Peygamberimiz Allah'ı Gördü Mü?. 3

1. Putlara Sövmek: 7

2. Bu Âyetin Hükmü: 7

3. Âyetten Çıkartılan Diğer Bazı Hükümler: 7

4. Müşriklerin Bilgisizlikleri: 7

5. Her Ümmete Kendi Ameli Güzel Gösterilmiştir: 7

1. Âyetin Nüzul Sebebi: 8

2. Olanca Yemin (Ağır Yemin)'E Dair Hükümler: 8

1. Âyetin Nuzûl Sebebi: 15

2. Bir Sebebe Binaen Varidi Olmuş Lafız: 15

3. Kesim Ve Avlanma Sırasında Müslümanın Besmeleyi Kasten Terketmesinin Hükmü: 15

4. Şeytanlar Ve Dostları: 17

5. Müşriklere İtaat: 17

1.  Yaratan Allah: 29

2.  Tadlan Farklı Hurma Ve Ekinler: 30

3. Allah'ın Varlığının Delilleri Ve Bize Lütufları: 30

4. İki Emir Ve İki Ayrı Hüküm: 30

5. Mahsuldeki "Hakk"In Mahiyeti: 31

6.  Yerden Yetişen Mahsullerin Zekâtı: 31

7. Mahsullerde Zekâtın Vücup Zamanı: 34

8. Mahsullerin Tahmini İle İlgili İlim Adamlarının Görüşleri: 34

9. Alınacak Mahsulün Nasıl Tahmin Edileceği: 34

10. Mahsul Tahmininde Kaç Kişi Yeterlidir: 35

11. Bahçe Sahibi Yapılan Tahmini Çok Bulursa: 35

12.' Mahsulün Tahmin Edileceği Vakit: 35

13. Yapılan Mahsul Tahmininden Sonra Bir Miktarı Düşmek: 35

14. Tahminden Sonra Mahsule Bir Âfet İsabet Ederse: 35

15. Zirai Mahsullerde Zekâtın Nisabt: 36

16. Her Bir Mahsul Tek Başına Beş Vesk Gelmiyorsa: 36

17. Değişik Mahsul Türlerinin Birbirine Eklenmesi: 36

18. Mahsullerin Devşirilmesinden Önce Tüketilen Bölümlerinin Hükmü: 36

19. Mahsul Eh Geçmeden Önce Satılanların Durumu: 37

20.  Üzüm Ve Hurması Kurutulamayan Mahsuller: 37

21. Sulama Şeklinin Arazi Mahsulünden Alınacak Zekâta Etkisi: 37

22. Mahsullerin Nisabını Beş Vesk Olarak Tesbit Eden Hadis: 38

23. İsraf: 38

1. Âyetin Nüzul Sebebi Ve "Çift: Zevç" Kelimesinin Anlamı: 40

2. Koyun Ve Keçi Türleri De Haram Edilmemiştir: 40

3. Tartışma Ve Kıyas: 41

1. Âyette Ve Başka Buyruklarda Haram Oldukları Bildirilen Yiyecekler: 42

2. Haram Kılma Lafzının Hz. Peygamber Tarafından Kullanılması Halinde İfade Ettiği Hüküm: 44

3. Çeşitli Hayvanların Yenilmesi İle İlgili Hükümler Ve Bu Husustaki Görüş Ayrılıkları: 44

4. Bazı Kıraat Farkları Ve Kanın Hükmü: 47

1. İslâm'dan Önceki Ümmetlere De Bazı Yasaklar Konulmuştu: 47

2. İsrailoğullarma Haram Kılınan İç Yağları: 48

3. Haram Kılman İçyağlardan Îstisnâ Kılınanlar: 48

4. Geçmiş Şeriatlerdeki Bu Hükümlerin Neshi; 48

5. Ehli Kitap Tarafından Kesilen Hayvanların, Kendileri İçin Haram Olan Bölümlerinin Bizim Tarafımızdan Yenilmesinin Hükmü: 49

6. Haram Kılmak Bir Cezalandırmadır: 49

1. Bu Buyruktaki "Gelin" Fiili Île İlgili Açıklamalar: 51

2. 151. Âyet-i Kerimeyle İlgili Bazı Nahiv Açıklamaları: 52

3. Allah'ın Hükümlerini Açıklama Görevi: 52

4. Anne Baha'ya İyilik: 52

5. Fakirlik Korkusuyla Çocukları Öldürmek: 53

6. Azl'in Hükmü: 53

7, Kötülüklerin Her Türlüsünden Uzak Durmak: 53

8. Haksız Yere Canı Öldürmek Ve Öldürülmeyi Haklı Kılan Sebepler: 53

9. Allah'ın Emirleri: 54

10. Yetimin Malı: 55

11. Yetimin Reşitliğe Erdiğinin Tesbiti: 55

12. Ölçü Ve Tartıyı Tam Yapmak: 56

13. Adaletle Söz Söylemek, Allah'ın Ahdine Bağlı Kalmak: 56

14.  Uymamız Gereken Dosdoğru Yol: 56

1. Allah'ın Dosdoğru Yolu: 65

2. "Her Şeyim Alemlerin Rabbi Allah İçindir": 65

3. Şafiî'nin Namazda İftitah Tekbirinden Sonra, Fatiha'dan Önce Okuduğu Dua: 66

4. Veccehtü Duasında, Neden: "Ve Ben Müslümanların Îlkiyim" Denilmez: 67

1. Kötülük Kişinin Aleyhinedir: 68

2. Fuzulî'nin Satışları Ve Vekâlet: 68


101. Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. O'nun bir eşî yokken nasıl bir oğlu olabilir? Hem her şeyi O yaratmıştır ve her şe­yi hakkıyla bilen de O'dur.

"Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur." Yani, onları meydana getiren O:duı\ Oğlunun olması nasıl mümkün olabilir?

Yoktan var eden, kelimesi, hazf edilmiş bir mübtedântn haberidir. Yani O, yoktan var edendir. el-Kisaî ise, (bir önceki âyet-i kerimede geçen) lafzatullaha sıfat olmak üzere esreli okunuşunu da uygun görmüştür. gökleri ve yeri mutlak olarak yaratandır, anlamında mansub okunmasını da uygun görmüştür. Ancak, Basrahlara göre böyle bir okuyuş geçmiş zamanı ifade ettiği için hatalıdır.

"O'nun bir eşi yokken nasıl bir oğlu olabilir." Eşi olmadığına göre ne­reden oğlu olacaktır? Hem, herşeyin oğlu babasına benzer. Oysa Allah'ın bir benzeri yoktur.

"Hem her şeyi O yaratmıştır." Bu, husus anlam itibariyle umumi bir ifa­dedir. Yani O, kâinatı yaratandır. Bunun kapsamına O'nun kelamı ve zatinin diğer sıfatları girmez. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve rahmetim herşeyi kuşatmış­tır" (el-A'raf, 7/156) buyruğu da buna benzemektedir. Oysa, O'nun rahme­ti ne İblisi ne de kâiîr olarak  öleni kuşatmış değildir. Yine yüce Allah'ın: "Rab-binin emri ile her şeyi helak eder" (el-Ahkaf, 46/25) buyruğu da bunu andır­maktadır. Oysa, gökleri ve yeri helak edip yıkmamıştır. [1]

 

102. İşte Rabbiniz Allah. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Herşeyin yaratıcısıdır. O halde O'na İbadet edin. O, herşeye vekildir.

Yüce Allah'ın: "İşte Rabbiniz Allah. Ondan başka hiçbir ilah yoktur"

buyruğunda yer alan İşte" mvibieda olarak ref mahallindedir,

Rabbiniz AUah"da bedel olarak merfu'dur. Herşeyin yaratıcısıdır" ise, mübtedanın haberidir. "Rabbiniz" anlamındaki ke­limenin haber olması, "yaratıcısıdır" anlamındaki kelimenin de ikinci bir ha­ber olması, ya da mahzuf bir mübtedanın haberi olması da mümkündür. Ya­ni O, herşeyin yaratıcısıdır.

el-Kîsaî ve el-Ferra bunun mansub okunmasını da uygun görmüşlerdir. [2]

 

103. Gözler O'na erişemez. O İse bütün gözleri kuşatmıştır. O, lütuf sahibidir, herşeyden haberdardır.

Allah'ın Görülmesi:

Yüce Allah: "Gözler O'na erişemez" buyruğu İle, kendisinin yaratılmış-lığın niteliklerinden münezzeh olduğunu beyan etmektedir. Bu niteliklerden birisi de kuşatmak ve sınırlandırmak anlamı ile diğer yaratıkların görülüp id­rak edildiği gibi idrak edilmektir. (O bundan münezzehtir). Ama rü'yet (mü'minlerin ahirette Allah'ı görmeleri) sabittir. ez-Zeccâc bunu: "Gözler O'nun hakikatinin özüne ulaşamaz," diye açıklamıştır; Nitekim; şunu şunu id­rak ettim, derken (bu anlamın kastedildiği) gibi, Zira Peygamber (sav) dan kıyamet gününde rü'yete dair hadisler sahih olarak varid olmuştur.

İbn Abbas der ki: "Gözler O'na erişemez" dünya hakkındadır. Ahirette İse mü'minler onu göreceklerdir. Çünkü yüce Allah "Ogünde yüzler varki apay­dınlıktır, Rabblerine bakacaklardır" (el-Kıyame, 75/22-23) diye bu rü'yetin gerçekleşeceğini haber vermektedir. es-Süddî de böyle demiştir. Yüce Allah'ın cennette görüleceğine dair varid olan haberler ile indirdiği Kur'an-ı Ke-rim'in delaleti dolayısıyla bu konuda yapılmış en güzel açıklama budur. Bu­na dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Yunus Sûresi'nde (10/26. âyetin tefsirinde) gelecektir.

Şöyle de açıklanmıştır: "Gözler O'na erişemez" O, gözleri kuşattığı hal­de gözler O'nu kuşatamaz. Yine bu açıklama İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kalplerin basiretleri O'nu idrâk ede­mez. Yani akıllar O'nu herhangi bir şekilde idrak edemez, tasavvur edemez. Zira: "O'nun gibi hiç bir şey yoktur" (eş-Şûrâ, 42/11) diye buyurulmugtur.

Yine şöyle açıklanmıştır: Buyruğun anlamı şudur: Yaratılmış olan gözler dünyada O'nu idrak edemez. Fakat, kendisine ikramda bulunmak istediği kim­selere -Muhammed (sav) gibi- zatını kendisiyle-görüp idrak edeceği bir du­yu halk eder. Zira yüce Allah'ın dünyada görülmesi aklen caizdir. Caiz olma­saydı. Musa (a.sVın Allah'ı görmek isteğinde bulunması, imkânsız bir şeyi is­temesi olurdu. Oysa bir peygamberin Allah hakkında caiz olup olmayan şey­leri bilmemesi imkânsızdır. Aksine bir peygamberin ancak imkânsız olmayan ve caiz (mümkün) olan bir şeyi istemesi kabul edilebilir. [3]

 

Peygamberimiz Allah'ı Gördü Mü?

 

Selef, Peygamberimiz (sav)'ın Rabbini görüp görmediği hususunda fark­lı görüşlere sahiptirler.

Müslim'in Sahih'inde Mesrûk'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Âişe (r.anhâ)'ın yakınında bir yere yaslanmış bulunuyordum. Ey Âişe'nin babası, dedi. Üç husus vardır ki, kim bunlardan birisini söyleyecek olursa Allah'a kar­şı büyük bir iftirada bulunmuş olur. Ben: Bunlar hangileridir, diye sordum, şöy­le dedi. Kim Muhammed'in Rabbini gördüğünü iddia edecek olursa, Allah'a karşı büyük iftirada bulunmuş olur. (Mesruk) dedi ki: Ben o sırada yaslanmış bulunuyorken oturdum ve şöyle dedim: Ey mü'minlerin annesi, bana müh­let ver acele etme. Aziz ve celi! olan Allah: "Andolsun onu apaçık ufukta gör­müştür. " (et-Tekvir, 81/23; "Andolsun onu. bir diğer inişte de görmüştür" (en-Necm, 53/13) diye buyurmuyor mu? Bana şöyle dedi: Bu ümmet arasında bu hususu Rasululiah <sav)'a İlk soran kişi benim. Bana şu cevabı vermişti: "Sö­zü edilen bu şahıs Cebraildir. Onu, yaratıldığı suretinde yalnızca bu iki sefer­de görmüş idim. Ben onu semadan aşağı inmiş gördüm, azameti ile sema ile arzın arasını kapatmıştı," Yine Hz. Aişe şöyle dedi: Sen, aziz ve celil olan Al­lah'ın şu buyruğunu hiç işitmedin mi: "Gözler O'na erişemez. O tee bütün göz­leri kuşatmıştır. O, lütuf sahibidir, herşeyden haberdardır." Yine aziz ve ce lil olan Allah'ın: "Vahiy ile veya bir perde arkasından, yahut izni ile diledi­ğini vahyetmek için bir elçi göndermesi yoluyla olmadıkça hiç bir insana Al­lah'ın söz söylemesi söz konusu olmaz. Şüphesiz ki O, yücedir, hakimdir" i eş-Şura, 42/51) buyurduğunu hiç duymadın mı?

<Hz. Aışe) devamla dedi ki: Kim de Rasululiah (sav)'ın Allah'ın Kitabından bir şey gizlediğini iddia edecek olursa, Allah'a karşı büyük bir iftirada bulun­muş olur. Halbuki yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey Peygamber, Rabbin-den sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan O'nun risaletini tebliğ etmemiş olursun." (el-Maide, 5/67) (Hz. Aişe) devamla dedi ki: Kim de onun, yarın ne olacağını haber verdiğini iddia edecek olursa, o da Allah'a kar­şı büyük bir iftirada bulunmuş olur. Halbuki yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Göklerle yerde olan gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." (en-Neml, 27/65)[4] İşte Allah'ın Peygamber (sav) tarafından görülmediği hususunda­ki görüşü budur. Hz. Peygamber'in (işaret edilen âyetlerde) gördüğünün Ceb­rail olduğunu söyleyenler arasında îbn Mes'ud da vardır. Ebu Hureyre'den de onun gördüğü zatın Cebrail oluduğu görüşünde olduğu rivayet edilmektedir. Bununla birlikte bu hususta onlardan farklı rivayetler de gelmiştir.

Hz. Peygamberin Allah'ı görmediğini ve Allah'ın görülmesinin mümkün olmadığım muhaddis, fukaha ve mütekelliminden bir kesim ileri sürmüştür. İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber yüce Allah'ı gözleriy­le görmüştür.

İbn Abbas'tan meşhur olan rivayet budur. Delili ise, yüce Allah'ın: "O'nun gördüğünü kalp yalanlamadı." (en-Necrn, 53/1D âyet-i kerimesidir. Abdul­lah b. el-Haris de der ki: İbn Abbas ile Ubey b. Kâ'b bir araya geldiler. İbn Abbas şöyle dedi: Biz, Haşimoğullarına gelince Muhammed'in Rabbini iki de­fa gördüğünü kabul ediyoruz. Daha sonra İbn Abbas şöyle dedi: Dostluğun (halli) İbrahim, konuşmanın Musa, rü'yetin de Muhammed'e (Ona ve bütün peygamberlere selatu selam olsun) ait olmasından hayret mi ediyorsunuz? Kâ'b, dağlar sesiyle yankılanıncaya kadar tekbir getirdi ve sonra şöyle dedi: Allah rü'yetini ve kelamını Mulıammed ile Musa arasında pay etti. Musa ile konuştu, Mulıammed de O'nu gördü.

Abdurrezzak'ın da naklettiğine göre, eH-Iasen, Allah adına yemin ederek Mulıammed (sav)'ın Rabbini gördüğünü söylüyordu. Ebu Ömer et-Telamen-kî de bunu İkrime'den naklettiği gibi, kelamcılardan bazısı bunu İbn Mes'ud'dan da rivayet etmiştir. Ancak birinci görüş (yani Hz. Peygamberin Allah'ı değil de Cebraili gördüğü şeklindeki rivayeti ondan daha meşhur ola­rak nakledilmiştir.

İbn ishâk'ın naklettiğine göre Mervan, Ebu Hureyre'ye: Mulıammed Rab­bini gördü mü diye sormuş, O da: Evet demiş.

en-Nakkâş da Ahmed b. HenbePden şöyle dediğini nakletmektedir: Ben, İbn Abbas'ın rivayet ettiği hadise uygun olarak gözüyle Allah'ı gördü, diyo­rum, gördü dedi ve bu sözünü nefesi tükeninceye kadar tekrarlamaya devam etti.                                                                                    

Şeyh Ebu'l-Hasen el-Eş'arî ile onun arkadaşlarından bir gurup da bu gö­rüşü benimseyerek, Mulıammed (sav)'ın yüce Allah'ı basarı ve baş gözüyle gördüğünü kabul etmişlerdir. Enes, İbn Abbas, İkrime, er-Rabi ve el-Hasen de bu görüştedir. el-Hasen, kendisinden başka hiç bir ilah bulunmayan Al­lah adına yemin ederek Mulıammed Rabbini görmüştür, derdi. Aralarında Ebu'l-Âliye, el-Kurazî ve er-Rabi b. Enes'in de bulunduğu bir grup da şöyle demiştir- O, Rabbini kalbiyle görmüştür. Yine bu görüş İbn Abbas ve İkri­me'den de nakledilmiştir.

Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Ahmed b. Hanbel, Hz. Peygamber Rabbini kalbiyle görmüştür, demiş ve dünyada gözlerle görüleceğini söyle­mekten çekinmiştir. Malik b. Enes'den şöyle dediği nakledilmektedir Allah dünyada görülmez. Çünkü O, bakidir. Baki olan ise fani olan (göz) ile gö­rülmez. Ahirette ise onlara baki gözler ihsan edilecek ve baki gözleriyle ba­kiyi göreceklerdir.

Kadı îyad da şöyle demektedir: Bu, güzel ve hoş bir açıklamadır. Diğer taraftan Allah'ın görülmesinin imkânsız olacağına dair delil, ancak insanın bu­na güç yetiremiyeceği açısından ileri sürülmüştür. Fakat yüce Allah, kulların­dan dilediği kimseye güç verip de rü'yetin yüklerini kaldırma kudretini ih­san edecek olursa, o kimse hakkında bu imkânsız olmaz. Bu kabilden Mu­sa (a.s) hakkındaki bir takım açıklamalar yüce Allah'ın izni ile el-A'raf Sûre-si'nde (7/143. âyetin tefsirinde) gelecektir. Yüce Allah'ın: "O ise bütün göz­leri kuşatmıştır" buyruğu, hiçbir şey O'na gizli kalmaz, herşeyi O görür ve bilir, demektir. Özel olarak "gözler" in sözkonusu edilmesi ise, sözde müca-neset sağlamak içindir. ez-Zeccâc da der ki: Bu buyrukta mahlukatın gözle­ri (görmeyi) idrak etmediklerine delil vardır. Yani onlar, görmenin gerçek key­fiyetini bilememektedirler. İnsan diğer organları ile değil de neden yalnızca gözleriyle görür oluşunun sebebini bilemez.

Daha sonra yüce Allah: "O lütuf sahibidir, herşeyden haberdardı*" di­ye buyurmaktadır. Yani, kullarına karşı rıfk ile (yumuşaklıkla) muamele eder. Davranışlarda lütuf, yumuşak hareket etmek, yumuşak muamele etmek demektir. Yüce Allah'tan lütuf ise, tevfik ihsan etmek ve günahlardan koru­maktır. Lüıufta bulunmak, iyilik etmek demektir. Bunun ismi "el-Latef" şek­linde gelir ve hediye anlamında kullanılır. Mülâtafe ise (latifeleşmek) karşı­lıklı iyiliklerde bulunmak anlamına gelir. Bu açıklamalar, el-Cevherî ve İbn Faris'den nakledilmiştir.

Ebu'l-Âliye der ki: Buyruğun anlamı şudur: O, her şeyi ortaya çıkartan La­tiftir ve her şeyin nerede olduğundan haberdardır.

el-Cüneyd der ki: Latif, senin kalbine hidayet nurunu veren, bedenini gı­da ile besleyen, belâ sırasında seni dost edinen, ateş içerisinde bulunuyor-ken seni koruyan ve seni Me'vâ cennetine koyandır. Anlam itibariyle yumu­şak davranmaya ve benzeri manalara raci daha başka açıklamalar da yapıl­mıştır. İleride ilim adamlarının bu husustaki açıklamaları yüce Allah'ın İzniy­le eş-Şûrâ Sûresi'nde (42/19. âyetin tefsirinde) gelecektir. [5]

 

104. Doğrusu size Rabblnizden basiretler gelmiştir. Kim görürse kendi lehine, kim de görmezse kendi aleyhine. Ben üzeriniz­de bir gözetleyici değilim.

'Doğrusu size Rabbinlzden basiretler gelmiştir." yani, kendileri vasıta­sı İle görülen ve delil olarak kullanılan pek çok belge ve delil gelmiş bulun­maktadır. "Basiretler" anlamındaki besâir, delalet demek olan "basire"nin ço­ğuludur. Şair der ki:

"Onlar kendi basiretlerini (babalarının intikamını),

omuzları üstünde getirdiler (almadılar). Benim basiretim ise son derece hızlı koşan ve oldukça güçlü atlar

koşturup getirmektedir. (Yani ben intikamımı aldım)."

Buyrukta "basiret"ten kasıt üstün ve apaçık belgedir.

Bu delalet ve basiretlerin gelmekle nitelendirilmeleri ise, şanlarına dikkat çekmek içindir. Zira bu basiret, nefis açısından gelmesi beklenen bir gaip du­rumunda idi. Nitekim Araplar tarafından: "Afiyet geldi, hastalık gitti. Mutlu­luk geldi, uğursuzluk geri gitti" denilir.

"Kim görürse kendi lehine." görmek (ibsâr), görme duyusuyla idrak et­mek demektir. Yani kim delilleri kullanıp bilir öğrenirse kendisine fayda sağ­lamış olur. "Kim de görmezse" delaletleri kullanmayacak olursa, artık o kör durumuna düşer. Onun kprlüğünün zaran kendisine avdet eder.

"Ben, üzerinizde bir gözetici değilim." Yani ben, kendinizi helak etme-yesiniz diye sizi korumakla emrolunmadım.

Şöyle de açıklanmıştır: Ben sizi Allah'ın azabına karşı koruyamam. "Gö-zetleyici" anlamı verilen uHafiz"İn, murakıp ve gözetleyen anlamına geldi­ği de söylenmiştir. Yani ben sizin amellerinizi sayıp tesbit eden bir kimse de­ğilim. Ben, ancak size Rabbimin asaletlerini tebliğ eden bir Rasulürn. Sizi ko­ruyan O'dur. Fiillerinizden hiçbir şey O'na gizli kalmaz.

ez-Zeccâc der ki: Bu buyruk savaşın farz kılınışından önce inmiştir. Da­ha sonra müşrikleri putlara ibadetten kılıçla engellemesi emrolundu. [6]

 

105. İşte Biz âyetleri böylece iyiden iyiye açıklara. Tâ ki onlar: "Sen okumuşsun'' desinler. Biz de iyi bilen kimselere apaçık göste­relim.

Yüce Allah'ın: "İşte Biz, âyetleri böylece İyiden iyiye açıklarız" buyru­ğunda yer alan Böylece"deki "kef" harlı nasb mahallindedir. Yani, işte Biz âyetleri tıpkı sana okuduğumuz gibi geniş geniş açıkladık. Yani, va-ad, tehdit, Öğüt ve uyarma hususlarında bu sûrede sana bu âyetleri geniş ge­niş açıkladığımız gibi, başka sûrede de bunları geniş geniş açıklıyoruz.

"Tâ ki onlar: Sen okumuşsun desinler" mealindeki buyrukta yer alan "vav" harfi hazf edilmiş bir ifadeye atıf içindir. Yani Biz, âyetleri onlara kar­şı delil gibi, ortaya konmuş olsun ve sen okumuşsun desinler diye geniş ge­niş açıklıyoruz, takdirindedir.

Şöyle de açıklanmıştırSen okumuşsun desinler, di­ye Biz o âyetleri geniş geniş açıkladık." Buna göre buradaki "Jam" harfi oluş (sayrûret) bildirmek içindir.

ez-Zeccâc der ki: Bu konuşma esnasında filan kişi bu mektubu bu neti­ceyi elde etmek için yazdı, demeye benzer. Aynı şekilde âyet-i kerimeler ge­niş geniş açıklandığı vakit sonunda onlar da: Sen okumuşsun ve Cebr ile Ye-sar denilen iki kişiden öğrenmişsin, dediler. Bu sözü geçen iki kişi ise Mek­ke'de hırisüyan iki köle idi, Mekkeliler de: Muhammed onlardan öğrenmek­tedir, demişlerdi.

en-Nehhâs der ki: Buyruğun anlamı ile ilgili güzel bir başka görüş daha vardır, O da "Biz âyetleri İyiden iyiye açıklarız" buyruğunun, sen bizden okuyup öğrenmişsin desinler, diye ardı arkasına âyetleri gönderiyoruz. Böy­lelikle onlar bu sözleriyle birini ötekiyle birlikte zikretmiş olurlar. Bu ifade hakikattir. Ebu İshâk'ın <ez-Zeccâc) söylediği ise mecazdır.

Okumuşsun" kelimesinde yedi kıraat vardır. Ebû Amr ile İbn Ke­sir, "dâl" ile "râ" arasına "elif" koyarak, C o-yb) dîye okumuşlardır. Bu aynı zamanda Ali, îbn Abbas, Said b. Cübeyr, Mücahid, İkrime ve Mekkelilerin de kıraatidir. îbn Abbas der ki: Bu kıraat karşılıklı okudun anlamındadır.

İbn Âmir "sîn" harfini üstün, "te" harfini sakin ve "elifsiz olarak diye okumuşlardır. Bu aynı zamanda el-Hasen'in de kıraatidir. Diğerleri ise, Okumuşsun" diye okumuşlardır.

Birinci kıraate göre, sen ehli kitap ile birlikte okuyup müzakere ettin, on­lar da seninle birlikte okuyup müzakere ettiler olur. Bu açıklama Said b. Cü­beyr tarafından yapılmıştır. Bu manaya yüce Allah'ın onlardan haber verdi­ği: "Bunun için bir diğer topluluk da ona yardım etmiştir" (el-Furkan, 25/4) buyruğu delalet etmektedir. Yani yahudiler, Peygamber (sav)'a Kur'an-ı Ke­rim hususunda yardımcı olmuş ve bu hususta onunla müzakerelerde bulun­muşlardır. Bütün bunlar ise müşriklerin söyledikleri sözlerdir. Yine onların şu sözleri de bu kabildendir: "Ve dediler ki: (Bu) öncekilerin söylenmiş masallarıdır ki, onu yazdırmıştır Bunlar kendisine sabah ve akşam okunmakta dır" (el-Furkan, 25/5); "Onlara Rabbiniz ne indirdi, denildiği zaman, geçmiş­lerin masalları derler." (en-Nahl, 16/24) Bu okuyuşun anlamının aynı şekil­de-, Okumuşsun" gibi olduğu da söylenmiştir ki, bunu en-Nchhâs zik­retmiş ve tercih etmiştir. Birinci anlamı ise Mekkî zikretmiş bulunmaktadır, en-Nehhâs bunun mecaz olduğunu da iddia etmiştir. Şairin şu mısraında oldu­ğu gibi:

"Doğuran (anne)'nin doğurduğu da ölüm içindir,"

"Sin" harfini üstün ve "te" harfini sakin okuyanlara gelince, bu hususta ya­pılmış en iyi açıklamaya göre anlam şöyledir: Tâ ki, onlar bu açıklamaların ardı arkası kesildi, silinip gitti, artık Mubammed onlardan başkasını getirme­yecektir, demesinler diye.

Katade ise, diye okumuştur ki, "okundu" anlamındadır. Süfyan b, Uyeyne, Amr b. Ubeyd'den, o, el-Hasen'den bunu(Âyetler) karşı­lıklı olarak müzakere etti, diye okuduğunu rivayet etmektedir. Ebu Hatim'İn kanaatine göre ise böyle bir kıraat caiz değildir. Çünkü âyetlerin kendileri kar­şılıktı olarak müzakerede bulunmazlar.

Başkası şöyle demektedir: Böyle bir kıraat caizdir. Mana Ebu Hatim'İn zan­nettiği gibi değildir. Aksine anlamı, ümmetin müzakerede bulundu şeklinde­dir. Yani, ümmetin seninle müzakere etti. Her ne kadar ondan sözkonusu edil­miyor ise de bu böyledir. Nitekim: "Nihayet o (güneş) perdenin arkasına gi­riverdi" (Sâd, 38/32.) buyruğu da böyledir. el-Ahreş'in naklettiğine göre kıraati de kıraatiyle aynı anlamdadır. Şu kadar var ki bu da­ha beliğdir.

Ebu'l-Abbas'ın naklettiğine göre;  şeklinde emir lâm'ı sakin olarak da okunmuştur. Bunda ise tehdit anlamı vardır. Yani, onlar istedikle­rini söylesinler. Şüphe yok ki gerçek apaçık ortadadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Artık onlar az gülsünler çok ağlasınlar." (et-Tevbe, 9/82) Bu "lam"ı esreli olarak okuyanın kıraatine göre ise bu key "lam"ı diye bilinen lam'dır. (Meal de buna göredir).

Bütün bu kıraatlerin hepsinin iştikakı aynı şeye yani, yumuşatmaya ve ze-y

 kılmaya raddir. Çünkü Okumuşsun kelimesi, gelmektedir ki, başkasına okumayı anlatır. 'ın çokça okumak suretiy­le artık onu zelil ettim (yani kolayladım.) anlamına geldiği de söylenmiştir.

Bunun aslı ise  Buğdayı dövdü," anlamındadır. Çünkü buğdayı dövmek anlamına gelen; (^Sm ); Şamlıların şivesinde şeklinde kul­lanılır. Bunun asıl anlamının Elbiseyi eskittim" tabirinden alındığı da söylenmiştir. İşte bu da aynı şekilde zelil kılma anlamı ile ilgilidir. Denildiğine göre, Hz. İdris'e, Allah'ın kitabını çokça okuduğu ve müzakere ettiği için İdris denilmiştir. Ders okumak, müdalese etmek bu anlamdadır.

İse kadsn ay hali oldu anlamına gelir. Kadının Fercine .) diye künyelendiği de söylenmektedir ki, bu da ay hali olmaktan gelir. "Ders" aynı şekilde gizli saklı yol demektir. el-Esmaî'nin naklettiğine göre; Sırtına binilmemiş deve" anlamına gelir. Harabe haline gelmiş bir evin izi tamamen ortadan kalkmasını ifade etmek için de aynı kök­ten gelen fiil kullanılır,

tbn Mes'ud ve arkadaşları ile Ubeyd, Talha ve el-A'meş;  Tâ ki o, okumuş" desinler, diye. Yani, Muhammed âyetleri ders olarak okumuş-tur desinler anlamına gelir. "Biz de onu" yani/bu sözümüzü, âyetlerimizi iyi­den iyiye açıklamayı, yahut da Kur'an-ı Kerim'i "bilen kimselere apaçık gös­terelim." [7]

 

106. Rabblnden sana vahyolunana uy. O'ndan başka hiçbir ilah yok­tur. Müşriklerden de yüzçevir.

Yüce Allah'ın: "Rabbinden sana vahyolunana uy." Kur'ân'a uy demek­tir. Yani sen, kalbini, gönlünü onlarla meşgul etme. Aksine Allah'a ibadetle uğraş. "O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Müşriklerden de yüz çevir" buy­ruğunun son bölümü nesli olmuştur. [8]

 

107. Eğer Allah dileseydi şirk koşmazlardı. Biz seni onların başına bir gözetleyici kılmadık. Onların üzerine bir vekil de değilsin.

"Eğer Allah düeseydi şirk koşmazlardı" buyruğu, şirk koşmanın Al­lah'ın meşiyeti ile olduğu hususunda açık bir nassür. Ayrıca bu önceden de geçtiği gibi Kaderiye mezhebini çürütmektedir.

"Biz seni onların başına bir gözetleyici kılmadık." Yani, Allah'ın azabı­na karşı onları korumak senin için imkân dahilinde değildir.

"Onların üzerine bir vekil de değilsin." Din veya dünyalarında kendi menfaatlerine olan işleri yerine getiren, ifa eden bir kimse değilsin ki, on­lar için vacip olanı yapmaları hususunda onlara lütufta bulutlasın. Bu husus­ta sen onlar için ne bir koruyucusun, ne de bu konuda onlara bir vekilsin. Sen ancak bir tebliğcisin. Bu; kıtal emri verilmeden önce idi. [9]

 

108. Allah'tan başka yalvardıklanna sövmeyiniz. Sonra onlar da Al­lah'a bilgisizce söverler. İşte Biz böylece her ümmete yaptık­larını süsledik. Nihayet dönüşleri yalnız Rabblcrinedir. O da kendilerine yaptıklarını haber verecektir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: [10]

 

1. Putlara Sövmek:

 

Yüce Allah'ın: "Allah'tan başka yalvardıklanna sövmeyiniz" buyruğu ne-hiy (yasak)'dir. "Sonra onlar da Allah'a bilgisizce söverler" buyruğu da ne-hy'in cevabıdır.

Şanı yüce Allah mü'minlere onların putlarına sövmeyi yasaklamaktadır. Çünkü yüce Allah, putlarına sövdükleri takdirde kâfirlerin nefret edip uzak­laşacaklarını, küfürlerini de artıracaklarını bilmiştir.

İbn Abbas der ki: Kureyş kâfirlerinin Ebu Talib'e: Ya Muhammed ve ar­kadaşlarını bizim ilahlarımıza sövmekten, onları küçük düşürücü sözler söylemekten alıkoyarsın, yahut biz de onun ilahına söver ve onu hicvede­riz, demeleri üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur. [11]

 

2. Bu Âyetin Hükmü:

 

İlim adamları derler ki: Bu âyetin hükmü, durum ne olursa olsun bu üm­met üzerinde bakidir. Kâfir, ne vakit kendisini koruyabilecek güce sahip olup da İslâm'a yahut Peygambere veya yüce Allah'a söveceğinden korkulacak olursa, müslüman kimsenin onların haçlarına, dinlerine, kiliselerine sövme­si helal olmadığı gibi, bu sövme sonucunu getirecek herhangi bir işe kalkış­ması da helal değildir. Çünkü böyle bir iş, masiyete itmek ayanndadır. Put­lar akıl sahibi varlıklar olmadıkları halde -akıl sahibi varlıklar için kullanılan'nın onlar hakkında kullanılması kâfirlerin putları hakkındaki inanç­ları nazarı itibara alındığından dolayıdır. [12]

 

3. Âyetten Çıkartılan Diğer Bazı Hükümler:

 

Yine bu âyet-İ kerimede bir çeşit ateşkes vardır? Ayrıca daha önceden de el-Bakara Sûresi'nde geçtiği gibi, seddü'z-zerai gereğince hüküm vermenin vücubuna da delil vardır. Hak sahibi bir kimsenin dinde bir zarara götüre­cek olursa, bu hakkını İstemekten vazgeçebileceğine de delil vardır. Nitekim Ömer b. el-Hattab (r.a)'ın söylediği rivayet edilen şu sözler de bu kabilden­dir: Akrabalık bağı kesilir korkusuyla akrabalar arasında hükmü kestirip at­mayınız.

İbnü'l-Arabî der ki: Eğer bu hak vacip bir hak ise durum ne olursa olsun onu alır. Şayet kullanılması caiz olan bir hak ise, Hz Ömer'in sözünü ettiği durum sözkonusu olur. [13]

 

4. Müşriklerin Bilgisizlikleri:

 

Yüce Allah'ın: Bilgisizce" ve saldırganca anlamına gelir. Mekke-lilerden bunu "ayn" ve "dal" harflerini ötreli, "vav" harfini de şeddeli olmak üzere şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. Bu, el-Hasen'in, Ebu Re-câ ve Katade'nın kıraatidir. Birinci kıraate racidir, her ikisi de zulüm anlamı­nı ifade eder. Yine Mekkeliler "ayn" harfini üstün, "dal" harfini de ötreli ol­mak üzere: Düşman anlamına okumuşlardır. Bu kelime tekil olmak­la birlikte çoğul anlamına kullanılır.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar muhakkak Benim düş-mantmdır. Ancak, âlemlerin Rabbi müstesna" Ceş-Şuara, 26/77) yüce Allah bir başka yerde de: "Asıl düşman oniardır" <el-Münafikun, 62/4) diye bu­yurmaktadır.

Bu kelime, ya mastar olarak ya da mefulün leh olarak nasbedilmiştir. [14]

 

5. Her Ümmete Kendi Ameli Güzel Gösterilmiştir:

 

Yüce Allah'ın: "İşte Biz, böylece her ümmete yaptıklarını süsledik." Ya­ni, bunlara yaptıklarını süslü gösterdiğimiz gibi, her ümmete de kendi yap­tıklarını süslü göstermişizdir.

İbn Abbas der ki: Biz, itaat ehline itaati, kâfirlere de küfrü süslü göster­dik. Bu da yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "İşte Allah, kimi di­lerse böylece saptırır, kimi dilerse de hidayete erdirir." (el-Müddesir, 74/31.)

Bu buyrukta Kaderiye'nin görüşleri reddedilmektedir. [15]

 

109. "Eğer kendilerine bir âyet gelirse mutlaka ona iman edecek­ler* diye var güçleriyle Allah adına yemin ettiler. De ki: "Âyet­ler ancak Allah'ın nezdindedir.* O âyet geldiği zaman da yine İman etmeyeceklerinin farkında değil misiniz?

Yüce Allah'ın: "Eğer kendilerine bîr âyet gelirse mutlaka ona İman ede­cekler diye var güçleriyle Allah adına yemin ettiler* buyruğuna dair açık­lamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

 

1. Âyetin Nüzul Sebebi:

 

Yüce Allah'ın: buyruğu, "yemin ettiler" demektir, " Var gücüyle yemin" ise, en ağır yemin demek olup Allah adına yapılan ye­mindir. Buna göre "var güçleriyle yemin ettiler," bilgilerinin ulaştığı en ile­ri derecedeki ve yapabildikleri en ağır yemin demektir. Çünkü onlar, en bü­yük ilahın Allah olduğuna inanıyorlar, diğer ilahlara ise, kendilerini Allah'a yakınlaştıracakları zanniyle ibadet ediyorlardı. Nitekim yüce Allah bu husus­ta onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (ez-Zümer, 39/3) İslâm'dan önce Arap­lar, atalarıyla, putlarıyla ve bundan başka şeylerle yemin ederlerdi. Yüce Al­lah adına da yemin ederler ve eğer yemin Allah adına yapılmışsa buna "cehdü'l-yemin: en ağır yemin" adını verirlerdi.

kelimesi mastar olarak nasb edilmiştir. Bunda âmil ise Sibeveylı'in görüşüne göre; Yemin ettiler" kelimesidir. Çünkü, bu da onun anlamındadır. Cehd ise meşakkat demektir, Bunu zorlukla yap­tım" denilir. Cuhd ise takat ve kudret demektir.  Bu benim taka­tim, güç yetirebildiğimdir" denilir. Her ikisini aynı anlamda kabul edenler de vardır. Buna yüce Allah'ın: Güçlerinin yetebildi-ğinden başkasını bulamayanlar" (et-Tevbe, 9/79) buyruğunu delil gösterir­ler ki, bu aynı zamanda şeklinde "cim" harfi üstün olarak da okun­muştur. Bu açıklamalar İbn Kuteybe'den nakledilmektedir.

Müfessirlerden el-Kurazî, el-Kelbî ve diğerlerinin naklettiklerine göre âyetin nüzul sebebi sudun Kureyşliler dediler ki: Ey Muharnmed, sen bize Musa'nın, asasıyla taşa vurup ondan oniki tane pınar fışkırttığını, İsa'nın ölü­leri dirilttiğini, Semud'un bir dişi devesinin bulunduğunu haber veriyorsun. Haydi seni tasdik etmemiz için bu mucizelerden bir kısmını sen de bize gös­ter. Hz. Peygamber: Nasıl bir mucize arzu edersiniz, diye sorunca, şöyle de­diler: Şu Safa'yı da bizim için altın yap. Allah'a yemin ederiz ki eğer bunu ya­pacak olursan hep birlikte sana tabi oluruz. Rasulullah (sav) kalkıp dua et­meye koyuldu. Cebrail (a.s) ona gelip şöyle dedi: "Arzu ettiğin takdirde Sa­fa hemen altın oluverir. Andolsun Allah, bir mucize gönderdiği halde eğer derhal tasdik etmeyecek olurlarsa şüphe yok ki, Allah onları azaplandıracak-tır. O bakımdan sen de aralarından tevbe edecekler tevbe etsin diye onları bırak." Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "O halde tevbe eden­leri tevbe etsin (mucize istemem)." Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil ol­du. Böylelikle yüce Allah ezeli ilminde iman etmeyeceği sabit olmuş olanın iman edeceğine dair yemin etse dahi iman etmeyeceğini beyan etmektedir. [16]

 

2. Olanca Yemin (Ağır Yemin)'E Dair Hükümler:

 

Yüce Allah'ın: Var güçleriyle yemlû"İn onlann kanaatine gö­re, en ağır yeminler demek olduğu söylenmiştir. Burada hükümlere dair bü­yük ve önemli bir mesele ortaya çıkmaktadır ki, o da bir kimsenin: "Şöyle şöy­le olursa yeminler üzerime borç olsun" anlamında sözler söylemesidir.

İbnü'l-Arabî der ki: Böyle bir yemin İslâm'ın ilk dönemlerinde bundan baş­ka bir1 şekilde bilinen bir yemindi. Onlar: Bir kimsenin bir başkasından al­dığı sözün en ağın benim üzerime olsun, derdi. Malik der ki: Bu şekilde ye­min eden kimse (yemini bozarsa) hanımları ondan boş olur. Bundan sonra yemin şekilleri çoğalıp durdu ve nihayet temelini bu şeklin teşkil ettiği, şu anda insanlar arasında görülen şekillere kadar vardı. Hocamız el-Fihrî et-Ta-rasust şöyle derdi; Bu şekilde yemin eden bir kimse, yemini bozacak olur­sa otuz tane yoksul doyurmahdır. Çünkü, bu yemin edenin "yeminler" sözü yeminin çoğuludur. Eğer, "üzerime bir yemin borç olsun" deyip de o yeminini bozmuş olsaydı, bir keffaret ödemesini gerekli görürdük. "İki yemin üze­rime borç olsun" demiş olsaydı, yeminini bozduğu takdirde iki keffaret ye­rine getirmesi gerekirdi. Fakat yeminler kelimesi yeminin çoğulu olduğun­dan dolayı bozması halinde üç tane keffaret yerine getirmesi gerekir.

Derim ki: Ahmed. b, Muhammed b. Muğis, "Vesaik" adlı eserinde şöyle de­mektedir: Kayrevân alimleri bu hususta farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Mu­hammed b. Ebi Zeyd der ki: Bu şekilde yemin eden bir kimse (yemini boz­ması halinde) hanımını üç defa boşamiş olur, yürüyerek Mekke'ye gitmesi ge­rekir, malının üçte birini dağıtması, bir yemin keffareti ödemesi ve bir köle azad etmesi gerekir. İbn Muğis der ki: Tuieytula fukahasından İbn Erfa' Ra'se-hû ile İbn Bedr de bu görüştedir.

eş-Şeyh Ebu İmran el-Fasî , Ebu'l-Hasen el-Kabisî, Ebu Bekr b. Abdurrah-man el-Karavî de şöyle derler: Eğer belli bir niyeti yoksa hanımım bir defa boşamış olur. Bu hususta onların delilleri arasında İbnü'1-Hasan'in İbn Ve-hb'den işittiği şu sözleridir: Bir kimsenin bir diğerinden almış olduğu en ağır söz hakkında bir yemin keffareti sözkonusudur. İbn Muğis der ki: Böylelik­le o, söyleyenin aleyhine "yeminler onun için bağlayıcı olur" dediğiniz şe­yi tek bir talak olarak kabul etmektedir. Çünkü, bir kimsenin: Birisinin diğe­rinden almış olduğu sözün en ağırı dolayısıyla bir yemin keffareti gerekir, de­mesinden daha kötü bir durum sözkonusu olamaz. O bakımdan biz de bu görüşteyiz.

Birinci görüşün sahipleri ise İbnü'l-Kasım'ın: Allah'ın ahdi, ağır misakı ve kefaleti ile bir kimsenin bir başkasından herhangi bir iş üzerine, onu yapma­masına dair ahit alıp daha sonra yaptığı şeyin en ağın da üzerime olsun sö­züyle ilgili yaptığı şu açıklamayı da delil göstermişlerdir: Eğer bu sözleriyle hanımını boşamayı, kölesini azad etmeyi ve bu yolla onları uzaklaştırmayı kastetmemiş ise, o lıalde onun bu yemini bozmasının cezası üç tane keffa­ret olsun. Şayet yemin ettiğinde herhangi bir niyeti bulunmuyor ise, "Allah'ın ahdi ve ağır misakt ü2erime olsun," şeklindeki sözü dolayısıyla iki keffaret-te bulunsun, "birisinin bir başkasından almış olduğu en ağır ahid ve söz" sö­zü dolayısıyla da bir köle azad etsin, hanımları ondan boş olur, Mekke'ye yü­rüyerek gider ve malının üçte birini de sadaka olarak dağıtır.

İbnü'l-Arabî der ki; Delillerin açıklamasına gelince yeminler demek olan: "el-Eyman" sözündeki "elif" ve "lam" ile cins veya ahd kastedilmiş olabilir. Eğer ahd için gelmiş ise, kişinin "billahi" sözünden ahid yoluyla anlaşılan el-Fihrî'nin söylediğidir. Şayet cins için kullanılmış ise boşamak da bir cinstir ve onun kapsamına girer. Fakat bütün boşama adedi (üç talak) sonuna kadar, kullanılmaz. Çünkü, cinsin kapsamına tek bir hususun girmesi yeter­lidir. Eğer cinsin kapsamına o hususların tamamı girecek olsa, malının da tümünü tasadduk etmesi gerekirdi. Çünkü, malın tümünü sadaka vermek hakkında yemin söz konusu olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın: "De ki: Âyetler ancak Allah'ın nezdindedlr" yani, ey Muhammed, bu âyetleri size göstermeye gücü yeten yalnızca Allah'tır. Ve O, bu âyetleri ancak dilediği takdirde gösterir, de.

"... Farkında değil misiniz?" Yani, bu yeminlerinizin (iman edeceklerine dair) gerçekleşeceğini size bildiren nedir? takdirinde olup meful hazfedilmiş-tir. Bundan sonra yeni bir cümle ile; " Şüphesi* o âyet geldiği zaman da yine İman etmiyeceklerdir'' diye buyurmaktadır ki, bu buy­rukta; ( Ol) edatının esreli okunuşu, Mücahid, Ebû Amr ve İbn Kesir'in kıra­atine göredir. İbn Mes'ud'un Bu âyet geldiğin­de onların iman etmeyeceklerini bilmiyor musunuz" şeklindeki kıraati de ta­nıklık etmektedir.

Mücahid ve İbn Zeyd der ki: Bu buyrukla muhatap olanlar müşriklerdir ve ifade burada sona ermektedir. Onlar hakkında iman etmeyeceklerine da­ir hüküm verilmektedir. Bundan sonraki âyet-i kerîmede de bize onların iman etmeyeceklerini bildirmektedir. Bu açıklama ise, İman et (mey)e-ceksiniz" diye okuyanların kıraatini andırmaktadır. el-Ferra ve başkaları ise hitap mü'mînleredir derler. Çünkü mü'minler Peygamber (sav)'a: Ey Al­lah'ın Rasulü, eğer bir âyet (mucize) inecek olsa belki iman ederler, demiş­lerdi. Bunun üzerine yüce Allah: "Farkında değil misiniz" buyruğunu indir­di. Yani, ey mü1 miriler, siz onların iman edeceklerini nereden biliyorsunuz? Buna göre; kelimesi, hemze üstün olarak okunur. Bu, Medinelilerin, el-A'meş ve Hamza'nın da kıraatidir. Yani, olur ki böyle bir mucize geldiğinde onlar iman etmeyeceklerdir. el-Halil der ki: Muhtemeldir ki o," anlamındadır. Bunu da el-Halil'den Sibeveyh nakletmektedir. Kur'an-ı Ke­rimde; Ne bilirsin belki o temizlenecekti" (Abese, 80/3) diye buyurmaktadır. Yani, onun temizlen (mey)eceğini nereden bilirsin an­lamındadır. Araplardan da Bize belki bir şey alırsın diye pazara git, tabiri nakledilegelmektedir. Ebu'n-Necm de şöyle der:

"(Oğlum) Şeyban'a dedim ki, onunla karşılaşmaya (yakalamaya) çık. Olur ki, onu kızartıp beraber bizdekilere yemek olarak İkram ederiz."

Adiy b. Zeyd de şöyle demektedir:

"Ey beni kınayan, nereden bilirsin ki benim ölümüm,

Bugünün bir saatinde, yahut yarının kuşluk vaktinde (gerçekleşmeyeceğini)."

Burada da ( öt ) edatıBelki gibi ihtimal edatı anlamındadır.  Du-reyd b. es-Simme de şöyle demektedir.[17]

"Bana zayıflayarak ölmüş cömert birisini göster. Belki ben de Senin görüşünü paylaşırım. Yahut ebedi yaşamış bir cimri (göster)."

Burada da lafzı, Belki ben de anlamındadır. Vın; anlamında kullanılışı Arap dilinde çokça rastlanılan bir husustur,

el-Kisaî de, Ubey b. Kâ'b'ın Mushaf ında da Belki... size ne bildirdi" şeklinde olduğunu nakletmektedir. el-Kisaî ve el-Ferra da derler ki: Buradaki olumsuzluk edatı olan,...ne, ma... fazladan gelmiştir. Yani: Bu âyetlerin müşriklere geldiği takdirde iman edeceklerini size ne bildirdi de­mektir. Burada bu olumsuzluk edatı yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gi­bi fazladan gelmiştir: Helak ettiğimiz bir ülke halkının dönmeleri gerçekten mümkün değildir. el-Enbiya, 21/95) Çün­kü bu buyruğun anlamı şöyledir: Helak edilen bir kasaba halkının geri dö­nüşleri imkânsız bir şeydir. Yine yüce Allah'ın: Seni secde etmekten alıkoyan nedir?" (e\-A'rat', 7/12) diye buyurmaktadır. Yani, secde etmekten seni engelleyen nedir. ez-Zeccâc, en-Nehhâs ve diğerleri ise bu­radaki; olumsuzluk edatının fazladan gelişini zayıf kabul etmişler ve şöy­le demişlerdir: Böyle bir iddia yanlışlıktır. Çünkü bu edat ancak karışıklığa meydan vermeyecek hallerde fazladan getirilir.

İfadede hazf olduğu da söylenmiştir. O takdirde mana şöyle olur: Bu âyetler, kendilerine geldiği vakit, onların iman edeceklerini yahut etmeyeceklerini nerden biliyorsunuz?"

Daha sonra bu "iman edeceklerini" anlamındaki ifade, tilaveti işitenin bu husustaki bilgisi dolayısıyla hazfedilmıştir. Bu açıklamayı da en-Nehhâs ve başkaları nakletmektedir.[18]

 

110. İlk defa ona İman etmedikleri gibi, Bil de onların kalplerini ve gözlerini çeviririz de azgınlıkları İçerisinde onları kör ve şaş­kın terkederiz.

Bu âyet-i kerime müşkil (açıklanması zor) bir âyettir. Özellikle bu âyet­te "azgınlıkları içerisinde onları kör ve şaşkın terkederiz" diye buyurul-maktadır Denildiğine göre anlam şöyledir: Biz, kıyamet gününde ateşin ale­vine ve kor ateşlerin sıcağı üzerine kalplerini ve gözlerini -dünyada iman et­medikleri için- evirip çeviririz. Buna karşılık dünyada da onları -azgınlıkla­rı içerisinde- terk ederiz. Yani, onlara mühlet verir ve onları cezalandırma­yız. Buna göre âyetin bir bölümü ahirette gerçekleşecek hususlar hakkında, bir bölümü de dünyada gerçekleşecek hususlar hakkındadır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "O gün yüzler vardır ki, zillet içindedir." (el-Gaşiye, 88/2) Bu, ahirette gerçekleşecektir. "Amel etmişler ve zahmet çekmişlerdir." (el-Ğâşiye, 88/3) Bu da dünyada gerçekleşmektedir.

Şöyle de açıklanmıştır: "...Çeviririz buyruğunda sözkonu edilen dünya­da olacaktır. Yani, bu âyet (istedikleri mucize) kendilerine gelecek olsa, sen onları davet edip de mucizeyi kendilerine gösterdiğin ilk seferde iman etme­lerine engeL teşkil ettiğimiz gibi, yine iman etmelerini engelleyeceğiz.

Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır. "Bilinki Allah, ki­şi ile kalbi arasına girer," (el-Enfal, 8/24) Yani, yapması gerekeni engeller. Buyruğun anlamı şöyle olun Bu âyet kendilerine geldiği sırada iman etme­leri gerekirdi. Çünkü onlar âyeti gözleriyle görmüş, kalpleriyle tanımışlardı. Buna iman etmeyişleri ise, Allah'ın kalplerini ve gözlerini çevirmesine sebep oldu. "İlk defa ona iman etmedikleri gibi" yani, onlar ilk defa ona iman et­medikleri gibi artık iman etmeyeceklerdir. Bu da şu demektir: Kur'an ve bu­na benzer, benzerini getirmekten acze düştükleri mucizeler, kendilerine geldiği ilk seferinde iman etmedikleri gibi, yine iman etmeyeceklerdir.

Şöyle de açıklanmıştır: Biz, bu gibi kimselerin, kalplerini iman etmesin­ler diye evirip çeviririz. Nitekim daha önceki ümmetlerden kâfir olanlar da gösterilmesini teklif ettikleri mucizeleri gördüklerinde iman etmemişlerdi.

İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Yani: İlk defa İman et­medikleri gibi, bu mucizeler kendilerine gelecek olursa yine iman etmeyeçeklerdir. Biz de onların kalplerini ve gözlerini evirip çeviririz "de azgınlık­ları İçerisinde onları kör ve şaşkın terkederiz" ne yapacaklarını şaşırırlar, kestiremezler.

Bu kabilden açıklamalar, daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/15. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [19]

 

111. Eğer Biz onlara gerçekten melekleri indirseydik, ölüler ken­dileriyle konuşsalardı ve (istedikleri) herşeyikarşılarına topla-saydık, onlar yine de Allah dilemedikçe iman etmezlerdi. Fa­kat onların çoğu bilmezler.

Yüce Allah'ın: 'Eğer Biz onlara gerçekten melekleri indirseydik" ve on­lar da bunları gözleriyle görmüş olsalardı, diğer taraftan "ölüler" Bizim kendilerini diriltmemiz suretiyle "kendileriyle konuşsalardı ve" gösterilme­sini istedikleri "herşeyi" her türlü mucizeyi "karşılarına" önlerine getirip "toplasaydık, onlar yine de Allah dilemedikçe İman etmezlerdi.

kelimesini ("kaP harfi ve "be" harfleri ötreli olarak değil de, "kaf"ı esreli, "be"yi de üstün olarak okuyuş) İbn Abbas, Katade ve İbn Zeyd'den nakledilmiş ve o da: Karşılarına anlamındadır. Aynı zamanda bu, Nafi' ile îbn Âmir'in de kıraatidir. Bunun, gözleri görecek şekilde yine iman etmeyecek­lerdi anlamına geldiği de söylenmiştir.

Muhammed b. Yezid ise, bu şekildeki okuyuşun bir tarafta (toplasaydık), anlamına geldiğini söylemiştir. Benim filanın nezdinde malım var, denildiği vakit bu şekilde söylenir. Buna göre bu kelime zarf olarak nasbedilmiştir. Di­ğerleri ise "kaP ve "be" harflerini ötreli olarak okumuşlardır ki, bunun da an­lamı, teminatçılar olarak şeklindedir. Buna göre bu kelime kefil anlamına ge­len "kabil'in çoğuludur. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmak­tadır: Veya Allah'ı ve melekleri kefil olarak gedresin." (el-İsra, 17/92) Yani, bu hususta bize teminat versinler, demektir ki, bu açıklama el-Ferra'dan nakledilmiştir.

el-Ahreş; topluluklar halinde anlamına geldiğini söylemiştir ki, Mücahid de bu görüştedir. Her iki görüşe göre bu kelime hal olarak nasbedümiştir. Muhammed b. Yezİd ise "kaf" ile "be" harflerinin ötreli okunuşunun, kar­şı karşıya, karşılıklı anlamlarına geldiğini söylemiştir. Eğer gömleği önden yırtıldıysa" (Yûsuf, 12/26) buyruğunda da bu anlamda­dır. Kişinin ön ve arkasına "kubulü ve duburü" denilmesi de buradan gelmek­tedir. Ebu Zeyd de bu kelimenin karşı karşıya, yüz yüze anlamına geldiğini nakletmektedir. Buna göre ötreli okuyuş da mana itibariyle esreli okuyuş gi­bi olur ve her iki kıraat arasında bir fark olmaz. Bu açıklamayı da Mekkî nak­letmektedir.

el-Hasen, ağırlığı dolayısıyla "be" harfinin ötresini hazfedip sakin olarakdiye okumuştur.

el-Ferra'nın (yani teminat vermek anlamına gelmesi) şeklindeki görüşü­ne göre, konuşmayanın konuşması sözkonusu olur. Aklı ermeyen varlıkla­rın kefil ve teminatçı olarak gelmesi ise, onlara gösterilecek büyük bir mu­cizedir. el-Ahfeş'in (yani, varlıkların bölük bölük getirilmesi) şeklindeki açıklamasına göre ise, bir araya gelmeleri, alışmadık şekilde bütün türlerin toplanması anlamına gelir.

"... Onlar, yine de Allah dilemedikçe iman etmezlerdi" anlamındaki buyrukta yer alan birincisinden, (yani müstesna minh'den) olmayan bir istisna mahallindedir. Yani: Eğer Allah onların iman etmelerini dileyecek ol­sa müstesna. Buradaki istisnanın; yüce Allah'ın ezeli ilminde iman edecek­leri önceden sabit olmuş mutlu kimseler oldukları da söylenmiştir. Bu buy­rukta Peygamber (sav)'a teselli vardır. "Fakat onların çoğu bilmezler" hak­kı bilmeyen kimselerdir. Tek bir mucize gördükten sonra daha başka muci­zelerin gösterilmesini teklif etmenin caiz olmadığını bilmeyen kimselerdir, an-iarmna geldiği de söylenmiştir. [20]

 

112. Biz her peygambere ins ve cin şeytanlarını böylece düşman kıl­dık. Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı bir takım söz­ler vahyeder (fısıldar). Eğer Rabbİn dileseydl bunu yapamazlar­dı. Artık, sen de onları iftiraları ile baş başa bırak.

Yüce Allah: "Biz, her peygambere... kıldık" buyruğu ile Peygamberini te­selli etmektedir. Yani Biz seni bu kavimle mübtelâ kıldığımız gibi, aynı şe­kilde senden önceki bütün peygamberlere de "ins ve cin şeytanlarını böy­lece düşman kıldık" diye buyurmaktadır.

Sibeveyh, "kıldı" anlamına gelen Niteledi" anlamına gel­diğini nakletmektedir. Düşman," birinci meful, Her pey­gambere" ise ikinci meful mahallindedir.

İns ve cin şeytanlarını'' ise "düşman" kelimesinden be­deldir. Bununla birlikte "(ûM-l): Şeytanların birinci meful, Düşman" kelimesinin de ikinci meful olması da mümkündür. Şöyle demiş gibi olur; Biz, ins ve cin şeytanlarını böylece düşman kıldık. el-A'meş de cin kelime­sini Öne alarak Cins ve ins şeytanlarını" diye okumuştur ki, anlam birdir.

"Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı birtakım sözler vahye-der." Bunlarla cin şeytanlarının ins şeytanlarına fısıldadığı sözleri kastetmek­tedir. Onların fısıldadıkları sözlere "vahiy" adının verilmesi gizlice oluşun­dan dolayıdır. Onların olmadık şeyleri anlatıp göstermelerini ise "yaldızlı"

diye nitelendirmesi bu ftsıldayışlanm kendilerine süslü göstermeleri dola-yısıyladır. Altına (süs anlamında): "Zulıruf" denilmesi de bundan dolayıdır. Gerçek olmayan şekliyle süslü ve güzel gösterilen her şey de zuhruf adını alır. "Muzahraf" ise süslenen demektir. Suyun zuhrufları ise kolları demek­tir.

Aldatmak için" buyruğu, mastar meful-i mutlak olarak mansub-dur. Çünkü: "Onlardan kimi kimine... vahyeder" buyruğu bu vahiy ve fı-sîldaşmalarıyla onları alabildiğine aldatırlar anlamındadır. Hal mahallinde ol­ması da mümkündür.

Aldatmak (el-ğurur); batıl anlamındadır. en-Nehhâs der ki: İbn Abbas'tan zayıf bir isnadla, yüce Allah'ın: "Kimi kimine... fısıldarlar" buyruğu hakkın­da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Cinlerden her biri ile bir şeytan ve İn­sanlardan her biri ile bir şeytan vardır. Biri öteki ile karşılaştığında şöyle der: Ben, bu adamımı şu işle saptırdım. Sen de onun bir benzeriyle adamını sap­tır. Diğeri de ona benzer bir şey söyler. İşte onların birbirlerine vahyetme-leri budur. İkrime, ed-Dahhâk, es-Süddî ve el-Kelbî de böyle demişlerdir.

en-Nehhâs der ki: Birinci görüşe (yani, cin şeytanlarının ins şeytanlarına vesvese verdiği şeklindeki açıklamaya) yüce Allah'ın şu buyuruğu deli) teş­kil etmektedir: "Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmeleri İçin kendi dost­larına telkinde (vahiyde) bulunurlar."(el-En'âm, 6/121) İşte bu buyruk, açık­ladığımız bölümü beyan etmektedir.

Derim kî; Buna sahili sünnetten Hz. Peygamber'in şu buyruğu da delâlet etmektedir: "Sizden kendisiyle birlikte cinden yandaşj (onu saptırmakla gö­revli şeytanı) beraber bulunmayan hiçbir kimse yoktur." Sen de mi Ey Allah'ın Rasulü? diye sorulunca, o da şöyle buyurdu: "Ben dahi böyleyim. Şu kadar var ki, Allah ona karşı bana yardım etti, ben de onun şerrinden kurtulabili-yorum. O bakımdan bana hayırdan başka bir şey emretmiyor."[21]

Buradaki; kelimesi, "mim" harfi ötreü ve üstün olarak rivayet edilmiştir. Ötreli rivayet, ben onun şerrinden kurtuluyorum, anlamındadır. Üs­tün rivayet ise müslüman oldu anlamındadır. Hz. Peygamber: "Sizden... kimse yoktur" diye buyurmakta fakat şeytanlardan da kimse yoktur diye bu-yurmamıştır. Bununla birlikte, Hz. Peygamber'in bununla iki cinse de biri­sini zikrederek dikkat çekmiş olması muhtemeldir. O takdirde bu, yüce Al­lah'ın: "Ve sizi sıcaktan koruyacak elbiseler" (en-Nahl, 16/81) buyruğu türün­den olur. (Soğuktan koruyacak elbiseler ise delaleti dolayısıyla zikredilrne-miştir). Ancak bu şekilde olma ihtimali uzaktır. Doğrusunu en iyi bilen Al­lah'tır.

Avf b. Malik Ebu Zer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki; "Ey Ebu Zer, ins ve cin şeytanlarının şerrinden Allah'a sığındın mı?" Ebu Zer: Ey Allah'ın Rasulü, peki insin de şeytanları var mıdır? diye sor­du, şöyle buyurdu; "Evet, hem de onlar cin şeytanlarından daha kötüdürler.[22]

Malik b. Dinar da der kt: İns şeytanı benim için cinlerin şeytanından da­ha zorludur. Çünkü ben, Allah'a sığındım mı cin şeytanı yanımdan uzaklaşır, gider, tns şeytanı ise bana gelir ve göz göre göre beni masiyetlere çeker.

Ömer b. el-Hattab da (r.a) bir kadım:

"Şüphesiz kadınlar sizler için yaratılmış reyhanlardır ve Hepiniz reyhanı koklamayı arzularsınız.*

diye bir beyit okuduğunu işitince ona: Şüphesiz kadınlar bizim için yaratıl­mış şeytanlardır, şeytanların şerlerinden Allah'a sığınırız diye cevap verdiği nakledilmektedir.

Yüce Allah'ın: "Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı." Yani, alda­tıcı yaldızlı sözleri birbirlerine fısıldaşamazlardı.

"Artık sen de onları... btrak" buyruğu, tehdit anlamını ihtiva eden bir emirdir.

Sibeveyh der ki: -Terketti anlamında-da denilmez, da denil­mez. Bu iki fiil yerine; kullanmakla yetinmişlerdir.

Derim ki: Bu açıklama çoğunluk hakkında uygundur. Haîbuki Kur'an-ı Ke­rimde bu İki fiilin de kullanıldığını görüyoruz: "(Kimseleri ter-ket" (el-En'âm, 6/70); Onları bırak, terket" (el-En'âm, 6/91, 112 ) ve saire ile Seni terketmedi" (Dulıa, 93/3) diye buyurulmaktadır.

Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: Bir takım kimseler, ya cumaları terk etmekten vazgeçecekler..."[23] Artık bunu yaptılar mı, onlar terkedilmiş olurlar.[24] Bu gibi buyruklarda bu fiiller baştaki "vav" harfi İle birlikte kullanılmışlardır.

ez-Zeccâc der ki: "Vav" harfi ağır bîr harftir. Terketti, fiilinde vav har­fi olmamakla birlikte "vav" harfi bulunan diğer fiillerle aynı anlamı İfade et­tiğinden "vav" harfi bulunan fiillerin kullanımı terk'edilmiş oldu. İşte, (Sibe-veyh'in) sözünün anlamı budur, yoksa bütün hallerde böyle olduğu anlamı­na gelmez. [25]

 

113. Tâ ki, âhirete iman etmeyenlerin kalpleri ona meyletsin, bir de ondan hoşnut olsunlar ve kazanabildiklerini kazansınlar.

Yüce Allah'ın: "Tâ ki... kalpleri ona meyletsin" buyruğunda geçen; "Tâ ki... meyletsin" anlamındadır. Fiilin son harfi "yâ"h da kulla­nılır, "vav"h da kullanılır. Aynı anlamı ifade eder. Şair der ki:

"Sen, sefîh kimsenin sapasağlam her sözden yan çizdiğini görürsün.

Buna karşılık onun şüpheye düşürücü sözlere kulak verdiğini de görürsün."

İçinde bulunanlar bir araya toplansın diye kabı eğdim, an­lamındadır. Bu kelime, asıl itibariyle herhangi bir maksat dolayısıyla bir şeye meyletmek demektir. Batmaya yüz tutmuş yıldızlar hakkında kullanılan, tabiri de buradan gelmektedir. Kur'an-ı Kerim'de de: Çünkü kalpleriniz meyletmiştir" (et-Tahrim, 66/4) diye buyrulmaktadır.

Ebu Zeyd der ki: ifadeleri, o sana meylediyor anlamındadır. Hadis-i şerifte de: Kabı ona doğru meylettir­di, eğdi[26] denilmektedir. Yani, kediye kabı eğdi anlamındadır.

ise, meyledip de yanında bulunanları elde etmek is­tedikleri akrabalığı hususunda filana ikramda bulundular," demektir. Dişi de­ve üzerine eğer takımları bağlandığı sırada birşeylere kulak verip dinlemek istiyormuşçasına başını sahibine doğru eğecek olursa, denilir. Zu'r Rimme  der ki:

"Üzerine eğer takımlarını koyduğu vakit hemen ona yapışırca sına eğiliverir. Nihayet ayaklarım üzengiye koyup da üstüne bindi mi çabucak yoluna koyulur."

Tâ ki... meyletsin" buyruğundaki "lam," "lam'ı key" diye bilinir. Burada amel eden ise "vahyeder" fiilidir ki, takdiri şöyledir: Kendilerini al­datmak ve kalpleri ona meyletsin diye birbirlerine vahyederler, fısıldaşırlar. Bazıları, bu "lairTın "emir lam"ı olduğunu iddia etmişlerse de bu bir yanlış­lıktır. Çünkü, o takdirde sondaki "elif"maksuremin de hazfedilerek; şeklinde olması gerekirdi. Buradaki "lam", "Iam-ı key"dir. (Tâ ki anlamında)

Aynı şekilde Bir de ondan hoşnut olsunlar ve... ka­zansınlar" dakı lam'lar da böyledir. Şu kadar var ki el-Hasen, "lam" harfle­rini sakin olarak; diye okumuş ve tehdit anlamında bu "İam"ı "emir lam"s olarak kabul etmiştir. Dilediğini yapabilirsin, demek

"Ve kazanabildiklerini kazansınlar" şeklindeki anlam, İbn Abbas, es-Süd-dîve İbn Zeyd'in açıklamasına göredir. Aynı fiil kullanılarak:

Aile halkı için kazanmak üzere çıktı," denilir. Bir kişi her­hangi bir işe girişip onu yaptı mı, denilir.

hakkımda şüphe ile yaptığın bu iddiada bana iftira­da bulunuyorsun," anlamındadır. Yaranın kabuğunu almayı ifade etmek üzere de denilir, yalan söyledi anlamındadır. Şair Ru'be der ki:

"Uydurulup yalan söyleyerek düzülen gözlere karşı fayda vermedi Ne takvâlıhnın takvası, ne afifin iffeti."

Asü itibariyle bu, bir şeyden bir parça kesip almak anlamındadır. [27]

 

114. "O, size Kitabı açık açık indirmişken Allah'tan başka bir hakem mi arayacakmışım?" Kendilerine kitap verdiklerimiz, bunun muhakkak Rabbin tarafından hak ile indirildiğini bilirler. Ar­tık sakın şüphe edenlerden olma.

Yüce Allah'ın: Allah'tan başka bir hakem mi arayacak

mışun" buyruğundaki "başka" anlamına gelen; kelimesi, arayacakmı­şım" anlamı verilen; ile nasbedilmiştir. Hakem" lafzı ise, temyî2 olarak nasbedilmiştir. Hal olarak nasbediİdiği de kabul edilebilir.

Buyruğun anlamı da şöyledir: Size geniş geniş açıklamalar ihtiva eden bu Kitabı indirmek suretiyle âyet ve mucizeler istemenize gerek bırakmamış olan O yüce Allah'tan başkasını mı ben sizin için hakim olarak arayacak mışını?

Diğer taraftan "hakem" kelimesi, hakimden daha beliğ bir anlam ifade eder. Hak ile hüküm veren kimse hakem adını almaya hak kazanır. Zira bu övgü de ta'zim sıfatıdır. Hakim ise fiile göre cereyan eden bir sıfattır. Hakk'tan başkasıyla hüküm verene de bu isim verilebilir.

"Kendilerine kitap verdiklerimiz" buyruğu ile yahudi ve hıristiyanlan kast etmektedir. Onlardan İslâm'a giren Selman, Suheyb ve Abdullah b. Selam gi­bileri olduğu da söylenmiştir. "Onlar bunun" yani Kur'an-ı Kerim'in "muhak­kak Rabbin tarafından hakk ile İndirildiğini biUrler." Onda bulunan her türlü va'd ve tehdidin hakk olduğunu bilirler. "Artık sakın şüphe edenler­den olma." Onların bu Kitabın Allah tarafından İndirildiğini bildikleri husu­sunda şüphe edicilerden olma.

Ata der ki: Kendilerine Kitab verdiklerimiz ile kastedilenler, Muhammed (sav)'ın ashabının ileri gelenleri, başkanları, Ebu Bekr, Ömer, Osman ve Ali (r.anhum)'dırlar. [28]

 

115- Rabbinin sözü doğruluk ve adalet bakımından tamamdır. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O, herşeyi işitendir, hakkıyla bilendir.

'Rabbininsözü... tamamdır" buyruğundaki {£z£y. Söz" kelimesini Kü­reliler tekil okumuşlardır. Diğerleri ise çoğul olarak; ( ^;.ıj-): Sözleri şeklin­de okumuşlardır.

İbn Abbas, şöyle açıklamıştır: Rabbinin yaptığı tehditleri değiştirecek kim­se yoktur. Sözler, bizzat kullanılan ibarelere raci de olabilir, va'd, tehdit ve bun­lara benzer alakaiı oldukları diğer hususlara da raci olabilir, Katade der ki: Söz­lerden kasıt Kur'an-ı Kerim'dir. Kimse onu değiştiremez, iftiracılar ona fazla bir şey ekleyemeyecekleri gibi ondan hiçbir şey de eksiltemezler.

"Doğruluk ve adalet bakımından" yani, va'd edip verdiği hükümler ba­kımından eksiksizdir. Kimse onun hükmünü geri çeviremez, sözünde durma­ması sözkonusu değildir.

er-Rummanî, Katade'den şöyle dediğini nakletmektedir: Hakkında hüküm verdiği şeylerde kimse sözlerini değiştiremez. Yani, her ne kadar kitap eh­linin lafız itibariyle Tevrat ve İncil'i değiştirmeleri mümkün olsa bile onların bu değiştirmelerinin ehemmiyeti yoktur, Âyet-i kerime, Kur'an-ı Kerim'in de­laletlerine tabi olmanın vücubunu ortaya koymaktadır. Çünkü, Kur'an-ı Ke­rim, onu nakleden şeylerle değiştirilmesi mümkün olmayan hakkın kendisi­dir. Zira hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığı lıakîm bir Rabb tarafından in­dirilmiştir. [29]

 

116. Eğer sen, yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen, se­ni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zannederler, onlar ancak asılsız tahminlerde bulunurlar.

117- Şüphe yok ki Rabbİn yolundan sapanları da en İyi bilendir, O, hidayette olanları da en iyi bilendir.

Yüce Allah'ın: "Eğer sen yeryüzünde bulunanların çoğuna" yani, kâfir­lere "itaat edersen, seni Allah yolundan" yani, Allah'ın sevap ve mükâfa­tını almaya götüren yoldan "saptırırlar. Onlar, ancak zannederler." buyruğundaki anlamındadır. (Yani, zandan başkasına uymuyorlar). Yi­ne "onlar ancak asılsız tahminlerde bulunurlar" buyruğunda da böyledir, Asılsız tahminlerde bulunurlar." kendi zanlanna göre kanaat be­lirtirler, ölçüp biçer, takdir ederler. Tahminde bulunmak da buradan gelmektedir. Asıl anlamı ise kesmek demektir. Şair der ki:

"Sen aramızda mızrakların parçalarını çubukların pürüzlerini düzeltip Elleriyle arşınladıklarına benzediklerini görürsün."

Beyitteki Çubuk parçalan, çoğuludur. Haracını al­mak üzere hurma ağacındaki meyveyi tahmin etme İşini anlatmak üzere de denilir. Buna göre ise kesin olarak ifade edilmesi mümkün olmayan şeyi kestirip atan, kesinlikle ifade eden, demektir. Bunun caiz olmayışı ise, bu konuda kesin bilgi sahibi olmadığından dolayıdır.

Bu hususa dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle ileride ez-Zariyat Sûresi'nde (51/10. âyetin tefsirinde) gelecektir.

"Şüphe yok ki Rabbin, yolundan sapanları da en İyi bilendir." Bazıla­rı, buradaki "en İyibilen"in bilir anlamına kullanıldığını söylemiş ve buna da Hatem et-Taî'nin:

"Taylı'lar bizden ayrı bir antlaşmaya girdiler

Bizim ise onları yardımsız bırakmayacağımızı Allah en iyi bilendir,"

Beyti île el-Hansâ'nın şu beyitini tanık olarak göstermişlerdir;

"Allah bilir ki onun tenceresi (ya da kalkanı) rüzgâr gibi (Sabahleyin) gider, yahut (akşamleyin.) yol alır."

Ancak, bu beyitlerde delil olacak bir taraf yoktur. Zira bu: *O, hidayette olanları da en iyi bilendir" buyruğuna uygun düşmez. Çünkü bu buyruğun asıl kipinin ifade ettiği anlam üzere olması muhtemeldir.

"Yolundan sapanları" buyruğundaki; Kim, hangi anlamındadır. Bu­na göre bu, ref mahallinde olup, onu ref eden,  Sapan," fiilidir.

En iyi bilen" ile nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir. Yani, mu­hakkak Rabbin, insanlar arasında hangisinin yolundan saptığını en iyi bilen­dir. Mecrur olmasını gerektiren amilin hazfı dolayısıyla nasb mahallinde ol­duğu da söylenmiştir ki, Sapan kimseleri," demek olur. Bunu ki­mi Basralı nahivciler söylemiştir, güzel bir açıklamadır. Çünkü daha sonra: , hidayette olanları da en iyi bilendir" diye buyruldu-ğu gibi, en-Nahl Sûresİ'nin sonlarında da şöyle buyrulmaktadır: "Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları da en iyi bilenin tâ kendisidir, O, hidayet­te olanları da en iyi bilendir," (en-Nahl, 16/125)

Âyet-i kerimede "sapan" anlamındaki fiil, "saptıran" anlamında;di­ye de okunmuştur ki, bu kıraate göre mef ulun hazfedilmesi sözkonusu olur. Ancak birinci kıraat daha güzeldir. Zira, daha sonra: "O, hidayette olanla­rı da en iyi bilendir" diye buyurmaktadır. Şayet bu "sapma" fiili saptırma an­lamındaki; 'den gelmiş olsaydı, o takdirde de; Ve O, hidayete iletenleri de en iyi bilendir," demesi gerekirdi. [30]

 

118. Şayet O'nun âyetlerine İman edenler iseniz, artık üzerlerine Al­lah'ın adı anılanlardan yeyin.

Yüce Allah'ın; "Artık üzerlerine Allah'ın adı anılanlardan yeyin" âyeti, şu sebeple inmiştir. Bazı kimseler. Peygamber (sav)'e gelip: Ey Allah'ın Ra-sulü, biz kendimizin öldürdüklerini yiyoruz da Allah'ın öldürdüğünü (yani, kesme dışında herhangi bir yolla ölenleri) yemiyoruz diye sordular. Bunun üzerine, yüce Allah'ın: "Şayet... Allah'ın adı anılanlardan yeyin" âyetinden itibaren "eğer onlara İtaat ederseniz, elbette siz de müşrikler olursunuz" (el-En'âm, 6/121) buyruğuna kadar nazil oldu. Bunu Tirmizî ve başkaları riva­yet etmiştir.[31]

Ata der ki: Bu, âyet-i kerime, içilene, kesime ve yenilen herşeye Allah'ın adını anmayı emretmektedir. Yüce Allah'ın: "Şayet O'mm âyetlerine İman edenler iseniz" buyruğu O'nun hükümlerine inanan ve emirlerini uygula­yan kimseler iseniz, demektir. Çünkü bu âyetlere iman etmek, onlan alıp uy­gulamayı ve onlara tam anlamıyla bağlanıp itaat etmeyi gerektirmektedir. [32]

 

119. Üzerine Allah'ın adı anılanlardan yememenize sebep ne? Hal­buki O size, -kaçınılmaz olarak kendisine ihtiyaç duydukları­nızı müstesna kılarak- neyi haram kıldığını ayrı ayrı açıklamış­tır. Gerçekten bir çok kimse bilgisizce, hevâlarıyla saptırı­yorlar. Şüphesiz Rabbin, haddi aşanları çok iyi bilendir.

Yüce Allah'ın: "Üzerine Allah'ın adı anılanlardan yememenize sebep ne"

buyruğunun anlamı şudur: Kendi ellerinizle öldürmüş olsanız dahi üzerle­rine Allah'ın adını andıklarınızdan yememenize engel olan nedir? "Halbuki O size... ayrı ayrı açıklamıştır." Size neyin helâl, neyin haram olduğunu açtk-larruş ve şüphe ve tereddütlerinizi gidermiştir.

... Ne" takrir ihtiva eden bir sorudur. İfadenin takdiri şöyledir: Ya­ni, sizin için bunlardan yememenize sebep teşkil eden nedir?. Buna göre, mastar takısı olan "ne", harM cer takdiri ile cer mahallindedir. Harf-i cer takdir edilmeksizin nasb mahallinde olması da mümkündür. O takdirde nasb eden de Size sebep ne" buyruğunda yer alan ve "sizi alı­koyan" takririnde olan fiil manasıdır.

Daha sonra yüce Allah: "Kaçınılmaz olarak kendisine ihtiyaç duyduk­larınızı müstesna kılarak" buyruğu ile istisnada bulunmaktadır ki, bunun­la raeyte (.leş) ve buna benzer haram kılmış olduğu diğer bütün yiyecekleri kast etmektedir. Bakara Sûresi'nde (2/172-173. âyetler, 25. başlıkta) geçtiği gibi. Buradaki istisna, munkatı1 istisnadır.

NarV ile Yakub, Halbuki O size neyi haram kıldığı­nı ayrı ayrı açıklamıştır* buyruğunda her iki fiili de (ilk harflerini malum bina ile) üstün olarak okumuştur. Ebu Amr, İbn Âmir ve İbn Kesir her iki fi­ilin de ilk harflerini ötreli olarak (meçhul olarak) okumuşlardır. Buna göre: Halbuki size neyin haram kılındığı ayrı ayrı açıklanmıştır, demek olur.

Kûfeliler ise, birincisini üstün, ikincisini de ötreli olarak okumuşlardır. Bu­na göre anlam: Halbuki O size neyin haram kılındığını ayrı ayrı açıklamıştır şeklinde olur. Atiyye el-Avfi ise, "sad" harfini şeddesiz olarak; diye oku­muştur ki, bunun da anlamı, açıkça belli olmuş, ortaya çıkmıştır şeklindedir. Nitekim: Elif, Lâm, Râ. Bu, âyetleri sağlamlaştı­rılmış, sonra da açık seçik ortaya çıkmış bir kitaptır" (Hûd, 11/1) (Meal ör­nek gösterilen kıraate göre verilmiştir, "fe" harfi ötreli, sad'in şeddeli ve es-reli olarak okunuşa göre meali ise: Sonra da geniş geniş açıklanmıştır anla­mındadır). Ebu Ubeyde ise Medİnelilerin kıraatini tercih etmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: "O, size... açıklamıştır." Yani, gereği gibi beyan etmiştir. Bu ise yüce Allah'ın Maide Sûresi'nde sözünü ettiği: "Leş, kan, do­muz eti... size haram kılındı" (e[-Maide, 5/3) buyruğunda sözü geçenlerdir.

Derim ki: Ancak bu görüş tartışılır. Çünkü, el-En'âm Sûresi Mekke'de in­miş, el-Maide ise Medine'de İnmiştir. Henüz indirilmemiş buyruklara nasıl atıf­ta bulunabilir? Ancak "açıklamıştır" anlamındaki mazi fiil Açıklaya­cağı şeklinde rnuzari fiil anlamında olması halinde kabul edilebilir. Doğru­sunu en iyi bilen Allahtır.

"Gerçekten bir çok kimse bilgisizce, hevalarıyla saptırıyorlar" buyru­ğunda, "saptırıyorlar" anlamına gelecek şekilde "ye" harfini ötreli okuyuş, Kûfelilerin kıraatidir. Başkaları bunu "Gerçekten bir çok kimse bilgisizce he-vâlârıyla sapıyorlar" anlamını verecek şekilde "ye" harfini üstün olarak oku­muşlardır. Burada (kıraat farkına göre sapan veya saptıranlar), kastedilenler müşriklerdir. Çünkü onlar: Allah'ın kendi bıçağıyla kestiği, sizin kendi bıçak­larınızla kestiklerinizden hayırlıdır demişlerdi. "Bilgisizce" yani, kesim ko­nusunda bildikleri bir bilgiye dayalı olmaksızın... Zira kesimdeki hikmet, Al­lah'ın bizim için -kendiliğinden ölenden farklı olarak- haram kılmış olduğu kanı dışarı çıkmasını sağlamaktır. Bundan dolayı yüce Allah kesimin özel bir yerde yapılmasını bize meşru kılmıştır. Böylelikle kesim, hayvanda bulunan kanın -diğer azalanndan farklı olarak- dışarı çıkmasına sebep teşkil etsin. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır. [33]

 

120. Günahın açık olanını da gizlisini de bırakın. Çünkü günah ka­zananlar, kazanmakta oldukları yüzünden cezalandırılacaklar­dır.

Yüce Allah'ın: "Günahın açık olanını da gizlisini de bırakın" buyruğu ile ilgili olarak ilim adamlarının söylediği pek çok söz vardır. Bunların özü ise şudur: "Açık olan"dan kasıt, yüce Allah'ın beden ile ilgili olup yapılma­sını yasak kıldığı işlerdir.

"Gizli olan'dan kasıt İse, kalpte kararlaştırılan ve Allah'ın vermiş oludu-ğu emir ve yasaklara muhalefet etme karandır. Bu ise, (yani gizli olandan ka­çınmak) ancak muttaki ve ihsan derecesine ulaşmış olanların erişebilecek­leri bir mertebedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra da sa-kıntp iman ettikleri, sonra yine sakınıp ihsanda bulundukları takdirde..." (el-Maide, 5/93) Bu da yine el-Mâide Sûresi'nde (sözü geçen âyetin tefsirin­de) açıklandığı üzere üçüncü mertebeyi ifade eder.

Şöyle de açıklanmıştır: Cahiliye döneminde açıktan açığa işlenen zina ve gizli olarak dost edinmeler kastedilmektedir. Bizim baş tarafta sözünü etti­ğimiz açıklamalar, her türlü günahı kapsayacak ve her türlü emri de yerine getirmeyi gerekli kılacak bir muhtevadadır. [34]

 

121. Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin. Çünkü o, el­bette bir fısktır. Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmele­ri İçin kendi dostlarına vahiyde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz, elbette siz de müşrikler olursunuz.

Yüce Allah'ın: "Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin. Çünkü

o, elbette bir fisktır" buyruğuna dair açıklamalarımızı beş başlık halinde su­nacağız: [35]

 

1. Âyetin Nuzûl Sebebi:

 

Ebû Dâvûd rivayetle der ki: Yahudiler, Peygamber (sav)'a gelip şöyle de­diler: Biz kendi öldürdüklerimizden yiyoruz da Allah'ın öldürdüğünden ye-miyoruz (neden)? Bunun üzerine aziz ve celii olan Allah: "Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" âyetini sonuna kadar indirdi.[36]

Nesâî'nin de İbn Abbas'tan rivayetine göre o, yüce Allah'ın: "Üzerine Al­lah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" buyruğu hakkında şöyle demiştir: Müş­rikler, onlarla (yani rnü'minlerle) tartışarak şöyle dediler: Allah'ın kestiğini ye-miyorsunuz, fakat kendinizin kestiklerini yiyorsunuz.[37]

Bunun üzerine yüce Allah onlara şöyle buyurdu: Yemeyiniz, çünkü siz on­lar üzerine Allah'ın adını anmış değilsiniz

İşte burada da usule dair bir mesele ortaya çıkmaktadır ki, o da bir son­raki başlığımızın konusunu teşkil etmektedir: [38]

 

2. Bir Sebebe Binaen Varidi Olmuş Lafız:

 

Bir sebebe binaen vârid olmuş bir lafız, yalnızca o sebebe münhasıran ka­bul edilir mi, edilmez mi? tlim adamlarımız derler ki: Şari'in umum lafızlar için kullanılan sigalardan herhangi birisiyle (soru ve sebep sözkonusu olmaksı­zın) zikretmiş olduğu hususlarda umumun sözkonusu olduğu iddiasının doğruluğu su götürmez. Ancak, bir soruya cevap olmak üzere zikretmiş ol­duğu sigaya gelince, bu hususta usul-i fıkıhta bilinen etraflı açıklamalar vardır. Şu kadar var kî, soru sormaksızın bağımsız bir lafız ile bir açıklama­da bulunulacak olursa, bu da umumun kastedildiğinin sahih bir iddia oldu­ğu şeklinde, birincisi gibidir.

Buna göre yüce Allah'ın: "Yemeyin" buyruğu, leşin yenilmesinin yasak-lığı hususunda zahirdir. "Üzerinde Allah'ın adı anılmamış olması" şeklindeki umumi hüküm dolayısıyla Allah'tan başkasının adt anılarak kesilen de bunun kapsamına girer. Ayrıca yüce Allah'ın: "Bir de Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen" (el-Bakara, 2/173) buyruğundaki lafız gereğince haram olmasını gerektiren Allah'tan başkasının adı anıldığı için, bu umumi yasağın kapsamına girmektedir.

Müslümamn kesim esnasında ve av hayvanını salıvermesi sırasında kas­ten besmele çekmeyi terk ettiği hayvan bunun kapsamına girer rai, girmez-mi? Bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir. [39]

 

3. Kesim Ve Avlanma Sırasında Müslümanın Besmeleyi Kasten Terketmesinin Hükmü:

 

Bu hususta ilim adamlarının birbirinden farklı beş ayrı görüşü vardır

1. Eğer besmeleyi unutarak terkedecek olursa, kestiği de, avladığı da ye­nilir. Bu, İshâk'ın görüşü olduğu gibi Alımed b. Haiibel'den gelen rivayetler­den birisi de böyledir. Kasten besmeleyi terkedecek olursa, kestiği de avla­dığı da yenilmez. "el-Kitab"da Malik de, İbnü'l-Kasım da böyle demişlerdir.

Bu aynı zamanda Ebu Hanife'rtin ve arkadaşlarının, es-Sevrî'nin, el-Hasan b. Hayy'ın, İsa'nın ve Esbağ'tfi da görüşüdür. Said b. Cübeyr ile Ata da bu gö­rüşte olup en-Nehhâs da bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: Bu, daha gü­zel bir görüştür. Çünkü bir kimse eğer unutarak besmeleyi terkedecek olur­sa, onun kestiğine "fısk" adı verilmez,

2.  Kasten veya unutarak terkedecek olsa, kestiği de avladığı da yenilir. Bu, Şafiî ve el-Hasen'tn görüşü olduğu gibi, bu görüş İbn Abbas, Ebu Hu-reyre, Ata, Said b. el-Müseyyeb, Cabir b. Zeyd, İkrirne, Ebu İyad, Ebu Râ-fi1, Tavus, İbrahim en-Nehaî, Abdurralıman b. Ebi Leyla ve Katade'nin de gö­rüşüdür.

ez-Zehravî, Malik b. Enes'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Kasten ya da unutarak besmele terk edilerek kesilen hayvanın eti yenilir. Bu görüş Ra-bia'dan da rivayet edilmiştir. Abdulvehhab der ki: Besmele sünnettir. Kesen, bunu unutarak terkedecek olursa Maiik ve arkadaşlarının görüşüne göre ke­silen hayvanın eti yenilir.

3- Kasten ya da unutarak besmeleyi terkederse, onu yemek haram olur. Bu görüş de Muhammed b. Şirin, Abdullah b. Ayyaş b. Ebi Rebia, Abdullah b. Ömer, Nah', Abdullah b. Zeyd el-Hutamî ve eş-Şa'bî'nin görüşüdür. Ebu Sevr ile Dâvud b. Ali ve bir rivayette de Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir.

4. Kasten besmeleyi terkedecek olursa, yenmesi haram olur. Kadı Ebu'l-Hasen ile bizim mezhebimi?, alimlerinden eş-Şeylı Ebu Bekr de bu görüşte­dirler.

5. Eşheb der ki; Kasten besmeleyi terk edenin kestiği -besmeleyi hatife alan bir kişi olması hali müstesna- yenilir. Taberî de buna yakın bir görüş ifade etmiştir. Bunun delillerine gelince; yüce Allah: "Artık üzerlerine Allah'ın adı anılanlardan yeyin" (el-En'âm, 6/118) diye buyurduğu gibi: "Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" diye buyurmakta, böylelikle her iki durumu da açıklayıp bu iki duruma ait hükümleri de izah etmektedir. Yüce Allah'ın; "Yemeyin" buyruğu haramhk ifade eden bir nehiy (yasak)'dir. Bunun kera­het ile yorumlanması caiz değildir. Çünkü, bu nehiy, kural gereği katıksız ha­ramı da ihtiva etmektedir. Bunun kısımlara ayrılması, yani aynı zamanda hem haramlığın, hem de kerahetin kast edilmesi mümkün olamaz. İşte bu usul ka­idelerinin en nefisleri arasında yer alır.

Unutana gelince, unutan kimseye yönelik bir hitap sözkonusu değildir. Zi­ra, unutkanın muhatap alınmasına imkân yoktur. Dolayısıyla sözü geçen şart (Allah'ın ad) anılmaksızın kesilenlerden yememekVonun için vacip değildir.

Kasti olarak besmeleyi terk edene gelince, bunun için üç hal sözkonusu-dur: Ya hayvanı kesim için yatırdığı vakit besmele çekmeyi terkeder ve za­ten benim kalbim Allah'ın isimleri ve tevhidi ile doludur. Ayrıca onu dilim­le zikretmeye ihtiyacım yoktur der. Bu şekilde diyenin bu kanaati geçerlidir. Çünkü yüce Allah'ı zikretmiş ve ta'zim etmiş demektir.

Yahut da: Burası sarih bir şekilde besmele çekilecek bir yer değildir. Zi­ra, hayvan kesimi Allah'a yakınlaştırıcı bir ibadet (bir kurbet) değildir. Böy­le diyenin durumu da kurtancıdır. Yahut da böyle bir kimse, ben besmele çek­mem. Hem besmelenin ne ehemmiyeti var ki, der. Böyle diyen bir kimse bu işi hafife alan fasık kimsedir. Ve onun kestiği de hiç bir şekilde yenilmez.

İbnü'l-Arabî der ki; Ben, muhakkiklerin başı İmamu'HIarameyn'in şu sö­zünden dolayı hayret ediyorum: Yüce Allah'ı anmak, Allah'a yakınlaştırıcı iba-detierde meşru kılınmıştır. Hayvan kesimi ise böyle yakınlaştırıcı bir ibadet değildir. Ancak bu iddia Kur'an ve sünnete uygun değildir. Çünkü Peygam­ber (sav) sahih hadiste şöyle buyurmuştur: "Kanı akıtan (alet ile kesilen) ve üzerinde Allah'ın adı anılandan ye."[40]

Maksat, kalpte Allah'ın adını anmaktır. Çünkü anmak (zikir) unutmanın zıttı dır. Unutmanın yeri de kalptir. Anmanın yeri de o halde kalptir. el-Berâ b. Azibe de şöyle dediği rivayet edilmektedir: İster besmele çeksin, ister çek­mesin, Allah'ın adı her mü'minin kalbinin üzerindedir; denilse;

Şöyle cevap verilir: Zikir, hem dille, hem kalp ile olur. Arapların uygula­ması ise, dilleriyle put ve heykellerinin adını anmak şeklinde İdi. Şanı yüce

 

Allah ise, onların bu anısını, kendi adının dillerde anılmasını emrederek nesli etmiştir. Ve bu iş şeriatte yaygınlık kazanmıştır. Öyle ki Malik'e: Bir kimse abdest aldığı vakit Allah'ın adını anar mı diye sorulunca, O: Böyle bir kim­se hayvan mı kesmek istiyor diye cevap vermiştir. Besmelenin gerekmedi­ğini söyleyenlerin delil diye gösterdikleri: "Allah'ın adı mü'min her kişinin kalbi üzerindedir" şeklindeki hadis ise, zayıf bir hadistir.[41]

Kimi ilim adamı da kesilen hayvana besmele çekmenin vacip olmadığı­nı, Hz. Peygamber'den rivayet edilen şu hadisi delil göstererek ileri sürmüş­lerdir: Hz. Peygamber'e: Ey Allah'ın Rasulü, bazıları bizlere et getirmektedir­ler. Biz de onların üzerinde Allah'ın adını anıp anmadıklarını bilmiyoruz, di­ye sormaları üzerine, Rasulullah (sav): "Siz üzerine Allah'ın adını anınız ve yeyîniz" diye buyurmuştur.

Bunu Dârakutnî, Aişe'den[42] rivayet ettiği gibi, Malik de mürsel olarak Hişam b. Urve'den, o da babası yoluyla rivayet etmiştir. Bu hadisin mürsel ol­duğu hususunda (Hişâm'a) muhalefet edilmemiştir. Malik, hadisin sonunda: Bu, İslâm'ın ilk dönemlerinde idi, diye açıklamaktadır.[43] Bununla: "Üzeri­ne Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" âyeti inmeden önce böyleydi, demek istemektedir.

Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr) der ki: Bu açıklama zayıf bir açıklamadır. Çünkü bizzat hadisin kendisinde bunu reddedecek işaretler vardır. Şöyle ki, Hz. Peygamber bu hadiste onlara yerken Allah'ın adını anmalarını emretmek­tedir. İşte bu, âyet-i kerimenin Hz. Peygamber'e nazil olmuş olduğuna de­lalet etmektedir. Söylediğimizin doğruluğuna delâlet eden hususlardan biri­si de şudur: Bu hadisin sözünü ettiği olay Medine'de olmuştur. Yüce Allah'ın; "Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" âyeti ise el-En'âm Sûre-si'nde olup Mekke'de indiği hususunda ilim adamlarının görüş ayrılığı yok­tur.

Yüce Allah'ın: "Çünkü o elbetteki bir fraktır" buyruğuna gelince; İbn Ab-bas'tan nakledildiğine göre, o bir masiyettîr anlamındadır. Fısk, sınırın dı­şına çıkmak demektir.

Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/26. âyetin tefsirinde) geçmiş' bulunmaktadır.[44]

 

4. Şeytanlar Ve Dostları:

 

"Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmesi İçin kendi dostlarına va­hiyde bulunurlar" buyruğu, vesvese verirler; onların kalplerine battî yollar­la mücadele etmeyi telkin ederler, demektir. Ebû Dâvûd, İbn Abbas'ın yüce Allah'ın: "Gerçekten şeytanlar... kendi dostlarına vahiyde bulunurlar"

buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Allah'ın kestiğini yemi-yorsunuz da sizin kendinizin kestiklerini yiyorsunuz diyorlardı. Bunun üze­rine yüce Allah: "Üzerinde Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin" buyru­ğunu indirdi.[45]

İkrime der ki: Bu âyet-i kerimede şeytanlar i!e Fars, mecusilerinden insan­ların günahta haddi aşmış olanlarını kastetmektedir, ibn Abbas ve Abdullah b. Kesir derler ki: Hayır, kastedilenler cin (görünmeyen) şeytanlardır. Zaten cinlerin kâfirleri (müşrik) Kureyşlilerin dostlarıdır. Abdullah b. ez-Zübeyr'den de rivayet olunduğuna göre ona şöyle denmiş: cl-Muhtar (es-Sakafî); bana vahiy edilmektedir, diyor. Abdullah: Doğru söylüyor. Çünkü gerçekten şey­tanlar kendi dostlarına vahiyde bulunurlar, diye cevap vermiştir.

Yüce Allah'ın: "Sizinle mücadele etmeleri İçin" buyruğu ile onların: Al­lah'ın öldürdüklerini yeriliyorsunuz da sizin kendi öldürdüklerinizi yiyorsu­nuz sözlerini kastetmektedir.

Mücâdele ise, ileri sürülen bir görüşü kuvvet ile delil getirmek suretiyle bertaraf etmektir. Bu ketime, güçlü bir kuş adı olan "el-Ecde)"den alınmış­tır. Bunun, yeryüzü demek olan "el-Cedâle"den alındığı da söylenmiştir. Ki­şi, adeta getirdiği delil ile hasmını yere düşecek hale gelinceye kadar yenik düşürmüş ve kahretmiş gibi olur. Bunun iieri derecede bükmek anlamına ge­len" el-cedl"den alındığı da söylenmiştir. Sanki tartışanlardan her birisi kar­şısındakinin belini kopanneaya kadar eğip bükmeye devam eder, gibidir. Mü­cadele (tartışma) hakkın zaferi için yapılırsa hak olur, batıia yardım için ya­pılırsa da batd olur. [46]

 

5. Müşriklere İtaat:

 

"Eğer onlara itaat ederseni2." yani, meyteyi helâl kabul etmek hususun­da onlara uyarsanız, "elbette sizde müşrikler olursunuz." Âyet-i kerime şu­na delildir: Kim Allah'ın haram kıldığı herhangi bir şeyi helâl kabu! edecek olursa, bununla müşrik olur. Şanı yüce Allah ise meyteyi açık nass ile haram kılmıştır. Başka herhangi bir kimsenin koyduğu bir hüküm ile meyte helâl ka­bul edilecek olursa, kabul eden şirk koşmuş olur.

İbnü'l-Arabî der ki: Mü'min bir kimse itikadı ilgilendiren hususlarda müş­rik bir kimseye itaat edecek olursa bu itaati sebebiyle o da müşrik olur. Fa­kat fiilen ona itaat etmekle birlikte onun inancı tevhtd üzere sağlıklı bir şe­kilde devam ediyor ve tasdikini sürdürüyorsa asi olur. Bunu böylece belle­yiniz. el-Maide Sûresi'nde (5/79 ile 94-95. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulun­maktadır. [47]

 

122. Ölü iken kendisini dirilttiğimiz, insanlar arasında ona onun­la yürümesi için nur verdiğimiz kimse, İçinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kimse gibi midir? Kâfirlere, işledikleri işleri böylece süslü gösterildi.

Yüce Allah'ın: "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz" anlamındaki buyruğun­da yer alan; Kimse... mi" de ki "vav" harfini cumhur üstün olarak okumuştur. Başına da som hemzesi gelmiştir. el-Müseyyebî, Nal'i' b. Ebi Nu-aym'den, "vav" harfini sakin olarak okudıığunu rivayet etmektedir. en-Neh-hâs der ki: Bunun manaya hamledilmiş olması da mümkündür. Yani, dikkat­le bakın ve düşünün ben, Allah'tan başka bir hakim mi arayacakmışım? (114. âyet-i kerimeye işaret etmektedir).

"Vav" harfinin sakin olarak kıraatinin şu anlama geldiği söylenmiştir: O, nutfe İken ölü idi. Biz de ona ruh üflernek suretiyle onu dirilttik. Bu açık­lamayı İbn Bahr nakletmektedir. İbn Abbas da şöyle demektedir; Kâfir iken kendisine hidayet verdiğimiz kimse gibi midir?... Âyet-t kerime, Hamza b. Ab-dulmuttalib ile Ebu Cehii hakkında nazil olmuştur.

Zeyd b. Eşlem ve es-Süddî, "kendisini dirilttiğimiz" ile kastedilen Ömer (r.a)'dır. "Karanlıklarda kalan kimse" ise, Ebu Cehil'dir -Allah'ın laneti üzerine olsun- demektedir.

Doğrusu; bunun, mü'min ve kâfir herkes hakkında umumi olduğudur. Şöy­le de açıklanmıştır: Cahilliği sebebiyle ölü iken kendisini ilim ile dirilt­tiğimiz kimse... Kimi ilim ehli de bu açı ki aman m doğruluğuna delalet eden Basrah şairlerden birisine ait şu beyitleri nakletmektedir:

"Bilgisizlik, bilgisizler için ölümden önce bir ölümdür,

Cesetleri kabirlerden önce kabirdir onların

İlimle hayat bulmamişsa bir kişi ölüdür,

Artık öldükten sonra dirilişe kadar onun için diriliş olmaz."

"Nur" hidayet ve imanı ifade eder. el-Hasen ise Kur'an demektir, diye açık­lamıştır. Hikmet anlamına geldiği söylendiği gibi, yüce Allah'ın: "Nurlarını önlerinde ve sağlarında koşar görürsün" (el-Hadid, 57/2) buyruğu ile: "Bize bakın da sizin nurunuzdan aydınlanalım" (el-Hadid, 57/13) buyruğunda sözü geçen nurdur, diye de açıklanmıştır.

"İnsanlar arasında ona, onunla" yani o nur ile "yürümesi için nur ver­diğimiz kimse... karanlıklarda kalan kimse gibi midir?" Bu buyrukta yer alan;

Kimse gibi midir" buyruğu, anlamında olup, buradaki (.ikinci "gibi" anlamını veren): fazladan gelmiştir. Meselâ, konuşma es­nasında; Ben senin gibisine ikram ederim," ifadesi Sana ikram ederim" anlamındadır. Yüce Allah'ın "Cezası...öldürdüğü hayvanın benzeri bir hayvan..." (el-Maide, 5/95) ile; O'nungibi hiç bir şey yoktur" (eş-Şura, 42/11) buyrukları da böyledir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Hiç böylesinin misali karanlıklar­da bulunan kimsenin misali gibi olur mu?

ile Gibi, aynı anlamdadır.

"Kâfirlere işledikleri işler böylece süslü gösterildi." Yani şeytan onlara putlara ibadeti süslü gösterdi ve kendilerine müslümanlardan daha üstün ol­dukları vehmini verdi. [48]

 

123. Böylece her ülkede günahkârlarını onların ileri gelenleri kıl­dık. O yerlerde hilekârlıklar etsinler diye. Halbuki onlar, an­cak kendilerine hilekârlık yaparlar da farkında olmazlar.

Yüce Allah'ın: "Böylece her ülkede günahkârlarını onların ileri gelen­leri kıldık" buyruğunun anlamı şudur: Biz, kâfirlere işlediklerini süslü gös­terdiğimiz gibi, aynı şekilde her ülkede de "Onların İleri gelenleri kıl­dık." Günahkârlarını" lafzı, "kıldık" anlamındaki fiilin birinci mefulüdür- "İleri gelenleri" anlamındaki kelime de ikinci mef uldür. Mef'ul-ler arasında takdim ve tehir olmuştur.

"İleri gelenler" anlamı verilen "el-Ekâbir" kelimesi de Ucl-Ekber"in çoğuludur.

Mücahid der ki: Bununla kodamanlar kastedilmektedir. Başkanlar ve kodamanlar diye de açıklanmıştır, Özellikle onların anılması ise, bunların fe-sad işlemekte güçlerinin daha ileri derecede oluşu dolayısıyladır.

"Hilekârlık" anlamındaki "el-Mekr", doğru yola muhalefet hususunda hi­leye başvurmak demektir. Asıl anlamı bükmektir. Buna göre mâkir (hilekâr­lık yapan), istikametten büken, çeviren, yani ondan başkalarını alıkoyan de­mektir. Mücahid der ki: Her bir yokuş başında insanları Peygamber (sav)'a tabi olmaktan nefret ettirmek ü2ere dört kişi oturturlardı. Tıpkı kendilerin­den önce geçmiş ümmetlerin peygamberlerine yaptıkları gibi yaptılar.

"Halbuki onlar ancak kendilerine hilekarlık yaparlar." Yani bu hilekâr­lıklarının vebali onlara döner. Bu ise, hilekârlık yapanların hilekârlıklarına, yüce Allah'ın can yakıcı azab ile karşılık vermesinden ibarettir, "...da farkın­da olmazlar." Yaptıkları hilekârlıkların vebalinin kendilerine döneceğini bilmeyişleri konusundaki aşırı cehaletleri dolayısıyla bu durumun farkında değildirler, demektir. [49]

 

124. Onlara bir âyet gelse: "Allah'ın peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz" derler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini çok İyi bilendir. Yaptıkları hilekârlıklar yüzünden günahkâr olanlara Allah katında bir küçüklük ve şiddetli bir azap isabet edecektir.

Yüce Allah: "Onlara bir âyet gelse... iman etmeyeceğiz derler" buyruğu ile, onların bilgisizliklerinin bir başka türlüsünü açıklamaktadır. Kasıt onların; Musa'ya ve İsa'ya peygamber oldukları için verilen mucizelerin benzeri bize verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz, şeklindeki sözleridir. Bunun bir benzeri de şu buyrukta dile getirilmektedir: "Hayır, onlardan herbirisi kendisine açıl­mış sahifeler verilmesini ister..." (el-Müddesir, 74/52)

"Onlara... gelse" buyruğundaki zamir, daha önce kendilerinden söz edüen ileri gelenlere râcidir. el-Velid b. el-Muğıre şöyle demişti: Eğer pey­gamberlik gerçek bir şey olsaydı ben ona senden daha layıktım. Çünkü, hem yaşça senden daha büyüğüm, hem de malım seninkinden çoktur. Ebu Cehil de şöyle demişti: Ona geldiği şekilde bize de vahiy gelmedikçe asla ona razı olmayacak ve ona ebediyyen uymayacağız. Bunun üzerine âyet-i kerime nazil oldu.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, peygamberliği istememişlerdi. Ama, Cebrail ve melekler bize gelip senin doğru söylediğini haber vermedikçe biz de seni tasdik etmeyeceğiz demişlerdi. Ancak, birinci görüş daha sahihtir. Çünkü, yüce Allah: "Allah, peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilendir" diye buyurmaktadır. Yani, risaleti hususunda kimin güve­nilir olduğunu, kimin buna ehil olduğunu çok iyi bilir. Buradaki Kime" kelimesi zarf değildir. Aksine, kelimenin kullanımında bir genişlik sağ­lanarak mePulü bihin nasb edildiği gibi, mansub bir isimdir. Yani Allah, risale-tine kimin ehil olduğunu en iyi bilendir. Bu buyruğun asıl anlamı Allah, risaletini vereceği yerleri en iyi bilendir," şeklin­dedir. Daha sonra "be" edatı hazfedilrniştir. Diğer taraftan En iyi bilen" kelimesinin; lafzında amel etmesi ve bunun, "nerede" anlamında zarf olması caiz değildir. Çünkü, o takdirde anlam şöyle olur: Allah o yerde en iyi bilendir. Ancak, Şanı yüce Allah'ın bu şekilde vasfedilmesi caiz olamaz. Bu kelimenin aslı ise, En iyi bilendir"! n kendisine delalet ettiği mah­zur bir fiil ile nasb mahallindedir. Ve belirttiğimiz gibi bu kelime burada zarf edatı değil, bir isimdir.

Küçüklük," zillet ve aşağılanmak, hoşa gitmeyen muameleye maruz kalmak demektir. "Sad" harfi ötreli olarak da bu anlamdadır. Mastarı ise,şeklinde gelir. Bu kelime, asıl itibariyle büyüklüğün söz-konusu olmadığı Küçüklükden gelmektedir. Sanki, zillet kişiye bizzat kendisini dahi küçük gösterir. Bunun asıl anlamının zillete razı olmak demek olan; 'den geldiği de söylenmiştir. Bu mastardan mazi fiilde "ğayn" har­fi üstün, muzaride de Ötreli olarak kullanılır. Mazisinde "ğayn" harfi esreli, muzariinde üstün olarak kullanıldığı da olur. İsm-i faili ise, şek­linde gelir. küçüklüğe, zillete razı olan kişi anlamındadır.

da küçük oimak, küçüklük demektir. bitkisi uzamayan arazi demektir. Bu açıklamalar İbn es-Sikkît'den nakledümiştir.

"Allah katında" anlamındaki; buyruğu, Allah katından anlar  nda olup, cer harfi hazfedilmiştir.

İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Yani; Allah'a karşı büyük­lük taslayanlara küçüklük isabet edecektir. el-Ferrâ: Günah işleyenlere Al­lah'tan gönderilen bîr küçüklük, zillet isabet edecektir, diye açıklamıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani, günahkar kimselere, Allah katında sabit ve değişmez olan bir küçüklük isabet edecektir. en-Nehhâs der ki: Bu, bu konudaki açıklamaların en güzelidir. Çünkü bu açıklamaya göre" Katında" kelimesi, yerli yerince (hakikat manasına) kullanılmıştır. [50]

 

125. Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse, göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmayı dilerse, onun da göğsünü -gökyüzüne tır­manıyormuş gibi- daraltır. Allah, iman etmeyenlerin üstüne murdarlığı işte böyle çökertir.

Yüce Allah'ın: "Allah, kimi doğru yola iletmeyi dilerse, göğsünü İslâm'a

açar." Yani, İslâm için kalbine bir genişlik verir. İslâm'a onu muvaffak kılar ve İslâm'ın sevap ve mükâfatını ona süslü güsterir.

Açmak, yarmak anlamına gelip, aklına genişlik vermek anlamında olduğu söylenmektedir. "Allah onun göğsüne geniştik verdi." yani, yapılan açık­lamalar ile bu işte kalbine genişlik verdi, demektir. Bir işt açıkladım (şerh et­tim), demek ise, onu beyan ettim, vuzuha kavuşturdum anlamındadır. "Kureyşliler de kadınları alabildiğine açıyorlardı"[51] demektir. Bu da az Önce geçen anlamı ile Kureyşliler kadın sırt üstü yatmış olarak cima ederdi, demektir. Buna göre "şerh" açmak demektir. Kapalı olan bir şeyi şerh ettim, denilir. Etin teşrih edilmesi (açılıp parçalanması) tabiri de buradan gelmektedir. Recez vezninde şair şöyle demektedir:

"Ben nice karaciğer ve bağırsak yedim de

Daha sonra kuyruk yağını parça parça edilmiş olarak sakladım.*

Bir parça, bir dilim anlamında kullanılanda aynı kökten gelmek­tedir. Yine, çokça etli ve semiz olan kimseye de denilir.

"Kimi de saptırmayı" yani, yolun dışına çıkarmayı "dilerse, onun da göğ­sünü daraltır." Bu, Kaderiye'nin iddialarını reddetmektedir. Hz. Peygamberin sünnetinden, bu âyetin ben2eri ifadeler şu hadîste zikredilmektedir:

"Allah kimin hakkında hayır dilerse, onu dinde fakili (bilgili) kılar." Bu ha­disi Buharı ve Müslim rivayet etmişlerdir.[52]

Bu; ancak kalbe genişlik verilmesi ve kalbin nurlandırılmasıyla olur. Din ise ibadetlerin tümü demektir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Muhak­kak, Allah katında makbul din İslâm'dır" (Âl-i İmran, 3/19) diye buyurmak­tadır. Hz. Peygamberin hadisinden hitap deliline göre Allah, bir kimse hak­kında hayır dilemeyecek olursa, onun kalbini daraltır ve onun kavrayışını körelterek dinde onu fakih (inceliklerini bilen) kimse haline getirmez. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır. Rivayete göre, Abdullah b. Mes'ud şöyle sormuş: Ey Allah'ın Rasulü, hiç göğüs açılır, (şerh) ediiir mi? O da şöyle buyurmuş: "Evet, kalbe bir nur girer." Abdullah b. Mes'ud: Peki, bunun bir alâmeti Var mı- diye sorunca, Rasulullah (sav) da şöyle buyurmuş: "Aldanış yurdundan uzak duruş, ebedilik yurduna dönüş ve ölüm gelmeden önce ölüm için ha­zırlanış (bunun alâmetidir)."[53]

İbn Kesir, "dar" anlamına gelen ve şeddeli okunan kelimenin "ye" harfini şeklinde şeddesiz olarak okumuştur. Bu iki ayrı söyleyiştir. "Ye" harf­leri şeddeli ve şeddesiz olarak okunabilen Kolay, yumuşak ke­limeleri gibi. Nar'i' ve Ebu Bekr de yine "dar" anlamına gelen diğer kelimenin "ra" harfini üstün yerine (M-ş*- şeklinde esreli olarak okumuştur. Bunun da anlamı dar olup, mana tekrarlanmış olmaktadır. Lafız farklı olduğundan dolayı tekrar güzeldir. Ancak, diğerleri "ra" harfini üstün olarak okumuşlar­dır. Bu da; 'ın çoğulu olup, yine ileri derecede darlık anlamındadır. Birbirine sarmaş dolaş olmuş ağaçlık" demektir. Çoğulu da; ) diye gelir. da buradan gelmekde olup, masiyetlere olan arzu ve düşkünlüğü dolayısıyla hevasını terkederek kendisini (gerek­tiğinde) sıkıntıya sokan kimse demektir. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır. İbn Abbas der ki: Bu kelime, birbirine sarmaş doîaş olmuş ağaçlık yer, an­lamındadır. Kâfirin kalbi de otlayan bir hayvan, ağaçları sık ve birbirine dolaş­mış yere nasıl ulaşamıyor ise, hikmet ulaşmadığından dolayı böyle nitelen­dirilmiş gibidir.

Ömer b. el-Hattab'dan bu anlamda bir açıklama rivayet edilmiştir. Bunu da Mekkî, es-Sa'lebî ve başkaları zikretmektedir. Dar olan her bir şey hak­kında; denilir. el-Cevherî der ki: Otlayan hayvanın kendisine ulaşamadığı, ağacı çok ve dar yer" demektir. "Onun da göğsünü daraltır" buyruğunda "dar" anlamına gelen; kelimesi, şeklin­de de okunmuştur. Aynı anlamda olup, benzeri başka kelimeler de vardır. Bunu başkaları el-Ferra'dan nakletmektedir. "Harec", günah demektir. Yine harec, zayıflamış dişi deve demektir. Uzun deve ânlamma geldiği de söylen­miştir ki, bu açıklama da Ebu Zeyd'den nakledilmiştir.

O halde bu kelime müşterek bir lafızdır, Yine harec, üzerinde ölülerin taşındığı, birbirine bağlanan tahtalar anlamına gelir. Bu anlamı, el-Esmaî'den nakledilmiştir. İmruu'l-Kays'ın şu beyitinde kastettiği de budur:

"Eğer beni hastalık sırasında üzerinde taşınacağım tahtalar üzerinde Deve sırtında ve kefen olarak kullanılacak elbiselerim rüzgâr ile dalgalandırıldığında görecek olursan..."

Bu tahtaların, kadınların naşı üzerine konulduğu da olur. Antere, bir deve kuşunu nitelendirirken şöyle demektedir:

Yavruları da onun başını takip edip gidiyorlar. Sanki o (kanatlarını açarken) Onlar için bir naşın Üzerinde bulunan ve çadır gibi gölge yapan tahtalar gibidir.

ez-Zeccâc der ki: Harec, darın da darı demektir. Filan kişinin göğsü harecdir denildiği vakit manası, kalbinde, içinde sıkıntı var demek olur. Buna göre "hariç", İsm-i faili olur, en-Nehhâs der ki: Hariç, ism-î faildir. Harec ise, bu fiilin sahibinin vasfedildiği mastardır. Nitekim  Adaletli bir adam, razı olmuş (ya da; olunan) bir kişi," denildiği gibi.

Gökyüzüne tırmanıyormuş gibi" buyruğunu, İbn Kesir yukarı çıkmak anlamında,den "sad" harfini sakin ve şeddesiz olarak okumuştur. Yüce Allah, imandan nefret edip kaçması, imanın kendi­sine ağır gelmesi bakımından kâfiri, güç yetiremeyeceği şeye kendisini koşan kimse gibi değerlendirmiştir. Tıpkı, semaya yükselmeye güç yetirilemediği gi­bi. "Sad" harfi şeddeli olarak; de aynı anlamdadır, bunun da aslı; dır. "te", "sad"a İdğam edilmiştir. Bu da Ebu Bekr ve en-Nehaînin kı­raatidir. Şu kadar var ki bu, bir şeyi ardı arkasına yapmak anlamını ifade eder. Bu da yapana daha ağır gelir.

Diğerleri ise, "sad"dan sonra "elif"siz olarak ve "sad" harfini şeddeli oku­muşlardır. Bu da (anlam İtibariyle) önceki gibidir. Ve güç yetiremeyeceği şe-yî ardı arkasına yapmaya kalkışmak anlamındadır. (Ardı arkasına yapmak an­lamı), Yudum yudum içiyor, kısım kısım içiyor" fiilleri de bu türdendir.

Abdullah b. Mes'ud'dan, bunu; diye okuduğu da rivayet edil­miştir. en-Nehhâs der ki: Bu kıraat ile; şeklînde okuyanların kı­raati anlam itibariyle aynıdır. Her ikisinin de anlamı şudur: Kâfir kalbinde­ki sıkıntı dolayısıyla buna güç yetiremediği halde semaya zorla yükselmek, tırmanmak isteyen, bunu yerine getirmeye çalışan gibidir. Şöyle de açıklan­mıştır; O, İslâm'dan uzaklaşmak amacıyla kalbi neredeyse semaya doğru yük­selecek.

"Allah, iman etmeyenlerin üstüne murdarlığı işte böyle çökertir," On­ların bedenlerindeki kalplerine darlık verdiği gibi, murdarlığı da üzerlerine böylece bırakır.

Rics (murdarlık), sözlükte kokuşmak demektir. İbn Zeyd der ki: Azap de­mektir. İbn Abbas da der ki: Rics, şeytanın kendisidir. Yani şeytanı onlara mu­sallat eder.

Mücahid der ki: Rics, kendisinde hayır bulunmayan şey demektir. Aynı şe­kilde dilcilere göre rics, kokuşmuşluk demektir.

Âyet-i kerime -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- şu anlama gelmektedir: Allah, iman etmeyenlere dünyada lanet, ahirette de azap eder. [54]

 

126. İşte bu, Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz, âyetleri düşünüp öğüt alan bir topluluk için uzun uzadtya açıkladık.

"İşte bu, Rabbinln dosdoğru yoludur." Yani, Ey Muhammed, senin ve mü'minlerin üzerinde bulunduğunuz bu yol, Rabbinin, kendisinde hiç bir eğ­rilik bulunmayan dinidir.

"Biz, âyetleri düşünüp öğüt alan bir topluluk İçin uzun uzadıya açıkla­dık" beyan ettik. [55]

 

127. Rabbleri katında Dârusselâm onlaradır. Ve işlediklerinden ötürü de O, onların velisldir.

Yüce Allah'ın: "Onlaradır" buyruğu ile kastedilenler, (bir önceki âyet-i ke­rimede zikredilen) öğüt alanlardır.  Dârusselâm''ise cennettir. Çünkü cen­net "Darullah: Allah'ın yurdu"dur. Nitekim, Kâ'be, Beytullah'tır demek de böy­ledir.

Bunun selamet (esentik) yurdu anlamına gelmesi de mümkündür. Yani, içinde afetlerden uzak kalınan yurt demektir.

"Rabbleri yanında" buyruğunun anlamı ise, O'nun nezdinde onlar için te­minat altında olup lütfuyla onları kendisine ulaştıracaktır, demektir. "O, on­ların velisidir" onların yardimcılart, onların muinidir. [56]

 

128. Hepsini toplayacağı o günde: "Ey cin topluluğu, insanlardan bir çoğunu kendinize uydurdunuz" (buyuracak). O zaman on­ların dostları olan İnsanlar da şöyle diyecek: "Rabbimiz, kimi­miz kimimizden faydalandık. Nihayet bizim İçin takdir ettiğin vakte eriştik." Şöyle buyuracak: "Allah'ın dilediği müstesna ol­mak üzere içinde ebedî kalıcılar olarak ateş sizin bannaguıız-dır." Şüphesiz Rabbin Hakimdir, Âlîmdlr.

Yüce Allah'ın: Onları toplayacağımız o günde" buyruğu[57] hazfedilmiş bir fiil takdiri ile nasbedilmişür. Yani, OnLan hasredeceğimiz günde deriz ki... takdirindedir.

Hepsini" hal olarak nasbedilmiştir. Maksat ise, bütün yaratıkla­rın hesaba çekilecekleri yerde toplanmaları ve durdurulmalarıdır.

Ey cin topluluğu" izafet terkibi halindeki bir nidadır.

İnsanlardan bir çoğunu kendinize uydurdunuz"

buyruğu; İnsanlardan çokça yararlandınız," demektir. Bu­rada mefule İzafe edilmiş mastar ile cer harfi hazfedilmiştir ki, buna da yü­ce Allah'ın:  Rabbimiz, kimimiz kimimizden faydalan­dık" buyruğu delalet etmektedir.

Bu, şöyle diyenlerin görüşlerini reddetmektedir: İnsanlardan yararlanan­lar cinlerin kendileridir. Çünkü insanlar onların telkinlerini kabul etmişler­dir. Doğrusu ise, onların herbirinin diğerlerinden yararlandığıdır. Arapça'da bu ifade; Birbirimizden yararlandık," takdirindedir.

Cinlerin insanlardan yararlanma şekli, insanların kendilerine itaat etmele­rinden lezzet almaları, buna karşılık, insanlann da cinlerin telkinlerini kabul etmek suretiyle lezzet almalarıyla ortaya çıkar, O kadar ki insanlar, cinlerin kendilerini azdırmaları ve saptırmaları sonucunda zina ettiler, içki içecek ha­le geldiler.

Denildiğine göre, Araplardan herhangi bir kimse yolculuk esnasında bir vadiden geçer de kendisine bir zarar gelmesinden korkacak olursa: Korktu­ğum herşeyden bu vadinin rabbine (sahibi olan cinne) sığınırım, dermiş. Kur'ân-ı Kerimde de: "Doğrusu şu da var. İnsanlardan bazı kimseler, cin­lerden bazı kimselere sığınırlar. Böylece onların kibirlerini artırırlardı" (el-Cinn, 72/6) diye buyurulmaktadır. İşte insanların cinlerden yararlanmaları böy­le İdi.

Cinlerin insanlardan yararlanmalarına gelince, cinlerin insanlara yalan haberleri, kâhinliği ve büyücülüğü telkin etmeleriyle olmuştur. Şöyle de açık­lanmıştır: Cinlerin insanlardan yararlanmaları, cinlerin korktukları şeyleri ken­dilerinden önleyebilecek güce sahip olduklarını itiraf etmeleri ile oluyordu.

Âyetin ifade ettiği mana ise, sapanları ve saptıranları azarlamak, âhirette herkesin gözü önünde onlara ağır sitemde bulunacağını bildirmektir.

"Nihayet bizim için takdir ettiğin vakte eriştik." Yani, ölüme ve kabre ulaştık, şimdi de pişman olmuşlar olarak geldik.

"Şöyle buyuracak: Allah'ın dilediği müstesna olmak üzere, İçinde ebe­dî kalıcılar olarak ateş sizin barınağınızdır." Sizin ikâmet edip kalacağınız

yerdir. Buradaki istisna (müstesna), birincisinden (müstesna minhin türün­den) değildir. (Munkatı'dır).

ez-Zeccâc der ki: İstisna kıyamet gününe racidir. Yani onlar, Allah'ın di­lediği, kabirlerinden haşredilmeleri ve hesaplarının görüleceği süre miktarı müstesna olmak üzere cehennemde ebedî kalacaklardır. Buna göre istisna munkatı'dır.

Şöyle de denilmektedir: İstisna, cehennemden yapılmıştır. Yani, kimi za­manlarda Allah'ın sizleri cehennem ateşinden başkasıyla azaplandırmayı dilediği vakitler müstesnadır.

İbn Abbas da şöyle demektedir: İstisna iman ehlindendir. Buna göre can­sızlar için kullanılan ism-i mevsul edatı olan "Şey canlılar İçin kullanı­lan; Kimse" anlamına kullanılmıştır.

Yine İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu âyet-i kerime bütün kâfirler hakkında (cennet veya cehennemlik olacakları hususunda) durma­yı (hüküm vermemeyi) gerektirmektedir. Yani, bu âyet-i kerimeye göre, henüz ölmemiş kâfirler hakkında karar vermemeyi gerektirir. Çünkü, müs-lüman olabilirler.

Şöyle de denilmiştir: "Allah'ın dilediği müstesna olmak üzere" buyruğu

Allah'ın dünyada onların azapsız kalmalarını dilediği vakit müstesna olmak üzere, demektir.

Bu âyet-i kerimenin ifade ettiği mana ile Hûd Sûresi'nde yer alan şu âye­tin ifade ettiği mana birdir: "Bedbaht olanlara gelince, onlar da ateştedir­ler..." (Hûd, 11/106) Yüce Allah'ın izniyle buna dair yeterli açıklamalar ora­da gelecektir.

"Şüphesiz Rabbin" gerek onları cezalandırmasında, gerekse bütün fiille­rinde "hakimdir" onlara ne kadar ceza vereceğini çok iyi bilen "alimdir." [58]

 

129. İşte Biz, kazanmakta oldukları yüzünden zalimlerin kimini ki­mine böylece musallat ederiz.

Yüce Allah'ın: "İşte Biz...zalimlerin kimini kimine musallat ederiz"

buyruğunun anlamı şöyledir: Size anlattığım şekilde onlar birbirlerinden yararlandıkları gibi, zalimleri de birbirlerine musallat ederiz, biri diğerinin ve-

lisi olur. Yarın da onların biri diğerinden uzaklaşacaktır,

Buna göre "musallat ederiz" buyruğu, dost ve yardımcı yaparız, veli kıla­rız dernektir. İbn Zeyd der ki: Biz, cinlerin zalim olanlarını, insanların zalim olanlarına musallat ederiz, demektir. Yine ondan nakledildiğine göre, zalim­lerin kimini kimine musallat ederiz ve o da diğerini helak eder ve zelil kılar.

Bu açıklamaya göre bu buyruk, eğer zulmünden vazgeçmeyecek olur İse, zalime yönelik, Allah'ın, üzerine bir başka zalimi musallat edeceği şeklin­de bir tehdittir. İster kendisine, isteese yönettiklerine zulmeden herkes âyet-1 kerimenin kapsamına girdiği gibi, ticaretinde insanlara zulmeden ta­cir de hırsızlık yapan da benzerleri de girmektedir.

Fudayl b. Riyad der ki: Sen, bir zalimin bir diğer zalimden intikam aldığı­nı görecek olursan, dur ve bu husus Üzerinde hayret ederek dikkatle düşün.

İbn Abbas da der ki: Allah bir toplumdan razı ofdu mu, onların yönetim­lerini en hayırlılarına verir. Bir topluma da gazap elti mi, onların yönetimle­rini en kötülerinin emrine verir. Peygamber (sav)'dan şöyle dediği nakledil­mektedir: "Kim bir zalime yardım ederse, Allah, o zalimi o kimseye musal­lat eder."[59]

Buyruğun su anlamda olduğu da söylenmiştir: Yarın nasıl ki onları kendi­lerini azaptan kurtarmaya gücü yetmeyen başkanlan ile başbaşa bıracaksak, (dünyada da) onları seçip tercih ettikleri küfür hususunda birbirlerine bıra­kırız. Yani, âhirette onlara böyle davranacağımız gibi, dünyada da onlara böy­le yaparız. Yüce Allah'ın: "Onu döndüğü o yolda bırakır" (en-Nisa, 4/115) buyruğunun: Onu kendisini teslim ettiği şeyle başbaşa bırakırız, anlamına gel­diği de söylenmiştir.

İbn Abbas der ki: Âyetin tefsiri şöyledir; Şanı yüce Allah, bir kavim hak­kında kötülük murad edecek olursa, onların yönetimlerini kötü olanlarının eline verir. Buna, yüce Allah'ın şu buyruğu da delâlet etmektedir: "Size isa­bet eden her bir musibet, kendi ellerinizle kazandıklarınız sebebiyledir." (eş-Şûrâ, 42/30) [60]

 

130. Ey cin ve İnsanlar topluluğu! İçinizden size âyetlerimi okuyan, bugününüzün gelip çatacağını bildirip sizi uyaran peygamber­ler gelmedi mi? Onlar: "Nefislerimize karşı şahitlik ederiz" di­yecekler. Halbuki, dünya hayatı onları aldattı da, kendi aleyh­lerine kâfir kimseler olduklarına şahid oldular.

Yüce Allah'ın: "Ey cin ve insanlar topluluğu! İçinizden size... gelmedi

mi?" buyruğu şu demektin Onları bir araya toplayacağımız gün onlara şöy­le diyeceğiz: Size birtakım peygamberler gelmedi mi... Görüldüğü gibi bu­rada "onları hasredeceğimiz günü" anlamındaki ibare hazfedilmiştir. Onlar da kendilerini rezil edecek itiraflarda bulunacaklar.

"İçinizden" buyruğunun anlamı ise, yaratılış, mükellefiyet ve muhatap alın­mak bakımından sizin gibi olanlar, demektir. Cinler de muhatap alınan ve akıl eden varlıklardan oldukları için "içinizden" diye tıuyrulmuştur. Her ne ka­dar peygamberler, insanlardan gönderilmiş ise de müzekkerin müennese tağ-lîb yoluyla (sîga müzekker) geldiği gibi, burada da hitapta insanlar cinlere tağlib edilmişlerdir.

İbn Abbas der ki: Cinlerin elçileri, işittikleri vahiyleri kavimlerine tebliğ eden kimselerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kavimlerine in-zar ediciler olarak geri döndüler." (el-Ahkaf, 46/29)

Mukatil ile ed-Dalıhâk şöyle demektedir: Yüce Allah, İnsanlardan peygam­berler gönderdiği gibi, cinlerden de peygamber göndermiştir. Mücahid de şöy­le demiştir; Peygamberler (Rasul) insanlardan olur, nüzur (uyarıcılar) ise cin­lerden olur. Bundan sonra da yüce Allah'ın: "Kavimlerine inzâr ediciler ola­rak geri döndüler" (el-Ahkaf, 46/29) âyetini okudu. İşte İbn Abbas'ın sözü­nün anlamı da budur. İleride el-Ahkaf Sûresi'nde (işaret edilen âyette) açık­laması geleceği üzere sahih olan da budur.

el-Kelbî der ki: Muhamrned (sav) peygamber olarak gönderilmeden önce rasuller, hem insanlara hem de cinlere gönderilirlerdi.

Derim ki: Bu iddia sahih olamaz. Aksine, Müslim'in Sahih'inde Câbir b. Ab­dullah el-Ensarî yoluyla gelen hadiste, şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasu-lullah (sav) buyurdu ki: "Benden önce hiçbir peygambere verilmemiş beş şey bana verildi: (Benden önce) her peygamber özel olarak kendi kavmine gönderildiği halde ben, kırmızıya da siyaha da gönderildim."[61] el-Ahkaf Sûresi'nde (işaret edilen âyet-i kerimenin tefsirinde) buna dair açıklamalar gelecektir.

İbn Abbas der kir Peygamberler, insanlara gönderilirdi. Muhamraed (sav) ise cinlere ve insanlara da peygamber olarak gönderilmiştir. Bunu da Ebu'l-Leys es-Semerkandî nakletmektedir.

Şöyle de denilmektedir: Cinlerden bir topluluk, peygamberlerin çağrıları­na kulak verdikten sonra, kendi kavimlerine döndüler ve onlara İşittikleri­ni haber verdiler. Tıpkı Peygamberimiz ile birlikte cereyan eden durumda ol­duğu gibi. İşte bunlara peygamber olarak gönderildikleri nass ile tesbit edilmese dahi, onlara "Allah'ın Rasulleri" denilir. Kur'an-ı Kerim'de de şöy­le buyrulmaktadır: "O ikisinden de inci ve mercan çıkar." (er-Rahman, 55/22) Halbuki, inci ve mercan onlardan birisinden çıkartılmaktadır. İnci ve mercan tatlı sudan (değil de) sadece tuzludan çıkar. İşte, peygamberler de cinlerden değil de yalnızca insanlar arasından gönderilmiştir.

Buna göre "İçinizden" ifadesi, sizden bir türden demektir. Böyle bir ta­birin caiz oluşu daha önce her ikisinden de söz edilmiş olmasından ötürü-dür.

Şöyle de açıklanmıştır: Kullanılan ifadede peygamberlerin, hepsinden gönderildiğinin ifade edilişi, kıyamet arasatının her ikisini bir araya getire­cek olması ve mahrukat arasından onların hesaba çekilecek olmalarındandır. İşte onlar, sevap ve ceza hususunda kıyamet arasatında tek bir hesap için top­lanacaklarından dolayı o günde adeta tek bir topluluk imişlercesine, kendi­lerine tek bir hitapta bulunulacaktır. Çünkü onlar da ilkin Allah'a kulluk için yaratılmışlardır. Sevap ve ceza ise kulluğa karşılık verilecektir.

Diğer taraftan cinler, asıl itibariyle ateş alevinden, bizim aslımız da toprak­tandır. Fakat onlar, hilkat itibariyle bizden farklıdırlar. Bununla birlikte on­ların kimisi mü'min, kimisi de kâfirdir. Bizim düşmanımız İblis, onların da düş­manıdır. Onların mü'minlerine düşmanlık eder, kâfirlerini de dost bilir. On­lar arasında da aynı şekilde Şia, Kaderiye, Murcie gibi değişik fırkalar vardır ve kitap okurlar.

Nitekim yüce Allah, onlar hakkında Cin Sûresi'nde şu buyruklanyla bazı niteliklerini bize bildirmektedir: "Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz ise zalimleriz" (el-Cinn, 72/14); "Gerçekten kimimiz salih kimseleriz, kimi­miz bundan aşağıdadır. Biz, çeşit çeşit yolları izleyenler olmuşuz." (el-Cinn, 72/11) Bu açıklamalar yeri gelince görülecektir.

"Okuyan" kelimesi "Peygambcrler"e sıfat ve ref mahallîndedir.

"Onlar: Nefislerimde karşı şahidlik ederiz, diyecekler." Yani, Peygam­berlerin tebliğ ettiklerine karşı şahidlik ederiz. "Halbuki dünya hayatı on­ları aldattı." Bunun, Allah tarafından mü'minlere bîr lıitab olduğu söylenmiş­tir. Yani, dünya hayatı bunları aldatmış bulunmaktadır. Bunun da anlamı şudur: Dünya hayatı onları aldattı ve devam edip duracağını sandılar. İman et­tikleri takdirde dünyanın ellerinden gideceğinden korktular.

"Kendi aleyhlerine kâfir kimseler olduklarına şahld oldular." Yani, kâfir olduklarını itiraf ettiler. Mukatil der ki: Bu ise, organlarının şirk koştuk­larına ve neler yaptıklarına dair aleyhlerine şahidlik edeceği zaman gerçek­leşecektir. [62]

 

131. Bu, Rabblnin, haberleri yokken ülkeler halkını haksız yere he­lak edici olmadığından dolayıdır.

Yüce Allah'ın: "Bu", Sibeveyh'e göre ref mahal tindedir. Yani, işte durum budur. ise, şeddelisinden muhafeftir. Yani, Biz bunu onlara şundan dolayı yaptık: Ben herhangi bir ülke halkım, zulümleri, yani şirkle­ri sebebiyle kendilerine peygamberler gönderip onlar da: Bize herhangi bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmemiştir, demedikçe helak etmem.

Şöyle de açıklanmıştır: Ben, herhangi bir ülkeyi, onlardan şirk koşanların şirki dolayısıyla helak etmem. O takdirde bu yüce Allah'ın: "Günahkâr hiç­bir kimse başkasının günahını yüklenmez" (eî-En'âm, 6/164) buyruğuna ben­zer. Eğer Allah, peygamberleri göndermeden önce onları helak edecek ol­sa (bunu yapabilirdi). Çünkü O, dilediğini yapmak hakkına sahiptir. Nitekim, Hz. İsa da şöyle dua edecektir: "Eğer onları azaplandırırsan şüphe yok ki onlar Senin kullarındır." (el-Maide, 5/118) Buna dair açıklamalar daha ön­ceden geçmişti.

el-Ferrâ "Bu" lafzının nasb mahallinde olmasını da caiz kabul et­miştir. O takdirde buyruğun anlamı şöyle olur: O'nun, bunu onlara yapma­sının sebebi, haksız yere ülkeleri helak etmeyişinden dolayıdır. [63]

 

132. Herkese İşlediklerine göre dereceleri vardır. Rabbin onların işlediklerinden habersiz değildir.

Yüce Allah'ın: "Herkese" buyruğu ile maksat cinler ve insanların herbiri-sinedir.

"İşlediklerine göre dereceleri vardır." Nitekim bir başka âyet-i kerime­de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte bunlar, cin ve insanlardan kendi­lerinden önce geçen ümmetler arasında üzerlerine söz (azap) kak olmuş kim­selerdir. Çünkü bunlar, hüsrana uğramış olanlardır." (el-Ahkaf, 46/18) Daha sonra şöyle buyrulmaktadır: "Her biri için işlediklerine göre dereceler vardır. Tâ ki, kendilerine amellerinin karşılığı zulmedilmeksizin verilsin." (el-Ahkaf, 46/19)

İşte bu buyruklarda cinlerden itaat eden kimselerin cennette olacağına, İs­yankârların da cehennemde olacaklarına, tıpkı insanlar gibi olduklarına de­lâletler vardır. Bu hususta yapılmış açıklamaların en doğrusu budur, bunu böy­le bilmek gerekir.

"Herkese... dereceleri vardır" buyruğunun anlamına gelince; itaat üze­re amel eden herkese sevap ve mükâfatta dereceler vardır. Masiyet ile amel eden herkese de ceza hususunda derekeler (aşağı doğru inen azap basamak­ları) vardır.

"Rabbin, onların İşlediklerinden habersiz değildir." O, ne başka şeyler­le oyalanandır, ne de yandandır.

Habersiz olmak (gaflet), başka işle uğraşmaktan dolayı bir şeyin dikkatin­den kaçması demektir.

Onların işlediklerinden" buyruğunu İbn Âmir, (sizin işledik­lerinizden anlamına gelecek şekilde) "ye" harfi yerine "te" ile okumuştur. Di­ğerleri ise "ye" ile okumuşlardır. [64]

 

133. Rabbin hiç bir şeye muhtaç olmayandır. Rahmet sahibidir. Eğer dilerse sizi giderir, yerinize sizden sonra dilediğini halife ya-' par. Nitekim sizi de başka bir kavmin soyundan yaratmıştır.

Yüce Allah: "Rabbin hiç bir şeye muhtaç olmayandır." Yani Onun, ya­rattıklarına, yarattıklarının amellerine ihtiyacı yoktur. "Rahmet sahibidir." O, dostlarına ve kendisine itaat edenlere rahmet İle ihsanda bulunur. "Eğer di­lerse sizi" öldürmek ve azap ile kökten imha etmek suretiyle "giderir, ye­rinize sizden sonra dilediğini halife yapar." Yani, sizden daha iyi ve daha İtaatkâr İnsanları getirir.

"Nitekim sizi de başka bîr kavmin soyundan yaratmıştır." Buyruğunda-ki benzetme edatı olan "kef" nasb mahallindedir. Yani sizi, başka bir kavmin soyundan yaratmış olduğu gibi, sizden sonra dilediklerini sizin yerinize ha­life yapar.

Şu buyruklar da buna benzemektedir: "Eğer O dilerse ey insanlar, sizi yok eder. Başkalarını getirir" (en-Nisa, 4/1331; "Eğer yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavmi getirir..." (Muhammed, 47/38) Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Sizin yerinize sizden başkasını getirir, sizinle onları değiş­tirir. Bu; Dinarına karşılık (onun yerine) sana bir elbise verdim," demeye benzer. [65]

 

134. Gerçekten size va'dolunan hiç şüphesiz gelip çatacaktır. Siz âciz bırakamazsınız.

Yüce Allah'ın: Gerçekten size va'dolujoan biç şüphesiz gelecektir" buyruğunun, kötülük hakkında vaadlerde kullanılan; 'dan gelmesi muhtemeldir. Mastar ise;'dir. Maksat; ahiretteki azaptır. Böyİe olduğu halde hayrın da şerrin de bulunduğu ve hayrın galip getirilmesi sure­tiyle kıyamet kastedilmek üzere; Vaa'dettim fiilinden gelmesi de muh­temeldir. Nitekim bu anlamdaki açıklama, el-Hasen'den rivayet edilmiştir.

"Sîz âciz bırakamazsınız." Yani, kurtulamazsınız. Filan kişi beni âciz bı­raktı, derken, elimden kurtuldu, bana galip geldi, demek olur. [66]

 

135- De ki: "Ey kavmim, bütün gücünüzle yapacağınızı yapın. Ben de yapacağım. Bu yurdun sonunun kimin olacağını yakında bi­leceksiniz." Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler.

Yüce Allah'ın: "De ki: Ey kavmim, bütün gücünüzle yapacağınızı yapın"

 yer alan; Bütün gücünüzle yapacağınız" kelimesini, buyruğunda yer

Ebu Bekr çoğul olarak; diye okumuştur. Yol" demektir.

Yani siz, izlemekte olduğunuz yol üzere sebat gösterin, Ben de izlemek­te olduğum yol üzere sebat göstereceğim.

Şayet: Onlar kâfir oldukları halde İzlemekte oldukları yol üzere sebat gös­termekle emrolunmaları nasıl mümkün olur-, diye sorulacak olursa, cevap şu­dur: Bu, yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi bir tehdittir: "Az gülsün­ler, çok ağlasınlar." (et-Tevbe, 9/115) Yüce Allah'ın: 'Buyurdun sonunun kimin olacağını yakında bileceksiniz" buyruğu da buna delalet etmekte­dir. Yani, sahibinin dolayısıyla övgüye mazhar kılınacağı övülecek akibetin kime olacağını bileceksiniz. Yani, Dar-ı İslâm'da (İslâm yurdunda) kimin mu­zaffer olacağını, yeryüzüne kimin mirasçı olacağım, âhiret yurdunun (yani cen­netin kimin olacağını) bileceksiniz.

ez-Zeccâc der ki " Dünyadaki İmkân ve iktidarınız" anlamındadır. İbn Abbas, el-Hasen ve en-Nehaî de bunu; kendi tarafınız üzere; el-Kutabî de, kendi mevktiniz, yeriniz üzere diye açıklamışlardır.

"Ben de yapacağım" buyruğu, ben de kendi imkânlarımla izlediğim yol üzere çalışacağım demek olup, bu anlamı veren; lafzı halin bu­na delâleti dolayısıyla lıazfedilmiştir.

"Bu yurdun sonunun kimin olacağını" anlamındaki buyrukta yer alan ve; Kim" anlamındaki ism-İ mevsu) anlamında ve nasb mahallinde-dir. Çünkü "biimek" anlamındaki fiil, onun üzerinde cereyan etmektedir. ReP mahallinde olması da mümkündür. Çünkü, bir önceki soruda amel etmez, o takdirde fiil muallak olur. Yani: Güzel yurdun akıbetinin hangimizin olaca­ğını bileceksiniz, demek olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu gibi: İki zümreden hangisinin daha iyi hesap ettiğini bi lelim diye." (el-Kehf, 18/12) Hamza ve el-Kisaî de Kimin olaca­ğını" şeklinde ("te" ile değil de) "ye* ile okumuşlardır. [67]

 

136. Onlar, Allah'a yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar da zanlarınca: "Bu Allah'ın, bu da O'na koştuğumuz ortakları mızındır" dediler. Ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmaz ama, Al­lah'a ait olanlar ortaklarına ulaşır. Ne çirkin hükmediyorlar!

Yüce Allah'ın: "Onlar, Allah'a yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar" buyruğu ile İlgili açıklıya cağımız tek bir konu vardır:

Yarattı, yaratır" demektir. Bu buyrukta bir hazf ve bir ihtisar (kısaltma) vardır. O da şöyledir: Onlar, putları adına... bir pay ayırdılar. Bu hazfe daha sonra gelen ifadeler delâlet etmektedir.

Bu da şeytanın onlara hoş ve süslü gösterdiği şeylerden idi. Nihayet ken­dilerine ait olan malın bir bölümünü kendi zanlarına göre Allah'a, bir diğer bö­lümünü de putlara ayırdılar. Bu açıklamayı İbn Abbas, el-Hasen, Mücahid ve Katade yapmıştır, Yaptıkları açıklamalar anlam itibariyle birbirine yakındır.

Onlar, Allah'ın kendileri için yarattığının bir bölümünü Allah'a, bir bölü­münü de Allah'a ortak koştukları putlarına ayırmışlardı. Putlarına ayırdıkla­rı şey, putlara ve onların bakıcılarına harcanmak suretiyle tükenip bitti mi, bu sefer "Allah'a" diye ayırdıkları miktardan tamamlarlardı.

Ancak, misafirlere ve yoksullara harcayarak Allah'a ayırdıkları bölüm bit­ti mi, onun yerine putlara ayırdıklarından koymazlardı ve şöyle derlerdi: Al­lah'ın buna ihtiyacı yoktur, bizim koştuğumuz ortaklar ise fakirdir. Bu da on­ların cehaletlerinden kaynaklanıyordu ve asılsız iddialarından idi.

Asılsız iddia (zu'm) ise yalan demektir. Kadı Şüreyh der ki: Her bir şeyin bir künyesi vardır. Yalanın künyesi ise, İddia ettiler" tabirini kullan­maktır. Onlar, bu hususlarda yalan söylüyorlardı. Çünkü buna dair şer'i bir hüküm inmiş değildi.

Said b. Cübeyr, İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Kim Arapla­rın cahilliklerini öğrenmek istiyor İse, el-En'âm Sûresi'nde 130. âyetten son­rasından itibaren: "Bilgisizlik yüzünden evlatlarını beyinsizce öldürenler... gerçekten büyük bir zarara uğramışlardır." (el-En'âm, 6/140) buyruğuna ka­dar olajı bölümleri okusun.

İbnü'l-Arabî der ki: Onun bu söylediği gerçekten doğru bir sözdür. Çün­kü onlar, âciz ve kısır akıllarıyla herhangi bir bilgiye ve herhangi bir adil hük­me bağlı olmaksızın, beyinsizce helâl ve haramı tespit ettiler, tasarrufta bu­lundular. Uydurma putlar ve ilahlar edinmek suretiyle giriştikleri cahilce ta­sarrufları ise daha büyük bir cehalet ve daha büyük bir günahtır. Çünkü, yü­ce Allah'a karşı haksızlıklarda bulunmak, mahlukata haksızlık yapmaktan da­ha büyüktür. Şanı yüce Allah'ın zatında, sıfatında ve yaratmasında bir ve tek

olduğunun delili ise, bunun helâl, bunun da haram olduğuna dair delilden daha açık ve daha vazıhtır. Rivayete göre, adamın birisi Amr b. el-As'a şöy­le demiş: Sizler akıllarınızın olgunluğuna, yetkin düşüncenize rağmen taşla­ra taptınız. Amr şöyle demiş: O akıllara onları yaratan tuzak kurmuştu. İşte, Şanı yüce Allah'ın, Arapların bayağılıklarına ve cehaletlerine verdiği örnek budur. Allah, İslâm ile bunu gidermiş, Rasulünü göndermekle bunu iptal et­miştir. O halde, bize düşen bir daha ortaya çıkmamak üzere onu öldürmek ve bir daha anılmamak üzere onu unutmak idi. Şu kadar var ki, şanı yüce ve mübarek olan Rabbimiz, nassı ile bunu zikretti ve bunu geniş geniş açıkla­dı. Tıpkı, kendisini inkâr eden kâfirlerin küfrünü sözkonusu ettiği gibi.

Bundaki hikmet ise, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- evvela O'nun hük­mü ezelî bir hükümdür. Küfür ve karıştırmanın kıyamet gününe kadar ardı arkasının kesilmeyeceğine dair hükmü vardır.

Yahya b. Vessâb, es-Sülemî, el-A'meş ve el-Kisaî ise "ze" harfini ötrelİ ola­rak; Zanlarınca" diye okumuşlar, diğerleri ise aynı harfi üstün ola­rak okumuşlardır ki, bu da iki ayrı söyleyiştir.

"Ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmam." Yani yoksullara gitmezdi, '...ne çirkin hükmediyorlar." Onların verdikleri bu hüküm ne kadar kötüdür! Zeyd b. Eşlem der ki: Allah'a ait olan davarları kestiklerinde üzerlerine putlarının adlarını anarlardı. Diğer taraftan putlarına ait olanları kesecek olurlarsa, üzerlerine Allah'ın adını anmazlardı. İşte: "Ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmaz ama.,," buyruğunun anlamı budur. Dolayısıyla onların Allah'ın adı­nı terk edişleri yerilmelerine sebep teşkil eden bir davranış olup bu da üze­rinde Allah'ın adı anılmadık şeyleri yemeyi terk etmenin kapsamına giriyor­du. (Yani, bu da yerilen bir davranış idi). [68]

 

137. Böylece onların ortaklan, müşriklerden bir çoğuna evlâtları­nı öldürmeyi de hoş göstermiştir. Hem onları helak etmek için, hem de dinlerini kendilerine karmakarışık etmek için. Eğer Al­lah dileseydi bunu yapamazlardı. Artık sen onları yalan ve if-tiralarıyla başbaşa bırak.

Yüce Allah'ın: "Böylece onların ortakları, müşriklerden birçoğuna ev­latlarım öldürmeyi de hoş göstermiştir" buyruğunun anlamı şudur: Onla-nn ortaklan kendilerine, Allah'a bir pay, putlarına da bir pay ayırmayı süs­lü gösterdiği gibi, aynı şekilde ortaklan müşriklerin birçoğuna çocuklarını öl­dürmeyi de süslü göstermişlerdir.

Mücahid ve başkaları derler ki: Fakir düşerler korkusuyla ortaklan kendi­lerine kız çocuklarını öldürmelerini süslü göstermişlerdi. el-Ferra ve ez-Zeccâc derler ki: Burada "ortaklarından kasıt, putlara hizmetkârlık eden­lerdir. Bunların insanlar arasından azıp haddi aşmış olanlar oldukları söylen­diği gibi, şeytanlardır diye de açıklanmıştır.

Bununla, esir düşerler, ihtiyaç sahibi olurlar korkusuyla ve savaşta yardım­cı olamadıklarından ötürü kız çocukları diri diri gömmeye işaret etmektedir.

Şeytanlara "ortaklar" adının verilmesi, Allah'a isyan hususunda şeytanla­ra itaat ederek, itaatin gereği bakımından onları Allah'la birlikte ortak koş­malarından ötürüdür. Denildiğine göre, cahiliyye döneminde kişi, Allah adı­na şöyle yemin edermiş: Şayet kendisinin şu kadar şu kadar erkek çocuğu olursa, mutlaka onlardan birisini kesip kurban edecektir. Nitekim, oğlu Ab­dullah'ı boğazlamayı adadığında Abdulmuttalib de böyle yapmıştı.

Diğer taraftan âyet-i kerimede dört kıraat sözkonusu olduğu da söylenmiş­tir ki, bu kıraatlarin en sahih olanı;

Böylece onların ortakları müşriklerden birçoğuna evlatlarını öldürmeyi de hoş göstermiştir" şek­lindeki cumhurun kıraati olup aynı zamanda bu kıraat Harameyn ehlinin, Kû-felilerle Basrahlann da kıraatidir.

Onların ortaklan" kelimesi,  Hoş göstermiştir," fiili ile ref olunmuştur. Çünkü ortaklan, çocuklarını öldürmeyi hoş ve süslü göster­miş, fakat bizzat kendileri öldürmemişti. O bakımdan, Öldürmeyi" ke­limesi de, Hoş gösterdi," fiili ile nasbedilmiştir, " Evlatlarını" kelimesi ise mePule (burada "öldürme" kelimesine) izafe edilmiştir. Halbu­ki, mastarda asloîan faile izafe edilmektir. Çünkü, mastarın ifade ettiği fiili vü­cuda getiren fail olduğu gibi, onsuz da olmaz. Bununla birlikte mef ul olma­yabilir.' Burada, lafız İtibariyle mef ule izafe edilmiş olmakla birlikte; mana iti­bariyle faile izafe edilmiştir. Zira, ifadenin takdiri şöyledir:

Onlann ortaklan, müşriklerden bir­çoğuna çocuklarını öldürmeyi güzel göstermiştir." Daha sonra fail olan mu-zaf hazfedil mistir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda hazfedildiği gibi: "İnsan, hayır dilemekten usanmaz." (Fussilet, 41/49) Burada ise; O'nun hayır dilemesinden..." takdirinde-

dir. Burada "he" zamiri duanın failidir. Yani insan hayır ile dua etmekten usan­maz demektir. İşte "müşriklerden bir çoğuna, onların ortakları, çocuklarını öldürmelerini süslü göstermesi" anlamındaki buyruk da böyledir. Mekkî der ki: Bu, tercih edilen kıraattir. Çünkü bu kıratte Frab sahih olduğu gibi, cumhur tarafından kabul edilen kıraat de budur.

İkinci kıraate gelince,Süslü gösterildi" şeklinde "ze" harfi ötreli ola­rak; Müşriklerin birçoğunu öldürmeleri" şeklinde "öl­dürme anlamındaki" mastar merfu' olarak; Evlatlarını" kelimesi es-reli olarak, Onların ortakları" da merfu' olarak okuyan el-Ha-sen'in kıraatidir.  (Bu kıraatin anlamı biraz sonra gelecektir.)

(Üçüncü kıraat) İbn Âmir ve Şamlıların kıraati:  Hoş gösterildi şek­linde "ze" harfi ötreli olarak; Müşriklerden bir çoğuna evlatlarını öldürmeleri" buyruğunda Öldürme mastarı ötreli ve Evlatlarını" kelimesi mansub olarak, Onların ortak­ları" kelimesini de esreli olarak okumuşlardır kt, bu Ebu Ubeyd'in nakletti­ği bir kıraattir.

(Dördüncü kıraat); başkası ise Şamlılardan Böylece... hoş gösterildi" şeklinde "ze" harfi ötreli olarak Müşrik­lerden bir çoğuna öldürmeleri" şeklinde öldürme mastarı merfu' olarak, Evlatlarını" esreli olarak, aynı şekilde; Onların ortak­lan kelimesini de esreli olarak okumuşlardır.

İkinci kıraat olan el-Hasen'in kıraati caiz bir kıraattir. Bu takdirde; Öldürme", meçhul bir fiilin nâib-i faili (sözde öznesi) olur. Onla­rın ortaklan ise, Hoş göstermiştir" fiilinin delâlet ettiği mahzuf bir fi-İf ile merfu' olur. Yani, Onların ortakları bu işi onlara süslü göstermiştir" takdirindedir.

Buna göre, Zeyd, Amr'ı vurdu anlamında; demek caiz olur. Slbeveyh de şöyle bir mısra nakletmektedir:

"Düşmanlık sebebiyle küçük yaştaki çocuklar Yezid için ağlasın."

Görüldüğü gibi bu da; onun için küçük çocuk ağlasın, anlamındadır, (ve mePul olan Yezid kelimesi mansub gelmesi gerektiği halde merfu' gelmiştir).

İbn Amir ve Ebu Bekr rivâyetiyle Âsim, Set-bah akşam O'nu oralarda teşbih ederler, bir takım adamlar ki..." (.en-Nûr, 24/36-37) diye okumuştur. Bu ifadenin takdiri de: Onu., adamlar teşbih

İbrahim b. Ebi Able de; di­ye okumuş olup anlamı: "Ashabı Uhdudu. o alevli ateş öldürdü" (el-Burûc, 85/4-5) anlamındadır.

en-Nehhâs der ki: Ebu Ubeyd'in, İbn Âmir ve Şamlılardan naklettiği kıra­at (üçüncü kıraat), ne konuşma dilinde, ne de şiirde cai2 değildir. Nahivci-ler, sadece zarfın araya girmesi suretiyle muzaf" ile muzafun ileyhi birbirin­den ayırmayı caiz kabul ederler. Çünkü, zarfın girmesi onları birbirinden ayırd etmiş olmaz. Zarf olmayan isimlerle ayırmak, bir lahn (yanlış söyleyiş) dir.

Mekkî de der ki: Bu kıraatlerde muzaf ile muzafun ileyhi birbirinden ayırdetmek sözkonusu olduğu için zaaf vardır. Zira böyle bir ayırma şiirde zarflar ile mümkün olur. Zarf çokça kullanılır. Mef ulun bih ile bunları bir­birinden ayırdetmek ise, şiirde dahi uzak bir ihtimaldir. Kıraatte bunu caiz kabul etmek daha da uzak bir ihtimaldir.

el-Mehdevî der ki: İbn Âmir'in bu kıraati, muzaf İle muzafun İleyhi birbi­rinden ayırmayı kabul edenlerin görüşüne göredir. Şairin şu sözü de buna benzemektedir:

"Ben ona kısa mızrağımı öyle bir sapladım ki

Ebu Mezâde'nin genç develere mızrağını saplayışı gibi."

Görüldüğü gibi o, bununla (mefulü olan "genç develer" anlamındaki ke­limeyi) Ebu Mezâde'den sonra zikretmesi gerekirken önce zikretmiştir. Yi­ne şair şöyle demiştir:

"Olduğu gibi devam edip gitmektedir, artık Abdıı'l-Kayalılar da Kalplerin deki kinlerini rahatlatmış bulunmaktadır."

(Burada da "kalplerinin kinleri" anlamındaki izafe yan yana gelip birîbir-lerinden ayrılmaması gerektiği halde muzaf ile muzafun ileyhin arasına "Ab-dulkays" kelimesi girmiş bulunmaktadır).

Ebu Ganim Ahmed b. Hamdan en-Nahvi der ki: İbn Âmir'in kıraati Arap-çada caiz değildir. Bu, alim birisinin bir yanılgısıdır. Alim bir kimse yanıla­cak olsa, ona tabi olmak caiz olmaz ve onun bu yanılgısı İcma esas alınarak reddedilir. Aynı şekilde alimler arasında yanılan veya hata edenlerin de ic-

ma esas alınarak vazgeçmeleri gerekmektedir. Çünkü, böyle bir şey, doğru olmayan üzerinde ısrardan daha uygundur. Nahivciler ancak zaruret halin­de şairin muzaf ile muzafun ileyhin arasını zarf getirerek ayrılmasını kabul etmişlerdir. Çünkü araya giren zarf onları birbirinden ayırmış sayılmaz. Şa­irin şu beyi tinde olduğu gibi:

"Tıpkı yahudinin -bir gün[69]' eliyle kitabın kimisi yakın, Kimisi uzak düşen kelimelerle yazılışı gibi."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"-Develer bizleri hızlıca taşıyıp götürdüklerinden dolayı[70] adeta

Deve eğerlerinin geri taraflarından çıkan sesleT, piliçlerin sesleri gibiydi."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Sâtidemâ adındaki dağı görünce döktü gözyaşlarını -Bugün-[71] onu kınayana Allah iyilik versin."

el-Kuşeyrî der ki: Bazıları bunun çirkin olduğunu söylemişlerdir. Ancak, bunun çirkin olmasına imkân yoktur. Çünkü kıraat, eğer Peygamber savTdan tevâtüren sabit olacak olursa, aksine o, çirkin değil, fasihtir. Diğer taraftan bu kabilden kullanımlar, Arap dilinde de geçtiği gibi, Hz. Osman mushafın-da; Onların ortaklan" kelimesi "ye" ile yazılmıştır ki, bu da İbn Âmir'İn kıraatine (doğruluğuna) delildir. Bu kıraatte de "öldürme" ortakla­ra izafe edilmiştir. Çünkü, bu işi onlara süslü gösteren ve yapmaya davet eden, onların Allah'a koştukları ortaklardır. O halde burada fiil, aslen gerektiği şekilde failine izafe edilmiştir. Şu kadar var ki, muzaf ile muzafun İleyhin ara­sı başka kelimelerle ayrılmış ve mefui takdim edilerek olduğu gibi mansub bırakılmıştır. Zira, mef ul mana itibariyle müteahhirdir. Muzafi da tehir edip onu hali üzre mecrur bırakmıştır. Zira öldürmeden sonra mütekaddim ola­rak gelmesi gerekirdi. İfadenin takdiri de şöyledir: İşte böylece müşriklerin bir çoğuna onların koştukları ortaklar, çocuklarını öldürmelerini süslü gös­termiştir.

en-Nehlıâs der ki: Ebu Ubeyd'den başkasının naklettiğine gelince; -ki, bu da dördüncü kıraattir- caizdir. Buna göre ise, "onların ortakları" anlamın-daki kelime "evlatları" kelimesinden bedel olur. Zira onların evlatları, ne-seb ve mirasta onların ortaklarıdırlar. Bu dördüncü kıraate göre ise buyru­ğun anlamı şöyle olur: Böylece müşriklerden bir çoğuna -miras ve nesebte-ortaklan olan evlatlarının öldürülmesi süslü gösterilmiştir.

"Hem onları helak etmek için, hem de" kendileri için beğenip seçtiği "dîn­lerini kendilerine karma karışık etmek İçin.™ Yani, onlara batılı emreder ve dinleri hususunda onları şüpheye düşürürler. Halbuki daha önceden Hz. İsmail'in dini üzere idiler ve onun dininde çocukların öldürülmesi diye bir şey sözkonusu değildi. Böylelikle Hz. İsmail'in dininin üzeri örtülmüş olur. İşte bu şekilde dinlerini kendilerine karma karışık ederler.

"Eğer Allah düeseydi bunu yapamazlardı." Bununla yüce Allah, onların kâfir oluşlarının Allah'ın meşîetiyle olduğunu beyan etmektedir. Bu da Ka-deriyye'ye bir redtir.

"Artık sen onları iftiralariyla başbaşa bırak." Bununla onların: Allah'ın ortakları vardır, şeklindeki sözlerini kastetmektedir. [72]

 

138. Onlar, zanlarınca: "Bu davarlar ve ekinler dokunulmazdır. Onları dilediğimizden başkası yiyemez. Bir takım davarların da sırtları haram kılınmıştır" dediler. Bir takım hayvanlar da vardır ki, Allah'a İftira ederek üzerlerine O'nun adını anmaz­lar. O, onları bu İftiraları yüzünden cezalandıracaktır.

Şanı yüce Allah, cahilliklerinin bir başka çeşidini sözkonusu etmektedir. Eban b. Osman  Dokunulmaz" kelimesini "hâ" ile "cim" harflerini ötrelî olarak okumuş, el-Hasen ve Katade ise "hâ" harfini üstün, "cim" har­fini sakin olarak okumuştur ki, aynı manada iki ayrı söyleyiştir. Yine el-Ha-sen'den, "hâ" harfini ötreli olarak okuduğu da rivayet edilmiştir. Ebu Ubeyd, Harun'dan şöyle dediğini nakletmektedir: el-Hasen, Kur'ân-ı Kerim'in tümün­de bu kelimenin geçtiği yerlerde "hâ" harfini ötreli olarak okumakla birlik­te, yüce Allah'ın: Bir perde ve belirli bir sınır kıldı." <el-Furkan, 25/53) buyruğunda ise "hâ" harfini esreli okumaktadır.

İbn Abbas ve İbn ez-Zübeyr'den, bu kelimeyi şeklinde "cim" har­finden önce "ra" harfi ile okuduktan rivayet edilmiştir. Ubeyy'in Mushaf'ın­da da böyledir. Bu hususta iki görüş vardır. Bir görüşe göre bu kelime de cez-betmek, kendisine doğru çekmek anlamını veren kelimeleri gi­bidir. Diğer bir görüşe göre -ki bu daha sahihtir- bu okuyuş, 'dan gel­mektedir. Bunun anlamı ise, darlık ve günah manasına gelen "el-Harec"in bir başka söyleyişidir. Bunun da manası, yasak ve haram demektir. "Filan kişi ya­sak ve haram olduğundan şüphe ettiği şeylere girmek hususunda kendisi aley­hine teharruc eder (İşi daraltır)" tabiri de buradan gelmektedir.

"Hicri dokunulmaz" lafzı müşterek bir lafızdır. Burada da yasak ve haram anlamındadır. Aslı, engellemek, menetmek demektir. Akla "hicr" denilmesi, çirkinlikleri yasak kabul edişinden dolayıdır. "Filan kişi hakimin hicri (hac­ri) altındadır" tabiri de hakimin onun için tayin ettiği kısıtlılık altındadır, de­mektir. Hacr altına almak ile hicr altına almak aynı şeydir. Hicr, akıl demek­tir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Bun­da akıl sahibi olanlar için bir yemin vardır değil mi?" (el-Fecr, 89/5) Hicr, aynı zamanda kısrak anlamındadır. Akrabalık anlamına da gelir. Şair der ki:

"Benden uzaklaştırmak istiyorlar onu, halbuki o,

Benim için oldukça yakındır ve benim yakın akrabamdır."

"İnsanın yakını" anlamında hicr ve hacr kelimesi kullanılır. Ancak hacr ke­limesinin kullanımı daha çoktur. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: On­lar, bir takım davarları ve ekinleri dokunulmaz kabul ederek putlarına ayır­dılar ve: "Onları dilediğimizden başkası yiyemez" dediler. Burada, yiyebi­lecekler ise, putların hizmetkârlarıdır.

Daha sonra yüce Allah bunun, hakkında şer'i bîr hükmün varid olmadığı bir tahakküm (indî, delilsiz olarak hüküm verme) olduğunu beyan etmektedir ki, "zanlarınca" diye buyurmuş olması da bundan ötürüdür.

"Bir takım davarların da sırtları haram kılınmıştır." Buyruğuyla, daha önce putlarına ayırıp da onlar için Sâibe kıldıkları davarları kastetmektedir. Mücahid der ki: Bundan kasıt, Bahire, Vasîte ve Hâm'dır.aı

"Bir takım hayvanlar da vardır ki... üzerlerine O'nun adını anmazlar." Bunlarla da ilahları için kestiklerini kastetmektedirler. Ebu Vail der ki: Sırt­larına binerek hacca gitmezler, demektir.

"Allah'a İftira ederek" yani, Allah'a iftira etmek için. Buna göre; İftira ederek" kelimesi, mePulun leh olarak nasbedilmistir. Mastar (mef ulvi mut­lak) olduğu için mansub olduğu da söylenmiştir. Allah'a iftira etmeleri ise, bi­ze bunu Allah emretti demelerinden ötürüdür. [73] 

 

139. Ve dediler ki: "Şu davarların karınlanndakiler yalnız erkekle­rimize helâl, kadınlarımıza haramdır. Şayet ölü (doğar) ise, on­lar bunda ortak olurlar." (Allah) Onlara bu yakıştırmalarının cezasını verecektir. Muhakkak kî O, Ilakîmdir, Alimdir.

Yüce Allah'ın: "Ve dediler ki: Şu davarların karınlarındakiler, yalnız er­keklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır." Bu onların cahilliklerinin bir

başka çeşididir, İbn Abbas der ki: Karınlarında olanlardan kasıt, süttür, On­lar sütü erkeklere helâl, dişilere haram kılmışlardı. Ceninler olduğu da söy­lenmiştir. Ceninleri bizim erkeklerimize helâldir, demişlerdi. Diğer taraftan bu davarlardan her hangi birisi ölecek olursa, onu da erkeklerle kadınlar be­raber yerlerdi.

Yalnız" kelimesinin sonundaki yuvarlak "te° harfi mübalağa ifade etmek içindir. Çok bilgin bir adam ve neseb bilgini kişi" kelimeleri de bunun gibidir ki, bu açıklamalar el-Kisaî ve el-Ahfeş'den nak-

CnhiSiyye dönemi Arnplarınm kendiliklerinden onaya koydukları teşriî; yasa koyma ala­nındaki sapmalarının göstergelerinden biri olan bıı alandaki uygulama ve terimlerin açık­laması için el-Mnide, 5/103. âyete ve tefsirine bakınız.

ledilmiştir. kelimesi, ötreli olarak okunuşu mübtedâsının habe­ridir. el-Ferrâ ise der ki: Bu kelimenin müennes gelmesi "davarlar" anlamın­daki kelimesinin müennesliğinden dolayıdır. Ancak bu açıklama ba­zılarına göre bir yanlışlıktır. Zira, davarların karınlarında bulunanlar, onların türünden değildir. O bakımdan yüce Allah'ın: Bir yolcu kafilesinin biri onu alır" (Yûsuf, 12/10) buyruğuna benzememektedir. Çün­kü bu ifade; Yolcu kafilesinden bir yolcu" takdirindedir. Şu kadar var ki, bu (el-Kisaî ve el-Ahfeş'in açıklamalarının) yanlış olmasını gerektirmez.

Nitekim el-Ferra şöyle demektedir: Davarların karınlarında bulunanlar da onlar gibi davarlardır. O bakımdan "davarlar" müennes olduğundan do­layı o da müennes gelmiştir. Yani, davarların karınlarında bulunan davarlar yalnızca erkeklerimize helâldir, anlamındadır. Bunun, karınlarında bulu­nanların tamamı anlamında olduğu da söylenmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: lafzı sütlere veya ceninlere racidir. O bakım­dan müenneslik manaya binaen, müzekkerlik de nassa binaen gelmiştir. İş­te bundan dolayı lafız nazar-ı itibara alınarak; Kadınla­rımıza haramdır" diye buyurulmuştur. Eğer manaya uygun lafız kullanıla­cak olsaydı, denmesi gerekirdi. Bu görüşü de el-A'meş'in, sonda "te"siz olarak; Yalnız" şeklindeki kıraati desteklemektedir.

el-Kisaî de der ki: Bu kelimenin "te'li kıraati de "te"siz kıraati de aynıdır. Şu kadar var ki, sona gelen "te" mübalağa, içindir. Tıpkı -az önce geçtiği gi bi-: (Büyük bir dahi, büyük bir alim adam demek gibi). Katade ise bu keli meyi, şeklinde, 'ın sılası olan zarftaki zamirden hal olmak üze re okumuştur. Nitekim Evde ayakta duran kişi Zeyd'dir demeye benzer. Basralıların görüşü budur.

el-Farrâ'ya göre ise, kat' üzere (önceki kelimenin sonunda vakıf yapılarak) mansub olur, Aynı şekilde Said b, Cübeyr'in; şeklindeki kıraati hak­kında da bu açıklama yapılabilir.

İbn Abbas ise, izafet terkibi şeklinde; diye okumuştur ki, ikinci bir mübteda olur. Haberi de Erkeklerimize... dir" şeklindedir. Cümk de bütünüyle 'nın haberi olur. Bununla birlikte İbn Abbas'ın kıraatine gö­re bu kelimenin 'nın bedeli olması da mümkündür. Böylelikle bunda betş ayrı kıraat sözkonusu olmaktadır.'[74]

"Kadınlarımıza haramdır" yani, kız çocuklarımıza haramdır, şeklindeki açıklama İbn Zeyd'den nakledilmiştir. Başkası eşlerine ve hanımlarına haram­dır, diye açıklamaktadır.

"Şayet ölü İse" buyruğundaki Olur" kelimesi, "ye" ile de "te" İle de okunmuştur. Yani, bu davarların karınlarında bulunan ölü (meyte) olur-sa, "onlar bunda ortak olurlar." Yani erkekler ve kadınlar onu ortaklaşa yer­ler. Burada; Bunda" denilmesinin sebebi, "meyte (ölü)" ile hayvanın kastedilişinden dolayıdır. Bu da "ye" ile kıraati pekiştirmektedir.

Ölü" kelimesinin merfu' okunuşu, ölürse, yahut ölüm sözkonusu olursa, anlamını verir. Ölü şeklinde nasb ile okunması ise: Ve eğer o canlı ölü çıkarsa,,, anlamını verir.

"Onlara bu yakıştırmalarının" yalan ve iftiranın "cezasını verecektir."

Yani, bundan dolayı onlan azap)andıracaktır. "Yakıştırmaları" ke­limesinin nasbedümesi, mecrur gelmesini gerektiren edatın hazf e dilmesin­den ötürüdür."Bu yakıştırmaları dolayısıyla (.onları cezalandıracak­tır)" anlamına gelir.

Ayet-i kerimede ilim adamının kabul etmeyecek olsa dahi, görüşünün tu­tarsızlığını bilip onu nastl reddedeceğini bilsin diye kendisine muhalefet ede­nin görüşlerini bilmesi gerektiğine dair bir delil vardır. Çünkü yüce Allah, Pey­gamber (savTa ve onun ashabına söylediklerinin tutarsızlığını bilmeleri için çağdaşları olan ve kendilerine muhalif olanların görüşlerini bildirmiştir. [75]

 

140. Bilgisizlik yüzünden evlâtlarını beyinsizce Öldürenler ve Al­lah'ın kendilerine İhsan buyurduğu rızkı Allah'a iftira ederek haram sayanlar, gerçekten büyük bir zarara uğramışlardır. Şüphesiz onlar sapmışlar ve doğru yolu da bulamamışlardır.

Yüce Allah, kız çocuklarını diri diri gömmeleri, Bahîra'yı ve diğer davar­ları kendi akıllarına dayanarak haram kılmaları sebebiyle büyük zarara uğ­radıklarını haber vermektedir. Onlar, akıllarıyla koydukları bu hükümler sonucunda fakir kalırlar, korkusuyla çocuklarını beyinsizce öldürdüler, diğer taraftan fakir düşmekten korkmaksızın, mallarından bir takım şeyleri kendilerine yasak kıldılar. Yüce Allah, bunun, onların görüşlerindeki çelişkiden kay­naklandığını, beyan etmektedir.

Derim ki: Araplar arasında yüce Allah'ın başka bir yerde zikrettiği gibi fa­kirlik korkusuyla çocuklarını öldürenler vardı. Aynı şekilde onları öldürmek­te herhangi bir gerekçe göstermeksizin, sırf beyinsizliklerinden ötürü çocuk­larını öldürenler de vardı. Bunlar ise Rabiahlar ve Mudarhlardı. Bunlar, ha­miyetlerinden ötürü kız çocuklarını öldürürlerdi. Nitekim aralarından melek­ler Allah'ın kızlarıdır, diyenler ve böylelikle Allah'ın kızları kabul ettikleri melekleri, kızlarla bir tutanlar vardı.

Rivayet edildiğine göre Peygamber (sav)'in ashabından bir adam Rasulul-lalı (sav)'ın huzurunda devamlı sıkıntılı ve kederli dururmuş. Bir sefer Ra-sulullah (sav) ona sormuş: "Ne diye üzüntülüsün?" Ey Allah'ın Rasulü demiş. Ben, cahiliye döneminde bir günah işledim. Müslüman olsam dahi Allah'ın o günahımı bana bağışlamayacağından korkuyorum. Uz. Peygamber Ona: "Bu günahını bana bildir" demiş. Adara: Ey Allah'ın Rasulü, ben kız çocuklarını öldürenlerden idim. Benim bir kız çocuğum oldu. Hanımım onu öldürme-yip bırakmam için bana yalvarıp yakardı. Ben de onu öldürmedim. Nihayet büyüdü, yetişti. En güzellerden bir kadın oldu. Evlenmek için ona talib ol­dular. Ancak hamiyet (kıskançlık duyguları) beni sardı. Ne onu evlendirme­ye gönlüm tahammül etti, ne de evde kocasız bırakmaya. Hanıma: Filan fi­lan kabileye, akrabalarımı ziyaret etmek üzere gitmek istiyorum, kızını da be­nimle gönder, dedim. Annesi bundan dolayı sevindi, elbiselerle, süs ve ta­kılarla onu süsledi. Bu hususta kendisine ihanet etmemem için benden sözler aldı. Kızımı alıp bir kuyu başına gittim. Kuyuya baktım. Kız, kendisi­ni kuyuya bırakmak istediğimi anladı. Bana sımsıkı sarılıp ağlamaya ve: Ba­bacığım bana ne yapmak İstiyorsun dedi, ben de ona merhamet ettim. Bir daha kuyuya baktım. Yine hamiyet gelip beni buldu. Yine kız bana sarıldı ve şöyle demeye koyuldu: Babacığım, annemin emanetini zayi etme. Ben, bir kuyuya bakıyor, bir de kıza bakıyor ve şefkat duyuyordum. Nihayet şey­tan bana galip geldi. Onu yakaladığım gibi baş aşağı kuyuya attım. Kuyuda bana: "Babacığım beni öldürdün, diyordu. Sesi kesilinceye kadar orada durdum, sonra da geri döndüm. Bunun üzerine Rasulullah (sav) da, ashabı da ağladı ve şöyle buyurdu: "Şayet cahiliyyede yaptıkları dolayısıyla her han­gi bir kimseyi cezalandırmam bana emredilmiş olsaydı, şüphesiz seni ceza­landırırdım."[76]   

 

141. Çardaklı ve çardaksız o bağları, tadlan çeşitli hurmaları, ekin­leri, birbirine hem benzeyen, hem benzemeyen zeytinleri, narları yaratıp yetiştiren O'dur. Bunların her biri meyve ver­diği zaman meyvelerinden yeyin. Devşirilİp biçildiği gün de hakkını verinu İsraf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.

Bu buyruğa dair açıklamalarımız» yirmi üç başlık halinde sunacağız: [77]

 

1.  Yaratan Allah:

 

"Çardaklı" yani, çardaklar üzerinde yükseltilmiş bağlan "ve çardaksız" yük­seltilmemiş "otağları... yaratıp yetiştiren" var eden "O'dur."

îbn Abbas der ki: "Çardaklı" bahçelerden kasıt, üzüm bağlan, ekinler ve kavun türü yerde yayılan şeylerdir. "Çardaksız bağlar"dan kasıt ise, hurma ağacı ve diğer ağaçlar gibi gövdeleri üzerinde yükselen ağaçlardır. Şöyle de açıklanmıştır: Çardaklılardan kasıt, ağaçlan yükselenlerdir. Çünkü bu kelime, asıl itibariyle yükselmek anlamına gelen; dan gelmektedir.

Yine İbn Abbas'dan nakledildiğine göre, "çardaklılardan kasıt, İnsanla­rın destekleyerek tesbit edip dallarını yükselttikleri ağaç türleridir. "Çardaksizİardan kasıt ise, düz ovalarda ve dağlarda yetişen meyvelerdir. Buna da Hz. Ali'nin bu anlamdaki kelimeleri; Yere dikilmiş ve dikilmemiş" anlamında "ğayn ve sîn" harfi ile okuyuşu delildir. [78]

 

2.  Tadlan Farklı Hurma Ve Ekinler:

 

Yüce Allah: Tadlan çeşitli hurmaları, ekinleri" buyruğunda (hurmaları), aslında bağ ve bahçelerin kapsamına girmekle birlikte ayrıca özel olarak zik­retmesi, üstün değerleri dolayisıyladır. Nitekim daha önce de bu türden açıklamalarımızı el-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Kim Allah'a, melekle­rine... düşman olursa" (et-Bakara, 2/98) buyruğunu açıklarken belirtmişdik.

"Tadları çeşitli" yani, tadlan itibariyle kimisi oldukça hoş ve güzel, kimi­si daha aşağı seviyede olmak üzere meyveler yaratmıştır. Yüce Allah'ın tad İçin "yenen şey" anlamına gelen; tabirini kullanması, meyvelerinin ye­nilmesi dolayısıyladır.

Tadları" kelimesi ise mübtedâ olarak merfu'dur. "Çeşidi" ise onun sıfatıdır. Ondan önce gelip mansub olan bir kelimenin de yanında yer alınca nasbedilmiştir. Nitekim Yanımda aşçı bir köle var­dır," demek de bu kabildendir. Şair de şöyle demiştir:

"Kötülük yaygındır, bir kuyuda karşılaşır seninle, Salih kadınların ise üzerlerinde kapalıdır kapıları."

Çeşitli" kelimesinin hal olarak nasbedildiği de söylenmiştir.

Ebu İshâk ez-Zeccâc der ki: Bu, nahiv bakımından içinden çıkılması zor bir meseledir. Çünkü, şöyle denilmektedir: Onları yaratan Allah'tır. Fakat, on­ların meyveleri demek olan tadlan (kendiliklerinden) farklı ve çeşitli değil­dir. Buna şöyle cevap verilir: Şanı yüce Allah: "her şeyi yaratandır" (el-En'âm, 6/102) buyruğunca bunları da yaratmıştır. Böylelikle yüce Allah bun­ları, tadlan farklı alarak yaratmış olduğunu bildirmektedir. Yani O, bunları yaratırken, meyvelerinde farklılığı, çeşitliliği takdir etmiş olarak yaratmıştır.

Sibeveyh bunu şu sözleriyle açıklamaktadır: Ben, beraberinde yann kendisiyle avlanacağı bir şahin bulunan bir adama uğ­radım" diyerek hal yapılır. NitekimEve mutlaka yiyen­ler ve içenler olarak gireceksinizdir" derken, bunu gerçekleştireceksiniz de­mek istemektedir. Üçüncü bir cevap da şu şekildedir: Allah bunlan yarattığın­da bile tadlan çeşitli İdi. Yani, eğer bunlann yaratılış esnasında tadlan bulun­saydı dahi, bu tadları farklı olacaktı.

Burada (hurma ve ekin tesniye olduğu halde) onlara uygun; "İki­sinin tadlan" demeyişinin sebebi, zamirin ikisinden birisine iade edilmesiy­le yetinmiş olmasıdır. Yüce Allah'ın: Onlar, bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman... ona doğru yöneldiler" (el-Cum'a, 62/11.) buyruğu da ikisine doğru yöneldiler anlamındadır. Bu anlam­daki açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. [79]

 

3. Allah'ın Varlığının Delilleri Ve Bize Lütufları:

 

"Birbirine hem benzeyen, hem benzemeyen" anlamındaki buyruklar, hal olarak nasbedilmiş olup buna dair açıklamalar az önce geçmiş bulunmakta­dır. "Zeytinleri, narları" buyruğu da öncekilere atfedilmektedir.

Bunların yaratılışında şu üç hususa delil getirilmektedir. Evvelâ, değişen şeylerin -önceden de geçtiği gibi- mutlaka bir değiştiricisinin bulunduğudur. İkinci olarak, bunlarda şanı yüce Allah'ın bize lütuflarına delil vardır. Çün­kü O, bizi yarattığında dileseydi bize gıda yaratmayabilirdi. Gıda yarattığı tak­dirde de o gıdanın görünüşü güzel, tadı hoş olmayabilirdi. Bu şekilde yarat­mış olsa dahi, devşirilmesİ kolay olmayabilirdi. Baştan beri O, bunları bu şe­kilde yaratmak zorunda değildi. Çünkü, Allah'ın herhangi bir işi yapması, O'nun hakkında vacip olamaz. Üçüncü olarak da; ilahî kudrete delil vardır. Çünkü, aşağı doğru akmak özelliğine sahip olan su, bir ve tek ve gayblan bi­len Allah'ın kudretiyle ağacın aşağı bölgelerinden yukarılarına doğru çıka­bilmektedir. Nihayet, dallarının ucuna vardı mı, orada da ağacın cinsinden olmayan yapraklar var olur. Ayrıca, belli bir hacmi,"" parlak bir rengi, yeni bir mahsul ve lezzetli bir tadı olan meyveler de çıkar.

Peki, bunların tabiat ve cinsleri nerede kaldı? Nerede filozoflar ve onların sürdükleri delil ve açıklamaları? Acaba tabiat bu kadar sağlam ve güzel iş ya­pabilir mi? Yahut da bu hayret verici düzenlemeyi gerçekleştirebilir mi?

Kesinlikle hayır. Aklen, böyle bir şeyin tabiat tarafından yapılabilmesi, mümkün değildir. Bunları, ancak hay, alîm, kadir ve irade sahibi olan Allah yapabilir. Her şeyde varlığına delil bulunan ve her şeyin sonunda kudreti gö­rülen Allah'ın şanı ne yücedir.

Âyetler Arast İlişki:

Du buyruğun, kendisinden önceki buyruklarla ilişkisi yönüne gelince: Kâ­firler, Allah'a yalan iftirada bulunup onunla beraber ortaklar koşarak kendi­liklerinden helâl ve harama dair hükümler koyduklarından ötürü, O da, her şeyi yaratanın kendisi olduğunu, bütün bu eşyayı kendilerine nzık olarak ve­renin O olduğunu belirterek, onlara vahdaniyetinin delillerini gösterdi. [80]

 

4. İki Emir Ve İki Ayrı Hüküm:

 

Yüce Allah'ın: "Bunların her biri meyve verdiği zaman meyvelerinden yeyin. Devşirilip biçildiği gön de hakkını verin" buyruğunda "yap" kipin­de gelmiş iki fiil vardır. Bunlardan birisi yüce Allah'ın: "Yer yüzünde dağı-hn* (el-Cumua, 62/10) buyruğunda olduğu gibi, mübahltk ifade eden bir emir­dir, diğeri ise vücup ifade eder. Şeriatte mübahlık İfade eden emir ile vücup ifade eden emrin bir arada bulunmasına engel yoktur.

Yüce Allah, hakkın verilmesi emrini vermeden önce onlardan yeme nimetini zikrederek başladı ki, baştan beri nimet ihsan etmenin tekliften önce O'nun lütfundan ötürü gerçekleştiğini beyan etsin. [81]

 

5. Mahsuldeki "Hakk"In Mahiyeti:

 

Yüce Allah'ın: "Devşirilip biçildiği gün de hakkını verin" buyruğu ile il­gili olarak ilim adamları, bu hakkın ne olduğunun açıklanması hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Enes b. Malik, İbn Abbas, Tavus, el-Hasen, İbn Zeyd, İbnü'l-Hanefiyye, ed-Dahhâk ve Said b. el-Müseyyeb buradaki hakkın, farz olan zekât, öşür (onda bir) ve öşrün yarısı (yirmide bir) olduğunu söy­lemişlerdir. Bu görüşü İbn Vehb ve Îbnü'l-Kasım da Malik'ten bu âyetin tef­siri ile ilgili olarak nakletmişlerdir. Şafiî mezhebi alimlerinden bazısı da bu görüşü kabul etmiştir. ez-Zeccâc'ın naklettiğine göre; bu âyet-i kerimenin Me­dine'de indiği de söylenmiştir.

Ali b. el-Hüseyin, Ata, el-Hakem, Hammad, Said b. Cübeyr ve Mücalıid ise, şöyle demişlerdir: Bu, zekâtın dışında, malda bulunan bir haktır. Allah, bu hakkın mendup olarak verilmesini emretmiştir. Bu görüş, İbn Ömer ve -yi-ne-Muhammed b. el-Hanefiyye'den de rivayet edilmiştir. Ayrıca Ebu Said el-Hudrî bunu Hz. Peygamber (sav)'dan da rivayet etmiştir.

Mücahid der ki: Matını devşirdiğîn vakit, yoksullar yanına gelecek olurlar­sa, sen onlara biçtiğin başaklardan bir miktar ver. Hurmalarını topladığın va­kit onlara da salkımlardan bir miktar ver. Ekini toplayıp dövüp savurduğun vakit de onlara ondan bir miktar bırak. Onun, Ölçeğini de bilip öğrendin mi, bu sefer ondan zekâtını çıkartıp ver.

Bu hususta üçüncü bir görüş daha vardır ki, bu görüşe göre bu emir ze­kât emriyle neshedilmiştir. Çünkü bu sûre Mekke'de inmiş, zekâtı emreden: "Onların mallarından bir sadaka (zekât) al" (et-Tevbe, 9/103); "Namazı dos­doğru kılınız ve zekâtı veriniz" (el-Bakara, 2/43) âyeti ise, ancak Medi­ne'de nazil olmuştur.

İbn Abbas, İbnü'l-Hanefiyye, el-Hasen, Atiyye el-Avfî, en-Nehaîve Said b. Cübeyr'den de bu görüş rivayet edildiği gibi, Süfyan da şöyle demiştir: Ben, es-Sü,ddî'ye bu âyet hakkında sordum da şu cevabt verdi: Bunu öşür ve öş­rün yarısı(nı emreden zekât) neslıetmiştir. Ben, bunu kimden naklediyorsun diye sorunca, o da: İlim adamlarından, diye cevapladı. [82]

 

6.  Yerden Yetişen Mahsullerin Zekâtı:

 

Yenecek olsun, olmasın yerin bitirdiği her şeyde zekâtın vacib olduğunu ileri süren Ebu Hanİfe, bu âyet-i kerime ile Hz. Peygamberin: "Semânın su­ladığı mahsullerde öşür, deve sırtında taşınan veya (kuyudan) çekilen kovalarla sulanan mahsullerde de öşrün yarısı vardır"[83] buyruğunun umura ifa­de edişini delil olarak göstermiştir. Ebu Yusuf da Ebu Hanife'den şunu nakletmiştir: Onun, ot, yonca, saman (eskiden ok yapımında, günümüzde de kur­şun kalem tahtası yapımında kullanılan) farisi kamışı ve şeker kamışı müs-tesnâdır.[84]

Fakat cumhur bu görüşü kabul etmemektedir. Çünü onlara bu hadisten maksadın nelerden öşür alınacağını ve nelerden öşrün yarısı alınacağını beyan etmektir. Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Bildiğim kadarıyla ilim adamları arasında buğday, arpa, hurma ve kuru üzümde zekât vermenin va­cip olduğu hususunda hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bir kesim ise, bunların dı­şında kalan (zirai mahsullerde) zekât olmadığını söylemişlerdir. Bu görüş de el-Hasen, İbn Sirîn ve eş-Şa'bîden rivayet edilmiştir.

Küfe alimlerinden İbn Ebi Leylâ ve es-Sevrî, el-Hasen b. Salih, İbnü'1-Mü-barek ve Yahya b. Vessab da bu görüşü benimsedikleri gibi, Ebu Ubeyd de bu kanaattedir. Bu, aynı zamanda Ebu Musa'dan Hz. Peygamber (sav)'dan yo­luyla da rivayet edilmiştir ki, Ebu Musa'nın kabul ettiği görüş de bu idi. Ebu Musa, ancak buğday, arpa, hurma ve kuru üzümden zekât alırdı. Bunu da Ve-ki1, Talha b. Yahya'dan, o, Ebu Burde'den, o, babası yoluyla zikretmiştir.

Malik ve arkadaşları ise şöyle demişlerdir: Gıda olarak kullanılan ve uzun süre saklanabilen her şeyde zekât farzdır. Şafiî de bu görüştedir. Ayrıca Şa­fiî şöyle demektedir: Kuruyup saklanan ve yiyecek olarak kullanılan şeyler­den zekât alınması vaciptir. Zeytinde ise zekât yoktur, çünkü o bir katıktır. Ebu Sevr de böyle demiştir, imam Ahmed'in ise bu konuda farklı görüşleri vardır. Bunların en kuvvetli olanlarına göre zekât, eğer vesk ile ölçülebilir ise, Ebu Hanife'nin dediği her şeyde zekât vaciptir.

Bu sebepten dolayı İmam Ahined, vesk ile ölçüldüğünden dolayı ba­demde zekâtın vacip olduğunu kabul ederken, satışı sayılarak sözkonusu ol­duğundan dolayı cevizde 2ekâtm olduğunu kabul etmemiştir. Buna da Hz. Peygamber'in: "Hurma veya tane türünden olanlarda, beş vesk'ten aşağısın­da sadaka (zekât) yoktur"[85] buyruğunu delil göstererek şöyle demektedir: Peygamber (sav.) böylelikle zekâtın vacip olduğu mahallin vesk (ile ölçülen şeyler) olduğunu beyan etmiş ve kendisinden hakkın (zekâtın) çıkartılması gereken miktarı da açıklamıştır.

en-Nehaî'nin görüşüne göre de, yerden biten her şeyden zekât verilmesi vaciptir. Hatta toplayacağı on demet bakliyattan bir demet zekât verilir. An­cak bu hususta ondan farklı rivayetler gelmiştir. Bu görüş aynı zamanda Ömer b. Abdulaziz'in de görüşüdür. O, az olsun, çok olsun yerden biten her şey­den öşür alınması için (zekât memurlarına) talimat yazmıştır. Bunu da Ab-durrezzak, Ma'mer'den, o, Simak b, el-Fadl'dan naklederek şöyle demekte­dir: Ömer (b. Abdilaziz), şunu ya2dı... diyerek bu hususu zikretti,

Bu, aynı zamanda Hammâd b. Ebi Süleyman'ın ve onun öğrencisi Ebu Ha-nife'nin de görüşüdür.

Îbnü'l-Arabî de "Akkâmu'l-Kuf&n" adlı eserinde bu görüşe meylederek şöyle demektedir: Ebu Hanife'ye geîince o, bu âyeti kendisine ayna tutmuş ve böylelikle hakkt görebilmiştir, diyerek Hanefi mezhebini destekleyici ve güçlendirici ifadeler kullanmıştır. Diğer taraftan "el-Kabes Bintâ Aleyhi el-İma-mu Malik b. Enes" adlı eserinde de şöyle demektedir: Yüce Allah: "... Birbi­rine hem benzeyen, hem benzemeyen zeytinleri, narları yaratıp yetişti­ren O'dnr" diye, buyurmaktadır. İlim adamlan ise, yerin bitirdiklerinin tama­mında mı, yoksa bir bölümünde mi zekâtın vacib olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Biz bu hususu daha önceden açıklamış bulunuyoruz. el-Ahkâm (Ahkâmu'l-Kur'an) adlı eserimizde bunun özünü kaydettik. Buna göre zekât açıklamış olduğumuz gibi, taze bakliyatta (sebzelerde) değil de gıda olarak saklanabilen şeylerde sözkonusudur. Taİfte nar, (bir çeşit) şef­tali, turunç gibi meyveler olmakla birlikte, Rasulullah (sav) bunlar hakkın­da herhangi bir şey söylemediği gibi sözkonusu da etmemiştir, halifelerden herhangi bir kimse de bunu zikretmiş değildir.

Derim ki: Her ne kadar bu görüşünü "Kufan Ahkâmı"nâa. zikretmemiş ise de bu mesele ile ilgili olarak sahih olan görüş budur. Yeşilliklerde (sebzeler­de) her hangi bir zekât düşmediğidir. Âyete gelince; âyet hakkında muhkem midir, mensuh mudur, yoksa emir mendupluğa mı hamtedilmiştir diye fark­lı görüşler ortaya atılmıştır. Bunun, hangisine yorumlanacağını beyan edecek kafi bir delil de yoktur. Bu konuda bilinen ve meseleye kesinlik kazandıran delil ise, İbn Bukeyr'in "AWfedm"ında zikrettiği şu husustun Küfe, Hz. Pey­gamber (sav)'ın vefatından ve Medine'de ahkâmın yerleşmesinden sonra fet­hedilmiştir. Herhangi bir kimsenin veya azıcık bir basireti olan bir kişinin şöy­le bir vehme kapılması mümkün müdür: Böyle bir hüküm Medine'de askı­ya alındı, hicret yurdunda vahyin karargâhında, hatta Ebu Bekir'in halifeli­ği döneminde de bununla amel edilmedi de sonunda bununla amel edenler Kûfeliler mi oldu? Şüphesiz ki bu, böyle bir zanna sahip olanlar için ve bu görüşü kabul edenler hakkında bir musibettir.

Derim ki: Kur'an-ı Kerim'in ihtiva ettiği anlamlardan, buna delalet eden hususlardan birisi de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan O'nun risaletini tebliğ etme­miş olursun." (el-Maide, 5/67) Acaba Hz. Peygamberin tebliğ etmekle, ya­hut açıklamakla emrolunduğu herhangi bir şeyi gizlediğini söylemek müm­kün müdür? O, bundan çok çok uzaktır. Yine yüce Allah, bir başka yerde şöy­le buyurmaktadır: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizde­ki nimetimi tamamladım...0 (el-Maide, 5/3) İşte yeşilliklerden (sebze ve bak­liyattan) bir şey almamış olması da dinin kemal indendir. Dârakutnî'nin riva­yet ettiğine göre Cabir b. Abdullah da şöyle demiştir: "Salatalık yetiştirdiği­miz bahçelerimiz onbinlerce (tane) ürün veriyordu da bunda hiç bir şey (ze­kât olarak) vacib olmuyordu."[86]

ez-Zührî ve el-Hasen de şöyle demişlerdir: Yeşil sebzeler, satıldığı takdir­de ve bunların bedeli ikiyüz dirheme ulaşırsa zekâtları verilir. el-Evzaî de, meyvelerin bedeli hususunda bu görüştedir. Ancak, onların bu görüşlerinin, bizim sözünü ettiğimiz hususa dair delil olacak bir tarafı yoktur. Tirmizî de Muaz b. Cebel'den şunu rivayet etmektedir: Muaz, Hz. Peygamber (sav)'a ye­şillikler (sebzeler) hakkında soru sormak üzere mektup yazdı, Hz. Peygam­ber de: "Onlarda (zekât olarak) bir şey düşmez" diye buyurmuştur.[87]

Bu anlamdaki açıklamalar, Cabir, Enes, Ali, Muhammed b. Abdullah b. Cahş, Ebu Musa ve Hz. Aişe'den de rivayet edilmiştir ki, Dârakutnî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bunların hadislerini zikretmektedir.[88]

Tirmizî de der ki: Bu hususta (yani bakliyatta zekât olmadığına dair) H2. Peygamber (savYdan sahih her hangi bir rivayet yoktur.[89]

Ebu Hanife'nin arkadaşlanndan bazıları da Salih b. Musa'nın Mansur'dan, onun İbrahim'den, onun el-Esved'den, onun da Hz. Aişe'den şöyle dediği­ne dair naklettiği hadisi delil göstermişlerdir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Yerden biten bakliyatta zekât vardır." Ancak, Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Bu hadisi Mansur'un arkadaşlarından güvenilir her hangi bir kimse bu şe­kilde rivayet etmiş değildir. Bu, İbrahim'in sözlerindendir.[90]

Derim ki: Konu ile ilgili senetlerinin zayıflığı dolayısıyla, sünnetten delil getirme imkânı olmadığına göre, geriye sadece bizim sözünü ettiğimiz âye­tin umumu ile Hz. Peygamber'in: "Yağmur suyu ile sulananlarda öşür vardır" buyruğunun umumunu sözünü ettiğimiz şekilde tahsis etmekten başka bir yol kalmıyor. Ebu Yûsuf ve Muhammed de derler ki: Sebzelerin hiç birisin­de -kalıcı meyvesi olanlar müstesna- zekât düşmez. Bundan tartılarak alınıp satılan zaferan ve benzeri şeyler müstesnadır, onda zekât vardır. Muhammed ise usfur (asrur.) ve ketende tohumu nazar-ı itibara alırdı. Eğer asfur tohumu ile keten tohumu beş veski bulacak olursa, elde edilen asfur ve keten tohu­ma tabi olur ve buna bağlı olarak ondan (sulama durumuna göre) öşür ve­ya öşrün yarısı olarak zekât alınır.

Pamuktan alınacak zekâta gelince; Muhammed'e göre pamukta beş yük­ten aşağısında zekât düşmez. Yük ise üçyüz Irak mennidir.[91]

Alaçehre (Yemen safranı) ve zaferanda ise, beş mennden aşağısında her­hangi bir zekât düşmez. Bunlardan herhangi birisi beş menni bulacak olur­sa, (sulama durumuna göre) öşür veya öşrün yarısı zekât düşer. Ebu Yusuf der ki: Şekerin kendisinden yapıldığı şeker kamışı da böyledir. Ancak bu şe­ker kamışının, haraç arazisinde değil de öşür arazisinde yetişmesi gerekir, o da zaferanda olduğu şekilde zekâta tabidir.

Abdülmelik b. el-Macişûn ise, bakliyat dışında kalan meyvelerin asılların­da zekât farz olduğunu kabul etmiştir. Bu ise, Malik'in ve arkadaşlarının ka­bul ettiği görüşe muhaliftir. Çünkü onlara göre, bademde de, cevizde de, fın­dıkta da ve buna benzer mahsullerde de zekât yoktur. İsterse bunlar sakla­nabilsinler. Aynı şekilde onlara göre erik, elma ve armutta da zekât olmadı­ğı gibi, bu kabilden olup kurutulup saklanmayan şeylerde de zekât yoktur.

Ancak, incirde zekâtın olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptir­ler. Matik'in mezhebini takip eden Mağrib halkınca daha meşhur olan görü­şe göre incirde zekât yoktur. Ancak, Abdülmelik b. Habib'in kanaatine gö­re Malik'in mezhebinde incirde zekât olması gerekir. Bunu da hurma ve ku­ru üzüme kıyasen söylemiştir. Bağdadlı Maliki mezhebine mensub ilim eh­linden bir topluluk da -İsmail b. İshâk ve ona uyanlar- bu görüşe sahip ol­muşlardır. Malik de Muvatta'da şöyle demiştir: "Bizce ihtilafın sözkonusu ol­madığı sünnet ile ilim ehlinden işittiğime göre, meyvelerin hiçbirisinde -nar, şeftali, incir ve bunların benzerlerinde- ve meyvelerden olması halinde ben­zemeyenlerinde de zekât yoktur."[92]

Ebu Ömer (b. Abdİ'1-Berr) der ki: Malik, inciri de (zekâtı alınmayan) bu meyve kısımları arasına sokmuştur. Zannederim o, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- incirin kurutulup saklandığını ve gıda olarak kullanıldığını bilmiyordu. Eğer bunu bilmiş olsaydı, inciri de bu tür zekâtı alınmayan meyvele­rin kapsamına sokmazdı. Çünkü incir, nardan çok hurma ve kuru üzüme ben­zemektedir. el-Ebherî ile onun arkadaşlarından bir topluluktan bana ulaştı­ğına göre onlar, incirde zekât düştüğü doğrultusunda fetva vermişler ve bu­nun kendilerine göre kabul ettiği usule uygun Malik'in de görüşü olduğu ka­naatinde imişler. Diğer taraftan incir, kile İle Ölçülen bir meyvedir. O bakım­dan onda da beş vesk ve tartı olarak onun misli olan miktar nazar-ı itibara alınır. Bunlara göre incir hakkında da, üzerlerinde zekât düştüğü hususun­da icma ile kabul olunmuş, hurma ve kuru üzüm gibi hüküm verilir.

Şafiî der ki: Hurma ve üzüm dışında hiçbir meyvede zekât sözkonusu de­ğildir. Çünkü Rasulullah (sav) bu iki meyveden zekât almıştır. Bunlar da Hi­caz bölgesinde saklanabilen bir gıda idiler. Yine devamla: Ceviz ve badem de saklanabilir. Fakat bunlarda zekâı yoktur. Çünkü bunlar bildiğim kadarıy­la Hicaz bölgesinde gıda olarak kullanılmıyorlardı Bunlar bir meyve idiler.

Zeytinde de zekât yoktur. Çünkü yüce Allah: "Zeytinleri ve narları* di­ye buyurarak, zeytini nar ile birlikte zikretmiştir. Narda da zekât yoktur. Ay­nı şekilde incir, gıda olarak ondan daha faydalı olmakla birlikte onda da ze­kât yoktur.

Diğer taraftan Şafiî'nin, zeytinden zekât verileceği şeklinde Irak'ta (ki ka­dîm mezhebinde) ifade ettiği bir görüşü de vardır. Ancak, evla olan Mısır'da­ki görüşüdür. O bakımdan zeytin hakkında Şafiî'nin görüşü muzdariptir (çatışma vardır). Ancak, Malik'in bu husustaki görüşünde ihtilaf yoktur. Bu da Şafiî ve Malik nezdinde âyet-i kerimenin mensuh olmayıp muhkem oldu­ğuna delalet etmektedir. Her İkisi de nardan zekât olmadığını ittifakla kabul etmekle birlikte (usullerine göre) narda zekâtı vacip görmeleri gerekirdi.

Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der kî: Eğer nar, (zekât kapsamı dışına) ittifak ile çıkmış ise, bununla âyet-İ kerimenin umumunun kastedilmediği ortaya çık­mış ve ("biçildiği günde hakkını verin"dekî) zamirin anılan mahsullerden bir bölümüne racî olup bir bölümüne raci olmadığı anlaşılmış olur, Doğru­sunu en iyi bilen Allah'tır.[93]

Derinti ki: Yeşil, (taze sebze ve meyve) lerde öşrü vacip kabul edenler bu­nu delil göstermişlerdir. Çünkü yüce Allah: "Devşirilip biçildiği gün de hak­kını verin" dîye buyurmaktadır. Ondan önce sözü edilen şey ise, zeytin ve nardır. Bir cümie akabinde zikredilen bir hükmün (zamir ve benzerleri) ise, son olarak zikredilen hakkında sözkonusu olacağında da görüş ayrılığı yoktur. (Buna göre zeytin ve narda zekât düşer demek istemektedir). Bu açık­lamayı el-Kiyâ et-Taberî yapmıştır.

İbn Abbas'tan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Cennet suyundan bir dam­la İle aşılanmamış hiçbir nar yortur. Ali (k.v)'dan da şöyle dediği rivayet edil­miştir: Nar yediğiniz vakit onu ince zarı ile birlikte yeyiniz. Çünkü o, mide­yi tabaklar (sağlamlaştırır). İbn Asakir de "Dimaşk Tariki" adlı eserinde İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Narı baş tarafından kırmayınız. Çünkü onda cüzzamın kendisinden yayıldığı bir kurtçuk vardır. İleride zey­tin yağının faydalarına dair açıklamalar, inşaallah el-Mu'minun Sûresi'nde (23/20. âyetin tefsirinde) gelecektir.

Zeytinde zekâtın farz olduğunu söyleyenler arasında, ez-Zührî, el-Evzaî, el-Leys, Es-Sevrî, Ebu Hanife, arkadaşları ve Ebu Sevr de vardır. ez-Zührî, el-Evzaî ve el-Leys derler ki: Ağaçta zeytin olarak (uzmanlar tarafından) tahmin edilir ve saf zeytinyağı olarak alınır.

Malik ise der ki: Böyle tahmin yoluna gidilmez. Bunun yerine yağı sıkıl­dıktan ve miktarı da beş veski bulduktan sonra öşrü (onda biri) zekat ola­rak alınır.

Ebu Hanife ve es-Sevrî ise bunun tanesinden zekât alınır, demişlerdir. [94]

 

7. Mahsullerde Zekâtın Vücup Zamanı:

 

Yüce Allah'ın: "Devşİrilip biçildiği gün" buyruğunu, Ebu

Amr, îbn Âmir ve Âsim, "hâ" harfi üstün olarak; şeklinde, diğerleri ise "hâ" harfi esreli olarak okumuşlardır ki, bu iki okuyuş da meşhur iki şi­vedir. kelimeleri de (hepsi de özel­likle ağaçlardan salkım hafinde devşirilen meyveler hakkında kullanılır ve ay­nı anlamdadır) böyledir.

İlim adamları, mahsullerde zekâtın ne zaman vacip olduğu hususunda üç farkb görüş ileri sürmüşlerdir:

1. Vücup zamanı, meyvelerin toplanma zamanıdır. Bu görüş Muhammed b. Mesleme'ye ait olup, buna gerekçe de "devşirilip biçildiği gün" buyru­ğudur.

2. Olgunlaşma zamanıdır. Çünkü, olgunlaşma zamanından önce mahsul ne gıda ne yiyecek olur. Olsa olsa hayvan yemi olur. Olgunlaşıp Allah'ın nimet olarak ihsan ettiği yeme zamanı geldi mi, Allah'ın verilmesini emrettiği hak­kım da eda etmek icabeder. Çünkü nimetin tamamlanmasıyla nimete şükür etmek gerekir. Bu zekâtın verilmesi ise, -olgunlaştığı gün vacib olmuş oldu­ğundan dolayı- hasad (toplanıp devşirilme) zamanıdır.

3. Toplanacak mahsulün tahmini tamamlandıktan sonra verilir. Çünkü, o vakit ondan ödenmesi gereken zekât miktarı tahakkuk eder. O bakımdan, tah­minin tamamlanması da vücubu için bir şarttır. Bu hükmün asıl delili, koyunlardan zekât almak için zekât toplayıcısının gelişi ile koyunların zekâtının ödenmesinin vücubudur. el-Muğire bu görüştedir.

Sahih olan görüş ise, Kur'an-ı Kerim'in nasst dolayısıyla birinci görüştür. Ancak, Maliki mezhebinde meşhur olan görüş ikincisidir. Şafiî de bu görüş­tedir.

Bu görüş ayrılığının etkisine gelince-, eğer zekât mükellefi, olgunlaşmadan sonra vefat ederse, onun mülkünden, yahut mahsulün tahmininden önce ve­fat edecek olursa, mirasçıların malından zekât verilir.

Muhammed b. Mesleme der ki: Tahminin önce yapılışı mahsul sahipleri için bir genişlik sağlamak maksadıyladır. Bir kimse tahminden sonra ve fakat top­lanmasından önce zekâtını verecek olursa, bu olmaz. Zira, vücubundan ön­ce zekâtını çıkarmış olur.

Tahmin ile ilgili ilim adamlarının farklı görüşleri jse bir sonraki başlığın ko­nusunu teşkil etmektedir. [95]

 

8. Mahsullerin Tahmini İle İlgili İlim Adamlarının Görüşleri:

 

es-Sevrî, mahsul tahmininde bulunmayı mekruh görmüş ve hiç bir şekil­de caiz kabul etmemiş ve şöyle demiştin Tahminde bulunmak, uygulanan bir şey değildir. O şöyle der: Ancak, bağ bahçe sahibinin eline geçirdiği mah­sulün onda birini -beş veski bulması halinde- yoksullara vermesi gerekir, eş-Şeybanî de eş-Şa'bî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Günümüzde mah­sul tahmininde bulunmak bir bid'attir.

Ancak cumhur, bundan farklı kanaate sahiptir. Diğer taraftan İse, kendi ara­larında da farklı görüşleri vardır. Büyük çoğunluk, hurma ve üzümde tahmin­de bulunmanın caiz olduğu görüşündedirler. Çünkü Attab b. Esid'in rivayet ettiği hadise göre, Rasulullah (sav) kendisini görevlendirmiş ve hurma ağaç­larının meyvesini tahmin ettiği gibi; alınacak üzümü de tahnîin etmesini em­retmiştir. Zekâtı ise, hurma ağacının mahsulü kuru -hurma olarak alındığı gi­bi- kuru üzüm olarak alınır. Bunu, Ebu Davud rivayet etmiştir.[96]

Davud b. Ali de: Zekât için alınacak mahsulü tahmin etmek, hurma hak­kında-caizdir. Üzümde caiz değildir, der ve Attab b. Esid'in hadisinin mun-katı' olduğunu, sahih bir yolla muttasıl rivayetinin bulunmadığını belirterek reddetmektedir. Bunu, Ebu Muhammed Abdulhak nakletmektedir. [97]

 

9. Alınacak Mahsulün Nasıl Tahmin Edileceği:

 

Tahminin niteliğine gelince, hurma taze olarak ağaçta iken tahmin edilir, kurutulduğu vakit ne kadar ekşiteceği takdir edilir, bu eksilme de inildikten sonra geriye kalan ölçü alınır ve böylelikle bahçe tamamlanıncaya kadar her bir ağaçtan alınacak mahsuller birbirine eklenir. Üzüm salkımlarında da ta­ze hurmadaki gibi yapılır. [98]

 

10. Mahsul Tahmininde Kaç Kişi Yeterlidir:

 

Mahsul tahmininde de hakimde olduğu gibi tek kişi yeterlidir. Şayet alı­nacak hurma tahminden fazla olursa, bahçe sahibinin fazla miktar için ay­rıca zekât vermesi gerekmez. Çünkü bu, yürürlüğe girmiş bir hükümdür. Bu görüşü Abdufvehhab ifade etmiştir. Tahminden az gelecek olursa, zekâtta da eksilme olmaz.

el-Hasen derki: Müslümanlar (in mahsulleri) hakkında tahminde bulunu­lur, ondan sonra da zekâtları bu talimine göre onlardan alınırdı. [99]

 

11. Bahçe Sahibi Yapılan Tahmini Çok Bulursa:

 

Şayet bahçe sahibi tahminin çok olduğunu ileri sürecek olursa, tahminde bulunan kişi, bahçe sahibini tahmin edileni kendisi ahp kalanı vermekte mu-lıayyer bırakır. Bunu Abdurrezzak nakletmektedir: Bize, Ibn Cüreyc, Ebu 2ü-beyr'den haber verdiğine göre o, Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken dinlemiş: îbn Revâha (Hayber ya hu di I erinden alınacak mahsulü) kırkbin vesk olarak tahmin etmiş, yalıudileri bu hususta muhayyer bırakınca, kuru hurmanın ta­mamını almış ve ona (taze olarak) yirmi bin vesk vermişlerdi.[100]

îbn Cüreyc der ki: Ben, Ata'ya şöyle dedim: Mahsulü tahmin eden kimse­nin bu tahminini mal sahibi çok görecek olursa, İbn Revâha'nın yalıudileri muhayyer bıraktığı gibi muhayyer bırakmak vazifesi midir? Şöyle dedi: Ye­min olsun ki, evet. Zaten Rasulullah (savVın sünnetinden daha hayırlı han­gi sünnet (uygulama) olabilir ki? [101]

 

12.' Mahsulün Tahmin Edileceği Vakit:

 

Mahsul tahmini ancak meyvelerin olgunlaşmasından sonra olur. Çünkü, Hz. Âişe'den gelen hadiste şöyle demiştir: Rasulullah (sav), (Abdullah.) b. Revâ-ha'yı yahudilere gönderirdi, O da, meyvesinden yenilmeden önce hurmanın ilk olgunlaşması ile birlikte ağaçlarından alıncak mahsulü tahmin eder, sonra da yahudileri ya bu tahminin karşılığını ödeyerek almak, yahut da tahmin edilen bu miktarı ona vermek hususunda muhayyer bırakırdı. Rasulullah (sav)'ın, mahsullerin tahmin edilmesini emretmesi, mahsuller yenilmeden ve dağıtılmadan önce miktarının tesbit edilmesi maksadına binaendi.[102]

Bunu, Darâkutnî de İbn Cüreyc'den, o, ez-Zührî'den, o, Urve'den, o, Âi-şe yoluyla rivayet ettikten sonra şunları söylemektedir: Ayrıca Salih b. Ebİ Ah-dar, ez-Zührî'den, o, İbn el-Müseyyeb'den, o da Ebu Hureyre yoluyla riva­yet etmiştir. Malik, Ma'mer ve Ukayl ise, bunu ez-Zührî'den, o, (Said) b. el-Müseyyeb'den, o da Peygamber (sav)'dan mürsel olarak rivayet etmiştir.[103] 

 

13. Yapılan Mahsul Tahmininden Sonra Bir Miktarı Düşmek:

 

Tahminde bulunmakla görevli kişi, tahminini yaptıktan sonra, tahminin top­lamından bir miktar düşmelîdir. Çünkü, Ebu Davud,, Tirmizî ve Sahih'inde el-Bustî, Sehl b. Ebİ Hasme'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (sav) şöyle buyururmuş: "Tahminde bulunduktan sonra, tahmininizi alın ve üçte birini de bırakın. Üçte biri olmazsa, hiç olmazsa dörtte birini bırakın." Tirmizî'nin tafzı bu şekildedir.[104]

Ebu Dâvud der ki: Tahminde bulunan kişi, üçte birlik bir miktarı, çoluk çocuğunun taze iken daldan yemesi için bırakır.[105] Yahya el-Kattan da böy­le dediği gibi, Ebu Hatim el-Bustî de şu açıklamada bulunmuştur: Bu habe­rin iki niteliği vardır. Birincisi, alınacak öşrün üçte veya dörtte biri kadarını bırakır, ikincisi, eğer bahçe bunu kaldırabilecek kadar büyük ise, öşrünü tes­bit etmeden önce bizzat kuru hurmanın kendisinden bunu bırakır.

Malik'in mezhebinde meşhur olan görüşe göre ise, tahminde bulunmak­la görevli kişi, tahmin ettiği sırada hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerin­den tahmin etmedik hiçbir şey bırakmaz.

Medineli alimlerden kimisi ise, tahminde işi kolay tutmasını ve yoksulla­ra bağışlanacak, akraba ve benzeri kimselere verilecekler için de bir miktar düşmesi gerektiğini rivayet etmişlerdir. [106]

 

14. Tahminden Sonra Mahsule Bir Âfet İsabet Ederse:

 

Şayet alınacak mahsulün tahmin edilmesinden sonra ve mahsulün toplan­masından önce, mahsule bir âfet isabet edecek olursa, ilim ehlinin İcmaı İle zekât düşer. Ancak, geri kalan beş vesk ve daha fazla bir miktar ise, bunun zekâtı alınır. [107]

 

15. Zirai Mahsullerde Zekâtın Nisabt:

 

"Beş vesk'den daha aşağı miktarda zekât yoktur."[108] Hz. Peygamber (sav)'dan bu husus böylece beyan edilerek gelmiştir. Çünkü bu, Kitapta müc­meldir. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, kazandıkla­rınızın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin" (el-Bakara, 2/2Ö7) diye buyurduğu gibi: "DevşirUİp biçildiği günde hakkını verin" diye buyrulmaktadır. (Zekât düşen nisab ve miktar beyan edil­memiştir). Daha sonra zekât verilecek miktar, öşür ve öşrün yansı diye be­yan edilmiştir. Diğer taraftan malın kendisinden zekâtın alınması gereken mik­tar da mücmel olduğundan yine Hz. Peygamber de-bunu beyan etmek üze­re şöyle buyurmuştur: "İster hurma, ister tane olsun, beş vesk'ten aşağısın­da sadaka (zekât) yoktur."[109] İşte bu, yeşillerde (taze tüketilen meyve ve seb­zelerde) sadaka verilmeyeceğini ifade etmektedir. Çünkü bunlar vesk ile öl­çülen şeylerden değildir.

Buna göre kimin payına hurma ya da tahıllardan beş vesk'Uk bir mahsul isabet ederse, onun zekât vermesi icabeder. Kuru üzümden de böyledir.

İşte buna ilim adanılan tarafından nisab diye ad verilir. Vesk kelimesi, visk şeklinde de söylenir.

Vesk, altmış sa'dır. Sa' ise dört müd'dür. Bir müd ise, Bağdadî rıtıl ile bir tam üçte bir ntıldır. Buna göre beş vesk bin ikiyüz mud eder. Ağırlık itiba­riyle, bin alüyüz rıtla tekabül eder.[110]  

 

16. Her Bir Mahsul Tek Başına Beş Vesk Gelmiyorsa:

 

Bİr kimsenin mahsul olarak elde ettiği hurma ve üzümün toplamı beş vesk yapıyor ise, icma ile zekât vermesi gerekmez. Çünkü bunlar İki ayrı çeşittir. Aynı şekilde hurmanın buğdaya, buğdayın kuru üzüme, devenin ineğe, ine­ğin de koyun türüne eklenmeyeceği üzerinde de fukahâ icma etmişlerdir. An­cak, keçi ve koyun türünün birbirine ekleneceği icma ile kabul edildiği gi­bi, buğdayın arpaya ve seli (diye bilinen, Hicazda yetişen buğdaya benzer kabuksuz arpaya) eklenip eklenmeyeceği hususunda fukahâ arasında görüş ayrılığı vardır ki, bu bir sonraki başlığın konusudur. [111]

 

17. Değişik Mahsul Türlerinin Birbirine Eklenmesi:

 

Malik, özel olarak ve yalnızca bu üçünde (yani buğdayın, arpa ve şelfe) mahsul miktarlarının birbirlerine eklenmesini caiz kabul etmiştir. Çünkü bunlar, menfaat itibariyle biribirlerine yakınlıkları ve yerden bitip biçilmele-ri bakımından ortak özelliklere sahip olmaları dolasıyla birbirine yakın tek bir tür gibidirler. İsmen ayrı olmaları ise, -camış ile inek, keçi ile koyun tür­lerinde olduğu gibi- hüküm itibariyle birbirlerinden ayrı olmalarını gerektir­mez.

Şafiî ve başkaları ise derler ki: Bunlar, birbirlerine eklenmezler. Çünkü bun­lar faklı türlerdir, nitelikleri ayrı ayrıdır, isimleri birbirini tutmamaktadır. Tadları da değişiktir. Bu ise, onlann ayrı olmalarını gerektirir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Malik der ki: Bütün tahıllar tek tür kabul edilir, biri ötekine ilave edilir.

Şafiî de şöyle demektedir: Ayrı bir isimle bilinen ve yaratılışı itibariyle de, tadı itibariyle de diğerinden ayrı ve farklı olan hiç bir tahıl çeşidi diğerine ila­ve edilmez- Ancak, her bir türün bir bölümü diğer bölümüne ifave edilir. Ka­litelisi, kalitesiz olanına eklenir. Türleriyle hurma, siyahıyla kırmızısıyla ku­ru üzüm, esmer ve diğer türleriyle buğday gibi.

Bu, aynı zamanda es-Sevrî, Ebu Hanife, Ebu Hanife'nin iki arkadaşı Ebu Yusuf ve Muhammed ile Ebu Sevr'in de görüşüdür.

el-Leys der ki: (Buğday, arpa, kuru üzüm ve hurma dışında kalan) bütün tahıl ve taneliler zekât için biri diğerine eklenir.

Ahmed b. Hanbel de, önceleri altının gümüşe, ve tanelilerin de birbirle­rine eklenmesi doğrultusunda görüş belirtmekten çekinirken, daha sonrala­rı bu hususta Şafiî doğrultusunda görüş beyan etmeye başlamıştur. [112]

 

18. Mahsullerin Devşirilmesinden Önce Tüketilen Bölümlerinin Hükmü:

 

Malik der ki: Mahsulün olgunlaşacağının görülmesinden yahut da elle ova­lanıp ayırd edilebilecek hale gelmesinden sonra mahsul, sahibinin tükettiği, onun hesabına kaydedilir. Aynı şekilde, hasadı esnasında ve toplandığı sıra­da mal Sahibinin mahsulden verdiği, yine derlendiği sırada zeytinden verdik­leri de araştırılır, tesbit edilir ve onun namına hesap edilir. (Yani, mahsulün toplamı içerisinde kabul edilerek, zekâtı verilmesi gereken toplam mahsu­le eklenir). Ancak, fukahanın çoğunluğu bu hususta ona muhalefet ederler ve mahsulün dövülüp, tanesinden ayrılmasından sonra geri kalanlarının dı­şında her hangi bir bölümünde zekâtı vacip görmezler.

el-Leys de, taneli ve tahıl mahsullerin zekâtı hususunda nafakadan önce

bunların zekâtı hesap edilir. Elle ovularak tanesi ayrılacağı sırada kendisinin ve aiiesinîn yedikleri ise ayrıca hesap edilmez. Bunlar da hurma bahçesi sa­hiplerine kendilerinin yemesi İçin bırakılan ve tahmin esnasında hesaba ka­tılmayan taze hurma gibidir.

Şafiî de der ki: Mahsulü tahmin edecek kişi, bahçe sahibine, taze hurma olarak kendisinin ve ailesinin yiyeceği miktarı çıkarır ve bunu tahmine kat­maz. Kendisinin, taze hurma iken yediği de hesaba katılmaz.

Ebu Ömer (b. Abdİ'l-Berr) der ki: Şafiî ve onun görüşünü paylaşanlar, yü­ce Allah'ın: "Bunların her biri meyve verdiği zaman meyvelerinden yeyin. Devşirilip biçildiği gün de hakkını verin" buyruğunu devşirilmeden önce yenilen şeylerin hesap edilmeyeceğine delil göstermişlerdir. Yine, Hz. Pey­gamberin: "Mahsulü tahmin ettiğiniz vakit, üçte biri bırakın. Üçte biri bırak­mayacak olursanız, hiç olmazsa dörtte biri bırakın"[113] hadîsini delil göstermiş­lerdir. Mahsulün dövülüp ayıklanması esnasında hayvanların ve ineklerin yediklerinin hiç bir bölümü de, -Malik ve diğerlerine göre- zekâta tabi ola­cak mahsul toplam arasına katılmaz. [114]

 

19. Mahsul Eh Geçmeden Önce Satılanların Durumu:

 

Bakla, nohut ve karaburçak türünden, henüz taze İken satılanların kuru olarak miktarları araştırılır ve tane olarak bunlann da zekâtı verilir. Aynı şekil­de henüz taze iken satılan meyveler de araştırılarak kuru miktarı tahmin edilir ve bu tahmine göre kuru üzüm ve kuru hurma alarak zekâtı çıkartılır. Zekâtın, bunlann bedelinden verileceği de söylenmiştir. [115]

 

20.  Üzüm Ve Hurması Kurutulamayan Mahsuller:

 

Mısır'ın üzümü ve taze hurması gibi, hurması kurutulamayan mahsullere gelince -ki, yağı çıkartilamayan zeytininin hükmü de böyledir- bu hususta İmam Malik şöyle demiştir: Zekâtı bedelinden verilir ve bu mahsullerin sahibi başkasıyla mükellef tutulmaz. Diğer taraftan bedellerin yirmi miskal veya ikiyüz dirheme varması da nazar-ı itibara alınmaz. Yalnızca elde edilen mahsulün beş vesk ve daha fazia miktara ulaşıp ulaşmadığına bakılır.

Şafiî de şöyle demektedir: Aile halkı, hurmayı taze olarak yiyecek veya baş­kasına yedirecek olurlarsa, o da kuru hurma olarak ortalamasının (arazinin durumuna göre) onda biri veya onda birin yarısını (yirmide birini) zekât olarak ayırır. [116]

 

21. Sulama Şeklinin Arazi Mahsulünden Alınacak Zekâta Etkisi:

 

Ebu Dâvud, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasuiullah (sav) buyurdu ki: "Semanın (yağmurun), nehirlerin ve pınarların suladığı, ya­hut da başka bir su ile sulanmaya ihtiyaç bırakmayacak kadar suya yakın bu­lunan mahsullerde öşür (onda bir zekât) vardır. Deve sırtında getirilen taşı­ma su ile sulananlarda ise öşrün yarısı vardır. Yer üzerinde akan bir sudan sulanıyor ise, aynı şekilde öşür vardır."[117]

Bu hadiste geçen "şeyh" kelimesinin, yer üzerinde akan su anlamına geldiği İbnü's-Sikkit tarafından açıklanmıştır. Hadiste sözü geçen bu "şeyh" lafzı ise Nesâî tarafından kaydedilen rivayette yer almaktadır. [118]

Eğer, arazi bu şekilde akan su ile sulanmakla birlikte sahibi, herhangi bir suya malik olmayıp, bunu kiralıyor ise, bu da -Maliki mezhebinde meşhur olan görüşe göre- yağmur suyu ile sulanıyor gibidir. Ebu'l-Hasen el-Lahmî'nin görüşüne göre ise bu, taşıma su ile sulanan gibidir.

Eğer, bir sefer yağmur suyu ile, bir sefer de kovalarla sulanıyor ise, Ma­lik şöyle demiştir: Böyle bir durumda ekinin daha çok hangisinin etkisiyle tamamlanıp ve canlandığına bakılır ve ona göre hüküm verilir. Îbnü'l-Kasım'ın Malik'ten yaptığı rivayet budur. İbn Velıb'in ondan yaptığı rivayete göre ise, senenin yarısı pınar suyu ile sulanıp daha sonra bu su kesilecek olur da se­nenin geri kalan bölümü taşıma su ile sulanacak olursa, zekâtının yarısını öşür olarak verir, diğerinin yarısını öşrün yarısı (yirmide bir) olarak verir. Bir baş­ka seferinde de şöyle demiştir: Onun zekâtı, canlılığı hangisiyle tamam ol­muşsa ona göre verilir.

Şafiî ise şöyle demektedir: Her bir bölümün kendi hesabına göre (sula­ma şekli göz önünde bulundurularak) zekâtı verilir. Meselâ, iki ay taşıma su ile sulanıyorken, dört ay da yağmur suyu ile sulanıyorsa, öşrün üçte ikisi yağ­mur suyu için, altıda biri ise taşıma su için zekât verilir. Aynı şekilde artan ve eksilen de bu esasa göre hesap edilir. Bekkâr b. Kuteybe de buna göre fetva verirdi.

Ebu Hanife ile Ebu Yusuf ise şöyle demektedir: Böyle bir durumda, da­ha çok hangisi ise ona bakılır ve ona göre zekat verilir. Bunun dışındaki su­lamaya itibar edilmez. Bu görüş, Şafiî'den de rivayet edilmiştir. Tahavî der ki: Herkesin ittifakla kabul ettiğine göre, bir gün veya iki gün yağmur suyu ile sulayacak olursa, buna kibar olunmaz ve bunun için bir hisse aynlmaz. İş­te bu da çoğunluğun nazar-ı itibara alınacağına delil teşkil etmektedir. Doğ­rusunu en İyi bilen Allah'tır.

Derim ki: İşte bunlar, bu âyet-i kerimenin hükümlerinin özetidir. Belki biz­den başkası, Allah'ın kendisine ihsan edeceğine uygun olarak bundan daha fazlasını da kaydedebilir. Daha önce el-Bakara Sûresi'nde de (2/267. âyetin tefsirinde) bu âyetin anlamı ile ilgili gelen açıklamalar da geçmiş bulunmak­tadır. Allah'a hamd olsun. [119]

 

22. Mahsullerin Nisabını Beş Vesk Olarak Tesbit Eden Hadis:

 

Hz. Peygamberin: "Tanede (tahılda) olsun, hurmada olsun «beş vesk'e ba­liğ olmadıkça- sadaka (zekât) yoktur" buyruğunu Nesaî rivayet etmiştir.[120]

Hamza el-Kinanî der ki: Bu hadiste "tanede" ibaresini İsmail b. Umeyye'den başkası zikretmemiştir. İsmail ise, Said b. el-Âs'ın soyundan gelen Kureyşli ve sika (güvenilir) bir ravidir. (Hamza) devamla der ki: Bu sünneti de Pey­gamber (sav.)'in ashabı arasından Hz. Peygamber'den, Ebu Said el-Hud-rî'den başka bir kimse rivayet etmemiştir. Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Durum, Hamza'nm dediği gibidir. Bu, gerçekten önemli bir sünnettir. Her­kes bunu kabul ile karşılamıştır. Peygamber (sav)'dan bellenmiş ve sabit bir yolla Ebu Said'den başka hiçbir kimse rivayet etmiş değildir. Cabir (r.a) da Peygamber (sav)'dan bunun bir benzerini rivayet etmiş olmakla birlikte, onun bu rivayeti gariptir. Ayrıca biz, bu sünneti Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği yol­dan hasen bîr isnadla da tesbit etmiş bulunuyoruz. [121]

 

23. İsraf:

 

Yüce Allah'ın: "İsraf etmeyin" buyruğunda geçen "israf", sözlükte hata demektir. Bedevi'nin birisi, bir topluluğu kastederek: ": Sizi ara­dım ama yerinizi isabet ettirernedim (hata ederek bulamadım)" demiştir. Şa­ir de şöyle demektedir:

"At(lı suvari)ler onları çiğnerken birileri dedi ki:

Oldukça hata ettiniz (aşın gittiniz). Bie de: Biz zaten böyle şeylere

alışkın kimseleriz, diye cevap verdik."

Harcamada İsraf; savurganlık demektir. Müsrif; Harre vak'asında (Yezid ta­rafından kumandan tayin edilen) Müslim b. Kutbe el-Murrî'nin lakabıdır. O, bu vak'ada oldukça aşırıya gitmişti. Ali b. Abdullah b. el-Abbas da der ki:

"O, müsrifin birlikleri ve o aşağılık kimselerin evlatları geldiği gün, Bana engel oldular; korumamı gerekenleri korumama."

Âyet-i kerimede ise, herhangi bir şeyi haksız yere alıp da onu yine haket-mcdiği bir yere koymayınız, demek istenmiştir. Bu açıklamayı Esbağ b. el-Ferac yapmıştır. Buna yakın bir açıklama da İyad b. Muaviye'nin şu açıkla­masıdır: Kendisiyle Allah'ın emrini aştığın her şey, şeref ve israftır. İbn Zeyd der ki: Bu, yöneticilere bir hitaptır. Onlara şöyle diyor: Hakkınızdan fazla­sını ve insanların vermeleri gerekmeyen şeyleri almayınız. Her iki anlamı da Hz. Peygamberin: "Sadaka (zekât) tahsili hususunda haddi aşan kimse, tıp­kı zekâtı vermeyen kimse gibidir"[122] hadisi ifade etmektedir.

Mücahid der ki: Eğer, Ebu Kubeys Dağı akın olup bir kişiye ait olsa, o da bunu Allah'a itaat uğrunda harcayacak olsa, bununla müsrif olmaz. Eğer, Al­lah'a masiyet uğrunda bir tek dirhem, yahut bir mud infak edecek olursa, müs­rif olur. İşte bu anlamda Hatim'e: İsrafta hayır yoktur denince, o da Hayır­da israf olmaz, demişti.

Derim ki: Ancak bu, zayıf bir görüştür. Bunu da İbn Abbas'm kaydettiği şu rivayet reddetmektedir: Sabit b. Kays b. Şemmas, kendisine ait olan beş-yüz hurma ağacını, hurmalarını topladıktan sonra aynı günde onları fakirle­re pay edip dağıttı ve aile halkı için geriye bir şey bırakmadı. Bunun üzeri­ne: "İsraf etmeyin" buyruğu nazil oldu ki, onun tümünü vermeyin, demek­tir.

Abdurrezzak da İbn Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Muaz b. Cebel, hurmalarını topladı ve onları sadaka olarak dağıtmaya başladı, so­nunda geriye bir şey kalmadı. Bunun üzerine: "İsraf etmeyin* buyruğu na­zil oldu.

es-Süddî der ki: "İsraf etmeyin" mallarınızı (sadaka) olarak verip fakir oturmayın, anlamındadır.

Muaviye b. Ebİ Süfyan'dan da rivayet edildiğine göre kendisine: Yüce Al­lah'ın: "İsraf etmeyin" buyruğu hakkında sorulunca, o da şu cevabı vermiş: İsraf, yüce Allah'ın hakkını yerine getirmekte kusurlu haraket etmendir.

Derim ki: Buna göre malın tümünü sadaka olarak vermek ile yoksulların hakkının verilmesini engellemek aynı zamanda israf hükmü içerisindedirler. Adil davranmak (dengeli olmak) ise böyle değildir. Adil davranan kişi, sadakasını da verir, kendisi ve çoluk çocuğu İçin de birşeyler bırakır. Nitekim Hz, Peygamber şöyle buyurmuştur: "En hayırlı sadaka, geriye sahibinde bir varlık bırakandır."[123]

Ancak, kişi nefsî bakımdan güçlü, Allah'tan başkasına ihtiyacını arzetme-yen, Allah'a tevekkül eden, çoluk çocuğu bulunmayan, tek başına bir kişi ise malının tümünü sadaka olarak bağışlayabilir.

Aynı şekilde zekât ve buna benzer bazı hallerde maldan verilmesi gere­ken muayyen bir takım hakları da bu şekilde çıkartıp verir.

Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem der ki: İsraf, salaha geri döndürülmesi mümkün olmayan şeydir. Şeref ise, salaha geri döndürülmesi imkânı bulu­nan şeydir. en-Nadr b. Şumeyl der ki: İsraf, savurganlık ve aşırı gitmektir. Şe­ref ise, gaflet ve cahillik demektir. Şair Cerir der ki:

"Onlar sekiz köle tarafından güdülen yüz tane deve verdiler. Ve bu bağışları dolayısıyla ne başa kaktılar, ne de israf ettiler."

Buradaki (israf anlamı verilen) "şeref" kelimesi, gaflete düşmek, aldanmak anlamındadır. Hata anlamına geldiği de söylenmiştir. "Kalbi şerif olan adam" ise, kalbi gaflet içinde ve hatalı kimse demektir. Şair Tarafe de der ki:

"Kalbi gaflet ve hata içerisinde olan bir kişi

Bana sövüp saymayı, bulut suyuna karışmış bir bal olarak görür." [124]

 

142. Davarlardan yük taşıyacak, döşek yapılacak olanları da (yara­tan O'dur). Allah'ın size verdiği rızıktan yeyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, apaçık bîr düşmanınızdır.

Yüce Allah'ın: "Davarlardan yük taşıyacak, döşek yapılacak olanları da"

buyruğu, daha önce geçen buyruğa atfedil mistir. Yani O, ayrıca davarlardan yük taşıyacak ve döşek yapılacak olanları da yaratmıştır. Buradaki "davarlar (el-En'âm)" ile ilgili olarak ilim adamlarının üç görüşü vardır:

1. el-En'âm'dan kasıt, özel olarak develerdir. İleride buna dair en-Nahl Sû-resi'nde (16/5. âyetin tefsirinde) açıklamalar gelecektir.

2. En'âm, aslında yalnızca develer için kullanılır. Bununla birlikte beraber­lerinde inek ve koyun türü de bulunursa yine En'âm diye anılırlar.

3. En sahih olan ise Ahmed b. Yahya'nın ifade ettiği şu görüştür: En'âm, yüce Allah'ın yenilmesini helâl kıldığı bütün hayvanlardır. Bu görüşün sıh­hatinin delili de yüce Allah'ın: "Size dört ayaklı davarlar (behimetü'l-en'âni) -size okunacak olanlar hariç olmak üzere- helâl kıtındı" (el-Maide, 5/1.) buy­ruğudur. Bu da önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Yük taşıyacak (el-Hamûle)" yük taşıyabilen ve çalışabilen demektir. Bu açıklama tbn Mes'ud ve başkalarından nakledilmiştir. Diğer taraftan bu lafız, özel olarak deve hakkında kullanılır denildiği gibi, eşek, katır veya de­ve olsun, sırtında canlı taşınan her hayvandır diye de açıklanmıştır ki, bu açık­lama Ebu Zeyd'den nakledilmiştir. Bunlar üzerinde taşıdıklar) yükleri bulun­sun veya bulunmasın farketmez. Amere der ki:

"Beni korkutan yalnızca ora ahalisinin yük taşıyacak hayvanları oldu Yurtlarının ortasında develere yol olarak verilen bitkinin tanesini

kuru kuruya yiyen (binekler)."

Yük taşıyacak anlamına geien "hamule" kelimesi, "fe" harfi fet halı olarak teûle veznindedir. Eğer fail anlamında kullanılırsa (bu vezinde) müennes ile müzekkeri arasında fark olmaz. Nitekim, korkak erkek ve kadın hakkında -bu vezinde-: Ferûka denilir. Haccetmemiş erkek ve kadın için de -yine ay­nı vezinde- "sarûra" denilir. Bunun çoğulu yapılmaz. Şayet mef ul anlamın­da kullanılırsa, o takdirde müzekker ile müennes arasında müenneslik H'te"sİ ile fark gözetilir. "Sağmal hayvan ve sırtına binilen dişi hay­van" gibi. -"Hâ" harfi ötreli olarak- "humûle" ise, yükler anlamındadır. Yine "hâ" harfi ötreli fakat sonunda müenneslik "te"si olmaksızın, "humul" ise, üze­rinde hevdeç bulunan develer demektir. Hevdeçin içerisinde kadınların olup olmaması farketmez. Bu açıklamalar Ebu Zeyd'den nakledilmiştir. Döşek yapılacak olanlar" ile ilgili olarak, ed-Dalıhâk şöyle

demiştir: Yük taşıyacak olanlar anlamındaki hamule, deve ve inek türü için, "Döşek yapılacak olanlar" anlamı verilen "ferş" ise koyun için kullanılır.

en-Nehhâs der ki: Bu, görüşün sahibi lehine yüce Allah'ın bir sonraki âyet-i kerimede geçen " Sek iz çift" buyruğu delil gösterilmiştir. Yü­ce Allah burada "yük taşıyacak, döşek yapılacak olanlar "den bedel olmak üze­re, Sekiz" diye buyurmuştur.

el-Hasen de der ki: Hamule, deve türüdür, Döşek yapılacak olanlar da koyun türüdür. İbn Abbas da der ki: Hamule, deve, inek, at, katır ve eşek tü­ründen yük taşıyan her hayvana ad olarak verilir. Ferş (döşek yapılacak olan­lar) ise, koyun hakkında kullanılır.

îbn Zeyd der ki: Yük taşıyacak anlamındaki hamule, sırtına binilenlerdir. Döşek yapılacak olanlardan kasıt ise, eti yenilip sütü sağdandır. Koyun, bu­zağı ve dana gibi. Bunlara "ferş: döşek yapılacak planlar" adının veriliş se­bebi ise, bedenlerinin ufak olması ve bunların "ferş" diye bilinen ve insan­ların çiğneyip geçtikleri bir araziye yakın oluşlarından dolayıdır. Nitekim şa­ir recez vezninde şöyle demektedir:

"Bana yük taşıyacak ve döşek yapılacak (hayvan)lan miras bıraktı. Her gün sağmal olanlarının sütünü sağıp duruyorum."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Davarlarınızdan döşek yapılacak olanları ve yük taşıyacak olanlar ile Perdeler arkasında gizlenen (genç yaştaki kadın)ları ele geçirdik."

el-Esmaî der ki: Ben, ferş kelimesinin çoğulunun kullanıldığını işitmedim. Bunun1, mastar olup bu tür hayvanlara isim olarak verilmiş olması da muh­temeldir. el-Ferş ise, ev eşyaları arasında yere serilenler demektir. Yine bu kelime, yeri kaplayacak şekilde yayılan ekin hakkında da kullanılır. Geniş ara­zi anlamında da kullanılır. Devenin ayağında ferş ise, az miktardaki geniş ta-banlılık demektir ki, bu da güze! bir özelliktir. İftiraş ise, yayılmak anlamın­dadır. O halde bu kelime müşterek bir lafızdır. Şanı yüce Allah'ın: "Döşek ya­pılacak olanlar* buyruğunun bu anlamda kullanılması da mümkündür.

en-Nehhâs der ki: Bu iki kelime hakkında yapılan açıklamaların en güze­li şudur: Yük taşıyacak olanlardan kasıt, yük taşımak İçin müsahhar kılınmış olanlardır. Döşek yapılacak olanlardan kasıt ise, yüce Allah'ın, üzerinde oturulmak ve döşek olarak kullanılmak üzere yaratmış olduğu deriler ve yün­lerdir.

Âyetin geri kalan bölemlerine dair açıklamalar ise, daha önceden (el-Ba-kara, 2/208. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [125]

 

143. Sekiz çift (yaratmıştır) Koyundan iki çift, keçiden İki çift: "Er­keklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin döl yatakların­da sarınıp bürüneni mi, (hangisini) naram kıldı? Şayet doğru söyleyenler iseniz bana, bir bilgiye dayanarak haber verin."

144. Deveden de iki (çift), sığırdan da iki (çift yaram). De ki: "Onla-' rın erkeklerini mi, dişilerini mi, yahut dişilerinin dol yatak­larında sarınıp bürüneni mi, (hangisini) haram kıldı? Yoksa Al­lah bunu, size tavsiye ettiğinde hazır mıydınız? İnsanları sap­tırmak için bir bilgiye dayanmaksızın Allah'a iftira eden kim­seden daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Allah, zalimler toplu­luğuna hidâyet vermez.

Bu buyruklara dair açıklamalarınım üç başlık halinde sunacağız: [126]

 

1. Âyetin Nüzul Sebebi Ve "Çift: Zevç" Kelimesinin Anlamı:

 

Yüce Allah'ım "Sekte çift" buyruğundaki; Sekte" kelimesi, mah-zuf bir fiil ile nasbedilmiştir. Yani: Sekiz çift -yaratmıştır-." Bu açıklama el-Kisaî'den nakledilmiştir. el-Ahfeş Said ise şöyle demektedir: Bu kelime Yük taşıyacak, döşek yapılacak olanlar" (el-En'am, 6/142) dan bedel olmak üzere nasbedilmiştir.

el-Ahfeş Ali b. Süleyman ise şöyle demektedir: Bu, yeyiniz" mu­kadder fiili ile nasbedilmiştir. Yani: Sekiz çiftin etlerini yeyiniz. Bu kelimenin; Size verdiği nzıktan" (el-En'âm, 6/142) anlamındaki buy­rukta yer alan ism-i mevsulun nasb mahallinde olması dolayısıyla bedel ola­rak nasbedilmesi mümkündür. Aynı şekilde Mübâh olan şeyleri yiyiniz. Koyundan iki çift... olmak üzere sekiz çift" anla­mında nasb edilmiş olması da mümkündür.

Âyet-i kerime, Malik b. Avf ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. On­ların; "Şu davarların kannlanndaki yavrular, yalnız erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır" (6/139) buyruğunda işaret edilen sözleri söyleme­leri üzerine yüce Allah, bu âyet-i kerime ile Peygamberin ve mü'minlerin dik­katlerini kendileri için helâl kıldığı şeylere çevirmektedir. Tâ ki, onlar da Al­lah'ın helâl kıldığı şeyleri haram kılanlar durumuna düşmesinler.

"(Çift anlamına gelen:) zevç" kelimesi, "(tek anlamına gelen) f"erd"in zıd-dıdır. Meselâ; Çift ya da tek" denildiği gibi, yine aynı anlamlar­da olmak üzere; da denilir.

Buna göre, yüce Allah'ın: Sekte çift", sekiz tek demektir. Arap­lara göre, bir başka teke ihtiyacı bulunan her bir tek şeye (tek başına dahi olsa) zevç denilir. O bakımdan kocaya zevç denildiği gibi, hanıma da zevç denilir. Zevç laf21, hem tek kişi hakkında, hem de iki kişi hakkında kullanı­labilir. Meselâ; O ikisi, iki çifttir (yani, iki tek olup be­raber çifttirler) ve iki çifttir" de denilir. Tıpkı; İkisi de bir birine eşittir" (dinilirken her iki kelimede de tesniye kullanıldığı, yada kul­lanılmayıp yalnızca zamirin tesnîyesiyle yetînilme halinde) olduğu gibi. Me­selâ, bir erkek, bir dişiyi kastetmek üzere;  İki çift güver­cin aldım," demek de böyledir. [127]

 

2. Koyun Ve Keçi Türleri De Haram Edilmemiştir:

 

Yüce Allah'ın: "Koyundan iki çift" buyruğu, yani erkek ve dişi demek­tir. "Koyun" (küçük baş) türünden yünleri olan koyun demektir. Bu

kelime; ın çoğuludur. Müennesi, ' şeklinde, çoğulu da; diye gelir.

Şöyle de denilmiştir: Bu kelime, tekili bulunmayan çoğul bir isimdir. Ço­ğulunun; olduğu da söylenmiştir. Köle, köleler" gibi. Ço­ğul olarak; diye de söylenebilir. Nitekim "Arpa" kelimesinin diye kullanıldığı gibi. Burada, (koyun anlamındaki kelimede) "dad" har­fi sonraki hemzenin esreli oluşuna tabi olarak esreli okunmuştur.

Talha b. Musarrif, Koyundan iki çift" buyruğunu hemze­si üstün olarak okumuştur ki, bu da Basrahlarca Araplar tarafından kullanı­mı işitilmiş bir söyleyiştir. Kûfelilere göre ise, ikinci harfi boğaz harfi (har-fü halk) olan bütün kelimelerde muttarid (hepsinde) uygulanan bir kaidedir.

Keçi" kelimesinde de üstün ve sakin okuyuş bu şekildedir. Eban b. Osman, mübteda oiarak merfu' olmak üzere, Koyundan iki çift, keçiden iki çift" diye okumuştur. Ubeyy'in kıraatinde ise: Keçiden de iki" şeklindedir, çoğunluğun kıraati de böyledir. İbn Âmir ve Ebu Amr ise, "ayn" harfini üstün olarak okumuştur. en-Nehhâs derki: Araplarca çoğunlukla kullanım, Keçi, koyun kelimeleri­nin ikinci harflerinin sakin okunuşu şeklindedir. Buna, çoğul yaptıkları vakit; Keçiler" şeklindeki kullanımları da delalet etmektedir. Kö­le ve köleler" denildiği gibi. Şair tmruu'1-Kays da şöyle demektedir:

"Şeracâ b. Cermoğulları keçilerini sağmayı onlara bağışlar.

By şefkat ve merhamet sahibi, esirgeme şefkatini."

Koyun, koyunların çoğul şekli de böyledir.

Küçükbaş hayvanlardan olan; Keçi, koyun çeşidinden farklıdır. Bunlar, kıllı ve kısa kuyrukludur Bu kelime, bir cins ismidir.

kelimeleri de bu şekildedir. Tekili ise; di­ye geiîr, Arkadaş, arkadaşlar, tacir, tacirler" gibi. Mü­ennesi ise, dîye gelir, ile aynı anlamdadır. Çoğulu da şek­lindedir. Keçileri artıp çoğalan kavmi anlatmak üzere; denilir. ise, keçi sahibi demektir. Ebu Mulıammed el-Fek'asî, sütleri fazla olan develeri ve darlık zamanlarda koyunlardan üstün tuttuğu develeri vasfeder-ken şöyle demektedir:

"Keçiler sahibi azıcık azıkla yetindiği zaman (o develer), Hiç de az olmayan ölçek ile süt verirler."

Yerin sert olan bölümü demektir. ise, sert ve çakılı bol yer demektir. da böyledir. de, kişi, işine ciddiyetle sa­rıldı, demektir.

"De ki: Erkeklerini mi..." buyruğu, "Haram kıldı" ile nasbedilmiştir. Yahut dişilerini mi" ise ona atfedil mistir.

Yahut... sarınıp bürüneni mi" buyruğu da bu şekildedir.

Erkeklerini mi" buyruğunda, vasıl-'eliP'i ile birlikte istifham ve haberi birbirinden ayırt etmek için bir med harfi daha gelmiştir. Bu gelen "hemze" nin hazf edilmesi de caizdir. Çünkü Yoksa" kelimesi, zaten is-tiflıam'a (soruya) delâlet etmektedir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Konaklama yerinden akşam mı gider, yoksa sabah erken mi?" [128]

 

3. Tartışma Ve Kıyas:

 

İlim adamları derler ki: Âyet-i kerime, Bahîre ve onunla birlikte sözü ge­çen davarlar hakkında ve müşriklerin: "Şu davarların kannlanndakiler yal­nız erkerlerimlze helâl, kadınlarımıza haramdır" şeklindeki sözlerinde müş­riklere karşı delil getirilmektedir.

İşte bu, ilmi konularda tartışmanın sözkonusu olabileceğine delildir. Çünkü yüce Allah, Peygamberine, onlarla tartışmasını ve iddialarının tutar­sızlıklarını kendilerine açıklamasını emretmiştir.

Yine bu buyaık, kıyas ve akıl yürütmenin kabul edildiğini de göstermek­tedir. Ayrıca bu buyrukta kıyas yapılan bir hususta eğer nass varid olmuş ise, kıyasa göre görüş belirtmenin baül olacağına da delil vardır. Bu ifadede "nakz olacağına dair delil vardır" anlamında da nakledilmiştir. Çünkü yüce Allah on­lara doğru kıyaslar yapmalarını emretmiş ve böylelikle müşriklerin gerekçe­lerini reddetmelerini buyurmuştur.

Buyruğun anlamı da şudur: Onlara de ki: Eğer Allah erkekleri haram kıl­mış ise, bütün erkekler haramdır. Eğer dişileri haram kılmış ise, bütün dişiler haramdır. Eğer, dişilerin yani koyun ve keçilerin döl yataklarında bulu­nanları haram kılmış ise, doğan bütün yavrular erkek olsun dişi olsun haram­dır. Hepsi de yavru olarak doğduklarına göre, hepsinde aynı gerekçe (illet) bulunduğundan dolayı, hepsinin haram olması gerekir. Böylelikle onların il­letlerinin (ileri sürdükleri gerekçenin sebebinin) çürük olduğunu, sözlerinin tutarsız olduğunu ortaya koymaktadır. Şanı yüce Allalı, onların bu kabilden yaptıkları işlerin kendisine bir İftira olduğunu bildirmektedir.

"Bana bir bilgiye dayanarak haber verin." Eğer öyle bir bilginiz varsa, ona dayanarak söyleyin. Bu yaptığınız haram kılma nereden gelmektedir? Yan­larında ise öyle bir bilgi yoktu. Çünkü onlar, ilahi kitabı okuyup bilen kim­seler değillerdi.

"Deveden de İki (çift)..." buyruğu ve sonrasında gelen buyruklar da az ön­ce geçenler gibidir.

"Yoksa Allah bunu size tavsiye ettiğinde hazır mıydınız?" Yani, siz Al­lah'ın bunları haram kıldığında tanıklık mı ettiniz. İleri sürülen delilin, on­lar için bağlayıcı ve susturucu bir delil olduğunu görünce, iftiraya koyularak: Evet Allah böyle emretti, dediler. Bunun üzerine yüce Allah da; "İnsanları saptırmak için bir bilgiye dayanmaksızın Allah'a iftira eden kimseden da­ha zalim kim olabilir" diye buyurarak, onların söylediklerine, her hangi bir delil getirilemediği için yalan söylediklerini beyan etti. [129]

 

145. De ki: "Bana vahyolunanlar arasında, yiyecek bir kimseye, ka­ram olduğunu bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır: Ölü, ak­mış kan, domuz eti -ki o pistir- ve Allah'tan başkasının adına boğazlandığından dolayı fısk olanlar. Kim mecbur kalırsa, zulmetmeksizin ve haddi açmaksızın, (yerse), şüphesiz Rab-bin, Gafurdur, Rahimdir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [130]

 

1. Âyette Ve Başka Buyruklarda Haram Oldukları Bildirilen Yiyecekler:

 

"De ki: Bana vahyohınanlar arasında... haram olduklarını bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır" anlamındaki bu âyet-i kerimede yüce Allah haram kıldığı şeyleri bize bildirmektedir. Anlamı şöyledir: Ey Muhammed de ki: Bana vahyotunanlar arasında şu şeylerden başkasının haram kılındığını görmüyorum. Sizin kendi arzunuza dayanarak haram kılmaya kalkıştıklarımız değildir.

Âyet-i kerime Mekke'de inmiştir. O sırada İslâm şeriatinde bunların dışın­da haram kılınmış bir şey yoktu. Daha sonra Medine'de el-Maide Sûresi na­zil oldu ve haram kılınan şeyler arasında boğulmuş, kafasına vurulmuş, yüksek yerden düşmüş, boynuzlanmış ve bunun sonucunda ölmüş hayvan­lar ile, şarap ve başka şeyler de eklendi. Rasulullah (sav) da Medine'de yır­tıcı hayvanlardan azı dişleri bulunan her bir hayvan ile kuşlardan da pençe­li hayvanların yenilmesini haram kıldı.

İlim adamları, bu âyet-i kerimenin hükmü ile yorumlanması hususunda farklı görüşlere sahiptirler:

Birinci görüş: Kendisine işaret ettiğimiz bu âyet-i kerimenin Mekkî oldu­ğu ve Rasulullah (sav)'ın haram kıldığı her şey ile Allah'ın Kitabında haram kılanan şeylerin buna eklendiği şeklindeki görüştür. Bütün bunlar, şanı yü­ce Allah tarafından Peygamberi vasıtasıyla ortaya koymuş olduğu ve bunla­ra eklenen hükümlerdir. Gerek rey ehli, gerek fıkıh ve gerekse eser (hadis) ehli olan ilim adamlarının çoğunluğu bu görüştedir.

Bunun bir benzeri de, bir kadının halası ve teyzesi ile birlikte haram kı­lınışını ifade eden hadis-i şerif İle yüce Allah'ın: "Geriye kalanları ise... si­ze helâl kılındı" (en-Ntsa, 4/24) buyruğu İle birlikte ele alınışına benzer. Yi­ne, yüce Allah'ın: "Eğer iki erkek bulunmazsa, o halde... bir erkekle bir ka­dın bulunsun" (el-Bakara, 2/282) buyruğu ile birlikte; şahidle beraber bir ye­min ile hüküm vermek de (bk. Bakara, 2/282. âyet, 27. başlık) buna benze­mektedir.

Bir diğer görüş olarak; bu âyet Hz. Peygamberin: "Yırtıcı hayvanlardan azı dişi bulunan her bir hayvanı yemek haramdır" hadisi ile nesli olunmuştur. Bu hadisi Malik rivayet etmiş olup, sahih bir hadistir.[131]

Bu âyetin muhkem olduğu ve bu âyette sözü geçenlerin dışında kalan her­hangi bir şeyin haram olmayacağı şeklinde de bir başka görüş vardır. Bu ise, İbn Abbas, İbn Ömer ve Aişe (r.anhum) dan rivayet edilen bi; görüştür. Yi­ne bunlardan bunun aksi görüş de rivayet edilmiştir.

Malik der ki: Bu âyet-i kerimede anılanların dışında, apaçık besbelli bir haram yoktur. İbn Huveyzimendâd da der ki: Bu âyet-i kerime -âyette istis­na edilen ölü, akmış kan ve domuz eti dışında- hayvan ve onun dışında ka­lan her şeyin helâl olduğunu ihtiva etmektedir. İşte bundan dolayı biz, yır­tıcı hayvanlar ile insan ve domuz dışında kalan diğer hayvanların mubah ol­duğunu söylüyoruz.

el-Kiyâ et-Taberî der ki: Şafiî, hakkında hükmü belirtilmeksizin geçen her şeyin helâl kılındığı ilkesini -delilin haramlığına delalet ettikleri müstesna- bu âyete bina etmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır Âyet-i kerime muayyen bir şey hakkında soru so­rana cevaptır. O bakımdan gelen cevap da hususi bir cevaptır. Şafiî'nin ka­bul ettiği görüş de budur.

Şafiî, Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu âyet-i ke­rimede bir takım şeyler sözkonusu edilmektedir ki, bunlar hakkında Rasu-lullalı (sav)'a soru sormuşlardı, o da bu şeyler arasından nelerin haram kı­lındığı şeklinde onlara cevap vermişti.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani ben, bana vahyolunanlar arasında, yani şu vah­yin bana nazil olduğu halde ve onun bu nüzul zamanında ... başka bir şey bulmuyorum. Bundan sonra ise vahyin gelip başka bir takım şeyleri haram kılmasını engelleyen bir husus ise bulunmamaktadır.

İbnü'i-Arabî bu âyet-i kerimenin Medine'de indiğini iddia etmektedir. Halbuki bu âyet-i kerime, çoğunluğun görüşüne göre Mekke'de inmiştir. Pey­gamber (sav)'a: "Bu gün sizin için dininizi tama miadım..." (el-Maide, 5/3) âyeti nazil olduğu günü nazil olmuştur. Bundan sonra ise neshedici herhan­gi bir hüküm inmediğine göre bu âyet muhkemdir. O halde bu âyette haram kılınanlar dışında haram kılınmış bir şey yoktur, benim meylettiğim görüş de budur. [132]

Derim ki: Ancak, böyle bir şeyi ondan başka bir kimsenin söylediğini gör­medim. Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr), et- En'âm Sûresi'nin, yüce Allah'ın: "De ki: Rabbinizin size neleri karam kıldığını okuyayım..." (el-Enâm, 6/151) buyruğu ile başlayan üç âyet-i kerime dışında Mekke'de indiği hususunda ic-ma bulunduğunu nakletmektedir. Bu sûreden sonra ise, Kur'an-ı Kerimin bir­çok bölümleri nazil olmuş ve pek çok sünnet varid olmuştur. Meselâ, Medi­ne'de, el-Maide Sûresi'nde içkinin haram olduğuna dair hüküm nazil olmuştur. Aynı şekilde Hz. Peygamberin, yırtıcı hayvanların azı dişli olan her bir yırtıcı hayvanı yemeyi Medine'de yasaklamış olduğunu icma ile kabul etmiş­lerdir. İsmail b. İshâk der ki: işte bütün bunlar, yüce Allah'ın: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında... haram olduklarını bulduğum yiyecekler yalnız şunlardır" buyruğunun nüzulünden sonra Medine'de olmuş şeyler olduğu­na delalet etmektedir. Çünkü bu buyruk Mekke'de inmiştir.

Derim ki: İşte ilim adamları arasında görüş ayrılığının ortaya çıkış nokta­sı budur. Bir gurup ilim adamı, azı dişli yırtıcı her bir hayvanın yenilmesi ya­sağını ihtiva eden hadİs-İ şeriflerin zahirini bir kenara bırakmıştır. Çünkü bu hadisler, âyet-i kerimeden sonra varid olmuştur. Âyetteki hasr ise, açıkça gö­rülmektedir. O bakımdan, âyetin gereğini alıp kabul etmek daha uygundur. Zira, âyet-i kerime ya kendisinden önceki buyruklan nesli edicidir, yahut da sözü geçen o hadislere tercih edilmelidir.

Bunların dışında başka şeylerin de haram kılınmış olduğunu kabul eden­ler ise, el-En'âm Sûresi'nin Mekke'de hicretten önce nazil olduğunu açıkça görmüş ve tesbit etmişlerdir. Bu âyet-i kerime ile de Bahire, Şaibe, Vasile ve Hâm gibi kendiliklerinden haram kıldıkları şeyler hususunda cahiliyyenin ka­naatlerini reddetmenin kastedildiğini de ortaya çıkarmışlardır. Bundan son­ra ise, ehlî merkepler, katır etleri ve buna benzer bir çok yiyeceğin, yırtıcı hayvanlar arasından azı dişlilerin, kuşlardan da pençelilerin haram kılındı­ğını tesbit etmişlerdir.

Ebu Ömer der ki: "Bu buyrukta zikredilenler dışında haram bir şey yok­tur" diyenlerin görüşüne göre, üzerine kasten Allah'ın adı anılmaksızın ke­silmiş hayvanların haram olmaması, diğer taraftan müslümanlar cemaati ta­rafından lıaram kılındığı kabul edilen içkinin heiâl kabul edilmesi gerekir. Üzümden yapılmış şarabın haram kılındığı hususunda müslümanlann icma etmiş olmaları, Rasulullah (sav)'ın el-En'âm Sûresi'nde haram kılınmış şey­ler dışında, bu sûreden sonra Kur'an-ı Kerim'den nazil olan buyruklar ara­sından kendisine vahyolunanlarda haram kılınmış başka şeyler de bulduğu­na dair açık bir delildir.

Yırtıcı hayvanların, ehlî merkeplerin ve katırların etleri hususunda Malik'ten farklı rivayetler gelmiştir. Bir seferinde bunların haram olduğunu söylemiş­tir. Buna sebep ise, Hz. Peygamberin bu hususta varid olmuş nehiyleridir. Mu-vatta'da bulunanlara göre, onun sahili olan görüşü de budur.[133] Bir seferin­de ise, bunların mekruh olduğunu söylemiştir. Müdevvene'sinde zahir olan görüş de budur. Çünkü âyetin zahiri bunu gerektirdiği gibi, İbn Abbas, İbn Ömer, Âişe (r.anhum.) İîe bunların yenilmesini mubah kabul edenlerden gelen rivayetin zahiri de bunu gerektirmektedir. Bu aynı zamanda Evzaî'nin de görüşüdür.

Buharî, Amr b. Dinar'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben, Cabir b. Zeyd'e şöyle dedim: Onlar Rasulullah (sav)'ın elılî merkeplerin etlerini ye­meyi yasakladığını iddia ediyorlar. O da şöyle dedi: el-Hakem b. Amr el-Gı-farî,.Basra'da bizim yanımızda böyle diyordu: Fakat, el-Bahr (okyanus gibi alim) İbn Abbas bunu kabul etmeyerek: "De ki: Bana vahyolunanlar arasın­da... haram olduklarını bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır" âyetini okudu. [134]

İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre ona, yırtıcı havyanların eti hakkın­da soru sorulmuş, o da: Bunlarda bir mahzur yoktur, demiş. Bu sefer ona: Ebu Sa'lebe el-Kuşerî'nin hadisi (hakkında ne dersin) diye sorulunca, şu ce­vabı vermiş: "Biz, Rabbimizin Kitabını bacaklarına işeyen bir bedevi Arabın naklettiği hadis dolayısıyla terketıneyiz."

eş-Şa'bî'ye de fil ve aslanın etine dair soru sorulmuş, o da bu âyet-i ke­rimeyi okumuş. el-Kasım da şöyle demiş: Aişe (r.anha), İnsanların, yırtıcı hay­vanların azı dişli olanlarının hepsi haramdır, dediklerini işitince; bunlar helâldir der ve şu: "De ki: Bana vahyolunanlar anasında... haram olduğu­nu bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır" âyetini okur, sonra da şöyle dermiş: (İçinde et kaynayan) tencerenin suyu kandan dolayı sararırdı. Son­ra da Rasulullah (sav) bunu görür de bunun haram olduğunu söylemezdi.

Bu hususta sahih oian ise, bizim öncelikle söz konusu ettiğimiz ve bu âyet-i kerimeden sonra varid olan haram kılman şeylere dair buyrukların bun­lara ilave edilip bu âyette zikrolunanlara atfolduğudur.

Kadı Ebu Bekr b. el-Arabî de "Ahkâmu'l-Kur'an." adlı eserinde zikrettik­lerine muhalif olarak "el-Kabes" adlı eserinde buna şu sözleriyle işaret etmek­tedir: İbn Abbas'tan, bu âyet-İ kerimenin son nazil olan buyruklardan oldu­ğuna dair bir rivayet vardır. Ancak, mezhebimize mensub Bağdatlı alimler şöy­le demişlerdir: Bu âyette zikrolunanların dışındaki her şey. helâldir. Şu kadar var ki, yırtıcı hayvanların yenilmesi de mekruhtur. Ancak, değişik bölge fu-kahasına göre -Malik, Şafiî, Ebu Hanife ve Abdulmelik de bunlar arasında­dır- yırtıcı hayvanlar arasında azı dişli olanların hepsi haramdır. Yüce Allah'ın: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında... haram olduklarını bulduğum yi­yecekler yalnızca şunlardır..." buyruğundan sonra kendilerine dair delil va­rid olmak suretiyle bunlardan ayrı başka bîr takım şeylerin de haram kılın­mış olması imkânsız bir şey görülemez.

Nitekim Peygamber (sav): "Müslüman bir kişinin kanı, ancak üç şeyden birisi ile helâl olur..." [135] diye buyurup, küfür, zina ve öldürmeyi zikretmiş­tir. Diğer taraftan bizim ilim adamlarımız şöyle derler:

Konu ile ilgili varid olmuş deliller gereğince öldürmenin on tane sebebi vardır. Zira Peygamber (sav), şanı yüce Allah'tan kendisine ulaşan bilgiye uy­gun olarak haber verirdi. Dilediği hükmü silen, dilediğini sağlamlaşttrıp nesh eden ve dilediğini takdir eden de O'dur, Peygamber (sav)'dan şöyle de­diği sabit olmuştur: "Yırtıcı hayvanlar arasından azı dişli olan her bir hayva­nı yemek haramdır." [136]

Yine Hz. Peygamberin yırtıcı hayvanlar arasından azı dişli olanları ve kuş­lardan da pençeli olanları yasakladığı da rivayet edilmiştir. Müslim Ma'n'dan, o, Malik'len rivayet ettiğine göre: "Pençeli olan her bir kuşun yenilmesi ya­sak kılınmıştır" dediği rivayet edilmiştir. [137] Şu kadar var ki, birinci görüş da­ha sahihtir ve yırtıcı hayvanlardan azı dişli olanların haram kılınmış olması, mezhebin sarih görüşüdür ve Malik de Muvatta'da "yırtıcı hayvanlardan azı dişli olanların yenilmesinin haram kılınışı" [138] diye başlık açmış, daha sonra da konu ile ilgili hadisi zikredip arkasından da şu ifadeleri kaydetmiş bulun­maktadır: "Bizde kabul gören durum da budur." [139] Böylelikle uygulama ile rivayetin birbirine mutabık olduğunu haber vermektedir.

el-Kuşeyrî der ki: Maiik'in: "Bu âyet-i kerime son nazil olmuş buyruklar­dandır" demesi, bizim şöyle dememize engel teşkil etmez: Bu âyetten son­ra da bir takım şeylerin haram kılındığı sabit olmuştur. Allah, hoş ve temiz şeyleri helâl kılmış, murdar olan şeyleri de haram kılmıştır. Rasulullah (sav) da yırtıcı hayvanlar arasından azı dişli olanlarının yenilmesini yasakladığı gi­bi, kuşlar arasından da pençeli olanların yenilmesini yasaklamış, ehlî mer­keplerin etlerinin yenilmesini de Hayber fethi şuasında yasaklamıştır. Bu te­vilin sıhhatine delalet eden husus İse, dışkının, sidiğin, tiksinti veren haşe-ralın ve ehlî merkeplerin -ki, bu âyette sözü geçmeyen hususlar arasındadır­lar- haram kılındıklarına dair icmâ bulunmasıdır. [140]

 

2. Haram Kılma Lafzının Hz. Peygamber Tarafından Kullanılması Halinde İfade Ettiği Hüküm:

 

Yüce Allah'ın: "Haram olduklarını..." buyruğu ile ilgüi olarak İbn Atiy-ye şunları söylemektedir:

Haram kılma lafzı, Rasulullah (sav) tarafından kullanıldığı takdirde, sözü geçen şey ile ilgili bu hükmün yasaklama ve men'İn son sınırına kadar ulaşması mümkün olduğu gibi, aynı şekilde dildeki kullanımına göre nihaî sınıra varmayıp kerahet ve buna benzer bir sınırda durması da mümkündür. Bu lafız ile birlikte te'vil âlimi ashabın buna teslimiyeti, onların hep birlik­te bu hususta icmaı karinesi bulunmakla birlikte hadislerin lafızları bu hu­susta muzdarip değilse, şer'an onun bu haram kılmasının yasaklama ve men'in son sınırına kadar ulaşması gerekir ve onun bu şekildeki haram kıl­ma ifadesi ile haram kılınanlar domuz, mevte (leş) ve akmış kan gibi olur. İşte, içkinin haram kılınış niteliği de budur.

Diğer taraftan haram kılma lafzı ile birlikte hadis lafızları arasında muzdariplik bulunup, hadisleri bilmekle birlikte imamlar, hadisin karanlık lafzı­nın hükmü hakkında görüş ayrılığına düşmüş olmaları gibi bir karine varsa, -Peygamber (sav)'ın: "Yırtıcı hayvanlardan azı dişi olan her bir hayvanın ye­nilmesi haramdır" hadisinde olduğu gibi-... diğer taraftan RasuLuliah (sav)'ın yırtıcı hayvanlardan azı dişi olan her bir hayvanın yenilmesini yasaklayan buy­ruğu varid olmakla birlikte, ashab ve onlardan sonra gelenler, banları, ha­ram olup olmadıkları hususunda farklı görüşlere sahip iseler; işte bu sebep­ler doîayısıyla konuyu tetkik eden bir kimsenin haram kılma lafzını kerahet ve buna benzer yasaklama anlamına yorumlaması mümkündür.

Diğer taraftan bazı haram kılma lafızlarıyla birlikte te'vjl karinesi de var­dır. Hz. Peygamberin ehlî merkeplerin etlerinin yenilmesini haram kılması bu­na örnektir. Bu yasaklamada hazır bulunan ashabın kimisi, necis olduğun­dan dolayı haram kıldığı te'vilinde bulundukları gibi, kimisi de insanların yük taşıyacakları merkeplerin yok olmaması maksadına binaen haram kılındığı şeklinde te'vil etmişlerdir. Daha başkaları ise, katıksız bir haram kılmadır, di­ye açıklamışlardır. Ümmet arasında da ehlî merkeplerin etlerinin haramlığı hususunda görüş ayrılığı bulunduğu sabit olmuştur.

İşte ilim adamlarından bu meseleyi dikkatle tetkik eden bir kimsenin bu­radaki haram kılma lafzını, kerahet ve buna benzer yasaklayıcı hükümlere -kendi içtihad ve kıyasına göre- açıklaması mümkündür.

Derim ki: Bu, gerek bu konuda, gerekse daha önce açıkladığımız şekil­de bu husustaki görüş ayrılığının sebebi ile ilgili olarak güzel bir açıklama­dır.

Şöyle de açıklanmıştır: Merkebin etinin yenilmeyiş sebebi, erkek merkep­lerin birbirlerine cinsel bakımdan yaklaşmaları ve Lııt kavminin işini yapma-lan suretiyle kötü özlerini ortaya koymuş olmalarıdır. O bakımdan onun hakkında ries (pislik) hükmü verilmiştir. Mııhammed b. Sîrin de der ki: Hay­vanlar arasında Lût kavminin yaptığı işi yapan domuz ve eşekten başka bir hayvan yoktur. Tİrmizî (eH lakım) bunu "Ncvâdiru'l-Usul"Ğe zikretmiştir.[141] 

 

3. Çeşitli Hayvanların Yenilmesi İle İlgili Hükümler Ve Bu Husustaki Görüş Ayrılıkları:

 

Arar b. Dinar, Ebu'ş-Şahsâ'dan, o, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet et­mektedir: Cahiliye dönemi İnsanları bir takım şeyleri yer, bir Lakım şeyleri terk ederlerdi. Allah da Peygamberini -saiat ve selam ona- gönderip Kitabını in­dirdi, helâl kıldığını helâl, haram kıldığını haram kıldı. O bakımdan helâl, O'nun helâî kıldığıdır, haram da O'nun haram kıldığıdır. Hakkında susup bir şey -söylemediği ise afTedilmiştir. Daha sonra da şu: "De ki... haram olduk­larını bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır" âyetini okudu. Yani, haram olduğu açıklanmamış her bir şey, bu âyetin zahirine göre mubahtır,

ez-Zührî, Ubeydullaİı b. Abdullah b. Abbas'lan: "Deki: Bana vahyolunan-lar arasında... haram olduklarını bulduğum yiyecekler yalnızca şunlar­dır..." âyetini okuyup şunları söyledi: O, meytenin yalnızca yenilmesini ha­ram kılmıştır, Meytenin yenilen kısmı ise etidir. Deri, kemik , yün ve tüyle­rine gelince, bunlar helâldir.

Ebû Dâvûd da Mılkam b. Teîib'den, o, babasından şöyle dediğini rivayeL etmektedir: Ben, Peygamber (sav) ile arkadaşlık ettim. Yerde bulunan haşe­relerin haram kılındığına dair (Ondan) bir şey işitmedim.K2)

Haşere ise, cerboa, büyük keler, kirpi gibi yerde yaşayan küçük hayvan­lardır. Şair der ki:

"Ey Um Amr, biz fare bile yedik.

Garip olan sizin aranızda haşerat da yer."

Yani, yer yüzünde yürüyüp giden canlıları yer.

el-Hattabî der ki: Milkam'ın babasının söylediği: "Haram  kılındıklarına dair bir şey işitmedim" şeklindeki ifadesi haşeratın mubah olduklarımı delii değildir. Çünkü bu haram kılma hükmünü ondan başkası işitmiş ola­bilir. İlim adamları, cerboa, ada tavşanı ve bunlara benzer haşeratın yenil­mesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Urve Ala, Şafiî ve Ebu Sevr, cer-boanın yenilmesi hususunda ruhsat bulunduğunu söylemişlerdir. Şafiî der ki: Ada tavşanı yemenin bir mahzuru yoklur. İbn Sîrin, el-Hakem, Hammâd. ve rey ashabı ise bunu mekruh görmüşlerdir. Yine rey ashabı, kirpiyi de mekruh görürler. Malik b. lines'e kirpi hakkında sorulunca o, bilmiyorum diye cevap vermiştir. Ebu Amr'ın naklettiğine göre Malik, kirpinin yenilme­sinde bir mahzur yoktur, demiş. Ebu Sevr de kirpi yemekte mahzur olma­dığı görüşünde idi. Bunu Şafiî'den de nakleder. İbn Ömer'e kirpi hakkın­da sorulunca, o da: "De ki: Bana vahyolunanla'r arasında... haram olduk­larını bulduğum yiyecekler yalnızca şunlardır..." âyetini okudu. İbn Ömer'in huzurunda bulunan yaşlı bir zat bunun üzerine şöyle demiş: Ben, Ebu Hureyre'yi şöyle derken dinledim: Peygambcf (sav) ''O, pis ve murdar­lardan birisidir" diye buyurdu. Bunun üzerine İbn Ömer şöyle dedi: Eğer Rasulullah (sav) bunu süylemişse, onun dediği gibidir. Bunu, Ebû Dâvûd nakletmekledir. [142]

Malik de der ki: Büyük keler, cerboa ve çöl keleri yemekte bir mahzur yok­tur. Yine imam Malik'e göre, şer'i usule göre kesilecek olursa yılan yemek de caizdir. Bu, İbn Ebi Leyla ve el-Evzaî'nin de görüşüdür. Aynı şekilde ze­hirli yılanlar, akrepler, fareler, yıkına ağu veren diye bilinen zehirli kerten­keleler, kirpi ve kurbağanın da yenilmeleri caizdir. İbni'l-Kasım da der ki: Yer­yüzü haşeratının, alwplerin ve orada yaşayan kurt ve solucanların Malik'in görüşüne göre yenilmesinde bir mahzur yoktur.

Bu hususta görüşünün lehine delil, Milkam b. Telib'in babasından naklet­tiği hadis ile, İbn Abbas ve Ebu'd-Derda'nm şu sözleridir: Allah'ın helâl kıl­dığı şey helâldir, haranı kıldığı şey de haramdır. Hakkında bir şey söylemek-sizin geçtiği İse afi edilmiştir. Hz. Aîşe de fare hakkında: O haram değildir, de­miş ve: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında... haram olduklarını buldu­ğum yiyecekler yalnızca şunlardır" âyetini okumuştur.

Medineli ilim adamlarından bir topluluk ise, yer yüzünün zehirli zehirsiz haşeratından her hangi bir şeyin yenilmesini caiz kabul etmezler. Yılanları, kertenkeleleri, fareleri ve benzerlerini haram kabul ederler. Bu ilim adam­larına göre, öldürülmesi caiz olan hiç bir mahlukun yenilmesi caiz olmadı­ğı gibi, görüşlerine göre şer'i usule uygun kesimin de bir etkisi olmaz. Ay­nı 2amanda bu, İbn Şilıab, Urve, Şafiî, Ebu Hanife, onun arkadaşları ve baş­kalarının da görüşüdür.

Malik'e ve arkadaşlarına göre, yabani hayvanlar arasında hiç bir yırtıcı hay­van yenilmediği gibi, evcil kedi de yabani kedi de yenilmez, çünkü bunlar da yırtıcıdır.

Yine Malik şöyle demektedir: Sırtlan ve tilki de yenilmez. Bununla birlik­te bütün yırtıcı kuşların, akbaba, kerkenez kuşu, kartal ve bunların dışında kalanların leş yesinler yemesinler, etlerinin yenilmesinde bir mahsur yoktur. el-Evzaî de der ki: Bütün kuşlar helâldir. Şu kadar var ki, ilim adamları, ak­babayı yemeyi mekruh kabul etmişlerdir. Malik'in delili, ilim ehli arasında yır­tıcı kuşların etini yemeyi mekruh gören kimseyi bulmadığıdır. Peygamber (sav)'dan nakledilen: "Hz. Peygamber, kuşlardan pençeli her bir kuşun ye­nilmesini yasaklamıştır" hadisini münker kabul etmiştir.

Eşheb'den ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: Serî usule uygun olarak ke­silmesi şartıyla filin yenilmesinde bir mahzur yoktur. Şa'bî'nin görüşü de bu­dur. Şafiî ise bunu kabul etmemektedir. Nu'man (b. Sabit, yani Ebu Hanife) ve arkadaşları ise, sırtlan ve tilki yemeyi mekruh görmüşler. Şafiî ise bunla­rın yenilmesine ruhsat vermiştir. Sa'd b. Ebi Vakkas'dan sırtlan yediğine da­ir rivayet nakledilmiştir.

Malik'in delili, yırtıcı hayvanlardan azı dişi olan bütün hayvanların yenil­mesinin yasak olduğunu bildiren hadisin umumî olup her hangi birisini tahsis etmemesidir. Nesâî tarafından sırtlan yemenin mubah görüldüğüne da­ir rivayet edilen hadiste, [143] onu yasaklayan hadis ile tearuz teşkil edebile­cek bir taraf yoktur. Çünkü bu, Abdurrahman b. Ebi Ammar'ın münferiden rivayet ettiği bir hadistir. Abdurrahman ise, ilim (hadis) nakliyle meşgul bir kimse olmadığı gibi, kendisinden daha sağlam bir ravinin kendisine muha­lefet etmesi halinde rivayeti delil gösterilebilecek kimselerden değildir.

Ebu Ömer (b. Abdİ'1-Berr) der ki: Yırtıcı hayvanlardan azı dişli olanların hepsinin yenilmesini yasaklayan hadis, tevatür derecesini bulacak kadar çeşitli yollardan rivayet edilmiştir. Bunu, sağlam, sika raviîerin önderlerinden bir topluluk rivayet etmiştir. Dolayısıyla İbn Ebi Ammar gibi birisinin hadi­si İle bu rivayetlere karşı çıkmaya imkân yoktur.

Yine Ebu Ömer fb. Abdi'1-Berr) der ki: Müslümanlar, maymun yemenin caiz olmadığını icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü Rasulullah (sav) maymun yemeyi yasaklamıştır. Satışı da caiz değildir, çünkü sağladığı bir menfaat yok­tur. Abdurrezzak'ın, Ma'mer'den, onun Eyyub'dan zikrettiği rivayet dışında maymun yemeye ruhsat veren bir kimse olduğunu da bilmiyorum. Mücahid'e maymun yeme hakkında soru sorulmuş, o da: "Maymun, yenilmesi helâl kı­lınan dört ayaklı davarlardan değildir" diye cevap vermiştir.

Derim ki: İbnü'l-Münzîr şunu zikreder: Biz, Ata'dan rivayetimize göre Ata'ya, maymun Harem bölgesinde öldürülürse hükmü nedir? diye sorulmuş, O da (o takdirde) onun hakkında adaletli iki kişi (fidyesi hususunda) hüküm verir, demiştir. Buna göre, Ata'nın görüşüne göre maymun etini yemek ca­izdir. Çünkü, fidye cezası avdan başka hayvanları öldürenler hakkında va­cip değildir.

er-Ruyanî'nin "Bahru'l Mezheb" adlı, İmam Şafiî mezhebine göre yazılmış eserinde şöyle denilmektedir: Şafiî der ki: Maymunların satışı caizdir. Çün­kü, maymun eğitilir ve eşyanın korunması için ondan yararlanılabilir. el-Keş-felî de îbn Şüreyh'den, maymunun satışının -ondan yararlanıldığı gerekçe­siyle- caiz olduğunu söylediğini nakletmektedir. Ona, peki ne şekilde ondan yararlanılır diye sorulunca, o da, çocuklar onunla eğlenip sevinirler, diye ce­vap vermiştir.

Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Köpek, fil ve"azı dişli bütün hayvanlar kanaatimce maymun gibidir. Delili İse Rasulullah (sav)'ın buyruğunda bul­mak gerekir. Başkasının buyruğunda değil. Bazıları ise, Araplar arasında Kaf aslılardan bir topluluk dışında köpek eti yiyen kimselerin bulunmadığı­nı iddia etmişlerdir.

Ebu Davud, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasulullah (sav), pislik yiyen hayvanı yemeyi, sütünü içmeyi yasaklamıştır.[144] Bir başka riva­yette de şöyle denmektedir: Develer arasından pislik yiyenlere binilmesini ve sütlerinin içilmesini yasaklamıştır. [145]

el-Halimî Ebu Abdullah der ki: Pislik yiyen (el-Cellâle.) serbest bırakılıp salınmış hayvan ve tavuklar arasından pislik yiyenlerdir. Peygamber (sav) bun­ların etlerini yemeyi yasaklamıştır.

İlim adamları der ki: Etinde, yahut tadında pislik kokusu ortaya çıkan her bir hayvanın eti haramdır. Bu koku ortaya çıkmıyorsa helâldir. el-Hattabî der ki: Buradaki yasaklamaktan kasıt, tenzihi ve temizliğe riâyeti öngören bir ya­saktır. Çünkü, pislik yiyen hayvan pislikle gıdalanacak olursa, pisliklerin kö­tü kokusu etlerine siner. Bu ise, çoğunlukla yediklerinin pislik teşkil etme­si halinde böyle olur. Eğer otlayacak ve ona yem olarak tane verilecek olur da az bir şey de pislik yiyor ise, bu gibilerine pislik yiyen (cellâle) denilmez. Böyleleri de serbest bırakılan tavuklar ile benzeri diğer hayvanlar gibidir. Bun­lar, belki kısmen pislik yerler ama, çoğunlukla gıdası ve yemi pislikten baş­ka şeylerdir. O bakımdan böylelerinin yenilmesi mekruh olmaz.

Rey sahipleri ile Şafiî ve Ahmed şöyle demektedirler: Pislik yiyen bir hay­van, bir kaç günlük süre ile haps edilip pislik dışında ona yem verilmedik­çe eti yenilmez. Elindeki pis kokuların gittiği kabul edildikten sonra yenilir. Bir hadiste rivayet olunduğuna göre: "(Bu tür) ineklere kırk gün süreyle yem verilir, ondan sonra etleri yenilir."

İbn Ömer de (pislik yiyen) tavuğu üç gün ahkoyar, sonra keserdi. İshâk der kî: Eti iyice yıkandıktan sonra boylesini yemekte bir mahzur yoktur, el-Hasen ise pislik yiyen hayvanın etini yemekte bir mahzur olmadığı görüşün­de idi. Malik b. F.nes de bıi görüşte İdi.

(Ziraat) arazisine pisliğin (gübrenin) bırakılmasının yasaklanışı da bu kabildendir. Ashabdan bazılarından şöyle dediği rivayet edilmektedir: Biz, Rasulullah (sav)'ın (fey'den hissesine düşen) arazisini kiraya veriyorduk da, onu kiralayan kimseye oraya pislik atmamasını şart koşuyorduk. İbn Ömer'den nakledildiğine göre o, arazisini kiraya verir, takat oraya pistik (gübre) atıl­mamasını şart koşardı. Yine rivayet olunduğuna göre, adamın birisi pislik kul­lanarak arazisini ekiyor idi. Ömer (r.a) ona şöyle demişti: Sen, insanlara ken­dilerinden çıkan şeyleri yediren bir kimsesin.

Atların yenilmesinin hükmü hususunda da farklt görüşler vardır. Şafiî at yemenin mubah olduğunu söylemiştir, sahih olan da budur. Malik ise bunu mekruh görmüştür.

Katır ise, eşek ve attan doğmadır. Bunların birisinin eti yenir veya mek­ruhtur, -ki bu da attır- diğeri ise haramdır-ki, bu da eşektir-, O bakımdan ha­ram kılan hüküm daha öne geçirilmiştir. Çünkü, helâl ktlan hüküm ile haram kılan hüküm aynı şeyde bir arada bulunacak olursa, haram kılma hükmü öne geçirilir. Yüce Allah'ın izniyle, ileride bundan daha kapsamlı bir şekilde bu meseleye dair açıklamalar en-Nahl Sûresİ'nde (16/8. âyet, 5- başlıkta) gele­cektir. el-A'raf Sûresi'nde de (7/133- âyet, 3 ve 4. başlıklarda) çekirgelere da­ir hükümler gelecektir.

Halef ve selefin cumhuru, tavşan yemenin caiz olduğunu kabul etmişler­dir. Abdullah b. Anır b. d-As'dan ise bunun haram olduğuna dair rivayet nak­ledildiği gibi, İbn Ebi Leyla'nın bunu mekruh gördüğü rivayet edilmektedir. Abdullah b. Amr der ki: RasııLullah (sav)'a, ben de huzurunda oturduğum bir sırada tavşan getirildi, ondan yemediği gibi, onun yenilmesini de yasaklama­dı. Tavşanın ay hali okluğunu iddia etti. Bunu da Ebu Dâvud zikretmektedir.[146]

Nesaî de mürsel olarak Musa b. Taîha'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber (sav)'a bir adamın kızartmış olduğu bir tavşan getirildi ye: Ey Al­lah'ın Rasulü ben onda kan gördüm, dedi. Bunun üzerine Rasulullah (sav) ona ilişmedi ve yemedi. Yanında bulunanlara da: "Siz yeyiniz(n, benim ca­nım onu çekseydi yerdim."[147]

Derim ki: Bunda tavşanın haram olduğuna delalet eden her hangi bir hu­sus yoktur. Bu, olsa olsa Hz. Peygamber'in (keler hakkında söylediği): "Bu benim yaşadığım bölgede bulunmuyordu, o bakımdan ondan tiksinir gibi olu­yorum" [148] şeklindeki sözü kabilinden d ir.

Müslim de Sahilı'inde Enes b. Malik'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Biz, Mersu'z-Zahrân denilen yerden geçerken bir tavşanı ürküttük. Arkasın­dan koşup gidenler oldu. Ancak, onu bir türlü yakatayamadılar. Ben ise onu arkasından yetişinceye kadar koştum. Onu alıp Ebu Talha'ya gerirdim, o da bunu boğazladı. Butun Rasululiah (sav)'a gönderdi. Ben de onu ahp Rasulullah (sav)'a götürdüm, O da bunu kabul etti.[149] 

 

4. Bazı Kıraat Farkları Ve Kanın Hükmü:

 

Yüce Allah'ın: "Yiyecek bir kimseye..." buyruğundaki "vahyolunan" anlamındaki kelimeyi, İbn Âmir'in, hemzeyi üstün olarak; "Vahyelti" şeklînde okuduğu rivayet edilmiştir. Ali b, Ebi Talib de "yi­yecek bir kimseye" anlamındaki kelimeyi; şeklinde "ti" harfini şed­deli olarak okumuştur. Bununla şekline işaret etmektedir. Burada­ki L'te" harfi, "u" harfine idğam edilmiştir.

Aişe Cr.anlıa.) İle Muhammed b- el-1 lanelîyye ise, bunu;" Yi­yecek bir kimsenin yediği" anlamında mazi fiil ile okumuştur

Yalnızca şunlardır: Ölü" ibaresindeki ful, "ve" harlı ile de "te" harfi ile de okunmuştur. Yani, o yenilecek oian şey, yahut cüssesi veya şalisi ölü olması hali müstesnadır. Olması" keiimesi "ye" ile, Ölü kelimesi de merfü' olarak, yani ölmüş olması anlamında da okunmuştur.

"Akmış" anlamındaki: "ei-Mesfuh" ise, akan, cereyan eden demektir ki, haram kılınan kan budur. Böyle olmayan kanlar ise bağışlanmıştır.

el-Maverdî, akmamış kanın, eğer karaciğer ve dalak gibi damarlar içinde ve donma özelliğinde ise helâl olduğunu nakletmektedir. Çünkü Hz. Peygam­ber şöyle buyurmuştur: "Bize iki ölü ve iki kan helâl kılınmıştır..."[150]

Şayet bu kan, eğer damarlar içerisinde bulunmayıp donmayacak türder değilse, et ile birlikte bulunan ve akabilme özelliğinde olan kan ise, bunur haramhğı hususunda iki görüş vardır. Bîr görüşe göre bu gibi kan haramdır çünkü bu da ya akan kandandır veya onun bir parçasıdır. Özel olaral "akan" kaydının zikredilmesi ise, karaciğer ve dalağın istisna edilmesi İçin dir. İkinci görüşe göre ise, böyle bir kan haram değildir, çünkü haramlık öze olarak akan kan hakkında tahsis edilmiştir.

Derim ki: Sahih olan da budur. îmran b. Cüdeyrder ki: Ben, Ebu Miclez't kanın bulaştığı et ile kandan dolayı üzerinde kırmızı bir köpük yükselen ten cerenin yemeği hakkında soru sordum da şu cevabı verdi: Bunun bir mah zuru yoktur. Çünkü Allah akmış kanı haram kılmıştır. Buna yakın bir açık­lamayı Hz. Aişe ve başkaları da yapmıştır. İlim adamları da bu hususta icma etmişlerdir.

İkrime der ki: Bu âyec-i kerime olmasaydı, müslümanlar yalıudilerin et­te damarları bulup takip etmeleri gibi, müslümanlar da öylece takip edecek­lerdi.

İbrahim en-Nehaî de der ki: Damarlardaki yahut kemik iliğİndekİ kanın bir mahzuru yoktur. Buna dair açıklamalar ile âyet-i kerimede sözü edilen ve zaruret halinde bulunanın hükmüne dair açıklamalar daha Önce el-Bakara Sû-resi'nde (2/173. âyet, 20. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Doğ­rusunu en İyi bilen Allah'tır. [151]

 

146. Biz, yahudilere de bütün tırnaklıları haram kıldık. Onlara sı­ğır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık. Ancak, sırtlarına veya kararlarındaki bağırsaklarına yapışan veya kemiğe karı­şan ayrı. Bu (böyledir); onları zulümleri yüzünden bununla cezalandırdık. Şüphesiz Biz doğru söyleyenleriz.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: [152]

 

1. İslâm'dan Önceki Ümmetlere De Bazı Yasaklar Konulmuştu:

 

Yüce Allah, Muhammed (sav) ümmetine haram kıldığı şeyleri zikrettikten sonra "Biz yahudilere de bütün tırnaklıları haram kıldık" ile de ya hud ile­re haram kıldığı şeyleri sözkonusu etmektedir. Çünkü, onlar: Allah bize herhangi bir şeyi haram kılmadı, aksine İsrail'in (Hz. Yakub'un) kenidisine haram kıldığı şeyleri biz de kendimize haram kıldık diyerek, Allah'ın haram­lara dair hüküm indirdiğini yalanlamışlardı.

el-Bakara Sûresi'nde; "Yahudilerin ne anlama geldiğine dair açıklamalar (2/62. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu haramlar, ya­hudilere bela ve ceza olmak üzere emredilmiş mükellefiyetler idi. Burada on­lara haram kılınan şeylerin başında tırnaklı olan her şey zikredilmiştir.

el-Hasen, "fe" harfini ötreli değil de sakin olarak; Tırnak diye okumuştur. Ebu's-Simal ise, "zı" harfini esreli, "fe" harfini de sakin olarak; diye okumuştur. Ebu Hatim ise, "zı" harfini esreli ve "fe" harfini sakin okuyuşu kabul etmemiş ve böyle bir kıraati zikretmemişEir. Ancak bu da bir söyleyiştir. Bu iki harfin esreli kıraati de vardır. Çoğulu ise, şeklinde geİİr. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır. en-Nehhâs, el-Ferra'dan ay­rıca; şeklinde çoğul yapıldığını da İlave eder. İbnü's-Sikkit der ki: Bir adamın tırnakları oldukça uzun ise denilir. Nitekim saç-lan uzun bir kimse hakkında; denildiği gibi.

Mücahid ile Katade derler ki: "Tırnaklılar" dan kasıt, parmaklan birbirin­den ayrı olmayan kara hayvanları ve kuşlardır. Deve, deve kuşu, ördek ve kaz gibi. İbn Zeyd ise, kasıt yalnızca develerdir, demektedir.

İbn Abbas der ki: "TırnakJılar"dan kasıt, deve ve deve kuşlarıdır. Çün­kü deve kuşlarının da deve gibi tırnakları vardır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bundan kasıt, kuşlardan pençeli olanlar, hayvan­lardan da tek tırnaklı olanlardır. Çünkü, tek tırnağa (demek olan el-Hâfir'e) istiare yoluyia urnak (anlamındaki zılV) da denilir. Tirmizî el-I lakim de der ki: Hafir de tırnaktır, mihleb (pençedeki tırnak) de tırnaktır. Şu kadar var ki, bunların her birisinin tırnağı kendisine göredir. İfadede istiare diye birşey de sözkonusu değildir. Nitekim her ikisinin de kesildiklerini ve bunlardan bir miktar kısaltıldığını, her ikisinin de tek bir cins olarak yumuşak ve gevşek kemik olduklarını görebilmekteyiz. Asıl itibari ile de bu şekilde gelişen gı­dadan ibarettir. Ve insan tırnağı gibi kesilirler. Bu gibi hayvanların tırnakla­rına "hâfir" adının veriliş sebebi ise, yere düşmesi suretiyle yeri hafr etmesi (kazması) ndan dolayıdır. Kuşun pençesindeki tırnağa "mihleb" denilmesi­ne gelince, diğer uçan kuşları tırnaklarının iğne gibi sivri uçları ile yaralama-sıdır. Tırnağa "zufur" deniliş sebebi ise, eşyayı ele geçirme imkânını bulmasıyla 2afer buluşundan dolayıdır. Yani, insanoğlu ve kuş, onun sayesinde ele geçireceklerini ele geçirirler. [153]

 

2. İsrailoğullarma Haram Kılınan İç Yağları:

 

Yüce Allah'ın: "Onlara, sığır ve koyunun İç yağlarını da haram kıldık"

buyruğu ile ilgili olarak Katade şöyle demiştir: Bununla işkembe üzerinde­ki iç yağı ile böbrekler üzerindeki yağlan kastetmektedir. es-Süddî de böy­le açıklamıştır. İbn Cüreyc de der ki: Kemiğe karışmamış, yahut kemik üze­rinde bulunmayan bütün iç yağlarını onlara haram kılmıştı. Buna karşılık bö-ğürlerindeki yağlar üe kuyruk yağlarını da helâl kılmıştı. Çünkü kuyruk ya­ğı usus denilen kuyruk sokumundaki kemiğin üzerindedir. [154]

 

3. Haram Kılman İçyağlardan Îstisnâ Kılınanlar:

 

Yüce Allah'ın; Ancak, sırtlarına... yapışan müstes­na" buyıuğundaki; lafzı istisna olarak nasb mahallindedir." Sutlarına" kelimesi ise, Yapışan" kelimesi ile merfV olmuştur.

Veya kannlarındaki bağırsaklarına" kelimesi ise, "sırtlar" ke­limesine atfedilerek cep mahallindedir. Yani; Yahut karın-larındaki bağırsaklarına yapışan..." takdirindedir. Âyetteki kelimenin başına elif-lam'ın gelmesi ise takdiri ifadedeki izafetin yerine gelmiştir. Buna göre "bağırsaklarına yapışan" iç yağları helâl kılınanlar arasında olur.

"(jj^u J»k)i-!U jl): Veya kemiğe karışan" buyruğundaki; da aynı şekil­de "yapışan'a atf ile mısb maiıaüindedir. İşte bu, bu husustaki görüşlerin en sahih olanıdır. el-Kisaî, ei-1'erra ve Ahmed b. Yahya'nın görü­şü budur. Şu kadar var ki nazar (akıl yürütme ve kıyas)a göre; bir şeyin he­men kendisinden önce gelene atfedilmesi gerekir. Bundan tek istisna, bu atf ile mananın sahih olması veya bunun aksine herhangi bir delilin bulunma­sı halidir.

Şöyle de denilmiştir: helâl kıhnan şeylerde istisna, yalni7.ca sırılanna ya­pışanlardır. Yüce Allalvın: "...veya kartnlarındaki bağırsaklarına yapışan, veya kemiğe karışan" buyruğu ise haram kılınan şeylere atfedilmiştir. Bu­nun anlamı da şöyle olur: Onlara sığır ve koyunların iç yağlarını yahut ka-nnlaıındaki bağırsaklarına yapışanları veya kemiğe karışanları haram kıldık. Ancak sutlarına yapışanlar müstesnadır, haram değildir.

Şafiî, bu âyel-i kerimeyi, iç yağı yememek üzere yemin eden kimsenin sırt­lardaki iç yağını yemek suretiyle yemini bozmuş olacağına delil göstermiş­tir, Çünkü şanı yüce Allak, onların sırtlarına yapışanları, genel olarak iç ya­ğından istisna etmiştir. [155]

 

4. Geçmiş Şeriatlerdeki Bu Hükümlerin Neshi;

 

Yüce Allah'ın: "Veya karınlarındakt bağırsaklarına" buyru-ğundaki "Bağırsaklar," hayvanın pisliğini çıkardığı yerler demektir. İbn Abbas ve başkalarından bu açıklama nakledilmiştir. Tekili de; olur. Bu ismin veriliş sebebi ise, hayvanın dışkısının burada toplan maşıdır. Zibil diye bilinen de odur.

Bağırsaklar" kelimesinin tekili: şeklinde gelir. Tencere, kelimesinin çoğunlunun, diye gelmesi gibi, Bağır­sak kelimesinin tekil ve çoğul itibariyle; Vuran, vuranlar" gi­bi olduğu söylendiği gibi; tekilinin; şeklinde geldiği de söylenmiş­tir. Gemi, gemiler" gibi.

Ebu Ubeyde der ki: "Bağırsaklar: Hâvâyâ" karın bölgesinde dairesel şe­kilde gelen şey demektir. el-Hâvâyâ'nın, karnın dairevi seki) aldığı yer an­lamına geldiği de söylenmiştir. Bu da bağırsaklara bitişir. el-Hâvâyâ'nın, üzerlerinde iç yağı görülen bağırsaklar olduğu da söylenmişin-. Başka yerde bu kelime devenin hörgücü etrafında çevrelenen örtü anlamına gelir. Şair İm-ruu'1-Kays şöyle demektedir:

"Deve hörgûcü etrafında kumaşları doladılar ve üzerine güzelce kuruldular. Irak dokuması süslü işlemeli kumaşları da iyice serdiler."

Şanı yüce Allah, bu buyrukta onlara yalanlarını reddetmek üzere Tevrat'la bu gibi şeyleri haram kıldığını haber vermektedir. Tevrat'taki bu haram kıl­manın ifadesi ise: "Size ölü, kan, domuz eti ve tırnaklan birbirinden ayrı ol­mayan her bir binek ile, beyazlığı görülmeyen bütün balıklar size haram kı­lınmıştır" şeklindedir. Daha sonra yüce Allah, bütün bunları Mutıammed (sav)'ın şeriati iie nesli etti. Onlara, daha önce kendileri için haranı kılınmış bulunan hayvanları mubah kıldı, Muhammed (sav) İle zorluğu kaldırdı, bü­tün insanların, helâli ile, hamını ile, emir ve yasaklanyla islâm dinine bağ­lanmaları zorunluluğunu getirdi. [156]

 

5. Ehli Kitap Tarafından Kesilen Hayvanların, Kendileri İçin Haram Olan Bölümlerinin Bizim Tarafımızdan Yenilmesinin Hükmü:

 

Kitap ehli, davarlarını kesip, Tevrat'ta Allah'ın kendilerine helâl kıldığı şey­leri yedikten sonra, haram kıldığı şeyleri bırakacak olurlarsa, bizim için helâl olur mu?

Malik, "Muhammed'in Kitabında,-. Bunlar haramdır derken, "el-Meb-suf'un sema yoluyla dinlenilen kıraatinde: Bunlar helâldir demiştir. İbn Na-fi de böyle demiştir. İbnü'l-Kasım ise, bunların yenilmesini mekruh görürüm demektedir.

Birinci görüşün açıklaması şudur: Onların dinlerine göre bunlar haram­dır. Ve kesim esnasında bunların kendilerine helâl olmaları kasıtları yoktur. O bakımdan kan gibi bunlar da haranı olurlar.

İkinci görüşün açıklamasına gelince; sahih olan budur. Çünkü yüce Allah, İslâm ile bu haram kılma hükmünü kaldırmıştır. Onların bu husustaki inanış­larının ise hiç bir etkisi yoktur, çünkü bu bozuk bir inanıştır. Bu açıklama­yı da İbnül-Arabî yapmıştır.

Derim ki; Bunun sıhhatine delil olan hususlardan birisi de Buharı ile Müs­lim'in Abdullah b. Muğaffel'den naklettikleri şu rivayettir: Abdullah dedi ki: Bizler, Hayber Kasrı'nı muhasara altında tutmuştuk. Birileri içinde iç yağı bu­lunan bir torba attı. Onu almak üzere ileri atıldım. Bir de baktım ki Peygam­ber (sav) yanımda duruyor. Ondan utandım. Buharî'nin lafzı ile rivayet böy­ledir. [157]

Müslim'in lafzı da şu şekildedir: Abdullah b. Muğaffel dedi ki: Hayber gü­nü içinde iç yağı bulunan bir torba elime geçti. Onu elime aldım ve: Bugün bundan kimseye bir şey vermeyeceğim dedim. Dönüp baktığımda Rasulul-lah (sav')'ı gülümser gördüm. [158]

İlim adamlarımız derler ki: Hz. Peygamberin tebessümü, İbn Muğaffel'in o torbayı almakta gösterdiği ileri derecedeki hırsı görmesinden ve cimrilik göstermesinden dolayıdır. Hz, Peygamber ona bu torbayı atmasını emretme­diği gibi, ona herhangi bir şeyi de yasaklamadı.

Bu gibi şeylerin yenilmesinin caiz olduğunu Ebu Hanife, Şafiî ve genel ola­rak ilim adamları da kabul etmektedir. Şu kadar var ki Malik, bu husustaki görüş ayrılığı dolayısıyla mekruh görmüştür. İbnü'l-Münzir, Malik'ten bunla­rın haram olduğunu söylediğini de nakletmektedir. Malİk'in, arkadaşlarının büyükleri bu kanaattedir.

Bu husustaki delilleri ise daha önce açıklanan delildir. Halbuki hadis on­ların aleyhine delil teşkil etmektedir. Eğer, yahudiler tırnaklı her bir hayva­nı boğazlayacak olurlarsa, Esbağ der ki: Onların kestikleri arasından Allah'ın Kitabında haram kılınmış bulunanların yenilmesi de helâl değildir. Çünkü on­lar, bunların haram kılınışını dini bir hüküm olarak kabul etmektedirler. Eş-heb ve İbnü'l-Kasım da böyle demiştir. Şu kadar var ki, İbn Vehb bunların caiz olduğunu söylemiştir. İbn Habib de şöyle demektedir: Onlara haram kı­lınmış bir şeyin bu hükmünü biz kendi Kitabımızdan öğrenmiş isek, onların kestikleri arasından o şey bize helâl olmaz. Haram kılındığını yalnızca on­ların görüşlerinden ve delillerinden biliyor isek, kestikleri arasından böyle-leri bizim için haram değildir. [159]

 

6. Haram Kılmak Bir Cezalandırmadır:

 

Yüce Allah'ın: " Bu (böyledir)" yani, bu haram kılma böyledir. Bu­na göre bu edat burada ref mahallindedir. Yani, durum bu şekildedir demek­tir.

"Onları zulümleri yüzünden" zuiümleri sebebiyle "cezalandırdık." Pey­gamberleri öldürdükleri, Allah'ın yolundan alıkoydukları, faiz alıp insanla­rın mallarım batıl yoilarla helâl kabul ettikleri için, onlara bir ceza olmak üze­re bu hükümleri koyduk.

işte bunda haram kılmanın ancak bir günah sebebiyle olduğuna bir de-1 il vardır. Çünkü haram kılmak bir darlıktır. Genişlik terk edilip harama gi­diş, ancak yapılaniardan dolayı sorumlu tutulmak halinde sözkonusu olur.

"Şüphesiz Biz doğru söyleyenleriz." Şu yahudiler hakkında kendilerine haram kıldığımızı belirttiğimiz etler ve yağlara dair haberlerimizde doğru söy­lüyoruz. [160]

 

147- Seni yalanlayacak olurlarsa de "Rabbîniz geniş bir rahmet sahibidir. O'nun azabı günahkârlar topluluğundan geri çevri­lemez."

Yüce Allah'ın: "Seni yalanlayacak olurlarsa" buyruğu şarttır. Cevabı ise: "De ki: Rabblnİz geniş bir rahmet sahibidir." Yani, rahmetinin geniş­liğinden dolayıdır ki O, dünyada sizi cezalandtrmaksıztn terketü. Sonra yü­ce Ailah onlar için ahirette hazırlamış oluduğu azabı haber vererek: "O'mın azabı günahkârlar topluluğundan geri çevrilemez" diye buyurmaktadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Buyruğun anlamı şudur: Allah dünyada cezalan­dırmak isterse, O'nun cezası günahkârlar topluluğundan asla geri çevrilemez. [161]

 

148. Müşrikler: "Allah dikseydi biz de babalarımız da ortak koşmaz­dık. Hiç bir şeyi de haram kurnazdık" diyeceklerdir. Onlardan öncekiler de azabımızı tadıncaya kadar işte böyle yalanladılar. De ki: "Yanınızda bize çıkartıp gösterebileceğiniz her hangi bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz. Ve siz, yalnızca ya­lan uyduranlarsınız."

Yüce Allah'ın: "Müşrikler... diyeceklerdir" buyruğu ile iigili olarak Mü-cahid şunları söylemiştir: Yüce Allah bununla Kureyş kâfirlerini kastetmek­tedir. Onlar: "Allah dileseydi biz de, babalarımız da ortak koşmazdık, hiçbir şeyi de haram kılmazdık" demişlerdi. Bununla da Bahire, Sfıibe ve Vasîle'yİ kastediyorlardı.

Yüce Allah, gaybından neler söyleyeceklerini haber vermektedir. Getiri­len deliller, onların görüşlerini çürütüp tuttukları yolun batıl olduğuna ke­sin olarak kendileri de inanınca, bu sözlerin kendileri için bir dayanak teş­kil edebileceğini zannettiler.

Buyruğun anlatın sudun Allah dileseydi bizim atalarımıza bir rasul gön­derir, o da onlan lıet» şirkten, hem de Allah'ın kentlileri için helâl kıldığı şey­leri haram kılmalarından vazgeçilir, bu davranışlarını yasaklar, onlar da bu işlerinden vazgeçerlerdi, biz de bu hususta onlara tabi olurduk.

Yüce Allah bu iddialarını ıed ederek: "De ki: Yanınızda bize çıkartıp gös­terebileceğiniz her hangi bir bilgi var mı?" Yani, durumun böyle olduğu­na dair elinizde bir deliliniz bulunmakta mıdır?

"Siz, ancak zanna uyuyorsunuz" bu sözleri söylerken haliniz nedir. "Ve siz yalnızca yalan uyduranlarsınız." Aranızda zayıf kimselere delilinizin bu­lunduğu intibaı vermek üzere böyle yapıyorsunuz.

Yüce Allah'ın: Babalarımız da" buyruğuOrtak koş­mazdık" buyruğundaki "ıuın"a (çoğul zamire) atfediimistir. Burada; Biz de, babalarımız da" deniımeyiş sebebi ise, Koşmaz-dık'daki olumsuzluk takışırım zamirin te'kidi yerine geçmesidir. İşte bundun dolayı; lîen de kalkmadım, Zeyd de kalkmadı, ifadesi" güzel bir ifadedir. [162]

 

 

149. De ki: "Öyle ise, tam ve yeterli hüccet Allah'ındır, Eğer dilesey-di elbette hepinizi hidâyete erdirirdi."

Yüce Allah'ın: "De ki: Öyleyse, tam ve yeterli hüccet Allah'ındır" buy­ruğu şu demektir: Kendilerine karşı delil getirenlerin ileri sürecekleri lıer han­gi bir mazeretlerini bırakmayan ve üzerinde düşünenlerin şüphelerini oita-dan kaldıran hüccet, O'nun hüccetidir. O'nun, bu hususa dair tam ve yeter­li hücceti, kendisinin bir ve tek olduğunu, peygamberleri ve rasulleri gön­dermiş olduğunu açıklamasıdır. Allah'ın vahdaniyetini mahiukata bakıp üze­rinde dikkatle düşünmekle açıkladığı gibi, peygamberleri de mucizelerle te'yid etmiştir. Böylelikle O'nun emrini, her bir mükellef yerine getirmek zorunda­dır. Onun ilmi, iradesi ve kelamı ise gaybdır, kul bunlara muttali olamaz. Al­lah'ın bu iş için beğenip seçeceği bir rasul olması hali müstesnadır. Mükeİ-lefiyet için, kulun emrolunduğu şeyi yapmak istediği takdirde, buna imkân bulması yel erildir.

Mutezile, yüce Allah'ın; "Allah dileseydl... şirk koşmazdık" buyruğu ile ilgili olarak, meseleyi karıştırarak şöyle demişlerdir: Allah, bu şekilde şirk­lerini O'nun meşîetinin bir sonucu olarak değerlendirenleri yermiş bulunmak­tadır. Ancak, Mu'tczilenin bunu delil dîye ileri sürmeleri batıldır. Çünkü Şa­nı yüce Allah, aynı zamanda hakkı araştırıp bulmak için göstermeleri' gere­ken gayreti terk ellikleri için de yermektedir. Diğer taraftan müşrikler bu sö­zü yalnızca alay ve oyun olsun diye söylemişlerdir. Bunun bir benzen de yü­ce Allah'ın şu buyruğudur: "Dediler ki, Rahman düeseydi biz bunlara iba­det etmezdik." (ez-Zuhriif, 43/20) Eğer onlar, bu sözleri ta'zim, saygı ve O'nu bilip öğrenmek kastıyla söylemiş olsalardı, bundan dolayı kendilerini ayip-lamazdı. Çünkü şanı yüce Allah şöyle buyurmakladır: "Eğer Allah dilesey-di şirk koşmazlardı" (el-En'âm, 6/107); "...Onlar, yine de Allah dilemedik­çe iman etmezlerdi" (el-En'âm, 6/111); "Allah dileseydi hepinizi hidâyete er­dirirdi." (en-Nahl, 16/9) Buna benzer buyruklar da pek çoktur. Mii'mtnle-rin bu sözü söylemeleri ise, onların yüce Allah'ı bilmelerinden ölürüdür. [163]

 

150. De ki: "Haydi Allah bunu haram kıldı diye şahidlik edecek şa-hidleriniıi getiriniz." Şayet şahidlik ederlerse sen, onlarla be­raber şahidlik etme. Âyetlerimizi yalanlayanların ve âhirete İman etmeyenlerin hevâlarına uyma! Hem onlar Rabblerine (putları) denk tutarlar.

Yüce Allah'ın: "De ki: Haydi... şahidlerinizi getirin" buyruğu: Sen, bu müşriklere, sizin haram kıldığınız şeyleri Allah'ın da haram kıldığına dair şa-hidlerinizi getirin, demektir.

Haydi getirin" bir şeye çağırmak için kullanılan bir kelimedir. Te­kili, çoğulu, erkek ve dişi olması hallerinde Hicazlılara göre farketmez. Şu kadar var ki, NecidliLer bunu, şeklinde diğer fiillerde olduğu gibi, şahsa delâlet eden alâmeti de eklerler. Kur'an-ı Kerim ise, Hicazlıların şivesine göre nazil olmuştur. Nitekim bir başka yerde yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: Kardeşlerine: Haydi yanımıza gelin diyenleri..." (el-Ahzab, 33/18) Hazır et, yahut yaklaştır" demektir. Me­selâ Yemeği getir" anlamındadır. Bu buyrukta: Haydi Şalıidle-rinizi getiriniz, demektir. Sonundaki "mim"in üstün okunuşu ise iki sakin har­lın bir araya gelmesinden dolayıdır. Nitekim;  Ey filan, bunu geri çevir" derken, "dal" harfi şeddeli olduğundan dolayı ötreli ve esreli okunu­şu caiz değildir.

el-Halil'e göre bu kelimenin asb; ile buna ilave edilmiş 'den mey­dana gelmiştir. Daha sonra kullanış çokluğundan dolayı "he" harfinden son­raki "elif hazfedilmişlir.

Başkaları da şöyle açıklamaktadır: Bu kelimenin ash; 'e ilave edilmiş 'dır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu kelime, lafzı itibariyle; Haydi getir," ma­nasına delalet etmektedir. el-Halil'in "Kitabu'l-Ayn"mda şöyle denilmekte­dir: Bu kelimenin aslı, yani; ben sana doğru geleyim mi? şeklinde­dir. Daha sonra Araplar bu kelimeyi çokça kullandılar, sonunda bu kelime; hazır et, getir manasına kullanılmaya başlanmış. Nitekim; Gel"; keİlmesinin aslı yukarılarda olan birisinin aşağılarda olan birisine (yukarı doğ­ru gel) şeklinde söylenilmesidir. Ancak Araplar, bu kelimeyi çokça kullan­maya başladılar. Nihayet daha aşağıda bulunan bir kimse de yukarıda bulu­nan kimseye: (Aşağı in anlamında) demeye başladı.

Yüce Allah'ın: "Şayet şahidllk ederlerse" yani, onların kimi kiminin le­hine şahadette bulunacak olursa, "sen onlarla beraber şahidllk etme." Ya­ni, bir kitaptan olmadıkça veya bir peygamber tarafından tebliğ edilmedik­çe böyle bir şahadette bulunmayı tasdik etme. Bunlarda da zaten böyle bir şey yoktur, demektir. [164]

 

151. De ki: "Gelin Rabbİnlzin size neleri haram küdığuu okuyayım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya İyilik edin. Yoksulluk endişesinden dolayı çocuklarınızı öldürmeyin. Çün­kü sizin de onların da rızkını Biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Hak ile olmadıkça Allah'ın haram kıldığı canı öldürmeyin. İşte, akü edersiniz diye size bunları emretti."

152. Bir de yetimin malına, rüştüne erinceye kadar, en güzel olan­dan başka bir şekilde yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı tam ve doğru yapın. Biz, kimseye gücünün yettiğinden başkasını yük­lemeyiz. Söz söylediğiniz vakit, akrabanız dahi olsa adaletli olun. Allah'ın ahdini yerine getirin. İşte, düşünüp öğüt alası­nız diye size bunları tavsiye etti.

153. Şüphesiz ki bu, Benim dosdoğru yokundur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın. Sonra sizi O'nun yolundan ayırırlar. İş­te, sakınasınız diye Allah size bunları tavsiye etti.

Bu buyruklara dair açıklamalarımızı ondört başlık halinde sunacağız: [165]

 

1. Bu Buyruktaki "Gelin" Fiili Île İlgili Açıklamalar:

 

Yüce Allah'ın: "Gelin size... okuyayım" buyruğundaki; Yaklaşın ve Rabbimin bana kesin olarak vahyettiğini -zan yoluyla ve sizin iddia etti­ğiniz gibi yalan olarak değil- okuyun, demektir.

Daha sonra yüce Allah, neler okunacağını beyan etmek üzere; "Ona hiç bir şeyi ortak koşmayın" diye beyan etmektedir. Buradaki fiilin çekimi, er­kek için; "Yaklaş, öne doğru gel," şeklinde, dişi için; erkek ve dişi tesniye için; erkek çoğu! için; dişi çoğul İçin de­nilir. Yüce Allah da aynı fiili dişi çoğul İçin kullanarak şöyle buyurmaktadır: "Gelin size meta vereyim." (el-Ahzab, 33/28)

Araplar "tekaddüm: öne geçme"yi bir çeşit yükselme (teali) ve yukarı doğ­ru çıkma (irtifa) diye kabul etmişlerdir. Çünkü, bu fiilin ilk olarak kullanılı­şı halinde tekaddüm etmesi (öne geçmesi) emrolunan kişi sanki oturuyormuş da ona; Yüksel, gel; yani, ayağa kalkmak suretiyle kendini yukarı doğ­ru kaldır ve öne doğru ilerJe; denilmiş gibidir. Daha sonra bu kelimeyi du­ran ve yürüyen için de kullanacak hale gelinceye kadar anlamını genişletip durdular. Bu açıklamayı İbn eş-Şecerî yapmıştır. [166]

 

2. 151. Âyet-i Kerimeyle İlgili Bazı Nahiv Açıklamaları:

 

Yüce Allah'ın: Neleri haram kıldığını" buyruğunda yer alan; ile ilgili uygun açıklama, Okuyayım" buyruğu ile nasb mahallin­de ve haberiyye olmasıdır. Yani: Gelin, Rabbi-nizin size haram kıldığını okuyayım," demektir.

Eğer; Size" kelimesinin; "Haram kıldığını" fiiline taalluk ettiğini kabul edersek, uygun açjklama budur. (Anlamı: ...size neleri haram kıldığını okuyayım, şeklinde oSur). Çünkü, daha yakın o)an fiil budur. Bas-rakların tercihi de budur.

Eğer bunun; Okuyayım" fiiline taalluk ettiği kabul edilirse, bu da güzeldir, çünkü önce geçen Fiil budur. (Bunun da anlamı: ...neleri haram kıl-diğını size okuyayım, şeklindedir). Kulelilerin tercihi de budur. Bu görüşe gö­re ifadenin takdiri de: Rabbinizin haram kıldığı şeyi size okuyayım," şeklindedir.

ortak koşmayın" lafzı geçen ilk fiilin aynı kökünden gelen bir fiil takdiri ile nasb mahal Ündedir. Yani, size şirk koşmamanızı okuyayım demektir. Bu da size şirk koşmanın haram kılındığını okuyayım anlamında­dır. Bununla birlikte; Size" kelimesindeki iğra anlamı dolayısıyla nasbedilmiş olma ihtimali de vardır. O takdirde Size" kelimesi, ken­disinden önceki ifadelerde, munkatı' olur. Yani, size düşen, şirk koşmayı ter-ketmektir ve yine size düşen, anne babaya iyilik etmektir, çocuklarınızı öl-dürmemektir, kötülüklere yaklaşmamaktır. Nitekim birisine İşine bak," demek de böyledir. Yüce Allah'ın: "Siz, kendinize ba­kın" (el-Maide, 5/105) buyruğu da böyledir. Bütün bu açıklamaları İbn eş-Şecerî yapmıştır.

en-Nehhâs da şöyle demektedir: ... mama"dakİ...ma" keli­mesinin, Neler"den bedel olarak nasb mahallinde olması da mümkün­dür. Yani ben, sîze şirk koşmanın haram kılındığını okuyayım.

el-Ferrâ da 'nın nehiy için olması görüşünü tercih etmiştir. Çünkü, on­dan sonra diye bir daha nehiy gelmektedir. (Meâi, buna göre yapümıştır). [167]

 

3. Allah'ın Hükümlerini Açıklama Görevi:

 

Bu âyet-i kerime, yüce Allah tarafından Peygamberine, bütün insanları Al­lah'ın haram kıldığı şeylere dair okuyacağı buyrukları dinlemeye davet etme­si için bir emirdir. Ondan sonra gelecek olan ilim adamlarının da aynı şekil­de insanlara tebliğde bulunmaları ve onlara, Allah'ın neyi lıaram, neyi helâl kıldığını açıklamaları gerekmektedir. Nitekim yüce Allah: "Onu, muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız... diye teminat almıştı" (Âl-i İmran, 3/187) diye buyurmaktadır.

İbnü'l-Mübarek de şunu nakletmektedir: Bize, İsa b. Ömer'in, Amr b. Mur-re'den haber verdiğine göre Amr, kendilerine şunu nakletmiş: Rabi' b. Hay-sem (Huseym de denilmiştir), kendisiyle oturan birisine şöyle demiş: Peygam­ber (sav)'dan henüz mührü çözülmemiş bir sabitenin sana getirilip verilme­si seni memnun eder mi? O, elbette deyince: Ona, şu âyet-i kerimeyi oku: "De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım..." diyerek, üç âyetin (yani, 153. âyetini sonuna kadar okudu.

Kâ'b el-Ahbar der ki: Bu âyet-i kerîme, Tevrat'ın başlangıcıdır: "Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla. De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığı­nı okuyayım..."

İbn Abbas da der ki: Bu âyet-i kerimeler, yüce Allah'ın Âl-i İmran Sûre-si'nde sözünü ettiği muhkem âyetlerdir. Bütün insanlara gönderitmiş şeriat-ler, sözbirliği halinde bunları kabul etmiş ve hiçbir dinde bunlar asla nesh edilmemiştir,

Musa (a.s)'a indirilmiş on kelime (emir)nin (bunlar), oldukları da söylen­miştir.[168]

 

4. Anne Baha'ya İyilik:

 

Yüce Allah'ın; "Anaya babaya iyilik edin" buyruğunda geçen ana-baba-ya iyilik (ihsanda bulunmak), onlara iyi davranmak, onları korumak, onla­ra gereken ihtimamı göstermek, emirlerini yerine getirmek, köle iseler kö­lelikten kurtarmak, onlara karşı zorbalık taslamayı terketmekle olur.

"iyilik etmek," mastar olarak nasbedîlmiştir. Onu nasbeden ise, lafzından gizti bir fiil olup takdiri; Ana babaya güzel­ce iyilik edin," şeklindedir. [169]

 

5. Fakirlik Korkusuyla Çocukları Öldürmek:

 

Yüce Allah'ın: "Yoksulluk endişesinden dolayı çocuklarınızı öldürme­yin" buyruğunda geçen "imlâk: yoksulluk", fakirlik demektir. Yani, fakir düş­mek korkusuyla çocuklarınızı diri diri gömmeyin. Size de onlara da rızık ve­ren şüphesiz ki Benim.

Araplar arasında âyetin zahirinden de anlaşıldığı gibi, fakirlik korkusuy­la kız çocukları da erkek çocukları da Öldürenler vardı.

Fakir düştü anlamına geldiği gibi, O'nu fakir düşürdü, şek­linde de kullandır. Buna göre fiil hem lazım, hem müteaddidir (geçişsiz ve geçişlidir).

en-Nakkâş'ın, Muerrec'den naklettiğine göre şöyle demiş: İmlâk, Lahım-hların şivesinde açlık demektir. Münzir b. Said İse bunun, infak (yani harca­mak) anlamına geldiğini zikretmektedir. "Malını infak etti, harca­dı," demektir. Nakledildiğine göre, Ali (r.a), hanımına şöyle demiş: "Malından istediğin kadarını harca."

"Kalbinde olmadık şeyleri diliyle söyleyen" demektir. Buna gö­re (imlâk'ın kökünü teşkil eden) melâk, müşterek bir lafızdır. Yeri gelince bu­na dair açıklamalar gelecektir. [170]

 

6. Azl'in Hükmü:

 

Azli caiz kabul etmeyen kimseler bu âyet-i kerimeyi delil gösterebilirler. Çünkü, çocukları diri diri gömmek diye bilinen "ve'd", mevcut olanı ve nesli ortadan kaldırır. Azl ise neslin esasını engellemektir. O bakımdan, bunlar birbirine benzerdir. Şu kadar var ki, canı öldürmek günah bakımın­dan daha büyük, fiil olarak da daha çirkindir. Bundan dolayı kimi ilim ada­mımız şöyle demiştir: Hz. Peygamberin, azl ile ilgili olarak: "O gizliden giz­liye ve'd'dir"[171] buyruğundan haramlık değil de mekruh olduğu anlaşılmak­tadır.

Ashab-ı kiramdan ve diğerlerinden bir topluluk bu görüşü kabul etmiş­lerdir. Yine ashab-ı kiramdan, tabiinden ve fukahadan bir diğer topluluk da mubah olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bunu yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur, çünkü kader neyse o olur." [172] Yani, sizin böyle bir işi yapmamanızda sizin için bir günah sözko-nusu olmaz. Öyle ki el-Hasen ve Muhammed b. el-Müsennâ, bu nehiyden azl'in yasaklanması ve bu işten vazgeçildiğinin istenmesi anlamını çıkarmış­lardır. Ancak birinci te'vil daha uygundur. Çünkü Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: "Allah bir şeyi yaratmak istedi mi, ona hiçbir şey engel olamaz."[173]

Malik ve Şafiî derler ki: Hür kadından izinsiz azil yapmak, caiz değildir. Bu görüşleriyle inzalin, kadının lezzet almasının tamamlanması olduğunu ve çocukla kadının hak sahibi olduğunu kabul etmiş gibidirler. Ancak, cariye olarak kendisiyle ilişki kurulan kadından izin almak görüşünü kabul etme­mişlerdir. Buna göre erkek, cariyenin izni olmaksızın da azil yapabilir. Zira, cariyenin sözü geçen hususlardan her hangi birisinde hak sahibi olduğu söy­lenemez. [174]

 

7, Kötülüklerin Her Türlüsünden Uzak Durmak:

 

Yüce Allah'ın: "Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın" buy­ruğunun bir diğer benzeri de: "Günahın açık olanım da gizlisini de bırakın" (el-En'âm, 6/120) buyruğudur. Yüce Allah "açığına" buyruğu ite, bütün kö­tülük ve hayasızlık çeşitlerini yani masiyetleri yasaklamıştır. "Gizlisine de"

buyruğu ile de kalbin ilâhî emre muhalefeti kararlaştırdığı şeyleri yapmayı yasaklamakladır. Açık ve gizli tabiri, hakkında kullanıldığı şeylerin bütün kı­sımlarını kapsamına almaktadırlar.

"Açık olan" ifadesi, " Kötülükler"den bedel olarak nasbedilmiştir. "Gizli olan" da ona atfeditmiştir. [175]

 

8. Haksız Yere Canı Öldürmek Ve Öldürülmeyi Haklı Kılan Sebepler:

 

Yüce Allah'ın: "Hak ile olmadıkça Allah'ın haram kıldığı canı öldürme­yin" buyruğunda yer alan; ( o-^1 ): Can" kelimesinin başındaki elif ve lam, cinsi marife yapmak içindir. Arapların; "(. j^jJij ^j-dl tJ- J«Ul .ili*!): însanla-n (yani insan türünü) dirhem ve dinar sevgisi helak etti," demeleri gibi. Yü­ce Allah'ın: "(. ujU jû- İlJiIı öp: Gerçekten insan, mal toplamaya düşkün, fakat vermekte cimri olarak yaratılmıştır" (el-Mearic, 70/19) buyruğu da bu­nun gibidir, Nitekim ondan sonra gelen: "Ancak, namaz kılanlar böyle de­ğil" (el-Mearic, 70/22) diye buyurmaktadır. Yüce Allah'ın: "Asra andolsun, muhakkak insan (türü) ziyan içindedir" (el-Asr, 103/1-2) buyruğu da böy­ledir. Çünkü, daha sonra: "îman edenler... müstesna" (el-Asr, 103/3) diye bu­yurmuştur.

Bu âyet-i kerime hayatı koruma altında bulunan nefsin -öldürülmeşini ge­rektiren haklı bir gerekçeyle olmadıkça- ister mü'min otsun, ister antlaşma-h (muâhid veya zımmi) olsun, öldürülmesini yasaklamaktadır. Rasulullah (sav) da şöyle buyurmuştur: "Ben, insanlarla, Allah'tan başka ilah yoktur deyince­ye kadar savaşmakla emrolundum. Her kim Allah'tan başka ilah yoktur di­yecek olursa, malını ve canını korumuş olur. Hakkıyla olması hali müstes­na. Hesaplarını görmek ise Allah'a aittir." [176]

Bu hak ise, bir kaç türlüdür. Bunlardan birisi zekât vermemek ve nama­zı terketmektir. Ebu Bekir es-Sıddîk, zekâtı vermeyenlere karşı savaşmıştır. Kur'an-ı Kerimde de şöyle buyrulmaktadır: "Eğer tevbe edip namaz kılarlar ve zekât verirlerse, yollarını serbest bırakın." (et-Tevbe, 9/5) Bu husus da gayet açıktır.

Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Müslüman bir kişinin kanı an­cak üç şeyden birisiyle helâl olur: Zina eden evli, cana karşılık can ve dini­ni terk edip İslâm cemaatinden ayrılan." [177]

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "İki halifeye bey'at edildiği tak­dirde, onlardan sonrakini öldürün." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[178]

Ebu Dâvud da İbn Abbas'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulul-lah (sav) buyurdu ki: "Her kimi Lût kavminin işim' yaparken bulacak olursa­nız, faili de mefulü de öldürünüz." [179] İleride buna dair açıklamalar el-A'raf Sûresi'nde (7/80. âyet, 3. başhkta) gelecektir.

Yine Kur'an-ı Kerim'de (hak ite öldürülmenin bir başka sebebi) şöylece açıklanmaktadır: "Allah'a ve Rasulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde fe­sat çıkarmaya çalışanların cezası ancak öldürülmeleri... dir." (el-Mâide, 5/33) Yine bir başka yerde; "Eğer mü'minlerden iki grup birbirleriyle çarpışırlar­sa..." (el-Hucurat, 49/9) diye buyurmaktadır.

Müslümanların (meşru halife etrafında birlik teşkil etmişken) birliğini bozmak isteyen, cemaat halinde etrafında toplandıkları imama muhalefet eden ve birliğini dağıtmaya çalışarak insanları ve mallan talan etmek suretiyle dev­let başkanına karşı ayaklanmak (bâğî) ve itaati kabul etmemek suretiyle yer yüzünde fesat çıkarmaya çalışanların da hükmü, öldürülmeleridir. İşte yüce Allah'ın: "Hak İle olmadıkça" buyruğunun anlamı budur.

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Mü'rninlerin kanları birbirlerine denktir. Onların en aşağıları dahi, onların sorumluluklarını yerine getirme­ye çalışır. Kâfire karşılık da bir müslüman öldürülmez. Ahdi içerisinde bu­lunan bir ahid sahibi de öldürülmez. [180] Farklı iki din mensubu bir birine mi­rasçı olmaz." [181]

Ebû Dâvûd ve Nesâî de Ebu Bekre'den şöyle dediğini rivayet ederler: Ben, Rasulullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim ahidli bir kimseyi hak­ka uygun olmayan bir sebeple öldürecek olursa, Allah ona cennete girme­yi haram eder." [182]

Ebu Davud'un kaydettiği bir başka rivayette de şöyle demektedir: "Kim zimmet ehlinden birisini öldürecek olursa, cennet kokusunu almayacaktır. Şüphesiz cennetin kokusu yetmiş yıllık bir mesafeden alınır." [183]

Buharî'de hadisin ifadesi şöyledir: "...şüphesiz cennetin kokusu kırk yıl­lık bir mesafeden ahntr." Buhârî ise bu hadisi Abdullah b. Amr b. el-Âs'dan diye rivayet etmektedir. [184]       

 

9. Allah'ın Emirleri:

 

Yüce Allah'ın: "( p-Ö* ): İşte bunlar" buyruğu ile haram kılınan bu şeyle­re işaret edilmektedir. "Kef" ile "mim" harfleri hitap içindir. Bu iki harfin i'rab-ta mahalleri yoktur.

* *    *

"{*# fSlsj ): Sîze bunları emretti" buyruğunda geçen (ve mealde: emr di­ye karşılanan) vasiyet, güç yetirilen ve pekiştirilmiş emir demektir. Burada­ki "keP ile "mim" harfleri ise nasb mahallindedir. Çünkü bu zamir, muhatap için kullanılan bir zamirdir. Yine: "(_J*> ): Tavsiye etti, emretti" fiilinde de yü­ce Allah'a ait bir fail zamiri vardır.

Matar el-Verrak, Nafi'den, o, İbn Ömer'den rivayetine göre Osman b. Af-fan (r.a) evinde muhasara edildiği sırada, kendisini muhasara edenlerin önüne çıkarak şöyle dedi: Beni ne diye öldüreceksiniz? Şüphesiz ben, Rasu-lullalı (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Müslüman bir kimsenin kanı an­cak şu üç şeyden birisi dolayısıyla helâl olabilir: Mu lisan olduktan sonra zi­na eden bir adamın recm İle öldürülmesi gerekir. Yahut kasten birisini öldü­ren kimseye kısas uygulamak gerekir. Yahut, müslüman olduktan sonra ir-tidat eden kimsenin de öldürülmesi gerekir." Allah'a yemin ederim, cahili-ye döneminde olsun, müslüman olduktan sonra olsun asla zina etmedim. Kimseyi de öldürmüş değilim ki, onun yerine öldürülmek suretiyle bana kı­sas uygulansın. İslâm'a girdiğimden beri de asla irtidat etmedim. Şüphesiz ki ben,'Allah'tan başka İlah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve Rasulü olduğuna şahidlik ederim. İşte size sözünü ettiğim bu hususlar size -akıl erdiresiniz diye- (Allah'ın) tavsiye ettikleridir. [185]         

 

10. Yetimin Malı:

 

Yüce Allah: "Bir de yetimin malına... en güzel olandan başka bir şekil­de yaklaşmayın" diye buyurmaktadır. Yani, onun lebine olacak ve malını ar­tırıp çoğaltacak şekilden başkasıyla yaklaşmayın. Bu da malın astını gereği gibi korumak ve onun dallaıının da meyve vermesini sağlamak suretiyle olur. Bu hususta yapılmış en güzel açıklama budur, çünkü, kapsayıcı bir açıkla­madır. Mücahid der ki: "Bir de yetimin malına... en güzel olandan başka bir şekilde yaklaşmayın." Yani, malında ticarette bulunmaktan başka bir su­rette yaklaşmayın. Ondan herhangi bir şey satın almaman ve malından da borçlanman demektir. [186]

 

11. Yetimin Reşitliğe Erdiğinin Tesbiti:

 

Yüce Allah'ın: "Rüştüne erinceye kadar" güçleninceye kadar demektir. Güçlenmek ise, bedende de görülebilir, denemek suretiyle de anlaşılabilir. Güçlenmenin bu iki şekliyle ortaya çıkması kaçınılmazdır. Çünkü, burada bu kelime mutlak olarak kullanılmıştır.

en-Nisa Sûresi'nde ise yetimin hali, mukayyed olarak şöylece zikredilmek­tedir: Ifetimleri, evlilik çağma erdikleri zamana kadar deneyin. Şayet on­larda bir reşitlik görürseniz..." (en-Nisa, 4/6). Burada da yüce Allah, hem bedeni gücü, hem de evlilik çağına erişmeyi, hem de bilgi sahibi olma gü­cünü bir arada zikretmiştir ki, bu bilgi sahibi olma gücü "onlarda reşitlik gör­mek" demektir.

Eğer, yetimde bilgi hasıl olmadan fakat güç husule geldikten sonra malı verilecek olursa, arzulan doğrultusunda malını tüketir ve malsız bir yoksul olarak kahverir. Özellikle yetim hakkında bu şartın sözkonusu edilmesi, in­sanların ondan yana gaflette bulunmaları ve onun babalarının çocuklarını gö­zetip denemeleri imkânından mahrum olmasıdır. O bakımdan, babasını kaybetmiş olan bir kimsenin uygun zamanını tesbit etmek daha uygundur,

Rüştüne ermek, onun malına en güzel olandan başka bir yolla yaklaşma­yı mubah kılan bir sebep değildir. Çünkü, baliğ olan kişi hakkında (kötü mak­satla malına el sürmek şeklindeki) haramlık zaten sabittir. Özellikle yetimin zikredilmesi onun adına davacı olacak olanın Allah oluşundan dolayıdır.

Buyruğun anlamı şudur: Yetimin malına, rüştüne erinceye kadar en gü­zel olandan başka bir şekilde ebediyyen yaklaşmayın. İfadede hazfedilmiş ibareler de vardır. Yani, rüştüne erip onun reşitliğine erdiği anlaşılacak olursa, malını ona veriniz demektir.

İlim adamları, yetimin reşitliğe ermesi hususunda farklı görüşlere sahip­tirler. İbn Zeyd der ki: Bundan kasıt buluğa ermesidir. Medinelİler de buluğa ermesi ve onun reşitliğine erdiğinin anlaşıimasıdır. Ebu Hanife'ye göre ise yirmi beş yaştır.

İbnü'l-Arabî der ki: Ebu Hanife'nin bu durumuna hayret edilir. Çünkü o, miktar ile tesbit edilen şeylerin kıyas ve akıt yürütme ile sabit olmayacağı, ancak nakil yoluyla sabit olacağı görüşündedir. Bu miktar ile ilgili hususla­rı ise, zayıf hadisler ile tesbit etmektedir. Fakat o, vurup dövme diyarı (Bağ­dat) da kalmtş, o bakımdan onun nezdinde müdelles hadisler çoğalmıştır. Eğer -Allah'ın İmam Malik'e ihsan ettiği şekilde- (şeriat )'in madeni olan yerde kal­mış olsaydı, ondan ancak ve ancak katıksız dine uygun görüşler ortaya çı­kardı.

Şöyle de denilmiştir: Kûhûlet (olgunluk) yaşının sona ermesi, (âyet-i ke­rimede zikredilen) eşüd {mealde: reşklikj'in İleri dereceye vardığı dönem­dir. Nitekim, Suhaym b. Vesil şöyle demektedir:

"Elli yaşındayım (kûhulet'in son sının); ben bütün

gücümü de toplamış bulunuyorum.

Türlü çeşitli işlerin başımdan gelip geçmiş olması,

işlerimi oldukça sağlam yapmama sebep oldu."

"Reşittik (.güçlülük) çağı" tekildir, çoğulu gelmez, Nitekim kurşun anlamına gelen; kelimesi de böyledir.

Tekilinin şeklinde ve; Fels ve felsler"e benzediği de söy­lenmiştir. Kelime aslı itibari ile, günün yükselmesi demek olan; 'dan gelmektedir. Meselâ; Ona günün yüksel­diği ve aydınlığının yayıldığı vakit geldim," denilir. Muhammed b. Mulıam-med ed-Dabî de Antere'nin şu beyitini zikrederdi:

"Onu, günün yükseldiği vakit gördüğümde sanki Göğsü ve başı ıdlım (diye bilinen kırmızı bir boya veya yaprağı kına yapmak için kullanılan bir ağaç) ile boyanmıştı."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Gündüzün yükseldiği vakit orada hevdeci içinde bir kadın dolaşır İnce uzun bilekli ve uzun boylu bir kadın."

Sibeveyh, tekilinin; olduğunu söylerdi. el-Cevherî de der ki: Bu, ma­na itibariyle güzel bir açıklamadır. Çünkü, Delikanh gücüne kuvvetine erişti," denilir. Ancak, veznindeki kelimeler; şeklin­de çoğul yapılmaz. (Buna benzer görülen);kelimesi ise'ın ço­ğuludur. Bu da Arapların;  Sıkıntı günü ve rahatlık günü" tabirlerinden alınmıştır. Bunun çoğulunun; olduğunu ve bu bakımdan; Köpek, köpeklere" benzediğini, diğer taraftan; lafzının te­kil ve çoğulunun Kurt, kutlara benzediğini söyleyenlerin görü­şüne gelince, bu sadece bir kıyastır. Nitekim "Ebabil" kelimesinin tekilinin; olduğunu söyleyerek bunu, kıyasen ileri sürmeleri de böy­ledir. Ancak, bu kullanış Araplardan işitilmiş değildir. Hbu Zeyd der ki: Ba­na sıkıntı isabet etti, anlamında,  diye kullanılır. ise, kişi ile birlikte oldukça güçtü, kuvvetli bir binek bulunduğunu anlatan bir ta­birdir. [187]

 

12. Ölçü Ve Tartıyı Tam Yapmak:

 

Yüce Allah'ın: "Ölçüyü ve tartıyı tam ve doğru yapın* buyruğu şu demek­tir: Alış veriş esnasında alırken ve verirken âdil olun. Çünkü, el-Kıst (tam ve doğru), adaletli, âdil demektir.

"Bîz kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz." Ölçü ve tartıyı tam yerine getirmek hususunda fakatından fazlasını yüklemeyiz, de­mektir. Bu buyruk, veriJen emirlere muhalefet etmekten korunup sakınma­nın insanın güç ve kudreti çerçevesinde olan kadarı ile söz konusu olması­nı gerektirmektedir. İki ölçme arasında sakınılması mümkün olmayan fark­lar ile, insan kudretinin dışında kalan şeyler affedilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Keyl (ölçmek), ölçme aleti, ölçek anlamındadır. Me­selâ; bu şu kadar keyldir denilirken, şu ölçektir, denilmek istenmektedir. Bun­dan dolayı (ism-i alet olan) mîzan: Tartı aleti, ona attedilebilmiştir.

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Şam yüce Allah, kullarının arasından pek çok kimsenin vermekle yükümlü olmadığı miktarda bir şeyi başkasına vermekten hoşlanmayacağını, cimrilik göstereceğini bildiği için, veren kim­senin hak sahibine hakkını tam vermesini emretmiş ve fazlasını vermekle mükeiief tutmamıştır. Çünkü, fazlasını vermek halinde, sıkılır ve cimrilik göste­rir. Diğer taraftan hak sahibine de hakkını almasını emretmiş, bununla bir­likte hakkından daha azına razı olma mükellefiyetini getirmemiştir. Çünkü, hakkını az alması da onu rahatsız eder ve sıkar.

Matik'in, Muvatta'ında Yahya b. Said'ten rivayetine göre Abdullah b. Ab-bas'tan şöyle dediği kendisine ulaşmış: "Ganimetten hırsızlık, bir toplumda ortaya çıktı mı, mutlaka Allah kalplerine korku salar. Bir toplumda da zina yayıldı mı, mutlaka onlarda öiüm çoğalır. Bir toplum ölçü ve tartıyı eksik yap­tı rm, mutlaka rızıkları kesilir. Bir toplum haktan başkasıyla hükmetti mi, mut­laka aralarında kan dökmeler yaygınlık kazanır. Bir toplum ahdi bozdu mu, mutlaka Allah üzerlerine düşmanı musallat eder." [188]

Yine İbn Abbas şöyle demiştir: Sizler ey Arap olmayanlar topluluğu, siz­den öncekilerin helakine sebep teşkil eden iki işin başına getirilmiş bulunu­yorsunuz: Ölçü ve tartı. [189]

 

13. Adaletle Söz Söylemek, Allah'ın Ahdine Bağlı Kalmak:

 

Yüce Allah'ın: "Söz söylediğiniz vakit... adaletli olun" buyruğu, hem hü­küm verme halini, hem de şahitlikte bulunma halini kapsamaktadır. "Akra­banız dahi olsa." Hak isterse akrabalarınızın ve benzerlerinin aleyhine da­hi olsa. Daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/135- âyetin tefsirinde) geçtiği gibi.

"Allah'ın ahdini yerine getirin." Bu da Allah'ın kullarına verdiği bütün ahidleri (emirleri) hakkında umumîdir. İki kişi arasında yapılan bütün akid-lerin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bu ahdin Allah'a izafe edilmesi ise, onun gereği gibi korunması ve yerine getirilmesini emretmiş olması açısın­dan sözkonusu olmuştur. "Düşünüp öğüt alasınız." Gerektiği gibi ibret ala­sınız diye... [190]

 

14.  Uymamız Gereken Dosdoğru Yol:

 

Yüce Allah'ın: "Şüphesizki bu, Benim dosdoğru yokundur. O halde ona uyun" âyeti büyük bir âyettir, yüce Allah bunu, önce geçen buyrukla­ra atfetmiştir. Yüce Rabbimiz, bir takım emir ve nehiyler verdikten soma, bu­rada da onun yolundan başkasına uymaktan saktndırmaktadır. Bu âyet-i ke­rimede, ileride sahili hadisler ile selefin sözleriyle açıklayacağımız üzere ken­di yoluna uymayı emretmektedir.

Ayet-i kerimenin başında yer alan; nasb mahallindedir. Yani

" Ve: Şüphesiz ki bu Benim.., yolumdur diye oku!" takdi­rindedir. Bu açıktama, el-Ferrâ ve el-Kisaî'den nakledilmiştir. el-Ferrâ der ki: Cer mahallinde olması da mümkündür. Yani, " Size bunları ve bu benim yolumdur, diye tavsiye etti," takdirindedir. el-Halİl ve Sibeveyh'e göre takdiri ise; "Çünkü bu Benim... yolumdur" şeklindedir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Muhak­kak mescidler de Allah'a mahsustur." (el-Cinn, 72/18) diye buyurmaktadır.

et-A'meş, Hamza ve el-Kisaî de: "şüphesiz ki bu" şeklinde es-reli olarak ve istinaf (yeni bîr cümle başı) olmak üzere okumuşlardır. Yani, bu âyet-i kerimelerde sözü geçen hususlar Benim dosdoğru yolumdur, de­mek olur.

İbn Ebi İshâk ve Yakub ise, "nun" harfini şeddesiz olarak; diye okumuştur ki, burada şeddesiz okuyuş, şeddeli okuyuş gibidir. Şu kadar var ki, bunda zamiri şan diye bilinen bir zamirin hazfı sözkonusudur. Yani Ve işte bu..." takdirindedir. Buna göre ref mahallindedir. Nasb ol­ması da caizdir, te'kid için fazladan gelmiş olması da mümkündür. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Müjdeci gelip de..." (Yûsuf, 12/96)

Sırat ise, İslâm dininin kendisi demek olan yol demektir, "Dos­doğru" kelimesi de hal olarak nasbedilmişiir. Dosdoğru, hiçbir eğriliği büy-rülüğü olmayan anlamındadır.

Bununla yüce Allah, Peygamberi Muhammed (sav) vasıtası ile açıklamış ve açmış oiduğu geniş bir yol olarak teşri buyurduğu, sonu da cennete ula­şan yoluna tabi olmayı emretmektedir. Bu yoldan bir çok yollar ayrılmıştır. Kim o doğru yolu izlerse kurtulur, kim bu ayrılan yollara koyulacak olursa, bu yollar kendisini cehenneme götürür. İşte yüce Allah: "Başka yollara uy­mayın. Sonra sizi O'nun yolundan ayırırlar" uzaklaştırır, kaydırırlar diye buyurmaktadır.

Dârimî Ebu Muhammed Müsned'inde sahih bir îsnadla şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Bize AtVan haber verdi, bize Hammâd b. Zeyd anlattı, bi­ze, Âsim b. Behdele, Ebu Vâil'den anlattı. Ebu Vâil, Abdullah b. Mes'ud'dan dedi ki: Rasulullah (sav) bir gün bize bir çizgi çizdi, sonra şöyle buyurdu: "İş­te bu, Allah'ın yoludur.™ Daha sonra onun sağında bir takım çizgiler, solun­da da bir takım çizgiler çizdi. Sonra da şöyle buyurdu: "Bunlar da her biri­sinin başında ona çağıran bir şeytanın bulunduğu bir takım yollardır." Son­ra da bu âyet-i kerimeyi okudu. [191]

Bu hadisi, İbn Mace de Sünen'inde rivayet etmiştir. Cabir b. Abdullah'tan dedi ki: Peygamber (sav)'ın yanında idik. Bir çizgi çizdi. Sonra da onun sa­ğında iki çizgi çizdi, solunda da iki çizgi çizdi. Daha sonra elini ortadaki çiz­gi üzerine koyup şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur." Sonra da şu: "Şüphesiz ki, bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yol­lara uymayın. Sonra sîzi onun yolundan ayırırlar" âyetini okudu. [192]

Bu ayrı yollar, yalıudilîği, Hıristiyanlığı, mecusiliği, diğer din mensupları­nı fer'i meselelerde hevâlarının arkasından giden istisna olan bid'at ve da­lâlet sahiplerini de; bunların dışında kalan, tartışmalarda işi aşırıya götüren ve kelamı meselelerde olmadık şekilde dalıp gidenleri de kapsamına alır. Çün­kü, bütün bunlar, ayaklannın kaymasına maruzdurlar ve yanlış inanışlara sap­maları zannolunur. Bu açıklamaları ibn Atiyye yapmıştır.

Derim ki: Doğrusu da budur Taberî, "Kitabu Âdâbı'n-Nüfus"da şunu nakletmektedir: Bize Muhammed b. Abdıılâlâ es-San'anî anlattı, dedi ki: Bi­ze Muhammed b. Sevr aniatti: Ma'mer'den, o, Eban'dan naklettiğine göre, ada­mın birisi İbn Mes'ud'a şöyle sormuş: Sırat-ı müstakim (dosdoğru yol) han­gisidir?

İbn Mes'ud şu cevabı verdi: Muhammed (sav) bizi onun başında bıraktı, onun bir ucu da cennetledir. Sağında bir takım yollar, solunda bir takım yol­lar vardır. O yolların başında oralardan geçenleri davet eden bir takım kim­seler vardır Her kim bu yollara koyulacak oiursa, o yollar sonunda onu ce­henneme götürür. Her kim de dosdoğru yola koyuİacak olursa, o da onu so­nunda cennete ulaştırır. Daha sonra İbn Mes'ud: "Şüphesiz ki, bu Benim dos­doğru yolumdur™ âyetini okudu. Abdullah b. Mes'ud ayrıca dedi ki; Kabzo-lunmadan önce ilmi öğreniniz. Kabzedilmcsi ise ilim ehlinin geçip gitmesi­dir. Gereksiz yere ince eleyip sık dokunmaya kalkışmaktan, gereksiz yere işi derinliğine kavramaya kalkışmaktan ve bid'atlerden çokça sakınınız. Size tâ İlkinden gelen kadim şeylere sarılmanızı tavsiye ediyorum. Bunu da Darimi rivayet etmiştir. [193]

Mücahid de yüce Allah'ın: "Başka yollara uymayın" buyruğunu, bid'at-lere uymayın diye açıklamıştır.

İbn Şihab da der ki; Bu da yüce Allah'ın: "Dinlerini parça parça edip fır­ka fırka ayrılanlar varya..." (el-En'âm, 6/159) buyruğuna benzemektedir. Bunlardan kaçmak gerekir, kaçmak. Kurtulmak gerekir, kurtulmak. Selet'-i sa­libin izlediği o sırat-ı müştekime, o dosdoğru yola yapışmak gerekir. İşte kâr­lı ticaret ondadır.

Hadis İmamları Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet ederler: Rasulul-talı (sav) buyurdu ki: "Size neyi emrettiysem onu alınız. Ve size neyi yasak-tadıysam ondan da uzak durunuz." [194]

İbn Mâce ve başkaları da el-trbad b. Sâriye'den şöyle dediğini nakleder­ler: Rasulullah (sav) bize öyle bir vaazda bulundu ki, ondan dolayı gözler ya­şardı, ondan dolayı kalpler korkuyla titredi. Ey Allah'ın Rasulü dedik. Bu, âde­ta bir veda edenin öğüdüne benzemektedir. Bize neyi tavsiye edersin? Şöy­le buyurdu: "Ben, sizi (hiç bir şüphe ve tereddüt gerektirmeyen) apaydınlık yol üzerinde bıraktım. Onun gecesi de gündüzü gibidir. Benden sonra bu yol­dan helak olandan başkası sapmaz. Aranızdan yaşayacak olanlar, pek çok ay­rılıklar göreceklerdir. Size, benim sünnetimden ve benden sonra hidâyet bul­muş raşit halifelerin sünnetinden bildiğinize bağlı kalmanızı tavsiye ediyo­rum. Onlara dişlerinizle kavrarcasına sımsıkı sarılınız. Sonradan uydurma iş­lerden (bid'atlerden) de sakınınız. Çünkü, şüphesiz her bir bid'at bir sapık­lıktır. Size itaat etmenizi tavsiye ediyorum. İsterse başınızdaki Ha beşli bir kö­le olsun. Şüphesiz ki mü'min, burnuna halka takılmış deveye benzer. Nere­ye çekilirse oraya gider." Bu hadisi Tirmizî de bu manada rivayet etmiş ve sahih olduğunu irade etmiştir. [195]

Ebû Dâvûd da şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Bize İbn Kesir anlattı, de­di ki: Bize Sül'yan haber verdi, dedi ki: Adamın birisi, Ömer b. Abdülaziz'e mektup yazarak kader hakkında som sordu. Ona şu cevabı yazdı: İmdi, ben sana Allah'a karşı takvalı olmayı, O'nun emrinde orta yolu izlemeyi, Rasu-luüah (sav)'ın sünnetine tabi olmayt, O'nun sünnetinin uygulanageiişinden sonra bid'atçilerin ortaya çıkardıkları şeyleri -ki, onların bu gibi şeylerle uğ­raşmalarına gerek yoktur. Ümmet buna ihtiyaç bırakmamıştır- terk etmeni tav­siye ediyorum.

Sana cemaate bağlı kalmanı tavsiye ediyorum. Çünkü, cemaat Allah'ın iz­niyle senin İçin bir koruyucudur. Hem şunu bil ki, insanlar ne kadar bid'at ortaya çıkarmışiarsa mutlaka ondan önce, ya onun aleyhine delil olacak bir şey geçmiştir veya o hususta ibret teşkil edecek bir durum. Şunu bil ki sün­neti, ona muhalefet etmekte ne kadar hata, ne kadar yanlışlık, ne kadar ah­maklık, ne kadar gereksiz yere derinlere dalmak istemenin miktarını bilen bir kimse ortaya koymuştur. O bakımdan sen de kendin için, başkalarının ken­dileri için razı oîup beğendiği şeye razı ol. Onlar, bilerek durmuşlardır. İşin özüne nüfuz eden bir basiretle de bu gibi işlere dalmaktan kurtulmuşlardır.

Üstelik onlar işleri açığa çıkarabilmekte daha güçlü idiler. Sahip oldukları lü­tuf ve fazilet dolayısıyla da buna onlar daha layıktılar.

Eğer, hidâyet sizin Ü2ertnde bulunduğunuz yol olsaydı, o takdirde siz bu hususta onları geride bırakmışsınız demektir. Şayet sizler, bu gibi şeyler on­lardan sonra ortaya çıkmıştır diyorsanız, şunu bilin ki, bunları ortaya çıkar­tanlar ancak onların yolundan başkasına tabi olup onlara uymaktan yüz çe­virerek nefsine uyan kimselerdir. Şüphe yok ki onlar önde gidenlerdir. Bu hususta yeteri kadar konuşmuşlardır ve rahatlatacak kadarım anlatmışlardır. Onlar bu hususta, her hangi bir kusur eksik bırakrnadıklan gibi, daha da açık­lanması gereken bir şey de bırakmış değillerdir. Bazıları bu hususta onlar­dan geri kaldılar, o bakımdan hakka uzak düştüler. Bazıları da onlardan ile­ri geçmeye çalsştılar, fakat aşırıya gittiler. Onlar İse, bu ikisinin arasında ve dosdoğru bir yol üzere idiler... diyerek bundan sonra hadisin geri kalan bö-Kimünü nakletti. [196]

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî de der ki: Size, ashabın yoluna ve sünnete uy­manızı tavsiye ediyorum. Çünkü, kısa bir süre sonra Peygamber (sav)'dan ve onun bütün hallerinde ona uymaktan söz edecek bir kişi ortaya çıkarsa, (di­ğerlerinin) onu yereceklerinden, ondan uzaklaşıp gideceklerinden, onunla ilişkilerini keseceklerinden, onu zelil edeceklerinden, küçük düşüreceklerin­den korkuyorum.

Yine Sehl der ki: Şunu bilin ki bid'at, ancak ve ancak ehl-i sünnetin el­leriyle ortaya çıkmış üstünlük kazanmıştır. Çünkü onlar, bid'at ehline karşı çıktılar, onlarla konuşup tartıştılar. Böylelikle bid'atçilerin görüşleri de orta­ya çıktı ve herkes arasında yaygınlık kazandı. Bunun sonucunda onları işit­medik kimseler de işitti. Eğer onları bırakıp onlarla konuşmamış olsalardı, on­ların her birisi kalbinde sahip olduğu inançlarıyla birlikte ölür gider, ondan hiçbir şey onaya çıkmaz ve o bid'atini beraberinde kabrine taşıyıp götürmüş olurdu.

Yine Sehl der ki: Sizden her hangi birinize, İblis, bir ibadet uydurup onun­la kendisine ibadet ettirmedikçe, bir bid'at ortaya koymaz. Ancak ondan son­radır ki, İblis o kimseye bir bid'at çıkartır. Bu kişi de bid'at sözü söyleyip in­sanları ona çağırmaya başladı mı, İblis de o hususta o zilleti ondan çeker.

Yine Sehl der ki: Ben, bid'atçüer hakkında şu hadisten daha ağır bir ha­dis geldiğini bilmiyorum: "Allah, cenneti bid'at sahibine karşı perdelemiştir." Sehl der ki; Buna göre, yahudi de hristiyan da bid'atçilerden daha çok ümitvar olabilirler.

Yine Sehl der ki: Her kim dinîne ikramda bulunmak istiyor ise, sultanın huzuruna girmesin. Kadınlarla başbaşa kalmasın, heva ehli kimselerle de tar­tışmasın. [197]

Yine Sehl şöyle demiştir: Tabi olun, bid'at çıkartmayın. Çünkü ona ihti­yacınız yoktur.

Darİmî'nin Müsned'inde nakledildiğine göre Ebu Musa el-Eş'arî, Abdullah b. Mes'ud'a gelip şöyle demiş: Ey Abdurrahma'nın babası, ben az önce mescidde birşeyier gördüm. Fakat, onu yeni görüyorum. Bununla birlikte Al­lah'a andolsun ki, hayırdan başka bir şey de görmüş değilim. Abdullah, o da neymiş diye sorunca, Ebu Musa, ömrün yeterse göreceksin diyerek şunları anlattı: Ben, mescidde oturarak halka halka olmuş ve namazı bekleyen top­luluklar gördüm. Ellerinde çakıl taşlan olduğu halde, her halkada bir kişi on­lara yüz defa tekbir getirin diyor, onlar da yüz defa tekbir getiriyorlar. Yüz defa tehlil getirin diyor, onlar da tehli] getiriyorlar. Yüz defa teşbih getirin di­yor, onlar da: Yüz defa teşbih ediyorlar.

Abdullah b. Mes'ud: Peki onlara ne dedin diye sorunca, Ebu Musa, onla­ra bir şey demedim, senin görüşünü bekledim, senin vereceğin emri bekle­dim, dedi. Abdullah dedi ki: Sen bunun yerine ne diye günahlarını sayma­larını emretmedin ve hasenatlarının hiçbir şekilde zayi olmayacaklarına da­ir teminat vermedin? Sonra o da kalkıp gitti ve biz de onunla birlikte gittik. Nihayet bu halkalardan birisine vardı, başlarında durdu ve şöyle dedi: Şu yap­tığınızı gördüğüm şey nedir? Onlar: Abdurrahman'ın babası, tekbir, tehlil ve teşbihi kendileriyle saydığımız çakıl taşlandır, dediler. Bunun üzerine Abdul­lah b. Mes'ud şöyle dedi: Siz kötülüklerinizi sayınız. Ben hasenatınızdan hiç­bir şeyin zayi olmayacağına dair size teminat veriyorum. Ey Muhammed üm­meti, ne oldu size, ne kadar da çabuk helâka koştunuz? Yoksa siz, sapıklık kapılarını mı açanlarsınız? Onlar: Allah'a yemin olsun Ey Abdurı-ahman'ın ba­bası, hayırdan başka bir isteğimiz yoktu dediler. Abdullah şöyle dedi: Nice hayır isteyen vardır ki, onu bir türlü isabel ettiremez. [198]

Ömer b. Abdülaziz'den rivayete göre, adamın birisi kendisine hevâ ve bid'at ehli hakkında bir husus sormuş, o da şu cevabı vermiş: Sen, bedevî Araplar gibi küttaba giden (ilk okuma yazma öğrenmeye çalışan) küçük ço­cuk gibi dinine bağlan ve bunun dışında kalan şeylerle oyalanma.

el-Evzaî de der ki: İblis, dostlarına sordu: Siz, Ademoğullarını hangi yol­larla yaklaşıp kandırıyorsunuz? Onlar: Her yoldan, dediler. Peki, istiğfar yö­nünden onlara yaklaşabiliyor musunuz? Onlar, heyhat! Bu tevhid İle birlikte olan bir şeydir, dediler, iblis şöyle dedi: Aralarında Öyle bir şey yaygınlaş­tıracağım ki, ondan dolayı Allah'tan mağfiret dilemeyecekler. Evzaî dedi ki: O da aralarına bevaların arkasından gitmeyi yaygınlaştırdı. [199]

Mücahid de der ki: Bilemiyorum, mazhar olduğum şu iki nimetin hangi­si daha büyüktür: Allah'ın beni İslâm'a hidâyet etmesi mi, yoksa bu iıeva ve bid'atleıden beni esenliğe kavuşturmuş olması mı? [200]

Şa'bî de der ki: Bu kimselere "hevfı sahipleri" deniliş sebebi, onlann ce­hennemde uzun süre yuvarlanacak olmalarından Ötürüdür. (Hevâ ile yuvar­lanma kelimelerinin aynı kökten geldiklerine işaret ediyor). Bu rivayetlerin hepsi Darimî'den nakledilmiştir.

Sehl b. Abdullah'a, Mu'tezile'ye mensup kimseler arkasında namaz kılma­ya, onlardan kız almaya, onlara kız vermeye dair soru soruldu, şu cevabı ver­di: Hayır, bunun iyi bir taralı olamaz. Onlar kâfirdir. [201] Kur'an mahluktur, el'an yaratılmış bir cennet yoktur, yaratılmış bir ateş yoktur, Allah'ın sıratı yoktur, şefaat yoktur, mü'minîerden hiçbir kimse cehenneme girmeyecektir ve Mu-İıammed (sav)'m günahkârlarından hiç kimse cehennemden çıkmayacaktır, kabir azabı yoktur, münker yoktur, nekir yoktur, âhirette Rabbİmizin görün­mesi de, fazladan ikramda bulunması da yoktur, Allah'ın ilmi mahluktur, imam tayin etmeye gerek yoktur, cum'a yoktur diyen, buna karşılık bütün bunla­ra iman edenleri tekfir edenler nassl mü'min olabilir?

Fudayl b. İyad dedi ki: Bid'at sahibi birisini sevenin Allah, amelini boşa çıkartır, İslâm'ın nurunu da kalbinden alır.

Onun bu kabilden sözleri ve fazlası da geçmiş bulunmaktadır.

Süfyan es-Sevrî der ki; Bid'atı İblis masiyetten daha çok sever. Çünkü, ma-siyetten tevbe sözkonusu olur. Fakat bid'atten levbe sözkonusu olmaz.

îbn Abbas da der ki: Sünnet ehlinden olup sünnete çağıran, bid'atten de uzaklaştırmaya gayret eden bir kimseye bakmak dahi ibadetıir.

Ebu'l-Âliye der ki: Siz, ayrılığa düşmeden önce izlemekte oldukları o ilk işe yapığınız.

Âsim el-Ahvel der ki: Ben bunu el-Hasen'e naklettim, o da, o gerçekten sana güzel bir öğüt vermiştir. Allah'a yemin olsun ki, sana doğruyu söylemiş­tir, dedi.

Âl-i İmran Sûresi'nde Hz. Peygamberin: "İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır" şeklindeki hadis ve bu­nun anlam* geçmiş bulunmaktadır. (Âl-i İmran, 3/102. âyet, 2. başlıkta)

Aril ilim adamlarından kimisi şöyle demiştir: Muhammed ümmetine faz­ladan ilave edilen bu fırka, ulemaya düşmanlık eden, fukalıaya buğzeden bir fırkadır. Böylesi bir fırka geçmiş ümmetlerde hiçbir şekilde görülmüş değil­dir.

Rafi b. Hadic'in rivayetine göre o, Rasulullah (s;ıv)'ı şöyle buyururken din­lemiş: "Ümmetim arasında farkında olmadıkları halde, yahudi ve hıristiyan-i arın kâfir oldukları gibi, Allah'a ve Kur'an'a kâfir olacak bir topluluk olacak­tır." Ben, Ey Allah'ın Rasulü, canım sana feda, bu nasıl olacak, diye sordum. Şöyle buyurdu: "Bir bölümünü kabul edecekler, bir bölümünü inkâr edecek­lerdir." Canım sana feda Ey Allah'ın Rasulü dedim. Nasd bunu söyleyecek­ler? Şöyle buyurdu: "Yaratmasında, kuvvetinde, rızkında, İblis'i Allah'a denk koşacaklar ve diyecekler ki: Hayır Allah'tan, şer İblistendir." Ebu RafV dedi ki: Peki, hem Allah'ı inkâr edecekler, hem de bunun üzerine kalkıp Allah'ın Kitabını okuyacaklar, imandan ve marifetten sonra da Kur'anı inkâr mı ede­cekler? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ümmetimin böylelerinden görece­ği düşmanlık, kin ve tartışma (çok büyük olacaktır), tşte bunlar, bu ümme­tin zındıklarıdır" deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretti.

en-Nisa Sûresi'nde bid'at ehli ve nevalarının arkasından giden kimseler­le oturup kalkma yasağı, onlarla oturup kalkanların hükmünün de onlarla aynı olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Çünkü yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman... kendilerin­den yüz çevir" (el-En'âm, 6/68, âyet).

Daha sonra yüce Allah, Medine'de inmiş bulunan en-Nisa Sûresi'nde bu şekilde davranıp Allah'ın verdiği emre muhalefet edenlerin cezasını açıkla­yıp şöyle buyurmaktadır: "O, size Kur'an'da şunu indirdi...O zaman siz de onlar gibi olursunuz." (en-Nisa, 4/140) Böylelikle onlarla beraber oturup kal­kanları da onlara katmış olmaktadır.

Bu ümmetin önder imamlarından bir grup da bu görüşte olup onlarla iş­ret etmek ve onlarla içli dışlı olmak maksadıyla bid'at ehliyle beraber otu­rup kalkan kimse hakkında bu âyetler gereğince hüküm vermişlerdir ki, bun­lar arasında Ahmed b, Hanbel, el-Evzaî ve İbn Mübarek gibileri vardır. On­lar, işi bid'at ehliyle oturup kalkmak olan bir kimse hakkında şöyle demiş­lerdir: Böyle birisine onlarla beraber oturup kalkmaktan vazgeçmesi söyle­nir. Vazgeçerse mesele yok. Aksi takdirde onlar gibi değerlendirilir. Bunun­la hüküm bakımından onlar gibi değerlendirilir, demek istemektedirler.

Ömer b. Abdulaziz, içki içenlerle oturan kimselere de haddi uygulamış ve görüşüne de: "Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz" (en-Nisa, 4/HO) âyetini okumuştur. Kendisine: ŞöyJe denildi: Bu adam, ben onlarla birlikte meseleyi onlara açıklamak ve onların yaptıklarını reddetmek için oturuyo­rum, diyor denilince, o da şu cevabı vermiş: Onlarla oturup kalkması yasak­lanır. Eğer vazgeçmeyecek olursa, o da onlara katılır. [202]    

 

154. Sonra Biz, -güzelce uygulayanlara tamamlamak, her şeyi ayrı ayrı açıklamak, bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere- Musa'ya kitabı verdik. Onlar, Rabblerine kavuşmaya iman ederler diye.

155. İşte bu, indirdiğimiz mübarek bir Kitaptır. Öyleyse ona uyun ve sakının ki, merhamet olunasmız.

Yüce Allah'ın: Sonra Biz... Musa'ya kitabı verdik.

buyruğunda (Musa ve kitap kelimeleri) iki mef'ukiür. "Tamamlamak üzere" ya mef'uLün lehtir, yahut mastardır. "Güzelce uygu­layanlara" buyruğu, hem nasb üe, hem reP ile okunmuştur. Merfu olarak oku­yanların kıraati, -ki Yahya b. Ya'mer ve İbn İshâk'ın kıraatidir-En güzel (ameli) olan o kimseye... tamamlamak üze­re" takdirindedir.

el-Mehdevî der ki: Burada; O kimseye" ait olan mübtedâ hazfedil-diğinden ötürü uzak bir ihtimaldir. Sibeveylı ise el-Halil'den "(Ben sana her hangi bir şey söyleyen bir kimse deği Hm," şeklinde bir kullanım işittiğini de nakletmektedir.

Buna göre nasbecien kimse, sılaya dahi! mazi bir fiil olarak nasb ile oku muştur. Bu, Basralıların görüşüdür. el-Kisaî ve el-Perrâ ise, bunun ism-i mev sülünün sıfat ismi olmasını da uygun görmüşler ve bunlar; Kardeşin olan o kimseye yolum uğradı" diyerek, maille ve buna yakın lafız lada bu ism-i mevsula sıtat yapmayı caiz kabul etmişlerdir.

en-Nehhâs ise bu, Basralılara göre imkânsız bir şeydir. Zira, burada tamamlanmadan önce ismin sıfatı olarak gelmektedir, demiştir. Basralılara göre ma­na şöyledir: Güzelce uygulayan kimseye (mealde olduğu gibi)...

Mücahid der ki: "Güzelce uygulayan mü'min kimseye tamamlamak ... üze­re" anlamındadır.

el-Hasen ise, Güzelce uygulayana tamamlamak üze­re" buyruğunun anlamı hakkında şunları söylemektedir: Onların (İsrailoğul-lannın) arasında ihsan eden (güzel hareket eden) de vardı, ihsan etmeyen de vardı. Yüce Allah, Kitabı ihsan edicilere nimetini tamamlamak üzere indirmiş­tir. Bu görüşün sıhhatine delil ise, İbn Mes'ud'un; " Gü­zelce uygulayanlara tamamlamak üzere" şeklindeki kıraatidir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani Biz, Musa'ya Tevrat'ı indirmeden önce, Allah'ın kendisine öğretmiş olduğu şeyleri güzelce uyguladığı için fazladan verdik.

Muhammed b. Zeyd İse der ki: "Güzelce uygulayanlara tamamlamak üze­re" buyruğunun anlamı şudur: Yani, yüce Allah'ın Musa'ya ihsan etmiş olduğu risalet ve benzeri diğer lıususlan tamamlamak üzere (Kitabı verdi) de­mektir.

er-Rabi' b. Enes de der ki: Musa'nın yüce Allah'a güzelce itaat etmesine karşılık tamam olmak üzere demektir. el-Ferrâ da böyle açıklamıştır.

Şu açıklamalar da yapılmıştır: "Sonra" buyruğu, ikincisinin birinci­sinden önce olduğuna ve Hz. Musa'nın kıssası ile ona kitabın verilişinin bun­dan önce cereyan ettiğine delalet etmektedir. O bakımdan "sonra"mn bu­rada "vav" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, ve Biz Musa'ya da kitabı verdik. Çünkü, her ikisi de atıf harfidir.

Şöyle de açıklanmıştır: ifadenin takdiri şöyledir: Biz, Kur'anı Muhammed (sav)'e indirişimizden önce Musa'ya kitabı vermiştik.

Şöyle de açıklanmıştır: Buyruğun anlamı şudur; Gelin size önce Rabbini-zin neyi haram kıldığını okuyayım. Sonra da Musa'ya tamamlamak üzere ne­leri verdiğimizi de okuyayım.

"Her şeyi ayrı ayrı açıklamak" buyruğu, ona atfedilmiştir. "Bir hidâyet ve bir rahmet olmak ü^ere" buyruğu da ona atfedilmiştir.

"İşte bu... bir kitaptır" buyruğu mübteda ve haberdir. "İndir­diğimiz mübarek" onun sıfatıdır. Yani, hayır ve bereketlen pek çok demek­tir. Kur'an-ı Kerim'den başka yerlerde; Mübarek kelimesinin hal olarak; şeklinde okunması da mümkündür.

"Öyleyse ona uyun" yani, içindeki hükümler gereğince amel edin. "Ve sa­kının" yani, onu tahrif etmekten sakının "ki, merhamet onmasınız." İlahi rahmeti olan kimselerden olabileşiniz ve azaba uğramayasmız. [203]

 

156. "Bizden önce kitap yalnız İki topluluğa İndirildi. Ve biz, onla­rın okuduklarından habersiz kimseler İdik" demeyesiniz dîye.

157. Yahut: "Bize bir kitap indirilseydi elbette onlardan daha çok hidâyet üzere olurduk" demeyesiniz diye. İşte size Rabbinizden apaçık bir belge, bir hidâyet ve bir rahmet gelmiştir. Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan, onlardan yüz çevirenden daha za­lim kim olabilir? Biz, âyetlerimizden yüz çevirenleri bu yan çiz­meleri sebebiyle yakında pek kötü bir azapla azaplandıracağız.

Yüce Allah'ın: " Demeyesiniz diye" buyruğu nasb mahallinde-dir. Kuleliler; demeyesiniz diye" takdirindedir, derler. Basrahlar da şöyle demektedirler: "Demenizi istemediğimizden ötürü... onu indirdik" takdirindedir, derler.

el-Ferrâ ve el-Kisaî de derler ki: Buyruğun anlamı: "Ey Mekkeliler... demekten sakınınız," şeklindedir.

"Bizden önce kitap" yani, Tevrat ve İncil "Yalnız iki topluluğa" yani, ya-hudilerle hıristiyanlaıa "indirildi..." Fakat bize kitap indirilmedi. "Ve biz on­ların okuduklarından habersiz kimseler idik." Onların kitaplarının okunu­şundan ve dillerinden habersiz idik "demeyesiniz diye."

Burada yahudi ve hıristiyanlara giden zamiri; "okuduklarından" diye iki! gelmesi gerektiği halde çoğul gelmesi, her bir taifenin başlı başına çoğul olmalarından dolayıdır.

"Yahut... demeyesiniz diye" buyruğu, bir önceki âyet-İ kerimede geçen; "Demeyesiniz diye" buyruğuna atfedilmiştir.

"İşte size, Rabbinizden apaçık bir belge... gelmiştir." Yani, Muham-med (sav)'ın gelişinden sonra artık ileri sürebileceğiniz bir mazeret kalma­mıştır. Beyyine (apaçık belge) ile beyan (açıkça anlatmak) aynı şeylerdir. Mak­sat, Mulıammed (sav)'tır yüce Allah Ona "beyyine" adını vermektedir.

"Bîr hidâyet ve bir rahmet" yani, ona tabi olan kimseler için o bir hidâ­yet ve bir rahmettir.

Daha sonra gefen: "... daha zalim kim olabilir" buyruğu, siz yalanlaya­cak olursanız sizden daha zalim hiçbir kimse olamaz, demektir.

"Yüz çevirenleri bu yan çizmeleri sebebiyle" buyruğuna dair açıklama­lar daha Önceden (el-En'âm, 6/46. âyet) geçmiş bulunmaktadır. [204]

 

158. Onlar, kendilerine meleklerin gelmesinden, yahut Rabbinin gelmesinden, yahut Rabbinin âyetlerinden birisinin gelmesin­den başkasını mı bekliyorlar? Rabbinin âyetlerinden biri gel­diği gün, daha önce iman etmemiş, yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye imanı fayda vermez. De ki: "Bekle­yin, biz de beklemekteyiz."

Yüce Allah'ın: "Onlar... mı bekliyorlar?" buyruğunun anlamı şudur: Ben, onlara karşı kesin delili ortaya koyduğum ve üzerlerine Kitabı indirdi­ğim halde yine iman etmediler. Peki bekledikleri nedir? "Kendilerine melek­lerin gelmesinden... başkasını mı bekliyorlar?" Yani, ölüm sırasında can­larını almak için meleklerin gelmesinden başkasını mı bekliyorlar? "Yahut, Rabbinin âyetlerinden bir tanesinin gelmesinden başkasını mı bekli­yorlar?.." tbn Abbas ile ed-Dahlıâk derler ki: Rabbinin onlar hakkındaki öl­dürülme ve onun dışındaki emirleri demektir. Muzafun ileyh zikredilmekle birlikte muzaf kastedilebilir, yüce Allah'ın: "O kasabaya sor" (Yûsuf, 12/82) yani o kasaba halkına sor anlamında olması gibi. Yine yüce Allah'ın: "Ve kalp­lerinde buzağı içirildi onlara." (el-Bakara, 2/92) Buzağının sevgisi içirildi an­lamındadır. İşte burada da buyruk böyledir. Yani onlar, Rabbinin emrinin gelmesinden başkasını mı bekliyorlar?

Emirden kasıt ise, Rabbinin cezası ve azabıdır.

Şöyle de denilmektedir: Bu buyruk, yüce Allah'tan başkasının te'vilini bil­mediği müteşabih buyruklardandır. Buna dair açıklamalar, daha önce ei-Ba-kara Sûresi'nde ve diğer,buyruklarda başka yerlerde geçen benzeri buyruk­lar açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

"Yahut Rabbinin âyetlerinden birisinin gelmesinden" buyruğundan denildiğine göre kasıt, güneşin bandan doğmasıdır. Bununla yüce Allah, dün­yada kendilerine mühlet verileceğini beyan etmektedir. Artık kıyamet baş-gösterdi mi, mühlet vermek sözkonusu olmayacaktır.

Şöyle de açıklanmıştır: Şanı yüce Allah'ın gelmesi, kıyamet günü hesap için durulacak yerde mahlukatı arasında hüküm verip haklı ile haksızı ayırd et­mek için gelişi demektir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyur­maktadır: "Rabbin geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman." (el-Hicr, 89/22)

Yüce Allah'ın gelişi ise, bir hareket, bir yerden bir yere intikâl yahut ay­rılıp gitmek şeklinde olmaz. Çünkü, böyle bir şey ancak gelenin bir cisim ya­hut bir cevher olması halinde sözkonusu olur. Ehl-i sünnet imamlarının cumhurunun kabul ettiğine göre; onlar şöyle derler: yüce Allah gelir ve İner. Ancak O'na hiç bir şekilde keyfiyet nisbet etmezler. Çünkü, "O'nun ben­zeri hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitendir, her şeyi görendir." (eş-Şûrâ, 42/11)

Müslim'in Salüh'inde Ebu Hureyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Ra-sulullah (sav) buyurdu ki: "Üç şey ortaya çıktı mı, önceden iman etmemiş ya­hut imanında bir hayır kazanmamış olan lıiç bir kimseye (sonradan) imanının faydası olmayacaktır: Güneşin batıdan doğması, Deccâl ve Dâbbetü'1-Arz."[205]

Safran b. Assâl, el-Muradî'den dedi ki: Rasulullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "BaUda yetmiş yıllık mesafede tevbe için açık bir kapı vardır. Gü­neş o taraftan doğuncaya kadar asla kapanmaz." Hadisi, Dârakutnî, Darimî ve Tirmizî rivayet etmiş olup, Tirmizî, basen, sahih bir hadistir, demiştir. [206]

S.üfyan (hadisinde senedinde yer alan ravilerden birisi) dedi ki: Şam ta­rafında, Allah'ın gökleri ve yarattığı gün yaratmış olduğu, açık -yani tevbe için açık- bir kapı vardır. Güneş oradan doğuncaya kadar kapanmaz" (Tirmizî) der ki: Bu, hasen, sahili bir hadistir. [207]

Derim ki: Önceden de geçtiği gibi, Hariciler İle Mu'tezile, bütün bunları yalanlamışlardır.

İbn Abbas'ın da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben, Ömer b. el-Hat-tab'ı şöyle derken dinledim: Ey insanlar, şüphesiz recm haktır. Sakın ondan yana aldanışa düşürülmeyesiniz. Bunun âyeti (alameti) de şudur: Rasulullalı (sav) recm etti, Ebu Bekr recm etti. Biz de ikisinden sonra recm ettik. Bu üm­metten recini yalanlayacak, Deccali yalanlayacak, güneşin batıdan doğuşu­nu yalanlayacak, kabir azabını yalanlayacak, şefaati yalanlayacak ve kemik­leri görününceye kadar derileri yandıktan sonra bir topluluğun cehennem­den çıkartılmasını yalanlayacak kimseler gelecektir. Bunu, Ebû Ömer (b. Ab-di'1-Berr) zikretmiştir. [208]

es-Sa'lebî de uzunca bir hadiste Ebu Hureyre'den Peygamber (sav)'tn şu manada bir hadisini kaydetmektedir: Yer yüzünde masiyetleıin çoğalacağı, iyiliğin (marufun) görülmeyeceği ve hiç bir kimseftin marufu emretmeyece­ği, buna karşılık münkerin (kötülüğün) yaygınlaşıp kimsenin ondan alıkoy­mayacağı bir zamanda güneş gece bir süre Arş'ın altında alıkonulacaktır. Sec­de edip Yüce Rabbinden doğacağı yer İle ilgili olarak izin istediği her sefe­rinde ona cevap verilmeyecektir. Nihayet ay da onun yanına gelecek, onun-İa birlikte secde edecektir. Nereden çıkacağı hususunda o da izin isteyecek­tir. Ancak, her ikisine de cevap verilmeyecektir, Nihayet güneş üç gece ka­dar, ay da üç gece kadar bir süre alıkonulacaktır. Bu gecenin uzunluğunu ise, yer yüzünde ancak teheccüd kılanlar anlayabilecektir. O günde ise onlar, müs-lüman beldelerin her birisinde oldukça az bir toplulukturlar. Nihayet güne­şin de, ayın da üçer gecelik miktarı tamam olunca, yüce Allah onlara, Ceb­rail (a.s)'ı gönderir ve şöyle der: "Şanı yüce ve münezzeh olan Rabb sizle­re, battığınız yerlere dönüp oradan doğmanızı emretmekledir. Artık bizim nez-dinizde sizin ışığınız da, nurunuz da olmayacaktır."

Her ikisi de battıkları yerlerden simsiyah olarak çıkacaktır. Ne güneşin ışı­ğı olacak, ne de ayın nuru olacak. Her ikisinin de misali, bundan önce tu­tuldukları vakti andıracaktır. İşte şanı yüce Allah'ın: "Güneş ve ay bir araya getirildiği zaman" (el-Kıyame, 75/9) buyruğu İle: "Güneş, tortop edilip dii-rüldüğ[ü zaman" (et-Tekvir, 81/1) buyruğunda anlatılan budur. Bu şekilde boynuzlu iki deve gibi yukarı kaldırılırlar. Güneş ve ay, göğün göbeğine -ki, orası yansıdır- ulaştıklarında Cebrail onlara gelir, boynuzlarını yakalayıp onları tekrar batıya geri döndürür. Onları batı taraflarından batırmaz. Fakat, tevbe kapısından batırır, sonra tevbe kapısının iki kanadı da kapatılır. Daha sonra aralarındaki boşluk da kapatılır, adeta ikisi arasında bir yarık yokmuş gibi olurlar. Tevbe kapısı da kapatıldı mı, artık bundan sonra hiç bir kulun bir tevbesi kabul olunmaz, bundan sonra işleyeceği bir iyiliğin de kendisi­ne faydası olmaz. Bundan önce iyilik yapan bir kimse olması hali müstesna. Ona da bugünden önce yazılanların aynısı yazılmaya devam edilir. İşte yü­ce Allah'ın: "Rabbinin âyetlerinden biri geldiği gün daha önce iman etme­miş, yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye imanı Çayda ver­mez" buyruğunda anlatılan budur. Bundan sonra güneşe ışığı, aya da nuru veriiir, arkasından dalıa önce doğup battıkları gibi yine insanlar üzerine do­ğup batmaya devam ederler.

İlim adamları derler ki: Güneşin batıdan doğuşu esnasında iman edecek kimseye imanın fayda vermeyiş sebebi, nefsin bütün arzularının hareketsiz kalacağı, beden güçlerinin tamamının dineceği şekilde bir korkunun kalp­lere dolacağı, bunun sonucunda da bütün insanların, kıyametin yaklaşaca­ğına olan kesin inançlarının, tıpkı her Lürlü masiyeti işlemeye çağıran gerek­çelerin ölümün yaklaştığı esnada kesilmesi ve bedenlerinden bu isteklerin ta­mamıyla çekilmesi haline benzemesinden ötürüdür. İşte, böyle bir durum­da bulunan kimsenin tevbesinin kabul edilmeyişi, tıpkı ölüm döşeğinde olan bir kimsenin tevbesinin kabul edilmeyişine benzer. I iz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah, can boğaza gelmediği sürece kulunun tevbesini kabul eder." [209] Can, boğazın başına gelmediği sürece tevbe kabul olunur. Tevbenin kabu! olunmayacağı bu vakit ise, kişinin cennet yahut ce­hennemdeki yerini göreceği sıradadır. Güneşin batıdan doğuşuna tanık olan kimse de onun gibidir. Buna göre bu olayı gören, yahut görmüş gibi olan her bir kimsenin iıayatta kaldığı sürece yapacağı tevbenin reddolunması gerekir. Artık, böyle bir kimsenin yüce Allah'a ve onun Peygamberine, vaadine da­ir bilgisi artık kesinlik kazanmış olur.

Eğer dünyanın ömrü insanların bu büyük olayın meydana gelişini unuta­cakları vakte kadar uzayıp gidecek ve yalnızca az bir istisna ile ondan söz edecek olurlarsa, o takdirde bu olaya dair haber has bir haber olur ve bu ha­berin mütevatirliği kesilmiş olur. İşte böyle bir dönemde İslâm'a giren, ya-huv tevbe edenin tevbesi makbul olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Müslim'in Salıih'inde Abdullah (b. AmrVdan şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: Ben, Rasulullah <sav)'dan şu ana kadar unutmadığım bir hadis bellemiş­tim. Rasulullah (sav)'ı şöyle buyuaırken dinledim: "Kıyamet alametleri arasın­da ilk meydana gelecek olan güneşin batıdan doğması ile kuşluk vakti dâbb-be {tü'1-arzVın insanlara karşı çıkmasıdır. Bunların hangisi ötekinden daha ön­ce olursa, öbürü de kısa bir süre sonra onun akabinde ortaya çıkacaktır." [210]

Yine Müslim'de Huzeyfe'den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasulullalı (sav) bir odada bulunuyordu, biz de ondan daha aşağıda bulunuyorduk. Bi­ze dönüp bakü ve şöyle dedi: "Neden söz ediyorsunuz?" Biz, kıyametten de­dik. Şöyle buyurdu: "Şüphesi2 on tane alamet ortaya çıkmadıkça kıyamet de vuku bulmayacaktır: Doğu tarafında bir arz parçasının yerin dibine geçme­si, batı tarafında bir arz parçasının yerin dibine geçmesi, Arap yarımadasın­da bir arz parçasının yerin dibine geçmesi, duman, Deccâ), dabbetü'l-arz, Ye'cuc ile Me'cuc, güneşin batıdan doğuşu ve Aden'in iç taraflarından insan­ları önüne kalıp sürükleyen bir ateşin çıkması." Şu'be dedi ki: Ve bana Ab-dulaziz b. Rufeyf anlattı, o, Ebu Tufeyliden, o, Ebu Seriha'dan bunun gibi bir hadis nakletti. Ancak, Peygamber (sav) (buyurdu) diye söz etmedi. Onuncu alamet olarak da bir seferinde: İsa b, Meryem'in nüzulü, (inmesi), diğerin­de ise: İnsanları yakalayıp denize atacak bir rüzgâr diye ifade etti.[211]

Derim ki: Bu hadis, alametlerin sıralanışında oklukça sağlam olarak riva­yet edilmiş bir hadistir. Bu alametlerin bir kısmı da vukua gelmiş bulunmak­tadır ki, bunlar da bazı kara parçalarının yerin dibine geçmesidir. Ebu'l-Fe-rec el-Cevzî'nin naklettiğine göre Irak-ı Acemde ve Mağnb'de bu şekilde ka­ra parçaları yerin dibine geçmiş ve bu sebepten ötürü de pek çok kimse he­lak olmuştu. İbnu'l-Cevzî bunu, "Fukumu'l-Âsâr" adlı kitabında ve başkala­rı da zikretmiştir. İleride Dabbetül arz'dan en-Neml Sûresi'nde (28/82. âye­tin tefsirinde), Ye'cüc ile Me'cüc'den de Kehf Sûresi'nde (.18/94. âyetin tef­sirinde) söz edilecektir.

Denildiğine göre kıyametin bu alametleri, tıpkı ipe dizilmiş boncuk gibi yıl be yıl arka arkaya gelecektir.

Denildiğine göre güneşin batı tarafından çıkışındaki hikmet şudur: İbra­him (a.s) Nemrud'a: "Muhakkak Allah güneşi doğudan doğduruyor, haydi sen onu batıdan getir (dedi). Bunun üzerine o kâfir olan şaşırıp kaldı" <el-Bakara, 2/258) demesi ile inkarcı ve yıldızlardan hüküm çıkaran müneccim­lerin hepsinin, bunları inkâr etmeleri ve böyle bir şeyin olamayacağını söy­lemeleridir. Şanı yüce Allah da inkarcılara kudretini ve güneşin, O'nun mül­künde olduğunu, dilediği takdirde onu doğudan, dilediği takdirde de batı­dan çıkartacağını göstermek için bir gün batıdan doğuracaktır.

Buna göre, iman ve tevbeleri reddolunacak olan kimselerin, bu hususu inkâr eden ve Peygamber (sav)'ın, güneşin bu şekilde doğacağına dair ha­berini yalanlayan kimseler olması muhtemeldir. Bunu tasdik edip doğrula­yanların ise tevbeleri kabul olunur ve bundan önceki imanlarının da kendi­lerine faydası olur.

Abdullah b. Abbas'tan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu alametin ge­leceği vakit, hiçbir kâfirin ameli de tevbesi de kabul olunmaz. O gün yaşı kü­çük olan müstesna. Eğer, o kimse bundan sonra İslâm'a girecek olursa onun bu İslâm'a girişi kabul olunur. Günahkâr mü'rnin olup da günahından tevbe edenin de tevbesi kabul olunur.

İmran b. Husayn'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Güneşin (batıdan) doğacağı vakitte insanların bir çoğunun helak edileceği bir çığlığın kopaca­ğı sırada, tevbe edenin tevbesi kabul olunma2. İşte böyle bir zamanda müs-lüman olan, yahut tevbe eden ve helak olan kimsenin tevbesi kabul olunmaz. Ancak, bundan sonra tevbe edenin tevbesi kabul edilir. Bunu da Ebul-Leys es-Semerkandî Tefsir'inde zikretmektedir. Abdullah b. Ömer de der ki: Gü­neşin batıdan doğduktan sonra insanlar, yüzyirmi yıl daha kalacak, öyle ki hurma fidanlarını dahi dikeceklerdir, Allah gaybını en iyi bilendir.

İbn Ömer ve İbn ez-Zübeyr " Geldiğfgün" ibares(indek)i ("ye" harfini) "te" ile okumuştur. Nitekim: Yolcu kafilesinden biri onu alır" (Yusuf, 12/10) buyruğundaki "ye" harfi de "te" ile okunmuş­tur,  Parmaklarından birisi gitti (sözünde) "te" harfinin ila­ve edilmesi bu kabildendir. Şair Cerir de der ki:

"ez-Zübeyr (b. el-Avvam'ın öldürülme) haberi gelince, Medine'nin surları alçaldı ve huşu ile eğilen dağlar (boyun eğdi)."

el-Müberred der ki: Buradaki müenneslik, müennes olan bir kelimeye ya­kınlığı dolayısıyladır. Aslının öyle gelmesi gerektiğinden dolayı değildir. İbn Sîrin de; "Fayda vermez" kelimesini ("ye" ile okuması gerekir­ken) "te" ile okumuştur. Ebu Hatim der ki: Bunun, İbn Sîrin'in bir hatası ol­duğu zikredilmektedir. en-Nelıhâs der ki: Bu hususta Sibeveyh'in sözünü et­tiği nahiv ile ilgili bir İncelik vardır. O da şudur: İman ve nefis, her birisi di­ğerini kapsamına alır. iman, nefisten ve nefisle birlikte sözkonusu olduğun­dan dolayı, iman kelimesini müennes okumuştur. Ayrıca Sibeveyh şu beyi-ti de nakleder:

*Eaen rüzgârların yere saplanmış mızrakların üst taraflarını salladığı Mızraklar gibi; onlar da öylece (salına salına) yürüdüler."

el-Mehdevî der ki: Eğer fiil müennese izafe edilmiş olup izafe olunan ken­disine izafe edilenin bir bölümü, bir parçası, yahut onunia birlikte bulunu­yor ise, müzekkere ait fiili, Arapların müennes olarak kullandıkları çokça gö­rülür.

İşte, Zu'r-Rimme'nin söylediği (az önce nakledilen) beyiti bu şekildedir. O da burada müennes olan "rüzgârlar" anlamındaki kelimeye izafe edilme­si dolayısıyla "rüzgârların esişi" anlamındaki kelimeyi müennes olarak kul­lanmıştır. Çünkü, esme işini yapan rüzgârlardır.

en-Nehhâs der ki: Bu konuda bir başka görüş daha vardır. İman, mastar olduğu için müennes kabul edilmiştir. Nitekim müennes mastarın da müzek-ker olarak kabul edildiği olur yüce, Allah'ın şu buyruğu da bu kabildendir: Artık her kime Rabbinden bir öğüt gelir de..." (el-Bakara, 2/275.) Nitekim şair de şöyle demektedir:

"Onunla birlikte oluşumuz hususundaki mazeret, bizi mazur göstermiştir."

(Burada da müzekker olan mastara ait olan fiilin müzekker gelmesi ge­rekirken, müennes geldiği görülmektedir). Ancak görüşlerden birisine göre, buradaki "özür" kelimesi de müennes olan; "Mazeret" anlamında kullanıldığından dolayı müennes zikredilmiştir.

"De ki; Bekleyin, bizde" başınıza gelecek olan azabı "beklemekteyiz." [212]

 

159- Dinlerini parça parça edip fırka fırka ayrılanlar var ya, senin - onlarla hiç bir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a aittir. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.

Yüce Allah'ın: Dinlerini parça parça edip..." buyru­ğunda, Haınza ve el-Kisaî, "fe" harfinden sonra bir "elif" İlave ederek; Ayrılıp" diye okumuşlardır. Bu, aynı zamanda Ali b. Ebi Talib (k.v)'ın da kıraati olup  Aynlmak'tan gelmektedir. Dinlerini terkedip çıkıp gidenler demek olur.

Hz. Ali, şöyle derdi: Allah'a yemin ederim, onlar dinlerini parça parça et­mediler. Kendileri dinlerinden ayrıldılar.

Diğerleri ise, "re" harfini şeddeli olarak ("fe"den sonra "elif koymaksızın) okumuşlardır. Şu kadar var ki en-Nehaî bu kelimeyi; Ayırdılar," di­ye şeddesiz (ve elifsiz) oiarak okumuştur. Yani, bir bölümüne iman ettiler, bir bölümünü de inkâr ettiler demek olur.

Bu buyrukla kastedilenler, Mücahid, Katade, es-Süddî ve ed-Dalıhâk'a gö­re, yahudi ve hristiyankirdır. (Kur'ân-ı Kerim'de) ayrılık içerisinde olmakla vasfed il mislerdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine kitap veri­lenler, ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler" (el-Beyyine, 98Aİ); "Allah ve peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler..." (en-Nisa, 4/150)

Bu buyrukların müşrikleri kastettiği de söylenmiştir. Çünkü onların kimi­si putlara, kimisi de meleklere tapınıyorlardı.

Âyetin, bütün kâfirler hakkında umumi olduğu da söylenmiştir. Yüce Al­lah'ın emretmemiş olduğu her bir şeyi uydurup bid'at utarak ortaya çıkanın da dinini parçalamış olur.

Ebıı Hureyre (r.a) Peygamber (sav)'dan şu: "Dinlerini parça parça edip..." âyeti hakkında bunların, bu ümmetten olup bid'at ve şüphe ehli ile dalâlet ehli kimseler olduğunu beyan ettiğini rivayet etmektedir. [213]

Bakiyye b. d-Velid rivayet etmektedir: Bize, Şu'be b. el-Haccâc anlattı, bi­ze, Mücâlid, eş-Şa'bî'den anlattı, o, Şüreyh'ten, o, Ömer b. el-Hattab 'den rivayetine göre, Rnsulullah (sav) Hz. Âişe'ye şöyle demiştir: "Dinlerini par­ça parça edip, kendileri de fırka fırka ayrıianiar, bu ümmetin bid'at sahiple­ri, heva sahipleri ve dalâlet sahiplendir. Ey Aişe, her günah işleyenin bir tev-besi vardır. Bid'at sahipleriyle lıevâ sahipleri müstesnadır. Onların tevbele-ri yoktur. Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzaktırlar." [214]

Leys b. Ebi Süleym'in, Tâvus'dan rivayetine göre Ebu Hureyre, Peygam­ber <sav)'ı Dinlerinden ayrılan..." diye okuduğunu riva­yet etmekledir. [215]

Fırka fırka" tabiri çeşitli fırkalar, çeşitii hizipler anlamındadır. Aynı iş etrafında birleşmiş, biri diğerinin görüşüne tabi olan topluluklara; Fırkalar" denilir.

'Senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur" buyruğu ile onlardan uzak kalıp ilişkileri kesmeyi emretmektedir. Bu da Hz. Peygamber'in şu buyruğu ile di­le getirilmektedir: "Bizi aldatan bizden değildir." [216] Yani biz, böyle bir kim­seden uzağız, beriyi;:. Şair de şöyle demektedir:

"Bir aralanın günah işlemesine (ahdini bozmasına) gayret edecek olursan.

şunu bil ki, Ne ben aendenim, ne sen bendensin."

Yani, senden uzaklaşırım, seninle ilişkilerimi koparırım, demektir.

Hiçbir ilişki" kelimesi, haberde gizli bulunan zamirden hal ola­rak nasb nıahalltndedir. Bu açıklamayı Ebu Ali (el-Farisî) nakletmiştir. el-Fer-râ ise şöyle demektedir: Bu, bir muzaf'ın hazfı üzeredir.

Yani: Onlara gelecek ceza husu­sunda senin hiç bir müdahelen yoktur, sana düşen yalnızca uyarmaktan iba­rettir.

"Onların işi ancak Allah'a aittir." Bu da Peygamber (sav)'a yönelik bir teselli ifadesidir. [217]

 

160. İyilikle gelene bunun on misli vardır. Bîr günah İle gelen de ancak onun misliyle cezalandırılır ye onlara zulmedilmez.

Yüce Allah'ın: " İyilikle gelene" buyruğu, mübtedâ ve şart­tır. Cevabı ise "Bunun on misli vardır" buyruğudur. Ona bunun on misii tıasenat vardır," demektir. Burada "hasenat" kelimesi hazfedilmiş, onun sıfatı olan "misli" anlamındaki kelime yerine geçmiştir.

"Emsal; misilleri, katı" kelimesi, "misl"in çoğuludur. Sİbeveyh der ki: "Yanımda on neseb bilgini vardır" bu şekilde bir ifade ile; " Yanımda neseb bilgini on adam vardır" anlamında kullanıldığını nakletmektedir.

Ebu Ali de der ki: "On misli" buyruğunda müen nesi iğin gü­zel düşmesi, "emsal: misilleri, kan" kelimesinin müennese izafe edilmiş ol­masından dolayıdır. Müennese izafe edilenin, anlam itibariyle bizzat kendi­si olması halinde, böyle bir kullanım güzeldir.

Yüce Allah'ın: "Yolcu kafilesinden birisi onu alsın" (Yûsuf, 12/10) buyruğu (fiilin "ye" harfi ile değil de "te" harfi ile okunuşu­na göre) ile "Parmaklarımdan birisi gitti," İfadesinde ol­duğu gibi.

el-Hasen, Saİd b. Cübeyr ve el-A'meş ise, diye okumuş olup bu da: Ona, onun misli on basene vardır," takdi­rindedir. Yani, ona lehine verilmesi gerekenin on katı mükâfat vardır. Bura­da takdirin onun için işlediği hasenatın on misli vardır anlamında olup, mis­lin kapsamına, on katına ulaşmasının kastedilmesi de mümkündür.

Burada sözü geçen "iyilik: lıasene"den kasıt imandır. Yani lıer kim lâtlâ-he İllallah şahadetini yapmış olarak gelirse, dünyada hayır namına işlediği her bir amele on misliyle sevap verilecektir.

"Bir günah" yani şirk "İle gelen de, ancak onun misliyle cezalandırılır."

Onun cezası da ebediyyen cehennemde kalmaktır. Çünkü şirk en büyük gü­nahtır, cehennem de en büyük cezadır. Yüce Allah'ın: "Uygun bir ceza olmak üzere" (en-Nebe1, 78/26) buyruğu da böyledir. Yani, o ceza amele uygundur. İyilik ise, böyle olmayacaktır. Çünkü, yüce Allah'ın bu hususta açık nassı bu­lunmaktadır. Haberde de şöyle denilmektedir: "İyilik on katı ve daha fazla­sıyla karşılık görecektir. Kötülük ise bir katıyla cezalandırılacaktır. Ve bunun­la birlikte bağışlayabilirim de. O bakımdan, bir katlan on katlarından daha baskın gelene yazıklar olsun,"

el-A'meş de Ebu Salih'ten şöyle dediğini nakletmektedir: âyet-i kerimede­ki iyilik (hasene) den kasıt, lâilâhe İllallnh'tır. Günah (seyyie, kötülük) den kasıt ise şirktir.

"Ve onlara zulmedilmez." Yani, amellerinin sevabı eksilmez. el-Bakara Sûresi'nde bu âyete (2/245- âyet, 4. başlık ve devamı ile 2Ğ1. âyet, 4. başlık­ta) ve bunun Allah yolunda infaktan ayrı olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Bundan dolayı kimi ilim adamı şöyle demiştir: On katıyia mükâfat sak İyi­likler içindir. Yediyüz katıyla mükâfat ise Allah yolunda infak içindir. Bun­da hava^ ile avamdan olmak arasında fark yoktur. Kimisi de şöyle demiştir; Avam için on katıyla mükâfat vardır, havas için ise yediyüz katıyla ve sayı­lamayacak kadar çok kat fazlasıyla mükâfat sözkonusudur.

Ancak, bu konuda söz söyleyebilmek için delile ihtiyaç vardır. Birincisi ise daha sahihtir. Çünkü, Hureym b. Fâtik'in Peygamber (savVdan naklettiği ha­dis bunu gerektirmektedir ki, o hadiste şöyle denilmektedir: "Kimi hasene de on katıyladır. Kim bir iyilik yaparsa ona on misli verilir. Kimi İyilik (hasene) de yediyüz katıyla mükâfatlandırılır, bu da Allah yolunda harcamaktır." [218]  

 

161. De ki: "Hiç şüphesiz, Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dîne, Hanif olan İbrahim'in dinine İletti. O, müşriklerden olmadı."

162. De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölü­müm âlemlerin Rabbi olan Allah İçindir.

163. "O'mın hiç bir ortağı yoktur. Ben bununla emrohındum ve ben müslümanların ilkiyim."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [219]

 

1. Allah'ın Dosdoğru Yolu:

 

Yüce Allah, önce kâfirlerin apaçık bir şekilde tefrikaya düştüklerini be­yan etti: "De ki: Hiç şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola... iletti"

buyruğunda da Allah'ın kendisini dosdoğru bir din olan İbrahim'in dinine ilet­tiğini beyan etmektedir.

"Bir dine" kelimesi, hal olarak nasbedilmiştir. Bu, Kutrub'dan nakledilen açıklamaya göredir. el-Ahleş'ten nakledilen görüşe göre ise bu, " Beni... iletti" ile nasbedilmiştir. Yani beni... bu yola iletti. Başkası ise şöyle demektedir: Bu, manaya hamlederek nasbedilmiştir. Çünkü, "beni iletti" bana... bildiğini öğretti anlamındadır. "Dosdoğru yol" anlamındaki iaf-zın "sıraf'tan bedel olması da mümkündür. Yani: Beni dosdoğru bir yola... dine iletti. Bir fiil takdiri ile mansub olduğu da söylenmiştir. Sanki: ... dini­me tabi olunuz, dinimi bilip tanıyınız, demiş gibidir.

"Dimdik ayakta duran" buyaığunu, Kuleliler ve İbn Âmir "kap har­fini esreli, şeddesiz ve "yâ" harfini üstün olarak; "Tokluk" gibi mas­tar olarak, fakat dine sıfat olmak üzere okumuşlardır. Diğerleri ise, "kaf har­fini üstün, "ye" harfini ise esreli ve şeddeli olarak okumuşlardır ki, bu iki fark­lı söyleyiştir. Buradeki "ye" harfinin aslı ise, "vav" harfidir. Daha sonra "vav" harfi "ye" harfine idğam edilmiştir, "ölü," kelimesi gibi. Buyruk; Hiçbir eğriliği bulunmayan dosdoğru bir din, anlamındadır.

"İbrahim'in dinine" buyruğu, "dinden" bedeldir. "Hanif olan" buyruğu ise, ez-Zeccâc, "İbrahim"den hal olduğunu söylemiştir. Ali b. Süleyman ise: Kastediyorum, kelimesinin takdiri ile mansubdur demiştir. [220]

 

2. "Her Şeyim Alemlerin Rabbi Allah İçindir":

 

"De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetim" buyruğunda geçen namaz anlamındaki "salâf'ın türeyişi ile ilgili açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/3- âyet, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Buradaki "namaz'ın gece namazı olduğu söylendiği gibi, bayram nama­zı olduğu da söylenmiştir. "Nûsuk: (mealde: ibadetHn "nesike"nin çoğulu olup kesilen hayvan demektir. Mücahid, ed-Dahlıâk, Said b. Cübeyr ve baş­kaları da böyle demiştir. Yani, hac ve umre sırasında kestiğim kurbanlar da Allah içindir. el-Hasen: Dinimin ibadetleri anlamındadır, der. ez-Zeccâc der ki: Benim ibadetim Allah içindir, demektir. Nitekim, yaptığı ibadet ile yüce Allah'a yaklaşan kişi anlamındaki "Nâsik" de buradan gelmektedir.

Kimileri de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerimede geçen "nusuk" bütün iyi ameller ve itaatlerdir. Kendisini ibadete vermesini anlatmak üzere; "Filan kişi ibadet etti, o, abiddir" sözünden alınmadır.

"Hayatım" yani, hayatım boyunca bütün işlediklerim "ve ölümüm" yani, vefatımdan sonra yapacağım bütün vasiyetlerim "âlemlerin Rabbı olan Al­lah içindir." Yani, bütün bunlarla yalnız kendisine yaklaşmayı maksat ola­rak gözetirim.

Şöyle de açıklanmıştır: "Hayatım ve ölümüm... Allah içindir." Yani, O'nun için yaşar, O'nun için ölürüm.

el-Hasen "İbadetim." kelimesini "sin" harfini sakin olarak okumuş­tur. Medineliler de (hayatım kelimesini, idraç ile okuduklarında "ye" harfi­ni sakin olarak okurlar. Herkes ise, bunu üstün olarak okur. Çünkü o takdir­de iki sakin bir araya gelmiş olur. en-Nehhâs der ki: Yûnus müstesna nahiv-cilerden hiç kimse bunu caiz görmez. Yunus'un bunu caiz görmesi ise, ön­ceki harfin "elif oluşundan dolayıdır. Bundaki uzatma harfi olan "eliP ise, hareke yerini tutmaktadır. Nitekim Yunus: "İkiniz Zeyd'i vuru­nuz," şeklindeki söyleyişte "nûn" harfini sakin okumayı caiz görmüştür. Na-hivcilerin bunu uygun görmeyişleri ise, iki sakinin bir arada bulunup ikin­cisinde idğamın sözkonusu olmayışından dolayıdır. Medine halkının kıraati ile okuyup de lalından da kurtulmak isteyen kimse, "(cşl~ ): Hayatım" ke­limesi üzerinde vakıf yapar. Böylelikle bütün nahivcılere göre lalın yapma­mış olur.

İbn Ebi ishâk, İsa b. Ömer ve Âsim el-Cehderî ise, "elifsiz olarak ve ikin­ci "yâ'yı şeddeli olmak üzere; diye okumuşlardır ki, bu da Yukarı Mu-darlıların söyleyişidir. Onlar; Kafam, asam" diye kullanırlar. Dil-cİJer de şöyle bir mısra naklederler:

"Benim isteğimi bırakıp gittiler de kendi hevâlarına hızlıca koştular,"

Nitekim bu mısra diğeri ile birlikte tam bir beyit olarak (el-Bakara, 2/38. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [221]

 

3. Şafiî'nin Namazda İftitah Tekbirinden Sonra, Fatiha'dan Önce Okuduğu Dua:

 

el-Kiyâ et-Taberî der ki: yüce Allah'ın: "De kî: Hiç şüphesiz Rabbim be­ni dosdoğru bir yola—iletti" buyruğundan itibaren: "De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah için­dir" buyruğuna kadar olan bölümü Şafiî, namaza bu yüce zikir üe başlama­ya delit göstermiştir. Çünkü yüce Allah, Peygamberine bunu emretmiş ve bu­nu Kitabında indirmiştir. Daha sonra da Ali (r.a)'dan rivayet edilen şu hadi­si zikretmektedir: Peygamber (sav) namaza başladığında şöyle derdi:

"Ben, yüzümü gökleri ve yeri yoktan var edene hanif olarak yönelttim ve ben müşriklerden değilim. Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allalı içindir... Ve ben müslümanlardanım."'[222]

Derim ki: Müslim, Sahih'inde Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan rivayet ettiğine gö­re, Rasulullah (sav) namaza kalktığında şöyle derdi:

"Ben, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratana hanif olarak çevirdim. Ben müşriklerden değilim. Muhakkak benim namazım, İbadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum. Ve ben müslümanlann ilkiyim. Allah'ım Sen melik (mutlak egemen)sin. Senden başka ilah yoktur. Sen benim Rabbimsin. Ben de senin kulunum. Kendime zulmettim. Günahımı itiraf ediyorum. Bütün gü­nahlarımı bana bağışla. Çünkü hiç şüphesiz Senden başka günahları bağış­layacak yoktur. Beni ahlakın en güzeline ilet. Ahlakın en güzeline Senden başka hiç bir kimse iletemez. Ahlakın kötüsünü benden uzak tut. Onun kö­tüsünü Senden başka benden kimse uzak tutamaz. Buyur Allah'ım. İşte Se­nin emrin için huzurundayım. Hayır tamamıyla Senin elindedir. Şer ise Sa­na nisbet olunamaz. Sen mübareksin, yücesin. Senden mağfiret dilerim, Sa­na tevbe ederim." [223]

Bu hadisi, Dârakutnîde rivayet etmiş olup, sonunda şöyle demektedir: Bi­ze, en-Nadr b. Şumeyl'den ulaştığına göre -ki o, dil ve diğer alanlarda ilim adamlarmdandı- şöyle demiştir: Rasulullah (sav)'ın: "Şer ise Sana nisbet olunamaz" sözünün anlamı şudur: Şer, kendisiyle sana yaklaşılacak ameller­den değildir, demektir. [224] Malik der ki: Namazda tevcih (yani veccehtü diye başlayan bu duayı okumak) insanlara vacip değildir. Onlara vacip olan tek­bir getirmek, sonra da kıraattir.

İbnu'l-Kasım der ki: Malik, İnsanların kıraatte, önce söyledikleri "Subhâ-nekallahumme ve bihamdike..." duasının okunması gerektiği görüşünde değildi. "Muhtasara ma Leyse fil Muhtasar" adlı eserde de şöyle denmekte­dir: Malik, bu hususta hadisin sahih olması dolayısıyla kendisi için özel ola­rak bu görüşte olmakla birlikte, bunu okumanın vacip oluşuna inanırlar kor­kusuyla insanların bunu okuması gerektiği görüşünde değildi.

Ebu'l-Ferec el-Cevzî de der ki: Hocamız fakih Ebu Bekr ed-Dineverî'nin arkasında çocukluğum sırasında namaz kılıyordum. Benim bu şekilde hare­ket ettiğimi görünce şöyle dedi: Yavrucuğum, fukaha, imamın arkasında Fa­tiha okumanın vücubu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bununla birlikte iftitah duasının (yani, iftitah tekbirinden sonra okunacak duanın) sünnet oluşunda ihtilaf etmemişlerdir. O bakımdan sen, vacip olanla uğraş, sünnetleri bırak.

Malik'in bu husustaki delili, Hz. Peygamberin namaz kılma şeklini Öğret­tiği bedevî araba söylediği şu sözlerdir: "Namaza kalktığında tekbir getir, son­ra da Kur'ân oku." [225] Hz. Peygamber. Ebu Hanife'nin söylediği gibi, bu be­devî araba Subhaneke'yi oku demediği gibi, Şafiî'nin söylediği gibi veccelı-tü vechi'yi oku da dememiştir. Ubey (b. Kâ'b)'a da: "Namaza başladığın va­kit ne okuyorsun" diye sormuş, O da: Önce Allahu ekber dedim, sonra da Elhamdülillah! rabbil alemin... diyerek okudum demiş [226] ve burada ne vec-cehtü okumaktan, ne de subharıeke okumaktan sözetmiştjr.

Ali (r.a), Peygamber (sav}'ın bunları söylediğini haber vermiştir, denile­cek olursa, biz de şöyle deriz: Hz. Peygamber'in bunu tekbirden önce söy­leyip sonra da tekbir getirmiş olması da muhtemeldir. Bu, bize göre hasen bir iştir. Nesaî ve Darakutnî'nin rivayetine göre, Peygamber (sav) namaza baş­ladığında önce tekbir getirir, sonra da: "Muhakkak benim namazım ve iba­detim..." diye hadiste nakledileni [227] okurdu, denilecek olursa; biz de şöyle de­riz: Biz bunu, gece kılınan nafile namazı hakkında yorumlarız. Nitekim, Ne­saî' nin Kitabında Ebu Said'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulultalı (.sav) geceleyin namaza başladımı:

"Seni teşbih ve tenzih ederim Allah'ım. Senin hamdinle başlıyorum. İsmin ne mübarektir, şanın ne yücedir! Senden başka hiçbir ilah yoktur" [228] derdi. Yahut da biz bunu mutlak olarak nafile hakkında kabul ederiz. Çünkü nafile, hü­küm itibariyle farzdan daha hafiftir. Zira, kişinin nafile namazı ayakta da, otu­rarak da, binek üzerinde de kılması, yolculuk esnasında kıbleye de, başka ta­rafa da yönelerek kılması caizdir, o bakımdan onun işi daha kolaydır.

Yine Nesaî, Muhammed b. Mesleme'den rivayetine göre Rasulullah (sav) nafile namaz kılmak üzere kalktığında önce "AUahuekber" deyip; "Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah'a yüzümü yönelttim. Ve ben müş­riklerden değilim. Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlem­lerin Rabbi Allah içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolun-dum ve ben müslümanlann ilkiyim. Allah'ım Sen melik (mutlak egemenisin, Senden başka ilah yoktur. Seni teşbih ve tenzih ederim. Sana hamd ile baş­larım... der, sonra da okurdu." [229]

İşte bu hem nafile namaz hakkında, hem de farz namaz hakkında açık bir nasstır. Eğer bu duanın farz namazda tekbirden sonra okunduğu sahih ola­rak sabit olmuş olsa dahi bu, caiz oluşuna ve müstehaplığına hamledilir. Sün­net olan ise, tekbirden sonra kıraate geçmektir. İşlerin gerçek mahiyetini en iyi bilen Allah'tır. Diğer taraftan kişi bu duayı okuyacak olsa dahi-, "Ve ben müslümanlann ilkiyim" dememelidir. Bu ise bir son­raki başlığımızın konusudur. [230]

 

4. Veccehtü Duasında, Neden: "Ve Ben Müslümanların Îlkiyim" Denilmez:

 

Çünkü, Muhammed (sav) müstesna, hiç bir kimse müslümanların ilki de­ğildir. İbrahim ve diğer peygamberler ondan önce değil midir diye sorula­cak olursa, derii: ki: Bu soruya üç türlü cevap verilebilir:

l. Hz. Peygamber manen bütün mahlukatın ilki olarak yaratılmıştır. Nite­kim Ebu Hureyre yoluyla gelen hadiste Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Biz dünyada sonradan gelenleriz, kıyamet gününde ilk­leriz. Ve bîz, cennete ilk girecek olanlarız." [231]

Huzeyfe (r.a)'ın rivayet ettiği hadisle de şöyle denilmektedir: "Biz dünya ehti arasında (ümmet olarak) sonuncularız. Kıyamet gününde ise bütün mahlukattan önce haklarında hüküm verilecek olan ilkleriz." [232]

2. Hz. Peygamber, yaratılış itibariyle onlardan önce olduğundan dolayı on­ların ilkidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani Biz, peygamber­lerden ahidlerini almıştık. Senden de, Nuh'tan da..." (el-Ahzab, 33/7) Ka-tade der ki: Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Ben, yaratılış itibariyle pey­gamberlerin ilki, gönderiliş itibariyle onların sonuncusuyum." [233] İşte bundan dolayı burada Hz. Peygamber'in adı Nuh ve sair peygamberlerden önce zik­redilmiştir.

3. O, kendi dinine tabi olan müslümanlann ilkidir. Bu açıklama, İbnü'l-Arabî'ye aittir. Bu, Katade'nin ve başkalarının da görüşüdür.

Diğer taraftan "ilk" kelimesi hususunda ve rivayetler arasında farklılık var­dır. Belirttiğimiz gibi kimi rivayetlerde bu sabittir, kimilerinde de bu sabit de­ğildir,

İmran b, Husayn der ki: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Ey Fatıma, kalk ve kurbanının yanında hazır bulun. Çünkü onun kanının İlk damlası ile birlikte İşlemiş olduğun bütün günahların sana bağışlanır," Sonra da şöyle de:

"Muhakak benim namazım ve kurbanım, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. Onun hiç bir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslümanlann ilkiyim." tmran der ki: Ey Allah'ın Rasulü, bu yalnız se­nin ve ehl-i beytin için midir, yoksa genel olarak bütün müslümanlar için mi­dir? Hz. Peygamber: "Hayır, genel olarak bütün müslümanlar içindir" diye bu­yu rdu. [234]  

 

164. De ki: "Allah her şeyin Rabbİ iken ben Ondan başka bir Rabb arar mıyım hiç? Herkesin kazandığı yalnız kendisine (ya da: aleyhine)dir. Hiç bir nefis başkasının (günah) yükünü yüklen­mez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinize olacaktır. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir."

Yüce Allah'ın: "De ki: Allah her şeyin Rabbi" yani maliki "iken, ben O'ndan başka bir Rabb arar mıyım hiç?" buyruğu ile ilgili, rivayete göre, kâfirler, Peygamber (sav)'a şöyle dediler: Ey Muhammed, haydi dinimize ge­ri dön, bizim putlarımıza ibadet et. Şu tutturduğun yolu da terket. Dünyan­da da âhiretinde de karşılaşmayı umduğun her türlü sorumluluk, mükelle­fiyet ve yükü üstlenmeyi biz tekeffül ediyoruz, Bunun üzerine bu âyeti ke­rime nazil oldu.

Âyet-i kerime, takriri ve azan gerektiren bir soru İSe başlamaktadır.

"Başka" kelimesi, "Arar mıyım?" kelimesiyle nasb olmuş­tur. "Rabb" kelimesi de temyizdir.

Yüce Allah'ın: "Herkesin kazandığı yalnız kendisine (ya da aleyhi­nedir" buyruğuna dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız: [235]

 

1. Kötülük Kişinin Aleyhinedir:

 

Yüce Allah'ın: "Herkesin kazandığı yalnız kendisinedir" buyruğunun an­lamı şudur: Sizin bu yolda olmanızın, Allah'tan başka Rabb aramam halin­de bana fayda sağlamaz. Çünkü, her bir nefis, kazandığı kötülükleri kendi aleyhine kazanır. Yani, yapmış olduğu masiyetler, işlemiş olduğu günahlar­dan dolayı, ondan başka kimse sorumlu tutulmaz. [236]

 

2. Fuzulî'nin Satışları Ve Vekâlet:

 

Muhalif kanaatteki kimi ilim adamı, bu âyet-i kerimeyi fuzulî'nin [237] alış­verişinin sahih olmayacağına delil göstermişlerdir. Şafiî'nin görüşü budur. (Mezhebimize mensup) ilim adamlarımız ise şöyle demektedirler: Âyetten ka­sıt, dünya ile ilgili ahkam müstesna, sevap ve cezanın yüklenilmesidir. Bu­na delil ise yüce Allah'ın -biraz sonra da geleceği gibi-: "Hiç bir nefis baş­kasının (günah) yükünü yüklenmez" buyruğudur. Bize göre, fuzulî'nin satısı, mal sahibinin bu satışı geçerli kabul etmesine bağlıdır. Eğer kabul eder­se caiz olur. tşte Urve el-Dârikî, Peygamber (sav')'ın emri olmaksızın ona ait malı satmış, onun adına satın almış ve tasarrufta bulunmuş, Peygamber (sav) da bunu geçerli kabul etmiştir. Ebu Hanife de bu görüştedir.

Buharî ve Dârakutnî de Urve b. EbiTCa'd'dan şöyle dediğini nakletmek­tedirler: Peygamber (sav)'ın önünden bir takım mallar geçerken bana bir di­nar verip şöyle buyurdu: "Ey Urve, bu davarların (sahiplerinin) yanına git ve bu dinar ile bize bir koyun satın al." Ben de o mallan getirenlerin yanına git­tim, pazarlık yaptım. Bir dinara iki koyun satın aldım. Onları önüme katıp güttüm -yahut arkamdan sürükledim dedi-. Yolda bir adam karşıma çıktı, be­nimle pazarlık yaptı, ben de ona iki koyundan birisini bîr dinara sattım ve diğer koyunu ve bir dinarı da Peygamber'e getirip şöyle dedim: Ey Allah'ın Rasulü, İşte bu (İstediğiniz) koyun, bu da sizin dinarınız. Bana: "Nasıl yap­tın?" diye sorunca, ben de ona olanları anlattım. Bunun üzerine şöyle buyur­du: "Allah'ım, sağ elinin alış verişlerinde sen ona bereketler İhsan buyur." Ken­dimi Küfenin Künase (denilen pazarında )'sinde durur gördüm ve ailemin ya­nına varmadan kırk bin (dirhem) kâr ediyordum. Lafız Dârakutnî'nindir.[238]

Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Bu, ceyyid bir hadistir. Bu hadiste Pey­gamber (sav)'ın her iki koyuna da sahih bir şekilde malik olduğunun sabit olduğu görülmektedir. Eğer böyle olmasaydı, Hz. Peygamber Urve'den bir dinarı geri almaz ve onun yaptığı alış verişi geçerli kabul etmezdi.

Yine bu hadiste vekâletin caiz oluşuna da delil vardır. İlim adamları ara­sında bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Müvekkil, vekil tayin ettiği kimseye: Şunu satın al diyecek olsa, o da kendisine vekâlet verilenden fazlasını satın alacak olursa, acaba bu satın alma bağlayıcı mıdır, değil midir? Meselâ bir kim­se birisine: Bu dirhem ile şu nitelikte bir okka et al diyecek olsa, o da bir ye­rine, aynı dirhem ile ve belirtilen nitelikte döıt okka satın alacak olursa, Ma-lik'in ve arkadaşlarının kabul ettiğine göre, eğer o niteliğe ve türüne uygun düşüyor i'se (vekil tayin eden) hepsini almakla mükelleftir. Çünkü (vekil) iyi­lik yapmış bir kimsedir. Ebu Yusuf ve Muhammed b. el-Hasen'in görüşü de budur. Ebu Hanife ise şöyle demektedir: Aldığı fazla miktar müşteriye aittir. Ancak, bu hadis onun aleyhine bir delildir.

Hiç bir nefls başkasının (günah) yükünü yüklen­mez" yani, ağırlık taşıyan hiç bir kimse bir diğerinin yükünü taşımaz. Bu da hiç bir kimse başkasının günahından sorumlu tutulmaz, demektir. Aksine, her bir kişi, kendi günahından sorumlu tutulur ve günahının cezasını çeker.

"Vizr: Yük"ün asıl anlamı ağırlıktır. Şanı yüce Allah'ın: "Ve biz senden sırtından o ağır gelen yükünü kaldırdık" (el-İnşirah, 94/2) buy­ruğu da buradan gelmektedir. Bu âyct-i kerimede "vizr" ise günah anlamın­dadır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: Günahlarını sırtlarına yüklenerek..." (el-En'âm, 6/31) Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

el-Abfeş der ki: "Yük taşıdı, taşıyor" deni­lir. Mastar olarak;  da denilebilir. Nitekim "Yastık" (esreli "vav" yerine hemze ile) denildiği gibi.

Âyet-i kerime el-Velid b. el-Muğire hakkında nazil olmuştur. O şöyle di­yordu: Haydi benim yoluma uyunuz, ben de sizin (günah) yüklerinizi taşı­yayım. Bunu İbn Abbas zikretmektedir. Âyet-i kerimenin, cahiliye dönemi Araplannın bir kimseyi babasının yahut oğlunun, yahut da onunla antlaşma-lı olan kimsenin işlediği suçtan dolayı sorumlu tutmaları şeklindeki tutum­larını reddetmek üzere nazil olduğu da söylenmiştir.

Bu âyet-i kerimede kastedilen hususun âhirette gerçekleşecek olması da muhtemeldir. Bir önceki âyet-i kerime de böyledir. Dünyada İse, bazan ki­misi diğerinin günahından dolayı sorumlu tutulabilir. Özellikle itaatkârlar is­yankârları günahlarından alıkoymayacak olurlarsa. Nitekim, daha Önce yü­ce Allah'ın: "Siz, kendinize bakın" (el-Maide, 5/105) âyeti hakkında Hz. Ebu Bekir'in rivayet ettiği hadiste geçtiği gibi. Yüce Allah da şöyle buyurmakta­dır: "Bir de içinizden yalnızca zulmedenlere gelip çatmakla kalmayacak bir fitneden de sakının" (el-Enfal, 8/25); "Bir kavim kendi Özlerindekini değiş­tirmedikçe, şüphesiz Allah da o kavmin halini değiştirmez." (er-Rad, 13/11)

Zeyneb bint Cahş da şöyle sordu: Ey Allah'ın Rasulü, salihler aramızda bu­lunduğu halde helak edilir miyiz? Hz. Peygamber:" Zina (ço­cukları) çoğalırsa evet" diye buyurdu." [239]

İlim adamları der ki: Bunun anlamı, zina mahsulü çocuklar artarsa şek­lindedir. zinanın bir adıdır.

Şanı yüce Allah da Rasulünün ifadesi ile hata yolu ile öldürmenin diye­tinin âkile tarafından ödenmesini farz kılmıştır. Tâ ki, haksızca akıtılan kan­lara gereken saygı gösterilerek, hür ve müslüman bir kimsenin kanı heder olmasın. İlim eh!i kimseler de bu hususta aralannda hiç bir görüş âynlığı söz-konusu olmaksızın bunu icma ile kabul etmişlerdir. İşte bu da bizim (dün­yada bazı kimselerin diğer bazılarının cürmünden sorumlu tutulacağı şeklin­de ki.) sözlerimize delildir.

Âyette sözü geçen bu durumun dünyada olması da mümkündür. Yani, Zeyd'ln, Amr'ın yaptığından sorumlu tutulmaması ve her hangi bir suçu fi­ilen işleyen her kişinin suçunun sorumluluğunu bizzat yüklenmesi anlamın­da olması da muhtemeldir.

Ebû Dâvûd, Ebu Rimse'den şöyle dediğini rivayet eden Babamla birlikte Pey­gamber (sav)'a doğru yola koyuldum. Daha sonra Peygamber (sav) babama: "Bu senin oğlun mudur" diye sordu, babam: Kâ'benin Rabbi hakkı için evet dedi. Uz. Peygamber: "Gerçekten?" diye sordu, o, evet buna şahidlik ederim dedi. Peygamber (sav) benim babama olan iieri derecedeki benze iliğimden, bununla birlikte de babamın benim hakkımdaki bu yemininden gülercesine tebessüm etti, sonra şöyle buyurdu: "Ama şunu bil ki, onun sana karşı cina­yeti olmaz, senin de ona karşı cinayetin olmaz." Daha soma Rasuluüah (sav): "Hiç bir nefis başkasının (günah) yükünü yüklenmez" âyetini okudu.[240]

Bizim, önce söylediklerimize yüce Allah'ın: "onlar, elbette kendi yükle­rini ve kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de yükleneceklerdir" (e!-An-kebut, 29/13) buyruğu ile karşı çıkılamaz. Çünkü bu husus, yüce Allah'ın bir diğer âyet-i kerimedeki şu buyruğunda da açıklığa kavuşturulmaktadır: "On­lar kıyamet gününde kendilerinin günahlarını tamamen yüklendikten baş­ka, bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarından da bir kısmını yük­leneceklerdir." (en-Nahl, 16/25)

Buna göre sapıklıkta önder olup, o sapıklığa başkalarını çağıran ve bu hu­susta kendisine uyulan kimse; hiç şüphesiz saptırdığı kimselerin de günah yükünü taşıyacaktır ve saptınlanların da günah yükünden her hangi bir şey eksiltil meyecektir. İleride -yüce Allah'ın izniyle- açıklaması gelecektir. [241]

 

165- O, sizi yeryüzünün halîfeleri yapan ve size verdikleriyle sizi sınamak için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin, cezası pek çabuk olandır ve muhakkak O, mağfiret ve rahmet edendir.

Yüce Allah'ın: "O, sizi yer yüzünün halifeleri yapan...dır" buyruğunda geçen; kelimesi, "halife" kelimesinin çoğuludur. 'ın çoğulu olduğu gibi. Geçip giden kimselerden sonra gelen herkes bir halife­dir. Yani O, sizleri geçmiş ümmetlere ve önceki nesillere halef kılmıştır, eş-Şemmâlı der ki:

"Ölüm gelip onları buluyor, beni ise bırakıp geçiyor Ve ben, onların, birinin diğerine devrettiği diyarlarda

onların yerine kalıyorum,"

"Kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılandır." Yani, yaratmakta, rızıkta, güç ve kuvvette, verilen geniş imkânlarda,' lütuf ve İlimde.

Derecelerle" kelimesi ise, lıarf-i cerrin düşürülmesiyle nasbedil-miştir. " Derecelere (yükseltir)," anlamındadır.

" Sizi sınamak İçin" buyruğu ise, "Keylam"ı diye bilinen (ve son­rasında mahzuf bir "key" var sayılan) edat ile nasbedilmiştir.

Sınamak (ibtilâ); denemek demektir. Yani, sonunda sevap veya cezanın sözkonusu olacağı amellerinizi ortaya çıkarmak için (kiminizi kiminize de­recelerle Üstün kılandır).

O, her zaman için İlmiyİe buna muhtaç olmayandır. Ama O, varlıklıyı zen-ginliğiyle sınamış, ondan şükretmesini istemiştir. Darlık içinde olanı da fa­kirlikle sınamış ve ondan da sabretmesini istemiştir.

"Sizi sınamak için" buyruğunun, kiminizi kiminizle sınamak için... anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gi­bi: "Biz, kiminizi kiminiz için imtihan (sebebi) kıldık." (el-Furkan, 25/20) İleride açıklaması gelecektir.

Daha sonra yüce Allah: "Şüphesiz Babbin" kendisine isyan edenler için "cezası pek çabuk olandır" diye onları tehdit etmektedir. "Ve muhakkak O" kendisine itaat edenler için de "mağfiret ve rahmet edendir."

Şanı yüce Allah, mühlet vermekle vasfedilmiş olmasına rağmen ve cehen­nem azabı da âlıirette olmakla birlikte "cezası pek çabuk olandır" diye bu­yurmasının sebebi, gelecek olan her şeyin yakın olmasından dolayıdır. Bu an­lamda O'nun cezası pek çabuk gelir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöy­le buyurmaktadır: "Kıyametin işi ise ancak bir göz kırpmak gibidir. Yahut o, daha da yakındır" (en-Nahl, 16/77); "Onlar, onu uzak görürler, Biz ise onu yakın görüyoruz." (el-Meâric, 70/6-7)

Aynı şekilde yüce Allah, dünya yurdunda da hakeden kimselere cezası pek çabuk olandır. O takdirde bu buyruk, bu yönüyle günah işleyen kimseler için bir sakındırma olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Cenab-ı Allah'a hamd ü senalarla, Mulıammed'e, onun aile halkına ve as­habına da pek çok salât ve selâmlarla, el-En'âm SûresKnin tefsiri) burada so­na ermektedir. [242]

 



[1] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/111-112.

[2] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/112.

[3] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/113.

[4] Müslim, İman 287; Tirmizi, Tefsir 6, sûre 5- Yakın lafızlarla Bukârl, Tefsir 53. sûfe 1; Tirmizî, Tefsir 53. sûre 2.

[5] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/114-116.

[6] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/116-117.

[7] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/117-120.

[8] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/120.

[9] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/120-121.

[10] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/121.

[11] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/121.

[12] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/122.

[13] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/122.

[14] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/122.

[15] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/123.

[16] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/123-124.

[17] el-Cevheri'nin Sihah'ında ve Tnberî'nin Haşiyesi'ftde belirtildiği üzere beyit Dureyd'in değil; Hatiıtı et-Tarnindir. Önceki beyitte de ikinci mısra nın ilk iki kelimesi Taberî'ye göre düzeltilmiştir.

[18] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/124-127.

[19] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/128-129.

[20] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/129-130.

[21] Müslim, Sılam'l-Münaftkîn 69; Dârimt. Rikaak 25; Müsned, I, 257, 385, 397, 401. 460; ayrıca bk. Tirmizt, Rnda' 17; Nesai, İşretıvn-Nisâ 4; Dârimİ, RİkankĞ6; Müsned, III, 309.

[22] Nesâî, İstbze 48T Müsned , V, 178, 265. Anoık "Evet.."ten sonrası yok.

[23] Müslim, Cvma 40; Vesaî, Cumm 2; îbn Mace, Mesâcid 17; Dârimi, Salat 205; Müsned, I, 254, 335; II, 84.

[24] Müsned, II, 163, 190.

[25] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/130-133.

[26] Ebû Dâvud, Tahâre 38 ; Tirmizî, Tıhâre 69 ; Nesaî, Tahâre 54; İbn Aface, Tahâre 32; Mu vatta; Tnhnre 13; Dârimî, Vııdu' 58:  Müsned, V, 296, 303, 309.

[27] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/133-135.

[28] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/135-136.

[29] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/136.

[30] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/137-138.

[31] Tirmizî, Tefsir 6. sûre 6. Yakın bir rivayet Ebû Dâvûd, Edâhî 13.

[32] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/138-139.

[33] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/139-141.

[34] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/141.

[35] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/142.

[36] Ebû Dâu&d, Edâltf 13

[37] Nesât, Dahâyâ40.

[38] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/142.

[39] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/142-143.

[40] Bu hadis dah:ı önce el-Mâide, 5/3- âyet. 10 ve 12. başlıklarda geçmiş ve kaynaklan ora­da gösterilmiştir.

[41] Ebu Hureyre'den rivayete göre Peygamber (sııv) şöyle buyurmuştur. -Allah'ın adı her ınüslümanın ağzı iteerinctedir." Hadisi Taberânî, el-Boaat'da zikretmekle birlikte sene­dindeki Mervan b. Salim el-Ğitari, metruk bir ravidir. (el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 30)

[42] Dârakutnî, IV, 296; Buhâri, Zebâîlı 21, Buyu' 5, Tevhid 13, Ebû Dâvüd, EdShî 19; Ne-sat, Dahâyâ 39; İbn Mace, Zebâih 4; Muvatta; Zebâîh 1.

[43] Muvatta', Zebâîh 1.

[44] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/143-145.

[45] Ebü Dâvâd, Edilin 13; tbn Mâce, Zebüilı 4.

[46] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/146.

[47] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/146-147.

[48] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/147-148.

[49] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/148-149.

[50] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/149-151.

[51] Hadisin tamams için bk. Ebû Dâvud, Nikâh 45.

[52] Bukârl, İlin 10, Fardıı'l-Huıns 7, l'tisaın 10; Müslim, İm3re 175, Zeküt 98, 100; Tîrmizl, Um 4; İbnMâce, Mukaddime 17: Dârimî, Mukaddime 24, Rikaak î; Muoatta, Kader 8; Müsned, I, 206, II, 95, 69..

[53] Suyûtî, ed-Durru'l Men$(ir III, 354, 355.

[54] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/151-154.

[55] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/154-155.

[56] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/155.

[57] Bu şekildeki okuyuş Nafi kıraatidir.

[58] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/155-157.

[59] el-Aiîzî, es-Sirâcu'l-MuntrŞerhu'l-Câmi'i's-Sağîr, III. 308; zayıf olduğu kaydıyla.

[60] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/157-158.

[61] Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesâcitî 3; Nesai, Ğııs] 26; Darimî, Salât 111. Siyer 28; Müsned, m, 304.

[62] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/159-161.

[63] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/161.

[64] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/161-162.

[65] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/162-163.

[66] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/163.

[67] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/163-164.

[68] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/165-166.

[69] Tercümede muzaf ile ınıızafıtı ileyhin arasına giren zarf, iki tire arasında gösterilmiştir.

[70] Burada da muzaf ile ınuzafun ileyhin arasını ayıran ibarenin tercümesi tire arasına alın­mıştır.

[71] Burada da ınvızaf ile mııznfun ileyh arasına "bugün" anlaınındnki zarf olan kelime gir­miş bulunmaktadır.

[72] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/166-171.

[73] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/171-173.

[74] Bu açıklamalara göre İbn Abbas'ın kınıcıtinin nıeâli şöyle yapılabilir; "Şu davarların ka-nnbrında bulunup da onların arasından halis olanlar (salimen çıkanlar), erkeklerimi ze ait olacaktır..."

[75] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/173-175.

[76] Bıı rivayeti :ıynı şekilde, senedsiz ve meçhul siğa (ruviye: rivayet edildi) diye, es-Se-merkandî, Bahru'l-Ulûm, III, 517'de nakletmektedir.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/175-176.

[77] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/177.

[78] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/177.

[79] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/177-178.

[80] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/178-179.

[81] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/179-180.

[82] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/180.

[83] Aynen ve kimileri farklı lafızlarla, aynı manada olmak üzere: Bukârt, Zekat 55; Müslim, Zekat 7; Ebâ Davûd, Zekât 12; Tirmizt, Zekât 14; Nesaî, Zekât 25; İbn Mâce, Zekât 17, Muvatta; Zekât 33: Müsned, I, 145, 111, 341, 353, V, 233.

[84] Ancak şeker kamışında onda birföjiir) vardır. (Dr. ez-Zııiıaylî, el-Fikku'l-lstâmî, II, 804).

[85] Aynen ve benzer lafızlarla; Buhârt, Zekât 4. 32, 42. 56: Müslim, Zekât 7; EbûDĞvt'td, Zekat 2; Tirmizt, Zekât 7; Nes&l, Zekât 5. 18, 21. 24; İbn Mace. Zekat 6; Dârimi, Zekât 11; Mu-vatta". Zekât 1, 2; Müsned, II, 92, 402, 403 ..

[86] Dârakutnî, II, 100.

[87] Tirmizî, Zekât 13. Tirmizî, bu hadisin isnadının sahili ol<nadığınt belirttiği gibi; biraz son­ra merhum Kumıbfnin de nakledeceği gibi, "bu hususta sahili bir rivayetin olmadığı­nı" da belirtmekledir.

[88] Bk. Dâmkutni, II, 94-102.

[89] Tirmizî, Zekât 13.

[90] îbn Abdi'1-Berr. el-lstizkâr, XVII. 270-271.

[91] Bir menn, 960 dirhemdir. (M. Necınüddin el-Klirdî, Sert Ölçü Birimleri..,, Ter.: İ, Tü­fekçi, İstanbul 1996, s.63>. Bir dirhem de ortalama 2,97 gr. kabul edildiğine göre (ay­nı eser, s.130); bir menn: 960 x 2,97: 2651,2 gr. dır.

[92] Muvatta', Zekât 36, (bâb: 221.

[93] Bk. İbn Abdi'1-Berr, el-İstizkâr, XVII, 271 v.d

[94] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/180-186.

[95] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/186-187.

[96] Ebû Dâvûd, Zekat 14'te hadis rivayeti şu şekildedir: -Rasulullah (sav), hurma ağaçla­rında ki ıruthsıılün w hinin edilmesini emrettiği gibi, itettmün de talimin edilmesini ve ze­katının da kum üzüm olarak alınmasını emretti..."

Bu rivayetin yer aldığı diğer kaynaklar: Tirmizt, Zekât 17; Nesaî, Zekât 100; İbn Mace, Ze­kat 18.

[97] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/187.

[98] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/188.

[99] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/188.

[100] Ebû D&vOd, BuyıV 35; îbn Mâce, Zekât 18; Muvatta; Mıısakaat 1.

[101] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/188.

[102] EbûDâvâd, Buyu'35.

[103] Dârakutnî, 11, 134; Muvatta, Musakaat 1.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/188-189.

[104] Bb& Dâvûd, Zekât 15; Tirmizî, Zekât 17; Nesat, Zekat 26; Dârimî, Buyu', 76; Müsned, III, 448.

[105] Ebü Dâvûd, 2ek;1t 15.

[106] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/189.

[107] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/189-190.

[108] Bu manadaki hadis, 6. başlıkta geçmişti. Kaynaklan için oraya bakılabilir.

[109] 6. başlıkta geçmişti.

[110] Bir rrnld;» y:ıkhşık 397, 26 gr. olur. Bk, e!-K\ırdî, a.g.e., s.206; özellikle de s. 197 v.d...

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/190.

[111] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/190.

[112] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/191.

[113] 13. başlıkta geçmiş ve kaynakları orada gösterilmişti.

[114] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/191-192.

[115] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/192.

[116] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/192.

[117] Buhâri, Zekât 55; Müslim, Zekât 7, Ebu Davûd, Zekât 12; Nesaî, Zekât 25; İbn Mâce, Zekât 11.

[118] Bu lafızla rivayeti Nesâî'd e tesbit edemedik.

[119] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/193-194.

[120] Cl) Nesâİ, Zekât 23; tırmık içi ifadeler, Nesâfden.

[121] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/194.

[122] Ebü Dâvûd, Zek;lt 5; Tirmizl, Zekfii 19; İbn Mâce, Zekât 14.

[123] Buhârt, Zekât 18, Nafakat 2; Muzlim, Zekât 95; Ebû Dâvûd, Zekât 39; Nesâî, Zekât 53, 60; Dârimî, Zekât 21, 22; Müsned, II, 245, 278, 402..., III, 330, 346, 402, 434.

[124] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/194-196.

[125] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/196-199.

[126] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/199-200.

[127] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/200.

[128] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/200-202.

[129] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/202-203.

[130] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/203.

[131] Muvatta, Sayd 13. Ayrıca; Buhâri, ZebSih 29, Müslim, Sayd 3. 12, 16; Nesâî, Stıyd 28; İbn M6.ce, Sayd 13; Muvatta, Sayd 14; Müsned, II. 36, 418.

[132] Elimizde bulunan basdı Ahkâmu'l-Kuı^ân, II, 764te ifade :ız farkla şöyledir:

"Btı âyel-i kerime, çoğunluğun görüsüne göre Medenî-Mekkî (Yani hicretten sonra, ama Mekke sınırlarında inmiştir) Peygamber (sav)'e; "Bugün sizin için dininizi tamamla­dım..." (el-Mâide, 5/3) âyetinden sonra inmiştir. Bu da Arefe gününde idi. Bundan son­ra da nesli edici bııynık inmemiştir. O halde bu âyet muhkemdir."

[133] Muvatta, Snyd 13-14.

[134] Buhârt, Zebâilı 28.

[135] Buhârî, Diynl 6; Müslim, Kasâme 25. 26; Ebû DâvUd, Hııclûd 1; Tirmizî, Hudııd 15; Nesai, Tahrirnu'd-Dem 5, 11, 14; lbn Mace, Hııdıkl 1; Darimi, Hııdud 2, Siyer 11; Mûs-ned, 1, 61. 63. 65..., VI, 181, 214.

[136] Birinci bnşlıkm geçti.

[137] Müslim, Sayd 15-16; Ebü Dâv&d, Et'ime 32; Tirmizî, Sayd 9, 11; İbn Mace, Sayd 13: Da­rimi, Edâtıî 18; Mû&ned, I, 147, 244, 302..., III, 323: IV, 89, 90, 127. Ancak: 'Ma'n'dan, Malik'ten..." şeklinde değil.

[138] Muvatta, Sayd 4. sah.

[139] Muvatta, Sayd 11,

[140] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/204-208.

[141] Tirmizî el-H;ımıîm, Nevâdiru'l-Usûl, I, 543-54'i. (2) Ebû Dâvûd, Et'imc 29,

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/209-210.

[142] Ebû Dûvûd, Etime 29.

[143] Nesâî, Sayd27.

[144] Ebâ Dâvûd, Et ime 24; Tirnüzî, Et'ime 24; İbn Mace, Zebâih 11,

[145] Bbû Dâvûd, Et'ime 24.

[146] Ebu Dâvad, Et'ime 26.

[147] Nesât, Saycl 25.

[148] Buharı, Et'ime 10, 14, Zebnih 32, Müslim, Sayct -ij, 44; Ebû Dâvâd, Etime 27; Nesâî, S;ıycl 26; îbn Mûce, Sııycl 16; Darimt, Sayd 8: Muvattu, İsti'znn 10; Müsııed, I, ~3_\2, 345; IV, 88-89.

[149] Buhüri, Hibe 5, Zebâih 10, 32: Müslim, S:ıyd 53: Tinnizİ, Et'ime 2; Nesâî, Sayd 25; İbn Mace, Snye 17; Dârimi, S:ıyd 7; Müsned, ili. 119. 171.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/210-215.

[150] İhn M&ce, Efijne 31; Müsned, II, 97

[151] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/215-216.

[152] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/216.

[153] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/217-218.

[154] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/218.

[155] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/218.

[156] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/219.

[157] Buh&rî, Zebüih 23.

[158] Müslim, Cihâd 72.

[159] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/219-221.

[160] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/221.

[161] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/221.

[162] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/222-223.

[163] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/223.

[164] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/224-225.

[165] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/225-226.

[166] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/226.

[167] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/226-227.

[168] Bu âletlerdeki ilnlıi on buyruk şunlardır

1.  Allah'a orrak koşmayın

2. An a-babaya iyilik yapın

J. Açlık korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin

4.  Giziisiyle açığıyla hayasızlıklara yaklaşmayın.

5.  -Hak olması hali dışında- Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın.

6. Ergenlik yaşına gelinceye kadar, -en güzel yol ile olması hali dışında- yetimin malı­na -kötfl maksatla- ilişmeyin.

7 Ölçü ve Tnrtıyı tastamam ve adaletle yapın.

8.  Söz söylediğinizde -yakın akraba dalıi olsa- adalette söz söyleyin.

9.  Allah adına verdiğiniz sözü eksiksiz yerine getirin.

10. Benini bu dosdoğru yoluma uyun. sizi bu yolumdan ayırıp birliğinizi dağıtacak baş­ka yollara sapmayın.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/227-228.

[169] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/228.

[170] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/228-229.

[171] Müslim, Nikâh 141; !bn Mâce, Nikah 61; Müsned, VI, 361. i_

[172] îbnMâce, Nikah 30

[173] Müsned, III, 49, 59-

[174] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/229-230.

[175] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/230.

[176] Buhârî, Zekat 1, Cihnd 102,  İ'tisaın 2; İscitâbetû'l-Murteddin 3; Müslim, İman 32-33; Ebû D&vüd, Zekât 1; Tirmizl, İman 1; Nesâî, ZekSt 3, Cilıad 1, Tahriınu'd-Dem 1.

[177] Buhârî, Diy.it 6; Muslini, Kas3ı«e 25, 26; Ebû. Dâvûd, Hudûd 1; Tirmizî Hııdûd 15, Dîyat 10; Nesâî, Knsâme 6,14, Tnhrimu'd-Dem 5, 11, 14; İbnMâce, Hudûd 1; Dârimî, Siyer 11, MlSsned, I, 61, 63, 65..., VI, İSİ, 214.

[178] Müslim, İmare öl.

[179] Ebâ Dâvûd. Hudııd 28; Tirmizî, Hudüd 24; İbn Maee, Hııdûd 12.

[180] Bbû Dûvûd, Diyar 11, Cihad 147; aynen bk. Bukârî, Diyât 24, 31, İlin 39; JVesdî, Ka-sâme 10, 13; tbn M&ce, Diy:1t 31; Müsned, I, 119, 122, II, 180, 192, 210, 211.

[181] Ebû Dâvûd, Ferdiz 10; Tirmizî, Ferfiiz 16; İbn Mâce, Ferâiz 6: Darimi, Feraiz 29; Müs­ned, II, 195.

[182] Ebü Dâvûd, Cihad 153; Nesât, Kasame 14; Darimt, Siyer 61; Müsned, V, 36, 38.

[183] Nesât, Kas.îme 14; İbn Mâce, Diyfit 32; Ebû Dâvûd'da tespit edemedik.

[184] Buhârt, Diyal 30, Cizye 5; Nesâl, Kasüme 14; îbnMüce, DiyâE 32.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/230-232.

[185] Tirmizt, Fiten 1; Nesâî, Tahriımıd-Dcm 5;^*» Mâce, HııdOd 1 (az farkla)

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/232.

[186] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/233.

[187] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/232-235.

[188] Muvatta', Cibâd 26. Benzeti diğer rivayetler ve bunun muttasıl bir seneöle rivayeti için bk.: İbn Abdi'1-Berr. et-lstizkâr, XIV, 211 v.d.

[189] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/235-236.

[190] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/236.

[191] Darimî, Mukaddime 23; Müsııed, I, 435, 465.

[192] İbn Mâce, Mukaddime J; Müsned, III, .197.

[193] Dâriml, Mukaddime 19, Hadis no: 1<İ5.

[194] el-Heyseınî, Mecmau'z-Zevâîd, I, 158. Ayrıta bk. Müslim, Hncc 412; Nesai, Menüsik 1; İbn Mâce, Mukaddime 1; Müsmd, II, 196, 247, 258, 31$, 355, 428, 448, 457, 482, 495, 508.

[195] İbn Mâcc, Mukaddime 6; Tirmizî, İlin 16; Ebû Dâvûd, Sünne 5, Dârimî, Mukaddime 16, Müsııed, IV, 126, 127.

[196] Ebû Dâvad, Sünne 6.

[197] Dârimi, Mukaddime 29; (Abdullah b. Mesudun sözü olarakJ. no: 307.

[198] Dârimi, Mukaddime 23. I). no: 210.

[199] Dârirrû, Mukaddime 30, H.no: 314.

[200] Dârimî, Mıık:ıddime 30, h. no: 515.

[201] Sehl’in nispet ettiği görüşlerin hepsi MuteziJe'nîn kanaatlerinden olmakla birlikle; nnssları doğrudan inkârları söz konusu olmayıp -yanlış olmakla birlikte- tevil yoluyla bu k;ı na ati erini ortaya koymuş olmaları sebebiyle: Ehl-i Sünnet ve'1-Ceınant çoğunluklu onları tekfir etmemek yolunu tercih etmiştir.

[202] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/236-244.

[203] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/244-245.

[204] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/246-247.

[205] Müslim, İman 249; Tirmizî, Tefsir 6. sûre 9; İbn Mâce, riten 32; Musned, II, 231, 313.

[206] Tinniiî, Deav.ît 98; İbn Mâce, Fiten 31: Müsned, IV, 240, 241; Dârakutni, 1, 197.

[207] Tirmizî, DenvîU 98.

[208] İbn Abdi'l-Berr, el-ltizkâr, XXIV. 52-53.

[209] Tinnizİ, Deavflt 98: İbn Mâce, Zühd 30: Müsned, il, 132, 153, ili, 425.

[210] Müslim, Fiten 118; Ebû Dâvûd, Melalimi 12; İbn Mâce, Fiten 32.

[211] Müslim, Fiten 39. 40; Ebâ Dâvûd, Melihim 12; Tinnizt, Filen 21; lbnMâce, Fiten 28; Müsned, IV. 6, 7.

[212] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/247-253.

[213] T:ıber:ıoî, el-Evsat, I, 384; el-Heysem!, Mecmau'z-Zevâid, VII, 2ji'fle: "kivilerinin scıhilı ridli olduklarını" bdirtıuekledır.

[214] Taburfnî. es-Sağîr, s.243; el-Heysenıî. Mecmau'z-Zevâid, I. 188de "Bakiyye ile Mücn-lîd'irı z;ıyıf r;ıviler olduklaıım' kaydetmekte, Vll, 22de de isnadının "ceyyid" okluğu­nu belirtmektedir.

[215] Suyutî, cd-Durnt't-Mensuı; III. 4()2.

[216] Müslim, İm:tn 16-î; Ebü Dâvûd, BtıyıV 50; Tirmizî, Buyu' 74, İbtıMâce, Tictırât 36; Dâ rimî, BııyıT 10: Müsned, II. 50, 242. 417, HI, 466, IV, 45.

[217] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/253-255.

[218] Bk, Müsned, IV, 321, 345, 346.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/255-257.

[219] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/257.

[220] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/257-258.

[221] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/258-259.

[222] el-Kiyâ er-Taberî. Alıkâmu'l-Kur'âiı, III, 129. Hadisin kaynaklan bir sonraki dipnotta gös­terilecek.

[223] Müslim, Salnuri-Müsâfirin 2<H; Tirmizî, Deav3t 32-, Nesaî, İftltah 17; Dârimî, Salüt 33.

[224] Dârakutni, I, 297-298. Anaık en-Nactr b. Şumeyle nit yorumu belirtilen yerde tespic ede­medik.

[225] Buhârl, Ezan 95, 122; Müslim, S.ılm 45; Ebû Dâvûd, Salât 144; Tirmizî, Mevâkitu's-Sa-!at 110; Nesal, İftieah 7, Müsned, II, 437.

[226] Muvatta, Nidn 37.

[227] Nesaî, İMtnlı 16, Darakutnî, I. 298.

[228] Nesaî, îflifcıh 17, Darakatnl, I. 298.

[229] Nesaî, İftitah 17.

[230] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/259-262.

[231] Müslim, Curana 20-21; Nesaî, Cıımııa 1.

[232] Müslim, Çınıma 22; Nesaî, Cıunıın 1.

[233] "Âdem henüz ruh ile ceset arasında iken ben Peygamberdim' anlamında: İbn Sa'd, Ta-bakat, VII, 60; el-Aüizi, es-Sirâcu'l*MunirŞerku't-CâmU's-Sağlr, III, 96.

[234] Hâkim, el-Müstedrek, IV, 222; el-Heysemî, Mectnau'z-Zeuûid, IV, 17; ravilerinden Ebû Hatnza'nm zayıf olduğu kaydıyla.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/262-263.

[235] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/264.

[236] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/264.

[237] Fuzulî, sözlükte kesicisini ilgilendirmeyen işlerle uğraşım kişi demektir. Fıkhı bir terim olarak Fuzulî; rasnrruf velayeti (yetkisi) bulunmadığı halde, başkasına ait işlerde tasar­rufta bulunan kişi; yn da: Şer'i bir izin bulunmaksızın başkası hakkında tasarruflarda bu-hınan kişi demektir. (Dr, V. ez-Zuhaylî el-Fıkhu'l İslâmî ve Edilletuhû, IV, 167>

[238] Buhârl, Menâkıb 28; Ebû Dâvûd, BtıyıT 27; Tirmizî, Buyu' 34: Mü&ned, IV, 37Ö; Da-rakutnî, III, 10.

[239] Bulıârt, Enbiyn 7, Fiten 4. 28; Müslim Fiten 1, 2; Tirmizl, I-'iten 23; İbn Mâce, Fiten 9: Müsned, VI. 428,

[240] Ebû Dâvâd, Diyât 2: Nesal, Kasflıııe 41; Dârinû, Diyât 25: Müsned, II, 227.

[241] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/264-267.

[242] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/267-269.