Peygamberimiz Allah'ı Gördü Mü?
3. Âyetten Çıkartılan Diğer Bazı Hükümler:
4. Müşriklerin Bilgisizlikleri:
5. Her Ümmete Kendi Ameli Güzel Gösterilmiştir:
2. Olanca Yemin (Ağır Yemin)'E Dair Hükümler:
2. Bir Sebebe Binaen Varidi Olmuş Lafız:
3. Kesim Ve Avlanma Sırasında Müslümanın Besmeleyi Kasten
Terketmesinin Hükmü:
2. Tadlan Farklı
Hurma Ve Ekinler:
3. Allah'ın Varlığının Delilleri Ve Bize Lütufları:
4. İki Emir Ve İki Ayrı Hüküm:
5. Mahsuldeki "Hakk"In Mahiyeti:
6. Yerden Yetişen
Mahsullerin Zekâtı:
7. Mahsullerde Zekâtın Vücup Zamanı:
8. Mahsullerin Tahmini İle İlgili İlim Adamlarının
Görüşleri:
9. Alınacak Mahsulün Nasıl Tahmin Edileceği:
10. Mahsul Tahmininde Kaç Kişi Yeterlidir:
11. Bahçe Sahibi Yapılan Tahmini Çok Bulursa:
12.' Mahsulün Tahmin Edileceği Vakit:
13. Yapılan Mahsul Tahmininden Sonra Bir Miktarı Düşmek:
14. Tahminden Sonra Mahsule Bir Âfet İsabet Ederse:
15. Zirai Mahsullerde Zekâtın Nisabt:
16. Her Bir Mahsul Tek Başına Beş Vesk Gelmiyorsa:
17. Değişik Mahsul Türlerinin Birbirine Eklenmesi:
18. Mahsullerin Devşirilmesinden Önce Tüketilen
Bölümlerinin Hükmü:
19. Mahsul Eh Geçmeden Önce Satılanların Durumu:
20. Üzüm Ve
Hurması Kurutulamayan Mahsuller:
21. Sulama Şeklinin Arazi Mahsulünden Alınacak Zekâta
Etkisi:
22. Mahsullerin Nisabını Beş Vesk Olarak Tesbit Eden
Hadis:
1. Âyetin Nüzul Sebebi Ve "Çift: Zevç"
Kelimesinin Anlamı:
2. Koyun Ve Keçi Türleri De Haram Edilmemiştir:
1. Âyette Ve Başka Buyruklarda Haram Oldukları Bildirilen
Yiyecekler:
2. Haram Kılma Lafzının Hz. Peygamber Tarafından
Kullanılması Halinde İfade Ettiği Hüküm:
3. Çeşitli Hayvanların Yenilmesi İle İlgili Hükümler Ve
Bu Husustaki Görüş Ayrılıkları:
4. Bazı Kıraat Farkları Ve Kanın Hükmü:
1. İslâm'dan Önceki Ümmetlere De Bazı Yasaklar
Konulmuştu:
2. İsrailoğullarma Haram Kılınan İç Yağları:
3. Haram Kılman İçyağlardan Îstisnâ Kılınanlar:
4. Geçmiş Şeriatlerdeki Bu Hükümlerin Neshi;
6. Haram Kılmak Bir Cezalandırmadır:
1. Bu Buyruktaki "Gelin" Fiili Île İlgili Açıklamalar:
2. 151. Âyet-i Kerimeyle İlgili Bazı Nahiv Açıklamaları:
3. Allah'ın Hükümlerini Açıklama Görevi:
5. Fakirlik Korkusuyla Çocukları Öldürmek:
7, Kötülüklerin Her Türlüsünden Uzak Durmak:
8. Haksız Yere Canı Öldürmek Ve Öldürülmeyi Haklı Kılan
Sebepler:
11. Yetimin Reşitliğe Erdiğinin Tesbiti:
12. Ölçü Ve Tartıyı Tam Yapmak:
13. Adaletle Söz Söylemek, Allah'ın Ahdine Bağlı Kalmak:
14. Uymamız
Gereken Dosdoğru Yol:
2. "Her Şeyim Alemlerin Rabbi Allah İçindir":
3. Şafiî'nin Namazda İftitah Tekbirinden Sonra,
Fatiha'dan Önce Okuduğu Dua:
4. Veccehtü Duasında, Neden: "Ve Ben Müslümanların
Îlkiyim" Denilmez:
1. Kötülük Kişinin Aleyhinedir:
2. Fuzulî'nin Satışları Ve Vekâlet:
101. Gökleri ve yeri yoktan var eden
O'dur. O'nun bir eşî yokken nasıl bir oğlu olabilir? Hem her şeyi O yaratmıştır
ve her şeyi hakkıyla bilen de O'dur.
"Gökleri
ve yeri yoktan var eden O'dur." Yani, onları meydana getiren O:duı\
Oğlunun olması nasıl mümkün olabilir?
Yoktan
var eden, kelimesi, hazf edilmiş bir mübtedântn haberidir. Yani O, yoktan var
edendir. el-Kisaî ise, (bir önceki âyet-i kerimede geçen) lafzatullaha sıfat
olmak üzere esreli okunuşunu da uygun görmüştür. gökleri ve yeri mutlak olarak
yaratandır, anlamında mansub okunmasını da uygun görmüştür. Ancak, Basrahlara
göre böyle bir okuyuş geçmiş zamanı ifade ettiği için hatalıdır.
"O'nun
bir eşi yokken nasıl bir oğlu olabilir." Eşi olmadığına göre nereden oğlu
olacaktır? Hem, herşeyin oğlu babasına benzer. Oysa Allah'ın bir benzeri
yoktur.
"Hem
her şeyi O yaratmıştır." Bu, husus anlam itibariyle umumi bir ifadedir.
Yani O, kâinatı yaratandır. Bunun kapsamına O'nun kelamı ve zatinin diğer
sıfatları girmez. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve rahmetim herşeyi kuşatmıştır"
(el-A'raf, 7/156) buyruğu da buna benzemektedir. Oysa, O'nun rahmeti ne İblisi
ne de kâiîr olarak öleni kuşatmış
değildir. Yine yüce Allah'ın: "Rab-binin emri ile her şeyi helak
eder" (el-Ahkaf, 46/25) buyruğu da bunu andırmaktadır. Oysa, gökleri ve
yeri helak edip yıkmamıştır.
[1]
102. İşte Rabbiniz Allah. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Herşeyin
yaratıcısıdır. O halde O'na İbadet edin. O, herşeye vekildir.
Yüce
Allah'ın: "İşte Rabbiniz Allah. Ondan başka hiçbir ilah yoktur"
buyruğunda
yer alan İşte" mvibieda olarak ref mahallindedir,
Rabbiniz
AUah"da bedel olarak merfu'dur. Herşeyin yaratıcısıdır" ise,
mübtedanın haberidir. "Rabbiniz" anlamındaki kelimenin haber olması,
"yaratıcısıdır" anlamındaki kelimenin de ikinci bir haber olması, ya
da mahzuf bir mübtedanın haberi olması da mümkündür. Yani O, herşeyin
yaratıcısıdır.
el-Kîsaî
ve el-Ferra bunun mansub okunmasını da uygun görmüşlerdir.
[2]
103. Gözler O'na erişemez. O İse bütün gözleri kuşatmıştır. O, lütuf
sahibidir, herşeyden haberdardır.
Allah'ın
Görülmesi:
Yüce
Allah: "Gözler O'na erişemez" buyruğu İle, kendisinin
yaratılmış-lığın niteliklerinden münezzeh olduğunu beyan etmektedir. Bu
niteliklerden birisi de kuşatmak ve sınırlandırmak anlamı ile diğer
yaratıkların görülüp idrak edildiği gibi idrak edilmektir. (O bundan
münezzehtir). Ama rü'yet (mü'minlerin ahirette Allah'ı görmeleri) sabittir.
ez-Zeccâc bunu: "Gözler O'nun hakikatinin özüne ulaşamaz," diye
açıklamıştır; Nitekim; şunu şunu idrak ettim, derken (bu anlamın kastedildiği)
gibi, Zira Peygamber (sav) dan kıyamet gününde rü'yete dair hadisler sahih
olarak varid olmuştur.
İbn
Abbas der ki: "Gözler O'na erişemez" dünya hakkındadır. Ahirette İse
mü'minler onu göreceklerdir. Çünkü yüce Allah "Ogünde yüzler varki apaydınlıktır,
Rabblerine bakacaklardır" (el-Kıyame, 75/22-23) diye bu rü'yetin
gerçekleşeceğini haber vermektedir. es-Süddî de böyle demiştir. Yüce Allah'ın
cennette görüleceğine dair varid olan haberler ile indirdiği Kur'an-ı Ke-rim'in
delaleti dolayısıyla bu konuda yapılmış en güzel açıklama budur. Buna dair
daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Yunus Sûresi'nde (10/26. âyetin
tefsirinde) gelecektir.
Şöyle
de açıklanmıştır: "Gözler O'na erişemez" O, gözleri kuşattığı halde
gözler O'nu kuşatamaz. Yine bu açıklama İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Anlamın
şöyle olduğu da söylenmiştir: Kalplerin basiretleri O'nu idrâk edemez. Yani
akıllar O'nu herhangi bir şekilde idrak edemez, tasavvur edemez. Zira: "O'nun
gibi hiç bir şey yoktur" (eş-Şûrâ, 42/11) diye buyurulmugtur.
Yine
şöyle açıklanmıştır: Buyruğun anlamı şudur: Yaratılmış olan gözler dünyada O'nu
idrak edemez. Fakat, kendisine ikramda bulunmak istediği kimselere -Muhammed
(sav) gibi- zatını kendisiyle-görüp idrak edeceği bir duyu halk eder. Zira
yüce Allah'ın dünyada görülmesi aklen caizdir. Caiz olmasaydı. Musa (a.sVın
Allah'ı görmek isteğinde bulunması, imkânsız bir şeyi istemesi olurdu. Oysa
bir peygamberin Allah hakkında caiz olup olmayan şeyleri bilmemesi
imkânsızdır. Aksine bir peygamberin ancak imkânsız olmayan ve caiz (mümkün)
olan bir şeyi istemesi kabul edilebilir.
[3]
Selef,
Peygamberimiz (sav)'ın Rabbini görüp görmediği hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Müslim'in
Sahih'inde Mesrûk'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Âişe (r.anhâ)'ın yakınında
bir yere yaslanmış bulunuyordum. Ey Âişe'nin babası, dedi. Üç husus vardır ki,
kim bunlardan birisini söyleyecek olursa Allah'a karşı büyük bir iftirada bulunmuş
olur. Ben: Bunlar hangileridir, diye sordum, şöyle dedi. Kim Muhammed'in
Rabbini gördüğünü iddia edecek olursa, Allah'a karşı büyük iftirada bulunmuş
olur. (Mesruk) dedi ki: Ben o sırada yaslanmış bulunuyorken oturdum ve şöyle
dedim: Ey mü'minlerin annesi, bana mühlet ver acele etme. Aziz ve celi! olan
Allah: "Andolsun onu apaçık ufukta görmüştür. " (et-Tekvir, 81/23;
"Andolsun onu. bir diğer inişte de görmüştür" (en-Necm, 53/13) diye
buyurmuyor mu? Bana şöyle dedi: Bu ümmet arasında bu hususu Rasululiah
<sav)'a İlk soran kişi benim. Bana şu cevabı vermişti: "Sözü edilen bu
şahıs Cebraildir. Onu, yaratıldığı suretinde yalnızca bu iki seferde görmüş
idim. Ben onu semadan aşağı inmiş gördüm, azameti ile sema ile arzın arasını
kapatmıştı," Yine Hz. Aişe şöyle dedi: Sen, aziz ve celil olan Allah'ın
şu buyruğunu hiç işitmedin mi: "Gözler O'na erişemez. O tee bütün gözleri
kuşatmıştır. O, lütuf sahibidir, herşeyden haberdardır." Yine aziz ve ce
lil olan Allah'ın: "Vahiy ile veya bir perde arkasından, yahut izni ile
dilediğini vahyetmek için bir elçi göndermesi yoluyla olmadıkça hiç bir insana
Allah'ın söz söylemesi söz konusu olmaz. Şüphesiz ki O, yücedir,
hakimdir" i eş-Şura, 42/51) buyurduğunu hiç duymadın mı?
<Hz.
Aışe) devamla dedi ki: Kim de Rasululiah (sav)'ın Allah'ın Kitabından bir şey
gizlediğini iddia edecek olursa, Allah'a karşı büyük bir iftirada bulunmuş
olur. Halbuki yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey Peygamber, Rabbin-den
sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan O'nun risaletini tebliğ etmemiş
olursun." (el-Maide, 5/67) (Hz. Aişe) devamla dedi ki: Kim de onun, yarın
ne olacağını haber verdiğini iddia edecek olursa, o da Allah'a karşı büyük bir
iftirada bulunmuş olur. Halbuki yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki:
Göklerle yerde olan gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." (en-Neml, 27/65)[4] İşte
Allah'ın Peygamber (sav) tarafından görülmediği hususundaki görüşü budur. Hz.
Peygamber'in (işaret edilen âyetlerde) gördüğünün Cebrail olduğunu söyleyenler
arasında îbn Mes'ud da vardır. Ebu Hureyre'den de onun gördüğü zatın Cebrail
oluduğu görüşünde olduğu rivayet edilmektedir. Bununla birlikte bu hususta
onlardan farklı rivayetler de gelmiştir.
Hz.
Peygamberin Allah'ı görmediğini ve Allah'ın görülmesinin mümkün olmadığım
muhaddis, fukaha ve mütekelliminden bir kesim ileri sürmüştür. İbn Abbas'tan
rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber yüce Allah'ı gözleriyle görmüştür.
İbn
Abbas'tan meşhur olan rivayet budur. Delili ise, yüce Allah'ın: "O'nun
gördüğünü kalp yalanlamadı." (en-Necrn, 53/1D âyet-i kerimesidir. Abdullah
b. el-Haris de der ki: İbn Abbas ile Ubey b. Kâ'b bir araya geldiler. İbn Abbas
şöyle dedi: Biz, Haşimoğullarına gelince Muhammed'in Rabbini iki defa
gördüğünü kabul ediyoruz. Daha sonra İbn Abbas şöyle dedi: Dostluğun (halli)
İbrahim, konuşmanın Musa, rü'yetin de Muhammed'e (Ona ve bütün peygamberlere
selatu selam olsun) ait olmasından hayret mi ediyorsunuz? Kâ'b, dağlar sesiyle
yankılanıncaya kadar tekbir getirdi ve sonra şöyle dedi: Allah rü'yetini ve
kelamını Mulıammed ile Musa arasında pay etti. Musa ile konuştu, Mulıammed de
O'nu gördü.
Abdurrezzak'ın
da naklettiğine göre, eH-Iasen, Allah adına yemin ederek Mulıammed (sav)'ın
Rabbini gördüğünü söylüyordu. Ebu Ömer et-Telamen-kî de bunu İkrime'den
naklettiği gibi, kelamcılardan bazısı bunu İbn Mes'ud'dan da rivayet etmiştir.
Ancak birinci görüş (yani Hz. Peygamberin Allah'ı değil de Cebraili gördüğü
şeklindeki rivayeti ondan daha meşhur olarak nakledilmiştir.
İbn
ishâk'ın naklettiğine göre Mervan, Ebu Hureyre'ye: Mulıammed Rabbini gördü mü
diye sormuş, O da: Evet demiş.
en-Nakkâş
da Ahmed b. HenbePden şöyle dediğini nakletmektedir: Ben, İbn Abbas'ın rivayet
ettiği hadise uygun olarak gözüyle Allah'ı gördü, diyorum, gördü dedi ve bu
sözünü nefesi tükeninceye kadar tekrarlamaya devam etti.
Şeyh
Ebu'l-Hasen el-Eş'arî ile onun arkadaşlarından bir gurup da bu görüşü
benimseyerek, Mulıammed (sav)'ın yüce Allah'ı basarı ve baş gözüyle gördüğünü
kabul etmişlerdir. Enes, İbn Abbas, İkrime, er-Rabi ve el-Hasen de bu
görüştedir. el-Hasen, kendisinden başka hiç bir ilah bulunmayan Allah adına
yemin ederek Mulıammed Rabbini görmüştür, derdi. Aralarında Ebu'l-Âliye,
el-Kurazî ve er-Rabi b. Enes'in de bulunduğu bir grup da şöyle demiştir- O,
Rabbini kalbiyle görmüştür. Yine bu görüş İbn Abbas ve İkrime'den de
nakledilmiştir.
Ebu
Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Ahmed b. Hanbel, Hz. Peygamber Rabbini kalbiyle
görmüştür, demiş ve dünyada gözlerle görüleceğini söylemekten çekinmiştir.
Malik b. Enes'den şöyle dediği nakledilmektedir Allah dünyada görülmez. Çünkü
O, bakidir. Baki olan ise fani olan (göz) ile görülmez. Ahirette ise onlara
baki gözler ihsan edilecek ve baki gözleriyle bakiyi göreceklerdir.
Kadı
îyad da şöyle demektedir: Bu, güzel ve hoş bir açıklamadır. Diğer taraftan
Allah'ın görülmesinin imkânsız olacağına dair delil, ancak insanın buna güç
yetiremiyeceği açısından ileri sürülmüştür. Fakat yüce Allah, kullarından
dilediği kimseye güç verip de rü'yetin yüklerini kaldırma kudretini ihsan
edecek olursa, o kimse hakkında bu imkânsız olmaz. Bu kabilden Musa (a.s)
hakkındaki bir takım açıklamalar yüce Allah'ın izni ile el-A'raf Sûre-si'nde
(7/143. âyetin tefsirinde) gelecektir. Yüce Allah'ın: "O ise bütün gözleri
kuşatmıştır" buyruğu, hiçbir şey O'na gizli kalmaz, herşeyi O görür ve
bilir, demektir. Özel olarak "gözler" in sözkonusu edilmesi ise,
sözde müca-neset sağlamak içindir. ez-Zeccâc da der ki: Bu buyrukta mahlukatın
gözleri (görmeyi) idrak etmediklerine delil vardır. Yani onlar, görmenin
gerçek keyfiyetini bilememektedirler. İnsan diğer organları ile değil de neden
yalnızca gözleriyle görür oluşunun sebebini bilemez.
Daha
sonra yüce Allah: "O lütuf sahibidir, herşeyden haberdardı*" diye
buyurmaktadır. Yani, kullarına karşı rıfk ile (yumuşaklıkla) muamele eder.
Davranışlarda lütuf, yumuşak hareket etmek, yumuşak muamele etmek demektir.
Yüce Allah'tan lütuf ise, tevfik ihsan etmek ve günahlardan korumaktır.
Lüıufta bulunmak, iyilik etmek demektir. Bunun ismi "el-Latef" şeklinde
gelir ve hediye anlamında kullanılır. Mülâtafe ise (latifeleşmek) karşılıklı
iyiliklerde bulunmak anlamına gelir. Bu açıklamalar, el-Cevherî ve İbn
Faris'den nakledilmiştir.
Ebu'l-Âliye
der ki: Buyruğun anlamı şudur: O, her şeyi ortaya çıkartan Latiftir ve her
şeyin nerede olduğundan haberdardır.
el-Cüneyd
der ki: Latif, senin kalbine hidayet nurunu veren, bedenini gıda ile besleyen,
belâ sırasında seni dost edinen, ateş içerisinde bulunuyor-ken seni koruyan ve seni
Me'vâ cennetine koyandır. Anlam itibariyle yumuşak davranmaya ve benzeri
manalara raci daha başka açıklamalar da yapılmıştır. İleride ilim adamlarının
bu husustaki açıklamaları yüce Allah'ın İzniyle eş-Şûrâ Sûresi'nde (42/19.
âyetin tefsirinde) gelecektir.
[5]
104. Doğrusu size Rabblnizden basiretler gelmiştir. Kim görürse kendi
lehine, kim de görmezse kendi aleyhine. Ben üzerinizde bir gözetleyici
değilim.
'Doğrusu
size Rabbinlzden basiretler gelmiştir." yani, kendileri vasıtası İle
görülen ve delil olarak kullanılan pek çok belge ve delil gelmiş bulunmaktadır.
"Basiretler" anlamındaki besâir, delalet demek olan
"basire"nin çoğuludur. Şair der ki:
"Onlar
kendi basiretlerini (babalarının intikamını),
omuzları
üstünde getirdiler (almadılar). Benim basiretim ise son derece hızlı koşan ve
oldukça güçlü atlar
koşturup
getirmektedir. (Yani ben intikamımı aldım)."
Buyrukta
"basiret"ten kasıt üstün ve apaçık belgedir.
Bu
delalet ve basiretlerin gelmekle nitelendirilmeleri ise, şanlarına dikkat
çekmek içindir. Zira bu basiret, nefis açısından gelmesi beklenen bir gaip durumunda
idi. Nitekim Araplar tarafından: "Afiyet geldi, hastalık gitti. Mutluluk
geldi, uğursuzluk geri gitti" denilir.
"Kim
görürse kendi lehine." görmek (ibsâr), görme duyusuyla idrak etmek
demektir. Yani kim delilleri kullanıp bilir öğrenirse kendisine fayda sağlamış
olur. "Kim de görmezse" delaletleri kullanmayacak olursa, artık o kör
durumuna düşer. Onun kprlüğünün zaran kendisine avdet eder.
"Ben,
üzerinizde bir gözetici değilim." Yani ben, kendinizi helak etme-yesiniz
diye sizi korumakla emrolunmadım.
Şöyle
de açıklanmıştır: Ben sizi Allah'ın azabına karşı koruyamam.
"Gö-zetleyici" anlamı verilen uHafiz"İn, murakıp ve gözetleyen
anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani ben sizin amellerinizi sayıp tesbit
eden bir kimse değilim. Ben, ancak size Rabbimin asaletlerini tebliğ eden bir
Rasulürn. Sizi koruyan O'dur. Fiillerinizden hiçbir şey O'na gizli kalmaz.
ez-Zeccâc der ki: Bu buyruk
savaşın farz kılınışından önce inmiştir. Daha sonra müşrikleri putlara
ibadetten kılıçla engellemesi emrolundu.
[6]
105. İşte Biz âyetleri böylece iyiden iyiye açıklara. Tâ ki onlar:
"Sen okumuşsun'' desinler. Biz de iyi bilen kimselere apaçık gösterelim.
Yüce
Allah'ın: "İşte Biz, âyetleri böylece İyiden iyiye açıklarız" buyruğunda
yer alan Böylece"deki "kef" harlı nasb mahallindedir. Yani, işte
Biz âyetleri tıpkı sana okuduğumuz gibi geniş geniş açıkladık. Yani, va-ad,
tehdit, Öğüt ve uyarma hususlarında bu sûrede sana bu âyetleri geniş geniş
açıkladığımız gibi, başka sûrede de bunları geniş geniş açıklıyoruz.
"Tâ
ki onlar: Sen okumuşsun desinler" mealindeki buyrukta yer alan
"vav" harfi hazf edilmiş bir ifadeye atıf içindir. Yani Biz, âyetleri
onlara karşı delil gibi, ortaya konmuş olsun ve sen okumuşsun desinler diye
geniş geniş açıklıyoruz, takdirindedir.
Şöyle
de açıklanmıştırSen okumuşsun desinler, diye Biz o âyetleri geniş geniş
açıkladık." Buna göre buradaki "Jam" harfi oluş (sayrûret)
bildirmek içindir.
ez-Zeccâc
der ki: Bu konuşma esnasında filan kişi bu mektubu bu neticeyi elde etmek için
yazdı, demeye benzer. Aynı şekilde âyet-i kerimeler geniş geniş açıklandığı
vakit sonunda onlar da: Sen okumuşsun ve Cebr ile Ye-sar denilen iki kişiden
öğrenmişsin, dediler. Bu sözü geçen iki kişi ise Mekke'de hırisüyan iki köle
idi, Mekkeliler de: Muhammed onlardan öğrenmektedir, demişlerdi.
en-Nehhâs
der ki: Buyruğun anlamı ile ilgili güzel bir başka görüş daha vardır, O da
"Biz âyetleri İyiden iyiye açıklarız" buyruğunun, sen bizden okuyup
öğrenmişsin desinler, diye ardı arkasına âyetleri gönderiyoruz. Böylelikle
onlar bu sözleriyle birini ötekiyle birlikte zikretmiş olurlar. Bu ifade
hakikattir. Ebu İshâk'ın <ez-Zeccâc) söylediği ise mecazdır.
Okumuşsun"
kelimesinde yedi kıraat vardır. Ebû Amr ile İbn Kesir, "dâl" ile
"râ" arasına "elif" koyarak, C o-yb) dîye okumuşlardır. Bu
aynı zamanda Ali, îbn Abbas, Said b. Cübeyr, Mücahid, İkrime ve Mekkelilerin de
kıraatidir. îbn Abbas der ki: Bu kıraat karşılıklı okudun anlamındadır.
İbn
Âmir "sîn" harfini üstün, "te" harfini sakin ve
"elifsiz olarak diye okumuşlardır. Bu aynı zamanda el-Hasen'in de
kıraatidir. Diğerleri ise, Okumuşsun" diye okumuşlardır.
Birinci
kıraate göre, sen ehli kitap ile birlikte okuyup müzakere ettin, onlar da
seninle birlikte okuyup müzakere ettiler olur. Bu açıklama Said b. Cübeyr
tarafından yapılmıştır. Bu manaya yüce Allah'ın onlardan haber verdiği:
"Bunun için bir diğer topluluk da ona yardım etmiştir" (el-Furkan,
25/4) buyruğu delalet etmektedir. Yani yahudiler, Peygamber (sav)'a Kur'an-ı Kerim
hususunda yardımcı olmuş ve bu hususta onunla müzakerelerde bulunmuşlardır.
Bütün bunlar ise müşriklerin söyledikleri sözlerdir. Yine onların şu sözleri de
bu kabildendir: "Ve dediler ki: (Bu) öncekilerin söylenmiş masallarıdır
ki, onu yazdırmıştır Bunlar kendisine sabah ve akşam okunmakta dır"
(el-Furkan, 25/5); "Onlara Rabbiniz ne indirdi, denildiği zaman, geçmişlerin
masalları derler." (en-Nahl, 16/24) Bu okuyuşun anlamının aynı şekilde-,
Okumuşsun" gibi olduğu da söylenmiştir ki, bunu en-Nchhâs zikretmiş ve
tercih etmiştir. Birinci anlamı ise Mekkî zikretmiş bulunmaktadır, en-Nehhâs
bunun mecaz olduğunu da iddia etmiştir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:
"Doğuran
(anne)'nin doğurduğu da ölüm içindir,"
"Sin"
harfini üstün ve "te" harfini sakin okuyanlara gelince, bu hususta yapılmış
en iyi açıklamaya göre anlam şöyledir: Tâ ki, onlar bu açıklamaların ardı
arkası kesildi, silinip gitti, artık Mubammed onlardan başkasını getirmeyecektir,
demesinler diye.
Katade
ise, diye okumuştur ki, "okundu" anlamındadır. Süfyan b, Uyeyne, Amr
b. Ubeyd'den, o, el-Hasen'den bunu(Âyetler) karşılıklı olarak müzakere etti,
diye okuduğunu rivayet etmektedir. Ebu Hatim'İn kanaatine göre ise böyle bir
kıraat caiz değildir. Çünkü âyetlerin kendileri karşılıktı olarak müzakerede
bulunmazlar.
Başkası
şöyle demektedir: Böyle bir kıraat caizdir. Mana Ebu Hatim'İn zannettiği gibi
değildir. Aksine anlamı, ümmetin müzakerede bulundu şeklindedir. Yani, ümmetin
seninle müzakere etti. Her ne kadar ondan sözkonusu edilmiyor ise de bu
böyledir. Nitekim: "Nihayet o (güneş) perdenin arkasına giriverdi"
(Sâd, 38/32.) buyruğu da böyledir. el-Ahreş'in naklettiğine göre kıraati de
kıraatiyle aynı anlamdadır. Şu kadar var ki bu daha beliğdir.
Ebu'l-Abbas'ın
naklettiğine göre; şeklinde emir lâm'ı
sakin olarak da okunmuştur. Bunda ise tehdit anlamı vardır. Yani, onlar
istediklerini söylesinler. Şüphe yok ki gerçek apaçık ortadadır. Yüce Allah'ın
şu buyruğunda olduğu gibi: "Artık onlar az gülsünler çok ağlasınlar."
(et-Tevbe, 9/82) Bu "lam"ı esreli olarak okuyanın kıraatine göre ise
bu key "lam"ı diye bilinen lam'dır. (Meal de buna göredir).
Bütün
bu kıraatlerin hepsinin iştikakı aynı şeye yani, yumuşatmaya ve ze-y
kılmaya raddir. Çünkü Okumuşsun kelimesi,
gelmektedir ki, başkasına okumayı anlatır. 'ın çokça okumak suretiyle artık
onu zelil ettim (yani kolayladım.) anlamına geldiği de söylenmiştir.
Bunun
aslı ise Buğdayı dövdü,"
anlamındadır. Çünkü buğdayı dövmek anlamına gelen; (^Sm ); Şamlıların şivesinde
şeklinde kullanılır. Bunun asıl anlamının Elbiseyi eskittim" tabirinden
alındığı da söylenmiştir. İşte bu da aynı şekilde zelil kılma anlamı ile
ilgilidir. Denildiğine göre, Hz. İdris'e, Allah'ın kitabını çokça okuduğu ve
müzakere ettiği için İdris denilmiştir. Ders okumak, müdalese etmek bu
anlamdadır.
İse
kadsn ay hali oldu anlamına gelir. Kadının Fercine .) diye künyelendiği de
söylenmektedir ki, bu da ay hali olmaktan gelir. "Ders" aynı şekilde
gizli saklı yol demektir. el-Esmaî'nin naklettiğine göre; Sırtına binilmemiş
deve" anlamına gelir. Harabe haline gelmiş bir evin izi tamamen ortadan
kalkmasını ifade etmek için de aynı kökten gelen fiil kullanılır,
tbn
Mes'ud ve arkadaşları ile Ubeyd, Talha ve el-A'meş; Tâ ki o, okumuş" desinler, diye. Yani,
Muhammed âyetleri ders olarak okumuş-tur desinler anlamına gelir. "Biz de
onu" yani/bu sözümüzü, âyetlerimizi iyiden iyiye açıklamayı, yahut da
Kur'an-ı Kerim'i "bilen kimselere apaçık gösterelim."
[7]
106. Rabblnden sana vahyolunana uy. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur.
Müşriklerden de yüzçevir.
Yüce Allah'ın:
"Rabbinden sana vahyolunana uy." Kur'ân'a uy demektir. Yani sen,
kalbini, gönlünü onlarla meşgul etme. Aksine Allah'a ibadetle uğraş.
"O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Müşriklerden de yüz çevir" buyruğunun
son bölümü nesli olmuştur.
[8]
107. Eğer Allah dileseydi şirk koşmazlardı. Biz seni onların başına bir
gözetleyici kılmadık. Onların üzerine bir vekil de değilsin.
"Eğer
Allah düeseydi şirk koşmazlardı" buyruğu, şirk koşmanın Allah'ın meşiyeti
ile olduğu hususunda açık bir nassür. Ayrıca bu önceden de geçtiği gibi
Kaderiye mezhebini çürütmektedir.
"Biz
seni onların başına bir gözetleyici kılmadık." Yani, Allah'ın azabına
karşı onları korumak senin için imkân dahilinde değildir.
"Onların
üzerine bir vekil de değilsin." Din veya dünyalarında kendi menfaatlerine
olan işleri yerine getiren, ifa eden bir kimse değilsin ki, onlar için vacip
olanı yapmaları hususunda onlara lütufta bulutlasın. Bu hususta sen onlar için
ne bir koruyucusun, ne de bu konuda onlara bir vekilsin. Sen ancak bir
tebliğcisin. Bu; kıtal emri verilmeden önce idi.
[9]
108. Allah'tan başka yalvardıklanna sövmeyiniz. Sonra onlar da Allah'a
bilgisizce söverler. İşte Biz böylece her ümmete yaptıklarını süsledik.
Nihayet dönüşleri yalnız Rabblcrinedir. O da kendilerine yaptıklarını haber
verecektir.
Bu
buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
[10]
Yüce
Allah'ın: "Allah'tan başka yalvardıklanna sövmeyiniz" buyruğu ne-hiy
(yasak)'dir. "Sonra onlar da Allah'a bilgisizce söverler" buyruğu da
ne-hy'in cevabıdır.
Şanı
yüce Allah mü'minlere onların putlarına sövmeyi yasaklamaktadır. Çünkü yüce
Allah, putlarına sövdükleri takdirde kâfirlerin nefret edip uzaklaşacaklarını,
küfürlerini de artıracaklarını bilmiştir.
İbn
Abbas der ki: Kureyş kâfirlerinin Ebu Talib'e: Ya Muhammed ve arkadaşlarını
bizim ilahlarımıza sövmekten, onları küçük düşürücü sözler söylemekten
alıkoyarsın, yahut biz de onun ilahına söver ve onu hicvederiz, demeleri
üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur.
[11]
İlim
adamları derler ki: Bu âyetin hükmü, durum ne olursa olsun bu ümmet üzerinde
bakidir. Kâfir, ne vakit kendisini koruyabilecek güce sahip olup da İslâm'a
yahut Peygambere veya yüce Allah'a söveceğinden korkulacak olursa, müslüman
kimsenin onların haçlarına, dinlerine, kiliselerine sövmesi helal olmadığı
gibi, bu sövme sonucunu getirecek herhangi bir işe kalkışması da helal
değildir. Çünkü böyle bir iş, masiyete itmek ayanndadır. Putlar akıl sahibi
varlıklar olmadıkları halde -akıl sahibi varlıklar için kullanılan'nın onlar
hakkında kullanılması kâfirlerin putları hakkındaki inançları nazarı itibara
alındığından dolayıdır.
[12]
Yine
bu âyet-İ kerimede bir çeşit ateşkes vardır? Ayrıca daha önceden de el-Bakara
Sûresi'nde geçtiği gibi, seddü'z-zerai gereğince hüküm vermenin vücubuna da
delil vardır. Hak sahibi bir kimsenin dinde bir zarara götürecek olursa, bu
hakkını İstemekten vazgeçebileceğine de delil vardır. Nitekim Ömer b. el-Hattab
(r.a)'ın söylediği rivayet edilen şu sözler de bu kabildendir: Akrabalık bağı
kesilir korkusuyla akrabalar arasında hükmü kestirip atmayınız.
İbnü'l-Arabî
der ki: Eğer bu hak vacip bir hak ise durum ne olursa olsun onu alır. Şayet
kullanılması caiz olan bir hak ise, Hz Ömer'in sözünü ettiği durum sözkonusu
olur.
[13]
Yüce
Allah'ın: Bilgisizce" ve saldırganca anlamına gelir. Mekke-lilerden bunu
"ayn" ve "dal" harflerini ötreli, "vav" harfini
de şeddeli olmak üzere şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. Bu, el-Hasen'in,
Ebu Re-câ ve Katade'nın kıraatidir. Birinci kıraate racidir, her ikisi de zulüm
anlamını ifade eder. Yine Mekkeliler "ayn" harfini üstün,
"dal" harfini de ötreli olmak üzere: Düşman anlamına okumuşlardır.
Bu kelime tekil olmakla birlikte çoğul anlamına kullanılır.
Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar muhakkak Benim düş-mantmdır.
Ancak, âlemlerin Rabbi müstesna" Ceş-Şuara, 26/77) yüce Allah bir başka
yerde de: "Asıl düşman oniardır" <el-Münafikun, 62/4) diye buyurmaktadır.
Bu
kelime, ya mastar olarak ya da mefulün leh olarak nasbedilmiştir.
[14]
Yüce
Allah'ın: "İşte Biz, böylece her ümmete yaptıklarını süsledik." Yani,
bunlara yaptıklarını süslü gösterdiğimiz gibi, her ümmete de kendi yaptıklarını
süslü göstermişizdir.
İbn
Abbas der ki: Biz, itaat ehline itaati, kâfirlere de küfrü süslü gösterdik. Bu
da yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "İşte Allah, kimi dilerse
böylece saptırır, kimi dilerse de hidayete erdirir." (el-Müddesir, 74/31.)
Bu
buyrukta Kaderiye'nin görüşleri reddedilmektedir.
[15]
109. "Eğer kendilerine bir âyet gelirse mutlaka ona iman edecekler*
diye var güçleriyle Allah adına yemin ettiler. De ki: "Âyetler ancak
Allah'ın nezdindedir.* O âyet geldiği zaman da yine İman etmeyeceklerinin
farkında değil misiniz?
Yüce
Allah'ın: "Eğer kendilerine bîr âyet gelirse mutlaka ona İman edecekler
diye var güçleriyle Allah adına yemin ettiler* buyruğuna dair açıklamalarımızı
iki başlık halinde sunacağız:
Yüce
Allah'ın: buyruğu, "yemin ettiler" demektir, " Var gücüyle
yemin" ise, en ağır yemin demek olup Allah adına yapılan yemindir. Buna
göre "var güçleriyle yemin ettiler," bilgilerinin ulaştığı en ileri
derecedeki ve yapabildikleri en ağır yemin demektir. Çünkü onlar, en büyük
ilahın Allah olduğuna inanıyorlar, diğer ilahlara ise, kendilerini Allah'a
yakınlaştıracakları zanniyle ibadet ediyorlardı. Nitekim yüce Allah bu hususta
onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Biz bunlara ancak bizleri Allah'a
yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (ez-Zümer, 39/3) İslâm'dan önce Araplar,
atalarıyla, putlarıyla ve bundan başka şeylerle yemin ederlerdi. Yüce Allah
adına da yemin ederler ve eğer yemin Allah adına yapılmışsa buna
"cehdü'l-yemin: en ağır yemin" adını verirlerdi.
kelimesi
mastar olarak nasb edilmiştir. Bunda âmil ise Sibeveylı'in görüşüne göre; Yemin
ettiler" kelimesidir. Çünkü, bu da onun anlamındadır. Cehd ise meşakkat
demektir, Bunu zorlukla yaptım" denilir. Cuhd ise takat ve kudret
demektir. Bu benim takatim, güç
yetirebildiğimdir" denilir. Her ikisini aynı anlamda kabul edenler de
vardır. Buna yüce Allah'ın: Güçlerinin yetebildi-ğinden başkasını
bulamayanlar" (et-Tevbe, 9/79) buyruğunu delil gösterirler ki, bu aynı
zamanda şeklinde "cim" harfi üstün olarak da okunmuştur. Bu
açıklamalar İbn Kuteybe'den nakledilmektedir.
Müfessirlerden
el-Kurazî, el-Kelbî ve diğerlerinin naklettiklerine göre âyetin nüzul sebebi
sudun Kureyşliler dediler ki: Ey Muharnmed, sen bize Musa'nın, asasıyla taşa
vurup ondan oniki tane pınar fışkırttığını, İsa'nın ölüleri dirilttiğini,
Semud'un bir dişi devesinin bulunduğunu haber veriyorsun. Haydi seni tasdik
etmemiz için bu mucizelerden bir kısmını sen de bize göster. Hz. Peygamber:
Nasıl bir mucize arzu edersiniz, diye sorunca, şöyle dediler: Şu Safa'yı da
bizim için altın yap. Allah'a yemin ederiz ki eğer bunu yapacak olursan hep
birlikte sana tabi oluruz. Rasulullah (sav) kalkıp dua etmeye koyuldu. Cebrail
(a.s) ona gelip şöyle dedi: "Arzu ettiğin takdirde Safa hemen altın
oluverir. Andolsun Allah, bir mucize gönderdiği halde eğer derhal tasdik
etmeyecek olurlarsa şüphe yok ki, Allah onları azaplandıracak-tır. O bakımdan
sen de aralarından tevbe edecekler tevbe etsin diye onları bırak." Bunun
üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "O halde tevbe edenleri tevbe
etsin (mucize istemem)." Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
Böylelikle yüce Allah ezeli ilminde iman etmeyeceği sabit olmuş olanın iman
edeceğine dair yemin etse dahi iman etmeyeceğini beyan etmektedir.
[16]
Yüce
Allah'ın: Var güçleriyle yemlû"İn onlann kanaatine göre, en ağır yeminler
demek olduğu söylenmiştir. Burada hükümlere dair büyük ve önemli bir mesele
ortaya çıkmaktadır ki, o da bir kimsenin: "Şöyle şöyle olursa yeminler
üzerime borç olsun" anlamında sözler söylemesidir.
İbnü'l-Arabî
der ki: Böyle bir yemin İslâm'ın ilk dönemlerinde bundan başka bir1 şekilde
bilinen bir yemindi. Onlar: Bir kimsenin bir başkasından aldığı sözün en ağın
benim üzerime olsun, derdi. Malik der ki: Bu şekilde yemin eden kimse (yemini
bozarsa) hanımları ondan boş olur. Bundan sonra yemin şekilleri çoğalıp durdu
ve nihayet temelini bu şeklin teşkil ettiği, şu anda insanlar arasında görülen
şekillere kadar vardı. Hocamız el-Fihrî et-Ta-rasust şöyle derdi; Bu şekilde
yemin eden bir kimse, yemini bozacak olursa otuz tane yoksul doyurmahdır.
Çünkü, bu yemin edenin "yeminler" sözü yeminin çoğuludur. Eğer,
"üzerime bir yemin borç olsun" deyip de o yeminini bozmuş olsaydı,
bir keffaret ödemesini gerekli görürdük. "İki yemin üzerime borç
olsun" demiş olsaydı, yeminini bozduğu takdirde iki keffaret yerine
getirmesi gerekirdi. Fakat yeminler kelimesi yeminin çoğulu olduğundan dolayı
bozması halinde üç tane keffaret yerine getirmesi gerekir.
Derim
ki: Ahmed. b, Muhammed b. Muğis, "Vesaik" adlı eserinde şöyle demektedir:
Kayrevân alimleri bu hususta farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Muhammed b. Ebi
Zeyd der ki: Bu şekilde yemin eden bir kimse (yemini bozması halinde) hanımını
üç defa boşamiş olur, yürüyerek Mekke'ye gitmesi gerekir, malının üçte birini
dağıtması, bir yemin keffareti ödemesi ve bir köle azad etmesi gerekir. İbn
Muğis der ki: Tuieytula fukahasından İbn Erfa' Ra'se-hû ile İbn Bedr de bu
görüştedir.
eş-Şeyh
Ebu İmran el-Fasî , Ebu'l-Hasen el-Kabisî, Ebu Bekr b. Abdurrah-man el-Karavî
de şöyle derler: Eğer belli bir niyeti yoksa hanımım bir defa boşamış olur. Bu
hususta onların delilleri arasında İbnü'1-Hasan'in İbn Ve-hb'den işittiği şu
sözleridir: Bir kimsenin bir diğerinden almış olduğu en ağır söz hakkında bir
yemin keffareti sözkonusudur. İbn Muğis der ki: Böylelikle o, söyleyenin
aleyhine "yeminler onun için bağlayıcı olur" dediğiniz şeyi tek bir
talak olarak kabul etmektedir. Çünkü, bir kimsenin: Birisinin diğerinden almış
olduğu sözün en ağırı dolayısıyla bir yemin keffareti gerekir, demesinden daha
kötü bir durum sözkonusu olamaz. O bakımdan biz de bu görüşteyiz.
Birinci
görüşün sahipleri ise İbnü'l-Kasım'ın: Allah'ın ahdi, ağır misakı ve kefaleti
ile bir kimsenin bir başkasından herhangi bir iş üzerine, onu yapmamasına dair
ahit alıp daha sonra yaptığı şeyin en ağın da üzerime olsun sözüyle ilgili
yaptığı şu açıklamayı da delil göstermişlerdir: Eğer bu sözleriyle hanımını
boşamayı, kölesini azad etmeyi ve bu yolla onları uzaklaştırmayı kastetmemiş
ise, o lıalde onun bu yemini bozmasının cezası üç tane keffaret olsun. Şayet
yemin ettiğinde herhangi bir niyeti bulunmuyor ise, "Allah'ın ahdi ve ağır
misakt ü2erime olsun," şeklindeki sözü dolayısıyla iki keffaret-te
bulunsun, "birisinin bir başkasından almış olduğu en ağır ahid ve
söz" sözü dolayısıyla da bir köle azad etsin, hanımları ondan boş olur,
Mekke'ye yürüyerek gider ve malının üçte birini de sadaka olarak dağıtır.
İbnü'l-Arabî
der ki; Delillerin açıklamasına gelince yeminler demek olan:
"el-Eyman" sözündeki "elif" ve "lam" ile cins
veya ahd kastedilmiş olabilir. Eğer ahd için gelmiş ise, kişinin
"billahi" sözünden ahid yoluyla anlaşılan el-Fihrî'nin söylediğidir.
Şayet cins için kullanılmış ise boşamak da bir cinstir ve onun kapsamına girer.
Fakat bütün boşama adedi (üç talak) sonuna kadar, kullanılmaz. Çünkü, cinsin
kapsamına tek bir hususun girmesi yeterlidir. Eğer cinsin kapsamına o
hususların tamamı girecek olsa, malının da tümünü tasadduk etmesi gerekirdi.
Çünkü, malın tümünü sadaka vermek hakkında yemin söz konusu olabilir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
Yüce
Allah'ın: "De ki: Âyetler ancak Allah'ın nezdindedlr" yani, ey
Muhammed, bu âyetleri size göstermeye gücü yeten yalnızca Allah'tır. Ve O, bu
âyetleri ancak dilediği takdirde gösterir, de.
"...
Farkında değil misiniz?" Yani, bu yeminlerinizin (iman edeceklerine dair)
gerçekleşeceğini size bildiren nedir? takdirinde olup meful hazfedilmiş-tir.
Bundan sonra yeni bir cümle ile; " Şüphesi* o âyet geldiği zaman da yine
İman etmiyeceklerdir'' diye buyurmaktadır ki, bu buyrukta; ( Ol) edatının
esreli okunuşu, Mücahid, Ebû Amr ve İbn Kesir'in kıraatine göredir. İbn
Mes'ud'un Bu âyet geldiğinde onların iman etmeyeceklerini bilmiyor
musunuz" şeklindeki kıraati de tanıklık etmektedir.
Mücahid
ve İbn Zeyd der ki: Bu buyrukla muhatap olanlar müşriklerdir ve ifade burada
sona ermektedir. Onlar hakkında iman etmeyeceklerine dair hüküm verilmektedir.
Bundan sonraki âyet-i kerîmede de bize onların iman etmeyeceklerini
bildirmektedir. Bu açıklama ise, İman et (mey)e-ceksiniz" diye okuyanların
kıraatini andırmaktadır. el-Ferra ve başkaları ise hitap mü'mînleredir derler.
Çünkü mü'minler Peygamber (sav)'a: Ey Allah'ın Rasulü, eğer bir âyet (mucize)
inecek olsa belki iman ederler, demişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah:
"Farkında değil misiniz" buyruğunu indirdi. Yani, ey mü1 miriler,
siz onların iman edeceklerini nereden biliyorsunuz? Buna göre; kelimesi, hemze
üstün olarak okunur. Bu, Medinelilerin, el-A'meş ve Hamza'nın da kıraatidir.
Yani, olur ki böyle bir mucize geldiğinde onlar iman etmeyeceklerdir. el-Halil
der ki: Muhtemeldir ki o," anlamındadır. Bunu da el-Halil'den Sibeveyh
nakletmektedir. Kur'an-ı Kerimde; Ne bilirsin belki o temizlenecekti"
(Abese, 80/3) diye buyurmaktadır. Yani, onun temizlen (mey)eceğini nereden
bilirsin anlamındadır. Araplardan da Bize belki bir şey alırsın diye pazara
git, tabiri nakledilegelmektedir. Ebu'n-Necm de şöyle der:
"(Oğlum)
Şeyban'a dedim ki, onunla karşılaşmaya (yakalamaya) çık. Olur ki, onu kızartıp
beraber bizdekilere yemek olarak İkram ederiz."
Adiy
b. Zeyd de şöyle demektedir:
"Ey
beni kınayan, nereden bilirsin ki benim ölümüm,
Bugünün
bir saatinde, yahut yarının kuşluk vaktinde (gerçekleşmeyeceğini)."
Burada
da ( öt ) edatıBelki gibi ihtimal edatı anlamındadır. Du-reyd b. es-Simme de şöyle demektedir.[17]
"Bana
zayıflayarak ölmüş cömert birisini göster. Belki ben de Senin görüşünü
paylaşırım. Yahut ebedi yaşamış bir cimri (göster)."
Burada
da lafzı, Belki ben de anlamındadır. Vın; anlamında kullanılışı Arap dilinde
çokça rastlanılan bir husustur,
el-Kisaî
de, Ubey b. Kâ'b'ın Mushaf ında da Belki... size ne bildirdi" şeklinde
olduğunu nakletmektedir. el-Kisaî ve el-Ferra da derler ki: Buradaki olumsuzluk
edatı olan,...ne, ma... fazladan gelmiştir. Yani: Bu âyetlerin müşriklere
geldiği takdirde iman edeceklerini size ne bildirdi demektir. Burada bu
olumsuzluk edatı yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi fazladan gelmiştir:
Helak ettiğimiz bir ülke halkının dönmeleri gerçekten mümkün değildir.
el-Enbiya, 21/95) Çünkü bu buyruğun anlamı şöyledir: Helak edilen bir kasaba
halkının geri dönüşleri imkânsız bir şeydir. Yine yüce Allah'ın: Seni secde
etmekten alıkoyan nedir?" (e\-A'rat', 7/12) diye buyurmaktadır. Yani,
secde etmekten seni engelleyen nedir. ez-Zeccâc, en-Nehhâs ve diğerleri ise buradaki;
olumsuzluk edatının fazladan gelişini zayıf kabul etmişler ve şöyle
demişlerdir: Böyle bir iddia yanlışlıktır. Çünkü bu edat ancak karışıklığa
meydan vermeyecek hallerde fazladan getirilir.
İfadede
hazf olduğu da söylenmiştir. O takdirde mana şöyle olur: Bu âyetler,
kendilerine geldiği vakit, onların iman edeceklerini yahut etmeyeceklerini
nerden biliyorsunuz?"
Daha
sonra bu "iman edeceklerini" anlamındaki ifade, tilaveti işitenin bu
husustaki bilgisi dolayısıyla hazfedilmıştir. Bu açıklamayı da en-Nehhâs ve
başkaları nakletmektedir.[18]
110. İlk defa ona İman etmedikleri gibi, Bil de onların kalplerini ve
gözlerini çeviririz de azgınlıkları İçerisinde onları kör ve şaşkın
terkederiz.
Bu
âyet-i kerime müşkil (açıklanması zor) bir âyettir. Özellikle bu âyette
"azgınlıkları içerisinde onları kör ve şaşkın terkederiz" diye
buyurul-maktadır Denildiğine göre anlam şöyledir: Biz, kıyamet gününde ateşin
alevine ve kor ateşlerin sıcağı üzerine kalplerini ve gözlerini -dünyada iman
etmedikleri için- evirip çeviririz. Buna karşılık dünyada da onları
-azgınlıkları içerisinde- terk ederiz. Yani, onlara mühlet verir ve onları
cezalandırmayız. Buna göre âyetin bir bölümü ahirette gerçekleşecek hususlar
hakkında, bir bölümü de dünyada gerçekleşecek hususlar hakkındadır. Bunun bir
benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "O gün yüzler vardır ki, zillet
içindedir." (el-Gaşiye, 88/2) Bu, ahirette gerçekleşecektir. "Amel
etmişler ve zahmet çekmişlerdir." (el-Ğâşiye, 88/3) Bu da dünyada
gerçekleşmektedir.
Şöyle
de açıklanmıştır: "...Çeviririz buyruğunda sözkonu edilen dünyada
olacaktır. Yani, bu âyet (istedikleri mucize) kendilerine gelecek olsa, sen
onları davet edip de mucizeyi kendilerine gösterdiğin ilk seferde iman etmelerine
engeL teşkil ettiğimiz gibi, yine iman etmelerini engelleyeceğiz.
Bir
başka âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır. "Bilinki Allah, kişi ile
kalbi arasına girer," (el-Enfal, 8/24) Yani, yapması gerekeni engeller.
Buyruğun anlamı şöyle olun Bu âyet kendilerine geldiği sırada iman etmeleri
gerekirdi. Çünkü onlar âyeti gözleriyle görmüş, kalpleriyle tanımışlardı. Buna
iman etmeyişleri ise, Allah'ın kalplerini ve gözlerini çevirmesine sebep oldu.
"İlk defa ona iman etmedikleri gibi" yani, onlar ilk defa ona iman etmedikleri
gibi artık iman etmeyeceklerdir. Bu da şu demektir: Kur'an ve buna benzer,
benzerini getirmekten acze düştükleri mucizeler, kendilerine geldiği ilk
seferinde iman etmedikleri gibi, yine iman etmeyeceklerdir.
Şöyle
de açıklanmıştır: Biz, bu gibi kimselerin, kalplerini iman etmesinler diye
evirip çeviririz. Nitekim daha önceki ümmetlerden kâfir olanlar da
gösterilmesini teklif ettikleri mucizeleri gördüklerinde iman etmemişlerdi.
İfadede
takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Yani: İlk defa İman etmedikleri gibi,
bu mucizeler kendilerine gelecek olursa yine iman etmeyeçeklerdir. Biz de
onların kalplerini ve gözlerini evirip çeviririz "de azgınlıkları
İçerisinde onları kör ve şaşkın terkederiz" ne yapacaklarını şaşırırlar,
kestiremezler.
Bu kabilden açıklamalar, daha
önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/15. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[19]
111. Eğer Biz onlara gerçekten melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle
konuşsalardı ve (istedikleri) herşeyikarşılarına topla-saydık, onlar yine de
Allah dilemedikçe iman etmezlerdi. Fakat onların çoğu bilmezler.
Yüce
Allah'ın: 'Eğer Biz onlara gerçekten melekleri indirseydik" ve onlar da
bunları gözleriyle görmüş olsalardı, diğer taraftan "ölüler" Bizim
kendilerini diriltmemiz suretiyle "kendileriyle konuşsalardı ve"
gösterilmesini istedikleri "herşeyi" her türlü mucizeyi
"karşılarına" önlerine getirip "toplasaydık, onlar yine de Allah
dilemedikçe İman etmezlerdi.
kelimesini
("kaP harfi ve "be" harfleri ötreli olarak değil de,
"kaf"ı esreli, "be"yi de üstün olarak okuyuş) İbn Abbas,
Katade ve İbn Zeyd'den nakledilmiş ve o da: Karşılarına anlamındadır. Aynı
zamanda bu, Nafi' ile îbn Âmir'in de kıraatidir. Bunun, gözleri görecek şekilde
yine iman etmeyeceklerdi anlamına geldiği de söylenmiştir.
Muhammed
b. Yezid ise, bu şekildeki okuyuşun bir tarafta (toplasaydık), anlamına
geldiğini söylemiştir. Benim filanın nezdinde malım var, denildiği vakit bu
şekilde söylenir. Buna göre bu kelime zarf olarak nasbedilmiştir. Diğerleri
ise "kaP ve "be" harflerini ötreli olarak okumuşlardır ki, bunun
da anlamı, teminatçılar olarak şeklindedir. Buna göre bu kelime kefil anlamına
gelen "kabil'in çoğuludur. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: Veya Allah'ı ve melekleri kefil olarak gedresin."
(el-İsra, 17/92) Yani, bu hususta bize teminat versinler, demektir ki, bu
açıklama el-Ferra'dan nakledilmiştir.
el-Ahreş;
topluluklar halinde anlamına geldiğini söylemiştir ki, Mücahid de bu
görüştedir. Her iki görüşe göre bu kelime hal olarak nasbedümiştir. Muhammed b.
Yezİd ise "kaf" ile "be" harflerinin ötreli okunuşunun, karşı
karşıya, karşılıklı anlamlarına geldiğini söylemiştir. Eğer gömleği önden
yırtıldıysa" (Yûsuf, 12/26) buyruğunda da bu anlamdadır. Kişinin ön ve
arkasına "kubulü ve duburü" denilmesi de buradan gelmektedir. Ebu
Zeyd de bu kelimenin karşı karşıya, yüz yüze anlamına geldiğini nakletmektedir.
Buna göre ötreli okuyuş da mana itibariyle esreli okuyuş gibi olur ve her iki
kıraat arasında bir fark olmaz. Bu açıklamayı da Mekkî nakletmektedir.
el-Hasen,
ağırlığı dolayısıyla "be" harfinin ötresini hazfedip sakin olarakdiye
okumuştur.
el-Ferra'nın
(yani teminat vermek anlamına gelmesi) şeklindeki görüşüne göre, konuşmayanın
konuşması sözkonusu olur. Aklı ermeyen varlıkların kefil ve teminatçı olarak
gelmesi ise, onlara gösterilecek büyük bir mucizedir. el-Ahfeş'in (yani,
varlıkların bölük bölük getirilmesi) şeklindeki açıklamasına göre ise, bir
araya gelmeleri, alışmadık şekilde bütün türlerin toplanması anlamına gelir.
"...
Onlar, yine de Allah dilemedikçe iman etmezlerdi" anlamındaki buyrukta yer
alan birincisinden, (yani müstesna minh'den) olmayan bir istisna mahallindedir.
Yani: Eğer Allah onların iman etmelerini dileyecek olsa müstesna. Buradaki
istisnanın; yüce Allah'ın ezeli ilminde iman edecekleri önceden sabit olmuş
mutlu kimseler oldukları da söylenmiştir. Bu buyrukta Peygamber (sav)'a
teselli vardır. "Fakat onların çoğu bilmezler" hakkı bilmeyen
kimselerdir. Tek bir mucize gördükten sonra daha başka mucizelerin
gösterilmesini teklif etmenin caiz olmadığını bilmeyen kimselerdir, an-iarmna
geldiği de söylenmiştir.
[20]
112. Biz her peygambere ins ve cin şeytanlarını böylece düşman kıldık.
Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı bir takım sözler vahyeder
(fısıldar). Eğer Rabbİn dileseydl bunu yapamazlardı. Artık, sen de onları
iftiraları ile baş başa bırak.
Yüce
Allah: "Biz, her peygambere... kıldık" buyruğu ile Peygamberini teselli
etmektedir. Yani Biz seni bu kavimle mübtelâ kıldığımız gibi, aynı şekilde
senden önceki bütün peygamberlere de "ins ve cin şeytanlarını böylece
düşman kıldık" diye buyurmaktadır.
Sibeveyh,
"kıldı" anlamına gelen Niteledi" anlamına geldiğini nakletmektedir.
Düşman," birinci meful, Her peygambere" ise ikinci meful
mahallindedir.
İns
ve cin şeytanlarını'' ise "düşman" kelimesinden bedeldir. Bununla
birlikte "(ûM-l): Şeytanların birinci meful, Düşman" kelimesinin de
ikinci meful olması da mümkündür. Şöyle demiş gibi olur; Biz, ins ve cin
şeytanlarını böylece düşman kıldık. el-A'meş de cin kelimesini Öne alarak Cins
ve ins şeytanlarını" diye okumuştur ki, anlam birdir.
"Onlardan
kimi kimine aldatmak için yaldızlı birtakım sözler vahye-der." Bunlarla
cin şeytanlarının ins şeytanlarına fısıldadığı sözleri kastetmektedir. Onların
fısıldadıkları sözlere "vahiy" adının verilmesi gizlice oluşundan
dolayıdır. Onların olmadık şeyleri anlatıp göstermelerini ise
"yaldızlı"
diye
nitelendirmesi bu ftsıldayışlanm kendilerine süslü göstermeleri
dola-yısıyladır. Altına (süs anlamında): "Zulıruf" denilmesi de
bundan dolayıdır. Gerçek olmayan şekliyle süslü ve güzel gösterilen her şey de
zuhruf adını alır. "Muzahraf" ise süslenen demektir. Suyun zuhrufları
ise kolları demektir.
Aldatmak
için" buyruğu, mastar meful-i mutlak olarak mansub-dur. Çünkü:
"Onlardan kimi kimine... vahyeder" buyruğu bu vahiy ve
fı-sîldaşmalarıyla onları alabildiğine aldatırlar anlamındadır. Hal mahallinde
olması da mümkündür.
Aldatmak
(el-ğurur); batıl anlamındadır. en-Nehhâs der ki: İbn Abbas'tan zayıf bir
isnadla, yüce Allah'ın: "Kimi kimine... fısıldarlar" buyruğu hakkında
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Cinlerden her biri ile bir şeytan ve İnsanlardan
her biri ile bir şeytan vardır. Biri öteki ile karşılaştığında şöyle der: Ben,
bu adamımı şu işle saptırdım. Sen de onun bir benzeriyle adamını saptır.
Diğeri de ona benzer bir şey söyler. İşte onların birbirlerine vahyetme-leri
budur. İkrime, ed-Dahhâk, es-Süddî ve el-Kelbî de böyle demişlerdir.
en-Nehhâs
der ki: Birinci görüşe (yani, cin şeytanlarının ins şeytanlarına vesvese
verdiği şeklindeki açıklamaya) yüce Allah'ın şu buyuruğu deli) teşkil
etmektedir: "Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmeleri İçin kendi dostlarına
telkinde (vahiyde) bulunurlar."(el-En'âm, 6/121) İşte bu buyruk, açıkladığımız
bölümü beyan etmektedir.
Derim
kî; Buna sahili sünnetten Hz. Peygamber'in şu buyruğu da delâlet etmektedir:
"Sizden kendisiyle birlikte cinden yandaşj (onu saptırmakla görevli
şeytanı) beraber bulunmayan hiçbir kimse yoktur." Sen de mi Ey Allah'ın
Rasulü? diye sorulunca, o da şöyle buyurdu: "Ben dahi böyleyim. Şu kadar
var ki, Allah ona karşı bana yardım etti, ben de onun şerrinden
kurtulabili-yorum. O bakımdan bana hayırdan başka bir şey emretmiyor."[21]
Buradaki;
kelimesi, "mim" harfi ötreü ve üstün olarak rivayet edilmiştir.
Ötreli rivayet, ben onun şerrinden kurtuluyorum, anlamındadır. Üstün rivayet
ise müslüman oldu anlamındadır. Hz. Peygamber: "Sizden... kimse
yoktur" diye buyurmakta fakat şeytanlardan da kimse yoktur diye
bu-yurmamıştır. Bununla birlikte, Hz. Peygamber'in bununla iki cinse de birisini
zikrederek dikkat çekmiş olması muhtemeldir. O takdirde bu, yüce Allah'ın:
"Ve sizi sıcaktan koruyacak elbiseler" (en-Nahl, 16/81) buyruğu türünden
olur. (Soğuktan koruyacak elbiseler ise delaleti dolayısıyla
zikredilrne-miştir). Ancak bu şekilde olma ihtimali uzaktır. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Avf
b. Malik Ebu Zer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu
ki; "Ey Ebu Zer, ins ve cin şeytanlarının şerrinden Allah'a sığındın
mı?" Ebu Zer: Ey Allah'ın Rasulü, peki insin de şeytanları var mıdır? diye
sordu, şöyle buyurdu; "Evet, hem de onlar cin şeytanlarından daha
kötüdürler.[22]
Malik
b. Dinar da der kt: İns şeytanı benim için cinlerin şeytanından daha zorludur.
Çünkü ben, Allah'a sığındım mı cin şeytanı yanımdan uzaklaşır, gider, tns
şeytanı ise bana gelir ve göz göre göre beni masiyetlere çeker.
Ömer
b. el-Hattab da (r.a) bir kadım:
"Şüphesiz
kadınlar sizler için yaratılmış reyhanlardır ve Hepiniz reyhanı koklamayı
arzularsınız.*
diye
bir beyit okuduğunu işitince ona: Şüphesiz kadınlar bizim için yaratılmış
şeytanlardır, şeytanların şerlerinden Allah'a sığınırız diye cevap verdiği
nakledilmektedir.
Yüce
Allah'ın: "Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı." Yani, aldatıcı
yaldızlı sözleri birbirlerine fısıldaşamazlardı.
"Artık
sen de onları... btrak" buyruğu, tehdit anlamını ihtiva eden bir emirdir.
Sibeveyh
der ki: -Terketti anlamında-da denilmez, da denilmez. Bu iki fiil yerine;
kullanmakla yetinmişlerdir.
Derim
ki: Bu açıklama çoğunluk hakkında uygundur. Haîbuki Kur'an-ı Kerimde bu İki
fiilin de kullanıldığını görüyoruz: "(Kimseleri ter-ket" (el-En'âm,
6/70); Onları bırak, terket" (el-En'âm, 6/91, 112 ) ve saire ile Seni
terketmedi" (Dulıa, 93/3) diye buyurulmaktadır.
Hadis-i
şerifte de şöyle buyurulmaktadır: Bir takım kimseler, ya cumaları terk etmekten
vazgeçecekler..."[23]
Artık bunu yaptılar mı, onlar terkedilmiş olurlar.[24] Bu
gibi buyruklarda bu fiiller baştaki "vav" harfi İle birlikte
kullanılmışlardır.
ez-Zeccâc der ki:
"Vav" harfi ağır bîr harftir. Terketti, fiilinde vav harfi olmamakla
birlikte "vav" harfi bulunan diğer fiillerle aynı anlamı İfade ettiğinden
"vav" harfi bulunan fiillerin kullanımı terk'edilmiş oldu. İşte,
(Sibe-veyh'in) sözünün anlamı budur, yoksa bütün hallerde böyle olduğu anlamına
gelmez.
[25]
113. Tâ ki, âhirete iman etmeyenlerin kalpleri ona meyletsin, bir de ondan
hoşnut olsunlar ve kazanabildiklerini kazansınlar.
Yüce
Allah'ın: "Tâ ki... kalpleri ona meyletsin" buyruğunda geçen;
"Tâ ki... meyletsin" anlamındadır. Fiilin son harfi "yâ"h
da kullanılır, "vav"h da kullanılır. Aynı anlamı ifade eder. Şair
der ki:
"Sen,
sefîh kimsenin sapasağlam her sözden yan çizdiğini görürsün.
Buna
karşılık onun şüpheye düşürücü sözlere kulak verdiğini de görürsün."
İçinde
bulunanlar bir araya toplansın diye kabı eğdim, anlamındadır. Bu kelime, asıl
itibariyle herhangi bir maksat dolayısıyla bir şeye meyletmek demektir. Batmaya
yüz tutmuş yıldızlar hakkında kullanılan, tabiri de buradan gelmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de de: Çünkü kalpleriniz meyletmiştir" (et-Tahrim, 66/4)
diye buyrulmaktadır.
Ebu
Zeyd der ki: ifadeleri, o sana meylediyor anlamındadır. Hadis-i şerifte de: Kabı
ona doğru meylettirdi, eğdi[26]
denilmektedir. Yani, kediye kabı eğdi anlamındadır.
ise,
meyledip de yanında bulunanları elde etmek istedikleri akrabalığı hususunda
filana ikramda bulundular," demektir. Dişi deve üzerine eğer takımları
bağlandığı sırada birşeylere kulak verip dinlemek istiyormuşçasına başını
sahibine doğru eğecek olursa, denilir. Zu'r Rimme der ki:
"Üzerine
eğer takımlarını koyduğu vakit hemen ona yapışırca sına eğiliverir. Nihayet
ayaklarım üzengiye koyup da üstüne bindi mi çabucak yoluna koyulur."
Tâ
ki... meyletsin" buyruğundaki "lam," "lam'ı key" diye
bilinir. Burada amel eden ise "vahyeder" fiilidir ki, takdiri
şöyledir: Kendilerini aldatmak ve kalpleri ona meyletsin diye birbirlerine
vahyederler, fısıldaşırlar. Bazıları, bu "lairTın "emir lam"ı
olduğunu iddia etmişlerse de bu bir yanlışlıktır. Çünkü, o takdirde sondaki
"elif"maksuremin de hazfedilerek; şeklinde olması gerekirdi. Buradaki
"lam", "Iam-ı key"dir. (Tâ ki anlamında)
Aynı
şekilde Bir de ondan hoşnut olsunlar ve... kazansınlar" dakı lam'lar da böyledir.
Şu kadar var ki el-Hasen, "lam" harflerini sakin olarak; diye okumuş
ve tehdit anlamında bu "İam"ı "emir lam"s olarak kabul
etmiştir. Dilediğini yapabilirsin, demek
"Ve
kazanabildiklerini kazansınlar" şeklindeki anlam, İbn Abbas, es-Süd-dîve
İbn Zeyd'in açıklamasına göredir. Aynı fiil kullanılarak:
Aile
halkı için kazanmak üzere çıktı," denilir. Bir kişi herhangi bir işe
girişip onu yaptı mı, denilir.
hakkımda
şüphe ile yaptığın bu iddiada bana iftirada bulunuyorsun," anlamındadır.
Yaranın kabuğunu almayı ifade etmek üzere de denilir, yalan söyledi
anlamındadır. Şair Ru'be der ki:
"Uydurulup
yalan söyleyerek düzülen gözlere karşı fayda vermedi Ne takvâlıhnın takvası, ne
afifin iffeti."
Asü
itibariyle bu, bir şeyden bir parça kesip almak anlamındadır.
[27]
114. "O, size Kitabı açık açık indirmişken Allah'tan başka bir hakem
mi arayacakmışım?" Kendilerine kitap verdiklerimiz, bunun muhakkak Rabbin
tarafından hak ile indirildiğini bilirler. Artık sakın şüphe edenlerden olma.
Yüce
Allah'ın: Allah'tan başka bir hakem mi arayacak
mışun"
buyruğundaki "başka" anlamına gelen; kelimesi, arayacakmışım"
anlamı verilen; ile nasbedilmiştir. Hakem" lafzı ise, temyî2 olarak
nasbedilmiştir. Hal olarak nasbediİdiği de kabul edilebilir.
Buyruğun
anlamı da şöyledir: Size geniş geniş açıklamalar ihtiva eden bu Kitabı indirmek
suretiyle âyet ve mucizeler istemenize gerek bırakmamış olan O yüce Allah'tan
başkasını mı ben sizin için hakim olarak arayacak mışını?
Diğer
taraftan "hakem" kelimesi, hakimden daha beliğ bir anlam ifade eder.
Hak ile hüküm veren kimse hakem adını almaya hak kazanır. Zira bu övgü de
ta'zim sıfatıdır. Hakim ise fiile göre cereyan eden bir sıfattır. Hakk'tan
başkasıyla hüküm verene de bu isim verilebilir.
"Kendilerine
kitap verdiklerimiz" buyruğu ile yahudi ve hıristiyanlan kast etmektedir.
Onlardan İslâm'a giren Selman, Suheyb ve Abdullah b. Selam gibileri olduğu da
söylenmiştir. "Onlar bunun" yani Kur'an-ı Kerim'in "muhakkak
Rabbin tarafından hakk ile İndirildiğini biUrler." Onda bulunan her türlü
va'd ve tehdidin hakk olduğunu bilirler. "Artık sakın şüphe edenlerden
olma." Onların bu Kitabın Allah tarafından İndirildiğini bildikleri hususunda
şüphe edicilerden olma.
Ata
der ki: Kendilerine Kitab verdiklerimiz ile kastedilenler, Muhammed (sav)'ın
ashabının ileri gelenleri, başkanları, Ebu Bekr, Ömer, Osman ve Ali
(r.anhum)'dırlar.
[28]
115- Rabbinin sözü doğruluk ve adalet bakımından tamamdır. O'nun sözlerini
değiştirebilecek yoktur. O, herşeyi işitendir, hakkıyla bilendir.
'Rabbininsözü...
tamamdır" buyruğundaki {£z£y. Söz" kelimesini Küreliler tekil
okumuşlardır. Diğerleri ise çoğul olarak; ( ^;.ıj-): Sözleri şeklinde
okumuşlardır.
İbn
Abbas, şöyle açıklamıştır: Rabbinin yaptığı tehditleri değiştirecek kimse
yoktur. Sözler, bizzat kullanılan ibarelere raci de olabilir, va'd, tehdit ve
bunlara benzer alakaiı oldukları diğer hususlara da raci olabilir, Katade der
ki: Sözlerden kasıt Kur'an-ı Kerim'dir. Kimse onu değiştiremez, iftiracılar
ona fazla bir şey ekleyemeyecekleri gibi ondan hiçbir şey de eksiltemezler.
"Doğruluk
ve adalet bakımından" yani, va'd edip verdiği hükümler bakımından
eksiksizdir. Kimse onun hükmünü geri çeviremez, sözünde durmaması sözkonusu
değildir.
er-Rummanî,
Katade'den şöyle dediğini nakletmektedir: Hakkında hüküm verdiği şeylerde kimse
sözlerini değiştiremez. Yani, her ne kadar kitap ehlinin lafız itibariyle
Tevrat ve İncil'i değiştirmeleri mümkün olsa bile onların bu değiştirmelerinin
ehemmiyeti yoktur, Âyet-i kerime, Kur'an-ı Kerim'in delaletlerine tabi olmanın
vücubunu ortaya koymaktadır. Çünkü, Kur'an-ı Kerim, onu nakleden şeylerle
değiştirilmesi mümkün olmayan hakkın kendisidir. Zira hiçbir şeyin kendisine
gizli kalmadığı lıakîm bir Rabb tarafından indirilmiştir.
[29]
116. Eğer sen, yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen, seni Allah
yolundan saptırırlar. Onlar ancak zannederler, onlar ancak asılsız tahminlerde
bulunurlar.
117- Şüphe yok ki Rabbİn yolundan sapanları da en İyi bilendir, O,
hidayette olanları da en iyi bilendir.
Yüce
Allah'ın: "Eğer sen yeryüzünde bulunanların çoğuna" yani, kâfirlere
"itaat edersen, seni Allah yolundan" yani, Allah'ın sevap ve mükâfatını
almaya götüren yoldan "saptırırlar. Onlar, ancak zannederler."
buyruğundaki anlamındadır. (Yani, zandan başkasına uymuyorlar). Yine
"onlar ancak asılsız tahminlerde bulunurlar" buyruğunda da böyledir,
Asılsız tahminlerde bulunurlar." kendi zanlanna göre kanaat belirtirler,
ölçüp biçer, takdir ederler. Tahminde bulunmak da buradan gelmektedir. Asıl
anlamı ise kesmek demektir. Şair der ki:
"Sen
aramızda mızrakların parçalarını çubukların pürüzlerini düzeltip Elleriyle
arşınladıklarına benzediklerini görürsün."
Beyitteki
Çubuk parçalan, çoğuludur. Haracını almak üzere hurma ağacındaki meyveyi
tahmin etme İşini anlatmak üzere de denilir. Buna göre ise kesin olarak ifade
edilmesi mümkün olmayan şeyi kestirip atan, kesinlikle ifade eden, demektir.
Bunun caiz olmayışı ise, bu konuda kesin bilgi sahibi olmadığından dolayıdır.
Bu
hususa dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle ileride ez-Zariyat
Sûresi'nde (51/10. âyetin tefsirinde) gelecektir.
"Şüphe
yok ki Rabbin, yolundan sapanları da en İyi bilendir." Bazıları, buradaki
"en İyibilen"in bilir anlamına kullanıldığını söylemiş ve buna da
Hatem et-Taî'nin:
"Taylı'lar
bizden ayrı bir antlaşmaya girdiler
Bizim
ise onları yardımsız bırakmayacağımızı Allah en iyi bilendir,"
Beyti
île el-Hansâ'nın şu beyitini tanık olarak göstermişlerdir;
"Allah
bilir ki onun tenceresi (ya da kalkanı) rüzgâr gibi (Sabahleyin) gider, yahut
(akşamleyin.) yol alır."
Ancak,
bu beyitlerde delil olacak bir taraf yoktur. Zira bu: *O, hidayette olanları da
en iyi bilendir" buyruğuna uygun düşmez. Çünkü bu buyruğun asıl kipinin
ifade ettiği anlam üzere olması muhtemeldir.
"Yolundan
sapanları" buyruğundaki; Kim, hangi anlamındadır. Buna göre bu, ref
mahallinde olup, onu ref eden,
Sapan," fiilidir.
En
iyi bilen" ile nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir. Yani, muhakkak
Rabbin, insanlar arasında hangisinin yolundan saptığını en iyi bilendir.
Mecrur olmasını gerektiren amilin hazfı dolayısıyla nasb mahallinde olduğu da
söylenmiştir ki, Sapan kimseleri," demek olur. Bunu kimi Basralı
nahivciler söylemiştir, güzel bir açıklamadır. Çünkü daha sonra: , hidayette
olanları da en iyi bilendir" diye buyruldu-ğu gibi, en-Nahl Sûresİ'nin
sonlarında da şöyle buyrulmaktadır: "Şüphesiz ki Rabbin, yolundan
sapanları da en iyi bilenin tâ kendisidir, O, hidayette olanları da en iyi
bilendir," (en-Nahl, 16/125)
Âyet-i
kerimede "sapan" anlamındaki fiil, "saptıran" anlamında;diye
de okunmuştur ki, bu kıraate göre mef ulun hazfedilmesi sözkonusu olur. Ancak
birinci kıraat daha güzeldir. Zira, daha sonra: "O, hidayette olanları da
en iyi bilendir" diye buyurmaktadır. Şayet bu "sapma" fiili
saptırma anlamındaki; 'den gelmiş olsaydı, o takdirde de; Ve O, hidayete
iletenleri de en iyi bilendir," demesi gerekirdi.
[30]
118. Şayet O'nun âyetlerine İman edenler iseniz, artık üzerlerine Allah'ın
adı anılanlardan yeyin.
Yüce
Allah'ın; "Artık üzerlerine Allah'ın adı anılanlardan yeyin" âyeti,
şu sebeple inmiştir. Bazı kimseler. Peygamber (sav)'e gelip: Ey Allah'ın
Ra-sulü, biz kendimizin öldürdüklerini yiyoruz da Allah'ın öldürdüğünü (yani,
kesme dışında herhangi bir yolla ölenleri) yemiyoruz diye sordular. Bunun
üzerine, yüce Allah'ın: "Şayet... Allah'ın adı anılanlardan yeyin"
âyetinden itibaren "eğer onlara İtaat ederseniz, elbette siz de müşrikler
olursunuz" (el-En'âm, 6/121) buyruğuna kadar nazil oldu. Bunu Tirmizî ve başkaları
rivayet etmiştir.[31]
Ata der ki: Bu, âyet-i
kerime, içilene, kesime ve yenilen herşeye Allah'ın adını anmayı emretmektedir.
Yüce Allah'ın: "Şayet O'mm âyetlerine İman edenler iseniz" buyruğu
O'nun hükümlerine inanan ve emirlerini uygulayan kimseler iseniz, demektir.
Çünkü bu âyetlere iman etmek, onlan alıp uygulamayı ve onlara tam anlamıyla
bağlanıp itaat etmeyi gerektirmektedir.
[32]
119. Üzerine Allah'ın adı anılanlardan yememenize sebep ne? Halbuki O
size, -kaçınılmaz olarak kendisine ihtiyaç duyduklarınızı müstesna kılarak-
neyi haram kıldığını ayrı ayrı açıklamıştır. Gerçekten bir çok kimse
bilgisizce, hevâlarıyla saptırıyorlar. Şüphesiz Rabbin, haddi aşanları çok iyi
bilendir.
Yüce
Allah'ın: "Üzerine Allah'ın adı anılanlardan yememenize sebep ne"
buyruğunun
anlamı şudur: Kendi ellerinizle öldürmüş olsanız dahi üzerlerine Allah'ın
adını andıklarınızdan yememenize engel olan nedir? "Halbuki O size... ayrı
ayrı açıklamıştır." Size neyin helâl, neyin haram olduğunu açtk-larruş ve
şüphe ve tereddütlerinizi gidermiştir.
...
Ne" takrir ihtiva eden bir sorudur. İfadenin takdiri şöyledir: Yani,
sizin için bunlardan yememenize sebep teşkil eden nedir?. Buna göre, mastar
takısı olan "ne", harM cer takdiri ile cer mahallindedir. Harf-i cer
takdir edilmeksizin nasb mahallinde olması da mümkündür. O takdirde nasb eden
de Size sebep ne" buyruğunda yer alan ve "sizi alıkoyan"
takririnde olan fiil manasıdır.
Daha
sonra yüce Allah: "Kaçınılmaz olarak kendisine ihtiyaç duyduklarınızı
müstesna kılarak" buyruğu ile istisnada bulunmaktadır ki, bununla raeyte
(.leş) ve buna benzer haram kılmış olduğu diğer bütün yiyecekleri kast
etmektedir. Bakara Sûresi'nde (2/172-173. âyetler, 25. başlıkta) geçtiği gibi.
Buradaki istisna, munkatı1 istisnadır.
NarV
ile Yakub, Halbuki O size neyi haram kıldığını ayrı ayrı açıklamıştır*
buyruğunda her iki fiili de (ilk harflerini malum bina ile) üstün olarak
okumuştur. Ebu Amr, İbn Âmir ve İbn Kesir her iki fiilin de ilk harflerini
ötreli olarak (meçhul olarak) okumuşlardır. Buna göre: Halbuki size neyin haram
kılındığı ayrı ayrı açıklanmıştır, demek olur.
Kûfeliler
ise, birincisini üstün, ikincisini de ötreli olarak okumuşlardır. Buna göre
anlam: Halbuki O size neyin haram kılındığını ayrı ayrı açıklamıştır şeklinde
olur. Atiyye el-Avfi ise, "sad" harfini şeddesiz olarak; diye okumuştur
ki, bunun da anlamı, açıkça belli olmuş, ortaya çıkmıştır şeklindedir. Nitekim:
Elif, Lâm, Râ. Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da açık seçik ortaya
çıkmış bir kitaptır" (Hûd, 11/1) (Meal örnek gösterilen kıraate göre
verilmiştir, "fe" harfi ötreli, sad'in şeddeli ve es-reli olarak
okunuşa göre meali ise: Sonra da geniş geniş açıklanmıştır anlamındadır). Ebu
Ubeyde ise Medİnelilerin kıraatini tercih etmiştir.
Şöyle
de açıklanmıştır: "O, size... açıklamıştır." Yani, gereği gibi beyan
etmiştir. Bu ise yüce Allah'ın Maide Sûresi'nde sözünü ettiği: "Leş, kan,
domuz eti... size haram kılındı" (e[-Maide, 5/3) buyruğunda sözü
geçenlerdir.
Derim
ki: Ancak bu görüş tartışılır. Çünkü, el-En'âm Sûresi Mekke'de inmiş, el-Maide
ise Medine'de İnmiştir. Henüz indirilmemiş buyruklara nasıl atıfta
bulunabilir? Ancak "açıklamıştır" anlamındaki mazi fiil Açıklayacağı
şeklinde rnuzari fiil anlamında olması halinde kabul edilebilir. Doğrusunu en
iyi bilen Allahtır.
"Gerçekten
bir çok kimse bilgisizce, hevalarıyla saptırıyorlar" buyruğunda,
"saptırıyorlar" anlamına gelecek şekilde "ye" harfini
ötreli okuyuş, Kûfelilerin kıraatidir. Başkaları bunu "Gerçekten bir çok
kimse bilgisizce he-vâlârıyla sapıyorlar" anlamını verecek şekilde
"ye" harfini üstün olarak okumuşlardır. Burada (kıraat farkına göre
sapan veya saptıranlar), kastedilenler müşriklerdir. Çünkü onlar: Allah'ın
kendi bıçağıyla kestiği, sizin kendi bıçaklarınızla kestiklerinizden
hayırlıdır demişlerdi. "Bilgisizce" yani, kesim konusunda bildikleri
bir bilgiye dayalı olmaksızın... Zira kesimdeki hikmet, Allah'ın bizim için
-kendiliğinden ölenden farklı olarak- haram kılmış olduğu kanı dışarı çıkmasını
sağlamaktır. Bundan dolayı yüce Allah kesimin özel bir yerde yapılmasını bize
meşru kılmıştır. Böylelikle kesim, hayvanda bulunan kanın -diğer azalanndan
farklı olarak- dışarı çıkmasına sebep teşkil etsin. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[33]
120. Günahın açık olanını da gizlisini de bırakın. Çünkü günah kazananlar,
kazanmakta oldukları yüzünden cezalandırılacaklardır.
Yüce
Allah'ın: "Günahın açık olanını da gizlisini de bırakın" buyruğu ile
ilgili olarak ilim adamlarının söylediği pek çok söz vardır. Bunların özü ise
şudur: "Açık olan"dan kasıt, yüce Allah'ın beden ile ilgili olup
yapılmasını yasak kıldığı işlerdir.
"Gizli
olan'dan kasıt İse, kalpte kararlaştırılan ve Allah'ın vermiş oludu-ğu emir ve
yasaklara muhalefet etme karandır. Bu ise, (yani gizli olandan kaçınmak) ancak
muttaki ve ihsan derecesine ulaşmış olanların erişebilecekleri bir mertebedir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra da sa-kıntp iman ettikleri,
sonra yine sakınıp ihsanda bulundukları takdirde..." (el-Maide, 5/93) Bu
da yine el-Mâide Sûresi'nde (sözü geçen âyetin tefsirinde) açıklandığı üzere
üçüncü mertebeyi ifade eder.
Şöyle
de açıklanmıştır: Cahiliye döneminde açıktan açığa işlenen zina ve gizli olarak
dost edinmeler kastedilmektedir. Bizim baş tarafta sözünü ettiğimiz
açıklamalar, her türlü günahı kapsayacak ve her türlü emri de yerine getirmeyi
gerekli kılacak bir muhtevadadır.
[34]
121. Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin. Çünkü o, elbette bir
fısktır. Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmeleri İçin kendi dostlarına
vahiyde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz, elbette siz de müşrikler
olursunuz.
Yüce
Allah'ın: "Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin. Çünkü
o,
elbette bir fisktır" buyruğuna dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
[35]
Ebû
Dâvûd rivayetle der ki: Yahudiler, Peygamber (sav)'a gelip şöyle dediler: Biz
kendi öldürdüklerimizden yiyoruz da Allah'ın öldürdüğünden ye-miyoruz (neden)?
Bunun üzerine aziz ve celii olan Allah: "Üzerine Allah'ın adı
anılmayanlardan yemeyin" âyetini sonuna kadar indirdi.[36]
Nesâî'nin
de İbn Abbas'tan rivayetine göre o, yüce Allah'ın: "Üzerine Allah'ın adı
anılmayanlardan yemeyin" buyruğu hakkında şöyle demiştir: Müşrikler,
onlarla (yani rnü'minlerle) tartışarak şöyle dediler: Allah'ın kestiğini
ye-miyorsunuz, fakat kendinizin kestiklerini yiyorsunuz.[37]
Bunun
üzerine yüce Allah onlara şöyle buyurdu: Yemeyiniz, çünkü siz onlar üzerine
Allah'ın adını anmış değilsiniz
İşte
burada da usule dair bir mesele ortaya çıkmaktadır ki, o da bir sonraki
başlığımızın konusunu teşkil etmektedir:
[38]
Bir
sebebe binaen vârid olmuş bir lafız, yalnızca o sebebe münhasıran kabul edilir
mi, edilmez mi? tlim adamlarımız derler ki: Şari'in umum lafızlar için
kullanılan sigalardan herhangi birisiyle (soru ve sebep sözkonusu olmaksızın)
zikretmiş olduğu hususlarda umumun sözkonusu olduğu iddiasının doğruluğu su
götürmez. Ancak, bir soruya cevap olmak üzere zikretmiş olduğu sigaya gelince,
bu hususta usul-i fıkıhta bilinen etraflı açıklamalar vardır. Şu kadar var kî,
soru sormaksızın bağımsız bir lafız ile bir açıklamada bulunulacak olursa, bu
da umumun kastedildiğinin sahih bir iddia olduğu şeklinde, birincisi gibidir.
Buna
göre yüce Allah'ın: "Yemeyin" buyruğu, leşin yenilmesinin yasak-lığı
hususunda zahirdir. "Üzerinde Allah'ın adı anılmamış olması" şeklindeki
umumi hüküm dolayısıyla Allah'tan başkasının adt anılarak kesilen de bunun
kapsamına girer. Ayrıca yüce Allah'ın: "Bir de Allah'tan başkasının adı
anılarak kesilen" (el-Bakara, 2/173) buyruğundaki lafız gereğince haram
olmasını gerektiren Allah'tan başkasının adı anıldığı için, bu umumi yasağın
kapsamına girmektedir.
Müslümamn
kesim esnasında ve av hayvanını salıvermesi sırasında kasten besmele çekmeyi
terk ettiği hayvan bunun kapsamına girer rai, girmez-mi? Bu da bir sonraki
başlığın konusunu teşkil etmektedir.
[39]
Bu
hususta ilim adamlarının birbirinden farklı beş ayrı görüşü vardır
1. Eğer besmeleyi unutarak terkedecek olursa, kestiği de, avladığı da yenilir.
Bu, İshâk'ın görüşü olduğu gibi Alımed b. Haiibel'den gelen rivayetlerden
birisi de böyledir. Kasten besmeleyi terkedecek olursa, kestiği de avladığı da
yenilmez. "el-Kitab"da Malik de, İbnü'l-Kasım da böyle demişlerdir.
Bu
aynı zamanda Ebu Hanife'rtin ve arkadaşlarının, es-Sevrî'nin, el-Hasan b.
Hayy'ın, İsa'nın ve Esbağ'tfi da görüşüdür. Said b. Cübeyr ile Ata da bu görüşte
olup en-Nehhâs da bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: Bu, daha güzel bir
görüştür. Çünkü bir kimse eğer unutarak besmeleyi terkedecek olursa, onun
kestiğine "fısk" adı verilmez,
2.
Kasten veya unutarak terkedecek
olsa, kestiği de avladığı da yenilir. Bu, Şafiî ve el-Hasen'tn görüşü olduğu
gibi, bu görüş İbn Abbas, Ebu Hu-reyre, Ata, Said b. el-Müseyyeb, Cabir b.
Zeyd, İkrirne, Ebu İyad, Ebu Râ-fi1, Tavus, İbrahim en-Nehaî, Abdurralıman b.
Ebi Leyla ve Katade'nin de görüşüdür.
ez-Zehravî,
Malik b. Enes'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Kasten ya da unutarak besmele
terk edilerek kesilen hayvanın eti yenilir. Bu görüş Ra-bia'dan da rivayet
edilmiştir. Abdulvehhab der ki: Besmele sünnettir. Kesen, bunu unutarak
terkedecek olursa Maiik ve arkadaşlarının görüşüne göre kesilen hayvanın eti
yenilir.
3- Kasten ya da unutarak besmeleyi terkederse, onu yemek haram olur. Bu
görüş de Muhammed b. Şirin, Abdullah b. Ayyaş b. Ebi Rebia, Abdullah b. Ömer,
Nah', Abdullah b. Zeyd el-Hutamî ve eş-Şa'bî'nin görüşüdür. Ebu Sevr ile Dâvud
b. Ali ve bir rivayette de Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir.
4. Kasten besmeleyi terkedecek olursa, yenmesi haram olur. Kadı
Ebu'l-Hasen ile bizim mezhebimi?, alimlerinden eş-Şeylı Ebu Bekr de bu görüştedirler.
5. Eşheb der ki; Kasten besmeleyi terk edenin kestiği -besmeleyi hatife
alan bir kişi olması hali müstesna- yenilir. Taberî de buna yakın bir görüş
ifade etmiştir. Bunun delillerine gelince; yüce Allah: "Artık üzerlerine
Allah'ın adı anılanlardan yeyin" (el-En'âm, 6/118) diye buyurduğu gibi:
"Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" diye buyurmakta,
böylelikle her iki durumu da açıklayıp bu iki duruma ait hükümleri de izah
etmektedir. Yüce Allah'ın; "Yemeyin" buyruğu haramhk ifade eden bir
nehiy (yasak)'dir. Bunun kerahet ile yorumlanması caiz değildir. Çünkü, bu
nehiy, kural gereği katıksız haramı da ihtiva etmektedir. Bunun kısımlara
ayrılması, yani aynı zamanda hem haramlığın, hem de kerahetin kast edilmesi
mümkün olamaz. İşte bu usul kaidelerinin en nefisleri arasında yer alır.
Unutana
gelince, unutan kimseye yönelik bir hitap sözkonusu değildir. Zira, unutkanın
muhatap alınmasına imkân yoktur. Dolayısıyla sözü geçen şart (Allah'ın ad)
anılmaksızın kesilenlerden yememekVonun için vacip değildir.
Kasti
olarak besmeleyi terk edene gelince, bunun için üç hal sözkonusu-dur: Ya
hayvanı kesim için yatırdığı vakit besmele çekmeyi terkeder ve zaten benim
kalbim Allah'ın isimleri ve tevhidi ile doludur. Ayrıca onu dilimle zikretmeye
ihtiyacım yoktur der. Bu şekilde diyenin bu kanaati geçerlidir. Çünkü yüce
Allah'ı zikretmiş ve ta'zim etmiş demektir.
Yahut
da: Burası sarih bir şekilde besmele çekilecek bir yer değildir. Zira, hayvan
kesimi Allah'a yakınlaştırıcı bir ibadet (bir kurbet) değildir. Böyle diyenin
durumu da kurtancıdır. Yahut da böyle bir kimse, ben besmele çekmem. Hem
besmelenin ne ehemmiyeti var ki, der. Böyle diyen bir kimse bu işi hafife alan
fasık kimsedir. Ve onun kestiği de hiç bir şekilde yenilmez.
İbnü'l-Arabî
der ki; Ben, muhakkiklerin başı İmamu'HIarameyn'in şu sözünden dolayı hayret
ediyorum: Yüce Allah'ı anmak, Allah'a yakınlaştırıcı iba-detierde meşru
kılınmıştır. Hayvan kesimi ise böyle yakınlaştırıcı bir ibadet değildir. Ancak
bu iddia Kur'an ve sünnete uygun değildir. Çünkü Peygamber (sav) sahih hadiste
şöyle buyurmuştur: "Kanı akıtan (alet ile kesilen) ve üzerinde Allah'ın
adı anılandan ye."[40]
Maksat,
kalpte Allah'ın adını anmaktır. Çünkü anmak (zikir) unutmanın zıttı dır.
Unutmanın yeri de kalptir. Anmanın yeri de o halde kalptir. el-Berâ b. Azibe de
şöyle dediği rivayet edilmektedir: İster besmele çeksin, ister çekmesin,
Allah'ın adı her mü'minin kalbinin üzerindedir; denilse;
Şöyle
cevap verilir: Zikir, hem dille, hem kalp ile olur. Arapların uygulaması ise,
dilleriyle put ve heykellerinin adını anmak şeklinde İdi. Şanı yüce
Allah
ise, onların bu anısını, kendi adının dillerde anılmasını emrederek nesli
etmiştir. Ve bu iş şeriatte yaygınlık kazanmıştır. Öyle ki Malik'e: Bir kimse
abdest aldığı vakit Allah'ın adını anar mı diye sorulunca, O: Böyle bir kimse
hayvan mı kesmek istiyor diye cevap vermiştir. Besmelenin gerekmediğini
söyleyenlerin delil diye gösterdikleri: "Allah'ın adı mü'min her kişinin
kalbi üzerindedir" şeklindeki hadis ise, zayıf bir hadistir.[41]
Kimi
ilim adamı da kesilen hayvana besmele çekmenin vacip olmadığını, Hz.
Peygamber'den rivayet edilen şu hadisi delil göstererek ileri sürmüşlerdir:
Hz. Peygamber'e: Ey Allah'ın Rasulü, bazıları bizlere et getirmektedirler. Biz
de onların üzerinde Allah'ın adını anıp anmadıklarını bilmiyoruz, diye
sormaları üzerine, Rasulullah (sav): "Siz üzerine Allah'ın adını anınız ve
yeyîniz" diye buyurmuştur.
Bunu
Dârakutnî, Aişe'den[42]
rivayet ettiği gibi, Malik de mürsel olarak Hişam b. Urve'den, o da babası
yoluyla rivayet etmiştir. Bu hadisin mürsel olduğu hususunda (Hişâm'a)
muhalefet edilmemiştir. Malik, hadisin sonunda: Bu, İslâm'ın ilk dönemlerinde
idi, diye açıklamaktadır.[43]
Bununla: "Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" âyeti
inmeden önce böyleydi, demek istemektedir.
Ebu
Ömer b. Abdi'l-Berr) der ki: Bu açıklama zayıf bir açıklamadır. Çünkü bizzat
hadisin kendisinde bunu reddedecek işaretler vardır. Şöyle ki, Hz. Peygamber bu
hadiste onlara yerken Allah'ın adını anmalarını emretmektedir. İşte bu, âyet-i
kerimenin Hz. Peygamber'e nazil olmuş olduğuna delalet etmektedir.
Söylediğimizin doğruluğuna delâlet eden hususlardan birisi de şudur: Bu
hadisin sözünü ettiği olay Medine'de olmuştur. Yüce Allah'ın; "Üzerine
Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" âyeti ise el-En'âm Sûre-si'nde olup
Mekke'de indiği hususunda ilim adamlarının görüş ayrılığı yoktur.
Yüce
Allah'ın: "Çünkü o elbetteki bir fraktır" buyruğuna gelince; İbn
Ab-bas'tan nakledildiğine göre, o bir masiyettîr anlamındadır. Fısk, sınırın dışına
çıkmak demektir.
Buna
dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/26. âyetin tefsirinde) geçmiş' bulunmaktadır.[44]
"Gerçekten
şeytanlar sizinle mücadele etmesi İçin kendi dostlarına vahiyde
bulunurlar" buyruğu, vesvese verirler; onların kalplerine battî yollarla
mücadele etmeyi telkin ederler, demektir. Ebû Dâvûd, İbn Abbas'ın yüce
Allah'ın: "Gerçekten şeytanlar... kendi dostlarına vahiyde
bulunurlar"
buyruğu
hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Allah'ın kestiğini yemi-yorsunuz da
sizin kendinizin kestiklerini yiyorsunuz diyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah:
"Üzerinde Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" buyruğunu indirdi.[45]
İkrime
der ki: Bu âyet-i kerimede şeytanlar i!e Fars, mecusilerinden insanların
günahta haddi aşmış olanlarını kastetmektedir, ibn Abbas ve Abdullah b. Kesir
derler ki: Hayır, kastedilenler cin (görünmeyen) şeytanlardır. Zaten cinlerin
kâfirleri (müşrik) Kureyşlilerin dostlarıdır. Abdullah b. ez-Zübeyr'den de
rivayet olunduğuna göre ona şöyle denmiş: cl-Muhtar (es-Sakafî); bana vahiy
edilmektedir, diyor. Abdullah: Doğru söylüyor. Çünkü gerçekten şeytanlar kendi
dostlarına vahiyde bulunurlar, diye cevap vermiştir.
Yüce
Allah'ın: "Sizinle mücadele etmeleri İçin" buyruğu ile onların: Allah'ın
öldürdüklerini yeriliyorsunuz da sizin kendi öldürdüklerinizi yiyorsunuz
sözlerini kastetmektedir.
Mücâdele ise, ileri sürülen
bir görüşü kuvvet ile delil getirmek suretiyle bertaraf etmektir. Bu ketime,
güçlü bir kuş adı olan "el-Ecde)"den alınmıştır. Bunun, yeryüzü
demek olan "el-Cedâle"den alındığı da söylenmiştir. Kişi, adeta
getirdiği delil ile hasmını yere düşecek hale gelinceye kadar yenik düşürmüş ve
kahretmiş gibi olur. Bunun iieri derecede bükmek anlamına gelen"
el-cedl"den alındığı da söylenmiştir. Sanki tartışanlardan her birisi karşısındakinin
belini kopanneaya kadar eğip bükmeye devam eder, gibidir. Mücadele (tartışma)
hakkın zaferi için yapılırsa hak olur, batıia yardım için yapılırsa da batd
olur.
[46]
"Eğer
onlara itaat ederseni2." yani, meyteyi helâl kabul etmek hususunda onlara
uyarsanız, "elbette sizde müşrikler olursunuz." Âyet-i kerime şuna
delildir: Kim Allah'ın haram kıldığı herhangi bir şeyi helâl kabu! edecek
olursa, bununla müşrik olur. Şanı yüce Allah ise meyteyi açık nass ile haram
kılmıştır. Başka herhangi bir kimsenin koyduğu bir hüküm ile meyte helâl kabul
edilecek olursa, kabul eden şirk koşmuş olur.
İbnü'l-Arabî
der ki: Mü'min bir kimse itikadı ilgilendiren hususlarda müşrik bir kimseye
itaat edecek olursa bu itaati sebebiyle o da müşrik olur. Fakat fiilen ona
itaat etmekle birlikte onun inancı tevhtd üzere sağlıklı bir şekilde devam
ediyor ve tasdikini sürdürüyorsa asi olur. Bunu böylece belleyiniz. el-Maide
Sûresi'nde (5/79 ile 94-95. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[47]
122. Ölü iken kendisini dirilttiğimiz, insanlar arasında ona onunla
yürümesi için nur verdiğimiz kimse, İçinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan
kimse gibi midir? Kâfirlere, işledikleri işleri böylece süslü gösterildi.
Yüce
Allah'ın: "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz" anlamındaki buyruğunda
yer alan; Kimse... mi" de ki "vav" harfini cumhur üstün olarak
okumuştur. Başına da som hemzesi gelmiştir. el-Müseyyebî, Nal'i' b. Ebi
Nu-aym'den, "vav" harfini sakin olarak okudıığunu rivayet etmektedir.
en-Neh-hâs der ki: Bunun manaya hamledilmiş olması da mümkündür. Yani, dikkatle
bakın ve düşünün ben, Allah'tan başka bir hakim mi arayacakmışım? (114. âyet-i
kerimeye işaret etmektedir).
"Vav"
harfinin sakin olarak kıraatinin şu anlama geldiği söylenmiştir: O, nutfe İken
ölü idi. Biz de ona ruh üflernek suretiyle onu dirilttik. Bu açıklamayı İbn
Bahr nakletmektedir. İbn Abbas da şöyle demektedir; Kâfir iken kendisine
hidayet verdiğimiz kimse gibi midir?... Âyet-t kerime, Hamza b. Ab-dulmuttalib
ile Ebu Cehii hakkında nazil olmuştur.
Zeyd
b. Eşlem ve es-Süddî, "kendisini dirilttiğimiz" ile kastedilen Ömer
(r.a)'dır. "Karanlıklarda kalan kimse" ise, Ebu Cehil'dir -Allah'ın
laneti üzerine olsun- demektedir.
Doğrusu;
bunun, mü'min ve kâfir herkes hakkında umumi olduğudur. Şöyle de
açıklanmıştır: Cahilliği sebebiyle ölü iken kendisini ilim ile dirilttiğimiz
kimse... Kimi ilim ehli de bu açı ki aman m doğruluğuna delalet eden Basrah şairlerden
birisine ait şu beyitleri nakletmektedir:
"Bilgisizlik,
bilgisizler için ölümden önce bir ölümdür,
Cesetleri
kabirlerden önce kabirdir onların
İlimle
hayat bulmamişsa bir kişi ölüdür,
Artık
öldükten sonra dirilişe kadar onun için diriliş olmaz."
"Nur"
hidayet ve imanı ifade eder. el-Hasen ise Kur'an demektir, diye açıklamıştır.
Hikmet anlamına geldiği söylendiği gibi, yüce Allah'ın: "Nurlarını
önlerinde ve sağlarında koşar görürsün" (el-Hadid, 57/2) buyruğu ile:
"Bize bakın da sizin nurunuzdan aydınlanalım" (el-Hadid, 57/13)
buyruğunda sözü geçen nurdur, diye de açıklanmıştır.
"İnsanlar
arasında ona, onunla" yani o nur ile "yürümesi için nur verdiğimiz
kimse... karanlıklarda kalan kimse gibi midir?" Bu buyrukta yer alan;
Kimse
gibi midir" buyruğu, anlamında olup, buradaki (.ikinci "gibi"
anlamını veren): fazladan gelmiştir. Meselâ, konuşma esnasında; Ben senin
gibisine ikram ederim," ifadesi Sana ikram ederim" anlamındadır. Yüce
Allah'ın "Cezası...öldürdüğü hayvanın benzeri bir hayvan..." (el-Maide,
5/95) ile; O'nungibi hiç bir şey yoktur" (eş-Şura, 42/11) buyrukları da
böyledir.
Anlamın
şöyle olduğu da söylenmiştir: Hiç böylesinin misali karanlıklarda bulunan
kimsenin misali gibi olur mu?
ile
Gibi, aynı anlamdadır.
"Kâfirlere
işledikleri işler böylece süslü gösterildi." Yani şeytan onlara putlara
ibadeti süslü gösterdi ve kendilerine müslümanlardan daha üstün oldukları
vehmini verdi.
[48]
123. Böylece her ülkede günahkârlarını onların ileri gelenleri kıldık. O
yerlerde hilekârlıklar etsinler diye. Halbuki onlar, ancak kendilerine
hilekârlık yaparlar da farkında olmazlar.
Yüce
Allah'ın: "Böylece her ülkede günahkârlarını onların ileri gelenleri
kıldık" buyruğunun anlamı şudur: Biz, kâfirlere işlediklerini süslü gösterdiğimiz
gibi, aynı şekilde her ülkede de "Onların İleri gelenleri kıldık."
Günahkârlarını" lafzı, "kıldık" anlamındaki fiilin birinci
mefulüdür- "İleri gelenleri" anlamındaki kelime de ikinci mef uldür.
Mef'ul-ler arasında takdim ve tehir olmuştur.
"İleri
gelenler" anlamı verilen "el-Ekâbir" kelimesi de
Ucl-Ekber"in çoğuludur.
Mücahid
der ki: Bununla kodamanlar kastedilmektedir. Başkanlar ve kodamanlar diye de
açıklanmıştır, Özellikle onların anılması ise, bunların fe-sad işlemekte
güçlerinin daha ileri derecede oluşu dolayısıyladır.
"Hilekârlık"
anlamındaki "el-Mekr", doğru yola muhalefet hususunda hileye
başvurmak demektir. Asıl anlamı bükmektir. Buna göre mâkir (hilekârlık yapan),
istikametten büken, çeviren, yani ondan başkalarını alıkoyan demektir. Mücahid
der ki: Her bir yokuş başında insanları Peygamber (sav)'a tabi olmaktan nefret
ettirmek ü2ere dört kişi oturturlardı. Tıpkı kendilerinden önce geçmiş
ümmetlerin peygamberlerine yaptıkları gibi yaptılar.
"Halbuki onlar ancak
kendilerine hilekarlık yaparlar." Yani bu hilekârlıklarının vebali onlara
döner. Bu ise, hilekârlık yapanların hilekârlıklarına, yüce Allah'ın can yakıcı
azab ile karşılık vermesinden ibarettir, "...da farkında olmazlar."
Yaptıkları hilekârlıkların vebalinin kendilerine döneceğini bilmeyişleri
konusundaki aşırı cehaletleri dolayısıyla bu durumun farkında değildirler,
demektir.
[49]
124. Onlara bir âyet gelse: "Allah'ın peygamberlerine verilen gibi
bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz" derler. Allah, peygamberliğini
kime vereceğini çok İyi bilendir. Yaptıkları hilekârlıklar yüzünden günahkâr
olanlara Allah katında bir küçüklük ve şiddetli bir azap isabet edecektir.
Yüce
Allah: "Onlara bir âyet gelse... iman etmeyeceğiz derler" buyruğu
ile, onların bilgisizliklerinin bir başka türlüsünü açıklamaktadır. Kasıt
onların; Musa'ya ve İsa'ya peygamber oldukları için verilen mucizelerin benzeri
bize verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz, şeklindeki sözleridir. Bunun bir
benzeri de şu buyrukta dile getirilmektedir: "Hayır, onlardan herbirisi
kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister..." (el-Müddesir, 74/52)
"Onlara...
gelse" buyruğundaki zamir, daha önce kendilerinden söz edüen ileri
gelenlere râcidir. el-Velid b. el-Muğıre şöyle demişti: Eğer peygamberlik
gerçek bir şey olsaydı ben ona senden daha layıktım. Çünkü, hem yaşça senden
daha büyüğüm, hem de malım seninkinden çoktur. Ebu Cehil de şöyle demişti: Ona
geldiği şekilde bize de vahiy gelmedikçe asla ona razı olmayacak ve ona
ebediyyen uymayacağız. Bunun üzerine âyet-i kerime nazil oldu.
Şöyle
de açıklanmıştır: Onlar, peygamberliği istememişlerdi. Ama, Cebrail ve melekler
bize gelip senin doğru söylediğini haber vermedikçe biz de seni tasdik
etmeyeceğiz demişlerdi. Ancak, birinci görüş daha sahihtir. Çünkü, yüce Allah:
"Allah, peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilendir" diye
buyurmaktadır. Yani, risaleti hususunda kimin güvenilir olduğunu, kimin buna
ehil olduğunu çok iyi bilir. Buradaki Kime" kelimesi zarf değildir.
Aksine, kelimenin kullanımında bir genişlik sağlanarak mePulü bihin nasb
edildiği gibi, mansub bir isimdir. Yani Allah, risale-tine kimin ehil olduğunu
en iyi bilendir. Bu buyruğun asıl anlamı Allah, risaletini vereceği yerleri en
iyi bilendir," şeklindedir. Daha sonra "be" edatı
hazfedilrniştir. Diğer taraftan En iyi bilen" kelimesinin; lafzında amel
etmesi ve bunun, "nerede" anlamında zarf olması caiz değildir. Çünkü,
o takdirde anlam şöyle olur: Allah o yerde en iyi bilendir. Ancak, Şanı yüce
Allah'ın bu şekilde vasfedilmesi caiz olamaz. Bu kelimenin aslı ise, En iyi
bilendir"! n kendisine delalet ettiği mahzur bir fiil ile nasb
mahallindedir. Ve belirttiğimiz gibi bu kelime burada zarf edatı değil, bir
isimdir.
Küçüklük,"
zillet ve aşağılanmak, hoşa gitmeyen muameleye maruz kalmak demektir.
"Sad" harfi ötreli olarak da bu anlamdadır. Mastarı ise,şeklinde
gelir. Bu kelime, asıl itibariyle büyüklüğün söz-konusu olmadığı Küçüklükden
gelmektedir. Sanki, zillet kişiye bizzat kendisini dahi küçük gösterir. Bunun
asıl anlamının zillete razı olmak demek olan; 'den geldiği de söylenmiştir. Bu
mastardan mazi fiilde "ğayn" harfi üstün, muzaride de Ötreli olarak
kullanılır. Mazisinde "ğayn" harfi esreli, muzariinde üstün olarak
kullanıldığı da olur. İsm-i faili ise, şeklinde gelir. küçüklüğe, zillete razı
olan kişi anlamındadır.
da
küçük oimak, küçüklük demektir. bitkisi uzamayan arazi demektir. Bu açıklamalar
İbn es-Sikkît'den nakledümiştir.
"Allah
katında" anlamındaki; buyruğu, Allah katından anlar nda olup, cer harfi hazfedilmiştir.
İfadede
takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Yani; Allah'a karşı büyüklük
taslayanlara küçüklük isabet edecektir. el-Ferrâ: Günah işleyenlere Allah'tan
gönderilen bîr küçüklük, zillet isabet edecektir, diye açıklamıştır.
Şöyle
de açıklanmıştır: Yani, günahkar kimselere, Allah katında sabit ve değişmez
olan bir küçüklük isabet edecektir. en-Nehhâs der ki: Bu, bu konudaki
açıklamaların en güzelidir. Çünkü bu açıklamaya göre" Katında"
kelimesi, yerli yerince (hakikat manasına) kullanılmıştır.
[50]
125. Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse, göğsünü İslâm'a açar. Kimi de
saptırmayı dilerse, onun da göğsünü -gökyüzüne tırmanıyormuş gibi- daraltır.
Allah, iman etmeyenlerin üstüne murdarlığı işte böyle çökertir.
Yüce
Allah'ın: "Allah, kimi doğru yola iletmeyi dilerse, göğsünü İslâm'a
açar."
Yani, İslâm için kalbine bir genişlik verir. İslâm'a onu muvaffak kılar ve
İslâm'ın sevap ve mükâfatını ona süslü güsterir.
Açmak,
yarmak anlamına gelip, aklına genişlik vermek anlamında olduğu söylenmektedir.
"Allah onun göğsüne geniştik verdi." yani, yapılan açıklamalar ile
bu işte kalbine genişlik verdi, demektir. Bir işt açıkladım (şerh ettim),
demek ise, onu beyan ettim, vuzuha kavuşturdum anlamındadır. "Kureyşliler
de kadınları alabildiğine açıyorlardı"[51]
demektir. Bu da az Önce geçen anlamı ile Kureyşliler kadın sırt üstü yatmış
olarak cima ederdi, demektir. Buna göre "şerh" açmak demektir. Kapalı
olan bir şeyi şerh ettim, denilir. Etin teşrih edilmesi (açılıp parçalanması)
tabiri de buradan gelmektedir. Recez vezninde şair şöyle demektedir:
"Ben
nice karaciğer ve bağırsak yedim de
Daha
sonra kuyruk yağını parça parça edilmiş olarak sakladım.*
Bir
parça, bir dilim anlamında kullanılanda aynı kökten gelmektedir. Yine, çokça
etli ve semiz olan kimseye de denilir.
"Kimi
de saptırmayı" yani, yolun dışına çıkarmayı "dilerse, onun da göğsünü
daraltır." Bu, Kaderiye'nin iddialarını reddetmektedir. Hz. Peygamberin
sünnetinden, bu âyetin ben2eri ifadeler şu hadîste zikredilmektedir:
"Allah
kimin hakkında hayır dilerse, onu dinde fakili (bilgili) kılar." Bu hadisi
Buharı ve Müslim rivayet etmişlerdir.[52]
Bu;
ancak kalbe genişlik verilmesi ve kalbin nurlandırılmasıyla olur. Din ise
ibadetlerin tümü demektir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Muhakkak,
Allah katında makbul din İslâm'dır" (Âl-i İmran, 3/19) diye buyurmaktadır.
Hz. Peygamberin hadisinden hitap deliline göre Allah, bir kimse hakkında hayır
dilemeyecek olursa, onun kalbini daraltır ve onun kavrayışını körelterek dinde
onu fakih (inceliklerini bilen) kimse haline getirmez. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. Rivayete göre, Abdullah b. Mes'ud şöyle sormuş: Ey Allah'ın Rasulü,
hiç göğüs açılır, (şerh) ediiir mi? O da şöyle buyurmuş: "Evet, kalbe bir
nur girer." Abdullah b. Mes'ud: Peki, bunun bir alâmeti Var mı- diye
sorunca, Rasulullah (sav) da şöyle buyurmuş: "Aldanış yurdundan uzak
duruş, ebedilik yurduna dönüş ve ölüm gelmeden önce ölüm için hazırlanış
(bunun alâmetidir)."[53]
İbn
Kesir, "dar" anlamına gelen ve şeddeli okunan kelimenin
"ye" harfini şeklinde şeddesiz olarak okumuştur. Bu iki ayrı
söyleyiştir. "Ye" harfleri şeddeli ve şeddesiz olarak okunabilen
Kolay, yumuşak kelimeleri gibi. Nar'i' ve Ebu Bekr de yine "dar"
anlamına gelen diğer kelimenin "ra" harfini üstün yerine (M-ş*-
şeklinde esreli olarak okumuştur. Bunun da anlamı dar olup, mana tekrarlanmış
olmaktadır. Lafız farklı olduğundan dolayı tekrar güzeldir. Ancak, diğerleri
"ra" harfini üstün olarak okumuşlardır. Bu da; 'ın çoğulu olup, yine
ileri derecede darlık anlamındadır. Birbirine sarmaş dolaş olmuş ağaçlık"
demektir. Çoğulu da; ) diye gelir. da buradan gelmekde olup, masiyetlere olan
arzu ve düşkünlüğü dolayısıyla hevasını terkederek kendisini (gerektiğinde)
sıkıntıya sokan kimse demektir. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır. İbn Abbas
der ki: Bu kelime, birbirine sarmaş doîaş olmuş ağaçlık yer, anlamındadır.
Kâfirin kalbi de otlayan bir hayvan, ağaçları sık ve birbirine dolaşmış yere
nasıl ulaşamıyor ise, hikmet ulaşmadığından dolayı böyle nitelendirilmiş
gibidir.
Ömer
b. el-Hattab'dan bu anlamda bir açıklama rivayet edilmiştir. Bunu da Mekkî,
es-Sa'lebî ve başkaları zikretmektedir. Dar olan her bir şey hakkında;
denilir. el-Cevherî der ki: Otlayan hayvanın kendisine ulaşamadığı, ağacı çok
ve dar yer" demektir. "Onun da göğsünü daraltır" buyruğunda
"dar" anlamına gelen; kelimesi, şeklinde de okunmuştur. Aynı anlamda
olup, benzeri başka kelimeler de vardır. Bunu başkaları el-Ferra'dan
nakletmektedir. "Harec", günah demektir. Yine harec, zayıflamış dişi
deve demektir. Uzun deve ânlamma geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklama da
Ebu Zeyd'den nakledilmiştir.
O
halde bu kelime müşterek bir lafızdır, Yine harec, üzerinde ölülerin taşındığı,
birbirine bağlanan tahtalar anlamına gelir. Bu anlamı, el-Esmaî'den
nakledilmiştir. İmruu'l-Kays'ın şu beyitinde kastettiği de budur:
"Eğer
beni hastalık sırasında üzerinde taşınacağım tahtalar üzerinde Deve sırtında ve
kefen olarak kullanılacak elbiselerim rüzgâr ile dalgalandırıldığında görecek
olursan..."
Bu
tahtaların, kadınların naşı üzerine konulduğu da olur. Antere, bir deve kuşunu
nitelendirirken şöyle demektedir:
Yavruları
da onun başını takip edip gidiyorlar. Sanki o (kanatlarını açarken) Onlar için
bir naşın Üzerinde bulunan ve çadır gibi gölge yapan tahtalar gibidir.
ez-Zeccâc
der ki: Harec, darın da darı demektir. Filan kişinin göğsü harecdir denildiği
vakit manası, kalbinde, içinde sıkıntı var demek olur. Buna göre
"hariç", İsm-i faili olur, en-Nehhâs der ki: Hariç, ism-î faildir.
Harec ise, bu fiilin sahibinin vasfedildiği mastardır. Nitekim Adaletli bir adam, razı olmuş (ya da; olunan)
bir kişi," denildiği gibi.
Gökyüzüne
tırmanıyormuş gibi" buyruğunu, İbn Kesir yukarı çıkmak anlamında,den
"sad" harfini sakin ve şeddesiz olarak okumuştur. Yüce Allah, imandan
nefret edip kaçması, imanın kendisine ağır gelmesi bakımından kâfiri, güç
yetiremeyeceği şeye kendisini koşan kimse gibi değerlendirmiştir. Tıpkı, semaya
yükselmeye güç yetirilemediği gibi. "Sad" harfi şeddeli olarak; de
aynı anlamdadır, bunun da aslı; dır. "te", "sad"a İdğam
edilmiştir. Bu da Ebu Bekr ve en-Nehaînin kıraatidir. Şu kadar var ki bu, bir
şeyi ardı arkasına yapmak anlamını ifade eder. Bu da yapana daha ağır gelir.
Diğerleri
ise, "sad"dan sonra "elif"siz olarak ve "sad"
harfini şeddeli okumuşlardır. Bu da (anlam İtibariyle) önceki gibidir. Ve güç
yetiremeyeceği şe-yî ardı arkasına yapmaya kalkışmak anlamındadır. (Ardı
arkasına yapmak anlamı), Yudum yudum içiyor, kısım kısım içiyor" fiilleri
de bu türdendir.
Abdullah
b. Mes'ud'dan, bunu; diye okuduğu da rivayet edilmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu
kıraat ile; şeklînde okuyanların kıraati anlam itibariyle aynıdır. Her
ikisinin de anlamı şudur: Kâfir kalbindeki sıkıntı dolayısıyla buna güç
yetiremediği halde semaya zorla yükselmek, tırmanmak isteyen, bunu yerine
getirmeye çalışan gibidir. Şöyle de açıklanmıştır; O, İslâm'dan uzaklaşmak
amacıyla kalbi neredeyse semaya doğru yükselecek.
"Allah,
iman etmeyenlerin üstüne murdarlığı işte böyle çökertir," Onların
bedenlerindeki kalplerine darlık verdiği gibi, murdarlığı da üzerlerine böylece
bırakır.
Rics
(murdarlık), sözlükte kokuşmak demektir. İbn Zeyd der ki: Azap demektir. İbn
Abbas da der ki: Rics, şeytanın kendisidir. Yani şeytanı onlara musallat eder.
Mücahid
der ki: Rics, kendisinde hayır bulunmayan şey demektir. Aynı şekilde dilcilere
göre rics, kokuşmuşluk demektir.
Âyet-i
kerime -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- şu anlama gelmektedir: Allah, iman
etmeyenlere dünyada lanet, ahirette de azap eder.
[54]
126. İşte bu, Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz, âyetleri düşünüp öğüt alan
bir topluluk için uzun uzadtya açıkladık.
"İşte
bu, Rabbinln dosdoğru yoludur." Yani, Ey Muhammed, senin ve mü'minlerin
üzerinde bulunduğunuz bu yol, Rabbinin, kendisinde hiç bir eğrilik bulunmayan
dinidir.
"Biz, âyetleri düşünüp
öğüt alan bir topluluk İçin uzun uzadıya açıkladık" beyan ettik.
[55]
127. Rabbleri katında Dârusselâm onlaradır. Ve işlediklerinden ötürü de O,
onların velisldir.
Yüce
Allah'ın: "Onlaradır" buyruğu ile kastedilenler, (bir önceki âyet-i
kerimede zikredilen) öğüt alanlardır.
Dârusselâm''ise cennettir. Çünkü cennet "Darullah: Allah'ın
yurdu"dur. Nitekim, Kâ'be, Beytullah'tır demek de böyledir.
Bunun
selamet (esentik) yurdu anlamına gelmesi de mümkündür. Yani, içinde afetlerden
uzak kalınan yurt demektir.
"Rabbleri
yanında" buyruğunun anlamı ise, O'nun nezdinde onlar için teminat altında
olup lütfuyla onları kendisine ulaştıracaktır, demektir. "O, onların
velisidir" onların yardimcılart, onların muinidir.
[56]
128. Hepsini toplayacağı o günde: "Ey cin topluluğu, insanlardan bir
çoğunu kendinize uydurdunuz" (buyuracak). O zaman onların dostları olan
İnsanlar da şöyle diyecek: "Rabbimiz, kimimiz kimimizden faydalandık.
Nihayet bizim İçin takdir ettiğin vakte eriştik." Şöyle buyuracak:
"Allah'ın dilediği müstesna olmak üzere içinde ebedî kalıcılar olarak
ateş sizin bannaguıız-dır." Şüphesiz Rabbin Hakimdir, Âlîmdlr.
Yüce
Allah'ın: Onları toplayacağımız o günde" buyruğu[57]
hazfedilmiş bir fiil takdiri ile nasbedilmişür. Yani, OnLan hasredeceğimiz
günde deriz ki... takdirindedir.
Hepsini"
hal olarak nasbedilmiştir. Maksat ise, bütün yaratıkların hesaba çekilecekleri
yerde toplanmaları ve durdurulmalarıdır.
Ey
cin topluluğu" izafet terkibi halindeki bir nidadır.
İnsanlardan
bir çoğunu kendinize uydurdunuz"
buyruğu;
İnsanlardan çokça yararlandınız," demektir. Burada mefule İzafe edilmiş
mastar ile cer harfi hazfedilmiştir ki, buna da yüce Allah'ın: Rabbimiz, kimimiz kimimizden faydalandık"
buyruğu delalet etmektedir.
Bu,
şöyle diyenlerin görüşlerini reddetmektedir: İnsanlardan yararlananlar
cinlerin kendileridir. Çünkü insanlar onların telkinlerini kabul etmişlerdir.
Doğrusu ise, onların herbirinin diğerlerinden yararlandığıdır. Arapça'da bu
ifade; Birbirimizden yararlandık," takdirindedir.
Cinlerin
insanlardan yararlanma şekli, insanların kendilerine itaat etmelerinden lezzet
almaları, buna karşılık, insanlann da cinlerin telkinlerini kabul etmek
suretiyle lezzet almalarıyla ortaya çıkar, O kadar ki insanlar, cinlerin
kendilerini azdırmaları ve saptırmaları sonucunda zina ettiler, içki içecek hale
geldiler.
Denildiğine
göre, Araplardan herhangi bir kimse yolculuk esnasında bir vadiden geçer de
kendisine bir zarar gelmesinden korkacak olursa: Korktuğum herşeyden bu
vadinin rabbine (sahibi olan cinne) sığınırım, dermiş. Kur'ân-ı Kerimde de:
"Doğrusu şu da var. İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere
sığınırlar. Böylece onların kibirlerini artırırlardı" (el-Cinn, 72/6) diye
buyurulmaktadır. İşte insanların cinlerden yararlanmaları böyle İdi.
Cinlerin
insanlardan yararlanmalarına gelince, cinlerin insanlara yalan haberleri,
kâhinliği ve büyücülüğü telkin etmeleriyle olmuştur. Şöyle de açıklanmıştır:
Cinlerin insanlardan yararlanmaları, cinlerin korktukları şeyleri kendilerinden
önleyebilecek güce sahip olduklarını itiraf etmeleri ile oluyordu.
Âyetin
ifade ettiği mana ise, sapanları ve saptıranları azarlamak, âhirette herkesin
gözü önünde onlara ağır sitemde bulunacağını bildirmektir.
"Nihayet
bizim için takdir ettiğin vakte eriştik." Yani, ölüme ve kabre ulaştık,
şimdi de pişman olmuşlar olarak geldik.
"Şöyle
buyuracak: Allah'ın dilediği müstesna olmak üzere, İçinde ebedî kalıcılar
olarak ateş sizin barınağınızdır." Sizin ikâmet edip kalacağınız
yerdir.
Buradaki istisna (müstesna), birincisinden (müstesna minhin türünden)
değildir. (Munkatı'dır).
ez-Zeccâc
der ki: İstisna kıyamet gününe racidir. Yani onlar, Allah'ın dilediği,
kabirlerinden haşredilmeleri ve hesaplarının görüleceği süre miktarı müstesna
olmak üzere cehennemde ebedî kalacaklardır. Buna göre istisna munkatı'dır.
Şöyle
de denilmektedir: İstisna, cehennemden yapılmıştır. Yani, kimi zamanlarda
Allah'ın sizleri cehennem ateşinden başkasıyla azaplandırmayı dilediği vakitler
müstesnadır.
İbn
Abbas da şöyle demektedir: İstisna iman ehlindendir. Buna göre cansızlar için
kullanılan ism-i mevsul edatı olan "Şey canlılar İçin kullanılan;
Kimse" anlamına kullanılmıştır.
Yine
İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu âyet-i kerime bütün kâfirler
hakkında (cennet veya cehennemlik olacakları hususunda) durmayı (hüküm
vermemeyi) gerektirmektedir. Yani, bu âyet-i kerimeye göre, henüz ölmemiş
kâfirler hakkında karar vermemeyi gerektirir. Çünkü, müs-lüman olabilirler.
Şöyle
de denilmiştir: "Allah'ın dilediği müstesna olmak üzere" buyruğu
Allah'ın
dünyada onların azapsız kalmalarını dilediği vakit müstesna olmak üzere,
demektir.
Bu
âyet-i kerimenin ifade ettiği mana ile Hûd Sûresi'nde yer alan şu âyetin ifade
ettiği mana birdir: "Bedbaht olanlara gelince, onlar da ateştedirler..."
(Hûd, 11/106) Yüce Allah'ın izniyle buna dair yeterli açıklamalar orada
gelecektir.
"Şüphesiz
Rabbin" gerek onları cezalandırmasında, gerekse bütün fiillerinde
"hakimdir" onlara ne kadar ceza vereceğini çok iyi bilen
"alimdir."
[58]
129. İşte Biz, kazanmakta oldukları yüzünden zalimlerin kimini kimine
böylece musallat ederiz.
Yüce
Allah'ın: "İşte Biz...zalimlerin kimini kimine musallat ederiz"
buyruğunun
anlamı şöyledir: Size anlattığım şekilde onlar birbirlerinden yararlandıkları
gibi, zalimleri de birbirlerine musallat ederiz, biri diğerinin ve-
lisi
olur. Yarın da onların biri diğerinden uzaklaşacaktır,
Buna
göre "musallat ederiz" buyruğu, dost ve yardımcı yaparız, veli kılarız
dernektir. İbn Zeyd der ki: Biz, cinlerin zalim olanlarını, insanların zalim
olanlarına musallat ederiz, demektir. Yine ondan nakledildiğine göre, zalimlerin
kimini kimine musallat ederiz ve o da diğerini helak eder ve zelil kılar.
Bu
açıklamaya göre bu buyruk, eğer zulmünden vazgeçmeyecek olur İse, zalime
yönelik, Allah'ın, üzerine bir başka zalimi musallat edeceği şeklinde bir
tehdittir. İster kendisine, isteese yönettiklerine zulmeden herkes âyet-1
kerimenin kapsamına girdiği gibi, ticaretinde insanlara zulmeden tacir de
hırsızlık yapan da benzerleri de girmektedir.
Fudayl
b. Riyad der ki: Sen, bir zalimin bir diğer zalimden intikam aldığını görecek
olursan, dur ve bu husus Üzerinde hayret ederek dikkatle düşün.
İbn
Abbas da der ki: Allah bir toplumdan razı ofdu mu, onların yönetimlerini en
hayırlılarına verir. Bir topluma da gazap elti mi, onların yönetimlerini en
kötülerinin emrine verir. Peygamber (sav)'dan şöyle dediği nakledilmektedir:
"Kim bir zalime yardım ederse, Allah, o zalimi o kimseye musallat
eder."[59]
Buyruğun
su anlamda olduğu da söylenmiştir: Yarın nasıl ki onları kendilerini azaptan
kurtarmaya gücü yetmeyen başkanlan ile başbaşa bıracaksak, (dünyada da) onları
seçip tercih ettikleri küfür hususunda birbirlerine bırakırız. Yani, âhirette
onlara böyle davranacağımız gibi, dünyada da onlara böyle yaparız. Yüce
Allah'ın: "Onu döndüğü o yolda bırakır" (en-Nisa, 4/115) buyruğunun:
Onu kendisini teslim ettiği şeyle başbaşa bırakırız, anlamına geldiği de
söylenmiştir.
İbn Abbas der ki: Âyetin
tefsiri şöyledir; Şanı yüce Allah, bir kavim hakkında kötülük murad edecek
olursa, onların yönetimlerini kötü olanlarının eline verir. Buna, yüce Allah'ın
şu buyruğu da delâlet etmektedir: "Size isabet eden her bir musibet,
kendi ellerinizle kazandıklarınız sebebiyledir." (eş-Şûrâ, 42/30)
[60]
130. Ey cin ve İnsanlar topluluğu! İçinizden size âyetlerimi okuyan,
bugününüzün gelip çatacağını bildirip sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?
Onlar: "Nefislerimize karşı şahitlik ederiz" diyecekler. Halbuki,
dünya hayatı onları aldattı da, kendi aleyhlerine kâfir kimseler olduklarına
şahid oldular.
Yüce
Allah'ın: "Ey cin ve insanlar topluluğu! İçinizden size... gelmedi
mi?"
buyruğu şu demektin Onları bir araya toplayacağımız gün onlara şöyle
diyeceğiz: Size birtakım peygamberler gelmedi mi... Görüldüğü gibi burada
"onları hasredeceğimiz günü" anlamındaki ibare hazfedilmiştir. Onlar
da kendilerini rezil edecek itiraflarda bulunacaklar.
"İçinizden"
buyruğunun anlamı ise, yaratılış, mükellefiyet ve muhatap alınmak bakımından
sizin gibi olanlar, demektir. Cinler de muhatap alınan ve akıl eden
varlıklardan oldukları için "içinizden" diye tıuyrulmuştur. Her ne kadar
peygamberler, insanlardan gönderilmiş ise de müzekkerin müennese tağ-lîb
yoluyla (sîga müzekker) geldiği gibi, burada da hitapta insanlar cinlere tağlib
edilmişlerdir.
İbn
Abbas der ki: Cinlerin elçileri, işittikleri vahiyleri kavimlerine tebliğ eden
kimselerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kavimlerine in-zar
ediciler olarak geri döndüler." (el-Ahkaf, 46/29)
Mukatil
ile ed-Dalıhâk şöyle demektedir: Yüce Allah, İnsanlardan peygamberler
gönderdiği gibi, cinlerden de peygamber göndermiştir. Mücahid de şöyle
demiştir; Peygamberler (Rasul) insanlardan olur, nüzur (uyarıcılar) ise cinlerden
olur. Bundan sonra da yüce Allah'ın: "Kavimlerine inzâr ediciler olarak
geri döndüler" (el-Ahkaf, 46/29) âyetini okudu. İşte İbn Abbas'ın sözünün
anlamı da budur. İleride el-Ahkaf Sûresi'nde (işaret edilen âyette) açıklaması
geleceği üzere sahih olan da budur.
el-Kelbî
der ki: Muhamrned (sav) peygamber olarak gönderilmeden önce rasuller, hem
insanlara hem de cinlere gönderilirlerdi.
Derim
ki: Bu iddia sahih olamaz. Aksine, Müslim'in Sahih'inde Câbir b. Abdullah
el-Ensarî yoluyla gelen hadiste, şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasu-lullah
(sav) buyurdu ki: "Benden önce hiçbir peygambere verilmemiş beş şey bana
verildi: (Benden önce) her peygamber özel olarak kendi kavmine gönderildiği halde
ben, kırmızıya da siyaha da gönderildim."[61]
el-Ahkaf Sûresi'nde (işaret edilen âyet-i kerimenin tefsirinde) buna dair
açıklamalar gelecektir.
İbn
Abbas der kir Peygamberler, insanlara gönderilirdi. Muhamraed (sav) ise cinlere
ve insanlara da peygamber olarak gönderilmiştir. Bunu da Ebu'l-Leys
es-Semerkandî nakletmektedir.
Şöyle
de denilmektedir: Cinlerden bir topluluk, peygamberlerin çağrılarına kulak
verdikten sonra, kendi kavimlerine döndüler ve onlara İşittiklerini haber
verdiler. Tıpkı Peygamberimiz ile birlikte cereyan eden durumda olduğu gibi.
İşte bunlara peygamber olarak gönderildikleri nass ile tesbit edilmese dahi,
onlara "Allah'ın Rasulleri" denilir. Kur'an-ı Kerim'de de şöyle
buyrulmaktadır: "O ikisinden de inci ve mercan çıkar." (er-Rahman,
55/22) Halbuki, inci ve mercan onlardan birisinden çıkartılmaktadır. İnci ve
mercan tatlı sudan (değil de) sadece tuzludan çıkar. İşte, peygamberler de
cinlerden değil de yalnızca insanlar arasından gönderilmiştir.
Buna
göre "İçinizden" ifadesi, sizden bir türden demektir. Böyle bir tabirin
caiz oluşu daha önce her ikisinden de söz edilmiş olmasından ötürü-dür.
Şöyle
de açıklanmıştır: Kullanılan ifadede peygamberlerin, hepsinden gönderildiğinin
ifade edilişi, kıyamet arasatının her ikisini bir araya getirecek olması ve
mahrukat arasından onların hesaba çekilecek olmalarındandır. İşte onlar, sevap
ve ceza hususunda kıyamet arasatında tek bir hesap için toplanacaklarından
dolayı o günde adeta tek bir topluluk imişlercesine, kendilerine tek bir
hitapta bulunulacaktır. Çünkü onlar da ilkin Allah'a kulluk için
yaratılmışlardır. Sevap ve ceza ise kulluğa karşılık verilecektir.
Diğer
taraftan cinler, asıl itibariyle ateş alevinden, bizim aslımız da topraktandır.
Fakat onlar, hilkat itibariyle bizden farklıdırlar. Bununla birlikte onların
kimisi mü'min, kimisi de kâfirdir. Bizim düşmanımız İblis, onların da düşmanıdır.
Onların mü'minlerine düşmanlık eder, kâfirlerini de dost bilir. Onlar arasında
da aynı şekilde Şia, Kaderiye, Murcie gibi değişik fırkalar vardır ve kitap
okurlar.
Nitekim
yüce Allah, onlar hakkında Cin Sûresi'nde şu buyruklanyla bazı niteliklerini
bize bildirmektedir: "Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz ise
zalimleriz" (el-Cinn, 72/14); "Gerçekten kimimiz salih kimseleriz,
kimimiz bundan aşağıdadır. Biz, çeşit çeşit yolları izleyenler olmuşuz."
(el-Cinn, 72/11) Bu açıklamalar yeri gelince görülecektir.
"Okuyan"
kelimesi "Peygambcrler"e sıfat ve ref mahallîndedir.
"Onlar:
Nefislerimde karşı şahidlik ederiz, diyecekler." Yani, Peygamberlerin
tebliğ ettiklerine karşı şahidlik ederiz. "Halbuki dünya hayatı onları
aldattı." Bunun, Allah tarafından mü'minlere bîr lıitab olduğu söylenmiştir.
Yani, dünya hayatı bunları aldatmış bulunmaktadır. Bunun da anlamı şudur: Dünya
hayatı onları aldattı ve devam edip duracağını sandılar. İman ettikleri
takdirde dünyanın ellerinden gideceğinden korktular.
"Kendi
aleyhlerine kâfir kimseler olduklarına şahld oldular." Yani, kâfir
olduklarını itiraf ettiler. Mukatil der ki: Bu ise, organlarının şirk koştuklarına
ve neler yaptıklarına dair aleyhlerine şahidlik edeceği zaman gerçekleşecektir.
[62]
131. Bu, Rabblnin, haberleri yokken ülkeler halkını haksız yere helak
edici olmadığından dolayıdır.
Yüce
Allah'ın: "Bu", Sibeveyh'e göre ref mahal tindedir. Yani, işte durum
budur. ise, şeddelisinden muhafeftir. Yani, Biz bunu onlara şundan dolayı
yaptık: Ben herhangi bir ülke halkım, zulümleri, yani şirkleri sebebiyle
kendilerine peygamberler gönderip onlar da: Bize herhangi bir müjdeleyici ve
uyarıcı gelmemiştir, demedikçe helak etmem.
Şöyle
de açıklanmıştır: Ben, herhangi bir ülkeyi, onlardan şirk koşanların şirki
dolayısıyla helak etmem. O takdirde bu yüce Allah'ın: "Günahkâr hiçbir
kimse başkasının günahını yüklenmez" (eî-En'âm, 6/164) buyruğuna benzer.
Eğer Allah, peygamberleri göndermeden önce onları helak edecek olsa (bunu
yapabilirdi). Çünkü O, dilediğini yapmak hakkına sahiptir. Nitekim, Hz. İsa da
şöyle dua edecektir: "Eğer onları azaplandırırsan şüphe yok ki onlar Senin
kullarındır." (el-Maide, 5/118) Buna dair açıklamalar daha önceden
geçmişti.
el-Ferrâ
"Bu" lafzının nasb mahallinde olmasını da caiz kabul etmiştir. O
takdirde buyruğun anlamı şöyle olur: O'nun, bunu onlara yapmasının sebebi,
haksız yere ülkeleri helak etmeyişinden dolayıdır.
[63]
132. Herkese İşlediklerine göre dereceleri vardır. Rabbin onların
işlediklerinden habersiz değildir.
Yüce
Allah'ın: "Herkese" buyruğu ile maksat cinler ve insanların
herbiri-sinedir.
"İşlediklerine
göre dereceleri vardır." Nitekim bir başka âyet-i kerimede yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "İşte bunlar, cin ve insanlardan kendilerinden önce
geçen ümmetler arasında üzerlerine söz (azap) kak olmuş kimselerdir. Çünkü
bunlar, hüsrana uğramış olanlardır." (el-Ahkaf, 46/18) Daha sonra şöyle
buyrulmaktadır: "Her biri için işlediklerine göre dereceler vardır. Tâ ki,
kendilerine amellerinin karşılığı zulmedilmeksizin verilsin." (el-Ahkaf,
46/19)
İşte
bu buyruklarda cinlerden itaat eden kimselerin cennette olacağına, İsyankârların
da cehennemde olacaklarına, tıpkı insanlar gibi olduklarına delâletler vardır.
Bu hususta yapılmış açıklamaların en doğrusu budur, bunu böyle bilmek gerekir.
"Herkese...
dereceleri vardır" buyruğunun anlamına gelince; itaat üzere amel eden
herkese sevap ve mükâfatta dereceler vardır. Masiyet ile amel eden herkese de
ceza hususunda derekeler (aşağı doğru inen azap basamakları) vardır.
"Rabbin,
onların İşlediklerinden habersiz değildir." O, ne başka şeylerle
oyalanandır, ne de yandandır.
Habersiz
olmak (gaflet), başka işle uğraşmaktan dolayı bir şeyin dikkatinden kaçması
demektir.
Onların
işlediklerinden" buyruğunu İbn Âmir, (sizin işlediklerinizden anlamına
gelecek şekilde) "ye" harfi yerine "te" ile okumuştur. Diğerleri
ise "ye" ile okumuşlardır.
[64]
133. Rabbin hiç bir şeye muhtaç olmayandır. Rahmet sahibidir. Eğer dilerse
sizi giderir, yerinize sizden sonra dilediğini halife ya-' par. Nitekim sizi de
başka bir kavmin soyundan yaratmıştır.
Yüce
Allah: "Rabbin hiç bir şeye muhtaç olmayandır." Yani Onun, yarattıklarına,
yarattıklarının amellerine ihtiyacı yoktur. "Rahmet sahibidir." O,
dostlarına ve kendisine itaat edenlere rahmet İle ihsanda bulunur. "Eğer
dilerse sizi" öldürmek ve azap ile kökten imha etmek suretiyle
"giderir, yerinize sizden sonra dilediğini halife yapar." Yani,
sizden daha iyi ve daha İtaatkâr İnsanları getirir.
"Nitekim
sizi de başka bîr kavmin soyundan yaratmıştır." Buyruğunda-ki benzetme
edatı olan "kef" nasb mahallindedir. Yani sizi, başka bir kavmin
soyundan yaratmış olduğu gibi, sizden sonra dilediklerini sizin yerinize halife
yapar.
Şu
buyruklar da buna benzemektedir: "Eğer O dilerse ey insanlar, sizi yok
eder. Başkalarını getirir" (en-Nisa, 4/1331; "Eğer yüz çevirirseniz,
yerinize sizden başka bir kavmi getirir..." (Muhammed, 47/38) Buna göre
buyruğun anlamı şöyle olur: Sizin yerinize sizden başkasını getirir, sizinle
onları değiştirir. Bu; Dinarına karşılık (onun yerine) sana bir elbise
verdim," demeye benzer.
[65]
134. Gerçekten size va'dolunan hiç şüphesiz gelip çatacaktır. Siz âciz
bırakamazsınız.
Yüce
Allah'ın: Gerçekten size va'dolujoan biç şüphesiz gelecektir" buyruğunun,
kötülük hakkında vaadlerde kullanılan; 'dan gelmesi muhtemeldir. Mastar
ise;'dir. Maksat; ahiretteki azaptır. Böyİe olduğu halde hayrın da şerrin de
bulunduğu ve hayrın galip getirilmesi suretiyle kıyamet kastedilmek üzere;
Vaa'dettim fiilinden gelmesi de muhtemeldir. Nitekim bu anlamdaki açıklama,
el-Hasen'den rivayet edilmiştir.
"Sîz
âciz bırakamazsınız." Yani, kurtulamazsınız. Filan kişi beni âciz bıraktı,
derken, elimden kurtuldu, bana galip geldi, demek olur.
[66]
135- De ki: "Ey kavmim, bütün gücünüzle yapacağınızı yapın. Ben de
yapacağım. Bu yurdun sonunun kimin olacağını yakında bileceksiniz."
Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler.
Yüce
Allah'ın: "De ki: Ey kavmim, bütün gücünüzle yapacağınızı yapın"
yer alan; Bütün gücünüzle yapacağınız"
kelimesini, buyruğunda yer
Ebu
Bekr çoğul olarak; diye okumuştur. Yol" demektir.
Yani
siz, izlemekte olduğunuz yol üzere sebat gösterin, Ben de izlemekte olduğum
yol üzere sebat göstereceğim.
Şayet:
Onlar kâfir oldukları halde İzlemekte oldukları yol üzere sebat göstermekle
emrolunmaları nasıl mümkün olur-, diye sorulacak olursa, cevap şudur: Bu, yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi bir tehdittir: "Az gülsünler, çok
ağlasınlar." (et-Tevbe, 9/115) Yüce Allah'ın: 'Buyurdun sonunun kimin
olacağını yakında bileceksiniz" buyruğu da buna delalet etmektedir. Yani,
sahibinin dolayısıyla övgüye mazhar kılınacağı övülecek akibetin kime olacağını
bileceksiniz. Yani, Dar-ı İslâm'da (İslâm yurdunda) kimin muzaffer olacağını,
yeryüzüne kimin mirasçı olacağım, âhiret yurdunun (yani cennetin kimin
olacağını) bileceksiniz.
ez-Zeccâc
der ki " Dünyadaki İmkân ve iktidarınız" anlamındadır. İbn Abbas,
el-Hasen ve en-Nehaî de bunu; kendi tarafınız üzere; el-Kutabî de, kendi
mevktiniz, yeriniz üzere diye açıklamışlardır.
"Ben
de yapacağım" buyruğu, ben de kendi imkânlarımla izlediğim yol üzere
çalışacağım demek olup, bu anlamı veren; lafzı halin buna delâleti dolayısıyla
lıazfedilmiştir.
"Bu
yurdun sonunun kimin olacağını" anlamındaki buyrukta yer alan ve; Kim"
anlamındaki ism-İ mevsu) anlamında ve nasb mahallinde-dir. Çünkü
"biimek" anlamındaki fiil, onun üzerinde cereyan etmektedir. ReP
mahallinde olması da mümkündür. Çünkü, bir önceki soruda amel etmez, o takdirde
fiil muallak olur. Yani: Güzel yurdun akıbetinin hangimizin olacağını
bileceksiniz, demek olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu gibi: İki zümreden
hangisinin daha iyi hesap ettiğini bi lelim diye." (el-Kehf, 18/12) Hamza
ve el-Kisaî de Kimin olacağını" şeklinde ("te" ile değil de)
"ye* ile okumuşlardır.
[67]
136. Onlar, Allah'a yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar da
zanlarınca: "Bu Allah'ın, bu da O'na koştuğumuz ortakları mızındır"
dediler. Ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmaz ama, Allah'a ait olanlar
ortaklarına ulaşır. Ne çirkin hükmediyorlar!
Yüce
Allah'ın: "Onlar, Allah'a yarattığı ekin ve davarlardan bir pay
ayırdılar" buyruğu ile İlgili açıklıya cağımız tek bir konu vardır:
Yarattı,
yaratır" demektir. Bu buyrukta bir hazf ve bir ihtisar (kısaltma) vardır.
O da şöyledir: Onlar, putları adına... bir pay ayırdılar. Bu hazfe daha sonra
gelen ifadeler delâlet etmektedir.
Bu
da şeytanın onlara hoş ve süslü gösterdiği şeylerden idi. Nihayet kendilerine
ait olan malın bir bölümünü kendi zanlarına göre Allah'a, bir diğer bölümünü
de putlara ayırdılar. Bu açıklamayı İbn Abbas, el-Hasen, Mücahid ve Katade
yapmıştır, Yaptıkları açıklamalar anlam itibariyle birbirine yakındır.
Onlar,
Allah'ın kendileri için yarattığının bir bölümünü Allah'a, bir bölümünü de Allah'a
ortak koştukları putlarına ayırmışlardı. Putlarına ayırdıkları şey, putlara ve
onların bakıcılarına harcanmak suretiyle tükenip bitti mi, bu sefer
"Allah'a" diye ayırdıkları miktardan tamamlarlardı.
Ancak,
misafirlere ve yoksullara harcayarak Allah'a ayırdıkları bölüm bitti mi, onun
yerine putlara ayırdıklarından koymazlardı ve şöyle derlerdi: Allah'ın buna
ihtiyacı yoktur, bizim koştuğumuz ortaklar ise fakirdir. Bu da onların
cehaletlerinden kaynaklanıyordu ve asılsız iddialarından idi.
Asılsız
iddia (zu'm) ise yalan demektir. Kadı Şüreyh der ki: Her bir şeyin bir künyesi
vardır. Yalanın künyesi ise, İddia ettiler" tabirini kullanmaktır. Onlar,
bu hususlarda yalan söylüyorlardı. Çünkü buna dair şer'i bir hüküm inmiş
değildi.
Said
b. Cübeyr, İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Kim Arapların
cahilliklerini öğrenmek istiyor İse, el-En'âm Sûresi'nde 130. âyetten sonrasından
itibaren: "Bilgisizlik yüzünden evlatlarını beyinsizce öldürenler...
gerçekten büyük bir zarara uğramışlardır." (el-En'âm, 6/140) buyruğuna kadar
olajı bölümleri okusun.
İbnü'l-Arabî
der ki: Onun bu söylediği gerçekten doğru bir sözdür. Çünkü onlar, âciz ve
kısır akıllarıyla herhangi bir bilgiye ve herhangi bir adil hükme bağlı
olmaksızın, beyinsizce helâl ve haramı tespit ettiler, tasarrufta bulundular.
Uydurma putlar ve ilahlar edinmek suretiyle giriştikleri cahilce tasarrufları
ise daha büyük bir cehalet ve daha büyük bir günahtır. Çünkü, yüce Allah'a
karşı haksızlıklarda bulunmak, mahlukata haksızlık yapmaktan daha büyüktür.
Şanı yüce Allah'ın zatında, sıfatında ve yaratmasında bir ve tek
olduğunun
delili ise, bunun helâl, bunun da haram olduğuna dair delilden daha açık ve
daha vazıhtır. Rivayete göre, adamın birisi Amr b. el-As'a şöyle demiş: Sizler
akıllarınızın olgunluğuna, yetkin düşüncenize rağmen taşlara taptınız. Amr
şöyle demiş: O akıllara onları yaratan tuzak kurmuştu. İşte, Şanı yüce
Allah'ın, Arapların bayağılıklarına ve cehaletlerine verdiği örnek budur.
Allah, İslâm ile bunu gidermiş, Rasulünü göndermekle bunu iptal etmiştir. O
halde, bize düşen bir daha ortaya çıkmamak üzere onu öldürmek ve bir daha
anılmamak üzere onu unutmak idi. Şu kadar var ki, şanı yüce ve mübarek olan
Rabbimiz, nassı ile bunu zikretti ve bunu geniş geniş açıkladı. Tıpkı, kendisini
inkâr eden kâfirlerin küfrünü sözkonusu ettiği gibi.
Bundaki
hikmet ise, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- evvela O'nun hükmü ezelî bir
hükümdür. Küfür ve karıştırmanın kıyamet gününe kadar ardı arkasının
kesilmeyeceğine dair hükmü vardır.
Yahya
b. Vessâb, es-Sülemî, el-A'meş ve el-Kisaî ise "ze" harfini ötrelİ
olarak; Zanlarınca" diye okumuşlar, diğerleri ise aynı harfi üstün olarak
okumuşlardır ki, bu da iki ayrı söyleyiştir.
"Ortaklarına
ait olan Allah'a ulaşmam." Yani yoksullara gitmezdi, '...ne çirkin
hükmediyorlar." Onların verdikleri bu hüküm ne kadar kötüdür! Zeyd b.
Eşlem der ki: Allah'a ait olan davarları kestiklerinde üzerlerine putlarının
adlarını anarlardı. Diğer taraftan putlarına ait olanları kesecek olurlarsa,
üzerlerine Allah'ın adını anmazlardı. İşte: "Ortaklarına ait olan Allah'a
ulaşmaz ama.,," buyruğunun anlamı budur. Dolayısıyla onların Allah'ın adını
terk edişleri yerilmelerine sebep teşkil eden bir davranış olup bu da üzerinde
Allah'ın adı anılmadık şeyleri yemeyi terk etmenin kapsamına giriyordu. (Yani,
bu da yerilen bir davranış idi).
[68]
137. Böylece onların ortaklan, müşriklerden bir çoğuna evlâtlarını
öldürmeyi de hoş göstermiştir. Hem onları helak etmek için, hem de dinlerini
kendilerine karmakarışık etmek için. Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı.
Artık sen onları yalan ve if-tiralarıyla başbaşa bırak.
Yüce
Allah'ın: "Böylece onların ortakları, müşriklerden birçoğuna evlatlarım
öldürmeyi de hoş göstermiştir" buyruğunun anlamı şudur: Onla-nn ortaklan
kendilerine, Allah'a bir pay, putlarına da bir pay ayırmayı süslü gösterdiği
gibi, aynı şekilde ortaklan müşriklerin birçoğuna çocuklarını öldürmeyi de
süslü göstermişlerdir.
Mücahid
ve başkaları derler ki: Fakir düşerler korkusuyla ortaklan kendilerine kız
çocuklarını öldürmelerini süslü göstermişlerdi. el-Ferra ve ez-Zeccâc derler
ki: Burada "ortaklarından kasıt, putlara hizmetkârlık edenlerdir.
Bunların insanlar arasından azıp haddi aşmış olanlar oldukları söylendiği
gibi, şeytanlardır diye de açıklanmıştır.
Bununla,
esir düşerler, ihtiyaç sahibi olurlar korkusuyla ve savaşta yardımcı
olamadıklarından ötürü kız çocukları diri diri gömmeye işaret etmektedir.
Şeytanlara
"ortaklar" adının verilmesi, Allah'a isyan hususunda şeytanlara
itaat ederek, itaatin gereği bakımından onları Allah'la birlikte ortak koşmalarından
ötürüdür. Denildiğine göre, cahiliyye döneminde kişi, Allah adına şöyle yemin
edermiş: Şayet kendisinin şu kadar şu kadar erkek çocuğu olursa, mutlaka
onlardan birisini kesip kurban edecektir. Nitekim, oğlu Abdullah'ı boğazlamayı
adadığında Abdulmuttalib de böyle yapmıştı.
Diğer
taraftan âyet-i kerimede dört kıraat sözkonusu olduğu da söylenmiştir ki, bu
kıraatlarin en sahih olanı;
Böylece
onların ortakları müşriklerden birçoğuna evlatlarını öldürmeyi de hoş
göstermiştir" şeklindeki cumhurun kıraati olup aynı zamanda bu kıraat
Harameyn ehlinin, Kû-felilerle Basrahlann da kıraatidir.
Onların
ortaklan" kelimesi, Hoş
göstermiştir," fiili ile ref olunmuştur. Çünkü ortaklan, çocuklarını
öldürmeyi hoş ve süslü göstermiş, fakat bizzat kendileri öldürmemişti. O
bakımdan, Öldürmeyi" kelimesi de, Hoş gösterdi," fiili ile
nasbedilmiştir, " Evlatlarını" kelimesi ise mePule (burada
"öldürme" kelimesine) izafe edilmiştir. Halbuki, mastarda asloîan
faile izafe edilmektir. Çünkü, mastarın ifade ettiği fiili vücuda getiren fail
olduğu gibi, onsuz da olmaz. Bununla birlikte mef ul olmayabilir.' Burada,
lafız İtibariyle mef ule izafe edilmiş olmakla birlikte; mana itibariyle faile
izafe edilmiştir. Zira, ifadenin takdiri şöyledir:
Onlann
ortaklan, müşriklerden birçoğuna çocuklarını öldürmeyi güzel
göstermiştir." Daha sonra fail olan mu-zaf hazfedil mistir. Yüce Allah'ın
şu buyruğunda hazfedildiği gibi: "İnsan, hayır dilemekten usanmaz."
(Fussilet, 41/49) Burada ise; O'nun hayır dilemesinden..." takdirinde-
dir.
Burada "he" zamiri duanın failidir. Yani insan hayır ile dua etmekten
usanmaz demektir. İşte "müşriklerden bir çoğuna, onların ortakları,
çocuklarını öldürmelerini süslü göstermesi" anlamındaki buyruk da
böyledir. Mekkî der ki: Bu, tercih edilen kıraattir. Çünkü bu kıratte Frab
sahih olduğu gibi, cumhur tarafından kabul edilen kıraat de budur.
İkinci
kıraate gelince,Süslü gösterildi" şeklinde "ze" harfi ötreli olarak;
Müşriklerin birçoğunu öldürmeleri" şeklinde "öldürme
anlamındaki" mastar merfu' olarak; Evlatlarını" kelimesi es-reli
olarak, Onların ortakları" da merfu' olarak okuyan el-Ha-sen'in
kıraatidir. (Bu kıraatin anlamı biraz
sonra gelecektir.)
(Üçüncü
kıraat) İbn Âmir ve Şamlıların kıraati:
Hoş gösterildi şeklinde "ze" harfi ötreli olarak;
Müşriklerden bir çoğuna evlatlarını öldürmeleri" buyruğunda Öldürme
mastarı ötreli ve Evlatlarını" kelimesi mansub olarak, Onların ortakları"
kelimesini de esreli olarak okumuşlardır kt, bu Ebu Ubeyd'in naklettiği bir
kıraattir.
(Dördüncü
kıraat); başkası ise Şamlılardan Böylece... hoş gösterildi" şeklinde
"ze" harfi ötreli olarak Müşriklerden bir çoğuna öldürmeleri"
şeklinde öldürme mastarı merfu' olarak, Evlatlarını" esreli olarak, aynı
şekilde; Onların ortaklan kelimesini de esreli olarak okumuşlardır.
İkinci
kıraat olan el-Hasen'in kıraati caiz bir kıraattir. Bu takdirde; Öldürme",
meçhul bir fiilin nâib-i faili (sözde öznesi) olur. Onların ortaklan ise, Hoş
göstermiştir" fiilinin delâlet ettiği mahzuf bir fi-İf ile merfu' olur.
Yani, Onların ortakları bu işi onlara süslü göstermiştir" takdirindedir.
Buna
göre, Zeyd, Amr'ı vurdu anlamında; demek caiz olur. Slbeveyh de şöyle bir mısra
nakletmektedir:
"Düşmanlık
sebebiyle küçük yaştaki çocuklar Yezid için ağlasın."
Görüldüğü
gibi bu da; onun için küçük çocuk ağlasın, anlamındadır, (ve mePul olan Yezid
kelimesi mansub gelmesi gerektiği halde merfu' gelmiştir).
İbn
Amir ve Ebu Bekr rivâyetiyle Âsim, Set-bah akşam O'nu oralarda teşbih ederler,
bir takım adamlar ki..." (.en-Nûr, 24/36-37) diye okumuştur. Bu ifadenin
takdiri de: Onu., adamlar teşbih
İbrahim
b. Ebi Able de; diye okumuş olup anlamı: "Ashabı Uhdudu. o alevli ateş
öldürdü" (el-Burûc, 85/4-5) anlamındadır.
en-Nehhâs
der ki: Ebu Ubeyd'in, İbn Âmir ve Şamlılardan naklettiği kıraat (üçüncü
kıraat), ne konuşma dilinde, ne de şiirde cai2 değildir. Nahivci-ler, sadece
zarfın araya girmesi suretiyle muzaf" ile muzafun ileyhi birbirinden
ayırmayı caiz kabul ederler. Çünkü, zarfın girmesi onları birbirinden ayırd
etmiş olmaz. Zarf olmayan isimlerle ayırmak, bir lahn (yanlış söyleyiş) dir.
Mekkî
de der ki: Bu kıraatlerde muzaf ile muzafun ileyhi birbirinden ayırdetmek
sözkonusu olduğu için zaaf vardır. Zira böyle bir ayırma şiirde zarflar ile
mümkün olur. Zarf çokça kullanılır. Mef ulun bih ile bunları birbirinden
ayırdetmek ise, şiirde dahi uzak bir ihtimaldir. Kıraatte bunu caiz kabul etmek
daha da uzak bir ihtimaldir.
el-Mehdevî
der ki: İbn Âmir'in bu kıraati, muzaf İle muzafun İleyhi birbirinden ayırmayı
kabul edenlerin görüşüne göredir. Şairin şu sözü de buna benzemektedir:
"Ben
ona kısa mızrağımı öyle bir sapladım ki
Ebu
Mezâde'nin genç develere mızrağını saplayışı gibi."
Görüldüğü
gibi o, bununla (mefulü olan "genç develer" anlamındaki kelimeyi)
Ebu Mezâde'den sonra zikretmesi gerekirken önce zikretmiştir. Yine şair şöyle
demiştir:
"Olduğu
gibi devam edip gitmektedir, artık Abdıı'l-Kayalılar da Kalplerin deki
kinlerini rahatlatmış bulunmaktadır."
(Burada
da "kalplerinin kinleri" anlamındaki izafe yan yana gelip
birîbir-lerinden ayrılmaması gerektiği halde muzaf ile muzafun ileyhin arasına
"Ab-dulkays" kelimesi girmiş bulunmaktadır).
Ebu
Ganim Ahmed b. Hamdan en-Nahvi der ki: İbn Âmir'in kıraati Arap-çada caiz
değildir. Bu, alim birisinin bir yanılgısıdır. Alim bir kimse yanılacak olsa,
ona tabi olmak caiz olmaz ve onun bu yanılgısı İcma esas alınarak reddedilir.
Aynı şekilde alimler arasında yanılan veya hata edenlerin de ic-
ma
esas alınarak vazgeçmeleri gerekmektedir. Çünkü, böyle bir şey, doğru olmayan
üzerinde ısrardan daha uygundur. Nahivciler ancak zaruret halinde şairin muzaf
ile muzafun ileyhin arasını zarf getirerek ayrılmasını kabul etmişlerdir. Çünkü
araya giren zarf onları birbirinden ayırmış sayılmaz. Şairin şu beyi tinde
olduğu gibi:
"Tıpkı
yahudinin -bir gün[69]'
eliyle kitabın kimisi yakın, Kimisi uzak düşen kelimelerle yazılışı gibi."
Bir
başka şair de şöyle demektedir:
"-Develer
bizleri hızlıca taşıyıp götürdüklerinden dolayı[70]
adeta
Deve
eğerlerinin geri taraflarından çıkan sesleT, piliçlerin sesleri gibiydi."
Bir
başka şair de şöyle demektedir:
"Sâtidemâ
adındaki dağı görünce döktü gözyaşlarını -Bugün-[71] onu
kınayana Allah iyilik versin."
el-Kuşeyrî
der ki: Bazıları bunun çirkin olduğunu söylemişlerdir. Ancak, bunun çirkin
olmasına imkân yoktur. Çünkü kıraat, eğer Peygamber savTdan tevâtüren sabit
olacak olursa, aksine o, çirkin değil, fasihtir. Diğer taraftan bu kabilden
kullanımlar, Arap dilinde de geçtiği gibi, Hz. Osman mushafın-da; Onların
ortaklan" kelimesi "ye" ile yazılmıştır ki, bu da İbn Âmir'İn
kıraatine (doğruluğuna) delildir. Bu kıraatte de "öldürme" ortaklara
izafe edilmiştir. Çünkü, bu işi onlara süslü gösteren ve yapmaya davet eden,
onların Allah'a koştukları ortaklardır. O halde burada fiil, aslen gerektiği şekilde
failine izafe edilmiştir. Şu kadar var ki, muzaf ile muzafun İleyhin arası
başka kelimelerle ayrılmış ve mefui takdim edilerek olduğu gibi mansub
bırakılmıştır. Zira, mef ul mana itibariyle müteahhirdir. Muzafi da tehir edip
onu hali üzre mecrur bırakmıştır. Zira öldürmeden sonra mütekaddim olarak
gelmesi gerekirdi. İfadenin takdiri de şöyledir: İşte böylece müşriklerin bir
çoğuna onların koştukları ortaklar, çocuklarını öldürmelerini süslü göstermiştir.
en-Nehlıâs
der ki: Ebu Ubeyd'den başkasının naklettiğine gelince; -ki, bu da dördüncü
kıraattir- caizdir. Buna göre ise, "onların ortakları" anlamın-daki
kelime "evlatları" kelimesinden bedel olur. Zira onların evlatları,
ne-seb ve mirasta onların ortaklarıdırlar. Bu dördüncü kıraate göre ise buyruğun
anlamı şöyle olur: Böylece müşriklerden bir çoğuna -miras ve nesebte-ortaklan
olan evlatlarının öldürülmesi süslü gösterilmiştir.
"Hem
onları helak etmek için, hem de" kendileri için beğenip seçtiği "dînlerini
kendilerine karma karışık etmek İçin.™ Yani, onlara batılı emreder ve dinleri
hususunda onları şüpheye düşürürler. Halbuki daha önceden Hz. İsmail'in dini
üzere idiler ve onun dininde çocukların öldürülmesi diye bir şey sözkonusu
değildi. Böylelikle Hz. İsmail'in dininin üzeri örtülmüş olur. İşte bu şekilde
dinlerini kendilerine karma karışık ederler.
"Eğer
Allah düeseydi bunu yapamazlardı." Bununla yüce Allah, onların kâfir
oluşlarının Allah'ın meşîetiyle olduğunu beyan etmektedir. Bu da Ka-deriyye'ye
bir redtir.
"Artık sen onları
iftiralariyla başbaşa bırak." Bununla onların: Allah'ın ortakları vardır,
şeklindeki sözlerini kastetmektedir.
[72]
138. Onlar, zanlarınca: "Bu davarlar ve ekinler dokunulmazdır. Onları
dilediğimizden başkası yiyemez. Bir takım davarların da sırtları haram
kılınmıştır" dediler. Bir takım hayvanlar da vardır ki, Allah'a İftira
ederek üzerlerine O'nun adını anmazlar. O, onları bu İftiraları yüzünden
cezalandıracaktır.
Şanı
yüce Allah, cahilliklerinin bir başka çeşidini sözkonusu etmektedir. Eban b.
Osman Dokunulmaz" kelimesini
"hâ" ile "cim" harflerini ötrelî olarak okumuş, el-Hasen ve
Katade ise "hâ" harfini üstün, "cim" harfini sakin olarak
okumuştur ki, aynı manada iki ayrı söyleyiştir. Yine el-Ha-sen'den,
"hâ" harfini ötreli olarak okuduğu da rivayet edilmiştir. Ebu Ubeyd,
Harun'dan şöyle dediğini nakletmektedir: el-Hasen, Kur'ân-ı Kerim'in tümünde
bu kelimenin geçtiği yerlerde "hâ" harfini ötreli olarak okumakla
birlikte, yüce Allah'ın: Bir perde ve belirli bir sınır kıldı."
<el-Furkan, 25/53) buyruğunda ise "hâ" harfini esreli okumaktadır.
İbn
Abbas ve İbn ez-Zübeyr'den, bu kelimeyi şeklinde "cim" harfinden
önce "ra" harfi ile okuduktan rivayet edilmiştir. Ubeyy'in Mushaf'ında
da böyledir. Bu hususta iki görüş vardır. Bir görüşe göre bu kelime de
cez-betmek, kendisine doğru çekmek anlamını veren kelimeleri gibidir. Diğer
bir görüşe göre -ki bu daha sahihtir- bu okuyuş, 'dan gelmektedir. Bunun
anlamı ise, darlık ve günah manasına gelen "el-Harec"in bir başka
söyleyişidir. Bunun da manası, yasak ve haram demektir. "Filan kişi yasak
ve haram olduğundan şüphe ettiği şeylere girmek hususunda kendisi aleyhine
teharruc eder (İşi daraltır)" tabiri de buradan gelmektedir.
"Hicri
dokunulmaz" lafzı müşterek bir lafızdır. Burada da yasak ve haram
anlamındadır. Aslı, engellemek, menetmek demektir. Akla "hicr"
denilmesi, çirkinlikleri yasak kabul edişinden dolayıdır. "Filan kişi
hakimin hicri (hacri) altındadır" tabiri de hakimin onun için tayin
ettiği kısıtlılık altındadır, demektir. Hacr altına almak ile hicr altına
almak aynı şeydir. Hicr, akıl demektir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: Bunda akıl sahibi olanlar için bir yemin vardır değil mi?"
(el-Fecr, 89/5) Hicr, aynı zamanda kısrak anlamındadır. Akrabalık anlamına da
gelir. Şair der ki:
"Benden
uzaklaştırmak istiyorlar onu, halbuki o,
Benim
için oldukça yakındır ve benim yakın akrabamdır."
"İnsanın
yakını" anlamında hicr ve hacr kelimesi kullanılır. Ancak hacr kelimesinin
kullanımı daha çoktur. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Onlar, bir takım
davarları ve ekinleri dokunulmaz kabul ederek putlarına ayırdılar ve:
"Onları dilediğimizden başkası yiyemez" dediler. Burada, yiyebilecekler
ise, putların hizmetkârlarıdır.
Daha
sonra yüce Allah bunun, hakkında şer'i bîr hükmün varid olmadığı bir tahakküm
(indî, delilsiz olarak hüküm verme) olduğunu beyan etmektedir ki,
"zanlarınca" diye buyurmuş olması da bundan ötürüdür.
"Bir
takım davarların da sırtları haram kılınmıştır." Buyruğuyla, daha önce
putlarına ayırıp da onlar için Sâibe kıldıkları davarları kastetmektedir.
Mücahid der ki: Bundan kasıt, Bahire, Vasîte ve Hâm'dır.aı
"Bir
takım hayvanlar da vardır ki... üzerlerine O'nun adını anmazlar." Bunlarla
da ilahları için kestiklerini kastetmektedirler. Ebu Vail der ki: Sırtlarına
binerek hacca gitmezler, demektir.
"Allah'a
İftira ederek" yani, Allah'a iftira etmek için. Buna göre; İftira
ederek" kelimesi, mePulun leh olarak nasbedilmistir. Mastar (mef ulvi mutlak)
olduğu için mansub olduğu da söylenmiştir. Allah'a iftira etmeleri ise, bize
bunu Allah emretti demelerinden ötürüdür.
[73]
139. Ve dediler ki: "Şu davarların karınlanndakiler yalnız erkeklerimize
helâl, kadınlarımıza haramdır. Şayet ölü (doğar) ise, onlar bunda ortak
olurlar." (Allah) Onlara bu yakıştırmalarının cezasını verecektir.
Muhakkak kî O, Ilakîmdir, Alimdir.
Yüce
Allah'ın: "Ve dediler ki: Şu davarların karınlarındakiler, yalnız erkeklerimize
helâl, kadınlarımıza haramdır." Bu onların cahilliklerinin bir
başka
çeşididir, İbn Abbas der ki: Karınlarında olanlardan kasıt, süttür, Onlar sütü
erkeklere helâl, dişilere haram kılmışlardı. Ceninler olduğu da söylenmiştir.
Ceninleri bizim erkeklerimize helâldir, demişlerdi. Diğer taraftan bu
davarlardan her hangi birisi ölecek olursa, onu da erkeklerle kadınlar beraber
yerlerdi.
Yalnız"
kelimesinin sonundaki yuvarlak "te° harfi mübalağa ifade etmek içindir.
Çok bilgin bir adam ve neseb bilgini kişi" kelimeleri de bunun gibidir ki,
bu açıklamalar el-Kisaî ve el-Ahfeş'den nak-
CnhiSiyye
dönemi Arnplarınm kendiliklerinden onaya koydukları teşriî; yasa koyma alanındaki
sapmalarının göstergelerinden biri olan bıı alandaki uygulama ve terimlerin
açıklaması için el-Mnide, 5/103. âyete ve tefsirine bakınız.
ledilmiştir.
kelimesi, ötreli olarak okunuşu mübtedâsının haberidir. el-Ferrâ ise der ki:
Bu kelimenin müennes gelmesi "davarlar" anlamındaki kelimesinin
müennesliğinden dolayıdır. Ancak bu açıklama bazılarına göre bir yanlışlıktır.
Zira, davarların karınlarında bulunanlar, onların türünden değildir. O bakımdan
yüce Allah'ın: Bir yolcu kafilesinin biri onu alır" (Yûsuf, 12/10)
buyruğuna benzememektedir. Çünkü bu ifade; Yolcu kafilesinden bir yolcu"
takdirindedir. Şu kadar var ki, bu (el-Kisaî ve el-Ahfeş'in açıklamalarının)
yanlış olmasını gerektirmez.
Nitekim
el-Ferra şöyle demektedir: Davarların karınlarında bulunanlar da onlar gibi
davarlardır. O bakımdan "davarlar" müennes olduğundan dolayı o da
müennes gelmiştir. Yani, davarların karınlarında bulunan davarlar yalnızca
erkeklerimize helâldir, anlamındadır. Bunun, karınlarında bulunanların tamamı
anlamında olduğu da söylenmiştir.
Şöyle
de açıklanmıştır: lafzı sütlere veya ceninlere racidir. O bakımdan müenneslik
manaya binaen, müzekkerlik de nassa binaen gelmiştir. İşte bundan dolayı lafız
nazar-ı itibara alınarak; Kadınlarımıza haramdır" diye buyurulmuştur.
Eğer manaya uygun lafız kullanılacak olsaydı, denmesi gerekirdi. Bu görüşü de
el-A'meş'in, sonda "te"siz olarak; Yalnız" şeklindeki kıraati
desteklemektedir.
el-Kisaî
de der ki: Bu kelimenin "te'li kıraati de "te"siz kıraati de
aynıdır. Şu kadar var ki, sona gelen "te" mübalağa, içindir. Tıpkı
-az önce geçtiği gi bi-: (Büyük bir dahi, büyük bir alim adam demek gibi).
Katade ise bu keli meyi, şeklinde, 'ın sılası olan zarftaki zamirden hal olmak
üze re okumuştur. Nitekim Evde ayakta duran kişi Zeyd'dir demeye benzer.
Basralıların görüşü budur.
el-Farrâ'ya
göre ise, kat' üzere (önceki kelimenin sonunda vakıf yapılarak) mansub olur,
Aynı şekilde Said b, Cübeyr'in; şeklindeki kıraati hakkında da bu açıklama
yapılabilir.
İbn
Abbas ise, izafet terkibi şeklinde; diye okumuştur ki, ikinci bir mübteda olur.
Haberi de Erkeklerimize... dir" şeklindedir. Cümk de bütünüyle 'nın haberi
olur. Bununla birlikte İbn Abbas'ın kıraatine göre bu kelimenin 'nın bedeli
olması da mümkündür. Böylelikle bunda betş ayrı kıraat sözkonusu olmaktadır.'[74]
"Kadınlarımıza
haramdır" yani, kız çocuklarımıza haramdır, şeklindeki açıklama İbn
Zeyd'den nakledilmiştir. Başkası eşlerine ve hanımlarına haramdır, diye
açıklamaktadır.
"Şayet
ölü İse" buyruğundaki Olur" kelimesi, "ye" ile de
"te" İle de okunmuştur. Yani, bu davarların karınlarında bulunan ölü
(meyte) olur-sa, "onlar bunda ortak olurlar." Yani erkekler ve
kadınlar onu ortaklaşa yerler. Burada; Bunda" denilmesinin sebebi,
"meyte (ölü)" ile hayvanın kastedilişinden dolayıdır. Bu da "ye"
ile kıraati pekiştirmektedir.
Ölü"
kelimesinin merfu' okunuşu, ölürse, yahut ölüm sözkonusu olursa, anlamını
verir. Ölü şeklinde nasb ile okunması ise: Ve eğer o canlı ölü çıkarsa,,,
anlamını verir.
"Onlara
bu yakıştırmalarının" yalan ve iftiranın "cezasını verecektir."
Yani,
bundan dolayı onlan azap)andıracaktır. "Yakıştırmaları" kelimesinin
nasbedümesi, mecrur gelmesini gerektiren edatın hazf e dilmesinden
ötürüdür."Bu yakıştırmaları dolayısıyla (.onları cezalandıracaktır)"
anlamına gelir.
Ayet-i
kerimede ilim adamının kabul etmeyecek olsa dahi, görüşünün tutarsızlığını
bilip onu nastl reddedeceğini bilsin diye kendisine muhalefet edenin
görüşlerini bilmesi gerektiğine dair bir delil vardır. Çünkü yüce Allah, Peygamber
(savTa ve onun ashabına söylediklerinin tutarsızlığını bilmeleri için
çağdaşları olan ve kendilerine muhalif olanların görüşlerini bildirmiştir.
[75]
140. Bilgisizlik yüzünden evlâtlarını beyinsizce Öldürenler ve Allah'ın
kendilerine İhsan buyurduğu rızkı Allah'a iftira ederek haram sayanlar,
gerçekten büyük bir zarara uğramışlardır. Şüphesiz onlar sapmışlar ve doğru
yolu da bulamamışlardır.
Yüce
Allah, kız çocuklarını diri diri gömmeleri, Bahîra'yı ve diğer davarları kendi
akıllarına dayanarak haram kılmaları sebebiyle büyük zarara uğradıklarını
haber vermektedir. Onlar, akıllarıyla koydukları bu hükümler sonucunda fakir
kalırlar, korkusuyla çocuklarını beyinsizce öldürdüler, diğer taraftan fakir
düşmekten korkmaksızın, mallarından bir takım şeyleri kendilerine yasak
kıldılar. Yüce Allah, bunun, onların görüşlerindeki çelişkiden kaynaklandığını,
beyan etmektedir.
Derim
ki: Araplar arasında yüce Allah'ın başka bir yerde zikrettiği gibi fakirlik
korkusuyla çocuklarını öldürenler vardı. Aynı şekilde onları öldürmekte
herhangi bir gerekçe göstermeksizin, sırf beyinsizliklerinden ötürü çocuklarını
öldürenler de vardı. Bunlar ise Rabiahlar ve Mudarhlardı. Bunlar, hamiyetlerinden
ötürü kız çocuklarını öldürürlerdi. Nitekim aralarından melekler Allah'ın
kızlarıdır, diyenler ve böylelikle Allah'ın kızları kabul ettikleri melekleri,
kızlarla bir tutanlar vardı.
Rivayet
edildiğine göre Peygamber (sav)'in ashabından bir adam Rasulul-lalı (sav)'ın
huzurunda devamlı sıkıntılı ve kederli dururmuş. Bir sefer Ra-sulullah (sav)
ona sormuş: "Ne diye üzüntülüsün?" Ey Allah'ın Rasulü demiş. Ben,
cahiliye döneminde bir günah işledim. Müslüman olsam dahi Allah'ın o günahımı
bana bağışlamayacağından korkuyorum. Uz. Peygamber Ona: "Bu günahını bana
bildir" demiş. Adara: Ey Allah'ın Rasulü, ben kız çocuklarını
öldürenlerden idim. Benim bir kız çocuğum oldu. Hanımım onu öldürme-yip
bırakmam için bana yalvarıp yakardı. Ben de onu öldürmedim. Nihayet büyüdü,
yetişti. En güzellerden bir kadın oldu. Evlenmek için ona talib oldular. Ancak
hamiyet (kıskançlık duyguları) beni sardı. Ne onu evlendirmeye gönlüm tahammül
etti, ne de evde kocasız bırakmaya. Hanıma: Filan filan kabileye, akrabalarımı
ziyaret etmek üzere gitmek istiyorum, kızını da benimle gönder, dedim. Annesi
bundan dolayı sevindi, elbiselerle, süs ve takılarla onu süsledi. Bu hususta
kendisine ihanet etmemem için benden sözler aldı. Kızımı alıp bir kuyu başına
gittim. Kuyuya baktım. Kız, kendisini kuyuya bırakmak istediğimi anladı. Bana
sımsıkı sarılıp ağlamaya ve: Babacığım bana ne yapmak İstiyorsun dedi, ben de
ona merhamet ettim. Bir daha kuyuya baktım. Yine hamiyet gelip beni buldu. Yine
kız bana sarıldı ve şöyle demeye koyuldu: Babacığım, annemin emanetini zayi
etme. Ben, bir kuyuya bakıyor, bir de kıza bakıyor ve şefkat duyuyordum.
Nihayet şeytan bana galip geldi. Onu yakaladığım gibi baş aşağı kuyuya attım.
Kuyuda bana: "Babacığım beni öldürdün, diyordu. Sesi kesilinceye kadar
orada durdum, sonra da geri döndüm. Bunun üzerine Rasulullah (sav) da, ashabı
da ağladı ve şöyle buyurdu: "Şayet cahiliyyede yaptıkları dolayısıyla her
hangi bir kimseyi cezalandırmam bana emredilmiş olsaydı, şüphesiz seni cezalandırırdım."[76]
141. Çardaklı ve çardaksız o bağları, tadlan çeşitli hurmaları, ekinleri,
birbirine hem benzeyen, hem benzemeyen zeytinleri, narları yaratıp yetiştiren
O'dur. Bunların her biri meyve verdiği zaman meyvelerinden yeyin. Devşirilİp
biçildiği gün de hakkını verinu İsraf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.
Bu
buyruğa dair açıklamalarımız» yirmi üç başlık halinde sunacağız:
[77]
"Çardaklı"
yani, çardaklar üzerinde yükseltilmiş bağlan "ve çardaksız" yükseltilmemiş
"otağları... yaratıp yetiştiren" var eden "O'dur."
îbn
Abbas der ki: "Çardaklı" bahçelerden kasıt, üzüm bağlan, ekinler ve
kavun türü yerde yayılan şeylerdir. "Çardaksız bağlar"dan kasıt ise,
hurma ağacı ve diğer ağaçlar gibi gövdeleri üzerinde yükselen ağaçlardır. Şöyle
de açıklanmıştır: Çardaklılardan kasıt, ağaçlan yükselenlerdir. Çünkü bu
kelime, asıl itibariyle yükselmek anlamına gelen; dan gelmektedir.
Yine
İbn Abbas'dan nakledildiğine göre, "çardaklılardan kasıt, İnsanların
destekleyerek tesbit edip dallarını yükselttikleri ağaç türleridir.
"Çardaksizİardan kasıt ise, düz ovalarda ve dağlarda yetişen meyvelerdir.
Buna da Hz. Ali'nin bu anlamdaki kelimeleri; Yere dikilmiş ve dikilmemiş"
anlamında "ğayn ve sîn" harfi ile okuyuşu delildir.
[78]
Yüce
Allah: Tadlan çeşitli hurmaları, ekinleri" buyruğunda (hurmaları), aslında
bağ ve bahçelerin kapsamına girmekle birlikte ayrıca özel olarak zikretmesi,
üstün değerleri dolayisıyladır. Nitekim daha önce de bu türden açıklamalarımızı
el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Kim Allah'a, meleklerine... düşman
olursa" (et-Bakara, 2/98) buyruğunu açıklarken belirtmişdik.
"Tadları
çeşitli" yani, tadlan itibariyle kimisi oldukça hoş ve güzel, kimisi daha
aşağı seviyede olmak üzere meyveler yaratmıştır. Yüce Allah'ın tad İçin
"yenen şey" anlamına gelen; tabirini kullanması, meyvelerinin yenilmesi
dolayısıyladır.
Tadları"
kelimesi ise mübtedâ olarak merfu'dur. "Çeşidi" ise onun sıfatıdır.
Ondan önce gelip mansub olan bir kelimenin de yanında yer alınca
nasbedilmiştir. Nitekim Yanımda aşçı bir köle vardır," demek de bu
kabildendir. Şair de şöyle demiştir:
"Kötülük
yaygındır, bir kuyuda karşılaşır seninle, Salih kadınların ise üzerlerinde
kapalıdır kapıları."
Çeşitli"
kelimesinin hal olarak nasbedildiği de söylenmiştir.
Ebu
İshâk ez-Zeccâc der ki: Bu, nahiv bakımından içinden çıkılması zor bir
meseledir. Çünkü, şöyle denilmektedir: Onları yaratan Allah'tır. Fakat, onların
meyveleri demek olan tadlan (kendiliklerinden) farklı ve çeşitli değildir.
Buna şöyle cevap verilir: Şanı yüce Allah: "her şeyi yaratandır"
(el-En'âm, 6/102) buyruğunca bunları da yaratmıştır. Böylelikle yüce Allah bunları,
tadlan farklı alarak yaratmış olduğunu bildirmektedir. Yani O, bunları
yaratırken, meyvelerinde farklılığı, çeşitliliği takdir etmiş olarak
yaratmıştır.
Sibeveyh
bunu şu sözleriyle açıklamaktadır: Ben, beraberinde yann kendisiyle avlanacağı
bir şahin bulunan bir adama uğradım" diyerek hal yapılır. NitekimEve
mutlaka yiyenler ve içenler olarak gireceksinizdir" derken, bunu
gerçekleştireceksiniz demek istemektedir. Üçüncü bir cevap da şu şekildedir:
Allah bunlan yarattığında bile tadlan çeşitli İdi. Yani, eğer bunlann
yaratılış esnasında tadlan bulunsaydı dahi, bu tadları farklı olacaktı.
Burada
(hurma ve ekin tesniye olduğu halde) onlara uygun; "İkisinin tadlan"
demeyişinin sebebi, zamirin ikisinden birisine iade edilmesiyle yetinmiş
olmasıdır. Yüce Allah'ın: Onlar, bir ticaret veya bir eğlence gördükleri
zaman... ona doğru yöneldiler" (el-Cum'a, 62/11.) buyruğu da ikisine doğru
yöneldiler anlamındadır. Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiş
bulunmaktadır.
[79]
"Birbirine
hem benzeyen, hem benzemeyen" anlamındaki buyruklar, hal olarak
nasbedilmiş olup buna dair açıklamalar az önce geçmiş bulunmaktadır.
"Zeytinleri, narları" buyruğu da öncekilere atfedilmektedir.
Bunların
yaratılışında şu üç hususa delil getirilmektedir. Evvelâ, değişen şeylerin
-önceden de geçtiği gibi- mutlaka bir değiştiricisinin bulunduğudur. İkinci
olarak, bunlarda şanı yüce Allah'ın bize lütuflarına delil vardır. Çünkü O,
bizi yarattığında dileseydi bize gıda yaratmayabilirdi. Gıda yarattığı takdirde
de o gıdanın görünüşü güzel, tadı hoş olmayabilirdi. Bu şekilde yaratmış olsa
dahi, devşirilmesİ kolay olmayabilirdi. Baştan beri O, bunları bu şekilde
yaratmak zorunda değildi. Çünkü, Allah'ın herhangi bir işi yapması, O'nun
hakkında vacip olamaz. Üçüncü olarak da; ilahî kudrete delil vardır. Çünkü,
aşağı doğru akmak özelliğine sahip olan su, bir ve tek ve gayblan bilen
Allah'ın kudretiyle ağacın aşağı bölgelerinden yukarılarına doğru çıkabilmektedir.
Nihayet, dallarının ucuna vardı mı, orada da ağacın cinsinden olmayan yapraklar
var olur. Ayrıca, belli bir hacmi,"" parlak bir rengi, yeni bir
mahsul ve lezzetli bir tadı olan meyveler de çıkar.
Peki,
bunların tabiat ve cinsleri nerede kaldı? Nerede filozoflar ve onların
sürdükleri delil ve açıklamaları? Acaba tabiat bu kadar sağlam ve güzel iş yapabilir
mi? Yahut da bu hayret verici düzenlemeyi gerçekleştirebilir mi?
Kesinlikle
hayır. Aklen, böyle bir şeyin tabiat tarafından yapılabilmesi, mümkün değildir.
Bunları, ancak hay, alîm, kadir ve irade sahibi olan Allah yapabilir. Her şeyde
varlığına delil bulunan ve her şeyin sonunda kudreti görülen Allah'ın şanı ne
yücedir.
Âyetler
Arast İlişki:
Du
buyruğun, kendisinden önceki buyruklarla ilişkisi yönüne gelince: Kâfirler,
Allah'a yalan iftirada bulunup onunla beraber ortaklar koşarak kendiliklerinden
helâl ve harama dair hükümler koyduklarından ötürü, O da, her şeyi yaratanın
kendisi olduğunu, bütün bu eşyayı kendilerine nzık olarak verenin O olduğunu
belirterek, onlara vahdaniyetinin delillerini gösterdi.
[80]
Yüce
Allah'ın: "Bunların her biri meyve verdiği zaman meyvelerinden yeyin.
Devşirilip biçildiği gön de hakkını verin" buyruğunda "yap"
kipinde gelmiş iki fiil vardır. Bunlardan birisi yüce Allah'ın: "Yer
yüzünde dağı-hn* (el-Cumua, 62/10) buyruğunda olduğu gibi, mübahltk ifade eden
bir emirdir, diğeri ise vücup ifade eder. Şeriatte mübahlık İfade eden emir
ile vücup ifade eden emrin bir arada bulunmasına engel yoktur.
Yüce
Allah, hakkın verilmesi emrini vermeden önce onlardan yeme nimetini zikrederek
başladı ki, baştan beri nimet ihsan etmenin tekliften önce O'nun lütfundan
ötürü gerçekleştiğini beyan etsin.
[81]
Yüce
Allah'ın: "Devşirilip biçildiği gün de hakkını verin" buyruğu ile ilgili
olarak ilim adamları, bu hakkın ne olduğunun açıklanması hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. Enes b. Malik, İbn Abbas, Tavus, el-Hasen, İbn Zeyd,
İbnü'l-Hanefiyye, ed-Dahhâk ve Said b. el-Müseyyeb buradaki hakkın, farz olan
zekât, öşür (onda bir) ve öşrün yarısı (yirmide bir) olduğunu söylemişlerdir.
Bu görüşü İbn Vehb ve Îbnü'l-Kasım da Malik'ten bu âyetin tefsiri ile ilgili
olarak nakletmişlerdir. Şafiî mezhebi alimlerinden bazısı da bu görüşü kabul
etmiştir. ez-Zeccâc'ın naklettiğine göre; bu âyet-i kerimenin Medine'de indiği
de söylenmiştir.
Ali
b. el-Hüseyin, Ata, el-Hakem, Hammad, Said b. Cübeyr ve Mücalıid ise, şöyle
demişlerdir: Bu, zekâtın dışında, malda bulunan bir haktır. Allah, bu hakkın
mendup olarak verilmesini emretmiştir. Bu görüş, İbn Ömer ve -yi-ne-Muhammed b.
el-Hanefiyye'den de rivayet edilmiştir. Ayrıca Ebu Said el-Hudrî bunu Hz.
Peygamber (sav)'dan da rivayet etmiştir.
Mücahid
der ki: Matını devşirdiğîn vakit, yoksullar yanına gelecek olurlarsa, sen
onlara biçtiğin başaklardan bir miktar ver. Hurmalarını topladığın vakit
onlara da salkımlardan bir miktar ver. Ekini toplayıp dövüp savurduğun vakit de
onlara ondan bir miktar bırak. Onun, Ölçeğini de bilip öğrendin mi, bu sefer
ondan zekâtını çıkartıp ver.
Bu
hususta üçüncü bir görüş daha vardır ki, bu görüşe göre bu emir zekât emriyle
neshedilmiştir. Çünkü bu sûre Mekke'de inmiş, zekâtı emreden: "Onların
mallarından bir sadaka (zekât) al" (et-Tevbe, 9/103); "Namazı dosdoğru
kılınız ve zekâtı veriniz" (el-Bakara, 2/43) âyeti ise, ancak Medine'de
nazil olmuştur.
İbn
Abbas, İbnü'l-Hanefiyye, el-Hasen, Atiyye el-Avfî, en-Nehaîve Said b.
Cübeyr'den de bu görüş rivayet edildiği gibi, Süfyan da şöyle demiştir: Ben,
es-Sü,ddî'ye bu âyet hakkında sordum da şu cevabt verdi: Bunu öşür ve öşrün
yarısı(nı emreden zekât) neslıetmiştir. Ben, bunu kimden naklediyorsun diye
sorunca, o da: İlim adamlarından, diye cevapladı.
[82]
Yenecek
olsun, olmasın yerin bitirdiği her şeyde zekâtın vacib olduğunu ileri süren Ebu
Hanİfe, bu âyet-i kerime ile Hz. Peygamberin: "Semânın suladığı
mahsullerde öşür, deve sırtında taşınan veya (kuyudan) çekilen kovalarla
sulanan mahsullerde de öşrün yarısı vardır"[83]
buyruğunun umura ifade edişini delil olarak göstermiştir. Ebu Yusuf da Ebu
Hanife'den şunu nakletmiştir: Onun, ot, yonca, saman (eskiden ok yapımında,
günümüzde de kurşun kalem tahtası yapımında kullanılan) farisi kamışı ve şeker
kamışı müs-tesnâdır.[84]
Fakat
cumhur bu görüşü kabul etmemektedir. Çünü onlara bu hadisten maksadın nelerden
öşür alınacağını ve nelerden öşrün yarısı alınacağını beyan etmektir. Ebu Ömer
(b. Abdi'1-Berr) der ki: Bildiğim kadarıyla ilim adamları arasında buğday,
arpa, hurma ve kuru üzümde zekât vermenin vacip olduğu hususunda hiçbir görüş
ayrılığı yoktur. Bir kesim ise, bunların dışında kalan (zirai mahsullerde)
zekât olmadığını söylemişlerdir. Bu görüş de el-Hasen, İbn Sirîn ve eş-Şa'bîden
rivayet edilmiştir.
Küfe
alimlerinden İbn Ebi Leylâ ve es-Sevrî, el-Hasen b. Salih, İbnü'1-Mü-barek ve
Yahya b. Vessab da bu görüşü benimsedikleri gibi, Ebu Ubeyd de bu kanaattedir.
Bu, aynı zamanda Ebu Musa'dan Hz. Peygamber (sav)'dan yoluyla da rivayet
edilmiştir ki, Ebu Musa'nın kabul ettiği görüş de bu idi. Ebu Musa, ancak
buğday, arpa, hurma ve kuru üzümden zekât alırdı. Bunu da Ve-ki1, Talha b.
Yahya'dan, o, Ebu Burde'den, o, babası yoluyla zikretmiştir.
Malik
ve arkadaşları ise şöyle demişlerdir: Gıda olarak kullanılan ve uzun süre
saklanabilen her şeyde zekât farzdır. Şafiî de bu görüştedir. Ayrıca Şafiî
şöyle demektedir: Kuruyup saklanan ve yiyecek olarak kullanılan şeylerden
zekât alınması vaciptir. Zeytinde ise zekât yoktur, çünkü o bir katıktır. Ebu
Sevr de böyle demiştir, imam Ahmed'in ise bu konuda farklı görüşleri vardır.
Bunların en kuvvetli olanlarına göre zekât, eğer vesk ile ölçülebilir ise, Ebu
Hanife'nin dediği her şeyde zekât vaciptir.
Bu
sebepten dolayı İmam Ahined, vesk ile ölçüldüğünden dolayı bademde zekâtın
vacip olduğunu kabul ederken, satışı sayılarak sözkonusu olduğundan dolayı
cevizde 2ekâtm olduğunu kabul etmemiştir. Buna da Hz. Peygamber'in: "Hurma
veya tane türünden olanlarda, beş vesk'ten aşağısında sadaka (zekât)
yoktur"[85] buyruğunu delil
göstererek şöyle demektedir: Peygamber (sav.) böylelikle zekâtın vacip olduğu
mahallin vesk (ile ölçülen şeyler) olduğunu beyan etmiş ve kendisinden hakkın
(zekâtın) çıkartılması gereken miktarı da açıklamıştır.
en-Nehaî'nin
görüşüne göre de, yerden biten her şeyden zekât verilmesi vaciptir. Hatta
toplayacağı on demet bakliyattan bir demet zekât verilir. Ancak bu hususta
ondan farklı rivayetler gelmiştir. Bu görüş aynı zamanda Ömer b. Abdulaziz'in
de görüşüdür. O, az olsun, çok olsun yerden biten her şeyden öşür alınması
için (zekât memurlarına) talimat yazmıştır. Bunu da Ab-durrezzak, Ma'mer'den,
o, Simak b, el-Fadl'dan naklederek şöyle demektedir: Ömer (b. Abdilaziz), şunu
ya2dı... diyerek bu hususu zikretti,
Bu,
aynı zamanda Hammâd b. Ebi Süleyman'ın ve onun öğrencisi Ebu Ha-nife'nin de
görüşüdür.
Îbnü'l-Arabî
de "Akkâmu'l-Kuf&n" adlı eserinde bu görüşe meylederek şöyle
demektedir: Ebu Hanife'ye geîince o, bu âyeti kendisine ayna tutmuş ve
böylelikle hakkt görebilmiştir, diyerek Hanefi mezhebini destekleyici ve
güçlendirici ifadeler kullanmıştır. Diğer taraftan "el-Kabes Bintâ Aleyhi
el-İma-mu Malik b. Enes" adlı eserinde de şöyle demektedir: Yüce Allah:
"... Birbirine hem benzeyen, hem benzemeyen zeytinleri, narları yaratıp
yetiştiren O'dnr" diye, buyurmaktadır. İlim adamlan ise, yerin
bitirdiklerinin tamamında mı, yoksa bir bölümünde mi zekâtın vacib olduğu
hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Biz bu hususu daha önceden açıklamış
bulunuyoruz. el-Ahkâm (Ahkâmu'l-Kur'an) adlı eserimizde bunun özünü kaydettik.
Buna göre zekât açıklamış olduğumuz gibi, taze bakliyatta (sebzelerde) değil de
gıda olarak saklanabilen şeylerde sözkonusudur. Taİfte nar, (bir çeşit) şeftali,
turunç gibi meyveler olmakla birlikte, Rasulullah (sav) bunlar hakkında
herhangi bir şey söylemediği gibi sözkonusu da etmemiştir, halifelerden
herhangi bir kimse de bunu zikretmiş değildir.
Derim
ki: Her ne kadar bu görüşünü "Kufan Ahkâmı"nâa. zikretmemiş ise de bu
mesele ile ilgili olarak sahih olan görüş budur. Yeşilliklerde (sebzelerde)
her hangi bir zekât düşmediğidir. Âyete gelince; âyet hakkında muhkem midir,
mensuh mudur, yoksa emir mendupluğa mı hamtedilmiştir diye farklı görüşler
ortaya atılmıştır. Bunun, hangisine yorumlanacağını beyan edecek kafi bir delil
de yoktur. Bu konuda bilinen ve meseleye kesinlik kazandıran delil ise, İbn
Bukeyr'in "AWfedm"ında zikrettiği şu husustun Küfe, Hz. Peygamber
(sav)'ın vefatından ve Medine'de ahkâmın yerleşmesinden sonra fethedilmiştir.
Herhangi bir kimsenin veya azıcık bir basireti olan bir kişinin şöyle bir
vehme kapılması mümkün müdür: Böyle bir hüküm Medine'de askıya alındı, hicret
yurdunda vahyin karargâhında, hatta Ebu Bekir'in halifeliği döneminde de
bununla amel edilmedi de sonunda bununla amel edenler Kûfeliler mi oldu?
Şüphesiz ki bu, böyle bir zanna sahip olanlar için ve bu görüşü kabul edenler
hakkında bir musibettir.
Derim
ki: Kur'an-ı Kerim'in ihtiva ettiği anlamlardan, buna delalet eden hususlardan
birisi de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Ey Peygamber, Rabbinden sana
indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan O'nun risaletini tebliğ etmemiş
olursun." (el-Maide, 5/67) Acaba Hz. Peygamberin tebliğ etmekle, yahut
açıklamakla emrolunduğu herhangi bir şeyi gizlediğini söylemek mümkün müdür?
O, bundan çok çok uzaktır. Yine yüce Allah, bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki
nimetimi tamamladım...0 (el-Maide, 5/3) İşte yeşilliklerden (sebze ve bakliyattan)
bir şey almamış olması da dinin kemal indendir. Dârakutnî'nin rivayet ettiğine
göre Cabir b. Abdullah da şöyle demiştir: "Salatalık yetiştirdiğimiz
bahçelerimiz onbinlerce (tane) ürün veriyordu da bunda hiç bir şey (zekât
olarak) vacib olmuyordu."[86]
ez-Zührî
ve el-Hasen de şöyle demişlerdir: Yeşil sebzeler, satıldığı takdirde ve
bunların bedeli ikiyüz dirheme ulaşırsa zekâtları verilir. el-Evzaî de,
meyvelerin bedeli hususunda bu görüştedir. Ancak, onların bu görüşlerinin,
bizim sözünü ettiğimiz hususa dair delil olacak bir tarafı yoktur. Tirmizî de
Muaz b. Cebel'den şunu rivayet etmektedir: Muaz, Hz. Peygamber (sav)'a yeşillikler
(sebzeler) hakkında soru sormak üzere mektup yazdı, Hz. Peygamber de:
"Onlarda (zekât olarak) bir şey düşmez" diye buyurmuştur.[87]
Bu
anlamdaki açıklamalar, Cabir, Enes, Ali, Muhammed b. Abdullah b. Cahş, Ebu Musa
ve Hz. Aişe'den de rivayet edilmiştir ki, Dârakutnî -Allah'ın rahmeti üzerine
olsun- bunların hadislerini zikretmektedir.[88]
Tirmizî
de der ki: Bu hususta (yani bakliyatta zekât olmadığına dair) H2. Peygamber
(savYdan sahih her hangi bir rivayet yoktur.[89]
Ebu
Hanife'nin arkadaşlanndan bazıları da Salih b. Musa'nın Mansur'dan, onun
İbrahim'den, onun el-Esved'den, onun da Hz. Aişe'den şöyle dediğine dair
naklettiği hadisi delil göstermişlerdir: Rasulullah (sav) buyurdu ki:
"Yerden biten bakliyatta zekât vardır." Ancak, Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr)
der ki: Bu hadisi Mansur'un arkadaşlarından güvenilir her hangi bir kimse bu şekilde
rivayet etmiş değildir. Bu, İbrahim'in sözlerindendir.[90]
Derim
ki: Konu ile ilgili senetlerinin zayıflığı dolayısıyla, sünnetten delil getirme
imkânı olmadığına göre, geriye sadece bizim sözünü ettiğimiz âyetin umumu ile
Hz. Peygamber'in: "Yağmur suyu ile sulananlarda öşür vardır" buyruğunun
umumunu sözünü ettiğimiz şekilde tahsis etmekten başka bir yol kalmıyor. Ebu
Yûsuf ve Muhammed de derler ki: Sebzelerin hiç birisinde -kalıcı meyvesi
olanlar müstesna- zekât düşmez. Bundan tartılarak alınıp satılan zaferan ve
benzeri şeyler müstesnadır, onda zekât vardır. Muhammed ise usfur (asrur.) ve
ketende tohumu nazar-ı itibara alırdı. Eğer asfur tohumu ile keten tohumu beş veski
bulacak olursa, elde edilen asfur ve keten tohuma tabi olur ve buna bağlı
olarak ondan (sulama durumuna göre) öşür veya öşrün yarısı olarak zekât
alınır.
Pamuktan
alınacak zekâta gelince; Muhammed'e göre pamukta beş yükten aşağısında zekât
düşmez. Yük ise üçyüz Irak mennidir.[91]
Alaçehre
(Yemen safranı) ve zaferanda ise, beş mennden aşağısında herhangi bir zekât
düşmez. Bunlardan herhangi birisi beş menni bulacak olursa, (sulama durumuna
göre) öşür veya öşrün yarısı zekât düşer. Ebu Yusuf der ki: Şekerin kendisinden
yapıldığı şeker kamışı da böyledir. Ancak bu şeker kamışının, haraç arazisinde
değil de öşür arazisinde yetişmesi gerekir, o da zaferanda olduğu şekilde
zekâta tabidir.
Abdülmelik
b. el-Macişûn ise, bakliyat dışında kalan meyvelerin asıllarında zekât farz
olduğunu kabul etmiştir. Bu ise, Malik'in ve arkadaşlarının kabul ettiği
görüşe muhaliftir. Çünkü onlara göre, bademde de, cevizde de, fındıkta da ve
buna benzer mahsullerde de zekât yoktur. İsterse bunlar saklanabilsinler. Aynı
şekilde onlara göre erik, elma ve armutta da zekât olmadığı gibi, bu kabilden
olup kurutulup saklanmayan şeylerde de zekât yoktur.
Ancak,
incirde zekâtın olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Matik'in
mezhebini takip eden Mağrib halkınca daha meşhur olan görüşe göre incirde
zekât yoktur. Ancak, Abdülmelik b. Habib'in kanaatine göre Malik'in mezhebinde
incirde zekât olması gerekir. Bunu da hurma ve kuru üzüme kıyasen söylemiştir.
Bağdadlı Maliki mezhebine mensub ilim ehlinden bir topluluk da -İsmail b.
İshâk ve ona uyanlar- bu görüşe sahip olmuşlardır. Malik de Muvatta'da şöyle
demiştir: "Bizce ihtilafın sözkonusu olmadığı sünnet ile ilim ehlinden
işittiğime göre, meyvelerin hiçbirisinde -nar, şeftali, incir ve bunların
benzerlerinde- ve meyvelerden olması halinde benzemeyenlerinde de zekât
yoktur."[92]
Ebu
Ömer (b. Abdİ'1-Berr) der ki: Malik, inciri de (zekâtı alınmayan) bu meyve
kısımları arasına sokmuştur. Zannederim o, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır-
incirin kurutulup saklandığını ve gıda olarak kullanıldığını bilmiyordu. Eğer
bunu bilmiş olsaydı, inciri de bu tür zekâtı alınmayan meyvelerin kapsamına
sokmazdı. Çünkü incir, nardan çok hurma ve kuru üzüme benzemektedir. el-Ebherî
ile onun arkadaşlarından bir topluluktan bana ulaştığına göre onlar, incirde
zekât düştüğü doğrultusunda fetva vermişler ve bunun kendilerine göre kabul
ettiği usule uygun Malik'in de görüşü olduğu kanaatinde imişler. Diğer
taraftan incir, kile İle Ölçülen bir meyvedir. O bakımdan onda da beş vesk ve
tartı olarak onun misli olan miktar nazar-ı itibara alınır. Bunlara göre incir
hakkında da, üzerlerinde zekât düştüğü hususunda icma ile kabul olunmuş, hurma
ve kuru üzüm gibi hüküm verilir.
Şafiî
der ki: Hurma ve üzüm dışında hiçbir meyvede zekât sözkonusu değildir. Çünkü
Rasulullah (sav) bu iki meyveden zekât almıştır. Bunlar da Hicaz bölgesinde
saklanabilen bir gıda idiler. Yine devamla: Ceviz ve badem de saklanabilir.
Fakat bunlarda zekâı yoktur. Çünkü bunlar bildiğim kadarıyla Hicaz bölgesinde
gıda olarak kullanılmıyorlardı Bunlar bir meyve idiler.
Zeytinde
de zekât yoktur. Çünkü yüce Allah: "Zeytinleri ve narları* diye
buyurarak, zeytini nar ile birlikte zikretmiştir. Narda da zekât yoktur. Aynı
şekilde incir, gıda olarak ondan daha faydalı olmakla birlikte onda da zekât
yoktur.
Diğer
taraftan Şafiî'nin, zeytinden zekât verileceği şeklinde Irak'ta (ki kadîm
mezhebinde) ifade ettiği bir görüşü de vardır. Ancak, evla olan Mısır'daki
görüşüdür. O bakımdan zeytin hakkında Şafiî'nin görüşü muzdariptir (çatışma
vardır). Ancak, Malik'in bu husustaki görüşünde ihtilaf yoktur. Bu da Şafiî ve
Malik nezdinde âyet-i kerimenin mensuh olmayıp muhkem olduğuna delalet
etmektedir. Her İkisi de nardan zekât olmadığını ittifakla kabul etmekle
birlikte (usullerine göre) narda zekâtı vacip görmeleri gerekirdi.
Ebu
Ömer (b. Abdi'1-Berr) der kî: Eğer nar, (zekât kapsamı dışına) ittifak ile
çıkmış ise, bununla âyet-İ kerimenin umumunun kastedilmediği ortaya çıkmış ve
("biçildiği günde hakkını verin"dekî) zamirin anılan mahsullerden bir
bölümüne racî olup bir bölümüne raci olmadığı anlaşılmış olur, Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.[93]
Derinti
ki: Yeşil, (taze sebze ve meyve) lerde öşrü vacip kabul edenler bunu delil
göstermişlerdir. Çünkü yüce Allah: "Devşirilip biçildiği gün de hakkını
verin" dîye buyurmaktadır. Ondan önce sözü edilen şey ise, zeytin ve
nardır. Bir cümie akabinde zikredilen bir hükmün (zamir ve benzerleri) ise, son
olarak zikredilen hakkında sözkonusu olacağında da görüş ayrılığı yoktur. (Buna
göre zeytin ve narda zekât düşer demek istemektedir). Bu açıklamayı el-Kiyâ
et-Taberî yapmıştır.
İbn
Abbas'tan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Cennet suyundan bir damla İle
aşılanmamış hiçbir nar yortur. Ali (k.v)'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Nar yediğiniz vakit onu ince zarı ile birlikte yeyiniz. Çünkü o, mideyi
tabaklar (sağlamlaştırır). İbn Asakir de "Dimaşk Tariki" adlı
eserinde İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Narı baş tarafından
kırmayınız. Çünkü onda cüzzamın kendisinden yayıldığı bir kurtçuk vardır.
İleride zeytin yağının faydalarına dair açıklamalar, inşaallah el-Mu'minun
Sûresi'nde (23/20. âyetin tefsirinde) gelecektir.
Zeytinde
zekâtın farz olduğunu söyleyenler arasında, ez-Zührî, el-Evzaî, el-Leys,
Es-Sevrî, Ebu Hanife, arkadaşları ve Ebu Sevr de vardır. ez-Zührî, el-Evzaî ve
el-Leys derler ki: Ağaçta zeytin olarak (uzmanlar tarafından) tahmin edilir ve
saf zeytinyağı olarak alınır.
Malik
ise der ki: Böyle tahmin yoluna gidilmez. Bunun yerine yağı sıkıldıktan ve
miktarı da beş veski bulduktan sonra öşrü (onda biri) zekat olarak alınır.
Ebu
Hanife ve es-Sevrî ise bunun tanesinden zekât alınır, demişlerdir.
[94]
Yüce
Allah'ın: "Devşİrilip biçildiği gün" buyruğunu, Ebu
Amr,
îbn Âmir ve Âsim, "hâ" harfi üstün olarak; şeklinde, diğerleri ise
"hâ" harfi esreli olarak okumuşlardır ki, bu iki okuyuş da meşhur iki
şivedir. kelimeleri de (hepsi de özellikle ağaçlardan salkım hafinde
devşirilen meyveler hakkında kullanılır ve aynı anlamdadır) böyledir.
İlim
adamları, mahsullerde zekâtın ne zaman vacip olduğu hususunda üç farkb görüş
ileri sürmüşlerdir:
1. Vücup zamanı, meyvelerin toplanma zamanıdır. Bu görüş Muhammed b.
Mesleme'ye ait olup, buna gerekçe de "devşirilip biçildiği gün" buyruğudur.
2. Olgunlaşma zamanıdır. Çünkü, olgunlaşma zamanından önce mahsul ne gıda
ne yiyecek olur. Olsa olsa hayvan yemi olur. Olgunlaşıp Allah'ın nimet olarak
ihsan ettiği yeme zamanı geldi mi, Allah'ın verilmesini emrettiği hakkım da
eda etmek icabeder. Çünkü nimetin tamamlanmasıyla nimete şükür etmek gerekir.
Bu zekâtın verilmesi ise, -olgunlaştığı gün vacib olmuş olduğundan dolayı-
hasad (toplanıp devşirilme) zamanıdır.
3. Toplanacak mahsulün tahmini tamamlandıktan sonra verilir. Çünkü, o
vakit ondan ödenmesi gereken zekât miktarı tahakkuk eder. O bakımdan, tahminin
tamamlanması da vücubu için bir şarttır. Bu hükmün asıl delili, koyunlardan
zekât almak için zekât toplayıcısının gelişi ile koyunların zekâtının
ödenmesinin vücubudur. el-Muğire bu görüştedir.
Sahih
olan görüş ise, Kur'an-ı Kerim'in nasst dolayısıyla birinci görüştür. Ancak,
Maliki mezhebinde meşhur olan görüş ikincisidir. Şafiî de bu görüştedir.
Bu
görüş ayrılığının etkisine gelince-, eğer zekât mükellefi, olgunlaşmadan sonra
vefat ederse, onun mülkünden, yahut mahsulün tahmininden önce vefat edecek
olursa, mirasçıların malından zekât verilir.
Muhammed
b. Mesleme der ki: Tahminin önce yapılışı mahsul sahipleri için bir genişlik
sağlamak maksadıyladır. Bir kimse tahminden sonra ve fakat toplanmasından önce
zekâtını verecek olursa, bu olmaz. Zira, vücubundan önce zekâtını çıkarmış
olur.
Tahmin
ile ilgili ilim adamlarının farklı görüşleri jse bir sonraki başlığın konusunu
teşkil etmektedir.
[95]
es-Sevrî,
mahsul tahmininde bulunmayı mekruh görmüş ve hiç bir şekilde caiz kabul
etmemiş ve şöyle demiştin Tahminde bulunmak, uygulanan bir şey değildir. O
şöyle der: Ancak, bağ bahçe sahibinin eline geçirdiği mahsulün onda birini
-beş veski bulması halinde- yoksullara vermesi gerekir, eş-Şeybanî de
eş-Şa'bî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Günümüzde mahsul tahmininde
bulunmak bir bid'attir.
Ancak
cumhur, bundan farklı kanaate sahiptir. Diğer taraftan İse, kendi aralarında
da farklı görüşleri vardır. Büyük çoğunluk, hurma ve üzümde tahminde
bulunmanın caiz olduğu görüşündedirler. Çünkü Attab b. Esid'in rivayet ettiği
hadise göre, Rasulullah (sav) kendisini görevlendirmiş ve hurma ağaçlarının
meyvesini tahmin ettiği gibi; alınacak üzümü de tahnîin etmesini emretmiştir.
Zekâtı ise, hurma ağacının mahsulü kuru -hurma olarak alındığı gibi- kuru üzüm
olarak alınır. Bunu, Ebu Davud rivayet etmiştir.[96]
Davud
b. Ali de: Zekât için alınacak mahsulü tahmin etmek, hurma hakkında-caizdir.
Üzümde caiz değildir, der ve Attab b. Esid'in hadisinin mun-katı' olduğunu,
sahih bir yolla muttasıl rivayetinin bulunmadığını belirterek reddetmektedir.
Bunu, Ebu Muhammed Abdulhak nakletmektedir.
[97]
Tahminin
niteliğine gelince, hurma taze olarak ağaçta iken tahmin edilir, kurutulduğu
vakit ne kadar ekşiteceği takdir edilir, bu eksilme de inildikten sonra geriye
kalan ölçü alınır ve böylelikle bahçe tamamlanıncaya kadar her bir ağaçtan
alınacak mahsuller birbirine eklenir. Üzüm salkımlarında da taze hurmadaki
gibi yapılır.
[98]
Mahsul
tahmininde de hakimde olduğu gibi tek kişi yeterlidir. Şayet alınacak hurma
tahminden fazla olursa, bahçe sahibinin fazla miktar için ayrıca zekât vermesi
gerekmez. Çünkü bu, yürürlüğe girmiş bir hükümdür. Bu görüşü Abdufvehhab ifade
etmiştir. Tahminden az gelecek olursa, zekâtta da eksilme olmaz.
el-Hasen
derki: Müslümanlar (in mahsulleri) hakkında tahminde bulunulur, ondan sonra da
zekâtları bu talimine göre onlardan alınırdı.
[99]
Şayet
bahçe sahibi tahminin çok olduğunu ileri sürecek olursa, tahminde bulunan kişi,
bahçe sahibini tahmin edileni kendisi ahp kalanı vermekte mu-lıayyer bırakır.
Bunu Abdurrezzak nakletmektedir: Bize, Ibn Cüreyc, Ebu 2ü-beyr'den haber
verdiğine göre o, Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken dinlemiş: îbn Revâha (Hayber
ya hu di I erinden alınacak mahsulü) kırkbin vesk olarak tahmin etmiş,
yalıudileri bu hususta muhayyer bırakınca, kuru hurmanın tamamını almış ve ona
(taze olarak) yirmi bin vesk vermişlerdi.[100]
îbn
Cüreyc der ki: Ben, Ata'ya şöyle dedim: Mahsulü tahmin eden kimsenin bu
tahminini mal sahibi çok görecek olursa, İbn Revâha'nın yalıudileri muhayyer
bıraktığı gibi muhayyer bırakmak vazifesi midir? Şöyle dedi: Yemin olsun ki,
evet. Zaten Rasulullah (savVın sünnetinden daha hayırlı hangi sünnet
(uygulama) olabilir ki?
[101]
Mahsul
tahmini ancak meyvelerin olgunlaşmasından sonra olur. Çünkü, Hz. Âişe'den gelen
hadiste şöyle demiştir: Rasulullah (sav), (Abdullah.) b. Revâ-ha'yı yahudilere
gönderirdi, O da, meyvesinden yenilmeden önce hurmanın ilk olgunlaşması ile
birlikte ağaçlarından alıncak mahsulü tahmin eder, sonra da yahudileri ya bu tahminin
karşılığını ödeyerek almak, yahut da tahmin edilen bu miktarı ona vermek
hususunda muhayyer bırakırdı. Rasulullah (sav)'ın, mahsullerin tahmin
edilmesini emretmesi, mahsuller yenilmeden ve dağıtılmadan önce miktarının
tesbit edilmesi maksadına binaendi.[102]
Bunu,
Darâkutnî de İbn Cüreyc'den, o, ez-Zührî'den, o, Urve'den, o, Âi-şe yoluyla
rivayet ettikten sonra şunları söylemektedir: Ayrıca Salih b. Ebİ Ah-dar,
ez-Zührî'den, o, İbn el-Müseyyeb'den, o da Ebu Hureyre yoluyla rivayet
etmiştir. Malik, Ma'mer ve Ukayl ise, bunu ez-Zührî'den, o, (Said) b.
el-Müseyyeb'den, o da Peygamber (sav)'dan mürsel olarak rivayet etmiştir.[103]
Tahminde
bulunmakla görevli kişi, tahminini yaptıktan sonra, tahminin toplamından bir
miktar düşmelîdir. Çünkü, Ebu Davud,, Tirmizî ve Sahih'inde el-Bustî, Sehl b.
Ebİ Hasme'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (sav) şöyle buyururmuş:
"Tahminde bulunduktan sonra, tahmininizi alın ve üçte birini de bırakın.
Üçte biri olmazsa, hiç olmazsa dörtte birini bırakın." Tirmizî'nin tafzı
bu şekildedir.[104]
Ebu
Dâvud der ki: Tahminde bulunan kişi, üçte birlik bir miktarı, çoluk çocuğunun
taze iken daldan yemesi için bırakır.[105]
Yahya el-Kattan da böyle dediği gibi, Ebu Hatim el-Bustî de şu açıklamada
bulunmuştur: Bu haberin iki niteliği vardır. Birincisi, alınacak öşrün üçte
veya dörtte biri kadarını bırakır, ikincisi, eğer bahçe bunu kaldırabilecek
kadar büyük ise, öşrünü tesbit etmeden önce bizzat kuru hurmanın kendisinden
bunu bırakır.
Malik'in
mezhebinde meşhur olan görüşe göre ise, tahminde bulunmakla görevli kişi,
tahmin ettiği sırada hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden tahmin etmedik
hiçbir şey bırakmaz.
Medineli
alimlerden kimisi ise, tahminde işi kolay tutmasını ve yoksullara
bağışlanacak, akraba ve benzeri kimselere verilecekler için de bir miktar
düşmesi gerektiğini rivayet etmişlerdir.
[106]
Şayet
alınacak mahsulün tahmin edilmesinden sonra ve mahsulün toplanmasından önce,
mahsule bir âfet isabet edecek olursa, ilim ehlinin İcmaı İle zekât düşer.
Ancak, geri kalan beş vesk ve daha fazla bir miktar ise, bunun zekâtı alınır.
[107]
"Beş
vesk'den daha aşağı miktarda zekât yoktur."[108] Hz.
Peygamber (sav)'dan bu husus böylece beyan edilerek gelmiştir. Çünkü bu,
Kitapta mücmeldir. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler,
kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan
infak edin" (el-Bakara, 2/2Ö7) diye buyurduğu gibi: "DevşirUİp
biçildiği günde hakkını verin" diye buyrulmaktadır. (Zekât düşen nisab ve
miktar beyan edilmemiştir). Daha sonra zekât verilecek miktar, öşür ve öşrün
yansı diye beyan edilmiştir. Diğer taraftan malın kendisinden zekâtın alınması
gereken miktar da mücmel olduğundan yine Hz. Peygamber de-bunu beyan etmek üzere
şöyle buyurmuştur: "İster hurma, ister tane olsun, beş vesk'ten aşağısında
sadaka (zekât) yoktur."[109]
İşte bu, yeşillerde (taze tüketilen meyve ve sebzelerde) sadaka verilmeyeceğini
ifade etmektedir. Çünkü bunlar vesk ile ölçülen şeylerden değildir.
Buna
göre kimin payına hurma ya da tahıllardan beş vesk'Uk bir mahsul isabet ederse,
onun zekât vermesi icabeder. Kuru üzümden de böyledir.
İşte
buna ilim adanılan tarafından nisab diye ad verilir. Vesk kelimesi, visk
şeklinde de söylenir.
Vesk,
altmış sa'dır. Sa' ise dört müd'dür. Bir müd ise, Bağdadî rıtıl ile bir tam
üçte bir ntıldır. Buna göre beş vesk bin ikiyüz mud eder. Ağırlık itibariyle,
bin alüyüz rıtla tekabül eder.[110]
Bİr
kimsenin mahsul olarak elde ettiği hurma ve üzümün toplamı beş vesk yapıyor
ise, icma ile zekât vermesi gerekmez. Çünkü bunlar İki ayrı çeşittir. Aynı
şekilde hurmanın buğdaya, buğdayın kuru üzüme, devenin ineğe, ineğin de koyun
türüne eklenmeyeceği üzerinde de fukahâ icma etmişlerdir. Ancak, keçi ve koyun
türünün birbirine ekleneceği icma ile kabul edildiği gibi, buğdayın arpaya ve
seli (diye bilinen, Hicazda yetişen buğdaya benzer kabuksuz arpaya) eklenip
eklenmeyeceği hususunda fukahâ arasında görüş ayrılığı vardır ki, bu bir
sonraki başlığın konusudur.
[111]
Malik,
özel olarak ve yalnızca bu üçünde (yani buğdayın, arpa ve şelfe) mahsul miktarlarının
birbirlerine eklenmesini caiz kabul etmiştir. Çünkü bunlar, menfaat itibariyle
biribirlerine yakınlıkları ve yerden bitip biçilmele-ri bakımından ortak
özelliklere sahip olmaları dolasıyla birbirine yakın tek bir tür gibidirler.
İsmen ayrı olmaları ise, -camış ile inek, keçi ile koyun türlerinde olduğu
gibi- hüküm itibariyle birbirlerinden ayrı olmalarını gerektirmez.
Şafiî
ve başkaları ise derler ki: Bunlar, birbirlerine eklenmezler. Çünkü bunlar
faklı türlerdir, nitelikleri ayrı ayrıdır, isimleri birbirini tutmamaktadır.
Tadları da değişiktir. Bu ise, onlann ayrı olmalarını gerektirir. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
Malik
der ki: Bütün tahıllar tek tür kabul edilir, biri ötekine ilave edilir.
Şafiî
de şöyle demektedir: Ayrı bir isimle bilinen ve yaratılışı itibariyle de, tadı
itibariyle de diğerinden ayrı ve farklı olan hiç bir tahıl çeşidi diğerine ilave
edilmez- Ancak, her bir türün bir bölümü diğer bölümüne ifave edilir. Kalitelisi,
kalitesiz olanına eklenir. Türleriyle hurma, siyahıyla kırmızısıyla kuru üzüm,
esmer ve diğer türleriyle buğday gibi.
Bu,
aynı zamanda es-Sevrî, Ebu Hanife, Ebu Hanife'nin iki arkadaşı Ebu Yusuf ve
Muhammed ile Ebu Sevr'in de görüşüdür.
el-Leys
der ki: (Buğday, arpa, kuru üzüm ve hurma dışında kalan) bütün tahıl ve
taneliler zekât için biri diğerine eklenir.
Ahmed
b. Hanbel de, önceleri altının gümüşe, ve tanelilerin de birbirlerine
eklenmesi doğrultusunda görüş belirtmekten çekinirken, daha sonraları bu
hususta Şafiî doğrultusunda görüş beyan etmeye başlamıştur.
[112]
Malik
der ki: Mahsulün olgunlaşacağının görülmesinden yahut da elle ovalanıp ayırd
edilebilecek hale gelmesinden sonra mahsul, sahibinin tükettiği, onun hesabına
kaydedilir. Aynı şekilde, hasadı esnasında ve toplandığı sırada mal Sahibinin
mahsulden verdiği, yine derlendiği sırada zeytinden verdikleri de araştırılır,
tesbit edilir ve onun namına hesap edilir. (Yani, mahsulün toplamı içerisinde
kabul edilerek, zekâtı verilmesi gereken toplam mahsule eklenir). Ancak,
fukahanın çoğunluğu bu hususta ona muhalefet ederler ve mahsulün dövülüp,
tanesinden ayrılmasından sonra geri kalanlarının dışında her hangi bir
bölümünde zekâtı vacip görmezler.
el-Leys
de, taneli ve tahıl mahsullerin zekâtı hususunda nafakadan önce
bunların
zekâtı hesap edilir. Elle ovularak tanesi ayrılacağı sırada kendisinin ve
aiiesinîn yedikleri ise ayrıca hesap edilmez. Bunlar da hurma bahçesi sahiplerine
kendilerinin yemesi İçin bırakılan ve tahmin esnasında hesaba katılmayan taze
hurma gibidir.
Şafiî
de der ki: Mahsulü tahmin edecek kişi, bahçe sahibine, taze hurma olarak
kendisinin ve ailesinin yiyeceği miktarı çıkarır ve bunu tahmine katmaz.
Kendisinin, taze hurma iken yediği de hesaba katılmaz.
Ebu
Ömer (b. Abdİ'l-Berr) der ki: Şafiî ve onun görüşünü paylaşanlar, yüce
Allah'ın: "Bunların her biri meyve verdiği zaman meyvelerinden yeyin.
Devşirilip biçildiği gün de hakkını verin" buyruğunu devşirilmeden önce
yenilen şeylerin hesap edilmeyeceğine delil göstermişlerdir. Yine, Hz. Peygamberin:
"Mahsulü tahmin ettiğiniz vakit, üçte biri bırakın. Üçte biri bırakmayacak
olursanız, hiç olmazsa dörtte biri bırakın"[113]
hadîsini delil göstermişlerdir. Mahsulün dövülüp ayıklanması esnasında
hayvanların ve ineklerin yediklerinin hiç bir bölümü de, -Malik ve diğerlerine
göre- zekâta tabi olacak mahsul toplam arasına katılmaz.
[114]
Bakla,
nohut ve karaburçak türünden, henüz taze İken satılanların kuru olarak
miktarları araştırılır ve tane olarak bunlann da zekâtı verilir. Aynı şekilde
henüz taze iken satılan meyveler de araştırılarak kuru miktarı tahmin edilir ve
bu tahmine göre kuru üzüm ve kuru hurma alarak zekâtı çıkartılır. Zekâtın,
bunlann bedelinden verileceği de söylenmiştir.
[115]
Mısır'ın
üzümü ve taze hurması gibi, hurması kurutulamayan mahsullere gelince -ki, yağı
çıkartilamayan zeytininin hükmü de böyledir- bu hususta İmam Malik şöyle
demiştir: Zekâtı bedelinden verilir ve bu mahsullerin sahibi başkasıyla
mükellef tutulmaz. Diğer taraftan bedellerin yirmi miskal veya ikiyüz dirheme
varması da nazar-ı itibara alınmaz. Yalnızca elde edilen mahsulün beş vesk ve
daha fazia miktara ulaşıp ulaşmadığına bakılır.
Şafiî
de şöyle demektedir: Aile halkı, hurmayı taze olarak yiyecek veya başkasına
yedirecek olurlarsa, o da kuru hurma olarak ortalamasının (arazinin durumuna
göre) onda biri veya onda birin yarısını (yirmide birini) zekât olarak ayırır.
[116]
Ebu
Dâvud, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasuiullah (sav) buyurdu
ki: "Semanın (yağmurun), nehirlerin ve pınarların suladığı, yahut da
başka bir su ile sulanmaya ihtiyaç bırakmayacak kadar suya yakın bulunan
mahsullerde öşür (onda bir zekât) vardır. Deve sırtında getirilen taşıma su
ile sulananlarda ise öşrün yarısı vardır. Yer üzerinde akan bir sudan sulanıyor
ise, aynı şekilde öşür vardır."[117]
Bu
hadiste geçen "şeyh" kelimesinin, yer üzerinde akan su anlamına
geldiği İbnü's-Sikkit tarafından açıklanmıştır. Hadiste sözü geçen bu
"şeyh" lafzı ise Nesâî tarafından kaydedilen rivayette yer
almaktadır.
[118]
Eğer,
arazi bu şekilde akan su ile sulanmakla birlikte sahibi, herhangi bir suya
malik olmayıp, bunu kiralıyor ise, bu da -Maliki mezhebinde meşhur olan görüşe
göre- yağmur suyu ile sulanıyor gibidir. Ebu'l-Hasen el-Lahmî'nin görüşüne göre
ise bu, taşıma su ile sulanan gibidir.
Eğer,
bir sefer yağmur suyu ile, bir sefer de kovalarla sulanıyor ise, Malik şöyle
demiştir: Böyle bir durumda ekinin daha çok hangisinin etkisiyle tamamlanıp ve
canlandığına bakılır ve ona göre hüküm verilir. Îbnü'l-Kasım'ın Malik'ten
yaptığı rivayet budur. İbn Velıb'in ondan yaptığı rivayete göre ise, senenin
yarısı pınar suyu ile sulanıp daha sonra bu su kesilecek olur da senenin geri
kalan bölümü taşıma su ile sulanacak olursa, zekâtının yarısını öşür olarak
verir, diğerinin yarısını öşrün yarısı (yirmide bir) olarak verir. Bir başka
seferinde de şöyle demiştir: Onun zekâtı, canlılığı hangisiyle tamam olmuşsa
ona göre verilir.
Şafiî
ise şöyle demektedir: Her bir bölümün kendi hesabına göre (sulama şekli göz
önünde bulundurularak) zekâtı verilir. Meselâ, iki ay taşıma su ile
sulanıyorken, dört ay da yağmur suyu ile sulanıyorsa, öşrün üçte ikisi yağmur
suyu için, altıda biri ise taşıma su için zekât verilir. Aynı şekilde artan ve
eksilen de bu esasa göre hesap edilir. Bekkâr b. Kuteybe de buna göre fetva
verirdi.
Ebu
Hanife ile Ebu Yusuf ise şöyle demektedir: Böyle bir durumda, daha çok hangisi
ise ona bakılır ve ona göre zekat verilir. Bunun dışındaki sulamaya itibar
edilmez. Bu görüş, Şafiî'den de rivayet edilmiştir. Tahavî der ki: Herkesin
ittifakla kabul ettiğine göre, bir gün veya iki gün yağmur suyu ile sulayacak
olursa, buna kibar olunmaz ve bunun için bir hisse aynlmaz. İşte bu da
çoğunluğun nazar-ı itibara alınacağına delil teşkil etmektedir. Doğrusunu en
İyi bilen Allah'tır.
Derim ki: İşte bunlar, bu
âyet-i kerimenin hükümlerinin özetidir. Belki bizden başkası, Allah'ın
kendisine ihsan edeceğine uygun olarak bundan daha fazlasını da kaydedebilir.
Daha önce el-Bakara Sûresi'nde de (2/267. âyetin tefsirinde) bu âyetin anlamı
ile ilgili gelen açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.
[119]
Hz.
Peygamberin: "Tanede (tahılda) olsun, hurmada olsun «beş vesk'e baliğ
olmadıkça- sadaka (zekât) yoktur" buyruğunu Nesaî rivayet etmiştir.[120]
Hamza
el-Kinanî der ki: Bu hadiste "tanede" ibaresini İsmail b. Umeyye'den
başkası zikretmemiştir. İsmail ise, Said b. el-Âs'ın soyundan gelen Kureyşli ve
sika (güvenilir) bir ravidir. (Hamza) devamla der ki: Bu sünneti de Peygamber
(sav.)'in ashabı arasından Hz. Peygamber'den, Ebu Said el-Hud-rî'den başka bir
kimse rivayet etmemiştir. Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Durum, Hamza'nm
dediği gibidir. Bu, gerçekten önemli bir sünnettir. Herkes bunu kabul ile
karşılamıştır. Peygamber (sav)'dan bellenmiş ve sabit bir yolla Ebu Said'den
başka hiçbir kimse rivayet etmiş değildir. Cabir (r.a) da Peygamber (sav)'dan
bunun bir benzerini rivayet etmiş olmakla birlikte, onun bu rivayeti gariptir.
Ayrıca biz, bu sünneti Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği yoldan hasen bîr isnadla
da tesbit etmiş bulunuyoruz.
[121]
Yüce
Allah'ın: "İsraf etmeyin" buyruğunda geçen "israf", sözlükte
hata demektir. Bedevi'nin birisi, bir topluluğu kastederek: ": Sizi aradım
ama yerinizi isabet ettirernedim (hata ederek bulamadım)" demiştir. Şair
de şöyle demektedir:
"At(lı
suvari)ler onları çiğnerken birileri dedi ki:
Oldukça
hata ettiniz (aşın gittiniz). Bie de: Biz zaten böyle şeylere
alışkın
kimseleriz, diye cevap verdik."
Harcamada
İsraf; savurganlık demektir. Müsrif; Harre vak'asında (Yezid tarafından
kumandan tayin edilen) Müslim b. Kutbe el-Murrî'nin lakabıdır. O, bu vak'ada
oldukça aşırıya gitmişti. Ali b. Abdullah b. el-Abbas da der ki:
"O,
müsrifin birlikleri ve o aşağılık kimselerin evlatları geldiği gün, Bana engel
oldular; korumamı gerekenleri korumama."
Âyet-i
kerimede ise, herhangi bir şeyi haksız yere alıp da onu yine haket-mcdiği bir
yere koymayınız, demek istenmiştir. Bu açıklamayı Esbağ b. el-Ferac yapmıştır.
Buna yakın bir açıklama da İyad b. Muaviye'nin şu açıklamasıdır: Kendisiyle
Allah'ın emrini aştığın her şey, şeref ve israftır. İbn Zeyd der ki: Bu,
yöneticilere bir hitaptır. Onlara şöyle diyor: Hakkınızdan fazlasını ve
insanların vermeleri gerekmeyen şeyleri almayınız. Her iki anlamı da Hz.
Peygamberin: "Sadaka (zekât) tahsili hususunda haddi aşan kimse, tıpkı zekâtı
vermeyen kimse gibidir"[122]
hadisi ifade etmektedir.
Mücahid
der ki: Eğer, Ebu Kubeys Dağı akın olup bir kişiye ait olsa, o da bunu Allah'a
itaat uğrunda harcayacak olsa, bununla müsrif olmaz. Eğer, Allah'a masiyet
uğrunda bir tek dirhem, yahut bir mud infak edecek olursa, müsrif olur. İşte
bu anlamda Hatim'e: İsrafta hayır yoktur denince, o da Hayırda israf olmaz,
demişti.
Derim
ki: Ancak bu, zayıf bir görüştür. Bunu da İbn Abbas'm kaydettiği şu rivayet
reddetmektedir: Sabit b. Kays b. Şemmas, kendisine ait olan beş-yüz hurma
ağacını, hurmalarını topladıktan sonra aynı günde onları fakirlere pay edip
dağıttı ve aile halkı için geriye bir şey bırakmadı. Bunun üzerine:
"İsraf etmeyin" buyruğu nazil oldu ki, onun tümünü vermeyin, demektir.
Abdurrezzak
da İbn Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Muaz b. Cebel, hurmalarını
topladı ve onları sadaka olarak dağıtmaya başladı, sonunda geriye bir şey
kalmadı. Bunun üzerine: "İsraf etmeyin* buyruğu nazil oldu.
es-Süddî
der ki: "İsraf etmeyin" mallarınızı (sadaka) olarak verip fakir
oturmayın, anlamındadır.
Muaviye
b. Ebİ Süfyan'dan da rivayet edildiğine göre kendisine: Yüce Allah'ın:
"İsraf etmeyin" buyruğu hakkında sorulunca, o da şu cevabı vermiş:
İsraf, yüce Allah'ın hakkını yerine getirmekte kusurlu haraket etmendir.
Derim
ki: Buna göre malın tümünü sadaka olarak vermek ile yoksulların hakkının
verilmesini engellemek aynı zamanda israf hükmü içerisindedirler. Adil
davranmak (dengeli olmak) ise böyle değildir. Adil davranan kişi, sadakasını da
verir, kendisi ve çoluk çocuğu İçin de birşeyler bırakır. Nitekim Hz, Peygamber
şöyle buyurmuştur: "En hayırlı sadaka, geriye sahibinde bir varlık
bırakandır."[123]
Ancak,
kişi nefsî bakımdan güçlü, Allah'tan başkasına ihtiyacını arzetme-yen, Allah'a
tevekkül eden, çoluk çocuğu bulunmayan, tek başına bir kişi ise malının tümünü
sadaka olarak bağışlayabilir.
Aynı
şekilde zekât ve buna benzer bazı hallerde maldan verilmesi gereken muayyen
bir takım hakları da bu şekilde çıkartıp verir.
Abdurrahman
b. Zeyd b. Eşlem der ki: İsraf, salaha geri döndürülmesi mümkün olmayan şeydir.
Şeref ise, salaha geri döndürülmesi imkânı bulunan şeydir. en-Nadr b. Şumeyl
der ki: İsraf, savurganlık ve aşırı gitmektir. Şeref ise, gaflet ve cahillik
demektir. Şair Cerir der ki:
"Onlar
sekiz köle tarafından güdülen yüz tane deve verdiler. Ve bu bağışları
dolayısıyla ne başa kaktılar, ne de israf ettiler."
Buradaki
(israf anlamı verilen) "şeref" kelimesi, gaflete düşmek, aldanmak
anlamındadır. Hata anlamına geldiği de söylenmiştir. "Kalbi şerif olan
adam" ise, kalbi gaflet içinde ve hatalı kimse demektir. Şair Tarafe de
der ki:
"Kalbi
gaflet ve hata içerisinde olan bir kişi
Bana
sövüp saymayı, bulut suyuna karışmış bir bal olarak görür."
[124]
142. Davarlardan yük taşıyacak, döşek yapılacak olanları da (yaratan
O'dur). Allah'ın size verdiği rızıktan yeyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin.
Çünkü o, apaçık bîr düşmanınızdır.
Yüce
Allah'ın: "Davarlardan yük taşıyacak, döşek yapılacak olanları da"
buyruğu,
daha önce geçen buyruğa atfedil mistir. Yani O, ayrıca davarlardan yük
taşıyacak ve döşek yapılacak olanları da yaratmıştır. Buradaki "davarlar
(el-En'âm)" ile ilgili olarak ilim adamlarının üç görüşü vardır:
1. el-En'âm'dan kasıt, özel olarak develerdir. İleride buna dair en-Nahl
Sû-resi'nde (16/5. âyetin tefsirinde) açıklamalar gelecektir.
2. En'âm, aslında yalnızca develer için kullanılır. Bununla birlikte
beraberlerinde inek ve koyun türü de bulunursa yine En'âm diye anılırlar.
3. En sahih olan ise Ahmed b. Yahya'nın ifade ettiği şu görüştür: En'âm,
yüce Allah'ın yenilmesini helâl kıldığı bütün hayvanlardır. Bu görüşün sıhhatinin
delili de yüce Allah'ın: "Size dört ayaklı davarlar (behimetü'l-en'âni)
-size okunacak olanlar hariç olmak üzere- helâl kıtındı" (el-Maide, 5/1.)
buyruğudur. Bu da önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Yük
taşıyacak (el-Hamûle)" yük taşıyabilen ve çalışabilen demektir. Bu
açıklama tbn Mes'ud ve başkalarından nakledilmiştir. Diğer taraftan bu lafız,
özel olarak deve hakkında kullanılır denildiği gibi, eşek, katır veya deve
olsun, sırtında canlı taşınan her hayvandır diye de açıklanmıştır ki, bu açıklama
Ebu Zeyd'den nakledilmiştir. Bunlar üzerinde taşıdıklar) yükleri bulunsun veya
bulunmasın farketmez. Amere der ki:
"Beni
korkutan yalnızca ora ahalisinin yük taşıyacak hayvanları oldu Yurtlarının
ortasında develere yol olarak verilen bitkinin tanesini
kuru
kuruya yiyen (binekler)."
Yük
taşıyacak anlamına geien "hamule" kelimesi, "fe" harfi fet
halı olarak teûle veznindedir. Eğer fail anlamında kullanılırsa (bu vezinde)
müennes ile müzekkeri arasında fark olmaz. Nitekim, korkak erkek ve kadın
hakkında -bu vezinde-: Ferûka denilir. Haccetmemiş erkek ve kadın için de -yine
aynı vezinde- "sarûra" denilir. Bunun çoğulu yapılmaz. Şayet mef ul
anlamında kullanılırsa, o takdirde müzekker ile müennes arasında müenneslik
H'te"sİ ile fark gözetilir. "Sağmal hayvan ve sırtına binilen dişi
hayvan" gibi. -"Hâ" harfi ötreli olarak- "humûle"
ise, yükler anlamındadır. Yine "hâ" harfi ötreli fakat sonunda
müenneslik "te"si olmaksızın, "humul" ise, üzerinde hevdeç
bulunan develer demektir. Hevdeçin içerisinde kadınların olup olmaması
farketmez. Bu açıklamalar Ebu Zeyd'den nakledilmiştir. Döşek yapılacak
olanlar" ile ilgili olarak, ed-Dalıhâk şöyle
demiştir:
Yük taşıyacak olanlar anlamındaki hamule, deve ve inek türü için, "Döşek
yapılacak olanlar" anlamı verilen "ferş" ise koyun için
kullanılır.
en-Nehhâs
der ki: Bu, görüşün sahibi lehine yüce Allah'ın bir sonraki âyet-i kerimede
geçen " Sek iz çift" buyruğu delil gösterilmiştir. Yüce Allah burada
"yük taşıyacak, döşek yapılacak olanlar "den bedel olmak üzere,
Sekiz" diye buyurmuştur.
el-Hasen
de der ki: Hamule, deve türüdür, Döşek yapılacak olanlar da koyun türüdür. İbn
Abbas da der ki: Hamule, deve, inek, at, katır ve eşek türünden yük taşıyan
her hayvana ad olarak verilir. Ferş (döşek yapılacak olanlar) ise, koyun
hakkında kullanılır.
îbn
Zeyd der ki: Yük taşıyacak anlamındaki hamule, sırtına binilenlerdir. Döşek
yapılacak olanlardan kasıt ise, eti yenilip sütü sağdandır. Koyun, buzağı ve
dana gibi. Bunlara "ferş: döşek yapılacak planlar" adının veriliş sebebi
ise, bedenlerinin ufak olması ve bunların "ferş" diye bilinen ve
insanların çiğneyip geçtikleri bir araziye yakın oluşlarından dolayıdır.
Nitekim şair recez vezninde şöyle demektedir:
"Bana
yük taşıyacak ve döşek yapılacak (hayvan)lan miras bıraktı. Her gün sağmal
olanlarının sütünü sağıp duruyorum."
Bir
başka şair de şöyle demektedir:
"Davarlarınızdan
döşek yapılacak olanları ve yük taşıyacak olanlar ile Perdeler arkasında
gizlenen (genç yaştaki kadın)ları ele geçirdik."
el-Esmaî
der ki: Ben, ferş kelimesinin çoğulunun kullanıldığını işitmedim. Bunun1,
mastar olup bu tür hayvanlara isim olarak verilmiş olması da muhtemeldir.
el-Ferş ise, ev eşyaları arasında yere serilenler demektir. Yine bu kelime,
yeri kaplayacak şekilde yayılan ekin hakkında da kullanılır. Geniş arazi
anlamında da kullanılır. Devenin ayağında ferş ise, az miktardaki geniş
ta-banlılık demektir ki, bu da güze! bir özelliktir. İftiraş ise, yayılmak
anlamındadır. O halde bu kelime müşterek bir lafızdır. Şanı yüce Allah'ın:
"Döşek yapılacak olanlar* buyruğunun bu anlamda kullanılması da
mümkündür.
en-Nehhâs
der ki: Bu iki kelime hakkında yapılan açıklamaların en güzeli şudur: Yük
taşıyacak olanlardan kasıt, yük taşımak İçin müsahhar kılınmış olanlardır.
Döşek yapılacak olanlardan kasıt ise, yüce Allah'ın, üzerinde oturulmak ve
döşek olarak kullanılmak üzere yaratmış olduğu deriler ve yünlerdir.
Âyetin
geri kalan bölemlerine dair açıklamalar ise, daha önceden (el-Ba-kara, 2/208.
âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[125]
143. Sekiz çift (yaratmıştır) Koyundan iki çift, keçiden İki çift: "Erkeklerini
mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin döl yataklarında sarınıp bürüneni mi,
(hangisini) naram kıldı? Şayet doğru söyleyenler iseniz bana, bir bilgiye
dayanarak haber verin."
144. Deveden de iki (çift), sığırdan da iki (çift yaram). De ki:
"Onla-' rın erkeklerini mi, dişilerini mi, yahut dişilerinin dol yataklarında
sarınıp bürüneni mi, (hangisini) haram kıldı? Yoksa Allah bunu, size tavsiye
ettiğinde hazır mıydınız? İnsanları saptırmak için bir bilgiye dayanmaksızın
Allah'a iftira eden kimseden daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Allah, zalimler
topluluğuna hidâyet vermez.
Bu
buyruklara dair açıklamalarınım üç başlık halinde sunacağız:
[126]
Yüce
Allah'ım "Sekte çift" buyruğundaki; Sekte" kelimesi, mah-zuf bir
fiil ile nasbedilmiştir. Yani: Sekiz çift -yaratmıştır-." Bu açıklama
el-Kisaî'den nakledilmiştir. el-Ahfeş Said ise şöyle demektedir: Bu kelime Yük
taşıyacak, döşek yapılacak olanlar" (el-En'am, 6/142) dan bedel olmak
üzere nasbedilmiştir.
el-Ahfeş
Ali b. Süleyman ise şöyle demektedir: Bu, yeyiniz" mukadder fiili ile
nasbedilmiştir. Yani: Sekiz çiftin etlerini yeyiniz. Bu kelimenin; Size verdiği
nzıktan" (el-En'âm, 6/142) anlamındaki buyrukta yer alan ism-i mevsulun
nasb mahallinde olması dolayısıyla bedel olarak nasbedilmesi mümkündür. Aynı
şekilde Mübâh olan şeyleri yiyiniz. Koyundan iki çift... olmak üzere sekiz
çift" anlamında nasb edilmiş olması da mümkündür.
Âyet-i
kerime, Malik b. Avf ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Onların; "Şu
davarların kannlanndaki yavrular, yalnız erkeklerimize helâl, kadınlarımıza
haramdır" (6/139) buyruğunda işaret edilen sözleri söylemeleri üzerine
yüce Allah, bu âyet-i kerime ile Peygamberin ve mü'minlerin dikkatlerini
kendileri için helâl kıldığı şeylere çevirmektedir. Tâ ki, onlar da Allah'ın
helâl kıldığı şeyleri haram kılanlar durumuna düşmesinler.
"(Çift
anlamına gelen:) zevç" kelimesi, "(tek anlamına gelen)
f"erd"in zıd-dıdır. Meselâ; Çift ya da tek" denildiği gibi, yine
aynı anlamlarda olmak üzere; da denilir.
Buna
göre, yüce Allah'ın: Sekte çift", sekiz tek demektir. Araplara göre, bir
başka teke ihtiyacı bulunan her bir tek şeye (tek başına dahi olsa) zevç
denilir. O bakımdan kocaya zevç denildiği gibi, hanıma da zevç denilir. Zevç
laf21, hem tek kişi hakkında, hem de iki kişi hakkında kullanılabilir. Meselâ;
O ikisi, iki çifttir (yani, iki tek olup beraber çifttirler) ve iki
çifttir" de denilir. Tıpkı; İkisi de bir birine eşittir" (dinilirken
her iki kelimede de tesniye kullanıldığı, yada kullanılmayıp yalnızca zamirin
tesnîyesiyle yetînilme halinde) olduğu gibi. Meselâ, bir erkek, bir dişiyi
kastetmek üzere; İki çift güvercin
aldım," demek de böyledir.
[127]
Yüce
Allah'ın: "Koyundan iki çift" buyruğu, yani erkek ve dişi demektir.
"Koyun" (küçük baş) türünden yünleri olan koyun demektir. Bu
kelime; ın çoğuludur.
Müennesi, ' şeklinde, çoğulu da; diye gelir.
Şöyle de denilmiştir:
Bu kelime, tekili bulunmayan çoğul bir isimdir. Çoğulunun; olduğu da
söylenmiştir. Köle, köleler" gibi. Çoğul olarak; diye de söylenebilir.
Nitekim "Arpa" kelimesinin diye kullanıldığı gibi. Burada, (koyun
anlamındaki kelimede) "dad" harfi sonraki hemzenin esreli oluşuna
tabi olarak esreli okunmuştur.
Talha b. Musarrif,
Koyundan iki çift" buyruğunu hemzesi üstün olarak okumuştur ki, bu da
Basrahlarca Araplar tarafından kullanımı işitilmiş bir söyleyiştir. Kûfelilere
göre ise, ikinci harfi boğaz harfi (har-fü halk) olan bütün kelimelerde
muttarid (hepsinde) uygulanan bir kaidedir.
Keçi" kelimesinde
de üstün ve sakin okuyuş bu şekildedir. Eban b. Osman, mübteda oiarak merfu'
olmak üzere, Koyundan iki çift, keçiden iki çift" diye okumuştur. Ubeyy'in
kıraatinde ise: Keçiden de iki" şeklindedir, çoğunluğun kıraati de
böyledir. İbn Âmir ve Ebu Amr ise, "ayn" harfini üstün olarak
okumuştur. en-Nehhâs derki: Araplarca çoğunlukla kullanım, Keçi, koyun
kelimelerinin ikinci harflerinin sakin okunuşu şeklindedir. Buna, çoğul
yaptıkları vakit; Keçiler" şeklindeki kullanımları da delalet etmektedir.
Köle ve köleler" denildiği gibi. Şair tmruu'1-Kays da şöyle demektedir:
"Şeracâ b.
Cermoğulları keçilerini sağmayı onlara bağışlar.
By şefkat ve merhamet
sahibi, esirgeme şefkatini."
Koyun, koyunların
çoğul şekli de böyledir.
Küçükbaş hayvanlardan
olan; Keçi, koyun çeşidinden farklıdır. Bunlar, kıllı ve kısa kuyrukludur Bu
kelime, bir cins ismidir.
kelimeleri de bu
şekildedir. Tekili ise; diye geiîr, Arkadaş, arkadaşlar, tacir, tacirler"
gibi. Müennesi ise, dîye gelir, ile aynı anlamdadır. Çoğulu da şeklindedir.
Keçileri artıp çoğalan kavmi anlatmak üzere; denilir. ise, keçi sahibi
demektir. Ebu Mulıammed el-Fek'asî, sütleri fazla olan develeri ve darlık
zamanlarda koyunlardan üstün tuttuğu develeri vasfeder-ken şöyle demektedir:
"Keçiler sahibi
azıcık azıkla yetindiği zaman (o develer), Hiç de az olmayan ölçek ile süt
verirler."
Yerin sert olan bölümü
demektir. ise, sert ve çakılı bol yer demektir. da böyledir. de, kişi, işine
ciddiyetle sarıldı, demektir.
"De ki:
Erkeklerini mi..." buyruğu, "Haram kıldı" ile nasbedilmiştir.
Yahut dişilerini mi" ise ona atfedil mistir.
Yahut... sarınıp
bürüneni mi" buyruğu da bu şekildedir.
Erkeklerini mi"
buyruğunda, vasıl-'eliP'i ile birlikte istifham ve haberi birbirinden ayırt
etmek için bir med harfi daha gelmiştir. Bu gelen "hemze" nin hazf
edilmesi de caizdir. Çünkü Yoksa" kelimesi, zaten is-tiflıam'a (soruya)
delâlet etmektedir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:
"Konaklama
yerinden akşam mı gider, yoksa sabah erken mi?"
[128]
İlim adamları derler
ki: Âyet-i kerime, Bahîre ve onunla birlikte sözü geçen davarlar hakkında ve
müşriklerin: "Şu davarların kannlanndakiler yalnız erkerlerimlze helâl,
kadınlarımıza haramdır" şeklindeki sözlerinde müşriklere karşı delil
getirilmektedir.
İşte bu, ilmi
konularda tartışmanın sözkonusu olabileceğine delildir. Çünkü yüce Allah,
Peygamberine, onlarla tartışmasını ve iddialarının tutarsızlıklarını kendilerine
açıklamasını emretmiştir.
Yine bu buyaık, kıyas
ve akıl yürütmenin kabul edildiğini de göstermektedir. Ayrıca bu buyrukta
kıyas yapılan bir hususta eğer nass varid olmuş ise, kıyasa göre görüş
belirtmenin baül olacağına da delil vardır. Bu ifadede "nakz olacağına
dair delil vardır" anlamında da nakledilmiştir. Çünkü yüce Allah onlara
doğru kıyaslar yapmalarını emretmiş ve böylelikle müşriklerin gerekçelerini
reddetmelerini buyurmuştur.
Buyruğun anlamı da
şudur: Onlara de ki: Eğer Allah erkekleri haram kılmış ise, bütün erkekler
haramdır. Eğer dişileri haram kılmış ise, bütün dişiler haramdır. Eğer,
dişilerin yani koyun ve keçilerin döl yataklarında bulunanları haram kılmış
ise, doğan bütün yavrular erkek olsun dişi olsun haramdır. Hepsi de yavru
olarak doğduklarına göre, hepsinde aynı gerekçe (illet) bulunduğundan dolayı,
hepsinin haram olması gerekir. Böylelikle onların illetlerinin (ileri
sürdükleri gerekçenin sebebinin) çürük olduğunu, sözlerinin tutarsız olduğunu
ortaya koymaktadır. Şanı yüce Allalı, onların bu kabilden yaptıkları işlerin
kendisine bir İftira olduğunu bildirmektedir.
"Bana bir bilgiye
dayanarak haber verin." Eğer öyle bir bilginiz varsa, ona dayanarak
söyleyin. Bu yaptığınız haram kılma nereden gelmektedir? Yanlarında ise öyle
bir bilgi yoktu. Çünkü onlar, ilahi kitabı okuyup bilen kimseler değillerdi.
"Deveden de İki
(çift)..." buyruğu ve sonrasında gelen buyruklar da az önce geçenler
gibidir.
"Yoksa Allah bunu
size tavsiye ettiğinde hazır mıydınız?" Yani, siz Allah'ın bunları haram
kıldığında tanıklık mı ettiniz. İleri sürülen delilin, onlar için bağlayıcı ve
susturucu bir delil olduğunu görünce, iftiraya koyularak: Evet Allah böyle
emretti, dediler. Bunun üzerine yüce Allah da; "İnsanları saptırmak için
bir bilgiye dayanmaksızın Allah'a iftira eden kimseden daha zalim kim
olabilir" diye buyurarak, onların söylediklerine, her hangi bir delil
getirilemediği için yalan söylediklerini beyan etti.
[129]
145. De ki:
"Bana vahyolunanlar arasında, yiyecek bir kimseye, karam olduğunu
bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır: Ölü, akmış kan, domuz eti -ki o
pistir- ve Allah'tan başkasının adına boğazlandığından dolayı fısk olanlar. Kim
mecbur kalırsa, zulmetmeksizin ve haddi açmaksızın, (yerse), şüphesiz Rab-bin,
Gafurdur, Rahimdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[130]
"De ki: Bana
vahyohınanlar arasında... haram olduklarını bulduğum yiyecekler yalnızca
şunlardır" anlamındaki bu âyet-i kerimede yüce Allah haram kıldığı şeyleri
bize bildirmektedir. Anlamı şöyledir: Ey Muhammed de ki: Bana vahyotunanlar
arasında şu şeylerden başkasının haram kılındığını görmüyorum. Sizin kendi
arzunuza dayanarak haram kılmaya kalkıştıklarımız değildir.
Âyet-i kerime Mekke'de
inmiştir. O sırada İslâm şeriatinde bunların dışında haram kılınmış bir şey
yoktu. Daha sonra Medine'de el-Maide Sûresi nazil oldu ve haram kılınan şeyler
arasında boğulmuş, kafasına vurulmuş, yüksek yerden düşmüş, boynuzlanmış ve bunun
sonucunda ölmüş hayvanlar ile, şarap ve başka şeyler de eklendi. Rasulullah
(sav) da Medine'de yırtıcı hayvanlardan azı dişleri bulunan her bir hayvan ile
kuşlardan da pençeli hayvanların yenilmesini haram kıldı.
İlim adamları, bu
âyet-i kerimenin hükmü ile yorumlanması hususunda farklı görüşlere sahiptirler:
Birinci görüş:
Kendisine işaret ettiğimiz bu âyet-i kerimenin Mekkî olduğu ve Rasulullah
(sav)'ın haram kıldığı her şey ile Allah'ın Kitabında haram kılanan şeylerin
buna eklendiği şeklindeki görüştür. Bütün bunlar, şanı yüce Allah tarafından
Peygamberi vasıtasıyla ortaya koymuş olduğu ve bunlara eklenen hükümlerdir.
Gerek rey ehli, gerek fıkıh ve gerekse eser (hadis) ehli olan ilim adamlarının
çoğunluğu bu görüştedir.
Bunun bir benzeri de, bir
kadının halası ve teyzesi ile birlikte haram kılınışını ifade eden hadis-i
şerif İle yüce Allah'ın: "Geriye kalanları ise... size helâl
kılındı" (en-Ntsa, 4/24) buyruğu İle birlikte ele alınışına benzer. Yine,
yüce Allah'ın: "Eğer iki erkek bulunmazsa, o halde... bir erkekle bir kadın
bulunsun" (el-Bakara, 2/282) buyruğu ile birlikte; şahidle beraber bir yemin
ile hüküm vermek de (bk. Bakara, 2/282. âyet, 27. başlık) buna benzemektedir.
Bir diğer görüş
olarak; bu âyet Hz. Peygamberin: "Yırtıcı hayvanlardan azı dişi bulunan
her bir hayvanı yemek haramdır" hadisi ile nesli olunmuştur. Bu hadisi
Malik rivayet etmiş olup, sahih bir hadistir.[131]
Bu âyetin muhkem
olduğu ve bu âyette sözü geçenlerin dışında kalan herhangi bir şeyin haram
olmayacağı şeklinde de bir başka görüş vardır. Bu ise, İbn Abbas, İbn Ömer ve
Aişe (r.anhum) dan rivayet edilen bi; görüştür. Yine bunlardan bunun aksi
görüş de rivayet edilmiştir.
Malik der ki: Bu
âyet-i kerimede anılanların dışında, apaçık besbelli bir haram yoktur. İbn Huveyzimendâd
da der ki: Bu âyet-i kerime -âyette istisna edilen ölü, akmış kan ve domuz eti
dışında- hayvan ve onun dışında kalan her şeyin helâl olduğunu ihtiva
etmektedir. İşte bundan dolayı biz, yırtıcı hayvanlar ile insan ve domuz
dışında kalan diğer hayvanların mubah olduğunu söylüyoruz.
el-Kiyâ et-Taberî der
ki: Şafiî, hakkında hükmü belirtilmeksizin geçen her şeyin helâl kılındığı
ilkesini -delilin haramlığına delalet ettikleri müstesna- bu âyete bina
etmiştir.
Şöyle de açıklanmıştır
Âyet-i kerime muayyen bir şey hakkında soru sorana cevaptır. O bakımdan gelen
cevap da hususi bir cevaptır. Şafiî'nin kabul ettiği görüş de budur.
Şafiî, Said b.
Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu âyet-i kerimede bir takım
şeyler sözkonusu edilmektedir ki, bunlar hakkında Rasu-lullalı (sav)'a soru
sormuşlardı, o da bu şeyler arasından nelerin haram kılındığı şeklinde onlara
cevap vermişti.
Şöyle de
açıklanmıştır: Yani ben, bana vahyolunanlar arasında, yani şu vahyin bana
nazil olduğu halde ve onun bu nüzul zamanında ... başka bir şey bulmuyorum.
Bundan sonra ise vahyin gelip başka bir takım şeyleri haram kılmasını
engelleyen bir husus ise bulunmamaktadır.
İbnü'i-Arabî bu âyet-i
kerimenin Medine'de indiğini iddia etmektedir. Halbuki bu âyet-i kerime, çoğunluğun
görüşüne göre Mekke'de inmiştir. Peygamber (sav)'a: "Bu gün sizin için
dininizi tama miadım..." (el-Maide, 5/3) âyeti nazil olduğu günü nazil
olmuştur. Bundan sonra ise neshedici herhangi bir hüküm inmediğine göre bu
âyet muhkemdir. O halde bu âyette haram kılınanlar dışında haram kılınmış bir
şey yoktur, benim meylettiğim görüş de budur.
[132]
Derim ki: Ancak, böyle
bir şeyi ondan başka bir kimsenin söylediğini görmedim. Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr), et- En'âm Sûresi'nin, yüce Allah'ın: "De ki: Rabbinizin size
neleri karam kıldığını okuyayım..." (el-Enâm, 6/151) buyruğu ile başlayan
üç âyet-i kerime dışında Mekke'de indiği hususunda ic-ma bulunduğunu
nakletmektedir. Bu sûreden sonra ise, Kur'an-ı Kerimin birçok bölümleri nazil
olmuş ve pek çok sünnet varid olmuştur. Meselâ, Medine'de, el-Maide Sûresi'nde
içkinin haram olduğuna dair hüküm nazil olmuştur. Aynı şekilde Hz. Peygamberin,
yırtıcı hayvanların azı dişli olan her bir yırtıcı hayvanı yemeyi Medine'de
yasaklamış olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. İsmail b. İshâk der ki: işte
bütün bunlar, yüce Allah'ın: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında... haram
olduklarını bulduğum yiyecekler yalnız şunlardır" buyruğunun nüzulünden
sonra Medine'de olmuş şeyler olduğuna delalet etmektedir. Çünkü bu buyruk
Mekke'de inmiştir.
Derim ki: İşte ilim
adamları arasında görüş ayrılığının ortaya çıkış noktası budur. Bir gurup ilim
adamı, azı dişli yırtıcı her bir hayvanın yenilmesi yasağını ihtiva eden
hadİs-İ şeriflerin zahirini bir kenara bırakmıştır. Çünkü bu hadisler, âyet-i
kerimeden sonra varid olmuştur. Âyetteki hasr ise, açıkça görülmektedir. O
bakımdan, âyetin gereğini alıp kabul etmek daha uygundur. Zira, âyet-i kerime
ya kendisinden önceki buyruklan nesli edicidir, yahut da sözü geçen o hadislere
tercih edilmelidir.
Bunların dışında başka
şeylerin de haram kılınmış olduğunu kabul edenler ise, el-En'âm Sûresi'nin
Mekke'de hicretten önce nazil olduğunu açıkça görmüş ve tesbit etmişlerdir. Bu
âyet-i kerime ile de Bahire, Şaibe, Vasile ve Hâm gibi kendiliklerinden haram
kıldıkları şeyler hususunda cahiliyyenin kanaatlerini reddetmenin
kastedildiğini de ortaya çıkarmışlardır. Bundan sonra ise, ehlî merkepler,
katır etleri ve buna benzer bir çok yiyeceğin, yırtıcı hayvanlar arasından azı
dişlilerin, kuşlardan da pençelilerin haram kılındığını tesbit etmişlerdir.
Ebu Ömer der ki:
"Bu buyrukta zikredilenler dışında haram bir şey yoktur" diyenlerin
görüşüne göre, üzerine kasten Allah'ın adı anılmaksızın kesilmiş hayvanların
haram olmaması, diğer taraftan müslümanlar cemaati tarafından lıaram kılındığı
kabul edilen içkinin heiâl kabul edilmesi gerekir. Üzümden yapılmış şarabın
haram kılındığı hususunda müslümanlann icma etmiş olmaları, Rasulullah (sav)'ın
el-En'âm Sûresi'nde haram kılınmış şeyler dışında, bu sûreden sonra Kur'an-ı
Kerim'den nazil olan buyruklar arasından kendisine vahyolunanlarda haram
kılınmış başka şeyler de bulduğuna dair açık bir delildir.
Yırtıcı hayvanların,
ehlî merkeplerin ve katırların etleri hususunda Malik'ten farklı rivayetler gelmiştir.
Bir seferinde bunların haram olduğunu söylemiştir. Buna sebep ise, Hz.
Peygamberin bu hususta varid olmuş nehiyleridir. Mu-vatta'da bulunanlara göre,
onun sahili olan görüşü de budur.[133] Bir
seferinde ise, bunların mekruh olduğunu söylemiştir. Müdevvene'sinde zahir
olan görüş de budur. Çünkü âyetin zahiri bunu gerektirdiği gibi, İbn Abbas, İbn
Ömer, Âişe (r.anhum.) İîe bunların yenilmesini mubah kabul edenlerden gelen
rivayetin zahiri de bunu gerektirmektedir. Bu aynı zamanda Evzaî'nin de görüşüdür.
Buharî, Amr b.
Dinar'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben, Cabir b. Zeyd'e şöyle dedim:
Onlar Rasulullah (sav)'ın elılî merkeplerin etlerini yemeyi yasakladığını
iddia ediyorlar. O da şöyle dedi: el-Hakem b. Amr el-Gı-farî,.Basra'da bizim
yanımızda böyle diyordu: Fakat, el-Bahr (okyanus gibi alim) İbn Abbas bunu
kabul etmeyerek: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında... haram olduklarını
bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır" âyetini okudu.
[134]
İbn Ömer'den rivayet
edildiğine göre ona, yırtıcı havyanların eti hakkında soru sorulmuş, o da:
Bunlarda bir mahzur yoktur, demiş. Bu sefer ona: Ebu Sa'lebe el-Kuşerî'nin
hadisi (hakkında ne dersin) diye sorulunca, şu cevabı vermiş: "Biz,
Rabbimizin Kitabını bacaklarına işeyen bir bedevi Arabın naklettiği hadis
dolayısıyla terketıneyiz."
eş-Şa'bî'ye de fil ve
aslanın etine dair soru sorulmuş, o da bu âyet-i kerimeyi okumuş. el-Kasım da
şöyle demiş: Aişe (r.anha), İnsanların, yırtıcı hayvanların azı dişli
olanlarının hepsi haramdır, dediklerini işitince; bunlar helâldir der ve şu:
"De ki: Bana vahyolunanlar anasında... haram olduğunu bulduğum yiyecekler
yalnızca şunlardır" âyetini okur, sonra da şöyle dermiş: (İçinde et
kaynayan) tencerenin suyu kandan dolayı sararırdı. Sonra da Rasulullah (sav)
bunu görür de bunun haram olduğunu söylemezdi.
Bu hususta sahih oian
ise, bizim öncelikle söz konusu ettiğimiz ve bu âyet-i kerimeden sonra varid
olan haram kılman şeylere dair buyrukların bunlara ilave edilip bu âyette
zikrolunanlara atfolduğudur.
Kadı Ebu Bekr b. el-Arabî
de "Ahkâmu'l-Kur'an." adlı eserinde zikrettiklerine muhalif olarak
"el-Kabes" adlı eserinde buna şu sözleriyle işaret etmektedir: İbn
Abbas'tan, bu âyet-İ kerimenin son nazil olan buyruklardan olduğuna dair bir
rivayet vardır. Ancak, mezhebimize mensub Bağdatlı alimler şöyle demişlerdir:
Bu âyette zikrolunanların dışındaki her şey. helâldir. Şu kadar var ki, yırtıcı
hayvanların yenilmesi de mekruhtur. Ancak, değişik bölge fu-kahasına göre
-Malik, Şafiî, Ebu Hanife ve Abdulmelik de bunlar arasındadır- yırtıcı
hayvanlar arasında azı dişli olanların hepsi haramdır. Yüce Allah'ın: "De
ki: Bana vahyolunanlar arasında... haram olduklarını bulduğum yiyecekler
yalnızca şunlardır..." buyruğundan sonra kendilerine dair delil varid
olmak suretiyle bunlardan ayrı başka bîr takım şeylerin de haram kılınmış
olması imkânsız bir şey görülemez.
Nitekim Peygamber
(sav): "Müslüman bir kişinin kanı, ancak üç şeyden birisi ile helâl
olur..."
[135]
diye buyurup, küfür, zina ve öldürmeyi zikretmiştir. Diğer taraftan bizim ilim
adamlarımız şöyle derler:
Konu ile ilgili varid
olmuş deliller gereğince öldürmenin on tane sebebi vardır. Zira Peygamber
(sav), şanı yüce Allah'tan kendisine ulaşan bilgiye uygun olarak haber
verirdi. Dilediği hükmü silen, dilediğini sağlamlaşttrıp nesh eden ve
dilediğini takdir eden de O'dur, Peygamber (sav)'dan şöyle dediği sabit
olmuştur: "Yırtıcı hayvanlar arasından azı dişli olan her bir hayvanı
yemek haramdır."
[136]
Yine Hz. Peygamberin
yırtıcı hayvanlar arasından azı dişli olanları ve kuşlardan da pençeli
olanları yasakladığı da rivayet edilmiştir. Müslim Ma'n'dan, o, Malik'len
rivayet ettiğine göre: "Pençeli olan her bir kuşun yenilmesi yasak
kılınmıştır" dediği rivayet edilmiştir.
[137] Şu
kadar var ki, birinci görüş daha sahihtir ve yırtıcı hayvanlardan azı dişli
olanların haram kılınmış olması, mezhebin sarih görüşüdür ve Malik de
Muvatta'da "yırtıcı hayvanlardan azı dişli olanların yenilmesinin haram
kılınışı"
[138]
diye başlık açmış, daha sonra da konu ile ilgili hadisi zikredip arkasından da
şu ifadeleri kaydetmiş bulunmaktadır: "Bizde kabul gören durum da
budur."
[139] Böylelikle uygulama ile
rivayetin birbirine mutabık olduğunu haber vermektedir.
el-Kuşeyrî der ki:
Maiik'in: "Bu âyet-i kerime son nazil olmuş buyruklardandır" demesi,
bizim şöyle dememize engel teşkil etmez: Bu âyetten sonra da bir takım
şeylerin haram kılındığı sabit olmuştur. Allah, hoş ve temiz şeyleri helâl
kılmış, murdar olan şeyleri de haram kılmıştır. Rasulullah (sav) da yırtıcı
hayvanlar arasından azı dişli olanlarının yenilmesini yasakladığı gibi, kuşlar
arasından da pençeli olanların yenilmesini yasaklamış, ehlî merkeplerin
etlerinin yenilmesini de Hayber fethi şuasında yasaklamıştır. Bu tevilin
sıhhatine delalet eden husus İse, dışkının, sidiğin, tiksinti veren haşe-ralın
ve ehlî merkeplerin -ki, bu âyette sözü geçmeyen hususlar arasındadırlar-
haram kılındıklarına dair icmâ bulunmasıdır.
[140]
Yüce Allah'ın:
"Haram olduklarını..." buyruğu ile ilgüi olarak İbn Atiy-ye şunları
söylemektedir:
Haram kılma lafzı,
Rasulullah (sav) tarafından kullanıldığı takdirde, sözü geçen şey ile ilgili bu
hükmün yasaklama ve men'İn son sınırına kadar ulaşması mümkün olduğu gibi, aynı
şekilde dildeki kullanımına göre nihaî sınıra varmayıp kerahet ve buna benzer
bir sınırda durması da mümkündür. Bu lafız ile birlikte te'vil âlimi ashabın
buna teslimiyeti, onların hep birlikte bu hususta icmaı karinesi bulunmakla
birlikte hadislerin lafızları bu hususta muzdarip değilse, şer'an onun bu
haram kılmasının yasaklama ve men'in son sınırına kadar ulaşması gerekir ve
onun bu şekildeki haram kılma ifadesi ile haram kılınanlar domuz, mevte (leş)
ve akmış kan gibi olur. İşte, içkinin haram kılınış niteliği de budur.
Diğer taraftan haram
kılma lafzı ile birlikte hadis lafızları arasında muzdariplik bulunup,
hadisleri bilmekle birlikte imamlar, hadisin karanlık lafzının hükmü hakkında
görüş ayrılığına düşmüş olmaları gibi bir karine varsa, -Peygamber (sav)'ın: "Yırtıcı
hayvanlardan azı dişi olan her bir hayvanın yenilmesi haramdır" hadisinde
olduğu gibi-... diğer taraftan RasuLuliah (sav)'ın yırtıcı hayvanlardan azı
dişi olan her bir hayvanın yenilmesini yasaklayan buyruğu varid olmakla
birlikte, ashab ve onlardan sonra gelenler, banları, haram olup olmadıkları
hususunda farklı görüşlere sahip iseler; işte bu sebepler doîayısıyla konuyu
tetkik eden bir kimsenin haram kılma lafzını kerahet ve buna benzer yasaklama
anlamına yorumlaması mümkündür.
Diğer taraftan bazı
haram kılma lafızlarıyla birlikte te'vjl karinesi de vardır. Hz. Peygamberin
ehlî merkeplerin etlerinin yenilmesini haram kılması buna örnektir. Bu
yasaklamada hazır bulunan ashabın kimisi, necis olduğundan dolayı haram
kıldığı te'vilinde bulundukları gibi, kimisi de insanların yük taşıyacakları
merkeplerin yok olmaması maksadına binaen haram kılındığı şeklinde te'vil
etmişlerdir. Daha başkaları ise, katıksız bir haram kılmadır, diye
açıklamışlardır. Ümmet arasında da ehlî merkeplerin etlerinin haramlığı
hususunda görüş ayrılığı bulunduğu sabit olmuştur.
İşte ilim adamlarından
bu meseleyi dikkatle tetkik eden bir kimsenin buradaki haram kılma lafzını,
kerahet ve buna benzer yasaklayıcı hükümlere -kendi içtihad ve kıyasına göre-
açıklaması mümkündür.
Derim ki: Bu, gerek bu
konuda, gerekse daha önce açıkladığımız şekilde bu husustaki görüş ayrılığının
sebebi ile ilgili olarak güzel bir açıklamadır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Merkebin etinin yenilmeyiş sebebi, erkek merkeplerin
birbirlerine cinsel bakımdan yaklaşmaları ve Lııt kavminin işini yapma-lan
suretiyle kötü özlerini ortaya koymuş olmalarıdır. O bakımdan onun hakkında
ries (pislik) hükmü verilmiştir. Mııhammed b. Sîrin de der ki: Hayvanlar
arasında Lût kavminin yaptığı işi yapan domuz ve eşekten başka bir hayvan
yoktur. Tİrmizî (eH lakım) bunu "Ncvâdiru'l-Usul"Ğe zikretmiştir.[141]
Arar b. Dinar,
Ebu'ş-Şahsâ'dan, o, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Cahiliye
dönemi İnsanları bir takım şeyleri yer, bir Lakım şeyleri terk ederlerdi. Allah
da Peygamberini -saiat ve selam ona- gönderip Kitabını indirdi, helâl
kıldığını helâl, haram kıldığını haram kıldı. O bakımdan helâl, O'nun helâî
kıldığıdır, haram da O'nun haram kıldığıdır. Hakkında susup bir şey
-söylemediği ise afTedilmiştir. Daha sonra da şu: "De ki... haram olduklarını
bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır" âyetini okudu. Yani, haram olduğu
açıklanmamış her bir şey, bu âyetin zahirine göre mubahtır,
ez-Zührî, Ubeydullaİı
b. Abdullah b. Abbas'lan: "Deki: Bana vahyolunan-lar arasında... haram
olduklarını bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır..." âyetini okuyup
şunları söyledi: O, meytenin yalnızca yenilmesini haram kılmıştır, Meytenin yenilen
kısmı ise etidir. Deri, kemik , yün ve tüylerine gelince, bunlar helâldir.
Ebû Dâvûd da Mılkam b.
Teîib'den, o, babasından şöyle dediğini rivayeL etmektedir: Ben, Peygamber
(sav) ile arkadaşlık ettim. Yerde bulunan haşerelerin haram kılındığına dair
(Ondan) bir şey işitmedim.K2)
Haşere ise, cerboa,
büyük keler, kirpi gibi yerde yaşayan küçük hayvanlardır. Şair der ki:
"Ey Um Amr, biz
fare bile yedik.
Garip olan sizin
aranızda haşerat da yer."
Yani, yer yüzünde
yürüyüp giden canlıları yer.
el-Hattabî der ki:
Milkam'ın babasının söylediği: "Haram
kılındıklarına dair bir şey işitmedim" şeklindeki ifadesi haşeratın
mubah olduklarımı delii değildir. Çünkü bu haram kılma hükmünü ondan başkası
işitmiş olabilir. İlim adamları, cerboa, ada tavşanı ve bunlara benzer
haşeratın yenilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Urve Ala, Şafiî ve
Ebu Sevr, cer-boanın yenilmesi hususunda ruhsat bulunduğunu söylemişlerdir.
Şafiî der ki: Ada tavşanı yemenin bir mahzuru yoklur. İbn Sîrin, el-Hakem,
Hammâd. ve rey ashabı ise bunu mekruh görmüşlerdir. Yine rey ashabı, kirpiyi de
mekruh görürler. Malik b. lines'e kirpi hakkında sorulunca o, bilmiyorum diye
cevap vermiştir. Ebu Amr'ın naklettiğine göre Malik, kirpinin yenilmesinde bir
mahzur yoktur, demiş. Ebu Sevr de kirpi yemekte mahzur olmadığı görüşünde idi.
Bunu Şafiî'den de nakleder. İbn Ömer'e kirpi hakkında sorulunca, o da:
"De ki: Bana vahyolunanla'r arasında... haram olduklarını bulduğum
yiyecekler yalnızca şunlardır..." âyetini okudu. İbn Ömer'in huzurunda
bulunan yaşlı bir zat bunun üzerine şöyle demiş: Ben, Ebu Hureyre'yi şöyle
derken dinledim: Peygambcf (sav) ''O, pis ve murdarlardan birisidir" diye
buyurdu. Bunun üzerine İbn Ömer şöyle dedi: Eğer Rasulullah (sav) bunu
süylemişse, onun dediği gibidir. Bunu, Ebû Dâvûd nakletmekledir.
[142]
Malik de der ki: Büyük
keler, cerboa ve çöl keleri yemekte bir mahzur yoktur. Yine imam Malik'e göre,
şer'i usule göre kesilecek olursa yılan yemek de caizdir. Bu, İbn Ebi Leyla ve
el-Evzaî'nin de görüşüdür. Aynı şekilde zehirli yılanlar, akrepler, fareler,
yıkına ağu veren diye bilinen zehirli kertenkeleler, kirpi ve kurbağanın da
yenilmeleri caizdir. İbni'l-Kasım da der ki: Yeryüzü haşeratının, alwplerin ve
orada yaşayan kurt ve solucanların Malik'in görüşüne göre yenilmesinde bir
mahzur yoktur.
Bu hususta görüşünün
lehine delil, Milkam b. Telib'in babasından naklettiği hadis ile, İbn Abbas ve
Ebu'd-Derda'nm şu sözleridir: Allah'ın helâl kıldığı şey helâldir, haranı
kıldığı şey de haramdır. Hakkında bir şey söylemek-sizin geçtiği İse afi
edilmiştir. Hz. Aîşe de fare hakkında: O haram değildir, demiş ve: "De
ki: Bana vahyolunanlar arasında... haram olduklarını bulduğum yiyecekler
yalnızca şunlardır" âyetini okumuştur.
Medineli ilim
adamlarından bir topluluk ise, yer yüzünün zehirli zehirsiz haşeratından her
hangi bir şeyin yenilmesini caiz kabul etmezler. Yılanları, kertenkeleleri,
fareleri ve benzerlerini haram kabul ederler. Bu ilim adamlarına göre,
öldürülmesi caiz olan hiç bir mahlukun yenilmesi caiz olmadığı gibi,
görüşlerine göre şer'i usule uygun kesimin de bir etkisi olmaz. Aynı 2amanda
bu, İbn Şilıab, Urve, Şafiî, Ebu Hanife, onun arkadaşları ve başkalarının da
görüşüdür.
Malik'e ve
arkadaşlarına göre, yabani hayvanlar arasında hiç bir yırtıcı hayvan yenilmediği
gibi, evcil kedi de yabani kedi de yenilmez, çünkü bunlar da yırtıcıdır.
Yine Malik şöyle
demektedir: Sırtlan ve tilki de yenilmez. Bununla birlikte bütün yırtıcı
kuşların, akbaba, kerkenez kuşu, kartal ve bunların dışında kalanların leş
yesinler yemesinler, etlerinin yenilmesinde bir mahsur yoktur. el-Evzaî de der
ki: Bütün kuşlar helâldir. Şu kadar var ki, ilim adamları, akbabayı yemeyi
mekruh kabul etmişlerdir. Malik'in delili, ilim ehli arasında yırtıcı kuşların
etini yemeyi mekruh gören kimseyi bulmadığıdır. Peygamber (sav)'dan nakledilen:
"Hz. Peygamber, kuşlardan pençeli her bir kuşun yenilmesini
yasaklamıştır" hadisini münker kabul etmiştir.
Eşheb'den ise şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Serî usule uygun olarak kesilmesi şartıyla filin yenilmesinde
bir mahzur yoktur. Şa'bî'nin görüşü de budur. Şafiî ise bunu kabul
etmemektedir. Nu'man (b. Sabit, yani Ebu Hanife) ve arkadaşları ise, sırtlan ve
tilki yemeyi mekruh görmüşler. Şafiî ise bunların yenilmesine ruhsat
vermiştir. Sa'd b. Ebi Vakkas'dan sırtlan yediğine dair rivayet
nakledilmiştir.
Malik'in delili,
yırtıcı hayvanlardan azı dişi olan bütün hayvanların yenilmesinin yasak
olduğunu bildiren hadisin umumî olup her hangi birisini tahsis etmemesidir.
Nesâî tarafından sırtlan yemenin mubah görüldüğüne dair rivayet edilen
hadiste,
[143] onu yasaklayan hadis ile
tearuz teşkil edebilecek bir taraf yoktur. Çünkü bu, Abdurrahman b. Ebi
Ammar'ın münferiden rivayet ettiği bir hadistir. Abdurrahman ise, ilim (hadis)
nakliyle meşgul bir kimse olmadığı gibi, kendisinden daha sağlam bir ravinin
kendisine muhalefet etmesi halinde rivayeti delil gösterilebilecek kimselerden
değildir.
Ebu Ömer (b.
Abdİ'1-Berr) der ki: Yırtıcı hayvanlardan azı dişli olanların hepsinin
yenilmesini yasaklayan hadis, tevatür derecesini bulacak kadar çeşitli
yollardan rivayet edilmiştir. Bunu, sağlam, sika raviîerin önderlerinden bir
topluluk rivayet etmiştir. Dolayısıyla İbn Ebi Ammar gibi birisinin hadisi İle
bu rivayetlere karşı çıkmaya imkân yoktur.
Yine Ebu Ömer fb. Abdi'1-Berr)
der ki: Müslümanlar, maymun yemenin caiz olmadığını icma ile kabul etmişlerdir.
Çünkü Rasulullah (sav) maymun yemeyi yasaklamıştır. Satışı da caiz değildir,
çünkü sağladığı bir menfaat yoktur. Abdurrezzak'ın, Ma'mer'den, onun Eyyub'dan
zikrettiği rivayet dışında maymun yemeye ruhsat veren bir kimse olduğunu da
bilmiyorum. Mücahid'e maymun yeme hakkında soru sorulmuş, o da: "Maymun,
yenilmesi helâl kılınan dört ayaklı davarlardan değildir" diye cevap
vermiştir.
Derim ki:
İbnü'l-Münzîr şunu zikreder: Biz, Ata'dan rivayetimize göre Ata'ya, maymun
Harem bölgesinde öldürülürse hükmü nedir? diye sorulmuş, O da (o takdirde) onun
hakkında adaletli iki kişi (fidyesi hususunda) hüküm verir, demiştir. Buna
göre, Ata'nın görüşüne göre maymun etini yemek caizdir. Çünkü, fidye cezası
avdan başka hayvanları öldürenler hakkında vacip değildir.
er-Ruyanî'nin
"Bahru'l Mezheb" adlı, İmam Şafiî mezhebine göre yazılmış eserinde
şöyle denilmektedir: Şafiî der ki: Maymunların satışı caizdir. Çünkü, maymun
eğitilir ve eşyanın korunması için ondan yararlanılabilir. el-Keş-felî de îbn
Şüreyh'den, maymunun satışının -ondan yararlanıldığı gerekçesiyle- caiz
olduğunu söylediğini nakletmektedir. Ona, peki ne şekilde ondan yararlanılır
diye sorulunca, o da, çocuklar onunla eğlenip sevinirler, diye cevap
vermiştir.
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: Köpek, fil ve"azı dişli bütün hayvanlar kanaatimce
maymun gibidir. Delili İse Rasulullah (sav)'ın buyruğunda bulmak gerekir.
Başkasının buyruğunda değil. Bazıları ise, Araplar arasında Kaf aslılardan bir
topluluk dışında köpek eti yiyen kimselerin bulunmadığını iddia etmişlerdir.
Ebu Davud, İbn
Ömer'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasulullah (sav), pislik yiyen hayvanı
yemeyi, sütünü içmeyi yasaklamıştır.[144] Bir
başka rivayette de şöyle denmektedir: Develer arasından pislik yiyenlere
binilmesini ve sütlerinin içilmesini yasaklamıştır.
[145]
el-Halimî Ebu Abdullah
der ki: Pislik yiyen (el-Cellâle.) serbest bırakılıp salınmış hayvan ve
tavuklar arasından pislik yiyenlerdir. Peygamber (sav) bunların etlerini
yemeyi yasaklamıştır.
İlim adamları der ki:
Etinde, yahut tadında pislik kokusu ortaya çıkan her bir hayvanın eti haramdır.
Bu koku ortaya çıkmıyorsa helâldir. el-Hattabî der ki: Buradaki yasaklamaktan
kasıt, tenzihi ve temizliğe riâyeti öngören bir yasaktır. Çünkü, pislik yiyen
hayvan pislikle gıdalanacak olursa, pisliklerin kötü kokusu etlerine siner. Bu
ise, çoğunlukla yediklerinin pislik teşkil etmesi halinde böyle olur. Eğer
otlayacak ve ona yem olarak tane verilecek olur da az bir şey de pislik yiyor
ise, bu gibilerine pislik yiyen (cellâle) denilmez. Böyleleri de serbest
bırakılan tavuklar ile benzeri diğer hayvanlar gibidir. Bunlar, belki kısmen
pislik yerler ama, çoğunlukla gıdası ve yemi pislikten başka şeylerdir. O
bakımdan böylelerinin yenilmesi mekruh olmaz.
Rey sahipleri ile
Şafiî ve Ahmed şöyle demektedirler: Pislik yiyen bir hayvan, bir kaç günlük
süre ile haps edilip pislik dışında ona yem verilmedikçe eti yenilmez.
Elindeki pis kokuların gittiği kabul edildikten sonra yenilir. Bir hadiste
rivayet olunduğuna göre: "(Bu tür) ineklere kırk gün süreyle yem verilir,
ondan sonra etleri yenilir."
İbn Ömer de (pislik
yiyen) tavuğu üç gün ahkoyar, sonra keserdi. İshâk der kî: Eti iyice
yıkandıktan sonra boylesini yemekte bir mahzur yoktur, el-Hasen ise pislik
yiyen hayvanın etini yemekte bir mahzur olmadığı görüşünde idi. Malik b. F.nes
de bıi görüşte İdi.
(Ziraat) arazisine
pisliğin (gübrenin) bırakılmasının yasaklanışı da bu kabildendir. Ashabdan
bazılarından şöyle dediği rivayet edilmektedir: Biz, Rasulullah (sav)'ın
(fey'den hissesine düşen) arazisini kiraya veriyorduk da, onu kiralayan kimseye
oraya pislik atmamasını şart koşuyorduk. İbn Ömer'den nakledildiğine göre o,
arazisini kiraya verir, takat oraya pistik (gübre) atılmamasını şart koşardı.
Yine rivayet olunduğuna göre, adamın birisi pislik kullanarak arazisini ekiyor
idi. Ömer (r.a) ona şöyle demişti: Sen, insanlara kendilerinden çıkan şeyleri
yediren bir kimsesin.
Atların yenilmesinin
hükmü hususunda da farklt görüşler vardır. Şafiî at yemenin mubah olduğunu
söylemiştir, sahih olan da budur. Malik ise bunu mekruh görmüştür.
Katır ise, eşek ve
attan doğmadır. Bunların birisinin eti yenir veya mekruhtur, -ki bu da attır-
diğeri ise haramdır-ki, bu da eşektir-, O bakımdan haram kılan hüküm daha öne
geçirilmiştir. Çünkü, helâl ktlan hüküm ile haram kılan hüküm aynı şeyde bir
arada bulunacak olursa, haram kılma hükmü öne geçirilir. Yüce Allah'ın izniyle,
ileride bundan daha kapsamlı bir şekilde bu meseleye dair açıklamalar en-Nahl
Sûresİ'nde (16/8. âyet, 5- başlıkta) gelecektir. el-A'raf Sûresi'nde de
(7/133- âyet, 3 ve 4. başlıklarda) çekirgelere dair hükümler gelecektir.
Halef ve selefin
cumhuru, tavşan yemenin caiz olduğunu kabul etmişlerdir. Abdullah b. Anır b.
d-As'dan ise bunun haram olduğuna dair rivayet nakledildiği gibi, İbn Ebi
Leyla'nın bunu mekruh gördüğü rivayet edilmektedir. Abdullah b. Amr der ki:
RasııLullah (sav)'a, ben de huzurunda oturduğum bir sırada tavşan getirildi,
ondan yemediği gibi, onun yenilmesini de yasaklamadı. Tavşanın ay hali
okluğunu iddia etti. Bunu da Ebu Dâvud zikretmektedir.[146]
Nesaî de mürsel olarak
Musa b. Taîha'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber (sav)'a bir adamın
kızartmış olduğu bir tavşan getirildi ye: Ey Allah'ın Rasulü ben onda kan
gördüm, dedi. Bunun üzerine Rasulullah (sav) ona ilişmedi ve yemedi. Yanında
bulunanlara da: "Siz yeyiniz(n, benim canım onu çekseydi yerdim."[147]
Derim ki: Bunda
tavşanın haram olduğuna delalet eden her hangi bir husus yoktur. Bu, olsa olsa
Hz. Peygamber'in (keler hakkında söylediği): "Bu benim yaşadığım bölgede
bulunmuyordu, o bakımdan ondan tiksinir gibi oluyorum"
[148]
şeklindeki sözü kabilinden d ir.
Müslim de Sahilı'inde
Enes b. Malik'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Biz, Mersu'z-Zahrân
denilen yerden geçerken bir tavşanı ürküttük. Arkasından koşup gidenler oldu.
Ancak, onu bir türlü yakatayamadılar. Ben ise onu arkasından yetişinceye kadar
koştum. Onu alıp Ebu Talha'ya gerirdim, o da bunu boğazladı. Butun Rasululiah
(sav)'a gönderdi. Ben de onu ahp Rasulullah (sav)'a götürdüm, O da bunu kabul
etti.[149]
Yüce Allah'ın:
"Yiyecek bir kimseye..." buyruğundaki "vahyolunan"
anlamındaki kelimeyi, İbn Âmir'in, hemzeyi üstün olarak; "Vahyelti"
şeklînde okuduğu rivayet edilmiştir. Ali b, Ebi Talib de "yiyecek bir
kimseye" anlamındaki kelimeyi; şeklinde "ti" harfini şeddeli
olarak okumuştur. Bununla şekline işaret etmektedir. Buradaki L'te"
harfi, "u" harfine idğam edilmiştir.
Aişe Cr.anlıa.) İle
Muhammed b- el-1 lanelîyye ise, bunu;" Yiyecek bir kimsenin yediği"
anlamında mazi fiil ile okumuştur
Yalnızca şunlardır:
Ölü" ibaresindeki ful, "ve" harlı ile de "te" harfi
ile de okunmuştur. Yani, o yenilecek oian şey, yahut cüssesi veya şalisi ölü
olması hali müstesnadır. Olması" keiimesi "ye" ile, Ölü kelimesi
de merfü' olarak, yani ölmüş olması anlamında da okunmuştur.
"Akmış"
anlamındaki: "ei-Mesfuh" ise, akan, cereyan eden demektir ki, haram
kılınan kan budur. Böyle olmayan kanlar ise bağışlanmıştır.
el-Maverdî, akmamış
kanın, eğer karaciğer ve dalak gibi damarlar içinde ve donma özelliğinde ise
helâl olduğunu nakletmektedir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Bize iki ölü ve iki kan helâl kılınmıştır..."[150]
Şayet bu kan, eğer
damarlar içerisinde bulunmayıp donmayacak türder değilse, et ile birlikte
bulunan ve akabilme özelliğinde olan kan ise, bunur haramhğı hususunda iki
görüş vardır. Bîr görüşe göre bu gibi kan haramdır çünkü bu da ya akan
kandandır veya onun bir parçasıdır. Özel olaral "akan" kaydının
zikredilmesi ise, karaciğer ve dalağın istisna edilmesi İçin dir. İkinci görüşe
göre ise, böyle bir kan haram değildir, çünkü haramlık öze olarak akan kan
hakkında tahsis edilmiştir.
Derim ki: Sahih olan
da budur. îmran b. Cüdeyrder ki: Ben, Ebu Miclez't kanın bulaştığı et ile
kandan dolayı üzerinde kırmızı bir köpük yükselen ten cerenin yemeği hakkında
soru sordum da şu cevabı verdi: Bunun bir mah zuru yoktur. Çünkü Allah akmış
kanı haram kılmıştır. Buna yakın bir açıklamayı Hz. Aişe ve başkaları da
yapmıştır. İlim adamları da bu hususta icma etmişlerdir.
İkrime der ki: Bu
âyec-i kerime olmasaydı, müslümanlar yalıudilerin ette damarları bulup takip
etmeleri gibi, müslümanlar da öylece takip edeceklerdi.
İbrahim en-Nehaî de
der ki: Damarlardaki yahut kemik iliğİndekİ kanın bir mahzuru yoktur. Buna dair
açıklamalar ile âyet-i kerimede sözü edilen ve zaruret halinde bulunanın
hükmüne dair açıklamalar daha Önce el-Bakara Sû-resi'nde (2/173. âyet, 20.
başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en İyi bilen Allah'tır.
[151]
146. Biz, yahudilere
de bütün tırnaklıları haram kıldık. Onlara sığır ve koyunun iç yağlarını da
haram kıldık. Ancak, sırtlarına veya kararlarındaki bağırsaklarına yapışan veya
kemiğe karışan ayrı. Bu (böyledir); onları zulümleri yüzünden bununla
cezalandırdık. Şüphesiz Biz doğru söyleyenleriz.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:
[152]
Yüce Allah, Muhammed
(sav) ümmetine haram kıldığı şeyleri zikrettikten sonra "Biz yahudilere de
bütün tırnaklıları haram kıldık" ile de ya hud ilere haram kıldığı
şeyleri sözkonusu etmektedir. Çünkü, onlar: Allah bize herhangi bir şeyi haram
kılmadı, aksine İsrail'in (Hz. Yakub'un) kenidisine haram kıldığı şeyleri biz
de kendimize haram kıldık diyerek, Allah'ın haramlara dair hüküm indirdiğini
yalanlamışlardı.
el-Bakara Sûresi'nde;
"Yahudilerin ne anlama geldiğine dair açıklamalar (2/62. âyet, 2.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu haramlar, yahudilere bela ve ceza olmak
üzere emredilmiş mükellefiyetler idi. Burada onlara haram kılınan şeylerin
başında tırnaklı olan her şey zikredilmiştir.
el-Hasen,
"fe" harfini ötreli değil de sakin olarak; Tırnak diye okumuştur.
Ebu's-Simal ise, "zı" harfini esreli, "fe" harfini de sakin
olarak; diye okumuştur. Ebu Hatim ise, "zı" harfini esreli ve
"fe" harfini sakin okuyuşu kabul etmemiş ve böyle bir kıraati
zikretmemişEir. Ancak bu da bir söyleyiştir. Bu iki harfin esreli kıraati de
vardır. Çoğulu ise, şeklinde geİİr. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır.
en-Nehhâs, el-Ferra'dan ayrıca; şeklinde çoğul yapıldığını da İlave eder.
İbnü's-Sikkit der ki: Bir adamın tırnakları oldukça uzun ise denilir. Nitekim
saç-lan uzun bir kimse hakkında; denildiği gibi.
Mücahid ile Katade derler
ki: "Tırnaklılar" dan kasıt, parmaklan birbirinden ayrı olmayan kara
hayvanları ve kuşlardır. Deve, deve kuşu, ördek ve kaz gibi. İbn Zeyd ise,
kasıt yalnızca develerdir, demektedir.
İbn Abbas der ki:
"TırnakJılar"dan kasıt, deve ve deve kuşlarıdır. Çünkü deve
kuşlarının da deve gibi tırnakları vardır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bundan kasıt, kuşlardan pençeli olanlar, hayvanlardan da tek
tırnaklı olanlardır. Çünkü, tek tırnağa (demek olan el-Hâfir'e) istiare yoluyia
urnak (anlamındaki zılV) da denilir. Tirmizî el-I lakim de der ki: Hafir de
tırnaktır, mihleb (pençedeki tırnak) de tırnaktır. Şu kadar var ki, bunların
her birisinin tırnağı kendisine göredir. İfadede istiare diye birşey de
sözkonusu değildir. Nitekim her ikisinin de kesildiklerini ve bunlardan bir
miktar kısaltıldığını, her ikisinin de tek bir cins olarak yumuşak ve gevşek
kemik olduklarını görebilmekteyiz. Asıl itibari ile de bu şekilde gelişen gıdadan
ibarettir. Ve insan tırnağı gibi kesilirler. Bu gibi hayvanların tırnaklarına
"hâfir" adının veriliş sebebi ise, yere düşmesi suretiyle yeri hafr
etmesi (kazması) ndan dolayıdır. Kuşun pençesindeki tırnağa "mihleb"
denilmesine gelince, diğer uçan kuşları tırnaklarının iğne gibi sivri uçları
ile yaralama-sıdır. Tırnağa "zufur" deniliş sebebi ise, eşyayı ele
geçirme imkânını bulmasıyla 2afer buluşundan dolayıdır. Yani, insanoğlu ve kuş,
onun sayesinde ele geçireceklerini ele geçirirler.
[153]
Yüce Allah'ın:
"Onlara, sığır ve koyunun İç yağlarını da haram kıldık"
buyruğu ile ilgili
olarak Katade şöyle demiştir: Bununla işkembe üzerindeki iç yağı ile böbrekler
üzerindeki yağlan kastetmektedir. es-Süddî de böyle açıklamıştır. İbn Cüreyc
de der ki: Kemiğe karışmamış, yahut kemik üzerinde bulunmayan bütün iç
yağlarını onlara haram kılmıştı. Buna karşılık bö-ğürlerindeki yağlar üe kuyruk
yağlarını da helâl kılmıştı. Çünkü kuyruk yağı usus denilen kuyruk sokumundaki
kemiğin üzerindedir.
[154]
Yüce Allah'ın; Ancak,
sırtlarına... yapışan müstesna" buyıuğundaki; lafzı istisna olarak nasb
mahallindedir." Sutlarına" kelimesi ise, Yapışan" kelimesi ile
merfV olmuştur.
Veya kannlarındaki
bağırsaklarına" kelimesi ise, "sırtlar" kelimesine atfedilerek
cep mahallindedir. Yani; Yahut karın-larındaki bağırsaklarına yapışan..."
takdirindedir. Âyetteki kelimenin başına elif-lam'ın gelmesi ise takdiri
ifadedeki izafetin yerine gelmiştir. Buna göre "bağırsaklarına
yapışan" iç yağları helâl kılınanlar arasında olur.
"(jj^u J»k)i-!U
jl): Veya kemiğe karışan" buyruğundaki; da aynı şekilde "yapışan'a
atf ile mısb maiıaüindedir. İşte bu, bu husustaki görüşlerin en sahih olanıdır.
el-Kisaî, ei-1'erra ve Ahmed b. Yahya'nın görüşü budur. Şu kadar var ki nazar
(akıl yürütme ve kıyas)a göre; bir şeyin hemen kendisinden önce gelene
atfedilmesi gerekir. Bundan tek istisna, bu atf ile mananın sahih olması veya
bunun aksine herhangi bir delilin bulunması halidir.
Şöyle de denilmiştir:
helâl kıhnan şeylerde istisna, yalni7.ca sırılanna yapışanlardır. Yüce
Allalvın: "...veya kartnlarındaki bağırsaklarına yapışan, veya kemiğe
karışan" buyruğu ise haram kılınan şeylere atfedilmiştir. Bunun anlamı da
şöyle olur: Onlara sığır ve koyunların iç yağlarını yahut ka-nnlaıındaki
bağırsaklarına yapışanları veya kemiğe karışanları haram kıldık. Ancak
sutlarına yapışanlar müstesnadır, haram değildir.
Şafiî, bu âyel-i
kerimeyi, iç yağı yememek üzere yemin eden kimsenin sırtlardaki iç yağını
yemek suretiyle yemini bozmuş olacağına delil göstermiştir, Çünkü şanı yüce
Allak, onların sırtlarına yapışanları, genel olarak iç yağından istisna
etmiştir.
[155]
Yüce Allah'ın:
"Veya karınlarındakt bağırsaklarına" buyru-ğundaki
"Bağırsaklar," hayvanın pisliğini çıkardığı yerler demektir. İbn
Abbas ve başkalarından bu açıklama nakledilmiştir. Tekili de; olur. Bu ismin
veriliş sebebi ise, hayvanın dışkısının burada toplan maşıdır. Zibil diye
bilinen de odur.
Bağırsaklar"
kelimesinin tekili: şeklinde gelir. Tencere, kelimesinin çoğunlunun, diye
gelmesi gibi, Bağırsak kelimesinin tekil ve çoğul itibariyle; Vuran,
vuranlar" gibi olduğu söylendiği gibi; tekilinin; şeklinde geldiği de
söylenmiştir. Gemi, gemiler" gibi.
Ebu Ubeyde der ki:
"Bağırsaklar: Hâvâyâ" karın bölgesinde dairesel şekilde gelen şey
demektir. el-Hâvâyâ'nın, karnın dairevi seki) aldığı yer anlamına geldiği de
söylenmiştir. Bu da bağırsaklara bitişir. el-Hâvâyâ'nın, üzerlerinde iç yağı
görülen bağırsaklar olduğu da söylenmişin-. Başka yerde bu kelime devenin
hörgücü etrafında çevrelenen örtü anlamına gelir. Şair İm-ruu'1-Kays şöyle
demektedir:
"Deve hörgûcü
etrafında kumaşları doladılar ve üzerine güzelce kuruldular. Irak dokuması
süslü işlemeli kumaşları da iyice serdiler."
Şanı yüce Allah, bu
buyrukta onlara yalanlarını reddetmek üzere Tevrat'la bu gibi şeyleri haram
kıldığını haber vermektedir. Tevrat'taki bu haram kılmanın ifadesi ise:
"Size ölü, kan, domuz eti ve tırnaklan birbirinden ayrı olmayan her bir
binek ile, beyazlığı görülmeyen bütün balıklar size haram kılınmıştır"
şeklindedir. Daha sonra yüce Allah, bütün bunları Mutıammed (sav)'ın şeriati
iie nesli etti. Onlara, daha önce kendileri için haranı kılınmış bulunan
hayvanları mubah kıldı, Muhammed (sav) İle zorluğu kaldırdı, bütün insanların,
helâli ile, hamını ile, emir ve yasaklanyla islâm dinine bağlanmaları
zorunluluğunu getirdi.
[156]
Kitap ehli,
davarlarını kesip, Tevrat'ta Allah'ın kendilerine helâl kıldığı şeyleri
yedikten sonra, haram kıldığı şeyleri bırakacak olurlarsa, bizim için helâl
olur mu?
Malik,
"Muhammed'in Kitabında,-. Bunlar haramdır derken, "el-Meb-suf'un sema
yoluyla dinlenilen kıraatinde: Bunlar helâldir demiştir. İbn Na-fi de böyle
demiştir. İbnü'l-Kasım ise, bunların yenilmesini mekruh görürüm demektedir.
Birinci görüşün
açıklaması şudur: Onların dinlerine göre bunlar haramdır. Ve kesim esnasında
bunların kendilerine helâl olmaları kasıtları yoktur. O bakımdan kan gibi
bunlar da haranı olurlar.
İkinci görüşün
açıklamasına gelince; sahih olan budur. Çünkü yüce Allah, İslâm ile bu haram
kılma hükmünü kaldırmıştır. Onların bu husustaki inanışlarının ise hiç bir
etkisi yoktur, çünkü bu bozuk bir inanıştır. Bu açıklamayı da İbnül-Arabî
yapmıştır.
Derim ki; Bunun
sıhhatine delil olan hususlardan birisi de Buharı ile Müslim'in Abdullah b.
Muğaffel'den naklettikleri şu rivayettir: Abdullah dedi ki: Bizler, Hayber
Kasrı'nı muhasara altında tutmuştuk. Birileri içinde iç yağı bulunan bir torba
attı. Onu almak üzere ileri atıldım. Bir de baktım ki Peygamber (sav) yanımda
duruyor. Ondan utandım. Buharî'nin lafzı ile rivayet böyledir.
[157]
Müslim'in lafzı da şu
şekildedir: Abdullah b. Muğaffel dedi ki: Hayber günü içinde iç yağı bulunan
bir torba elime geçti. Onu elime aldım ve: Bugün bundan kimseye bir şey
vermeyeceğim dedim. Dönüp baktığımda Rasulul-lah (sav')'ı gülümser gördüm.
[158]
İlim adamlarımız
derler ki: Hz. Peygamberin tebessümü, İbn Muğaffel'in o torbayı almakta
gösterdiği ileri derecedeki hırsı görmesinden ve cimrilik göstermesinden
dolayıdır. Hz, Peygamber ona bu torbayı atmasını emretmediği gibi, ona
herhangi bir şeyi de yasaklamadı.
Bu gibi şeylerin
yenilmesinin caiz olduğunu Ebu Hanife, Şafiî ve genel olarak ilim adamları da
kabul etmektedir. Şu kadar var ki Malik, bu husustaki görüş ayrılığı
dolayısıyla mekruh görmüştür. İbnü'l-Münzir, Malik'ten bunların haram olduğunu
söylediğini de nakletmektedir. Malİk'in, arkadaşlarının büyükleri bu
kanaattedir.
Bu husustaki delilleri
ise daha önce açıklanan delildir. Halbuki hadis onların aleyhine delil teşkil
etmektedir. Eğer, yahudiler tırnaklı her bir hayvanı boğazlayacak olurlarsa,
Esbağ der ki: Onların kestikleri arasından Allah'ın Kitabında haram kılınmış
bulunanların yenilmesi de helâl değildir. Çünkü onlar, bunların haram
kılınışını dini bir hüküm olarak kabul etmektedirler. Eş-heb ve İbnü'l-Kasım da
böyle demiştir. Şu kadar var ki, İbn Vehb bunların caiz olduğunu söylemiştir.
İbn Habib de şöyle demektedir: Onlara haram kılınmış bir şeyin bu hükmünü biz
kendi Kitabımızdan öğrenmiş isek, onların kestikleri arasından o şey bize helâl
olmaz. Haram kılındığını yalnızca onların görüşlerinden ve delillerinden
biliyor isek, kestikleri arasından böyle-leri bizim için haram değildir.
[159]
Yüce Allah'ın: " Bu
(böyledir)" yani, bu haram kılma böyledir. Buna göre bu edat burada ref
mahallindedir. Yani, durum bu şekildedir demektir.
"Onları zulümleri
yüzünden" zuiümleri sebebiyle "cezalandırdık." Peygamberleri
öldürdükleri, Allah'ın yolundan alıkoydukları, faiz alıp insanların mallarım
batıl yoilarla helâl kabul ettikleri için, onlara bir ceza olmak üzere bu
hükümleri koyduk.
işte bunda haram
kılmanın ancak bir günah sebebiyle olduğuna bir de-1 il vardır. Çünkü haram
kılmak bir darlıktır. Genişlik terk edilip harama gidiş, ancak yapılaniardan
dolayı sorumlu tutulmak halinde sözkonusu olur.
"Şüphesiz Biz doğru
söyleyenleriz." Şu yahudiler hakkında kendilerine haram kıldığımızı belirttiğimiz
etler ve yağlara dair haberlerimizde doğru söylüyoruz.
[160]
147-
Seni
yalanlayacak olurlarsa de "Rabbîniz geniş bir rahmet sahibidir. O'nun
azabı günahkârlar topluluğundan geri çevrilemez."
Yüce Allah'ın:
"Seni yalanlayacak olurlarsa" buyruğu şarttır. Cevabı ise: "De
ki: Rabblnİz geniş bir rahmet sahibidir." Yani, rahmetinin genişliğinden
dolayıdır ki O, dünyada sizi cezalandtrmaksıztn terketü. Sonra yüce Ailah
onlar için ahirette hazırlamış oluduğu azabı haber vererek: "O'mın azabı
günahkârlar topluluğundan geri çevrilemez" diye buyurmaktadır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Buyruğun anlamı şudur: Allah dünyada cezalandırmak isterse,
O'nun cezası günahkârlar topluluğundan asla geri çevrilemez.
[161]
148.
Müşrikler:
"Allah dikseydi biz de babalarımız da ortak koşmazdık. Hiç bir şeyi de
haram kurnazdık" diyeceklerdir. Onlardan öncekiler de azabımızı tadıncaya
kadar işte böyle yalanladılar. De ki: "Yanınızda bize çıkartıp
gösterebileceğiniz her hangi bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz. Ve
siz, yalnızca yalan uyduranlarsınız."
Yüce Allah'ın:
"Müşrikler... diyeceklerdir" buyruğu ile iigili olarak Mü-cahid
şunları söylemiştir: Yüce Allah bununla Kureyş kâfirlerini kastetmektedir.
Onlar: "Allah dileseydi biz de, babalarımız da ortak koşmazdık, hiçbir
şeyi de haram kılmazdık" demişlerdi. Bununla da Bahire, Sfıibe ve
Vasîle'yİ kastediyorlardı.
Yüce Allah, gaybından
neler söyleyeceklerini haber vermektedir. Getirilen deliller, onların
görüşlerini çürütüp tuttukları yolun batıl olduğuna kesin olarak kendileri de
inanınca, bu sözlerin kendileri için bir dayanak teşkil edebileceğini
zannettiler.
Buyruğun anlatın sudun
Allah dileseydi bizim atalarımıza bir rasul gönderir, o da onlan lıet»
şirkten, hem de Allah'ın kentlileri için helâl kıldığı şeyleri haram
kılmalarından vazgeçilir, bu davranışlarını yasaklar, onlar da bu işlerinden
vazgeçerlerdi, biz de bu hususta onlara tabi olurduk.
Yüce Allah bu
iddialarını ıed ederek: "De ki: Yanınızda bize çıkartıp gösterebileceğiniz
her hangi bir bilgi var mı?" Yani, durumun böyle olduğuna dair elinizde
bir deliliniz bulunmakta mıdır?
"Siz, ancak zanna
uyuyorsunuz" bu sözleri söylerken haliniz nedir. "Ve siz yalnızca
yalan uyduranlarsınız." Aranızda zayıf kimselere delilinizin bulunduğu
intibaı vermek üzere böyle yapıyorsunuz.
Yüce Allah'ın:
Babalarımız da" buyruğuOrtak koşmazdık" buyruğundaki
"ıuın"a (çoğul zamire) atfediimistir. Burada; Biz de, babalarımız
da" deniımeyiş sebebi ise, Koşmaz-dık'daki olumsuzluk takışırım zamirin
te'kidi yerine geçmesidir. İşte bundun dolayı; lîen de kalkmadım, Zeyd de
kalkmadı, ifadesi" güzel bir ifadedir.
[162]
149.
De ki:
"Öyle ise, tam ve yeterli hüccet Allah'ındır, Eğer dilesey-di elbette
hepinizi hidâyete erdirirdi."
Yüce Allah'ın:
"De ki: Öyleyse, tam ve yeterli hüccet Allah'ındır" buyruğu şu
demektir: Kendilerine karşı delil getirenlerin ileri sürecekleri lıer hangi
bir mazeretlerini bırakmayan ve üzerinde düşünenlerin şüphelerini oita-dan
kaldıran hüccet, O'nun hüccetidir. O'nun, bu hususa dair tam ve yeterli
hücceti, kendisinin bir ve tek olduğunu, peygamberleri ve rasulleri göndermiş
olduğunu açıklamasıdır. Allah'ın vahdaniyetini mahiukata bakıp üzerinde
dikkatle düşünmekle açıkladığı gibi, peygamberleri de mucizelerle te'yid
etmiştir. Böylelikle O'nun emrini, her bir mükellef yerine getirmek zorundadır.
Onun ilmi, iradesi ve kelamı ise gaybdır, kul bunlara muttali olamaz. Allah'ın
bu iş için beğenip seçeceği bir rasul olması hali müstesnadır. Mükeİ-lefiyet
için, kulun emrolunduğu şeyi yapmak istediği takdirde, buna imkân bulması yel
erildir.
Mutezile, yüce
Allah'ın; "Allah dileseydl... şirk koşmazdık" buyruğu ile ilgili
olarak, meseleyi karıştırarak şöyle demişlerdir: Allah, bu şekilde şirklerini
O'nun meşîetinin bir sonucu olarak değerlendirenleri yermiş bulunmaktadır.
Ancak, Mu'tczilenin bunu delil dîye ileri sürmeleri batıldır. Çünkü Şanı yüce
Allah, aynı zamanda hakkı araştırıp bulmak için göstermeleri' gereken gayreti
terk ellikleri için de yermektedir. Diğer taraftan müşrikler bu sözü yalnızca
alay ve oyun olsun diye söylemişlerdir. Bunun bir benzen de yüce Allah'ın şu
buyruğudur: "Dediler ki, Rahman düeseydi biz bunlara ibadet
etmezdik." (ez-Zuhriif, 43/20) Eğer onlar, bu sözleri ta'zim, saygı ve
O'nu bilip öğrenmek kastıyla söylemiş olsalardı, bundan dolayı kendilerini
ayip-lamazdı. Çünkü şanı yüce Allah şöyle buyurmakladır: "Eğer Allah
dilesey-di şirk koşmazlardı" (el-En'âm, 6/107); "...Onlar, yine de
Allah dilemedikçe iman etmezlerdi" (el-En'âm, 6/111); "Allah
dileseydi hepinizi hidâyete erdirirdi." (en-Nahl, 16/9) Buna benzer
buyruklar da pek çoktur. Mii'mtnle-rin bu sözü söylemeleri ise, onların yüce
Allah'ı bilmelerinden ölürüdür.
[163]
150.
De ki:
"Haydi Allah bunu haram kıldı diye şahidlik edecek şa-hidleriniıi
getiriniz." Şayet şahidlik ederlerse sen, onlarla beraber şahidlik etme.
Âyetlerimizi yalanlayanların ve âhirete İman etmeyenlerin hevâlarına uyma! Hem
onlar Rabblerine (putları) denk tutarlar.
Yüce Allah'ın:
"De ki: Haydi... şahidlerinizi getirin" buyruğu: Sen, bu müşriklere,
sizin haram kıldığınız şeyleri Allah'ın da haram kıldığına dair şa-hidlerinizi
getirin, demektir.
Haydi getirin"
bir şeye çağırmak için kullanılan bir kelimedir. Tekili, çoğulu, erkek ve dişi
olması hallerinde Hicazlılara göre farketmez. Şu kadar var ki, NecidliLer bunu,
şeklinde diğer fiillerde olduğu gibi, şahsa delâlet eden alâmeti de eklerler.
Kur'an-ı Kerim ise, Hicazlıların şivesine göre nazil olmuştur. Nitekim bir
başka yerde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Kardeşlerine: Haydi yanımıza gelin
diyenleri..." (el-Ahzab, 33/18) Hazır et, yahut yaklaştır" demektir.
Meselâ Yemeği getir" anlamındadır. Bu buyrukta: Haydi Şalıidle-rinizi
getiriniz, demektir. Sonundaki "mim"in üstün okunuşu ise iki sakin
harlın bir araya gelmesinden dolayıdır. Nitekim; Ey filan, bunu geri çevir" derken,
"dal" harfi şeddeli olduğundan dolayı ötreli ve esreli okunuşu caiz
değildir.
el-Halil'e göre bu
kelimenin asb; ile buna ilave edilmiş 'den meydana gelmiştir. Daha sonra
kullanış çokluğundan dolayı "he" harfinden sonraki "elif
hazfedilmişlir.
Başkaları da şöyle
açıklamaktadır: Bu kelimenin ash; 'e ilave edilmiş 'dır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bu kelime, lafzı itibariyle; Haydi getir," manasına
delalet etmektedir. el-Halil'in "Kitabu'l-Ayn"mda şöyle denilmektedir:
Bu kelimenin aslı, yani; ben sana doğru geleyim mi? şeklindedir. Daha sonra
Araplar bu kelimeyi çokça kullandılar, sonunda bu kelime; hazır et, getir
manasına kullanılmaya başlanmış. Nitekim; Gel"; keİlmesinin aslı
yukarılarda olan birisinin aşağılarda olan birisine (yukarı doğru gel)
şeklinde söylenilmesidir. Ancak Araplar, bu kelimeyi çokça kullanmaya
başladılar. Nihayet daha aşağıda bulunan bir kimse de yukarıda bulunan
kimseye: (Aşağı in anlamında) demeye başladı.
Yüce Allah'ın:
"Şayet şahidllk ederlerse" yani, onların kimi kiminin lehine
şahadette bulunacak olursa, "sen onlarla beraber şahidllk etme." Yani,
bir kitaptan olmadıkça veya bir peygamber tarafından tebliğ edilmedikçe böyle
bir şahadette bulunmayı tasdik etme. Bunlarda da zaten böyle bir şey yoktur,
demektir.
[164]
151.
De ki:
"Gelin Rabbİnlzin size neleri haram küdığuu okuyayım: O'na hiç bir şeyi
ortak koşmayın. Anaya babaya İyilik edin. Yoksulluk endişesinden dolayı
çocuklarınızı öldürmeyin. Çünkü sizin de onların da rızkını Biz veririz.
Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Hak ile olmadıkça Allah'ın
haram kıldığı canı öldürmeyin. İşte, akü edersiniz diye size bunları
emretti."
152.
Bir de
yetimin malına, rüştüne erinceye kadar, en güzel olandan başka bir şekilde
yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı tam ve doğru yapın. Biz, kimseye gücünün
yettiğinden başkasını yüklemeyiz. Söz söylediğiniz vakit, akrabanız dahi olsa
adaletli olun. Allah'ın ahdini yerine getirin. İşte, düşünüp öğüt alasınız
diye size bunları tavsiye etti.
153.
Şüphesiz
ki bu, Benim dosdoğru yokundur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın. Sonra
sizi O'nun yolundan ayırırlar. İşte, sakınasınız diye Allah size bunları
tavsiye etti.
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı ondört başlık halinde sunacağız:
[165]
Yüce Allah'ın:
"Gelin size... okuyayım" buyruğundaki; Yaklaşın ve Rabbimin bana
kesin olarak vahyettiğini -zan yoluyla ve sizin iddia ettiğiniz gibi yalan
olarak değil- okuyun, demektir.
Daha sonra yüce Allah,
neler okunacağını beyan etmek üzere; "Ona hiç bir şeyi ortak
koşmayın" diye beyan etmektedir. Buradaki fiilin çekimi, erkek için;
"Yaklaş, öne doğru gel," şeklinde, dişi için; erkek ve dişi tesniye
için; erkek çoğu! için; dişi çoğul İçin denilir. Yüce Allah da aynı fiili dişi
çoğul İçin kullanarak şöyle buyurmaktadır: "Gelin size meta vereyim."
(el-Ahzab, 33/28)
Araplar
"tekaddüm: öne geçme"yi bir çeşit yükselme (teali) ve yukarı doğru
çıkma (irtifa) diye kabul etmişlerdir. Çünkü, bu fiilin ilk olarak kullanılışı
halinde tekaddüm etmesi (öne geçmesi) emrolunan kişi sanki oturuyormuş da ona;
Yüksel, gel; yani, ayağa kalkmak suretiyle kendini yukarı doğru kaldır ve öne
doğru ilerJe; denilmiş gibidir. Daha sonra bu kelimeyi duran ve yürüyen için
de kullanacak hale gelinceye kadar anlamını genişletip durdular. Bu açıklamayı
İbn eş-Şecerî yapmıştır.
[166]
Yüce Allah'ın: Neleri
haram kıldığını" buyruğunda yer alan; ile ilgili uygun açıklama,
Okuyayım" buyruğu ile nasb mahallinde ve haberiyye olmasıdır. Yani:
Gelin, Rabbi-nizin size haram kıldığını okuyayım," demektir.
Eğer; Size"
kelimesinin; "Haram kıldığını" fiiline taalluk ettiğini kabul
edersek, uygun açjklama budur. (Anlamı: ...size neleri haram kıldığını
okuyayım, şeklinde oSur). Çünkü, daha yakın o)an fiil budur. Bas-rakların
tercihi de budur.
Eğer bunun;
Okuyayım" fiiline taalluk ettiği kabul edilirse, bu da güzeldir, çünkü
önce geçen Fiil budur. (Bunun da anlamı: ...neleri haram kıl-diğını size
okuyayım, şeklindedir). Kulelilerin tercihi de budur. Bu görüşe göre ifadenin
takdiri de: Rabbinizin haram kıldığı şeyi size okuyayım," şeklindedir.
ortak koşmayın"
lafzı geçen ilk fiilin aynı kökünden gelen bir fiil takdiri ile nasb mahal
Ündedir. Yani, size şirk koşmamanızı okuyayım demektir. Bu da size şirk
koşmanın haram kılındığını okuyayım anlamındadır. Bununla birlikte; Size"
kelimesindeki iğra anlamı dolayısıyla nasbedilmiş olma ihtimali de vardır. O
takdirde Size" kelimesi, kendisinden önceki ifadelerde, munkatı' olur. Yani,
size düşen, şirk koşmayı ter-ketmektir ve yine size düşen, anne babaya iyilik
etmektir, çocuklarınızı öl-dürmemektir, kötülüklere yaklaşmamaktır. Nitekim
birisine İşine bak," demek de böyledir. Yüce Allah'ın: "Siz,
kendinize bakın" (el-Maide, 5/105) buyruğu da böyledir. Bütün bu
açıklamaları İbn eş-Şecerî yapmıştır.
en-Nehhâs da şöyle
demektedir: ... mama"dakİ...ma" kelimesinin, Neler"den bedel
olarak nasb mahallinde olması da mümkündür. Yani ben, sîze şirk koşmanın haram
kılındığını okuyayım.
el-Ferrâ da 'nın nehiy
için olması görüşünü tercih etmiştir. Çünkü, ondan sonra diye bir daha nehiy
gelmektedir. (Meâi, buna göre yapümıştır).
[167]
Bu âyet-i kerime, yüce
Allah tarafından Peygamberine, bütün insanları Allah'ın haram kıldığı şeylere
dair okuyacağı buyrukları dinlemeye davet etmesi için bir emirdir. Ondan sonra
gelecek olan ilim adamlarının da aynı şekilde insanlara tebliğde bulunmaları
ve onlara, Allah'ın neyi lıaram, neyi helâl kıldığını açıklamaları gerekmektedir.
Nitekim yüce Allah: "Onu, muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız...
diye teminat almıştı" (Âl-i İmran, 3/187) diye buyurmaktadır.
İbnü'l-Mübarek de şunu
nakletmektedir: Bize, İsa b. Ömer'in, Amr b. Mur-re'den haber verdiğine göre
Amr, kendilerine şunu nakletmiş: Rabi' b. Hay-sem (Huseym de denilmiştir),
kendisiyle oturan birisine şöyle demiş: Peygamber (sav)'dan henüz mührü
çözülmemiş bir sabitenin sana getirilip verilmesi seni memnun eder mi? O,
elbette deyince: Ona, şu âyet-i kerimeyi oku: "De ki: Gelin Rabbinizin
size neleri haram kıldığını okuyayım..." diyerek, üç âyetin (yani, 153.
âyetini sonuna kadar okudu.
Kâ'b el-Ahbar der ki:
Bu âyet-i kerîme, Tevrat'ın başlangıcıdır: "Rahman ve Rahim Allah'ın
adıyla. De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım..."
İbn Abbas da der ki:
Bu âyet-i kerimeler, yüce Allah'ın Âl-i İmran Sûre-si'nde sözünü ettiği muhkem
âyetlerdir. Bütün insanlara gönderitmiş şeriat-ler, sözbirliği halinde bunları
kabul etmiş ve hiçbir dinde bunlar asla nesh edilmemiştir,
Musa (a.s)'a
indirilmiş on kelime (emir)nin (bunlar), oldukları da söylenmiştir.[168]
Yüce Allah'ın;
"Anaya babaya iyilik edin" buyruğunda geçen ana-baba-ya iyilik
(ihsanda bulunmak), onlara iyi davranmak, onları korumak, onlara gereken
ihtimamı göstermek, emirlerini yerine getirmek, köle iseler kölelikten
kurtarmak, onlara karşı zorbalık taslamayı terketmekle olur.
"iyilik
etmek," mastar olarak nasbedîlmiştir. Onu nasbeden ise, lafzından gizti
bir fiil olup takdiri; Ana babaya güzelce iyilik edin," şeklindedir.
[169]
Yüce Allah'ın:
"Yoksulluk endişesinden dolayı çocuklarınızı öldürmeyin" buyruğunda
geçen "imlâk: yoksulluk", fakirlik demektir. Yani, fakir düşmek
korkusuyla çocuklarınızı diri diri gömmeyin. Size de onlara da rızık veren
şüphesiz ki Benim.
Araplar arasında
âyetin zahirinden de anlaşıldığı gibi, fakirlik korkusuyla kız çocukları da
erkek çocukları da Öldürenler vardı.
Fakir düştü anlamına
geldiği gibi, O'nu fakir düşürdü, şeklinde de kullandır. Buna göre fiil hem
lazım, hem müteaddidir (geçişsiz ve geçişlidir).
en-Nakkâş'ın,
Muerrec'den naklettiğine göre şöyle demiş: İmlâk, Lahım-hların şivesinde açlık
demektir. Münzir b. Said İse bunun, infak (yani harcamak) anlamına geldiğini
zikretmektedir. "Malını infak etti, harcadı," demektir.
Nakledildiğine göre, Ali (r.a), hanımına şöyle demiş: "Malından istediğin
kadarını harca."
"Kalbinde olmadık
şeyleri diliyle söyleyen" demektir. Buna göre (imlâk'ın kökünü teşkil
eden) melâk, müşterek bir lafızdır. Yeri gelince buna dair açıklamalar
gelecektir.
[170]
Azli caiz kabul
etmeyen kimseler bu âyet-i kerimeyi delil gösterebilirler. Çünkü, çocukları
diri diri gömmek diye bilinen "ve'd", mevcut olanı ve nesli ortadan
kaldırır. Azl ise neslin esasını engellemektir. O bakımdan, bunlar birbirine
benzerdir. Şu kadar var ki, canı öldürmek günah bakımından daha büyük, fiil
olarak da daha çirkindir. Bundan dolayı kimi ilim adamımız şöyle demiştir: Hz.
Peygamberin, azl ile ilgili olarak: "O gizliden gizliye ve'd'dir"[171]
buyruğundan haramlık değil de mekruh olduğu anlaşılmaktadır.
Ashab-ı kiramdan ve
diğerlerinden bir topluluk bu görüşü kabul etmişlerdir. Yine ashab-ı kiramdan,
tabiinden ve fukahadan bir diğer topluluk da mubah olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bunu yapmamakta sizin için bir
sakınca yoktur, çünkü kader neyse o olur."
[172]
Yani, sizin böyle bir işi yapmamanızda sizin için bir günah sözko-nusu olmaz.
Öyle ki el-Hasen ve Muhammed b. el-Müsennâ, bu nehiyden azl'in yasaklanması ve
bu işten vazgeçildiğinin istenmesi anlamını çıkarmışlardır. Ancak birinci
te'vil daha uygundur. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah bir
şeyi yaratmak istedi mi, ona hiçbir şey engel olamaz."[173]
Malik ve Şafiî derler
ki: Hür kadından izinsiz azil yapmak, caiz değildir. Bu görüşleriyle inzalin,
kadının lezzet almasının tamamlanması olduğunu ve çocukla kadının hak sahibi
olduğunu kabul etmiş gibidirler. Ancak, cariye olarak kendisiyle ilişki kurulan
kadından izin almak görüşünü kabul etmemişlerdir. Buna göre erkek, cariyenin
izni olmaksızın da azil yapabilir. Zira, cariyenin sözü geçen hususlardan her
hangi birisinde hak sahibi olduğu söylenemez.
[174]
Yüce Allah'ın:
"Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın" buyruğunun bir
diğer benzeri de: "Günahın açık olanım da gizlisini de bırakın"
(el-En'âm, 6/120) buyruğudur. Yüce Allah "açığına" buyruğu ite, bütün
kötülük ve hayasızlık çeşitlerini yani masiyetleri yasaklamıştır.
"Gizlisine de"
buyruğu ile de kalbin
ilâhî emre muhalefeti kararlaştırdığı şeyleri yapmayı yasaklamakladır. Açık ve
gizli tabiri, hakkında kullanıldığı şeylerin bütün kısımlarını kapsamına
almaktadırlar.
"Açık olan"
ifadesi, " Kötülükler"den bedel olarak nasbedilmiştir. "Gizli
olan" da ona atfeditmiştir.
[175]
Yüce Allah'ın:
"Hak ile olmadıkça Allah'ın haram kıldığı canı öldürmeyin"
buyruğunda yer alan; ( o-^1 ): Can" kelimesinin başındaki elif ve lam,
cinsi marife yapmak içindir. Arapların; "(. j^jJij ^j-dl tJ- J«Ul .ili*!):
însanla-n (yani insan türünü) dirhem ve dinar sevgisi helak etti,"
demeleri gibi. Yüce Allah'ın: "(. ujU jû- İlJiIı öp: Gerçekten insan, mal
toplamaya düşkün, fakat vermekte cimri olarak yaratılmıştır" (el-Mearic,
70/19) buyruğu da bunun gibidir, Nitekim ondan sonra gelen: "Ancak, namaz
kılanlar böyle değil" (el-Mearic, 70/22) diye buyurmaktadır. Yüce
Allah'ın: "Asra andolsun, muhakkak insan (türü) ziyan içindedir"
(el-Asr, 103/1-2) buyruğu da böyledir. Çünkü, daha sonra: "îman
edenler... müstesna" (el-Asr, 103/3) diye buyurmuştur.
Bu âyet-i kerime
hayatı koruma altında bulunan nefsin -öldürülmeşini gerektiren haklı bir
gerekçeyle olmadıkça- ister mü'min otsun, ister antlaşma-h (muâhid veya zımmi)
olsun, öldürülmesini yasaklamaktadır. Rasulullah (sav) da şöyle buyurmuştur:
"Ben, insanlarla, Allah'tan başka ilah yoktur deyinceye kadar savaşmakla
emrolundum. Her kim Allah'tan başka ilah yoktur diyecek olursa, malını ve
canını korumuş olur. Hakkıyla olması hali müstesna. Hesaplarını görmek ise
Allah'a aittir."
[176]
Bu hak ise, bir kaç
türlüdür. Bunlardan birisi zekât vermemek ve namazı terketmektir. Ebu Bekir
es-Sıddîk, zekâtı vermeyenlere karşı savaşmıştır. Kur'an-ı Kerimde de şöyle
buyrulmaktadır: "Eğer tevbe edip namaz kılarlar ve zekât verirlerse,
yollarını serbest bırakın." (et-Tevbe, 9/5) Bu husus da gayet açıktır.
Hz. Peygamber de şöyle
buyurmaktadır: "Müslüman bir kişinin kanı ancak üç şeyden birisiyle helâl
olur: Zina eden evli, cana karşılık can ve dinini terk edip İslâm cemaatinden
ayrılan."
[177]
Yine Hz. Peygamber
şöyle buyurmaktadır: "İki halifeye bey'at edildiği takdirde, onlardan
sonrakini öldürün." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[178]
Ebu Dâvud da İbn
Abbas'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulul-lah (sav) buyurdu ki:
"Her kimi Lût kavminin işim' yaparken bulacak olursanız, faili de mefulü
de öldürünüz."
[179]
İleride buna dair açıklamalar el-A'raf Sûresi'nde (7/80. âyet, 3. başhkta)
gelecektir.
Yine Kur'an-ı Kerim'de
(hak ite öldürülmenin bir başka sebebi) şöylece açıklanmaktadır: "Allah'a
ve Rasulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların
cezası ancak öldürülmeleri... dir." (el-Mâide, 5/33) Yine bir başka yerde;
"Eğer mü'minlerden iki grup birbirleriyle çarpışırlarsa..."
(el-Hucurat, 49/9) diye buyurmaktadır.
Müslümanların (meşru
halife etrafında birlik teşkil etmişken) birliğini bozmak isteyen, cemaat
halinde etrafında toplandıkları imama muhalefet eden ve birliğini dağıtmaya
çalışarak insanları ve mallan talan etmek suretiyle devlet başkanına karşı
ayaklanmak (bâğî) ve itaati kabul etmemek suretiyle yer yüzünde fesat çıkarmaya
çalışanların da hükmü, öldürülmeleridir. İşte yüce Allah'ın: "Hak İle
olmadıkça" buyruğunun anlamı budur.
Hz. Peygamber de şöyle
buyurmuştur: "Mü'rninlerin kanları birbirlerine denktir. Onların en
aşağıları dahi, onların sorumluluklarını yerine getirmeye çalışır. Kâfire
karşılık da bir müslüman öldürülmez. Ahdi içerisinde bulunan bir ahid sahibi
de öldürülmez.
[180]
Farklı iki din mensubu bir birine mirasçı olmaz."
[181]
Ebû Dâvûd ve Nesâî de
Ebu Bekre'den şöyle dediğini rivayet ederler: Ben, Rasulullah (sav)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Her kim ahidli bir kimseyi hakka uygun olmayan bir
sebeple öldürecek olursa, Allah ona cennete girmeyi haram eder."
[182]
Ebu Davud'un
kaydettiği bir başka rivayette de şöyle demektedir: "Kim zimmet ehlinden
birisini öldürecek olursa, cennet kokusunu almayacaktır. Şüphesiz cennetin
kokusu yetmiş yıllık bir mesafeden alınır."
[183]
Buharî'de hadisin
ifadesi şöyledir: "...şüphesiz cennetin kokusu kırk yıllık bir mesafeden
ahntr." Buhârî ise bu hadisi Abdullah b. Amr b. el-Âs'dan diye rivayet
etmektedir.
[184]
Yüce Allah'ın: "(
p-Ö* ): İşte bunlar" buyruğu ile haram kılınan bu şeylere işaret
edilmektedir. "Kef" ile "mim" harfleri hitap içindir. Bu
iki harfin i'rab-ta mahalleri yoktur.
* * *
"{*# fSlsj ):
Sîze bunları emretti" buyruğunda geçen (ve mealde: emr diye karşılanan)
vasiyet, güç yetirilen ve pekiştirilmiş emir demektir. Buradaki "keP ile
"mim" harfleri ise nasb mahallindedir. Çünkü bu zamir, muhatap için
kullanılan bir zamirdir. Yine: "(_J*> ): Tavsiye etti, emretti"
fiilinde de yüce Allah'a ait bir fail zamiri vardır.
Matar el-Verrak,
Nafi'den, o, İbn Ömer'den rivayetine göre Osman b. Af-fan (r.a) evinde muhasara
edildiği sırada, kendisini muhasara edenlerin önüne çıkarak şöyle dedi: Beni ne
diye öldüreceksiniz? Şüphesiz ben, Rasu-lullalı (sav)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden birisi dolayısıyla helâl
olabilir: Mu lisan olduktan sonra zina eden bir adamın recm İle öldürülmesi
gerekir. Yahut kasten birisini öldüren kimseye kısas uygulamak gerekir. Yahut,
müslüman olduktan sonra ir-tidat eden kimsenin de öldürülmesi gerekir."
Allah'a yemin ederim, cahili-ye döneminde olsun, müslüman olduktan sonra olsun
asla zina etmedim. Kimseyi de öldürmüş değilim ki, onun yerine öldürülmek
suretiyle bana kısas uygulansın. İslâm'a girdiğimden beri de asla irtidat
etmedim. Şüphesiz ki ben,'Allah'tan başka İlah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın
kulu ve Rasulü olduğuna şahidlik ederim. İşte size sözünü ettiğim bu hususlar
size -akıl erdiresiniz diye- (Allah'ın) tavsiye ettikleridir.
[185]
Yüce Allah: "Bir
de yetimin malına... en güzel olandan başka bir şekilde yaklaşmayın" diye
buyurmaktadır. Yani, onun lebine olacak ve malını artırıp çoğaltacak şekilden
başkasıyla yaklaşmayın. Bu da malın astını gereği gibi korumak ve onun
dallaıının da meyve vermesini sağlamak suretiyle olur. Bu hususta yapılmış en
güzel açıklama budur, çünkü, kapsayıcı bir açıklamadır. Mücahid der ki:
"Bir de yetimin malına... en güzel olandan başka bir şekilde
yaklaşmayın." Yani, malında ticarette bulunmaktan başka bir surette
yaklaşmayın. Ondan herhangi bir şey satın almaman ve malından da borçlanman
demektir.
[186]
Yüce Allah'ın:
"Rüştüne erinceye kadar" güçleninceye kadar demektir. Güçlenmek ise,
bedende de görülebilir, denemek suretiyle de anlaşılabilir. Güçlenmenin bu iki
şekliyle ortaya çıkması kaçınılmazdır. Çünkü, burada bu kelime mutlak olarak
kullanılmıştır.
en-Nisa Sûresi'nde ise
yetimin hali, mukayyed olarak şöylece zikredilmektedir: Ifetimleri, evlilik
çağma erdikleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda bir reşitlik
görürseniz..." (en-Nisa, 4/6). Burada da yüce Allah, hem bedeni gücü, hem
de evlilik çağına erişmeyi, hem de bilgi sahibi olma gücünü bir arada
zikretmiştir ki, bu bilgi sahibi olma gücü "onlarda reşitlik görmek"
demektir.
Eğer, yetimde bilgi
hasıl olmadan fakat güç husule geldikten sonra malı verilecek olursa, arzulan
doğrultusunda malını tüketir ve malsız bir yoksul olarak kahverir. Özellikle
yetim hakkında bu şartın sözkonusu edilmesi, insanların ondan yana gaflette
bulunmaları ve onun babalarının çocuklarını gözetip denemeleri imkânından
mahrum olmasıdır. O bakımdan, babasını kaybetmiş olan bir kimsenin uygun
zamanını tesbit etmek daha uygundur,
Rüştüne ermek, onun
malına en güzel olandan başka bir yolla yaklaşmayı mubah kılan bir sebep
değildir. Çünkü, baliğ olan kişi hakkında (kötü maksatla malına el sürmek
şeklindeki) haramlık zaten sabittir. Özellikle yetimin zikredilmesi onun adına
davacı olacak olanın Allah oluşundan dolayıdır.
Buyruğun anlamı şudur:
Yetimin malına, rüştüne erinceye kadar en güzel olandan başka bir şekilde
ebediyyen yaklaşmayın. İfadede hazfedilmiş ibareler de vardır. Yani, rüştüne
erip onun reşitliğine erdiği anlaşılacak olursa, malını ona veriniz demektir.
İlim adamları, yetimin
reşitliğe ermesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Zeyd der ki:
Bundan kasıt buluğa ermesidir. Medinelİler de buluğa ermesi ve onun reşitliğine
erdiğinin anlaşıimasıdır. Ebu Hanife'ye göre ise yirmi beş yaştır.
İbnü'l-Arabî der ki:
Ebu Hanife'nin bu durumuna hayret edilir. Çünkü o, miktar ile tesbit edilen
şeylerin kıyas ve akıt yürütme ile sabit olmayacağı, ancak nakil yoluyla sabit
olacağı görüşündedir. Bu miktar ile ilgili hususları ise, zayıf hadisler ile
tesbit etmektedir. Fakat o, vurup dövme diyarı (Bağdat) da kalmtş, o bakımdan
onun nezdinde müdelles hadisler çoğalmıştır. Eğer -Allah'ın İmam Malik'e ihsan
ettiği şekilde- (şeriat )'in madeni olan yerde kalmış olsaydı, ondan ancak ve
ancak katıksız dine uygun görüşler ortaya çıkardı.
Şöyle de denilmiştir:
Kûhûlet (olgunluk) yaşının sona ermesi, (âyet-i kerimede zikredilen) eşüd
{mealde: reşklikj'in İleri dereceye vardığı dönemdir. Nitekim, Suhaym b. Vesil
şöyle demektedir:
"Elli yaşındayım
(kûhulet'in son sının); ben bütün
gücümü de toplamış
bulunuyorum.
Türlü çeşitli işlerin
başımdan gelip geçmiş olması,
işlerimi oldukça
sağlam yapmama sebep oldu."
"Reşittik
(.güçlülük) çağı" tekildir, çoğulu gelmez, Nitekim kurşun anlamına gelen;
kelimesi de böyledir.
Tekilinin şeklinde ve;
Fels ve felsler"e benzediği de söylenmiştir. Kelime aslı itibari ile,
günün yükselmesi demek olan; 'dan gelmektedir. Meselâ; Ona günün yükseldiği ve
aydınlığının yayıldığı vakit geldim," denilir. Muhammed b. Mulıam-med
ed-Dabî de Antere'nin şu beyitini zikrederdi:
"Onu, günün
yükseldiği vakit gördüğümde sanki Göğsü ve başı ıdlım (diye bilinen kırmızı bir
boya veya yaprağı kına yapmak için kullanılan bir ağaç) ile boyanmıştı."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Gündüzün
yükseldiği vakit orada hevdeci içinde bir kadın dolaşır İnce uzun bilekli ve
uzun boylu bir kadın."
Sibeveyh, tekilinin;
olduğunu söylerdi. el-Cevherî de der ki: Bu, mana itibariyle güzel bir
açıklamadır. Çünkü, Delikanh gücüne kuvvetine erişti," denilir. Ancak,
veznindeki kelimeler; şeklinde çoğul yapılmaz. (Buna benzer görülen);kelimesi
ise'ın çoğuludur. Bu da Arapların;
Sıkıntı günü ve rahatlık günü" tabirlerinden alınmıştır. Bunun
çoğulunun; olduğunu ve bu bakımdan; Köpek, köpeklere" benzediğini, diğer
taraftan; lafzının tekil ve çoğulunun Kurt, kutlara benzediğini söyleyenlerin
görüşüne gelince, bu sadece bir kıyastır. Nitekim "Ebabil"
kelimesinin tekilinin; olduğunu söyleyerek bunu, kıyasen ileri sürmeleri de böyledir.
Ancak, bu kullanış Araplardan işitilmiş değildir. Hbu Zeyd der ki: Bana
sıkıntı isabet etti, anlamında, diye
kullanılır. ise, kişi ile birlikte oldukça güçtü, kuvvetli bir binek
bulunduğunu anlatan bir tabirdir.
[187]
Yüce Allah'ın:
"Ölçüyü ve tartıyı tam ve doğru yapın* buyruğu şu demektir: Alış veriş
esnasında alırken ve verirken âdil olun. Çünkü, el-Kıst (tam ve doğru),
adaletli, âdil demektir.
"Bîz kimseye
gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz." Ölçü ve tartıyı tam yerine
getirmek hususunda fakatından fazlasını yüklemeyiz, demektir. Bu buyruk,
veriJen emirlere muhalefet etmekten korunup sakınmanın insanın güç ve kudreti
çerçevesinde olan kadarı ile söz konusu olmasını gerektirmektedir. İki ölçme
arasında sakınılması mümkün olmayan farklar ile, insan kudretinin dışında
kalan şeyler affedilmiştir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Keyl (ölçmek), ölçme aleti, ölçek anlamındadır. Meselâ; bu şu
kadar keyldir denilirken, şu ölçektir, denilmek istenmektedir. Bundan dolayı
(ism-i alet olan) mîzan: Tartı aleti, ona attedilebilmiştir.
Kimi ilim adamı da
şöyle demiştir: Şam yüce Allah, kullarının arasından pek çok kimsenin vermekle
yükümlü olmadığı miktarda bir şeyi başkasına vermekten hoşlanmayacağını,
cimrilik göstereceğini bildiği için, veren kimsenin hak sahibine hakkını tam
vermesini emretmiş ve fazlasını vermekle mükeiief tutmamıştır. Çünkü, fazlasını
vermek halinde, sıkılır ve cimrilik gösterir. Diğer taraftan hak sahibine de
hakkını almasını emretmiş, bununla birlikte hakkından daha azına razı olma
mükellefiyetini getirmemiştir. Çünkü, hakkını az alması da onu rahatsız eder ve
sıkar.
Matik'in, Muvatta'ında
Yahya b. Said'ten rivayetine göre Abdullah b. Ab-bas'tan şöyle dediği kendisine
ulaşmış: "Ganimetten hırsızlık, bir toplumda ortaya çıktı mı, mutlaka
Allah kalplerine korku salar. Bir toplumda da zina yayıldı mı, mutlaka onlarda
öiüm çoğalır. Bir toplum ölçü ve tartıyı eksik yaptı rm, mutlaka rızıkları
kesilir. Bir toplum haktan başkasıyla hükmetti mi, mutlaka aralarında kan
dökmeler yaygınlık kazanır. Bir toplum ahdi bozdu mu, mutlaka Allah üzerlerine
düşmanı musallat eder."
[188]
Yine İbn Abbas şöyle
demiştir: Sizler ey Arap olmayanlar topluluğu, sizden öncekilerin helakine
sebep teşkil eden iki işin başına getirilmiş bulunuyorsunuz: Ölçü ve tartı.
[189]
Yüce Allah'ın:
"Söz söylediğiniz vakit... adaletli olun" buyruğu, hem hüküm verme
halini, hem de şahitlikte bulunma halini kapsamaktadır. "Akrabanız dahi
olsa." Hak isterse akrabalarınızın ve benzerlerinin aleyhine dahi olsa.
Daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/135- âyetin tefsirinde) geçtiği gibi.
"Allah'ın ahdini
yerine getirin." Bu da Allah'ın kullarına verdiği bütün ahidleri
(emirleri) hakkında umumîdir. İki kişi arasında yapılan bütün akid-lerin
kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bu ahdin Allah'a izafe edilmesi ise, onun
gereği gibi korunması ve yerine getirilmesini emretmiş olması açısından
sözkonusu olmuştur. "Düşünüp öğüt alasınız." Gerektiği gibi ibret alasınız
diye...
[190]
Yüce Allah'ın:
"Şüphesizki bu, Benim dosdoğru yokundur. O halde ona uyun" âyeti
büyük bir âyettir, yüce Allah bunu, önce geçen buyruklara atfetmiştir. Yüce
Rabbimiz, bir takım emir ve nehiyler verdikten soma, burada da onun yolundan
başkasına uymaktan saktndırmaktadır. Bu âyet-i kerimede, ileride sahili
hadisler ile selefin sözleriyle açıklayacağımız üzere kendi yoluna uymayı
emretmektedir.
Ayet-i kerimenin
başında yer alan; nasb mahallindedir. Yani
" Ve: Şüphesiz ki
bu Benim.., yolumdur diye oku!" takdirindedir. Bu açıktama, el-Ferrâ ve
el-Kisaî'den nakledilmiştir. el-Ferrâ der ki: Cer mahallinde olması da
mümkündür. Yani, " Size bunları ve bu benim yolumdur, diye tavsiye
etti," takdirindedir. el-Halİl ve Sibeveyh'e göre takdiri ise; "Çünkü
bu Benim... yolumdur" şeklindedir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:
"Muhakkak mescidler de Allah'a mahsustur." (el-Cinn, 72/18) diye
buyurmaktadır.
et-A'meş, Hamza ve
el-Kisaî de: "şüphesiz ki bu" şeklinde es-reli olarak ve istinaf
(yeni bîr cümle başı) olmak üzere okumuşlardır. Yani, bu âyet-i kerimelerde
sözü geçen hususlar Benim dosdoğru yolumdur, demek olur.
İbn Ebi İshâk ve Yakub
ise, "nun" harfini şeddesiz olarak; diye okumuştur ki, burada
şeddesiz okuyuş, şeddeli okuyuş gibidir. Şu kadar var ki, bunda zamiri şan diye
bilinen bir zamirin hazfı sözkonusudur. Yani Ve işte bu..." takdirindedir.
Buna göre ref mahallindedir. Nasb olması da caizdir, te'kid için fazladan
gelmiş olması da mümkündür. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Müjdeci gelip de..." (Yûsuf, 12/96)
Sırat ise, İslâm
dininin kendisi demek olan yol demektir, "Dosdoğru" kelimesi de hal
olarak nasbedilmişiir. Dosdoğru, hiçbir eğriliği büy-rülüğü olmayan
anlamındadır.
Bununla yüce Allah,
Peygamberi Muhammed (sav) vasıtası ile açıklamış ve açmış oiduğu geniş bir yol
olarak teşri buyurduğu, sonu da cennete ulaşan yoluna tabi olmayı
emretmektedir. Bu yoldan bir çok yollar ayrılmıştır. Kim o doğru yolu izlerse
kurtulur, kim bu ayrılan yollara koyulacak olursa, bu yollar kendisini
cehenneme götürür. İşte yüce Allah: "Başka yollara uymayın. Sonra sizi
O'nun yolundan ayırırlar" uzaklaştırır, kaydırırlar diye buyurmaktadır.
Dârimî Ebu Muhammed
Müsned'inde sahih bir îsnadla şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Bize AtVan
haber verdi, bize Hammâd b. Zeyd anlattı, bize, Âsim b. Behdele, Ebu Vâil'den
anlattı. Ebu Vâil, Abdullah b. Mes'ud'dan dedi ki: Rasulullah (sav) bir gün
bize bir çizgi çizdi, sonra şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur.™
Daha sonra onun sağında bir takım çizgiler, solunda da bir takım çizgiler
çizdi. Sonra da şöyle buyurdu: "Bunlar da her birisinin başında ona
çağıran bir şeytanın bulunduğu bir takım yollardır." Sonra da bu âyet-i
kerimeyi okudu.
[191]
Bu hadisi, İbn Mace de
Sünen'inde rivayet etmiştir. Cabir b. Abdullah'tan dedi ki: Peygamber (sav)'ın
yanında idik. Bir çizgi çizdi. Sonra da onun sağında iki çizgi çizdi, solunda
da iki çizgi çizdi. Daha sonra elini ortadaki çizgi üzerine koyup şöyle
buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur." Sonra da şu: "Şüphesiz ki,
bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın. Sonra
sîzi onun yolundan ayırırlar" âyetini okudu.
[192]
Bu ayrı yollar,
yalıudilîği, Hıristiyanlığı, mecusiliği, diğer din mensuplarını fer'i
meselelerde hevâlarının arkasından giden istisna olan bid'at ve dalâlet
sahiplerini de; bunların dışında kalan, tartışmalarda işi aşırıya götüren ve
kelamı meselelerde olmadık şekilde dalıp gidenleri de kapsamına alır. Çünkü,
bütün bunlar, ayaklannın kaymasına maruzdurlar ve yanlış inanışlara sapmaları
zannolunur. Bu açıklamaları ibn Atiyye yapmıştır.
Derim ki: Doğrusu da
budur Taberî, "Kitabu Âdâbı'n-Nüfus"da şunu nakletmektedir: Bize
Muhammed b. Abdıılâlâ es-San'anî anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Sevr
aniatti: Ma'mer'den, o, Eban'dan naklettiğine göre, adamın birisi İbn Mes'ud'a
şöyle sormuş: Sırat-ı müstakim (dosdoğru yol) hangisidir?
İbn Mes'ud şu cevabı
verdi: Muhammed (sav) bizi onun başında bıraktı, onun bir ucu da cennetledir.
Sağında bir takım yollar, solunda bir takım yollar vardır. O yolların başında
oralardan geçenleri davet eden bir takım kimseler vardır Her kim bu yollara
koyulacak oiursa, o yollar sonunda onu cehenneme götürür. Her kim de dosdoğru
yola koyuİacak olursa, o da onu sonunda cennete ulaştırır. Daha sonra İbn
Mes'ud: "Şüphesiz ki, bu Benim dosdoğru yolumdur™ âyetini okudu. Abdullah
b. Mes'ud ayrıca dedi ki; Kabzo-lunmadan önce ilmi öğreniniz. Kabzedilmcsi ise
ilim ehlinin geçip gitmesidir. Gereksiz yere ince eleyip sık dokunmaya
kalkışmaktan, gereksiz yere işi derinliğine kavramaya kalkışmaktan ve
bid'atlerden çokça sakınınız. Size tâ İlkinden gelen kadim şeylere sarılmanızı
tavsiye ediyorum. Bunu da Darimi rivayet etmiştir.
[193]
Mücahid de yüce
Allah'ın: "Başka yollara uymayın" buyruğunu, bid'at-lere uymayın diye
açıklamıştır.
İbn Şihab da der ki;
Bu da yüce Allah'ın: "Dinlerini parça parça edip fırka fırka ayrılanlar
varya..." (el-En'âm, 6/159) buyruğuna benzemektedir. Bunlardan kaçmak
gerekir, kaçmak. Kurtulmak gerekir, kurtulmak. Selet'-i salibin izlediği o
sırat-ı müştekime, o dosdoğru yola yapışmak gerekir. İşte kârlı ticaret
ondadır.
Hadis İmamları Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet ederler: Rasulul-talı (sav) buyurdu ki:
"Size neyi emrettiysem onu alınız. Ve size neyi yasak-tadıysam ondan da
uzak durunuz."
[194]
İbn Mâce ve başkaları
da el-trbad b. Sâriye'den şöyle dediğini naklederler: Rasulullah (sav) bize
öyle bir vaazda bulundu ki, ondan dolayı gözler yaşardı, ondan dolayı kalpler
korkuyla titredi. Ey Allah'ın Rasulü dedik. Bu, âdeta bir veda edenin öğüdüne
benzemektedir. Bize neyi tavsiye edersin? Şöyle buyurdu: "Ben, sizi (hiç
bir şüphe ve tereddüt gerektirmeyen) apaydınlık yol üzerinde bıraktım. Onun
gecesi de gündüzü gibidir. Benden sonra bu yoldan helak olandan başkası
sapmaz. Aranızdan yaşayacak olanlar, pek çok ayrılıklar göreceklerdir. Size,
benim sünnetimden ve benden sonra hidâyet bulmuş raşit halifelerin sünnetinden
bildiğinize bağlı kalmanızı tavsiye ediyorum. Onlara dişlerinizle kavrarcasına
sımsıkı sarılınız. Sonradan uydurma işlerden (bid'atlerden) de sakınınız.
Çünkü, şüphesiz her bir bid'at bir sapıklıktır. Size itaat etmenizi tavsiye
ediyorum. İsterse başınızdaki Ha beşli bir köle olsun. Şüphesiz ki mü'min,
burnuna halka takılmış deveye benzer. Nereye çekilirse oraya gider." Bu
hadisi Tirmizî de bu manada rivayet etmiş ve sahih olduğunu irade etmiştir.
[195]
Ebû Dâvûd da şöyle bir
rivayet kaydetmektedir: Bize İbn Kesir anlattı, dedi ki: Bize Sül'yan haber
verdi, dedi ki: Adamın birisi, Ömer b. Abdülaziz'e mektup yazarak kader
hakkında som sordu. Ona şu cevabı yazdı: İmdi, ben sana Allah'a karşı takvalı
olmayı, O'nun emrinde orta yolu izlemeyi, Rasu-luüah (sav)'ın sünnetine tabi
olmayt, O'nun sünnetinin uygulanageiişinden sonra bid'atçilerin ortaya
çıkardıkları şeyleri -ki, onların bu gibi şeylerle uğraşmalarına gerek yoktur.
Ümmet buna ihtiyaç bırakmamıştır- terk etmeni tavsiye ediyorum.
Sana cemaate bağlı
kalmanı tavsiye ediyorum. Çünkü, cemaat Allah'ın izniyle senin İçin bir
koruyucudur. Hem şunu bil ki, insanlar ne kadar bid'at ortaya çıkarmışiarsa
mutlaka ondan önce, ya onun aleyhine delil olacak bir şey geçmiştir veya o
hususta ibret teşkil edecek bir durum. Şunu bil ki sünneti, ona muhalefet
etmekte ne kadar hata, ne kadar yanlışlık, ne kadar ahmaklık, ne kadar
gereksiz yere derinlere dalmak istemenin miktarını bilen bir kimse ortaya
koymuştur. O bakımdan sen de kendin için, başkalarının kendileri için razı
oîup beğendiği şeye razı ol. Onlar, bilerek durmuşlardır. İşin özüne nüfuz eden
bir basiretle de bu gibi işlere dalmaktan kurtulmuşlardır.
Üstelik onlar işleri
açığa çıkarabilmekte daha güçlü idiler. Sahip oldukları lütuf ve fazilet
dolayısıyla da buna onlar daha layıktılar.
Eğer, hidâyet sizin
Ü2ertnde bulunduğunuz yol olsaydı, o takdirde siz bu hususta onları geride
bırakmışsınız demektir. Şayet sizler, bu gibi şeyler onlardan sonra ortaya
çıkmıştır diyorsanız, şunu bilin ki, bunları ortaya çıkartanlar ancak onların
yolundan başkasına tabi olup onlara uymaktan yüz çevirerek nefsine uyan
kimselerdir. Şüphe yok ki onlar önde gidenlerdir. Bu hususta yeteri kadar
konuşmuşlardır ve rahatlatacak kadarım anlatmışlardır. Onlar bu hususta, her
hangi bir kusur eksik bırakrnadıklan gibi, daha da açıklanması gereken bir şey
de bırakmış değillerdir. Bazıları bu hususta onlardan geri kaldılar, o
bakımdan hakka uzak düştüler. Bazıları da onlardan ileri geçmeye çalsştılar,
fakat aşırıya gittiler. Onlar İse, bu ikisinin arasında ve dosdoğru bir yol
üzere idiler... diyerek bundan sonra hadisin geri kalan bö-Kimünü nakletti.
[196]
Sehl b. Abdullah
et-Tüsterî de der ki: Size, ashabın yoluna ve sünnete uymanızı tavsiye
ediyorum. Çünkü, kısa bir süre sonra Peygamber (sav)'dan ve onun bütün
hallerinde ona uymaktan söz edecek bir kişi ortaya çıkarsa, (diğerlerinin) onu
yereceklerinden, ondan uzaklaşıp gideceklerinden, onunla ilişkilerini
keseceklerinden, onu zelil edeceklerinden, küçük düşüreceklerinden korkuyorum.
Yine Sehl der ki: Şunu
bilin ki bid'at, ancak ve ancak ehl-i sünnetin elleriyle ortaya çıkmış
üstünlük kazanmıştır. Çünkü onlar, bid'at ehline karşı çıktılar, onlarla
konuşup tartıştılar. Böylelikle bid'atçilerin görüşleri de ortaya çıktı ve
herkes arasında yaygınlık kazandı. Bunun sonucunda onları işitmedik kimseler
de işitti. Eğer onları bırakıp onlarla konuşmamış olsalardı, onların her
birisi kalbinde sahip olduğu inançlarıyla birlikte ölür gider, ondan hiçbir şey
onaya çıkmaz ve o bid'atini beraberinde kabrine taşıyıp götürmüş olurdu.
Yine Sehl der ki:
Sizden her hangi birinize, İblis, bir ibadet uydurup onunla kendisine ibadet
ettirmedikçe, bir bid'at ortaya koymaz. Ancak ondan sonradır ki, İblis o
kimseye bir bid'at çıkartır. Bu kişi de bid'at sözü söyleyip insanları ona
çağırmaya başladı mı, İblis de o hususta o zilleti ondan çeker.
Yine Sehl der ki: Ben,
bid'atçüer hakkında şu hadisten daha ağır bir hadis geldiğini bilmiyorum:
"Allah, cenneti bid'at sahibine karşı perdelemiştir." Sehl der ki;
Buna göre, yahudi de hristiyan da bid'atçilerden daha çok ümitvar olabilirler.
Yine Sehl der ki: Her
kim dinîne ikramda bulunmak istiyor ise, sultanın huzuruna girmesin. Kadınlarla
başbaşa kalmasın, heva ehli kimselerle de tartışmasın.
[197]
Yine Sehl şöyle
demiştir: Tabi olun, bid'at çıkartmayın. Çünkü ona ihtiyacınız yoktur.
Darİmî'nin Müsned'inde
nakledildiğine göre Ebu Musa el-Eş'arî, Abdullah b. Mes'ud'a gelip şöyle demiş:
Ey Abdurrahma'nın babası, ben az önce mescidde birşeyier gördüm. Fakat, onu
yeni görüyorum. Bununla birlikte Allah'a andolsun ki, hayırdan başka bir şey
de görmüş değilim. Abdullah, o da neymiş diye sorunca, Ebu Musa, ömrün yeterse
göreceksin diyerek şunları anlattı: Ben, mescidde oturarak halka halka olmuş ve
namazı bekleyen topluluklar gördüm. Ellerinde çakıl taşlan olduğu halde, her
halkada bir kişi onlara yüz defa tekbir getirin diyor, onlar da yüz defa tekbir
getiriyorlar. Yüz defa tehlil getirin diyor, onlar da tehli] getiriyorlar. Yüz
defa teşbih getirin diyor, onlar da: Yüz defa teşbih ediyorlar.
Abdullah b. Mes'ud:
Peki onlara ne dedin diye sorunca, Ebu Musa, onlara bir şey demedim, senin
görüşünü bekledim, senin vereceğin emri bekledim, dedi. Abdullah dedi ki: Sen
bunun yerine ne diye günahlarını saymalarını emretmedin ve hasenatlarının
hiçbir şekilde zayi olmayacaklarına dair teminat vermedin? Sonra o da kalkıp
gitti ve biz de onunla birlikte gittik. Nihayet bu halkalardan birisine vardı,
başlarında durdu ve şöyle dedi: Şu yaptığınızı gördüğüm şey nedir? Onlar:
Abdurrahman'ın babası, tekbir, tehlil ve teşbihi kendileriyle saydığımız çakıl
taşlandır, dediler. Bunun üzerine Abdullah b. Mes'ud şöyle dedi: Siz
kötülüklerinizi sayınız. Ben hasenatınızdan hiçbir şeyin zayi olmayacağına
dair size teminat veriyorum. Ey Muhammed ümmeti, ne oldu size, ne kadar da
çabuk helâka koştunuz? Yoksa siz, sapıklık kapılarını mı açanlarsınız? Onlar:
Allah'a yemin olsun Ey Abdurı-ahman'ın babası, hayırdan başka bir isteğimiz
yoktu dediler. Abdullah şöyle dedi: Nice hayır isteyen vardır ki, onu bir türlü
isabel ettiremez.
[198]
Ömer b. Abdülaziz'den
rivayete göre, adamın birisi kendisine hevâ ve bid'at ehli hakkında bir husus
sormuş, o da şu cevabı vermiş: Sen, bedevî Araplar gibi küttaba giden (ilk
okuma yazma öğrenmeye çalışan) küçük çocuk gibi dinine bağlan ve bunun dışında
kalan şeylerle oyalanma.
el-Evzaî de der ki:
İblis, dostlarına sordu: Siz, Ademoğullarını hangi yollarla yaklaşıp
kandırıyorsunuz? Onlar: Her yoldan, dediler. Peki, istiğfar yönünden onlara
yaklaşabiliyor musunuz? Onlar, heyhat! Bu tevhid İle birlikte olan bir şeydir,
dediler, iblis şöyle dedi: Aralarında Öyle bir şey yaygınlaştıracağım ki,
ondan dolayı Allah'tan mağfiret dilemeyecekler. Evzaî dedi ki: O da aralarına
bevaların arkasından gitmeyi yaygınlaştırdı.
[199]
Mücahid de der ki:
Bilemiyorum, mazhar olduğum şu iki nimetin hangisi daha büyüktür: Allah'ın
beni İslâm'a hidâyet etmesi mi, yoksa bu iıeva ve bid'atleıden beni esenliğe
kavuşturmuş olması mı?
[200]
Şa'bî de der ki: Bu
kimselere "hevfı sahipleri" deniliş sebebi, onlann cehennemde uzun
süre yuvarlanacak olmalarından Ötürüdür. (Hevâ ile yuvarlanma kelimelerinin
aynı kökten geldiklerine işaret ediyor). Bu rivayetlerin hepsi Darimî'den
nakledilmiştir.
Sehl b. Abdullah'a,
Mu'tezile'ye mensup kimseler arkasında namaz kılmaya, onlardan kız almaya,
onlara kız vermeye dair soru soruldu, şu cevabı verdi: Hayır, bunun iyi bir
taralı olamaz. Onlar kâfirdir.
[201]
Kur'an mahluktur, el'an yaratılmış bir cennet yoktur, yaratılmış bir ateş
yoktur, Allah'ın sıratı yoktur, şefaat yoktur, mü'minîerden hiçbir kimse
cehenneme girmeyecektir ve Mu-İıammed (sav)'m günahkârlarından hiç kimse
cehennemden çıkmayacaktır, kabir azabı yoktur, münker yoktur, nekir yoktur,
âhirette Rabbİmizin görünmesi de, fazladan ikramda bulunması da yoktur,
Allah'ın ilmi mahluktur, imam tayin etmeye gerek yoktur, cum'a yoktur diyen,
buna karşılık bütün bunlara iman edenleri tekfir edenler nassl mü'min
olabilir?
Fudayl b. İyad dedi
ki: Bid'at sahibi birisini sevenin Allah, amelini boşa çıkartır, İslâm'ın
nurunu da kalbinden alır.
Onun bu kabilden
sözleri ve fazlası da geçmiş bulunmaktadır.
Süfyan es-Sevrî der
ki; Bid'atı İblis masiyetten daha çok sever. Çünkü, ma-siyetten tevbe sözkonusu
olur. Fakat bid'atten levbe sözkonusu olmaz.
îbn Abbas da der ki:
Sünnet ehlinden olup sünnete çağıran, bid'atten de uzaklaştırmaya gayret eden
bir kimseye bakmak dahi ibadetıir.
Ebu'l-Âliye der ki:
Siz, ayrılığa düşmeden önce izlemekte oldukları o ilk işe yapığınız.
Âsim el-Ahvel der ki:
Ben bunu el-Hasen'e naklettim, o da, o gerçekten sana güzel bir öğüt vermiştir.
Allah'a yemin olsun ki, sana doğruyu söylemiştir, dedi.
Âl-i İmran Sûresi'nde
Hz. Peygamberin: "İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Bu ümmet ise
yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır" şeklindeki hadis ve bunun anlam* geçmiş
bulunmaktadır. (Âl-i İmran, 3/102. âyet, 2. başlıkta)
Aril ilim adamlarından
kimisi şöyle demiştir: Muhammed ümmetine fazladan ilave edilen bu fırka,
ulemaya düşmanlık eden, fukalıaya buğzeden bir fırkadır. Böylesi bir fırka
geçmiş ümmetlerde hiçbir şekilde görülmüş değildir.
Rafi b. Hadic'in
rivayetine göre o, Rasulullah (s;ıv)'ı şöyle buyururken dinlemiş:
"Ümmetim arasında farkında olmadıkları halde, yahudi ve hıristiyan-i arın
kâfir oldukları gibi, Allah'a ve Kur'an'a kâfir olacak bir topluluk olacaktır."
Ben, Ey Allah'ın Rasulü, canım sana feda, bu nasıl olacak, diye sordum. Şöyle
buyurdu: "Bir bölümünü kabul edecekler, bir bölümünü inkâr edeceklerdir."
Canım sana feda Ey Allah'ın Rasulü dedim. Nasd bunu söyleyecekler? Şöyle
buyurdu: "Yaratmasında, kuvvetinde, rızkında, İblis'i Allah'a denk
koşacaklar ve diyecekler ki: Hayır Allah'tan, şer İblistendir." Ebu RafV
dedi ki: Peki, hem Allah'ı inkâr edecekler, hem de bunun üzerine kalkıp
Allah'ın Kitabını okuyacaklar, imandan ve marifetten sonra da Kur'anı inkâr mı
edecekler? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ümmetimin böylelerinden göreceği
düşmanlık, kin ve tartışma (çok büyük olacaktır), tşte bunlar, bu ümmetin
zındıklarıdır" deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretti.
en-Nisa Sûresi'nde
bid'at ehli ve nevalarının arkasından giden kimselerle oturup kalkma yasağı,
onlarla oturup kalkanların hükmünün de onlarla aynı olduğuna dair açıklamalar
geçmiş bulunmaktadır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Âyetlerimize
dalanları gördüğün zaman... kendilerinden yüz çevir" (el-En'âm, 6/68,
âyet).
Daha sonra yüce Allah,
Medine'de inmiş bulunan en-Nisa Sûresi'nde bu şekilde davranıp Allah'ın verdiği
emre muhalefet edenlerin cezasını açıklayıp şöyle buyurmaktadır: "O, size
Kur'an'da şunu indirdi...O zaman siz de onlar gibi olursunuz." (en-Nisa,
4/140) Böylelikle onlarla beraber oturup kalkanları da onlara katmış
olmaktadır.
Bu ümmetin önder
imamlarından bir grup da bu görüşte olup onlarla işret etmek ve onlarla içli
dışlı olmak maksadıyla bid'at ehliyle beraber oturup kalkan kimse hakkında bu
âyetler gereğince hüküm vermişlerdir ki, bunlar arasında Ahmed b, Hanbel,
el-Evzaî ve İbn Mübarek gibileri vardır. Onlar, işi bid'at ehliyle oturup
kalkmak olan bir kimse hakkında şöyle demişlerdir: Böyle birisine onlarla
beraber oturup kalkmaktan vazgeçmesi söylenir. Vazgeçerse mesele yok. Aksi
takdirde onlar gibi değerlendirilir. Bununla hüküm bakımından onlar gibi
değerlendirilir, demek istemektedirler.
Ömer b. Abdulaziz,
içki içenlerle oturan kimselere de haddi uygulamış ve görüşüne de: "Çünkü
o zaman siz de onlar gibi olursunuz" (en-Nisa, 4/HO) âyetini okumuştur.
Kendisine: ŞöyJe denildi: Bu adam, ben onlarla birlikte meseleyi onlara
açıklamak ve onların yaptıklarını reddetmek için oturuyorum, diyor denilince,
o da şu cevabı vermiş: Onlarla oturup kalkması yasaklanır. Eğer vazgeçmeyecek
olursa, o da onlara katılır.
[202]
154. Sonra Biz,
-güzelce uygulayanlara tamamlamak, her şeyi ayrı ayrı açıklamak, bir hidâyet ve
bir rahmet olmak üzere- Musa'ya kitabı verdik. Onlar, Rabblerine kavuşmaya iman
ederler diye.
155. İşte
bu, indirdiğimiz mübarek bir Kitaptır. Öyleyse ona uyun ve sakının ki, merhamet
olunasmız.
Yüce Allah'ın: Sonra
Biz... Musa'ya kitabı verdik.
buyruğunda (Musa ve
kitap kelimeleri) iki mef'ukiür. "Tamamlamak üzere" ya mef'uLün
lehtir, yahut mastardır. "Güzelce uygulayanlara" buyruğu, hem nasb
üe, hem reP ile okunmuştur. Merfu olarak okuyanların kıraati, -ki Yahya b.
Ya'mer ve İbn İshâk'ın kıraatidir-En güzel (ameli) olan o kimseye... tamamlamak
üzere" takdirindedir.
el-Mehdevî der ki:
Burada; O kimseye" ait olan mübtedâ hazfedil-diğinden ötürü uzak bir
ihtimaldir. Sibeveylı ise el-Halil'den "(Ben sana her hangi bir şey
söyleyen bir kimse deği Hm," şeklinde bir kullanım işittiğini de
nakletmektedir.
Buna göre nasbecien
kimse, sılaya dahi! mazi bir fiil olarak nasb ile oku muştur. Bu, Basralıların
görüşüdür. el-Kisaî ve el-Perrâ ise, bunun ism-i mev sülünün sıfat ismi
olmasını da uygun görmüşler ve bunlar; Kardeşin olan o kimseye yolum
uğradı" diyerek, maille ve buna yakın lafız lada bu ism-i mevsula sıtat
yapmayı caiz kabul etmişlerdir.
en-Nehhâs ise bu,
Basralılara göre imkânsız bir şeydir. Zira, burada tamamlanmadan önce ismin
sıfatı olarak gelmektedir, demiştir. Basralılara göre mana şöyledir: Güzelce
uygulayan kimseye (mealde olduğu gibi)...
Mücahid der ki:
"Güzelce uygulayan mü'min kimseye tamamlamak ... üzere" anlamındadır.
el-Hasen ise, Güzelce
uygulayana tamamlamak üzere" buyruğunun anlamı hakkında şunları
söylemektedir: Onların (İsrailoğul-lannın) arasında ihsan eden (güzel hareket
eden) de vardı, ihsan etmeyen de vardı. Yüce Allah, Kitabı ihsan edicilere
nimetini tamamlamak üzere indirmiştir. Bu görüşün sıhhatine delil ise, İbn
Mes'ud'un; " Güzelce uygulayanlara tamamlamak üzere" şeklindeki
kıraatidir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Yani Biz, Musa'ya Tevrat'ı indirmeden önce, Allah'ın kendisine
öğretmiş olduğu şeyleri güzelce uyguladığı için fazladan verdik.
Muhammed b. Zeyd İse
der ki: "Güzelce uygulayanlara tamamlamak üzere" buyruğunun anlamı
şudur: Yani, yüce Allah'ın Musa'ya ihsan etmiş olduğu risalet ve benzeri diğer
lıususlan tamamlamak üzere (Kitabı verdi) demektir.
er-Rabi' b. Enes de
der ki: Musa'nın yüce Allah'a güzelce itaat etmesine karşılık tamam olmak üzere
demektir. el-Ferrâ da böyle açıklamıştır.
Şu açıklamalar da
yapılmıştır: "Sonra" buyruğu, ikincisinin birincisinden önce
olduğuna ve Hz. Musa'nın kıssası ile ona kitabın verilişinin bundan önce
cereyan ettiğine delalet etmektedir. O bakımdan "sonra"mn burada
"vav" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, ve Biz Musa'ya da
kitabı verdik. Çünkü, her ikisi de atıf harfidir.
Şöyle de
açıklanmıştır: ifadenin takdiri şöyledir: Biz, Kur'anı Muhammed (sav)'e
indirişimizden önce Musa'ya kitabı vermiştik.
Şöyle de
açıklanmıştır: Buyruğun anlamı şudur; Gelin size önce Rabbini-zin neyi haram
kıldığını okuyayım. Sonra da Musa'ya tamamlamak üzere neleri verdiğimizi de
okuyayım.
"Her şeyi ayrı
ayrı açıklamak" buyruğu, ona atfedilmiştir. "Bir hidâyet ve bir
rahmet olmak ü^ere" buyruğu da ona atfedilmiştir.
"İşte bu... bir
kitaptır" buyruğu mübteda ve haberdir. "İndirdiğimiz mübarek"
onun sıfatıdır. Yani, hayır ve bereketlen pek çok demektir. Kur'an-ı Kerim'den
başka yerlerde; Mübarek kelimesinin hal olarak; şeklinde okunması da mümkündür.
"Öyleyse ona
uyun" yani, içindeki hükümler gereğince amel edin. "Ve sakının"
yani, onu tahrif etmekten sakının "ki, merhamet onmasınız." İlahi
rahmeti olan kimselerden olabileşiniz ve azaba uğramayasmız.
[203]
156.
"Bizden önce kitap yalnız İki topluluğa İndirildi. Ve biz, onların
okuduklarından habersiz kimseler İdik" demeyesiniz dîye.
157. Yahut:
"Bize bir kitap indirilseydi elbette onlardan daha çok hidâyet üzere
olurduk" demeyesiniz diye. İşte size Rabbinizden apaçık bir belge, bir
hidâyet ve bir rahmet gelmiştir. Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan, onlardan
yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Biz, âyetlerimizden yüz çevirenleri bu
yan çizmeleri sebebiyle yakında pek kötü bir azapla azaplandıracağız.
Yüce Allah'ın: "
Demeyesiniz diye" buyruğu nasb mahallinde-dir. Kuleliler; demeyesiniz
diye" takdirindedir, derler. Basrahlar da şöyle demektedirler:
"Demenizi istemediğimizden ötürü... onu indirdik" takdirindedir,
derler.
el-Ferrâ ve el-Kisaî
de derler ki: Buyruğun anlamı: "Ey Mekkeliler... demekten sakınınız,"
şeklindedir.
"Bizden önce
kitap" yani, Tevrat ve İncil "Yalnız iki topluluğa" yani,
ya-hudilerle hıristiyanlaıa "indirildi..." Fakat bize kitap
indirilmedi. "Ve biz onların okuduklarından habersiz kimseler idik."
Onların kitaplarının okunuşundan ve dillerinden habersiz idik
"demeyesiniz diye."
Burada yahudi ve
hıristiyanlara giden zamiri; "okuduklarından" diye iki! gelmesi
gerektiği halde çoğul gelmesi, her bir taifenin başlı başına çoğul olmalarından
dolayıdır.
"Yahut...
demeyesiniz diye" buyruğu, bir önceki âyet-İ kerimede geçen;
"Demeyesiniz diye" buyruğuna atfedilmiştir.
"İşte size,
Rabbinizden apaçık bir belge... gelmiştir." Yani, Muham-med (sav)'ın
gelişinden sonra artık ileri sürebileceğiniz bir mazeret kalmamıştır. Beyyine
(apaçık belge) ile beyan (açıkça anlatmak) aynı şeylerdir. Maksat, Mulıammed
(sav)'tır yüce Allah Ona "beyyine" adını vermektedir.
"Bîr hidâyet ve
bir rahmet" yani, ona tabi olan kimseler için o bir hidâyet ve bir
rahmettir.
Daha sonra gefen:
"... daha zalim kim olabilir" buyruğu, siz yalanlayacak olursanız
sizden daha zalim hiçbir kimse olamaz, demektir.
"Yüz çevirenleri
bu yan çizmeleri sebebiyle" buyruğuna dair açıklamalar daha Önceden
(el-En'âm, 6/46. âyet) geçmiş bulunmaktadır.
[204]
158. Onlar,
kendilerine meleklerin gelmesinden, yahut Rabbinin gelmesinden, yahut Rabbinin
âyetlerinden birisinin gelmesinden başkasını mı bekliyorlar? Rabbinin
âyetlerinden biri geldiği gün, daha önce iman etmemiş, yahut imanında bir
hayır kazanmamış olan kimseye imanı fayda vermez. De ki: "Bekleyin, biz
de beklemekteyiz."
Yüce Allah'ın:
"Onlar... mı bekliyorlar?" buyruğunun anlamı şudur: Ben, onlara karşı
kesin delili ortaya koyduğum ve üzerlerine Kitabı indirdiğim halde yine iman
etmediler. Peki bekledikleri nedir? "Kendilerine meleklerin
gelmesinden... başkasını mı bekliyorlar?" Yani, ölüm sırasında canlarını
almak için meleklerin gelmesinden başkasını mı bekliyorlar? "Yahut,
Rabbinin âyetlerinden bir tanesinin gelmesinden başkasını mı bekliyorlar?.."
tbn Abbas ile ed-Dahlıâk derler ki: Rabbinin onlar hakkındaki öldürülme ve
onun dışındaki emirleri demektir. Muzafun ileyh zikredilmekle birlikte muzaf
kastedilebilir, yüce Allah'ın: "O kasabaya sor" (Yûsuf, 12/82) yani o
kasaba halkına sor anlamında olması gibi. Yine yüce Allah'ın: "Ve kalplerinde
buzağı içirildi onlara." (el-Bakara, 2/92) Buzağının sevgisi içirildi anlamındadır.
İşte burada da buyruk böyledir. Yani onlar, Rabbinin emrinin gelmesinden
başkasını mı bekliyorlar?
Emirden kasıt ise,
Rabbinin cezası ve azabıdır.
Şöyle de
denilmektedir: Bu buyruk, yüce Allah'tan başkasının te'vilini bilmediği
müteşabih buyruklardandır. Buna dair açıklamalar, daha önce ei-Ba-kara
Sûresi'nde ve diğer,buyruklarda başka yerlerde geçen benzeri buyruklar
açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.
"Yahut Rabbinin
âyetlerinden birisinin gelmesinden" buyruğundan denildiğine göre kasıt,
güneşin bandan doğmasıdır. Bununla yüce Allah, dünyada kendilerine mühlet
verileceğini beyan etmektedir. Artık kıyamet baş-gösterdi mi, mühlet vermek
sözkonusu olmayacaktır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Şanı yüce Allah'ın gelmesi, kıyamet günü hesap için durulacak
yerde mahlukatı arasında hüküm verip haklı ile haksızı ayırd etmek için gelişi
demektir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Rabbin geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman." (el-Hicr,
89/22)
Yüce Allah'ın gelişi
ise, bir hareket, bir yerden bir yere intikâl yahut ayrılıp gitmek şeklinde
olmaz. Çünkü, böyle bir şey ancak gelenin bir cisim yahut bir cevher olması
halinde sözkonusu olur. Ehl-i sünnet imamlarının cumhurunun kabul ettiğine
göre; onlar şöyle derler: yüce Allah gelir ve İner. Ancak O'na hiç bir şekilde
keyfiyet nisbet etmezler. Çünkü, "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, her
şeyi işitendir, her şeyi görendir." (eş-Şûrâ, 42/11)
Müslim'in Salüh'inde
Ebu Hureyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Ra-sulullah (sav) buyurdu ki:
"Üç şey ortaya çıktı mı, önceden iman etmemiş yahut imanında bir hayır
kazanmamış olan lıiç bir kimseye (sonradan) imanının faydası olmayacaktır:
Güneşin batıdan doğması, Deccâl ve Dâbbetü'1-Arz."[205]
Safran b. Assâl,
el-Muradî'den dedi ki: Rasulullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "BaUda
yetmiş yıllık mesafede tevbe için açık bir kapı vardır. Güneş o taraftan
doğuncaya kadar asla kapanmaz." Hadisi, Dârakutnî, Darimî ve Tirmizî
rivayet etmiş olup, Tirmizî, basen, sahih bir hadistir, demiştir.
[206]
S.üfyan (hadisinde
senedinde yer alan ravilerden birisi) dedi ki: Şam tarafında, Allah'ın gökleri
ve yarattığı gün yaratmış olduğu, açık -yani tevbe için açık- bir kapı vardır.
Güneş oradan doğuncaya kadar kapanmaz" (Tirmizî) der ki: Bu, hasen, sahili
bir hadistir.
[207]
Derim ki: Önceden de
geçtiği gibi, Hariciler İle Mu'tezile, bütün bunları yalanlamışlardır.
İbn Abbas'ın da şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Ben, Ömer b. el-Hat-tab'ı şöyle derken dinledim:
Ey insanlar, şüphesiz recm haktır. Sakın ondan yana aldanışa düşürülmeyesiniz.
Bunun âyeti (alameti) de şudur: Rasulullalı (sav) recm etti, Ebu Bekr recm
etti. Biz de ikisinden sonra recm ettik. Bu ümmetten recini yalanlayacak,
Deccali yalanlayacak, güneşin batıdan doğuşunu yalanlayacak, kabir azabını
yalanlayacak, şefaati yalanlayacak ve kemikleri görününceye kadar derileri
yandıktan sonra bir topluluğun cehennemden çıkartılmasını yalanlayacak
kimseler gelecektir. Bunu, Ebû Ömer (b. Ab-di'1-Berr) zikretmiştir.
[208]
es-Sa'lebî de uzunca
bir hadiste Ebu Hureyre'den Peygamber (sav)'tn şu manada bir hadisini
kaydetmektedir: Yer yüzünde masiyetleıin çoğalacağı, iyiliğin (marufun)
görülmeyeceği ve hiç bir kimseftin marufu emretmeyeceği, buna karşılık
münkerin (kötülüğün) yaygınlaşıp kimsenin ondan alıkoymayacağı bir zamanda
güneş gece bir süre Arş'ın altında alıkonulacaktır. Secde edip Yüce Rabbinden
doğacağı yer İle ilgili olarak izin istediği her seferinde ona cevap
verilmeyecektir. Nihayet ay da onun yanına gelecek, onun-İa birlikte secde
edecektir. Nereden çıkacağı hususunda o da izin isteyecektir. Ancak, her
ikisine de cevap verilmeyecektir, Nihayet güneş üç gece kadar, ay da üç gece
kadar bir süre alıkonulacaktır. Bu gecenin uzunluğunu ise, yer yüzünde ancak
teheccüd kılanlar anlayabilecektir. O günde ise onlar, müs-lüman beldelerin her
birisinde oldukça az bir toplulukturlar. Nihayet güneşin de, ayın da üçer
gecelik miktarı tamam olunca, yüce Allah onlara, Cebrail (a.s)'ı gönderir ve
şöyle der: "Şanı yüce ve münezzeh olan Rabb sizlere, battığınız yerlere
dönüp oradan doğmanızı emretmekledir. Artık bizim nez-dinizde sizin ışığınız
da, nurunuz da olmayacaktır."
Her ikisi de
battıkları yerlerden simsiyah olarak çıkacaktır. Ne güneşin ışığı olacak, ne
de ayın nuru olacak. Her ikisinin de misali, bundan önce tutuldukları vakti
andıracaktır. İşte şanı yüce Allah'ın: "Güneş ve ay bir araya getirildiği
zaman" (el-Kıyame, 75/9) buyruğu İle: "Güneş, tortop edilip
dii-rüldüğ[ü zaman" (et-Tekvir, 81/1) buyruğunda anlatılan budur. Bu
şekilde boynuzlu iki deve gibi yukarı kaldırılırlar. Güneş ve ay, göğün
göbeğine -ki, orası yansıdır- ulaştıklarında Cebrail onlara gelir, boynuzlarını
yakalayıp onları tekrar batıya geri döndürür. Onları batı taraflarından
batırmaz. Fakat, tevbe kapısından batırır, sonra tevbe kapısının iki kanadı da
kapatılır. Daha sonra aralarındaki boşluk da kapatılır, adeta ikisi arasında
bir yarık yokmuş gibi olurlar. Tevbe kapısı da kapatıldı mı, artık bundan sonra
hiç bir kulun bir tevbesi kabul olunmaz, bundan sonra işleyeceği bir iyiliğin
de kendisine faydası olmaz. Bundan önce iyilik yapan bir kimse olması hali
müstesna. Ona da bugünden önce yazılanların aynısı yazılmaya devam edilir. İşte
yüce Allah'ın: "Rabbinin âyetlerinden biri geldiği gün daha önce iman
etmemiş, yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye imanı Çayda vermez"
buyruğunda anlatılan budur. Bundan sonra güneşe ışığı, aya da nuru veriiir,
arkasından dalıa önce doğup battıkları gibi yine insanlar üzerine doğup
batmaya devam ederler.
İlim adamları derler
ki: Güneşin batıdan doğuşu esnasında iman edecek kimseye imanın fayda vermeyiş
sebebi, nefsin bütün arzularının hareketsiz kalacağı, beden güçlerinin
tamamının dineceği şekilde bir korkunun kalplere dolacağı, bunun sonucunda da
bütün insanların, kıyametin yaklaşacağına olan kesin inançlarının, tıpkı her
Lürlü masiyeti işlemeye çağıran gerekçelerin ölümün yaklaştığı esnada
kesilmesi ve bedenlerinden bu isteklerin tamamıyla çekilmesi haline
benzemesinden ötürüdür. İşte, böyle bir durumda bulunan kimsenin tevbesinin
kabul edilmeyişi, tıpkı ölüm döşeğinde olan bir kimsenin tevbesinin kabul
edilmeyişine benzer. I iz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz
Allah, can boğaza gelmediği sürece kulunun tevbesini kabul eder."
[209]
Can, boğazın başına gelmediği sürece tevbe kabul olunur. Tevbenin kabu!
olunmayacağı bu vakit ise, kişinin cennet yahut cehennemdeki yerini göreceği
sıradadır. Güneşin batıdan doğuşuna tanık olan kimse de onun gibidir. Buna göre
bu olayı gören, yahut görmüş gibi olan her bir kimsenin iıayatta kaldığı sürece
yapacağı tevbenin reddolunması gerekir. Artık, böyle bir kimsenin yüce Allah'a
ve onun Peygamberine, vaadine dair bilgisi artık kesinlik kazanmış olur.
Eğer dünyanın ömrü
insanların bu büyük olayın meydana gelişini unutacakları vakte kadar uzayıp
gidecek ve yalnızca az bir istisna ile ondan söz edecek olurlarsa, o takdirde
bu olaya dair haber has bir haber olur ve bu haberin mütevatirliği kesilmiş
olur. İşte böyle bir dönemde İslâm'a giren, ya-huv tevbe edenin tevbesi makbul
olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Müslim'in Salıih'inde Abdullah
(b. AmrVdan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben, Rasulullah <sav)'dan şu
ana kadar unutmadığım bir hadis bellemiştim. Rasulullah (sav)'ı şöyle
buyuaırken dinledim: "Kıyamet alametleri arasında ilk meydana gelecek
olan güneşin batıdan doğması ile kuşluk vakti dâbb-be {tü'1-arzVın insanlara
karşı çıkmasıdır. Bunların hangisi ötekinden daha önce olursa, öbürü de kısa
bir süre sonra onun akabinde ortaya çıkacaktır."
[210]
Yine Müslim'de
Huzeyfe'den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasulullalı (sav) bir odada
bulunuyordu, biz de ondan daha aşağıda bulunuyorduk. Bize dönüp bakü ve şöyle
dedi: "Neden söz ediyorsunuz?" Biz, kıyametten dedik. Şöyle buyurdu:
"Şüphesi2 on tane alamet ortaya çıkmadıkça kıyamet de vuku bulmayacaktır:
Doğu tarafında bir arz parçasının yerin dibine geçmesi, batı tarafında bir arz
parçasının yerin dibine geçmesi, Arap yarımadasında bir arz parçasının yerin
dibine geçmesi, duman, Deccâ), dabbetü'l-arz, Ye'cuc ile Me'cuc, güneşin
batıdan doğuşu ve Aden'in iç taraflarından insanları önüne kalıp sürükleyen
bir ateşin çıkması." Şu'be dedi ki: Ve bana Ab-dulaziz b. Rufeyf anlattı,
o, Ebu Tufeyliden, o, Ebu Seriha'dan bunun gibi bir hadis nakletti. Ancak,
Peygamber (sav) (buyurdu) diye söz etmedi. Onuncu alamet olarak da bir seferinde:
İsa b, Meryem'in nüzulü, (inmesi), diğerinde ise: İnsanları yakalayıp denize
atacak bir rüzgâr diye ifade etti.[211]
Derim ki: Bu hadis,
alametlerin sıralanışında oklukça sağlam olarak rivayet edilmiş bir hadistir.
Bu alametlerin bir kısmı da vukua gelmiş bulunmaktadır ki, bunlar da bazı kara
parçalarının yerin dibine geçmesidir. Ebu'l-Fe-rec el-Cevzî'nin naklettiğine
göre Irak-ı Acemde ve Mağnb'de bu şekilde kara parçaları yerin dibine geçmiş
ve bu sebepten ötürü de pek çok kimse helak olmuştu. İbnu'l-Cevzî bunu,
"Fukumu'l-Âsâr" adlı kitabında ve başkaları da zikretmiştir. İleride
Dabbetül arz'dan en-Neml Sûresi'nde (28/82. âyetin tefsirinde), Ye'cüc ile
Me'cüc'den de Kehf Sûresi'nde (.18/94. âyetin tefsirinde) söz edilecektir.
Denildiğine göre
kıyametin bu alametleri, tıpkı ipe dizilmiş boncuk gibi yıl be yıl arka arkaya
gelecektir.
Denildiğine göre
güneşin batı tarafından çıkışındaki hikmet şudur: İbrahim (a.s) Nemrud'a:
"Muhakkak Allah güneşi doğudan doğduruyor, haydi sen onu batıdan getir
(dedi). Bunun üzerine o kâfir olan şaşırıp kaldı" <el-Bakara, 2/258)
demesi ile inkarcı ve yıldızlardan hüküm çıkaran müneccimlerin hepsinin,
bunları inkâr etmeleri ve böyle bir şeyin olamayacağını söylemeleridir. Şanı
yüce Allah da inkarcılara kudretini ve güneşin, O'nun mülkünde olduğunu,
dilediği takdirde onu doğudan, dilediği takdirde de batıdan çıkartacağını
göstermek için bir gün batıdan doğuracaktır.
Buna göre, iman ve
tevbeleri reddolunacak olan kimselerin, bu hususu inkâr eden ve Peygamber
(sav)'ın, güneşin bu şekilde doğacağına dair haberini yalanlayan kimseler
olması muhtemeldir. Bunu tasdik edip doğrulayanların ise tevbeleri kabul
olunur ve bundan önceki imanlarının da kendilerine faydası olur.
Abdullah b. Abbas'tan
da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu alametin geleceği vakit, hiçbir kâfirin
ameli de tevbesi de kabul olunmaz. O gün yaşı küçük olan müstesna. Eğer, o
kimse bundan sonra İslâm'a girecek olursa onun bu İslâm'a girişi kabul olunur.
Günahkâr mü'rnin olup da günahından tevbe edenin de tevbesi kabul olunur.
İmran b. Husayn'dan da
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Güneşin (batıdan) doğacağı vakitte insanların
bir çoğunun helak edileceği bir çığlığın kopacağı sırada, tevbe edenin tevbesi
kabul olunma2. İşte böyle bir zamanda müs-lüman olan, yahut tevbe eden ve helak
olan kimsenin tevbesi kabul olunmaz. Ancak, bundan sonra tevbe edenin tevbesi
kabul edilir. Bunu da Ebul-Leys es-Semerkandî Tefsir'inde zikretmektedir.
Abdullah b. Ömer de der ki: Güneşin batıdan doğduktan sonra insanlar, yüzyirmi
yıl daha kalacak, öyle ki hurma fidanlarını dahi dikeceklerdir, Allah gaybını
en iyi bilendir.
İbn Ömer ve İbn
ez-Zübeyr " Geldiğfgün" ibares(indek)i ("ye" harfini)
"te" ile okumuştur. Nitekim: Yolcu kafilesinden biri onu alır"
(Yusuf, 12/10) buyruğundaki "ye" harfi de "te" ile okunmuştur, Parmaklarından birisi gitti (sözünde)
"te" harfinin ilave edilmesi bu kabildendir. Şair Cerir de der ki:
"ez-Zübeyr (b.
el-Avvam'ın öldürülme) haberi gelince, Medine'nin surları alçaldı ve huşu ile
eğilen dağlar (boyun eğdi)."
el-Müberred der ki:
Buradaki müenneslik, müennes olan bir kelimeye yakınlığı dolayısıyladır.
Aslının öyle gelmesi gerektiğinden dolayı değildir. İbn Sîrin de; "Fayda
vermez" kelimesini ("ye" ile okuması gerekirken) "te"
ile okumuştur. Ebu Hatim der ki: Bunun, İbn Sîrin'in bir hatası olduğu
zikredilmektedir. en-Nelıhâs der ki: Bu hususta Sibeveyh'in sözünü ettiği
nahiv ile ilgili bir İncelik vardır. O da şudur: İman ve nefis, her birisi diğerini
kapsamına alır. iman, nefisten ve nefisle birlikte sözkonusu olduğundan
dolayı, iman kelimesini müennes okumuştur. Ayrıca Sibeveyh şu beyi-ti de
nakleder:
*Eaen rüzgârların yere
saplanmış mızrakların üst taraflarını salladığı Mızraklar gibi; onlar da öylece
(salına salına) yürüdüler."
el-Mehdevî der ki:
Eğer fiil müennese izafe edilmiş olup izafe olunan kendisine izafe edilenin
bir bölümü, bir parçası, yahut onunia birlikte bulunuyor ise, müzekkere ait
fiili, Arapların müennes olarak kullandıkları çokça görülür.
İşte, Zu'r-Rimme'nin
söylediği (az önce nakledilen) beyiti bu şekildedir. O da burada müennes olan
"rüzgârlar" anlamındaki kelimeye izafe edilmesi dolayısıyla
"rüzgârların esişi" anlamındaki kelimeyi müennes olarak kullanmıştır.
Çünkü, esme işini yapan rüzgârlardır.
en-Nehhâs der ki: Bu konuda
bir başka görüş daha vardır. İman, mastar olduğu için müennes kabul edilmiştir.
Nitekim müennes mastarın da müzek-ker olarak kabul edildiği olur yüce, Allah'ın
şu buyruğu da bu kabildendir: Artık her kime Rabbinden bir öğüt gelir
de..." (el-Bakara, 2/275.) Nitekim şair de şöyle demektedir:
"Onunla birlikte
oluşumuz hususundaki mazeret, bizi mazur göstermiştir."
(Burada da müzekker
olan mastara ait olan fiilin müzekker gelmesi gerekirken, müennes geldiği
görülmektedir). Ancak görüşlerden birisine göre, buradaki "özür"
kelimesi de müennes olan; "Mazeret" anlamında kullanıldığından dolayı
müennes zikredilmiştir.
"De ki; Bekleyin,
bizde" başınıza gelecek olan azabı "beklemekteyiz."
[212]
159-
Dinlerini parça parça edip fırka fırka ayrılanlar var ya, senin - onlarla hiç
bir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a aittir. Sonra O, yaptıklarını
kendilerine haber verecektir.
Yüce Allah'ın:
Dinlerini parça parça edip..." buyruğunda, Haınza ve el-Kisaî,
"fe" harfinden sonra bir "elif" İlave ederek; Ayrılıp"
diye okumuşlardır. Bu, aynı zamanda Ali b. Ebi Talib (k.v)'ın da kıraati
olup Aynlmak'tan gelmektedir. Dinlerini
terkedip çıkıp gidenler demek olur.
Hz. Ali, şöyle derdi:
Allah'a yemin ederim, onlar dinlerini parça parça etmediler. Kendileri
dinlerinden ayrıldılar.
Diğerleri ise,
"re" harfini şeddeli olarak ("fe"den sonra "elif
koymaksızın) okumuşlardır. Şu kadar var ki en-Nehaî bu kelimeyi;
Ayırdılar," diye şeddesiz (ve elifsiz) oiarak okumuştur. Yani, bir
bölümüne iman ettiler, bir bölümünü de inkâr ettiler demek olur.
Bu buyrukla
kastedilenler, Mücahid, Katade, es-Süddî ve ed-Dalıhâk'a göre, yahudi ve
hristiyankirdır. (Kur'ân-ı Kerim'de) ayrılık içerisinde olmakla vasfed il
mislerdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine kitap verilenler,
ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler"
(el-Beyyine, 98Aİ); "Allah ve peygamberlerinin arasını ayırmak
isteyenler..." (en-Nisa, 4/150)
Bu buyrukların
müşrikleri kastettiği de söylenmiştir. Çünkü onların kimisi putlara, kimisi de
meleklere tapınıyorlardı.
Âyetin, bütün kâfirler
hakkında umumi olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın emretmemiş olduğu her bir
şeyi uydurup bid'at utarak ortaya çıkanın da dinini parçalamış olur.
Ebıı Hureyre (r.a)
Peygamber (sav)'dan şu: "Dinlerini parça parça edip..." âyeti
hakkında bunların, bu ümmetten olup bid'at ve şüphe ehli ile dalâlet ehli
kimseler olduğunu beyan ettiğini rivayet etmektedir.
[213]
Bakiyye b. d-Velid
rivayet etmektedir: Bize, Şu'be b. el-Haccâc anlattı, bize, Mücâlid,
eş-Şa'bî'den anlattı, o, Şüreyh'ten, o, Ömer b. el-Hattab 'den rivayetine göre,
Rnsulullah (sav) Hz. Âişe'ye şöyle demiştir: "Dinlerini parça parça edip,
kendileri de fırka fırka ayrıianiar, bu ümmetin bid'at sahipleri, heva
sahipleri ve dalâlet sahiplendir. Ey Aişe, her günah işleyenin bir tev-besi
vardır. Bid'at sahipleriyle lıevâ sahipleri müstesnadır. Onların tevbele-ri
yoktur. Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzaktırlar."
[214]
Leys b. Ebi Süleym'in,
Tâvus'dan rivayetine göre Ebu Hureyre, Peygamber <sav)'ı Dinlerinden ayrılan..."
diye okuduğunu rivayet etmekledir.
[215]
Fırka fırka"
tabiri çeşitli fırkalar, çeşitii hizipler anlamındadır. Aynı iş etrafında
birleşmiş, biri diğerinin görüşüne tabi olan topluluklara; Fırkalar"
denilir.
'Senin onlarla hiç bir
ilişkin yoktur" buyruğu ile onlardan uzak kalıp ilişkileri kesmeyi
emretmektedir. Bu da Hz. Peygamber'in şu buyruğu ile dile getirilmektedir:
"Bizi aldatan bizden değildir."
[216]
Yani biz, böyle bir kimseden uzağız, beriyi;:. Şair de şöyle demektedir:
"Bir aralanın
günah işlemesine (ahdini bozmasına) gayret edecek olursan.
şunu bil ki, Ne ben
aendenim, ne sen bendensin."
Yani, senden
uzaklaşırım, seninle ilişkilerimi koparırım, demektir.
Hiçbir ilişki"
kelimesi, haberde gizli bulunan zamirden hal olarak nasb nıahalltndedir. Bu
açıklamayı Ebu Ali (el-Farisî) nakletmiştir. el-Fer-râ ise şöyle demektedir:
Bu, bir muzaf'ın hazfı üzeredir.
Yani: Onlara gelecek
ceza hususunda senin hiç bir müdahelen yoktur, sana düşen yalnızca uyarmaktan
ibarettir.
"Onların işi
ancak Allah'a aittir." Bu da Peygamber (sav)'a yönelik bir teselli
ifadesidir.
[217]
160.
İyilikle gelene bunun on misli vardır. Bîr günah İle gelen de ancak onun
misliyle cezalandırılır ye onlara zulmedilmez.
Yüce Allah'ın: "
İyilikle gelene" buyruğu, mübtedâ ve şarttır. Cevabı ise "Bunun on
misli vardır" buyruğudur. Ona bunun on misii tıasenat vardır,"
demektir. Burada "hasenat" kelimesi hazfedilmiş, onun sıfatı olan
"misli" anlamındaki kelime yerine geçmiştir.
"Emsal;
misilleri, katı" kelimesi, "misl"in çoğuludur. Sİbeveyh der ki:
"Yanımda on neseb bilgini vardır" bu şekilde bir ifade ile; "
Yanımda neseb bilgini on adam vardır" anlamında kullanıldığını
nakletmektedir.
Ebu Ali de der ki:
"On misli" buyruğunda müen nesi iğin güzel düşmesi, "emsal:
misilleri, kan" kelimesinin müennese izafe edilmiş olmasından dolayıdır.
Müennese izafe edilenin, anlam itibariyle bizzat kendisi olması halinde, böyle
bir kullanım güzeldir.
Yüce Allah'ın:
"Yolcu kafilesinden birisi onu alsın" (Yûsuf, 12/10) buyruğu (fiilin
"ye" harfi ile değil de "te" harfi ile okunuşuna göre) ile
"Parmaklarımdan birisi gitti," İfadesinde olduğu gibi.
el-Hasen, Saİd b.
Cübeyr ve el-A'meş ise, diye okumuş olup bu da: Ona, onun misli on basene
vardır," takdirindedir. Yani, ona lehine verilmesi gerekenin on katı mükâfat
vardır. Burada takdirin onun için işlediği hasenatın on misli vardır anlamında
olup, mislin kapsamına, on katına ulaşmasının kastedilmesi de mümkündür.
Burada sözü geçen
"iyilik: lıasene"den kasıt imandır. Yani lıer kim lâtlâ-he İllallah
şahadetini yapmış olarak gelirse, dünyada hayır namına işlediği her bir amele
on misliyle sevap verilecektir.
"Bir günah"
yani şirk "İle gelen de, ancak onun misliyle cezalandırılır."
Onun cezası da
ebediyyen cehennemde kalmaktır. Çünkü şirk en büyük günahtır, cehennem de en
büyük cezadır. Yüce Allah'ın: "Uygun bir ceza olmak üzere" (en-Nebe1,
78/26) buyruğu da böyledir. Yani, o ceza amele uygundur. İyilik ise, böyle
olmayacaktır. Çünkü, yüce Allah'ın bu hususta açık nassı bulunmaktadır.
Haberde de şöyle denilmektedir: "İyilik on katı ve daha fazlasıyla
karşılık görecektir. Kötülük ise bir katıyla cezalandırılacaktır. Ve bununla
birlikte bağışlayabilirim de. O bakımdan, bir katlan on katlarından daha baskın
gelene yazıklar olsun,"
el-A'meş de Ebu
Salih'ten şöyle dediğini nakletmektedir: âyet-i kerimedeki iyilik (hasene) den
kasıt, lâilâhe İllallnh'tır. Günah (seyyie, kötülük) den kasıt ise şirktir.
"Ve onlara
zulmedilmez." Yani, amellerinin sevabı eksilmez. el-Bakara Sûresi'nde bu
âyete (2/245- âyet, 4. başlık ve devamı ile 2Ğ1. âyet, 4. başlıkta) ve bunun
Allah yolunda infaktan ayrı olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Bundan dolayı kimi
ilim adamı şöyle demiştir: On katıyia mükâfat sak İyilikler içindir. Yediyüz
katıyla mükâfat ise Allah yolunda infak içindir. Bunda hava^ ile avamdan olmak
arasında fark yoktur. Kimisi de şöyle demiştir; Avam için on katıyla mükâfat
vardır, havas için ise yediyüz katıyla ve sayılamayacak kadar çok kat
fazlasıyla mükâfat sözkonusudur.
Ancak, bu konuda söz
söyleyebilmek için delile ihtiyaç vardır. Birincisi ise daha sahihtir. Çünkü,
Hureym b. Fâtik'in Peygamber (savVdan naklettiği hadis bunu gerektirmektedir
ki, o hadiste şöyle denilmektedir: "Kimi hasene de on katıyladır. Kim bir
iyilik yaparsa ona on misli verilir. Kimi İyilik (hasene) de yediyüz katıyla
mükâfatlandırılır, bu da Allah yolunda harcamaktır."
[218]
161. De ki:
"Hiç şüphesiz, Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir
dîne, Hanif olan İbrahim'in dinine İletti. O, müşriklerden olmadı."
162. De ki:
"Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan
Allah İçindir.
163.
"O'mın hiç bir ortağı yoktur. Ben bununla emrohındum ve ben müslümanların
ilkiyim."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[219]
Yüce Allah, önce
kâfirlerin apaçık bir şekilde tefrikaya düştüklerini beyan etti: "De ki:
Hiç şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola... iletti"
buyruğunda da Allah'ın
kendisini dosdoğru bir din olan İbrahim'in dinine ilettiğini beyan etmektedir.
"Bir dine"
kelimesi, hal olarak nasbedilmiştir. Bu, Kutrub'dan nakledilen açıklamaya
göredir. el-Ahleş'ten nakledilen görüşe göre ise bu, " Beni...
iletti" ile nasbedilmiştir. Yani beni... bu yola iletti. Başkası ise şöyle
demektedir: Bu, manaya hamlederek nasbedilmiştir. Çünkü, "beni
iletti" bana... bildiğini öğretti anlamındadır. "Dosdoğru yol"
anlamındaki iaf-zın "sıraf'tan bedel olması da mümkündür. Yani: Beni
dosdoğru bir yola... dine iletti. Bir fiil takdiri ile mansub olduğu da
söylenmiştir. Sanki: ... dinime tabi olunuz, dinimi bilip tanıyınız, demiş
gibidir.
"Dimdik ayakta
duran" buyaığunu, Kuleliler ve İbn Âmir "kap harfini esreli,
şeddesiz ve "yâ" harfini üstün olarak; "Tokluk" gibi mastar
olarak, fakat dine sıfat olmak üzere okumuşlardır. Diğerleri ise, "kaf harfini
üstün, "ye" harfini ise esreli ve şeddeli olarak okumuşlardır ki, bu
iki farklı söyleyiştir. Buradeki "ye" harfinin aslı ise,
"vav" harfidir. Daha sonra "vav" harfi "ye"
harfine idğam edilmiştir, "ölü," kelimesi gibi. Buyruk; Hiçbir
eğriliği bulunmayan dosdoğru bir din, anlamındadır.
"İbrahim'in
dinine" buyruğu, "dinden" bedeldir. "Hanif olan"
buyruğu ise, ez-Zeccâc, "İbrahim"den hal olduğunu söylemiştir. Ali b.
Süleyman ise: Kastediyorum, kelimesinin takdiri ile mansubdur demiştir.
[220]
"De ki: Şüphesiz
benim namazım, ibadetim" buyruğunda geçen namaz anlamındaki "salâf'ın
türeyişi ile ilgili açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/3- âyet, 10.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Buradaki
"namaz'ın gece namazı olduğu söylendiği gibi, bayram namazı olduğu da
söylenmiştir. "Nûsuk: (mealde: ibadetHn "nesike"nin çoğulu olup
kesilen hayvan demektir. Mücahid, ed-Dahlıâk, Said b. Cübeyr ve başkaları da
böyle demiştir. Yani, hac ve umre sırasında kestiğim kurbanlar da Allah
içindir. el-Hasen: Dinimin ibadetleri anlamındadır, der. ez-Zeccâc der ki:
Benim ibadetim Allah içindir, demektir. Nitekim, yaptığı ibadet ile yüce
Allah'a yaklaşan kişi anlamındaki "Nâsik" de buradan gelmektedir.
Kimileri de şöyle
demiştir: Bu âyet-i kerimede geçen "nusuk" bütün iyi ameller ve
itaatlerdir. Kendisini ibadete vermesini anlatmak üzere; "Filan kişi
ibadet etti, o, abiddir" sözünden alınmadır.
"Hayatım"
yani, hayatım boyunca bütün işlediklerim "ve ölümüm" yani, vefatımdan
sonra yapacağım bütün vasiyetlerim "âlemlerin Rabbı olan Allah
içindir." Yani, bütün bunlarla yalnız kendisine yaklaşmayı maksat olarak
gözetirim.
Şöyle de
açıklanmıştır: "Hayatım ve ölümüm... Allah içindir." Yani, O'nun için
yaşar, O'nun için ölürüm.
el-Hasen
"İbadetim." kelimesini "sin" harfini sakin olarak okumuştur.
Medineliler de (hayatım kelimesini, idraç ile okuduklarında "ye"
harfini sakin olarak okurlar. Herkes ise, bunu üstün olarak okur. Çünkü o
takdirde iki sakin bir araya gelmiş olur. en-Nehhâs der ki: Yûnus müstesna
nahiv-cilerden hiç kimse bunu caiz görmez. Yunus'un bunu caiz görmesi ise, önceki
harfin "elif oluşundan dolayıdır. Bundaki uzatma harfi olan "eliP
ise, hareke yerini tutmaktadır. Nitekim Yunus: "İkiniz Zeyd'i vurunuz,"
şeklindeki söyleyişte "nûn" harfini sakin okumayı caiz görmüştür.
Na-hivcilerin bunu uygun görmeyişleri ise, iki sakinin bir arada bulunup ikincisinde
idğamın sözkonusu olmayışından dolayıdır. Medine halkının kıraati ile okuyup de
lalından da kurtulmak isteyen kimse, "(cşl~ ): Hayatım" kelimesi
üzerinde vakıf yapar. Böylelikle bütün nahivcılere göre lalın yapmamış olur.
İbn Ebi ishâk, İsa b.
Ömer ve Âsim el-Cehderî ise, "elifsiz olarak ve ikinci "yâ'yı
şeddeli olmak üzere; diye okumuşlardır ki, bu da Yukarı Mu-darlıların
söyleyişidir. Onlar; Kafam, asam" diye kullanırlar. Dil-cİJer de şöyle bir
mısra naklederler:
"Benim isteğimi
bırakıp gittiler de kendi hevâlarına hızlıca koştular,"
Nitekim bu mısra
diğeri ile birlikte tam bir beyit olarak (el-Bakara, 2/38. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
[221]
el-Kiyâ et-Taberî der
ki: yüce Allah'ın: "De kî: Hiç şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir
yola—iletti" buyruğundan itibaren: "De ki: Şüphesiz benim namazım,
ibadetim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir" buyruğuna
kadar olan bölümü Şafiî, namaza bu yüce zikir üe başlamaya delit göstermiştir.
Çünkü yüce Allah, Peygamberine bunu emretmiş ve bunu Kitabında indirmiştir.
Daha sonra da Ali (r.a)'dan rivayet edilen şu hadisi zikretmektedir: Peygamber
(sav) namaza başladığında şöyle derdi:
"Ben, yüzümü
gökleri ve yeri yoktan var edene hanif olarak yönelttim ve ben müşriklerden
değilim. Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi
olan Allalı içindir... Ve ben müslümanlardanım."'[222]
Derim ki: Müslim,
Sahih'inde Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan rivayet ettiğine göre, Rasulullah (sav)
namaza kalktığında şöyle derdi:
"Ben, yüzümü
gökleri ve yeri yoktan yaratana hanif olarak çevirdim. Ben müşriklerden
değilim. Muhakkak benim namazım, İbadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi
olan Allah içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum. Ve ben
müslümanlann ilkiyim. Allah'ım Sen melik (mutlak egemen)sin. Senden başka ilah
yoktur. Sen benim Rabbimsin. Ben de senin kulunum. Kendime zulmettim. Günahımı
itiraf ediyorum. Bütün günahlarımı bana bağışla. Çünkü hiç şüphesiz Senden
başka günahları bağışlayacak yoktur. Beni ahlakın en güzeline ilet. Ahlakın en
güzeline Senden başka hiç bir kimse iletemez. Ahlakın kötüsünü benden uzak tut.
Onun kötüsünü Senden başka benden kimse uzak tutamaz. Buyur Allah'ım. İşte Senin
emrin için huzurundayım. Hayır tamamıyla Senin elindedir. Şer ise Sana nisbet
olunamaz. Sen mübareksin, yücesin. Senden mağfiret dilerim, Sana tevbe
ederim."
[223]
Bu hadisi, Dârakutnîde
rivayet etmiş olup, sonunda şöyle demektedir: Bize, en-Nadr b. Şumeyl'den
ulaştığına göre -ki o, dil ve diğer alanlarda ilim adamlarmdandı- şöyle demiştir:
Rasulullah (sav)'ın: "Şer ise Sana nisbet olunamaz" sözünün anlamı
şudur: Şer, kendisiyle sana yaklaşılacak amellerden değildir, demektir.
[224]
Malik der ki: Namazda tevcih (yani veccehtü diye başlayan bu duayı okumak)
insanlara vacip değildir. Onlara vacip olan tekbir getirmek, sonra da
kıraattir.
İbnu'l-Kasım der ki:
Malik, İnsanların kıraatte, önce söyledikleri "Subhâ-nekallahumme ve
bihamdike..." duasının okunması gerektiği görüşünde değildi.
"Muhtasara ma Leyse fil Muhtasar" adlı eserde de şöyle denmektedir:
Malik, bu hususta hadisin sahih olması dolayısıyla kendisi için özel olarak bu
görüşte olmakla birlikte, bunu okumanın vacip oluşuna inanırlar korkusuyla
insanların bunu okuması gerektiği görüşünde değildi.
Ebu'l-Ferec el-Cevzî
de der ki: Hocamız fakih Ebu Bekr ed-Dineverî'nin arkasında çocukluğum
sırasında namaz kılıyordum. Benim bu şekilde hareket ettiğimi görünce şöyle
dedi: Yavrucuğum, fukaha, imamın arkasında Fatiha okumanın vücubu hususunda
ihtilaf etmişlerdir. Bununla birlikte iftitah duasının (yani, iftitah
tekbirinden sonra okunacak duanın) sünnet oluşunda ihtilaf etmemişlerdir. O
bakımdan sen, vacip olanla uğraş, sünnetleri bırak.
Malik'in bu husustaki
delili, Hz. Peygamberin namaz kılma şeklini Öğrettiği bedevî araba söylediği
şu sözlerdir: "Namaza kalktığında tekbir getir, sonra da Kur'ân
oku."
[225] Hz. Peygamber. Ebu
Hanife'nin söylediği gibi, bu bedevî araba Subhaneke'yi oku demediği gibi,
Şafiî'nin söylediği gibi veccelı-tü vechi'yi oku da dememiştir. Ubey (b.
Kâ'b)'a da: "Namaza başladığın vakit ne okuyorsun" diye sormuş, O
da: Önce Allahu ekber dedim, sonra da Elhamdülillah! rabbil alemin... diyerek
okudum demiş
[226] ve burada ne vec-cehtü
okumaktan, ne de subharıeke okumaktan sözetmiştjr.
Ali (r.a), Peygamber
(sav}'ın bunları söylediğini haber vermiştir, denilecek olursa, biz de şöyle
deriz: Hz. Peygamber'in bunu tekbirden önce söyleyip sonra da tekbir getirmiş
olması da muhtemeldir. Bu, bize göre hasen bir iştir. Nesaî ve Darakutnî'nin
rivayetine göre, Peygamber (sav) namaza başladığında önce tekbir getirir,
sonra da: "Muhakkak benim namazım ve ibadetim..." diye hadiste
nakledileni
[227] okurdu, denilecek
olursa; biz de şöyle deriz: Biz bunu, gece kılınan nafile namazı hakkında
yorumlarız. Nitekim, Nesaî' nin Kitabında Ebu Said'den şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Rasulultalı (.sav) geceleyin namaza başladımı:
"Seni teşbih ve
tenzih ederim Allah'ım. Senin hamdinle başlıyorum. İsmin ne mübarektir, şanın
ne yücedir! Senden başka hiçbir ilah yoktur"
[228]
derdi. Yahut da biz bunu mutlak olarak nafile hakkında kabul ederiz. Çünkü
nafile, hüküm itibariyle farzdan daha hafiftir. Zira, kişinin nafile namazı
ayakta da, oturarak da, binek üzerinde de kılması, yolculuk esnasında kıbleye
de, başka tarafa da yönelerek kılması caizdir, o bakımdan onun işi daha
kolaydır.
Yine Nesaî, Muhammed
b. Mesleme'den rivayetine göre Rasulullah (sav) nafile namaz kılmak üzere
kalktığında önce "AUahuekber" deyip; "Gökleri ve yeri yoktan var
eden Allah'a yüzümü yönelttim. Ve ben müşriklerden değilim. Benim namazım,
ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun hiçbir
ortağı yoktur. Ben bununla emrolun-dum ve ben müslümanlann ilkiyim. Allah'ım
Sen melik (mutlak egemenisin, Senden başka ilah yoktur. Seni teşbih ve tenzih
ederim. Sana hamd ile başlarım... der, sonra da okurdu."
[229]
İşte bu hem nafile
namaz hakkında, hem de farz namaz hakkında açık bir nasstır. Eğer bu duanın
farz namazda tekbirden sonra okunduğu sahih olarak sabit olmuş olsa dahi bu,
caiz oluşuna ve müstehaplığına hamledilir. Sünnet olan ise, tekbirden sonra
kıraate geçmektir. İşlerin gerçek mahiyetini en iyi bilen Allah'tır. Diğer
taraftan kişi bu duayı okuyacak olsa dahi-, "Ve ben müslümanlann
ilkiyim" dememelidir. Bu ise bir sonraki başlığımızın konusudur.
[230]
Çünkü, Muhammed (sav)
müstesna, hiç bir kimse müslümanların ilki değildir. İbrahim ve diğer
peygamberler ondan önce değil midir diye sorulacak olursa, derii: ki: Bu
soruya üç türlü cevap verilebilir:
l. Hz.
Peygamber manen bütün mahlukatın ilki olarak yaratılmıştır. Nitekim Ebu
Hureyre yoluyla gelen hadiste Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu
nakledilmektedir: "Biz dünyada sonradan gelenleriz, kıyamet gününde ilkleriz.
Ve bîz, cennete ilk girecek olanlarız."
[231]
Huzeyfe (r.a)'ın
rivayet ettiği hadisle de şöyle denilmektedir: "Biz dünya ehti arasında
(ümmet olarak) sonuncularız. Kıyamet gününde ise bütün mahlukattan önce
haklarında hüküm verilecek olan ilkleriz."
[232]
2. Hz.
Peygamber, yaratılış itibariyle onlardan önce olduğundan dolayı onların
ilkidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani Biz, peygamberlerden
ahidlerini almıştık. Senden de, Nuh'tan da..." (el-Ahzab, 33/7) Ka-tade
der ki: Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Ben, yaratılış itibariyle peygamberlerin
ilki, gönderiliş itibariyle onların sonuncusuyum."
[233]
İşte bundan dolayı burada Hz. Peygamber'in adı Nuh ve sair peygamberlerden önce
zikredilmiştir.
3. O, kendi
dinine tabi olan müslümanlann ilkidir. Bu açıklama, İbnü'l-Arabî'ye aittir. Bu,
Katade'nin ve başkalarının da görüşüdür.
Diğer taraftan
"ilk" kelimesi hususunda ve rivayetler arasında farklılık vardır.
Belirttiğimiz gibi kimi rivayetlerde bu sabittir, kimilerinde de bu sabit değildir,
İmran b, Husayn der
ki: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Ey Fatıma, kalk ve kurbanının yanında
hazır bulun. Çünkü onun kanının İlk damlası ile birlikte İşlemiş olduğun bütün
günahların sana bağışlanır," Sonra da şöyle de:
"Muhakak benim
namazım ve kurbanım, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. Onun hiç
bir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslümanlann ilkiyim."
tmran der ki: Ey Allah'ın Rasulü, bu yalnız senin ve ehl-i beytin için midir,
yoksa genel olarak bütün müslümanlar için midir? Hz. Peygamber: "Hayır,
genel olarak bütün müslümanlar içindir" diye buyu rdu.
[234]
164. De ki:
"Allah her şeyin Rabbİ iken ben Ondan başka bir Rabb arar mıyım hiç?
Herkesin kazandığı yalnız kendisine (ya da: aleyhine)dir. Hiç bir nefis
başkasının (günah) yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinize
olacaktır. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber
verecektir."
Yüce Allah'ın:
"De ki: Allah her şeyin Rabbi" yani maliki "iken, ben O'ndan
başka bir Rabb arar mıyım hiç?" buyruğu ile ilgili, rivayete göre,
kâfirler, Peygamber (sav)'a şöyle dediler: Ey Muhammed, haydi dinimize geri
dön, bizim putlarımıza ibadet et. Şu tutturduğun yolu da terket. Dünyanda da
âhiretinde de karşılaşmayı umduğun her türlü sorumluluk, mükellefiyet ve yükü
üstlenmeyi biz tekeffül ediyoruz, Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil oldu.
Âyet-i kerime, takriri
ve azan gerektiren bir soru İSe başlamaktadır.
"Başka"
kelimesi, "Arar mıyım?" kelimesiyle nasb olmuştur. "Rabb"
kelimesi de temyizdir.
Yüce Allah'ın:
"Herkesin kazandığı yalnız kendisine (ya da aleyhinedir" buyruğuna
dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:
[235]
Yüce Allah'ın:
"Herkesin kazandığı yalnız kendisinedir" buyruğunun anlamı şudur:
Sizin bu yolda olmanızın, Allah'tan başka Rabb aramam halinde bana fayda
sağlamaz. Çünkü, her bir nefis, kazandığı kötülükleri kendi aleyhine kazanır.
Yani, yapmış olduğu masiyetler, işlemiş olduğu günahlardan dolayı, ondan başka
kimse sorumlu tutulmaz.
[236]
Muhalif kanaatteki kimi
ilim adamı, bu âyet-i kerimeyi fuzulî'nin
[237]
alışverişinin sahih olmayacağına delil göstermişlerdir. Şafiî'nin görüşü
budur. (Mezhebimize mensup) ilim adamlarımız ise şöyle demektedirler: Âyetten
kasıt, dünya ile ilgili ahkam müstesna, sevap ve cezanın yüklenilmesidir. Buna
delil ise yüce Allah'ın -biraz sonra da geleceği gibi-: "Hiç bir nefis başkasının
(günah) yükünü yüklenmez" buyruğudur. Bize göre, fuzulî'nin satısı, mal
sahibinin bu satışı geçerli kabul etmesine bağlıdır. Eğer kabul ederse caiz
olur. tşte Urve el-Dârikî, Peygamber (sav')'ın emri olmaksızın ona ait malı
satmış, onun adına satın almış ve tasarrufta bulunmuş, Peygamber (sav) da bunu
geçerli kabul etmiştir. Ebu Hanife de bu görüştedir.
Buharî ve Dârakutnî de
Urve b. EbiTCa'd'dan şöyle dediğini nakletmektedirler: Peygamber (sav)'ın
önünden bir takım mallar geçerken bana bir dinar verip şöyle buyurdu: "Ey
Urve, bu davarların (sahiplerinin) yanına git ve bu dinar ile bize bir koyun
satın al." Ben de o mallan getirenlerin yanına gittim, pazarlık yaptım.
Bir dinara iki koyun satın aldım. Onları önüme katıp güttüm -yahut arkamdan
sürükledim dedi-. Yolda bir adam karşıma çıktı, benimle pazarlık yaptı, ben de
ona iki koyundan birisini bîr dinara sattım ve diğer koyunu ve bir dinarı da Peygamber'e
getirip şöyle dedim: Ey Allah'ın Rasulü, İşte bu (İstediğiniz) koyun, bu da
sizin dinarınız. Bana: "Nasıl yaptın?" diye sorunca, ben de ona
olanları anlattım. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Allah'ım, sağ elinin
alış verişlerinde sen ona bereketler İhsan buyur." Kendimi Küfenin Künase
(denilen pazarında )'sinde durur gördüm ve ailemin yanına varmadan kırk bin
(dirhem) kâr ediyordum. Lafız Dârakutnî'nindir.[238]
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: Bu, ceyyid bir hadistir. Bu hadiste Peygamber (sav)'ın
her iki koyuna da sahih bir şekilde malik olduğunun sabit olduğu görülmektedir.
Eğer böyle olmasaydı, Hz. Peygamber Urve'den bir dinarı geri almaz ve onun
yaptığı alış verişi geçerli kabul etmezdi.
Yine bu hadiste
vekâletin caiz oluşuna da delil vardır. İlim adamları arasında bu hususta
görüş ayrılığı yoktur. Müvekkil, vekil tayin ettiği kimseye: Şunu satın al
diyecek olsa, o da kendisine vekâlet verilenden fazlasını satın alacak olursa,
acaba bu satın alma bağlayıcı mıdır, değil midir? Meselâ bir kimse birisine:
Bu dirhem ile şu nitelikte bir okka et al diyecek olsa, o da bir yerine, aynı
dirhem ile ve belirtilen nitelikte döıt okka satın alacak olursa, Ma-lik'in ve
arkadaşlarının kabul ettiğine göre, eğer o niteliğe ve türüne uygun düşüyor
i'se (vekil tayin eden) hepsini almakla mükelleftir. Çünkü (vekil) iyilik
yapmış bir kimsedir. Ebu Yusuf ve Muhammed b. el-Hasen'in görüşü de budur. Ebu
Hanife ise şöyle demektedir: Aldığı fazla miktar müşteriye aittir. Ancak, bu
hadis onun aleyhine bir delildir.
Hiç bir nefls
başkasının (günah) yükünü yüklenmez" yani, ağırlık taşıyan hiç bir kimse
bir diğerinin yükünü taşımaz. Bu da hiç bir kimse başkasının günahından sorumlu
tutulmaz, demektir. Aksine, her bir kişi, kendi günahından sorumlu tutulur ve
günahının cezasını çeker.
"Vizr:
Yük"ün asıl anlamı ağırlıktır. Şanı yüce Allah'ın: "Ve biz senden
sırtından o ağır gelen yükünü kaldırdık" (el-İnşirah, 94/2) buyruğu da
buradan gelmektedir. Bu âyct-i kerimede "vizr" ise günah anlamındadır.
Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: Günahlarını sırtlarına
yüklenerek..." (el-En'âm, 6/31) Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.
el-Abfeş der ki:
"Yük taşıdı, taşıyor" denilir. Mastar olarak; da denilebilir. Nitekim "Yastık"
(esreli "vav" yerine hemze ile) denildiği gibi.
Âyet-i kerime el-Velid
b. el-Muğire hakkında nazil olmuştur. O şöyle diyordu: Haydi benim yoluma
uyunuz, ben de sizin (günah) yüklerinizi taşıyayım. Bunu İbn Abbas
zikretmektedir. Âyet-i kerimenin, cahiliye dönemi Araplannın bir kimseyi
babasının yahut oğlunun, yahut da onunla antlaşma-lı olan kimsenin işlediği
suçtan dolayı sorumlu tutmaları şeklindeki tutumlarını reddetmek üzere nazil
olduğu da söylenmiştir.
Bu âyet-i kerimede
kastedilen hususun âhirette gerçekleşecek olması da muhtemeldir. Bir önceki
âyet-i kerime de böyledir. Dünyada İse, bazan kimisi diğerinin günahından
dolayı sorumlu tutulabilir. Özellikle itaatkârlar isyankârları günahlarından
alıkoymayacak olurlarsa. Nitekim, daha Önce yüce Allah'ın: "Siz, kendinize
bakın" (el-Maide, 5/105) âyeti hakkında Hz. Ebu Bekir'in rivayet ettiği
hadiste geçtiği gibi. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Bir de
içinizden yalnızca zulmedenlere gelip çatmakla kalmayacak bir fitneden de
sakının" (el-Enfal, 8/25); "Bir kavim kendi Özlerindekini değiştirmedikçe,
şüphesiz Allah da o kavmin halini değiştirmez." (er-Rad, 13/11)
Zeyneb bint Cahş da
şöyle sordu: Ey Allah'ın Rasulü, salihler aramızda bulunduğu halde helak
edilir miyiz? Hz. Peygamber:" Zina (çocukları) çoğalırsa evet" diye
buyurdu."
[239]
İlim adamları der ki:
Bunun anlamı, zina mahsulü çocuklar artarsa şeklindedir. zinanın bir adıdır.
Şanı yüce Allah da
Rasulünün ifadesi ile hata yolu ile öldürmenin diyetinin âkile tarafından
ödenmesini farz kılmıştır. Tâ ki, haksızca akıtılan kanlara gereken saygı
gösterilerek, hür ve müslüman bir kimsenin kanı heder olmasın. İlim eh!i
kimseler de bu hususta aralannda hiç bir görüş âynlığı söz-konusu olmaksızın
bunu icma ile kabul etmişlerdir. İşte bu da bizim (dünyada bazı kimselerin
diğer bazılarının cürmünden sorumlu tutulacağı şeklinde ki.) sözlerimize
delildir.
Âyette sözü geçen bu
durumun dünyada olması da mümkündür. Yani, Zeyd'ln, Amr'ın yaptığından sorumlu
tutulmaması ve her hangi bir suçu fiilen işleyen her kişinin suçunun
sorumluluğunu bizzat yüklenmesi anlamında olması da muhtemeldir.
Ebû Dâvûd, Ebu
Rimse'den şöyle dediğini rivayet eden Babamla birlikte Peygamber (sav)'a doğru
yola koyuldum. Daha sonra Peygamber (sav) babama: "Bu senin oğlun
mudur" diye sordu, babam: Kâ'benin Rabbi hakkı için evet dedi. Uz.
Peygamber: "Gerçekten?" diye sordu, o, evet buna şahidlik ederim
dedi. Peygamber (sav) benim babama olan iieri derecedeki benze iliğimden,
bununla birlikte de babamın benim hakkımdaki bu yemininden gülercesine tebessüm
etti, sonra şöyle buyurdu: "Ama şunu bil ki, onun sana karşı cinayeti
olmaz, senin de ona karşı cinayetin olmaz." Daha soma Rasuluüah (sav):
"Hiç bir nefis başkasının (günah) yükünü yüklenmez" âyetini okudu.[240]
Bizim, önce
söylediklerimize yüce Allah'ın: "onlar, elbette kendi yüklerini ve kendi
yükleriyle birlikte başka yükleri de yükleneceklerdir" (e!-An-kebut,
29/13) buyruğu ile karşı çıkılamaz. Çünkü bu husus, yüce Allah'ın bir diğer
âyet-i kerimedeki şu buyruğunda da açıklığa kavuşturulmaktadır: "Onlar
kıyamet gününde kendilerinin günahlarını tamamen yüklendikten başka,
bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarından da bir kısmını yükleneceklerdir."
(en-Nahl, 16/25)
Buna göre sapıklıkta
önder olup, o sapıklığa başkalarını çağıran ve bu hususta kendisine uyulan
kimse; hiç şüphesiz saptırdığı kimselerin de günah yükünü taşıyacaktır ve
saptınlanların da günah yükünden her hangi bir şey eksiltil meyecektir. İleride
-yüce Allah'ın izniyle- açıklaması gelecektir.
[241]
165- O, sizi
yeryüzünün halîfeleri yapan ve size verdikleriyle sizi sınamak için, kiminizi
kiminizden derecelerle üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin, cezası pek çabuk
olandır ve muhakkak O, mağfiret ve rahmet edendir.
Yüce Allah'ın:
"O, sizi yer yüzünün halifeleri yapan...dır" buyruğunda geçen;
kelimesi, "halife" kelimesinin çoğuludur. 'ın çoğulu olduğu gibi.
Geçip giden kimselerden sonra gelen herkes bir halifedir. Yani O, sizleri
geçmiş ümmetlere ve önceki nesillere halef kılmıştır, eş-Şemmâlı der ki:
"Ölüm gelip
onları buluyor, beni ise bırakıp geçiyor Ve ben, onların, birinin diğerine
devrettiği diyarlarda
onların yerine
kalıyorum,"
"Kiminizi
kiminizden derecelerle üstün kılandır." Yani, yaratmakta, rızıkta, güç ve
kuvvette, verilen geniş imkânlarda,' lütuf ve İlimde.
Derecelerle"
kelimesi ise, lıarf-i cerrin düşürülmesiyle nasbedil-miştir. " Derecelere
(yükseltir)," anlamındadır.
" Sizi sınamak
İçin" buyruğu ise, "Keylam"ı diye bilinen (ve sonrasında mahzuf
bir "key" var sayılan) edat ile nasbedilmiştir.
Sınamak (ibtilâ);
denemek demektir. Yani, sonunda sevap veya cezanın sözkonusu olacağı
amellerinizi ortaya çıkarmak için (kiminizi kiminize derecelerle Üstün
kılandır).
O, her zaman için
İlmiyİe buna muhtaç olmayandır. Ama O, varlıklıyı zen-ginliğiyle sınamış, ondan
şükretmesini istemiştir. Darlık içinde olanı da fakirlikle sınamış ve ondan da
sabretmesini istemiştir.
"Sizi sınamak
için" buyruğunun, kiminizi kiminizle sınamak için... anlamında olduğu da
söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Biz, kiminizi
kiminiz için imtihan (sebebi) kıldık." (el-Furkan, 25/20) İleride
açıklaması gelecektir.
Daha sonra yüce Allah:
"Şüphesiz Babbin" kendisine isyan edenler için "cezası pek çabuk
olandır" diye onları tehdit etmektedir. "Ve muhakkak O"
kendisine itaat edenler için de "mağfiret ve rahmet edendir."
Şanı yüce Allah,
mühlet vermekle vasfedilmiş olmasına rağmen ve cehennem azabı da âlıirette
olmakla birlikte "cezası pek çabuk olandır" diye buyurmasının
sebebi, gelecek olan her şeyin yakın olmasından dolayıdır. Bu anlamda O'nun cezası
pek çabuk gelir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Kıyametin işi ise ancak bir göz kırpmak gibidir. Yahut o, daha da
yakındır" (en-Nahl, 16/77); "Onlar, onu uzak görürler, Biz ise onu
yakın görüyoruz." (el-Meâric, 70/6-7)
Aynı şekilde yüce
Allah, dünya yurdunda da hakeden kimselere cezası pek çabuk olandır. O takdirde
bu buyruk, bu yönüyle günah işleyen kimseler için bir sakındırma olmaktadır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Cenab-ı
Allah'a hamd ü senalarla, Mulıammed'e, onun aile halkına ve ashabına da pek
çok salât ve selâmlarla, el-En'âm SûresKnin tefsiri) burada sona ermektedir.
[242]
[1] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/111-112.
[2] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/112.
[3] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/113.
[4] Müslim, İman 287; Tirmizi, Tefsir 6, sûre 5- Yakın
lafızlarla Bukârl, Tefsir 53. sûfe 1; Tirmizî, Tefsir 53. sûre 2.
[5] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/114-116.
[6] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/116-117.
[7] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/117-120.
[8] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/120.
[9] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/120-121.
[10] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/121.
[11] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/121.
[12] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/122.
[13] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/122.
[14] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/122.
[15] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/123.
[16] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/123-124.
[17] el-Cevheri'nin Sihah'ında ve Tnberî'nin Haşiyesi'ftde
belirtildiği üzere beyit Dureyd'in değil; Hatiıtı et-Tarnindir. Önceki beyitte
de ikinci mısra nın ilk iki kelimesi Taberî'ye göre düzeltilmiştir.
[18] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/124-127.
[19] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/128-129.
[20] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/129-130.
[21] Müslim, Sılam'l-Münaftkîn 69; Dârimt. Rikaak 25;
Müsned, I, 257, 385, 397, 401. 460; ayrıca bk. Tirmizt, Rnda' 17; Nesai,
İşretıvn-Nisâ 4; Dârimİ, RİkankĞ6; Müsned, III, 309.
[22] Nesâî, İstbze 48T Müsned ,
V, 178, 265. Anoık "Evet.."ten sonrası yok.
[23] Müslim, Cvma 40; Vesaî, Cumm 2; îbn Mace, Mesâcid 17;
Dârimi, Salat 205; Müsned, I, 254, 335; II, 84.
[24] Müsned, II, 163, 190.
[25] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/130-133.
[26] Ebû Dâvud, Tahâre 38 ; Tirmizî, Tıhâre 69 ; Nesaî,
Tahâre 54; İbn Aface, Tahâre 32; Mu vatta; Tnhnre 13; Dârimî, Vııdu' 58: Müsned, V, 296, 303, 309.
[27] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/133-135.
[28] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/135-136.
[29] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/136.
[30] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/137-138.
[31] Tirmizî, Tefsir 6. sûre 6. Yakın bir rivayet Ebû
Dâvûd, Edâhî 13.
[32] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/138-139.
[33] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/139-141.
[34] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/141.
[35] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/142.
[36] Ebû Dâu&d, Edâltf 13
[37] Nesât, Dahâyâ40.
[38] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/142.
[39] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/142-143.
[40] Bu hadis dah:ı önce el-Mâide, 5/3- âyet. 10 ve 12.
başlıklarda geçmiş ve kaynaklan orada gösterilmiştir.
[41] Ebu Hureyre'den rivayete göre Peygamber (sııv) şöyle
buyurmuştur. -Allah'ın adı her ınüslümanın ağzı iteerinctedir." Hadisi
Taberânî, el-Boaat'da zikretmekle birlikte senedindeki Mervan b. Salim
el-Ğitari, metruk bir ravidir. (el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 30)
[42] Dârakutnî, IV, 296; Buhâri, Zebâîlı 21, Buyu' 5,
Tevhid 13, Ebû Dâvüd, EdShî 19; Ne-sat, Dahâyâ 39; İbn Mace, Zebâih 4; Muvatta;
Zebâîh 1.
[43] Muvatta', Zebâîh 1.
[44] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/143-145.
[45] Ebü Dâvâd, Edilin 13; tbn Mâce, Zebüilı 4.
[46] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/146.
[47] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/146-147.
[48] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/147-148.
[49] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/148-149.
[50] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/149-151.
[51] Hadisin tamams için bk. Ebû Dâvud, Nikâh 45.
[52] Bukârl, İlin 10, Fardıı'l-Huıns 7, l'tisaın 10;
Müslim, İm3re 175, Zeküt 98, 100; Tîrmizl, Um 4; İbnMâce, Mukaddime 17: Dârimî,
Mukaddime 24, Rikaak î; Muoatta, Kader 8; Müsned, I, 206, II, 95, 69..
[53] Suyûtî, ed-Durru'l Men$(ir
III,
354, 355.
[54] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/151-154.
[55] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/154-155.
[56] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/155.
[57] Bu şekildeki okuyuş Nafi kıraatidir.
[58] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/155-157.
[59] el-Aiîzî, es-Sirâcu'l-MuntrŞerhu'l-Câmi'i's-Sağîr,
III. 308; zayıf olduğu kaydıyla.
[60] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/157-158.
[61] Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesâcitî 3;
Nesai, Ğııs] 26; Darimî, Salât 111. Siyer 28; Müsned, m, 304.
[62] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/159-161.
[63] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/161.
[64] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/161-162.
[65] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/162-163.
[66] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/163.
[67] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/163-164.
[68] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/165-166.
[69] Tercümede muzaf ile ınıızafıtı ileyhin arasına giren
zarf, iki tire arasında gösterilmiştir.
[70] Burada da muzaf ile ınuzafun ileyhin arasını ayıran
ibarenin tercümesi tire arasına alınmıştır.
[71] Burada da ınvızaf ile mııznfun ileyh arasına
"bugün" anlaınındnki zarf olan kelime girmiş bulunmaktadır.
[72] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/166-171.
[73] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/171-173.
[74] Bu açıklamalara göre İbn Abbas'ın kınıcıtinin nıeâli
şöyle yapılabilir; "Şu davarların ka-nnbrında bulunup da onların arasından
halis olanlar (salimen çıkanlar), erkeklerimi ze ait olacaktır..."
[75] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/173-175.
[76] Bıı rivayeti :ıynı şekilde, senedsiz ve meçhul siğa
(ruviye: rivayet edildi) diye, es-Se-merkandî, Bahru'l-Ulûm, III, 517'de
nakletmektedir.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/175-176.
[77] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/177.
[78] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/177.
[79] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/177-178.
[80] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/178-179.
[81] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/179-180.
[82] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/180.
[83] Aynen ve kimileri farklı lafızlarla, aynı manada olmak
üzere: Bukârt, Zekat 55; Müslim, Zekat 7; Ebâ Davûd, Zekât 12; Tirmizt, Zekât
14; Nesaî, Zekât 25; İbn Mâce, Zekât 17, Muvatta; Zekât 33: Müsned, I, 145,
111, 341, 353, V, 233.
[84] Ancak şeker kamışında onda birföjiir) vardır. (Dr.
ez-Zııiıaylî, el-Fikku'l-lstâmî, II, 804).
[85] Aynen ve benzer lafızlarla; Buhârt, Zekât 4. 32, 42.
56: Müslim, Zekât 7; EbûDĞvt'td, Zekat 2; Tirmizt, Zekât 7; Nes&l, Zekât 5.
18, 21. 24; İbn Mace. Zekat 6; Dârimi, Zekât 11; Mu-vatta". Zekât 1, 2;
Müsned, II, 92, 402, 403 ..
[86] Dârakutnî, II, 100.
[87] Tirmizî, Zekât 13. Tirmizî, bu hadisin isnadının
sahili ol<nadığınt belirttiği gibi; biraz sonra merhum Kumıbfnin de nakledeceği
gibi, "bu hususta sahili bir rivayetin olmadığını" da
belirtmekledir.
[88] Bk. Dâmkutni, II, 94-102.
[89] Tirmizî, Zekât 13.
[90] îbn Abdi'1-Berr. el-lstizkâr, XVII. 270-271.
[91] Bir menn, 960 dirhemdir. (M. Necınüddin el-Klirdî,
Sert Ölçü Birimleri..,, Ter.: İ, Tüfekçi, İstanbul 1996, s.63>. Bir dirhem
de ortalama 2,97 gr. kabul edildiğine göre (aynı eser, s.130); bir menn: 960 x
2,97: 2651,2 gr. dır.
[92] Muvatta', Zekât 36, (bâb: 221.
[93] Bk. İbn Abdi'1-Berr, el-İstizkâr, XVII, 271 v.d
[94] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/180-186.
[95] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/186-187.
[96] Ebû Dâvûd, Zekat 14'te hadis rivayeti şu şekildedir:
-Rasulullah (sav), hurma ağaçlarında ki ıruthsıılün w hinin edilmesini emrettiği
gibi, itettmün de talimin edilmesini ve zekatının da kum üzüm olarak
alınmasını emretti..."
Bu rivayetin yer aldığı diğer kaynaklar: Tirmizt, Zekât 17; Nesaî, Zekât
100; İbn Mace, Zekat 18.
[97] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/187.
[98] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/188.
[99] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/188.
[100] Ebû D&vOd, BuyıV 35; îbn Mâce, Zekât 18; Muvatta;
Mıısakaat 1.
[101] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/188.
[102] EbûDâvâd, Buyu'35.
[103] Dârakutnî, 11, 134; Muvatta, Musakaat 1.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/188-189.
[104] Bb& Dâvûd, Zekât 15; Tirmizî, Zekât 17; Nesat,
Zekat 26; Dârimî, Buyu', 76; Müsned, III, 448.
[105] Ebü Dâvûd, 2ek;1t 15.
[106] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/189.
[107] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/189-190.
[108] Bu manadaki hadis, 6. başlıkta geçmişti. Kaynaklan
için oraya bakılabilir.
[109] 6. başlıkta geçmişti.
[110] Bir rrnld;» y:ıkhşık 397, 26 gr. olur. Bk, e!-K\ırdî,
a.g.e., s.206; özellikle de s. 197 v.d...
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/190.
[111] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/190.
[112] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/191.
[113] 13. başlıkta geçmiş ve kaynakları orada gösterilmişti.
[114] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/191-192.
[115] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
7/192.
[116] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/192.
[117] Buhâri, Zekât 55; Müslim, Zekât 7, Ebu Davûd, Zekât
12; Nesaî, Zekât 25; İbn Mâce, Zekât 11.
[118] Bu lafızla rivayeti Nesâî'd e tesbit edemedik.
[119] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/193-194.
[120] Cl) Nesâİ, Zekât 23; tırmık içi ifadeler, Nesâfden.
[121] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/194.
[122] Ebü Dâvûd, Zek;lt 5; Tirmizl, Zekfii 19; İbn Mâce,
Zekât 14.
[123] Buhârt, Zekât 18, Nafakat 2; Muzlim, Zekât 95; Ebû
Dâvûd, Zekât 39; Nesâî, Zekât 53, 60; Dârimî, Zekât 21, 22; Müsned, II, 245,
278, 402..., III, 330, 346, 402, 434.
[124] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/194-196.
[125] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/196-199.
[126] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/199-200.
[127] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/200.
[128] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/200-202.
[129] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/202-203.
[130] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/203.
[131] Muvatta, Sayd 13. Ayrıca; Buhâri, ZebSih 29, Müslim,
Sayd 3. 12, 16; Nesâî, Stıyd 28; İbn M6.ce, Sayd 13; Muvatta, Sayd 14; Müsned,
II. 36, 418.
[132] Elimizde bulunan basdı Ahkâmu'l-Kuı^ân, II, 764te
ifade :ız farkla şöyledir:
"Btı âyel-i kerime, çoğunluğun görüsüne göre Medenî-Mekkî (Yani
hicretten sonra, ama Mekke sınırlarında inmiştir) Peygamber (sav)'e;
"Bugün sizin için dininizi tamamladım..." (el-Mâide, 5/3) âyetinden
sonra inmiştir. Bu da Arefe gününde idi. Bundan sonra da nesli edici bııynık
inmemiştir. O halde bu âyet muhkemdir."
[133] Muvatta, Snyd 13-14.
[134] Buhârt, Zebâilı 28.
[135] Buhârî, Diynl 6; Müslim, Kasâme 25. 26; Ebû DâvUd,
Hııclûd 1; Tirmizî, Hudııd 15; Nesai, Tahrirnu'd-Dem 5, 11, 14; lbn Mace,
Hııdıkl 1; Darimi, Hııdud 2, Siyer 11; Mûs-ned, 1, 61. 63. 65..., VI, 181, 214.
[136] Birinci bnşlıkm geçti.
[137] Müslim, Sayd 15-16; Ebü Dâv&d, Et'ime 32; Tirmizî,
Sayd 9, 11; İbn Mace, Sayd 13: Darimi, Edâtıî 18; Mû&ned, I, 147, 244,
302..., III, 323: IV, 89, 90, 127. Ancak: 'Ma'n'dan, Malik'ten..."
şeklinde değil.
[138] Muvatta, Sayd 4. sah.
[139] Muvatta, Sayd 11,
[140] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/204-208.
[141] Tirmizî el-H;ımıîm, Nevâdiru'l-Usûl, I, 543-54'i. (2)
Ebû Dâvûd, Et'imc 29,
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/209-210.
[142] Ebû Dûvûd, Etime 29.
[143] Nesâî, Sayd27.
[144] Ebâ Dâvûd, Et ime 24; Tirnüzî, Et'ime 24; İbn Mace,
Zebâih 11,
[145] Bbû Dâvûd, Et'ime 24.
[146] Ebu Dâvad, Et'ime 26.
[147] Nesât, Saycl 25.
[148] Buharı, Et'ime 10, 14, Zebnih 32, Müslim, Sayct -ij,
44; Ebû Dâvâd, Etime 27; Nesâî, S;ıycl 26; îbn Mûce, Sııycl 16; Darimt, Sayd 8:
Muvattu, İsti'znn 10; Müsııed, I, ~3_\2, 345; IV, 88-89.
[149] Buhüri, Hibe 5, Zebâih 10, 32: Müslim, S:ıyd 53:
Tinnizİ, Et'ime 2; Nesâî, Sayd 25; İbn Mace, Snye 17; Dârimi, S:ıyd 7; Müsned,
ili. 119. 171.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/210-215.
[150] İhn M&ce, Efijne 31; Müsned, II, 97
[151] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/215-216.
[152] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/216.
[153] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/217-218.
[154] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/218.
[155] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/218.
[156] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/219.
[157] Buh&rî, Zebüih 23.
[158] Müslim, Cihâd 72.
[159] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/219-221.
[160] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/221.
[161] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/221.
[162] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/222-223.
[163] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/223.
[164] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/224-225.
[165] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/225-226.
[166] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/226.
[167] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/226-227.
[168] Bu âletlerdeki ilnlıi on buyruk şunlardır
1. Allah'a orrak koşmayın
2. An a-babaya iyilik
yapın
J. Açlık korkusuyla
çocuklarınızı öldürmeyin
4. Giziisiyle açığıyla hayasızlıklara
yaklaşmayın.
5. -Hak olması hali dışında- Allah'ın haram
kıldığı cana kıymayın.
6. Ergenlik yaşına
gelinceye kadar, -en güzel yol ile olması hali dışında- yetimin malına -kötfl
maksatla- ilişmeyin.
7 Ölçü ve Tnrtıyı tastamam
ve adaletle yapın.
8. Söz söylediğinizde -yakın akraba dalıi olsa-
adalette söz söyleyin.
9. Allah adına verdiğiniz sözü eksiksiz yerine
getirin.
10. Benini bu dosdoğru yoluma uyun. sizi bu yolumdan ayırıp birliğinizi
dağıtacak başka yollara sapmayın.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/227-228.
[169] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/228.
[170] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/228-229.
[171] Müslim, Nikâh 141; !bn Mâce, Nikah 61; Müsned, VI,
361. i_
[172] îbnMâce, Nikah 30
[173] Müsned, III, 49, 59-
[174] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/229-230.
[175] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/230.
[176] Buhârî, Zekat 1, Cihnd 102, İ'tisaın 2; İscitâbetû'l-Murteddin 3; Müslim,
İman 32-33; Ebû D&vüd, Zekât 1; Tirmizl, İman 1; Nesâî, ZekSt 3, Cilıad 1,
Tahriınu'd-Dem 1.
[177] Buhârî, Diy.it 6; Muslini, Kas3ı«e 25, 26; Ebû. Dâvûd,
Hudûd 1; Tirmizî Hııdûd 15, Dîyat 10; Nesâî, Knsâme 6,14, Tnhrimu'd-Dem 5, 11,
14; İbnMâce, Hudûd 1; Dârimî, Siyer 11, MlSsned, I, 61, 63, 65..., VI, İSİ,
214.
[178] Müslim, İmare öl.
[179] Ebâ Dâvûd. Hudııd 28; Tirmizî, Hudüd 24; İbn Maee,
Hııdûd 12.
[180] Bbû Dûvûd, Diyar 11, Cihad 147; aynen bk. Bukârî,
Diyât 24, 31, İlin 39; JVesdî, Ka-sâme 10, 13; tbn M&ce, Diy:1t 31; Müsned,
I, 119, 122, II, 180, 192, 210, 211.
[181] Ebû Dâvûd, Ferdiz 10; Tirmizî, Ferfiiz 16; İbn Mâce,
Ferâiz 6: Darimi, Feraiz 29; Müsned, II, 195.
[182] Ebü Dâvûd, Cihad 153; Nesât, Kasame 14; Darimt, Siyer
61; Müsned, V, 36, 38.
[183] Nesât, Kas.îme 14; İbn Mâce, Diyfit 32; Ebû Dâvûd'da
tespit edemedik.
[184] Buhârt, Diyal 30, Cizye 5; Nesâl, Kasüme 14; îbnMüce,
DiyâE 32.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/230-232.
[185] Tirmizt, Fiten 1; Nesâî, Tahriımıd-Dcm 5;^*» Mâce,
HııdOd 1 (az farkla)
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/232.
[186] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/233.
[187] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/232-235.
[188] Muvatta', Cibâd 26. Benzeti diğer rivayetler ve bunun
muttasıl bir seneöle rivayeti için bk.: İbn Abdi'1-Berr. et-lstizkâr, XIV, 211
v.d.
[189] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/235-236.
[190] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/236.
[191] Darimî, Mukaddime 23; Müsııed, I, 435, 465.
[192] İbn Mâce, Mukaddime J; Müsned, III, .197.
[193] Dâriml, Mukaddime 19, Hadis no: 1<İ5.
[194] el-Heyseınî, Mecmau'z-Zevâîd, I, 158. Ayrıta bk.
Müslim, Hncc 412; Nesai, Menüsik 1; İbn Mâce, Mukaddime 1; Müsmd, II, 196, 247,
258, 31$, 355, 428, 448, 457, 482, 495, 508.
[195] İbn Mâcc, Mukaddime 6; Tirmizî, İlin 16; Ebû Dâvûd,
Sünne 5, Dârimî, Mukaddime 16, Müsııed, IV, 126, 127.
[196] Ebû Dâvad, Sünne 6.
[197] Dârimi, Mukaddime 29; (Abdullah b. Mesudun sözü olarakJ.
no: 307.
[198] Dârimi, Mukaddime 23. I). no: 210.
[199] Dârirrû, Mukaddime 30, H.no: 314.
[200] Dârimî, Mıık:ıddime 30, h. no: 515.
[201] Sehl’in nispet ettiği görüşlerin hepsi MuteziJe'nîn
kanaatlerinden olmakla birlikle; nnssları doğrudan inkârları söz konusu olmayıp
-yanlış olmakla birlikte- tevil yoluyla bu k;ı na ati erini ortaya koymuş
olmaları sebebiyle: Ehl-i Sünnet ve'1-Ceınant çoğunluklu onları tekfir etmemek
yolunu tercih etmiştir.
[202] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/236-244.
[203] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/244-245.
[204] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/246-247.
[205] Müslim, İman 249; Tirmizî, Tefsir 6. sûre 9; İbn Mâce,
riten 32; Musned, II, 231, 313.
[206] Tinniiî, Deav.ît 98; İbn Mâce, Fiten 31: Müsned, IV,
240, 241; Dârakutni, 1, 197.
[207] Tirmizî, DenvîU 98.
[208] İbn Abdi'l-Berr, el-ltizkâr, XXIV. 52-53.
[209] Tinnizİ, Deavflt 98: İbn Mâce, Zühd 30: Müsned, il,
132, 153, ili, 425.
[210] Müslim, Fiten 118; Ebû Dâvûd, Melalimi 12; İbn Mâce,
Fiten 32.
[211] Müslim, Fiten 39. 40; Ebâ Dâvûd, Melihim 12; Tinnizt,
Filen 21; lbnMâce, Fiten 28; Müsned, IV. 6, 7.
[212] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/247-253.
[213] T:ıber:ıoî, el-Evsat, I, 384; el-Heysem!,
Mecmau'z-Zevâid, VII, 2ji'fle: "kivilerinin scıhilı ridli
olduklarını" bdirtıuekledır.
[214] Taburfnî. es-Sağîr, s.243; el-Heysenıî.
Mecmau'z-Zevâid, I. 188de "Bakiyye ile Mücn-lîd'irı z;ıyıf r;ıviler
olduklaıım' kaydetmekte, Vll, 22de de isnadının "ceyyid" okluğunu
belirtmektedir.
[215] Suyutî, cd-Durnt't-Mensuı; III. 4()2.
[216] Müslim, İm:tn 16-î; Ebü Dâvûd, BtıyıV 50; Tirmizî,
Buyu' 74, İbtıMâce, Tictırât 36; Dâ rimî, BııyıT 10: Müsned, II. 50, 242. 417,
HI, 466, IV, 45.
[217] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/253-255.
[218] Bk, Müsned, IV, 321, 345, 346.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/255-257.
[219] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/257.
[220] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/257-258.
[221] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/258-259.
[222] el-Kiyâ er-Taberî. Alıkâmu'l-Kur'âiı, III, 129.
Hadisin kaynaklan bir sonraki dipnotta gösterilecek.
[223] Müslim, Salnuri-Müsâfirin 2<H; Tirmizî, Deav3t 32-,
Nesaî, İftltah 17; Dârimî, Salüt 33.
[224] Dârakutni, I, 297-298. Anaık en-Nactr b. Şumeyle nit
yorumu belirtilen yerde tespic edemedik.
[225] Buhârl, Ezan 95, 122; Müslim, S.ılm 45; Ebû Dâvûd,
Salât 144; Tirmizî, Mevâkitu's-Sa-!at 110; Nesal, İftieah 7, Müsned, II, 437.
[226] Muvatta, Nidn 37.
[227] Nesaî, İMtnlı 16, Darakutnî, I. 298.
[228] Nesaî, îflifcıh 17, Darakatnl, I. 298.
[229] Nesaî, İftitah 17.
[230] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/259-262.
[231] Müslim, Curana 20-21; Nesaî, Cıımııa 1.
[232] Müslim, Çınıma 22; Nesaî, Cıunıın 1.
[233] "Âdem henüz ruh ile ceset arasında iken ben
Peygamberdim' anlamında: İbn Sa'd, Ta-bakat, VII, 60; el-Aüizi,
es-Sirâcu'l*MunirŞerku't-CâmU's-Sağlr, III, 96.
[234] Hâkim, el-Müstedrek, IV, 222; el-Heysemî,
Mectnau'z-Zeuûid, IV, 17; ravilerinden Ebû Hatnza'nm zayıf olduğu kaydıyla.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/262-263.
[235] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/264.
[236] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/264.
[237] Fuzulî, sözlükte kesicisini ilgilendirmeyen işlerle
uğraşım kişi demektir. Fıkhı bir terim olarak Fuzulî; rasnrruf velayeti
(yetkisi) bulunmadığı halde, başkasına ait işlerde tasarrufta bulunan kişi; yn
da: Şer'i bir izin bulunmaksızın başkası hakkında tasarruflarda bu-hınan kişi
demektir. (Dr, V. ez-Zuhaylî el-Fıkhu'l İslâmî ve Edilletuhû, IV, 167>
[238] Buhârl, Menâkıb 28; Ebû Dâvûd, BtıyıT 27; Tirmizî,
Buyu' 34: Mü&ned, IV, 37Ö; Da-rakutnî, III, 10.
[239] Bulıârt, Enbiyn 7, Fiten 4. 28; Müslim Fiten 1, 2;
Tirmizl, I-'iten 23; İbn Mâce, Fiten 9: Müsned, VI. 428,
[240] Ebû Dâvâd, Diyât 2: Nesal, Kasflıııe 41; Dârinû, Diyât
25: Müsned, II, 227.
[241] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/264-267.
[242] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 7/267-269.