları da, buradaki «LAM' akıbet lam'idır. Bu takdirde âyetin manâsı «Sonuç olarak onların emirleri; Sen başkasının yanında ders okumuşsun, diyeceklerdir» şeklinde oluyor. Yani başkasının yanmda bunu çokça tekrar etmişsin, onun için bunu böyle hıfzetmişsin, ezbere söylüyorsun, diyeceklerdir.
îbni Abbas «Mekkelilere Kur'an-ı okuduğun zaman «Sen bu Kur'an-ı Rum esirlerinden olan Yaser ve Hayrın yanında ders aldıktan sonra bize okuyor ve bu kitab Allah katından gelmiştir, diye iddia ediyorsun desinler diye böyle âyetleri türlü türlü çevirip açıklıyoruz» dedi.
El-Ferra «Âyetin manası; sen bu Kur'an-ı Yahudilerden öğrenmişsin desinler diye âyetleri evirip çeviriyoruz...» tarzında tefsir etmiştir. Bazı kıraatlarda dereste yerine «darestk» okunmuştur. Dareste'nin manâsı başkasıyla müzakere etmek demektir. Yani «onlar, sen bunu kitab ehliyle müzakere etmişsin. Sen onlara okumuşsun onlar sana okumuşlar desinler diye böyle yaptık.» Bazı kıraatlarda şeddesiz «dereste» diye okunmuştur. Bu kıraata göre âyetin manası: Bize okuduğun bu haberler eski haberlerdir. Çürümüşler, eserleri silinip gitmiştir, demek oluyor.
(105) «Ve biz onu bilen bir kavra için açıklayalım diye böyle evirip çevirdik...»
Bu âyetteki «onu» zamiri, Kuran'a racidir. Ayetin manâsı: «Âyetleri, bilen bir kavme açıklamak için evirip çevirdik» demektir.
îbni Abbas, «bu bilen kavimden Allah, dostlarım kastediyor. Doğru yola hidayet ettiği dostlarım...
Bazılarına göre; âyetin manâsı «böylece biz âyetleri evirip çeviriyoruz ki, o âyetler sayesinde bir kavim saîd, (mutlu) başkaları da onun vasıtasıyla şâkî (bahtsız) olsun. Binaenaleyh ondan yüz çeviren ve peygambere «Sen bunu çokça başkasının yanında ders olarak okumuşsun» diyen o şakidir. Kime hak belirirse, kim onların manâlarını anlarsa ve onlarla amel ederse o da saiddir.»
Ebu îshak; onları «Sen bunu ders olarak okumuşsun» demeye sevkeden sebeb, âyetleri onlara okumasıdir. Buradaki «LAM»a, lügat ehli «Seyrurat lamı» diyorlar. Yani emirlerinin sonucu «Sen bunu ders olarak okumuşsun» demeye varsın diye âyetleri evirip çeviriyorsun. îşte bu, onların şekavetine sebeb oldu. Bu Âyet-i Ce-lîlede, Cenab-ı Hakk'ın âyetleri evirip çevirmesi bir kavmin dalâlet . ve şekavetine (bedbahtlığına) bir kavmin de saadet ve hidayetine sebeb kılmasının delili vardır. [14]
(106) «Rabbinden sana vahyolunana uy...
Ayetteki bu hitap Resûl-i Ekreme'dir. Yani «Ey Muhammed! Rabbinin sana vahyinde emrettiğine tâbi ol. O da Kur'an'dır. Kur' an'la amel et. Onu kullarıma tebliğ eyle. «Sen bu Kur'an-ı başkasıyla müzakere etmişsin» veya «başkasından ders okumuşsun» diyenlerin sözüne bakma.
aRabbinden sana vahyolunana uy» âyeti, Resûl-i Ekrem'in kalbine bir teselli veriyor. Üzüntüsünü yok ediyor. O üzüntü «Sen bunu başkasının yanında ders okumuşsun» sözlerinden peydan olmuştu.
Cenab-ı Hakk «Ondan başka ma'bud yoktur» âyetiyle, zatının «birr» «ferd» ve «samed» olduğuna, ortağı olmadığına temas ediyor. Böylece O'na tâat (ibadet, iman) vacib oluyor, taatinin terki caiz olmaz. Cahillerin cehaletinden, yoldan kayanların bâtıl kayışlarından ötürü O'nun taatinden vazgeçilmez. [15]
(106) «Müşriklerden yüz çevir...» Bu âyetin izahı:
Yani hali hazırda yüz çevir. Daimi değil. Eğer manâ bu ise nesh yok. Bazıları da «Onlardan yüz çevirmekten maksat, onlarla savaşmayı bırak» demektir. Bu tefsire binaen savaş âyetiyle bu âyet neshedilmiş oluyor.
(107) «Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdılar...»
Zeccac «Bu âyetin manâsı şudur: «Eğer Allah dileseydi onları mü'min yapacaktı ve onlar şirk koşmayacaklardı.» Bu Âyet-i Celî-le onların şirkinin Allah'ın istemesiyle olduğunun açık bir delilidir. Onlar irade etmiş, Allah da dilemiştir. Mutezile bu manaya muhalefet etti, «Allah hiç kimseden küfür ve şirki irade etmedi» dediler. Fakat âyet onların görüşlerini reddediyor. [16]
(107) «Seni onların üzerinde gözetleyici kılmadık...» Bu âyetin izahı:
Yani «Ey Muhammed! Seni bu müşriklerin üzerine gözetleyici, koruyucu kılmadık ki, sen onların amellerini hıfzedip koruyasın.»
îbni Abbas ve Ata'dan gelen rivayette «Onları bizden (azabımızdan), menedecek bir koruyucu olarak onlar üzerinde seni kılmadık» deniyor. Âyetin manâsı «Sen müşrikleri azabtan korumak için gönderilmemişsin, ancak tebliğ edici olarak gönderilmişsin. Binaenaleyh onlar niçin şirk koşuyorlar diye üzülme, kederlenme. Çünkü o, Allah'ın istemesiyledir.»
(107) «Sen onların üzerinde vekil de değilsin...»
Bu âyetin manâsı:
Onların rızıklarım verecek olan sen değilsin. Onlara galebe çalacak bir diktatör değilsin. Birinci tefsire binaen bu âyet kital ve cihad âyetiyle neshedilmiştir. Fakat İbni Abbas'ın tefsirine göre mensuh değildir.
Sonra Cenab-ı Hakk bunu uluhiyetin birlemesi, rububiyetin tevhidi inancıyla denkleştirdi. İndirdiği nzıkla bedenleri terbiye eden Allah, indirdiği vahiyle de ruhları terbiye eder. Biricik ma-bud odur, O'nun ortağı yoktur. Amellerin karşılığını ancak o verir. Ameller hususunda şefaat ve herhangi bir fedakârlık kabul edilmez. Cenab-ı Hakk bunları peygamberine emrettikten sonra müşriklerden yüz çevirmesini emretti. Yani onların şirk üzerindeki ısrarlarına aldırma. Onların «sen bunu ders okumuşsun, öğrenmişsin» demelerine kulak asma. Çünkü hak daima yükselir. Söz ve amelle, ihlasla ortaya çıktı mı bâtıl ona hiçbir zaman zarar veremez. Bâtılın muzahrafatı, hurafeleri, yalanları O'na hiçbir eksiklik getirmez. Sonra Cenab-ı Hakk, peygamberinin müşriklerden yüz çevirmesini ona kolaylaştırmak için buyurdu: «Eğer Allah isteseydi ortak koşmazdı. Biz seni onların üzerinde bekçi yapmadık. Sen onlara vekil de değilsin...»
Yani Cenab-ı Hakk onların şirk koşmalarını dilemeseydi onlar şirk kusamazlardı. Yani onlar şirk koşmaya niyet etmiş olsalar, böyle bir ihtiyar ve seçeneğe sahib bulunsalar dahi Cenab-ı Hakk dilerse onları ondan vazgeçirir. Fakat Allah'ın kanunu ilâhisi, insanlara fikir ve irade hürriyeti vermek suretiyle cari olmuştur. Yani Cenab-ı Hak dileseydi melekler gibi mü'minleri de fıt-raten itaatkâr yaratabilirdi. Fakat onları hem imana, hem küfre meyyal, hem tevhide hem şirke kabiliyetli, hem tâata hem fa-sıklığa elverişli bir şekilde yaratmıştır. O'nun sünneti ilâhisi, kanunî Rabbanisi onların kendiliklerinden amellerinde seçenek yapsınlar, ilim ve amellerini kesbetmekte seçenekleriyle yürüsünler diye cari olmuştur. Onların bir kısmını hayr, bir kısmını şer kılmıştır. Her ne kadar onların fıtratlarının tamamı hayr olarak yaratılmış ise de. [17]
(108) «Sakın ha, Allah'tan başka taptıkları mabudlarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek Allah'a sövmesinler...»
Bu Âyet-i Celîlenin yorumu: Cenab-ı Hakk, peygamberine daha önceki âyetlerde hem özüyle, hem sözüyle vahyinin tebliğini em-' rettikten sonra, müşriklerin inkârlarına karşılık olarak onlardan yüz çevirmekle, onların vahye tanetmelerini (sövmelerini) sabırla göğüslemekle ve hilimle karşılık vermekle emrettikten sonra bu âyette Allah'ın beşerdeki kanununun şunu iktiza ettiğini açıkladı: Beşer herhangi bir din üzerinde ittifak etmezler. Çünkü istidatları ayrı, anlayış ve fikirdeki dereceleri değişiktir. Ve yine Cenab-ı Hakk, peygamberin vazifesinin tebliğ olduğunu, başkasını hükümlerinin altına almak olmadığını açıkladı. Peygamberler diktatör değil hidayet edicidirler. Binaenaleyh peygamberlere gördükleri vazifeden ötürü, aleyhlerinde yapılan alaylı hareketlerden dolayı daralmamalan uygun düşer. Dinlerine yapılan taandan Ötürü munfail olmamaları (gücenmemeleri) gerekir. Çünkü Cenab-ı Hakk bu hürriyeti insanlara vermiştir. Onları cebren imana getirmeyi irade etmemiştir. Bununla beraber Cenab-ı Hak, mü'minle-re müşriklerin bâtıl mabudlarına küfretmeyi yasakladı. Çünkü onlar bâtıl mabudlarına küfredildiği zaman, Öfkelenirler. Allah'ın hakkında uygun olmayan sözler sarfederler. Sonra Âyet-i Celîle açıkça müşriklerin bâtıl mabudlarına sebbetmeyi (küfretmeyi) yasaklıyor. Çünkü o mabudlar içinde melekler, Hz. Mesih, Hz.Uzeyr gibi zatlar da vardı. Mabudlarına küfretmek, dolayısıyla müşriklere küfretmektir. Nitekim darbımeselde «bineği dövmek, süvarisini, dövmek demektir» denilmiştir. Onların Allah'a küfretmeleri ise, konuşmalarının buna sirayet edeceği demektir. Yani Resûlüllah'a küfredecekler ve «Sana emredene de şöyle olsun» diyecekler. Böylece küfretmeleri bilmedikleri halde, Allah'a gitmiş olacaktır. Oysa onlar bunu bilerek yapmazlar. Çünkü onlar, Cenab-ı Hakk' in varlığını ikrar ve azametini kabul ediyorlar. Onların kanaatla-nna göre putları ancak Allah katında onlara şefaatçi olacaklardır. Bunun için o putlara tapıyorlardı. Böyle olduktan sonra onlar Allah'a nasıl küfrederler? Muhtemel ki Allah'a küfretmeleri dolaylı değil de açık ve direkt bir şekilde olsun. Yani onların mabudları-na küfretmeniz onları bazan Allah'a küfretmeye kadar götürebilir. Müslüman bir kimse dahi bazen şiddetli öfkesinden ötürü küfrü gerektiren konuşmalar yapar.
Rağib el İsfehani, «Onların Allah'a küfretmeleri demek, onlar açıkça Allah'a küfrediyorlar demek değildir. Fakat onlar Allah'ın bahsine dalıyorlar. Bu husustaki mücadelede de gittikçe ileri gidiyorlar. Cenab-ı Hakk'ın münezzeh olduğu bir takım sıfatlan Allah'a yakıştırmaya kalkışıyorlar. Böylece küfretmiş oluyorlar. Zira Bazan küfür ve inad üzerinde ısrar etmek, küfretmek kabul ediliyor. Bu fiili, bir küfretmekdir.» diyor.
Bazı müfessirler, «Allah'a küfretmekten maksad, Resûlüllah-a küfretmektir» diyorlar. Tıpkı şu gelecek âyette olduğu gibi : «Kuşkusuz o kimseler ki sana biat ederler. Onlar ancak Allah'a biat ederler.» [Feth: 10] [18]
tbni Ebi Hatim, Süddi'den rivayet ediyor: Ebu Talib sekera-ta girdiği zaman Kureyşliler: «Haydi Ebu Talibe gidelim, Onun yanına girelim. O, yeğenini bizimle mücadele etmekten yasaklasın. Biz onun ölümünden sonra yeğenini öldürmekten utanıyor ve haya ediyoruz. Zira Araplar, Ebu Talib onu muhafaza ediyordu, öldükten sonra kavmi onu öldürdüler.» diyecektir.
Bunun üzerine Ebu Sufyan, Ebu Cehil, Nadr bin Hars, Halefin oğulları, Umeyye ve Ubey, Akabe bin Ebi Mu'yet, Âmr bin Âs ve Esved bin Buhteri, Ebu Talib'e gittiler:
— Ey Eba Talib! Sen bizim büyüğümüz ve önderimizsin. Mu-hammed bize ve bizim mabudlarımıza eziyyet etti. Biz isteriz- ki, onu çağırasm, bizim mabudlarımızı ağzına almaktan onu menede-sin. Biz de onu mabuduyla başbaşa bırakalım dediler.»
Bunun üzerine Ebu Talib, Resûlüllah'ı çağırdı. Cenab-ı Peygamber geldi. Ebu Talib, Cenab-ı Peygambere:
— İşte bunlar senin kavmin ve amca oğullarındır. Resûl-i Ekrem, Ebu Talib'e:
— Ne istiyorlar? diye sorunca, onlar:
— Biz istiyoruz ki, sen bizi mabudlarımızla, biz de seni mabudunla başbaşa bırakalım.
Ebu Talib:
— Ey Muhammedi Senin kavmin senden insaflı bir şey istediler. Onların bu dileklerini kabul et deyince Resûl-i Ekrem şunu söyledi: [19]
— Bana haber veriniz! Eğer ben size bu sözü verirsem siz de bana bir kelimeyi söylemeyi söz verirmisiniz? O kelimeyi söylediğiniz takdirde bütün Arapları mülklerinizin, (hükümlerinizin) altına almış olursunuz. Ve acemler de, o kelimeden ötürü sizin hükmünüze başeğmiş olacaktır-»
Ebu Cehil:
— Evet, söz veriyoruz. O kelimeyi söyleyeceğiz. Onun on mislini de söyleyeceğiz. O nedir?
Resul'i Ekrem:
«O, Lâilahe illallah! [Allah'dan Başka Mâbud Yoktur] kelimesidir» deyince Kureyşliler bunu demekten çekinip, yüzlerini ekşittiler. Manzarayı gören Ebu Talib:
— Ey Muhammed! Bunun gayrisini onlara teklif et, çünkü senin kavmin bu kelimeden ürkmüştür, dedi.
Cenab-i Peygamber:
— Ey amcam! Ben bu kelimeden başkasını söyleyici değilim. Velevki bana güneşi getirip bir elime bıraksalar bu kelimeden başkasını söylemem.
Kureyşliler:
— Yemin ederiz, sen bizim mabudlarımızın şerrinden emin olacaksın. Yahut Biz de hem sana, hem de sana emredene küfredeceğiz, dediler ve bunun üzerine Cenab-ı Hakk bu Âyet-i Celîleyi indirdi.
İbni Cerir, İbni Munzir ve İbni Merduveyh, İbni Abbas'tan rivayet ettiler. Kureyşliler:
— Ey Muhammed! Ya sen bizim mabudlarımıza küfretmekten sakınacaksın yahut da biz senin Rabbine küfredeceğiz, dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, müslümanlara alenen putlara küfretmeyi yasakladı.
İbni Abbas'tan gelen diğer bir rivayette, Kureyşliler:
«—Siz ve Allah'tan başka tapmakta olduğunuz nesneler cehennem odunlarısınız.» [Enbiya: 98] âyeti nazil olduğu zaman, bu sözü söylediler ve bu sözü söyledikten sonra da «Sakın, Allah' tan başkasına tapanların mabudlarına küfretmeyiniz» âyeti geldi.
Bazı tefsir alimleri buradaki yasaklama, gerçekten davetten (İslama çağırmaktan) küfretmeye geçmek içindir. Yani İslama çağırmayı bırakıp küfretmeye geçmeyiniz. Sanki Cenab-ı Hakk şöyle eliyor:
Kâfirleri dine davet etmeyi, onların dine gelmesi için deliller getirmeyi bırakıp onların tapmakta oldukları mabudlarına küfretmeyiniz. Çünkü küfür etmek delil değildir. Üstelik onları Allah'a küfretmeye sevkeder.
Tefsir alimleri, «Eğer taat, daha fazla bir ma'siyete sirayet etmeye sebeb olursa onu terketmek vacib olur,» diye bu âyetle istidlal etmişlerdir. Çünkü «Şerre sirayet eden serdir» kaidesi vardır. Fakat £>u kaide, kaldırılması mümkün olmayan bir ma'siyetin bulunduğu bir yerde geçerliliğini koruyamaz ve taat etmeyi kap-sayamaz. Bu hususa dikkat etmek gerekir. Bunun için İbni Şirin, içinde erkek ve kadınların bulunduğu bir cenazenin teşyiine katılmamıştır. Hasan Basri, İbni Sirin'e muhalefet ederek buyurmuştur:
— Eğer ma'siyet için taatı terketmiş olursak, bu, bizim dinimizde çok süratli gidecektir. Çünkü aralarında fark vardır.
Şihab, Er Remiz adlı kitabında El-Makdisi'den naklediyor:
Bizim fâkıh'lerin katında sahih şudur ki, «Bir bidatla muka-rindir (beraberdir) diye taleb edilen (istenilen) şey terkedilemez. Meselâ: içinde melahi (eğlence) olan bir davete icabet etmek terkedilemez. Sesli ağlayan bir kadın vardır diye cenaze namazına katılmak terkedilemez. Eğer kişi onu menetmeye kadirse menede-çektir. Aksi takdirde sabr edecektir. Fakat bu da, kişi uyulacak bir çektir. Çünkü önder olan bir kişinin böyle yapması dinde bir ayıp oluşturur. İmam Azam'ın böyle bir hadise ile karşılaştığı, fakat bu durum, onun başından geçtiğinde o, daha önder bir kişi olmadığı» rivayet edilir.
Ebu Mansur'dan naklediliyor: Cenab-i Hakk bizi küfredilme-ye müstahak olana küfretmekten, nehyetmiştir. Acaba, küfredü-meye müstahak olmayana nasıl küfredilir? Halbuki onlarla savaşmayı bize emretmiştir. Tabii ki, onlarla savaştığımız zaman, onlar da bizimle savaşacaktır.. Mü'mini haksız olarak öldürmek de münkerdir. Böylece Resûl-i Ekrem onlara tebliğ yapmak Kur'an-ı okumakla emrolundu. Oysa onlar Kur'an-ı yalanlıyorlardı. Ebu Mensur bunları söyledikten sonra cevab vererek dedi ki:
— Bâtıl mabudlara küfretmek farz değildir, mubahtır. Ama onlarla savaşmak ve İslâmı onlara tebliğ etmek farzdır. Mubah olan, doğurup meydana getireceği neticeden dolayı nehyedilebilir. Ama farz olan —neyi doğurursa doğursun— nehyedilemez. İşte Ebu Hanife bu noktadan ötürü «El kesen bir kimsenin elini kısas olarak bir insanın kesişi, onun ölümüne sebebiyet verirse diyetine zamin olur. Çünkü hakkını ondan alması farz değil mubahtır. Mubahtan doğup, meydana gelen netice ile kişi cezalandırılır. Ama devlet bunu yaparsa zamin olmaz. Çünkü cezaları tatbik etmek devlete farzdır. Farzdan doğup meydana gelenle o muaheze edilemez [20]
Bu Âyet-i Celîle aynı zamanda işaret ediyor ki, kâfirleri İs-lâmdan ürkütüp uzaklaştıran muameleyi onlara karşı yapmamak gerekiyor. Nitekim Cenab-ı Hakk başka bir âyette Musa ve Harun kullarına «Ona (Firavuna yumuşak bir söz söyleyiniz. Umulur ki, o hatırlar veya korkar.» [Taha : 44] buyurmuştur. [21]
(108) «Her ümmete böylece amellerini süslemişizdir...» Bu âyetin tefsiri:
Müşrikleri, Allah'tan başka tapmakta oldukları putları için icabında canlarını feda etmeye kadar götüren, ve onlara güzel görünen inançlar ister küfürden, ister imandan, ister serden, isterse hayırdan olsun her ümmetin amellerini süslü göstermişizdir. Çünkü, beşerin tabiatında, yaptığının herkesçe güzel görülmesi ve süslü-püslü müşahede edilmesi arzusunu yaratmak Allah'ın âdetidir. İster, o üzerinde olduğu haslet atalarından gelsin, ister kendiliklerinden onu icad etmiş olsunlar, onlara nisbet edildi mi, onlara süslü görünüyor. İster taklitten ister cehaletten, ister ilim ve delilden ileri gelsin fark yoktur. Allah'ın âdeti bu şekilde cereyan etmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, bu süslü görünmek, onlann ihtiyari amellerinin bir eseridir. Cebir ve zorla yaptırmak yoktur.
Manâsı: Cenab-ı Hakk ümmetlerden bazılarının kalblerinde kâfirliği ve şerri tezyin etmeyi, bazılarının kalbinde imanı ve hayrı süslü görmeyi yaratmıştır. Onların ihtiyarlarından ve amellerinden hiçbirisi yoktur ki küfür veya imanlarına kaynak olsun» demek değildir. Eğer böyle olsaydı iman ile küfür, hayr ile şer, yaradılışın icablanndan olurlardı. Böyle bir yaradılıştan dönmeye insanları çağırmak da, o vakit, manâsız olurdu. O vakit Cenab-ı Hakk, Peygamberleri göndermek, kitablan indirmek suretiyle manasız bir iş haşa yapmış olurdu. Peygamberlerin didinmeleri, . akıllı insanların çabaları ve edib insanların çağrıları o vakit faydasız olurdu.
Hülâsa: ümmetlere, amellerinin süslü gösterilmesi, Cenab-ı Hakkın âdetlerinden biridir. Bu hususa ameller, adetler, aba ve ecdaddan gelen ve sonradan icad edilen ahlâkların hepsi dahildir.
Tabii amelleri ihtiyar ve seçenekleriyle oluşmuştur. Onların amelleridir. ..
(108) «Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O vakit kendilerine ne yapıyor olduklarını haber verecektir...»
Bu Âyet-i Celîle haşri ispat eden âyetlerdendir. Yani sonunda insanlar Ömürlerinin sahibi olan Eablerine dönüş yapacaklardır. Ölümden sonra Mahşer'de varacakları nokta Allah'ın katıdır. Zira ondan başka Rab yoktur. İşte o zaman, Allah onlara dünyada ister hayr, ister şer olsun yaptıklarını teker teker haber verecek ve ondan ötürü de onlara mükâfat veya cezayı tatbik edecektir. Onlar neye müstahak iseler onu, onlara verecektir. Ve onları bilicidir. [22]
(109) «Müşrikler kuvvetli olarak Allah'a yemin ettiler ki eğer kendilerine istedhcleri tarzda bir âyet gelirse, kesinlikle ona iman edeceklerdir...»
Bu Ayet-i Celîle, şunu ifade ediyor: O inatçı müşrikler, en kuvvetli ve en şiddetli yeminlerle, mübalağalı bir tarzda «Eğer kevni olan âyetlerden onlara bir âyet gelirse (yani bir mucizeyi görürlerse) o mucizenin Allah katından geldiğine ve onu izhar etmeye sebeb olan Resûlüllah'm da Allah'ın Resulü olduğuna iman edeceklerine yemin ediyorlar!..» Bu Âyet-i Celile müşriklerin inatta son merhaleye, son noktaya vardıklarına işaret ediyorlar. Çünkü onlar âyetlerin çeşidinden olan mucizeleri âdeta görmüyorlar gibi olmuşlardı. Ve bundan ötürü de başka bir mucize isteyip dururlardı. Onların mucize istemekteki gayeleri, iman etmek değil tahakküm ve mübalağa etmekti. Açıklayıcı âyetlere itibar etmediklerini izhar ediyorlardı.
«Ey Resulüm! Sen onlara de ki: «Ayetler ancak Allah'ın ka-tındadırlar. O âyetleri göndermeye ancak Allah kadirdir. O âyetlerde tasarruf etmek ancak Allah'ın yetkisindedir. Dilediğine onlan verir. Dilediğinden, hikmet ve kazasıyla onları meneder.» Başka bir Âyet-i Celîlede Cenab-ı Hakk:
«Hiçbir peygamber Allah'ın izni olmadan herhangi bir âyeti getirmeye yetkili değildir.» [Rad : 38] buyuruyor. O halde, Hz. Mu-hammed'e de hasımların istek ve talebleri üzerine Allah'ın izni olmadan bir âyet getirme yetkisi verilmemiştir.
Bu âyete göre
Kureyşliler, Resûl-i Ekrem'den bir takım mucizeler istediler. Cenab-ı
Peygamber (SA) onlara dedi ki:
— Eğer sizin söylediklerinizin bir kısmını yaparsam, beni tasdik edecek misiniz?
- Onlar:
— Evet, seni tasdik edeceğiz. Ve de onu yaparsan hepimiz bir-$1 ,den sana iman edeceğiz» diye yemin ettiler. Bunun üzerine müs-
lümanlardan bazıları Resûl-i Ekrem'e onları imana getirmek maksadıyla bu istediklerini indirtip, onlara getir dediler. Cenab-ı Peygamber onların isteklerinin verilmesi için dua etmek üzereyken bu
Âyet-i Celîle nazil oldu.
İbni Cerir, Muhammed bin Kâab el Kurazi'den rivayet ediyor:
Resûl-i Ekrem Kureyşlilerle konuştu. Onlar:'
— Ey Muhammedi Sen
bize; Musa'nın beraberinde bir asa vardı. Onunla taşa vuruyor, taştan pınarlar
fışkınyordu. İsâ ölüleri diriltiyordu. Semud kavminin bir devesi vardı
diyorsun. O halde sen de bu mucizelerin bir kısmını getir, tâ ki seni tasdik
edelim diye teklifte bulununca, Cenab-ı Peygamber (SA):
Size neyi getirmemi istiyorsunuz? diye sordu.
Kureyşliler:
— Bizim için Sefa tepesini altına çevireceksin. Cenab-ı Peygamber:
— Eğer bunu yaparsam beni tasdik edecek misiniz? Kureyşliler:
— Evet.' Allah'a yemin ederiz; eğer onu yaparsan kesinlikle sana tâbi oluruz dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem kalktı, duaya başladı. Bu esnada Cebrail (AS) Resûlüllah'a gelip dedi:
— Kuşkusuz eğer dilersen Safa tepesi altın olacaktır. Eğer buna rağmen onlar iman etmezse Cenab-ı Hakk, şiddetle onları azaba duçar edecektir. Ve köklerini kesecek ve hürriyetlerinin ya-şamayacağî şekilde onları cezalandıracaktır.. Eğer dilersen tevbe edenleri (etmeye kabiliyetli olanları) tevbe edip dönüş yapıncaya kadar onları kendi hallerine bırak.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:
— Onların, tevbe etmeye müsait olanlarını tevbe edinceye kadar bırakıyorum dedi ve Cenab-ı Hak da şu âyeti indirdi: [23]
(109) «Siz farkında değilsiniz. O âyet geldiği vakitte de iman etmeyecekler...»
Bu Âyet-i Celîle, Kureyşliler imana gelsin diye Resûl-i Ekrem' in bir mucize getirmesi için temennide bulunan mü'minlere hitaptır. Resûl-i Ekrem de bu mü'minlere dahildi. Çünkü duaya yönelmesi bu işe istekli olduğunu belirtiyordu.
Ayetin manâsı, «Bu emri bilmeye sizi götürecek hiçbir güç yoktur. Bu gaybi bir emirdir. Bunu ancak gayiblerin alimi olan Allah bilir. O gayb da şudur ki, onlar o mucize gelse de iman etmeyeceklerdir.»
(110) «Biz onların kalblerini ve gözlerini gerçeği anlayıp görmekten çeviririz...»
Kalbler ve gözlerin çevrilmesinden maksat, onlara manevî mühür vurmak, onları kapatmaktır. Âyetin manâsı, onların hakkı idrak etmekten, kalblerini görmekten gözlerini çevirdiğimizi, dolayısıyla görmediklerini size bildiren nedir? Bu takdirde onların halleri, ilk durumları gibi olur. Yani iman etmemek hususunda ısrar edeceklerdir. İlk etapta onlara gelen âyetlere karşı nasıl dav-ranmışsalar, o istedikleri mucize gelse de aynı davranış içerisinde olacaklardır. Bu âyetin benzeri şu âyettir -:
«Eğer onların üzerinde gökten bir kapı açsaydık, onlar da oradan göğe çıkmış olsaydılar kesinlikle diyecekleri: Ancak bizim gözlerimiz karardı. Belki biz, sihir edilmiş (sihre uğramış bir kavimiz.)) [El-Hicr: 14]
Yani Kur'an'ın getirmiş olduğu aklî deliller ve ilmî burhanlarla ikna olmayıp, iman etmeyen kimseler, hissî mucizeleri gözleriyle görseler de yine iman etmeyecekler ve «gözlerimiz bizi kandırıyor.)) Veya «gözlerimize bir şey isabet etti. Gözlerimiz ancak hayali suretler görüyor.» Veya «yapılmış bir sihir var ortada» diyeceklerdir. Peygamberlere karşılık verip mukabele eden ilk milletlerin âdeti budur ve Kureyşliler de aynı âdeti takib edeceklerdir. [24]
(110) «Onları, azgınlıkları içinde dalıp gider halde bırakırız...»
Bu Âyet-i Celiledeki «ya'mehun» «a'meh» kökünden gelir. A'meh, bir emir hakkında şaşkın bir şekilde tereddüt etmektir. Tuğyan kelimesi hududu aşmak demektir.
Yani Cenab-i Hakk buyuruyor ki: «Biz onları küfür ve isyanda hududu aştıkları halde bırakırız. Onlar şaşkın şaşkın dinlediklerinin ve gördüklerinin arasında bocalayıp duracaklardır. Nefislerine «Acaba bu açık bir hakikat mıdır? Yoksa bakanların gözünü aldatan bir sihir midir? Acaba hakka tabi olmak mı daha kuvvetlidir veya mukabele ve cedel etmek mi, ona tâbi olmaktan yüz çevirmek mi daha kuvvetlidir» diyeceklerdir. Cenab-ı Hakk, «Biz onları tuğyanlarında şaşkın şaşkın dolaştıkları halde bırakıyoruz» dedi. Yani fiili kendi nefsine isnad etti. Bu, musebbebleri sebeblere bağlamaktaki adetullahın hikmetinin açıklaması içindir. Kâfirliğin son noktası olan tuğyan içinde onların yerleşmeleri ve bu tür isyana dalmaları kalblerinin evirilip çevirümesine ve gözlerinin görmemesine sebebtir. Bu sebebten ötürü kalbler artık idrak etmez, gözler görmez [25]
Yedinci cüzün tefsiri Allah'ın izniyle burada bitti... [26]
(111) «Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de kendileriyle konuşsaydı, bütün varlıkları karşılarında toplayarak senin doğruluğuna şahid ve kefil gösterseydik Allah dilemedikçe yine şüphe yok ki iman edecek değillerdi. Fakat onların çoğu bilmezler.»
(112) «Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarından bir düşman yaptık. O şeytanlar aldatmak için, birbirlerine lafın yaldızlısını telkin ederler. Eğer Rabbin dikseydi onlar bunu yapamazlardı. Öyle ise onlan iftiralarıyla başbaşa bırak.»
(113) «Bir de, ahirete inanmayanların kalbleri ona meyletsin de ondan hoşlansınlar ve yüklenmekte olduklarını yüklene dursunlar diye [bunu yaparlar].
(114) «Allah'tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa o size kitabı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine kitab verdiklerimiz bunun tartışmasız, hak olarak Rabbinden indirilmiş olduğunu bilmektedirler. O halde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma.»
(115) «Rabbinin kelimesi [sözü] doğruluk ve adaletle la-mamlandı. O'nun kelime [söz]lerini değiştirebilecek yoktur. O, işiten ve bilendir.»
(116) «Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar. Ve onlar ancak yalan söylerler.»
(117) «Doğrusu Rabbin, yolundan kimin saptığını daha iyi bilir. Doğru yolda olanları da en iyi O bilir.»
(118) «Eğer onun ayetlerine inanıyorsanız artık üzerinde yalnızca Allah'ın ismi anılanlardan yiyin.» [27]
(111) «Gerçek şudur ki, eğer onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi de karşılarına toplasaydık Allah dilemedikçe yine onlar inanmayacaklardı,.,))
Bu Âyet-i Celîle, (8.) sekizinci cüz'ün birinci âyetidir. Cenab-i Hakk, «onların istedikleri şekilde dilediklerini verseydik yine de, onlar iman etmezlerdi» buyuruyor. Âyette Geçen kübülen kelimesi «kabihnn çoğuludur. Onlara müjde olarak verilene ve onlara korku olarak belirtilene kefil olarak her şeyi toplasaydık, demektir.
Bazı tefsir alimlerine göre, Kübülen kabile manâsında-dır ve kabil'in çoğuludur. Yani her şeyi kabile kabile, (cemaat, cemaat) toplasaydık onlar yine de iman etmezlerdi. Ancak Allah onların iman etmelerini isteseydi o zaman iman ederlerdi. [28]
Bu Âyet-i Celîle, bütün şeylerin hatta iman ile küfrün dahi Allah'ın isteğiyle olduğuna işaret eder. Yani Cenab-i Hakk istemezse, küfrü İsrarla isteyen bir kimse kâfir olamaz. Allah istemezse, imanı kendi ihtiyarıyla isteyen bir kimse iman edemez. Ancak Cenab-i Hakk, insanları serbest, muhayyer ve seçenek sahibi olarak yaratmıştır. Neyi dilerse, Cenab-ı Hakk ona engel olabilir. Fakat engel olmaz. Onların dileklerini kendilerine verir.
Müşriklerin Resûl-i Ekrem'den istedikleri şeylerin bir kısm konuşucuydu, bir kısmı da cemadattandı. Eğer Cenab-i Hak onların bütün isteklerini dile getirip senin hak peygamber olduğuna dair onlara şahitlik ettirirse yine de Allah'ın dilediğinin ötesinde kimse iman etmez. Böylece. Cenab-ı Hakk imanın onların zannettikleri gibi değil de, Allah'ın isteğiyle olduğunu haber veriyor.
İbni Abbas, «Onlar şekavet (şer) ehli olduklarından ötürü iman etmezler. Ancak Allah'ın iman etmelerini dilediği saadet ehli müstesnadır. Bunların da Allah'ın ilminde imana girecekleri-geçmiştir.» dedi.
Ayetteki istisna, durumların en genelinden olan bir istisnadır. Yani onlar hiçbir halde iman etmezler. Ancak Allah'ın istemesiyle iman ederler. Bazı mufessirler «Buradaki- istisna, istisnai munkat'ıdır» [29] diyorlar [30]
Bu âyet, Mutezile'nin aleyhinde açık bir delildir. Âyetin izahı: Fakat onların çoğu cehalet içerisinde kıvranıyorlar, «onlara bütün âyetleri getirirsen yine iman etmezler. Bilgisizliklerinden dolayı varkuvvetleriyle yemin ederler.» demektir. Âyetin manâsı; «Müslümanların çoğu, onların iman etmeyeceklerini bilmezler. Onların iman etmeleri için, bir mucizenin inmesini temenni ederler,» demektir.
Yani imanın Allah'ın isteğine bağlı olduğunu bilmezler. Sanırlar ki, iman onların elindedir. İstedikleri zaman iman ederler, istedikleri zaman küfre kayarlar. Oysa durum hiç de böyle değildir, îman ve küfür, Allah'ın istemesiyledir. Allah, imanı kimin için isterse, o iman eder. Kimin için küfrü isterse, o kâfir olur.
Bu âyet, ehli sünnetin ((bütün eşya Allah'ın istemesiyledir» dediklerinin delilidir.
Kaderiyye ve Mutezile guruplarının aleyhinde, daha önce belirttiğimiz gibi bu ayet açık bir delildir. Onlar, «Cenab-ı Hakk, bütün kâfirlerden iman etmelerini istemiştir» diyorlar.
Eğer «onların çobandaki zamir, müşriklere raci ise ki en kuvvetli ihtimal de budu o vakit bütün müşrikler kastedilmiştir. Fakat Velid bin Muğire, El Mahzunu, Âs bin Vail es Sehmi, Esved bin Abdi Yağus ez Zuhri, Esved bin Mutallib, Haris bin Hanzele gibi özellikle Resûlüllah ile istihza eden bazı kimseler de imâ edilmiştir. Bunlar Kureyş'in en cahili, ResûlUUah'ın hidayet tavsiyesine en katı bir şekilde karşı koyanlar idi. [31]
(112) «Böylece her peygambere insan ve cin şeytanlarından bir düşman yaptık...»
Bu Âyet-i Celile Resûlüllah'a bir tesellidir. Yani sadece müşrik ve kâfirler sana düşmanlık yapıyor değildir. Senden önceki peygamberlere de karşı çıkanlar olmuştur. Nasıl ki, bu müşrikler ve izleyenleri sana düşman kıldık ise, senden önce gelen her peygambere de insan ve cinlerin şeytanlarından düşmanlar yaptık.
Bu Âyet-i Celîle, şeytanların iki kısım olduğunu, birinin insanlardan, Öbürünün cinlerden bulunduğunu açıkça belirtmektedir. İnsan ve cin şeytanlarından maksat, peygamberin düşmam olan kimselerdir.
İkrime ve Süddi «İnsan şeytanlarından maksad, vesveselerle insanları saptıran kimselerdir. Cin şeytanlarından maksad, cinleri vesveseye kaptırıp hak yoldan ayırmaya, sebeb olan kimselerdir. Halbuki bütün cinler İblisin evlatlarıdır. İnsanlar içinde gerçek manâda şeytan yoktur. Ama şeytan vazifesini görenlere şeytan denilmiştir» dediler. Fakat bu tefsir batıldır. Bâtıl oluşunun delili, de «onlar şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında biz sizinle beraberiz derler.» [Bakara : 14] âyetidir. Doğrusu, Mücahid, Katade ve Hasan Basri'den gelen rivayet şöyledir:
— insanlardan da cinlerden de şeytanlar vardır.
îbni Cerir bu tefsiri tercih etmiştir. Ebu Zer'in merfu olan hadisini delil getirmiştir. O hadis şudur: Resûl-i Ekrem namazdan sonra yüzünü Ebu Zer'e çevirdi ve :
— Ey Ebu Zer! Sen cin ve insan şeytanlarının şerrinden Allah'a sığındın mı?
Ebu Zer:
— Ey Allah'ın Resulü! İnsanların da şeytanları var mıdır?
Resûl-i Ekrem:
— «Evet» cevabını verdi.
İbni Abbas:
«Her sapığa ve haktan yüz çeviren cin ve insana şeytan denilir» diyor. En güzel tefsir de budur. Allah tarafından her peygamber için insan ve cinlerden düşman kılınmasının manâsı; Cenab-ı Hakkın yaratıklar hususundaki âdeti ilâhisi böyle cari olmuştur demektir. Fasık, haktan uzaklaşan, hakkı kabul etmeyen, iyilikten yüz çeviren, kibir, inad ve ahmaklıklarından vazgeçmeyen kimseler daima; insanları, hakka ve iyiliğe çağıran peygamberlere düşman olmuşlardır. Peygamberlerin varisleri olan alimlere karşı çıkmışlardır. Peygamberlerin yolunda yürüyenlere, onun tebliğini yaymaya çalışanlara şiddetli düşman kesilmişlerdir. Zıtlann durumu zaten böyledir. Menfî ve müsbet daima birbirine terstir. Birisi öbürünün aksini iddia eder, aksine çağırır. Eğer birisi hayra ve haklı olana yönelirse, diğeri düşmanlığa bâtıla ve şerli olana yönelir. Çünkü şerli insan muhalifinin hayır üzerinde olduğunu bilse dahi her vesile ile ona eziyet vermek ister. Fakat bu âyetten «her bâtıl sahibi, ille de hak sahibine düşman olacaktır» şeklinde bir kaide çıkmaz. Ancak bâtıl sahihlerinden serkeş mütekebbir, şehvetli, önderliğe meraklı ve israf içerisinde kıvranmayı isteyen kimseler haklıların karşısına çıkıyorlar. Peygamberlere iman etmeyen her kâfir, onlara düşmanlık yapmaya, onlara eziyet vermeye, insanları onlardan uzaklaştırmaya çalışmamıştır. Belki peygamberlere düşmanlık yapanlar âsi, inatçı, içtimai (sosyal) mevkiin zedelenmesinden korkan ve dünya hayatının lüksünden, israfından kendisini kurtaramayan kimselerdir. İşte ister şeytanların cinsinden olsun, ister kâfir olan cinlerin cinsinden olsun yeryüzünü ifsad eden şeytanlar onlar.dır. Kötü insanların iyi insanlara veya kötülerin iyilere muhalefet etmesinin hikmetini, içtimaiyat alimleri (sosyologlar) şu şekilde belirtmişlerdir: Karşılıklı şeylerin arasındaki yaşam kavgası, cihad ve tabiat seçeneği diye tabir ettikleri tasfiye ve arıtmaya götürür. Sonunda hakkın bâtıla galib gelmesini, en uygunun kalmasını diğerinin silinmesini gerektirir. Cenab-ı Hakk bu durumu Raad sûresinde şöyle ifade buyuruyor:
«Allah gökten bir su indirdi de vadiler kendi miktarlarınca sel oldu. Sel de yüze vuran bir köpük yüklendi. Bir süs ya da bir meta sağlamak için ateşte üzerine yakıp erittikleri şeyler (madenler) den de bunun gibi bir köpük (posa) vardı. İşte Allah hak ile bâtıla böyle bir örnek verir. Köpüğe gelince, o atılır, gider. İnsanlara yarar sağlayacak şey ise yeryüzünde kalır. İşte Allah böylece örnekler vermektedir.» [Er-Ra'd : 17] [32]
Öyle ise dünya hayatı cihadtır. Onda ancak sabreden mücahid-ler olgunluğa erer ve sevab alırlar. Dünyada ahiret için yapılan amel de böyledir. İşte Âyet-i Celîje:
«Sizden öncekilerin başına gelenlerin sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamberler ve onunla beraber iman edenler, Allah'ın yardımı ne zaman diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. îyi bilin ki, Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır.» [El-Bakara : 214]
Fakat ehli hakikattan dahi birçok kimse bu yüce hikmet karşısında bazan gaflete düşüyorlar. Onlara bunu hatırlattığın zaman, onu nefislerine tatbik etmekte şüpheye giriyorlar. Nitekim daha önce de birçok Müslümanlar bu hususta şüphe edip dünyada mağ-lûb olmalarının sebebine bir çıkar yol bulamadılar. Zannedilir ki, Allah'ın yardımı için Müslüman ismini almak kâfidir. Bu ismi aldıktan sonra ister Allah'ın dinine muhalefet edilsin, ister zülm, fısk ve inkâra kapılsın bir sakınca yoktur zanmna kapılırlar. Oysa bu zann Allah'ın var olma hakkındaki kanunlarına muhalefettir. Bu var olma kanunları, ancak tam istidada (yeteneğe) bağlıdır. Nitekim Cenab-ı Hakk «Gücünüz yettiği kadar kuvvetten onlar için hazırlayınız» [Enfal: 60] buyurmuştur. Başka bir âyette: «Sakın ha birbirinizle çekişmeyin. Dağılırsınız, kuvvetiniz gider.» [Enfal: 46] buyurulmuştur. Müslümanlar bu emir ve yasaklardan hiçbirisini yapmamışlardır. Tam tersini yapmışlar, bir de niçin mağlûb olduklarını araştırıp durmaktadırlar.
(112) Aldatmak için o şeytanlar birbirlerine cazip sözler fısıldarlar. Bu şeytanlar, ahirete inanmayanların kalbleri o sözlere yönetsin, ondan hoşnud olsun ve kendilerinin işledikleri suçların işlenmeleri sağlansın diye böyle yaparlar.»
Bu âyetin izahı: Yani bazıları diğerlerine süslü, üstü güzel içi çirkinliklerle dolu sözler söylerler. Zannederler ki bu, onların çirkinliklerini kapatacak, bâtıllarını düzeltecektir.
Bu Âyet-i Celîledeki vahyi terimi, işaret terimi gibi şeyleri gizli yoldan haber vermek demektir. «Zuhruf» kelimesi yeryüzündeki çiçekler gibi süs, ziynet ve kelamda (konuşmada) hayal gücü vermek demektir. Dinleyeni hakikatlardan hayallere doğru kaydınp götürmek demektir. Ğurur ise, aldanmanın bir çeşididir. «Gurre» veya «Garare» kelimesinden alınmıştır. İkisi de gaflet, ahmaklık ve tecrübesizlik anlamına gelir. Bu aldatmanın ilk misali, ilk şeytanın ilk insan olan babamız Âdem ve onun zevcesi Havva'ya yapmış olduğu aldatmacadır. Allah tarafından denenmek maksadıyla yasak edilen ağaçtan yemeleri için onlara süslü-püslü kelimeler sarfetti. «Bu ebediyet ağacıdır. Çürümez bir mülktür. Yani bundan yiyen ölmez. Ve ben size nasihat ediciyim» diye onlara yemin etti. Onları gurur ile anlattı ve Hz. Adem'le Havva'yı böylece aldattı.
Bu gururun diğer bir misali de, insan veya cin şeytanları, kötülükleri geçici lezzetlerinden ötürü, âsi kimselere süslü-püslü olarak gösterirler. Sözde hürriyetlerine engel olan kayıtlardan onları kurtarmak istiyormuş gibi çabalayıp dururlar. Allah'ın rahmet ve mağfiretinin sınırsız oluşunu onlara telkin ederler. «Kefaretler vardır, kıyamette şefaat vardır» şeklinde âsileri aldatarak isyana sevkederler. Nitekim insan şeytanlarından birisi şu şiirleri söylüyor:
«Gücün yettiği kadar hatalardan fazlasını yap. Kuşkusuz sen çok affedici bir Rabb'ı bulacaksın. Yapmadığın hatalardan ötürü o zaman iki elinin parmaklarını ısıracaksın.
Ateş korkusundan, bırakmış olduğun sevinçlerden dolayı eyvah diyeceksin.» [33]
İşte bu söz zuhruf (bâtıl) dur. Yaşadığımız on beşinci asra tekabül eden yirminci asrın şeytanları katında bu söz daha büyük ve daha çok yüksek oranda vardır. Nice kitleler, nice milletler bu asırda bu kabil kuruntularla aldatılmaktadırlar. İnsanlar nice yerlerde Allah'tan uzaklaştırılmak suretiyle «Hürriyete kavuştunuz» hayaline kaptırılır felâketi saadet olarak görür. İsim değiştirerek en çirkin şeyleri şirin göstermek suretiyle nice insanlar kurban olup gitmektedirler. Gerçek mü'minlere gelince, onlar sadece bir defa böyle aldatilabilirler. Çünkü hadisi şerifte «Mü'min bir delikten iki defa sokulmaz» buyurulmuştur. Bu şekilde iki defa al-dahan bir insan kalbini yoklamalıdır. Amellerine bakmalıdır.
(112) «[Ey Habibim!] Rabbın dileseydi bunu yapmazlardı...» Bu cümlenin izahı: Yani Rabbin onların bu aldatmalarını önlemek isteseydi, onlar bunu yapamazlardı. Fakat Cenab-i Hakk yaratılışı ve yaratılıştaki kanununu bozmak ve halkı nefislerinin kendilerine süslü olarak göstermekte olduğunun aksine zorla götürmek istemiyor. İnsan ve cinin her birisini hakkı ve bâtılı, hayrı ve şerri kabul etmeye uygun olarak yarattı. îki yola da gitmek hususunda onları seçenek sahibi kıldı. Nitekim Cenab-ı Hakk insanlar hakkında:
«Ona iki yol gösterdik» [Beled : 10] buyurmaktadır. Şeytanların insanları aldatmalarından birisi de, bu hâkim ve yüce âyeti tahrif ederek cebr manasına almalarıdır. Derler ki: «Kuşkusuz her âsî, mazurdur. Çünkü ancak Allah'ın istemesiyle isyan etmiştir, O istekten hiç kimse dışarı çıkamaz.»
Fakat onlara verilen cevab bu sure-i celilenin şu âyetinde gelmektedir:
«Şirke girenler, diyecekler ki, eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık. Bizim ecdadımız da şirk koşmazdı ve herhangi bir şeyden mahrum kalmazdı. İşte böylece onlardan öncekiler de yalan söylediler. Tâ ki bizim şiddetimizi (azabımızı) tadıncaya kadar. Ey Habîbim! De ki: Sizin katınızda bu hususta bir bilgi var mıdır? Bu bilgiyi bize çıkarıp gösteriniz. Siz ancak zanna tabii olursunuz. Siz ancak yalan söylemiş olursunuz.» [el-En'am: 148].
Binaenaleyh Cenab-ı Hakkın dilemesinden ötürü hiçbir kimse için mazeret yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk onların yaptıklarının mecburî olmasını dilemedi. Allah iyiyi ve kötüyü yarattı. Fakat onlar kendi seçenekleriyle istediklerini yaparlar. Onlar çoğu kez başkasına karşı hak üzerinde olduklarını iddia edip dururlar. Hata üzerinde olduklarını ikrar ettikleri zaman, «Allah bu hatayı istemiş ki biz işliyoruz (!) diye işin içerisinden sıyrılmaya çalışırlar.
(112) «Onları yalanlarıyla başbaşa bırak...» Bu cümlenin tefsiri:
Yani onların kendiliklerinden icad ettikleri ve halkı haktan çevirmek için uydurdukları yalanlarıyla başbaşa bırak. Zorla onları imana getirmek senin vazifen değildir. Senin vazifen ancak tebliğdir. Hesap görme ve cezayı tatbik etme bizim vazifemizdir. Sonuç (zafer), Allah'tan korkanlarındır. Böyle düşünen kimseler hakkında gelecek bir zamanda sana âdetimizi göstereceğiz.
Cenab-ı Hakk, bunu, Kur'an'la istihza edenlerin hakkında tatbik etti. Ebu Cehil ve benzerlerini Bedir, Uhud, Huneyn ve Mekke fethi gibi çeşitli gazalarda imha etti. Kulu ve elçisi Hz. Muham-med'e yardım ederek, O'nun ordusunu şerefli kıldı. Cenab-ı Hakk kime yardım etmeyi dilerse, böylece yardım eder. Bâtıl uğruna kavga edenlere, dünyanın geçici böbürlenmelerine talib olanlara gelince, Allah'ın sünnetleri (kanunlan) hesabıyla onlar cezalara çarptırılacaktır.
Bu Âyet-i Celilenin özeti şöyledir: İnsan ve cinlerden olan şeytanların manâsında tefsir alimleri ihtilaf ederek iki guruba ayrılmışlardır. Bir guruba göre; insan ve cin şeytanlarından maksad, cinler ve insanlardan hakkı aşıp bâtıla dalan kimselerdir. Bu, İbni Abbas'ın tefsiridir. Ata rivayet etmiştir. Mücahid'in, Katade'nin de tefsiridir. Onlar, «insan şeytanları isyan etmek hususunda cin şeytanlarından daha şiddetlidirler» dedi. Çünkü cin şeytanı âciz kalıp salih bir müslümaru yoldan çıkarmakta çaresiz olduğu zaman, insan şeytanını onu yoldan çıkarmaya yarcUm etmeye çağırıyor. Bu tefsir, daha önce de belirttiğimiz gibi Ebu Zer Gifari'den gelen hadisle teyid edilmektedir. Beğâvi senetsiz olarak bunu zikretmektedir. Fakat Taberi senedini de belirtmektedir.
Malik bin Dinar, «îman şeytanı, cin şeytanından daha şiddetlidir. Çünkü sen Allah'a sığındığın zaman, cin şeytanı gider, insan şeytanı gelir ve seni günaha teşvik eder.» diyor.
İkinci görüş; bütün şeytanların İblis soyundan olduğunu belirtiyor. Fakat insanlara şeytanların izafe edilmesi, insanları yoldan çıkarmaları ve azıtmaları manasına geliyor. Bu görüş, İkrime' nin, Dehhak'm, Kelbi'nin, Süddi'nin tefsiridir. Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi zayıftır. Bir rivayete göre İbni Abbas'tan da gelmiştir.
Onlar «insan şeytanlarından maksat, insanla beraber olan şeytanlardır. Cin şeytanlarından maksat, cinle beraber olan şeytanlardır» diyor. Çünkü, «İblis ordusunu ikiye ayırdı: Bir gurubunu cinlere, diğer gurubunu da insanlara gönderdi. İkisi de şeytandırlar. Birisi cinlerle, ikincisi insanlarladır. Yani insanları azıtır ve sapıtırlar. İki gurup ta, Resûlüllah'ın ve yolundan giden mü'min-lerin düşmanıdırlar.»
Bu tefsiri savunanlar, âyetin metni «şeyatin» kelimesini cin kelimesine izafet etmek ile bunu doğrular diyorlar. Çünkü kaide gereğince muzaf'ın, muzafun ileyhin aynısı olmaması lâzımdır. Öyleyse şeytanlar, hem insanlara, hem cinlere muhaliftirler ve îblis'in evlatlarındandırlar [34]
(113) «Bir de ahirete inanmayanların kalbleri ona meyletsin de ondan hoşlansınlar ve yüklenmekte olduklarını yüklene dursunlar...»
Bu cümle, gramer kaidesince «ğururen» kelimesi üzerine atıftır. Eğer illet veya mahzufe, (görünürde olmayan) bir fiile taalluk ederse: Manâsı «Biz onlara bu imkânları verdik ki Ahirete iman etmeyenlerin kalbleri bâtıla kulak verip ona kaysın» olur.
Bazıları: Bu âyetin başındaki harfi cer yuhî fiiline taalluk eder diyor. Âyetin takdiri «Onların bir kısmı diğer bir kısmına aldatıcı söz fısıldıyorlar ki, onunla aldatsınlar ve tâ ki onunla ahirete iman etmeyenlerin kalblerini celbetsinler» demek oluyor. Bu takdire göre ileyhi deki zamir zuhruful-kav-li— ye racidir. Bu takdirde âyetin manâsı, «kâfirlerin kalbi süslü söze ve bâtıla meyleder, onu sever, ondan razı olur» demek oluyor.
Mutezileler «Bu lâm, akıbet veya kasem lamıdır» demişler. Fakat onların bu te'villerinin bâtıl olduğu açıktır. Âyet-i Celiledeki sağ kökünden gelen tasğâ meyletmek demektir. «gurur» kelimesinde lam getirilmedi. Ama bu cümlelerin hepsinde lâm getirildi. Çünkü gurur, vahyedip (işaret edip) fısıldayan kimselerin fiilidir. Bu fiiller ise, ondan çıkmış fiiller değildir. Ancak onun fiiline terettüp eden neticelerdir. Ona aldananların fiilleridir-Onlar da ahirete iman etmeyen kimselerdir. Çünkü ahirete iman etmeyenlerin nefislerine tabi' olmak ve şehvetlerine razı olmaktan başka hedefleri yoktur.
(114) «Allah'tan başka bir hakem mi arayayım?..»
Bu Âyet-i Celîlede bahsi geçen hakem insanların rızası ve seçenekleriyle ihtilaflı meselelerinde aralarında hüküm veren kimse demektir. Yani gerek bu durumda gerekse başka durumlarda Allah'ı bırakıp benimle sizin aranızda hakemlik yapan başkasını mı arayayım? Oysa mufassal olarak size kitabı indiren Allah' tır. Yani kitabında hükmün vasıtası olacak her şey tam açıklanmıştır. Akidelerin, ve başka kaidelerin tafsilatını getiren kitab, sizden olan bir kişinin diliyle size tebliğ edilmiştir. Sizin gibi Ümmî, [mekteb ve medrese görmemiş] bir kişinin diliyle size tebliğ edilmesi onun Allah'tan geldiğinin en büyük delil, en açık mucize-sidir. O, Allah katından gelmiş, kendiliğinden uydurulmamışhğın belgesidir. Nitekim Cenab-ı Hakk, başka bir âyette {(Muhakkak ki ben sizin içinizde daha Önce bir hayat boyu kaldım» [Yunus : 16] demektedir. Çünkü Resûl-i Ekrem onların içinde (40) kırk sene kadar bir zaman kaldı. İlimler hakkında Cenab-ı Peygamberden o kırk sene zarfında hiçbir şey sadır olmadı. Gaybtan hiçbir haber vermedi. Bu kelamın üslubunda, fesahat ve belagatında hiçbir şey ondan sadır olmadı. Acaba siz bunun ancak A'lîm ve Hakim olan Allah'tan gelen bir vahy olduğunu hâlâ kavramayacak mısınız? Müşrikler durmadan Resûl-i Ekrem'e «bizimle aranızda bir hakem kil» deyip duruyorlardı. Cenab-ı Hakk, onlara, «Allah'tan başka bir hakem mi arayayım de» diye emretti. [35]
(114) «Kendilerine kitab verdiklerimiz, bunun tartışmasız, hak olarak Rabb'inden indirilmiş olduğunu bilmektedirler.,.»
Bu âyetin tefsiri:
Cenab-ı Hakk, bu ve bundan önceki âyetle Kur'an'ın mu'cize olmasıyla başka mu'cizelere ihtiyaç kalmadığına insanların dikkatini çeker. Yani Kur'an Allanın kelamı olmak hasebiyle mucize olarak kâfidir. Bu Âyet-i Celîle, Kur'an'ın Allah katından indirilmiş olduğunu ve Kitab ehlinin de bunu bildiğini haber veriyor. Çünkü Kur'an onların katında bulunan kitabı tasdik etmektedir... Oysa Hz. Muhammed (SAV) kitablarını okumamış ve alimleriyle de bir araya gelmemişti. Cenab-ı Hakk bu âyette «Bütün ehli kitab biliyor» dedi. Çünkü onların çoğu bilmektedirler. Bilmeyenler de bilenlerden öğrenebilirler veya az bir düşünce ile kavrayabilirler demektir.
Bazı müfessirler; «ehli kitabtan maksad, ehli kitabın iman edenleridir» diye âyeti tefsir etti.
Ehli kitabın bilmesi; iki vecihle tefsir edilmiştir:
1- Bir şeyi bilen insan, o şeyden olan ile ondan olmayanı ayırd edebilir. Meselâ: Tıp ilminde, bir kitab telif eden kimsenin, doktor olup olmadığını doktorlar herkesten daha iyi bilirler. Nahiv ilminde kitab yazan bir kimsenin nahivcilerden olup olmadığını nahivciler daha iyi bilirler. Vahye iman eden, Allah katından peygamberlerine inen vahyi bilen alimler bu Kur'an'ın vahiy cinsinden olup olmadığını herkesten daha iyi bilirler. Takdir ederler ki, Kur'an vahiy cinsinden ve en büyük mertebesindendir. Yine takdir ederler ki, beşerin ilim yönünden en üstünü dahi onun benzerini getiremez. O halde onu, mekteb ve medrese görmemiş, okumamış ve yazmamış bir insan nasıl getirebilir? Nitekim Cenab-ı Hakk başka bir âyette:
«Sen daha önce bir kitabtan okumuş ve sağ elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi.» [Ankebut: 48] buyuruyor.
Başka bir âyette de:
«İsrailoğullan bilginlerinin bunu bilmesi de onlar için bir delil değil mi?» [Eş-Şuara : 197] Duyurulmaktadır.
2- Tevrat ve İncil gibi son gelen kitablarda peygamber hakkında birçok müjdeler vardır. Bu müjdeleri onun zamanındaki alimler bilirlerdi. Nitekim Cenab-ı Hakk, El-Bakara sûresi âyet 146 da şunları söylüyor:
«Kendilerine kitab verdiklerimiz Muhammed'i oğullarım tanıdıkları gibi tanırlar. Onlardan bir kısmı doğrusunu bildikleri hat-de hakkı gizlerler.»
Nitekim ehli kitabın insaflı olan birçok alimleri Resûl-i Ekrem'e iman ettiler. Bazıları da hakkı inkâr ederek, hased ve kıskançlık gösterdiler.
(114) «Şu halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma...»
Yani ey Muhammed, sakın ha, ehli kitabın alimleri bu işi biliyorlar mı gibi bir şüphen olmasın. Zira ehli kitab bu Kur'an'ın hak ve Allah katından indirilmiş olduğunu bilirler demektir.
Bazı tefsircilere göre, âyetin manâsı, «sana kıssa (beyan) ettiğimiz şeylerin hak ve doğru olduğundan şüphen olmasın demektir» dediler. Fakat bu, tehyiç (heyecana getirme), teşvik kabilin-dendir. Çünkü Resûl-i Ekrem hiçbir zaman vahyin hak ve doğru olduğundan şüphe etmemiştir. Bazı tefsirler, buradaki hitab, zahirde her ne kadar peygambere ise de, maksad, peygamberden başkalarıdır diyorlar. Bu tefsire göre âyetin manâsı: Ey insanoğlu! Ey bu Kur'an-i dinleyenler! Sakın bu Kur'an'ın Allah katından indirildiğinden şüphen olmasın. Çünkü bu Kur'an'ın içindeki i'ca-zı hiç kimse inkâr edemez. Ve o i'cazı Allah'tan başkası meydana getiremez.
Yani bu Âyet-i Celîlede, «Seni kastediyorum, fakat ey komşum sen dinle» şeklindeki darb-ı mesel kabilindendir.
Bazı müfessirler «her muhataba hitabttr» dediler.
(115) «Rabbının kelimesi (sözü) doğruluk ve adaletle tamarnlandı...»
Âyet-i Celîledeki «kelime» tabiri, cümleye ve Kur'an'ın bir manâ hususunda gelen bir gurup sözlerine denilmektedir. Her hangi bir hutbeyi okuyan veya her hangi bir makaleyi yazan kimse için «bu filanın kelimesidir» denilir.
Rivayet ediliyor ki, Araplar şiirin kasidesine kelime ismini verirlerdi. Her ne kadar kasidenin içinde birçok manâlar varsa da bir tek gaye için söyleniliyor. «Laitaheillallahva tevhid kelimesi deniliyor. Oysa tevhid bir cümledir. Bu noktadan hareket ederek bazı tefsirciler, «kelimeden maksad Kur'an'dır» dediler. Bu görüş, lügat yönünden caizdir. Fakat manâ yönünden açık değildir. İnsanın' zihnine ilk bakışta gelen şudur ki, buradaki kelime şu Âyet-i Celîledeki kelime gibidir:
«Böylece Rabbinin kelimesi (sözü) tamamlanıp gerçekleşmiştir. Andolsun, cehennemi cinler ve insanların tümünden dolduracağım.» [Hud: 119]
Kelimenin doğruluk yönünden tamamlanması demek, onun . içeriğinin oluşması demektir. Adalet yönünden tamamlanması demek; hakkı, inadla inkâr eden kâfirlerin müstahak olduklarıyla cezalandırılmalarının tamamlanması demektir. Hidayet bulan müminleri de, müstahak oldukları mükâfata kavuşturulmalarının tamamlanması demektir. Eğer bu Âyet-i Celîle peygamberlerin taği (saldırgan) olan kavmine galib gelmesinden önce Mekke'de nazil ölmüş ise, buradaki mazi fiili müstakbel manâsmdadır. Gelecekte muhakkak olacağından ve olması kesin olduğundan olmuştur şeklinde ifade edilmiştir. Bu, belagat çeşitlerinden birisidir.
(115) «Onun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O işitendir, bilendir.»
Bu Âyet-i Celile tıpkı şu âyet gibidir :
«Bu, Allah'ın daha önceden gelip geçenler hakkında uygulanan sünnetidir. Allah'ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın.» [Ahzab : 62]
Âyetteki «tebdil» kelimesi tağyir manasınadır. Yani bir şeyi götürüp bedelini getirmek manasınadır. Bu cümle, daha önceki cümlelerin illeti (nedeni)dir. Âyetin manâsı «Ey peygamber! senin yardimin, düşmanlarının da mahrumiyeti hakkında geçen ilâhî kelime tamam olmuştur. Onun infazı kesinleşmiştir. Onu çevirecek hiçbir güç yoktur. Bu cümlelerin ferd (birey )lerini meydana getiren ilâhî kelimeler değiştirilemez Allah'ın mahlûklarından hiçbir kimse, ona güç yetiremez. Onun bir kelimesini götürüp başka bir kelimesini getirmek hiç kimsenin gücünün dahilinde değildir.»
Yani Cenab-ı Hakk'in vaadini, vaid (tehdid) veya vaid (tehdid) ini vaad yapma imkânı hiç kimseye verilmemiştir.
Eğer denilirse: Kelamcılarm bazıları «Cenab-ı Hakk'ın vaidi (tehdidi) değiştirilebilir. Vaadi ise değiştirilmez. Çünkü Allah'ın vaadi fazilet ve ihsandır. Allah fazilet ve ihsanından caymaz» demişlerdir.
Cevab olarak deriz ki: «Gerçek araştırmacılardan hiç kimse va-idin tehallufunu, (geri kalmasını) mümkün görmemişlerdir. Açıkça ifade etmişlerdir ki, kâfirler hakkındaki vaid tatbik edilecektir. Mü'minlerin âsilerinin bir gurubu hakkındaki vaid haktır. Ancak vaidin bütün âsileri kapsaması geri kalabilir. Buna da bazı nasslarm mutlak gelmesi delâlet eder.»
Şöyle de cevab verilebilir: «Bu geri kalma, esasında Allah'ın kelimelerini değiştirme veya yalanlama demek değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk, bu mutlak hükümleriyle bütün fertleri kapsamayı kastetmemiştir. Çünkü Cenab-ı Hak başka nass'larında, bazı günâhları affetmekte olduğunu ve dilediğini affeder diye beyan ediyor. Dilediğine azabı tatbik eder. O kimin mağfiretini irade etmiştir, kimi azablandırmayı irade etmiştir, bilir. Onların hakkındaki kelamı değiştirilmez. Fakat onları bile kapalı kılmıştjjrt Tâ ki daima onun rahmetini ümid edelim. Ve bu ümid de b'izi salih amelleri yapmaktan alıkoymasın. Azabından emin olmaktan bizi sakındırsın. Daima ondan korkalım. Günâhların yapılması bizi yes'e sokmasın. Ebu-Hasan Şazeli bu makamda şöyle demiştir:
«Emir, bizim için kapalı kalmıştır. Tâ ki, hem ümid edelim hem de korkalım. Ey Rabbimiz! Korkumuzu emin kil, ümidimizi mahrum bırakma!» [36]
Eğer denilirse: Şefaatçilar, Allah'ın iradesinde etki yapabilirler mi? Allah'ı şefaat edileni affetmeye götürebilirler mi? Cevab olarak deriz ki, hiçbir mahlûk, Halikın ezeli ve kâmil sıfatlarında etki yapmaya muktedir değildir. Âyetler açıkça bütün şefaatin Allah'a ait olduğunu belirtiyorlar. Hiçbir kimse için Allah'tan başka dost ve şefaatçi yoktur. Hiçbir kimse, Allah'ın izni olmadan Allah'ın katında başkasına şefaat edemez. Cenab-ı Hakkın dilemesi ancak ilmî ezelde kimler için şefaat izni verilmişse ona taallûk etmiştir. Bu âyeti dikkatle incele: «O, onların önlerindekini de arka-larındakini de bilmektedir. Onlar, Allah'ın razı olduğundan başka hiç kimseye şefaat edemezler. O'nun korkusundan onların içleri titremektedir.» [Enbiya : 28]
Binaenaleyh şefaatçılann, şefaatlarınm kabul edilmesi, onların Allah katında keramet ve mertebelerinin izharı içindir. Yoksa herhangi bir şey peydah olmuş Allah'ın kadim sıfatlarında etki yapmıştır, ezelî saltanatında tesir icra etmiş demek değildir. Allah bu etkilerden yücedir.
Eğer denilirse: «Allah'ın kelimelerini değiştiren yoktur» cümlesi, Cenab-ı Hakk'ın kitablarında tahrif ve tebdilin muhal olmasına dalâlet etmez mi? Yani doğruluk ve nüfuzunda muhal olduğu gibi lafız ve ibarelerinde de tahrifin muhal olmasına delâlet etmez mi?
Cevab olarak deriz ki: Âyetin şevki, lafızları hususunda değildir. Kelimelerin doğruluk ve adaleti hususunda gelmiştir. Cenab-ı Hakk kitabında ehli kitabın bizden önce kelamını tahrif ettiklerini ve ondan olan nasiblerini unuttuklarını ispat etmiştir. Cenab-ı Hakk, nass'ıyla, Kur'an hariç hiçbir kitabı koruyacağını kefalet göstermemiştir. Dilerseniz şu âyeti inceleyelim: [37]
«Hiç şüphesiz zikri (Kur'an-ı), biz indirdik, onun koruyucuları da gerçekten biziz.» [Hicr: 9]
Cenab-ı Hakk'ın buradaki kefaletinin doğruluğu binlerce kişinin her asırda Kur'an-ı (ezberlemek) hususunda göstermiş olduğu gayretiyle ortaya çıkmıştır. Sahabelerin zamanından bugüne kadar sayılmayacak kadar nüshalarının yazılmasıyla ortaya konulmuştur. Milyonlarca hatta milyarlarca basılan Kur'an nüshaları bu kefaleti doğrulamaktadır. Kur'an hakkındaki bu durum, hiçbir ilâhi kitab hakkında bahis konusu değildir. Diğer kitablann ehli, bizdeki hafızlık müessesesi gibi bir müesseseye sahib değiller. Ezberlememiş, yazmamış ve kitablannı o devirde çoğaltmamışlardır.
(116) «Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan seni Allah'ın yolundan saptırırlar...»
Bu âyetteki «yeryüzünde olanların en çoğundan «kâfirler, cahiller veya nefsinin isteğine kapılanlar kastedilmiştir. «yer» tabirinden yer küresinin tamamı kastedilmektedir. Bazı tefsircile-re göre; sadece Mekke arazisi kastedilmiştir.
Müşrikler, hem Resûl-i Ekrem'le hem de mü'minlerle murdar olan hayvanın etinin yenmesi hususunda tartıştılar. Müslümanlara «Siz kendi kestiğinizi yiyorsunuz, Rabbinizin öldürmüş olduğunu yemiyorsunuz. Bu nasıl olur?» diye itiraz eden kâfirlere cevap olarak Cenab-ı Hakk bu Âyet-i Celîleyi indirip peygamberine «Eğer yeryüzünde bulunanların isteklerine uyarsan, seni Allah-ın yolundan saptırırlar.» buyurdu.
Bu Âyet-i Kerîme, nazil olduğu zaman, yeryüzünde yaşayanların ekserisi kâfirlerdi. «Allah'ın yolundan» maksad, Allah'ın Hz. Muhammed'i gönderdiği islâm dinidir...
Bazıları; âyetin manâsı, «Onların bâtıl inançlarında onlara itaat etme. Çünkü sen onlara itaat edersen seni hak yoldan saptırırlar. Doğruluk yolundan kaydırırlar» demektir dedi. Cenab-ı Hak bunları söyledikten sonra kâfirlerin halini haber vermek üzere buyurdu ki:
(116) «Onlar ancak zan ve tahmine dayanarak yalan söylerler.»
Yani seninle tartışan kâfirler, üzerinde bulundukları dinleri hususunda zanna kapılmaktan başka bir şeyin arkasından gitmezdi ler. Basiret üzerinde, hak üzerinde de değildirler. Kesinlikle hak üzerinde olduklarına da inanmıyorlar. Çünkü isteklerine tâbi olmuş, sevabı aramaktan vazgeçmiş, Hakkı arayıp bulmayı terket-f| misler. Zan ve cehaletin isteklerinden başkasını yapmamaktadırlar. Onlar ancak yalan söylerler.
«yehrisun» fiili, hars kökünden gelir. hars tahmin etmek demektir. Nitekim h'urmalıklan ve tarladaki ziraatı tahmin edene haris demliyor. Yalana, hars denilmiş. Çünkü yalanda zanlar ve tahminler vardır. Bazı tefsirciler; zan ve tahminden kaynaklanan ve söylenen her söze hars denilir diyorlar. Çünkü onu fj\ söyleyen, ilim ve yâkinden hareket ederek söylememiştir.
Milletlerin tarihçileri ittifakla derler ki: Kitab ehli, peygamberin getirmiş olduğu hidayeti terkettiler, sapık ve bâtıllara dalıp gittiler. Putperestler de peygamberlerinin hidayetinden en uzak bir durumda bulundular. Bu âyet, bu haberleri vermek suretiyle Hz. Muhammed'in peygamberliğini ilân etmiştir. Çünkü Hz. Mu-hammed (SAV) ümmiydi. Geçmiş milletlerin hallerinden ancak az şeyler biliyordu. Yani Arap memleketinin yakınında bulunan ümmetler hakkında az şeyler biliniyordu. Uzaktakiler hakkında hiçbir şey bilinmiyordu. Oysa bu Âyet-i Celile onların hakkında gerçeği getirdi. Ve bu gerçeği getirmesi de vahiy olduğuna delâlet etti.
(117) «Kuşku yok ki Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir...»
Bu Âyet-i Celîle : Ey Muhammedi Kuşkusuz Eabbin senden de, bütün insanlardan da, hangi insanların yolundan sapmış olduğunu daha iyi biliyor. Ve hangi insanların hidayette olduğunu daha iyi kestiriyor. Yani delâlette ve hidayette olan gurupları Allah herkesten daha iyi bilmektedir.
(118) «Eğer O'nun âyetlerine inanıyorsanız artık üzerinde yalnızca Allah'ın ismi anılanlardan yeyin...»
Bu Âyet-i Kerîme, müşriklerin daha önceki sözlerine bir ce-vabtır. Onlar «Sis, Öldürdüğünüzden yer, Allah'ın öldürdüğünden nasıl yemezsiniz?» diye itiraz ediyorlardı. Cenab-ı Hakk, müslü-manlara «Eğer Allah'ın âyetlerine iman etmiş iseniz, Allah'ın ismini anarak kestiğinizden yeyiniz» dedi. Bazı tefsirciler; o devirdeki insanlar, bir takım hayvanların etinin yenmesini haram, bir takımını da helâl kılmışlardı. Murdarı helâl kılmışlardı. Bazıları da: Bu âyetin manası, Allah'ın helâlini helâl, haramını haram biliniz demektir. Böylece bu âyet müşriklere hitab etmiş oldu, dedi. Fakat birinci tefsire göre âyetin muhatablan müslümanlardır. Müslümanların muhatab olması daha sıhhatlidir. Çünkü âyetin sonunda «Eğer Allah'ın âyetlerine iman etmişseniz» tâbiri vardır. Bu tâbir ancak müslümanlar için kullanılır. [38]
Bu meseleye ehemmiyet vermenin ve inanç meseleleriyle beraber getirilmesinin hikmeti, şu olabilir:
Arap müşrikleri ve başka müşrikler de, kesilen hayvanları ibadet sınıfına (kategorisine) dahil etmişlerdir. Hatta din ve itikadlann sınıfına sokmuşlardı. Hayvanları kesmek suretiyle mabudlarına ibadet etmiş olduklarını sanırlardı. Din ehlinden mukaddes saydıklarına hayvan keserlerdi. O hayvanları keserken onların isimlerini anarlardı. Bu ise, Allah'a şirk koşmaktır. Çünkü ibadet Allah'tan başkasına yapılmaz. îster ismi zikredilen bâtıl mabudlardan birisi olsun, ister başka bir varlık olsun. Bu mesele, bazı tefsir alimlerine müşkil geldiğinden veya bu incelikten habersiz kaldıklarından ötürü «Müşrikler, Allah'ın ismi üzerine anılan hayvanı haram saymıyorlardı. Dolayısıyla onu yemekten çekinmiyorlardı. Ancak bununla beraber murdarı da yerlerdi. O halde onların üzerinde ittifak ettikleri bir meselede nasıl onlarla tartışılır? Hakkında ihtilâf ettikleri meselede de nasıl sükut edilir?» dediler. Cevab olarak denildi ki, «Onların kesilmiş hayvanı haram görmeleri muhtemeldir. Bir de belki burada sadece Allah'ın ismi üzerine anılmış, başkasının ismi anılmayan hayvan kastedilmektedir. Çünkü Allah'ın ismiyle beraber başka isim getirilirse şirk olur. Hayvan da mundar kabul edilir.
El Menar sahibi, bu iki cevabın bâtıl olduğunu ve burada yeri olmadığını ifade ettikten sonra «müfessirlerin bu noktayı gözden kaçırmalarının nedeni, bu gibi meselelerde Rivayet Tefsiri'ne dayanmalarından ileri geliyor. Lafızları medlul olarak lugattan veya fâkih, usul ve kelamcıların örfünden almalarına dayanmaktadır. Oysa lügat usul, kelam kitablan Kur'an'm nüzulünden uzun bir zaman sonra meydana gelmişlerdir. Bütün bunların varlığı, beşeriyet hakkında nazil olan âyetlerin anlaşılmasını milletler, diğer dinler ve gidişatlara bakarak ve tarihlerden yardım alarak anlamaya çalışmaya mani değildir. Kur'an indiği devirlerde milletlerin ne üzerinde olduklarına bakıp Kur'an-ı anlamaya engel teşkil etmemektedirler.»
Özetle deriz ki, kesilen hayvanların meselesi, Allah'a yaklaşmak için yapılan ibadet meselelerinden sayılıyordu. Sonra putperestlik zamanında Allah'tan başkası için de kesiyorlardı. Onların bu yaptıkları açık bir şirkti. İşte bu âyetin bu sûrede küfür, iman, şirk ve tevhid âyetleri arasında zikredilmesinin nedeni budur. Allah hakikati daha iyi bilir. [39]
(119) «Size ne oluyor ki, üzerine Allah'ın ismi anılmış olandan yemiyorsunuz? Oysa çaresiz, bulunduklarınız hariç, o size neleri haram kıldığını genişçe belirtmiştir. Kuşkusuz birçokları bildiğinden değil sadece nefsi arzularıyla sapıtıyorlar. Şüphesiz ki senin Rabbin o hududu aşanları daha iyi bilendir»
(120) «Günâhın açığım da gizlisini de bırakınız. Kuşkusuz günah kazananlar gelecekte kazandıklarından Ötürü cezaya çarptırılacaklardır.»
(121) «Sakın, üzerine Allah'ın ismi anılnıamiştah yemeyiniz. Kuşkusuz onu yemek gerçek bir sapıklıktır. Şüphesiz şeytanlar, sizinle mücadele etsinler diye dostlarına telkinde bulunurlar. Eğer siz onlara itaat ederseniz muhakkak siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz.»
(122) «Ölü iken kalbini diriltip insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu karanlıklarda kalmış da ordan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte böylece kâfirlere yapmakta oldukları süslü görünmüştür.»
(123) «İşte bunun gibi, her kasabanın en büyük günahkârlarını orada hilekârlık etsinler diye büyük adamlar yaptık. Oysa onlar hileyi ancak nefislerine yaparlar da bunun şuuruna varmazlar.»
(124) «Onlara bir ayet geldiğinde, Allah'ın peygamberlerine verilenler gibisi bize de verilmedikçe katiyen iman etmeyiz dediler. Allah, peygamberliğini nereye (kime) vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere Allah katında horluk ve yaptıkları hileye karşı pek şiddetli bir azab isabet edecektir.» [40]
(119) «Size ne oluyor ki üzerine Allah'ın ismi anılmış olandan yemiyor sunuz?, m
Bu Âyet-i Celîle, ancak üzerinde Allah'ın ismi anılmış olan hayvanın eti yenir. Başka bir şekilde Ölmüş olan hayvanın eti yenilmez hükmünü pekiştiriyor ve tekidini getiriyor. Yani Allah'ın ismi üzerine anılmıştan yemekten sizi menedecek hiçbir kuvvet yoktur. Yememeniz için hiçbir neden yoktur. Zira Cenab-ı Hakk, haram kılmanı size genişçe açıklamıştır. Yiyecek maddelerinde helâlini haramından ayırd etmiştir.
Müfessirlerin cumhuru, bu tafsilat «leş, kan ,domuz eti, Allah-tan başkası adına kesilenler ile henüz canı üzerinde iken yetişip kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları, dikili taşlar üzerinde bo-ğazlananlar ile fal oklanyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar faşıklıktır.» [El Maide : 3] âyetine işarettir demişlerdir.
Fahreddin Razi: Cumhuru müfessirinin bu tefsirinde işkal (zor anlaşılma) vardır: Zira En'am sûresi Mekkidir. Yani hicretten önce indirilmiştir. Maide sûresi ise Medenî'dir. Hicretten sonra en son nazil olan sûredir. «Genişçe tafsil etti» ibaresi ister ki tafsil edilmiş olan bu âyetten önce olsun. Halbuki Medine döneminde nazil olan bir sûre Mekke döneminde nazil olan sûreden daha sonradır. O halde, bu «tafsil edilmiş,» el Maide süresindeki üçüncü âyet değildir. Belki bu süre-i celîledeki şu âyettir.
«Ey Muhammedi De ki: Bana vahyolunanda, yiyen kimse için leş, veya akıtılan kan, veya yüzde yüz pis olan domuz eti veya günâh işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasının yenmesinin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum. Fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak, ve zaruret miktarım aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir. Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder.» [El En'am,: 145] Bu Âyet-i Celîle her ne kadar şu anda üzerinde çalışmakta olduğumuz âyetten sonra gelmiş ise de, ancak bu kadar tehir, bu âyetin burada kastedildiğine mani olamaz.» dedi.
Hazin, bunları naklettikten sonra şunu ekliyor: Cumhuru müfessirinin tefsirinin de güzel bir yönü vardır o da şudur: Cenab-ı Hakk, mushaf'ın tertibinde el Maide sûresinin el En'am sûresinden önce olacağını bilmiştir. Onun için buradaki zamiri El Maide süresindeki âyete raci kılmıştır. Her ne kadar el Maide nüzul bakımından sonradan inmişse de, tertip bakımından öndedir. Bunu Allah bilmiştir.» Bu görüş güzel bir yorumdur. Bütün varlığımla katılıyorum. [41]
Zaruret anında, mecburiyet karşısında kalan bir insan «sad-diramak (yani ölmeyecek) kadar haramdan yiyebilir. Tıkabasa yiyemez. Başka imkânlar olursa", yiyemez. Fakat zaruret (mecburiyet), halinde «saddı-ramak» kadar yiyebilir. Şu kaide İslâmda genel bir kaidedir: «Zaruretler mahzurluları mubah kılar.» Tabii zaruret ne derece ise, o şekilde takdir edilir.
Umulur ki, bazı müslümanlar müşriklerin putlara ve dikili taşlar üzerinde kesmekte olduklarından yiyorlardı. Bu âyet, nazil olmazdan önce bu durum belki de vardı. Bu âyet nazil olduktan sonra bu durum kalktı. Âdet edinilmiş emirlerden olduğu için insanların çoğu, açıkça haram edildiğini işittikten sonra bıraktılar. Basiret ehli ise, onun çirkinliğini daha önce sezerler. Onlara haram olmazdan önce de ondan sakınırlar. Amr bin Luhayy ve benzerleri gibi kâfirlerin çoğu haramı helâl, helâli haram göstermek suretiyle halkı dalâlet ve fesada düşürmekte idiler, Bunlar Bahire ve Şaibeyi icad ettiler. Mundar olan etin yenmesini âdet kıldılar!
Zeccac buradaki <<ço/c»lardan maksad, mundar et hakkında müslümanlarla münazara eden müşriklerdir, dedi. Bunlar haktan kaymış heva ve hevesleriyle bâtıl şehvetleriyle halkı ifsad ederler. Kur'andan iktibas edilmiş, vahye istinad eden herhangi bir ilimleri yok. Veya hiçbir ilimleri yoktur. Bu Âyet-i Ce-lîle işaret eder ki, müşriklerin üzerinde bulundukları sözde din ve inanç sadece hevai nefisten ve şehvetten gelmiştir. Hiçbir şey değildir.
(119) «Kuşkusuz senin Rabbin o saldırganları daha iyi bilendir...»
Bu âyetteki saldırganlardan maksad, halkı bırakıp bâtıla dalanlar, helâli bırakıp harama girenlerdir. Allah bunları bilir ve yaptıklarından ötürü onlara cezayı tatbik edecektir. Belki bu saldırganlardan maksad, daha önce «çok kimseler halkı ifsad ederler» diye tabir edilen o «ço/c»lardir. [42]
(120) «Günâhın açığını da gizlisini de bırakınız...»
Yani açık ve gizli yapılan günâhların hepsini bırakınız. Açıkça yapılan günâhlar vücud azalarıyla yapılan günâhlardır. Gizlice yapılan günâhlar kalble yapılan günâhlardır. Bu tefsir, Cübbai'nin tefsiridir. Muhtemel ki «açık günahlar»d&n maksat, aba ve ecdadınızın nikâh ettiği kadınları nikâh etmeyi bırakınız, gizlice yapılandan maksad da zina etmekten kaçınınız, zinayı bırakınız demek olsun. Bu tefsirde, İbni Cübeyr'den rivayet edilmiştir. Veya bu açık ve gizli günahlardan maksad, evlerdeki zina ve dost edinmelerdir. Bu da Dahhak ve Süddi'den rivayet edilmiştir. Rivayete göre; ca-hiliyet ehli, zina açıkça yapılırsa günâhtır, gizlice yapılırsa günâh değildir kanaatinde idiler. Cenab-ı Hakk bu âyetle bu kanaati yıktı. Yani «Ey insanlar! günâhı gerektiren isyanların tamamını bırakınız. Azını da çoğunu da...» Cenab-ı Hakk bu âyetle gizlide de açıkta da günah işlemeyi yasaklıyor.
Kelbi; «Açık günahtan maksad, erkeklerin gündüzleyin çıplak olarak Kabe'yi tavaf etmeleri, gizli günâhtan maksad da geceleyin çıplak olarak Kabe'yi tavaf etmeleridir. Zira cahiliyet döneminde böyle yapmaktaydılar. İslâm gelince bunu kaldırdı.» diyor.
Fakat bütün bu tefsirlere rağmen buradaki hüküm geneldir. Cenab-ı Hakk'ın yasakladığı bütün haramları kapsamaktadır ve en doğru görüşte budur diyor, el-Hazin. Çünkü genel olarak gelen bir hükmü delilsiz olarak muayyen bir surete dönüştürmek caiz değildir. Binaenaleyh âyetin manâsı, açıkça yapmakta olduğunuz günahları da, gizlice yapmakta olduğunuz günahları da —yani bütün günahları— terkediniz demektir.
İbnü'l-Enbari, «Açık ve gizli tabirlerinden günâhın her türlüsü kastedilmiştir. Yani günâhın bütün çeşitlerini terkediniz, hiçbir yönde günâh işlemeyiniz demektir» diyor.
Bazı tefsirciler, «günahın açığından maksad, çekinmeksizin günâha yönelmektir. Günâhın gizlisi ise, Allah korkusundan günâhı terketmektir, halk korkusundan değil.» diyor. Bazıları da. «günâhın açığından maksad, azaların yaptıkları gizlisinden maksad, kalblerin yaptıklarıdır. Böylece hased, kibir, ucub, (yaptığını beğenme) müslümanlara kötü niyet beslemek buna dahil olmuş oluyor» diyorlar.
(120) «Kuşkusuz günâh kazananlar gelecekte kazandıklarından ötürü cezaya çarptırılacaklar...»
Bu Âyet-i Celâle, hiçbir günâhın cezasız kalmayacağını ifade ediyor ve cehennem azabının sebebinin günahlar olduğunu ortaya koyuyor. Yani, dünyada kazandığınız günahlardan dolayı ahiret-te azab göreceksiniz. Âyetin zahirine bakılırsa, günahkârın mutlak şekilde azab görmesini gerektiriyor. Ancak bu azap, tevbe etmeden ölen kimseler için tahsis edilmiştir. Çünkü müslünıanlar ittifakla «kul günahtan tevbe ederse ve tevbesinde ciddi ise, ceza görmez» dediler. Ehli sünnet bu hükme şunu da ekledi: Günahkâr bir insan tevbe etmeden ölürse Allah'ın dilemesi altındadır. Allah, dilerse onu cezalandırır, dilerse affeder. Affederse fazilet ve kereminden affetmiş olur.»
(121) «Sakın ha, üzerlerine Allah'ın' ismi anılmamıştan yeme-yiniz...»
İbni Abbas, bu Âyet-i Celîle murdar olan hayvanların haram olduğu konusunda gelmiştir diyor. Murdarın manâsına; boğulmuş, dövülerek Öldürülmüş, yüksek bir yerden düşerek ölmüş, canavarlar tarafından parçalanmış hayvanlar da dahildir.
Ata, «bu âyet, müşriklerin putlar önünde kesmiş oldukları hayvanların etinin haram olduğunu ifade etmek için nazil olmuştur» diyor.
Bir müslüman hayvanı keserken besmele çekmezse, onun kestiğinden yenilip yenilmeyeceği hususunda ihtilaf vardır:
Bir kavim, «müslüman dahi keserse besmelesiz kestiği haramdır. İsterse besmeleyi kasten terketsin, isterse unutsun» dedi. Bu, İbni Sirin'in ve Şa'bi'hin görüşüdür. İmam Fahreddin Eazi, İmam Malik'ten de bunu naklediyor.
Ata'dan «Allah'ın ismi üzerinde anılmayan yemekler veya helâl içkiler de haram olur» dediği naklediliyor. Ata, bu hususta âyetin zahiri ile delil getirmektedir.
Sevri ve Ebu Hanife; «Besmeleyi bilerek terkederse, kestiği yenilmez. Eğer unutarak terkederse, müslümanın kestiği yenir» diyorlar.
îmam Şafii, «Besmeleyi inkâr etmedikten ve Kur'an'a inandıktan sonra, ister kasten terketsin, ister unutsun müslümanın kestiği yenir» dedi. Beğavi, İmam Şafii'nin bu görüşünü İbni Ab-bas'tan rivayet etti. Ayrıca Malik'ten de aynısı rivayet edilmiştir.
İbnu'l-Cevzi, îmam Ahmed'den iki rivayet naklediyor: Besmeleyi terkeden, kasten terkederse, îmam Ahmed'in bir görüşüne göre kestiği yenilmez.
İkinci görüşe göre yenilir. Eğer besmeleyi unutarak terkederse kestiği yenir. Binaenaleyh Allah'ın ismi, üzerine zikredilmediği halde müslüman tarafından kesilen hayvanın eti yenir diyen kimseler; bu âyet, ölüler (murdarlar) veya putların Önünde putların adiyle kesilen hayvanlar hakkında nazil olmuştur derler. Ve Ce-nab-ı Hakk'ın «Şüphesiz ki, o fısktır» cümlesiyle de bu tefsirlerini takviye ederler. Alimler, «müslüman bir kimsenin besmeleyi terkederek kestiği fısk değildir» ittifakiyle bir de müslüman tarafından besmelesiz kesilenin eti helâldir hakkında, Buhari'nin sahihinde Aişe valimizden rivayet ettiği hadisle delil getirmişlerdir
«Ben Allah'ın Resulünden sordum:
— Ey Allah'ın Resulü! Şurada bazı kavimler vardır: Yeni müslüman olmuşlar. Putperestlikten pek yakında ayrılmışlardır. Bize etler getiriyorlar. Onlar o etleri keserken Allah'ın. (C.C.) ismini anmışlar mı anmamışlar mı bilinmemektedir. Ne yapmalıyız? Yemeli miyiz, terketmeli miyiz?
Cenab-ı Peygamber:
— Siz, Allah'ın ismini anınız ve yiyiniz» buyurdu.
Alimler dediler ki, hayvanın mubah olması için besmele şart olsaydı, besmele çekildiği şüpheli olan yerlerde hayvan eti yenilmemeliydi. Oysa Resûl-i Ekrem «yiyiniz» diyor.
İmam Şafii «âyetin evvelinde söylediği her ne kadar genel ise de, ancak âyetin «şüphesiz ki o fısktır, şüphesiz ki şeytanlar dost-lartna telkinde bulunurlar. Ta ki sizinle mücadele etsinler. Eğer «onlara itaat ederseniz şüphesiz siz -müşrik olursunuz» cümleleri bize bu umumdan maksadın özel olduğunu bildirir» dedi.
Pısk Allah'tan başkasını zikretmek ve anmaktır. Nitekim sûrenin sonunda, 145. âyette :
«De ki: Bana vahyolunanlar içinde yiyen bir kimsenin yiye* ceği şeyler için ölü eti, dökülen kan gerçekten murdar olan domuz eti, ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında haram kılınmış bir şeyi bilmiyorum. Kim kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya gelirse, saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla bu sayılanlardan ölmeyecek kadar yiyebilir. Kuşkusuz senin Rabbin bağışlayandır. Esirgeyendir» deniliyor. Buradaki fışkın tefsiri, bu Âyet-i celiledeki «o fisktır» cümlesinin tefsiridir. Böyle oldukça Cenab-ı Hakk'ın, «Allah'ın ismi üzerine anılmayandan yemeyiniz» cümlesi ancak Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilen hayvanlara tahsis edilmiş oluyor [43]
(121) «Şüphesiz şeytanlar, sizinle mücadele etsinler diye dostlarından telkinde bulunurlar...»
Bu âyetin iniş sebebi şudur: Müşrikler :
— Ey Muhammedi Bize haber ver. Koyun öldüğü zaman onu kim öldürür?
Cenab-ı Peygamber ,
— Onu Allah (C.C.) öldürür, dedi.
Müşrikler:
— «Sen benim ve arkadaşlarımın kestiği, köpeğin ve bâz'ının (şahin kuşu) öldürdüğü helâldir, Allah'ın . öldürdüğü haramdır. diyorsun...» diye sorup itiraz ettiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk bu soruya cevab olarak bu Âyet-i Celîleyi indirdi.
İkrime «Bu âyet, murdann haram olması hakkında nazil olduğunda, ateşe tapan Farsh'lar, Kureyşin müşriklerine şunu yazdılar :
— Muhanımed'le bu hususta tartışınız. Ona. «Senin kestiğin helâl Allah'ın öldürdüğü haram mı olur. Bu nasıl şeydir?» diye sorunuz dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk bu âyeti indirdi dedi. Bu takdirde âyetin manası, şeytanlar (yani insanlardan hududunu aşan ve ateşe tapanlar) dostlarına (yani Kureyş müşriklerine) telkinde bulunurlar demektir. Çünkü o dönemde Fars ehli ile Araplar arasında dostluk ve Rumlara (Bizanslılara) karşı ittifak vardı. Bu görüşe göre, vahiy etmekten maksad, gizlice yazmak demektir.
(121) «Eğer onlara itaat ederseniz kuşkusuz siz, müşriklerden olursunuz...» Yani murdarı ve Allah'ın (C.C.) haram kıldıklarını yemekte müşriklere itaat ederseniz, siz de onlar gibi şirke girmiş olursunuz.
Zeccac, «bu Âyet-i Celîlede, şu delil vardır: Allah'ın haram ettiklerinden bir şeyi helâl etmek veya helâl ettiklerinden bir şeyi haram etmek şirktir. Bunu yapan müşrik olur. Buna müşrik denmesinin sebebi, Allah'tan (C.C.) başka hüküm vereni ortaya koymuş olmasıdır. Böyle yapan bir kimse şirk koşmuş oluyor. [44]
(122) «Ölü iken kalbini diriltip insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalmış da oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir?..»
Burada «ölü»den maksad kâfirdir. Çünkü kâfir küfürle ölmüştür. «Diri»den maksad, imanla diriltilmiş müslümandır. Ce-nab-ı Hakk, küfrü «ölüm» imanı «hayat» olarak takdim etmiştir. Zira diri insan, basiret sahibidir. İyiliğe doğru götüreni görür. Bir de iman, insanı büyük bir zafere ve ebedî hayata götürdüğünden dolayı Cenab-ı Hakk onu hayata benzetmiştir. Böylece onun karşısındaki küfür de «ölüm» olmuş oluyor. Bu Âyet-i Celîledeki nur dan maksad, îslâmdır. Yani biz ona İslâm dinini vermişiz. Onun sayesinde ayaklarının önünü görüyor, en doğru yolu buluyor. Islama «nur» denilmiş. Çünkü İslâm, insanları küfrün karanlıklarından kurtarır. Çünkü Cenab-i Hakk «Allah (C.C.J onları karanlıklardan çıkarır ,nura götürür» [Bakara : 257] buyurmuştur.
Katade, «nurdan maksat, Allah'ın (C.C.) kitabı olan Kur'an' dır. Çünkü Kur'an, mü'minin beraberinde, ona ne yapacağını göstermek hususunda Allah'dan gelen bir nur ve delildir. Yani Ce-nab-i Hakk, «küfür ve cehalet körlüğünün karanlığında ve basiretsizlik körlüğünün zulmetinde olan ve bir türlü karanlıklardan çıkış yolu bulamayan bir kimsenin durumu ile müslümanm durumu bir olamazdı buyurur.» Bu Âyet-i Celîle, mü'min ile kâfirin halini belirtmek için verilen bir misaldir. Hidayet olunmuş bir mü'minin Ölümden diriltilmiş bir kimse gibi olduğunu beyan eder. Allah ona bir nur vermiştir. Onunla dünya ve ahiret maslahatlarını seçer, yapar. Kâfir ise, karanlıklara dalmış, bataklıklara gömülmüş, onlardan çıkış yolu bulamayan, daimi bir şekilde şaşkın şaşkın gezen bir kimseye benzetilmiştir.
Tefsirciler, bu misaller iki insan hakkında mıdır, yoksa bütün mü'min ve kâfirler hakkında mıdır, diye ihtilaf etmişlerdir:
Bazılarına göre, iki belli kişi hakkındadır. İbni Abbas'a göre, iki belli kişi hakkındadır. İbni Abbas'a göre, kendisine nur verilen Abdulmuttalib oğlu Hamza'dır. Karanlıklar içerisinde kalan da Ebu Cehil bin Hişam'dır. Sebebi de şudur: Ebu Cehil, Secdede olan Resûl-i Ekrem'in sırtına pislik dolu bir işkembeyi attı. Bu hakaret, henüz iman etmeyen Hamza'ya haber verildiğinde, avdan yeni dönmüştü. Yayı elindeydi. Öfkeli bir şekilde Kabe'ye doğru gitti. Ebu Cehü'in yanına vardı ve yayı ile Ebu Cehil'in basma vurdu. Ebu Cehil, vurmaması için yalvararak :
«— Ey Eba Ya'la (Uz. Hamza'nın künyesidir)! Beni dövme! Muhammed'in getirdiklerini görmüyor musun? Bizim aklımızı hiçe sayıyor. Ma'budlarımıza küfrediyor. Aba ve ecdadımıza muhalefet ediyor» dedi.
Hamza, Ebu Cehil'in bu sözleri karşısında:
«— Akıl yönünden sizden daha ahmak kim olabilir? Allah'ı (C.C.) bırakıp taşlara tapıyorsunuz. Ben şehadet ederim ki Allah-tan başka ma'bud yoktur. Ve yine şahitlik ederim ki, Muhammed (S.A.V.J Allah'ın peygamberidir» dedi ve böylece müslüman oldu. İşte o gün Cenab-ı Hakk bu Âyet-i Celîleyi indirdi.
Dahhak, «bu âyet, Ömer bin Hattab ile Ebu Cehil Âmr bin Hişam hakkında nazil olmuştur» dedi.
îkrime ve Kelbi, «bu âyet, Ammar bin Yaser ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur» dedi.
Muka'til, «bu âyet Peygamber (S.A.) ile Ebu Cehil'in hakkında nazil olmuştur. Sebebi de şudur :
Ebu Cehil:
— Abdimenaf kabilesi şerefte bizimle boy ölçüştü. Öyle bir duruma geldi ki, onlarla biz iki yorgun at binicisi gibiyiz. Onlar dediler: «Bizden bir peygamber vardır, ona vahyediliyor.» Allah'a (C.C.) yemin ederim, biz onların peygamberine, geldiği gibi bize de bir vahy gelmedikçe iman etmeyeceğiz» dedi. Bunun üzerine bu Âyet-i Celîle nazil oldu.
Hasan Basri'nin ikinci görüşü, «bu âyet her mü'min ve her kâfir hakkındadır.» Bu görüş, daha doğrudur. Çünkü mana bütün mü'min ve bütün kâfirleri içine aldıktan sonra herkesin bu âyetin kapsamına girmesi daha uygundur[45]
İmam Fahreddin Razi burada Kâbi'den şunu rivayet ediyor. Bu Âyet-i Celîle gösteriyor ki iman, bütün tâatlarm ismidir. tasdik ancak imanın lügat manâsıdır. Nitekim burada şirk, Allah'a muhalefet olan her şeyin adıdır. Fakat lûgatta şirkin manası Allah'a ortak koşmak demektir. İmanın bütün tâatlarm adı olduğunun nedeni şudur: Cenab-ı Hakk murdarı helâl bilmek konusunda mü'minlerin müşriklere itaat etmesini şirk diye adlandırmıştır.
Zahir şudur: Bu itaata şirk demek, tağliz (şiddetlendirme) kabilindendir. Nitekim Ebu Hayyan da, başkası da bunu söylemektedir. Kasem burada mukadderdir. Yani eğer onlara itaat ederseniz, Allah'a yemin ederim ki siz muhakkak müşriklerden olursunuz [46]
Bu konu ile ilgili birkaç mesele :
Fâkihlerden bazıları «Allahtan başkası için kesilen» hükmün geneline, herhangi birinin ismini besmeleden sonra zikrederek kesilen hayvan da girer, dediler. Mesela: Allah'ın ve Muhammed' in ismiyle demek gibi... Fakat bu makamdaki tahkik.şudur: Dinî bir durumdan ötürü her kesilen hayvan ibadettir. İbadet ancak Allah için olur. Allah'tan başkasının ismi onun üzerine zikredile-mez. Misafirperverlikte mübalağa göstermek için kesilen de, bu konuya giremez. Müslüman hayvanı keserken sultanın veya kıymetli misafirlerin ismini Allah'ın ismiyle beraber anamaz. Putlara kesenler gibi, onların isimlerini zikretmezler. Eğer peygamberlerin, salih insanların, isimleri kesiş anında anılarak hayvan kesilirse, o hayvan mundar olur. Sultanın veya büyük bir misafirin gelmesi anında kesilen hayvan ise, bu kabilden değildir. Onun ziyafeti için kesilmiştir manâsını ifade ediyor. Bu meseleyi «Er-Rav-datü'n-Nediyye fi şerhi ed-Durer'il-Behiyye» adlı kitabın sahibi zikretmektedir. Mezkûr eser, bu meseledeki ihtilafları tamamen ortaya koymaktadır. Bu konuşmasıyla, makam ile ilgili birçok faydaları da dile getirmektedir. Ve şöyle demektedir : Sultan için kesilen acaba Allah'ın gayrisi için kesilenin umumuna dahil olur mu olmaz mı?
İmamı Şevkâni: «Ed-Durer el-Behiyye» sahibi bu konuda yapmış olduğu bir açıklamada şunu söylüyor: Bil ki, Kur'an'm ve hadisin genelinden de anlaşıldığı gibi eşyada asıl mubah olmasıdır. Herhangi bir ferdin veya herhangi bir çeşidin haram olmasına ancak bir delil ile hükmedilebilir. Ki o delil, o malûm, asıl, tertemiz olan İslâm'dan nakledilir. Meselâ: Dikili taşlar üzerinde kesilen hayvanın, mundarın, düşen, boğulan, vurularak Öldürülenin, Allah'tan başkasının ismini anarak kesilen hayvanların ve domuzun haram olması gibi.
Ehli ilimden bir cemaat şöyle demiştir: Yasağın veya emrin ölümle vâki olması, habis sayılması, veya nesholunmamışsa geçmiş ümmetlere haram edilmesinin aslı kitab, sünnet, icma' ve kıyastır. Binaenaleyh fertlerden veya nevilerden birisinin haram olmasını ileri süren bir kimseye lazımdır ki, o haramlığı bu asıllardan birisiyle delillendirsin. Eğer böyle bir imkânı yok ise, Allah' m CC.C.) demediğini Allah'ın kesesinden uydurmaya hakkı yoktur. Çünkü Allah'ın helâl kıldığını haram kılan, tıpkı Allah'ın (C.C.) haram kıldığını helâl kılan gibidir. Aralarında fark yoktur. Buradaki günâhı, her arif bilmektedir. Şüphe yoktur ki, asıl beraet tek başına hak olanın üzerinde kâfidir. Hele o asli beraete Cenab-ı Hakk'in genel manayı ihtiva eden âyetleri inzimam edilirse... Mesela: «De ki, Allah tarafından bana vahyedilenden...» [En'am : 145] «Size tayyibeler helal kilindi.» (Maide: 4) «Size nzık olarak verdiklerimizin tayyibinden yiyiniz.» [Bakara: 57] «Allah O'dur ki size yeryüzündeki her şeyi yaratmıştır.» [Bakara: 29] «Onlar için tayyibeler helal kılındı.» [Araf: 155] âyetleri gibi...
Hülasa: Haram olmayı ,sadece nassen haram olarak ilân edilenin üzerinde durdurmak gerekiyor. Onun ötesi helâldir. Selman' m Tirmizi tarafından rivayet edilen hadisi bunu açıkça belirtmektedir. O hadis şöyledir: [47]
. «Helâl, Allah'ın kitabında helâl kıldığıdır. Haram, Allah'ın ki-atbinda haram kıldığıdır.» Cenab-ı Hakk herhangi bir şeyden sükût etmiş ise, o Cenab-ı Hakk'ın bizim için affetmiş olduğu eşyadandır.»[48]
Ebu Davud, İbni Abbas'tan mevkuf olarak rivayet eder :
«Cahiliyet ehli, bir takım şeyleri yerlerdi. Bir takım şeyleri de pis sayarak bırakırlardı. Cenab-ı Hakk, Peygamberini gönderdi Kitabını indirdi. Helalilini helal, haramını da haram kıldı. Ce-nab-ı Hakk, neyi helal kılmışsa o helaldir, neyi haram kılmışsa o haramdır. Neyi sükûtla geçirtmişse o affolunmuştur.» İbn-Abbas bunu rivayet ettikten sonra hemen bu âyeti okudu.
Tirmizi, Ebu Davud, Kubeyse bin Haleb'in hadisinden rivayet ediyorlar: Bir kişi Resûlüllah'tan sordu :
— Yemeklerden bir çeşit vardır, onu yemekten kaçınıyoruz. ResÛl-i Ekrem ona cevab olarak :
«— Sen Hıristiyan'lara benzemiş oldun. Sakın (helâla kar$ı) senin nefsinde her hangi bir şey kıpırdamasın?» buyurdu.
Bu kaide böylece açıklandıktan sonra deriz ki: Sultanın gelmesi anında kesileni, haram kabul edip «Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen haramdır.» genel kaidesine dahil etmek yanlıştır. Çünkü âyetteki «ühille», i'lâl kökünden geliyor. İ'lâl, sesini yükselterek cahiliyet ehlinin «lat» ve «uzza» ismiyle dedikleri gibi putun ismini anmaktır. Zemahşeri, Keşşafında bunu böyle söylüyor. Oysa sultanın geldiği anda hayvanı kesen «Sultanın ismiyle kesiyorum» demiyor. Eğer böyle dese, o vakit şüphesiz o hayvanın eti haram oluyor. Halbuki o hayvanı kesen bismillah der. Bunun üzerine İmam Ahmet'in, Müslim ve Nesei'nin, Emir'ül Mü'minin Hz. Ali'nin hadisinden rivayet ettikleriyle delil getirildi. Hz. Ali, ResûH Ekrem'den dinledi: [49]
— Allah'tan başkası için kesene Allah lanet etmiştir.
Fakat bu istidlal (delil getirme) doğru bir istidlal değildir. Çünkü Allah'tan başkası için kesmek, bu hadisin sarihlerinin açıkladıkları gibi, Allah'ın ismini değil de başkasının ismini anarak kesmektir. Mesela: putun, sa'Iibin, veya Hz. Musa'nın, veya Hz. İsa'nın veya Kâ'be'nin veya benzeri bir şeyin ismini anarak kesmektir. Bütün bunlar dinen haramdır. Böyle kesilen hayvanın eti yenilmez. İster kesen Müslüman, ister Yahudi, ister Hıristiyan olsun. Nitekim İmam Şafii ve arkadaşları bunun üzerinde açıkça İsrar etmişlerdir. En-Nevevi, Müslim'in şerhinde :
— Eğer hayvanı kesen, Bismillah demekle beraber kimin için kesiliyorsa onun yüceltilmesini de kastederse o, Allah'tan gayrisi için olur. Oysa ibadet sadece Allah'adır. Allahdan başkasına ibadet küfürdür. Eğer bu tarzda kesen müslüman ise, bu kesmeden ötürü dinden çıkmış oluyor.
Malûmdur ki, o eşyadan birisinin ismini anmak suretiyle kestiği zaman da hüküm böyledir. Lâkin Allah için olup, Allah'ın ismiyle fakat gelene bir ikram olsun diye kesilirse, o vakit bu hayvanın haram olduğuna dair hiçbir delil yoktur.
îmam Şafii'nin talebelerinden olan Şeyh İbrahim Maruzi:
«Sultanın gelmesi anında, sultana yaklaşmak için kesilen hayvanın eti için Buhara ehli haramdır diye fetva vermişlerdir. Çünkü o, Allah'tan gayrisinin adıyla kesilmiş oluyor» diyor.
İmamı Rafii: «Onlar sultanın gelmesini müjdelemek için bunu kesiyorlar. Bu tıpkı çocuğun doğması için kesilen Akika gibidir. Böyle bir müjdeleme hayvanın haram olmasını gerektirmez» dedi. Rafii'nin görüşü doğru olanın tâ kendisidir.
imam Nevevi'nin «Rağbe» adlı kitabında şu hüküm yer almaktadır :
«Kâ'be'yi tazim etmek ve Allah'ın (C.C.) evi olduğundan dolayı Kâ'be'ye kurban kesen veya Allah'ın (C.C.) Resulü olduğu için Hz. Peygambere kurban kesen, bu hareketinden menediîemez. Onun kestiği helâldir. Sultanın istikbali anında, onun geldiğini müjdelemek için kesilen hayvan da bu kabildendir. Bu tıpkı çocuğun Akikesi için kesilen hayvanın mertebesindedir» dedi.
Nevevi'nin konuşmasının başından anlaşıldı ki, sultanın müs-Iümanların sultanı olduğundan dolayı onu ta'zim ederek kesilen bir hayvanın eti yenir. Çünkü bununla «Kâ'be Allah'ın (C.C.) beytidir» diye ta'zim edilerek Kabe için kesilen hayvan arasında fark yoktur.
Ed-Devvari: «Allah (C.C.) yaklaşsın ve dolayısıyla Allah, cinlerin şerrini kendisinden uzaklaştırsın umuduyla kesilen kurbanın eti helâldir .Eğer cinlere mahsus olarak keserse haramdır.»
Ed-Dewari'nin bu sözünden şu anlaşılıyor : «Sultana ikram için kesilen helâl oluyor. Doğru olan da budur. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi eşyada asıl helâlliktir. Genel deliller de bunun üzerine işaret ettiler. Bu asıldan nakledenin varlığı da ma'dum (yok) dur. Bu genelleri tahsis eden de yoktur. Allah hakikati daha iyi bilir.» Şevkâni'nin sözü burada sona erdi [50]
Bu sözde Allah'tan başkasına yaklaşmak için kesilen ile Al-lahdan başkasının gelişini müjdelemek için kesilen hayvan arasındaki fark ortaya çıktı. İkincisi tıpkı doğan çocuğun Akikası, evlenenlerin velimesi, ziyafet ve benzerleri gibi helâldir. Birincisi ise haramdır. İbni Hacer el-Mekki «Zevacir»inde şunları söylüyor :
«Bizim arkadaşlar (Şafii'leri kastediyor) Bunu da kesilen hayvanın etini haram eden şeylerden saymışlardır. Çünkü «Allah'ın ismiyle, Muhammed'in ismiyle, Allah'ın ve Resulü Muhammed'in ismiyle kesiyorum dese, nahiv ilmini bilen bir kimse Muhammed dese, bir ehli kitab, kilise veya haç için, Hz. Musa, Hz. İsa için keserse, bir müslüman Kâ'be için, Hz. Muhammed (S.A.) için keserse, sultana, veya başkasına yaklaşmak için, cinler için keserse bütün bunlar kesilen hayvanın etini haram kılarlar ve büyük günâhlardandırlar.»
îbni Hacer, bunları söyledikten sonra şöyle devam ediyor:
«Bir guruba göre Allah'tan başkası için kesilen tağutlar ve putlar için kesilendir. Başka bir gurup da, Allah'tan başkasının ismi üzerine anılan demektir» dediler.
Fahreddin Razi: «Bu ikinci söz, daha evlâ ve uygundur. Çünkü âyetin lafzına daha mutabıktır» diyor. Alimler, «Eğer bir müslüman bir hayvanı keserken Allah'tan başkasına yaklaşmayı kastederse, irtidad etmiş (dinden dönmüş) olur. Kestiği de mürted (dinden dönen) in kestiği gibi olur.» dediler.
«Ravde» sahibi «Bir müslüman, peygamber için bir hayvanı keserse kâfir olur» diyor.
Şevkâni, «Ed-Durru'n-Nediyye» adlı kitabında «Bunu Söyleyen Şafii imamlardan birisidir. Eğer peygamberler efendisi Hz. Mu-hammed (S.A.V.) için kesmek küfür ise, acaba diğer ölüler için kesilen nasıl olur?» diyor.
Necid memleketinin müftüsü Abdurrahman bin Hasan bin Muhammed bin Abdulvahap bin Süleyman bin Ali «Fethu'l-Mecid Şerh-u Kitabit-Tevhid» adlı eserinde, Allah'tan gayrisi için kesmek konusunda şunu söylüyor:
Şeyhu'l-İslâm Takiyuddin Ahmed bin Teymiye (Allah ruhunu takdis eylesin), «İktidau's-Sirati'I-Mustakim» adlı kitabında :
«Allah'tan başkası adına kesilen» [el-Maide: 3] âyeti üzerinde şunları söylüyor: Zahir şudur ki; «Bu kesilen hayvan şu iş içindir» denilmesi gibiden maksad, Allah'tan başkası için kesilen ise, ister kesen bunu diliyle söylesin, ister söylemesin mesele değişmez. Ve bunun haram olması, «Mesihin ismiyle veya başka bir isimle kesiyorum» deyip de et için kesilen hayvanın haram olmasından daha açık ve belirgindir. Nitekim bizim Allah'a yaklaşmak için kestiğimiz, üzerine Allah'ın ismini anarak et için kestiğimizden daha temiz ve ecir yönünden daha büyük olduğu gibi... Madem ki, «Mesih'in veya Zühre'nin ismiyle kesiyorum» deyip de kesilen hayvanın eti haram olur o halde, «Mesih için veya Zühre için kesiyorum» diye kesilen veya bu kastedilerek kesilen hayvanın etinin haram olması daha belirgin ve açıktır. Çünkü Allah'tan başkasına ibadet etmek -küfür yönünden- Allah'tan başkasından yardım istemekten daha korkunçtur. Bu kaideye binaen; eğer Allah'tan başkası için kurban kesilir ve kesilen hayvanla ona yaklaşmak istenilirse, eti haram olur. Eğer o hayvan kesilirken bu Ümmetin münafıklarından bir gurubun yaptığı gibi «Allah'ın ismiyle» dese dahi haramdır. Bu münafık gurup kurbanlar, yakılan buhurlar ve benzerleriyle yıldızlara yaklaşmak istiyorlar. Bunlar mürteddiler. Kestikleri hiçbir halde, hiçbir durumda helâl değildir, çünkü kestiklerinde iki mani' vardır: Birincisi Allah'tan gayrisinin ismi anılmış, ikincisi mürtedin kestiğidir. Mekke'de cahillerin cinler için kestiği kurban da bu kabildendir. Bunun için Resûlüllah (S.A.) dan rivayet edildi ki, «Resûl-i Ekrem cinler için kurban kesmeyi nehyetti [51]
(123) «İşte bunun gibi, her kasabanın en büyük günahkârlarını orada hilekârlık etsinler diye büyük adamlar yaptık...s
Bu Âyet-i Celîlede «işte bunun gibi» tâbirindeki zamir Mekke durumuna racidir. Yani Mekke'de, mücrimlerin en büyüklerini hileler yapsınlar diye lider kıldığımız gibi, diğer kasabalar ve memleketlerde de durum budur. Yani Mekke'de büyüklüklerimle böbürlenenler kıldığımız gibi, her memlekette de büyüklükleriyle böbürlenenler kıldık.
Bazı müfessirler; âyetin manâsı «kâfirlere yaptıklarını süslü gösterdiğimiz gibi, her kasabada Mücrimlerden (günahkârlardan) büyükler kıldık» demektir dediler. Âyet-i Kerime'deki ekâbi-re kelimesinin «Mücrimi» kelimesine izafe edilmesi caiz; değildir. Çünkü manâ tamamlanmaz. Belki âyette takdim ve tehur vardır. Ayet'in takdiri «Böylece her kasabanın mücrimlerini (-dünyada) en büyükler kıldık» demektir. Cenab-ı Hakk'ın «Mücrim leri en büyük» kılmasının nedeni şu olsa gerek: Mücrimler hilede daha güçlüdürler. Bâtılı insanlar arasında daha fazla desteklerler , Bunu da, başkanlıklarından yararlanarak yaparlar. Bu, Allah'ın değiş-
mez bir kanunî ilâhisidir. Her kasabada Peygamberlere tâbi olanlar zayıflardır. O kasabaların büyükleri de fasıklardır. Âyet-i Celî-ledeki yemkuru kelimesi «Mekr» kökünden geliyor. Mekr, hile ve aldatma demektir.
Bazıları, «Mekr, gıybet, nemime (kovucuîuk) yalan yere yeminler ve bâtılı desteklemek demektir» diyorlar.
İbni Abbas, «Ayetin manâsı; ta ki onlar, o kasabalarda yalanı söylesinler» demektir diyor.
Mücahid, «Mekke'ye varan her yol üzerinde dört kişi oturmuş-tu.Halkı, Resûl-i Ekrem'e iman etmekten çevirmek vazifesini üstlenmişlerdi. Onlar herkese «Muhammed; yalancıdır, sihirbazdır, kâhindir» diyorlardı. Onların mekri budur. Onlar, esasında bu hileyi, kendilerine yapıyorlardı. Çünkü mekrin, (hilenin) vebali (günâhı) onlara dönüşecektir. Fakat bunun vebalinin kendilerine dönüşeceğini sezmezler. Onlar bundan ötürü zarara gireceklerini bir türlü anlamazlardı.
Bu Âyet-i Celîle, Hz. Peygamber için bir tesellidir. Yani Ce-nab-ı Hakk «Bu, sadece senin için böyle değildir. Senden Önceki peygamberler de, bu durumu geçirmişlerdi.» diye peygamberine teselli veriyor.
Beyzavi, «Eğer «cealna» kelimesi «mekkena» manâsına gelirse, Ekâbire kelimesi «Mücrimi» kelimesine izafe edilmiş oluyor. Bu takdirde âyetin manâsı «İşte bunun gibi, her kasabanın en büyük mücrimlerini hile yapsınlar diye orada yerleştirdik» oluyor diyor. [52]
(124) «Onlar bir âyet geldiğinde Allah'ın peygamberine verilen gibisi bize de verilmedikçe katiyyen iman etmeyiz derler.»
Bu Âyet-i Celîlenin sebebi nüzulünde şunlar söylenilmektedjr: Muğire oğlu Velid, Resûl-i Ekrem'e :
«— Eğer peygamberlik hak ise, ben senden daha çok ona müstahak idim. Çünkü yaşça senden daha büyüğüm. Mal bakımından daha zenginim» dedi.
Mukatil, «Bu âyet Ebu-Cehil hakkında nazil olmuştur» dedi. Sebebi de şudur:
Ebu Cehil, «Abdimenaf'm çocukları şerefte bizimle mücadele ettiler. Biz iki rahvan at gibi olduk. Onlar: Bizden bir peygamber vardır. Ona vahiy geliyor» dediler. «Allah'a yemin-u-kâsem ederiz, biz o peygambere iman etmeyiz^ ona tabi olmayız. Ancak ona geldiği gibi bize de bir vahiy gelirse ona tabi olmamızı emrederse tabi oluruz» dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, bu âyeti indirdi.
Bu Âyet-i Celîlede bahsi geçen «âyet» kelimesi «hüccet, bey-yine ve peygamberin doğruluğuna işaret eden apaçık delil» demektir.
Muğire oğlu Velid, veya Hişam oğlu Ebu Cehil (Âmr) veya kâfirlerin başlarından, (Kureyş'in eşrafından) herhangi birisi bu sözü söylediler.
Kureyş kâfirlerinin «Allah'ın Resullerine gelen bize gelmedikçe O'na iman etmeyiz demeleri hilelerindendi. Onlar peygamberliği kastediyorlardı. Yani «Biz de peygamber olmadıkça sana iman etmeyiz, seni tasdik etmeyiz» demek istediler. Onlar, bu çirkin sözleri Resûl-i Ekrem'i kıskandıkları için söylediler:
«Peygamberlere gelenin benzeri bize gelmedikçe iman etmeyiz» sözlerinde iki yorum vardır:
1- Kureyşliler kendilerine de peygamberlik ve risalet gelmesini istediler. Tıpki Resûlüllah'a geldiği gibi. Metbu (önder) olmayı istediler, tâbi olmayı arzulamadüar.
2- Hasan Basri ve îbni Abbas'tan gelen nakle göre, âyetin manâsı şudur: Onlara Kur'an'ın herhangi bir âyeti gelip Hz. Mu-hammed'e tâbi olmalarını emrettiğinde; «Allah'ın peygamberlerine gelen vahiy bize gelmedikçe, Cebrail senin doğru ve peygamber olduğunu gelip bize söylemedikçe, biz sana iman etmeyiz.»
Bu ikinci yoruma göre onlar peygamberlik istemediler. Ancak meleklerin onlara Hz. Muhammed'in doğruluğunu haber vermelerini istediler. Birinci yoruma göre ise, onlar peygamber olmak istediler. Ayetin «Allah peygamberliğini nereye (kime vereceğini) daha iyi bilir» kısmı birinci yorumun sıhhatli oluşuna delalet eder. Yani Cenab-ı Hak peygamberliğe kimin müstahak olduğunu bilir ve onu peygamberlikle şereflendirir. Peygamberliğe kim müstahak değildir? Onu da bilir. «Siz peygamberliğe müstahak değilsiniz. O halde Allah size peygamberlik vermeyecektir.» Bir de peygamberlik hasedçi, mağrur, kindar kimseye değil, Allah'ın CC.C.) istediğine verilir.
Cenab-ı Hakk'ın kelamından olan «Allah peygamberliğini nerede kılacağını bilir.» cümlesi ile Allah (C.C.) onları reddeder ve cehaletlerini ortaya koyar.
«Onlar: Neden bu Kur'an iki köyden (şehirden) olan büyük bir insanın üzerine inmedi dediler. Acaba onlar mı senin Rabbının rahmetini taksim ediyorlar.» [Zuhruf: 31]
Hafız îbni Kesir: «Âyetin manâsı; Allah peygamberliğini nereye koyacaktır? Ve peygamberlik için yarattıklarından kim elverişlidir, daha iyi bilir demektir» diyor.
Yani onlar «Niçin Kur'an, birer büyük şehir olan Mekke ve Taif ahalisinin gözünde yüce olan bir insan üzerine inmedi?» dediler. Bu sözlerini Resûl-i Ekrem'e hased ettiklerinden, inad, kibir ve zulümlerinden ötürü söylediler. Halbuki onlar bunu söylemelerine rağmen peygamberin faziletini kabul ederler, şerefini, soyunu, ailesinin temizliğini, yetişme merkezini, menşeini ikrar ederlerdi. Hz. Peygambere «el-emin» diyorlardı. Onların bunu ikrar ettiklerine, böyle dediklerine, Ebu Süfyan'ın İmparator Herakliyus'a söyledikleri de işaret etmektedir. Ebu Süfyan bunları söylediği gün, peygamberin en büyük düşmanıydı.
Bu âyet delalet eder ki, Peygamberlik, Cenab-ı Hakk'ın faziletidir. Dilediğini ona mazhar kılar, hiç kimse çalışmakla veya herhangi bir çabalama ve didinmeye girişmekle peygamberlik makamını elde edemez. Cenab-ı Hakk bu büyük rahmeti ve büyük kerameti ancak bu keramete ehil olan kimseye verir. Fıtratı sağlam, himmeti yüce, zekâsı, nefsi, kalbi tertemiz, hayır sever, hak sever kimseye verir. Arap zekileri, cahiliyet döneminde şirkte olmalarına rağmen bilirlerdi ki, hakkı seven, hayrı yapan kimseler Allah'ın keramet ve inayetine mazhar olurlar. Nitekim bu durum, vahyin başlangıcı hakkında Hatice validemizden rivayet edilen hadisten de anlaşılır. Cenab-ı Peygamber o zaman Hz. Hatice'ye:
— Ben nefsimden korktum, dedi. Hatice ona:
«— Hayır! Allah'a yemin ederim, Allah, hiçbir zaman seni rezil etmez. Kuşkusuz sen sılayı rahm yaparsın, kuşkusuz sen doğru konuşursun. Kuşkusuz sen fakir-fukaranın yükünü yükleniyorsun. Kuşkusuz yoksul kimselere mal veriyorsun. Misafirperverlik yapıyorsun. Hakkın elde edilmesine yardımcı oluyorsun» dedi.
Fahreddin Razi, «Allah peygamberliğini nereye (kime vereceğini) daha iyi biliyor» âyetinde şunları söylüyor :
Bu âyette ince bir hakikate dikkatler çekilmektedir. O da şudur:
Peygamberliğin ve risaletin oluşmasında, en az hile, hainlik, zulüm ve hasedden uzak olmak şartı vardır. Onların «Ve Allah' in peygamberlerine verilenin benzeri, bize verilmedikçe, biz iman etmeyeceğiz» sözleri hilenin, hainliğin ve hasedin tâ kendisiydi. Öyleyse bu sıfatlarına rağmen peygamberliğin onlar için oluşması nasıl düşünülebilir?
(124) «Suç işleyenlere Allah katında horluk ve yaptıkları hileye karşı pek şiddetli bir azab isabet edecektir...» Bu âyetin izahı:
Horluk diye tefsir ettiğimiz «sığar» kelimesi lûgatta; zillet, horluk ve'rezalet demektir. Bazı müfessirler «Âyetteki Siğâr o zillettir ki, kişinin gözünde kendi nefsini küçültür» demektir dediler...
«Allah'ın katında» tâbirinden maksad, Allah katında onlara bu sabittir demektir. Bu tefsire binaen bu horluk ancak ahirette onlar için oluşur.
Bazı müfessirler de «Allah'ın hükmü ile onlara bu horluk isabet edecektir. Allah bu hükmü onlar üzerinde dünyada icra etmiştir» diyorlar.
Beyzavi «Mücrim olanlara Allah (C.C.) katından gelen bir horluk isabet edecektir» şeklinde âyeti tefsir etmiştir.
El-Menar, «Allah (C.C.) katında onlara horluğun isabet etmesinin manâsı; ahirette onlar için aşağılanma vardır, demektir. Çünkü ahirette olan her şey «Allah'ın katmdadır» diye yorumlanır. Çünkü ahirette Allah'tan başka hiç kimse her hangi bir tasarruf ve her hangi bir etkiye sahib değildir. Ama dünyada insanlar için bir takım tasarruflar vardır. Veya âyetin manâsı «Allah'ın hikmeti ve adaleti, bir horluğun onlara isabet etmesini istemiştir. Allah'ın takdiri böylece tecelli etmiştir» demektir. Çünkü Allah'ın kaderi ve tekvini hükmünde ki, o hükümle Cenab-ı Hakk, halkın nizamını tedvir etmektedir— olan Allah katında sabittir. Onun Şer'i ve teklifi hükmünde sabit Olan adalet ve halkı ikame etmekte kullanılan O'nun katındadır denilebilir. İkinci tefsire göre; bu zillet
cezası haktan kibirlenerek döndüklerinden dolayı ahiretten Önce dünyada onlar için hâsıl olabilir. Birinci yoruma göre; bu ceza mutlaka ahirette olacaktır. O zaman şiddetli azabtan maksat, dünyada onlara isabet eden azabtır. Veya hem dünyada hem ahirette isabet eden azab demektir. Milletlerin günâhlarından ötürü dünyadaki azabları kesin ve şaşmazdır. Fakat fertler böyle değildir. I Bazı fertler mücrim ve hakir olduğu halde dünyada azab çekmez, > sadece ahirette azap çeker. Fakat Resûl-i Ekrem'e eziyet vermeye kalkışan Mekke senadidi (ileri gelenleri) dünyada azab gördüler. Nitekim Resûlüllah ile alay eden ve bahsi geçen o beş kişi Bedir' de azabı en zelil bir şekilde çektiler... [53]
(125) «Allah kimi doğru yola hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâmiyete açar. Kimi de saptırmak isterse, göğe yükse-liyornrjş gibi kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece inanmayanların üzerine pisliği (azabı) bırakır...»
(126) «Bu, Rablmıin dosdoğru olan yoludur. Öğüt alıp düşünmesini bilen bir topluluk için ayetleri böylece birer birer açıkladık.»
(127) «Rablerinin katında selamet evi onlarındır. O, işlediklerinden ötürü onlann dostudur.»
(128) «Onlann bütününü toplayacağı gün:
— Ey cin topluluğu! İnsanlardan çoğunu elde ettiniz (diyecektir). İnsanlardan onların dostları olanlar derler ki;
— Ey Rabbimiz! Birbirimizden yararlandık ve bizim için tesbit ettiğin süreye ulaştık.» (Allah) diyecektir ki «Allah'ın dilediği dışta olmak üzere ateş sizin içinde ebedi kalacağınız konaklama yerinizdir. Kuşkusuz Kabbiniz hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir.»
(129) «Kazandıktan günahlardan ötürü zalimlerin bir kısmım diğer bir kısmına böylece musallat ederiz.»
(130) «Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimizi aktarıp okuyan bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp korkutan peygamberler gelmedi mi? Onlar, nefislerimize aleyhinde, şehadet ederiz derler. Dünya hayatı onları aldattı. Gerçekten kafir olduklarına dair kendi nefislerine karşı şehadet ettiler.»
(131) «Rabbin haberleri yokken kasabalar halkını haksız yere yok etmeyeceğinden dolayı bu böyledir.» [54]
(125) «Allah kimi doğru yola hidayet etmek isterse onun kalbini İslâmiyete açar...»
Bu Âyet-i Celîledeki «hîdayet»ten maksad, hak yoludur. İmanda muvaffak olmakdır. Mutezileler âyetin manâsı: «Sevaba, cennete hidayet etmek veya hidayetten ötürü sevabdar etmek demektir» dediler. Kimisi de İslâm'a açmak, nefsini hakkın misafirliğine müheyya (hazırlanmış) hale getirmek ve hakkı menetmekten nefsi arındırmak demektir dedi. Nitekim Resûl-i Ekrem' den:
— Ey Allah'ın Resulü! Göğsün şerhi (nefsin arındırması) nasıl olur? diye sorulduğunda Cenab-ı Peygamber (S.A.V.):
— O bir nurdur. Göğse atılır. Göğüs onun için açılır, genişler. Cevabını verdi. Soruldu:
«Ey Allah'ın Resulü! Acaba bunun bilinmesine dair herhangi bir alamet var mıdır?
Buyurdular:
— Onun alameti ebediyyet yurduna dönüş, aldanma evinden uzak olmak ve gelmezden önce ölüme hazırlıklı bir hale gelmektir» buyurdu.
(125) «Allah kimi de saptırmak isterse göğe yükseliyormuş gibi kalbini dar ve sıkıntılı kılar...»
Bu Âyet-i Celîle, şunları ifade eder: Kişinin kötü istek ve seçeneğinden Ötürü Cenab-ı Hakk onun içinde sapıklığı yaratır.
Bazı müfessirler, «Allah kimi sevabtan, cennet veya imanın ziyadesinden saptırırsa onun kalbini darlaştırır, demektir» dedi. Kimi mahrum eder veya kişiyi istekleriyle başbaşa bırakırsa, onun göğsünü bu şekil kılar.
Abd bin Humeyd, İbni Cerir ve başka müfessirler Ebu Selt es-Sakafi'den rivayet ettiler :
Hz. Ömer (R.A.) bu âyetteki «harecen» kelimesini okudu. Onun yanında bulunan sahabelerden birisi de «Haricen» şeklinde okudu. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.) :
«Bana Kinane kabilesinden bir kişi getiriniz. Yalnız o, getireceğiniz Kinane'nin çobanlarından ve Müdleç boyundan olsun» dedi.
Hz. Ömer'e böyle bir kişi getirildi. Hz. Ömer sordu:
— Ey delikanlı! Sizin lügatinizde. «hareç» neye denir?
Kişi:
— Bizim lügatimizde «Hareç», diğer ağaçlar arasında sıkışıp kalmış ağaca denir. Ne otlamak isteyen bir hayvan, ne bir vahşi, ne de herhangi bir şey ona yetişir.»
Hz. Ömer (R.A.) :
— İşte münafikın kalbi de böyledir. Ona hayırdan hiçbir şey varamaz buyurdu.
îbni Abbas, bu Âyet-i Celîleyi okuduğu zaman sordu:
— Beni Bekir kabilesinden kimse var mıdır? Bir kişi:
— Ben varım, dedi. İbni Abbas:
— Sizin lügatinizde «Hareç» ne demektir? Kişi:
— Bizim lügatimizde «hareç» o vadiye denilir ki; ağaçtan çok ve birbirine girmiştir .Orada geçit imkânı yoktur.
îbni Abbas:
— İşte kâfirin kalbi de böyledir, dedi.
mea'ni alimleri; «kalb,» ilimler, itikadlar merkezi ve yeri olduğundan dolayı Cenab-ı Hakk hidayetini dilediği kimsenin kal- t bini açmakla vasıflandırdı. Onu nurlandırdı. Bu da Allah (C.C.) ta- „ rafından Allah'a ve Resulüne olan imamn kılıfı oldu. Kötü seçeneğinden ötürü sapıklığını dilediği bir kimsenin kalbini de genişliğin tersi olan darlıkla vasıflandırdı. Bu nitelendirme, kötü seçeneği ile küfrü seçip ihtiyar eden bir kimsenin kalbini Cenab-ı Hakk'm; artık herhangi bir ilim kabul etmez, Allah'ın birliğine dair herhangi bir delil getirmeye gücü yetmez, Allah'a iman etmeye kabiliyetli 2 bulunmaz bir şekilde yarattığına delalet eder. [55]
Bu Âyet-i Celîlede bütün eşyanın, Allah'ın iradesiyle oluştuğunun delili vardır. Hatta mü'minin isteği ile seçtiği imam da Allah' in istemesi ve iradesiyle oluşur. Kâfirin kötü seçeneği ile seçmiş olduğu küfrü de Allah'ın isteğiyle oluşur. Fakat cebir ve zorlama yoktur.
Kâfir bir kimse, İslama çağrıldığında sanki ona göklere çıkma teklifi yapılmıştır. Göklere çıkma imkânı beşer için mümkün olmadığına göre kâfirin İslama gelmesi de böyle olur.
Bazı mtifessirler «Mümkündür ki, âyetin manâsı şöyle olsun: «Kâfirin kalbi, sanki göklere çıkmaya zorlanıyor gibi kaçıyor.»
Bazı tefsirciler de «İslama çağrılan kâfirin önündeki yollar daralır. Ancak göklere çıkacak yol kalır. Buna da kudreti yoktur» derler.
Bazı müfessirler de «Sanki o göklere çıkıyormuş gibi İslâm, ona o kadar zor, o kadar sıkıntılı bir emir olur» derler. Yani kâfir îslâma davet edildiği zaman «göğe çık» gibi bir teklif ve zorlukla karşı karşıya gelir. [56]
(125) «Böylece inanmayanların (üstüne pislik kılar, onları) küfür bataklığında bırakırız...»
Yani kâfirin imandan kalbi daraldığı, haktan uzak olduğu gibi azabı, iman etmeyenlerin üzerinde kılarız. Bu Âyet-i Celîledeki «ricis» kelimesi «azab veya mahrum olmak» demektir.
İbni Munzir ve başka müfessirler Mücahid'den «Ric's; kendisinde hayır olmayan şeydir» diye rivayet ettilerRağib, «Ricis, pis şey demektir» dedi.
Zeccac, «Ricis, düyada lanet, ahirette azab demektir» dedi.
İbni Abbas, «Ricis, şeytan demektir. Yani Allah şeytanı iman etmeyenlere musallat kılar» dedi.
Bu Âyet-i Celîlede «Ricis, iman etmeyenlerin üzerine bırakılmıştır» deniliyor. Yunus Sûresi'nde Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
«Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir. Allah ricsi akıllarını başlarına almayanlara gönderir.»
[Yunus : 100] Aklı kullanmamak da, iman etmemek (ikisi) de ricsin gelmesine sebebtir. [57]
Değerli okuyucu! Bu Âyet-i Celîle ve benzeri âyetler, kaderi, cebrî, mu'tezile ve eşa'rî kelamcılan arasında tartışma konusu olmuştur:
Mahlûkatın yaratılışı Cenab-ı Hakkin ezelde geçen takdiriyle, hikmetli sünnetlerinin birisiyle sabit olan nizamla olduğunu inkâr eden kaderîler derler ki, «Bu âyetin zahiri şudur: Allah bir kişinin hidayetini dilediğinde onun göğsünü genişletir İslama karşı göğsünde genişlik yaratır. Onun imanı kabul etmesi Allah'ın ya-ratmasıyla olur. Bu yaradılış geçmiş bir takdir üzerine terettüb edilmiş değildir, yeni bir şey değildir,» derler.
Kaderîlerden olan Cebrîlerle, başka mezheblerden olan Cebriler derler ki; «Madem ki, durum böyledir, kişinin müslüman olması onun ihtiyarıyla olmadığı gibi çalışmasıyla da değildir. Ancak Allah'ın fiiliyledir.»
Eş'ariler'den bir gurup, «Onda kişinin çalışması vardır. Kişiye nisbet edilir. Fakat o Allah'ın mahlûkudur. O'nun nefsinde kişinin bir tesiri yoktur» der. Fakat bu iki sözün özü hemen hemen birdir. Allah tarafından sapıklığa düşürülmek istenenin hakkında da böyle derler. Cenab-ı Hakk, göğüs darlığını (Hareci) onun için yaratır. Onu, küfr üzerinde durduracak şeyleri ve imanın kabulünü menedecek engelleri yaratır.
Mutezile'ler âyete çeşitli teviller getirmişler, o tevillerle âyeti kendi mezheblerine tatbik etmek istemişler. Onların mezhebine göre, kişinin imam veya küfrü kişinin müstakil fiilidir. Yani kişi fiilinin yaratanıdır. Fakat Mutezile'ler aralannda çeşitli guruplara ayrılmıştır:
Bazıları, bu sadece mü'minin ahiretteki hidayetine mahsustur. Cennete gidecek yola hidayet edilmesine mahsustur. Kâfirin de cennetten sapan yola sapmasına mahsustur, demişler.
Bazıları da, «lütûflar, kişiyi hidayete kolayca götürmeye yardım eden tevfikin verilmesi kabilindendir» demiştir. Yani Cenab-ı Hakk, bazı kimselere lütfeder, onları imana getirecek yollan onlara kolaylaştırır, o da kendi isteğiyle ona gider. İstemeyen bir kimseye de bunu vermez. O da küfrünün üzerinde kendi irade ve isteğiyle kalır. «Menar sahibi ehl-i sünnetin mezhebine en yakın olan tevil de budur» diyor [58]
Menar'ın iddiasına göre; hazık (kıvrak zekalı) alimlerin bu ihtilâfa girmeleri mezheblerini ön planda tutup da, âyetleri mezheblerine hamletmeye çalışmalan ve hadisleri mezheblerine göre tevil etmeye didinmelerinden ileri geliyor. Onlar, sadece mezheblerinin kaideleriyle ilgili olan âyet ve hadislere bakarlar. Diğer âyetlere bakma lüzumu hissetmemektedirler. Fakat her akidenin incelenmesi anında bakış arzeden veya o akide hususunda gelen bütün hakkında aklını kullanan için hak tecelli edecektir. Ve o zaman Allah'ın kitabında ihtilaf yeri de olmayacaktır. Çünkü Cenab-ı Hakk:
«Onlar Kur'an-ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı onda birçok ihtilah (yani birbirini nakzeden şeyler) bulurlardı.» [Nisa: 82] buyurmaktadır. Binaenaleyh Kur'an'da «Allah'ın her şeyi kaderle yaratmış olduğu» vardır. Yani ezelde geçen bir kaderde halketmiştir. Kalıcı ve sabit bir nizamla ilgisi olmayacak bir şekilde değü. İşte bu, Kadercilerin mezhebini reddediyor.
Yine Kur'an'da «Her şey Allah'ın irade ve istemesiyledir.» [El-Kamer: 45] O'nun istemesiyle nizam ve takdirin gerektirdiği hikmetine bağlıdır. O, manâsız iş yapmak, ayırıcılık yapmak ve sağlam olmayan bir sanatı icra etmekten münezzehtir.
Kitabta, sorumlu kulun imanı, kendi fiil ve seçeneğiyle gerçekleşir, keyfiyeti de vardır. Cenab-ı Hakk, onu yaratmış, kişi kendi irade ve seçeneğiyle onu işlemektedir. Bu durumda kişinin fiili, Allah'ın yaratmasına ve istemesine ters düşmemektedir. Ve onu müstakil (orada Allah'ın hiçbir etkisi olmaksızın) de kılmamaktadır. Allah'ın tevfik ve imdadından uzaklaştırmamaktadır ki, onu fiiline (ameline) yaratıcı olarak kılmış olalım. Binaenaleyh iki fiilin arasındaki fark büyüktür. Biz vahyin nass'larmı bu şekilde toplarsak Cenab-ı Hakk'm kullar üzerindeki açık delili ortaya çıkar. [59]
Tevfik, Allah'tan gelen özel bir inayettir. Cenab-ı Hakk bazı kullarına bunu ihsan eder. Peygamberliğini nereye ve kime vereceğini daha iyi bildiği gibi Tevfikini nereye ve kime vereceğini de daha iyi bilir. Muvaffak kıldığı kulun kudreti vekazancıyla kudret ve kazancının dahilinde olmayan hay'r ve maslahatı (işi) kul için bir araya getirmiştir. O kul için iki emir de hâsıl olur.
Allah'ın hizlânı ise, Tevfikm tam zıddıdır. Olumsuz bir emirdir. Cenab-ı Hakk mahrum olan kuluna hiçbir şekilde hiçbir şeyde zulmetmez. Bazen bir şey olumsuz olarak tefsir edilir. Fakat onun hakikati olumludur. Bazen olumlu olarak tefsir edilir, hakikati olumsuzdur. İbni Kayyim, «Tevfik» ve «Hizlân» konusunda «Medaricü's-Saükin» adlı kitabında diyor ki:
«Allah'ı (C.CJ bilenler ittifak etmişlerdir ki tevfik ,Allah'ın seni kendi nefsine bırakmamasîdır. Hizlân ise, Allah'ın seninle senin nefsin arasından çekilmesidir.»
tbni Kayyim'in bu tarifi «Tarifi birresim»dir [60] Manâsı bizim söylediğimiz hususunda açıktır. Allah'ın seni senin nefsinle başbaşa bırakmaması yani senin kudretinde olanın üstünde bir şeyi sana vermemesi, isteğinin yöneldiği konudan fazla hayrı senin nefsine vermesidir. O da öyle bir noktadır ki, kurtuluş ve hayrın isabeti ona bağlanır ki, bu da senin kudretinde olmayandandır. § Senin var kuvvetinle çalışman buna tek başına yetişemez. Bunun bir kısmı nefsî, bir kısmı da nefsin haricindendir. Onun manası olumlu ve icabîdir.
«Hizlân» hususunda Allah'ın (C.C.) seninle nefsinin arasından çekilmesinin manâsı; Cenab-ı Hakk, kazancının varacağı hususta özel lütfundan sana bir şey vermiyor. Kazancının varmayacağını da sana musallat kılmıyor. Binaenaleyh sen ancak kendi kudreti-|| nin oranında hayrı elde edebilirsin. Bu da senin bildiğin ve sebeb-lerden dilediğin miktarcadır. Senin kudretin, içinde hayr vardır diye bildiğine varamaz. İçinde hayr olan her şeyi senin ilmin kap-ğj] sayamaz. Binaenaleyh sen çoğunu bilmemektesin. Sana az ilim ve-jf rilmiş. Çoğu zaman cehaleti ilim, şerri hayır sanıyorsun.
İbni Kayyım bundan sonra icabi (olumlu) bir tefsir getirerek dedi ki:
Tevfik, Allah'ın, kuluna yararlı olanı, kulu hakkında yapması-1 dır. Yani Cenab-ı Hakk'ın, zatını razı eden işe kulunu muktedir g kılmasıdır. Allah'ın hoşuna gitmeyen, buğzunu gerektirenden de onu uzaklaştırmasidır. Bu sadece Allah'ın fiilidir. Kul bunun merkezidir. Nitekim Cenab-ı Hakk:
«Lâkin Allah size imam sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkarcılığı, yoldan çıkmayı ve baş kaldırmayı size iğrenç göstermiştir. İşte böyle olanlar Allah katında bir lütuf ve nimet sayesinde doğru yolda bulunanlardır, Allah bilendir, (hikmet sahibidir.» [El-Hücûrat: 7-8]
Görüldüğü gibi, Cenab-ı Hakk bu fazilete elverişli olan kullarını .da, olmayanları da biliyor. Onu dilediğineverir, dilemediğine vermez [61]
Tefsir imamı Fahreddin Razi şunlan söylüyor:
«Biz bu âyetin tefsirini Muhammed bin Kâ'b el-Kurezî'den rivayet edilen eserle sonuçlandıralım. Muhammed bin KâT) diyor ki:
Biz îbni Ömer'in yanında «kaderîye» gurubunun durumunu müzakere ediyorduk. İbni Ömer :
— Kaderiye gurubu yetmiş peygamberin diliyle lanetlendiler. O yetmiş peygamberin arasında bizim Peygamberimiz de vardır. Kıyamet günü geldiğinde bir tellâl {Allah'ın hasımları nerededir?» diye çağıracak, bir araya gelmiş olan halkın hepsi de onun sözünü işitecektir. Böylece «Kaderiye» gurubu kalkıp (dehşetli) hesaba hazır olacaklardır.» [62]
Kadî Abdulcebbar, bu hadisin tefsirinde «Bu, Kaderî'lerin, kulların fiillerini kaza, kader ve yaratılış olarak Allah'a nisbet eden gurub olduklarının en kuvvetli delillerindendir» demiştir. Çünkü bu sözü söyleyenler Allah'ın hasımlarıdırlar. Çünkü onlar Allah'a (C.C.) :
— Bizim hangi günâhımız vardır ki, sen bize ceza veriyorsun? Sensin bizde onu yaratan. Sensin bizden onu isteyen. Sensin onu hakkımızda hüküm olarak veren. Sen, bizi, onu yapmak için yarattın. Ondan başkasını bizden kolaylaştırmadın,» şeklinde tartıştılar. İşte bunlar, bu delillerinden ötürü elbette Allah'ın (C.C.) hasımları olacaklardır.
0 kimseler ki «Cenab-ı Hakk» nedeni yerleştirmiş veya söküp atmıştır. Kul yaptığını ancak kendiliğinden yapıyor. Onun konuşması, ona muamele edilen ve ona gönderilen cezaya uygundur» diyenler Allah'ın hasımları olmaz, belki Allah'a itaat edenler olurlar. Bu kelam, Kadı Abdulcebbar'indir. Bu acaib bir konuşmadır. Çünkü Kadı Abdülcabbar'a denilebilir ki, «Sen, hasımlarının mezhebini biliyorsun. Onların mezhebi şudur: Kulun Allah üzerinde hiçbir delili yok. Hiçbir sebeble Cenab-ı Hakk'a karşı bir hakkı yoktur. Rabbınm, kulda yaratmış olduğu her şey hikmet ve se-vabtır. Kul için Rabb üzerinde itiraz ve münazara etmek yoktur. Acaba dini ve inancı bu olan insanoğlu, nasıl Allah'ın hasmı olur. Allah'ın hasımlarına gelince, onlar Mutezileler'dir. Mutezile'nin Allah'a hasım olduklarının izahı birkaç yönden yapılabilir.
1- Mutezileye göre tâatların karşılığını vermek Allah'a (C.C.) vacibtir. Mutezile der ki; «Ey Allah! Eğer sen onu bana vermezsen (hâşâ) Allah'lıktan çıkmış, Rablikten azledilmiş ve sefihlerin kategorisine girmiş olursun.» İşte mezhebi ve inancı bu olan bir kimse ancak Allah'ın hasmıdır.
2- Yirmi sene küfre devam eden bir insan hayatının son zamanında «Lailaheillallah Muhammed Resûlüllah»ı kalbinden geçirerek söylese, sonra ölse, Cenab-ı Hakk, ona üstün nimetleri ve dereceleri milyonlarca sene verip, sonra o nimetleri bir an keserse o kul:
— Ey ilâh! Sakın sakın! Bunu bir an dahi terketme. Çünkü onu bir an bile terkedersen Hanlıktan azledilmiş olursun derse, inancı bu olan kişi Allah'ın hasmıdır...
Hülâsa, o kulun bir an bile olsa iman etmesi, o nimetleri sonsuza dek ona vermeyi Allah'a vacib kılmıştır. Ve Allah (C.C.) hiçbir şekilde bunu vermekten kurtulamaz, derler Mu'tezileler... İşte inancı bu olan kimse Allah'ın (C.C.) hasmıdır.
O kimse, «Melekler, peygamberler dahil, hiçbir kimsenin Allah üzerinde herhangi bir hakkı vardır demez, Allah tarafından onlara verilen sevab, Allah'ın fazl ve ihsanıdır» der ve bu inancı taşırsa, o, Allah'a hasım olmaz.
Mutezilelerin Allah'ın düşmanları olmaları şu kıssadan da anlaşılıyor. Rivayet ediliyor ki Şeyh Ebul Hasan el-Eş'ari, hocası Ebu Ali el-Cübbai'nin meclisinden ayrılıp, onun mezhebini terkettikten sonra onun görüşlerine çok itiraz etti. Aralarında nefret ve soğukluk oldukça kabardı. Günün birinde Cübbai bir ders meclisi kurdu. Halktan büyük bir kitle onun dersine katıldı. Şeyh Ebul Hasan da o meclise gitti. Bir köşede, Cübbai'nin gözüne görünmeye-cek şekilde oturdu. O derste bulunan bir ihtiyar kadına dedi ki:
— Ben sana bir mesele öğreteceğim. Onu bu Şeyhten sor. Şeyhe de ki: Benim üç oğlum vardı. Birisi gayet dindar ve zahitti. İkincisi gayet kâfir ve fasıktı. Üçüncüsü daha sa'bi (ergenliğe ermemiş) Hepsi de bu sıfatlar üzerinde öldüler. Ey Şeyh! Bunların halinden bana habej verir misin?
Cübbai:
— Zahide gelince, o cennetin en yüksek derecelerindedir. Kâfire gelince, o cehennemin en aşağı tabakasmdadır. Sa'biye gelince, o selamet ehlindendir.
Eş'ari:
— Kadına sor dedi. Eğer sa'bi, zahit kardeşinin o yüksek derecelerine gitmek isterse acaba gidebilir mi?
Cübbai: Hayır gidemez. Çünkü Cenab-ı Hakk sa'biye diyecektir:
Bu yüce derecelere varan, ancak nefsini yorduğundan, ilim ve âmelde hummalı çalışma yaptığından ötürü varmıştır. Sen ise böyle bir şey yapmamışsın.
Ebul Hasan:
— Kadına, sor dedi. Eğer çocuk dese ki: Ey Âlemlerin Rabbi! Bu hususta benim bir günahım yoktur. Ben -baliğ olmazdan önce beni öldürdün. Eğer bana mühlet verseydin belki zahid kardeşimden daha fazla çalışırdım. Acaba Allah ne diyecektir?
Cübbai: ,
— Allah, çocuğa; biliyordum ki, sen yaşarsan tuğyan eder, küfre girerdin. Böylece ateşe müstahak olurdun. Onun için bu hale gelmezden önce senin canını aldım. Azabtan kurtulasın diye senin durumunu gözettim.
Ebul Hasan, kadına sor dedi:
— Eğer kâfir ve fasik olarak ölen oğlum başını ateşin en alt
tabakasından çıkarıp :
— Ey Âlemlerin Rabbi: Ey Hâkimlerin Hâkimi! Ey Rahmet edenlerin en merhametlisi! Küçük kardeşimin baliğ olunca kâfir olacağını biliyor, onun durumunu gözetiyordun. Benim de kâfir olacağımı biliyordun. Öyleyse benim durumumu neden gözetmedin derse Allah'ın cevabı ne olacaktır?
Konuşma buraya geldiğinde' Cübbai cevab vermekten âciz kaldı. Meclisi dikkatli bir şekilde süzdü ve Ebul Hasan Eş'ari'yi orada gördü. Bu sorunun ihtiyar kadından değil Ebul Hasan'dan geldiğini anladı.
El-Cübbai'den dört veya daha fazla asır sonra gelen Ebul Hüseyin el-Basri bu sualin cevabını vermeye, kalkışmış ve :
— Biz el-Cübbai'nin bu üç kardeş hakkında verdiği cevabı doğru görmüyoruz. Bizim bu hususta iki tane cevabımız daha vardır, dedikten sonra şöyle devam etti:
a) Bu, biz Mutezileler'in (hocalarımızın) ihtilâfa düştükleri bir kaideye binaendir. O kaide şudur: Acaba kulu mükellef kılmak Allah'a vacib midir değil midir?
Basrah Mutezileler: «Teklif Cenab-i Hakk'ın katıksız bir fazilet ve ihsanıdır. Allah'a vacib değildir» dediler.
Bağdat'lı Mutezileler: «Teklif Allah'a vacibtir» dediler. Binaenaleyh eğer biz meselelerimizi Basralilarm görüşü üzerinde bina edersek Cenab-ı Hakk o sa'biye diyebilir ki:
«— Ben zahid kardeşinin ömrünü uzattım. Fazilet yoluyla onu mükellef kıldım. Senin kardeşine yapmış olduğum ihsanı senin için yapmaya mecbur değilim».
Eğer biz, Bağdatlıların görüşüne bağlı olarak yürürsek cevab şudur:
— Senin kardeşinin ömrünü uzatmak, teklifi ona yöneltmek, onun hakkında bir ihsandı. Bundan, başkası için herhangi bir fesatlık yoktu. Onun için bunu yaptım. Senin ömrünün uzatılmasına ve sana teklifi yöneltmeye gelince, bunda başkasına bir fesatlık vardı. İşte bu sebepten ötürü senin hakkında bunu yapmadım. Böylece fark ortaya konmuş olur.
Bu, Ebul Hüseyin Basri'nin konuşmasının hülâsasıdır. O, şeyhi Ebu Ali el-Cübbai'yi Eş'ari'nin veya ma'budunu kulun sualinden kurtarmak için bu çabalan harcamıştır. Ben Ebul Hüseyin'in bu itirazına cevap vermeden önce şunları söylüyorum:
Allah ile kulu arasında bu ince münazaranın sıhhati ancak Mutezileler'in mezhebine göre lâzımgelir. Bizim arkadaşlarımızın mezhebine göreyse asla Allah ile kul arasında münazara olamaz. Kulun Rabbine «Niçin şunu şunu yaptın, şunu şunu yapmadın» demeye asla hakkı yoktur. Böylece sabit oldu ki, Allah'ın hasımları Ehl-i Sünnet değil, Mutezileler'dir. Bu da bizim hedefimizi takviye etmekte, maksudumuzu oluşturmaktadır. Sonra deriz ki:
Ebul Hüseyin'in birinci cevabına karşılık deriz ki, bu söz defedilmiş bir sözdür. Çünkü Cenab-ı Hakk, birisine yetiştirdiği-fazileti, ikincisine yetiştirmekten menolunması Allah'tan sadır olan haşa çirkinlik olur. Ki, o fazileti bu ikincisine vermek, Allah için zor bir iş olmadığı gibi, hiçbir yönden onun mülkünde bir eksiklik de gerektirmezdi. Üstelik bu ikincisi de birincisi gibi o fazilete muhtaçtır. Böyle bir imtina görünürde çirkindir. Birisi başkaları bakıp kendilerini görsünler diye duvara bir ayna asıyor. Sonra kendisine her hangi bir zarar veya yararı ulaşmayacağını bildiği halde başkasını o aynaya bakmaktan menediyor. Bu çirkin olmaz mı? Eğer güzellik ve çirkinlik hükmü akıldan gelir makbuldür denirse, bu da burada makbul olsun. Eğer makbul değil ise, hiçbir şeyde makbul değildir demektir. Ey mutezileler! Sizin mezhebiniz temelinden yıkılmış olur. Zira, sabit oldu ki, Ebul Hüseyin'in bu cevabı fasittir.
b) İkinci cevabına gelince, o da fasittir. Çünkü ikincisinin teklifi bir fesatlığı içerir dememizin manâsı, bu teklif haddi zatında o fesatlığın oluşmasını gerektirir demek değildir. Aksi takdirde o fesatlığın daima ve hepsinin hakkında oluşması lâzım gelir. Bu da, bâtıldır. Belki o sözün manâsı şudur: Cenab-ı Hakk bildi ki, bu kulunu mükellef kıldığı zaman, şüphesiz o, kendiliğinden çirkin bir fiili seçecektir. Eğer Cenab-ı Hakk'ın bu kadarı bilmesi, onun mükellef kılınmasını terketmeyi gerektiriyorsa Cenab-ı Hakk, o kâfir kardeşini mükellef kıldığı zaman küfrü seçeceğini de bilmiştir. Öyleyse onun teklifini de terketmek (hâşâ) Allah'a (CC) vacib oluyor. Bu ise, Cenab-ı Hakk'ın, halinden kâfir olduğunu bildiği bir kulu için çirkinlik istemesini (hâşâ) gerektiriyor. Eğer burada gerektirmez dersek, orada da gerektirmez. Cenab-ı Hakkın kulu mükellef kıldığı anda çirkin bir fiili ihtiyar edecektir, bunu bilmesi, teklifi terketmeyi vacib kılıyorsa, o şahıs mükellef olduğu zaman çirkini seçeceğini bilmesi teklifinin terkini vacib kılmıyor dersek bu, katıksız bir zulüm olur.
Böylece sabit oldu ki, Ebul Hüseyin'in ince fikriyle, ince görüşüyle dört asır sonra çıkartmış olduğu cevab zayıftır. Ve belirdi ki Allah'ın hasımları Mutezileler'dir, bizim arkadaşlarımız değil* dir. Allah daha iyisini bilir. Burada Fahreddini Razi'nin kelamı bitti... [63]
El-Menar sahibi bu nakilleri yaptıktan sonra «Bu tartışmadaki ibret ve bu tartışanları red» başlıklı bir konu açıyor, özetle şunları söylüyor:
1) Mutezile, Cehmiye ve Eş'ari kelamcılarmm bu gibi mese-lelerdeki görüşleri ve onlardan önce kelam bid'atını ortaya çıkaranların görüşleri; eshabı kiram, tabiin ve tabiine tabi olan dört fıkıh imamı gibi alimlerin görüşüne muhaliftir. Ancak bu alimlerin yolunda olduğunu iddia eden birçok kimse de, bu belâya müptelâ olmuştur. Selefi şalinin ne Cebriye Mezhebinden idiler, ne Kaderiye idiler, ne Cenab-ı Hakk'ın nefsine sıfat olarak getirdiğinden veya kendisine isnad ettiği sıfat ve fiillerden hiçbirisini inkâr ederler, ne de bir takım te'viller getirirlerdi. Onlardan hiç kimse akidesini silsilevî ve başlangıcı olmayan hadiseler üzerinde bina etmemiştir. Eşyamn nefsindeki güzelliği ve çirkinliği inkâr etmeye, haddi zatında güzel veya güzel olmayan, akıl katında güzel olmayanlarla teklifin memnu' olmasını inkâr etmeye yanaşmadılar. Onlar (cebriye gibi) lakablarla birbirlerinin aleyhinde bulunmadılar. Mezheb ve görüşleri ispat etmek için tartışmaya girişmediler. Kendilerine muhalif olan kimseleri sözlerindeki yanlışlığı yakalayıp küçük düşürmeye çalışmadılar. Edebe aykırı olan ibarelerle ibare sahiplerinin reylerini çirkin göstermeye kalkışmadılar. O alimler ki, Muhalifin nakline sadece «İtibar edilmez» demişlerdir. Bu ne güzel sözdür. Acaba tartışmaya dalarak başkasını Halika (yaradana) hasım olarak gösterenin naklindeki fikir ne olabilir?
2) Allah'a (C.C.) vacib olma meselesi, Eş'ari'lerin bundan kaçması ve Mutezile'nin bunu söylemesi hususunda şunu belirtiyoruz: Selefi salihinin mezhebi bu hususta hakikattir. Zira selef mutlak olarak vücûbu inkâr etmedikleri gibi vücûbla hüküm de etmezlerdi. Onların mezhebi, «Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) kendi zatına vacib kıldığından başkası Allah'a vacib değildir.» Cenab-ı Hakk'ın kendi nefsine yazmış olduğundan başka bir şey Allah'a (C.C.) vacib değildir. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarının gereği ve sıfatlarıyla il gili olandan başkası Allah'a (C.C.) vacib değildir.» şeklindedir.
Cenab* Hakk, akıl hükmünde kemal sıfatlarıyla muttasıl olmasını vacib kıldığı gibi, o sıfatların gereği olan Adalet, Hikmet ve Rahmetin onlara terettüp etmesini de vacib kılmıştır. İşte âyet:
«Ey Muhammedi Âyetlerimize inananlar sana gelince «size selam olsun» de. Rabbınız sizden kim, bilmeyerek fenalık işlerse, arkasından tevbe eder ve nefsini düzeltirse, ona rahmet etmeyi kendi üzerine vacib kılmıştır. O bağışlar ve merhamet eder.» [El-En' am: 54]
Başkasının.hükmüyle Allah'a (C.C.) hiçbir şey vacib olmaz.
Çünkü Allah'ın saltanatından daha üstün bir saltanat yoktur. Ki Allah'a (C.C.) bir şeyi vacib kılsın ve Allah'ı zorlasın. Allah'ın bir dengi de, yoktur ki, onu mes'ul kılsın. Belki gökte ve yerde hiçbir şey yoktur ki, Allah'a secde etmesin, O'nun saltanatına baş eğmesin. İşte âyet:
«Ey insan ve cin topluluğu! Sizin de hesabınızı ele alacağız. öyle iken Rabbınızın nimetlerinden hangiseini yalanlarsınız ? Ey cin ve insan t topluluğu! Göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin. Amma Allah'ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz ki.» [Er-Rahnıan: 33]
Fakat Eş'ariler, Mutezileler'in Allah'a^ şunlar şunlar vacibtir dediklerini nakleder ve Mutezeliler'in aleyhinde «Allah, (C.C.) yaptığından sorumlu değildir .Ancak insanlar sorumludur» [Enbiya : 23] âyetiyle delil getirirler. Onların bu delili gerektirir ki, Cenab-ı Hakk'm mükellefi mesul tutması kendisine vacibtir. Halbuki onlar bunu söylemiyorlar. (Amma mezheblerinin gereği budur) Sonra onlar bu âyetle Mutezileler'in aleyhinde delil getirerek derler ki, «Cenab-i Hakk, salih mü'minleri, hatta melekler ve peygamberleri bile azaba duçar edebilir. Şeytana, suçlulara dahi nimet verebilir.» Oysa bu Âyet-i Celîle bunu değil, ancak «Herhangi bir mahlûkun Allah üzerinde saltanatı yoktur ki, onunla Allah'ı hesaba çeksin, onunla Allah'tan bir şey sorsun.» hükmünü getiriyor ve her faili muhtar üzerinde en yüce saltanatı Allah (C.C.) için tesbit ediyor. Allah (C.C.) o sultanlığıyla onları hesaba çeker, onlardan verdiği nimetlerin hesabını sorar, onlardan sorumlu tutulduklarının hesabını sorar. Ama bu demek değildir ki, Cenab-ı Hakk, müs-lümanları günahkârlar ve facirler gibi sorgulayacaktır. Belki böyle yapmak Allah hakkında muhaldir. Muhal oluşuna da hem akıl, hem nakil delâlet eder. İşte nakil:
«Kendilerini Allah'a vermiş olanları hiç suçlular gibi tutar mıyız? Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz? Yoksa okuduğunuz bir kitabınız mı var?» [En-Nur : 35-37]
3- Ebu Ali el-Cübbai ile Eş'ari'nin arasındaki hikâye, bir hevestir. Mutezileler'in başı olan Cübbai değil, mertebece en küçük Mutezili dahi, Allah'ın o, küçüğe cevabı, «Benim faziletimdir, onu dilediğim kuluma veririm» tarzındadır demez. Bu cevab, Mutezileler'in aslı üzerinde bina edilmiştir. Çünkü teklif, Ebu Ali Cübbai'nin de içinde bulunduğu Basralı Mütezile'nin katında Allah'ın fazlıdır. Teklif vacibtir diyen Bağdat'lı Mutezileler'e gelince, bu vücub cömertlik vücubudur. Onu terkedene itiraz edilemez. Hülâsa Allah'a (C.C.) itiraz, bütün Mutezileler'in ittifakıyla sakıttır. Bu sözleri nakletmekteki gayemiz, selefi salihinin yolunun ta-assubtan uzak tek yol olduğunu ispat etmektir. Çünkü bizim inancımıza göre, selefin üzerinde bulunduğu ilim ve din hususundaki ameli İslâmın tâ kendisidir. Resûlüllah'ın getirdiği îslâm odur. Gurubların müteassıbane destekleyip peşine takıldıkları ve onu dinde asıl olarak kabul ettikleri tek kişi mezhebine gelince, eğer kitab ve sünnetin nasslarına muvafık ise, kabul edilir, muhalif ise veya tevil veya ihtimallerle kitab ve sünnete uydurulursa reddedilir.
4- Kelam diye adlandırılan, cedel ilmi ortaya çıkınca Şafii ve Ahmed gibi selefin alimleri onu kötü, bid'at olarak saydılar ve halkı ona dalmaktan nehyettiler. Sonra Şafii'nin de, Ahmed'in de mezhebi üzerinde olan birçok alim, kelamcılara dahil oldular. Mutezileler'in, Murcieler'in çoğu Hanefi veya Zeydi mezhebinden-dirler. Eş'ariler'in çoğu Şafii ve Malikiler'dendirler. Fakat onların ihlaslılan hayatlarının sonlarında selefin mezhebine dönüş yaptılar. Nitekim bunu birçok defa zikretmişizdir. Orta asırlarda Selefin mezhebini destekleyenlerin en kuvvetlisi olan «Şeyhû'l-îslâm Ahmed Takiyuddin Bin Teymiyye ve Şemseddin Muhammed ibni-Kayyım el-Cevziye» gibi alimlerdir. Onların bu husustaki en geniş kitabları «Miftahu Darussaâde, Şifau'1-Alil-i Fi-Mesaili'1-Kadai vel Kaderi ve Talil» gibi kitablardır.
5- Bilmiş ol ki, Kaderiyye ile Cebriye arasında en adil hüküm şudur: Cenab-ı Hakk faildir, munfail değildir. Kul hem faildir, hem munfaildir. Kul bir yönde faillik sıfatında munfail olmayan bir failin munfailidir. Cebriyeliler kulun munfail olduğunu, aletler ve mazruflar gibi hükümler üzerine cari olduğunu söylüyorlar. Kulun hareketlerini, ağaçların hareketleri gibi kılıyorlar. Onların katında ona ancak mecaz yoluyla fail deniyorr'îlesela: Kul kalktı, oturdu, yedi, içti, namaz kıldı, oruç tuttu, hasta oldu, elem duydu, öldü ve benzeri gibi sözler onlarca mecazidir. Yani katıksız munfail olduğu meseleler gibidir.
Kaderiyye kulun fiilinde munfail olmadığını failimahz (katıksız fail) olduğunu söylüyorlar. İki gurupta olaya dikkatsizce bakarlar. îlim ve i'tidal ehli ise iki makamın hakkını vermişler. İki emirden birini diğeriyle iptal etmemişler. Böylece ehl'i ilim ve i'tidâlin (ölçülü hareket edenlerin) dikkati ve münazarası dosdoğru olmuştur. Onların nezdinde İslâm sonuna kadar yerine ve noktasına oturmuştur. Sevab ve azabın kime daha uygun ise onun üzerine vâki olmasına şehadet etmişler.
Hulasa: Kaderiyye gurubu Halk (yaradılış) ve tekvin (oluşturma) Emir ve Teşri' meselesinde, Cebriye gurubu ise is-tek ve irade meselesinde aşırı hareket etmişler. Bunlar yani Kaderciler isteğin hikmetsiz ve sırsız olduğunu mümkün görmüşler. Öbür gurub ise, Allah'ın (C.C.) isteğini anlayışlarına uygun gelen hikmete bağlamaya kalkışmışlar. İkisi de ifrat (aşırı hareket) tır. Oysa iki gurub da bu iki sıfata inanırlar. hüsn-kubh-tahsin-takbih meselesindeki uzun mücadeleleri de bunun üzerine bina edilmiştir. [64]
Bu meselenin isbatma taraftar olanlar ifrat ederek dediler ki, Allah tarafından insanların mükellef oldukları her emir veya her yasakta Hüsn ve Kubh zatidir. Akıl ile bilinir. İSLAM, emredilenin Hüsn'ünü açıklamak için onu emreder veya yasaklar. Onun çirkinliğini açığa vurmak için gelir. Yani bir şey sadece emirle güzel, sadece yasakla çirkin olmaz dediler.
Bu belirtilen görüşü inkâr eden ifratçılar ise, «Hiçbir şeyde zati olarak ne Hüsn, ne de Kubh vardır. O şeyin üzerine terettüp eden sevab veya azab ancak îslâmladır. Adalet, doğruluk, namaz, oruç (gibi ibadetlere gelince) zati olarak bunlarda Husn yoktur. Belki bunların emredilmesi bunları güzel kılmıştır. Böylece zulüm, yalan, sarhoşluğun da zatında kubh (çirkinlik) yoktur. Belki onun çirkinliği İslâm ile bilinmiştir ve caizdir ki, Allah yasak olarak ilân edileni emretsin, emrettiğini de pasaklasın. Eğer bunu
yapsaydı o zaman zulüm, yalan güzel olurdu. Adalet, doğruluk çirkin olurdu. Bütün ibadetler de böyledir. Çünkü Cenab-ı Hakk dilediğini yapar ve irade ettiğiyle hükmeder» dediler.
Birinci görüş, makûl (akla uygun) ve menkule (nakledilene) daha yakındır. Fakat bu görüşe sahib olan birçok kimse ifrat ve gurura kaçmışlardır. Nasslar arasında derleyici olan itidal ehli, yani ortanca gurub şöyle derler:
|«Allah'ın sıfatları arasında herhangi bir tearuz (zıdlık) ve çarpışma yoktur.»
Cenab-ı Hakk'ın isteği, hikmetine zıd, adalet ve rahmetine ters düşen bir şeye bağlanamaz. O'nun hikmeti, isteğini bizim anlayışımıza, O'na bir takım şeyleri emretmeyi vacib telakki et-P memize, bir takım şeylerden O'nu sakındırmamızı gerektirmez. Biz ancak inanırız ki, Allah'ın her emrettiği Hüsn (güzellik) tir. İnanırız ki, Allah ancak güzeli emreder, ancak çirkini yasaklar. Nitekim Cenab-ı Hakk şu âyette buyurmuştur :
«Şüphe yok ki, Allah adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder. Çirkinden, utanmazlıklardan, kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir. Umulur ki öğüt alıp düşünursunuz.» [En-Nahl: 90]
«Onlar, çirkin bir işi (hayasızlığı) işlediklerinde
— Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah tâ, bunu bi-I ze emretti, derler. De ki: Kuşkusuz Allah kötülük (hayasızlık) le-t ti emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi mi Allah'a karşı söylüyorsunuz?» [Araf: 28]
Âyetler —esasında— müşriklerin aleyhinde delillerdir. Buradaki «fehşa» dan maksad* lügat manasındaki fahişeliktir. Yani çirkinliği büyük olan şeydir. Bunun için de yasaklanmıştır. Ada-Şl letin, İhsanın, akrabalara vermenin güzelliği ise, akıl sahîbleri arasında ittifakla kabul görmüştür. Bunun için Cenab-ı Hakk, ön-lan emretmiştir. Fakat Cenab-ı Hakk'ın bir şeyi emretmesi bazen o şeyin içindeki güzellik ve menfaattan ileri geliyor, bazen de sadece kulun Allah'ın emrini yerine getirip getirmeyeceğini denemek için geliyor. İşte bu, maslahat ve güzel bir menfaattir. Fakat bunun güzelliği zatından değil, zattan hariç olan bir şeyden geliyor. Hz. İbrahim'in çocuğunu kurban etmekle emredilmesi bu kabildendir. Fâkihler tarafından «Taabbüdiye» (kulluk ve tapınma) diye isimlendirilen bütün fiiller bu türdendir.
Mesela : Namaz, fahişelikler ve kötü işlerden inşam alıkoyar. Binaenaleyh namazın güzelliği zatidir. Çünkü namaz bu çirkinliklerin işlenmemesine sebebtir. Çünkü Allah'a yalvarmaktır. Çünkü zikirdir, Allah'ı gözetlemektir. Fakat namazın içinde akılca güzelliği kavranamayan haraketler vardır. Mesela; dört veya üç, veya iki rekât oluşu gibi... Niçin bir rekât değil, niçin beş değil, yedi değil, sekiz değil, on değil, Mesela : namazın içindeki rükû ve secdenin Allah (C.C.) katında hikmeti vardır denirse de, bu mücerret bir taabbud (kulluk)dur. İmam Gazali bu hikmeti, doktorun birçok parçadan meydana gelen bir ilacın içine konulan parçaların kimisinden az kimisinden çok koymasına benzer. Hastaya, o parçaların nedenini bilmese dahi, doktora teslim olmak mecburiyeti vardır, şeklinde açıklıyor.
Şarap ve kumarda büyük günâh vardır. O günâhın en büyüğü, sarhoş ve kumarbazların arasına düşmanlık atmada şeytanın işini kolaylaştırmasıdır. Onları Allah'ın zikrinden ve namazdan alıkoymasıdır. İşte bunlar, içki ile kumarda zati çirkinlikler ve pisliklerdir.
Hülasa: Cenab-ı Hakk, her şeyin yaratıcısıdır. Her şeyi bir ölçü bir mizan, bir hikmet ve bir çeşit kanunlarla yarattı. Yarattıkları boşu boşuna, abes ve manâsız değildir. Yaratmakta hikmet sahibidir. Kullarına herhangi bir şeyi lüzumsuz olarak emretme-miştir. Nitekim onları da lüzumsuz olarak yaratmamıştır. İnsanları kudret ve irade sahibi, faili muhtar (istediğini serbestçe yapabilen insan) olarak yaratmıştır. İnsan, düşüncesi ve şuuruyla bazı amelleri diğerine tercih eder. Nefsinin üzerine hükmeder. Ona elem vereceği bir şeyi teklif edebilir. Nefsin isteğine, lezzetine uygun olmayan bir şeyi nefse yaptırtabilir. İnsanın fiilleri insana nis-bet edilir, insan onlarla vasıflanır. Çünkü o fiiller onunla kâimdirler, ondan çıkarlar. Kendi istek ve seçimiyledir. İnsanlar, o fiillerin merkezidir. Allah'ın istemesi de bu sıfatları yarattığından bu tasarruf ve seçeneği insana verdiğinden, insanı birtakım kanunlara ve sebeblere hidayet ettiğinden ileri geliyor. İnsanın yapmış olduğu eşyanın da yaratıcısıdır. Fakat Cenab-ı Hakk, kulun bu ihtiyari amelleriyle vasıflanmaz. Bu ameller Allah'a isnad edilemez. Amel leri kendisiyle kaim olan kimseye isnat edildiği gibi, o ameller Allah'a isnad edilemez. «Ali yedi ve Zeyd yiyicidir. Amr namaz kıldı ve Amr namaz kılıcıdır. Bekir hırsızlık yaptı ve Bekir hırsızdır.» deniliyor. Fakat Cenab-ı Hakk, yedi, namaz kıldı haşa hırsızlık yaptı, denilmez. Cenab-ı Hakk çirkin bir şeyi, şerri yapmaz. Belki Cenab-ı Hakk, şu âyette olduğu gibidir :
«O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya da bir çamurdan başlayandır.» [Secde : 7]
«Dağları görürsün de onları donmuş sanırsın. Oysa onlar bulutların sürüklediği gibi sürüklenirler. Her şeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapan Allah'ın (C.C.) sanatıdır.» [Nemi: 88]
Bütün hayır Cenab-ı Hakk'm kudretindedir. Şer ise, Allah'a nisbet edilmez. Şer ve çirkinlik ancak mükelleflerden sadır olan bir takım amellere denilir. Mükellefler, bunlarla vasıflanırlar. Mükelleflere zarar veren veya kötü neticeler getiren bir takım şeyler çirkinlikle sifatlandırılmıştır. Üzerinde herhangi bir elem veya mükellefler için herhangi bir zarar terettüp eden amellerinin veya zarar verdiklerine nisbeten şer denilen bir takım kâinat hâdiselerinin başkasına hayrı da olsa," ona şer denilmektedir. Mesela: yağmur veya sellerin sayısız insanlara faydası vardır. Birisinin evini yıkarsa ona göre serdir. Çoğu zaman insan, dar görüşlü olduğundan veya başka sebebten ötürü, bir şeyi şer sayar. Halbuki o şey neticede hayır olabilir. Âyeti kerimeler buna açık bir örnektir:
«Doğrusu uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizde birlikte davranan bir topluluktur. Siz onu kendiniz için bir şer sanmayın. Aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günâhtan bir ceza vardır...» [Nur : 11]
«Sizin üzerinize savaş yazılmıştır. O sizin hoşunuza gitmez. Hoşunuza gitmeyen nice şeyler vardır ki, sizin için daha hayırlı-, dır. Size hoş gelen nice şeyler vardır ki, sizin için serdir. Allah (C.C.) bilir, siz bilmezsiniz.» [El-Bakara : 216]
Cenab-ı Hakk, hanımlarından hoşlanmayanlar hakkında şunu söylüyor : Eğer siz, o hanımlardan hoşlanmıyorsanız, umulur ki, siz, bir şeyden hoşlanmazsınız, Cenab-ı Hakk o şeyde büyük bir hayır, kılmış olsun. Hayırların en büyüğü güzel çocukları doğurmalarıdır. Fakat insanların, gerek amellerinden, gerekse kâinat hadiselerinden olan ve ŞER diye isim verilen her şey Cenab-ı Hakk' m kudretiyle, kainat sistemindeki sünnetlerine uygun şekilde sebepler, müsebbiblerine bağlanmak suretiyle yaratılmıştır. Bu meseleyi daha güzel anlamak için İbni Kayyım'in «eşyada Hüsn ve Kubh yoktur» diyen Cebriyeler aleyhinde yazmış olduğu «Mifta-hu'd-Dar'üs-saâde» kitabına müracaat edilsin. Orada 63 şekilde Cebriyelerin görüşleri reddedilmiştir. Tevfik Allah'tandır...
6- Kulların Allah'dan fiil ve ahkâmını sormaları, meselesine gelince, Cenab-ı Hakk kitabında Peygamberinin diliyle bize isbat etmiştir ki, kullar kıyamet gününde Cenab-ı Hakk'dan cezayı sorarlar. Hikmetini sorarlar. Cenab-ı Hakk'da onlara cevab verir. Nitekim dünyada da peygamberlerden Allah'ın fiil ve hükümlerinden birçok şeyleri sordular ve cevab aldılar. Yine kâfirler, ahirette Cenab-ı Hakk'a karşı delil getirmeye kalkışırlar. Allah onların aleyhinde delili ikame ediyor. Bir de dünyadaki müslü-manlarm hakkında hikâye edilen şu âyete bakalım: .
«Kendilerine elinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekâtı verin denilenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında onlardan bir gurup, Allah'tan korkar gibi hatta daha da şiddetli bir korku ile insanlardan korkmaya kapılıyorlar. 'Ey Rabbimizf Ne diye savaşı üzerimize yazdın? Bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?7 dediler. De ki «dünyanın metaı' azdır. Ahiret ise, korkup sakınanlar için daha hayırlıdır. Ve siz bir hurma çekirdeğindeki iplik kadar bile bir haksızlığa uğratılmayacaksınız.» [Nisa: 77]
Sahih bir hadiste varid olmuştur :
«Cenab-ı Hakk, Tevrat ve İncil ehli olan mü'minlere kitabıyla amel ettiklerinden dolayı ecirlerini birer kırat olarak verir. Kur' an ehline Kur'an'la amel ettiklerinden dolayı ikişer kırat ecir verir.»
Cenab-ı Peygamber bunları söyledikten sonra şu misali getirdi :
«Bir kişi, muayyen bir ücretle birçok işi yaptırmak için birisini kiralıyor. Başka amelleri de büyük bir ücretle az bir işe karşılık tutuyor.»
Bunu söyledikten sonra Cenab-ı Peygamber şöyle devam etti:
Kuşkusuz Tevrat ve İncil ehlinden olan mü'min kişilerin ecir alanları Rablerinden ahirette bunu sorarlar:
— Ey Rabbımız! Sen bunlara (Kur'an ehline) ikişer kırat verdin. Bize birer kırat verdin. Oysa bizim amelimiz, bunların amelinden daha fazlaydı?
Cenab-ı Hakk buyurur :
— Sizin ücretinizden bir şey vermemek suretiyle size zulmetmiş miyim?
Onlar:
— Hayır! derler. Cenab-ı Hakk:
— O halde bu, benim faziletimdir. Dilediğim kuluma veririm.» dedi.
Bu, hadisi, Buhari, hem namaz vakitleri konusunda Tevhid Kitabı'nda, hem de başka yerlerde nakletmektedir.
Bu hadis, işaret eder ki, Cenab-ı Hakk, Hz. Muhammed'i Tevrat ve İncil mü'minleriyle Allah arasında olan sual ve cevaba muttali etmiştir. Cenab-ı Hakk'ın, iki kitab ehline vermiş olduğu cevabı ise, Allah'ın adalet ve faziletle sıfatlanması, ve zulümden münezzeh olmasından ileri geliyor. Çünkü hakkı hak sahibine vermek adalettendir. Sadece Allah'a kulluk yapan, Allah'a şirk koşmayan bir kimseyi cennetle sevablandırmak onların haklarıdır. Şirk koşanın ateşte azab gördüğü gibi, onlara azab vermemek haklarıdır. [65]
Müslim, Buhari ve Nesei'nin Süneninde sabit olmuştur ki, Muaz :
— Ben Resûlüllah'm terkisinde idim. Benimle Resûlüllah arasında ancak eğerin son başı vardı. Cenab-ı Peygamber bana :
— Ey Muaz!
Ben:
— Buyurun, Ey Allah'ın Resulü! dedim. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem bir miktar gittikten sonra «Ey Muaz» diye yeniden beni çağırdı. Ben:
—«Ey Allah'ın Resulü! Buyurun» dedim. Yine bir miktar gittikten sonra «Ey Muaz» dedi. Ben yine :
— «Ey Allah'ın Resulü! Buyurun» dedim. Cenab-ı Peygamber:
— Sen Allah'ın kullar üzerindeki hakkî nedir? biliyor musun?
— Ben«Allah ve Resulü daha iyi bilirler» cevabını verince, Ce-neb-ı Peygamber buyurdu :
— Allah'ın kullar üzerindeki hakkı O'na tapmaları ve O'na herhangi bir şeyi ortak koşmamalarıdır» dedi ve bir miktar yoluna devam ettikten sonra :
— «Ey Cebelin oğlu Muaz!» diye çağırdı. Ben de:
— «Ey Allah'ın Resulü! Buyurun» dedim. Resûlüllah:
Allah'a kulluk yaptıktan sonra kulların Allah (C.C.) üzerinde, haklarının ne olduğunu biliyor musun?
Ben «Allah(C.C) ve Resulü daha iyi bilirler» dedim. Cenab-ı Peygamber buyurdu :
Kulların, Allah (C.C.) üzerindeki hakları, Allah'ın onları azaba çarptırmamasıdır.
Bu hadisi, Buhari, «Sahih»inin birçok yerinde, Müslim de «Ki-tabü'l-îman»da rivayet ediyorlar.
tşte hadis ve âyetlerden getirdiğimiz bu nass'lar, «Kullar Rab-lerinden hiçbir şey soramazlar. Cenab-ı Hakkın katında kulları için hiçbir hak yoktur» şeklinde konuşanların aleyhinde delildirler. Aynı zamanda Allah(C.C) için; Allah'ın ve Resûlüîlah'ın isbat ettiğini isbat etmek, isbat etmediklerinde susmak selefin delilleridir.
7- Cezanın, iman ve küfür üzerine bina olunması hususundaki nasslar cidden çoktur. Misal olarak şu âyetleri verebiliriz :
«Onlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızk olarak verdiklerimizden infak ederler. İşte gerçek mü'minler bunlardır. Bableri katında onlar için derecelenme, bağışlanma ve üstün bir rızık vardır.» [Enfal: 3-4]
«Gerçek şu ki, kim Rabbine suçlu, (günahkâr) olarak gelirse, hiç şüphe yok ki, onun için cehennem vardır. Onun içinde ne ölebilir, ne de dirilebilir. Kim de, iman edip salih amellerde bulunmuş olarak O'na gelirse, işte onlara, en yüksek dereceler vardır.» [Tana: 74-75]
Mu'tezileler'in hocası Cübbai'nin çocuğun sorgusuna verdiği ilk cevab doğrudur. O da amel işleyen mü'minin amellerinden dolayı elde ettiği derecelere o çocuk işlemediği için varamaz. Fakat mü'minlerin çocukları asıllarına ilhak olunur. İkinci cevabı ise, yanlıştır. Haddi zatında sual fasit olduğundan gaflet ettiği için o yanlışa kaymıştır. Onun açıklaması şöyledir :
Çocuğun baliğ olup âmel edecek mertebeye kadar gelmemesi, ademî bir meseledir. Bunu Allah'tan sormanın hiçbir yönü yoktur.
Mu'tezile'lerin mezhebindeki «ASLAH» meselesi de, burada geçerli değildir. Çünkü Mu'tezile'ler Cenab-ı Hakk' in fiil ve hükümleri hikmetin gereğiyledir. Maslahattan boş değildir. Ondan sadır olduğu açıdan bakılırsa, güzel ve hayırdır. Fakat Mu'tezileler'in kaideleri selbî ve ademî emirlerde de bu şeyi iktiza etmezler. Mesela: Filan adamın sulbünden niçin yüz kişi yaratılmadı? Şu sebebten, şu hikmet ve maslahatlar için niçin getirilmedi? Şu sebebten şu şeyler için falanın ömrü niçin bin sene olmadı? denilemez.
Meseleye kader ve ilahî kanunlar açısından bakmaya gelince; özet olarak şunlar denilebilir. Cenab-ı Hakk'm, mahlûkların emirlerini tanzim etmekle bir çok kanunları zikredilmiştir. Bu kanunlar Ömrün uzaması için birtakım sebebler getirmiştir. Küçük iken kimin hakkında onlara riayet edilirse, kimin terbiyeciler ve besleyicileri o sebeblere dikkat ederse Allah'ın (C.C.) takdiriyle onun ömrü uzar. Nitekim küfrü imana veya imanı küfre, tâati isyana veya isyanı tâata tercih etmek için de bir takım sebebler vardır ve bu sebebler de kanunlar ve kaderler hasebiyledir. İşte o, kaderler ve ilahî sünnetlerin her birisi hikmet, hak ve adaletin son noktası ve doruğu üzerinde bina edilmiştir. Bunun üstünde öyle cömertlik ve fazilet vardır ki, Kadercilerin ifratçılarmin basiretleri oraya varamaz.
Eğer bir çocuk kıyamet gününde Rabbmdan «Niçin ömrümü uzatmadın. Umulur ki, ben yüksek derecelere ulaştıran amellerde bulunurdum» diye sorarsa, gerçek şudur ki, Cenab-ı Hakk, o çocuğun idrak edemediği, kaide ve sünnetlerinin beyanıyla ona cevap verecektir. Ölüme ve diriltmeye takdir buyurmuş olduğu sebeb-lerle ona cevab verecektir. Sünnetinin bozulmaz ve değişmez olduğunu ona açıklayacaktır. Filanın ömrünün uzaması, falanın uza-maması yeni bir şey değildir ki, böyle bir soru o hususta varid olsun.
Bununla bilindi ki, bazı insanların ömürlerinin uzatılması, bazılarının uzatılmaması Cenab-ı Hakk'ın özelliği olan cömertlik sınıfına girmez. Allah onunla bazı.kullarına verir, bazılarına vermez. Nitekim bazı peygamberleri diğerlerinden üstün kıldığı gibi bu ümmeti de diğer ümmetlerden üstün kılar. Ömürlerin uzatılması, ve kısaltılması, hastalıklar bunlar genel kaideler ve değişmez takdirler üzerinde caridirler. Bunun için de, bu mü'min-kâfir, doğru ve facir insanların hepsinin hakkında geneldir. Rızık meselesi gibidir. Cenab-ı Hakk, şu âyette :
«Hepsine, (onlara da bunlara) da, Rabbinin vergisinden (ihsanından) artırarak veririz. Rabbinin ihsanı kesilmiş değildir. Onlardan bir kısmını bir kısmına nasıl üstün tuttuğumuzu gör. Muhakkak ahiret, dereceler ve üstünlükler bakımından daha büyüktür.» buyurmuştur. [İsra : 20-21] [66]
Ahiret, dünyadan derece yönünden daha büyüktür. Çünkü din, ahirette olan nimet dereceleri ve kerametin, dünyadakilerden daha üstün olduğunu söylüyor. Ahiretin fazilet bakımından büyüklüğüne gelince, oradaki fazilet dünyadaki faziletten oran ve nispet kabul etmeyecek derecede üstündür. Bir de oradaki fazilet iki kısımdır: Birisi amellerin karşılığında insanlara verilendir. Salih mü'minler için bu, kat be kat olur. En azından on kat olur. İkincisi, bir fazilettir ki hududu yoktur. Herhangi bir amel karşılığında değildir.
8- Eş'ariler ile Mu'tezileler arasında birbirlerinin aleyhinde kullanmakta oldukları hadis, muhaddislere göre, bu guruplardan mutaassıb olan bazı kimseler tarafından uydurulmuştur. Hadisin ibaresi gerçek ve fasih bir Arapça değildir. Hadisin ilk başlangıcını Darekutni «El-İ'lel» adlı kitabında, Ali'nin hadisinden rivayet etmiş, «Kader ile, yetmiş peygamberin diliyle lanetlenmişlerdir.»
Şeyh Muhammed Hud el -Kebir «Camiu's Sagir»in zayıf hadislerini tahriç ettiği kitabında şunları söylüyor :
Îbnu'l-Cevzi, «Bu hadis sıhhatli değildir. Bunun senedinde El-Haris vardır. O yalancıdır» diyor.
îbnu'I-Medinî, «Bunda Muhammed bin Osman vardır» dedi.
Tabarani bu hadisi rivayet ederek «Bunda Muhammed Bin Fadl vardır. Bunun hadisi ise, terkedilmiştir» dedi.
Zehebi birçok yolla bunu rivayet etmiş «Bunlar sabit olmamış hadislerdir.» demiştir.
El-Haristen maksad, El-Haris bin Abdullah el-Ağver el-Heme dani'dir. Hz. Ali'nin arkadaşıdır. Eş-Şabi ondan rivayet etmiş ve «yalancıdır» demiştir. Başka hadisçiler de onu yalanla itham etmişlerdir. Fakat bazı hadisçiler de mevsuk (güvenilir) olduğunu söylemişlerdir. Fakat onun hakkındaki ortanca hüküm zayıf olduğu şeklindedir. Bu kelamcılarm çoğu, hadis ehlinden değildirler.
51 Belki avam gibi, kitablarda gördükleri her hadisi not edenlerdendirler [67]
(126) «Rabbinin dosdoğru yolu işte budur...»
Bu Âyet-i Celîlede bahsi geçen «Dosdoğru»dan maksad, İslâm dinidir. Ve ism-u işaret, İslâm dinine işarettir. İslâm dinine, Allah (C.C.) hidayeti kimin için dilerse, onun göğsü açılır. Yani Cenab-ı Hakk :
«Ey Peygamber! Seni hak peygamberi olarak gönderen Rabbinin yoludur bu yol,» demek istiyor. Cenab-ı Hakk, bu âyette ve bu sûrede o yolun aslını ve inançlarını apaçık ve parlak delillerle sana beyan etmiştir. Açık âyetler doğru düşünen, aklı ifrat ve tefritin hesabından arındırır. Bu âyetlerin gösterdiği yolda herhangi bir eğrilik ve dolambaçlık yoktur. O ancak dosdoğru yoldur. Onu tanıyan bir kimse için ondan başka yolların eğrilik ve do-lambaçlılıkları ortaya çıkar. Diğer milletlerin ve mezheblerin üzerinde bulunduğu yolların sağlam yol olmadıkları görülür.
İbni Hazin :
«Ey Muhammedi Sana açıkladığımız âyetler, gerek bu sûrede gerekse Kur'an'ın diğer sûrelerinde olsun senin Hatibinin kulları için gönderdiği dinidir. Onu Rabbin dosdoğru kılmıştır. Onda herhangi bir eğrilik yoktur.»
îbni Abbas bu âyetin tefsirinde, «Rabbinin yolundan maksad, İslâmdır» demiştir.
îbni Mes'ud «Bu yoldan maksad, Kur'an'dır. Çünkü Kur'an kendisine uyan ve kendisiyle amel eden bir kimseyi doğru yola götürür» dedi.
(126) «İbret alan kimselere âyetleri uzun uzadıya açıkladık...»
Bu Âyet-i Celilede bahsi geçen 'âyetlerden' maksad, Kur'an âyetleridir. Yani mükâfatı ve cezayı, sevabı ve günâhı, helâli ve haramı, emri ve yasağı bu âyetlerle uzun uzadıya açıkladık. Kur'an-daki diğer hükümleri bu âyetlerle geniş olarak açıkladık. Tabii bu da, bu âyetlerle uyanıp hatırlayan ve bu âyetlerdekinden ibret alan kimseler için böyledir.
Ata, «Bu kimselerden maksad, Resûlüllah'm eshabı ve onlara samimiyetle bağlı olanlardır» dedi. [68]
(127) «Rablerinin katında selamet yurdu onlarındır. Allah (C.C.), işlediklerinden ötürü onların dostudur...»
Bu Âyet-i Celîledeki «Selamet yurdumdan maksad, cennettir. Bütün tefsir alimleri «Dar'us-selam»\ cennet diye tefsir etmişlerdir.
Hasan Basri ve Süddi, «Bu âyetteki Esselam 'Allah' demektir» dediler. O'nun yurdu ise, cennet demektir. Allah'ın isimlerinden olan Esselam'in manâsı, selam sahibi demektir. Selam, selametin çoğuludur. Çünkü Cenab-ı Hakk, bütün âfetler ve eksikliklerden uzaktır. Bu görüşe binaen «dâr» kelimesi «esselam» kelimesine izafe edildi. Esselam da, Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Bu izafe şereflendirme ve ta'zim (yüceltmek) içindir. Nitekim tazim için KâTse'ye «Allah'ın evi,» teşrif (şereflendirme) için, Peygambere «Allah'ın kulu» denildiği gibi.
Bu görüşün sıhhatli olduğuna dair şöyle delil getirilmiştir: «Dâr» kelimesinin Allah'a izafe edilmesi (ilgilendirilmesi) ise, teşrif (şereflendirme) içindir. Yoksa (hâşâ) Allah (C.C.) orada ikamet eder demek değildir. Demek ki izafe, ta'zimde mübalağa içindir. İzafe, katma, bağ, ilgi manâlarmadır. Arapçada Türkçede-ki isim tamlaması manâsına kullanılır.
Bazıları «Esselam» Dar'm sıfatıdır. Çünkü cennet daimi bir selamet yurdudur. Cennetteki selamet daimidir, sonsuzdur, derler.
Bu tefsire binaen «Selam», selamet manasınadır. Sanki Cenab-ı Hakk onlara şöyle dedi: Onlar için selamet yurdu vardır. O yurd ki orada hoşlarına gitmeyen hiçbir şey ile karşılaşmazlar.
Bazıları, «Cennete, Dar'us-selam denilmesi, cennetin bütün durumlarının selametle beraber olmasındandır» derler. Nitekim Cenab-ı Hakk, cenneti tanımlayan başka bir âyette «Ona emin olarak selamla giriniz.» [Hıcır: 46] «Melekler onların üzerine, her kapıdan girerek, 'selam' sizlere olsun» derler. [Rad: 23] Başka bir âyette «Onların tahiyyesi orada selamdır» [Yunus : 10] buyurul-muştur.
Ve başka bir âyette, «Merhametli olan Rab katından onlara selam vardır.» [Yasin : 58] Duyuruluyor. Başka bir ayette «Onlar orada selamdan başka herhangi bir lüzumsuz konuşmayı dinlemezler» [Meryem : 62] Duyurulmuştur.
Bu Âyet-i Celüede «Rablerinin katındaki» tabirinden maksad, Allah (C.C.) katında onlar için cennet hazırlanmıştır ve Allah onları getirip orada yerleştirecektir, demektir. Yoksa Allah mekândan münezzehtir (uzaktır). «Allah onların dostudur» cümlesinden maksad, Cenab-ı Hakk, onların menfaatlannı onlara yetiştirir, zararları onlardan uzaklaştırır demektir.
Bazı tefsir alimleri, «Dünyada Onları muvaffak kılmak ve hidayet etmek, ahirette de cennet ve mükâfat vermek suretiyle onların dostlarıdır» demişlerdir.
Tefsircilerden diğer bir gurup «Veli kelimesi yardımcı demektir, yakın demektir. Yani Allah onlara dünyada yardım eder, ahirette de onları rahmetine ve nimetlerine yaklaştırır. Bu da, onların salih amellerinden ötürüdür. O amellerle, dünyada Allah'a (C.C.) yaklaşmak istiyorlardı.»
(128) «Onların tümünü toplayacağı gün: Ey cin topluluğu! İnsanlardan çoğunu ayartıp kendinize kullar edindiniz, diyecek...»
Bu âyetin manâsı:
«Ey Muhammedi Hatırla o günü ki, putları Allah'a eş tutanları cinlerden olan dostlarıyla beraber bir araya getiriyoruz. Yani müşrikler ile cinleri kıyamet gününde bir araya topluyoruz...» demektir.
Buradaki cinlerden maksad, şeytanlardır. Cenab-ı Hakk onlardan soruyor:
Ey cinler topluluğu! İnsanlardan çoğunu dalâlete götürdü-nüz, (doğru yoldan) saptırdınız.
Yani dalâlete (kötülüğe) çağırmak hususunda çok gayret sar-fettiniz demektir. Çünkü cinler direkt olarak hiç kimseyi dalâlete götüremezler. Ancak Allah (C.C.) dilerse bu iş olur. Allah (C.C.) yarattığında dilediği şekilde tasarruf eder (dilediği gibi kullanır.) İfsad (fesada uğratma), idlâl etmenin (doğru yoldan çıkarmanın) manâsı; ifsad ve idlal yollarına onları çokça çağırmaları demektir. O yollan onlara sevimli göstermek için çaba sarfetmeleri demektir.
«Onların insanlardan olan dostları derler ki:
Ey Rabbimiz! Birbirimizden yararlandık. Ve bizim için tesbit ettiğin süreye ulaştık.
Allah da, onlara cevap olarak
(125) Allah'ın dilediği dışta olmak üzere, ateş sizin, içinde ebedi kalacağınız konaklama yerinizdir. Şüphesiz Rabbin hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir.» [69]
Âyetin tefsiri:
İnsanların cinlerden yararlanması: Cinlerin onlara, şehvetlere götüren yolları göstermeleridir. Cinlerin insanlardan yararlanması ise, insanların onlara itaat etmesidir. Böylece onların maksadları gerçekleşir.
Bazı tefsirciler, bu âyetteki «insanların cinlerden, cinlerin insanlardan yararlanması» cümlesini şöyle açıklamışlardır: İnsanlar çöllerde seyahat ettiklerinde, korkulu yerlere vardıklarında; «Bu yörenin kötülerinin şerrinden idarecisine sığınıyoruz» derlerdi. Böylece güya cinlerden emin olarak yatarlardı. Cinlerin insan lardan istifade etmeleri ise; cinler «Biz cinlerle beraber insanlara da baş olduk. Bunun için bize sığınıyorlar» derlerdi. Bununla da diğer cinler arasında şerefleri daha da artar ve daha da böbürle-nirlerdi.
Bazı tefsirciler; «İnsanların cinlerden istifadesi cinlerin insanlara söyledikleri hayaller, sihirler, kâhinliklerdir. Emirleri onların gözünde süslü püslü göstermeleridir. O yolda gitmeyi onlara kolaylaştırmalarıdır. Cinlerin insanlardan istifade etmesi ise, in sanların onlara itaat etmesi, süslü gösterdiklerinde onlara uy-masıdır. Onların süslü gösterdikleri sapıklık ve günâhlara kaymalarıdır» derler.
Diğer bir gurubda, «İnsanların cinlerden istifadesi, cinler ta rafından onlara gösterilen şehvetin çeşitli şekillerine dalmalarıdır. Cinlerin insanlardan istifadesi ise; insanların cinlere, cinlerin emrettiği hususlarda uymaları ve cinlerin hükmüne itaatkâr olmalarıdır. Böylece cinler insanlarm reisleri, insanlar da onların etbaı' gibi oldu» dediler.
Bazı tefsirciler; «Birbirimizden istifade ettik» cümlesi, sadece insanlar için kullanılan bir kelamdır. Çünkü cinlerin insanlardan veya insanların cinlerden istifade etmesi pek nadir bir durumdur. Nerde ise, görünmez bir haldir. Ama insanların birbirlerinden istifade etmeleri, apaçık bir gerçektir. Öyleyse kelamı buna hamletmek vacibtir» dediler.
«Allah'ın onlar için tesbit ettiği sürenin kıyamet günü olduğu, Hasan Basri ve Süddi'den rivayet edilmiştir.
İbni Cüreyc, «Bu süre, ölüm zamanıdır» dedi.
Bunların kıyamette böyle demeleri, şeytanlara itaat ettiklerini, nefislerinin isteklerine tabi olduklarını, hasrı yalanladıklarını itiraf etmek ve pişmanlıklarını belirtmek içindir. Bir de durumlarına üzülüyorlar ve Rablerine teslim oluyorlar. Aksi takdirde haberin faydası ve haberden lâzım gelen artık oluşamaz.
Bazı tefsirciler; «Allah'ın bu âyetle sadece 'Dalâlete gidenlerin' sözlerini nakletmesi işaret eder ki, dalâlete götürenler tamamen susturulmuşlar, konuşmaya güçleri dahi yoktur.» dediler.
Bu Âyeti Celîledeki, «mesvâ» menzil, konak demektir. Yani ateş sizin konağınız ve ikamet yerinizdir.
Bu Ayet-i Celîledeki, «Orada ebedi kalacaksınız» cümlesindeki zamiri ateşe racidir. [70]
«Allah'ın dilediği dışta olmak üzere» cümlesindeki istisna hakkında İbni Abbas'tan şunlar naklediliyor. «Allah'ın ilminde müs-lüman olacakları, peygamberi tasdik edecekleri geçmiş bir kavmi Allah istisna etti.»
Bu tefsir, istisna nakledilen sözlerden olmadığı takdirde bahis konusudur. Buradaki «MA» kelimesi de «MEN» manasınadır. Çünkü «MA» kelimesinin akıllılar için kullanılması pek azdır. Bazıları; «MA» kelimesi mastariye ve tevkifiye (vakit bildiren) harfidir, derler. Buna göre âyetin manâsı «Ancak ateşten zemherire veya zemherirden ateşe naklolundukları vakit müstesnadır» demek oluyor. Çünkü rivayete göre; onlar «ZEMHERİR» adlı bir vadiye naklolunurlar. Orada soğuktan onların mafsalları birbirlerini bırakacak şekilde azaba uğruyorlar ve havlayarak yalvarıp cehenneme döndürülmelerini istiyorlar.
El-Hazin, «Bu istisnada alimler ihtilaf etmişlerdir: Bazıları, onlar orada ebedîdirler, ancak haşrolunup hesaba çekildikleri zaman ile ateşe getirildikleri zaman arası müstesnadır. Çünkü bu sûrede, cehennemde değillerdir.» dedi.
Bazıları da «Bu istisnadan maksad, onların bir azabtan diğer bir azaba nakledilme vakitleridir. Çünkü onlar ateşten feryad ettiklerinde, Zemherire naklediliyorlar. Oradan feryad ettiklerinde ateşe naklediliyorlar. Onların nakledildikleri vakitler müstesna, diğer vakitlerinin hepsi cehennemde geçer» dedi.
Taberi, îbni Abbas'tan naklediyor: İbniAbbas bu istisnayı şu şekilde tevil ederek: «Cenab-ı Hakk, bu kavmin azabının yetecek noktada durdurmasını isteğine bağlamıştır. Mahluklardan hiç kimse, niçin onları cennete veya cehenneme göndermiyor diye Allah İC.C.) üzerinde hükmetme yetkisine sahib değildir» demiştir.
Cenab-ı Hakk, mahluklarının durumlarını tedvir etmekte, isteğiyle onlarda tasarruf etmekte, onları bir halden diğer bir hale sokmakta ve diğer fiillerinde hikmet sahibidir.
Bazı müfessirler; Allah (C.C.) itaat edene sevab vermekte, isyan edene ceza tatbik etmekte hikmet sahibidir diyorlar. Yarattıklarının emirlerinin neticelerini ve onların nereye gideceklerini bilmektedir.
Sanki Cenab-ı Hakk : «Bu kâfirleri ateşte ebedî bırakmak suretiyle mahkûm etmem, onların buna müstahak olduklarını bilmemden ileri geliyor» diyor.
(129) «Böylece biz, kazanageldiklerinden dolayı zalimlerin bir kısmım bir kısmının başına geçiririz.,,»
Bu Âyet-i Celîledeki «Böylece» şeklinde tâbir ettiğimiz «ke-zalike» kelimesindeki «kâf» teşbih (benzetme) harfidir. Daha önce bahsi geçen bir şeyi bir şeye benzetmeyi gerektirir. Âyetin takdiri şöyle olur :
«Cinler ve insanlara azabı nasıl tatbik ettiysem, böylece zalimlerin bir kısmını diğerine musallat kılarım. Başkası tarafından zulmettirmek suretiyle zalimden intikam alırım.»
Nitekim bir eserde varid olmuştur :
«Kim ki, bir zalime, zulmünde yardım ederse, Allah o zalimi ona musallat kılar.»
Kat'ade ,bu âyetin manâsı:
«Zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmına dost yaparız. Ner-de olursa durum budur. Tıbkı mü'minin mü'mine, kâfirin kâfire dost olduğu gibi» demektir dedi...
Kat'ade'den gelmiş başka bir rivayette «Onlar ateşte birbirlerine tâbi olurlar.»
Bazı tefsircilere göre; âyetin manâsı, «İnsan zalimlerini, cin zalimlerine, cin zalimlerini de, insan zalimlerine veli kılacağız. Yani onların bir kısmını diğerine havale edeceğiz demektir» dedi.
İbni Abbas bu âyetin tefsirinde şunu söylemiştir:
«Cenab-ı Hakk, bir kavme hayrı dilerse, onların başına hayırlılarını getirir. Bir kavme şerri dilerse, onların başına şerlilerini getirir.» Bu tefsire binaen yönetilenler zalim oldukları zaman, Cenab-ı Hakk onların üzerine kendilerine benzeyen zalimleri musallat kılar. O zalimin zulmünden kurtulmak isteyen bir kimse zulmü terketsin.
(130) «Ey cin ve insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşmanızdan sizi sakındıran ve sizden olan peygamberler gelmedi mi?..»
Bu Âyet-i Celîle, kıyamette insan ve cin topluluğunun başına geleni tasvir eden âyetlerdendir. Cenab-ı Hakk, onları nasıl kınayacaktır? İfrat ve tefritlerini nasıl onların yüzüne- çarpacaktır? Bu durumları belirten bir Âyet-i Cehledir. Şunları ifade eder: Dünyada, size ve sizden olduğu halde Al- lah katından peygamberler gelmedi mi? Geldiklerine göre niçin sapıttınız?..
Bu Âyet-i Celîledeki, «Sizden» tabirinden maksad, «sizin cünilenizden» demektir. Yoksa her ferde bir peygamber gelmiş, veya her millete bir peygamber gelmiş veya o peygamber hem cinlerden hem insanlardan idi demek değildir. Âyet, her ümmete bir peygamber geldiğine ve o peygamberin de insanlardan olduğuna işaret eder. Çünkü meşhur olan şudur ki; cinlerden peygamber gelmemiştir. O halde bu âyetle gelen «sizden» tâbiri tıbki «Onların ikisinden lü'lil' ve mercan çıkıyor» [Er-Rahman: 20] âyetin-deki onların ikisinden tâbiri gibidir. Oysa sabittir ki, Lü'lü' ve mercan sadece tuzdan çıkıyor. Nitekim bunun tahkiki, Rahman sûresinde gelecektir. Yani buradaki «Sizden» tâbiri peygamberlerin cinlerden gelmesini gerektirmez...
Zira «minkum» kelimesindeki min ile küm arasında «ahad» kelimesi mukadderdir. Takdiri «Min ahadikûm - (sizin birinizden) olur. Böylece âyetin mânası: «İnsanlardan peygamberler sise gelmedi mi?» olur.
Başka müfessirler: «Peygamberler tâbiri hem peygamberlerin elçilerini hem de peygamberleri kapsar. Zira, sabit olmuştur ki, cinler Kur'an'ı dinlediler ve gidip kavimlerine tebliğ edip korkuttular. Çünkü Cenab-ı Hakk :
«Hatırla o zamanı ki, cinlerden bir gurubu sana çevirdik, Kur' an'ı dinliyorlardı... [Cin: 25] buyurmaktadır.» dedi.
Dehhak ve tefsir alimlerinden diğer bir gurup: Cenab-ı Hakk cinlerden olan peygamberleri, cinlere göndermiştir» dediler.
Bazıları, «Onlardan olan bir peygamberin ismi Yusuf idi» demiştir.
Âyetin zahiri de iki gurubun peygamberlerinin kendi cinsinden olmasını gerektirir.
Bazıları, «Cinlere, cinlerden olarak herhangi bir peygamber gelmediğine ancak onlara insanlardan peygamber geldiğine dair icma vardır» iddiasında bulunmuştur. Acaba peygamberimizden önce bu var mıydı, yok muydu? Bilinmez. Fakat büyük tefsir alimi Kelbî ikincisine kaildir. Zira «Hz. Muhammed (S.A.V.) hem insanlara, hem cinlere peygamber olarak gönderilinceye kadar Peygamberler sadece insanlara gönderilirlerdi» dedi.
Bu Âyet-i Celîledeki «Âyetlerini» tabirinden maksad, her peygambere gönderilen, Allah'ın birliğine ve peygamberlerin doğruluğuna işaret eden âyetlerdir. Kur'an'ın bütünü Hz. Muhammed'e bu maksad için gönderilmiştir. Ve her peygamber ümmetini kıyametin kopması ve hesab günüyle korkutmuştur. Çünkü Cenab-ı Hakk kıyamet gününde cin ve insan kâfirlerine kınamak maksadıyla bu hitabı yapmaktadır.
(130) «Onlar, biz kendi hakkımızda şahidiz, derler. Dünya hayatı onları aldattı da inkarcı olduklarına kendi aleyhlerinde şahitlik ettiler...»
Yani insan ve cin kâfirleri nefislerinin aleyhinde şehadet ederler. Kendilerine peygamberlerin geldiğini ve Rablerinden aldıkları peygamberliklerini tebliğ ettiklerini ve kıyamet gününden onları korkuttuklarını itiraf ederler." Ve kendilerinin de peygamberlerini yalanladıklarını, onlara iman etmediklerini ikrar ederler. Bu da, el ve ayakları gibi kendi azaları onların aleyhinde şirk ve küfürleri hususunda şahitlik ettikleri anda olur.
«Dünya hayatı onları aldattı.» Yani onların böyle yapmaları dünya hayatının onlan aldatmasından ileri geliyordu. Dünyada kâfir olduklarına dair nefislerinin aleyhinde şahitlik ettiler.
Eğer, «onlar, bu âyette nefislerinin aleyhinde kâfir olduğu hu-susda ikrarda bulundular.» Fakat şu âyette ise «yemin ederiz, ey Rabbimiz ,biz müşrik değildik» demek suretiyle şirk ve küfürlerini inkâr ettiler. Bu nedendir diye sorsan? Cevab olarak deriz ki :
Kıyamet günü uzun bir gündür. O gündeki durumlar değişik olur. Mü'minlere hasıl olan hayır, fazilet ve kerameti gördüklerinde belki bu inkâr bize fayda sağlar diye şirki inkâra kalkışıyorlar. Ve «Yemin ederiz, ey Rabbimiz! Biz sana şirk koşmadık, ortak koşmadık» derler. İşte o zaman, onların ağızlarına mühür vurulur, azalan onların şirk koştuklarını kâfirlik yaptıklarını haykırır basbas bağırır. İşte bizim şu anda tefsir ve açıklamasına çalıştığımız âyette bu durum haber verilir:
(130) «Onlar nefisleri aleyhine kâfir olduklarına dair şahitlik ettiler.» Bu cümlenin yorumu :
Eğer «Nefisleri aleyhindeki şahitlikleri niçin tekrar edildi? diye sorarsan, cevab olarak deriz ki, birinci şahitlikleri dünyada üzerinde bulundukları şirk, küfür ve peygamberleri yalanlamaktan meydana gelen bir ikrarlarıdır. İkinci şahitliklerinde ise, nefislerini zemmettiklerini, reylerini yanlış kullandıklarını ve görüşlerinin, kısa olduğunu belirtiyorlar. Dünya hayatı ile aldanmış, dünya lezzetleriyle baştan çıkmış bir kavim olduklarını ikrar ediyorlar. Böylece neticeleri bu aleyhlerindeki şahitliğe kadar ken-. dilerini sürükleyip gelmiştir.
(131) «Bu haberleri yokken kasabalar halkım Allah'ın haksız yere yok etmeyeceğinden dolayıdır...»
Bu Âyet-i Celîledeki, «BU» zamiri ile daha önce bahsi geçen peygamberlerin gönderilmesi, insanları, neticesi kötü olan gerçeklerden korkutmaları gibi bahislere işarettir.
Zeccac, «Bu âyetin manâsı; ey Muhammed (S.A.V.)! Sana peygamberlerin emrinden, peygamberleri yalanlayanların azabından bahsetmemiz şunun içindir : Bilinsin ki, Rabbin zulümle memleketleri, yurtları ve kasabaları helak etmez. Yani onlara peygamber göndermeden önce onlara tebliğ yapmazdan Önce, onların günâhlarından ötürü onları helak etmez. Peygamberler geldikten sonra, eğer dönüş yaparlarsa ne güzel. Aksi takdirde azab onlara gelir, demektir dedi...
Ferra «Âyetin manâsı: Alİah onları yokyere ve zulümden ötürü helak etmez, demektir» dedi. Yani Allah zulüm yapmaz: Onları helak etmekle hâşa zalimlik yapmış sayılmaz. Onlar gafil oldukları, hiçbir şeyden haberleri olmadığı halde, Allah onları helak etmez.
Cumhurun tefsirine göre; zulüm, kâfirlerin fiilidir. Onların şirk koştukları ve işlemiş oldukları günâhlardır.
Ferraya göre, eğer peygamberler gelmezden önce, Allah onları helak etseydi, zalimlik olurdu. Yani onlar gafil oldukları, peygamberler tarafından uyarılmadıklan ve onlara herhangi bir ki-tab gelmediği halde, Allah onları helak etseydi zulüm olurdu, demektir. [71]
(132) «Herkes için yaptıklarına karşılık olarak dereceler vardır. Rabbin de onların yaptıklarından habersiz değildir.»
(133) «Rabbin zengin ve rahmet sahibidir. Dilerse sizi yok-eder, sizden sonra yerinize dilediğini getirebilir. Tıpkı sizi başka bir kavmin soyundan getirmiş olduğu gibi.»
(134) «Size vaadedilen mutlaka yerine gelecektir. Siz onu aciz kılamazsınız.»
(135) «De ki: «Ey kavim! Yapabileceğinizin tamamını yapınız. Şüphesiz ki, ben de, yapacağımı yapıyorum. Bu yurdun yakında kimin olduğunu bilip Öğreneceksiniz. Gerçek şudur ki, zalimler kurtuluşa ermeyeceklerdir.»
(136) «Müşrikler, Allah'ın yarattığı ekinden ve davardan bir hisse ayırdılar. Ve kendi zanlannda «Bu Allah'ın, bu da Allah'a ortak koştuklarımızın» dediler. Ortaklan için olan hisseden Allah [yoluna] geçmez. Fakat Allah'ın hissesinden ortaklarına harcarlar. No kötü hüküm vermektedirler?»
(137) «Böylece onların ortaklan, müşriklerden bir çoğuna çocuklarını Öldürmeyi süslü gösterdiler. Hem onları helake düşürmek, hem de kendi aleyhinde dinlerini karmakarışık kılmak için bunu yaptılar. Allah dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları iftiralarıyle başbaşa bırak.» [72]
(132) «Herkese işlediklerinden ötürü dereceler vardır...» [73]
Bu Âyet-i Celîledeki, «üerfces »ten maksad, mükelleflerdir. îster insanlardan, ister cinlerden olsun. Allah'ın t&atını yapan veya Allah'a isyan eden herkes için dereceler ve derekeler vardır. Amelinden ötürü varacağı dereceler vardır. Eğer ameli hayır ise, dereceleri hayır olur, eğer ameli şerr ise, dereceleri de şerr olur. Şerrlere «dereceler» denilmiş. Çünkü yükseklik ve alçaklıkta şerlilerin aralarında tefavüt (farklılık) vardır. Tıpkı merdivenin dereceleri arasında olduğu gibi. Bu dereceler dünyadaki amelleri nisbetinde olacaktır. Onlardan kimi sevab yönünden en büyük, kimi azab yönünden en şiddetlidir.
Bazıları «Her birisi için dereceler vardır» tabirinden, sadece Allah'a itaat edenler kastedilmiştir» diyor. Çünkü derece, ancak itaat edenlere verilir. İsyan edenlere ise dereke (düşüş, alçaklık) verilir.
Bu Âyet-i Celîle, insanlar gibi, Allah'a itaat eden cinlerin, cennette olacaklarına, isyan eden cinlerin cehennemde olacaklarına delâlet eder [74]
(132) «Senin Rdbbin onların yaptıklarından gafil ve habersiz değildir...» Bu cümlenin tefsirinde :
Bazı tefsir alimleri «Her birisi için amellerinden ötürü dereceler vardır» âyeti, tâat ehline mahsustur. Çünkü «derece» tâbiri ancak onlara verilen makama denir ve ona uygundur. Âyet'in bu son cümlesi ise, kâfir ve asilere mahsustur. Çünkü bu âyette tehdid vardır. Oysa Cenab-ı Hakk, ancak kâfir ve âsileri tehdid ediyor» dediler.
Fakat birinci tefsir daha sıhhatlidir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın ilmi her malûmatı (bilineni) kapsamaktadır. Mü'min de, kâfir de, itaatkâr da, isyankâr da ilminin kapsamına dahil olur. Cenab-ı Hakk hepsinin âmellerini tam manâsıyla bilir. Her amel edeni amellerinin nispetinde ya mükâfatlandırır veya cezalandırır.
(133) «Senin zengin olan Rabbin, rahmet sahibidir...»
Bu Âyet-i Celîlede, bahsi geçen «el-ganî», Rab kelimesinin sıfatıdır. «Zürrahme» kelimesi de onun haberidir. Her şeyden zengin olmak, ancak Allah'ın sıfatıdır. Cenab-ı Hakk'ın hiçbir şeya ihtiyacı yok. Fakat Allah'tan başka peygamberler dahil herkes mutlaka bir noktada, bir yere muhtaçtır. Çünkü Peygamberler de Allah'a muhtaçtır.
Muhtemel ki, âyetin manâsı, «Senin Rabbin zengindir ve merhamet sahibidir.» Yani «El-Ğani» kelimesi de, «Zu» kelimesi de Rabbin haberi olur.
(133) «Eğer dilerse sizi götürür. Sizden sonra dilediğini sizin yerinize ikame eder...»
Bu Âyet-i Celîle, şunu bildiriyor: Ey asi insanlar! Allah'ın size asla ihtiyacı yoktur. Allah dilerse, sizi helak eder. Hepinizi silip süpürür, götürebilir. Sizi götürdükten sonra mahlûkundan dilediğini getirip, yerinize ikame eder.
Bu Âyet-i Celîle, Cenab-ı Hakk'ın, azamet ve kibriyâsım belirten âyetlerdendir. Cenab-ı Hakk, bu âyette «MEN» yerine «ma» kelimesini kullanıyor. Böylece muhatabları akıllılar rütbesinden düşürüp, kibriyâsmın üstünlüğünü açıklamak istiyor. Yani Siz benim azametime nisbetîe taşlar veya cemadat (cansızlar) mesa-besindesiniz. Size benim hiçbir ihtiyacım yoktur.
(133) «Tıbkı sizi başka bir kavmin zürriyetind'en inşa ettiği gibi...»
Âyetin bu cümlesinde, bahsedilen«diğer kavim» hakkında tefsir alimleri birçok ihtimal ileri sürmüşlerdir :
El-Beğavi'ye göre, daha önce geçmiş aba ve ecdadları kastedilmektedir.
El-Vahîdi ve Zemahşeri «Sizin sıfatınız üzerinde olmayan başka bir kavmin evlatlarından sizi getirdi. Bu kavimden maksad, Hz. Nuh'un gemisine binip tufandan kurtulanlardır» dedi.
Et-Taberi, «Bu âyetin manası; daha Önceki halkların yaradılışından sonra sizi yarattığı gibi demektir» dedi.
Bu tefsire binaen buradaki «min» kelimesi takib içindir. Nitekim «Sana dinarından bir elbise verdim» misalinde olduğu gibi. Zira bunun manâsı: «Dinarımın yerinde sana bir elbise verdim» demektir. Çünkü elbise dinar cinsinden değildir. İşte bu muha-tablar da diğer kavimlerin bir parçası değildir. Yani onları yarattığı gibi, Allah sizi de yarattı.
Onlara «siz başka kavmin sulbünden inşa edilmişsiniz» diye Cenab-ı Hakk, ihbar etmeyi irade etmiyor. Ancak Cenab-ı Hakk, onlara «sizi başka kavimlerin yerine yarattım. Dilersem sizi götürür, sizin yerinize de başka kavimler yaratırım» demek istiyor [75]
(134) «Şüphesiz ki, size, vaadedilen kesinlikle gelecektir .Siz, onu aciz bırakacak değilsiniz...»
Bu Âyet-i Celîlede, bahsi geçen «Vaadedilen»den maksad, kıyametin gelmesi, haşr, ölümden sonra dirilmek, kıyamet gününde hesab için toplanmaktır. Yani bu kesinlikle olacaktır. Nerde olursanız olun kurtulamazsınız. Ölüm sizin yakanıza yapışacaktır. Sizi takib etmekte olan zatın pençe-i kudretinden kurtulamazsınız, onu aciz bırakamazsınız.
Ebu Şeyh, îbni Abbas'tan rivayet ediyor :
Âyetin manâsı: «Siz, sizi takib etmeyi geçemezsiniz, demektir.
Fiili Muzari' yerinde ismi-failin kullanılması, o vaadedilenin yakında geleceğine işaret etmek içindir. Bir de Cenab-ı Hakk, bu âyette fiilî cümleyi bırakıp «ismî cümleyi» kullandı. Bu da devamlılığına işaret eder. Yani «Siz hiçbir zaman talibinizi âciz bırakacak değilsiniz, o daima size yetişecektir.»
(135) «De ki: Ey kavim! Yapabileceğinizin tamamını yapınız. Şüphesiz ki ben de yapacağımı yaparım. Bu yurdun sonu kimindir? Bilip öğreneceksiniz...»
Bu Âyet-i Celîlenin manâsı; siz neyin üzerinde bulunuyorsanız onun üzerinde durunuz. Ben de neyin üzerinde isem onun üzerinde duracağım demektir. Eğer «Burada kâfirlere küfür üzerinde durunuz» emri nasıl verilebilir? diye itiraz edilirse cevab olarak deriz ki, bu bir tehdittir. Yani Cenab-ı Hakk onlara «küfre devam ediniz» demek istemiyor. Onları tehdit ediyor. Nitekim Cenab-ı Hakk «Onlar, az gülsünler, çok ağlasınlar» [Tevbe : 82] demiştir.
«Bu yurdun neticesinin kimin olacağım gelecekte bileceksiniz» cümlesi de buna delâlet eder.
Bu Ayet-i Celîledeki «yurtstan maksat, İslâm diyarıdır. Yani yakın bir zamanda' yeryüzünün verasetini Cenaba Hakk kimlere verecektir, güzel netice kimin lehine tecelli edecektir, göreceksiniz. Nitekim kâfirler, bunun müslümanlann lehinde tecelli ettiğini gördüler. Bu Âyet-i Celîledeki, «yurt»tan maksad, dünyadır. Ahiretteki Cennet değildir. Gerçi bazı tefsirciler «cennet» olduğunu söylemişlerdir. «Netice»den maksad, en güzel neticedir. Yani hayırlı neticedir. Çünkü her şeyde asıl odur. Cenab-ı Hakk, dünyayı ahiret tarlası kılmış ve cennete geçiş köprüsü olarak yaratmıştır. Kullarından hayırlı ameller istemiş ki, sonucun güzelliğine varsınlar. Şerrin neticesine gelince, ona iltifat etmemektir. Çünkü o facirlerin bozuntularının neticelerindendir.
Hülâsa : siz hangimizin lehine dünya ehli için yaratılmış olan en güzel neticenin tecelli edeceğini bileceksiniz.
(135) «Gerçek şudur ki, zalimler kurtuluşa ermeyeceklerdir...»
Bu âyette bahsedilen «Zalimler»den maksad, kâfirlerdir. Onlar, istediklerini elde edemeyeceklerdir. Kâfir yerine zalim tâbirinin kullanılması, zalimin daha geniş manâlı olması nedeniyledir. Madem ki, zalim kurtuluşa ermeyecektir, o halde zulmün en şid-detlisiyle sıfatlanmış bulunan bedbaht kâfir nasıl maksuduna' ere-bilir?
(136) «Müşrikler tuttular, Allah'ın yarattığı ekinden, deve ve davardan Allah'a bir hisse ayırdılar...»
Bu Âyet-i Celîle, tefsir alimlerinin dediklerine binaen şöyle bir durumu tasvir etmektedir: Allah'a ortak koşan ve cahilliyyet döneminde bulunan müşrikler, hayvanlar, meyveler, ekinler ve diğer mallarından Allah'a bir pay ayırıyorlardı. İkinci bir pay da putlara ayırıyorlardı. Allah (C.C.) için ayırmış oldukları paydan misafirlere ve fakirlere yediriyorlardı. Putlar için ayırmış oldukları payı ancak putlar için harcarlar, putlara hizmet edenlerin maaşlarını ondan verirlerdi. Eğer Allah'a ayırmış olduklarından bir şey, putlara ayrılmış olanın içerisine düşerse, onu orada bırakırlardı. «Allah bundan zengindir» derlerdi. Eğer putların payından bir şey Cenab-ı Hakk için ayırmış olduklarının içine düşerse bunu alıp putların payına geri çevirirlerdi. «Onlar buna muhtaçtır» derlerdi. Allah'ın payına ayırmış oldukları bir şey, helak olursa, onu önemsemezlerdi. Putlar için ayırmış olduklarından bir şey eksilirse, derhal onun yerine başkasını koyarlardı. Bu başkasını da Allah'a ayırmış oldukları paydan alıyorlardı.
Bu Âyet-i Celîledeki «elhars» kelimesi, ekinler demektir. «EL-EN'AM» kelimesi, deve, sığır ve koyun demektir.
Âyetin tefsiri: Onlar, Cenab-ı Hakk tarafından yaratılmış olan ekinden, deve, koyun ve sığırlardan Allah'a bir pay ayırıyorlardı, îkinci bir pay da putlarına ayırıyorlardı şeklindedir. Yani âyette ikinci şık mukadderdir.
Cenab-ı Hakk, böyle yapan müşriklerin akıllarıyla alay edercesine «Onların hükümleri m kötü bir hükümdür» buyurdu. Bu . pay ayırmaları da onların zann, kanaat ve inançlarına göredir. Bu inançlarında hiçbir hakikat payı da yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk, burada «za'm» kelimesini kullanıyor. Bu kelime yalanın tahmin edildiği yerde kullanılan bir terimdir... Ancak yalan söyleyenler, zann edildikleri yerde bu terim kullanılır. Onlar «Bu, Allah'ındır» sözlerinde yalancı kabul edildiler. Çünkü onun akabinde «Bu da, bizim putlarımızındır» cümlesini ekliyorlardı. Yoksa her şey Allah' indir, herhangi bir şeyi Allah'a izafe etmek yalan olmaz. Onların şirk kokan bir atıfları olduğundan dolayı Cenab-ı Hakk, onları bu sözle de yalana nispet etti.
«za'm» tâbiri işaret eder ki, Onlar bu yaptıklarını uydurmuşlar. Bu hususda herhangi bir emir hiçbir zaman onlara verilmemiştir. [76]
(137) «Böylece, ortaklan müşriklerden çoğuna çocuklarım öldürmeyi süslü gösterdiler...»
Bu âyet şunu ifade ediyor: Müşrikler, cehaletlerinden ötürü Cenab-ı Hakk'ın yaratmış olduğu ekin ve hayvanlardan Allah için bir pay ayırdıkları gibi, Allah'a ortak koştukları putlar, cinler, şeytanlar veya puta hizmet edenler onların çoğuna çocuklarını Öldürmeyi de süslü püslü gösterdiler. Nasıl ki Allah'ın yarattıklarından Allah'a pay ayırmaları cehaletlerinin en son derecesine işaret ediyorsa, puta hizmet edenlere, cinler ve şeytanlara uyup çocuklarını öldürmeleri de böylece cehaletlerinin çok kabarık olduğuna işaret eder.
Müşrikler, «Başkasıyla evlenir, benim yüzümün tekesi olur» diye kız çocuklarını diri diri gömerlerdi. «Büyüyünceye kadar benimle beraber yer, beni fakir düşürür, besleyemem!» korkusundan ötürü bazan kız ve erkek çocuklarını öldürürlerdi.
Onların ortaklarından maksad, cinlerden olan şeytanlardır. Veya «sa'dana» (putların bakıcıları ve hizmetkâr)larıdır. Putlara hizmet edenler bazan bunu onlara süslü gösterirlerdi ki, onlar bunu yapsınlar. Güzelce sapıtmış olsunlar ve putlara bağlılıkları devam etsin. Cinler, şeytanlar ve put hizmetçileri onlara «Fakirlik korkusundan çocuklarınızı öldürünüz» diye emir verirlerdi.
Şeytanlara, ortaklar
denilmiş, çünkü bunlar şeytanların emrettiklerine itaat ediyorlardı. Böylece
onları Allah'a ortak koşuyorlardı. «Taatları vacib olduğu cihetle onlar,
Allah'ın ortaklarıdır» derler.
«Müşriklerin ortaklan» diye Cenab-ı Hakk ifade etti. Çünkü müşrikler onlara itaat ederler. Müşrikler onları «Rabb» edinirler.
El-Kelbi, «Buradaki, 'ortaklarından' maksat, bâtıl malradla-rına hizmet eden kimselerdir. O «sa'dana» (bakıcı)lar, saltanat-larını devam ettirmek için onlara çocuklarının öldürülmesini süslü püslü göstermeye çalışırlardı, diyor.
Cahiliyyet döneminde bir kişi kalkıp yemin ederdi «Eğer bana, şu kadar çocuk verilirse, en sonuncusunu kurban keseceğim»
Nitekim Resûlüllah'm dedesi Abdulmuttalib de böyle bir yeminde bulunmuş ve Cenab-ı Peygamberin pederi Abdullah'a sıra gelmişti. Vaadına göre onu kesmesi gerekiyordu. Bu tefsire binaen, bâtıl ma'budların bakıcılarına «ortaklar» denilmiştir. Çünkü onlar bu «SA'DANALARI» tâat hususunda Allah'a ortak koşuyorlardı. Kanaatlarına göre Allah'a itaat etmek gerektiği gibi, bunlara da gerekirdi.
Evet, cahil insanlara çocuklarının öldürülmesini süslü gösterenlerin tek hedefleri, müşrikleri helak etmektir. Onları ateşe çevirmek, dinlerini karmakarışık bir hale, içinden çıkılmaz bir duruma getirmektir.
İbni Abbas, «Onları dinlerinde şüpheye düşürmek için bunu yaptılar. Çünkü onlar daha Önce Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in dinleri üzerinde idiler. Şeytanın iğvasıyla bâtıl ma*budlara hizmet eden kapris sahibi insanların sapıklık ve fesadıyla onların dini karmakarışık bir hale geldi» dedi.
Şeytan, onları hak dinden uzaklaştırmak istiyordu. Çünkü onların gerçek dini İsmail ve İbrahim peygamberlerin dini idi, İşte bu putları, çocukları öldürmeyi, kurban kesmeyi onlara süslü püslü göstermekten maksad, buydu. Eğer Allah dileseydi onları bu çirkin fiilden korurdu, muhafaza edebilirdi. Fakat Cenab-4 Hakk'ın kanun-i ilâhisi, insanlara irade verdiğinden dolayı, Cenab-ı Hakk onları bu sahada serbest bıraktı. Yani bütün eşya Allah'ın iradesi ve istemesiyledir. Eğer o dilemeseydi bunlar isteseler dahi bunu yapamazlardı. Fakat onun kanunu böyle cereyan etmiştir. Kim neyi isterse, Öyle gider.
Arap müşrikleri, kız çocuklarını diri diri gömmekte iki kısma ayrılırlar:
Bir gurup, «Melekler Allah'ın kızlarıdır. Biz kızları Allah'a gönderelim. O onlara daha müstahaktır» diyorlardı.
Diğer bir gurup ta «Bizimle beraber yiyecekler, içecekler» endişesiyle gömerlerdi.
Hasanı Basri ve tefsir alimlerinin bir gurubundan geldiği gibi bazı müşrikler: «Kız büyüyecektir, evlenecektir, benim için ar olacaktır» diye kız evladını öldürüyordu.
Bazılarına göre, kızların öldürülmesine sebeb şuydu: Nu'man bin Munzir bir kavme hücum etti. Karılarını esir aldı. Onların içinde Asim oğlu Kays'm kızı vardı. Sonra sulh yaptılar. Her kadın kendi aşiretine gitmeyi istedi. Kays'm kızı istemedi. O, kendisini tutsak yapanın yanında durmak istedi. Bunun üzerine KAYS yemin etti ki, «Bundan sonra doğup dünyaya gelen kızımı diri diri gömeceğim.» İşte bu kötü âdet bundan ötürü Araplar arasında yayıldı.
Abdulmuttalib'in yaptığı gibi, bazıları da «On oğlum olursa, onuncusunu kurban keseceğim» diyordu. Ve Abdulmuttalib'in onuncu oğlu, Cenab-ı Peygamberin pederi Abdullah idi. Abdullah'ı kesmek istemediler. Onu bir tarafa on deveyi bir tarafa koydular. Putların yanındaki oklardan birisini çektiler. Ok yine Abdullah'a düştü. Develeri yirmi yaptılar, oku çektiler. Ok yine Abdullah'a düştü. Tâ develer yüz oluncaya kadar ok hep Abdullah'ın kesilmesini emredecek şekilde çıkıyordu; Develer yüz olduktan sonra ok develerin üzerine çıktı. Ve yüz deve kesildi.
Cenab-ı Peygamberin :
«Ben iki kurbanın oğluyum» hadisi ile buna işaret edilmektedir. Yani kurban edilmek istenen İsmail Peygamber ile Öz babam Abdullah'ın oğluyum. Böylece Resûl-i Ekrem soyunun sıhhatlılı-ğına da işaret etmiş oldu...
(137) «Sen, onları iftiralarıyla baş başa bırak...»
Bu âyetin tefsiri : Madem ki, olan Allah'ın istemesiyle olmuştur, onları da iftiralarını da bırak, yalandan uydurduklarıyla onları başbaşa bırak. Onlardan korkma. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın dilediğinde beliğ bir hikmet vardır. Bu Âyet-i Celile, şiddetli bir tehdidi ilâhidir ve aynı zamanda Kaderci gurubunun aleyhinde delildir. [77]
(138) «Onlar, batıl kanaatlanyla «Bu davarlar ve ekinler haramdır. Onları ancak bizim dilediğimiz kimseler yerler. Bazı hayvanların (binmek veya yüklenmek hususunda) sırtlan haram kılındı» dediler. Ve bazılarım (boğazlarken) üzerlerine Allah'ın ismini zikretmezler. (Bununla da) Allah'a iftira (ederler) Allah, onları, yap tıklan iftiraları sebebiyle cezalandıracaktır.»
(139) «Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup eşlerimize haramdır. Eğer yavru ölü doğacak olursa, kadın ve erkek onu yemede ortaktırlar.» dediler. Allah bu türlü sözlerin cezasını onlara verecektir. Şüphesiz ki, o Hakim (hikmet sahibi) ve Alim (ilim sahibi) dir.
(140) «Cehalet ve ili msizlik ferinden dolayı evlatlarını öldürenler ve Allah'a iftira ederek kendilerine nzık olarak, verdiği şeyleri haram eyleyenler, muhakkak ziyan ettiler. Sapıklığa düştüler ve hidayete ermediler.» (141) «Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bağlanın, tadlan ve yemişleri muhtelif hurmaları, tahılları, zeytinleri, narları, birbirine hem benzer hem de benzemez halde meydana getiren Allah'tır. Her biri mahsul verdiği zaman mahsulünden yiyin. Devşirme gününde hakkını (yani farz olan zekâtını) verin. İsraf da etmeyiniz. Şüphesiz ki Allah israf edenleri sevmez.»
(142) «Hayvanlardan yük taşıyan ve (tüyünden) döşek yapılanları da (çeşit, çeşit yarattı.) Allah'ın size rmk olarak verdiklerini yiyiniz. Şeytanın adımlarına uymayınız. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.» [78]
(138) «Onlar bâtıl kanaatlanyla 'Bu davarlar ve ekinler haramdır. Onları ancak bizim dediğimiz kimseler yerler...'»
Bu Âyet-i Celîle, müşriklerin küfürlerinin başka bir çeşidini ortaya koymaktadır. Onların cehaletinin başka bir türünü takdim etmektedir. Onlar, bâtıl maTsudları için ayırmış oldukları hayvanlar ve ekinler için, «Bu hayvanlar .ve ekinlerden bizim dilediğimiz kimseler yiyebilirler» derler.
îbni Zeyd'in rivayet ettiğine göre, «Ancak erkekler yiyebilirler, kadınlar yiyemezler» derlerdi. [79]
Bazıları da «Erkekler ile putlara hizmet edenler «satjana-lar» ancak bundan yerler» demek istiyorlardı diyor. Tabii bu, onların kanaat ve iddiasıdır.
Diğer bir gurup da, bazı hayvanlar için «Onlara kimse binemez, onlara yük yükletilmez» diyorlardı. Yani bunlar kendi inançlarına göre, bâtıl ma'budlar için azad edilmiş, affolunmuş ve bırakılmıştır. Bunlar, o hayvanlardır ki onları boğazlarken Allah'ın ismini zikredip anmazlar. Yani putlar için kesilmiş, Allah'ın ismi üzerinde anılmamış hayvanlardır. Ancak putların ismi onların üzerinde anılıyordu.
Îbnü'l-Munzir ve başkası Ebi Vail'den rivayet etti:
«Bu hayvanların üzerinde Allah'ın ismini anmıyorlar, yani onlara binip hacca gitmiyorlar, onların sırtında «lebbeyk Allahümme lebbeyk» demiyorlar demektir»
Mücahid, müşriklerin bir gurup hayvanları vardı. Ne onların üzerinde ne de onlarla ilgili meselelerin hiçbirisinde Allah'ın ismini anmıyorlardı. Bindikleri zaman da anmıyorlardı. Sağdıkları ve kestikleri zaman da, anmıyorlardı. Yani hiçbir zaman anmıyorlardı. Onlar, Allah'ın kesesinden iftira ettiler. Veya bunu, iftiracı oldukları için söylediler. Veya iftira olsun diye böyle yaptılar. Yani onlar bu yaptıklarını yapar ve «Allah bize bunu emretmiştir» diye Allah'ın kesesinden iftira ederlerdi. Oysa bu iftiradır. Allah böyle bir şey emretmemiştir. Ve Cenab-ı Hakk gelecekte iftiralarından ötürü onlara cezayı tatbik edecektir.
Bu Âyet-i Celîle, aynı zamanda iftiralarından dolayı onlar için bir tehdidi ilâhidir. Cenab-ı Hakk onları tehdid ediyor. İftiralar, zincirin başka bir halkasıdır.
(139) «Bu davarların karınlarında olan yavru, erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır dediler...»
İbni Abbas, Kat'ade ve Şa*bi «Burada Bahire ve Saİbe'nin karnındaki yavrular kastedilmiştir» dediler. Onlardan diri olarak doğup dünyaya gelen sadece erkeklere mahsustur, kadınlar ondan yiyemezler. Ölü olarak doğanı erkek ve kadınlar müştereken yerlerdi. Zira müşrikler, kendi eceliyle ölen hayvanın etini yerlerdi. Nitekim Cenab-ı Hakk, «Eğer ölü ise, onlar onda ortaktırlar» buyurmuştur. ;
(139) «Allah, onların bu durumlarının cezasını verecektir. Allah hikmet sahibidir. Gereğini İhmal etmez ve herşeyi bilir.»
Bu âyetteki «Vasıflarından» maksad, helâl kılmak veya haram kılmak meselesinde Allah'ın kesesinden yalan uydurmalarıdır.
Yani bu vasıflandırmaları, ceza çekmelerine sebeb olacaktır. Çünkü harama helâl veya helâla haram demek küfürdür. Madem ki, Allah hâkimdir, hikmetinin gereğini yapar, hiçbir fiili cezasız bırakmaz. Madem ki, Allah âlimdir, o halde her şeyi bilir, ona göre karşılığını verecektir. [80]
Bazı âlimler, bu âyetle istidlal ederek demişlerdir ki: «Bir kişi sadece erkek çocuklarına bir malı vakfederse, caiz değildir. Onun ölümünden sonra dahi olursa, o vakf feshedilir. Çünkü böyle yapmak cahiliyye fiillerindendir.» Maliki'lerden bazıları da «Hibe de böyledir, bir insan kız çocuklarım bırakıp sadece erkek çocuklarına hibe yaparsa, hibesi bâtıldır» demişlerdir.
Buharı «Tarih»inde Hz. Aişe'den rivayet ediyor:
«Herhangi birinim malına kastedip onu sadece erkek çocuklarına bırakırsa, bu yaptığı Cenab-ı Hakk'ın şu âyeti gibidir:
«Bizim erkeklerimize mahsus, kadınlarımıza haramdır.»
(140) «Cehalet ve ilimsizliklerinden dolayı evladlarını öldürenler ve Allah'a iftira ederek kendilerine rızık olarak verdiği şeyleri haram kılanlar, muhakkak ki ziyan etmişlerdir. Sapıklığa düşmüşler ve hidayete ermemişlerdir.»
Bu âyetin tefsirinde : İbnu'l-Munzir, İkrime'den rivayet ediyor :
Bu âyet, kızlarını diri diri gömen «Beni Rebia» ile «Mudar» kabileleri hakkında nazil olmuştur. Bu cezalandırmalarına karşılık müstahak oldukları cezayı, Cenab-ı Hakk onlara vermiştir. Yani hem dinleri, hem dünyaları gitmiştir. «Sefih ve ilimsiz olarak» tabirinden maksad, yani ilim ve akılları az, Rablerinin sıfatlarını
bilmek hususunda da cahil olduklarından dolayı böyle yaparlar demektir.
«Allah'ın vermiş olduğu rıztktan haram ettiklerinden» maksad, «Bahire, Şaibe ve Ham» denilen hayvanlardır. Bunları haram ilân ettiklerinde, «Allah (C.C.) bunu haram etmiştir» dediler. Böylece Allah'a iftira ettiler. Kendileri doğru yoldan (İsmail ve İbrahim'in dininden) sapmışlardır. Onlara hidayetin bütün çeşitlerini sergilesen dahi, onlar hidayete ermezler. Sapıklıkta o kadar kök salmışlardır ki, onların dalâletleri zulmet üzerine zulmek, (karanlık üzerine karanlık) olmuş, nerde ise, hidayet olunmalarından ümit kesilmiştir.
îbni Abbas buyuruyordu :
«İslâmdan önceki araplarm cehaletini bilmek istiyorsan, el-En'am sûresinin (130) yüz otuzuncu âyetinden (140.) yüz kırkıncı âyetine kadar olan bölümünü oku,» diyordu.
(141) «Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bağlarını, tadları ve yemişleri muhtelif tahılları, zeytin ve nar (ağaçları)nı birbirine hem benzer hem benzemez halde meydana getiren Allah'tır.»
Bu âyetin tefsirinde : İbni Abbas'tan gelen bir rivayette «çardaklılardan maksad, halk tarafından bostanlara ve tarlalara ekilen meyvelerdir. Çardaksızlardan maksad, dağlar ve çöllerde Allah tarafından yetiştirilen meyvelerdir.»
Bazıları «çardaklıdan maksad, aşmalı üzümler, çardaksızdan maksad, kabak, kavun, karpuz gibi toprakta yetişen meyvelerdir» dediler.
Ebi Müslim rivayet ediyor:
«Çardaklıdan maksad, altında çardak yapmaya muhtaç olan meyvelerdir. Çardaksızdan maksad, kendiliğinden dikilmiş, başka tir desteğe ihtiyacı olmayan meyve ağaçlandır» dedi.
Bu Âyet-i Celîle, hayvanların ileride genişçe izah edilecek bahislerinin bir öncüsüdür. Veya tevhide dair getirilecek delillerin yerine getirilmesidir.
Cenab-ı Hakk, hurma bahçelerini de ekinlerin ve danelerin bütün türlerini de yoktan varedendir. Âyetteki, «ZA'R» kelimesinden insanlar tarafından yenilen ve azık edinilen bütün daneler kastedilmektedir.
«Tadları ve yiyecekleri muhteliftir» tâbirinde maksad, meyvelerdeki tadların çeşitliliğindendir: Bazıları tatlı, bazıları ekşi, bazıları güzel, bazıları çirkindir. Zeytin ile narların benzerliği manzarada, benzersizlikleri ise tadtadır. Tıpkı iki nar gibi: Renkleri bir, fakat tadları ayrıdır.
Bazıları, «Zeytinin yaprağı, narın yaprağına benziyor, fakat meyveleri hem cins ve hem, de tad bakımından değişiktir» dediler.
«Meyve verdiği zaman onun meyvesinden yiyiniz» cümlesi,. Cenab-ı Hakk kullarına nimet olarak verdiklerim sayıp ortaya döktükten sonra onlardan asıl maksat ne olduğuna temas ederek «Meyve verdiğinde onun meyvesinden yiyiniz» buyurdu. Bu emir ibahi (mubah) bir emirdir. «Yemeyi size helâl kılıyorum» demek istiyor.
Bazı kimseler «Emir, Kur'anda daima vacibi ifade etmez» hükmünü bu âyetten çıkarıyor. Çünkü bu emir, vücûbu ifade etmiyor. Yani «yemesinde herhangi bir sakınca yoktur, yemesi mubahtır.» diye ifade ediyor. [81]
Bazıları da «Hakkını çıkarmazdan Önce yani zekâtını vermezden önce bu meyvelerden yemenin helâl olduğunu kasted-mektedir. Çünkü Cenab-ı Hakk danelerde ve (bazı görüşlere göre) meyvelerde zekâtı farz kıldı. O vakit zekâtı çıkarmazdan önce sahibinin ondan yemesinin haram olduğu ihtimali ortaya çıkıyor. Çünkü fakirler, zekât yönünden onlarla ortaktırlar. Cenab-ı Hakk, böylece zekâtın çıkartılmasından önce yemeği mubah kıldı. Çünkü nefsin hakkını gözetmek, başkasının hakkını gözetmekten daha önce geliyor» dedi.
Bazıları; «Eşyadan gayenin yemek olduğu bilinsin diye burada emir sigası kullanıldı» demişlerdir.
«Hasad gününden» maksad, biçildiği, kökünden kesildiği gündür. «Onun hakkım hasad gününde veriniz»den maksad, İbni Ab-bas'm ve Enes bin Malik'in tefsirine göre; farz zekâttır. Tavus, Hasan, Cabir bin Zeyd, Said bin Museyyib, Muhammed bin Hani-fe ve Ata'da böyle demişlerdir.
Kat'ade bu âyetin tefsirinde «Farz sadakadan olan hakkını veriniz» şeklinde tefsir etmiştir.
Yine İbni Abbas'tan gelen diğer bir rivayette «Bu haktan maksad, biçim ve harman zamanında miktarı halen belli olmamış ve verilmesi farz olan bir haktır. Sonra bu hakkın farziyeti zekât ile neshedüdi.»
Said bin Cübeyr, Rebi' bin Enes ve başka alimler de bu görüşe tarafdar olmuşlardır.
Bazıları, «Burada farz olan zekâtın irade edilmesi mümkün' değildir. Çünkü zekât Medine'de farz oldu. Bu sûre ise Mekke'de nazil olmuştur» dediler. İmam, bu itiraza, şu cevabı vermiştir:
Biz zekâtın Mekke döneminde farz olmadığı iddiasını kabul etmiyoruz. Zekâtı belirten âyetin Medine döneminde nazil olması da buna işaret etmez. Üstelik En'am sûresinin şu bahsini ettiğimiz âyetinin Medine döneminde nazil olduğunu söyleyenler de vardır.
ŞaTji, «Buradaki Hak'tan maksat zekâttan başka olan bir hak-ttr» dedi.
îbni Mansur ve İbnü'l-Munzir, Mücahid'den rivayet ettiler:
«Meyveyi ve ziraatı biçtiğin zaman, fakirler de hazır ise, başaklardan onlara atıver. Onu döğüp temizlediğin zaman, fakirler ve miskinler hazır ise, onlara bir şeyler ver. Onları savurup topladığın ve onun miktarını bildiğin zaman zekâtını ayır.»
Kat'ade, «Cenab-ı Peygamber; bize yağmur, akan nehir, Nil suyu veya yerdeki rutubet ile biten ziraatlarda onda bir vardır. Eğer hayvan sırtı ile su çekilip sulanırsa veya hayvanlarla döndü-rülen dolabla sulanırsa, bu takdirde yirmide bir zekât verilir» dedi.
Bu hüküm «Ölçek ile ölçülen meyveler ve ziraatlar hakkındadır. Eğer onlar beş yüke yani (300) üçyüz sa'a yetişirse, onlara da zekât hakkı vacib oluyor.» diye rivayet etti.
îbni Abbas'tan gelen bir rivayette de «Buradaki haktan maksat, öşür (onda bir) veya öşrün yarısı (yirmide bir) dır» demiştir.
tbni Abbas'tan gelen bir rivayette «Zekât âyeti, Kur'an'da bu lunan bütün (farz) sadaka ayetlerini neshetmiştir» şeklindedir.
Bazı kimseler «Bu haktan maksad, zekâttan başka olan bir haktır. Hasat gününde farzdır. O da orada hazır bulunan fakirlere bir şeyler yedirmektir. Düşen daneleri, ve meyveleri fakirler için bırakmaktır» dedi. Bu Ali bin Hasan, Ata, Mücahid ve Hamm*.d' in rivayet edilen bir tefsiridir.
Mücahid'in başka bir tefsirine göre; bu hak şöyledir : «Resû-lüllah'm döneminde Medine'de hurma bahçelerinin sahihleri bir hurma dalını (Mescidin kapısına) getirirdi, isteyenler o daldan yerlerdi. Yezid bin Esem:
«Medine'liler hurmaları topladıkları zaman, bir tomurcuk getirirler, onu caminin herhangi bir köşesine asarlardı. Fakir gelir, asasıyla vurur, düşen danelerini alır yerdi» diyor.
Bu tefsire binaen; acaba bu emir vücubu mu, yoksa istihbabı (mubah görmeyi) mi, yoksa nedbiyeti (mendubluğu) mi ifade eder? Burada iki görüş vardır:
1) Bu emir vücubu ifade eder. Ve böylece zekât âyetiyle nes-hedildiği gibi Cenab-ı Peygamberin bir göçebeye yaptığı açıklamasıyla da nesh edilmiştir :
Göçebe: «Ey Resûlüllah! Malımda, zekâttan başka benim boynumda farz var mıdır? diye sorunca Hz. Peygamber :
«Zekâttan başka herhangi bir hak yoktur. Ancak sen kendiliğinden sadaka verirsen olur.» cevabını verdi.
2) Bu emir, nedbi ve istihbabi bir emirdir. Böylece Âyet-i Çelîle muhkem bir âyet olur. Mensuh değildir.
Said bin Cübeyr:
«Bu hak, İslâmın başlangıcında vardı. Sonra öşrün farz olmasıyla nesholundu» dedi.
Bir de İbni Abbas'm, «Zekât âyeti, Kur'an'daki her sadakayı neshetmiştir» sözü de buna delildir. Taberi bu görüşü seçmiş ve tashih etmiştir. El-Vahidi ile er-Razi birinci görüşü seçmiş ve tashih etmişlerdir.
Eğer desen ki, hasad ve biçim gününde zekât nasıl verilecektir? Oysa daneler daha başaktadır. Ancak tasfiye olunup kuruduktan sonra zekâtı çıkarılır.
Cevab olarak derim ki; ondan çıkartılacak zekâtın edasını takdir ediniz, yani ne kadar zekât çıkacaktır, bunu takdir ediniz demektir. Çünkü hasad zamanı tasfiye ve kuruma zamanına yakın bir zamandır. Bir de hurma toplatıldığı gün, onda vacib olan hakkın çıkarılması lâzımdır. Ziraat da hurmaya hamledilmiştir. Ancak ziraatta tasfiyeden sonra zekât çıkarılabilir. [82]
(141) «Sakın israf etmeyiniz. Şüphesiz ki, Allah israf edenleri sevmez...»
Bu Âyet-i Celile, çeşitli şekillerde tefsir edilmiştir. Bu tefsirlerin çoğunu «Ruhu'l-Meani» tefsiri kapsamaktadır. O halde onu nakletmek suretiyle hepsinden istifade etmiş olalım :
Yani haddi aşmayınız. Ellerinizi cömertlik hususunda tamamen açıp da her şeyi fakire vermeyiniz.
îbni Cerir, İbni Ebi Hatim, İbni Cüreyc derler ki; bu âyet Sabit bin Kays bin Şemmas hakkında nazil oldu. Bu zat bahçesinden hurmaları topladı. «Bugün kim gelirse, ona yedireceğim» dedi. Akşama kadar her gelene verdi. Akşam elinde bir tek hurması kalmadı. Cenab-ı Hakk, onun üzerine bu âyeti indirdi.
Ebu'l-Âliye de bunun benzerini rivayet ediyor. Ebi Müslim'den gelen bir rivayete göre:
«Ekini biçmezden önce yemesinde israf etmeyiniz. Tâ.ki, fakirlerin hakkı azalmasın» demektir.
Abdurrezzak, İbnül-Müseyyib'ten rivayet etti:
«Sadakayı yasaklamayınız, aksi takdirde günahkâr olursunuz» demektir, dediler.
Zuhri; Âyetin manâsı; Allah'ın ma'siyetinde israf etmeyiniz demektir» dedi.
Bunun benzeri Mücahid'den de rivayet edilmiştir. İbni Ebi Hatim, Mücahit'ten rivayet etti:
«Eğer Ebu Kubeys dağı altın olursa, bir kişi onu Allah'ın ta-atında sarfederse ,o kişi, israf etmiş sayılmaz. Eğer bir kişi tek dirhemi Allah'a isyan için sarfederse müsrif sayılır.»
Mukatil, Âyetin manâsı: «Ziraat ve hayvanların (yaratılmasında veya infakında Allah'a putlarınızı ortak koşmayınız demektir» dedi.
Bütün bu tefsirlere binaen buradaki hitab mal sahiblerinedir. Fakat îbni Ebi Hatim, Zeyd bin Eslem'den rivayet ediyor ki, hitab idarecileredir. Yani «Ey idareciler, sizin hakkınız olmayan bir şeyi mal sahiblerinden alıp onları zarara sokmayınız» demektir.
Et Tıbrisi, «Bu hitab, hem mal sahiblerine, hem idarecileredir» dedi. Yani «Ey mal sahibleri! Siz vermekte israf etmeyiniz. Ey idareci! Sen de almakta ve vermekte israfa kaçma demektir» dedi.
«Cenab-ı Hakk israf
çılan sevmez.» Yani israflarından ötürü onlara buğzeder. İsraflarından dolayı
dilerse onlara azab tatbik eder.
(142) «Hayvanlardan yük taşıyan ve (tüylerinden) döşek yapılanları da yaratan O'dur...»
Bu âyetin tefsiri: Cenab-ı Hakk, burada lıayyanlann durumuna uzun uzadiya değinerek şunları söylemektedir: Ey müşrikler! Sizin dediklerinizi, Allah'ın kesesinden uydurduklarınızı Allah (C.C.) iptal etmektedir. Sizin kendi heva ve hevesinizle haram veya helâl kıldıklannızm durumlarını Cenab-ı Hakk belirtmektedir.
«Hamule»den maksad, deve gibi ağır yükleri taşıyan hayvanlar demektir. Döşekten maksat boğazlanmak için yere serilen hayvanlar veya yünlerinden, tüylerinden döşekler, (yataklar) yapılan hayvanlar demektir. Birinci tefsir, Ebu Müslim'indir ve aynı zamanda Rebi bin Enes'ten de rivayet edilmiştir. İkinci tefsir ise, el-Cübbai'nin tefsiridir.
Bazıları «Hamule», yük taşımaya elverişli olan büyük baş hayvanlardır. «fars» ise, boyu yere daha yakın, küçük ve yük taşıma çağma gelmeyen hayvanlardır» dedi. Bu da, İbni Mesut'tan rivayet edilmiştir. Fakat İbni Mesud, «hamihe»yi sadece develerin büyüklerine, farşı da sadece develerin küçüklerine tahsis etmiştir.
Bu tevil, aynı zamanda İbni Abbas'tan da gelen bir rivayettir, îbni Abbas'm diğer bir rivayetinde; «Hamule, deve, at, katır, merkeb ve yük taşıyan her türlü hayvan, Fars ise, koyunlardır, denmektedir.
(142) «Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden yiyiniz. Ve şeytanın adımlarına uymayınız. Çünkü o, sizin için apaçık bir düş-inandır...»
Bu âyetin izahı: Cenab-ı Hakk'm nzık olarak size verdiğinin bir kısmını yiyiniz. O helâldir. Zira «rızık,» helâl ve haramın ikisini de kapsamaktadır.
Mutezileler : «Rızık, ancak helâle tahsis edilir» demişlerdir. Bu âyeti bu şekildeki iddialarına bir delil kabul etmişlerdir. Bu âyetin yorumunda mantikî bir kaziyye yapmışlardır. Bu kaziyye-nin takdiri şöyledir:
«Haram, şer'an yenilmeyendir. Bunun böyle olması apaçıktır. Rızık şer'an yenilendir. Çünkü Cenab-ı Hakk, «Allah'ın size nzık olarak verdiğinden yiyiniz» [A'raf : 142] buyurmuştur. Öyleyse ftaram, rızık değildir.» Alûsi bunları naklettikten sonra şunu ekliyor:
Malûmundur ki, eğer her rızık şer'an yenilmiş olsa bu kaziy-yeleri fayda verir. Fakat âyet buna işaret etmiyor. Eğer âyetteki, «mîn» kelimesi baz bir kısım manâsını ifade ediyor, ayetin manâsı: Allah'ın rızık olarak size verdiğinin bir kısmım (helâl kısmını) yiyiniz demektir desek, zaten âyetin manâsının ifade ettiği zahirdir. Eğer «mîn» kelimesi ibtida (başlanmak) manâsında işe «Allah'ın size nzık olarak verdiğinden başlayıp yiviniz» demek ise, bu takdirde bütün rızkın yenilmesine işaret eden bir manâ yoktur.
Bazı tefsir alimleri, «Ayetin manâsı Allah'ın size vermiş oldu-ğundan helâl biliniz. Helâl ve haram hususunda, aba ve ecdadınızı taklit ederek kendiliğinizden ve Allah'ın kesesinden uydurarak hüküm vermeyiniz. Şeytanın adımlarına uyup ona tâbi olmayınız demektir» dediler. Şeytanın adımlanndan maksat, yollarıdır. Çünkü şeytanın çeşitli yollan vardır. Onların «Bahire, Şaibe, Ham» denilen hayvanların etlerini kendilerine haram kılmaları veya erkeklere helâldir, kadınlara haramdır demeleri ancak şeytanın onları kandırmalanndan, onların da şeytanın görüşüne tâbi olmalarından ileri geliyor. Şeytanın .insanoğluna düşmanlığı açıktır. Bu "da insanların ilki olan Hz. Adem'in cennetten çıkarılmasına se-beb olmasından ileri geliyor. [83]
(143) «Allah o hayvanlardan sekiz çifti yarattı. Koyundan 2 iki, (koç ve dişi) keçiden iki (teke ve dişi). (Ey habibim) De ki: Acaba Allah bunların iki erkeğini mi, iki dişisini mi yoksa iki dişinin rahimlerinin kapsadığını mı haram kıldı? Eğer doğru iseniz bana ilimle cevab veriniz.»
(144) «Deveden ve sığırdan da iki erkek ve dişi yarattı. De ki: Acaba iki erkeği mi, iki dişiyi mi veya iki dişinin rahimlerinin kapsadığını mı Allah haram kıldı? Veya Allah size bunu vasiyet ettiğinde orada hazır mıydınız? Halkı ilimsiz saptırmak için yalandan Allah'a iftira eden kimseden daha zalim kim olabilir? Kuşkusuz Allah zulmeden kavme hidayet etmez.»
(145) «De ki: Bana inen vahiyde yiyecek bir kimse için yiyeceği şeyden leş, akan kan, necis olan domuz eti veya Allah'tan başkasının adına bir fısk olarak boğazlanan müstesna, haram edilmiş bir şeyi bulmuyorum. Bununla beraber, kim ki çaresiz kalırsa (başkasının hakkına) tecavüz etmemek ve zaruret mik tarım aşmamak şartıyla (bu istisna edilen haramlardan da yiyebilir.) Kuşkusuz senin Rabbin çok bağışlayıcıdır, çok merha metlidir.»
(146) «Biz, yahudi olanlara, tırnaklılar [bulunan bütün hayvanlar] 1 haram ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram ettik. Bunların sırtlarının ve bağırsaklarının üzerinde bulunan veya herhangi bir kemiğine kansan yağları haram etmedik. Onlan zulümlerinden ötürü bu cezaya çarptırdık. Kuşkusuz biz, doğru söyleyenleriz.» [84]
143. âyet, Malik bin Avf ve arkadaşları hakkında nazil olmuş- H tur. Onlar şunu derlerdi: «Şu evcil hayvanların karnında bulunanlar, sadece bizim erkeklerimize mahsus olup dişilerimize haramdır.» Böylece Cenab-ı Hakk, peygamberinin ve mü'minlerin dikkatini bu âyet ile helâl kıldığı nesnelerine çekti ki, Allah'ın helâlini haram kılanların durumuna düşmesinler.
Bu âyette bahsi geçen «Sekiz çift»ten maksat, sekiz ferttir. Çünkü Araplar katında başkasına muhtaç olan her ferde çift deniliyor. Meselâ : Erkeğe çift deniliyor. Dişiye çift deniliyor. Bir de Arap lügatinde «zevç» tâbiri hem tek için, hem de çift için kullanılır. Zira hem, «Onların ikisi, iki çifttir,» hem de «Onlar, çifttir» deniliyor. Nitekim ((Onların ikisi, iki eşittirler. Onların ikisi eşittir» denildiği gibi...
Koyunun ikisinden maksat; erkek ve dişisidir. Keçinin «iki-sin»den maksad da teke ve keçidir. [85]
Bu Âyet-i Celîle Bahire ve beraberinde bahsi geçen hayvanların müşrikler tarafından haram olarak ilân edilmesine karşı bir delil getirmektedir. Onların «Bu evcil hayvanların karnındaki, sadece bizim erkeklerimize mahsustur. Bizim kadınlarımıza haramdır» demelerine karşı delil getirmektir. Böylece bu âyet ilimde münazaranın varlığım isbat etti. Çünkü, Cenab-ı Hakk, Peygamberi rine, onlarla münazara etmesini ve onlara sözlerinin fasit olduğu-nu açıklamasını emrediyor.
Bu Âyet-i Celîlede, aynı zamanda düşünce ve kıyasın isbatı vardır. Ve bu âyette «kıyas»ın «nass» ile karşı karşıya kaldığında bâtıl olduğunun delili vardır.
Rivayete göre kıyas'ın üzerine nakz varid olursa bâtıl olur. Çünkü Cenab-ı Hakk, onlara sıhhatli ve doğru mukayese yapmayı emrettiği gibi nedenlerini araştırıp bulmalarım da emretti.
Âyetin manâsı: Ey Habibim! Onlara de ki, eğer Cenab-ı Hakk, erkekleri haram kılmış ise, o vakit her erkek haramdır. Eğer dişileri haram kılmış ise o vakit her dişi haramdır. Eğer iki dişinin (yani koyun ve keçiden olan dişilerin) rahminde bulunanı haram etmiş ise, p vakit ister erkek olsun ister dişi her doğan haram olur. Çünkü hepsi doğmuştur. Dolayısıyla hepsi haram olur. Çünkü hepsinde bu ilk neden vardır.»
Böylece Cenab-ı Hakk, onların nedenlerinin yıkıldığını, sözlerinin fasit olduğunu açıkladı. Onların yaptığının Allah'a iftira etmek olduğunu bildirdi.
((İlimli olarak bana haber veriniz.» Âyetin bu cümlesi şunu ifade eder : Eğer katınızda bir ilim varsa, sizin uydurmuş olduğunuz haramlık hükmünün nerden geldiğini biliyorsanız, bana haber verin. Halbuki sizin ilminiz yoktur. Çünkü siz herhangi bir kitab okumuş değilsiniz. Yoksa Cenab-ı Hakk, bunları haram kıldığı zaman orada hazır mı bulunuyordunuz?
Kafirler Resûl-i Ekrem'in bu delilleri getirmesi karşısında susturulduklarında iftira etmeye başlayıp «Allah (C.C.J böyle emretmiştir» dediler. Cenab-ı Hakk, onların bu iftiralarını reddetmek için:
(144) «Acaba Allah üzerine iftira edenden daha zalim kim olabilir? Bu iftirayı ilimsiz olarak, insanları sapıtmak için yapanlardan daha zalim kim olabilir?» buyurdu. Böylece Cenab-ı Hakk, hem onların yalan söylediklerini ,hem de herhangi bir delili ikame etmediklerini açıklamış oldu... [86]
Cenab-ı Hakk 145. âyette:
«Ey Muhammedi Onlara de ki: Benim katıma Allah (C.C.) tarafından vahyolarak gönderilende (şu âyette) istisna edilenlerden başka bir haramı görmüyorum.»
Âyetin izahı:
Sizin istek ve şehvetlerinizle haram olarak ilân ettiklerinizin hiçbirisi bana gelen vahyin içinde yoktur. Bu Âyet-i Celîle Mek-kîdir ve hicretten önceki dönemde nazil olmuştur. Allah'ın şeriatında o dönemde burada bahsedilen nesnelerden başka bir haram gelmemişti. Sonra el-Maide sûresi Medine döneminde (hicretten sonra), nazil oldu. Ve boğularak öldürülen, dövülerek öldürülen, düşerek veya toslaşarak ölen hayvanların ve içkinin haram olduğunu beyan ettiği gibi diğer haramları da burada belirtti. Resûl-i Ekrem de, Medine'de, her tırnaklı ve yırtıcı hayvanın, her tırnaklı kuşun etinin haram olduğunu bu haramlar listesine ekledi.
Âlimler, bu ayetin hükmünde ve tevilinde çeşitli görüşler ileri sürmüşler: Birinci görüş bu âyet Mekke döneminde nazil olmuş, Resûl-i Ekrem tarafından haram olarak ilân edilen her şeye bu âyetten sonra Kur'an'la gelen haramlar eklenmiştir. Bu, Cenab-ı Hakk tarafından bir hükmün arttınlışıdır. Peygamberinin diliyle onun ilân edilişidir. Dikkatli, zeki ve eser ehli olan âlimlerin çoğunun görüşü budur. Bunun benzeri, kadını halasının veya teyzesinin üzerine nikâh etmesinin haram olmasıdır. Zira bu hüküm hadisle sabit olmuştur. Oysa Cenab-ı Hakk, El-Maide'de de nikâh edilmesi haram olan kadınları sıralarken içlerinde hâlâ, yeğenile beraber aynı kişinin nikâhında olamaz demedi. Nitekim «Eğer iki kişi olmazsa, bir erkek iki kadın olsun» âyetinde gelen hükme, bir şahidle beraber yemin olursa hüküm etmeye temel olur, hükmünün hadisle eklenmesi gibi...
Bazıları bu âyet, Cenab-ı Peygamberin «Ön dişi parçalayıcı olan her yırtıcı hayvanın eti haramdır» hadisiyle neshedilmiştir, dedi. Hadisi, îmam Malik rivayet etmiştir ve sahihtir.
Bazı âlimler de, «Bu âyet, mensuh değildir, muhkemdir. Ancak bu âyette haram kılınanlar haramdır. Onun ötesinde haram yoktur.» dediler.
Bu görüş, İbni Ömer, İbni Abbas ve Aişe validemizden de ri-, vayet edilmiştir. Ve bu görüşün tam tersi de bu zatlardan rivayet edilmiştir.
tmam Malik «Açıkça haram edilen herhangi bir şey yoktur. Ancak bu âyette olanlar vardır» dedi.
İbni Huvayze Mendat: Bu âyet, hayvanlardan ve başka nesnelerden helâl olan her şeyi kapsamaktadır. Ancak âyette istisna edilen murdar et, akıtılmış kan, domuz eti müstesnadır. Bunun için yırtıcı ve sair hayvanların etleri mubahtır. Ancak insan ve domuz eti bu hükmün dışındadır, dedi.
İmamı Malik'in talebesi El-Kiya et-Taberi, İmam Şafii «Haramdır diye kendisinden bahsedilmeyen her hayvanın eti helâldir» kaidesini, bu âyet üzerine bina etmiştir, dedi.
Ancak bu âyetin içinde bahsi geçmeyen nesnelerin haram olması için özel delilin olması, İmam-ı Şafii'den nakledilen genel kaidenin dışındadır.
Denildi ki, «Bu âyet, muayyen bir şeyin durumunu sorana ce-vabtır. Sual gibi cevab da, özel olarak vâki olmuştur. Bu görüş, İmam Şafii'nin mezhebidir. Zira İmam Şafii, Said bin Cübeyr'den rivayet etti:
«Bu âyette, birtakım şeyler vardır. Sahabeler onların durumunu Resûlültah'tan sordular. Cenab-ı Peygamber bu şeylerden haram olanlara dair cevab verdi.»
Bazı alimler, «Âyetin manâsı «Vahiy halinde, vahyin nazil olduğu anda, bana vahyedilenin içinde, burada istisna edilenlerin dışında haram kılan bir şeyi bulamadım. Ama bu vahiyden sonra başka şeylerin haram olarak gelmesini âyet menetmez demektir» dediler.
İbnu'l-Arabi, «Bu Âyet-i Celîlenin hicretten, sonra nazil olduğunu» iddia ediyor. Oysa bu âyet, âlimlerin çoğunun görüşüne göre Mekkî'dir, Hicretten önce nazil olmuştur. Bu âyet, İbnu'1-Ara-bi'nin iddiasına göre Cenab-ı Peygambere «Bugün sisin için dininizi kemale erdirdim» [Maide : 3] âyetinin nazil olduğu günde nazil olmuştur. Ve bundan sonra da neshedici bir âyet gelmemiştir. Öyleyse bu âyet muhkemdir. Bu âyette haram olarak ilân edilenlerden başkası haram değildir. Kurtubi, bunları naklettikten sonra derim ki, bu görüşün İbnu'l-Arâbî'den başkası tarafından savunulduğunu görmedim. Ebu Ömer bin Abdulberr, El-En'am sûresinin Mekkî olduğunda ittifak bulunduğunu ileri sürüyor. Ancak «De ki: Geliniz, Rabbınızın size haram kıldığını size okuyayım» diye başlayan üç âyet müstesnadır. El-En'am'dan sonra birçok âyet nazil oldu. Birçok sünnetler geldi. Medine'de içkinin haram edilişi El-Maide sûresinde indi. Ve alimler Resûl-i Ekrem, dişleriyle parçalayıcı olan yırtıcı hayvanların etinin haram olduğuna Medine döneminde dikkati çektiğinde ittifak ettiler.
İsmail bin îshak dedi ki:
Bütün bunlar işaret eder ki; bu durum Medine'de «De ki: Bana vahyedilenin içerisinde herhangi bir haramı bulamadım. Ancak leş, akmış kan, domuz eti veya Allah'tan başkası adına kesilenin etinin haram olduğunu görürüm.» âyetinden sonra olmuştur. Çünkü bu âyet, Mekkî'dir (Yani hicretten önceki dönemde nazil olmuştur.)
Ben derim ki, âlimler arasındaki ihtilaf noktası işte budur. Bir cemaat, dişleriyle parçalayıcı olan yırtıcının haram olduğunu belirten hadislerin zahirinden udul (dönüş) etmiştir. Çünkü bu âyet o hadislerden sonradır. Ve bu âyetteki «hasır» açıktır. Ve bu âyetin hükmüne yapışmak daha evlâdır. Çünkü bu, ya daha öncekileri nesheder veya o hadislerden daha kuvvetli ve daha racihtir.
Haram olduğunu savunanlara gelince; onlara göründü ve onların katında sabit oldu ki, El-En'am sûresi Mekkî'dir ve hicretten önce nazil olmuştur.
Bu âyet, cahiliyet ehlinin «Bahire,» «Şaibe,» «Vesile,» ve «Ham» gibi haram kıldıklarına bir reddiyedir. Bu âyetten sonra Cenab-ı Hakk, evcil merkebler, katırlar, dişiyle parçalayıcı olan hayvan ve pençesiyle parçalayıcı olan kuşlar gibi birçok şeyleri haram kıldı.
Ebu Ömer «Ancak bu âyetteki açıklananlar haramdır» diyenlerin kasten Allah'ın ismi üzerine amlmayarak kesilen hayvanın etini haram saymamaları ve lazim gelir ki müslümanların katında haram olduğu sabit olan içkiyi helâl saymaları gerekir. Çünkü müslümanların ittifakiyle sabittir ki üzümden yapılan şarab haramdır. Böylece Resûlüllah (S.A.V.), En'am sûresinde kendisine vahyedilenden başka bir haramı bulmuştur. Bu haramları getiren vahiy de En-am sûresinden sonra gelmiştir.
îmam Malik'ten; yırtıcı hayvanın, merkebin, katırın eti hakkında gelen rivayetler değişik ve muhteliftir.
Mürre, «Bunlar haramdır günkü Cenab-ı Peygamberin bunların hakkında yasağı vardır. Muvatta'da olduğu gibi İmam Ma-Hk'in en sıhhatli sözü budur» dedi. Yine Mürre : «Mekruhtur. El Mudevvene'nin zahirinden bu anlaşılır. Çünkü âyetin zahiri de böyledir» dedi.
Bir de, îbni Abbas'tan, İbni Ömer ve Aişe'den bunların yenmesinin mubah olduğu rivayet edilmiştir. Bu da Evzaî'nin sözüdür.
Buhari, Amr bin Dinar'ın rivayetinden alarak şunları nakletti : Cabir bin Zeyd'den sordum:
— Halkın iddiasına göre Resûl-i Ekrem, evcil merkeblerin etinin yenmesini yasaklamıştır. Siz ne buyurursunuz?
Dedi ki:
— Bizim Basra'da, El Hakem bin Âmru'l-Gifari böyle derdi. Fakat büyük alim Abdullah İbnu'l-Abbas buna muhalefet ederek şu âyeti okudu :
«De ki; Bana vahyolunanın içinde bu müstesnaların dışında herhangi bir haram bulamıyorum.»
İbni Ömer'den rivayet ediliyor :
Birisi ondan yırtıcı hayvanların etinin haram olup olmadığını sordu. O da «Onlar da bir beis yoktur» diye cevab verdi.
İbni Ömer'e Ebu Sa'lebetu'l-Huşeni'nin hadisi nakledildi. O hadis de şöyledir : Allah'ın Resulü «Dişleriyle parçalayıcı her canavarın eti haramdır» demiştir. Cevab olarak dedi ki:
«Biz, Rabbimizin kitabını baldırlarına çiş eden bir göçebenin naklettiği bir hadisten dolayı bırakmayacağız.» Yani rivayet edilen hadisin sıhhatına güvenmedi...
Eş-ŞaTri'den:
«Filin ve aslanın eti yenilir mi?» diye sorulduğunda bu âyeti okuyup ve devamla şunları söyledi:
Hz. Ebu Bekr'in torunu Kasım rivayet etti: Aişe validemiz, halkın «Dişiyle parçalayıcı her canavarın eti haramdır» dediklerini işitince, «O, helâldir» dedi ve delil olarak bu âyeti okuduktan sonra:
«Çanakda kaynayan su, kan gibi sarımtırak bir reng aldığı halde Resûlüllah onu görüyor, onu haram kılmıyordu» dedi.
Bu husustaki sıhhatli görüş daha önce söylediklerimizdir. Bir de bu Âyet-i Celileden sonra gelen haramların hepsi bunun üzerine atfedilir ve buna eklenir.
Kadı Ebu Bekr bin Arabi de, El-Kabes'inde buna işaret etmiştir. Buradaki işareti, «Ahkâm» adlı eserinde söylediklerinin tam tersidir. îbni Abbas'tan rivayet ederek dedi ki: «Bu âyet, Kutan* m en son inen âyetidir.»
Bağdadlılar : Bu âyette zikredilenden başka her şey helâldir. Fakat yırtıcı hayvan etinin yenmesi mekruhtur» dediler.
Malik, Şafii, Ebu Hanife, Abdulmelik gibi diğer fâkihler ka tında her dişiyle parçalayıcı olan, canavarın eti haramdır. Bu ha-ramlık, «De ki: Bana vahyedilenin içerisinde istisna edilenlerin \ dışında herhangi bir haramı görmüyorum» âyetinden sonra gelmiştir. Bu da, hakkında varid olan delille şehittir. Nitekim Cenab-i Peygamber:
«Müslüman bir kişinin kant ancak üç şeyden birisiyle helâl olur: küfür, zina ve öldürmekle helâl olur» dedi.
Oysa alimlerimiz «katlin sebebleri, ondur» dediler. Bu on sebebin hepsi de gelen delillerle sabit oldu. Çünkü Resûl-i Ekrem, ancak Allah'tan kendisine gelen ilimden haber verirdi. Allah dilediğini siler, dilediğini tesbit eder, dilediğini nesheder, dilediğini takdir eder. (Allah dilediğini ortadan kaldırır ve bırakır. Kitabın annesi onun nezdindedir.) [Râd: 39] Bir de Resûlüllah'tan sabit olmuştur ki,
«Dişiyle parçalayıcı olan her yırtıcının etinin yenmesi haramdır.»
Rivayet ediliyor ki; Cenab-ı Peygamber, dişiyle parçalayıcı her canavarın ve tırnağıyla parçalayıcı her kuşun etini yasaklamıştır.
Müslim, Maan'dan, o da Malik'ten rivayet etti: «Tırnaklarıyla parçalayıcı her kuşun yenmesi yasaklandı.»
Birinci görüş daha sıhhatlidir. Dişiyle parçalayıcı olan her canavarın haram olması Maliki mezhebinin görüşüdür. İmam Malik «El Muvatta» adlı kitabında «dişleriyle parçalayan yırtıcı hayvanların haram olması» başlıklı bir bölüm açtı. Bu başlıktan sonra bahsedilen hadisi zikretti. Ondan sonra da şunu söyledi:
«Bizim katımızda emir budur.»
Ve böylece İmam Malik, amelin eserle beraber geldiğini ha-ber verdi.
El Kuşeyri, İmam Malik'in «Bu âyet, en son inenlerdendir» demesi, «Bu eşyanın bu âyetten sonra haram olması sabit olmuştur» dememize mani değildir. Halbuki Cenab-ı Hakk, temizleri helâl, habisleri haram kılmıştır. Allah'ın Resulü; her yırtıcı ve dişleriyle parçalayıcı hayvanın, pençeleriyle avını parçalayan kuşların yenmesini, yasakladığı gibi, evcil merkeblerin etinin yenmesini de Hayber fethinde (senesinde) nehyetmiştir. Bu tevilin doğruluğuna işaret eden delil; dışkının, sidiğin ve pis böceklerin ve merkeblerin haram olmasındaki icmadır. Oysa bunların hiçbirisi bu âyette zikredilmemiştir» dedi. [87]
îbni Atiyye, «tahrim» tâbirini, Allah Resûlü'nün dilinden gelirse hangi şey hakkında gelmişse onu son derece tehlikeli ve menedici olacak raddeye getirmeye de son derecenin altındaki kerahet derecesinde durdurmaya da elverişlidir» diyor. Binaenaleyh «tahrîm» tabiriyle hadisleri tevil eden sahabelerden tes lim olmak karinesi var ise, hepsi onun üzerinde icma etmişse, hadisin lafızları da orada çarpışık değil ise, şer'an bu şeyin haram 5 olmasının son noktaya vardığı ve kesinlik kazandığı vacib oluyor. E Böylece âyette bahsedilen mundara, domuza ve akıtılmış kana ilhak edilmiş oluyor. İşte içkinin haram edilmesinin sıfatı bu. O, «tahrîm» tabiri ki herhangi bir karine beraberinde yoktur. Hadisleri bilmelerine rağmen imamlar onda ihtilâf etmişlerdir. Meselâ : Cenab-ı Peygamberin «Her yırtıcı ve dişiyle parçalayıcının yenmesi haramdır» hadisi gibi. Sahabeler ve onlardan sonra gelen alimler, bu hayvanların etinin haram olmasında ihtilaf etmişlerdir. Binaenaleyh bu yönlerden Ötürü nazar ehli «tahrim» tabirini burada «kerahet» manâsındaki yasağa yorumlayabilirler. Zira o Tahrim tabiriyle beraber tevil karinesi gelmiştir. Mesela: Cenab-ı Peygamber, «Evcil merkeblerin etlerinin haram kılındığı o hâdisede hazır bulunan bazı sahabeler, bunun nedeni «Necis olduğudur» diye tevil ettiler. Bazıları da «Halkın yükünü taşıyıcılar yok olmasın diye Cenab-ı Peygamber bunu söylemiştir» diye tevil ettiler. Bazıları da «Bu, katıksız bir haramdır» şeklinde tevil ettiler. Böylece onların etlerinin haramlığında ümmetin ihtilaf ettiği sabit oldu. Öyleyse nazar ehli buradaki «tahrim» tabirini «kerahet» manâsındaki yasağa hamledebilir. Tabii, içti-had ve kıyas şartiyle...
Âmr bin Dinar, Ebu Şa'sa'dan, o da, İbni Abbas'tan rivayet etti:
«Cahiliye ehli, bir taktm şeyleri yer, bir takım şeyleri de ter-kederlerdi. Cenab-ı Peygamber, Allah (C.C.) tarafından gönderildi. Ona kitab indirildi. Peygamber, ancak o kitabın helâl ettiğini helâl, onun haram ettiğini haram ilân edebildi. O kitab neyi helâl etmişse o helâldir, neyi haram etmişse o haramdır. O kitab hangi şeyde susmuş ve hakkında bir hüküm vermemişse, o da affe-dilmiştir» dedikten sonra bu Âyet-i Celileyi okudu; Yani bu âyetin zahirine göre Cenab-ı Hakk'ın haram etmediği bir şey mubahtır.
Huzuri, UbeyduIIah bin Abdullah bin Abbas'tan rivayet etti: Bu zat bu âyeti okudu ve dedi:
«Cenab-ı Hakk, mundar'ın yenmesini, yani etini haram kılmıştır. Deri, kemik, yün ve tüyler ise helâldir.»
Ebu Davud, Milkam bin Telibe'den, o da babasından rivayet etti:
«Resûlüllah ile arkadaşlık ettim. Ondan yerdeki böceklerin herhangi birisine haram dediğini işitmedim.»
Bu hadisteki böceklerden maksad; Kirpiler, keler ve orman faresi (yani arap tavşanı dedikleri hayvan) gibi yeryüzünde yaşayan küçücük hayvancıklardır.
Bu zatın, «Ben onlar hakkında haram dediğini işitmedim» demesi onların helâlliği hakkında delil değildir. Çünkü o işitmemiş, başkası işitmiş olabilir.
Halk Arap tavşanının ve Elveber denilen haşaratın yenmesi hakkında ihtilâf etmişlerdir: Urve, Ata, Şafii, Ebu Sevr «Arap tavşanı yenir» demişlerdir. İmam Şafii, «Vebri yemekte beis yoktur», İbni Şirin «Mekruhtur» demişler.
El Hakem, Hammad ve rey erbabı «Mekruhdur» demişlerdir.
Rey erbabı; kirpinin de mekruh olduğunu ileri sürmüşlerdir. Malik bin Enes'ten kirpinin hükmü sorulmuş, «Bilmem» demiştir.
Ebu Amr, «Malik kirpinin yenmesinde beis yoktur dedi» diyor. Ebu Sevr de «Kirpi yemekte beis yoktur» diyordu. Şafii'den de bunu hikâye etti. İbhi Ömer'den kirpi hakkında yenilip yenilmeyeceği soruldu. îbni Ömer; bu Âyet-i Celîleyi okudu. İbni Ömer'in yanında bir ihtiyar bulunuyordu. O, «Ebu Hureyre'den dinledim, diyordu ki, Resûl-i Ekrem'in katında kirpiden bahis geçtiğinde;
«O, pislerden bir pistir» dedi.
İbni Ömer : «Eğer Allah'ın Resulü bunu söylemiş ise, onun dediği gibidir» dedi. Bunu, Ebu Davud rivayet etti.
İmam Malik; kelerin, arap tavşanının ve kelere benzer elve-relin yenmesinde sakınca yoktur demiş. İmam Malik'e göre yılanlar öldürüldüğünde yenilebilir. Bu İbni Ebi Leyla'nın ve Evzâi'nin de görüşüdür. Yılanlar, akrepler, fareler, kirpiler ve kurbağalar da böyledir.
İbn-i Kasım, yeryüzündeki haşaratı, akrepleri ve böcekleri, İmam Malik'e göre yemekte bir sakınca yoktur. Çünkü onlann-suda ölmeleri, suyu bozmaz, demiştir.
İmam Malik «Arı yumurtalarını, peynirdeki kurtçukları hurma ve benzeri meyvelerdeki kurtçukları (o maddelerle beraber yemekte de beis yoktur» demiştir. İmam Malik'in delili ise, Milkam bin Talib ile İbni Abbas ve Ebu Derda'nın «Allah, neyi helâl kıl-mışsa o helâldir, neyi haram kılmışsa o haramdır. Neyin hakkında sükût etmişse, o affolunmuştur» hadisleridir.
Aişe validemiz, fare hakkında «Haram değildir» dedi ve bu âyeti okudu.
Medine ehlinin alimlerinden bir cemaat, yılanlar ve kelerler gibi, yeryüzünün haşerat ve böceklerinin yenmesini haram görürlerdi. Fareler gibi haşerelerin de yenmesi haramdır derlerdi. Öldürülmesi caiz olan her şey bu alimlere göre yenilmez. Kesmek onları helâl kılmaz. Bu, İbni Şahab, Urve, Şafii, Ebu Hanife ve arkadaşlarıyla diğer alimlerin görüşüdür.
İmam Malik ve arkadaşlarının katında vahşi hayvanların yırtıcılarından hiçbir şey yenilmez. Evcil ve Vahşi kediler de yenilmez. Çünkü yırtıcı hayvan (sınıfına dahildir.) Tilki, İmam Şafii' ye, göre yenilir. İmam Malik'e göre Doğan, Kartal, Akbaba gibi yırtıcı kuşların yenilmesinde beis yoktur. İster mundar hayvanı (cifeyi) yesinler, isterse yemesinler.
Evzai «Bütün kuşlar helâldir. Ancak leş kuşunu mekruh görmüşlerdir» dedi.
îmam Malik delil olarak Ehli ilimden hiç kimsenin, kuşların yenmesini mekruh gördüğünü duymadığını söylemiştir. Cenab-ı Peygamberin, pençesiyle yırtıcı olan kuşların yenmesini nehyeden hadisin olmadığını İmam Malik savunuyor.
İmam Malik'in talebesi Eşheb'e göre; îmam Malik «Fil etinin yenmesinde kesildiği takdirde beis yoktur» diyor. Bu, aynı zamanda Şa'bi'nin de görüşüdür. İmam Şafii; fil eti haramdır» dedi.
îmam Ebu-Hanife ve talebeleri «Sırtlan ile tilkinin yenmesini kerih» görmüşlerdir. îmam Malik'in bu husustaki delili; yırtıcı ve dişiyle parçalayıcı hayvanların hakkında gelen umumi yasaktır. Zira Cenab-ı Peygamber burada herhangi bir yırtıcıyı tahsis etmemiştir. Nesei'nin sırtlan hakkında «yenmesi mubahtır» diye rivayet ettiği hadis, bu nehy hadisine ters düşmez. Çünkü bu hadisi, Abdurrahman bin ebi Ammar tek başına rivayet etmiştir. Bu zat da ilmin nakliyle şöhret bulmuş bir zat değildi. Ondan daha alim olanla fikri çarpıştığı zaman, fikri delil olmaz.
Ebu Ömer, «Tevatür olarak birçok yönden dişiyle parçalayıcı olan canavarın etinin yenmesi nehyedilmiştir. Bunu, güvenilir ve alim birçok imamlar da rivayet etmişlerdir. Onlara İbni Ebi Am-mar'in hadisiyle karşı çıkmak muhaldir» dedi.
Ebu Ömer «Müslümanlar, ittifak etmişlerdir ki, maymunun eti yenmez. Çünkü Cenab-ı Peygamber onun yenmesini yasaklamış, onun alış verişi caiz değildir. Çünkü onda menfaat yoktur» diyor.
Er-Ruyani'nin Şafii mezhebinde telif etmiş olduğu «El-BAHR» adlı kitabında İmam Şafii «Maymunun satışı caizdir» demiştir. Çünkü maymun eğitilir ve eğlenmek için ondan istifade edilir.
El Keşfi, îbni Şureyh'ten rivayet ediyor: Maymunu satmak ve satm almak caizdir. Çünkü onda menfaat vardır. Soruldu : Hangi yönden onda menfaat vardır? «Çocuklar onunla eğlenirler» diye cevab verdi.
Ebu Ömer, «köpek, fil ve dişiyle parçalayıcı olan bütün hayvanlar benim katımda maymun gibidir. Bu hususta Resûlüllah'm sözünde delil vardır» diyor: [88]
Ebu Davud, İbni Ömer'den rivayet etti:
Resûl-i Ekrem «celale» veya «Cülale» (pislik yiyen hayvanim etini ve sütünü nehy etmiştir.
Bir rivayette; «Deveden olan celalenin yenilmesini ve sütünden içilmesini yasaklamıştır.»
El Halimi Ebu Abdullah dedi ki:
Celaleye gelince; «O pislik yiyen hayvan ve başıboş gezen tavuklardır. Resûl-i Ekrem onların etinin yenmesini nehyetmiştir.»
Alimler «Etinden dışkının kokusu veya tadı gelen bu tür hayvanların eti haramdır eğer böyle bir koku gelmezse helâldir» dediler.
El Hattabi «Bu yasak .tenzihi ve nezafet yönündendir» dedi. Çünkü celalenin yemesinin çoğu pislik olduğu takdirde, pislik kokusu etinde belirir. Fakat hayvan yediği bitki ve danelerle beraber pislikten az bir şey alırsa, o vakit celale sayılmaz. Bu, başıboş olmayan bir tavuk gibidir. Böyleleri pek az pislik karıştırırlar, pisliğin gayrisinden daha fazla yerler. Bunların yenmesinde kerahet yoktur.
Eshab-ı rey, Şafii ve İmam Ahmed «Cülâle birkaç gün hapsedilip başka yem ona verilmedikçe, eti yenilmez. Birkaç gün hapsedildikten ve eti temizlendikten sonra kesilip eti yenilir» demişlerdir.
Hadiste rivayet edildi:
«Pislik yiyen sığır, kırk gün tutulduktan sonra kesilip eti yenir.»
İbni Ömer, «Tavuk üç gün bağlanır, sonra kesilir» dedi.
İshak, «Kesildikten sonra, eti güzelce yıkanır o zaman yenmesinde bir beis yoktur» dedi.
Hasan Basri, pislik yiyen hayvanın etinin yenmesinde bir beis görmüyordu. Malik bin Enes de aynı görüşte idi.
Rastgele yerlere insan dışkısının atılması nehyedilmiştir. Bazı sahabelerden rivayet edilmiştir:
Biz Resûlüllah'ın arazisini kiraya verirdik. Onu kiralayana dışkı atılmamasını şart koşuyordu.
îbni Ömer'den gelen rivayet:
Arazisini kiraya veriyor, insan dışkısıyla pisletilmemesini şart koşuyordu.
Rivayete göre bir kişi arazisini insan dışkısıyla gübreliyordu, îbni Ömer ona:
«Bu araziden çıkanı insanlara yediren sen inisin?» diye ithamda bulundu.
At etinin yenilip yenilmemesinde ihtilaf vardır: İmam Şafii' ye göre mubahtır. Sahih de budur. îmam Malik'e göre mekruhtur.
Katıra gelince, o merkeb ile attan meydana gelen bir hayvandır. Onun bir tarafı olan at ya yenir veya mekruhtur. İkinci tarafı olan merkeb ise, haramdır. Haramın hükmü burada galebe çaldı. Çünkü «Helâl ile haram bir araya gelirse, haram galib gelir» kaidesi vardır.
Halef ve selefin cumhuru tavşan etinin yenmesinin caiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Abdullah bin Âmr bin Ast'tan haram olduğu hikâye edilmektedir. İbni Ebi Leylâ «Mekruhtur» dedi. Abdullah bin Âmr, «Tavşan Resûlüllah'a getirildi. Ben de orada oturuyordum. Resûlüllah yemedi ve yiyenleri de yasaklamadı» dedi. İddiaya göre, o hayız görür. Ebu Davud bunu zikretti.
En-Nesei «Mürsel» olarak Musa bin Taîha'dan rivayet etti: «Resûlüllah'a bir tavşan getirildi. Kişi onu kızartmıştı.
— Ey Allah'ın Resûlüt Ben onda kan gördüm,» dedi. Bunun üzerine Resûlüllah onu yemedi, nezdindekilere :
— Siz yiyiniz! Eğer benim iştahım çekseydi ben de yerdim,» buyurdu.
Derim ki: Burada onun haram olduğuna dair herhangi bir delil yoktur. Bu ancak Resûlüllah'in şu hadisine benzer:
«O hayvan kavmimin memleketinde yoktur, (yenmesi âdet olmamıştır, onun için ondan ikrah ediyorum (tiksiniyorum).
Müslim, «Sahih»inde Enes bin Malik'ten rivayet etti:
Biz, «Merru-Zehran» denilen yerden geçtik. Orada bir tavşanı ürküttük. Arkasından koşup tavşanı yoranların kendileri de yoruldular. Bu sefer ben arkasından koşup onu tuttum, Ebi Talha' ya getirdim. Babalığım Ebu Talha tavşanı kesti. Onun bir bud ile bir kolunu Resûlüllah'a gönderdi. Onu Resûlüllah'a getirdim. Kabul etti [89]
Bu Âyet-i Celilede bahsi geçen murdar, kendiliğinden ölen hayvanın eti demektir. «MESFUH» demek, etin içinden çıkmış akan kan demektir. İşte o haramdır. Ama etin içinde, kemiklerde kalan kan ise, affoîunmuştur.
El Maverdi, «Akmayan kan, (damarlarda, ciğer ve dalakta olduğu gibi pıhtüaşıp kalan kan) helâldir» diyor. Çünkü Cenab-ı Resul;
«Bizim için kesilmemiş (çekirge ve balık) ile iki kan helâl kılındı» buyurmuştur.
Eğer kanın üzerinde dondurucu damarlar yok ve etin üzerinde görünüyorsa, onun haram olup olmadığı hususunda iki görüş vardır: Bir görüşe göre, haramdır, yıkanması gerekir. Çünkü akan kanın cümlesindendir. İkinci bir görüşe göre de haram değildir. Çünkü haram kan ancak akan kandır; denilmiştir.
îmran bin Hudayr, «Ben Ebu-Muclez'den etin üzerindeki kanı ve et kaynamakta olan çanağın içindeki kanımsı suyu sordum. «Beis yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk, akmış kanı haram kılmıştır» dedi.
Aişe validemiz de bunun benzerini söyledi. İcma-i ulema da, bunun üzerindedir.
İkrime, «Eğer bu âyet olmasaydı, Müslümanlar Yahudilerin tetkik ettiği gibi damarlardaki kam tetkik etmeye mecbur kalacaklardı» diyor.
İbrahim En-Nehai, «Damar ve beyindeki kanda beis yoktur» dedi.
(146) «Biz, Yahudi olanlara tırnaklı bulunan bütün hayvanları haram ettik...»
Bu Âyet-i Celîlenin tefsirinde şunlar gelmiştir:
Cenab-ı Hakk, Muhammed ümmetine haram kıldığını zikret-rettikten sonra Yahudilere de haram kıldıklarını zikretti. Çünkü bunda Yahudilerin şu iddialarının yalanlanması vardır: Cenab-ı Hakk, bize hiçbir şeyi haram kılmamıştır. Biz, İsrailin nefsine haram kıldığım nefislerimize haram kıldık.»
Allah tarafından, Yahudilere haram kılınan bu nesneler, bir teklif (yük), bir belâ ve bir cezadır.
Cenab-ı Hakk'ın, onlara haram ettiği tırnaklı hayvanın tefsirinde gelen rivayetler: Mücahid ve Kat'ade «Her tırnak sahibi deinek, parmakları arasında aralık olmayan hayvanlar ve kuşlar demektir. Develer, Nuame adlı devekuşu, kaz, toy ve ördekler gibi hayvanlardır» diyor.
îbnu Zeyd, «Sadece deve kastediliyor» dedi.
îbni Abbas «Tırnak sahibi deve ve Nuame kasdedildi. Çünkü Nuame de deve gibi tırnak sahibidir» diyor.
Bazı müfessirler «Kuşlardan her, pençe sahibi, hayvanlardan da her tırnak sahibi burada kastedilmektedir» diyor.
Katade, «Sığır ve koyunun iç yağlarından maksad, işkenbe-nin, üzerindeki ince yağ tabakası ile böbreklerin üzerindeki yağ tabakasıdır» diyor. Süddi de bunu söyledi.
îbni Cüreyc, «Kemiğe karışmamış veya kemik üzerinde olmayan her yağı Allah Yahudilere haram kıldı. Ancak yan yağlar ile arka bacaklardaki yağı Cenab-ı Hakk, onlara helâl kıldı» dedi.
Bu Âyet-i Celîledeki «el-hevaya» kelimesi, «haviyE»nin çoğuludur. Ebu Ubeyde, «el-hevaya», karnın yuvarlak kısmı demektir» dedi. Bazılarına göre «el-hevaya», süt hazineleri anlamındadır. Bu hazinenin damarları, dışkıların toplandığı «mesa-rin» damarlarıyla birleşiyor.
Bazıları «El-Hevaya üzerinde iç yağı olan barsaklar» demektir, diyorlar. Bu âyetten başka yerlerde «evhevaya», devenin hör-gücünü kapsayan aba demektir. Cenab-ı Hakk bu âyette, Tevrat hakkında onların yalanlarını reddetmek için bunu haram kıldım haberini veriyor. Allah'ın Tevrat'taki nassı şöyledir: [90]
«Sizin Üzerinize mundarı, kanı, domuz etini ve parmaklarının arası açık olmayan her hayvanı ve beyazlığı olmayan her balığı haram kıldım.» Sonra Cenab-ı Hakk, bütün bunları Hz. Muham-med'in şeriatıyla neshederek kaldırdı. Daha Önce onlara haram kıldığını peygambere helâl kıldı. Hz. Muhammed'in hürmetine bu zorluğu ortadan kaldırdı. Bütün insanlara İslâm dini helâliyle, ha-ramıyla, emriyle, yasağıyla kabulü zorunlu olan bir din olarak sunuldu.
Müslim ve Buharı ittifakla Cabir bin Abdullah'dan rivayet ederler:
Allah'ın Resûlü'nden dinledim. Fetih senesinde Mekke'de şunları söyledi:
«Kuşkusuz Allah içkinin, murdar etin, domuzun ve putların alınıp satılmasını haram kılmıştır.»
Soruldu:
— Ey Allah'ın Resulü! Murdar hayvanın içyağları ile gemiler ve deriler yağlanır. Halk o iç yağlarını çıralarında yakar, istifade eder. (Bunun hükmünün ne olduğunu) bize haber verir misin?..
Cenab-ı Peygamber:
«Hayır, o haramdır» dedi. Sonra buyurdular:
«Allah fC.G.) Yahudileri haileylesin. Kesinlikle Allah (C.C.) onlara hayvanların iç yağlarını haram kıldığı zaman, onlar yağları erittiler, sonra erimiş yağı satıp parasını yediler» dedi.
(146) «Bu haramı, onlara zulümlerinden ötürü ceza olarak yaptık...» [91]
Bu Âyet-i Celîle, kesinlikle belirtiyor ki, insanoğlunun başına gelen musibetler ve önüne çıkan zorluklar, mutlaka onun zulmünün ve saldırganlığının bir karşılığıdır. Yani bunların başına gelen bu musibet, saldırganlıklarından ve zulümlerinden ileri gelmiştir. Zulümleri ve saldırganlıktan; peygamberleri öldürmeleri, Ri-bayı alıp yemeleri ve halkın mallarını bâtıl yollardan helâl edip de ellerinden almaya kalkışmalarıydı. Cenab-ı Hakk, bunu belirttikten sonra şöyle ferman etti:
«Şüphesiz ki, biz her hususta doğruyu (söyleyen)teriz.» Yani onların zalimliğiyle ilgili vermiş olduğumuz Örnekler doğrudur. Onlara özel olarak şu şu nesneleri haram ettik demekte biz doğruyuz. Yani biz romantik, aslı astarı olmayan ve hikâyemsi şekilde bunları söylemiyoruz. Bunlar, kesinkes olmuş ve meydana gelmiş şeylerdir. [92]
(147) «Eğer seni yalanlarsa, de ki: Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Onun azabı mücrim bir kavimden geri çevrilmez.»
(148) «Allah'a ortak koşanlar şöyle diyeceklerdir: Eğer Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne de babalarımız şirk koşardı. Ne de bir şeyi haram yapabilirdik. Bunlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Sonunda azabımızı tattılar. Onlara de ki, sizde bir ilim varsa, onu bize çıkarın, getirin. Siz ancak zannı-nıza tabi oluyorsunuz. Siz ancak yalan söylemektesiniz.»
(149) «[Ey Habibimî] De ki: Eksiksiz hüccet Allah'ındır. O dileseydi elbette hepinizi hidayete kavuştururdu.»
(150) «[Ey Habibim!] Onlara şöyle söyle: Bu haram saydıklarınızı Allah'ın haram ettiğine dair şahitlik edecek olan şahitlerinizi getiriniz. Eğer onlar yalan yere şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber bulunup kendilerini tasdik etme. Ayetlerimizi yalan sayanların ve ahirete inanmayanların arzularına tâbi olma. Onlar putları Rabierine eş tutuyorlar.»
(151) «De ki: Geliniz! Size Rabbiniz neleri haram etmiştir,, okuyayım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Valideyne, (anaya babaya) iyilik ediniz. Fakirlikten Ötürü çocuklarınızı öldürmeyiniz. Sizin de çocuklarınızın da rızkını biz veririz. Kötülüklerin ne açığına, ne de gizlisine yanaşmayınız. Allah'ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmeyiniz. İşte bu yasaklara uymayı Allah si-ze tavsiye etti. Umulur ki, düşünür ve akıl edinirsiniz.» [93]
Cenab-i Hakk 147. âyette «Ey Habibim, Muhammed! Eğer Yahudiler sana, Kur'an'da, onlar hakkında göndermiş olduğumuz açıklamalar hususunda karşı çıkar, seni yalanlayıp, «Böyle bir şey yoktur, Allah (C.C.) bize, o söylediklerini haram kılmamış ve o söylediklerinden bir kısmını helâl kümamıştır» derlerse, sen de ki: «Sizin Rabbiniz, Sizi yoktan vareden Allah'ınız, geniş rahmet sahibi olduğundan dolayı hemen bu yalanlamanızın cezasını size tatbik etmez. Fakat gelecekte bunun cezası size verilecektir.» Yani cezanın tehiri Allah'ın geniş rahmetinden ileri geliyor. Yoksa sizin bu yalanlamanız size hemen ceza tatbik edilmesini gerektiren bir harekettir. Cenab-ı Hakk, geniş rahmet sahibi olduğundan dolayı hemen kâfir ve asi kullarını cezaya tâbi tutmaz. Mühlet verir, fakat ihmal etmez. Cenab-ı Hakk'ın geniş rahmetiyle beraber onun azabını mücrim kavimden reddedecek hiçbir güç ve kuvvet yoktur. [94]
Mücrim kavimden maksat, peygamberleri yalanlayanlardır. Bütün kâfirler, (peygamberleri yalanlayan insanların hepsi) bu âyetin kapsamına girer, hepsi mücrim kavimdir. Peygamberlere karşı çıkanlar, Allah CC.C.) katından gelen ilâhi kitabı yalanlayanlar mücrimlerdirler. Elbette Cenab-ı Hakk'ın mücrimlerin başına getireceği azabı hiçbir güç geri çeviremez.
Cenab-ı Hakk, 148. ayette Mekke putperestleri, Arap müşrikleri, deliller karşısında mağlub olduklarında, üzerinde bulunduklan şirkin bâtıl olduğunu kesinkes gördüler ve kendi kendilerine haram kıldıklarının Allah tarafından haranı kılmmadığmı gördük lerinde diğer kâfirler ve müşrikler gibi, kendilerini kurtarmak için suçu Allah'a yüklüyorlar: «Eğer Allah (C.C.J, bizim durumumuzdan razı olmasaydı bizi bu durum üzerinde bırakır mıydı?» tarzında Hz. Muhammed'e karşılık veriyorlar. Yani Allah isteseydi bizi şirkten, aba ve ecdadımızı putperestlikten uzaklaştırırdı. Mademki uzaklaştırmamış, Öyleyse buna razıdır demek isterler.
Tefsir alimleri, onların bu sözü küfür ve şirklerinin üzerinde devam etmelerinin bir delili gibidir.
Onlar «Allah (C.C.) bizimle, bizim üzerinde bulunduğumuz mesleğin arasına girmeye kadirdir. Eğer ondan razı olmasaydı bize yaptırtmazdı. Üzerinde bulunduğumuz şirki irade etmeseydi, onu bize emretmeseydi bizimle o şirkin arasına girecekti. Ve Bahire, Şaibe, Vesile, Ham gibi haram kıldıklarımızı bize haram kıl-dırmazdı. Demek bunlara razıdır ki, bunları bize mümkün kılmıştır» 6iy s iddia ederlerdi. İşte Cenab-i Hakk, onların bu sözlerini reddetmek ve onları yalanlamak için «Onlardan önceki kâfirler de aynen böyle derlerdi» buyurdu.
Bütün kâfirler tarih boyunca aynı teraneleri ve sözleri tekrar edip duruyorlardı: «Eğer Allah (C.C.) dileseydi ne biz şirk koşardık, ne de babalarımız şirk koşardı. Ne de bir şeyi haram yapabilirdik» derler.
(148) «Bunlardan Öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Sonunda azabımızı tattılar...»
Bu Âyet-i Celîle, bütün kâfirlerin aynı karakterde olduklarını «cebr» meşrebine sahib bulunduklarını sergiler.
Müslüman guruplardan El-Kaderiyye ile El-Mu'tezile bu âyete yapışıp şöyle dediler:
Onlar, eğer Allah dileseydi biz Allah'a ortak koşamazdüc dediklerinde, Cenab-ı Hakk, onlan yalanlayarak, «Bunlardan öncekiler de böyle tekzib etmişlerdi» sözüyle onların iddiasını reddetti. Bir de Cenab-ı Hakk, bu kâfirlerden cebr mezhebinin görüşünü nakletti. O da «Eğer Allah şirk koşmamamızı dileseydi şirk koşmazdık ve bizi bu küfürden korurdu. Bizi menetmediğine göre, Allah (C.C.) bizim şirkimizi irade ediyor, Allah irade ettikten, sonra onu terketmemiz mümteni oluyor.» [95]
Cevab olarak deriz ki: Cenab-ı Hakk, bu kâfirlere «Eğer Allah (C.C.) dileseydi, biz ortak koşmayacak, şirk yapmayacaktır» sözlerini hikâye (nakl) ediyor. Sonra onun hemen arkasından «Bunlardan Öncekiler de böyle tekzib etmişlerdi» diye ekliyor. Bu yalanlama, onların «Eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık» sözlerinde değildir. O söz, hak ve doğrudur. Fakat yalanlama, onların «Allah bize bunu emretmiştir. Bizim üzerinde bulunduğumuza razı olmuştur» dediklerine, aiddir. Nitekim Cenab-ı Hakk, Araf sûresinde onlardan,
«Onlar bir günâhı işledikleri zaman, derler ki, bunun üzerinde aba ve ecdadımızı bulduk, Allah bunu bize emretti» sözlerini naklettikten sonra «Allah kötülüğü emretmez» âyetiyle onların bu sözünü reddetti. Allah'ın yalanlaması, onların: «Allah (C.C.) bize bunu emretmiştir, bizden gelen bu fiile razı olmuştur» sözleriyle ilgilidir.
«İşte böylece onlardan öncekiler de yalanladılar.» Eğer Ce-nab-ı Hakk, burada onların «Allah dileseydi biz şirk koşmazdık» sözlerinin yalan olduğundan haber vermiş olsaydı bu Âyet-i Celîle-de «Onlardan öncekiler de yalan söyledi» tarzında «kezebe» fiilini şeddesiz getirecekti. Onları yalanlamaya değil, yalana nisbet edecekti.
Hasan bin Fadl, eğer onlar, «Allah dileseydi biz şirk koşa-mazdık,» sözlerini Allah'a ta'zim bakımından ve Allah'ın hakkını tanıyarak söylemiş olsaydılar, Allah onların bu sözlerini onların hakkında ayıp olarak kullanmazdı. Fakat onlar bilmeyerek ve Ce-nab-ı Hakkı tanımayarak bu sözü yalanlamak ve cedelleşmek bakımından söylediler. Ne söylediklerini de bilmiyorlardı. Onun için Cenab-ı Hakk onları ayıpladı ve kınadı.
Bazıları bu âyetin manasında; onlar, «Allah dileseydi biz ortak koşmazdık» sözleriyle hakkı söylüyorlar. Ancak onlar bu durumu kendileri için bir özür sayıyorlar ve iman etmeyi terkettik-lerinin haklılığı için bir hüccet olarak kullanıyorlar.
Onların bu sözlerinde reddedilmeleri, şuradan geliyor: Allah' in emri, istemesinin ve iradesinin haricindedir. Cenab-ı Hakk, bütün kâinatın mürididir. Fakat bütün irade ettiklerini emretmiyor. Binaenaleyh kul Allah'ın emrine tabi olmalıdır. O'nun istemesine yapışmamalidır. Çünkü meşiyete (isteğe) yapışmak, hiç kimse için mazeret olmaz. Cenab-ı Hakk, kâfirin küfrünü de irade eder. Çünkü kâfir kulu o küfrü istemiş, o da irade etmiştir. Fakat onun küfrüne razı değildir, onun küfrünü emretmez. Bununla beraber kuluna peygamberler gönderdi. Ona iman etmeyi emretti. Emrin irade zıddına gelmesi ise, mümkün değildir.
Hülasa: Cenab-ı Hakk, burada kâfirlerin şirklerinde ve küfürlerinde Allah'ın isteğine yapıştıklarını söylüyor. Ve haber veriyor ki, bu yapışmak fasit ve bâtıldır. Yani Cenab-ı Hakk'ın bütün emirlerde isteğinin oluşu peygamberlerin davetini defetmez. Allah hakikati daha iyi bilir.
(148) «De ki: Sizde bir ilim varsa onu bize çıkarıp getiriniz...»
Bu Âyet-i Celîlede, Cenab-ı Hakk, müşriklerin ilimsiz bir iddiada, bir tahminde bulunduklarını sergilemektedir. Yani «Ey kulum ve Habibim Muhammedi Şu «Eğer Allah (C.C.J dileseydi biz şirk koşmazdık» diyen müşriklere söyle, Şu «Allah bizim üzerinde bulunduğumuza razı olmasaydı bizi onun üzerinde bırakmazdı» diyen kâfirlere de ki: Bu iddianıza dair sizin nezdinizde bir ilim var mıdır? Yani bir hüccet, bir kitab, bir delil var mıdır ki, sizin bu söylediğinizi tespit etsin? Siz o ilminizi bize açıklar, beyan ederseniz bizi ikna etmeye yeltenirseniz, belki kendinizi kurtarırsınız. Evet biz sizin sözünüzün hatalı ve fiilinizin yanlış olduğunu söylediğimiz gibi, siz de o ilminizi çıkarın, söyleyiniz.
«Siz ancak zanna tabi olursunuz.» Yani üzerinde bulunduğunuz şirk Allah tarafından haram edilmemiş, sizin kendi kendinize haram kıldığınız nesneler ve hak üzerinde olduğunuzu sandığınız hususta ancak zanna tabisiniz. Bâtıl bir zarının peşinde koşuyorsunuz. Siz bütün bunlarda ,ancak yalan söylüyorsunuz. Allah'ın kesesinden bâtılı Uydurmaya kalkışıyorsunuz.
(149) «De ki: Eksiksiz hüccet Allah'ındır...» Bu âyetin tefsiri:
Yani ey Muhammed (S.A.V.)! Bu müşrikler, Allah'ın kendilerine verdiği veya kendilerine verilen herhangi bir hücceti göstermekten aciz kaldıkları zaman, onlara de ki: Halkın karşısında kitab indirmek, ve peygamberler göndermek suretiyle eksiksiz hüccet Allah'ındır. Kendi zan ve bâtıl kanaatlarınızı terkedin. Allah'ın peygamber vasıtasıyla gönderdiği delile tâbi olunuz.
Rebi bin Enes :
«Allah'a isyan eden veya Allah'a ortak koşan hiç kimsenin elinde Allah'a karşı bir hüccet yoktur. Kulların karşısında baliğ, eksiksiz ve tam hüccet Allah'ındır» dedi.
Hüccet apaçık beyyine demektir. Hüccet son derece muhkem ve kuvvetli, ispat gücü yüzdeyüz olan delil demektir. Sahibinin davasını doğruluğa erdirmiş delil demektir hüccet. Hüccet hac kökünden geliyor ve «kast» manâsını taşıyor. Zaten Hüccet sahibi de hüküm ispatını kastediyor. Onu oluşturmaya çalışıyor. Ondan dolayı bu harekete hüccet denilmiştir.
(149) «Eğer Allah (C.C.) dileseydi elbette hepinizi birden hidayete erdirirdi...» Bu âyetin izahı: [96]
Yani Cenab-ı Hakk, dileseydi hepinizi hüccet getirmek hususunda muvaffak kılacaktı. Hidayete hepinizi götürecekdi. Ancak Cenab-ı Hakk, bir kavmin hidayetini başka kavimlerin sapıklığını istemiştir. Neden istemiş, niçin istemiş diye sorulmaz.
Bu Âyet-i Celîle, işaret eder ki, Allah, kâfirin iman etmesini istememiştir. Eğer isteseydi mutlaka onu hidayete getirirdi. Ama niçin istememiş, bu sorulmaz. Çünkü, «Cenab-t Hakk işlediğinden sorulmaz. Ama kullar işlediklerinden sorulurlar.» [Enbiya : 23] mealindeki âyet vardır.
El-Gurani bu âyetin tefsirinde şunu söylüyor :
«Lâkin Allah hepinizin birden hidayetini istemedi. Çünkü o biliyordu ki, sizin bir hidayetiniz vardır. O hidayetinizi istidadınız, kabiliyetiniz gerektirir. Belki O'nun için malûm olan sizin hidayet olmanızdı .O da, sizin ezelî kılınmamış istidadınızın isteğidir.»
El Gurani'nin bu tefsiri hakkın tahkikidir. Âyetin başındaki fikre ters düşmemektedir. Çünkü onlar âyetin başında yani «Allah dileseydi biz şirk koşmazdık» dediklerinde, neyi kastederler? Onu belirttik. İstidadın oluşuna göre peygamberlerin gönderilme-sindeki fayda, fiili veya terkini isteyen sebebleri harekete geçirmektir. Mükellefin seçeneğiyle fiilin veya terkin sebeblerini harekete geçirmektir. Çünkü mükellefin seçeneği de o istidadtan peydan olur. Zalimlerin mazeretinin kesilmesinden ileri geliyor.
İbnul-Münir, âyetteki manaya başka bir tevcih getirmiştir. O da şudur: Onların aleyhindeki red, onların «İhtiyarımız, kudretimiz ve seçeneğimiz bizden alınmıştır» kanaatinde olduklarından dolayıdır. «Allah'a ortak koşmamız, bizden mecburi olarak sudur etmiştir» dediklerinden dolayıdır. Onlar kendi iddialarına göre hem Allah'ın hem de peygamberin aleyhinde böyle demekle hücceti ikame etmiş ve delil getirmiş oluyorlar. Böylece Cenab-ı Hakk bu Selb-i-ihtiyar» (istek ve seçeneği soyup atma) meselesinde onların iddiasını reddetti. Ve daha önce bu iddia ile mağrur olanların halini onlara haber verdi. Onlardan önce mağrur olup bu hayallerinden ötürü peygamberleri yalanlayan, Allah'a ortak koşan ve «yaptıklarım Allah'ın isteğiyledir» kanaatine güvenen, böylece peygamberleri susturmak istemeye kalkışanların haline benzetti. Sonra Cenab-ı Hakk, onların böyle bir hayalî iddiaları onlar için bir hüccet olamaz. Ancak eksiksiz hüccet Allah'ındır, onların değildir, dedi. Sonra Cenab-ı Hakk «Her olan, Allah'ın isteğiyle olur» izahını yaptı. Allah onlardan, ancak onlardan çıkanı istemiştir.
«Eğer Allah, isteseydi hepinize hidayet ederdi» Cenab-ı Hakk'm bu beyanından maksadı, onların aleyhindeki reddi katıksız yapmak, meşiet nüfuzunun akidesini halisleştirmek ve her olanla bağlı olduğunun genelliliğini red ve tasfiye etmek, reddi onların davalarına yöneltmek, onların «Bizim nefsimizden istek sel-bedilmiştir» (kaldırılmıştır) şeklindeki iddialarım çürütmek ve bununla özel olarak hüccet getirmelerini boşa çıkarmaktır.
Âyet-i Celîleyi derin bir şekilde tedebbür eder (düşünür)sen, göreceksin ki, âyetin başlangıcı Cebriye Mezhebinde olanların başına tokmak vurmaktır. Âyetin sonu da, Mu'tezile'leri acz içinde bırakmaktadır. Zira âyetin başlangıcı, kul için bir ihtiyar ve bir
yönlendirmenin, hususunda kudretini isbat etmektedir. Bununla kulun muhalefet ve isyandaki mazereti ortadan kalkar. Ayetin sonu ise; Allah'ın Meşiyeti ilâhiyesinin kulda nafiz olduğunu ispat eder. Kulun bütün fiillerinin o ilâhi meşiyete (isteğe) uygun olarak geldiğini sergiler. Böylece Ehl-i Sünnetin Mu'tezile karşısındaki hücceti baliğası sabit olmuş olur. Hamd Âlemlerin Rabbine mahsustur [97]
150. âyetteki «helümme» ismi fiildir. Manası: «Hazır ediniz» demektir. Yani şahitlerinizi şahitlik için »tanıdıklarınızı tanıklık yapsınlar diye hazır ediniz. Bu ismi fiil olan kelime bazan müteaddi hazır ediniz, getiriniz manâsına gelir. Bazan da «yönel» manâsına gelir, lâzımî olur. Nitekim bize yönel manâsına olan «Helümme ileyna» sözünde lazımı gelmiştir. Onların şahitlerinden maksad, onlara sapıklık yolunu tesis eden kimselerdir. Onları, hazır edip getirmekten maksad, onları rezil etmek susturmak ve mukallitlerine onların da elinde herhangi bir delilin olmadığını belirtmektir. Bu Âyet-i Celîledeki «haza» (yani ismi işaret) daha önce bahsi geçen evcil hayvanlara racidir. Veya Mücahid'in dediği gibi Bahire^ Şaibe, Ham ve Vesile'ye racidir.
Eğer bu bâtıl hususunda şahitlik yapan belli şahitler gelip de «Allah bu hayvanları haram kılmıştır» diye şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik etme. Yani onları tasdik etme. Çünkü onların söyledikleri katıksız bir yalandır. Onların söylediklerinin fasit olduğunu mukallitlerine söyle. Çünkü onların söylediklerini kabul etmek, bâtıl bir şehadette onlara ortak olmak demektir. Onların bâtılında sükût etmek de, bazan ona rıza göstermek manâsına geliyor...
(150) «Âyetlerimizi yalanlayanların ve ahir ete iman etmeyenlerin arzularına tâbi olma...»
Bu Âyet-İ Celile, Hz. Muhammed'e hitab eder. Fakat onun. üm-k meti kastedilmektedir. Yani ey Muhammed Ümmeti! Allah'ın âyetlerini yalanlayanların nevalarına tâbi' olmayınız. Ve ahirete iman etmeyen putperestlere tâbi' olmayınız. Çünkü onlar Bablerine putları eş tutuyorlar. [98]
(151) «De ki: Geliniz, Rabbiniz size neleri haram etmiştir, okuyayım...»
Cenab-ı Hakk, kâfirlerin iddia ettikleri sözlerinin fasid olduğunu beyan ettikten' sonra sanki kâfirler sordular :
— O halde Allah (C.C.) bize neyi haram kılmıştır?
Bunun için Cenab-ı Hakk peygamberine emretti: De ki: Gelin, size Rabbinizin haram kıldığını okuyayım :
Onların birincisi; Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız. Bunun manası; Allah'ın haram kıldığı ve yasak ilân ettiği mahlûkundan herhangi birisini ona eş koşmak veya onun isyanında herhangi bir mahlûka itaat etmek veya ona ibadet ederken gösteriş ve desinleri aramaktır. Nitekim başka bir Âyet-i Celîlede «Rabbi- nin ibadetine hiçbir kimseyi ortak koşmasın» denilmektedir
İkincisi, anneye, babaya, ihsan etmektir. Yani sizin boynunuza farzdır ki bunlara ihsan edesiniz ve bunlara ihsan etmeyi Allah size tavsiye ediyor. Allah'a şirk koşmanın akabinde yani ikinci derecede anneye babaya isyan etmeyi Cenab-ı Hakk beyan etti. Çünkü insanoğluna verilen en büyük nimet Allah'ın nimetidir. Çünkü insanoğlunu Adem'den (yokluktan) varlık sahasına çıkartan ve vareden Allah'tır. Allah'ın nimetinden sonra valideynin nimeti gelir. Çünkü insanın vücudunun sebebidirler. Bir de onların terbiye, şefkat ve çocuğu tehlikelerden koruma hakları vardır.
Üçüncüsü; fakirlik korkusundan evlatlarınızı öldürmemenizdir. Buradaki, öldürmekten maksad, kız çocukları diri diri gömmektir. Araplar cahiliyet döneminde bunu yaparlarda. Cenab-ı Hakk, bunu yasakladı ve onlara bunu haram kıldı. «Hem onlara, hem size biz rızık veriyoruz» dedi. Yani rızıktan ve fakirlikten korkarak onları öldürmeye kalkışmayınız. Çünkü Cenab-ı Hakk hem babanın hem de evladın rızkının kefilidir. Ancak babaya, çocuğun hakkını yerine getirmesi ve terbiye etmesi vacibtir. Rızık yönünden Allah'a güvenmesi lazımdır.
Dördüncüsü; «fahişelere yaklaşmayınız.» Yani büyük günahlara veya zinaya yaklaşmayınız. Onun açık olanını da, gizlisini de bırakınız. Zira cahiliyyet ehli, açıkça zina etmeyi çirkin görürlerdi. Fakat gizlice işlenirse, onu zararlı görmezlerdi. Cenab-ı Hakk, böylece zinanın açığını da gizlisini de haram kıldı. Fakat buradaki «fevahiş» kelimesini zina ile tefsir etmektense bütün haram ve günâhlarla tefsir etmek daha uygundur. Çünkü zina o günâhlardan sadece bir tanesidir. Nefyi (olumsuzluğu) umuma hamletmek daha uygundur. Her ne kadar âyetin sebebi nüzulü «Zina'nın gizli yapılmasında zarar» yoktur inanç ve akidesini taşıyorsa da genele hamledilmesi daha evladır. «Fahişlerin açığından ve gizlisinden sakınınız» cümlesinde bir incelik vardır. O da şudur: İnsanoğlu zahirdeki günâhlardan sakınır, iç âlemdeki gizli günâhlardan sakınmazsa, bu davranışı işaret eder ki, o bunu Allah'a kulluk yapmak için değil, halkın görüşünden korkarak, «Halkın kınamasına hedef olurum» diye yapıyor. Böyle bir düşünce ile günâhları terkeden sanki terketmemiş demektir. Fakat hem görünürde, hem görünmezdeki günâhları terkeden bir insan ise Allah korkusundan ve Allanın emrini ta'zim etmek için terke-der. Ve böyle bir insan, onun rızasına ve sevabına müstahak olur.
Beşincisi Allah (C.C.) tarafından öldürülmesi haram kılman bir nefsi ancak hak ile öldürebilirsiniz. Nefsi öldürmek, fahişelerdendir. Öyle ise, «Fahişelere yaklaşmayınız» âyetine dahildir. İkinci bir kez bunu açıkça söylemesi katlin korkunçluğunu sergilemek içindir. Ve katlin en korkunç fahiş, en korkunç günahların başında geldiğini ifade etmektir. Bir nefis ancak hak ile öldürülür. Mesela: dininden caymıştır veya başka bir nefsi öldürmüştür. Veya evli olduğu halde zina etmiştir. O zaman nefis hükümle Öl-dürülebilir. Müslim ve Buhari, İbni Mes'ud'dan rivayet ettiler.
Allah'ın Resulü buyurdu:
«Laüaheillallah, diye şahitlik yapan, benim de Allah'ın Resulü olduğuma tanıklık eden bir müslümanm kanının akıtılması ancak üç şeyle helâl olur :
1- Evli olduğu halde zina etmek,
2- Haksız yere bir nefsi öldürmek,
3- Cemaattan ayrılıp dininden dönmek.»
(151) «Allah size tavsiye etti. Olur ki, düşünür ve akleder-siniz.,.»
Bu âyetin izahı:
Yani daha önce bahsi geçen emirleri, yasaklan ve haramları Allah (C.C.) size tavsiye etmiş ve açıklamış ki, bu tekliflerdeki faydalar ve menfaatları düşünürsünüz ve onlarla amel edersiniz. Olur ki, nefislerinizi uygunsuzluktan alıkoyar, akıllarınızı kullanmış olursunuz. Çirkin haramlardan çekinmiş olursunuz... [99]
(152) «Sakın yetimin malına, rüşd çağına varıncaya kadar en güzel bir şekilde koruyup çoğaltmak hizmetinden başka bir suretle yaklaşmayınız. Ölçeği ve tartıyı adaletle ölçünüz, tartınız. Biz her nefse ancak gücünün yettiğini teklif ederiz. SÖz söylediğiniz zaman akrabanız için dahi olursa, adaleti gözetiniz. Allah'ın ahdini yerine getiriniz. İşte Allah size iyice düşünesiniz diye bunları vasiyyet etti.»
(153) «İşte bu doğru yolumdur. Ona uyunuz. Diğer yollara uymayınız ki, sizi onun yolundan ayırmasın. Sakınmanız için Allah sizo bunu tavsiye etti.»
(154) «Sonra iyilik edenlere nimetimizin tamamlanması için ve her şeyin ayn ayrı açıklanması için hidayet ve rahmet olmak üzere Musa'ya kitab verdik. Belki onlar Rablerînc kavuşacaklarına iman ederler.»
(155) «İşte bu, mübarek bir kitabtır. Onu biz indirdik. Artık buna uyun, (emirlerine bağlanın) ve Allah'tan korkun. Ta ki merhamet olunasınız.»
(156) «Bizden önce iki taifeye kitab indirildi. Ve biz onları anlamaktan gafilleriz demeyesiniz diye [onu size indirdik.
(157) «Yahut, bize de kitab indirilseydi muhakkak onlardan daha fazla hidayette olurduk demeyesiniz diye indirdik. Size Rabbinizden bir beyan, bir hidayet ve bir rahmet geldi. Artık Allah'ın ayetlerini inkâr eden ve onlardan yüz çevirenlerden daha zalim kim vardır? Elbstte biz ayetlerimizden yüz çevirenleri bu çirkinliklerinden dolayı azabın en kötüsü ile cezalandıracağız.» [100]
Cenab-ı Hak 152. âyette yetimin malına ancak o malın yararına olan bir şekilde dokununuz. Onu geliştirmek için ona yaklaşınız buyuruyor.
Mücahit, «En güzel şekilden» maksad, o malı yetim için ticarette kullanınız demektir» dedi. [101]
Dahhak, «yetimin malını geliştirmek için çalışacaksın, onun kârından bir şey almayacaksın demektir» dedi. Fakat Dahhak'a göre de mala bakan vasi zengin olduğu takdirde hüküm böyledir. Eğer vâsi fakir ise, normal bir şekilde ücretini yetimin malından alabilir.
Yetimin malını, yetim erginliğine baliğ olduğu zamana kadar muhafaza ediniz, O zamana vardığında malını kendisine teslim ediniz.
Şa'bi ve Malik «Âyetteki eşudde kelimesi baliğlik ve erginlik, sevablar ve günâhların yazıldığı zamandır» dediler.
Ebul-Âliye, «Kişi aklını kullanabilecek, kuvvetini derlemiş olacak zamana kadar malını en güzel tarzda koruyunuz demektir» dedi.
El - Kelbi, «Eşude, on sekiz ile otuz yaş arasındaki zamandır» dedi.
Bazı tefsirciler «On sekiz ile kırk, bazıları da on sekiz ile altmış arasıdır» dediler. Fakat bu görüş zayıf dır.
Dahhak, «Eşude, yirmi seneliktir» dedi. Süddi, «Eşude, otuz senelikdir» dedi. Mücahid, «Eşud, (33) otuz üç senedir» dedi.
Bütün bu sözler, bu âyet hakkında tefsir âlimlerinden nakledilmiştir ve sözlerin hepsi eşüde'nin başlangıcını değil son noktasını gösterirler. Bu Âyet-i Celîlede eşüdde kelimesinden maksad, ergenliğin başlama zamanıdır. Ve bu âyetin tefsirinde en makbul görüş de budur. Yani yetimin, gençlik kuvveti muhkem erginlik çağma erince, onun malını ona teslim ediniz. [102]
(152) «Ölçü ile tartıyı tamamlayınız. Adaletle ifa ediniz...»
Yani ölçülen ve tartılan malı, âdil bir şekilde, ne eksik ne de fazla olmaksızın veriniz veya alınız.
Tefsir-i Kebir'de «Ölçü ile tartının mazbut yapılması adaletin tâ kendisidir. Acaba neden ikinci kez adaletle diye tabir kullanılmıştır?» denmektedir. Cevab olarak deriz ki, Cenab-ı Hakk her hakkı sahibine eksiksiz ifa etmeyi, hak sahibine de hakkım, ziyadeyi taleb etmeksizin almayı emrediyor. [103]
(152) «Biz ancak bir nefse gücü yettiğini teklif ederiz...»
Bu Âyet-i Celîle, bir nefse yapılması imkânsız olmayan ve yapabileceği şeyler o nefse teklif edilmiştir gerçeğini getiriyor. Nefse yüklenilen bütün Islâmi (dinî) teklifler, nefsin üstesinden gelebileceği tekliflerdir. Oruç, namaz, hac, zekât, cihad, doğruluk, haramdan kaçınmak gibi. Evet, bütün bunlar, nefsin üstesinden gelebileceği nesnelerdir. Onun için Cenab-ı Hakk bunları teklif buyurmuştur.
Bu cümle, müste'nifedir. Ölçü ve tartıyı adaletle ifa etmeyi emreden cümleden sonra geldi ve insanın takatinden hariç olanlarda ruhsat vardır hakikatini getirdi. Yani insanoğlu Ölçü ve tartıda elinden geldiği kadar doğru hareket edecektir. Elinden gelmeyen kusurlardan dolayı da muaheze edilmeyecektir.
İsterse insanlar arasında hükmetmek olsun, isterse şahitlik olsun, isterse benzeri hususlarda olsun hakkı söyleyiniz. Lehinde, veya aleyhinde söylediğiniz akrabanız dahi olsa söylediğiniz zaman âdil davranınız
«Allah'ın size olan ahdine yapışınız.» Âyetin bu bölümünün manâsı: Bahsi geçen helâlleri yapınız, haramlardan da sakınınız demektir. Allah'ın ahdinden maksad, Cenab-ı Hakk'ın kullarına «YAPIN» diye tavsiye ettiği veya insanlara vacib kıldığıdır. Veya adaklar gibi insanın kendi nefsine- vacib kıldığıdır. «îşte bu âyetlerde zikredileni Allah size yapmanız için vasiyet ediyor. Umulur ki bundan öğüt almış ve hatırlamış olasınız.» Allah'ın size emrettiğini yerine getirmiş olasınız.
(153) «Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyunuz. Birçok yollara tâbi olmayınız ki, onlar sizi Allah'ın yolundan ayırırlar...»
Bu Âyet-i Celîledeki, ismi işaret (haza), Allah'ın insanlara vasiyet ettiğine işarettir. Yani Allah'ın size vasiyet ettiği, Allah'ın dosdoğru yoludur. Veya bu âyetten önceki iki âyette geçenler, Allah'ın yolu (Dinî)dir. Kullarına onu seçmiştir. O dosdoğru yoldur. Onda bir eğrilik yoktur. Ona tâbi olunuz. Onunla amel ediniz.
Bazı tefsir alimleri «Allah bahsi geçen iki âyette tafsilatlı bir şekilde vasiyyetini belirttikten sonra bu Âyet-i Celîlede mücmel (kapalı) olarak işaret etti. Ve bu icmal, bahsi geçen her şeyi kapsamaktadır. Ve böylece şeriatın bütün ahkâmı, Resûlüllah'ın beyan buyurduğu bütün şeyler buna girer. İslâm dininin her maddesi buna girer. Dosdoğru yol, İslâm dinidir. Allah'ın mü'min kulları için seçmiş olduğu din, İslâm dinidir. Arkasından gidilmesini emrettiği din odur. Değişik yollara tâbi olmayınız. Sapıtan nevaların ve kötü bidâtların peşinde koşmayınız demektir. Değişik yollardan maksad, Yahudiler, Hıristiyanlar, Budistler ve diğer milletlerin ve dinlerin yollarıdır. İslama muhalif olan bütün yollar bu değişik yolların kapsamına giriyor. Onlara tâbi' olursanız, onlar sizi Allah'ın yolundan (îslâmdan) kaydırırlar.
Begavi, senediyle İbni Mes'ud'dan rivayet etti:
«Resûl-i Ekrem bizim için bir çizgi çizdi. Sonra «Bu Allah'ın yoludur» dedi. Sonra o çizginin sağında ve solunda birçok çizgiler çizdi. «îşte bunlar da, diğer yollardır. Bu yolların her birisinin üzerinde bir şeytan oturmaktadır, insanları oraya çağırırlar» dedikten sonra «Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur. Ona tâbi' olunuz. Başka yollara tâbi' olmayınız ki sizi Allah'ın yolundan ayırmış olmasınlar» âyetini okudu.»
(153) «İşte kötülükten sokmasınız diye size bunları vasiyet etti...»
Yani değişik ve saptıran yollardan sakınasınız diye dinine tâbi' olmanızı, eğri-büğrü olmayan, dosdoğru yolundan gitmenizi size vasiyet etti.
İbni Abbas, «Bu âyetler muhkemdir. Cenab-ı Hakk'tn bütün semavi kitablarında vardır. Onların hiçbirisi neshedilmemiştir. Ve bu âyetlerde haram edilenler bütün Ademoğullarına haramdır. Bunlar kitabın ana meseleleridir. Bunları işleyen cennete, terke-den cehenneme girer» dedi.
İbni Mesud, «Kim ki üzerinde Hz. Muhammed'in (manevî) mührü bulunan sahifeye bakmak istiyorsa şu âyetleri okusun» dedi.
«De ki: Geliniz, size Rabbinizin neleri haram ettiğini okuyayım : Ona hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Anaya ve babaya iyilik ediniz. Fakirlik yüzünden çocuklarınızı öldürmeyiniz. Sizin de onsların da rızkını biz veririz. Zina gibi kötülüklerin açığına da gizlisine de yanaşmayınız. Allah'ın muhterem kıldığı nefsi haksız yere öldürmeyiniz. İşte bu yasakları Allah size tavsiye etti. Olur ki, düşünür ve akıl erdirirsiniz. Yetimin malına buluğ çağına varıncaya kadar, en güzel bir şekilde koruyup çoğaltmak hizmetinden başka bir surette yaklaşmayınız. Ölçeği ve tartıyı tam ve denk getiriniz. Biz herkese, gücünün yettiğini teklif ederiz. (Söz sahibi olduğunuz zaman, davacı veya davalı, hasım veya) akrabanız bile olsa hep adaleti gözetiniz. Allah'a karşı verdiğiniz sözlerinizi, yemin ve adaklarınızı yerine getiriniz. İşte Allah (C.C.) iyi düşü-nesiniz diye size bunları emretti» âyetlerinin «Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun. Başka yollar (ve dinlere) uyup gitmeyin ki, sizi onun yolundan saptırıp parçalamasınlar. İşte Allah, kötülükten sokmasınız diye size bunları emretti» âyetine kadar okudu.
154. âyette Cenab-ı Hakk, «Sonra Musa'ya o kitabı verdik...» buyuruyor,
«sümme» kelimesi harfi atıftır. Takib içindir. Oysa Hz. Musa'ya bunlardan sonra değil daha önce kitab verilmiştir. O halde «sümme» kelimesinin burada kullanılması haberin tehiri içindir. Yani bu haberi Cenab-ı Hakk, bunların akabinde veriyor. Yoksa Hz. Musa'ya kitab bunlardan sonra nazil olmuştur demek değildir.
Âyetin manâsı; «Onlara de ki, geliniz. Size Eabbinizin haram kıldığını okuyayım. Onlar, şunlar ve şunlardır. Sonra size haber veriyorum ki, Rabbiniz, Hz. Musa'ya kitab vermiştir» demektir.
Bazı tefsirciler «Bu âyette bahsi geçen haramlar bütün ümmetlere, bütün şeriatlarda haram idiier. Bu âyetin takdiri bu tefsire göre; işte ey Ademoğullan! Bunlar Rabbinizin eskiden de, yeniden de size vasiyet ettikleridir. Bu haramlar belirtildikten sonra Hz. Musa'ya kitab verdi.
Bazı tefsirciler, «Âyetin manâsı: De ki, geliniz. Rabbinizin size haram kıldığını okuyayım. Bundan sonra: Ey Muhammedi De ki: biz Hz. Musa'ya kitabı vermiştik; «İşte âyette «De ki» manâsına gelen «kul» kelimesi mukadderdir, çünkü kelâm ona işaret ediyor.
(154) «Güzel tatbikçiye olan nimetlerimizi tamamlamak, her şeyi açıklamak, bir hidayet ve rahmet olmak üzere o kitabı verdik...»
«Güzel tatbikçi»den maksad, güzel tatbik eden veya Hz. Musa'nın kavminden güzel tatbik edenlerdir. Çünkü İbni Mes'ud'un kıraatında «ellezi» yerine «elleziyne» tabiri kullanılmıştır. Yani tekil yerine çoğul kullanmış.
Bazıları «Her güzel tatbik eden» manasınadır dediler. Yani bizim Hz. Musa'ya verdiğimiz fazileti» güzel tatbik edenlere de verdik. Onlarda Hz. Musa'dan sonraki peygamberler ve mü'minler-dir.
Bazıları da «Güzel tatbikçi»den maksad, Hz. Musa'dır diyorlar. Yani Hz. Musa tâat ve ibadette ciddi gittiği, tebliğ ve risalet-te güzel davrandığı ve emri güzelce yerine getirdiği için, ona bu nimeti tamamlamak maksadıyla kitabı verdik...
Bazıları da «ihsan» kökünden gelen «ahsene» kelimesi ilim manasınadır, diyor. Bu takdirde, âyetin manâsı ilimden, hikmetten güzel bölümü elde eden Musa'ya bu nimeti tamamlamak için kitabı da verdik demektir. Hz. Musa'nın kitabında her şeyin beyanı vardır. Yani din ve dinin hükümlerinden neye muhtaç ise hepsinin beyanı vardır. Bir de işaretten hidayet vardır. Bu da, Cenab-ı Hakk'dan onların üzerine inen bir rahmetti. Umulur kî, onlar Rablerinin likasına (huzuruna varmaya) iman edip inansınlar.
îbni Abbas, «Tâ ki, onlar, haşre iman etsinler. Sevab ve ika-bı tasdik etsinler demektir» dedi.
(155) «İşte bu (Kur'ah) muazzam ve mübarek bir kitabtır. Onu biz indirdik...»
Bu âyetin izahı:
Kur'an'm hayrı, menfaati ve bereketi çok olduğundan ve Hz Muhammed'den sonra artık Kur'an-ı ortadan kaldıracak bir şeriat gelmeyeceğinden dolayı bereketli bir kitab olarak vasıflandırılmıştır. Ondaki emir ve yasaklara, ondaki hükümlere tâbi olunur. Ona muhalefet etmekten sakınınız. Tâ ki Allah'ın rahmetine maz-har olasınız.
(156) «Bizden önce iki taifeye kitab indirildi ve biz onlart anlamaktan gafilleriz demeyesiniz diye yahut tâ bize kitab indiril-şeydi biz onlardan daha ziyade olurduk demeyesiniz diye size Rab-binizden beyyine, hidayet rehberi ve rahmet geldi.,.»
Bu âyetin tefsiri:
Böyle dememek için Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Arap lügati ile indirmiştir. Ey Mekkeliler, ey Arap müşrikleri! Sakınmanız ve böyle dememeniz için veya böyle demekten sakınmanız için yani biz, Yahudi ve Hıristiyanlara inen Tevrat ve İncil'i bilmiyorduk, onların kıraatlarından (okunmalarından), gafildik, onlarda ne olduğunu bilmiyorduk nasıl iman ederdik dememeniz, böyle bir mazerete yapışmamanız için size Kur'an-ı konuştuğunuz dille gönderdik.
Bu Âyet-i Celîleden maksad, Mekkelilerin aleyhinde hücceti ispat etmektir. Hz. Muhammed'e onların diliyle Kur'an-ı indirmek suretiyle özürlerini ortadan kaldırmaktır. Kıyamet gününde, {(Tevrat ve İncil, bizden önce iki taifeye onların dilleriyle indi. Biz onların içindekini bilmiyorduk. Onun için inanmadık, iman getirmedik» demesinler diye Kur'an-ı onların diliyle indirdik. Böylece Cenab-ı Hakk, Kur'an'm Arapça olarak indiriimesiyle onların mazeretlerini ortadan kaldırdı.
(157) «Kâfirlerden bir gurup 'Eğer Yahudi ve Hıristiyanlara inen kitab gibi bize bir kitab inse', biz onlardan daha hayırlı ve daha hidayette oluruz» dediler. Bunu da akıllarının sıhhatma güvenerek, zekâlarının kıvraklığından emin olarak dediler. Cenab-ı Hakk «Size Rabbinizden bir beyyine geldi» yani Kur'an geldi. Onda beyan ve açık hüccet vardır. Siz onları biliyorsunuz. «Onda hidayet var, rahmet var. Acaba buna rağmen Allah'ın âyetlerini inkâr eden ve ondan yüz çeviren ve bunları yapan bir kimseden daha zalim bir kimse olur mu?» Yani böyle bir kimseden daha zalim, daha kâfir hiç kimse olamaz, diye onlara cevap verdi. [104]
(158) «Meleklerin gelmesini ve Rabbinin gelmesini mi veya Rabbinin ayetlerinden bazılarının gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin bazı ayetleri geldiği günde daha Önce iman etmemiş veya imanında hayır kazanmamış bir kimseye imam, fayda sağlamaz. De ki: Siz onları bekleyiniz. Biz de beklemekteyiz.»
(159) «Şüphesiz ki dinlerini parça parça edip bölük bölük olanlar (var ya), sen hiçbir şeyde (şekilde) onlardan değilsin. Onların durumu ancak Allah'a aittir. Sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.»
(160) «Kim ki, bir hayrı işlerse, onun on misli ona verilir. Kim ki, bir günâhı işlerse, o ancak onun misliyle cezalandırılır. Onlar zulme uğratılmazlar.»
(161) «De ki: Bana gelince; şüphesiz ki, Rabbim beni dosdoğru bir yola hidayet etti. Dimdik duran bir dine, İbrahim'in hanif dinine... O, müşriklerden olmadı.»
(162) «De ki: Kuşkusuz benim namazım, benim ibadetim', benim yaşamım ve Ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.»
(163) «Onun şeriki yoktur ve bununla emrolundum ve ben mü si umanların ilkiyim.»
(164) «De ki: Allah'tan başka bir Rab mi arayayım? Oysa o herşeyin Rabbidir. Her nefsin kazandığı kendisi üzerinedir. Hiçbir günahkâr başkasının günahını taşımaz. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. Öyleyse hakkında ihtilaf ettiğinizi size haber verecektir.»
(165) «Allah'tır sizi yeryüzünde halifeler yapan. Odur bir kısmınızı diğerinden dereceler yönünden üstün kılan. Ta ki size verdiğinde sizi denesin. Şüphesiz, senin Rabbinin cezası seridir. Şüphesiz ki o kesinlikle çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.» [105]
(158) «Rabbinin bası âyetleri geldiği günde daha önce iman etmemiş veya imanında hayır kazanmamış bir kimseye imam fayda sağlamaz...» [106]
Bu Âyet-i Celîle, şunları ifade ediyor: Müşrik olan bir kimsenin iman etmeye zorlayan bu alâmetleri gördüğünde, imana gelmesi ona bir fayda sağlamaz. Bu alametler görüldüğü anda fâşıkların tevbesi kabul olunamaz. Yani bu alametlerin belirmesinden önce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış bir kimsenin o alametlerden sonra iman etmesi bir fayda temin etmez.
Dahhak; bu alametlerin bazıları geldiği halde, imanla beraber salih amel üzerinde olanın amelini Allah kabul eder diyor. Nitekim daha önce salih amellerini kabul ettiği gibi...
Bu kıyamöt alametleri belirliği an, şirkten imana gelen veya günâh ve masiyetten tevbe eden bir kimsenin tevbesi kabul olunmaz. Çünkü bu ıztırar halidir. Yani ister istemez bu halde insan tevbe eder. Nitekim Cenab-ı Hakk, bir Ümmete bir azabı gönderdiği an, o azabı gördüklerinden dolayı iman edip peygamberleri tasdik etmeye kalkışırlar. Fakat, o azablan gördüklerinde iman ve tevbeye mecbur olduklarından ötürü imanları onlara fayda vermediği gibi, bu alametleri görenin de imanı fayda vermez.
(158) «Onlara de ki: Bekleyiniz...»
Bu Âyet-i Celîle, Allah (C.C.) tarafından «kıyametin alameti olarak gelecektir» diye vaadedilen şeyleri bekleyiniz demek istiyor. Bu âyet vaid ve tehdit dolu bir âyettir. «Biz de bekleyenleriz.» Bu cümle şunu ifade eder. Kıyamette size Rabbinizin tatbik edeceği vadini ve azabını dünyada tatbik edeceğini bekleyenleriz. Bu âyetten maksad, müşriklere dünya müddeti kadar ancak mühlet verilir. Öldüklerinde veya kıyametin alametleri görüldükten sonra imanları fayda vermez. Ebedi olarak gerekli cezaya çarptırılırlar.
Bazıları «bu âyetten maksad, kâfirlerin savaşından alıkoymaktır» diyor. Eğer böyle olursa bu âyet «kıtal» (yani savaşın ruhsat ve emrini getiren) âyetle neshedilmiş oluyor. Birinci tefsire göre âyet muhkemdir, mensuh değildir.
Bu âyetle ilgibi bazı hadisler: Ebu Hüreyre'den:
«Üç şey vardır. Onlar çıktıklarında, daha önce iman etmeyen bir nefsin iman etmesi ona fayda sağlamaz. Onların birincisi güneşin batıdan doğuşudur. İkincisi Deccaldır. Üçüncüsü «Dabbetü'l-Arz»dır.»
Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
Bir de Ebu Said, Resûl-i Ekrem'den bu âyet hususunda şunu rivayet ediyor:
«Bu, güneşin batıdan doğuşudur.»
Hadisi Tirmizi rivayet etti, fakat «garip bir hadistir» dedi.
Müslim, Ebu Hüreyre'den rivayet ediyor: Allah'ın Resulü:
«Güneş batıdan doğmazdan önce tevbe eden bir kulun tevbe-sini Allah (C.C.) kabul eder» dedi.
Safvan bin Assai el Muradi der ki:
«Resûîüllah batı tarafında bir kapı vardır. Onun genişliği bir binicinin yürüyüşü ile kırk (veya yetmiş) senelik bir mesafe kadardır.. Allah onu gökleri ve yerleri yarattığı gün yaratmıştır. O kapı durmadan tevbe için açıktır. Kilitlenmez. Tâ ki güneş o kapıdan (yani batıdan) çıkıncaya kadar» buyurdu...
Hadisi, Tirmizi rivayet etti. «Hadisi hasen ve sahihtir» dedi.
Müslim ve Buhari ittifakla Ebu Hureyre'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü buyurdu :
«Güneş batıdan doğmadıkça, kıyamet kopmaz. Halk güneşi batıdan çıkar olarak gördüklerinde yeryüzünde yaşayanların hepsi iman edeceklerdir.»
Başka bir rivayette «Güneş batıdan çıkınca ve halk onu görünce, herkes iman edecektir. Fakat bu, daha Önce iman etmemiş bir nefsin imanının kendisine bir şey sağlamadığı samandır. Veya imanında bir hayrı kazanmayan bir nefsin imanının bir şey sağlamadığı bir devirdir.»
Müslim, Huzeyfe bin Esed el Girari'den rivayet etti:
Resûl-i Ekrem bir gün bizim yanımıza geldi. Biz müzakere ediyorduk:
— Siz neyi müzakere ediyorsunuz? diye sordu. Biz:
— Kıyametin kopmasını müzakere ediyoruz ya Resûîüllah, dedik.
Buyurdular:
— Siz, (kıyametin kopmasından önce) on alamet görmedikçe kıyamet kopmaz. O alametlerden birincisi Duhandır, İkincisi deccaL'dir. Üçüncüsü dabbetü'l-arz'dır. Dördüncüsü; Güneşin Batıdan Çıkışıdır. Beşincisi, Meryem oğlu İsa'nın inişidir. Altıncısı, üç bölgede yerin çökmesidir: Doğu, batı ve Ceziret-ül Arap {Arap yarım adasında] dır. Onların sonuncusu da bir ateşin çıkmasıdır. O da halkı mahşere sevkedecektir.»
Müslim, Abdullah bin Arar bin As'tan rivayet etti: Resûlüllah'tan bir hadis ezberledim ve daha unutmamışım:
«Çıkış bakımından kıyamet alametlerinin ilki, güneşin batıdan doğuşudur. Dabbetü'l-Arz'ın halk için kuşluk zamanında çıkacağıdır. Bunlardan hangisi diğerinden önce çıkarsa, öbürü onun arkasında yakın bir devrede gelecektir.»
Taberi senediyle Abdullah bin Mes'ud'dan bu âyetin tefsirinde şunları rivayet etti:
«Siz sabahlayacaksınız, güneş ve ay şuradan (yani Batı tarafından) arkadaş olan iki deve gibi görüneceklerdir.»
(158) «Bu, öyle bir zamandadır kit daha önce iman etmemiş veya daha önce imanında hayır elde etmemiş bir nefsin iman etmesi ona fayda sağlamaz.»
Bu âyetle ilgili eserler :
Tâberi senediyle Ebu Zer'den rivayet etti:
Allah'ın Resulü bir gün:
— Bu güneşin nereye gittiğini bilir misiniz?..
Sahabeler: .
— Allah ve Resulü daha iyi bilir» dediler. Resûîüllah:
— Güneş ,arşın altındaki müstakarrına, (istikrar yerine) gider. Orada secdeye kapanır, durur. Tâ ki ona «geldiğin yerden çık» denildiği zamana kadar. İşte o vakit gider, çıkış noktasından yeniden çıkış yapar, sonra gelir, müstakarrında arşın altına secdeye kapanır. Tâ ki ona «çıktığın yerden çıkmak üzere dön» denince bu sefer gider çıkış noktasından yeniden doğar. Halk onda herhangi bir değişiklik görmez. Böylece gelip arşın altında müstakarrında secdeye kapanır. Ona «Batış noktasından çık» emri verilir. Ve o da sabahleyin batış noktasından çıkar.»
Resûl-i Ekrem bunları söyledikten sonra sordu :
«Bunun hangi günde olduğunu biliyor musunuz?
Sahabeler:
— Allah ve Resulü daha iyi bilir» dediler. Resûlüllah:
— O öyle bir gündür ki, daha önce iman etmemiş veya daha Önce imanında hayır elde etmemiş bir nefsin iman etmesi ona yarar sağlamaz.» âyetini okudu.
Tâberi senediyle Ebu Zer'den rivayet etti:
Tâberi'nin İbni Abbss'taki rivayet ettiği senediyle şu hadis Cenab-ı Peygamber batış zamanında bulunan güneşe baktı.
Bir gün, Resûlüllah'ın
terkisinde ve bir merkebin sırtmd
— Bu güneş (zahirde) çamur bir çeşmede batıp gidiyor, arşın altında Rabbine secde ediyor. Kendisine izin verilinceye kadar secdede kalıyor. Batıdan çıkmak istediği zaman, onu hapsedi yor (ona mani oluyor).
— Ey Rabbim! «Benim gideceğim yer uzaktır» diyor. Ona
— «Battığın yerden çık deniyor» dedikten sonra :
işte o öyle bir gündür ki, daha önce iman etmemiş bir nefsin iman etmesi o zamanda ona yarar sağlamaz» buyurdu. gelmiştir:
Resûlüllah, bir akşam vakti yanımıza çıkageldi. Ve eshab-ı kirama :
— Ey Allah'ın kullan! Size bir azap gelmezden önce Allah'a dönüş yapınız, tevbe ediniz. Nerde ise güneşi batı tarafından göreceksiniz. Güneş batı tarafından doğuş yaptığında, artık tevbe kabul olunmaz. Amel defterleri durulur.»
Sahabeler Resûlüllah'tan sordular:
— Ey Allah'ın Resulü! Bunun bir alameti var mıdır? Allah'ın Resulü:
— Bunun alameti şudur: O gece, üç gece kadar uzundur. Allah'tan korkanlar uyanacaklar, namaz kılacaklar, kaza namazlarını yapacaklar. Halbuki gece olduğu gibi devam eder hiçbir şey eksilmemiştir; Sonra yataklarına gelecek, ikinci kez uyanıncaya kadar yatacaklar. Geceleyin bu durumu gördüklerinde bu büyük bir emrin öncüsüdür. Bunun arkasında dehşetli bir durum vardır diye endişelenirler. Tekrar sabahladıklarında bu gece onlar için oldukça uzun olur. Gözleri güneşin doğuşunu görür. Onlar bakarken ansızın batı tarafından doğduğunu müşahede ederler. Güneş böyle doğdu mu artık daha önce iman etmeyen bir nefsin iman etmesi fayda vermez.»
İbni Abbas, «Bu alametler belirdiği an, şirk koşanların iman etmesi fayda vermez. Fakat bu alametlerin belirdiği anda, eğer daha önce hayrı elde etmişlerse iman ehlinin imam fayda verir» dedi.
İbnü'l Cevzi «Güneşin batıdan doğuşunun hikmeti şudur: Mül-hidler ve Müneccimler, (yıldız ilmiyle meşgul olanlar) güneşin batıdan doğması mümkün değildir diyorlar. Cenab-ı Hakk, onu oradan doğdurmak suretiyle kudretini onlara gösterecektir. Doğudan çıkardığı gibi, batıdan çıkarabilir» dersini vermek suretiyle onların acizliği tahakkuk etmiş olacaktır.
Bazı kimseler, Rabbin bazı âyetlerinden maksad, dabbetu'l-arz, ye'cuc - me'cuc ve güneşin batıdan çıkışıdır» diyorlar. Bu İbni Mesud'tan rivayet edilmiştir.
Yine İbni mes'ud tan rivayet edilmiştir ki; tevbe Ademoğluna arzolunmuştur. Üç şey çıkmazdan Önce kabul ederse, tevbesi kabul olunur: Birisi,
1) Dabbe'nin çıkışı,
2) Güneşin batıdan doğuşu,
3 Ye'cuc ve Me'cuc'un çıkışıdır.
Aişe validemizden rivayet edildi:
«Kıyamet alametlerinin ilki çıktığında tevbe kalkar. Hafezeler artık amelleri yazmaktan menedilirler. Cesetler amellerin şahidi olurlar.»
Ebu Hureyre «Veya Rabinin âyetlerinden bazısı gelince» âyetinin tefsirinde şunu söyledi:
Burada sayılanlar kıyamet alametinin toplamıdırlar : Güneşin batıdan doğuşu, Deccal'in ve Dabbet-ül arzın ortaya çıkması (o alametlerdir.)
(159) «Şüphesiz ki dinlerini parça parça edip bölük bölük olanlar var ya! Sen hiçbir şeyde onlardan değilsin...}}
Yani dalalet ve sapıklıkta olmalarına rağmen çeşitli guruplara ayrılanlar, dinlerini parçalayıp bir nokta üzerinde bir araya gelmeyenlerden değilsin. Dinlerinden maksad, Hz. İbrahim'den gelen tevhîd ve kolaylık dinidir. Onu parçalamaktan maksad, Yahudilik, Hıristiyanlık, putlara tapmak, Budizm ve Konfuçyüs dinleri gibi değişik dinlere ayırmaktır. Yani dininin bir kısmını ikrar edip bir kısmını inkâr edenlerle sen hiçbir şeyde onlarla ortak değilsin.
Hasan Basri, «Burada dinlerini parça parça edenlerden maksad, sadece müşriklerdir. Çünkü onların bir kısmı putlara taptılar. Bu putlar Allah(C.C) katında bizim şefaatçılarımızdır» dediler. Bazıları meleklere taptılar. «Melekler Allah'ın kızlarıdır» dediler. Bazıları yıldızlara taptılar. İşte bu, onlar tarafından dinlerini parçalamaktır» dedi. Mücahid; bunlardan maksad, Yahudiler-dir dedi.
İbni Abbas, Katade, Süddi ve Dahhak «Bunlardan maksad, Yahudi ve Hıristiyan'lardır. Çünkü onlar dinlerini parçaladılar, değişik guruplara ayrıldılar» diyorlar.
Ebu Hureyre bu âyetin tefsirinde «Bunlar ümmeti Muham-med'in sapıtanlarıdır» dedi. Zira bu Resûl-i Ekrem'den «Merfu» olarak rivayet edildi. Cenab-ı Peygamber :
«Şüphesiz ki dinlerini parça parça edenler ve bölük bölük ayrılanların hiçbir şeyinde onlardan değilsin. Onlar da senden değildirler. Onlar bid'at ve şüphe ehlidirler. Onlar bu ümmetin dalalette olan ehlidirler.» buyurdu.
Tâberi bu hadisi senetlendirmiştir. Bu tefsire binaen âyetten maksat, müslümanlan birlik ve beraberliğe teşviktir. Dinde ayrılmamalarını sağlamaktır. Saptıran bid'atları icad etmemeleridir. Hz. Ömer'den rivayet ediliyor. Allah'ın Resulü, Hz. Âişe'ye dedi:
«Dinlerini parça parça edenler ve bölük bölük ayrılanlardan maksad, bu ümmetin bid'at ve hevai nefislerine tâbi olan guruplarıdır.»
Beğavi, bu senedden başka bir senedle El İrT>ad bin Sariye' den şöyle rivayet etti:
Bir gün Allah'ın Resulü bize namazı kıldırdıktan sonra yöne-lip öyle beliğ bir vaazda bulundu ki, gözlerimiz yaşardı ve kalplerimiz korktu. Cemaattan birisi:
— Ey Allah'ın Resulü! Sanki bu veda eden bir kimsenin vaazıdır. Bize neyi vaad ve emrediyorsunuz?
Cenab-ı Peygamber: .
«Size Allah'ın takvasını, dinlemeyi ve itaat etmeyi emrediyorum. Velev ki başınıza Habeşî bir köle dahi geçerse. Şüphe yoktur ki benden sonra sizden yaşayan olursa birçok ihtilafı görecektir. Siz benim, Raşid ve hidayet edici halifelerimin sünnetine yapışınız. Onu sımsıkı tutunuz. Ön dişlerinizle ona sarılınız. Emirlerin sonradan peydah edildiklerinden sakınınız. Çünkü sonradan peydah edilen her emir bidattir. Ve her bidat dalalet» buyurdu.
Hadisi Ebu Davud ve Tirmizi rivayet ettiler. Muaviye'den gelen bir hadiste :
«Allah'ın Resulü bizim aramızda iken minbere çıktı ve şöyle buyurdu:
— Dikkat ediniz! Şüphesiz ki sizden önce ehli kitabtan bazı kimseler yetmiş iki guruba ayrıldılar. Şüphesiz ki bu ümmetim yetmiş üç guruba ayrılacaktır. Bunlardan Yetmiş iki gurubu ateştedirler. O gurupların birisi de cennettedir. Onlar da cemaattır (yani ehli sünnet vel-cemaattirler)» buyurmuştur.
Bir rivayette, «Benim ümmetimden birtakım kavimler çıkacaktır. Av köpeğinin sahibini çekip götürdüğü gibi, heva ve hevesleri onları çekip götürecektir. Onun herhangi bir damarı, herhangi bir mafsalı kalmayacaktır ki bu heva oraya girmesin.» Hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.
Abdullah bin Âmr bin As'tan rivayet edildi: Allah'ın Resulü:
— «Şüphesiz ki İsrailoğulları yetmiş iki millet oldu. Benim ümmetim yetmiş üç millete ayrılacaktır. Bir millet hariç hepsi cehennemliktir.» buyurdu.
Sahabeler:
— O hariç olan millet kimdir, ey Allah'ın Resulü?
— O hariç olan millet kimdir, ey Allah'ın Resulü? diye sordular. Cenab-ı Peygamber :
«Kim ki benim ve eshabımın üzerinde bulunduğumuzun üzerinde olursa odur.» Hadisi Tirmizi rivayet etti.
El Hitabi, «Bu hadisi şerif, İslâmda oluşan bidatcı gurupların dinden çıkmadığına işaret eder. Çünkü Cenab-ı Peygamber «Benim ümmetim» diyor. (Bu tabir onların İslâmda olduklarına delalet eder. Lakin Sünnet vel-Cemaat ehlinden ayrıldıkları için sapıktırlar.) dedi.
İbni Mes'ud :
«Şüphesiz en güzel hadis Allah'ın kitabıdır. En güzel hidayet Uz. Muhammed'in hidayetidir. Emirlerin en şerlisi sonradan icad edilen (bid'at)lerdir.» Hadisi merfu olarak Cabir, Allah'ın Resulünden rivayet etmiştir.
(159) «Sen hiçbir şeyde onlardan değilsin...» Âyetin bu cümlesi hakkında değişik tefsirler ileri sürülmüştür: Bazıları bu Âyet-i Celîle, kâfirlerin savaşında onlarla beraber değilsin demek istiyor. Böylece bu âyet kılıç ve savaş getiren âyetle neshedilmiş oluyor, dedi. Bu tefsir, «Bunlardan Yahudiler, Hıristiyanlar ve sair kâfirler kastolunmuştur» diyenin fikrine göredir.
«Bu Âyet-i Celîleden bu ümmetin hevai nefse ve bid'atlara tabi olan sapıkları kastedilmiştir» diyenlerin görüşüne göre âyetin manası, «Sen onlardan berisin, onlar da senden uzaktırlar.» demektir.
(159) «Onların emir ve durumları ancak Allah'a aittir...»
Bu Âyet-i Celîle ,onlann ceza ve mükâfatını ancak Allah (C.C). verecektir. Sonra Allah (C.C.) onların yaptıklarını kıyamet gününde kendilerine haber verecektir demektir.
(160) «Kim ki haseneyi işlerse ona hasenin on misli varadır...»
Bu Âyet-i Celîledeki «el-hasene» ile «es-seyyıe»nin tefsirinde ihtilaf vardır.
Bazıları, «el-hasene,» lailaheillallahtır. «Es-seyyie» Allah'a ortak koşmaktır, dediler. Fakat bu tefsire şöyle itiraz edilmiştir :
Tevhid kelimesinin benzeri yoktur ki onu söyleyenin mükâfatı onun on benzeri olsun.
Cevab olarak denilmiştir ki, «Hasene»nin karşılığı, Allah katında malûm olan bir miktardır. Cenab-ı Hakk, mü'minin imanı nispetinde dilediği mükâfatı ona ekler. «On misli» sözü sadece iman etmeye terğib etmek (heveslendirmek) içindir. Yoksa sadece «on misli verilecektir» şeklinde bir hudud çizmek için değildir. «Seyyie»nin cezası benzeri ve dengidir, yani misliyledir.
İkinci bir görüşe göre «HASENE», kul tarafından işlenen her iyiliğe denilir. «seyyie» ise, kulun kötü hareketlerine, fiillerine denir. Bu tefsir, birincisinden daha iyidir. Çünkü lafzı umuma (genel manaya) hamletmek (almak) daha uygundur.
«ON» tabirinin hudud belirtmek için olmadığını daha Önce ifade ettik. Çünkü Cenab-ı Hakk, «hasenenler hususunda dilediği kuluna sevabı yedi yüze kadar arttırır. Bazen hesapsız olarak dilediğine sevabı verir. Haseneyi işleyene sevab vermek, Allah'ın bir faziletidir. Yoksa Allah bu sevabı vermeye mecbur değildir. Bu görüş ehli sünnetin görüşüdür. Seyyienin cezası ise misliyledir. Bu da, Cenab-ı Hakk'in bir adalet-i ilâhisidir.
(160) «Onlar zulme uğratılmazlar...»
Âyetin bu cümlesi, Allah'a itaat edenin sevabından bir şeyin eksiltilmediği gibi, Allah'a isyan edenin azabından fazlasının da ona verilmeyeceğini ifade ediyor. Müslim ve Buhari ittifakla Ebu Hureyre'den rivayet ediyorlar:
«Herhangi birinize İslâmı güzelce yaşadığında, işlediği her haseneye karşı o hasenenin fen az) on misli, (bazen) yedi yüz misline kadar sevap verirler. İşlediği her seyyie'ye karşı, o seyyie'nin bir misli ona yazılır, Allah'ın huzuruna varıncaya kadar durum budur...»
Buhari, Ebu Zer'den rivayet etti:
«Cenab-ı Hakk, bir Hadisi KudsVde buyuruyor ki, hasene'yi § getirene hasenenin on misli vardır. Daha fazlası da var olabilir. B Seyyie'yi getirene bir misli fseyyie) vardır. Veya onu affederim. § Kim ki, bir karış bana yaklaşırsa, ona bir zira' yaklaşırım. Bir zira' yaklaşana bir BA' yaklaşırım. Yürüyerek bana geleni koşarak karşılarım. Yeryüzü dolusu günâh ile benim huzuruma geleni, bana bir şeyi ortak koşmadıktan sonra, günahları miktarı af ile onu karşılarım.»
Müslim ve Buhari ittifakla Ebu Hureyre'den rivayet ettiler :
«Allah'ın Resulü, bir Hadis-i Kudsî'de, Cenab-ı Hakk'tan rivayet etti : .
«Kulum bir günâhı işlemek istediğinde onun defterine onu yazmayınız. Ancak işlediğinde yazınız. Eğer işlerse onun bir mislini yazınız. Eğer benim için terkederse, onun o niyetini ve terkini ona hasene olarak yazınız. Bir haseneyi yapmak isteyipte yapmazsa onu ona bir hasene olarak yazınız. Eğer yaparsa fen az) onu onun için on misli yazınız. (Bazen de yedi yüz misline kadar yazabilirsiniz» dedi.
Müsîimin lafzında «Allah'ın Resulü Hz. Muhammed Cenab-ı AHah'dan rivayet ederek buyurdu:
«Kulum bir haseneyi (iyiliği) işlemek hususunda konuştuğunda ona işlemese dahi o bir haseneyi yazarım. İşlediğinde onun on mislini yazarım. Kulum bir seyyieyi konuştuğunda onu işlemedikten sonra onun için affederim. İşledikten sonra ona bir benzerini yazarım.»
Allah'ın Resulü buyurdu :
«Melekler, «Ey Rabbimiz! O senin kulundur. Seyyieyi (kötülüğü) işlemek istedi» derler. Onu meleklerden daha iyi gören Cenab-ı Hakk buyurur :
— Siz onu murakabe ediniz. Eğer onu işlerse, bir mislini onun defterine yazınız. Eğer terkederse, onun için onu bir hasene olarak yazınız. Çünkü o benim hatırım için onu terketmiştir.»
Tirmizi bu hadise şunu da ekledi:
«Kim ki, bir hasene işlerse, ona on misli vardır.»
(162) «De ki: Kuşkusuz, bana gelince, Rabbim beni dosdoğru yola hidayet etmiştir...»
Bu âyet hakkında, gelen yorumlar:
«Dosdoğru yol»d&n maksat, îslâm dinidir. O din ki, Allah'ın mü'min kulları için seçtiği dindir. Rabbim beni dimdik ayakta olan bir dine iletti. Yani içinde eğrilik ve sapıklık olmayan bir dine, İbrahim'in dinine, beni iletti ve hidayet etti.
«Millet» tabiri din ve şeriat demektir. Yani Rabbim İbrahim' in dinine ve şeriatına beni hidayet etti, İbrahim'in dinini ve şeriatını bana tanıttı.
«han'ıf» kelimesi esasında meyletmektir. Burada, sapıklıktan doğru istikamete meyledip gitmektir. Araplar, her sünnet olan ve hac yapan kimseye hanif derler. Böylece «bir adamın İbrahim'in dini üzerinde olduğuna işaret ederler.
«İbrahim müşriklerden olmadı.» Bu cümlenin tefsiri şöyledir :
Kureyş kâfirleri, «Biz İbrahim'in dini üzerindeyiz» dîye iddia ediyorlardı. Cenab-ı Hakk, «İbrahim (putlara tapan) müşriklerden olmadı» demek suretiyle onları yalanladı.
(162) «Deki: Kuşkusuz benim namazım, benim ibadetim, benim yaşamım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir...»
Bu Âyet-i Celîlenin tefsirinde Mücahid, Şaid bin Cübeyr, Deh-hak, Süddi şunları söylediler:
Bu âyetteki «nusuk» kelimesi hac ve umrede kesilen kurban demektir. Bacılarına göre; nusuk ibadet, Nâsik, ibadet eden kişi demektir.
Bazıları da «Menasık kelimesinin anlamı, yapılan vazifeler demektir» dediler.
Bazılar: da Allah'a yaklaştıran her namaz, her hac, her kurban ve her ibadete «Nusuk» denilir» dedi.
Rahibi, İbnu'l-Arabi'den rivayet etti:
Nusuk, altın veya gümüş çivilerdir. O çivilerin her birisine Nüseyk deniliyor. İbadet edene Nâsik deniliyor. Çünkü o nefsini bir gümüş gibi günâhların kirlerinden tertemiz yapmıştır.
«Kuşkusuz benim namazım, benim ibadetim» sözünde, kulun ihlas üzerinde edâ ettiği bütün ibadetlerin Allah (C.C.) için olduğunun delili vardır.« «Âlemlerin Rabbi içindir» tabiri de bunu te'kid etmektedir.
«O, hiçbir zaman müşriklerden olmadı» cümlesinde de bütün ibadetler ancak tamam ve kemal vechi üzerinde edâ edilirlerse makbuldür delili vardır. Çünkü Allah için olanın ancak kâmil, tam ve ihlaslı olması uygundur. Bu sıfatta olan ibadetler de makbul olur. «Benim yaşamım» yani hayatım «ve ölümüm,» Allah'ın yara-tışiyladır, kaza ve kaderiyledir. Yani beni dirilten O'dur. Veya benim salih amelle yaşamam, öldüğüm zaman, iman üzerinde ölümüm Allah (C.C.) içindir.
Bazı tefsircilere göre âyetin manası «Hayatımdaki taatim Allah (C.C.) içindir. Ölümümden sonraki cezam da Allah'ındır» demektir.
Bu kelamın hülasası şudur : Allah, Resulüne emrediyor ki, namazı, diğer ibadetleri, hayatı ve ölümü, Allah'ın yaratışıyla, kaza ve kaderiyle gerçekleşmiştir. «Âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun ortağı yoktur» cümlesiyle de bu mana kastediliyor. Yani ibadette, yaradılışta, kaza ve kaderde ve diğer fiillerinde hiç kimse O'nun ortağı değildir.
(163) «Bununla emrolundum.» Bu cümlenin izahı:
Yani ey Muhammed, de ki «Ben tevhid ile, Allah (C.C.)ı birleme ile emrolundum. Ve ben müslümanların ilkiyim.))
Katade «Yani bu ümmetin müslümanlannın ilkiyim demektir» diyor.
Bazıları da «Ayetin manası; kaza ve kadere teslim olan ilk insanım demektir» dedi.
(164) «De ki: Allah'tan başka bir Rabb arar mıyım...» Bu Âyet-i Celile Eesûl-i Ekrem'e hitab ediyor. Yani:
— Ey Muhammed! Şu kavminden olan kâfir müşriklere söyle ki, ben Allah'tan başka bir efendi, bir nıabud arar mıyım? Oysa Allah her şeyin Rabbidir. Yani .Jıer şeyin efendisi ve sahibidir. Hiçbir şeyde, hiçbir kimse O'nun ortağı olamaz.
Âyetin sebebi nuzulu: Kâfirlerin Resûl-i Ekrem'e «Bizim dinimize dön» demeleridir.
İbni Abbas:
«Velid bin Muğire «Benim yoluma tabi olunuz. Sizin günâhlarınızı ben yüklenirim» diyordu.
Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, bu kâfirin sözünü reddederek «Her nefis ancak aleyhinde kazanıp, kesbeder âyetini indirdi» dedi. Yani câni'nin günâhı onun boynunadır, başkasına gitmez.
«Hiçbir günahkâr başkasının günâhını taşımaz.» Yani hiçbir nefis, başkasının günâhından ötürü cezalandırılmaz. Hiçbir nefis başkasının yükünü yüklenmez. Hiçbir kimse başkasının günâhından ötürü cezaya müstahak olmaz.
(164) «Sonra dönüşünüz Rabbinizedir...»
Kıyamet gününde o sizin ihtilaf ettiğiniz konuları size haber verecektir. Dünyadaki diğer din ve milletlerin hakkındaki ihtilafınızı teker teker size açıklayacaktır.
(165) «Allah'tır sizi yeryüzünde halifeler yapan...»
Bu âyetin tefsiri:
— Ey ümmeti Muhammed! Allah'tır sizi yeryüzünde halife kılan. Çünkü sizden önceki milletleri helak eden, sizi onların yerine tayin eden Allah'dır. Onlardan sonra halifeler olarak sizi yeryüzünde kıldı. Siz onların halefleri olarak yeryüzünde bulunuyor, onlardan sonra yeryüzünü tamir ediyorsunuz.
Bunun nedeni şudur : Resûl-i Ekrem peygamberlerin sonun cusudur. Ümmeti de ümmetlerin en sonuncusudur. Muhtemeldir ki buradaki hitap Hz. Muhammed'in davet ettiği bütün beşere olsun. Zira mevcudlar daha öncekilerin halifesidirler.
(165) «O'dur bir kısmınızı diğerinden dereceler yönünden üstün kılan...»
Bu Âyet-i Celîle, işaret ediyor ki, Cenab-ı Hakk, kullarının ah-. vali arasında değişik durumlar yaratmıştır. Bazılarını yaratılışta, rızıkta, şerefte, akılda »kuvvette, fazilette diğerlerinden üstün kılmıştır. Bazılarını güzel, bazılarını çirkin, bazılarını zengin, bazılarını fakir, bazılarını soylu, bazılarını basit, bazılarım alim, bazılarını cahil, bazılarını kuvvetli, bazılarım zayıf yaratmıştır. Halkın arasındaki bu değişiklik, derecelerdir. Bu da, acizlikten veya cahillikten veya cimrilikten ötürü değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk, eksik sıfatların hepsinden münezzehtir. Bu, ancak iptilâ ve imtihan içindir. Size verdiğiyle sizi denesin diyedir. Yani sizi deneyen bir kimsenin muamelesi gibi, bir muameleye tâbi tutar. Halbuki o, sizin hallerinizi sizden de herşeyden de daha iyi bilir.»
Ayetin daha açık manası: Cenab-ı Hakk, zengini zenginliğiy-le, fakiri fakirliğiyle, soyluğu soyluluğuyla, düşüğü de düşüklüğüy-le, köleyi kölelikle, hürü hürriyetle deniyor! Başkalarını da başka sıfatlarla deniyor. Ta ki sizden sevab azabın nirengi noktasını teşkil eden hareket sadır olsun. Çünkü kul kendisine teklif edilende kusur gösterdiğinde veya kendisine emredileni yerli yerine getirdiğinde, eğer kusur ise, onun nasibi korku, eğer öbürüsü ise, onun nasibi terğibtir.
(165) «Kuşkusuz senin Rabbinin azabı seridir. Çünkü her gelen yakindir. Veya Rabbin böyle bir şeyi irade ettiğinde süratle buna yönelir.»
«Şüphesiz ki, senin Rabbin çokça affedicidir.» Yani Rabbinin düşmanlarını helak etmek hususundaki cezası dünyada süratlidir. Süratli oluşu «Her gelen yakındır» kaidesinden neşet eder. Eğer kul, Allah tarafından emredilenleri yerine getirirse veya yasakları bırakırsa, onunla nasibi terğib, teşrif ve ikramdır. O, dostlarının ve taat ehlinin günâhlarını çokça affedicidir. Bütün mahlûkatı için merhametlidir. Allah muradını ve kitabının esrarını daha iyi biliyor [107]
El - En'am Sûresinin tefsirini bitirirken «Senin Rabbinin bâzı âyetleri, geldiği günde daha önce iman etmeyen bir nefsin iman etmesi ona herhangi bir yarar sağlamaz» 158. âyeti üzerinde Alû-si'nin naklettiği bazı noktalara işaret etmeden geçmeyeceğiz. Alû-si, Ruhu'l-Meani'sinde şunları söylüyor:
İmamı El-Belkî, «Güneş batıdan çıktıktan ve bu hadise zamanla unutulduktan sonra iman edenin imanı makbuldür. Çünkü iman etmeye mecbur eden alamet ortadan kalkmıştır» dedi. El Belkî'nin görüşü, isabetli bir görüştür. Zeyneddin-i İraki'nin, «Zahir, bu durumun uzamayacağı ve unutulmayacağıdır» demesi pek makbul bir tevil değildir. Çünkü El-Kurtubi «Tezkire»sinde İbni Ömer'den, O da Allah'ın Resûlü'nden rivayet ediyor. Onun bu rivayetini el - Hafız İbni Hacer el - Askalanî de Buhari şerhinde naklediyor :
«Halk güneşin batıdan çıkışından sonra, 120 sene daha dünyada kalır.»
Güneşin batıdan çıkışının keyfiyeti hakkında hadis kitabların-da tafsilat vardır: İbn-ül Cevzinin «Sûku'1-Urus» adlı kitabında «güneş batıdan üç gün üç gece çıkar. Sonra güneşe doğduğun noktaya dönüş yap» denilir.
Meşhur olan şudur ki; güneş bir gün batıdan doğar, günün yarı hattına (Hat-tı istivaya) kadar seyreder, sonra batıya döner. Ve ondan sonra da eski âdeti gibi doğudan doğmaya başlar. Abdullah bin Ebi Evfa'nın hadisi bu hususta açıktır. Bütün bunlar mümkin emirlerdir. Allah her şeye kadirdir.»
Buhari tarihinde, Ebu Şeyh ve İbni Asakir, güneşin batıdan doğuşu hakkında Kâab'tan şu hadisi rivayet ettiler :
Allah güneşin batıdan doğmasını istediği zaman, güneşi kut-buyla beraber çeviriyor. Batısı doğu, doğusu batı oluyor.
Heyet ehli ve onların peşinden gidenler, güneşin batıdan doğuşunun muhal olduğunu iddia ederler. Güneş ve felekkiyat (gök cisimler) tan olanlar diğer basit (sabit) ler, cihet ve hareket yönünden değişmezler. Onların üzerinde bulundukları vaziyette herhangi bir değişiklik gelmez. Onlar bu iddialarını yıkılmaya mahkûm bir ateş kıyısına bina etmişlerdir. Kirmani, «Onların kaidelerini kabul ettiğimiz takdirde yine güneşin batıdan doğuşuna bir mani yoktur. Çünkü onlar, «Sabitler yörüngesi» isimli burçlar mıntıkasının «Feleki-Atlas» adlı mintikanın üzerine kapanabileceğini kabul ederler.
Böylece, «doğu batı, batı da doğu olur.» dedi. Fakat katlama ve neticelerine bakıldığında bu görüşün pek sağlam olmadığı or taya çıkar...
Alûsi devamla şunları söylüyor :
Âyet-i Celîlede bahsi geçen intizar (yani bekleyiş) temsil üze-
rine hamledilir. O temsil de, küfürde ve iman etmeyi zarurî kılan o alametler belirinceye kadar imansızlıkta İsrar edenin halini bekleyenlerin haline benzetmek üzere bina edilir. Tefsiri Bi'r-rivaye'nin iktiza ettiği de budur. O tefsirin bir kısmının Resulullah'a, diğer bir kısmının da bazı ashaba nisbet edilmesi sıhhatli olduktan sonra, o tefsirden başka tefsirlere gitmek uygun değildir. Üstelik Kur'an-ı Kerim'de buna mani olacak bir durum da yoktur. Makam başka bir tefsire müsait de değildir.
Bazı tefsirciler «Meleklerin ve Allah'ın gelmesinden maksad, onların; «niçin bizim üzerimize melekler indirilmedi veya Rabbimizi biz görmedik. Niçin Allah'ı, melekleri gözgöre göre getirme-
din» tarzındaki istekleridir. Bazı âyetlerin gelmesinden maksad, âl onların «göğü niçin parça parça olarak bizim üzerimize düşürme-
din» tarzındaki istekleridir. İman etmelerini bağlamış oldukları
diğer büyük alametlerdir.
Bazıları da, «Buradaki Rabbinin bazı âyetlerinden maksad,
onların bu isteklerini ve isteklerinin haricinde olan ve insanoğlunun seçenek ve ihtiyarini iptal eden büyük hadiselerdir» demişlerle dir. Evet, mükellefiyetin nirengi noktasını teşkil eden ihtiyari in-sanoğlundan alıp götüren hadiselerdir. Fakat bu görüş de, haddi zatında düşük bir görüş değildir. «Ancak Hadis sahih oldu mu, o benim mezhebimdir.»
«baz» kelimesinin kullanılması korkutma, tehvil ve ta'zim içindir. Nitekim tamamen mülkiyete işaret eden rabb kelimesine Âyetler kelimesinin izafe edilmesi de korkutmak ve tazim manasını ifade etmek için olduğu gibi. Rabbi kelimesini peygamberin zamirine izafe etmesi de peygamberi şereflendirmek içindir [108]
Alûsi «kim ki iyiliği işlerse ona on misli verilir, kim ki kötülüğü işlerse, o insan bir misliyle cezalandırılır» âyetinin tefsirinde : Bir saatlik kâfirlik, ebedî cezayı niçin gerektiriyor? Çünkü kâfir, ebediyyen yaşarsa, ebediyyen küfürde kalmak arzusundadır. Yani sonsuz bir şekilde yaşasaydı, sonsuz bir şekilde kâfirlik yapacaktı ve bu inancına devam edecekti. Ondan dolayı da bir saatlik, bir dakikalık, bir saniyelik kâfirlik ebedî azabı gerektirdi.
Mu'tezile'ler, bu Âyet-i Celîle ile aklî olan Husn ve Kubh'un ispatına istidlal ederek demişlerdir ki; «kim haseneyi getirirse» cümlesi, açıkça kulun haseneyi ve çirkini işlemekte muhtar olduğuna delalet eder. Bu sabit olduğu zaman, Husn ve Kubh-i aklî de sabit olur» dediler.
Cevab olarak deriz ki; âyet kulun tam müstebit ve muhtar oluşuna delalet etmez. Ancak onun Hasene ve Seyyie'yi işlediğine delalet eder. Zaten ehli sünnet de böyle işlediğini inkâr etmemektedirler. Bazıları da «Âyet delalet eder ki, Cenab-ı Hakk'ın güzel bir fiili vardır. Eğer fiillerin güzelliği memur (emredilmiş) ve mezun (izin verilmiş) olduğundan Ötürü olursa, Allah'ın fiili o vakit hasen olamaz. Çünkü onun fiili ne memurdur, ne de mezun... Bir de, eğer Husn ve Kubh'un bilinmesi şeriatın gelmesine bağlı ise, şeriatın gelmesinden önce Cenab-ı Hakk'm fiilleri için hasen değildir demek gerekir. Böyle demek ise, dinden çıkıştır.
Birinci itiraza cevab: Biz sadece emrolunan veya yapılması hususuna izin verilen fiilin hasene olduğunu iddia etmeyiz. Ki, bize Cenab-ı Hakk'm fiillerinin hasen olmaması itirazı vaki olsun. Allah'ın fiilleri, ne emredilmiş, ne de izne bağlıdır. Belki şari'in (Allah'ın) yapılmasını emrettiği ve izin verdiği hasendir. Bunun aksi yoktur. Belki fiil, bazen hedefe uygun olması itibarıyla hasen olur .Bazen failini sena etmekten ve memur olduğundan dolayı hasen olur. Bu itibarla Cenab-ı Hakkın fiili mutlaka hasendir.
İkinci itiraza cevab : Husn ve kubh men ve itlakı hususunda her ne kadar şeriatın gelmesiyle tefsir edilmişlerse de, biz husn ve kubhun ancak şeriatla var olduğunu kabul etmiyoruz ki, bize bu itiraz lazım gelsin. Belki Husn ve Kubh onların zikrettiğinden daha geneldir. Nitekim kelam kitablarmda belirtilmiştir. Husn ve Kubh'un şeriatın men' ve itlak, tarzında gelmesinin gayrisiyle tahakkuk etmemesi gerektirmez ki, bu fiiller için zati olsun. Araştırmış bir kimseye gizli değildir ki, onların «Eğer fiillerin güzelliği memur veya mezun oluşundan olsa Cenab-ı Hakk'm fiili güzel olmaz. Çünkü o ne emredilmiş bir fiildir, ne de izin verilmiş bir fiildir» sözleri ve bir de «Eğer husn ve kubh'un bilinmesi şeriatın gelmesine bağlı ise Cenab-t Hakk'm şeriatının gelmesinden önce olan fiilleri hasen olamaz» sözleri, iki müstakil şüpheden meydana gelmiştir. Bu iki şüphe ilzami (susturma) olan on şüphedendirler. Bunları, El Âmidi «ebkar-ul efkar» adlı eserinde zikretmiştir. Ve bu iki takrir de, uzak ihtimal olmaktan hali değildir.
(165) «Allah odur ki, sizi yeryüzünün halifeleri kılmıştır.» Yani bir kısmınız diğerinin halifesi oldu. Bir kuşak gidiyor başka bir kuşak onun yerine geliyor. Kıyamete kadar durum böyledir. Bu da ancak alim ve müdebbir olan bir zatm işidir. Hasan Basri bu tefsire uymuştur.
Başkası: «Allah sizi yeryüzünde kendisine halife kılmıştır. Siz yeryüzünde Allah namına tasarruf etmektesiniz demektir» dedi. Bu ikinci tefsire göre, hitab âmm'dır.
Bazıları «Bu hitab, sadece Ümmeti Muhammed'edir» dediler. Bu tefsir Süddi'den rivayet edilmiştir. Yani Cenab-ı Hakk sizi geçmiş ümmetlerin halifesi kılmıştır.
«Şüphesiz ki Allah çokça affedici ve merhamet edicidir.»
Bu Âyet-i Celîle, Cenab-ı Hakk'ın çokça af ve merhamet etmesinin hiçbir şeye bağlı olmadığına işarettir. Nitekim bir hadisi kudside «Benim rahmetim gazabımı geçmiştir» buyurmaktadır. Cenab-ı Hakk, af ve merhamette son derece cömerttir. Ukubet ise, ancak günâhın yapılmasından sonra olur. Yani kul günâhı işledikten sonra ona müstahak olur.
Bu sure-i celîlenin «hamd» ile açılması, mağfiret ve rahmet ile kapanması , ne latif bir ilâhi sanattır. Bizim Cenab-ı Hakk'tan istediğimiz, bunların ikisinden de en dolgun nasibi bize ihsan ey-lemesidir. Çünkü nimetlerin sahibi O. Hamd başlangıçta ve sonuçta O'na mahsustur.
İbni Kesir sûrenin sonunda şunları kaydediyor:
İmam Ahmed, Abdurrahman'dan, Züheyr'den, Âla'dan babasından, Ebu Hureyre'den merfu olarak rivayet ettiler :
Allah'ın Resulü: «Eğer mü'min, Allah'ın katındaki ukubeti (azabı) bilmiş olsaydı, Allah'ın cennetine hiç kimse tema' etmezdi. Eğer kâfir, Allah'ın katındaki rahmeti bilmiş olsaydı, hiç kimse Allah'ın cennetinden ümitsiz olmazdı. Cenab-ı Hakk, yüz rahmet yarattı. Onlardan bir tanesini halkının arasına bıraktı. O bir rahmet ile birbirlerine merhamet ederler. Allah'ın katında (99) doksan dokuz merhamet vardır.»
Tirmizi Kuteybe'den, o da Abdulaziz Deraverdi'den, o da A'la' dan rivayet ettiler. Müslim'de Kuteybe'den Ali bin Acer'den, bunların üçü de İsmail bin Cafer'den, A'la'dan rivayet ettiler:
«Allah, halkı yarattığı zaman, arşm üzerinde ve katında bulunan bir kitabta yazdı:
«Benim, rahmetim gazabıma galib gelmiştir.»[109]
Başka bir hadiste:
«Rahmet yüz parça olarak yaratıldı. Doksandokuzu Allah'ın katında saklıdır. Birisi yeryüzüne indirildi. Onun sayesinde mahlûklar birbirlerine rahmet ederler. Vahşi hayvan ayağını kaldırıp yavrusunu emzirir...» diye varid olmuştur.
Allah'a hamd, peygamberine, al ve ashabına selat ve selamlar olsun. [110]
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/147..
[2] Bkz. Fahreddin Razı,
Tefsirü'l-Kebir, c. 4, s. 145,
Amire, istanbul, Bilâtarih.
[3] Herschel - Sir William
[Herşel] (1738-1822) Almanya'da
doğdu. Sonra İngiltere'ye gitti. Meşhur bir Astronot'dır. «URANİUS»u keşfetti
[4] Bkz. Alusi, Ruhu'l-Meâni, c. 7, s. 234-235,
Dar'ûl-îhya-it-Turasü Arabi, Beyrut, Bilâtarih.
[5] Bkz. Alusi Ruhu'I-Meâni c. 7, s. 237.
[6] Zerdüşt b. Pürşeb Azerbeycanhdır. Annesi Rey'dendi.
Acemistan'da Zerdüşlük dinini tesis etmiştir. Allah'ın Resulü olduğu, dininde
Allah'a ibadet etmek şeytanı inkâr etmek, iyiliği emir ve kötülüklerden
yasaklama vardı. Rivayete göre «NUR» ve karanlığı ters iki asıl kabul etti.
Evrendeki tüm eşyanın kökeni onlardır dedi. Bkz. Kenzûl-UIumı Vel-Lûgat. Ferid
Vecdi Matbaat-ül vaiz, Kahire, 1323-1905
[7] Bkz. EI-Alusi, c. 7, s. 243, Dar'u-thya-it-Tufasil
Arabi, Beyrut, Bilâta-rih
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsir, Arslan yayınları: 5/148-171.
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/173.
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/174.
[10] Ümmetin ittifakıyle tayin edilen îmama karşı gelenlere
«HARİCİLER» denir. îlk Harici hareketi Hz. Ali'ye karşı olmuştur. Nehrevan'da
(12.000) kişi Hz. Ali'ye karşı çıktılar. Altı kişi hariç hepsini kılıçtan
geçirdi.
Mu'tezile Allah'ın kadim
sıfatlarını inkâr edip zatiyle bilir. Zatiyla kâ-dİrdir derler. Tâ ki birçok
kadim olmasın. Kul fiilinin yaradanidır derler. Büyük günâhdan tevbe etmeden
ölen mü'min ebedî cehennemde kalır. As-hab devrinde türediler. Murcie'ler
Islâmda bir gurubtur. îmanla beraber günâh zarar vermez dedikleri için bu adı
almışlardır. Bazıları, günâhların hakkında hükmü ahirete bıraktıkları için bu
ismi aldılar dedi. Murcie'ler dört sınıf dır
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/174-176.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/176-180.
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/180-182.
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/182-184.
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/184.
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/185.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/185-187.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/187-188.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/188-189.
[20] Bkz. Alusi, Ruhu'l-Meâni, c. 7, s. 251-252,
Daru-îhyau-Turasil Arabi, Beyrut, Bilâtarih
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/189-192.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/193-194.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/194-196.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/196-197.
[25] Bkz.El-Meraği, c. 7, s. 216-217, El-Babi cl-Halebi, Kahire, Bilâtarih
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/197-198.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/200.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/201.
[29] Gramer ilminde istisna; münka'ti ve muttasıl olarak
İkiye ayrılır.
[30] İstisnanın lügat manâsı ayırmak demektir. Istiîahî
manâsı: Bir şeyi cinsinden olan bir çoğuldan «illa» ve benzeri edatlarla
çıkarmak demektir, örnek: Ali'den başka bütün kabilesi geldi
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/201-203.
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/203-205.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/205-207.
[34] Bkz. El-Hazin, c. 2, s. 469470 Amire, 1317, İstanbul
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/207-212.
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/212-217.
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/217-218.
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/218-220.
[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/220-221.
[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/223.
[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/224-225.
[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/225-226.
[43] Bkz. El-Hazin, c. 2, s. 475476, Amire 1317, İstanbul
[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/226-231.
[45] Bkz. Hazin, c. 2, s. 477, Amire 1317, İstanbul.
[46] Bkz. Fahri-Razı, Tefsir-i Kebir cild: 4-203 Amir'e,
istanbul.
[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/231-236.
[48] el-Camius-Sağir'de sıhhatli diye belirtilmiştir. Fakat
EI-Menar'm dip notunda «sıhhatli değildir» denilmiştir
[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/236-237.
[50] Bkz. EI-Menar~c. 8, s. 26-27 Hicazi Mat. Kahire, 1379
[51] Bkz. El-Menar. c. 8, s. 27-28, Matbaayı Hicazı, Kahire
1379, U59.
[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/237-242.
[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/242-247.
[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/249.
[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/250-252.
[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/252-253.
[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/253-254.
[58] Bkz. El-Menar, c. 8, s. 44, Darû'l-Mushaf,
Matbaatu'l-Hicazî, Kahire, 1379.
[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/254-256.
[60] Bu terim mantık ilmine özgü'dür. Bir nesneyi
özellikleriyle tanıtmak demektir
[61] El-Menar, c. 8, s. 4546, Matbaatü'l-Hicazi, Kahire,
1379
[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/256-258.
[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/258-264.
[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/264-268.
[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları:
5/268-274.
[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/274-278.
[67] Bkz. El-Menar c. 8, s. 44-62, Matbaatü'l-Hicazi,
Kahire, 1379.
[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/278-280.
[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/280-283.
[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/283-285.
[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/285-291.
[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/293.
[73] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/294.
[74] Bkz. El-Kurtûbi c. 7. s. 85-86, Darü'I-Kâtip, Kahire,
1387
[75] Bkz. El-Hazin, c. 2, s. 488, Amire, 1317, İstanbul
[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/294-300.
[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/300-303.
[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/305.
[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/306.
[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/306-308.
[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/308-310.
[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/311-314.
[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/314-317.
[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/319.
[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/320.
[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/320-322.
[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/322-329.
[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/329-333.
[89] Bkz.
El-Kurtubi, c. 7, s.
119-123, Darul-Kâtib el
Arabi, Kahire, 1387-1967
[90] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/333-338.
[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/338-339.
[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/339-340.
[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/342.
[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/343.
[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/343-345.
[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/345-348.
[97] Bkz. Alusi, c. 7, s. 51-52 Darul-Endülüs, Beyrut,
Bilâtarih
[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/348-351.
[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/351-353.
[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/355.
[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/356.
[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/356-357.
[103] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/357.
[104] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/357-363.
[105] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/365.
[106] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/366.
[107] Bkz. Lübab Üt-Tenzil El Hazin c. 2, s. 518-520, Amire,
1317, İstanbul
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsir, Arslan yayınları: 5/366-383.
[108] Bkz. Alûsi, c. 8, s. 63-65, Daru'l-Endülüs Beyrut, tarihsiz
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsir, Arslan yayınları: 5/383-386.
[109] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/386-389.
[110] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsir, Arslan yayınları: 5/