"Bu Sûre, Mekkîdır: ancak, 20, 23, 91, 93, 114, 141, 151, 152 ve 153. âyetleri Medenîdir. Âyetlerin sayısı 165 olup, Hicr Sûresinden sonra nazif olmuştur.
"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla"
Ibn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Bu sûre Mekki olup, toptan indirilmiştir. Bu sûre gelirken bütün bir vadi (meleklerle) dolmuş, onu Cebrail ile beraber yetmişbin melek teşyî etmişti. Böylece, melekler indiler de, Mekke'yi kuşatan o iki dağın arası meleklerle dolup taştı.. Bunun üzerine Allah'ın Resulü (s.a.s) kâtiplerini çağırdı ve altı âyet hariç, sûrenin hepsini yazdılar.. Çünkü bu altı âyet Medenîdir. Bu âyetler: (Enam, 151)âyetiyle, müteakip üç âyet (151, 152, 153 ve 154. âyetler); (91. âyet) ve (93. âyet) âyetleridir. Enes (r.a) Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Kur'ân da, En'âm sûresinden başka hiçbir sûre, bana cümleten (toptan) nazil olmadı; şeytanlar, bu sûre için toplandıkları kadar hiç bir sûre için toplanmamışlardı. Bu sûre bana, Cebrail ile beraberinde elli veya ellibln melek olduğu halde gönderildi; bir düğün debdebesiyle, onu kuşatmış olarak getirdiler, havuza suyun yerleştirilmesi gibi, onu göğsüme yerleştirdiler. Allah Teâlâ bununla beni ve sizi öyle şereflendirdi ki artık bundan sonra ebediyyen bizi yoldan çıkarmaz ve zelil etmez. Bunda müşriklerin bütün hüccetlerinin İptali ve Allah'ın cayması mümkün olmayan bir vaadi vardır."
İbnü'l-Münkedir'den rivayet olunmuştur ki, "En'âm" sûresi nazil olduğu zaman, Hz. Peygamber (s.a.s) "Subhânallah!" demiş ve "Andoteun kf bu sûreyi, ufku kaplayacak kadar çok melek (Cebrail ile) birlikte getirdi" buyurmuştur.[1]
Usulcüler şöyle demişlerdir: İki çeşit fazilet, bu sûreye has kılınmıştır:
a) Bu, bir defada (toptan) nazil olmuştur.
b) Bu sûreyi, yere yetmişbin melâike indirmiştir. Bunun sebebi şudur: Bu sûre tevhid, adalet, nübüvvet, me'âd (âhiret) ve dinsizler ile ehl-i bâtıl olan kimselerin inançlarım iptal eden delilleri ihtiva etmektedir. İşte bu da tevhîd (usûl) ilminin, son derece yüce ve yüksek bir mertebede olduğunu göstermektedir. Hem sonra hükümleri anlatan âyetleri indirmede fayda, bazan onları ihtiyaç nisbetinde ve ortaya çıkan hâdiselere göre göndermede olur. Ama tevhide delâlet eden hususları ise Hak Teâlâ toptan indirmiştir. Bu da, senin tevhîd ilminin sonraya bırakılmaksızın derhal bilinmesinin vacip olduğunu anlaman gerektiğine delâlet eder. [2]
"Hamd o gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'adır. Bir de kâfirler kalkıp Allah'a birtakım şerikler koşarlar" (En'âm, 1).
Bil ki cümlesi hakkındaki geniş izahımız Fatiha sûresinde geçmişti. Orada geçen bazı hususları, burada tekrar etmemizde bir mahsur yoktur. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: [3]
"Medh", "hamd" ve "şükür" kelimeleri arasındaki mana farkı hususundadır: Bil ki "medh", "hamd"den; "hamd" de, "şükür"den, daha umûmî bir mânadadır."Medh"in, "hamd" kelimesinden daha umûmî oluşu şu bakımdandır: Medh (övme), hem akıl sahibi varlıklar, hem de aklı olmayan varlıklar (cansızlar, hayvanlar) için yapılabilir. Baksana, aklı olan bir insanı çeşitli faziletlerinden ötürü medhetmek yerinde ve güzel olduğu gibi, bazan şeklinin güzelliğinden ve yaratı I ışındaki incelikten ötürü inci; son derece net ve parlak olduğu için yakut medhedilip: "Bu ne güzellik, bu ne berraklık ve saflık!" denilebilir.
"Hamd" ise ancak, kendisinden sâdır olan nimetlere karşılık, Fâil-i Muhtar (yapıp yapmaması iradesine bağlı) olan Allah'a yapılabilir. Böylece "medh"in, "hamd" kelimesinden daha umûmî manaya geldiği sabit olur.
"Hamd"in, "şükür" kelimesinden daha umûmî mânada olması ise şu bakımdandır: Hamd, nimeti sebebiyle, Fâil-i Muhtar'a ta'zîm etmekten ibarettir. Şükür ise, sadece sana ulaşan ve sende hasıl olan nimetten Ötürü, nimet sahibini tazim etmendir.
Anlattığımız bu hususlarla, "medh"in "hamd"den; "hamd"in de "şükür"den daha umûmî oldukları ortaya çıkmış olur.
Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: "Allah Teâlâ bu surede, "Medh, Allah'a mahsustur" dememiştir. Çünkü "medh"in, Fâil-i Muhtar (Allah) için olabileceği gibi, başka varlıklar için de olabileceğini; "hamd"in ise ancak Fâil-i Muhtar (Allah) için olabileceğini açıklamıştık. Binâenaleyh âyetteki "Elhamdülillah" (Hamd, Allah'a mahsustur) ifâdesi, bu âlemin var olmasında müessir olanın, âlemi kudreti ve meşîeti (dilemesi) ile yaratan bir Fâil-i Muhtar olduğu; yoksa bu müessirin, illetin (sebebin) ma'lûlünü (neticeyi) gerektirmesi gibi, bu âlemin var olmasını gerektiren bir illet olmadığı hususunda açık bir ifâdedir. Hiç şüphe yok ki, bu dinî bakımdan çok önemli bir husustur.
Yine Cenâb-ı Allah, bu sûreye "Şükür, Allah'a mahsustur" diye başlamamıştır. Çünkü şükrün, kendisinden bir nimet sana ulaştığı için, bu nimeti verene saygı duymandan ibaret olduğunu açıklamıştık. İşte bu hususta, kul kendisine ulaşan nimetler sebebi ile bu nimetleri verene ta'zîmde bulunduğu zaman, onun için asıl gayenin o nimetin kendisine ulaşması olduğu hissini vermektedir. Bu ise, Önemsiz bir şeydir. Ama kul "elhamdülillah" "Hamd, Allah'adır" dediğinde, işte bu, kulun sadece kendisine nimet vermesinden dolayı değil, hamde gerçekten müstehak olduğu için Allah'a hamdettiğine delâlet eder. Binâenaleyh kulun ihlası daha mükemmel, kalbinin Hakk'ın nurunu müşahedeye gark olması daha tam.Hak'tan gaynsından ilgi ve alâkasının kesilmesi daha kuvvetli ve sebatlı olur. [4]
lafzı, başına eliMâm getirilmiş müfred bir lafızdır. Bu şekliyle kelime, "hamd" denen şeyin aslını ifâde eder. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: "Allah Teâlâ'-nın "elhamdülillah" âyeti, bu aslın Allah'a âit ve mahsus olduğunu ifâde eder ki bu da, Allah'dan başkasına hamdedilmesine manîdir. Binâenaleyh bu ifâde, her türlü hamd, sena (Övgü) ve ta'zîmin sadece Allah için olmasını gerektirir.
Eğer "Meselâ öğrettiğinden ötürü hocaya (öğretmene), adaletinden ötürü hükümdara (idareciye) ve yaptığı iyilikten ötürü iyilikte bulunana şükretmek (teşekkür etmek) gibi.in'âmda (iyilikte) bulunana şükretmek vaciptir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) "İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a da şükretmez"[5] buyurmuştur" diye bir soru sorulacak olursa, biz deriz ki: "Hakikatte hamdedilen ve teşekkür (şükr) edilen sadece Allah'dır. Bunun böyle olduğunu birkaç yönden izah edebiliriz:
a) İyiliğin bir insandan sâdır olup çıkması, o iyiliği yapmaya sebep olacak hissin kulun kalbinde teşekkül etmesine bağlıdır. İnsanın kalbinde bu hissin teşekkül etmesi ise, kulun kendisinden olan birşey değildir. Aksi halde bunun teşekkül edip meydana gelmesi, başka bir sebebe (hisse) dayanır. Bu teselsülü gerektirir. Aksine bu sebebin kulun kalbinde meydana gelişi, sadece Allah Teâlâ'dandır. Binâenaleyh kulun kalbinde bu sebep (his) tahakkuk ettiğinde, o iyiliğin yapılması vacip; bu sebebin zail olması durumunda ise, bu iyiliğin yapılması imkânsız olur. Böylece gerçekte o iyiliği yapan (yaptıran), Allah Teâlâ olmuş olur. Bu sebeple de, her türlü hamde ve şükre gerçek mânada müstehak olan sadece Allah'tır.
b) İnsanlardan birisine iyilik eden herkes, bunu, ya bir menfaat elde etmek için, yahut da bir zararı savuşturmak için yapar. Bir menfaat elde etme hususuna gelince, yaptığı bu iyilik sebebi ile, ya kalbinde bir sevinç ve memnunluğun, yahut dünyevî az veya çok bir karşılığın, yahut da uhrevî bir mükâfaatın meydana gelmesini umar. Bir zararı savuşturma hususuna gelince, insan herhangi bir canlıyı bir zarar veya belâ içinde görünce, kalbi o canlıya bir şefkat duyar. İşte bu şefkat ve rikkat, o canlının o zarara düştüğünü gördüğü zaman insanın kalbinde doğan bir çeşit acı ve elemdir. Binâenaleyh bu insan, o canlıyı bu belâdan kurtarmaya çalıştığında, o rikkat kalbinden gider ve kalbinin elem veren bu rikkattan kurtulması ile kalbi itminana erer, hoşhal olur. İşte onun yaptığı bu iyilik, sanki kalbinin, o hissettiği rikkatin eleminden kurtulması için olmuş olur. Böylece, Hak Teâlâ'nın dışındaki her varlığın, yaptığı iyiliği vasıtası ile, ya bir menfaati celbetmek, yahut da bir zararı defetmek için yapmış olduğu sabit olur. Fakat Hak Subhânehû ve Teâlâ, ihsanda bulunur ve bununla ne bir menfaati celbetmek, ne de bir zararı defetmek ister. Binâenaleyh hakîkî mânada iyilikte bulunan sadece Allah Teâlâ olmuş olur. İşte bu sebeple de her türlü hamde müstehak olan, sadece Allah'dır ve bundandır ki O, sûreye elhamdülillah diye başlamıştır.
c) Mahlûkâttan herhangi birinin yaptığı her iyilikten istifade etme, ancak Allah Teâlâ'nın ihsanı ile tam ve mükemmel olabilir. Baksana eğer Allah Teâlâ, böyle çeşit çeşit nimetleri yaratmamış olsaydı, insan bir buğdayı ve bir meyveyi bir başkasına veremezdi. Yine eğer Allah Teâlâ, o nimetlerden istifâde edilmesine imkân veren beş duyuyu insana nasîb etmeseydi, insan nimetlerden istifâde edemezdi. Yine Cenâb-ı Hak, insana hastalıksız bir mîzaç ve sağlam bir bünye vermeseydi, insanın onlardan istifâdesi mümkün olmazdı. Binâenaleyh Allah'dan başkasından olan hertürlü iyilikten istifâdenin, ancak Allah'ın ihsanı ile tamamlandığı sabit olur. İşte bu durumda da gerçekte Allah'dan başka hiçbir muhsinin (iyilik yapanın) bulunmadığı ve hamde ancak ve sadece Allah'ın müstehak olduğu ortaya çıkar. İşte bu sebepten ötürü de, Hak Teâtâ, Elhamdülillah diye başlamıştır.
d) Her türlü nimetten istifade etme, istifâde edecek olanın diri, kadir ve âlim olması halinde mümkündür. Halbuki var olma, hayat sahibi olma, kadir olma ve âlim olma (bilme), ancak Hak Teâlâ'dan olan birer nimettir. Asıl terbiye ve çeşitli rızıklar, insanın çocukluğundan başlayıp, ömrünün sonuna kadar, ancak Allah'dan olabilir. Hem sonra insan, Rahman tarafından kendi hilkatine konulmuş olan hikmet eserleri üzerinde düşünüp, Altah Teâlâ nın insanın uzuvlarına yerleştirdiği çeşitli fayda ve maslahatları gördüğünde, bunların, uçsuz bucaksız bir okyanus olduğunu anlar. Nitekim Hak Teâlâ, "Allah'ın nimetlerini saymak isteseniz, sayamazsınız" (um,^) buyurmuştur. Farzedelim ki kul, bir başkasına bir iyilik yapabiliyor. Ama kulun bu iyiliği, bir damla kadardır. Halbuki Allah'ın nimetleri başta ve sonda olarak, gizli ve aşikâr olarak sınırsızdır. İşte bundan dolayı mutlak mânada hamd-ü senaya müstehak olan sadece Allah Teâlâ olup yine bundandır ki burada elhamdülillah buyurmuştur. [6]
Allah Teâlâ, şu
sebeplerden ötürü, "Elhamdülillah" demiş, 4H Ürl "Allah'a
hamdederim" dememiştir: ve Arasndaki Fark
1) Hamd, kalbin işidir. İnsan çoğu kez, hamd-ü senanın gerçek mânasını kalbinde hazır bulmadığı halde, bu sözü
söyleyebilir. Binâenaleyh böyle bir anda, Allah'a hamdederim demiş olsa yalan söylemiş olur ve kalbinde olmayan bir şeyi haber vermiş olduğu için de zemme ve cezaya müstehak olur. Ama o, Elhamdülillah dediği zaman, "Hamdın aslı ve hakikati Allah'a aittir" demiş olur. Bu söz ise, hamd-ü sena gerçek olarak o kulun kalbinde ister bulunsun, ister bulunmasın hak ve gerçektir. Böylece insanın bu sözü söylemesi, yüce bir ibadet ve kıymetli bir taat olur. Binâenaleyh bu iki söz arasındaki fark ortaya çıkmaktadır.
2) Rivayet olunduğuna göre Allah Teâlâ, Dâvûd (a.s)'a şükretmesini vahyetti. Davûd (a.s) da: "Ya Rabbi, sana nasıl şükredebilirim? Çünkü sana şükredebilmem de ancak beni şükre muvaffak kılmanla mümkün olur. Bu da, ayrı bir nimettir. Bu da, sana ayrı bir şükrümü gerektirir. Bu teselsül sonsuza kadar sürüp gider. Sonsuz olan birşeyi yapmaya gücüm yok" dedi. Allah Teâlâ, Davûd (a.s)'a "Bana şükretmekten âciz olduğunu anladığın zaman, bana şükretmiş olursun" dedi.
Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Eğer insan, "Allah'a hamdederim" demiş olsaydı, hamdi ve şükrü yerine getirdiğini iddia etmiş olurdu. Binâenaleyh ona bu soru yöneltilmiş olurdu. Ama o, "Elhamdülillah" dediği zaman, kulun bu sözünde, hamdü senayı yerine getirdiği iddiası bulunmayıp, aksine bu sözü, ister kendisi bu hamdi yerine getirebilsin, isterse getiremesin, Hak Teâlâ'nın hamd-ü senaya müstehak olduğu m anasın d ad ir.
3) Eğer kul, "Allah'a hamdederim" demiş olsaydı, bu, sadece kendisinin yaptığı hamdi ifâde eder, başka kulların hamdini ifâde etmezdi. Ama kul, "Elhamdülillah" dediği zaman, onun bu sözüne hem kendi hamdi, hem de, âlemin ilk yaratılışından mükelleflerin, cennetlerin derecelerinde, cehennemin de derekelerinde yerleşmelerine kadar olan bütün hamdler dahil olur. Nitekim Hak Teâlâ, "Onların dualarının sonu da, "Elhamdüllllâhİ Rabbi'l-âlemin= Hamdolsun kâinatın Rabbf olan Allah'a" demektir" (Yunus, 10) buyurmuştur. Böylece, elhamdülillah demenin daha faziletli ve daha mükemmel olduğu anlaşılmış olur. [7]
Bil ki bu ifâde, beş
sûrenin evvelinde getirilmiştir.
1) Fatiha sûresinin başında... Cenâb-ı Hak bu sûreye, diye başlamıştır.
2) Tefsirini yapmakta olduğumuz bu sûrenin başında.. Hak Teâlâ bu sûreye de diye başlamıştır. Birinci ifâde, daha umumî bir ifâdedir. Çünkü "âlem", Allah'ın dışında kalan her mevcuttan meydana gelir. Buna göre, "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'adır" hükmünün muhtevasına, Allah'ın dışında kalan her mevcut, her varlık girer. Hak Teâlâ'nın, "Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah a mahsustur" buyruğuna ise, sadece gökleri, yeri, karanlıkları ve nuru yaratma girer. Bu ifâdenin muhtevasına, yaratılan diğer şeyler ve kâinat girmez. Binâenaleyh, bu sûrenin başında zikredilen hamdetme işi, sanki, Fatiha sûresinde zikredilen "hamd"in muhtevasına giren hususlardan sadece bir kısmını bildirmekte ve o mücmelin bir tafsili olmaktadır.
3) Kehf sûresinin başında.. Cenâb-ı Hak bu sûreye de diye başlamıştır. Bu da, bir çeşit nimete tahsis edilmiş bir hamdetme demektir ki, bu da ilim, marifet, hidâyet ve Kur'ân nimetidir. Netice olarak diyebiliriz ki, peygamberler gönderme vasıtasıyla elde edilen nimetlerdir.
4) Sebe sûresinin başında... Cenâb-ı Hak bu sûreye de diye başlamıştır ki, bu da, Hak Teâlâ'nın (Fatiha süresindeki) ifâdesinin muhtevasına giren bir kısımdır.
5) Fatır sûresinin başında... Cenâb-ı Hak bu sûreye de diye başlamıştır. Bu da. Fatiha süresindeki hamdin muhtevasına giren kısımlardan bir kısımdır. Böylece tam ve külli olan hamdin Fatiha Sûresinin başında olan hamdetme işi olduğu ortaya çıkmıştır ki, bu da O'nun "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'adır" ifadesidir. Bu böyledir, zira her varlık ya lizâtihî vâcibu'l-vücûddur, yahud da lizâtihî mümkinu'l-vücûddur. Lizâtihî vâcibu'l-vücûd olan tek olup, O da Allah (c.c)'dır. O'nun dışında kalanlar ise mümkin varlıklardır. Her mümkinin varlık âlemine dahil olması, ancak Allah Teâlâ'nın îcadı ve tekviniyle mümkündür. O halde var olma, bir nimettir. Var etme ise, bir in'âm ve terbiyedir, büyütmedir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Allah Teâlâ, kendisi dışında her şeyin mürebbîsi (terbiye edicisi, eğiticisi) ve lütfedip ihsanlarda bulunanıdır. Binâenaleyh sözü, maksadı tastamam yerine getiren külli ve kapsamlı bir sözdür. Ama, diğer sûrelerin başında zikredilen hamd'lerden her biri, bu sûrenin başında (Fatiha) zikredilen hamdın kısımlarından bir kısım, çeşitlerinden bir çeşittir. [8]
Buna göre şayet, "Hâhk, Fâtır ve Rabb arasında ne fark vardır? Hem Cenâb-ı Hak, tefsirini yapmakta olduğumuz bu sûrenin başında, fiil-i mazî siğasıyla "gökleri ve yeri yarattı.." Fatır sûresinde ise, ism-i fail siğasıyla, "Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah'a mahsustur" buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki:
Bu sorunun birinci şıkkına şu şekilde cevap veririz: "Halk" (yaratmak); takdir etmekten ibarettir. Cenâb-ı Hak hakkında "takdîr" ise, O'nun, bütün kâinata ve mümkinâta ulaşan, bütün cüziyyât ve külliyât hakkında geçerli olan ilminden ibarettir, O'nun ilmidir. O'nun "Fâtır" olması ise, yaratmasından ve icad etmesinden ibarettir. O halde Allah'ın Hâlık olması, ilim sıfatına; Fâtır olması, kudret sıfatına bir işaret olup, O'nun Rabb ve Mürebbî olması ise, bu her iki hususu da kapsaması demektir. Böylece O'nun Rabb olması, daha mükemmel bir mâna ihtiva etmektedir.
İkinci şıkkına da şu şekilde cevap verebiliriz: Halketmek (yaratmak), "takdir"den ibarettir. Allah hakkında "takdir etmek" ise, O'nun, malûmatı bilmesinden ibarettir. Bir şeyi bilmek, malûm olan şeyin, var olmasından önce bulunabilir. Baksana bizim, bir şeyi o varlık âlemine girmezden önce bilmemiz mümkündür. Ama bir şeyi îcad edip yaratmak ise ancak eserin var olması halinde meydana gelir. Bu husus, ehl-i sünnet ve'l-cemaat mezhebinin "Kudret makdûrun var olması halinde, ancak o makdûrun var olmasını etkiler" şeklindeki düstûruna bina edilmiştir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak "gökleri yarattı" buyurmuştur ki, bu ifâdeyle O'nun, osemâvât (gökler) var olmazdan önce onları bildiği; "Gökleri ve yeri yaratan tabiriyle..." de O'nun, o semâvât var olduğu zaman onların yaratıcısı ve mucidi olduğu mânası kastedilmiştir. [9]
Elhamdülillah "Hamd Allah'a mahsustur" buyruğu hakkında iki görüş ileri sürülmüştür:
Birinci görüş: Bundan "Allah'a hamdediniz" mânası kastedilmiştir. Bu ifâde, şu sebeplerden ötürü cümle-i haberiyye sığasında getirilmiştir:
a) Elhamdülillah "Hamd, Allah'a mahsustur" tabiri, hem lalız hem de mânanın öğretilmesini ifâde eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak şayet, "hamdediniz!" demiş olsaydı, bu iki faydanın ikiside birden elde edilmiş olmazdı.
b) Bu, O'na ister hamdeden olsun, isterse olmasın, O'nun daima hamde müstehak olduğunu ifâde eder.
c) Bu ifâdeden maksat, delil ve hüccet zikretmek, îrad etmektir. Binâenaleyh, bu ifâdeyi haber sîgastyla getirmek, daha evlâ olur.
İkinci Görüş: Bu, ekseri müfessirlerin görüşü olup buna göre ifâde "Deyiniz ki: "Hamd Allah'a mahsustur" şeklindedir. Bu görüşte olanlar, "bunun delili şudur" demişlerdir: "Bundan murad, kullara öğretmedir. Zira Allah Teâlâ bu sûrenin içinde, "Yalnız sana ibâdet eder ve yalnız senden yardım talep ederiz" buyurmuştur. Halbuki bu sözü, ancak kulların söylemiş olması uygun düşer." [10]
Bundan maksad şudur: Hak Teâlâ, hamdetmeyi emredip, insanların akıllarında da hamdetmenin ancak bir nimet mukabilinde güzel olacağı fikri yerleşince, işte bundan dolayı bu emir, mükellefiyeti, Allah'ın kendisine vermiş olduğu çeşitli nimetler hakkında düşünmeye sevkeder. Sonra o nimetin zikredilmesiyle, şu iki şerefli maksada istidlal edilebilir:
a) Bu nimetler yok iken, sonradan var olmuşlardır. Binâenaleyh, bunları mutlaka var eden birisinin bulunması gerekir.. Bu "birisi", kul olamaz; zira herkes, her türlü nimeti kendisi için elde etmek ister.. Binâenaleyh, kula verilmiş o nimetler, kulun kudreti ve ihtiyarı vasıtasıyla olmuş olsaydı, o zaman herkesin bütün nimetleri elde etmiş olması gerekirdi. Çünkü herkes, kendisi için her türlü nimeti elde etmeyi arzular. Bu nimetlerin meydana gelmesi için mutlaka bir mucidin, bir muhdisin olması gerekip, bu muhdisin de kul olmadığı sabit olunca, o zaman kahir ve kadir olan bir muhdisin bulunduğunu kabul edip ikrar etmek gerekir ki bu da, Allah-u Teâlâ (c.c)'dır.
b) Bu kelimenin maksatlarından birisi de şudur: Kalbler, kendisine iyilikte bulunanı sevmek, kötülük edene ise buğzetmek duygusu üzere yaratılmıştır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak kuluna hamdetmesini emredip, "hamdetmek" emri de o kulu, Allah'ın çeşitli nimetlerini hatırlamaya teşvik edince, bu teklif, kulu Allah'ın ona vermiş olduğu çeşitli nimetlerini hatırlamaya sevketmiş olur. Nimetler ise çok olup sayılamayacak derecede olunca, o nimetleri hatırlamanın gereği, Allah sevgisinin kulun kalbine kök salması şeklinde olur. Böylece nimetleri hatırlamanın şu iki kıymetli faydayı ifâde ettiği sabit olmuş olur:
1) O nimetlerin sonradan meydana gelmiş olmaları (hudûs) vasıtasıyla, Allah'ın varlığını kabul etme konusunda istidlal etmektir.
2) Onların birer nimet olduğu hissini duymak, taşımak, kalblerde Allah sevgisinin zuhur etmesini, tecellîsini gerektirir. Zaten bütün ibâdetlerin maksadı da, sadece bu iki şeydir. İşte bu sebepten dolayı Kitâb-ı Kerîm'e Cenâb-ı Hak bu kelimeyle başlamış ve "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'adır" buyurmuştur.
Bil ki bu kelime, sahili bulunmayan uçsuz bucaksız bir denizdir. Çünkü âlem, Allah'ın dışında kalan her şeyin adıdır. Allah'ın dışında kalanlar ise, ya cisimdir veya o cisimde bir haldir veyahut da ne bir cisimdir, ne de o cisimde bir haldir... İşte bu ikinci şık, ruhlardır. Sonra, cisimler ya felekî olur veya unsûrî olur. Felekiyyâtın ilki Arş-ı Mecîd, yani yüce olan ilahî arştır. Sonra da, yüksek olan Kürsî'dir. İnsana Arş'ın ve Kürsî'nin ne olduğunu, onların sıfat ve hallerini, neler olduğunu düşünmesi ve bilip tanıması gerekir. Daha sonra da Levh-i Mahfuz, Kalem, Refref, Beyt-i Ma'mûr ve Sidre-i Müntehâ'nın neler olduklarını düşünmesi ve hakikatlarını bilip tanıması gerekir. Daha sonra, göklerin tabakaları, onların genişliği, kütleleri ve boyutları hakkında düşünmesi gerekir. Yine insanın, gezegen ve gezegen olmayan yıldızlar; anâsır-ı erbaa (dört unsur) ve "mevâlîd-i selâse" yani madenler, bitkiler ve canlılar hakkında tefekkür etmesi gerekir. Sonra da insanın, Allah Teâlâ'nın sinek, sivri sinek, bit pire gibi önemsiz ve zayıf çeşitli şeyleri yaratmasındaki hikmeti düşünüp, sonra da bundan çeşitli arazların cinslerini, uzak ve yakın türlerini bilip tanımaya geçmesi ve bu türlerin her birinden elde edilen çeşitli faydalan bilip tanıması gerekir. Sonra bundan, süflî ve ulvî, arşî ve felekî ruhlar ile, kendisine Hak Teâlâ'nın "Onun huzurundaki kişiler kendisine ibadet etmekten asla kibirlenmezler.." (Enwya, 19) buyruğu ile işaret olunan maddi alâka ve ilgilerden münezzeh olan ruhları tanımaya geçer. Binâenaleyh kul, kendi kudret ve takatine göre, bu sayılanların hepsini zihninde cem ettiği zaman, onun aklında âlemin bilgisine dair ancak bir zerre meydana gelmiş olur ki, bu da, âlemin Allah'ın dışında kalan her şey olduğudur. Sonra, bu durumda kul, bu zerre için meydana gelen bütün var oluşların, onun sıfatları, halleri ve münasebetleriyle ilgili olarak zâtında bulunan bütün var oluş mükemmelliklerinin, ancak Hakk'ın yaratması, O'nun cömertliği ve O'nun varlığından dolayı olduğunu anlamış olur. Bu durumda da, Hak Teâlâ'nın "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'adır" tabirinin mânasına dair, ancak bir zerreyi tanımış olur. İşte bu kelime, sahili olmayan bir okyanus, sonu olmayan bir ifâdedir. Allah, en iyi bilendir. [11]
Biz, Hak Teâlâ'nın kelamının takdirinde olduğunu söylemiştik. Biz bunun böyfe olduğunu belirtmiştik, zira Fatiha süresindeki "Ya/mzsana ibadet eder, ve yalnız senden yardım talep ederiz" sözünü ancak kulun söylemesi uygun düşer. İşte bu sebepten dolayı biz burada böyle bir takdirin yapılmasına ihtiyaç hissettik... Ama bu sûrede geçen "Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah'a muhsustur" buyruğundan maksadın, Allah Teâlâ'nın bu ifadeyle kendi kendisini medhetmiş olması uzak bir ihtimal değildir.
Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Bu, bazı bakımlardan, Allah Teâlâ'nın zât, sıfat ve fiilleri bakımından (mahlûkata) benzemekten münezzeh olduğuna delâlet eder. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hakk'ın Elhamdülillah ifadesi, kendi kendini methetmesi demektir. Bu ise, bu şehâdet âleminde kabîh, çirkin addedilmiştir. Cenâb-ı Hak bunu bize emredince, bu, Hakk'ın halka kıyâs editemiyeceğine delâlet etmektedir. Hak nazarında bu kabîh (çirkin) olmadığı halde, bunun insan tarafından kabîh sayılması gerekmediği gibi, halk tarafından çirkin kabul edilen her şeyin Hak nezdınde kabîh olması gerekmez... İşte bu usûlle, Mu'tezile'nin "Bizim nezdimizde kabîh olan her şeyin, Allah katında da kabîh olması gerekir" şeklindeki sözlerinin bâtıl olması gerekir.
İşte bu düstûr ile, Allah'ın fiillerinin mahlûkatın fiillerine benzemediğini anlayınca, O'nun sıfatlarının, mahlûkatının sıfatlarına; zatının da, mahlûkatının zâtlarına benzemediğini anlamış olursun.. İşte bu durumda da, Cenâb-ı Hakk'ı zâtı, sıfatları ve fiilleri bakımından, başkasına benzemekten tenzîh ve kâmil manada takdis etmek gerekir. O halde, Cenâb-ı Hak (c.c) zâtında tekdir; sıfatlarında, O'na hiç kimse ortak ve benzer değildir. Fiillerinde de tekdir. O'nun, fiillerinde de bir benzeri yoktur. Allah en iyi bilendir. [12]
Hak Teâlâ'nın, "Kî O, gökleri ve yeri yarattı..." buyruğuna gelince, bunda iki mesele bulunmaktadır: [13]
Bu âyetle ilgili olarak ortaya çıkan sorular hakkındadır: Birinci Soru: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah'adır"
ifadesi sanki, "Bana fakîh olan bir adam geldi" sözü gibidir. Zira bu ifâde, fakîh olmayan başka bir adamın da varlığına delâlet eder. Aksi halde bu sıfatın zikredilmesine gerek kalmazdı. İşte bu âyet Hak Teâlâ'nın, "Hamd, o gökleri ve yeri yaratan Allah'adır" ifadesi de, sanki gökleri ve yeri yaratmayan başka bir ilahın da bulunduğu zannını uyandırmaktadır. Aksi halde bu sıfatın getirilmesinin bir faydası yoktur?
Cevap: Biz, "Allah" lâfzının alem (özel) isim yerine geçtiğini söylemiştik. Binaenaleyh bir alem isim için bir sıfat kullanıldığında, bu sıfatın kullanılmasının gayesi "temyiz" (onu başkalarından ayırma) değil; aksine o varlığın o sıfatla mevsûf olduğunu bildirmektir. Meselâ biz, "âlim adam" dediğimiz zaman, "adam" kelimesi, bir mâhiyetin "adam oluş mahiyeti"nin adıdır. Mahiyet ise, zikredilen pekçok şahısları içine alır. Binaenaleyh burada sıfatın getirilmesinden maksad. bu adamı bu bakımdan (bu sıfat ile) diğer adamlardan ayırmak (temyiz etmektir). Fakat, "Âlim Zeyd" dediğimiz zaman, "Zeyd" kelimesi bir alem (özel) isim olup, ancak o belli şahsı ifade eder. Çünkü alem isimler, işaret ismi gibidirler. Binaenaleyh alem olan bir ismi "alim" sıfatı ile tavsif ettiğimizde bundan maksadın, o şahsı başka şahıslardan ayırma olması imkânsızdır. Aksine bundan maksad, bu ismi alan o şahsın, bu sıfatla mevsuf olduğunu bildirmektir. "Allah" lafzı da alem isimlerden olduğuna göre, şüphe yok ki durum bizim anlattığımız şekilde olur. Allah en iyi bilendr. [14]
İkinci Soru: Kur'ân-ı Kerim'in zahiri, yeryüzünün göklerden evvel yaratıldığına delâlet ettiği halde, bu âyette niçin gökler yerden önce zikredilmiştir?
Cevap: Gök (semâ) bir daire, yeryüzü de onun bir merkezi gibidir. Dâirenin meydana gelmesi için merkezin belirlenmesi gerekir. Bunun tersi söz konusu olmaz. Çünkü merkezin bulunması, mutlaka dâirenin belirlenmesini gerektirmez. Çünkü tek bir merkez ile, sınırsız dâirelerin çevrilmesi mümkündür. Binaenaleyh bu itibarla gök yerden önce olunca, göğün yeryüzünden önce zikredilmesi gerekir. [15]
Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak, "(Allah), yeryüzünden de onların (göklerin) mislini yaratmıştır'' rrwt. 12) âyetinin delâlet ettiği gibi, yeryüzünün tabakaları da çok olduğu halde, niçin "gök" kelimesini cemî, "yer"i ise müfred olarak getirmiştir?
Cevap: "Gök" fail, "yer" ise kabil (mef'ûl, göğün tesirinde kalan) makamındadır. Binaenaleyh gök müfred olarak zikredilseydi, tesirin hangisine ait olduğu meselesi karışırdı. Bu ise, bu âlemin faydasını ihlal ederdi. Ama "gök"ler çok olunca, yıldızların birbirleriyle münasebetleri de farklı farklı olur. İşte bu sebeple, dört mevsim, diğer çeşitli haller meydana gelir ve bu farklılıklar sayesinde, dünyanın faydasına olan şeyler hâsıl olur. "Yer", tesiri alıp kabul edendir. Alanırvtek oluşu, alma hususunda kâfidir.
Fakat yeryüzünün tabakalarının birden fazla olduğunu gösteren âyete getince, biz bu hususu o âyetin tefsirinde rraiak, 12) izah ettik. Allah en iyi bilendir. [16]
Bil ki bu âyetin burada getirilmesinin gayesi, yaratıcının varlığına bir delil olması içindir. Bu hususu şöyle izah ederiz. Göklerin ve yerin kütlesi, belirli bir ölçü içinde yaratılmıştır. Bu ise, onları bu ölçülere tahsis eden, bir Fâil-iMuhtar'ın belirlemesi ile olmuştur. Bu cümlenin birincimukaddimesinin izahı şu şekillerde yapılabilir:
a) Her felek, mevcut ölçülerinden daha fazla veya daha noksan olarak takdir edilebilmeleri muhtemel iken belli bir miktar ile sınırlandırılmıştır.
b) Miktarı (ölçüleri) belli olan her felek, birçok parçadan meydana gelmiştir. Bu feleğin yapısına dahil olan her parça, o feleğin dışında kalmış olması mümkün olduğu gibi, feleğin bir parçası olmayan şeylerin de, bu feleğin bir parçası olmuş olması mümkün idi. Binaenaleyh herbir parçanın belli bir yerde yer alması (zorunlu olmayıp) mümkin olan birşeydir.
c) Cisimlik tabiatının aynı olmasının delâleti ile hareket ve sükûn hali her cisim için geçerlidir. Ayrı işlerin, levazımı da ayrıdır. Öyleyse bazı cisimlerin sükûn veya hareket içinde olması mümkin olunca, aynı durumun hepsi için de olması gerekir. Binaenaleyh felekî (semavî) bir cisme hareketsizliği değil de, hareketi has kılmak, mümkin olan bir tahsîsdir.
d) Her hareketin, olduğundan daha hızlı veya daha yavaş olması mümkindir. Binaenaleyh belli bir hızı veya yavaşlığı, belli hareketlere tahsis etmek de mümkin olan bir tahsîsdir.
e) Her hareket, belli bir yöne doğrudur. Hareketlerin, başka bir yöne doğru olmaları da mümkin idi. Binaenaleyh bu belli yönü o harekete vermek, mümkin bir tahsisdir.
f) Her feleğin, ya üstünde ya altında başka bir cisim (felek) bulunur. Bunun, bu sıranın aksine bulunması da mümkin idi. Böyle olabileceğinin delili şudur: Cisimler, madde oluş bakımından eşit olup, bazısı için söz konusu olan şeyler, hepsi için de imkan dahilinde olunca, bir cismin belli bir yere ve sıraya has kılınması da mümkinattan olur.
g) Her feleğin hareketinin bir başlangıcı vardır. Çünkü başlangıcı olmayan bir hareketin var olması imkânsızdır. Çünkü hareketin aslı, bir durumdan başka bir duruma geçmedir. Bu geçiş, kendisinden önce başka bir geçişin bulunmasını gerektirir. Önce oluş ise, kendisinden önce bir başkasının bulunmasına manîdir.
Halbuki bu iki şeyi birleştirmek imkânsızdır. Binaenaleyh her hareketin mutlaka bir başlangıcı olduğu sabit olur. Halbuki o hareketin, belli vaktinde başlayıp da, daha önce veya daha sonra başlamamış olması da mümkin olan bir husustur.
h) Cisimler, bütün mahiyetlerinde eşit olunca, onların bir kısmı felekî (semavi), bir kısmı da unsûrî (yani yeryüzüne ait olan, ana elementlerden meydana gelen) diye tavsif edilirler. Onların bu şekilde tavsîf edilip, başka şekilde tavsif edilmemiş olması da mümkin hususlardandır.
i) Cisimlerin hareketleri, hür ve irade sahibi bir Fail-i Muhtar'ın fiilidir. Bu söz konusu olduğuna göre, bu hareketlerin bir başlangıcı vardır. Bu iki mukaddimeden birincisinin izahı şöyledir: Bu hareketlerde müessir olan, eğer mûcib-i bizzat (zâtı gereği mûcib) olan (bunu gerektiren) bir sebep olsaydı, o illetin mevcudiyyetinin devamından, neticelerinin de devamı gerekirdi. Böylece de o illetin (sebebin) devamından, bu harekette müessir olan cüzlerden herbirinin devamı gerekirdi. Bu imkânsız olduğuna göre, bu harekette müessir olanın, mûcib-i bizzat (zatı gereği mûcib olan) bir illet değil, Fâil-i Muhtar bir varlık olduğu sabit olur. Bu sabit olunca da, o Fâil-i Muhtarın, hareketlerden önce mevcut olması gerekir. Bu da, o hareketlerin bir başlangıcının bulunmasını gerektirir.
k) Delil ile sabit olmuştur ki âlemin dışında sonsuz bir boşluk vardır. Bu delil şudur: Biz, zarurî (kesin) olarak biliyoruz ki, kendimizi bir an için, en üstteki feleğin en kenarında hissetsek, önümüzde ve arkamızda kalan yönleri ayırdederiz. Bunların birbirinden ayırdedilmesi, zarurî olarak bilinir. Bu böyle olunca da, âlemin dışında sonsuz bir boşluğun varlığı sabit olur. Binaenaleyh bu âlemin, şu anda mevcud olduğu yerde bulunup, diğer yerlerde bulunmamış olması da mümkin olan bir husustur.
Binaenaleyh yapılan bu on izah sayesinde, göklerin ve yerlerin kütlelerinin, gerek sıfatları, gerek halleri itibarı ile farklı oldukları sabit olur. Böylece de aklen, bunların zıdlarının ve benzerlerinin bulunması da mümkinâttandır. Bu sebeple, onlara has kılınan bu hallerin ve sıfatların, ancak bir müreccih (tercih eden) ve bir mukaddir (takdir edip veren) sayesinde meydana gelmiş olması gerekir. Aksi takdirde, bir müreccih olmadan, mümkin olan birşeyin iki ihtimalinden (olması veya olmaması ihtimalinden) birinin diğerine baskın çıkması gerekirdi ki bu imkânsızdır.
Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: "Yaratma"nın, "takdir etmek" (ölçüp biçmek, planlamakken başka bir manası yoktur. Bu sebeple akıl, takdirin bu on bakımdan bulunduğuna delâlet edince, yaratmanın da bu on bakımından olması gerekir. İşte bu incelikten ötürü, Allah Teâlâ bu sureye, "Hamd, o gökleri ve yeri yaratan Allah'adır" diyerek başlamıştır. Allah en iyi bilendir.
Bazı alimler, "bu âyette gökler ile yerin ve karanlıklar ile aydınlığın zikredilmesinin gayesi, bunlardaki faydalara dikkat çekmek içindir" demişlerdir. Bil ki göklerin cüzlerinden bir cüzünün faydası bile ciltlerce kitaplara sığmayacak derecede fazladır. Çünkü gökler, bu âlemin mevâlidine (bitki, maden ve canlılarına) nisbetle, baba; yeryüzü ise yine bunlara nisbetle ana gibidir. Binaenaleyh fail durumunda olan sebep, semavî; kabil (mef'ûl) olan sebep ise arzî (yeryüzüne ait)dir. İşte bu iki sebep ile, mevâlid-i selâsenin (yani bitki, maden ve canlılar gibi, üç çeşit doğan varlığın) işi tamamlanır. Bunu, derin derin izah etmenin imkanı yoktur.
"Karanlıktan ve aydınlığı var eden..." buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: [17]
lafzı, "yaratıp, var etti" manasına geldiği zaman bir mef'ul alır, aynen bu âyette olduğu gibi.. (haline getirdi, yaptı...) manasına geldiğinde işe, iki mef'ûl alır. Nitekim, "Onlar Rahman'm "Onlar, Rahman'm kullan olan melekleri, dişiler yaptılar (saydılar)" (Zuhruf, 19» âyetinde olduğu gibi... (yarattı) ve (yaptı, kıldı..) fiilleri arasındaki fark şudur: fiilinde, "takdir etme" (ölçülü olarak yapma) manası, birşeyden başka birşey çıkarıp yaratma ve birşeyi başka bir şey haline çevirme ve dönüştürme" gibi "tazmin" ve "tasyîr" (oluşturma, dönüştürme) manası vardır. Meselâ, "Ondan, onun eşini yarattı" (A'rai, 189) "sizi çiftler yaptı" (FatıMi) ve "O, tanrıları bir tek tanrı mı kılmış?" (sd, 5) âyetlerinde olduğu gibi. Cenâb-ı Hakk'ın burada WU*- fiilini kullanması çok güzel ve yerindedir. Çünkü karanlık ve aydınlık, birbirini takib eden iki şey olunca, bunlardan herbiri diğerinden meydana getirilmiş olur. [18]
Âyetteki, "Karanlıkları ve aydınlığı" ifadesi ile ilgili şu iki görüş vardır:
a) Bunlardan murad,maddî göz ile görülüp idrak edilen bu iki şeydir. Bunun böyle olduğu hususunu, bu lâfızların, bu manalarda hakikî olarak kullanılışları da destelemektedir. Yine bu iki şey, gökler ve yer ile birlikte zikredildiğine göre, bunlardan ancak maddî (hissî) olan bu iki husus (karanlık ve aydınlık) anlaşılır.
Vahidî, İbn Abbas (r.a)'ın: "Cenâb-ı Allah, "karanlıkları ve aydınlığı var eden" buyurmuş ve "karanlıklar" lafzı ile şirkin, nifakın ve küfrün karanlığını, "aydınlık" (nûr) ile de İslâm'ın, imânın, nübüvvetin ve yakînin nurunu kastetmiştir" dediğini nakletmiştir. Hasan el-Basrî'nin de: "Allah bu âyetle küfür ve imanı kastetmiştir" dediği nakledilmiştir ki, bu iki söz arasında bir fark yoktur. Hasan el-Basri'nin sözü, İbn Abbas'ınkinin bir özeti gibidir.
b) Birisi, "Asıl olan, kelimeleri hakikî (lügavî) manasına hamletmektir. "Zulumât" (karanlıklar) ve nûr (aydınlık) kelimeleri, "gökler ve yer" ifadesi ile birlikte zikredildiğine göre, bunlardan ancak yukarıda söylediğimiz mana anlaşıldığı için, kelimeleri birinci görüşe hamletmek daha evladır" diyebilir. Vahidi ^Kelimeleri her iki manaya birlikte hamletmek daha evlâdır" demiştir. Ama ben derim ki: "Bu zor. Çünkü bu, lâfzı mecazî manaya hamletmektir. Halbuki bir lâfzı aynı bakımdan hem hakîkî, hem mecazî manaya aynı anda hamletmek mümkün değildir." [19]
Cenâb-ı Hak,"karanlıklan","aydınlık"tan önce zikretmiştir ki bunun sebebi şudur: Karanlık (zulmet), nuru (aydınlığı) kabul etme özelliğinde olan cisimde, nurun bulunmamasından ibaret olup, nurun zıddı bir varlığın mevcudiyetinden ibarettir. Bunun delili şudur: Bir insan kandile (ışığa) yakın otursa, bir başka insan da o ışığın uzağına otursa, uzakta kalan, hem yakın oturanı, hem de ışığın bulunduğu havayı aydınlık ve açık olarak görür. Ama ışığın yanında oturan, uzakta olanı göremediği gibi, onun bulunduğu yeri de karanlık olarak görür. Binaenaleyh eğer karanlık mevcut olan bir varlık olsaydı, o karanlık her iki şahsa göre de aynı olmalıydı. Bu böyle olmadığına göre, biz karanlığın, aslında mevcut bir varlık olmadığını anlarız.
Bu sabit olunca deriz ki: Sonradan var olan şeylerin (muhdes varlıkların) yok oluşları, var oluşlarından öncedir. Binaenaleyh karanlık gerek takdir, gerekse gerçekleşme bakımından nurdan öncedir. Binaenaleyh önce zikredilmesi gerekir. Bir hadis-i kutside, "Allah mahlûkah bir karanlık içinde yaratmış, sonra da onların üzerine nurundan serpmiştir" şeklinde nakledilen husus da bu görüşü desteklemektedir. [20]
Birisi çıkıp şöyle diyebilir: "Cenâb-ı Allah, (niçin) "karanlıklar" kelimesini çoğul, "aydınlık" sözünü de müfred olarak kullanmıştır?" Biz deriz ki: Âyette geçen "karanlıklar" (zulumât) lâfzını küfür manasına; "nûr" (aydınlık) lâfzını da imân manasına hamledenlere göre, âyetin manası açıktır. Çünkü hak tek, bâtıl birçoktur. Ama bu kelimeleri maddî karanlık ve aydınlık manasına hamledenlere göre, şu cevap verilir: Nûr, kuvvetli ve tam olan o (aydınlık) durumundan ibarettir. Sonra bu durum, yavaş yavaş azalabilir. Bunun birçok mertebesi ve kademesi vardır. İşte bu sebepten ötürü "karanlıklar" cemi olarak kullanılmıştır.
Cenâb-ı Allah'ın, "Bir de kâfirler kalkıp Rab'lerine başka şeyleri denk tutarlar" buyurmuştur. Bil ki "adi" masdarı, "denk ve eşit tutma" manasındadır. Nitekim birisi, bir şeyi bir şeye eşit saydığında ve denkleştirdiğinde denilir. O halde âyetteki fiili, "onlar, Allah'a başa şeyleri denk sayarak müşrik oluyorlardı" manasındadır.
Buna göre eğer, cümlesi neye atfedilmiştir^ denilirse, biz deriz ki: Bunun, "Allah, yarattığı her şeye mukabil, hamde ve senaya çünkü O, onlart, sadece nimet olsun diye yaratmıştır. Sonra da kâfirler, Rablerine du şeyleri ortak koşmuşlar, böylece de O'nun nimetine karşı nankörlük yapmışlardır" manasında olmak üzere, ifadesine atfedilmesi muhtemel olduğu gibi, "Allah, kendisinden başkasının muktedir olamıyacağı bu büyük şeyleri yarattı; sonra da o kâfirler, asla hiçbir şeye kadir olamayan cansız varlıkları O'na denk tutup eşit sayarak müşrik oldular" manasında olmak üzere, cümlesine matuf olması da muhtemeldir.
Buna göre şayet, "O halde (sonra) manası nedir? Bu niçin getirilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu kelimenin burada getirilmesinin manası, Allah Teâlâ'nın kudretinin delilleri apaçık ortaya çıktıktan sonra, o kâfirlerin Cenâb-ı Hakk'a şirk koşmalarının akla sığmayan ve akıl almaz bir şey olarak görüldüğünü ifâde etmek içindir. Allah en iyi bilendir. [21]
"O, sizi çamurdan yaratan, sonra ölüm (ecel) zamanım takdir edendir. Bir de Onun katında malum bir ecel vardır. Sonra da hâlâ şüphe edersiniz ha!" (En'âm, 2).
Bil ki bu ifadeden muradın, Allah Teâlâ'nın varlığını isbat eden delillerden bir diğer delil olması muhtemel olduğu gibi, bunun âhiretin, haşrin sahîh olduğuna dair bir delil olması da muhtemeldir. [22]
Birincisinin izahı şöyledir: Cenâb-ı Hak, gökleri ve yeri yaratması; bunun ardından da karanlıkların ve nurun birbirini izlemesiyle, hakim olan bir yaratıcının varlığına istidlal edince, buna, insanı yaratması ile de aynı gaye ve matlûbun isbatına istidlalde bulunmayı ekleyerek, "O, sizi çamurdan yaratandır..." buyurmuştur.
Meşhur olan görüş şudur: Bundan murad şudur: Allah Teâlâ, insanları, çamurdan yaratılmış olan Adem'den meydana getirmiştir. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, "O, sizi çamurdan yaratandır" buyurmuştur.
Bana göre bu hususta bir başka izah da şudur: İnsan, meniden ve hayız kanından yaratılmıştır. Bu ikisi de, kandan neşet etmektedirler. Kan ise, gıdalardan meydana gelmiştir. Gıdalar ise, ya hayvanî olur ya da nebatî.., Eğer hayvanî ise, bu canlının meydana gelmesindeki durum, insanın meydana gelmesindeki durum gibi olur. Geriye bunun, bitkisel olması hali kalmıştır. Binaenaleyh, insanın da bitkisel gıdalardan yaratılmış olması keyfiyeti sabit olmuş olur. Şüphesiz ki bu nebatî gıdalar çamurdan (topraktan) meydana gelmişlerdir. Böylece her insanın, topraktan meydana gelmiş olduğu sabit olur. Bana göre bu izah, doğruya daha yakındır.
Sen bunu iyice anladığında biz deriz ki: Nutfe, işte bahsetmiş olduğumuz bu yolla, topraktan meydana gelmiştir. Sonra da bu nutfeden, kalb, beyin ve ciğer gibi şekil, suret, renk ve sıfat bakımından farklı olan muhtelif uzuvlar ile; kemik, kıkırdak, (uzuvları birbirine bağlayan) sinirler ile dizbağlan vb. şeyler gibi çeşitli basit bazı uzuvlar meydana gelmiştir. Birbirine benzer maddede, farklı farklı sıfatların meydana gelmesi, ancak hakîm, bir mukaddirin ve rahim bir müdebbirin takdir etmesiyle mümkündür ki, işte elde edilmek istenen netice de budur.
İkinci vecihin izahı şöyledir: Bu sözün getirilmesinden maksad, âhiret meselesini ortaya koymaktır. Buna göre biz deriz ki: İnsanın bedenini yaratmanın, ancak hakîm olan bir fail ve rahim bir mukaddir ile meydana geldiği sabit olunca, Cenâb-ı Hak, bu uzuvların yaratılışını da kendi hikmeti ve kudretiyle, bu farklı ve çeşitli sıfatlarda tertip etmiştir, düzenlemiştir. Bu kudret ve hikmet, canlıların ölümünden sonra da devam etmektedir. Böylece Allah, hem o hayvanları, hem de onlardaki hayatı "iade" etmeye kadir olur. İşte bu da, âhiretin varlığıyla ilgili görüşün sahih olduğunun delilidir.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra ölüm zamanını takdir edendir" ifadesine gelince bu hususta birkaç bahis vardır: [23]
Birinci bahis: (kaza) lafzıyla, bazan hükmetmek ve emretmek manası kastedilir. Nitekim Allah, "Rabb'in, "kendinden başkasına kulluk etmeyin... diye hükmetti" (isra. 23) buyurmuştur. Yine bu kelime, haber vermek, bildirmek manasına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "B/z kitapta İsrailoğullanna şu haberi verdik..." <l«ra, 4) buyurmuştur.
Yine bu kelime, tamamlandığı zaman, "bir fiilin sıfatı ve hali" manasına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bu suretle onları yedi gök olmak üzere iki günde vücûda getirdi.' (Fussiiet. 12) buyurmuştur. Arapların, "Falanca, falancanın ihtiyacını giderdi" şeklindeki sözleri de bu kabildendir. Arapça'da ecel kelimesi, belirlenmiş vakitten ibarettir... İnsanın eceli: İnsanın ömrünün bitmesi için belirlenmiş vakit anlamına gelir. Borcun eceli ise, onun ertelenmiş olduğu zamanın sona erdiği an demektir.
Bu kelime (ecel), aslı itibariyle tehir manasındadır. Nitekim bir şey geciktiğinde, "O Şey gecikti - gecikiyor - gecikmek o gecikendir" denilir. kelimesi kelimesinin zıddıdır. Sen bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin manası: "Allah Teâlâ, herkesin ölümü için belli bir vakit belirlemiştir" şeklindedir. Cenâb-ı Allah'ın bu belirlemesi ve takdiri, meşiet-i ilâhiyyenin, o ölümü o vakitte meydana getirmeyi dilemesinden ibarettir. Bu âyetin bir benzeri de, "Sonra siz bunun arkasından hiç şüphesiz ki ölüler (olacaksınız)" (Mü'minun. 15) âyetidir. [24]
Allah Teâlâ'nın "Bir de Onun katında malum bir ece! vardır" buyruğuna gelince, bil ki, bu âyetin açık manası, her insan için iki ecelin bulunduğuna delâlet etmektedir. Müfessirler, bu iki ifadenin (iki ecelin) tefsiri hususunda birkaç görüş beyân ederek ihtilaf etmişlerdir:
1) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Âyetetki, "Sonra ölüm (ecel) zamanını takdir edendir" ifadesinden murad, geçmiş gitmiş insanların ecelidir; "Bir de O'nun kâtında malum bir ecel vardır" ifadesinden murad ise, hayatta olanların ecelleridir ki O, bu eceli tahsis etmiştir.
2) Ecelin, Allah katında müsemmâ (belirlenmiş malum) olmasının manası şudur: Çünkü geçmiş varlıklar öldükleri zaman, artık ecelleri malum olmuş olur. Ama hayatta olanlar ise, henüz ölmedikleri için ecelleri malum olmamış olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Bir de O'nun katında malum bir ecel vardır" buyurmuştur.
3) Birinci ecel, ölüm vaktidir. Allah katında malûm olan ecel ise, Kıyametin kopacağı vakittir. Çünkü âhiretteki hayatların müddetinin bir nihayeti ve sonu yoktur. Binaenaleyh bu ecelin ve müddetin durumunun keyfiyetini Allah'tan başka hiç kimse bilemez.
4) Birinci ecel, yaratılış ile ölüm arasındaki zamandır. İkinci ecel ise, ölüm ile dirilme arasındaki zamandır ki buna "Berzah Âlemi" denilir.
5) Birinci ecel uykudur. İkinci ecel ise ölümdür.
6) Birinci ecel, herkesin kendi ömründen geçirdiği müddettir. İkinci ecel ise, herkesin geriye kalan ömrüdür.
7) İslâm hükemâsının görüşüne göre her insanın iki eceli vardır: Birincisi, tabiî olan eceller; ikincisi de tabiî (normal) olmayıp, kaza ve belâlar ile gelen eceller.. Tabiî olan eceller şunlardır: Eğer insanın yaratılışı, bünyevi özelliği, harici tesirlerden korunabitmiş olsaydı, ömrü falanca vakte kadar uzayabilirdi.. Kazalar ve belalarla gelen ecellere gelince, bunlar boğulma, yanma, zehirli haşeratın sokması ve insanı âciz bırakan benzeri belâlar gibi, herhangi haricî bir sebepten ötürü meydana gelen ölümlerdir. Buna göre âyetteki, "Onun katında tayin edilmiş bir ecel..." ifadesi, "O'nun katında malum, veya Levh-i Mahfuz'da zikredilen bir ecel" manasındadır. Bu ifadedeki, "katında" kelimesinin manası, bir kimsenin bir mesele hakkında şöyle demesine benzemektedir: "Bence, mesele şöyle şöyledir."
Şayet, "Nekire olan mübtedâ, haberi bir zarf olduğu zaman, haberden sonra gelmesi gerekirdi. Binâenaleyh ifadesinde mübtedâ niçin başta yer almıştır?" denilir ise biz deriz ki: "Çünkü mübtedâ olan kelime sıfat ile tahsis edilmiş ve marifeliğe yaklaşmıştır. Bu, aynen "Muhakkak ki mümin bir köle, bir müşrikten daha hayırlıdır" (Bakara, 221) âyetinde olduğu gibidir."
Allah Teâlâ'nın "Sonra da halâ şüphe edersiniz ha!" ifâdesi hakkında deriz ki: ve kelimeleri, şekk ve şüphe mânasına gelmekledir.
Bil ki biz: "Bu sözün zikredilmesinden maksat, yaratıcının varlığına delil getirmektir" dersek, bu ifadenin manası: "Böylesi ezici bir hüccet ortaya çıktıktan sonra siz, tevhidin doğruluğu hususunda şüphe ediyorsunuz ha..." şeklinde olur. Eğer bundan maksad, âhiret inancının doğruluğunu ortaya koymak olur ise, mâna yine böyle olur. Allah en iyi bilendir. [25]
"O, göklerde de, yerde de Allah'dır, Sizin İçinizi de dışınızı da bilir. Ne kazanacağınızı da bilir" (En'âm, 3).
Bit ki biz eğer, "Önceki âyetten maksad, kadir ve irâde sahibi bir yaratıcının varlığına bir delil getirmektir" dersek o zaman "Bu âyetten maksad da, Allah Teâlâ'nın herşeyi bildiğini açıklamaktır" deriz. Çünkü önceki iki âyet, Allah'ın kudretinin kemâline delâlet etmekte, bu âyet ise ilm-i ilâhinin kemâline delâlet etmektedir. Bu takdirde, ulûhiyyetin bulunmasında muteber olan diğer sıfatlarla birlikte ilim de tamamlanır.
Eğer biz, "önceki âyetten maksad, âhiret hayatının doğruluğu ve gerçek olduğu hakkında bir delil getirmektir" dersek, "Bu âyetten maksad da, bu açıklamayı
tamamlamaktır" deriz.
Bu böyledir. Çünkü âhireti inkâr edenler, şu iki sebepten ötürü inkâr etmişlerdir:
a) Onlar, insanın bedeninin meydana gelmesinde müessir olan şeyin, tabiatların imtizacı (birbiriyle birleşmesi) olduğuna inanmakta, bu hususta, kadir ve irâde sahibi bir Allah'ın müessir oluşunu inkâr etmektedirler.
b) Onlar âhireti kabul ederler, fakat Allah'ın cüz'iyyatı (teferruatı, detayları) bilemiyeceğini, binâenaleyh itaat edenden isyankâr (kâfir) olanı ayırdedemeyeceğini ve aynı şekilde (mesela) Zeyd'in bedeninin parçalarını, Amr'ın bedeninin unsurlarından ayıramayacağını söylerler. Hak Teâlâ önceki iki âyet ile, kendisinin zorunlu (mecburen yapan) bir sebep değil, kudret ve irâde sahibi bir varlık olduğunu anlatmış, bu âyet ile de bütün malûmatı (herşeyi) bildiğini ortaya koymuştur. İşte o zaman, âhiretin, haşrin ve neşrin (yeniden diriltip, toplamanın) gerçek oluşunun inkârı konusundaki bütün görüşlerin dayanağı olan hertürlü şüphe kaybolur. İşte âyet-i kerimenin nazmı (önceki âyetlerle münasebeti ve ilgisi) hususundaki izah bundan ibarettir.
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [26]
Allah Teâlâ'nın bir mekanda olduğunu söyleyenler, bu âyetteki, "O, göklerde Allah'dır" ifâdesine tutunmuşlardır.
Bu ifâde, ilahın gökte yerleşmiş olduğunu göstermektedir. Bu görüşü savunanlar şöyle demişlerdir: "Bu, Cenâb-ı
Hakk'tn, "GÖktekinin sizi yere batınvermesinden emin mi oldunuz?" <Moik, ıa> âyeti ile de güç kazanmaktadır. "O halde, Hak Teâlâ'nın bu âyetteki, "O göklerde de, yerde de Allah'dır" beyânından ötürü, yerde de yerleşmiş olması gerekir" denilmesi bizi bağlamaz. Böyle bir görüş, Hak Teâlâ'nın aynt anda iki ayrı yerde bulunmasını gerektirir ki bu imkânsızdır. Sonra diyoruz ki, 'Biz, Allah'ın yeryüzünde bulunan bir varlık olmadığı hususunda icmâ ettik ve iki zahirden birisi ile amel etmemekten dolayı, deüJ olmaksmn diğer zahiri mâna de ame) etmemek gerekmez. Binâenaleyh Hak Teâİâ'nın, "O, göklerde Allah dır" ifâdesinin zahirinin, bu zahiri mânası üzere kalması gerekir. Bir de kıraat imamları içinde, bu âyette, "O, göklerde Allah'dır" ifâdesinin sonunda vakf yapıp sonra da yeni bir cümleye başlayarak 'Yeryüzünde de sizin sırrınızı (içfnlzi) ...bilir" diye okuyanlar vardır. Buna göre âyetin mânası şöyle olur: "Hak Teâlâ, sizin yeryüzünde bulunan bütün sırlarınızı bilir." Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, "yeryüzündeki" sözü "sırrınızı" sözüne müteallak (bağlı) olur." İşte onların görüşlerinin tamamı budur.
Bil ki biz ilk önce, bu ifâdeyi zahirî mânasına hamletmenin imkânsız olmadığı hususunda delil getiririz. Bu imkânsızlık birkaç yöndendir;
1) Hak Teâlâ bu sûrede, "De ki: "Göklerde ve yerde olan her şey kimin?" De ki: "Allah'ındır" " (En-âm, 12) buyurmuştur ki bu âyet-i kerîme, göklerde ve yerde bulunan herşeyin Allah'ın mülkü olduğunu beyân etmektedir. Eğer Allah'ın kendisi de, göklerde olan şeylerden birisi olmuş olsaydı, kendi kendisinin mülkü olması gerekirdi ki bu imkânsızdır. Bu âyetin bir benzeri de, "Göklerde, yerde ve bu ikisinin arasında ne varsa O'nundur" (Tâhâ,6) âyetidir. Eğer onlar, "Cenâb-ı Allah'ın "Deki: "Göklerde ve yerde olan herşey kimin?" (Enâm, 12) ifâdesi, göklerde olan herşeyin Allah'ın olmasını gerektirir. Ama âyetteki "herşey" kelimesi, akıl sahibi olmayan varlıklar için kullanılır. Binâenaleyh bunun içine, Allah'ın zâtı dâhil değil" derlerse, deriz ki: "Biz bunu kabul etmiyoruz. Çünkü "Göğe ve onu bina edener yere ve onu yayıp döşeyene, nefse ve onu düzenleyene yemin olsun ki..." (şems, 5-7) ve "Siz, benim ibâdet ettiğime ibâdet etmezsiniz" (Kadran, 3> âyetleri, bu iddianın aksine delildirler. Hiç şüphe yok ki bu âyetlerdeki kelimesi, Hak Teâlâ'yı göstermektedir.
2) Âyetteki, "O, göklerde AUah'dır" ifâdesi ya "O, bütün göklerde mevcuttur", yada, "O, tek bir gökte mevcuttur" mânasmdadır. İkinci ihtimal, âyetin zahirî (açık) mânasını terketmektir. Birincisi ise şu iki şekilde düşünülür: Hak Teâlâ'ntn göklerden birinde bulunan kısmının, diğer göklerde bulunanın ya aynısı ya da gayrisi olması gerekir. Birincisi, mekan (yer) tutan tek bir varlığın iki ayrı yerde bulunmasını gerektirir ki, bu aklın da açıkça göstereceği gibi, bâtıldır. İkinci ihtimal ise Hak Teâlâ'nın cüzlerden ve kısımlardan mürekkeb olmasını gerektirir ki bu da imkânsızdır.
3) Şayet Cenâb-ı Hak göklerde mevcut olsaydı, O sınırlı ve sonlu olurdu. Halbuki, böyle olan her şeyin, artmayı ve eksilmeyi kabul etmesi mümkün olur. Böyle olan her şeyin de, muayyen bir miktarda tahsis edifmiş olması, bir tahsis edenin tahsis etmesinden, bir takdir edenin takdir etmesinden dolayı olmuştur. Böyle olan her şey
ise, "muhdes-sonradan olma"dır.
4) Şayet Allah göklerde bulunmuş olsaydı, bu durumda O, bu göklerin üstünde, başka bir âlemi yaratmaya ya kadir olurdu veya olamazdı. İkinci ihtimal, O'nun aciz olmasını iktizâ eder. Birincisi de, şayet Allah Teâlâ bunu yaratmış olsaydı, o zaman kendisi bu âlemin altında olmuş olurdu. Halbuki, Allah'ın göklerde olduğunu ileri sürenler, O'nun bu âlemin altında olmasını kabul etmezler.
5) Allah, 'Nerede olursanız olun. O, sizinle beraberdir" (Hadid.4); "Biz ona şah damarından daha yakınız" (Kâf, i6), "O, gökte de, yerde de Allah olandır" (Zuhruf. 84) ve "Nereye yönelirseniz, Allah'ın yüzü oradadır" (Bakara, 115) buyurmuştur. Bütün bu âyetler, Cenâb-ı Hakk'ın bir mekânı ve bir cihetinin bulunduğuna hükmetmeyi iptal eder. İşte bu delillerle, bu ifâdeyi zahirine hamletmenin mümkün olmadığı sabit olmuş olur.
Binâenaleyh bu ifâdeyi tevil etmek gerekir. Bu tevil ise birkaç yönden yapılabilir.
a) Hak Teâlâ'ntn, "O, göklerde de, yerde de Allah'dır" ifâdesi, "Allah, gökleri ve yeri idare etmektedir" mânasındadır. Bu, tıpkı birisi bir şeyi yönetip, onun durumunu islâh edip yoluna koyduğunda, "Falanca, falan iştedir" denilir. Bunun bir benzen de Cenâb-ı Hakk'ın, "O, gökte de, yerde de Allah olandır" (Zuhruf. 84) âyetidir.
b) Hak Teâlâ'nın "O, Allah 'dır" ifâdesi tam bir cümledir. Yüce Allah, sonra yeniden söze başlayarak, buyurmuştur ki bu, "O Allah, göklerdeki meleklerin sırlarını ve yerdeki insanlarla cinlerin sırlarını ve sır olmayan şeylerini bilen bir ilahdır" mânasındadır.
c) Bu âyette, takdiri söyle olan bir takdim ve tehir vardır: "O, göklerde ve yerde sizin sırrınızı da, açığınızı da bilen Allah'dır." Bu mânayı şu sözümüz de desteklemektedir: Âyetteki ifadesi "O, fazîletli ve âlim olandır" cümlesi gibidir. Burada kelimesi, hasr (sadece) mânasını ifâde için getirilmiştir. Bu incelik, "Allah" lafzını, müştak (türemiş) bir isim olarak kabul ettiğimiz zaman söz konusudur. Ama "Allah" kelimesini, belli bir varlığı gösteren ism-i işaret olarak, bir varlığın alem (özel) ismi saydığımızda, zamirinin, bu kelimenin önüne gelmesi doğru olmaz. Fakat, "Allah" lafzını müştak kabul ettiğimiz zaman, ifadesi, "O, göklerde ve yerde kendisine ibadet edilendir" mânasında olur. Bu durumda, soru zail olur. Allah en iyi bilendir. [27]
Âyette geçen "sır'*dan murad, kalplerde bulunan, birşeyi yapmaya ve yapmamaya götüren sebepler, niyetler ve düşüncelerdir. "Cehr" (açık, sır olmayan) sözü ile de, insanın uzuvlarının yaptığı şeyler kastedilmiştir. Allah Teâlâ, âyette sim "cehr"den önce zikretmiştir. Çünkü işlerin yapılmasında müessir olan, sebepler ve bu iki gücün toplamıdır. O halde sırlardan sayılan sebep, "cehr" diye adlandırılan zahirî amellerde müessir olan şeydir. Sebebi bilmenin, bunun neticesini bilmeye sebep olduğu sabit olmuştur. Sebep ise neticeden öncedir. O halde aslında önce olanın, lafız bakımından da önce zikredilmesi gerekir. [28]
Hak Teâlâ'nın, "Ne kazanacağınızı da bük" buyruğu ile ilgili bir soru vardır. O da şudur: Fiiller ya kalbe ait olur, ki bunlar âyette "sır" diye ifâde edilmiştir, yahud da uzuvlara âit olur ki bunlar da "cehr" diye ifâde edilmiştir. Demek ki fiiller ya sırrîdir, ya da cehridir. O halde buradaki, "(O Allah) ne kazanacağınızı da biîtr" ifâdesi, birşeyin, yine kendine atfedilmesi mânasına gelir. Bu ise yanlıştır?
Buna şöyle cevap verilir: Allah Teâlâ'nın, "ne kazanacağınızı" ifâdesini, insanın yaptığı işlere karşılık haketmiş (kesbetmiş) olduğu mükâfaat veya ceza mânasına hamletmek gerekir. Bu ifâde netice olarak insanın müktesebi mânasına hamledjlmiş-tir. Nitekim "Bu, onun müktesebidir (kazancıdır)" mânasında, "Bu mal, falancanın kesbidir" denilir. Âyetteki bu ifâdeyi kesbin bizzat kendisi mânasına anlamak caiz değildir. Aksi halde, sizin de sorunuzda belirttiğiniz gibi bu, birşeyi yine kendisi üzerine atfetmek olur. [29]
Âyet, insanın, kendi fiilinin müktesibi (kazananı, mesulü) olduğuna delâlet etmektedir. Halbuki kesb (kazanç) bir
menfaati elde etmeye veya bir zararı gidermeye götüren bir fiildir. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, bir menfaati elde etmekten veya bir zararı defetmekten münezzeh olduğu için, Allah'ın fiilleri hakkında, "Bunlar, Allah'ın kesbidir" denilemez. Allah en iyi bilendir. [30]
"Onlara, Rablerintn âyetlerinden bir âyet gelmeye dursun, mutlaka ondan yüzçevfrtrler" (En'âm, 4).
Bil ki Allah Teâlâ önce tevhidden, ikinci olarak âhiretten, üçüncü olarak da bu iki esası iyice ortaya koyan hususlardan bahsedince, daha sonra nübüvveti anlatan hususlardan bahsetmiş ve buna, o kâfirlerin kendilerine gelen delilleri düşünmekten yüz çevirip, onlara iltifat etmediklerini beyân ederek başlamıştır. İşte bu âyet, taklidin bâtıl ve yanlış; deliller üzerinde düşünmenin ise vacip olduğunu göstermektedir. Şayet b^u böyle olmasaydı, Allah Teâlâ, âyetlerden ve delillerden yüz çevirenleri tenkîd edip ki namazdı.
Vahidî (r.h) şöyle der: Bu âyetteki ifadesinde bulunan menfi cümlede gelen ve cinsin istiğrakı (yani kendisinden sonraki ismin ifâde ettiği cinsin hepsini içine almak) içindir. Bu, tıpkı "Bana hiç kimse gelmedi" sözün gibidir. İkincisi, yani "Rablerinfn âyetlerinden" ifâdesindeki ise, min-i teb'izıyyedir. Buna göre mâna, "Onlara, üzerinde düşünülmesi ve tefekkür edilmesi gereken bir delil ortaya çıktığı zaman, onlar mutlaka ondan yüzçevirirler"
şeklindedir. [31]
"İşte onlar, hakkı, kendilerine gelince yalanlamışlardır. Fakat yakında onlara ne ile alay etmekte olduklarının haberleri gelecektir" (En'âm, 5).
Bil ki Allah Teâlâ, o kâfirlerin hallerinin şu üç mertebe üzere olduğunu belirtmiştir:
Birinci mertebe, onların deliller karşısında, düşünmekten ve apaçık burhanlardan yüzçevirici olmalarıdır.
İkinci mertebe, onların o beyyine ve delilleri yalan saymalarıdır. Bu, bir öncekinden daha ileri derecede bir mertebedir. Çünkü birşeyden yüzçeviren, bazan o şeyi yalanlamaz, aksine ona sataşmaz ve aldırmaz. Binaenaleyh o, delili tekzib edince, bu o delilden yüz çevirmeden daha ileri birşey olur.
Üçüncü mertebe, o kâfirlerin, gelen beyyine ve deliller ile istihza ve alay etmeleridir. Çünkü birşeyi tekzib eden kimsenin bu tekzibi (yalanlaması), bazan istihza noktasına kadar varmaz. Binaenaleyh kâfirin tekzibi bu noktaya varınca, inkârda da zirveye ulaşmış olur. Binaenaleyh Allah Teâlâ o kâfirlerin işte bu sıra ite, bu üç mertebeyi geçtiklerini beyan etmiştir.
Alimler âyette geçen "hak" kelimesinden maksadın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir: "Bunun, mu'cizeler manasında olduğu" söylenmiştir. İbn Mes'ûd, Peygamberimiz (s.a.s) Mekke'de iken ay (mu'cize olarak) ikiye ayrıldı ve iki tane oldu. Bir parçası gitti, bir parçası kaldı" demiştir. "Hak" kelimesinin, "Kur'ân" veya, "Hz. Muhammed (s.a.s)" veya "Hz. Muhammed'in şeriatı ve getirdiği hükümler" veyahut da, "Cenâb-ı Hakk'ın, bazan kendisi ile teşvik ettiği bazan da sakındırdığı vaad ve valdleri" manasına olduğu söylenmiştir ki evla olan, sayılan bütün bu şeylerin, "hak" kelimesinin manasına dahil olmasıdır.
Âyetteki, "'Fakat yakında onlara ne ile alay etmekte olduklarının haberleri gelecektir" ifadesinden murad, bir va'îd (tehdid-i ilahî) ve onları yaptıkları bu istihzadan men etmedir. Binaenaleyh âyetteki, "haberler" kelimesinden murad, haberlerin kendisi değil, Allah'ın haber verdiği azab-ı ilâhîdir. Bunun bir benzeri de, "Mutlaka Onun mühim haberini, bir müddet sonra bileceksiniz" tsad,ssıâyetidir. Hakîm olan Allah, bir fehdidde bulunduğu zaman çoğu kez, "korktuğun başına geldiğinde bu işin haberini bilip tanıyacaksın, o zaman anlayacaksın!" der. Çünkü "va'îd" mânasına olan haberden maksad, inecek azâb ve cezayı bilmek olup, bizzat cezanın kendisi değildir. O azab geldiğinde, verilen haber gerçekleşmiş olur ve insanın bu husustaki şüphesi yok olmuş olur. Bu azabdan muradın, dünyevî bir azab olması muhtemel olduğu gibi -ki bu Bedir'de kâfirlerin başına gelen hezimettir- uhrevî bir azab olması da muhtemeldir. [32]
"Biz, kendilerinden evvel nice nesli helak ettik, görmediler mi? Biz, onlara yeryüzünde size vermediğimiz imkânları verdik, gökten üstlerine bol bol yağmur gönderdik, altlarından akan ırmaklar yaptık. Günahları yüzünden yine onları helak edip, arkalarından başka nesiller çıkardık" (En'âm. 6).
Bil ki Allah Teâlâ kâfirleri bu yüz çevirme, yalanlama ve istihzadan, tehdid ve va'id ile men edince, peşisıra bu hususta va'z-u nasihat olacak şeyleri söylemiş ve onlara Nuh, Ad, Semûd, Lût, Şuayb. Firavun kavimleri gibi, geçmiş diğer nesillerin durumunu anlatarak öğüt vermiştir.
Buna göre eğer, "Karn nedir?" denilir ise, deriz ki: Vahidî şöyle demiştir: Kam, bir zamanda bir araya gelen birlikte yaşamış otan insanlar demektir. O halde, içinde bir topluluğun biraraya geldiği ve ölüm ile birbirinden ayrıldığı bir zamana "karn" (nesil, asır) denir. Çünkü o nesilden sonra gelenler, yine belli bir zamanda birlikte yaşamış diğer bir topluluktur, binaenaleyh diğer bir karn (nesil)dir. Bunun delili Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Nesillerin en hayırlısı, benim (İçinde bulunduğum) nesildir" hadis-i şerifidir. Bu kelime, "(akran olan, yakın yaşta olan) kelimesinden türemiştir. İnsanların ömürleri çoğu zaman altmış, yetmiş veya seksen sene olduğu için, âlimlerin bir kısmı, "karn"tn altmış, bir kısmt yetmiş, bir kısmı da "seksen" senelik bir zaman dilimi olduğunu söylemişlerdir. Doğruya en yakın olan, "karn"ın, artılıp eksiltilemeyen belli bir zaman dilimi olarak takdir edilmemesidir. Aksine bundan murad, her asırdaki insanlardır. O asrın insanlarının çoğu yok olup gittiğinde "O karn (nesil) sona erdi" denilir.
Bil ki Allah Teâlâ geçmiş nesilleri şu üç sıfat ile tavsif etmiştir.
Birinci sıfat: "Biz onlara yeryüzünde size vermediğimiz imkânları verdik" âyetinin ifade ettiği sıfattır. Keşşaf sahibi: "Bir insan bir diğerine, kendisine ait bir yerde ona bir imkân verdiğinde denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onu yeryüzünde, büyük bir kudret sahibi kıldık" (k«m,86) ve "Biz, onları yerleştirmedik mi?" (Kasas,57) âyetleri de bu manadadır. Fakat tabirinin manası, "Onu, o yerde sabit kıldım" şeklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Âhdolsun ki size bile vermediğimiz İmkânlardan, onlara nice kudret verdik" (Ahkâf,26)âyeti de bu manadadır. Bu iki mana birbirine yakın oduğu için, Allah Teâlâ, bunları ifadesinde birlikte kullanmıştır. Buna göre mana, "biz, Ad, Semûd ve benzeri kavimlere nasîb ettiğimiz iri cüsseli olma ve zenginlik imkânlarını ve dünyevî sebeplerle güç kuvvet elde etme hususlarını Mekkelilere vermedik" şeklinde olur" demiştir.
İkinci sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gökten üstlerine bol bol yağmur gönderdik" ifadesinin belirttiği husustur. Cenâb-ı Hak bu ifadeyle yağmuru murad etmiştir. O halde, bu âyette geçen lâfzının manası yağmur; ifadesinin manası ise, "çokça yağan" demektir. Bu ifadenin aslı, Arapların, sağan kimse, sağdığından çok miktarda süt elde ettiklerinde söylemiş oldukları, "sütü çok, bol" ifadesinden alınmıştır. O halde buna göre, âyette geçen lafzı, "buluf'un sıfatı olmaya elverişli olduğu gibi, yağmurun sıfatı olmaya da elverişlidir. Nitekim, bulutun yağmuru inkıtaya uğramayıp ardarda yağdığında denilir. "Mif'al" kalıbı, kendisiyle mübalağa kastedilen sıfat hakkında kullanılır.
Mukâtil, lafzına, "kesilmeksizin, ardarda..." manasını vermiştir. Bu kelimenin müzekker ve müennesi müsavidir.
Üçüncü sıfat, altlarından akan ırmaklar yaptık..." âyetinin ifade ettiği husustur ki bununla, bağ ve bahçelerin, bostanların çokluğu murad edilmiştir.
Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu vasıfları burada zikretmesinin maksadı şudur: "Geçmiş kavimler, dünya menfaatlerini, Mekkelilerden daha çok bulmuş, elde etmişlerdir." Daha sonra Allah, onların bu dünyada, bu sayılan şeyler, nüfuslarının çokluğu, malî kudretlerinin fazlalığı ve iri cüsseli olmaları sebebiyle, bu kadar izzet sahibi olduklarını, sonra da, küfretmeleri sebebiyle sizin (mekkeliler'in) duymuş olduğunuz şeylerin, onların başına geldiğini beyan buyurmuştur. İşte böyle oluş, gaflet ve cehalet uykusundan uyanmayı icab ettirir. Burada geriye birkaç soru kalmaktadır:
Birinci soru: Bu âyette, onların sadece helak oldukları zikredilmektedir. Ancak ne var ki bu helak oluş, sadece onlara mahsus değildir. Aksine, peygamberler ve bütün mü'minler de helak olmuşlardır. O halde, bu helak olma işi, kâfirler ile kâfir olmayanlar arasında müşterek bir husus iken, bu sözü, küfürden rnen etme sadedinde getirmek nasıl güzel ve yerinde olabilir?
Cevap: Bu âyetten, mücerret ölüm ve helakle sakındırma manası kastedilmem iştir. Aksine bu ifadeden maksat, onların, dinlerini dünya mukabilinde satıp, onu elden çıkarmaları, böylece de dinden mahrum olmaları sebebiyle çok şiddetli bir azâb içinde kalmalarıdır. İşte bu mana, kâfirlerle mü'minler arasında müşterek bir husus değildir.
İkinci soru: Mekkeliler, Hz. Muhammed (s.a.s)'in haber verdiği hususlarda, sıdkını kabul etmeyip, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen hadiseleri de müşahede etmedikleri halde, daha nasıl Cenâb-ı Hak, "....görmediler mi?" demiştir?
Cevap: Geçmiş ümmetlerin kıssaları, insanlar arasında yaygın ve meşhur idi. Binaenaleyh, "onlar bu kıssaları duymamışlardır" denilmesi uzak bir ihtimaldir. O hadiseleri sadece duymuş olmak, ibret almak için yeterli bir husustur.
Üçüncü soru: Onların helak olmalarından sonra başka bir neslin yaratılacağının zikredilmesindeki hikmet nedir?
Cevap: Bu hikmet, Allah Teâlâ hakkında, onları helak etmesinin ve beldelerini onlardan boşaltmasının büyük bir hadise olmadığına dikkat çekmektir. Çünkü Allah onların yerine, kendileriyle onların beldelerini imar edeceği bir başka topluluk yaratmaya kadirdir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Bunun sonundan korkmayacak..." (Şam*. 15) âyeti gibidir. [33]
"Eğer sana kâğıt halinde (yazılı) bir kitap göndermiş olsaydık da kendileri de elleriyle onu tutmuş bulunsalardı, o küfredenler hemen: "Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir" derlerdi" (En'âm. 7).
Bil ki, peygamberlerin davetini kabul etmeyip, bu davet karşısında direten kimseler muhtelif zümreler halindedirler. Mesela bunlardan birinci grup, bu dünyaya dalacak ve onu elde etmeyi çok büyük bir fırsat bilecek kadar dünya sevgisini, onun şehvet ve lezzetlerini talep etmede çok aşırı giden kimselerdir. İşte böylece bu durum, onların peygamberlerin davetini kabul etmelerine mani olmuştur. İşte bunlar, Allah Teâlâ'nın önceki âyette bahsetmiş olduğu kimselerdir. Böylece Cenâb-ı Hak orada, dünya lezzetlerinin gidici, küfür azabının ise kalıcı olduğunu; son bulan adi lezzetlerden ötürü, devamlı bir ikâb ve cezayı sırtlanmanın akıl kân olmadığını beyan buyurmuştur.
İkine! grup ise, peygamberlerin mu'cizelerini, mucizeler babından saymayıp, sihir nev'ine hamleden kimselerdir. İşte bunlar da, Allah'ın bu âyette, kendilerinden bahsetmiş olduğu kimselerdir. Burada birkaç-mesele vardır: [34]
Cenâb-ı Hak bu âyette şu hususu beyân etmiştir: "Ey Muhammed şayet o kâürlerfkitabmrsana gökten bir defada indiğini görüp müşahede etmiş olsalardı bile, onlar ona iman etmeyip aksine bu durumu bir sihir ve harikulade bir hal sayarlardı. Bu âyette (bir kâğıt) kelimesine yer verilmiş olmasının gayesi de "Şayet kitap, tek bir sayfa içinde toptan indirilmiş olsaydı, onlar da onu görüp, elleriyle tutup ve bizzat ayan beyân olarak onu müşahede etselerdi bile, onlar bu hususu yine ta'n edip, "bu, bir sihirdir!" derlerdi..." şeklinde bir mana ortaya koymaktır.
Buna göre şayet, "Gökten kitabın zuhur etmesi ve indirilmesi bir mu'cize midir, yoksa değil midir? Eğer mu'cizeler kabilinden olmazsa, bunun nübüvvete delâlet etmesini onların inkâr etmeleri bir "münker, dinen yasaklanmış bir şey olmaz..." Bunun, mu'cizeler babından olduğunun söylenmesi de caiz değildir. Çünkü melek de, onu gökten indirebilir.. Nebi ve resullerin sıdkina iman etmezden önce, meleklerin ismet ve masumiyetleri bilinemez. Peygamberlere iman etmeden önce, şüphesiz biz, bu kitabın cinler ve şeytanlar veyahut da masumiyetleri sabit olmayan bazı melekler tarafından gökten indirilmiş olmasını caiz görebiliriz.. Bu, bizim tarafımızdan caiz görülünce, gökten kitabın inmesi, o peygamberin nübüvvetinin doğruluğuna bir delil olmaktan çıkar..." denilirse, biz deriz ki:
Burada kastedilen, sizin zikretmiş olduğunuz şey değildir. Aksine bundan kastedilen, onların bunu gördüğünde, bu hususta şüphe edenler olarak kalakalmaları ve "Çözlerimiz (bir sarhoş gözü gibi) döndürülmüştür" ıhı». 15) demiş olmalarıdır. Binaenaleyh onlar kitabı elleriyle tuttuklarında, görme idrakleri tutma idrakleriyle kuvvet kazanmış olur. Böylece de bu husus, zuhur ve kuvvet itibariyle daha ileri bir noktaya varmış olur. Daha sonra onlar, görüp tuttukları o şey hakkında, şüpheler içinde kalmışlar ve onun mevcut olup olmadığını araştırmışlardır. Bu da onların, cehalette safsata noktasına vardıklarına delâlet etmektedir ki, işte bu âyetten maksat, sizin zikrettiğiniz değil, budur. Allan en iyi bilendir. [35]
Kâdî şöyle demektedir: "Bu âyet, Allah Teâlâ'nın kulundan lütfü men etmesinin caiz olmadığına delâlet etmektedir. Bilindi ki, şayet Allah o lütfunu vermiş olsaydı, işte o durumda kişi iman ederdi... Çünkü Cenâb-ı Hak, şayet o kitabı (bu şekilde) indirmiş olsaydı, onlar bu sözü söyleyecekleri için, bu kitabı bu şekilde indirmediğini beyan buyurmuştur. Bunu haber vermek ise, ancak onların onu kabul edip, ona iman etmeleri halinde, onu mutlaka indireceğinin bilinmesi halinde caiz olur. Böylece bununla, lütfün vâcib olduğu sabit olur..."
Bir kimse şöyle diyebilir: Kadî'nin, "Allah, şayet bu kitabı (bu şekilde) indirseydi onlar bu sözü söylerlerdi..." şeklindeki sözü, Allah Teâlâ'nın onlara o Kur'fln'ı, onların bu sözü söylememeleri halinde indireceğine delâlet etmez; aksine bu delâlet, hitab deliline göre olur ki, bu da Kadî'ye göre bir delil değildir. Keza, Allah Teâlâ'nın, yaptığı her şeyi yapması O'na vacib değildir. Bu âyet, şayet bir şeye delâlet ediyorsa, bu o şeyin vukuunun vacib olduğuna değil, onun vukuuna delalet etmiştir. Allah en iyi bilendir. [36]
"Ona bir melek gönderilmeli değil miydi?" dediler. Eğer biz, bir melek gönderseydik, elbet iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine göz bile açtınlmazdı... Eğer onu bir melek yapsaydık, onu da herhalde bir adam suretinde gösterir ve herhalde onlan, düşmekte oldukları şüpheye düşürürdük" (En'âm, 8-9).
Bil ki bu, nübüvveti inkâr edenlerin üçüncü çeşit şüpheleridir. Çünkü onlar şöyle demektedirler: Şayet Cenâb-ı Hak mahlûkata bir peygamber gönderecekse, bu peygamberin meleklerden biri olması gerekir. Çünkü onlar, melekler zümresinden olurlarsa, ilimleri daha çok, güçleri daha fazla, heybetleri daha büyük, diğer insanlardan ayrılıp seçilmeleri daha mükemmel ve nübüvvet ve risâletleri hususundaki şekk ve şüpheler de daha az olur.. Hakîm olan bir zât, bir işi gerçekleştirmek istediğinde neticeyi elde etmeye daha fazla götüren şekli uygular. Binaenaleyh, meleklerin nübüvveti hususunda vaki olan şüpheler daha az olunca, Allah Teâlâ da insanlara bir peygamber göndermek isteyince, bu resulün melelerden olması gerekir. İşte âyetteki "Ona bir melek gönderilmeli değil miydi?" ifadesinden kastedilen budur.
Bil ki, Cenâb-ı Hak bu şüpheye şu iki bakımdan cevap vermiştir:
Birincisi, O'nun "Eğer biz bir melek gönderseydik, elbet iş bitirilmiş olurdu..." ifadesidir, fiilinin manası, tamamlamak ve ilzam etmek demektir. Biz, fiilinin ne manalara geldiğini Bakara sûresinde anlatmıştık.. Sonra burada birkaç husus daha vardır:
a) Beşere, (peygamber olarak) melek göndermek, apaçık ve ezici bir mu'cizedir. Meleğin o kâfirlere (peygamber olarak) indirilmesi halinde, Cenâb-ı Hakk'ın da: "Eğer hakikaten biz onlara melekleri İndtrseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı, her şeyi de onlara karşı kefiller olmak üzere bir araya getirip toplasaydık, onlar, Allah dilemedikçe yine iman edecek değillerdi..." (Enam, m)âyetinde de buyurduğu gibi, onlar çoğu kez iman etmezler. Onlar iman etmeyince de, köklerinin kazınması suretinde tecelli eden bir azab ile helak edilmeleri vacibtir. Çünkü Allah'ın kânunu, apaçık ve ezici bir mu'cize zuhur ettiğinde, eğer onlar (buna rağmen) iman etmezlerse, onlara köklerinin kazınması azabı gelmesi şeklinde cereyan eder. İşte bunlar o azaba müstehak olmasınlar diye Allah onlara melek olan bir peygamber göndermemiştir...
b) Onlar meleği görüp müşahede ettiklerinde, gördükleri şeyin dehşetinden onların canları çıkar, helak olurlar... Bunu şu şekilde açabiliriz: İnsanoğlu meleği gördüğünde, onu ya aslî suretinde veyahut da beşer suretinde görecektir.. Eğer birinci durumda görürse, insanoğlu diri kalamaz... Baksana, Allah'ın Resulü (s.a.s), Hz. Cebrail'i aslî suretinde görünce, kendinden geçmiş, baygınlık geçirmiştir. Eğer ikinci şekilde görürse, bu durumda görülen şey, beşer suretinde bir şahıs olmuş olur. Bu ise, aslında o ister melek olsun isterse beşer olsun, durumu değiştirmez.. Baksana bütün peygamberler, melekleri, mesela İbrahim (a.s)'in ve Lût (a.s)'un müsafirleriyle, duvardan mescide tırmanan (melekler) (Sad,2i) ve Hz. Meryem'e kusursuz bir beşer şeklinde görünen Cebrail gibi, daima bir beşer suretinde görmüşlerdir..
c) Peygamber olarak melek göndermek, inanmaya mecbur eden (ilcâî) ve irâde ve ihtiyarı ortadan kaldıran apaçık ve ezici bir mu'cizedir. Bu ise, teklifin sıhhatini zedeler.
d) Peygamber olarak melek göndermek, her ne kadar zikredilen şüpheyi ortadan kaldırsa bile, ancak ne var ki bir başka yönden de şüpheleri kuvvetlendirir. Bu böyledir, zira o meleğin elinde zuhur edecek olan her mu'cize hakkında onlar, "Bu, senin kendi ihtiyarın ve kudretinle yaptığın bir iştir. Eğer, senin elinde olan kudret, kuvvet ve ilim bizim e.imizde olsaydı, senin yaptığının aynısını biz de yapardık..." derlerdi. Böylece biz, peygamber olarak melek göndermenin, her ne kadar daha önce zikredilmiş gerekçeler bakımından şüpheleri giderici olsa bile, bunun bu bakımlardan da var olan şüpheleri güçlendirici olduğunu anlamış olduk.
HakTeâlâ, "Sonra kendilerine göz bile açttnlmazdı" buyurmuştur. Bu ifadede yer alan (sonra) kelimesinin faydası, mühlet verilmemenin, emrin yerine getirilip bitirilmesinden daha şiddetli olduğuna dikkat çekmektir. Çünkü, şiddetin ansızın ortaya çıkması, şiddetin bizzat kendisinden daha şiddetlidir.
İkincisi, HakTeâlâ'nın, "Eğer onu bfrmelek yapsaydık, her halde yine bir adam suretinde gösterirdik..." buyruğudur. Yani "onu beşer suretinde getirirdik" demektir. Bunun hikmetleriyse şunlardır:
a) Aynı cinsten olan varlıklar birbirlerine daha fazla temayül ederler.
b) Beşer, meleği göremez.
c) Meleklerin tâatleri çok güçlüdür. Dolayısıyla melekler, beşerin tâatini hakir ve az görürler. Çoğu kez o melekler, o insanları, günaha yönelmelerinde mazur görmezler.
d) Nübüvvet Allah'ın bir lütfudur. Binaenaleyh, Allah bu lütfunu, ister melek İster beşer olsun, dilediği kuluna tahsis eder.
Daha sonra Cenâb-ı Hak "ve herhalde on/an, düşmekte oldukları şüpheye yine düşürürdük" buyurmuştur.
Vahidî şöyle demektedir: "Bir kimse bir şeyi başkalarına karışık gösterip onu müşkil, içinden çıkılmaz hale getirdiğinde denilir. Bu ifadenin aslı, elbise örtünme manasına dayanır. Kişinin kendisini örtmesini, setretmesini ifade ettiği için, "elbise giydi" denilmesi de böyledir. Buna göre mana söyle olur: Biz meleği bir beşer suretinde yolladığımızda, onlar bu meleğin bir beşer olduğunu zannedecekler ve onların, "Biz, bu şahsın peygamberliğini kabul etmeyiz,." şeklindeki sual ve itirazları tekrar avdet edecektir. Netlce-i kelâm şudur: Allah Teâlâ, şayet bunu yapmtş olsaydı, O'nun bu fiili şüpheye düşürme hususunda o kimselerin fiillerine benzemiş olacaktı. Böyle bir durum, bir "telbis" (şüpheye düşürme, meseleyi karıştırma) olur; zira insanlar bunu, aslında öyle olmadığı halde, bir beşer sanacaklardır. Onların fiilleri de bir telbistir. Çünkü onlar da kendi kavimlerine, "Bu, sizin gibi bir beşerdir; beşer ise, Allah katından bir elçi olamaz!.." diyorlardı. [37]
"Andolsun, senden önceki peygamberlerle de istihza edildi de eğlenmekte olduklar] şey, içlerinden o alay edenleri çepeçevre kuşativerdi..."(En'âm. 10).
Bil ki, Allah'ın Resulünün, meleklerden bir melek olması gerektiğini söyleyen topluluğun bir kısmı, bu sözü istihza etmek için söylüyorlardı. Ve bu da, duyduğunda, işittiğinde Allah'ın Resulünün kalbini sıkıştırıyordu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak bunu, O'nun kalbinin sıkıntısını hafifletmeye bir vesile olsun diye zikretmiştir. Çünkü, kalbi rahatlatan şeylerden birisi de, sıkıntı ve kederin sebeblndeki müşterekliktir. Buna göre, Hz. Peygamber'e sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Onların sana karşı gösterdikleri kötü muamele, diğer ümmetlerin kendi peygamberlerine karşı izhâr ettikten hal ve hareketlerinde de mevcuttu. Bu konuda sadece sen eziyyet görüyor değilsin; tek değilsin..." Cenâb-ı Hakk'ın, "İçlerinden o alay edenleri çepeçevre kuşatıverdi..." âyetine gelince, bunun bir benzeri de, Hak Tealâ'nın, "Halbuki kötü düzen, ehlinden (onu hazırlayandan) başkasını imha etmez" (Fatır. 43) âyetidir. Bu âyetin başında bulunan fiilinin ne manaya geldiği hususunda dilcilerin pekçok açıklaması vardır ki, bu açıklamaların hepsi de mâna bakımından birbirine yakındırlar. Meselâ en-Nadr, "onlara vâcib oldu" manasını verirken; Leys, kelimesi, yapmış olduğu bir kötülük, tuzak sebebiyle, jnsanin başına gelen; bu sebeple ona inen musibet... demektir, Nitekim, "Allah tuzaklarını başlarına çevirdi ve, tuzakları başlarına geçti, çevrildi..." denilir" demiştir. Ferrâ da, tabirinin manasının, "onlara tekrar geldi, döndü" şeklinde olduğunu söylemiştir. deyiminin "bu, onların başına geldi, çöktü" anlamına geldiği de söylenmiştir. Zeccâc, fiilinin (kuşattı, ihata etti) manasına geldiğini söylemiştir. Ki Ezherî de, Zeccâc'ın, fiilini manasına yorumladığını belirtmiştir. Bu kelime yuvarlak şeyin başına sarılan kelimesinden iştikak etmiştir. Âyetle ilgili diğer bir husus da şudur: Hak Tealâ'nın, sözünün başındaki lâfzının ne ifade ettiği hususunda iki görüş bulunmaktadır:
Birinci görüş: Bununla, hem Kur'ân-ı Kerim hem de Hz. Muhammed (s.a.s)'in getirmiş olduğu şeriat kastedilmiştir. Bu takdire göre âyette bir muzâf hazfedilmiş olup, bunun takdiri, "Onları eğlenmekte oldukları şeyin cezası çepeçevre kuşattı" şeklindedir.
İkinci görüş: Bununla onların, Hz. Peygamber (s.a.s)'in kendilerini inmesiyle tehdit ettiği azâbla istihza, alay etmeleri kastolunmustur. Bu takdire göre, burada herhangi bir takdirde bulunmaya gerek kalmaz. [38]
"De ki: "Yerde gezip dolaşın, sonra da bakm ki, yalanlayanların sonu nice olmuştur?" (En'âm, 11).
Cenâb-ı Hak bir önceki âyetle, Resulüne sabrı tavsiye ettiği gibi, aynı şekilde de kavmini bu âyetle sakındırarak, peygamberine şöyle demiştir: O ümmetine söyle: O dünyadan, onun lezzetlerinden elde ettikleri ve dünyanın leziz ve haz veren şeylerinden kendilerine ulaşan şeylerle aldanıp durmasınlar. Tam aksine, eski zamanlarda peygamberlerini yalanlayan kimselerin başlarına gelen azâb hakkında peygamberin haber verdiklerinin doğru olduğunu bilip anlamanız için, yeryüzünde dolaşın.. Çünkü siz, yeryüzünde hareket edip belde belde dolaştığında, onların izlerini ve kalıntılarını mutlaka müşahede edip göreceksiniz.. Böylece de mukayese etmeniz mükemmelleşecek, ibret alma duygunuz kuvvetlenecektir.
Buna göre şayet, "Hak Teâlâ'nın ifadesiyle ifadesi arasında ne fark vardır?" denilirse, biz deriz ki:
Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, O'nun, bunu yeryüzünde yürümenin sebebi kıldığına delâlet etmektedir. Binaenaleyh, sanki "ibret almak için yeryüzünde gezin dolaşın.. Gafil kimselerin gezip dolaşması gibi dolaşmayın..." denilmek istenmiştir.
Hak Teâlâ'nın, "Verde gezip dolaşın, sonra da bakm kt..." buyruğunun manası, "yeryüzünde ticaret etmek, bunun dışında kalan faydaları elde etmenin mubah; helak olanların eserlerine bakmanın vacib olduğunu" ifade eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, vâcib ile mubah olan arasındaki uzaklıktan dolayı bu farka y kelimesiyle dikkat çekmiştir. Allah en iyi bilendir. [39]
"De ki: "Göklerde ve yerde olan her şey kimin?" De ki: "Allah'ındır." O, rahmeti kendi üstüne yazmıştır. Hepinizi hakkında hiçbir şüphe olmayan Kıyamet gününe toplayacaktır. Nefislerini ziyana uğratanlar (yok mu?) İşte iman etmeyecek olanlar onlardır" (En'am, 12).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [40]
Bil ki, bu âyetin getirilmesinin maksadı, yaratıcıyı, âhireti ve nübüvveti isbat etmektir. Bunun izahı şöyledir: Gerek yüce, ulvî âlemin, gerekse süfli âlemin halleri, bütün cisimlerin, zıdlarıyla ve aksi sıfatlarla da muttasıf olmalarının caiz olduğu birtakım sıfatlarla vasfedilmiş olduklarına delâlet etmektedir. Durum böyle olunca, bu maddelerin kısımlarından her bir kısmının muayyen bir takım sıfatlarla tahsis edilmeleri, mutlaka o cisimlere bu muayyen sıfatları veren hakîm, kadir ve hür irâde sahibi bir yaratıcının "varlığından olmuştur. Bu da, âlemin, içindeki bütün şeylerle birlikte Allah'ın mülkü olduğuna delâlet etmektedir.
Bu sabit olunca, Hak Teâlâ'nın "i'âde" (tekrar yaratma), haşır ve neşre kadir olduğu da sabit olur. Çünkü Allah'ın insanı ilk terkibi (yaratması), ancak bütün mümkinâta kadir ve bütün malûmatı âlim olduğu için meydana gelmiştir. Bu kudret ve ilmin yok olması imkânsızdır. Bundan dolayı ikinci kez yaratmanın da doğru olması gerekir. Yine sabit olur ki Allah Teâlâ, kendisine itaat olunan bir hükümdardır. Kendisine itaat olunan melîk ise, kulları üzerinde emir ve nehiy yetkisi bulunan ve binaenaleyh bir mübelliği (bu emir ve nehiyleri ulaştıranı) olması gereken kimsedir. Bu da, Allah tarafından insanlara peygamberler gönderilebileceğini göstermektedir. Böylece bu âyet-i kerîmenin bu üç esasın isbatı hususunda yeterli ve kâfî olduğu sabit olur. İşte Cenâb-ı Allah daha önce bu üç esasdan bahsetmiş olduğu için, bunların peşisıra, açıkladığımız şekilde bu esasların hepsini ortaya koymak için bu âyeti zikretmiştir. Allah en iyi bilendir. [41]
Âyetteki "Deki: "Göklerde ve yerde olan herşey kimin?" cümlesi bir sorudur; "De ki: "Allah'ındır" ifâdesi de bir cevaptır. Binâenaleyh Allah, peygamberine önce soru sormasını emretmiş, sonra da bu şekilde cevap vermesini söylemiştir. Bu cevap, hiç bir münkirin inkâr edemeyeceği ve hiçbir müdafiin savunamayacağı (karşı çıkamayacağı) şekilde, son derece açık olduğu zaman, güzel ve yerinde olur. Biz bütün cisimlerin zâtlarında ve sıfatlarında, sonradan meydana gelmenin ve mümkin varlık olmanın eserlerinin apaçık ve aşikâr olduklarını beyân edince, bunların tamamen Allah'ın mülkü ve O'nun tasarruf ve kudretinin geçerli olduğu şeyler olduğunu itiraf etmek gerekir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, peygamberine önce soru sormasını, sonra da bu şekilde ikrar etmenin, kesinlikle karşılık verilemeyecek bir şey olduğunu göstersin diye, bu şekilde cevap vermesini emretmiştir. Hem o müşrikler bütün âlemin Allah'ın mülkü ve milki olduğunu ve bu mânada herşeyin O'nun tasarrufu, hakimiyeti ve kudreti altında olduğunu kabul ediyorlardı. Nitekim Allah buhususu, "Eğer sen onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka, "Allah (yarattı)" derler" (zomer, 38) âyetinde belirtmiştir. [42]
Sonra Cenâb-ı Hak, işte bu yolla, ulûhiyyetinin kemâlini ve bütün mahlûkat üzerinde kudret ve tasarrufunun geçerliliğini beyân edince, bunun peşinden mahlûkata nasıl merhametli olup, onlara ihsanda bulunduğunu bildirerek, "O, rahmeti kendi üstüne yazmıştır" buyurur. Buna göre sanki, "O (Allah), kendi adına, in'âm etmeyi ve yaptığı in'âmlarını tekrar! amam ayı istememiş, aksine devamlı in'âm etmeyi ve gelecekte de in'âmını hep tekrar etmeyi istemiştir. Binâenaleyh O, kendisine bunu yazmış ve bunu bir lütuf, bir kerem olarak kendisine farz kılmıştır" demiştir.
Alimler bu âyette geçen "rahmet" kelimesi ile ne kastedildiği hususunda ihtilaf etmişler, bazıları: "Bu rahmet, Allah Teâlâ'nın ömürleri boyunca onlara mühlet verip, onlar üzerinden "köklerini kazıma" azabını kaldırıp, onlara bu dünyada peşin-ceza vermemesidir" demişlerdir. Bundan muradın, "Allah, peygamberlerini tekzîb etmeyi bırakıp tevbe eden, o peygamberlerini tasdîk eden ve şeriatlarını kabul eden kimseler için, rahmeti kendisine yazıp farz kıldı" mânası olması da söylenmiştir.
Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin geniş olduğu hususunda pek çok hadisler gelmiştir. Mesele Hz. Peygamber(s;as)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Allah Teâlâ, yaratma işini bitirince, "Rahmetim, gazabımı geçmiştir" diye yazdı."[43]
Eğer, "Rahmet, hayrı istemektir. Gazap ise, intikam almayı istemektir. Bu hadisin zahiri de, bu iki istekten (iradeden) birinin diğerinden önce olduğunu göstermektedir. Başka birşeyden önce olan şey muhdestir (sonradan olmadır). Binâenaleyh bu ifâde, Allah'ın irâdesinin muhdes (sonradan var) olmasını gerektirir" denilir ise, biz deriz ki: "Hadiste bahsedilen öne geçmeden murad, zaman bakımından değil, çokluk bakımından bir geçiştir."
Selmân (r.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah Teâlâ gökleri ve yeri yaratınca, yüz tane de rahmet yaratmıştır. Her bir rahmet gök ile yer arasını dolduracak kadardır. Allah'ın kendi katında doksandokuz rahmeti vardır. Allah, mahlûkatı arasında rahmetin bir cüz'ünü paylaştırmıştır ki bu rahmet sayesinde mahlûkat birbirine şefkat ve merhamet eder. Bunun en sonunda arta kalanını da sadece müttakîlere vermiştir." [44]
Ailah Teâlâ'nın "Hepinizi Kıyamet gününe toplayacakta-" cümlesiyle ilgili birkaç konu vardır:
Birincisi: Bu ifâdenin başındaki lâm, mukadder bir kasemin cevabının başında gelen lâm olup, takdiri: "Vallahi, hepinizi toplayacaktır" şeklindedir.
İkincisi: Alimler bu cümlenin, yeni bir cümle mi, yoksa öncesine bağlı bir cümle mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir:
1) Bazı âlimler bunun, yeni başlayan bir cümle olduğunu söylemişlerdir. Zira Allah Teâlâ, "De ki: "Göklerde ve yerde olan her şey kimindir?" De ki: "Allah'ındır" âyeti ile, kendisinin ulûhiyyetinin mükemmel oluşunu beyân edip, sonra o insanlara azabı tehir etmek ve köklerini kazıma azabını vermemek suretiyle merhamet ettiğini beyan buyurmuş, daha sonra da onların hepsini Kıyamette biraraya toplayacağını bildirmiştir. Binâenaleyh âyetteki, "O, rahmeti kendi üstüne yazmıştır" buyruğu, Allah'ın onlar için azabı tehir ettiğini; "Hepinizi, Kıyamet gününe toplayacaktır" buyruğu da onlara âhirette mühlet vermeyip, onları yeniden yaratacağını ve yaptıkları herşeyin hesabını soracağını ifâde etmektedir.
2) Bu cümle, makabli ile alakalı olup, takdiri: "Rabbiniz, kendisine rahmeti yazıp farz kıldı ve yine Rabbiniz, sizi Kıyamet gününe toplamayı kendisine yazıp farz kıldı" şeklindedir. Yine denildi ki: "Cenâb-ı Allah, "O, rahmeti kendi üstüne yazmıştır" buyurunca, sanki, "Bu rahmet nedir?" denilmiş de, buna cevaben, "O şudur: "Hepinizi Kıyamet gününde toplayacaktır" denilmiş. Çünkü Allah Teâlâ, insanları âhiretteki azabından korkutmasaydı herc-ü merç olurdu, nizam intizam kalmazdı ve şaşkınlıklar çoğalırdı. Binâenaleyh Kıyametin kopması ile ilgili olarak yapılan tehdid, dünyadaki rahmet sebeplerinin en büyüklerinden biri oldu. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ın, " hepinizi. Kıyamet gününde toplayacaktır" cümlesi, "O, rahmeti kendi üstüne yazmıştır" ifâdesinin bir tefsiri gibi olmuş olur.
Üçüncüsü: Âyetteki, "De ki: "Göklerde ve yerde olan herşey kimindir?" De ki: "Allah'ındır" sözü, gâib sîgası ile gelmiş bir ifadedir. "(O), hepinizi Kıyamet gününde toplayacaktır" cümlesi ise, muhatap sîgası bulunan bir sözdür. Bu iki cümlenin bu şekilde getirilmelerindeki gaye, tehdîd-i ilâhiyi kuvvetlendirmek içindir. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Sizler, göklerde ve yerde olan herşeyin Allah'a âit ve O'nun mülkü olduğunu, hakim olan melîk'in idare ettiği kimselerin işini ihmâl etmeyeceğini, hikmeti açısından, kendisine itaat edenle isyan edeni, hizmetine koşan ile yüzçevireni eşit tutmasının caiz olmayacağını anlayınca, keşke O'nun, Kıyameti ikâme edeceğini, bütün mahlûkatı huzurunda toplayıp hepsini hesaba çekeceğini de anlasaydınız."
Dördüncüsü: Âyetteki, "Kıyamet gününe" ifadesindeki harf-i cerri ile ilgili olarak şu görüşler söylenmiştir:
a) Bu, zâid olup, âyetin takdiri "Hepinizi Kıyamet günü toplayacaktır" şeklindedir.
b) lafzı (de, da) manasında olup, âyetin takdiri "Hepinizi, kıyamet gününde toplayacaktır" şeklindedir.
c) Âyette bir hazif vardrr ve takdiri "(O), hepinizi Kıyamet gününde, mahşere toplayacaktır" şeklindedir. Çünkü toplanmak zamana doğru değil, mekana doğru olur.
d) Bunun manası, "O, sizi dünyada iken peşpeşe gelen nesiller olarak yaratmak suretiyle Kıyamet gününde toplar" şeklindedir.
Allah Teâlâ'nın, "Nefislerin!ziyana uğratanlar (yok mu?) işte iman etmeyecek olanlar onlardır" ifadesi hakkında da şu konular vardır:
1) Bu âyet ile ilgili olarak iki görüş vardır:
a) Âyetteki lafzı "hepinizi toplayacaktır" ifadesindeki (sizi, hepinizi) zamirinden bedel olarak mahallen mansubtur. Buna göre mana, "O, o müşrikleri, yani nefislerini ziyana uğratanları toplayacaktır" şeklindedir. Bu, Ahfeş'in görüşüdür.
b) Zeccâc'ın görüşüne göre, âyetteki "nefislerini ziyana uğratanlar..." ifadesi, mübteda olarak mahallen mertû, (onlar iman etmezler) ifadesi de onun haberidir. Zira "hepinizi... toplayacaktır" ifadesi, bütün insanları, yani nefislerini ziyana uğratanları da uğratmayanları da içine almaktadır. Hem sonra, buradaki (onlar) ifadesinin başındaki fâ, cümlede bir şart ile cevabın bulunduğunu göstermektedir. Bu tıpkı Arapların şu sözü gibidir: "Kim bana ikram ederse, ona bir dirhem var," Çünkü bu dirhem, ikramın yapılması ile vacib olur. Binâenaleyh ikram şart, dirhem de onun cezasıdır.
İmdi eğer, "Âyetin zahiri, onların hüsranlarının (zarar ve ziyanlarının), iman etmeyişlerinin sebebi olduğunu göstermektedir. Halbuki durum tersinedir" denilir ise, biz deriz ki: "Bu, hüsran ve hızlan (insanın ilahî rahmetten mahrum bırakılması) ile ilgili ilâhî hükmün önceden takdir edilmiş olmasının onları bu imansızlığa götüren şeyin tâ kendisi olduğuna delâlet etmektedir. Ki bu, ehl-i sünnetin görüşüdür. [45]
"Gece ve gündüz içinde barınan herşey Onundur. O, semî'dtr, alîmdir. De ki: 'Gökleri ve yeri vâr eden Allah'dan başkasını mı ben tanrı edinecekmtşim! Halbuki O yediriyor, kendisi yedirtlmiyor." De ki: "Bana gerçekten Müslüman olanların birincisi olmam emrediliyor." Sakın müşriklerden olma. De ki: "Eğer ben Eabbime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım" (En'âm, 13-15).
Bu âyetlerle ilgili birkaç mesele vardır: [46]
Bil ki, bunların önceki âyetlerle münasebeti hususunda söylenenlerin en güzeli Ebû Müslim (r.h)'in yaptığı şu izahtır: "Allah Teâlâ önceki âyette, göklerden ve yerden bahsetmiştir. Çünkü bu ikisinin dışında bir mekan yoktur. Bu âyette de gece ve gündüzden bahsetmiştir. Çünkü bu ikisinin dışında bir zaman yoktur. O halde zaman ve mekan muhdes (yaratılmış) varlıkların zarfıdırlar. Bundan dolayı Hak Teâlâ hem mekânın, hem mekânda bulunanların, hem zamanın, hem de zaman içinde bulunanların mâliki ve sahibi olduğunu bildirmiştir." Bu, son derece güzel ve yerinde bir izahtır.
Ben derim ki: "Burada şu şekilde bir başka incelik daha vardır: Allah önce mekândan ve mekânda bulunanlardan bahsetmiş, bunun peşisıra da zaman ve zamanda olanları zikretmiştir. Zira sırf aklî ilimlerde bahsedilen şu incelikten ötürü, mekân ve mekânda olanlar, akla ve fikre, zaman ve zamanla ilgili olanlardan daha yakındır: En kâmil mânada öğretim, gittikçe daha kapalı ve zor hususlara doğru ilerlemek üzere, en açık ve en kolaylardan başlayıp, daha zoruna doğru yapılan öğretimdir. İşte âyetin kendisinden Öncekilerle ilgisi hususunda bir açıklama da budur. [47]
Âyetteki "Gecenin vegündüzün içinde barınan herşey O'nundur" buyruğu hasr ifade eder. Ve "Bütün bunlar, başkasının değil sadece O'nundur" demek olur. İşin doğrusu da budur. Çünkü mevcud olan herşey, ya "vacip li-zâtihi"dir, ya "mümkin li-zâtihi"dir. Li-zâtihi vacip olan, sadece o tek Allarıdır. O'nun dışında kalanların hepsi ise, "mümkin" varlıklardır. "Mümkin" olan da, ancak "vacib li-zâtihi" varlığın yaratması ile var olur. O'nun yaratması ile var olan herşey O'nun mülküdür. Binâenaleyh li-zâtihi vacip (Allah'ın) dışında kalan varlıkların, O'nun mülkü; O'nun da onların mâliki olduğu sabit olur. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, "Gece ve gündüz içinde barınan herşey O'nundur" buyurmuştur. [48]
Âyetteki, (sakin olan) (bulunan) kelimesinin ne mânaya geldiği hususunda iki görüş vardır: 1) Bundan murad, hareket ettikten sonra sâkinleşen, 'duran şeydir. Buna göre, âyetteki bu kelimeden maksad, gece ve gündüzde karar kılan (bulunan), kara ve denizde bulunan bütün canlılardır. Buna göre âlimler âyette bir hazf in bulunduğunu ve bunun takdirinin "Gece ve gündüzde duran ve hareket eden herşey O'na aittir" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu tıpkı, "Sıcaktan sizi koruyacak elbiseler..." (Nam,eı>âyeti gibidir. Allah Teâlâ bu ifâde ile, hem sıcağı hem soğuğu kastetmiş, ama birinin zikri ile yetinmiştir. Çünkü diğeri, zikredilenin işareti ile bilinir. Bu âyette de böyledir. Bu âyette "hareket" lafzı hazfedil mistir. Çünkü "sükûn" lafzı, ona delâlet etmektedir. [49]
2) Bundan murad, hareketin zıddı olan sükun değil, bir yere girip yerleşmek, bir yerde iskân etmek mânası kastedilmiştir. Nitekim bir kimsenin yeri, orası olduğu zaman, 'İT & 'J£~* J^Â "Falanca, falan beldede oturuyor" denilir. Cenâb-ı Hakk'ın "Siz, nefislerine zulmedenlerin diyarında sakin oldunuz (yerleştiniz)" (ibrahim, 45) âyeti de bu mânadadır. Bu mânaya göre tefsir ettiğimiz âyetten kastedilen, "Gece ve gündüzde mevcut olan, yerleşmiş olan herşey Allah'ındır" mânası olur. Binâenaleyh âyetin mânası: "İster hareket ediyor olsun, ister hareketsiz olsun. zamanda ve vakitte bulunan herşey Allah'ındır" şeklinde otur. İşte bu, daha uygun ı tefsirdir. Bunun sebebi şudur: Gece ve gündüz içinde bulunup, zamanda mevcut ı herşey hakkında, "Geçenler geçip gitti, istikbâl ise gelecektir" denilebilir. Bu 3 ise, bir değişme mânasını ihsas ettirir ki işte bu hudûs (sonradan olma)dır. Hudûs ezelî ve ebedî olmaya terstir. O halde, kendisine vaktin uğradığı ve zamana dâhil ı herşey muhdestir (sonradan olmadır). Her muhdesin mutlaka bir muhdisi (onu radan meydana getireni, yaratanı) vardır. O fiilin failinin, mutlaka o fiilden önce 'cut olması gerekir. Zamandan önce bulunanın, vakit ve zaman yok iken mevcut ası gerekir. Binâenaleyh o fail üzerine vakitler ve saatler geçemez, O'nun kında "oldu ve olacak" gibi ifâdeler kullanılamaz.
Bil ki yüce Allah, daha önce kendisinin, mekân ve mekândakilerin, zaman ve iandakilerin hepsinin mâliki ve sahibi olduğunu beyân edince, kendisinin itapların nida ve dualarını duyan, darda kalmışların ihtiyaçlarını bilen bir semî ılîm olduğunu bildirmiştir ki bunun gayesi, "Tanrı, mûcib-i bizzâttır (herşey iradî ak değil, otomatik olarak) ondan sudur eder)" diyenlerin görüşünü reddir. Böylece lâb-ı Hak, kendisinin, her ne kadar sonradan var olan her şeyin mâliki ise de, an, gören ve en gizli şeyleri bile bilen bir Fâil-i Muhtar olduğuna dikkat çekmiştir.
Allah Teâlâ bu mânayı iyice anlatınca, "De ki:uAllah'dan kasını mı ben velî (tanrı) edinecekmişim?" buyurmuştur. Bil ki Allah Teâlâ, lah'dan başkasını mı ben veli edinecekmişim?" denilmesi ile, ah'dan başkasını velî edinir miyim?" denilmesi arasında bir fark bulunduğunu [ermiştir. Çünkü istifhâm-ı inkârî (menfi manayı te'kîd için gelen soru), velî edinme usunda değil, Allah'dan başkasını velî edinme hususundadır. Halbuki sen onların, a "ehemrrTolanı, daha az "ehemm" olana takdim ettiklerini biliyorsun. O halde, ıâb-ı Hakk'm "Allah'dan başkasını mı ben Tanrı edinecekmtşim!" buyruğu, ikinci eden daha evlâ olur. Bunun bir benzeri de, "Siz, ey câhiller, bana Aîtah'dan kasma mı tapmamı emrediyorsunuz?" (Zümer,64)âyetiyte, "Allah mı size izin verdi ." (Yunus, 59) âyetleridir.
Daha sonra Allah, 'Gökleri ve yeri yoktan var eden..." urmuştur. Bu ifade, "Allah" lafzının sıfatı olmak üzere, mecrûr olarak ında bir zamirinin takdir edilmesiyle merfû olarak ve medh'den dolayı da ısûb olarak şeklinde okunmuştur. Zühri ise, bunu "gökleri tan var etti.." şeklinde okumuştur.
İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben bu ifadenin manasını lyamamıştım.. Derken bir kuyu hakkında davalaşan iki bedevi yanıma geldi., ardan birisi, "onu önce ben açtım, ben başladım" manasında olmak üzerededi" demiştir.
İbnu'l-Enbârî, jluül kelimesinin aslının, bir şeye başlarken, o şeyi yarmak, çatlatmak manası olduğunu söylemiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak, vasfıyla, kendisinin onların yaratıcısı olduğunu ve yolu, nesneleri birbirine birleştirirken, kendisinde yarma, parçalama ve telîf etmelerin meydana gelmesi şeklinde olan bir terkîb ile, onların mucidi ve var edeni olduğu mânasını kastetmiştir. Kelimenin aslı "yarmak" olunca, bu yarma işinin bir durumda ıslâh,başka bir durumda ise ifsad halinde olması caizdir. Buna göre Allah'ın ifadesi ıslah olup, başka bir şey değildir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiçbir çatlak görecek misin?" (Müik, 3) ve "Gök yanldığı zaman" (Infttar, 1) âyetlerindeki kelimeler, bir ifsâd manası ifade etmektedir. Bu iki âyette geçen, ji ve wtjİaÂÎl kelimelerinin manası aynıdır. [50]
Daha sonra Allah, buyurmuştur ki, "O, başkalarına rızık verendir, fakat hiç kimse O'na rızık veremez" demektir.
Buna göre şayet," fUtt füli.rızık ile nasıl tefsir edilmiştir? Halbuki Allah Teâlâ, W 0\ ty Uj (^jj fe (İ4^ ^ U "Bir rızık istemiyorum. Bana yedirmelerini de istemiyorum..." {Zâriyaı. 57) buyurmuştur. Atıf ise bir farklılığı gerektirir" denilirse, biz deriz ki:
Bu iki ifâde arasında bir başkalığın mevcut olduğunda şüphe yoktur. Ancak ne var ki bazan, aralarındaki çok sıkı bir münasebetten dolayı, birini diğerinden kinaye kılmak da yerinde ve güzeldir. Buna göre âyetten anlaşılan mâna, "Bütün faydalar, Allah katından olup, Allah'ın bunlardan istifade etmesi caiz değildir" şeklinde olur. Bu kelime yâ harfinin fethasıyla"doymak... tadmak" şeklinde de okunmuştur.
İbn Memun, Yakûb'dan bu ifadelerin, şeklinde olduğu gibi, birincisinin meçhul, ikincisinin ise malûm okunduğunu rivayet etmiştir. Bu takdire göre zamiri, "Allah'dan başkasına mı.." ifadesindeki lafzatullaha (w lafzına) racidir.
Eşheb, her iki kelimevi de malum sîgasında şeklinde okumuş ve bunun, "O, yedirir, ama kendisi tadmaz..." manasında olduğunu söylemiştir.
Ezherî, fiilinin (taddı, tadına baktı) manasına geldiğini de söylemiştir. Mananın, "Maslahatlara göre, bazan doyurur bazan doyurmaz.." şeklinde olması da caizdir. Bu, Arapların "O, verir, vermez" "O, genişletir, daraltır" ve "Zengin kılar, fakir kılar" demesi gibidir.
Bil ki âyetin başında zikredilen, Allah'dan başkasını velî edinmekten men etme hususudur. Cenâb-ı Hak, bu men edişine, kendisinin göklerin ve yerin yaratıcısı olması ve kendisinin yedirip, ama yediriimemesi ile istidlal etmiştir. Durum her ne zaman böyle olursa, başkasını velî edinmek imkânsız olur. O'nun, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu şu şekilde izah edebiliriz: Biz, Allah'ın dışında kalan varlıkların, zâtı gereği mümkin olduklarını; zâtı gereği mümkin olanların ise, ancak başkasının yaratıp îcad etmesiyle var olabileceklerini beyân etmiştik.. Böylece bu, Allah'ın dışında kalanların, O'nun yaratıp var etmesiyle mevcud oldukları neticesini verir. Bu sebeple Hak Subhânehû ve Teâlâ'nın, kendisi dışında kalan bütün mevcudatın yaratıcısı olduğu sabit olmuş olur. O'nun başkalarını doyurup, ama kendisinin doyurulamamasına gelince, bu açık bir durumdur. Çünkü yedirmek, başkasına, faydasına olan şeyleri ulaştırmaktan ibarettir. Tadmamak ise, faydalanmamaktan ibarettir. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, kendisi dışında kalan her şeyin varlığının başlatıcısı olunca, hiç şüphesiz, bütün faydaların meydana gelmesinin başlatıcısı da O olmuş olur. Cenâb-ı Hak, zâtı gereği vacip bir varlık olunca, hiç şüphesiz başka şeyden faydalanmaktan da berî ve münezzeh olur. Böylece aklî delil ile de O'nun, göklerin ve yerin yaratıcısı olma ile, başkalarını yedirip, ama kendisinin ise yedirilemediğinin sıhhati sabit olmuş olur. Bu sabit olunca da, başkalarını dost edinmek, aklen imkansız olur. Zira Cenâb-ı Hakk'ın dışında kalan her şey, gerek zâtı, gerek bütün sıfatları ve gerekse elinde bulunan her şey hususunda muhtaç varlıklardır. Halbuki Hak Teâlâ, zâtı gereği ganî (hiçbir şeye muhtaç olmayan) ve zâtı gereği cömerttir. Zengin ve cömert olanı bırakıp, fakir ve muhtaç olana müracaat etmek aklın sarih delaletiyle mümkün değildir.
Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, bu kitabımızda, "velî" kelimesinin lügatteki asıl mânasının ne olduğu daha evvel geçmişti ki, buna göre kelime yaktn olan demektir. Biz bu husustaki çeşitli iştikaklardan bahsetmiştik. Buna göre Cenab-ı Hakk'ın, "Deki: "Allah'dan başkasını mı ben velî (tanrı) edinecek misim?.." ifâdesi, Allah'tan başkasına yaklaşmayı engeller. İşte bu da kalbi, Allah'tan başkasına iltifat etmekten tenzih etmeyi, Allah'ın dışında kalan herseyden ilgi ve münasebetleri kesmeyi ifâde eder.
Daha sonra "Deki: "Bana gerçekten Müslüman olanların birincisi olmam emrediliyor" buyurulmuştur. Bunun sebebi Hak Teâlâ'nın "Ben böylece emrohındum. Ben müslüman olanların ilkiyim" (Enam, i63)âyetiyle, Ht.
Musa'nın, "Seni tenzih ederim. Tevbe ettim sana" (Araf, 143)şeklindeki sözünden
dolayı, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Ümmetinden Önce müslüman olmasıdır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak "sakm müşriklerden olma" buyurmuştur ki, bunun mânası: "Ben müslüma* olmakla emrolundum. Şirkten ise nehyolundum.." şeklindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Resulünün müslüman olmakta memur olduğunu, bunun peşinden de O Hz.Peygamber'in şirkten nehyedildiğini beyan buyurunca, bundan sonra şöyle buyurmuştur, "De ki; "Eğer ben tabirime isydn edersem, o büyük günün azabından korkarım." Bu ifâde, "Şayet ben, bu emir ve yasak konusunda Allah'a muhalefet edersem, o vakit çok büyük bir azaba müstehak olurum" demektir.
Buna göre eğer: "Hak Teâtâ'nın "De ki: "Eğer ben Habbime İsyan edersem, o büyük günün azabından korkarım" ifâdesi, Hz. Peygamber'in, kendisinin küfrü ve İsyanı hususunda endişeli olduğunu göstermektedir. Şayet, Hz. Muhammed hakkında bu düşünül meşeydi, O, o zaman korkmazdı..." denilirse, buna şöyle cevap verilir:
Âyet, Hz. Peygamber'in kendisi için böyle bir endişeye kapıldığına delalet etmiyor; aksine âyet, ondan küfür ve masiyetin sudur etmesi halinde endişelendiğine ve korktuğuna delâlet ediyor. Bu kadar bir şey ise, O'nda böyle bir endişenin bulunduğuna delâlet etmez... Buna misâl, meselâ bizim şu şekildeki sözümüzdür: "Eğer beş sayısı çift olursa, eşit olarak bölünür.." Bizim bu sözümüz, beş sayısının çift olduğuna da, onun eşit olarak bölünebileceğine de delâlet etmez. Allah en iyi bilendir.
Hak Teâlâ'nın, "...ben korkarım" ifadesini İbn Kesir ve Nafl, yâ harfinin fethasıyla ,Ebu Amr ve diğer kıraat imamları ise, irsal ile okumuşfardır. [51]
"O gün kim azaptan döndürülürse, muhakkak ki (Allah) onu esirgemiştir. Apaçık kurtuluş da işte budur" (En'âm, 16).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [52]
Bil ki Asım'ın ravisl Ebû Bekr, Hamza ve Kisaîyâ harfinin fethası, râ hafinin de kesresiyle, (döndürürse...) şeklinde okumuşlardır. Bu kıraate göre döndürme işinin faili, Hak Teâlâ'nın, âyetindeki "Rabb" kelimesine raci olan zamirdir.. Buna göre kelâmın takdiri, "O, Rabb, o gün kimi azabından döndürür (uzaklaştırırca).." şeklinde olur. Bu kıraatin delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki (Allah) onu esirgemiştir" ifadesidir. Bu fiil, Lafza-tullah'a raci olacak zamire isnâd edilince, iki fitlin de birbiriyle uyuşması için, durumun diğer fiilde de aynı şekilde olması gerekir. Bu takdire göre, azabı çevirme, döndürme işi, Allah'a isnâd edilmiş olur. Bundan sonraki merhamet etme İşi de, Allah'a nisbet edilmiş olur. Diğer kıraat imamları ise, bu fiili meçhul olarak şeklinde okumuşlardır ki, buna göre mâna "O günün azabı her kimden döndürülürse..." şeklinde olur. Bu kıraat da güzeldir, zira Allah Teâlâ "Büyük bir günün azabından.." ifâdesinde, "azab"ı o güne nisbet etmiştir. İşte bundan dolayı da, "döndürme" işini de o güne nisbet etmiştir. Buna göre kelamın takdiri, "Her kimden o günün azabı uzaklaştırılırsa..." şeklinde olur. [53]
Âyetin zahiri, o günün (Kıyamet gününün) döndürülmüş olmasını gerektirir ki, bu muhal bir şeydir. Aksine bundan murad, o günün azabının uzaklaştırılmış olmasıdır. Malum bw hstf malum ve yerinde olmuştur. [54]
Âyet, tâatın mükâfatı; ma'siyetın de ikâbı (cezayı) îcap ettirmediğine delâlet etmektedir. Çünkü Allah, "Ogün kim azaptan döndürülürse, muhakkak ki (Allah), onu esirgemiştir..." buyurmuştur ki bu, "Allah, o günde kendisinden azabı dönderdiği herkese merhamet etmiştir" demektir. Bu ancak, bu döndürme işi lütuf olarak meydana geldiğinde güzel olur. Ama bu, bir vacip ve bir hak etme olarak meydana geldiğinde, bu hadise hakkında, "O, ona merhamet etti.." denilmesi uygun düşmez.. Baksana, köleyi dövmesi hoş karşılanmayan kimse, onu dövmediği zaman, "O, ona merhamet etti" denilmez. Ama, köle dövülmeyi hak ettiği halde, o onu dövmezse, "O, ona merhamet etti, acıdı..." denilir, İşte bu âyet de, kendisinden vazgeçilen, yerine getirilmeyen her ceza ile, tahakkuk edecek her mükâfaatın, Allah tarafından doğrudan verilmiş bir lütuf ve ihsan olduğuna delâlet eder ki bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in söylediği rivayet edilen şu hadise de uygundur: "Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim kî, insanlardan hiç kimse, cennete ameli karşılığında giremez!. Ashâb: "Sen de mi ya Hesûlallah!" dediklerinde o, "Ben de.. Ancak, Allah'ın rahmetiyle beni bürümesi müstesna..."[55] buyurmuştur.
Bu son cümleyi söylerken Hz. Peygamber (s.a.s), elini başının üzerine koymuş ve sesini uzatarak söylemiştir. [56]
Kadî şöyle demiştir: "Bu âyet, âhirette cezalandırılmayacak olanların, kendilerinden ikâbın uzaklaştırıldığı kimselerden olduğuna ve binâenaleyh onların mükâfaatlandınlması gerektiğine delalet etmektedir. Bu, "Mükelleflerden, kendilerinden İkâb döndürülmüş (kaldırılmış) olanlardan mükâfaatlandırılmayan ama lûtfa mazhar olan kimseler de vardır" diyenlerin görüşünü iptal eder. Eğer, "Allah'ın kendisini cezalandırmadığı, ama lütufta bulunduğu bir kimse için, apaçık bir kazanç meydana gelmiş olmaz mı? Bu, âyet-i kerîmenin sizin görüşünüze delâlet etmediğini göstermez mi?" denilir ise biz deriz ki, "Sizin söylediğiniz bu şey birkaç bakımdan reddolunur:
a) İkram ve lütufta bulunmak, Allah Teâlâ tarafından (karşılıksız) bir veriştir. Bu, yapılan bir şeye karşılık değildir. Fevz ise, matlubu elde etmek, ona ulaşmaktır. Binâenaleyh bunun, mutlaka matlûp olan bir şeyi ifâde etmesi gerekir.
b) Fevz-i Mübin (apaçık kurtuluş) ifâdesinin, fazl-ı ilâhî mânasına hamledilmesi caiz değildir. Aksine bunun, büyük bir nimeti ifâde eden bir mânaya hamledilmesi gerekir. Bu büyük nimet de, ancak mükafaat ve sevaptır.
c) Âyet: 'Eğer ben, Rabbime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım" (En-am. 15) cümlesi üzerine atfedilmiştir. Azabın karşılığı ise mükafaattır. Binâenaleyh buradaki rahmeti mükafaat mânasına hamletmek gerekir."
Bil ki Kâdî'nin bu istidlali, gerçekten zayıf olup, zayıflığı aşikâr bir istidlaldir. Binâenaleyh bu hususta sözü uzatmaya gerek yoktur. Allah en iyi bitendir. [57]
"Eğer Allah sana bir belâ dokundurursa, onu O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa (bil ki) O, herşeye hakkıyla kadirdir" (En'âm, 17).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [58]
Bil ki bu, akit olanın Allah'dan başkasını dost (velî, tanrı) edinmesinin caiz olmayacağı hususunda bir başka delildir. Bunun izahı şöyledir: Zarar (belâ), elem, hüzün, korku ve veyahut da bunlardan birine sebebiyet veren şeye denir. Fayda, lezzet, sevinç ve bu ikisine veya birisine sebebiyet veren şeye denir. Hayır ise, zararı giderme ve faydayı elde etme arasında müşterek olan şeye denir. Durum böyle olunca, insanın ya zarar ya da hayırda olduğu hususu sabit olmuş olur. Çünkü zararın giderilmesi, ister kendisinde lezzet bulunsun, isterse bulunmasın, hayırdır. Bu sabit olunca, şüphe yok ki Allah Teâlâ, zararın azının da çoğunun da, ancak Allah'ın sayesinde def edilebileceğini, az olsun çok olsun, hayrın da yine ancak Allah sayesinde elde edilebileceğini beyan etmiştir.
Bunun delili şudur: Varlıklar, ya "vâcibu'l-vücûd"dur, ya da "mümkinü'l-vücûd"-dur. Vacibu'l-vücud olan tek (Allah)dır. Binâenaleyh O'nun dışındaki herşey "mümki-nü'l-vücûd" (var olması da, olmaması da mümkün olan varlıklardır. Mümkinü'l-vücûd olanlar ise, ancak vâcibu'l-vücûd olanın yaratmasıyla var olur. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın dışında kalan herşey O'nun yaratması ve var etmesiyle mevcud olmuştur. Binâenaleyh bütün zararların giderilmesinin ve bütün hayırların ve menfaatlann elde edilmesinin, ancak O'nun sayesinde olabileceği sabit olur. Böylece bu açık aklî delil ile de, âyetin gösterdiği mânanın doğruluğu sabit olur. [59]
Buna göre eğer. "Biz bazan insanın, başına gelen zararı, malı, adamları ve yardımcıları sayesinde savuşturduğunu, yine bazan kendi gayreti ve başkalarının yardımı ile hayır (fayda) elde ettiğini görüyoruz. Bu durum, âyetin umûmî (herkes için söz konusu) oluşunu zedelemektedir. Hem sonra zararların en büyüğü inkârdır. Binâenaleyh bunun da ancak Allah'ın yardımı ile defedilebileceğinin söylenilmesi gerekir. Yine hayırların en büyüğü imandır. Binâenaleyh bunun da, ancak Allah'ın yaratması ile elde edilebileceğinin söylenmesi gerekir. Durum böyle olunca da, insanın küfründen dolayı bir ikâba, imanından dolayı da her hangi bir mükafaata müstehak olmaması gerekir. Yine biz insanların, ilaçlardan istifade edebildiklerini ve zehir içmekle zarara uğradıklarını görmekteyiz. Bütün bu durumlar, âyetin zahirî mânasını zedelemektedir" denilir ise, bunların birincisine şöyle cevap verilir:
"İnsan, herhangi bir işi ancak kendisinde o fiili yapmaya götüren bir saik (niyet v.b.) mevcut olduğu zaman yapabilir. Çünkü fiilin sebepsiz meydana gelmesi imkânsızdır. İnsanın (kalbinde) meydana gelervbu saik ise, ancak Allah'dandır. Bu durumda, herşey Allah'dandır ve sizin iteri sürdüğünüz bütün sorulara, bu hususla cevap verilir." [60]
Allah Teâlâ, zarar ve
hayrın dokundurulmasından bahsetmiş, fakat zararı (belayı), hayırdan şu iki şey
ile ayırmıştır:
a)O, zararı hayırdan önce zikretmiştir ki bu, her zararın peşinden mutlaka bir hayır ve selametin gerçekleşeceğine delâlet eder.
b) O, zararın (belânın) dokundurul m ası ile ilgili olarak, "O (zararı). Ondan başka giderecek yoktur" buyururken, hayrın dokundurulması ile ilgili olarak "(Bil ki) O, herşeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Böylece hayır hususunda, kendisinin herşeye kadir olduğunu ortaya koymuştur ki bu, Allah'ın insanlara hayrı vermeyi dilemesinin, zararı ulaştırmayı dilemesinden daha çok ve fazla olduğunu göstermektedir. Bütün bunlar, Allah'ın irâdesinin daha çok rahmet tarafında bulunduğuna delâlet etmektedir. Nitekim O (bir hadîs-i kutsîde),
"Rahmetim, gazabımı geçmiştir"[61] buyurmuştur. [62]
"O, kullarının üstünde kahirdir; O, hakimdir, habirdir" (ErTâm, 18),
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [63]
Bil ki kemal sıfatları, kudret ve ilme tahsis edilmiştir. Eğer, "Siz, Allah'ın vâcibu'l-vücûd" olmasını niye ihmal ettiniz?" denilirse, biz deriz ki:
Bu, zâtın kendisi olup, zât ile kaim olan bir sıfat değildir. Çünkü, zât ile kaim olan sıfat, zâta muhtaçtır. Zâta muhtaç olan da, başkasına muhtaç olur. Binâenaleyh, zâtı gereği mümkin, başkası sebebiyle de vacip olur. Bundan dolayı, vacip olmadan önce, vacip olmanın bulunması gerekir. Bu ise imkânsızdır. Böylece onun, zâtın aynısı olduğu ve kemâl ifâde eden sıfatların hakikatinin kudret ve ilim sıfatları olduğu sabit olur. Buna göre, âyetteki, "O, Kulların üstünde kahirdir" ifâdesi, Allah'ın kudretinin kemâline; "...ve O, hakimdir, habirdtr" ifâdesi de, Allah'ın ilminin kemâline işarettir. ifadesi "hasr" İfâde eder ve mânası da şu şekildedir: "Kudretin ve ilmin kemâliyle mevsûf olan, ancak Hak Subhânehu ve Teâlâ'dır." Buna göre, O'ndan başka kâmil varlık yoktur ve O'nun dışındaki her şey eksiktir.
Bunu anladığın zaman biz deriz ki, O'nun kahir oluşunun kudretine delâlet edişine gelince bu şöyle olur: Çünkü, bizim daha önce de beyan ettiğimiz gibi, Cenâb-t Hakk'ın dışındaki her şey, zâtı itibariyle mümkinü'l-vücûddur. Zâtı itibariyle mümkin olanın, varlığı yokluğuna veya yokluğu varlığına, ancak vacibu'l-vücûdun tercihi, tekvini (var etmesi), îcad etmesi ve ibda' etmesi ile baskın çıkar. Binâenaleyh, gerçekte, bazan varlığı yokluğa bazen de yokluğu varlığa üstün getirmek suretiyle, mümkinâta kahir olan O'dur, Vâcibu'l-vücûddur. Bu hususa O'nun, öldürme, muhtaç ve zelîl kılma ile mümkin varlıklara kahir ve hakîm oluşu ile, yine Allah Teâlâ'nın şu âyette zikrettiği bütün şeyler de dahil olur: "De ki: "Ey mülkün sahibi olan Allah, Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onu aziz kılar, kimi dilersen onu zelîl edersin. Hayr, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye hakkıyla kadirsin" <Am imran, 26).
Allah'ın hakîm oluşunu burada ilim mânasına hamletmek mümkün değildir. Çünkü "Habîr" sıfatı ilme işarettir.. Binâenaleyh, hakîm tabirini alîm mânasına hamledersek, burada bir tekrar olmuş olur. Tekrar ise caiz değildir. Bundan dolayı "hakîm"i, "Fiilleri muhkem, sağlam ve titiz, her türlü bozukluk ve eksiklikten uzak olan..." mânasında olmak üzere, fiillerini sapasağlam yapan mânasına almak gerekir. "Habîr", anlatılan şeyi bilen kimse demektir...
Vahidî: "Bunun mânası şudur: "O, haber verilmesi doğru ve sahih olan şeyi bilendir" demiş ve şöyle devam etmiştir: "Haber, senin bir şeyi bilmendir. Sen.'p hususta bilgim var" mânasında, "Ondan haberim var" dersin. Bu kelimenin aslı (tecrübe etmek) kelimesidir; çünkü tecrübe etmek, ilim yollarından bir yoldur.." [64]
Müşebbihe bu âyet ile, Allah'ın, âlemin üzerinde olan bir cihette bulunduğu hususunda istidlal etmiştir. Bu görüş, merdûddur. Bunun yanlış olduğuna da birçok şey delâlet etmektedir:
1) Eğer Allah Teâlâ. âlemin üstünde bulunmuş olsaydı, ya bir taraft diğer taraftan ayırdedilmeyecek derecede küçük olurdu veyahut da kıtaları ihata edecek, cihetlere uzanacak kadar büyük olurdu. Birincisi, Cenâb-ı Hakk'ın bir atom (cevher-i ferd) gibi küçük ve ufak olmasını gerektirir. Şayet Allattın böyle olması caiz olursa, âlemin ilâhının, duvarın deliğinden içeri düşen güneşin içindeki zerrelerden birisi olması niçin caiz olmasın?.. Halbuki hiç bir akıllı kimse bunu söyleyemez. Eğer ikincisi olsaydı, o zaman ilâh olan zât parçalanmış, bölünmüş olurdu ki, bu da Allah hakkında imkânsızdır.
2) Allah, ya her tarafı kuşatmış olur ki, o zaman da Cenâb-ı Hakk'ın zâtı pisliklere karışmış, onlara bulaşmış olması gerekir.. Oysa, bu bâtıldır. Veyahut da O, bütün cihetlerden sonlu ve sınırlıdır. Bu durumda da Cenâb-ı Hak hakkında, O'nun ekşilip fazlalaştığının söylenmesi doğru olur. Böyle olan her şeyin, belli bir miktar ile sınırlanıp tahsis edilmesi, bir tahsis edicinin tahsis etmesiyle olur. Bu durumda da Allah muhdes olmuş olur. Veyahut da O, tarafların bir kısmına göre büyük, bir kısmına göre de küçük olmuş olur. Böylece de, sınırlı olmakla tavsif edilen taraf, sınırsız olmakla tavsif edilen taraftan başka olur. Bu ise, bölünmeyi ve cüzlere ayrılmayı gerektirir.
3) Mekân lâfzı, ya "içine alan, kuşatan satıh", veya "buûd ve boşluk" diye tefsir olunur. Buna göre, eğer birincisi olursa biz deriz ki: Alemin cisimleri, sınırlı ve sonludur. Binâenaleyh, âlemin dışı ne boşluk, ne dolu, ne mekân, ne yön, ne de cihettir. Bu sebeple, Allah'ın zâtının burada bulunması imkânsızdır. Eğer ikincisi olursa biz deriz ki, boşluğun cüzleri, gerçekte birbirine müsavidir. Bu böyle olunca, şayet, Allah'ın o boşluğun cüzlerinden bir cüzde bulunması sahih olursa, O'nun boşluğun diğer cüzlerinde de bulunması sahih olur. Halbuki, bir fâil-i muhtar sebebiyle böyle olan şey, muhdes (sonradan var olma)dır. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın zâtının bir cüzde bulunmuş olması muhdestir. Oysa ki O'nun zâtı, bu oluştan ayrılmaz. Muhdesten ayrılmayan şey de muhdestir. Bütün bunlara göre, Allah'ın zâtının da muhdes olması gerekir ki, bu imkânsızdır.
4) Boyut ve boşluk, bölünmeyi ve parçalanmayı kabul eden bir husustur. Böyle olan her şey ise, zâtı gereği mümkin ve bir îcad edene muhtaç olandır. Bunu icad eden ondan önce mevcuttur. O halde Allah'ın zâtı, boşluğun, cihetin, yönün ve mekânın var olmasından önce mevcuttur.
Bu sabit olunca, mekân, yön ve boşluğun yaratılmasından sonra da, Allah'ın zâtının, evvelce ne idiyse o şekilde kalması gerekir. Aksi halde, Allah'ın zâtı hakkında değişiklik söz konusu olmuş olur ki, bu da imkânsızdır. Bu da sabit olunca Cenâb-ı Hakk'ın her zaman mekânlardan ve cihetlerden münezzeh olduğuna hükmetmek gerekir..
5) Alemin, küre şeklinde olduğu sabittir. Bu sabit olunca, Rey[65] halkının başının üzerinde olan kimse, diğer topluluğun ayaklarının altında olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu durumda Allah'ın ya belli bir kavmin veyahut da herkesin üstünde olduğu söylenir. Birinci ihtimal bâtıldır. Zira Allah'ın, insanların bir kısmının üstünde olması O'nun başka insanların altında olmasını îcap ettirir ki, bu da bâtıldır. İkincisi de, Cenâb-ı Hakk'ın felek küresini kuşatmış olmasını icap ettirir. Böylece de işin neticesi, âlemin ilâhının, bütün felekleri kuşatan bir felek olması sonucuna varır ki, bunu hiçbir müslüman söylemez..
6) Bu âyette geçen "fevkiyyet" (yüce, yukarıda olma) lafzından hem önce hem de sonra başka ifâdeler bulunmaktadır. Bu lâfızdan önce "Kahir" lâfzı" geçmiştir. "Kahir" lâfzı ise kudret ve kuvvetin tam ve mükemmel olduğunu ihsas etmektedir. Bu lafızdan sonra gelen lafız da Allah'ın «Ip (kullarının) lafzıdır. İşte bu lafız da başkasının mülkü olmayı ve kudreti attında bulunmayı ihsas eder. Binâenaleyh, âyette bahsedilen "üstünde bulunma" ifâdesini, cihet bakımından olan üstünde bulunmaya değil de, kudret bakımından üstünde bulunma mânasına hamletmek gerekir.
İmdi eğer, "Sizin söylemiş olduğunuz bu husus, yine sizin, "Cenâb-ı Hakk'ın "O, kullarının üstünde kahirdir" ifâdesi, O'nun kudretinin mükemmelliğine delâlet eder" şeklindeki sözünüze zıddır. Binâenaleyh, buradaki "yukarıda bulunma" lafzını, "kudret bakımından yukarıda (yüce) olma" mânasına hamledersek, bir tekrar gerekmiş olur. Bu sebeple bunu, mekân ve cihet bakımından üstünde olma mânasına hamletmek gerekir" denilirse, biz deriz ki:
Durum, sizin söylediğiniz gibi değildir. Çünkü bazan zât, bir kısmına değil de, diğer kısmına kahir olmakla tavsif edilebilir. Halbuki Cenâb-ı Hak, öiUc Jji "kullarının üstünde.." lafzı, bu kahr ve kuvvetin herkes hakkında umûm ifâde ettiğine delâlet etmektedir.
7) Allah, bu âyeti, kendisinden başkasını dost edinenlere reddiye olarak zikretmiş olup, kelâmın takdiri de: "Allah Teâlâ, kullarının üzerindedir" şeklinde olunca; işte her ne zaman durum böyle olunca, Allah'dan başkasını dost edinmek imkânsız olup, böyle bir neticenin tertibi de o üstte bulunmaya göre olunca, bu üstte bulunmadan murad, kuvvet ve kudret bakımından bir üstte bulunma olur. Ama bundan murad, cihet bakımından bir üstte bulunma olunca, bu böyle bir maksadı ifâde etmez. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın sadece (cihet bakımından üstün olması) her işte O'na güvenip dayanmayı ifâde etmez; bütün arzularda da O'na başvurmayı gerektirmez.. Ama biz bunu, kudret bakımından üstte bulunma mânasına alırsak, bu neticenin buna bina edilmesi güzel ve yerinde olmuş olur. Böylece, bütün bu anlattıklarımızla, bu âyetten kastedilen üstte bulunma keyfiyetinin, Müşebbihe'nin zikretmiş olduğu husus değil, bizim dediğimiz husus olduğu ortaya çıkar. Allah en iyi bilendir. [66]
"De ki: "Şâhid olmak bakımından hangi şey daha büyüktür?" De ki: 'Benimle sizin aranızda, Allah hakkıyla şâhiddtr. Şu Kur'ân hem sizi, hem de sizden sonra tebliğ edildiği kimseleri uyarmam İçin bana vahyolundu. Allah'la beraber başka tanrılar da olduğuna gerçekten siz mi şâhidlik ediyorsunuz?" De ki: "Ben şâhidlik etmiyorum. " De ki: "O, ancak bir tek Tanrıdır ve sizin şirk koşmakta olduğunuz nesnelerle muhakkak ki benim bir ilişiğim yokhjr" (Enam, 19).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [67]
Bil ki âyet, şehâdetlerin en büyüğünün ve en yücesinin, Allah'ın şehâdeti olduğuna delâlet etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kendi şehâdetinin bulunduğunu beyân etmiştir. Ancak ne var ki, bu âyet niçin, bu şehâdetin herhangi bir neticeyi isbat hususunda bulunduğuna delâlet etmiyor? Buna göre biz deriz ki: Bundan muradın, Allah'ın şehâdetinin, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetinin kesin ve sabit olduğu hususunda bulunması mümkün olacağı gibi, bundan muradın, bu şehâdetin Allah'ın birliğinin kesin ve sübût bulmuş olduğu hususunda bulunmuş olması da mümkündür.
Birinci ihtimâle gelince, İbn Abbas şunu rivayet etmiştir: Mekke'nin ileri gelenleri, "Ey Muhammed! Allah, senden başka peygamber yapacak kimse bulamadı mı? Seni tasdik eden hiç bir kimse göremiyoruz.. Seni, yahudî ve hristiyanlara da sorduk. Onlar, senin peygamber olduğuna dair, yanlarında herhangi bir beyân ve açıklamanın bulunmadığını iddia ettiler. O halde bize, senin peygamber olduğuna şehâdet edecek bir kimse göster!.." dediler de, işte bunun üzerine Allah bu âyeti indirerek, "Onların, senin nübüvvetini kabul ve itiraf etmeleri için, de ki ey Muhammed, "Şahid olma bakımından hangi şey Allah'tan daha büyüktür? Çünkü şehadet bakımından her şyin en büyüğü, Allah Teâlâ'dır..." Onlar bunu kabul ve tasdik ettiklerinde, "Allah, benim nübüvvetime şahiddir! Çünkü O, bana Kur'ân'ı variyetti.. Kur'ân ise bir mucizedir. Çünkü sizler, fasih ve beliğ kimselersiniz.. Halbuki Kur'ân'a muâraza edemediniz.. O, mucize olunca, Allah'ın onu benim davama uygun olarak izhar edip ortaya koyması, Allah tarafından, benim davamda sadık olduğuma dair bir şehâdettir" de!.." demiştir.
Netice olarak diyebiliriz ki onlar, Hz. Peygamber'in nübüvvetine şehâdet edecek, sözü makbul bir şahid istediler. Bunun üzerine Allah da, şehâdet bakımından en büyük şeyin kendisi olduğunu ve onun nübüvvetine şehâdette bulunduğunu beyân buyurdu ki işte âyetteki "Şu Kuran, hem tttoâ, hem de sizden sonra tebliğ edildiği kimseleri uyarmam İçin bana vahyolundu.." ifadesiyle murad edilen budur. İşte bu, açık ve vazıh olan bir izahtır..
İkinci İhtimale gelince ki bu, bu şehâdetin Allah'ın birliği hususunda olmasıdır. Bil ki, bundan önce bir mukaddime yapılması gerekir ki o da şudur: Ki, elde edilmek istenen matluplar üçe ayrılır:
a) Nakli delillerle ispat edilmeleri imkânsız olanlar... Zira sıhhatini ispat, naklin sıhhatine bağlı olan şeyleri nakle dayanarak ispat etmek imkânsızdır. Aksi halde devir (devr-i fasit) gerekir...
b) Aklen ispat edilmesi imkânsız olanlar... Bu da, akfen varlığı da yokluğu da düşünülebilen her şeydir.. Bu iki tarafın birisinde, kesinlikle bir imkânsızlık söz konusu değildir. O halde, iki taraftan birisine kesin olarak karar vermek, ancak naklî delil ile mümkün olur.
c) İsbâtı, hem akıl hem de nakil ile yapılanlar. Bunlar, bilinmesi sadece nakle bağlı olmayan aklî meselelerdir. İşte bunların naklî delillerle ispatlanması mükmün olur.
Bunu iyice anladığında biz deriz ki Cenâb-ı Hakk'ın "Ve ki: "Benimle sizin aranızda, Allah hakkıyla sahiddir" buyruğu, Allah'ın birliğini ve ortaklardan, zıdlardan, benzerlerden, eşlerden ve emsalden beri ve münezzeh olduğunu ispat hakkındadır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şu Kuran, hem sizi hem de sizden sonra tebliğ edildiği kimseleri uyarmam için bana vahyolundu" buyurmuştur. Yani, "Tevhîde taraftar olmak, hak ve vacip; şirke taraftar olmak ise, bâtıl ve merdûddur" demektir. [68]
Cehm (İbn Safvan)'in, Cenâb-ı Allah'ın bir "şey" olduğunu inkâr ettiği nakledilmiştir. Bil ki, Allah Teâlâ'nın var olan ve gerçek olan bir "zât" olduğu hususunda bir münakaşa yoktur. Fakat Cehm, Allah'a "şey" demeyi kabul etmemiştir. Bu sırf söz bakımından bir muhalefettir. Bil ki âlimlerin çoğu, Allah Teâlâ'ya "şey" denebileceği hususunda bu âyeti delil getirmişlerdir ki bunun izahı şöyledir: Hak Teâlâ, "Şahtd olma bakımından hangi şey daha büyüktür?" demiş, sonra cevaben "De ki:... "Allah" " buyurmuştur. Bu, Allah'ın bir "şey" olmasını gerektirir. Bu, aynen şuna benzer: Birisi, "Hangi insan daha doğru sözlü?" diye sorsa ve buna cevaben "Cebrail" denilse, bu yanlış bir cevap olur. Çünkü Cibril (a.s) bir insan değildir. İşte bu âyette de böyledir. Buna göre eğer, "De ki: "Benimle sizin aranızda Allah hakkıyla şâhiddir" ifâdesi müstakil bir cümle olup, kendinden öncesi ile bir ilgifi yoktur. Çünkü burada "Allah" lafzı mübteda, "Benimle sizin aranızda hakkıyla şâhiddir" kısmı da haberdir. Bu ise, öncesi ile alakası olmayan müstakil tam bir cümledir* denilir ise, biz deriz ki: "Bu hususta, şu iki bakımdan cevap verilir:
a) Biz, âyetteki "De ki: "Şâhid olmak bakımından hangi şey daha büyüktür?" ifâdesi, şüphe yok ki bir sorudur. Binâenaleyh buna ya zikredilmiş ya da hazfedilmiş bir cevap gerekir. Eğer cevabın zikredildiğini söylersek, bu cevap "De ki: "...Allah" ifâdesi olur ve cümle bunun sonunda tamamlanır. Bunun devamındaki "Benimle sizin aranızda hakkıyla şâhid" ifâdesinin başına bir mübteda takdir edilerek "O, benimle sizin aranızda hakkıyla şâhiddir" şeklinde kabut edilir. İşte bu durumda, yapılan istidlal doğru olur.
Ama biz cevabın mahzuf olduğunu söylersek, o zaman deriz ki: "Bu, delilin aksinedir. Yine esvabın mahzuf sayılsa bile, mahzuf olan bu cevaba, mutlaka zikredilen cümlenin delâlet etmesi ve bu yere uygun olması gerekir. "Şâhid olmak bakımından hangi şey daha büyüktür?" sorusuna uygun cevap, "O, Allah'dır" denilip, peşisıra da, "Benimle sizin aranızda Allah hakkıyla şâhiddir" denilmesidir. İşte buna göre de bu âyet, Allah Teâlâ'nın "şey" diye ifade edilebileceğine delil getirilir. Bu delilin izahının tamamı budur.
b) Bu meseleyle ilgili bir başka delil de şudur: Hak Teâlâ, "O'nun veçhtnden (yüzünden) başka her şey helak olucudur" (Kasas, 88) buyurmuştur. Bu âyetteki "vech" (yüz) ile, Cenâb-ı Allah zâtını kastetmiştir. İşte bu âyet de, Allah'ın zât-1 ilâhisini, "her şey"den istisna ettiğini gösterir. İstisna edilen şeyin, müstesna minh'in (istisna edildiği şeyin) hükmüne (cinsine) dahil olması gerekir. Binâenaleyh bu da, Allah'ın "şey" diye tavsif edilebileceğine delâlet eder.
Cehm (İbn Safvan), bu kelimenin Allah için kullanılamayacağı hususunda şunları ileri sürmüştür:
1) Allah Teâlâ, "Hiçbir şey O'nun gibi değildir" (Şürâ. n) buyurmuştur ki bu, "O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur" demektir. Halbuki her şeyin zâtı, kendisinin benzeri gibidir. İşte bu Allah'ın "şey" diye nitelenemeyeceği hususunda açık bir delildir. Bu âyetteki kâf harf-i cerrinin zâid olduğu ve takdirinin "O'nun misli hiçbirşey yoktur" şeklinde olduğu söylenemez. Çünkü Kur'ân'ın bir tek kelimesini bile boş, mânâsız ve yanlış kabul etmek, kesin bir zaruret olmadığı müddetçe böyle bir yola başvurmak din ehli kimselere uygun düşmez.
2) Allah Teâlâ, "Allah, herşeyin yaratıcısıdır" {Zümer.) buyurmuştur. Eğer Allah, "şey" diye isimlendirilecek olursa, O'nun kendisinin de yaratıcısı olması gerekirdi ki bu imkânsızdır. Bu âyetin, tahsîs görmüş (sınırlandırılmış) umûmî bir ifâde olduğu da~ söylenemez. Çünkü diyoruz ki: Tahsîs etme, ancak kendisine itibar ve iltifat edilmeyen nâdir ve şazz yerlerde caiz olur. Binâenaleyh tahsisin varlığı ile yokluğu birdir. İşte bu sebeple de, geriye kalan varlıkların âdeta yok hükmünde olduğuna dikkat çekmek için, (her) lafzı, "ekserisi" mânasında kullanılmıştır. Malumdur ki Cenâb-ı Allah eğer "şey" diye adlandırılsaydı, herşeyin en büyüğü ve en şereflisi olurdu. [Bu kısmı (yani "küll"ü) hariç bırakıp da "küllü" (bütün) lafzını kullanmak, sırf yalan olur ve tahsisle ilgisi sözkonusu olmaz.]
3) Allah Teâlâ, "En güzel isimler Allah'ındır. O halde. Ona bunlarla duâ edin" (A'rftf, 180) buyurmuştur.
İsim, müsemmâsı (yani isim olduğu varlık) güzel olduğu zaman güzel olur. Bu . da, ismin kemâl ve celâl sıfatlarından bir mânaya delâlet etmesidir. "Şey" kelimesi, bütün varlıklar içindeki en genel bir kavramdır. O halde onun müsemmâsı (isim olduğu varlık) da, en güzel şeyler arasında olabileceği gibi, en kötü şeyler arasında da olabilir. Böyle olunca da, bu kelime ile isimlendirilen varlık, kemâl ve celâl sıfatlarından bir sıfat olmaz. Binâenaleyh Allah'ı bu kelime ile isimlendirmenin, bununla O'na dua etmenin caiz olmaması gerekir. Çünkü "şey" kelimesi, "en güzel isimler"den birisi değildir. Allah Teâlâ ise, kendisine en güzel İsimler ile seslenilmesini emretmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ'ya bu kelime ile dua etmenin caiz olmaması gerekir. Hem sonra Allah'a bu isimle dua etmenin yasak olduğunu söyleyenler, "Bu kelime, kesinlikle Allah'ın isimlerinden biri değildir" demişlerdir.
4) "Şey" kelimesi, ma'dûm (yok olan) şeyler için (de) kullanılır. Binâenaleyh bunun, Allah için kullanılmaması gerekir. Bunun birinci mukaddimesinin (cümlesinin) izahı şöyledir: Allah Teâlâ, "Hiç bir şey hakkında, "Ben bunu mutlaka yarın yapacağım" deme... "(Keht,23jbuyurmuş, insanın yarın yapacağı işi, şu anda "şey" diye ifâde etmiştir. İnsanın yarın yapacağı iş ise, şu anda mevcud değildir. Binâenaleyh bu, mevcut olmayanlara "şey" denildiğini göstermektedir. Bu sabit ounca, bizim "Allah bir "şey"dir" şeklindeki sözümüz, zât-ı ilâhînin, bilinen bir sıfat ve ayırıcı bir özellik ile diğer varlıklardan ayrıldığını ve mevcûd olduğunu ifâde etmez. Bundan dolayı "şey" kelimesi, Allah için kesinlikle bir mâna ifâde etmeyen bir lafız olmuş olur. Binâenaleyh her bakımdan bir abes olur ve bunun Allah için kullanılmaması gerekir.
Cehm'in bütün bu delillerine cevaben şöyle denilir: Deliller birbiriyle tezad teşkil edince, biz deriz ki, "şey" lafzı, en umûmî mânada bir lafızdır. Allah hakkında hâs (husûsî manalı) lafızların kullanılması doğru olduğu gibi âmm (genel kavram ifâde eden) lafızların kullanılması da doğru olur. Öyleyse Allah'ın bir zat ve hakikat olduğu ne zaman doğru olursa, O'na "şey" denilmesinin de doğru olması gerekir ki ulaşılmak istenen netice de budur. Allah en iyi bilendir. [69]
Allah Teâlâ'nın, "Şu Kur'ân hem sizi hem de sizden sonra tebliğ edildiği kimseleri oyarmam için bana vahyolundu" buyruğu, "Allah bana, sizi kendisi ile inzâr etmem için bu Kur'ân'ı variyetti" demektir. Bu âyetteki "sizi" zamiri Mekkelilere hitaptır. Âyetteki ifadesi de, {fi (sizi) zamiri üzerine atfedil m iştir. Yani "Bu Kur'ân İle, hem sizi, hem de Arapdan ve Acemden, Kur'ân'ın kendisine ulaştığı herkesi inzâr ederim" demektir. Denildi ki bu, "Cinlerden ve insanlardan, kendisine Kur'ân erişen herkesi..." veya "Kıyamete kadar kendisine Kur'ân erişen herkesi..." manasınadır. Sa'id İbn Cübeyr'in, bunu "Kur'ân'ın eriştiği herkes" mânasında aldığı rivayet edilmiştir. Buna göre Kur'ân kendisine ulaşan her kişi, sanki Hz. Peygamber (s.a.sj'i görmüş gibi olur. Bu izaha pöre âyette bir hazif bulunup, takdiri, "Bu Kur'ân bana, kendisi ile sizi ve kendisine Kur'ân'ın ulaştığı herkesi inzâr edeyim diye vahyolundu" seklindedir. Fakat sözden anlaşıldığı için, bu hazfedilmiştir. Bu, tıpkı"Gördüğüm Zeyd, dövdüğüm Amr'dir" denilmesi gibidir.
Âyetteki ifâdesinin bir başka tefsiri de şudur: Bu ifâde, "Kim ihtilâm (akıl baliğ) olur ve mükellefiyet yaşına erişirse..." manasınadır. Mânanın böyle olması halinde, herhangi bir takdir yapmaya ihtiyaç duyulmaz. Ancak âlimlerin çoğu, birinci görüşü tercih etmişlerdir.
"Allah'la beraber başka tann/ar da olduğuna gerçekten siz mi şâhldlik ediyorsunuz? De ki: "Ben şâhtdlik etmiyorum." De ki: "O, ancak bir tek Tanrıdır ve sizin şirk koşmakta olduğunuz nesnelerle muhakkak ki benim bir ilişiğim yoktur" buyruğuna gelince, biz deriz ki bu hususta iki bahis vardır:
Birincisi: İbn Kesîr, bunun başını medsiz olarak, sakin bir yâ harfine benzer bir hemze ile, bundan sonrasını da kesre ile okumuştur. Ebû Amr ve Nâfi'in râvîsi Kâlûn da bu şekilde, ama medli olarak okurlar. Diğer kıraat imamları ise bunu medsiz olarak iki hemze ile okurlar.
İkincisi: Bu ifâdenin başındaki istifham, istifham-ı inkârîdir. Ferrâ şöyle demiştir: "Allah Teâlâ bu âyette, yerine dememiştir. Çünkü "tanrılar" kelimesi cemîdir. Cemiler de müennes sayılır. Nitekim Allah "En güzel isimler Allah'ındır" (A-rât, ıso) "Öyle İse önceki nesillere ne oluyor" n-anâ, 51) buyurmuş, J/îl yerine, müzekker olan "evvel" kelimesini veya cemî olan "evvelin" kelimesini kullanmamıştır.
Daha sonra Hak Teâlâ, "De ki: "Ben, şâhidltk etmiyorum." De ki: "O, ancak bir tek Tanndır ve sizin şirk koşmakta olduğunuz nesnelerle muhakkak kt benim bir ilişiğim yoktur" buyurmuştur.
Bil ki bu ifâde, tevhidin ve şirkten uzak olmanın, şu üç bakımdan vacib kılındığına delâlet eder:
1) Âyetteki "De ki: "Ben şâhidlik etmiyorum" ifadesidir. Bu "Onların söyledikleri ortakların bulunduğu hususuna şâhidlik etmem, (böyle birşey söylemem)" demektir.
2) Âyetteki, "De ki: "O, ancak bir tek Tanrıdır" ifadesidir. Bu ifâdedeki kelimesi, hasr (ancak, sadece) mânasına gelir. "Tek" (vâhid) kelimesi de, tevhîd ve Allah'ın ortaklarının olmadığı hususunda çok açık bir ifâdedir.
3) Âyetteki, "Sizin şirk koşmakta olduğunuz nesneler ite muhakkak ki benim bir ilişiğim yoktur" ifadesidir. Bu da Allah'ın, ortaklarının olduğunun söylenmesinden beri olduğu hususunda sarih bir ifadedir. Böylece bu âyetin, tevhidin vacip oluşuna, beyan yollarının en büyüğü ve te'kîd usullerinin en beliği ile delâlet ettiği sabit olur. Alimler şöyle demişlerdir: Yeni müslüman olan kimsenin, önce kelime-i şehâdet getirmesi ve İslam dışındaki bütün dinlerden berî (uzak) olduğunu söylemesi müstehaptır. Şafiî (r.h), Allah Teâlâ'nın tevhidi açıkça ifâde eden âyetin peşinden "Sizin şirk koşmakta olduğunuz nesnelerle muhakkak ki benim bir ilişiğim yoktur" ifâdesini getirmiş olmasından ötürü, yeni müslüman olan kimsenin, kelime-i şehâdete, şirkten berî olduğunu ifâde etmeyi de ilave etmesinin müstehap olduğunu açıkça söylemiştir. [70]
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, O'nu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerine zarar ziyan verenler (yok mu), işte onlar iman etmezler"
(En'flm,20).
Bil ki önceki âyette, kâfirlerin (Mekkeli müşriklerin), yahudî ve'hristiyanlara, Hz. Muhammed (s.a.s)'in durumunu sorduklarını ve onların da, Tevrat ve İncil'in O'nun nübüvvetine delâlet ettiğini inkâr ettiklerini anlatmıştık. Böylece Allah Teâlâ, önceki âyette kendi şâhidliğinin, o peygamberin (a.s) nübüvvetinin sabit ve gerçek olduğu hususunda yeterli olduğunu beyân buyurmuş, daha sonra bu âyette, onların "Biz, Muhammed'i tanımıyoruz" diyerek yalan söylediklerini, çünkü onların kendi öz oğullarını bilip tanıdıkları gibi, O'nun peygamberliğinin doğruluğunu bildiklerini beyan buyurmuştur.
Çünkü rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelince, Hz. Ömer (r.a), Abdullah İbn Selâm (r.a)'a: "Allah Teâlâ, peygamberine bu âyeti indirdi. Bu tanıma işi nasıldır?" diye sorunca; Abdullah İbn Selâm: "Ey Ömer, onu içinizde görür görmez tanıdım. Tıpkı oğlumu tanıdığım gibi... Hiç şüphesiz ben, Hz. Muhammed'i kendi oğlumdan daha iyi bildim ve tanıdım. Zira kadınların ne yaptıklarını ben bilemeyebilirim. Ama şahadet ederim ki bu peygamber, Allah'dan gelen hak bir peygamberdir" demiştir. [71]
Bil ki bu âyetin zahiri, onların, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini bilip tanımalarının, aynen oğullarını bilip tanımaları gibi olmasını gerektirir. Bu hususta şöyle bir soru vardır: "Tevrat ve İncil'de yazılı bulunan, sırf âhir zamanda insanları hak dine davet eden bir peygamber'in geleceğidir. Yahut da Tevrat ve İncil'de yazılı olan, bu peygamberin geleceği zamanın, yerin, nesebinin, sıfatının, şeklinin ve şemailinin belirtilmesi ile birlikte, bu husustur. Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, bu kadarcık bir bilgi, bahsedilen bu şahsın Hz. Muhammed (s.a.s) olduğuna delâlet etmez. Bu takdirde, "Onlar kendi oğullarının oğul oluşlarını bildikleri gibi, O'nun nübüvvetini bilirler" demek nasıf doğru olur? Eğer ikinci ihtimal söz konusu ise, bütün yahûdî ve hristiyanların, Tevrat ve İncil'den, zarurî (çok kesin) olarak, Hz. Muhammed (s.a.s)'İn Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu biliyor olmaları gerekir. Büyük bir topluluğun yalan söylemesi mümkün değildir. Çünkü biz zarurî olarak biliyoruz ki Tevrat ve İncil, bu tam ve mükemmel açıklamayı ihtiva etmemektedir. Çünkü bu tafsilat ya "Hz. Peygamber (s.a.s) zuhur ederken, Tevrat ve İncil'de vardı" denilebilir; ya da "Daha önce Tevrat ve İncil tahrif edildiği İçin, Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak geldiğinde, Tevrat ve İncil'de mevcud değildi" denilebilir.
Birincisi bâtıldır. Çünkü doğu ve batıda bütün insanlara ulaşan bir kitapda bulunan böyle tam ve mükemmel tafsilatı gizlemek imkânsızdır.
İkinci ihtimal de bâtıldır. Çünkü bu takdirde, ne o zamanın yahudileri, ne de o zamanın hristiyanları Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini, kendi oğullarını tanıdıkları gibi bilmezlerdi. Bu durumda bu söz düşer?"
Birinci kısma şöyle cevap verilir: "Âyetteki "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler" ifâdesi ile, yahudîve hristiyanlar murad edilmiştir. Çünkü bunlar, istidlal ve tefekkürde bulunabiliyorlardı ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in elinde zuhur eden mucizeleri müşahede etmişlerdi. Binâenaleyh o mucizeler vasıtasıyla onlar, Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu anlamışlardır. İki bilinenden birini diğerine (oğullarını bilmelerinin, peygamberi bilmelerine) teşbihden maksad, bizim bahsettiğimiz bu husustur.[72] (Yani mucizeler gösterdiğine göre O'nun da, kendilerinin inandıkları peygamberlerden biri olduğunu anlamalarıdır.)
HakTeâlâ'nın "Kendilerine zarar ziyan verenler (yok mu), işte onlar iman etmezler" ifâdesi ile ilgili iki görüş vardır:
1) Bunun başındaki lâfzı, birinci ( 'nin sıfatıdır. Buna göre her ikisinin de âmili tektir. Bunların maksadı da, Hz. Muhammed (s,a.s)'in peygamberliğini bildiği halde inkâr eden inatçı kimseleri tehdiddir.
2) Buradaki "kendilerine zarar ziyan verenler (yok mu)..." ifâdesi mübteda, "İşte onlar iman etmezler" kısmı da onun haberidir. Âyetteki, "Kendilerine zarar ziyan verenler" ifâdesi hususunda şu iki açıklama yapılmıştır:
a) Onlar, kâfirlikleri sebebi ile kendileri için olacak devamlı bir helak mânasında, kendilerini ziyana uğrattılar.
b) Bu âyetin tefsiri hususunda rivayet edilmiştir ki, kâfirin de mü'minin de cennette bir yeri vardır. Kim kâfir olur ise, onun cennetteki yeri yurdu mü'minlere geçer. Böylece de, başkaları onların yurduna vâris oldukları için, bu kimse hem kendini hem ailesini zarar ve ziyana uğratmış olur. [73]
"Allah'a karşı bir yalan uydurandan, yahut O'nun âyetlerini yalan sayandan daha zâlim kimdir? Şu muhakkak ki o zâlimler felah bulmazlar. Onları.hep birden toplayacağımız ve sonra Allah'a şirk koşanlara "Nerede boş yere iddia ettiğiniz ortaklarınız?" diyeceğimiz gün..." (En’am, 21-22).
Bil ki Cenâb-ı Hak, o inkarcıların zarar ve ziyanda olduklarını önceki âyette bildirince, bu âyette de o hüsranın sebebini açıklamıştır. Bunun iki sebebi vardır:
1) Allah adına bir yalanı uydurup iftira etmek. Bu iftira şu mânalarda olabilir:
a) Mekkeli kâfirler, putlarının, Allah'ın şerikleri (ortaklan) olduğunu, Hak Teâlâ'nın kendilerine o putlara ibadet etmelerini emrettiğini söylüyorlardı. Yine onlar, "Melekler Allah'ın kızlarıdır" diyorlar, "bahîre" ve "sâibe" olan hayvanların haram kılınmasını Allah'a nisbet ediyorlardı.
b) Yahudî ve hristiyanlar, Tevrat ve İncil'de Tevrat ve İncil'in getirdiği şeriatların neshedilmeyeceği, değiştirilemeyeceği ve bu ikisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği hükmünün bulunduğu yalanını söylüyorlardı.
c) Bu, Allah Teâlâ'nın, "Onlar bfr hayasızlık yaptıkları zaman, "Biz atalarımızı da bunun üzerinde (bunu yaparken) bulduk. Allah da bize bunr emretti" dediler" (Arat.2e)âyetinde bahsettiği husustur.
d) Yahudiler, "Biz Allah'ın oğullan ve sevgili (kullan)yız" (M&\ae, ıs) ve "Sayılı günler dışında cehennem bize katlyyen dokunmayacak" (Bakara, so) diyorlardı.
e) Câhil yahudîler, "Allah fakir, biz İse zenginiz" (Am imren, isi) diyorlardı. Onların Allah'a nisbet ettikleri bu yalanların misali pek çok olup, hepsi de Allah adına uydurulmuş yalanlardır.
2) Onların, Allah'ın âyetlerini yalanlamalarıdır. Bundan murad, onların Hz. Muhammed (s.a.s)'in getirdiği mucizeleri tenkid etmeleri ve Kur'ân'ın kesin bîr mucizeoluşunu kabul etmemeleridir. Sonra Cenâb-ı Hak, onların bu iki durumunu anlatınca, "o zâlimler felah bulmazlar" buyurmuştur. Yani, onlar dünya ve âhirette gayelerine ulaşamayacak, bir mahrumiyyet ve hızlan içinde kalacaklardır.
Allah Teâlâ'nın, "Onları hep birden toplayacağımız gün..." ifâdesine gelince, bunun başındaki (gün) kelimesini neyin nasbettiği hususunda . şu görüşler söylenmiştir:
a) Bunu nasbeden âmil mahzuf olup, takdiri "Onları hep birden toplayacağımız gün, şöyle şöyle oldu" şeklindedir. Böylece bu ifâde, korkutmada daha etkili olan müphem bir hal üzere kalsın diye açıkça zikredilmem iştir.
b) Kelamın takdiri, "Onları hep birden toplayacağımız günü hatırla" şeklindedir.
c) Bu ifâde, mahzuf bir kelime üzerine atfedi im iştir. Sanki "Zalimler, ebediyyen ve onları toplayacağımız günde felah bulamazlar" denilmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın "SonraAllah'a şfrk koşanlara, "Nerede boş yere İddia ettiğiniz ortaklarınız" diyeceğiz" buyruğundan maksad, bir soru değil, onları tehdid edip susturmaktır. Bu sorunun, "O ortakların kendileri nerede?" mânasında olabileceği gibi, "Onların size şefaat etmeleri ve sizin onlardan istifadeniz nerede?" mânasında da olabilir. Her iki mânaya göre de bu soru, ancak bir azarlama, bir tehdid ve onların umduklarından ümidsiz kalışlarını onlara iyice anlatmadır. Böylece bu, dünyada iken yollarının yanlış olduğuna dikkatlerini çekmedir. Âyetteki ifâdesinde ism-i mevsûle râcî olacak zamir mahzuf olup, takdir "Kendilerinin şefaatçiler olduğunu iddia ettiğiniz (ortaklarınız)" şeklindedir. Burada "iddia etme" fiilinin möf'ûlü, soru kendisine delâlet ettiği için hazfedilmiştir. İbn Abbas (r.a), "Kitabullah'da geçen her "yalan yere iddia etme" mânasına gelir" demiştir. [74]
"Sonra onların (başvuracakları) fitne, ancak, "Habbimiz Allah'a yemin ederiz ki, biz müşrik değiliz" demeleridir. Bak, kendileri aleyhine nasıl yalan söylediler, uydurdukları şeyler kendilerinden ayrılıp koybuldu" (En'am, 23-24).
Bil ki bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [75]
İbn Amir ve Âsimin râvisi Hafs, bu âyetin başını, fiili tâ ile, "fitne" kelimesini de merfu olarak şeklinde; Hamza ve Kisâî, fiili yâile, "fitne" kelimesini de mansûb olarak şeklinde okumuşlardır. Fiili tâ He, "fitne" kelimesini mansûb olarak okuyanlara göre, âyetteki "demeleri" ifadesi, fö fiilinin ismi olduğu için, mahallen merfu olur. Haber olan "fitne" kelimesi müennes olduğu için, fiil de müennes getirilmiştir. Bu, Arapların "Senin annen kim?" demesi gibidir. Yahut da onların dedikleri şey, mana bakımından bir "fitne" olduğu için fiil müennes getirilmiştir. Âyetteki "ancak ...demeleri" ifadesi, "Onların fitnesi, ancak sözleridir" takdirinde olması da caizdir. Fiili yâ ile, "fitne" kelimesini de mansûb olarak okuyanlara göre, "demeleri" ifâdesi, fiilin ismi olarak, mahallen merfu olur, "fitne" kelimesi de fiilinin haberi olur.
Vahidî söyle demiştir: "En tercih edilen mâna ifadesini fiilin haberi , ismi kabul eden kıraatin manasıdır. Çünkü ol edatı fiil ile birleştiğinde, vasıflandırılamaz. Böylece de zamire benzemiş olur. Zahir isim ile zamir birlikte bulunduklarında zamiri isim yapmak, haber yapmaktan daha evlâdır. Burada da böyledir. Nitekim sen"Sen ayakta idin" dersin ve zamiri 'nin ismi; zahir ismi onun haberi sayarsın. İşte burada da böyledir." Biz deriz ki: "Hamza ve Kisâî, şu İki sebepten ötürü âyetteki, "Rabb'imiz Allah'a yemin ederiz ki.." İfadesindeki, kelimesini mansûb olarak U şeklinde okumuşlardır. Bu, şu İki sebepten dolayıdır:
a) Bunun başına "Kastediyorum" ve "zikrediyorum, diyorum" fiillerinin takdir edilmesi (yani bunların mef'ûlü kılınması) sebebi ile..
b) Bunu münâdâ sayarak, yani "Ey Rabb'imiz vallahi" manasında.. Diğer kıraat imamları ise bu kelimeyi, "Allah" lafzına sıfat yaparak, ba'nın kesresi iîe şeklinde okumuşlardır. [76]
Zeccâc şöyle demiştir: "Bu âyetin mânası, ancak sözün mânasını, Arapların bu sözü kullanış şeklini bilen kimselerin anlayabileceği güzelliktedir. Çünkü Allah Teâlâ müşriklerin şirklerine meftun (vurgun) olup, şirklerinin başına sevgi İte üşüştüklerini bildirmişti. Bu âyette ise şirklerine olan meftuniyetlerinin ve onun etrafında toplanmalarının, onlardan uzaklaşma ve kaçmalarına müncer olduğunu beyan etti, böylece "müşrik değiliz" diye yemin ettiler. Bunun bir benzen hal de şudur: Sen, arsız ve gidişatı kötü olan birini seven bir insan görürsün.. Günün birinde sevdiği o adam sebebi ile başı derde girince, onunla ilgisi olmayıp ondan uzak olduğunu iddia eder. Bunun üzerine ona, "Senin falancayı sevmen, ondan ayrılığın oldu" denilir. İşte burada da "fitne"den murad, onların, putları yüzünden belaya uğramalarıdır. Bu mâna, Atâ'nın İbn Abbas (r.a)'dan rivayet ettiği şu şeyle de kuvvet kazanır: O şöyle demiştir: "Bu âyetteki "fitne", onların dünyada müşrik olmalarıdır."
Bu görüş, âyetten mahzûf bir muzaafın bulunmasına göredir. Çünkü mâna "Onların fitnelerinin neticesi, ancak ondan teberrî etmektir" şeklinde olur. Bu senin, "Falancayı sevmen, ancak ondan kaçıp, onu terketmendir.." demen gibidir.[77]
Ayetin zahiri, onların Kıyamet günü, kendilerinin müşrik olmadıklarına yemin ettiklerini gösterir ki bu da, onların Kıyamet günü bile yalan söylemeye kalkışacaklarını gösterir. Bu hususta âlimlerin iki görüşü vardır:
1) Bu, Ebû AH el-Cübbaî ile Kâdî Abdulcebbâr'ın görüşüdür. Buna göre, Kıyamette insanların yalan söylemeye yeltenmeleri mümkün değildir. Bu ikisi, görüşlerine şunları delil getirmişlerdir:
a) Kıyamette herkes Allah'ı zarurî (kesin) olarak tanır bilirler. Çünkü mahşer ahalisi, Allah'ı istidlal yoluyla tanısalardı, Kıyamet de bir mükellefiyet yurdu olmuş olurdu ki bu yanlıştır. Onlar, Allah'ı zarurî olarak bilip tanıyınca, onların mecburen kabîh (çirkin) herhangi bir fiil işlememeleri gerekir. Bu şu demektir: Onlar, eğer böyle kabın bir fiil işlemek isteseler, kendilerini Allah'ın bundan men edeceğini bilirler. Çünkü mükellefiyetin olmamasının yanı sıra, böyle bir durum bulunmaz ise, bu, onları kötü bir fiil yapma hususunda salıverme olur ki caiz değildir. Böylece Kıyâmettekilerin, Hak Teâlâ'yı kesin olarak bilip tanıdıkları sabit olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olursa, onlar kötü fitli yapmamaya mecbur olurlar. Bu da, Kıyamet ahâlisinden hiçbirinin, kötü bir fiile yeltenememelerini gerektirir.
İmdi eğer, "Akıllan başlarında iken, onlardan kötü bir fiilin çıkamayacağının söylenmesi niçin caiz olmasın? Fakat diyoruz ki: Kıyametin dehşetini görüp müşahede ettiklerinde, akılları başlarından gideceği için, onların böyle bir yalan söyleyebilecekten niçin caiz olmasın? İşte bu sebeple onlar bu yalanı, akıllan başlarından gittiği zaman söylemişlerdir. Yahut da onların, dünyada iken müşrik olduklarını unuttukları da söylenebilir?" denilir ise, buna şöyle cevap verilir:
Birinci şıkkın cevabı: Allah Teâlâ'nın onları hasredip, "Ortaklarınız nerede?" diye kınayıp, sonra da akılları başlarında olmadığı halde, onlardan mazeret yerine geçecek şeyi nakletmesi caiz değildir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine uygun düşmez. Hem sonra mükelleflerin, Allah Teâlâ'nın kendilerine nasıl muamele ettiğini ve zulme uğratılmadıklanm anlayabilmeleri için, Kıyamet günü mutlaka akıllarının başlarında olması gerekir.
İkinci şıkkına da şöyle cevap veririz: "Onların akılları yerinde iken, bu dünyada yapmış oldukları şeyleri unutmaları uzak bir ihtimaldir. Çünkü akıllı insanın, aradan çok zaman geçse bile bu gibi şeyleri unutması mümkün değildir. Ancak insan, önemsiz ve basit şeyleri unutabilir. Eğer durum böyle olmasaydı, o zaman, uzun müddet çok büyük işlerde bulunan akıllı bir kimsenin, bu işleri un utabileceğin i söylememiz gerekirdi. Bunu mümkün görmenin ise safsatayı gerektireceği malumdur.
b) Yalan söylemeye kalkışan o müşriklerin, ya akıllı oldukları, ya da akılsız oldukları söylenebilir. Eğer biz onların aklı olmadıklarını söylersek, bu yanlış olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'tn, delilerin sözlerini, özür beyân etme olarak nakletmesi hikmetine uygun düşmez. Eğer biz onların akıllı olduklarını söylersek, bu durumda hallerini Allah'ın bildiğini ve yaptıkları şeylerden haberdar olduğunu ve Allah'a karşı yalan söylemenin imkansız olduğunu bilirler. Yine onlar, bu yalanları sebebi ile ilahî gazap ve kızgınlığın artacağını bilirler. Durum böyle olunca, onların böyle bir durumda yalan söylemeye kalkışmaları imkânsız olur.
c) Eğer onlar, mahşerde yalan söylemiş ve bu yalanlarına karşı yemin etmiş olsalardı, bu durumda hem bir kabahat, hem de günah olan iki çeşit bir suça yeltenmiş olurlardı ki bu, cezayı gerektirir. Böylece de âhiret yurdu, mükellefiyet yurdu olmuş olurdu. Halbuki âlimler, böyle olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.
Ama şayet "Onlar, bu yalanlarına ve yalan yere yeminlerine karşı, herhangi bir cezaya ve zemme müstehak olmazlar" denilecek olursa, bu kabîh işleri ve günahları işlemeye Allah'ın müsaade etmesi mânasına gelir ki bu da bâtıldır. Böylece bu izahlar ile Ktyâmettekilerin kabîh fiillere ve yalan sözlere yeltenemeyecekleri sabit olmuş olur. Bu sabit olunca, bu noktada âlimler, "Müşriklerin, "Rabbimlz Allah'a yemin ederiz ki, biz müşrik değiliz" şeklindeki sözleri, "Biz, inancımızca ve zannımızca müşrik değildik" mânasına hamledilir. Zira, bunlar kendilerinin "muvahhid" (tevhid inancı üzere hak yolda) olduklarına inanıyorlardı" demişlerdir.
Eğer, "Bu takdirde, onlar söyledikleri bu sözele sâdık (doğru) olmuş olurlar. Çünkü onlar, kendilerinin zanlartnca, müşrik olmadıklarını söylemişlerdir. Öyle ise, CenAb-ı Hak niçin, "Bak, kendileri aleyhine nasıl yolan söylediler" buyurmuştur?" denilir ise, biz deriz ki: Ayetteki, "Bak, kendileri aleyhine nasıl yalan söylediler" ifadesinin muhtevasına, onların, "Rabbİmiz Allah'a yemin ederiz ki, biz müşrik de sözlerinde yalancı oldukları hususu girmez ki bundan dolayı da bize böyle bir soru sorutabilsin.. Aksine bundan muradın, onların dünyada iken, kendisinden haber verdikleri birtakım işler hususunda, "Bak, kendileri aleyhine nasıl yalan söylediler.." ifâdesinin zikredilmiş olmasıdır. Meselâ bu onların, kendilerinin doğruluk üzere olduklarını; üzerinde olduktan itikadın şirk olmadığını; dünyada iken kendilerinin yalan söylemelerinin doğru olacağını... söylemeleri gibidir.. İşte bu husus, âhirette onlardan nefyotunmuştur.
Netice olarak diyebiliriz ki, Hak Teâlâ'nın "Bak, kendileri aleyhine nasıl yalan söylediler?" cümlesinden maksat, bu iki durumun birbirinden farklı olduğunu; onların dünyada iken yalan söylediklerini, yalan söylemekten de sakınmadıklarını; âhirette ise onların, yalandan sakındıklarını, ama ne var ki buradaki doğruluğun, yalan söylememenin kendilerine fayda vermediğini belirtmektir. İşte bu iki durumdan birinin diğeriyle olan ilgisinden dolayı, Allah Teâlâ bunu peygamberine açıklamış ve onlar müşrik olmalarından dolayı, dünyada iken kendilerine yalan söyleyip bunun da doğru olduğunu iddia ettikleri için, âhirette mazeret beyân ederken, onların durumlarının nasıl olacağını beyân buyurmuştur. İşte, Ebû AH el-Cübbaî'nin tercih etmiş olduğu görüşün izahı hususunda Kfidî Abdulcebbar'ın sözünün tamamı bundan ibarettir. [78]
2) Bu, müfessirlerin çoğunluğunun görüşü olup, buna göre kâfirler, bu sözlerinde yalan söylemişlerdir. Kâfirlerin, Kıyamette yalan söylediklerine dair deliller pek çoktur.
a) Allah Teâlâ onların: "Ey Babblmlz, bizi buradan çıkar. Eğer dönersek, artık hiç şüphesiz kt biz zalimlerdeniz..." (Hacc, 107) dediklerini nakletmiştir. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, onların durumlarını, "Geri dönderilselerbile, yinevazgeçirümek istendikleri şeylere döneceklerdir" (Enam.28)âyetiyle haber vermiştir.
b) Hak Teâlâ'nın, "Onlar yalan yere yemin ederler" (Mücâdele, wj buyurduktan sonra, "Ogün Allah, onların hepsini diriltecek de O'na da -size yemin ettikleri gibi-yemin edecekler. Onlar hakikaten bir şey üzerinde olduklarını sanırlar.. Gözünüzü açın ki onlar, muhakkak ki yalancıların ta kendileridir..." (Mücâdele, ıa> buyurmuş olmasıdır. Böylece Allah, onların âhiretteki yalanlarını, bu dünyadaki yalanlarına benzetmiştir.
c) Yine Allah'ın, onlardan naklederek, "Yerde kaç yıl kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün, yahud bir günün bir kısmı..." (Mûminun, 112-113) buyurmuş olmasıdır. Bütün bunlar, onların, zaman zaman yalan söylemeye yeltendiklerine delâlet etmektedir.
d) Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan naklederek, "Çağrıştılar: "Ey Mâlik, Eabbln bizi öldürsün" (Zuhmf. rn buyurmuş olmasıdır. Halbuki onlar, Allah'ın kendileri hakkında kurtuluş hükmü vermeyeceğini biliyorlardı.
e) Allah Teâlâ bu âyette onların, "Rabbİmlz Allah'a yemin ederiz ki, biz müşrik değiliz" dediklerini nakletmiştir. Bu sözü, "Biz, zannımızca ve itikadımıza göre müşrik değildik..." mânasına hamletmek, âyetin zahirine muhalefet etmektir. Sonra bunun peşinden gelen, "Bak, kendileri aleyhine nasıl yalan söylediler..." cümlesini de, "Onlar dünyada iken yalan söylediler..." mânasına hamletmek, âyetin nazmının bozulmasını, birinci ifâdeyi Kıyamet halleriyle, ikincisini de dünya halleriyle alâkalı kılmayı gerektirir ki, bu son derece tuhaf bir yorumdur.
Ebû Alî'nin, "Onlar, bu yalanı, ya tam akıllı iken, ya da akılları noksan bir halde iken söylüyorlardı.." şeklindeki açıklamasına gelince, bu hususta deriz ki: Şöyle demek tuhaf bir açıklama sayılamaz: "Onlar Kıyametin korkularını görüp şiddetli korkulan gerektiren halleri müşahede ettiklerinde, akılları karıştı; işte bu esnada da bu sözü söylediler."
EbÛ Alî'nin, "Allah Teâlâ'nın onlardan, akıllarının karıştığı bir sırada söylemiş oldukları bir sözü nakletmesi, O'nun hikmetine nasıl uygun düşebilir?" şeklindeki sözüne gelince: Bu, dünyada bulundukları sırada, bu sözü işitmeleri esnasında şiddetli bir korku duymalarını gerektirir... Bu âyetlerin indirilmesinden maksat da, sadece ve sadece budur.
Ebû Ali'nin ikinci kez söylemiş olduğu, "Kıyamette, mükelleflerin mutlaka akıllı olmaları gerekir..." şeklindeki sözüne gelince biz deriz ki: "Onlar bu sözü söylerken, akıllarının bir süre başlarından gitmiş olması, diğer vakitlerde akıllarının mükemmel olmasına mâni değildir... İşte bu meselede söylenebilecek sözün tamamı bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir.
"Bak, kendileri aleyhine nasıl yalan söylediler" âyetine gelince, bundan murad, onların, kendilerinin müşrik olduklarını kabul etmemeleridir. j "kendilerinden ayrılıp kayboldular..." buyruğu "yalan söylediler" kelimesine atfedilmiş olup, ifâdenin mânası, "ibâdet etmek suretiyle uydurageldikleri, uydurdukları o putiar, onlardan nasıl ayrılıp kayboldular ve onlara hiçbir şekilde fayda sağlayamadılar, bir bak! Halbuki onlar, putların kendilerine şefaatçi olup yardım edeceklerini umuyorlardı!..." şeklinde olur. [79]
"İçlerinden sana kulak verip de dinleyenler vardır. Halbuki biz, onu iyice anlayabilmelerine mâni olmak için kalplerinin üstüne perdeler, kulaklarının içine de ağırlık koyduk... Onlar, her türlü mucizeyi de görseler, yine ona inanmazlar. Hatta o küfredenler sana geldikleri zaman seninle çekişmeye kalkışarak: "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" derler" {En'âm, 25). [80]
Bil ki yüce Allah, âhirette kâfirlerin durumlarının nasıl olacağını beyan edince, buna, onların bir kısmının iman etmelerinden ümit kesmeyi icap ettiren ifâdeyi ekleyerek, "İçlerinden sana kulak verip de dinleyenler vardır" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [81]
İbnu Abbas şunu anlatmıştır: Allah'ın Resulünün (s.a.s) huzurunda, Ebû Süfyfln, Velîd Ibnu'l-Muğfre, Nadr İbn
el-Hars, Ukbe, Rebîa'nın iki oğlu Utbe ve Şybe, Halefin İki oğlu Umeyye ve Ubeyy, Hare İbn Amir ve Ebû Cehl bulunuyorlardı. Derken bunlar, Allah'ın Resulüne kulak vererek O'nu dinlediler. Bunun üzerine Nadr'a: "Muhammed ne söylüyor?" deyi sorduklarında Nadr: "Ne söylediğini anlamıyorum, ama O'nun dudaklarını hareket ettirdiğini ve benim tıpkı size geçmiş nesillerin kıssa ve haberlerini anlatmam gibi, evvelki ümmetlerin düzmecelerini ve efsânelerini anlatıyor.." dedi. Ebû Süfyan da: "O'nun söylediğinin bir kısmının doğru olduğunu sanmıyorum..." deyince de, Ebû Cehl: "Hiç birisinin, hiç birisinin doğru olduğunu sanmıyorum..." dedi.. İşte bunun üzerine Allah "içlerinden sana kulak verip de dinleyenler vardır. Halbuki bizr Onu iyice anlayabilmelerine mâni olmak için kalplerinin üstüne perdeler koyduk..." âyetini indirdi.
Âyetteki ekinne lafzı, kinân kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise, "bir şeyi koruyup, onu örten, gizleyen" demektir. Bu tıpkı, (l kelimesinin inan {yular, bağ) kelimesinin çoğulu olması gibidir. Bu kelimeden türeyen fiiller ise, ve (gizledim, örttüm...) fiilleridir.
Cenâb-ı Hakk'ın tabirine gelince, Zeccflc "bu ifâdenin, mef'ölün leh olduğu için, mahallen mansup olduğunu" söylemiştir. Buna göre kelâmın takdiri ve manası, "Biz, onların onu anlamalarını istediğimiz için, onların kalplerinin üzerine perdeler koyduk..." şeklindedir. lafzındaki lâm harfi düşürülünce, geriye kalan kısım mansup kılınır. iti'/ lafzı da hazfedilince, bunun mansub olma hali kelimesine intikâl etmiştir.
Hak Teâlâ'nın, "Kulaklarının İçine de ağırlık..." tabiri hakkında İbnu's-Sikkft, "vakr" kelimesinin kulaktaki ağırlık, sağırlık olduğunu söylemiştir. [82]
Alimlerimiz, bu âyetle, Allah Teâlâ'nın (insanı) bazen imandan çevirip, ona mâni olup, onunla imanı arasına
gireceği hususunda istidlal etmişlerdir. Bu böyledir, zira bu âyet Allah'ın, kalbi, kişinin imanına mâni olacak bir Örtü içine koyduğuna delâlet etmektedir ki, işte elde edilmek istenen netice de budur. Mu'tezile. bu âyeti zahirî mânasına hamletmenin mümkün olmadığını, delillerinin ise şunlar olduğunu söylemiştir:
a) Allah, Kur'ân'ı kâfirlerin lehine, Hz. Peygamber (s.a.s)'in aleyhine bir hüccet olsun diye değil, tam aksine Hz. Peygamber'in lehine, kâfirlerin aleyhine bir hüccet olsun diye indirmiştir. Şayet bu âyetten maksad, Allahu Teâlâ'nın kâfirleri iman etmekten men etmesi olsaydı, o zaman kâfirlerin, Allah'ın bu hükmünden dolayı Hz. Peygamber'e, "Bizi imandan Allah men etti; bizi iman fiiline davet etmedi.. O halde iman etmememizden dolayı bizi niçin kınıyor?.." demek hakları olurdu.
b) Cenâb-ı Hak, şayet onları imandan men edip, sonra da onları o imana davet etmiş olsaydı, bu, aciz olan bir kimseyi mükellef tutmak olurdu ki, bu hem aklın sarahatiyte, hem de, 'Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.."
(Bakara. 286) âyetiyle nefyedilmiştir
c) Allah, bu sözden daha açık olanını, zemmetmek sadedinde kâfirlerden nakletmiş ve "On/ar, "Bizi kendisine davet edegeidiğin şeyden kalplerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık... vardır" dediler" (Fussiiet, 5> ve "Dediler ki: 'Kalplerimiz perdelidir..." Öyle değil Allah onları, küfürleri yüzünden rahmetinden kovmuştur" (Bakara, 88) buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, bunu onları zemmetmek gayesiyle nakledince, aynı şeyi bu âyette, bir tehdit ve vaîd için zikretmiş olması sahih olur. Aksi halde, bir çelişki olması gerekir.
d) Kâfirlerin anladıktan, duydukları ve düşünebildikleri hususunda bir anlaşmazlık bulunmamaktadır.
e) Bu âyet, iman etmeyişleri sebebiyle onları zemmetmek, kınamak için getirilmiştir. Şayet bu alıkoyma ve imana mâni olma, Allatı tarafından olmuş olsaydı, onlar kınanamaz, aksine mazur sayılırlardı.
f) Âyetteki, "Hatta o küfredenler sana geldikleri zaman, seninle çekişmeye kalkışarak..." ifâdesi, ontarın anladıklarına ve hakkı bâtıldan ayırdedebileceklerine delâlet etmektedir.
Mu'tezile, "İşte bundan dolayı, bu ifâdeyi mutlaka tevil etmek gerekir..." demişlerdir. Bu tevi", birkaç yönden yapılabilir:
1) Cübbaî şöyle demektedir: "Kâfirler, Hz. Peygamber'in Kur'ân okuyuşunu dinlemeleri vasıtasıyla geceleyin onun yerini öğrenip, böylece de onu öldürmek ve ona eziyyet etmek için Allah'ın Resulünün Kur'ân okuyuşunu dinliyorlardı. İşte bu esnada Allah Teâlâ, onların kalplerine uykuyu atıyordu ki, âyette bahsedilen "perdeler..." tabirinden maksat budur.. Böylece de onların kulakları bu uykudan dolayı, Hz. Peygamber'in Kur'ân okuyuşunu işitemiyordu.. Ki, Cenâb-t Hakk'ın, ".. kulaklarının içine de ağırlık koyduk..." ifâdesinden murad budur."
2) Allah-u Teâlâ'nın, iman etmeyeceğini ve küfrü üzere öleceğini bildiği insanın kalbine, meleklerin, gördükleri zaman iman etmediklerini anlayabilecekleri bir damgayı vurmasıdır. Böylece bu alâmet, onların iman etmediklerinin bir delâleti olmaktadır. Bu sabit olunca biz deriz ki, astında o alâmet, iman etmeye mâni olmadığı halde, o alâmetin "perde" ve "engelleyen örtü" diye adlandırılmış olması uzak bir ihtimal değildir.
3) Onlar, küfürde ısrar edip, inad ederek bu küfürde iyice samimi olunca; bu durumda onların iman etmekten yüz çevirmeleri, onların imanlarına mâni olan bir perde gibi olunca, Allah Teâlâ âyette geçen "perdeler" lafzını, bu mânadan bir kinaye olarak zikretmiştir.
4) Allah Teâlâ, onlardan, ancak hidâyete ermiş kimselere yapılması uygun olan lütuf ve ikram fiillerini men edip, onları ondan uzaklaştırarak, kendilerinin kötülüklerinden dolayı, işlerini kendilerine havale edince (onları kendi hallerine bırakınca), Cenâb-t Hakk'ın bu kendisine nisbet edip de, "...kalplerinin üstüne perdeler... köydük" demesi uzak bir ihtimal sayılmaz.
5) Âyette geçen bu ifâde, onların, "Onlar, "Bizi kendisine davet edegeldiğin şeyden kalplerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık... vardır" (Fussiiet. 5) şeklindeki sözleri, bir nakil olarak varid olmuştur. [83]
Mu'tezile'nin, âyette bahsedilen "perdeler" ve "ağırlık" kelimelerinin, Allah Teâlâ'nın onları imandan men etmesi mânasına hamletmenin mümkün olmayacağını beyan etmek için tutundukları mezkûr hususlara cevap vermek için şöyle deriz: Tam aksine, çok açık ve net olan aklî delil, bu mânanın doğruluğuna delâlet etmektedir. 8u böyledir, zira kâfir olan kül, eğer iman fiilini yerine getirmeye güç yetiremezse, o zaman bizim, "Onu bu küfre sevkeden ve iman esnekten alıkoyan Allah Teâlâ'dır" şeklindeki sözümüz doğru olur. Ama biz, "Küfre kadir olan, iman etmeye de kadirdir" dersek, o zaman biz, "Bu kudretin, imanın değil de, küfrün kaynağı olması, -ona götüren saikin (daînin) bitişmesi durumu hariç- imkânsız olur" deriz.. Sen bu kitapta, kudret ve saikin (dâînin) toplamının, bir fiilin meydana gelmesini temin ettiğini anlamıştın.. Böylece bu duruma göre, küfür de Allah'dan olmuş olur. Bu sebeple de, küfre götüren o sebepler, kalbin iman etmesine mani olan bir perde; kulak hakkında da, imanın delillerini dinlemeye mâni bir ağırlık olmuş olur. Binâenaleyh bizim anlattıklarımızla, aklî delilin, bu âyetin zahirinin delâlet ettiği şeye uygun düştüğü sübût bulmuş olur.
Aklî delil ile, bu âyetin zahirinin kendisine delâlet ettiği şeyin sıhhati sahih olunca hem aklî delil, hem de Kur'ân'ın zahiriyle amel edebilmek için, bu âyeti bu mânaya hamletmek gerekir. Allah en iyi bilendir. [84]
Allahu Teâlâ, "içlerinden sana kulak verip de dinleyenler vardır" buyurmuş, böylece fiili tekil; daha sonra da "kalblerinin üstüne.." buyurarak, ifâdeyi çoğul sîgasında getirmiştir. Bu, yerinde ve güzeldir; Zira j* kelimesi, lafız bakımından müfred, mâna bakımından ise çoğuldur..
Cenâb-ı Hak, "Onlar, her türlü mucizeyi de görseler, yine ona inanmazlar" buyurmuştur.
İbn Abbas, bu tabirin "Allah Teâlâ onların kalplerini perdeleyip örttüğü için, her türlü delil ve hücceti görseler dahi, ona iman etmezler" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bu âyet, Cübbaî den naklettiğimiz ilk izahın bozuk olduğuna delâlet eder. Zira âyetteki, "... kalplerinin üstüne perdeler... koyduk.." ifâdesinden maksad, "Onlar, o peygamberin sesini duymaları vasıtasıyla onun bulunduğu yeri belirleyemesinler diye, kâfirlerin kalplerine uyku atmak" olsaydı, o zaman "Onlar, her türlü mucizeyi de görseler, yine ona inanmazlar.." ifâdesi buraya uygun düşmezdi..
Hem bu sözden maksat, Cübbaî'nin zikretmiş olduğu husus olsaydı, o zaman, "Onu iyice duyabilmelerine mâni olmak için kalplerinin üstüne perdeler...koyduk.." şeklinde denilmesi gerekirdi.. Çünkü, Cübbaî'nin zikretmiş olduğu maksat, ancak peygamberin okuyuşunu dinlemekten men etmekle tahakkuk eder.
Ama Peygamberin, bizzat sözünden ve bu sözün mânasını anlamaktan men etmeye gelince, bunun Cübbaî'nin zikretmiş olduğu şeyle bir alakası yoktur. Böylece, Cübbaî'nin sözünün yerinde olmadığı ve geçersiz olduğu kesinlik kazanmış olur. Allah en iyi bilendir.
"Hatta o küfredenler sana geldikleri zaman, seninle çekişmeye kalkışarak: "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir!" derler" buyruğuna gelince, bil ki bu söz de, kendinden önceki ifâdeye bina edilen bir başka cümledir. Bu âyetteki "hattâ" edatı, kendisinden sonra cümle bulunan edattır. Kendisinden sonraki cümle de, . "... o küfredenler sana geldikleri zaman, seninle çekişmeye kalkışarak: "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir!" derler" buyruğudur. "seninle çekişmeye kalkışarak" cümlesi, hal cümlesi olup, "o küfredenler derler" cümlesi de, bu cümleyi tefsir eden bir cümledir. Buna göre mâna, "Onların, âyetleri yalanlamaları sebebiyle, onlar seninle mücadele edecek ve savaşacak dereceye vardılar" şeklinde olur. Onların mücadeleleri de, "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" sözleriyle tefsir edilmiştir. [85]
Vahidî şöyle demektedir: (masallar) kelimesinin aslı (satır, yazı) kelimesidir.Bu kelime ise, bir şeyi, sürüp giden ve birbiriyle irtibatlı olan bir hale getirmektir. Arapların "Kitabı yazdı" ve "Dikili ağaçtan kesti..." şeklindeki sözleri de bu anlamdadır.
İbnu's-Sıkkît, şöyle demektedir:"Bu kelimenin müfredi.hem hem de şeklinde gelmektedir. Binaenaleyh, bu kelimenin müfredinin setar olduğunu söyleyenlere göre, bunun cem-i kılleti, estur; cem-i kesreti ise sütûr kelimeleridir. Bu kelimenin müfredinin sütûr olduğunu söyleyenlere göre, bu kelimenin çoğulu estâr kelimesidir. Esâtîr kelimesi ise, çoğulun çoğuludur."
Cübbaî şöyle demektedir: "Esatir kelimesinin tekili, üstûr, ustûre, estîr ve estîre şeklinde varid olmaktadır."
Zeccâc: "Esatir kelimesinin müfredinin, tıpkı ehâdîs. uhdûse (masal, uyduruk masallar, uyduruklar) kelimelerinde olduğu gibi, üstûre kelimesidir" demiştir.
Ebu Zeyd ise, esâtîr kelimesinin, tıpkı (insan veya at topluluğu) kelimesinde olduğu gibi, müfredi olmayan cemilerden olduğunu söylemiştir. Sonra Cumhur-u ulemâ, tabirinin manasının, "evvelkilerin telif ettikleri... şeyler.." şeklinde olduğunu söylemiştir. İbn Abbas, bunun "Evvelkilerin yazdıkları sözler..." mânasında olduğunu söylemiştir. "Esatir"i. "batıl şeyler" diye açıklama, aslında bir tefsir değil, mânadır. (Zaloğlu) Rüstfim ve İsfendiyar ile ilgili efsaneler gibi evvelkilerin esatiri faydasız sözler olunca, hiç şüphesiz "evvelkilerin esatiri", "bâtıl şeyler" diye tefsir edilmiştir. [86]
Bil ki kâfirlerin, "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" şeklindeki sözlerinden maksadları, Kur'ân'ın bir mucize oluşunu cerhetmek ve onu tenkid etmek olunca, sanki bununla şöyle demek istemişlerdir: "Bu Kur'ân da yazılmış hikayeler ve evvelkilerle ilgili olarak anlatılan hikayeler cinsindendir. Binâenaleyh bu, evvelkilerin hikayelerini ve eskilerin masallarını ihtiva eden kitaplardan biri olunca, bu harikulade bir mucize olamaz."
Kâdî buna: "Böyle bir soruya hemen cevap verilir. Çünkü buna karşı şöyle denilir: "Eğer oKur'ân'la mücadele etmek (benzerini yapıp söylemek) gücünüz dahilinde olsaydı, sizin bunu yapmanız gerekirdi. Madem ki bunu yapamıyorsunuz, öyle ise onun bir mucize olduğu ortaya çıkıyor" diye cevap vermiştir.
Birisi çıkıp şöyle diyebilir: "Kâfirler, "Biz, her ne kadar Arapça'yı biliyorsak da, kitapların nasıl yazıldığını ve te'lif edildiğini bilemiyoruz, biz bunu yapamayız. Kitap tasnif etmekten aciz oluşumuz, Kur'ân'ın bir mucize olmasını gerektirmez. Çünkü biz, Kur'ân'ın da geçmiş kavimlerin haberlerini ve eskilerin masallarını ihtiva eden, diğer kitaplar gibi bir kitap olduğunu açıkladık." Bil ki bu sorunun cevabı hemen sonra zikredilen âyette geliyor. [87]
"Onlar, hem (insanları) ondan vazgeçirmeye çalışırlar, hem kendileri ondan uzaklaşırlar. Onlar bilmeyerek, ancak kendilerini helake sürüklemiş oluyorlar' (En'âm, 26).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [88]
Bil ki Cenâb-ı Hak, kâfirlerin, "Kur'an, evvelkilerin efsâneleri ve masalları cinsi bir kitaptır" diyerek, Kur'ân-ı
Kerîm'in bir mucize oluşunu ta'n ettiklerini açıklayınca, bu âyette de, "Onların, hem (insanları) ondan vazgeçirmeye çalıştıklarım, hem de kendilerinin ondan uzaklaştıklarını" beyân etmiştir.
Bu âyetten önce hem Kur'ân'dan, hem de Hz. Muhammed (s.a.s)'den bahsedilmiştir. Binâenaleyh âyetteki ** (ondan) zamiri, hem Kur'ân'a hem de Hz. Muhammed (s.a.s)'e râcî olabilir. İşte bu sebeple müfessirler ihtilafa düşerek, bazıları bunu, "onlar Kur'ân'dan, onu düşünmekten, ona kulak verip hükümlerini kabul etmekten hem başkalarını vazgeçirmeye çalışmış, hem kendileri ondan uzaklaşmışlardır" mânasında alırken; diğer bazıları da, bunun "Onların Allah'ın Resulünden insanları uzaklaştırmaları ve kendilerinin uzaklaşmaları" mânasında olduğunu söylemişlerdir.
Bil ki peygamberin bizzat kendisinden vazgeçirme imkansızdır. Binâenaleyh bundan muradın, Hz. Peygamber (s.a.s) ile ilgili olacak bir fiilden vazgeçirme olması gerekir ki bu fiil belirtilmemiştir. Bundan dolayı bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Bazıları bundan muradın, "onlar, insanları Hz. Peygamber'in nübüvvetini tasdik etmekten ve peygamberliğini kabul etmekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı" mânası olduğunu söylemişlerdir.
b) Atâ ve Mukatİl, bu âyetin Kureyş kabilesini, Hz. Peygamber (s.a.s)'e eziyet etmekten vazgeçiren ve kendisi de ondan uzak kalıp, onun dinine uymayan Ebû Talib hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir.
Birinci görüş şu iki sebepten ötürü daha uygundur:
1) Bundan önceki bütün âyetler, o kâfirlerin gidişatını zemmetmeyi gerektiren âyetlerdir. Binâenaleyh bu âyetteki, "Onlar, (insanları) ondan vazgeçirmeye çalışırlar..." ifâdesinin de, kötü bir işe hamledifmesi gerekir. Eğer biz bu ifâdeyi, Ebû Tillb'in, Kureyş'in Hz. Peygamber'e eziyet etmesine mâni olma mânasına alırsak bu ilgiyi kuramayız.
2) Allah Teâlâ, bu cümlenin peşinden, "Onlar, bilmeyerek ancak kendilerini helake sürüklemiş oluyorlar" buyurmuştur ki bununla, hemen biraz önce geçen hususları (işleri) kastetmiştir. Binâenaleyh bu, âyetteki "Onlar, (insanları) ondan vazgeçirmeye çalışırlar..." cümlesinden Kureyş'in Hz. Peygamber (s.a.s)'e eziyet etmesine mâni olma manasının kastedilmiş olmasına uygun düşmez. Çünkü bu, helake sürüklenmeyi gerektirmeyen ve güzel olan bir şeydir.
Eğer: "Onlar, bilmeyerek, ancak kendilerini helake sürüklemiş oluyorlar" ifâdesi, âyetteki "Onlar, hem (insanları) ondan vazgeçirmeye çalışırlar" ifâdesi ile değil "kendileri ondan uzaklaşırlar" ifâdesi ile ilgilidir. Çünkü bundan murad, onların, dininden uzaklaşmak ve uymamak suretiyle Hz. Peygamber (s.a.s)'den uzaklaşmalarıdır. Bu ise, zemmedilmeyi gerektiren bir husustur. Binâenaleyh, bu görüşü tercih etmenize sebep oian husus doğru değildir" denilir ise, deriz ki: "Âyetteki "Onlar, bilmeyerek ancak kendilerini helake sürüklemiş oluyorlar" cümlesinin zahiri, kendinden önce geçen bütün hususlarla ilgilidir. Çünkü bu, "Falanca, falan şeyden uzaklaşıyor ve ondan nefret ediyor. O böyle yapmakla, ancak kendisine zarar veriyor" denilmesine benzer. Binâenaleyh bu zarar, zikredilen iki şeyden sadece biri ile ilgili olmaz." [89]
Bil ki o kâfirler, Allah'ın Resulüne iki çeşit kötülük yapıyorlardı:
a) Onlar, insanları, onun dinini kabul etmekten ve peygamberliğini tasdik etmekten nehyediyorlardı.
b) Onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'den uzaklaşıyorlardı. kelimesi, "uzaklaşmak" mânasındadır. Bir şey uzaklaştığında, denilir. Sonra Cenâb-ı Allah, "Onlar bilmeyerek, ancak kendilerini helake sürüklemiş oluyorlar" buyurmuştur. İbn Abbas (r.a): "Bu, şu mânayadır: "Onlar, küfürde diretip, iyice küfre dalmaları sebebiyle, ancak kendilerini helake sürüklemişlerdir. Fakat işledikleri inkâr ve isyan sebebi ile, kendilerini helake ve cehenneme sürüklediklerinin farkında değiller." Allah en iyi bilendir. [90]
"Onlar ateşin karşısında durdurulup da: "Ah bize ne olurdu, (dünyaya) bir geri döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini yalan saymasaydık, iman edenlerden olsaydık!" dedikleri zaman (onları) bir görsen!. Hayır, öteden beri gizleye geldikleri şeyler, açıkça karşılarına dikilip çıktı... Şayet onlar geri gönderilseler Mle, yine vazgeçirilmek istendikleri şeylere döneceklerdir. Çünkü on/ar, şüphesiz ki yalancıdırlar" (Enam, 27-28).
Bil ki Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e tâbi olmaktan nehyeden ve O'na itaat etmekten uzaklaşanları, "Onlar kendilerini helak ediyorlar..." diye vasfedince, bu âyet ile de o helakin nasıl olacağını açıklayıp beyan etmiştir.
8u âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [91]
HakTeâlâ'nın "...bir görsen!.." ifâdesi bir cevap gerektirmektedir ki, bu cevap, işin ehemmiyetini büyütmek ve şanını yüceltmek için hazf edilmiştir. Muhatap onu bildiği ve karîne kaim olduğu için, bunun hazfi güzel olmuştur. Bunun, Kur'ân'daki ve şiirdeki misalleri pek çoktur. Binâenaleyh, buna bir cevap takdir edecek olursak, ifâdenin takdiri, "Onların akıbetlerinin, dönüş yerlerinin kötü olduğunu..." veya, "Onların hallerinin kötülüğünü görürdün..." şeklinde olur.. Bu gibi yerlerde cevabı hazfetmek, mâna bakımından, onu açıkça belirtmekten daha etkili ve beliğdir. Baksana, sen kölene ve çocuğuna: "Vallahi, eğer yanına gelirsem!" deyip, cevabı, yanı ne yapacağını söylemediğin zaman, onun düşüncesi dövmek, öldürmek, bir yerini kırmak, korkuların en büyüğü vb. çeşitli kötü şeylere takılır; böylece, senin bunlardan hangisini kastedip arzuladığını bilemez...
Ama, "Allah'a yemin ederim ki, eğer yanına varırsam seni döverim..." deyip de, cevabı getirdiğinde, o zaman o, senin dövmekten başka bir şey yapmayacağını anlar ve böylece de onun aklına bundan başka bir kötülük gelmez.. Binâenaleyh, cevabın hazfedilmesinin, korkunun meydana gelmesinde etkili olma bakımından daha müessir olduğu ortaya çıkmış olur. Bazı âlimler, bu cevâbın âyette dolaylı yollarla zikredilmiş olduğunu; takdirinin ise, "Ateşin karşısına dikildikleri zaman, eğer onları görürsen, onlar bağırıp çağırır ve: "Ne olurdu, (dünyaya) bir geri gönderilseydik, Rabbimizin âyetlerini yalanlamazdıkL" şeklinde olduğunu söylemişlerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın lyîj "durduruldular..." ifadesidir. Arapça'da durdurdum d'urdur- fcj *'nun ttması mak..." denilmektedir. Bu kelime tıpkı, "onu geri dönderdim geri dönmek" denilmesi gibidir. Zeccflc, &) tabirinin manasının şu üç şekilde olması muhtemeldir, demiştir.
a) Onların, cehennemin yanında onu görecekleri bir halde durdurulmaları; böylece onların ateşe girmekten geri durmaları caizdir...
b) Onların, altlarında cehennem olduğu halde, cehennemin üzerinde durdurulmuş olmaları da caizdir. Yani onlar, cehennemin üzerinde bir köprü olan "sırat" üzerinde durdurulmuşlardır, demektir.
c) Bunun mânasının, "Onlar o cehennemin özünü, hakikatini iyice anladılar" şeklinde olması da caizdir. Bu kullanış senin, "mânasını ona öğrettim, tanıttım..." anlamındaki "Falancayı, falancanın sözüne vakıf kıldım.." şeklindeki ifâdenden alınmıştır.
Burada dördüncü bir izah da şudur: "Onlar, cehennemin ortasında bulunurlar; cehennem ise onları çepeçevre kuşatmıştır.. Böylece onlar, o ateşin içine iyice dalmış olurlar..." Mananın böyle olması halinde, âyetteki J* kelimesi, manasında kullanılmış olur. Bu manaya göre, denilmesi sahîh olmuştur. Çünkü cehennem dereke dereke, tabaka tabakadır. İşte bu nedenle burada, "isti'lâ" harf-i cerri'nin kullanılması) caiz olmuştur.
Buna göre şayet, "Gelecek manası ifade ettiği halde, Cenâb-ı Hak niçin demiş, bu kelimeden sonra da, geçmiş zamanı gösteren M edatını getirerek, buyurmuş, bunun peşinden de yine geçmiş zamana delâlet eden fiilini getirmiştir?" denilirse, biz deriz ki:
edatı, konuşan kimse, tekrar ve te'kidde mübalağayı ve şüpheyi izâle etmeyi kasdettiğinde, 14} yerinde kullanılır. Çünkü geçmiş, olmuş bitmiş, gelmiş geçmiş demektir.. Binâenaleyh, aslında mazi için kullanılmakta olan bir lafzı, istikbal hakkında kullanmak, işte bu bakımdan bir mübalağa ifâde etmektedir. [92]
Zeccâc şöyle demiştir: " jûli kelimesinde imâle yapmak, güzel ve hoştur. Çünkü eliften sonra gelen râ harfi de meksûrdur. Böylece bu, dilde sanki tekrar etmiş, bundaki kesre adeta iki kesre gibi olmuş demektir." [93]
"Ah ne olurdu, (dünyaya) bir geri döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini yalan saymasaydık, iman edenlerden olsaydık..." dediler.." buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: [94]
Hak Teâfâ'nın, "Ah ne olurdu, (dünyaya) bir geri döndürülseydik.." ifâdesi, onların dünyaya döndürülmeyi temenni ettiklerine delâlet eder.. Âyetteki, "Rabbimizin âyetlerini yalan saymasaydık..." kısmına gelince, bununla ilgili iki görüş vardır:
a) Bu da, onların temennisine dahildir ve bunun mânası da şöyledir: "Onlar, dünyaya döndürülmeyi, yalanlayıcı değil, mü'min olmayı temennî ediyorlardı."
İmdi eğer, "Bu asılsızdır, çünkü Allah Teâlâ, âyetin sonundaki "Çünkü onlar, şüphesiz ki yalancıdırlar" beyanıyla, onların yalancılar olduğuna hükmetmiştir. Halbuki, temennide bulunan kimse yalancı olarak nitelenemez." derlerse, deriz ki: Biz, temennîde bulunan kimsenin yalancı olarak vasfedilemiyeceği görüşünü kabul etmiyoruz.. Çünkü temennisini açıkça ifâde eden kimse, bunu istemiş olduğunu zımnen haber vermiş olur. Binâenaleyh onun, o hususta tekzib edilmesi imkânsız olmaz. Bunun misâli, bir adamın şöyle demesi gibidir: "Allah, keşke bana bir mal nasip etse de, sana iyilik etsem!.." Bu söz, vaad yerine geçen bir temennidir. Binâenaleyh eğer Allah o kimseye bir mal verse, ama o, arkadaşına iyilik etmese, "O vaadinde yalancı oldu" denilir.
b) Temennî, âyette "Ah ne olurdu, (dünyaya) bir geri döndürülseydik!" ifâdesinde son bulmuştur. "Rabbtmlzln âyetlerini yalan saymayız ve mü'minlerden oluruz" ifâdesi ise, yeni başlayan bir cümle olup, âyetin sonundaki "Onlar şüphesiz ki yalancılardır" beyanındaki "onlar" zamiri, bu cümleye râcîdir. Buna göre âyetin mânası, "Keşke bir döndürülseydik (derler)." Daha sonra onlar, "Eğer biz dünyaya tekrar döndürülsek, dini yalanlamaz ve mü'minlerden oluruz" (derler)" şeklinde olur. Hak Teâlâ onların aslında yalan söylediklerini ve dünyaya tekrar döndürüfseler bile, yine dini yalanlayıp imandan yüz çevireceklerini beyân buyurmuştur. [95]
Ibn Âmir, iki fiili de merfû kılarak, ve şeklinde; fiilini de mansûb olarak; Hamza ve Asım'ın râvisi birincisini ref ile îy,diğer ikisini nasb ile ve şeklinde; diğer kıraat imamları ise üçünü de merfû olarak okumuşlardır. Bundan şu netice çıkar: Bütün kıraat imamları, kesin olarak temenniye dahil olduğu için (döneleriİsek) fiilini merfû olarak okumuşlardır. Ama, (yalan saymayız) ve tijü} "oluruz" fiillerini
a) Bunlar da, îy üzerine atfedil m işlerdir ve her üçü de temenniye dahMırter. olmayı temenni eder" şeklindedir. ile ondan sonra gelen ifâde, (döndürülsek) fiilinden ayr. dünyaya geri döndürmeleri hainde din, yalanlamayacakları söz olurlar Böylece mâna şu şekilde olur: "Biz dünyaya ister döndürülelim, ister döndürülmeyelim, Rabbimizin âyetlerini tekzip etmeyeceğimiz bir durumda keşke dünyaya döndürülsek.- Yani, "Biz, artık asla dini yalanlamayacağım.z şeyler müşahede ettik." S1b«v«yh, bu: "Ne olur, bırak beni, bir daha yapmayacağım" demen gibidir. Burada, "bırak" diye ifâde edilmek istenen şey, o fiili tekrar yapmayacağıdır. Ama insanın o işi (hatayı) tekrar yapmayacağı hususu, bu isteğe dahil değildir. İşte âyetteki, "Ah bize ne olurdu, (dünyaya) bir geri döndürulseydik!" ifâdesi de böyledir. Bu temenni, dünyaya geri döndürülme hususundadır. Ama dini yalanlamayı bırakma ve mü'minlerden olma hususları temenniye dahil değildir. Bunlar, döndürülme olsa da, olmasa da artık vardır. Bu iki izahı Zeccâc zikretmiştir. Nahivciler ise, "İkinci izah daha kuvvetlidir ki bu, dünyaya döndürülme hususunun temenniye dahil olup, daha sonraki ifâdelerin sırf bir haber oluşudur" demişler ve buna şu şekilde delil getirmişlerdir: "Allah Teâlâ onları, âyetin sonunda yalanlayarak, "Onlar şüphesiz ki yalancıdırlar" buyurmuştur. Halbuki temennî edilen şeyin, yalanlanması caiz değifdir. Bu, Ebû Amr'in tercihi olan görüştür. O, görüşünün doğruluğuna, bu delil ile istidlal etmiştir. Fakat biz bu delile karşı cevap vermiş ve bunun kuvvetli olmadığını anlatmıştık.
Ayetteki iki fiili mansûb olarak, şeklinde okuyanlara gelince bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu fiillerin mansûb oluşu, temenninin cevabı olarak başlarında mukadder olarak bulunan bir edatı iledir. Buna göre takdir, "Keşke geri döndürulseydik de (âyetleri) yalanlamasaydık:.." şeklindedir.
b) Buradaki vâv, fâ-i tâkibiyye manasındadır. Buna göre takdir, "Keşke geri döndürulseydik de. (âyetleri) yalanlamasak" şeklindedir. Binaenaleyh buradaki vâv, "Benim için (dünyaya) bir dönüş daha olsaydı da muhsinlerden olsaydım"(Zümer, ssjâyetindeki "fâ" edatı gibidir. Bu görüş İbn Mes'ûd (r.a)'un bu âyeti fâ ile ve mansûb olarak oiİsj Mi şeklinde okuduğunun rivayet edilmesi ile de kuvvet bulur.
c) Bu cümleler "hâl" mahallindedir. Buna göre âyetin takdiri "Keşke yalanlayıcılar olmaksızın, tekrar dünyaya döndürulseydik" şeklindedir. Nitekim Araplar "süt içerken balık yeme" manasında derler.
Bil ki bu kıraata göre, âyetteki her üç fiil de temenniye dahildir. Temennî edilen şeyin, nasıl yalan sayılabileceği ise daha evvel açıklanmıştı.
İbn Âmir'in, merfu olarak mansûb olarak şeklindeki kıraatine gelince O, birinciyi "Eğer, dini yalanlayıcı olmaksızın dünyaya tekrar gönderilir isek, mü'minlerden oluruz" mânasında, temenniye dâhil etmiştir. Allah en iyi bilendir. [96]
Cenâb-ı Hak, "Ah ne olurdu (dünyaya) bir geri döndürülseydik, Babbimiztn âyetlerini yalan saymasaydik..." buyurmuştur. Şüphe yok ki bundan maksad, onların, mükellef tutulma haline döndürülmelerini temenni etmeleridir. Çünkü redd kelimesi, gelecekte, bir halden başka bir hale döndürülme için kullanıldığında, bundan anlaşılan, ilk hale döndürülmektir. Görünen odur ki, kendisinden günah sadır olan herkes, daha sonra bu günahları sebebiyle, çeşitli sıkıntı ve hallerle yüzyüze gelip onları bizzat müşahede ettiğinde, bütün bu kusurlarını yok etmek amacıyla gayret sarfetmesi için, ilk hale döndürülmeyi temenni eder. Kâfirlerin, dünyada iken çeşitli günahlar işledikleri malumdur.. Binâenaleyh onlar bu hatalarını gidererek, onarmak için, dünyaya yeniden döndürülmeyi temenni ederler. Bu onarma işi ise, ne sadece dünyaya döndürülmek, ne yalanlamayı bırakmak ve ne de iman etmekle olmaz... Aksine bu onarma işi, bu üç şeyin toplamıyla beraber tahakkuk eder. Binâenaleyh, bu üç şeyin de temenni edilen şeyin muhtevasına dahil edilmesi gerekir.
Binâenaleyh şayet, "Bu dünyaya döndürülme işinin kesinlikle olmayacağını bilmelerine rağmen, onların bunu temenni etmeleri nasıl güzel olabilmiştir?" denilirse, bu soruya birkaç yönden cevap verilebilir:
a) Onlar, belki de dünyaya döndürülme işinin tahakkuk etmeyeceğini bilemiyorlardı...
b) Onlar, her ne kadar bunun tahakkuk etmeyeceğini bilseler dahi, ancak ne var ki bu ilim, bilme işi, dünyaya döndürülmeyi istemeye mâni değildir. Bu, Cenâb-t Hakk'ın tıpkı, "Onlarateşten çıkmalarını dilerler" (Mâîde,37)ve "Sudan veya Alah'm size verdiği rıziktan biraz de bize akıtın..." (A'rât, 50) âyetlerinde olduğu gibidir. Binâenaleyh, onların, bunun tahakkuk etmeyeceğini bilmelerine rağmen, bu tür şeyleri istemeleri sahih ve yerinde olunca dünyaya döndürülmeyi haydi haydi temenni edebilirler. Çünkü, temenni mevzuu çok geniştir. Zira, istenilmesi doğru olmayan bu geçmiş üç şeyin temenni edilmesi sahih olur.
Daha sonra Allah Teâlâ "Hayır, Öteden beri gizleyegeldikleri şeyler, açıkça karşılarına dikilip çıktı..." buyurmuştur..
Bu hususta birkaç mesele vardır: [97]
Bu cümlenin başındaki Jî lâfzının manası, onların sözlerini reddetmek olup, bu mânanın takdiri, "Onlar dünyaya dönmeyi, yalanlamamayı ve iman etmeyi, iman hususunda istekli oldukları için değil, tam aksine görüp müşahede ettikleri ceza ve ikab korkusundan dolayı temenni etmişlerdir" sekimde olur. İşte bu da, iman ve tâat konularında istekli ve arzulu olmanın, ancak bu istek ve arzu, o sadece bir iman ve tâat olduğu için arzu edildiğinde fayda verir.. Ama bu husustaki isteğin, mükâfaat elde etmek ve cezadan kurtulmak için olması ise, hiçbir şey ifâde etmez... [98]
Bu âyetten kastedilen şudur: "Âhirette, dünyada iken gizledikleri şeyler karşılarına çıkmıştır." Alimler, onların gizledikleri şeyin ne olduğu hususunda birkaç yönden ihtilâf etmişlerdir:
a) Ebû Revk: "Müşriklerin, Kıyametin bazı duraklarında şirklerini inkâr ederek, "Habbtmiz olan Allah'a andederiz ki, biz Allah'a eş tutanlardan değildik" (En'âm.23) dediklerini; bunun üzerine Allah Teâlâ'nın onların uzuvlarını konuşturduğunu, böylece de uzuvlarının onlar aleyhinde küfür konusunda şehâdette bulunduğunu., söylemiştir ki işte bu, daha önce gizlemiş oldukları şey onların karşısına çıktığında tahakkuk edecektir" demiştir.
Vahidî, müfessirlerin bu görüşü benimsediğini söylemiştir.
b) Müberred şöyle demektedir: "Onlara, inançlarının ve amellerinin günahı ile, bunların kötü akıbeti zahir olmuş, belli olmuştur. Bu böyledir, zira onların küfürleri, başlangıçta onlara zahir değildi. Çünkü, küfürlerinin zararı kapalı ve gizliydi.. Fakat, Kıyamet kopunca, işte o zaman, Allah'ın pek yerinde olarak buyurduğu gibi: "Hayır, öteden berigizleyegeldikleri şeyler, açıkça karşılarına dikilip çıktı..." .
c) Zeccâc şöyle demektedir: "Liderlerin, öldükten sonra dirilme ile neşr hususunda saklı tuttukları şeyler, onlara tâbi olanlara zuhur etti.. Bu görüşün sahih olduğunun delili ise, Allah Teâlâ'nın, bu ifâdenin peşinden, "Dediler ki: "Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur, diz bir daha diriltilecek de değiliz.." (Enam, 29) buyurmuş olmasıdır. Bu, Hasan el-Basrî'nin de görüşüdür."
d) Alimlerden bazıları da şöyle demişlerdir: "Bu âyet, münafıklar hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar küfürlerini saklıyor, müslüman olduklarını iddia ve izhâr ediyorlardı. Kıyamet günü gelip çattığında, başkaları, onların münafık olduğunu bilip anlarlar."
e) Şöyle de denilmiştir: Onlara, âlimlerinin, Allah'ın Resulünün nübüvvet ve sıfatlarının, kitaplarında yazılı olmasını ve bunun müjdesini inkâr etmeleri ile, Tevrat'ta bu hususa delâlet eden şeyleri tahrif etmeleri gibi, gizledikleri şeyler ortaya çıktı..
Bif ki, lafız pek çok mânaya muhtemeldir. Bütün bunlardan maksat ise, onların âhirette rezilliklerinin ortaya çıkması, içyüzlerini saklayan perdelerin yırtılmasıdır. Ki bu, Cenâb-i Hakk'ın "O gündeki, sırlar yoklanıp meydana çıkarılacaktır" (Tank. 9) ifâdesinin mânâsıdır. [99]
Daha sonra yüce Allah, "Şayet onlar geri dönderil-seler bile, yine vazgeçirilmek istendikleri şeylere döneceklerdir" buyurmuştur ki bu, "Allah-u Teâiâ, şayet onları dünyaya döndürülseler bite, onlardan ne yalanlamayı terketmek, ne de iman tahakkuk etmezdi. Aksine onlar, küfür ve tekzib hususundaki ilk yollarına devam ederlerdi..." mânasındadır.
Buna göre şayet, "Kıyâmettekiler, Allah Teâlâ'yı zarurî olarak tanımış ve çeşitli ikâb ile azabı müşahade etmişlerdir. Binâenaleyh, Allah onları bu bilgileriyle beraber dünyaya döndürecek olsa, daha nasıl, "Onlar, Allah'ı inkâra ve O'na isyan etmeye tekrar başlarlar..." denilebilir?.." denilirse, biz deriz ki:
Kâdî şöyle demektedir: Âyetin izahı, "Onlar şayet, mükellef tutulma haline döndürülmüş olsalardı.." şeklindedir. Bu duruma döndürülme ise, şayet Kıyamette zarurî olarak Allah'ı bilmek ve Kıyâmetin"korkuları ile cehennemin azabı müşahede edilmezse söz konusu olabilir.. İşte bu şart, şüphesiz ki bu âyette takdir edilmiştir.
Ancak, biz deriz ki, bu cevap zayıftır. Çünkü, âyetin maksadı, onların küfürde ısrara ne denli dalmış olduklarını ve imana rağbet etmediklerini beyan etmektir. Binâenaleyh şayet biz, Kıyamet gününde Allah'ın bilinmediğini, Kıyametin dehşetlerinin müşahede edilmediğini varsayarsak kâfirlerin ilk küfürlerinde ısrar etmelerinde fazla taaccüb edilecek bir taraf olmamış olur. Çünkü onların küfürlerinde ısrar etmeleri, diğer kâfirlerin dünyada iken küfürlerinde ısrar etmeleri gibi olur. Böylece biz. Kâdî'nin zikrettiği şartın kesinlikle nazar-ı dikkate alınmayacağını anlamış oluruz.
Bunu iyice kavradığında biz deriz ki Vahidî şöyle demektedir: "Bu âyet Mu'tezile'nin görüşünün yanlışlığına delâlet eden delillerdendir.. Zira Cenâb-ı Hak, kendileri hakkında ezeldeki hükmü şirk olan bir kavimden haber vermiştir. Daha sonra da O, onların, cehennemi ve azabı görmeleri, sonra da dünyaya döndürülmelerini istemeleri ve dünyaya döndürülmeleri halinde de şirke döneceklerini beyan buyurmuştur. İşte, onlar hakkında daha önce geçmiş olan kaza ve hüküm budur. Aksi halde, aklı olan kimse, daha önce görüp müşahede ettiği bir şeyde şüpheye düşmez..
Daha sonra da Cenâb-ı Hak, "Çünkü onlar şüphesiz ki yalancıdırlar" buyurmuştur. İşte bu hususta şöyle bir soru vardır: "Daha önce herhangi bir haber geçmediği halde, yalanlama işi nasıl ona yöneltilebilir?.."
Cevap: Daha önce biz, bazı âlimlerin, temenninin hükmüne dahil olan, sadece "Ah bize ne olurdu, ...(dünyaya) bir geri döndürülseydik..." ifâdesi olduğunu; geri kalan ifâdelerin ise bir haber verme olduğunu; bazı âlimlerin de, bunların hepsinin temenninin hükmüne dahil olduğunu söylediklerini, çünkü yalanlamayı temenniye dahil etmenin caiz olduğunu söylediklerini beyan etmiştik. Zira temenni de, zımnen ve tazmin yoluyla habere delâlet etmektedir. Bu, tıpkı birisinin "Keşke Zeyd bize gelse de, böylece biz de yeyip içip ve konuşsak" demesi gibidir. İşte burada da böyledir. Allah en iyi bilendir. [100]
"Dediler ki: "(Bu) dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Biz bir daha diriltilecekler de değiliz. Rablertnln huzurunda durduruldukları zaman, sen (onları) bir görsen! (O vakit Allah) "Şu, hak değil miymiş?" demiş, onlar da "Rabbimize andolsun, evet" demişlerdir..." "Öyle ise dedi, inkâr edegeldiğiniz şeyler yüzünden tadın azabı..." (En'am, 29-30).
Cenâb-ı Hak, "Dediler ki: "(Bu) dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Biz, bir daha diriltilecekler de değiliz..." buyurmuştur. Bil ki, bu âyet hakkında şu iki izah bulunmaktadır:
1) Allah Teâlâ önceki âyette onlara, daha önce sakladıkları şeylerin kendileri için ortaya çıktığını beyan etmiş, böylece bu âyette onların sakladıkları şeyin, âhiret, haşr ve neşr işi olduğunu açıklamıştır. Bu böyledir. Çünkü onlar bunu inkâr ediyor, doğru olduğunu saklıyor ve "Bizim için sadece bu dünyevî hayat vardır. Bu hayattan sonra, mükâfaat da ceza da yoktur" diyorlardı.
2) Âyetin takdiri, "Şayet onlar geri gönderilseler bile, yine vazgeçirilmek istendikleri şeylere dönerler, haşri ve neşri inkâr ederek, "Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Biz bir daha diriltilecek değiliz" derlerdi" şeklindedir.
Cenâb-ı Hak, "Rablerinİn huzurunda durduruldukları zaman sen (onları) bir görsen! (O vakit Allah), "Şu, hak değil miymiş?" demiş, onlar da, "Kabbİmİze andolsun ki, evet" demişlerdir..." "Öyle ise, dedi, inkâr edegeldiğiniz şeyler yüzünden tadın azabı..." buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [101]
Bil ki Allah Teâlâ, önceki âyette onların haşri, neşri, öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkâr ettiklerini anlatınca bu âyette de onların Kıyametteki hallerinin nasıl olacağını beyân ederek, "Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman sen (onları) bir görsen!.." buyurmuştur. Bil ki bir grup Müşebbihe bu âyete tutunarak, "Bu âyetin zahiri Kıyâmettekilerin, Allah Teâlâ'nın katında ve yakınında durduklarına delâlet ediyor. Bu ise, Allah Teâlâ'nın bazan bir yerde hazır bulunduğuna, başka bir yerde hazır olmadığına delâlet eder" demişlerdir.
Bil ki Müşebblhe'nin
bu şekildeki istidlali yanlıştır. Çünkü âyetin zahiri, bizden birinin yer
üzerinde durduğumuz gibi, Kıyâmettekilerin de Allah üzerinde durduklarını
gösterir. Bu (
1) Âyetteki ifâdesinden murad, "Onlar, Rablerinin onlara, yani kâfirlere vaadettiği azap ile, mü'minlere vereceği mükâfaat ve onlara haber verdiği âhiret işi üzerinde durdurulduklarında..." mânâsıdır.
2) Bu vukûf'dan maksad, bilmektir. Nitekim birisi başkasına, "Sözüne vâkıf oldum" yani "onu bildim" der.
3) Bundan murad, onların sorgu-sual için durdurulmalarıdır. Binâenaleyh bu ifâde, dünyada kölenin, efendisinin huzuruna getirilip durdurulması âdetine göre söylenmiş bir sözdür ki bundan maksad, gayeyi fasih ve belîğ cümlelerle ifâde etmektir. [102]
Bu âyetten maksad şudur: "Allah Teâlâ, önceki âyette, o kâfirlerin dünyada iken Kıyameti ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettiklerini nakletmiştir. Daha sonra ise, onların bu şeyleri ikrar edip kabul edeceklerini açıklamıştır. Böylece mâna, "onların bu inkâr durumları ikrara dönüşecektir" şeklinde olur. Bu böyledir. Zira onlar, Kıyameti, uhrevî mükaTaat ve cezayı artık müşahede ederler. Nitekim Allah Teâlâ da, "Şu, hak değil miymiş?" buyurmuştur.
Buna göre eğer, "Bu söz, Hak Teâlâ'nın onlara "şu, hak değil miymiş?" diyeceğini göstermektedir. Bu, "Allah onlarla konuşmaz" (An imran, 77) âyetine sanki ters gibidir" denilir ise, şöyle cevap verilir: Allah Teâlâ'nın, "Allah onlarla konuşmaz" âyeti, "Allah onlara güzel olarak ve fayda verecek şekilde konuşmaz" mânasına hamledilir. Mânanın böyle olması halinde, iste bu tezad ortadan kalkar. Daha sonra Allah onlara "Şu, hak değil miymiş?" dediğinde, onların "Rabbimize andolsun ki evet" dediklerini söylemiştir ki, bundan maksad, onların kasem ve yemin ile Kıyametin gerçek oluşunu tasdik etmeleridir. Daha sonra da onlara O, "Öyle İse, inkâr edegeldiğiniz şeyler yüzünden tadın azabı..." demiştir. Bu ifâdede bilhassa "azabı tadma" lafzı kullanılmıştır. Çünkü onlar her halükârda bir şeyi tadan kimsenin o şeyi hissetmesi gibi, o azabı hissediyorlardı.
Âyetteki, "İnkâr edegeldiğiniz şeyler yüzünden.." ifâdesi, "inkârlarınız sebebi ile..." mânasındadır. Bil ki Allah Teâlâ bu âyeti, haşr ve neşrin (öldükten sonra diriltilme ve toplanmanın) doğruluğuna bir delil olarak zikretmem iştir. Çünkü bu delil, sûrenin başında, bizim de izah ve tefsir ettiğimiz gibi, "O, sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanım takdir edendir" (Enam. z)âyetinde mevcut idi. Binâenaleyh bu âyetten maksad, insanları bu yanlış görüş ve gidişten caydırmaktır. [103]
"Allah'ın huzuruna çıkılacağını yalan sayanlar gerçek en büyük ziyana uğramıştır. Nihayet kendilerine ansızın Kıyamet gelip çattığı zaman, onlar yüklerini sırtlarına yüklenerek, "Orada ihmâl ettiğimiz şeylerden dolayı eyvah bize..." diyecekler. Dikkat edin, o yüklenip taşıyacakları şeyler ne kötüdür" (En'âm, 31).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [104]
Bil ki bu âyetin maksadı, öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkâr edenlerin bir başka halini anlatıp ortaya
koymaktır. Bu hal, şu iki özelliktedir:
a) Büyük bir ziyana uğrama...
b) Günahların ağır ve büyük yüklerinin sırtlanılması...
Birincisinin, yani ziyana uğramanın izahı şöyledir: Allah Teâlâ, kutsî ve maddî olan nefs-i natıka (insan) cevherini yaratmış ve kendilerini kullanmak suretiyle, gerçek bilgileri ve ölümden sonra çok fayda verecek olan üstün ahlâkı elde etsin diye, o insana birtakım maddi âlet, edevat (göz, kulak v.s) ile akıl-fikir vermiştir. Binâenaleyh insan bu vasıtalar ile, aklî ve fikrî kuvvetini, devr-i dâim eden lezzetler ite, sonlu olan mutlulukları elde etmek için kullanıp, sonunda ömrünü tamamlayıp hayatının sonuna geldiğinde, en büyük bir ziyan ve zarara uğramış olur. Çünkü ana sermaye ile, gaye zannettiği kazanç tükenmiş, elinde ana sermayeden ve kazançtan hiç bir şey kalmamış. İşte bu apaçık bir ziyandır, hüsrandır. Bu hüsran, öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkâr edip, mutlulukların ve kâmilliklerin son noktasının, bu dünyevî ve fanî mutluluklar olduğuna inanan kimse için söz konusudur. Ama öldükten sonra dirileceğine ve Kıyamete inanan kimse, bu maddî mutluluklara aldanmaz, dünyevî hayırlarla yetinmez, aksine âhiret günü için azık hazırlama gayretine girer. Böylece de onun için böyle bir hüsran söz konusu olmaz. Binâenaleyh anlattığımız bu şeyler ile, Allah'la karşılaşacaklarını yalanlayıp, öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkâr edenlerin, apaçık bir zarara uğradıkları ve Kıyamet durağına vardıklarında, âhiret günü için azık hazırlamada kusurlu ve ihmalkâr davrandıklarından dolayı, pişman olup, 'Eyvanlar olsun bize" diyecekleri sabit olur.
İkincisi ise birkaç şekilde izah edilir: Onların zarar ve ziyanları, günah yüklerini sırtlanmalarıdır. 8u hususta sözün özü şudur: En büyük mutluluk, Allah'a yönelip, O'na kullukla meşgul olmaya ve O'nu sevip, O'na hizmet etmeye say-ü gayret göstermektir. Yine böyle bir mutluluk, dünyadan kopup, kalpten dünya sevgisini atıp, kalp ile dünya arasındaki bağları koparmada bulunur. Binâenaleyh öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkâr eden kimse, Kıyamet durağı için azık hazırlamada ve kalb ile dünya arasındaki ilgileri koparma hususunda sa'y-ü gayret gösteremez. Binâenaleyh bu insan öldüğünde, ruhlar âleminde bir yabancı ve maddî (dünya) alemindeki eşinden, akrabasından ve dostlarından kopmuş ve uzakta kalmış bir kimse gibi olur. Böylece de böyle bir kimse, hem âhiret azığını hazırlamamış olması, hem de dünyadaki ailesi ve dostları ile yaşayamaması sebebi ile büyük pişmanlıklar ve bu âlemin lezzetlerinden kopup, bu âlemin hayırları ile mes'ûd olmaması sebebi ile büyük elemler yaşar. Binâenaleyh bunlardan birincisi, âyetteki, "Orada (dünyada) ihmal ettiğimiz şeylerden dolayı eyvah bize.." ifâdesinden; ikincisi de "Onlar, yüklerini sırtlarına yüklenerek..." ifâdesinden kastedilen şeydir. İşto bu âyetten kastedilen mânanın izahı budur. [105]
Âyette bahsedilen "hüsrârT'dan maksad, büyük mükâfaatın elden kaçırılıp, onun yerine büyük bir azabın gelmesidir. Âyetteki, "Allah'ın huzuruna çıkılacağını yalan sayanlar gerçekten en büyük ziyana uğramıştır" buyruğu ile, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr eden kimseler kastedilmişlerdir. Biz, "lika" (huzura çıkma)'nın ne mânaya olduğunu, "Onlar hakîkaten Rablerfne mülâki (kavuşucu) olduklarını bilirler" (Bakara, 46) âyetinin tefsirinde iyice izah etmiştik. Bu kinaye (lika kelimesinin Kıyametteki durmaktan kinaye edilmesi), yerinde ve güzel bir kinayedir. Zira Kıyamet durağı, kendisinde, Allah'dan başka hiç kimsenin hüküm verme yetkisinin bulunmadığı ve Allah'dan başka hiç kimsenin fayda ve zarar vermeye, alçaltıp yükseltmeye kadir olamıyacağı bir duraktır.
"Nihayet kendilerine ansızın Kıyamet gelip çattığı zaman..." buyruğunun başındaki kelimesi "..ziyana uğramıştır" kelimesinin değil de, ("yalan saydılar..") sözünün vadesidir. Çünkü onların hüsranlarının bir sınırı ve mesafesi yoktur. Buradaki 'nın manası, onların yalanlamalarının sona ermesinin, "Kıyamet günündeki hasretleri" olduğunu, onunla sona ereceğini bildirmektir. Buna göre mâna, "Kıyamet günü ansızın zuhur edinceye kadar, onu yalanlarlar.." şeklinde olur.
İmdi eğer: "Onlar ölürken de nedamet duyar, tehassür ederler.." denilirse, biz deriz ki:
Ölüm, âhiret hallerinin bir başlangıcı ve mukaddimesi olunca, ölüm de Kıyamet cinsinden kabul edilmiş ve onun ismiyle isimlendirilmiştir. İşte bundan dolayı, Hz. Peygamber, "Kim Ölürse, onun Kıyameti kopmuştur"[106] buyurmuştur. [107]
"Saat" ile murad edilen, "Kıyâmef'tir. Kıyametin bu isimle adlandırılması hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a) Kıyamet günü, hesaba çekilme çok süratli olacağı için, "saat" diye adlandırılmıştır. Buna göre sanki, "O Kıyamet, bir saatlik bir hesaptır" denilmek istenmiştir.
b) "Saat", Kıyametin koptuğu vakittir. Bu vakte "saat" denilmiştir, zira Kıyamet, insanların başına, Allardan başka hiç kimsenin bilemeyceği bir saatte gelir.. Baksana Allah Teâlâ, "ansızın... " buyurmuştur. cJüî ve isÜ' lafızları, "ansızın, beklenmedik biranda" anlamına gelmektedir. Buna göre mâna, "Kıyamet, ancak birden geliverir; çünkü, hiç kimse onun ne zaman geleceğini, hangi vakitte vaki olacağını bilemez" şeklinde olur. Âyetteki (ansızın olan olarak..) anlamında hal olmak üzere; veyahut da, mefûl-ü mutlak olarak mansubtur. Buna göre sanki, "Saat, onların başına ansızın olmak üzere gelivermiştir.." denilmek istenmiştir. [108]
Sonra Cenâb-ı Hak, "eyvah bize!" dediler" buyurmuştur.
Bu konuda Zeccâc şöyle der: "Tehassürü. nedameti talep etmenin manası, ilerde olabilecek pişmanlıkları hususunda insanları ikaz etmektir." Araplar, bu gibi işlerin büyüklüğünü ve önemini anlatmak için, bu lafzı kullanmaktadırlar. Nitekim Allah, "Ey kulların üzerine olan hasret (pişmanlık)..." (y asin, w),"Allah yanında işlediğim kusarlardan dolayı (gel) ey hasret (pişmanlık)..." pümer,sey, "vay, ben mi doğuracağım?" (dedi)" (»m, 72) buyurmuştur. Bu kullanış "Tefritlerimizden (kusur ve ihmallerimizden) dolayı pişmanlık bize olsun" ifadesinden daha beliğdir.
Bunun bir benzeri de, "Ey Yusufüealakalı esefim.."(dedi)" (Yusuf. 84) âyetidir. Bu, "Ey insanlar, Yusuf'un başına gelenlere dikkat edin..." manasındadır. Binaenaleyh buralarda nida edatı, gerçekte münâdâ olmayan şeylerin başına gelmiştir."
Sibeveyh de şöyle demiştir: Sen, dediğinde, sanki, "Ey hayret, ey şaşkınlık; gel, hazır ol!.. Çünkü bu vakit senin zamanındır" demiş olursun.
Bunu iyice kavradığında biz deriz ki, burada "nida" edatının getirilmesi hususunda şu iki açıklama bulunmaktadır:
a) Buna, hasrete nida edilmiş, ama bununla muhatapların dikkatini çekme murad edilmiştir. Bu, Zeccâc'in görüşüdür.
b) Burada münâdâ, "bu senin vaktindir, gel, hazır ol!" mânasında olmak üzere, hasret ve nedametin bizzat kendisidir. Bu da Sîbeveyh'in görüşüdür. [109]
Hak Teâlâ, "İhmal ettiğimiz şeylerden dolayı" buyurmuştur. Bu hususta iki bahis bulunmaktadır:
1) Ebu Ubeyde şöyle demiştin "Onu zayi ettim..." manasında olmak üzere, denilir. Buna göre lij» tabirinin manası, "terkettik, ihmal ettik, zayi ettik..." demektir"
Zeccâc ise bu tabire: "Biz kusurumuzu, aczimizi takdim ettik, öne sürdük..." manasım yermiş, bu ifadeyi bir şey bir şeyi Öne geçtiği zaman Arapların söylemiş olduğu tabiriyle; bir şeyi Önden yollama, takdim etme manasına gelen, ifadelerinden kabul ederek almıştır.
Vahidî, "O halde, Zeccâc'a göre "tefrit" tabirinin manası, kusurlu olmayı, aciz olmayı sürmek, takdim etmektir.." şeklinde olduğunu" söylemiştir.
2) kelimesindeki zamirinin neye râci olduğu hususu... Bu konuda da şu izahlar yapılmıştır:
a) İbn Abbas, bu zamirin "dünya"ya râci olduğunu söylemiştir. Bu izah hakkında, "Âyette "dünya" lafzı geçmemiştir. O halde bu zamir, nasıl ona raci olabilir?" sorusu yöneftilebilir. Bunun cevabı: Akıl, kusurlu davranılacak yerin sadece dünya olduğuna delâlet etmektedir. O halde, bu sebeple zamirin dünya kelimesine raci olması güzel ve yerindedir.
b) Hasan el-Basrî, ifadesinin "saat, yani Kıyamet hakkında" demek olup mânanınsa, "Saat hakkındaki ihmallerimizden dolayı eyvah bize!.." anlamına geldiğini, bunun ise, "Kıyamet için azık hazırlama ve onun için hazırlıklar yapma hususundaki kusurlarımızdan dolayı bize yazıklar olsun!.." demek olduğunu söylemiştir.
c) Bu zamirin, "İhmal ettiğimiz şey.." kelimesindeki 'nın manasına raci olmasıdır. Yani, "Bizim hasret ve nedametimiz, yapılmasında kusur ettiğimiz amel ve taalerden dolayıdır.." demektir.
d) Muhammed İbn Cerlr et-Taberi şöyle demiştir: "Bu zamir, pazarlık yaparken görülen "el srkışma"ya racidir. Zira, Cenâb-ıHak hüsrandan bahsedince, bu tabirin zikredilmesi, bir alışveriş ve pazarlığın bulunduğuna delâlet etmiştir."
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "onlar yüklerini sırtlarına yüklenirler.." buyurmuştur. Bil ki Hak Teâlâ'nın, "Orada ihmal ettiğimiz şeylerden dolayı eyvah bize..." ifadesi, onların, kendisi sebebiyle bir mükâfaata nail olacakları herhangi bir şeyi yapıp gerçekleştirmediklerine; O'nun, "Onlar yüklerini sırtlarına yüklenirler" ifadesi de onların, kendisi sebebiyle büyük bir azaba müstehak olacakları şeyi işlediklerine işaret etmektedir. Şüphe yok ki, işte bu durum hüsranın en ileri noktasıdır. [110]
İbn Abbas, âyette geçen kelimesinin, günahlar ve hatalar anlamına geldiğini söylemiştir. Dilciler ise, vizr kelimesinin "ağırlık" anlamına geldiğini, bunun "yük" anlamına gelen kelimesi gibi olduğunu, nitekim "onu taşıdım" mânasına olmak üzere denildiğini, daha sonra da, kendisini yapanların sırtına ağır geleceği için, günahlara evzâr denildiğini söylemişlerdir. Hak Teâlâ "Hiçbirgünahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez" (isrâ, 15) buyurmuştur ki, bu "Hiçbir nefis, başka bir nefsin günahını taşımaz, taşımayacaktır" demektir.
£bü Ubeyde de: "Bir kimse elbisesini açıp, içine eşyasını koyduğunda, o kimseye "yükünü taşı..." denilir. Yine ifadesi, silah ve benzeri şeyler gibi, harp teçhizatı hazırlıkları anlamına gelir.. Yine, hükümdarın "vezir"i, kendisine yüklenilen yöneticilik işinin ağırlıklarını yüklenen ve taşıyan kimse demektir" demiştir.
Zeccâc ise, Hak Teâlâ'nın tabirine "Günahlarının ağırlık-lannı taşırlar..." anlamını vermiştir. Alimler, günahların nasıl taşındığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak müfessirler şöyle demektedirler: Mü'min kimse kabrinden çıktığında, kendisini, şekil bakımından en güzel, koku bakımından da en hoş olan bir şey karşılar ve ona: "Ben senin sâlih, iyi amelinim.. Dünyada, uzun bir süre senin sırtına bindim. Haydi, bu gün de sen bana bin.." der ki, işte bu Allah'ın "Müttakileii o Rahmanın huzuruna toplayacağımız gün..." (Meryem. 85) âyetinde anlatmış olduğu husustur ki, müfessirler bu âyette geçen kelimesine, "biniciler olarak..." anlamını vermişlerdir.
Kâfir olan kimse de, kabrinden çıktığı zaman kendisini suret bakımından çok çirkin, koku bakımından da en pis olan bir şey karşılar ve ona: "Ben senin bozuk amelinim; dünyada iken uzun bir süre sırtıma bindin.. İşte bu gün de ben senin sırtına bineceğim" der ki bu, 'onlar yüklerini sırtlarına yüklenirler" âyetinde anlatılan husustur..
Bu, Katâde ve Süddf'nin görüşüdür. Zeccâc: "Ağırlık" kelimesi, taşınır şeyler (maddi şeyler) hakkında kullanıldığı gibi, durum ve sıfatlar (manevî şeyler) hakkında da kullanılır. Nitekim "Falancanın sözü, hitabı, bana ağtr geldi" denilir ki bu, "onu hoş karşılamadım, kerih gördüm" anlamındadır. Buna göre mâna, "Onlar, günahlarının azabına, tıpkı günahlarının onlar üzerindeki ağırlıklarına katlandıkları gibi katlanırlar, göğüs gererler..." demektir" demiştir.
Bazıları da, Cenâb-ı Hakk'ın, tabirinin manasının, "Günahlarının onlardan ayrılmayacağı..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu senin tıpkı, "Seni daima anıyorum, hatıran aklımdan çıkmıyor.." mânasında olmak üzere, "Senin varlığın gözümün önünden hiç ayrılmadı" demen gibidir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak "Dikkat edin, o yüklenip taşıyacakları şeyler ne kötüdür!" buyurmuştur. Bu, "Onların yüklendikleri, yani taşıdıkları şey ne kötüdür" demektir. Bu lafzın izahı konusundaki geniş açıklama, Cenâb-ı Hakk'ın U-j (Nisa. 22) âyetinin tefsirinde geçmişti. [111]
"Dünya hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, sakınacaklar için elbet daha hayırlıdır. Halâ düşünmüyor musunuz?" (En'âm, 32).
Bu âyette birkaç mesele vardır: [112]
Bil ki, öldükten sonra
dirilmeyi ve Kıyameti inkâr edenlerin, dünyaya olan arzulan, onun lezzetlerini
elde etme istekleri büyük olur. İşte bu sebeple, Allah Teâiâ, dünyanın değersizliğine
ve önemsizliğine dikkat çekmek için bu âyeti zikretmiştir.
Bil ki, dünya hayatının bizzat kendisini kınamak mümkün değildir. Çünkü, uhrevî saadetleri kazanmak ancak bu dünya hayatında söz konusudur. İşte bu sebepten dolayı bu âyetin tefsirinde şu iki görüş ileri sürülmüştür:
1) Buradaki hayattan kastedilen, kâfirin hayatıdır. İbn Abbas şöyle demektedir: "Allah bu âyette şirk ve nifak ehlinin hayatını kastetmiştir. Bunların hayatının bu şekilde tavsif edilmesinin sebebi şudur: Mü'minin yaşayışında salih ameller mevcuttur. Binâenaleyh onun hayatı bir oyun ve oyalanma olamaz."
2) Bu âyet, mü'min ve kâfirin hayatı hakkında umumî bir ifâdedir. Binâenaleyh bundan murad, bu hayatta elde edilen lezzetler ile bu hayatta elde edilmek istenen güzel ve hoş şeylerdir.. Cenâb-ı Hak, dünya hayatını bir oyun ve oyalanma diye adlandırmıştır; çünkü insan, oyun ve eğlence ile meşgul olurken, ondan lezzet afır. Sonra bu lezzet aldığı şeyler sona erip bitince, bunlardan geriye sadece bir nedamet ve pişmanlık kalır. İşte bu dünya hayatı da böyledir. Bu da sona erdiğinde, geriye sadece bir tahassür ve nedamet kalır.
Bil ki, dünya hayatının oyun ve oyalanma diye isimlendirilmesi şu şekillerde izah edilmiştir:
a) Oyun ve eğlencenin süresi azdır; çok çabuk sona erer, zeval bulur. Bu dünya hayatının süresi de böyledir.
b) Oyun ve eğlence, mutlaka pekcok durumda, istenilmeyen şeylere sebebiyyet verir. Dünya lezzetleri de böyledir...
c) Oyun ve eğlence, işlerin zahiriyle aldanma sırasında meydana gelir.. Ama iyice düşünülüp, işlerin esası araştırılıp ortaya konulduğunda, geriye asla oyun ve eğlence diye bir şey kalmaz.. Oyun ve eğlence de böyledir, çünkü bunlar çocuklar ve gafil cahillere uygun düşen şeylerdir. Ama aklı başında olan zeki kimselere gelince, onlar çok nadiren oyun ve eğlenceye dalarlar..
Dünyanın hoş şeylerinden lezzet alıp, iyi şeylerinden de faydalanma da, ancak işlerin hakikatlerinden habersiz olan gafil kimseler için söz konusu olabilir.. Ama muhakkik olan hikmet erbabına, hükemâya gelince, onlar bütün bu iyi denilen şeylerin birer aldatmaca olduğunu; esasında bunların nazar-ı dikkate alınacak bir tarafı olmadığını bilirler.
d) Oyun ve oyalanmanın makbul bir neticesi yoktur.. Böylece bütün bu izahların toplamından, dünyevî lezzet ve durumların, bir oyun ve oyalanma olduğu; gerçekte nazar-ı dikkate alınacak bir tarafı olmadığı sabit olmuş olur.. Yüce Allah, bunu beyan edince, bundan sonra "Ahiret yurdu ise, müttaktier İçin elbet daha hayırlıdır" buyurmuş, âhireti hayırlı olmakla tavsif etmiştir. [113]
Dünya ile âhiret hallerinin pekçok yönden farktı oluşları da, durumun böyle olduğuna delâlet eder:
1) Dünyanın iyilikleri değersiz; âhiretın iyilik ve hayırları ise, yüce ve âlîdir. Durumun böyle olduğunu şunlar da göstermektedir:
a) Dünyanın hayırları, ancak iki şehevî duyguyu yerine getirmedir.. Ki bu da, son derece değersiz ve önemsiz bir iştir. Bunun böyle oluşunun delili şudur: Bütün önemsiz canlılar, bu konuda insanla müşterektirler.. Hatta çoğu kez o canlıların bu husustaki durumu, insanınkinden daha mükemmeldir. Çünkü, deve daha çok yer; horoz ve serçe daha çok cima yapar; kurt, daha çok parçalayıcı ve yok edicidir; akrep daha fazla acı vericidir..
Bunların değersizliğine delâlet eden bir diğer husus da şudur: Bunlar eğer çok değerli ve yüce şeyler olsaydı, bunları çokça yapmak, kıymetin ve değerin artmasını gerektirirdi... Böylece de ömrünün tamamını yemeye ve cinsî münasebete vakfeden insanın, insanların en şereflisi ve en yüce dereceyi haiz olanı olması gerekirdi.. Halbuki durumun böyle olmadığı, aksine bu gibi insanlara kin duyulduğu, kötü ve değersiz kabul edildiği; hayvan, köpek veya bunlardan daha aşağı bir şekilde nitelendiği, aklın bedâhetiyle malum olan bir husustur. İnsanların bu gibi şeylerle iftihar etmeyip, tam aksine bunları gizlemeleri de bunların âdi olduklarına delâlet eder. İşte bundan dolayı insanlar, cinsî münasebette bulunurken bu fiili gizli yaparlar ve bu gibi fiilleri insanların yanında ulu orta yapmaya kalkışmazlar. İşte bu da bu gibi fiillerin şeref değil, aksine bir eksiklik icap ettirdiğini gösterir.
Durumun böyle olduğuna şu da delâlet etmektedir: İnsanlar birbirlerine sövdüklerinde, bu hususta ancak, cimâya delâlet eden lafızları söylerler.. Eğer bu lezzet çeşidi, birtakım noksanlıklar cinsinden olmasaydı, durum böyle olmazdı..
Bu lezzetlerin özünün, birtakım elem ve acıları gidermeye yönelik olması da buna delâlet eder.. İşte bu sebepten dolayı daha fazla aç ve daha çok ihtiyaç içinde olan kimsenin, bu tür şeylerle lezzet duyması daha mükemmel ve daha ileri derecede olur. Durum böyle olunca da, gerçekte bu lezzetlerin bir hakikatinin bulunmadığı ortaya çıkar..
Yine bu lezzetlerin çok çabuk değişmesi, sona ermesi ve son bulması da, bunu göstermektedir. Böylece, yaptığımız bu izahlarla dünyevî lezzetlerin değersizliği sabit olmuş olur..
Ama ruhanî mutluluklara gelince, bunlar çok şerefli, yüce, kalıcı ve kudsî olan birtakım mutluluklardır... İşte bundan dolayı bütün mahlûkat, insanlar arasında ilmi çok ve dünyevî-maddî lezzetlerden alabildiğine kaçınan birisinin bulunduğunu hayal ettiklerinde, onlar tabii olarak ona saygı duyar, hizmet eder ve kendilerini o kimsenin hizmetkârı ve kölesi kabul eder ve ona nisbetle, kendilerini günahkâr addederler.. İşte bu da, asıl ve selîm fıtratın, maddî lezzetlerin değersizliğine, manevî lezzetlerin derecesinin de çok mükemmel olduğuna şehâdet ettiğini gösterir..
b) Ahiretin hayırları, dünyanın hayırlarından daha üstündür.. Bunu, şöyle diyerek izah ederiz: Farzedelim ki bu iki çeşit hayır, üstünlük ve şeref bakımından müşterek olsunlar.. Ancak ne var ki, yarın Kıyamet günü için vaadedilmiş hayırları elde etmek, kafi olarak malum olan bir şeydir.. Ama, dünyanın yarını için vâdedilen hayırlara ulaşıp onları elde etmek ise, kat'î olarak malum olmayan, hatta zannedilen bir durum dahi değildir.. Zira, bu günün sabahında hükmünü tam manasıyla yürüten nice hükümdar vardır ki, aynı günün sonunda toprağın altında olur. Yine nice büyük ve kudretli emirler, yöneticiler vardır ki, sabaha melîk ve emîr olarak girer, ama akşam vakti hakir bir esir olur!.. İşte bu farklılık da, bu iki çeşit hayır arasında bir farklılığın bulunmasını gerektirir.
c) Farzet ki insan dünyada bu günden başka, diğer bir gün daha bulsun.. Ancak insan, biriktirmiş olduğu mallardan, güzel şeylerden ve lezzetlerden faydalanmasının mümkün olup olmadığını bilemez.. Ama, biriktirmiş olduğu saadet getiren bütün şeylere gelince, o, ahiret yurdunda ondan faydalanacağını kesin olarak bilir.
d) Farzedelim ki o, bunlardan faydalansın. Ancak o kimsenin, dünyevî hayırlardan faydalanması, arzulanmayan şeylerin bulaşmasından ve insana korku veren haramların o faydaya karışmasından asla hâlî ve uzak kalamaz. İşte bundan ötürü "Kim yaratılmamış olan şeyi isterse, hem kendisini yormuş, hem de o nimete kavuşmamış olur" denilmiş, buna karşılık, "o nedir ey Allah'ın Resulü?" diye sorulmuş, Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Birgünün tamamının (mutlu ve neşeli geçeceğini düşünerek) sevinmek..." buyurmuştur.
e) Farzedelim ki bu kimse, yarın bu mallardan ve güzel şeylerden faydalansın. Fakat bu faydalar sonlu, fânî ve gidicidir. İşte bu faydalar ne zaman daha kuvvetli, daha lezzetli, daha mükemmel ve daha fazla olursa, bunların yok olup sona ermesi ile duyulacak olan keder ve hüzün de o nisbette çok ve güçlü olur. Nitekim şâir el-Mütenebbi şöyle demiştir. "Bana göre üzüntünün en şiddetlisi, sahibinin, daha sonra kendisinden ayrılacağım kesin olarak bildiği bir mutluluktan dolayı olanıdır."
Binâenaleyh söylediğimiz açıklamalarla, dünyevî saadet ve hayırların böylesi büyük eksiklik ve kusurlarla muttasıf (içice) olduğu, âhiret saadetlerinin ise bu kusur ve ayıplardan uzak olduğu, bundan dolayı da âhiret hayatının daha mükemmel, daha üstün, daha kalıcı, takvaya daha uygun, arzu edilmeye daha layık ve uygun olduğuna kesin olarak hükmetmek gerektiği sabit olur. [114]
İbn Âmir, kelimesini, kelimesini, kelimesine muzaaf kılarak, şeklinde; diğer Mevsufun Sıfatına izafeti Caiz mir? kıraat imamları ise, kelimesini stfat kılarak, şeklinde okumuşlardır.
İbn Âmirin kıraatinin izahı şöyledir: "Sıfat gerçekte mevsuftan başka birşeydir. İşte bu açıdan, bunu izafetle okumak yerinde ve doğru olmuştur. Bunun bir benzeri de, Arapların (dün gece); (perşembe) ve (yakînîve kesin gerçek) tabirleridir.
Basrahlara göre ise, bu izafet caiz değildir. Basralılar, "Çünkü sıfat mevsufun aynısıdır. Bu sebeple birşeyi yine kendisine izafe etmek (muzaaf kılma) imkânsızdır" demişlerdir.
Bil ki bu izah, sıfatın mevsûfun aynısı olduğu görüşüne dayanmaktadır. Bu ise müşkildir. Çünkü mevsûf, sıfattan ayrı olarak düşünülebilir. Eğer mevsûf sıfatın aynısı olsaydı, onun ayrı olarak düşünülmesi imkânsız olurdu. Onların bu görüşlerinin, yapılabilecek ince bir izahı da vardır. Ancak ne var ki bu izahın yeri burası değildir. Sonra Basralılar İbn Âmir'in kıraatinin daha doğru olduğu hususunda bir başka izah daha yapmışlar ve şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, kelimesini "dâr" kelimesine sıfat yapmamış, aksine (Kıyamet) kelimesine sıfat yapmıştır. Sanki "son saatin yurdu" demiştir. Buna göre eğer, "sizin yaptığınız bu izaha göre, sıfat olan "âhiret" kelimesi, mevsûf olan "saaf'in yerine konulmuş olur. Bu da, hoş birşey değildir" denilir ise, biz deriz ki: "Bu, sıfat bir isim gibi kullanıldığında "âhiret" lafzı da bir isimolarajs kullanılır ise, hoş olmayan bir şey sayılmaz. Bunun delili, Hak Teâlâ'nın "Muhakkak ki âhiret, senin için birincisinden (dünyadan) daha hayırlıdır" (Duhâ, 4) âyetidir.
Ekseri imamların kıraati ise daha açıktır. Çünkü bu kıraat, "âhiret" kelimesinin, "dâr" kelimesine sıfat olmasını gerektirir. İşte doğrusu da budur. Sözü hakikatine hamletmek mümkün olduğu zaman, bundan (mecaza) sapmaya gerek yoktur. Allah en iyi bilendir. [115]
Alimler, "dâr-ı âhiret" (Âhiret yurdu) ifâdesi ile ne murad edildiği hususunda birkaç görüş üzere ihtilâf etmişlerdir:
İbn Abbas (r.a), "Bu, cennettir ve cennet, küfür ile günahlardan sakınan kimse için daha hayırlıdır"; Hasan el-Basrî: "Bundan âhiretin bizzat kendisi daha hayırlıdır" mânası kastedilmiştir" ve el-Esamm da: "Bu, "Âhiret ameline yapışmak daha hayırlıdır" mânasındadır" demişlerdir.
Diğer âlimler ise şöyle demişlerdir: "Bakî, devamlı şaibelerden uzak ve sona erme-bitme gibi şeylerden emin olduğu için, âhiret nimetleri, dünyevî nimetlerden daha hayırlıdır."
Cenâb-ı Hak daha sonra, "sakınacaklar(ittikâ edecekler) için..." buyurmuş ve bu daha hayırlı oluşun, ancak küçük ve büyük günahlardan sakınan kimseler için söz konusu olduğunu; bunun kâfir ve fâsık için söz konusu olmadığını beyân etmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in de: "Dünya, mü'minin hapishanesi kâfirin ise cennetidir"[116] buyurduğu gibi, dünya onlar için daha hayırlıdır.
Allah Teâlâ, sonra da "Halâ düşünmüyor musunuz?" buyurmuştur. Nâfi ve İbn Âmir, buradaki ve A'râf, Yûsuf ve Yasin sûrelerindeki bu fiilleri tâ harfi ile, Hafs ise Âsım'dan rivayet ederek, Yasin sûresindekini yâ ile, diğerlerini tâ İle okumuştur. Asım, Yahya'nın rivayetine göre, Yûsuf süresindeki bu fiili tâ ile, diğerlerini yâ harfi ile okumuştur. İbn Kesir, EbÛ Amr, Hamza, Klsat ve A'şâ ile et-Bercmnf'nin rivayetlerine göre, Asım, bu fiili bütün bu yerlerde yâ ile okumuşlardır.
Vahidî şöyle der: "Bu fiili burada, yâ ile okuyana göre, bu ifadenin mânası "ittikâ eden kimseler, âhiret yurdunun kendileri için bu dünyadan daha hayırlı olduğunu düşünüp, sayesinde üstün derecelere ve ebedî nimetlere ulaşacakları şeyleri yapmıyorlar mı? Binâenaleyh onlar kendilerini bu gibi şeylere ulaştıracak işlerde gevşeklik göstermesinler!.." şeklindedir. Bu fiili tâ ile okuyanlara göre, ifâdenin mânası, "Onlara de ki: "Ey muhataplar, siz bunun daha hayırlı olduğunu düşünemiyor musunuz?" şeklindedir. Allah en iyi bilendir. [117]
"Şu hakikati çok iyi biliyoruz ki: Onların söyledikleri {sözler) seni muhakkak ki üzmektedir.. Onlar hakikatte seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile bile Allah'ın âyetlerini İnkâr ediyorlar" (En'am, 33).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [118]
Bil ki inkarcılar, pekçok fırkalar halindedirler. Onlardan bazıları Resûlullah (s.a.s)'ın nübüvvetini inkâr eder. Çünkü o kimse, beşerin resul olmasını inkâr etmekte ve Allah'ın resulünün melekler cinsinden olması gerektiğini söylemektedir. İşte, Allah bu sûrede, böyle kimselerin şüphesini zikretmiş ve buna cevap da vermiştir.
İnkarcılardan bir kısmı ise şöyle demektedir: "Muhammed bize ölümden sonra hasrolunmayı ve dirilmeyi haber vermektedir. Bu ise imkânsızdır.." Onlar, hasrın ve neşrin imkânsızlığını ileri sürerek O'nun peygamberliğini tenkide -akılları sıra- istidlal ediyorlardı.. İşte, Cenâb-ı Hak bunu da zikretmiş, daha önce zikredilmiş olan birçok vecihlerle buna cevap vermiştir.. Onlardan bir kısmı ise, Hz. Peygamber'e sefihçe şeyler söylüyor ve uygun olmayan sözler sarfediyordu.. Yüce Allah'ın bu âyette bahsettiği husus budur.
Alimler, Hz. Peygamberi üzen şeyin ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre, denilmiştir ki "O müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir sihirbaz, bir şair, bir kâhin ve bir mecnûn olduğunu söylüyorlardı..." Bu Hatan ti Brt'nm görüşüdür.
Yine denildiğine göre müşrikler, Hz. Peygambere iman etmeyeceklerini, O'nun dinini ve şeriatını kabul etmeyeceklerini açıkça söylüyorlardı..
Yine onların, Hz. Peygmber'i yalana ve din uydurmaya nisbet ettikleri de söylenmiştir. [119]
Nafi, kelimesini yâ harfinin dammesi, zâ harfinin kesresiyle; diğer kıraat imamları ise, ya harfinin fethası, zâ
harfinin de dammesiyte okumuşlardır. Bunlar iki kullanış olup, Arapça'da denilmektedir. [120]
Nâfi ve Kisaî, cümlesindeki fiili şeddesiz olarak diğerleri de şeddeli olarak ili^A& V şeklinde okumuşlardır.. Bu iki kıraat hakkında iki görüş bulunmaktadır:
a) Bu iki kıraat arasında, açık bir fark bulunmaktadır. Daha sonra âlimler, farkı ifade etme hususunda iki izah şekli zikretmişlerdir:
1)Kiaâî, bu fiili şeddesiz okumakta ve buna detil olarak da şunu söylemektedir: "Araplar, bir kimseyi yalana ve yalan, asılsız söz söylemeye nisbet ettiğin zaman; kişinin kendi uydurması ve yapmasıyla olmasa bile, söylediği şeyin yalan olduğunu haber verdiğin zaman demektedirler."
Zeccâc şöyle demiştir: isfiS' tabiri "ona sen yalan söyledin.." anlamındadır. ifadesi ise, bunu söyleyen kimsenin, bu yalanı bite bile kasıtlı olarak ve uydurma yoluyla söylediğini iddia etmeksizin, "onun yaptığı şeyin, söylediği şeyin bizatihi yalan olduğunu söyledim.." mânasındadır.. Binâenaleyh bu müşrikler, Hz. Muhammed'in bu şeyleri, uydurma ve güzel gösterme yoluyla değil, ama bu nübüvvet ve risaletin doğru olduğunu tahayyül ederek söylediğine; ancak, O'nun tahayyül ettiği bu şeyin aslında yanlış ve geçersiz olduğuna inanıyorlardı.
2) Ebu Ali şöyle demiştir: kelimesinin mânasının, "Seni yalancı olarak görmüyorlar. Çünkü onlar, senin güvenilir ve doğru bir kimse olduğunu biliyorlar..." şeklinde olması caizdir. Nitekim sen bir kimsenin, övgüye değer olduğunu görüp onu sevdiğinde, onda bu halleri görünce, onu güzelce medhettiğinde dersin..
b) Bu iki kıraat arasında bir fark bulunmamaktadır. Ebu A şöyle demiştir: Her iki kıraatin manasının bir olması caizdir. Çünkü masdarının manası, bir kimseye, "sen yalan söyledin..." diyerek, onu yalana nisbet etmektir. Nitekim bir kimseye, "şu şeyleri yaptın, günahları işledin dedim..." manasında olmak üzere Allah seni sulasın ve gözetsin dedim.." manasında da dersin.. kalıbı da bu manaya gelir. Araplar, "Ona, Allah seni sula-stn..." manasında, derler.. Şair, Zürrime de şunu söylemiştir:
"Ona, "Allah seni sulasın, suya kandırsın" diyorum.. Öyle ki, saçtığım şeylerden, onun taşları ve oyun yerleri, nerdeyse benimle konuşuyor!.."
Yani, "Ona, Allah seni sulasın diyerek... onu sulanmaya nisbet ediyorum..." demektir. Buna göre her iki kıraatin manası da aynı olur, ama Araplar bir kimseyi bir işe nisbet etmeyi dilediklerinde, vezninden daha ziyade veznini kullanırlar.. [121]
Bu âyetin zahiri, o müşriklerin, Hz. Muhammed'i yalanlamadıklarını, ama Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr etmiş olduklan mânasını ihkâr eder. Alimler, bu iki durumun nasıl birleştırilebileceği hususunda, değişik görüşler üzere ihtilaf etmişlerdir:
1) Müşrikler, Hz. Peygamberi gizli bir biçimde değil, ama alenî olarak yalanlıyorlar ve Kur'ân ile sünneti bile bile inkâr ediyorlardı. Bu görüşte olanlar, bu izahın doğruluğunu ortaya koymak için bazı rivayetler zikretmişlerdir:
a) Kureyş'ten El-Hars İbn Amir, Hz. Peygamber'e şöyle demiştir: "Ey Muhammed, vallahi sen bize hiç yalan söylemedin, fakat eğer sana tabî olursak, yurdumuzdan kopartılır, sürülürüz. Binâenaleyh sana bu sebeple inanmıyoruz."
b) Rivayet edildiğine göre, Ahnes İbn Şureyk, Ebû Cehil'e: "Ey Ebu'l-Hakem, bana Muhammed'i anlat, o doğru mu söylüyor yoksa yalancı mı? Çünkü yanımızda şu anda kimse yok" demiş. Ebû Cehil: "Allah'a yemin ederim ki, Muhammed muhakkak ki doğru sözlüdür. O hiç yalan söylememiştir. Fakat Kusayyoğulları Sancağı (liva), hacıları sulama işini (sikaye), Kabe'nin perdedarlığını (hicabe) ve peygamberliği alıp götürürlerse, Kureyş'in diğerlerine ne kalır ki?" der. Bunun üzerine, bu âyet nazil olmuştur.
Sen bunu iyice anladığın zaman, biz deriz ki: "Bu takdire göre âyetin mânası şöyle olur: "Kureyş topluluğu seni kalplerinden yalanlamıyorlar, ama senin nübüvvetini bile bile, dilleri ile ve zahiren yalanlıyorlar." Bu, uzak bir mâna değildir.
Bunun bir benzeri de, Hz. Musa (a.s)'mn kıssasında geçen şu âyet-i kerîmedir: "(onlar), vicdanları bunların doğruluğunu tam olarak bildiği halde, yine de bunları zulüm ve kibir Be inkâr ettiler" (Nemi, 14.
2) Ayet şu şekilde de te'vil edilebilir: "Onlar, "Sen muhakkak ki yalancının tekisin" diyemiyorlar. Çûnkû seni uzun zamandır denemişler, sende hiçbir yalan görmemişler ve bu sebeple de seni "emîn" diye isimlendirmişlerdir. Yine sana, "Sen (nübüvvet iddianda) yalan söylüyorsun" da demiyorlar. Fakat, senin risaletini inkâr ediyorlar. Bu da ya, "Muhammed'e bir tür delilik ve akıl noksanlığı arız oldu da, bu sebeple kendisini Allah tarafından gönderilmiş zannediyor" diye inanmalarından ileri gelmiştir ki bu takdirde âyetin mânası, "Onlar, ona yalancı diyemiyorlar" şeklinde olur; ya da onlar şöyle diyorlardı: "O, diğer meselelerde yalan söylemedi, aksine o bütün bu meselelerde emîn ve güvenilir bir kimsedir. Ancak bu nübüvvet meselesi müstesna..."
3) Bu âyete şu mâna da verilebilir: Hz. Peygamber'in iddiası doğrultusunda, onu doğrulayan kesin mucizeler zuhur edip, bunlara rağmen Kureyşliler onu yalanlamakta ısrar edince, Allah Teâlâ O'na şöyle demiştir: "O topluluk aslında seni yalanlamıyor, beni yalanlıyorlar." Bunun bir benzeri de şudur: Bir kimse, başka birisinin kölesine hakaret ettiği zaman, kölenin sahibi, "Evladım, bil ki aslında o sana değil bana hakaret etti" der. Bu ifâdeden maksad, köleye hakaret yapılmamış olduğunu söylemek değil, bu meselenin önemini ve büyüklüğünü ortaya koymaktır. Binâenaleyh bu sözün anlatmak istediği şudur: "O köleye yapılan bu hakaret, onun sahibine hakaret yerine geçer." Bunun bir benzeri de, 'muhakkak ki sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmiş olurlar" (fuh, 10) âyetidir.
4) Âyet şu şekilde de yorumlanabilir ki benim aklıma gelen şöyle bir izahtır: "Bu sözden şu kastedilmiş olduğu söylenebilir: "Onlar, sadece seni yalanlamıyorlar, aksine mucizenin mutlak olarak doğruluğa delâlet ettiğini de inkâr ediyorlar." Bu, "Fakat o zâlimler bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar" âyetinden kastedilen de budur. Bundan murad, "Onlar, her mucize için, "o bir sihirdir" diyorlar ve mucizenin mutlak olarak doğruluğa delalet ettiğini de inkâr ediyorlar. Buna göre âyetin mânası, "Onlar, sadece seni yalanlamıyorlar, bilakis bu münkirler, bütün nebileri ve resulleri yalanlıyorlar" şeklindedir. [122]
"Celalim hakkı için, senden evvelki peygamberler yalanlanmalardı da, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine karşı sabretmişlerdi. Nihayet onlara yardımımız gettp yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek (hiç bir kişi ve kuvvet) yoktur. Andolsun ki sana, resullerin haberlerinden geldi" (Enam, 34).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [123]
Bil ki Allah Teâlâ, önceki âyette, onun yalanlanmasının aslında Allah'ın yalanlanması yerine geçtiğini beyân ederek, Hz. Peygamber (s.a.s)'in kalbindeki üzüntüyü gidermişti. Bu âyette de, onun kalbinden üzüntüyü giderecek başka bir şey (yol) zikretti- Bu diğer ümmetlerin de, kendi peygamberlerine, aynı şekilde muamele ettiklerini ve bu peygamberlerin, Allah'ın yardımı, fütuhatı ve zaferi gelinceye kadar, onların yalanlamalarına ve eziyetlerine sabrettiklerini açıklamaktır. "Ey Muhammed sen, bu yolu haydi haydi benimsemelisin. Çünkü sen, bütün âlemlere gönderilmiş bir peygambersin. Binâenaleyh o peygamberler gibi sen de sabret ve onlar gibi zafere ulaş."
Daha sonra Hak Teâlâ bu vaadini, "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek (hiçbir kist ve kuvvet) yoktur" cümlesiyle te'kid edip kuvvetlendirmiştir. Bu, "Allah'ın sana olan zafer ve yardım vaadi gerçek ve doğrudur. Bu vaadden dönülmesi ve onun değiştirilmesi mümkün değildir" demektir. Bunun bir benzeri de, "Andolsun ki resullerimiz hakkında bizim geçmiş (verilmiş) sözümüz (vardır)" (Safttt, 171) ve "Allah (şöyle) yazıp takdir etmiştir: "Andolsun ki ben galip geleceğim, peygamberlerim de..." (Mûcâdaie. 2i) âyetleridir. Kısaca, Allah'ın sözünde bir caymanın olması imkânsızdır.
Hak Teâlâ'nın, "Andolsun ki sanaf resullerin haberlerinden geldi" buyruğu, "Kur'ân-ı Kerim'de, onları nasıl kurtardığımıza ve kavimlerini nasıl helak ettiğimize dair haberleri sana aeldi" demektir. Ahfes: "Buradaki ,V (den) harf-i cerri, zaiddir (mânada tesiri yoktur). Nitekim sen, "Bize yağmur isabet etti" dersin" demiştir.
Başka kimseler ise, bu görüşün caiz olmadığını, çünkü bu şekilde harf-i cerrinin olumlu cümlede getirilemeyeceğini, ancak olumsuz cümlede kullanılabileceğini söylemişlerdir. Nitekim sen "Bana hiç kimse gelmedi" dersin. Bu âyette harfi teb'iz (kısmen) mânasındadır. Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelen haberler ise, bütün peygamberlerin değil bazı peygamberlerin kıssalarıdır. Hak Teâlâ da, "Öyle peygamberler (gönderdik ki), onların kıssalarını önceden sana bildirdik. (Yine) Öyle peygamberler (yolladık ki), sana onların kıssalarını haber vermedik" (Ntsfl, 164) buyurmuştur.
Âyetteki (geldi) fiilinin faili mahzûf olup,t söylenenlerin kendisine delâlet etmesinden dolayı hazfedil m iştir ve takdir: "Andolsun ki sana, peygamberlerin haberlerinden bir haber geldi" şeklindedir. [124]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek (hiçbir kişi ve kuvvet) yoktur" âyeti, biz (ehl-i sünnetin),
insanların fiillerinin (Allah tarafından yaratıldığına) dair itikadımızın doğruluğuna delâlet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, birşeyin olacağını bildirdiğinde, bu haberin değişmesi imkânsızdır. Bu habere bir değişikliğin (ve yanlışlığın) arız olması imkânsız olunca, haber verilen şeyin değişmesi de imkânsız olur. Hak Teâlâ, insanların birisinin küfür üzere öleceğini haber verdiği zaman, o insanın küfrü bırakması imkânsız olur. Böylece de Allah'ın o kulu imanla mükellef tutması "teklîf-i mâ lâ yutak" (güç yetirilemeyecek şeyle mükellef tutmak) olur. En iyisini Allah bilir. [125]
"Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geliyorsa, (mucize getirmek için) haydi kendi kendine yerin dibine doğru bir tünel veya göklere çıkacak bir merdiven arayıp da onlara bambaşka bir âyet getirebilirden, (hiç durma...) Allah düeseydt elbette onların hepsini hidayette toplardı. O halde sakın câhillerden olma" (En'âm, 35).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [126]
İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Hars İbn Âmir İbn Nevfel İbn Abdlmenâf, Kureyşli bir toplulukla beraber Hz. Peygamber'in yanına getir. Onlar Hz. Peygamber (s.a.s)'e: "Ey Muhammed, diğer peygamberler gibi, sen de bize Allah'tan bir mu'cize getir. O zaman muhakkak seni tasdik edeceğiz" derler. Allah Teâlâ, onlara bir mu'cize göndermeyince, Resulullah'tan yüz çevirirler. Bu da Hz. Peygamber (s.a.s)'e çok ağır gelir. Bunun üzerine bu âyet nazil olur. Bunun manası şudur: "Eğer onların senin ve Kur'ân'ın doğruluğuna iman etmekten yüz çevirmeleri sana ağır gelmiş ise ve de sen (mu'cize getirmek için) yerin dibine doğru bir tünel veya göklere çıkacak bir merdiven bulabilirsen, durma bunu yap."
Âyette, şart cümlesinin cevabı mahzuftur. Gönüllerde malum olduğu için, bu cevabın hazfedilmesi (zikredilmemesi) güzel olmuştur, ji^ kelimesi, yer altındaki (gizli) yol manasındadır. Bu yolların başka bir yere açılan bir çıkışı vardır. Nitekim Arapça'daki "köstebek yuvası" ifadesi de bu kelimeden alınmadır. Çünkü köstebek, yerin dibine doğru bir delik (tünel) açar, sonra o dibten, başka yeryüzüne (doğru tünel açarak) çıkar. Böylece sanki o bir tünel açarak yeryüzünü (yiyip) tüketmektedir. Yani kendisi için, bir başka taraftan bir geçit yapıyor. "Münafık" da, bu kökten ötürü bu şekilde isimlendirilmiştir. Çünkü o da, köstebeğin yapmış olduğu yuva gibi, ortaya koyduğu halden başka bir hali ve inancı içinde saklamaktadır. kelimesi kelimesinden türemiştir. Binaenaleyh kelimesi, seni çıkaracağın yere ulaştıran şey manasınadır. Allah'ın bu sözden maksadı ise, o kâfirlerin iman etmeleri hususunda Resulullah'ın arzusunu kesip atmak, böylece imandan yüz çevirmeleri ve küfre yönelmeleri sebebi ile sıkıntı ve üzüntü duymamasını sağlamaktır. [127]
HakTeâlâ'nın, "Allah düeşeydi elbette onların hepsini hidayette toplardı" ifadesi "Eğer Allah onların hidayete ermelerini dilemiş olsaydı, muhakkak onların hepsini hidayet üzerinde toplardı" ma-
nasındadır. Allah onların hepsini hidayet üzere toplamadığına göre "Allah, onların hidayete ermelerini dilememiş" denilmesi gerekir. Bu, Allah Teâlâ'nın, kâfirin imana gelmesini murad etmediğini, aksine onun küfür üzere kalmasını dilediğini göstermektedir. Bu açık mananın, bir başka ifade şekli de şudur:
Kâfirin İnkâr etmeye olan gücü, imân etmeye ya elverişlidir, ya da değildir. Eğer bu gücü imana elverişli değil ise, küfre olan gücü, onun kâfir olmasını ve bu gücün imana elverişli olmamasını gerektirir ve de bu güç ve kudreti yaratanın o kimseden bu inkârın sâdır olmasını muhakkak olarak murad etmiş olması gerekir. Eğer bu güç ve kudret, küfre elverişli olduğu gibi, imana da elverişli ise, bu kudretin her iki tarafa elverişli oluşu denk olduğunda, tercih ettirici bir sebep olmadığı zaman, iki taraftan birinin diğerine üstün gelmesi imkânsız olunca, yine bu tercih ettirici sebebin kul tarafından olmayacağı, aksi halde bir teselsülün meydana geleceği ortaya çıkınca, işte o zaman tercih ettirici bu sebebi Allah'ın yarattığı, meydana gelen sebep ile o gücün toplamının, o fiilin meydana gelmesini gerektirdiği, bu küfrü gerektiren o sebep ile o kudretin toplamını yaratanın, bu küfrü murad edip, imanı murad etmemiş olduğu anlaşılır. Bu yakînî (kesin) delil, çok güçlü bir delil olup, bu âyetin de delâlet ettiği gibi, açıktır. Aklî, yakînî delilin, Kur'ân'ın zahiri ile uyum sağlamasından daha kuvvetli bir açıklama yoktur.
Mu'tezile ise şöyle der: "Bu âyetten murad, "Eğer Allah onları imana zorla sokmayı dilemiş olsaydı, elbette onları iman üzere toplardı" manasıdır."
Kâdî de şöyle demiştir: "İmana zorlamanın manası, "Allah onlara, imandan başka birşeye çaba sarfedecek olsalardı, onları ondan men edeceğini bildirmesi "dir O zaman da, onların imandan başka bir yola gitmeleri imkânsız olurdu. Bunun bir benzeri şudur: Eğer bizden biri hükümdarın huzurunda bulunsa, o esnada da orada hükümdarın adamlarından büyük bir topluluk olsa, o zaman bu insan bilir ki, eğer o hükümdarı öldürmeye yeltense, oradakiler kendisini hemen öldürürler. İşte bunu bilmek, o insanı, hükümdarı öldürmeye teşebbüsten alıkor. Böylece bu, onu bu fiili terketmeye zorlayan bir sebep olmuş olur. İşte burada da böyledir. Sen, "zorlama" (ilcâ)nın manasını iyice anladığın zaman deriz ki: Allah Teâlâ, o insanı imana zorlamam ıştır. Çünkü bu, onların mükellef tutulmalarını yok eder. O zaman da, onlardan sâdır olan şey, aslında onlardan olmamtş gibi olur. Allah Teâlâ ancak onların, kendi istekleri ile tercih edecekleri sevaptan istifade etmelerini dilemiştir. Bu ise, ancak bir ihtiyar ve tercih ile olur."
Buna şöyle cevap verilir: Allah Teâlâ, ya eşit bir şekilde hem imana, hem de küfre götürebilecek sebepler olduğu halde, veyahut da tercih ettirici bir sebep bulunduğu halde, imana yönelmelerini istemiştir. Birinci ihtimal, "teklif-i mâla yutâk"tır. Çünkü eşitliğin bulunması durumunda, iki taraftan birini tercih ettirici bir sebep bulmayı emretmek, iki zıddı birleştirmeyi emretmektir ki bu imkânsızdır. Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, tercih edilen tarafın meydana gelmesi, tercih edilmeyen tarafın ise meydana gelmemesi vacib (kesin, gerekli) olur. Her ikisi de, onların (Mu'tezile'nİn) söylediği ihtiyar (irade) ve kudret bulma gibi görüşlerine aykırı düşer. Binaenaleyh görüşleri tamamen düşer. Allahu a'lem. [128]
Allah Teâlâ'nın âyetin sonundaki "O halde sakm cahillerden olma "buyruğu, Hz. Peygamber (s.a.s)'i bu halden nehyetmektedir. Bu nehiy, O'nun bu hale yönelmiş olduğu manasına gelmez. Nitekim, "Kâfirlere ve
münafıklara uyma" (Ahzab, 48) âyeti de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onlara itaat ettiği ve dinlerini kabul ettiği manasına delâlet etmez. Bundan murad, "O kâfirlerin yalanlamalarına karşı üzüntünün şiddetlenmesi uygun düşmez. Yine senden yüz çevirmelerinden ötürü feryad etmen de doğru değildir. Çünkü eğer böyle yaparsan, halin cahillerin haline benzer" manasıdır. Hz. Peygamber (s.a.s)'e böyle sert ve katı hitab etmekten gaye, onu böylesi hallerden men etmek ve uzaklaştırmaktır. Allah en iyi bilendir. [129]
"Davetine, ancak seni (can kulağıyla) dinleyenler icabet eder. Ölülere (gelince), Allah onları diriltir, sonra Ona döndürülürler" (En'am. 36).
Bil ki Allah Teâlâ onların imanı kabul etmeyiş ve küfrü terketmeyiş sebebini açıklamış ve "Da'vetine, ancak seni (can kulağıyla) dinleyenler icabet eder..." buyurmuştur. Bu, "(Ey Muhammed), seni tasdik etmeleri için aşırı gayret gösterdiğin o kimseler, hiç bir şeyi duymayan ölüler gibidirler. Çünkü ancak duyan kimseler sese cevap verirler" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen, ölülere o da'veti duyuramazsm" (Rûm, 52) âyeti de bu manadadır.
Ali İbn İsâ şöyle demiştir: fiili arasındaki fark şudur: (icabet etti, kabul etti) fiili, "yapılan bir daveti ve teklifi kabul etme" manasında kullanılır. fiili ise böyle değildir. Çünkü bir kimse, olumsuz olarak da cevap ve karşılık verebilir. Bu, bir insanın şöyle demesi gibidir: "Sen bu görüşe muvafakat mı ediyorsun, muhalefet mi?" denilir. Cevap veren de, "muhalefet ediyorum" diyebilir. [130]
Âyetteki, 'Ölülere (gelince), Allah onlan diriltir" cümlesi hakkında iki görüş vardır:
1) Bu cümle, Allah Teâlâ'nın, onları olumlu cevap vermeye (zorlayabileceğinin temsîlî olarak anlatımıdır. Buna göre, bi ifadeden murad şudur: "Allah Teâlâ. Kıyamette ölüleri kabirlerinden diriltip çıkartmaya kadirdir. Sonra onlar, hesaba çekilmek üzere Allah'ın huzuruna döndürülüp götürüleceklerdir. İşte burada da böyledir. Allah Teâlâ, bu kâfirlerin kalblerini iman ile diriltmeye kadirdir. Sen ise buna kadir olamazsın."
2) Bu ifadenin manası şöyledir: "O ölüleri, yani kâfirleri Allah diriltir. Sonra onlar, O'na döndürülürler. İşte o zaman duyarlar. Daha önce ise, onların (hakikati) duyup anlamalarına imkân yoktur."
Âyetteki tabiri, yâ harfinin fethası ile (dönerler) şeklinde de okunmuştur.
Ben derim ki: Hiç şüphesiz, ruhsuz bir cesedde kokuşmalar, irinler, cerahatlar ve çeşitli çürümeler meydana gelir. Ona yapılacak en güzel şey, onu toprağa gömmektir. Aynı şekilde, akıldan yoksun bir ruhun sahibi de, zincirlenmesi ve hapsedilmesi gereken bir delidir. Binaenaleyh ruha nisbetle akıl, bedene nisbetle rûh gibidir. Aynı şekilde marifetullahdan Allah'ın sıfatlarının ve O'na itaatin bilgisinden yoksun olan akıl da, boşa gitmiş, yok olmuş gibidir. Bundan dolayı, tevhid'in ve marifetullah'ın akla nisbeti (akla göre durumu), aklın ruha, ruhun da bedene nisbeti (göre durumu) gibidir. Böylece marifetullah ve muhabbetullah (Allah bilgisi ve sevgisi), ruhun ruhunun ruhudur. Binaenaleyh bu marifetullahtan yoksun olan kimse, ölülerin sıfatına bürünmüş olur. Bundan dolayı, Hak Teâlâ, küfürde direten bu kâfirleri "Ölüler" diye isimlendirmiştir. Allah en iyi bilendir. [131]
"(Şöyle) dediler: "Ona Eabb'inden bir âyet indirilmeli değil miydi?" De ki: "Şüphesiz Allah, âyet (mucize) indirmeye kadirdir." Fakat onların çoğu bilmezler..." (En'âm, 37).
Bil ki bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini inkâr edenlerin şüphelerinin dördüncüsüdür. Çünkü onlar, "Eğer o, Allah katından görevlendiril|miş bir peygamber olsaydı, O'na kesin bir âyet ve apaçık bir mu'cize indirilmeli değil miydi?" diyorlardı.
Rivayet edildiğine göre mülhidlerden birisi tenkîd ederek: "Eğer Muhammed bir mu'cize getirmiş olsaydı, o kâfirlerin, "Ona Rabbfnden bir âyet (mu'cize) indirilmeli değil miydi?" demesi doğru olmaz; Allah da, "Şüphesiz Allah, âyet (mucize) indirmeye kadirdir" demezdi" demiştir.
Buna şöyle cevap verilir: Hiç şüphesiz Kur'ân, kesin bir mu'cize, apaçık deliller ve açıklamalardır. Çünkü Hz. Muhammed, Kur'ân ile müşriklere meydan okumuş, ama onlar, Kur'ân'ın benzerini getirmekten, ona muaraza etmekten aciz kalmışlardır. Bu, Kur'ân'ın bir mu'cize olduğuna delâlet eder...
Geriye ise, "Eğer durum böyleyse, o müşrikler daha nasıl, "Ona Eabb'inden bir âyet indirilmeli değil miydi?" demişlerdir?" denilmesi kalmaktadır ki, buna birkaç yönden cevap verilebilir:
a) Belki de müşrikler, inadlaşarak ve bâtılda ısrar ederek, Kur'ân'ın bir mu'cize olduğunu tenkid ve ta'n etmişlerdir. Onlar "Kur'ân da, diğer kitaplar gibi bir kitaptır. Kitap ise, Tevrat, Zebur ve İncil hakkında da olduğu gibi, bir mu'cize olmaz..." diyorlar ve bu şüpheleri sebebiyle, bir mu'cize istiyorlardı. [132]
b) Onlar, denizi yarmak, dağı yükselterek onu bir gölgelik haline getirmek ve ölüleri diriltmek gibi, diğer peygamberlerin mu'cizelerine benzeyen ezici mu'cizeler talep ediyorlardı.
c) Onlar, inâd ederek ve bâtılda direterek, melekler indirmek, göğü parça parça indirmek ve kâfirlerden nakletmiş olduğu diğer talepler gibi daha fazla âyet ve mu'cizeler talep ediyorlardı.
d) Bundan murad, Allah Teâlâ'nın o bazı kâfirlerden nakletmiş olduğu, "Ey Allah, eğer bu, senin katından olan Hakkın ta kendisi ise, durma bizim üzerimize gökten taş yağdır, yahud acıklı bir azab getir!" (Eniai, 32) şeklindeki ifadedir. Bütün bu manalar, âyetin lafzının taşıyabileceği manalardır.
Sonra Cenâb-ı Hak, onların bu isteklerine, "De ki: "Şüphesiz Allah, âyet (mu'cize) indirmeye kadirdir" yani "Allah, onların istedikleri şeyi yaratmaya ve teklif ettikleri şeyi meydana getirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bilmezler diyerek cevap vermiştir. Alimler, bu tabirin tefsiri hakkında muhtelif görüşler beyan ederek, ihtilaf etmişlerdir.
1) Bundan murad şudur: Allah Teâlâ bir âyet ve kesin bir mu'cize olan Kur'ân'ı indirdiği zaman, bundan daha fazlasını istemek, işi yokuşa sürme ve bâtıl bir inatlaşma olmuş olur. Halbuki, yegane hüküm ve emir, yüce Allah'ındır. Bu sebeple, O eğer dilerse yapar, dilemezse yapmaz. Çünkü O'nun fail-i muhtar oluşu, ehl-i sünnetin görüşüne göre sırf meşîet-i ılâhiyyeye; Mutezilenin görüşüne göre de kulların maslahatına göredir. Her iki durumda da O'nun fail oluşu, insanların istek ve taleplerine göre tahakkuk etmez. Binaenaleyh, onların isteklerine dilerse cevap verir, dilemezse vermez.
2) Kesin mu'cizeler ve yeterli, apaçık deliller ortaya çıktığı zaman, kâfirlerin mazeret ve bahane kapısı kapanır... Binaenaleyh bundan sonra, eğer Allah Teâlâ onların bu tekliflerine icabet ederse, belki de onlar ikinci, üçüncü ve dördüncü., ilh. tekliflerde bulunacaklardı. Bu ise, delilin yerleşmemesine ve hüccetin tamamlanmamasına sebebiyet verir. Bu sebeple de, daha işin başında, bu kapıyı kapatmak ve daha önce geçmiş olan kesin mu'cize ve apaçık delille yetinmek gerekmiştir.
3) Cenâb-ı Allah, eğer onlara, istemiş oldukları zahir mu'cizeleri vermiş olsaydı; onlar da, bu mu'cizeler zuhur edince, iman etmemiş olsalardı, o zaman onlar kökten imha azabını hak etmiş olurlardı. Halbuki Allah'ın rahmeti, onları bu belâdan korumayı iktiza etmiştir; bu sebeple onlara kendisinden bir rahmet olmak üzere, her ne kadar onlar bu rahmetin keyfiyyetini anlamıyorlarsa da, onlara taleb ettikleri şeyi vermemiştir. İşte bu manadan dolayı Allah, "Fakat onların çoğu bilmezler..." buyurmuştur.
4) Yüce Allah onların, bu mu'cizeleri, bir fayda elde etmek istedikleri için değil, sırf inad ve taassuplarından dolayı, istediklerini biliyordu. Yine Allah, eğer onlara istediklerini vermiş olsaydı bile, onların yine de inanmayacaklarını biliyordu. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bunda bir fayda olmadığını bildiği için, onlara talep ettikleri şeyi vermedi. Şu halde "Fakat onların çoğu bitmezler" cümlesinden maksad şudur: "Bu topluluk, bu mu'cizeyi, inad ve taassupları sebebiyle istedikleri zaman, Allah'ın onların bu isteklerini yerine getirmeyeceğini bilmiyorlar... Eğer onlar bunu biliyor ve düşünüyor olsalardı, o mu'cizeleri ondan yararlanmak amacıyla isterlerdi; o zaman da Cenâb-ı Allah onlara, istedikleri buseyi verirdi..." Allah en iyi bilendir. [133]
"Yerde yürüyen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş hariç olmamak üzere, hepsi sizin gibi ümmetlerdir. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet ancak Rablertne toplanıp getirilirler.." (En’am, 38).
Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [134]
Âyetin daha önceki
kısımla münasebeti hakkında şunu deriz: Bu hususta iki izah şekli
bulunmaktadır:
1) Cenâb-ı Hak önceki âyette, eğer diğer mu'cizelerin indirilmesi onların yararına olsaydı, onları izhâr edeceğini,
anCflk. bu mu'cizeleri izhâr etmenin, o mükellefler için bir fayda itaöe rtmeyeceftrâ, işte bu sebeple de oman izhar etmediğini açıklamıştı. Bu cevap ancak, Allah Teâlâ'nın,
kulların faydalarını gözetip buna göre onlara lütufta bulunduğu sabit olduğu zaman tamamlanır... Bundan dolayı yüce Allah, 'Yende yürüyen hiçbir canlı ve İki kanadıyla uçan hiçbir kuş hariç olmamak üzere, hepsi de "Allah'ın fazl-ı kereminin, alâkasının, rahmetinin ve ihsanının kendilerine ulaşması hususunda, ' hepsi sizin gibi ümmetlerdir" diyerek, durumun böyle olduğunu açıklamış ve iyice anlatmıştır. Bu âdeta, müşahede olunan ve hissedilen bir şey gibidir. Allah'ın inayetinin eserleri bütün canlılara ulaştığına göre, eğer bu ezici mu'cizeleri izhâr etmek kulların yararına olsaydı, Allah onu yerine getirir, onları İzhar eder; Allahu Teâlâ'nın, faydaları ve maslahatları hususunda hiçbir canlıya cimri davranmadığı açıkça malum olduğu için, bu hususta da cimri davranması imkânsız olurdu. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu mu'cizeleri izhâr etmeyeceğine delâlet eder. Zira bu mu'cizeleri izhar etmek, kulların faydalarını haleldar eder. İşte, bu âyet ile Önceki âyet arasındaki ilgi ve münasebetin izahı budur. Allah en iyi bilendir.
2) Âyetin makabli ile münasebeti hakkında Kadî söyle demiştir: Allah Teâlâ kâfirleri daha önce zikredip, onların Allah'a döndürülüp haşrolunacaklarını beyan edince, onun peşinden onların haşrolu nacaklarını, 'Terde yürüyen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş hariç olmamak üzere, hepsi sizin gibi ümmetlerdir" sözüyle de beyân etmiştir. Ki bu âyetin maksadı, hasrolunma ve öldükten sonra dirilmenin insanlar hakkında söz konusu olduğu gibi, hayvanlar hakkında da söz konusu olduğunu beyan etmektir. [135]
Hayvanlar, ya yeryüzünde hareket ederler, ya da havada uçarlar. Binaenaleyh, Cenâb-t Hakk'ın, yaratmış olduğu
bütün canlılar, bu iki vasıftan hâlî değildirler. Yani onlar, ya yeryüzünde hareket ederler veya havada uçarlar. Âyet hakkında birkaç soru vardır: [136]
Birinci soru: Hayvanlar, meselâ denizdeki batıklar veya suda yüzüp orada yaşayan başka canlılar gibi, bu iki kısmın hükmüne dahil olmayanlar da vardır:
Cevap: Suda hareket etmeleri bakımından "dâbbe" (kımıldayan, debelenen); suda yüzmeleri bakımından da "uçan..." diye tavsif edilmeleri uzak bir ihtimal değildir. Çünkü, kuşun havada yüzmesi gibi, o da suda yüzer. Ancak ne var ki, bu hayvanları "kımıldama, debelenme..." ile tavsif etmek, dile, onları uçmakla tavsif etmekten daha yakındır... [137]
İkinci soru: "Kımıldanan, debelenen" («tf-u'l) kelimesini, yeryüzünde olmakla kayıtlamanın anlamı nedir?
Buna şu iki yönden cevap verilebilir:
a) Daha açık ve net olanla istidlalde bulunmak için, Cenâb-t Hak gökte olanı değil de, özellikle yerde olanı zikretmiştir. Çünkü, gökte olan da, her ne kadar bizim gibi mahlûk, yaratık olsalar da bu açık değildir.
b) Bu sözü zikretmekten maksat şudur: Allah'ın inayeti, bu canlılar hakkında da söz konusu olunca, bu kesin ve kahir mu'cizeleri izhâr etmek bir fayda temin etseydi, O bunları izhâr etmekten geri durmazdı. Bu maksat ise ancak, derece bakımından insandan daha yüce olanı zikretmekle değil, ondan daha aşağıda olanı zikretmekle tamamlanır... İşte bu anlamdan dolayı, Cenâb-ı Hak, "ed-dâbbe" (kımıldayan, debelenen) kelimesini, yeryüzünde olmakla kayıtlamıştır.
Üçüncü soru: Her uçan iki kanadıyla uçtuğu halde, Cenâb-ı Hakk'ın *^-t^v J& "İki kanadıyla uçan" demesindeki hikmet ve fayda nedir?
Cevap: Buna birkaç yönden cevap veririz:
a) Bu nitelik, Arapların tıpkı "dişi koyun"; "Onunla, ağzımla onuştum" ve "Ona, iki ayağımla gittim..." tabirlerinde olduğu gibi, te'kîd için getirilmiştir.
b) Bu, bir kimsenin kölesine, çok hızlı biçimde yapmasını murad ederek, "haydi uç, göreyim seni!" demesi gibidir. Bu takdire göre uçmak, kanatsız olabilir. Nitekim şair el-Hamâsî "Topluluklar halinde ve tek tek olarak ona (doğru adeta) uçtular" demiştir.
Böylece, Cenâb-ı Hak, "kanat" kelimesini, söz sırf uçmayla ilgili olsun diye zikretmiştir.
c) Allah melekleri vasfederken, '...melekleri İkişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan..." (Fâtır. d buyurmuştur. Böylece burada da, melekler dışta kalsınlar diye, "...iki kanadıyla uçan hiçbir kuş olmamak üzere..." buyurulmuştur. Binaenaleyh biz, bu sözün maksadının, derece bakımından insandan daha yüce olanının zikredilmesiyle değil, daha düşük olanının zikredilmesiyle tamamlanacağını beyan ettik.
Dördüncü soru: ve kelimeleri tekil olduğu halde, Cenâb-ı Hak için (ümmetler) kelimesini çoğul getirmiştir.
Cevap: Hak Teâlâ'nın, "Yerde yürüyen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş hariç olmamak üzere..." tabirleri "istiğrak" (kapsamlılık) manasına delâlet edip. "Yerde yürüyen canlılar ve kuşlar hariç olmamak üzere.." demeye de gerek kalmayınca, hiç şüphesiz (kelimesi manaya hamledilmiş olur. [138]
Beşinci soru: "hepsi sizin gibi ümmetlerdir" buyruğu hakkında Ferrâ şöyle demiştir: "Her çeşit canlı, başlı başına bir ümmettir. Nitekim Hz. Peygamber bir hadisinde, "Şayet köpekler ümmetlerden bir ümmet olmasaydı, onların Öldürülmelerini emrederdim"[139] uyurmuş, böylece de köpeklerin bir ümmet olduğunu beyan etmiştir.
Bu sabit olunca biz deriz ki: Bu âyet-i kerime, yerde yürüyen canlılar ile kuşların da bizler gibi olduğuna delâlet etmektedir. Âyet-i kerimede, bu benzerliğin hangi manalarda olduğu hususuna delâlet eden bir açıklama yoktur. Bundan muradın, benzerliğin bütün yönlerden olduğunun söylenmesi de mümkün değildir. Aksi halde o hayvanların, biçim, sıfat ve yaratılış bakımından bizim gibi olmaları gerekirdi ki. u bâtıldır. Böylece, âyet-i kerimede, bu benzerliğin hangi konular ve durumlar hakkında olduğu hususunda bir delâletin bulunmadığı ortaya çıkmış olur. Bunu açıklar mısınız?
Cevap: Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın bu âyette insan ile "dâbbe" (kımıldayan, debelenen canlılar) ve kuşlar arasında bir benzerlik bulunduğuna dair vermiş olduğu hükmü tayin etme hususunda ihtilâf etmişler ve şu görüşleri ileri sürmüşlerdir:
Birinci görüş: Vahidî, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Cenâb-ı Hak, bu âyetle, "Onlar beni tanıyor, beni birliyor (tevhîd), beni teşbih ediyor ve bana hamdediyorlar..." manasını kastetmiştir. Müfessirlerden büyük bir grup bu görüşü benimseyerek, "Bu canlılar Allah'ı tanıyor, O'na hamdediyor, O'nu birliyor ve O'nu teşbih ediyorlar..." demişler ve bu görüşlerine "Hiçbir şey hariç olmamak üzere, hepsi O'na hamd ile teşbih eder..." {isra. 44) âyetiyle; yine hayvanların vasıfları hakkındaki, "Her biri duasını da, teşbihini de muhakkak bilmiştir" (Nur, 4i) etini; ve keza Cenâb-ı Hakk'ın, karıncaya ve hüdhüd'e hitap etmesini delil getirmişlerdir ki, biz bu meselenin tahkikini, bu âyetleri tefsir ederken daha geniş olarak ele alıp inceledik...
Ebu'd-Derdâ'nın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hayvanların akılları, şu dört şey müstesna, her şeyden uzaktır, anlayamaz: Marifetullah, (Allah'ı tanımak), rızık peşinde koşmak, erkek ve dişinin birbirini tanıması ve onlardan her birinin diğeri için hazırlanması..."
Yine, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim bir serçeyi boş yere öldürürse, o serçe Kıyamet gününde, seslenerek Allah a gelir de şöyle der: ''Ya Rabbi, bu beni boş yere öldürdü. Benden istifade etmediği gibi, yeryüzünün otlarından yememe de müsaade etmedi'[140]
İkinci görüş: 8u âyetten "Onlar, tıpkı insanlar gibi, birbirlerine benzemeleri, birbirleriyle ünsiyet edip birbirlerini sevmeleri ve birbirlerinden doğmaları bakımından birer ümmet, birer cemaat ve mahluk olmaları hususunda sizin gibi ümmetlerdir" manası murad edilmiştir.
Ancak ne var ki, bu görüş itibariyle bir kimse şöyle sorabilir: "Âyeti bu manaya hamletmek, nazar-ı dikkate alınacak bir fayda temin etmez. Çünkü bütün canlıların bu nitelikleri taşıdığı, herkes için malum olan bir husustur. Binaenaleyh, bunların böyle olduğunu bildirmede herhangi bir fayda yoktur.
Üçüncü görüş: Bu ifadeden, "Onlar, Allah'ın onların işlerini tedbir edip, onları yaratması ve rıztklarını tekeffül etmesi hususunda bizim gibidirler.." manası murad edilmiştir. Bu görüş, varlığı zarurî olarak bilinen şeyleri haber verme hususunda, ikinci görüşe daha yakındır.
Dördüncü görüş: Bundan murad şudur: Allahu Tealâ insanların halleriyle alakalı olarak ömürleri, rızıkları, ecelleri, mutlu (saîd) veya şakî (bedbaht) mi olacakları gibi hususları Kur'ân-ı Kerim'de iyice anlattığı gibi, aynı şekilde bütün canlılar hakkında da, bütün bu hususları, yine Kur'ân-ı Kerim'de anlatmıştır. Bunun delili ise O'nun, "biz o kitapta hiçbir şeyi eksfk bırakmadık..." buyurmuş olmasıdır. Halbuki, bu cümlenin "hepsi sizin gibi ümmetlerdir" sözünün peşinden getirilmesinin faydası ancak bizim söylediğimiz husustur.
Beşinci görüş: Cenâb-ı Hak, bu ifadesiyle, onların Kıyamet gününde hasrolunmaları ve haklarının kendilerine verilmeleri hususunda, bizim gibi olduklarını kastetmiştir. Nitekim. Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Kısas yapılarak boynuzludan boynuzsuzların hakkı alınır"[141] dediği rivayet edilmiştir.
Altıncı görüş: Âyetin, daha önceki kısımla münasebeti hususunda bizim tercih ettiğimiz görüştür ki, o da şudur: Kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.s)'den kesin, açık ve net bir mu'cize getirmesini talep etmişlerdi. Böylece Cenâb-ı Hak da, yardımının insanlara ulaşması gibi, bütün canlılara da ulaşıp yetiştiğini beyan buyurmuştur. Rahmeti ve lütf-u keremi, hayvanlara dahi cimrilik yapmayacak bir dereceye ulaşrmş olan bir zat, bu rahmeti ve fazl-u keremi hususunda, insanlara haydi haydi cimri davranmaz.. Böylece, Allah'ın kesin mu'cizeleri izhâr etmekten geri durması, bu mu'cizelerin izhâr edilmesinin, o soranlar için bir fayda temin etmediğine ve o mu'cizelerin, onların taleplerine uygun bir biçimde izhar edilmesinin, onlara çok büyük bir zarar isabet etmesine yol açacağına delâlet etmiştir.
Yedinci görüş: Ebu Selmân el-Hattabî'nın, Süfyan İbn Uyeyne'den rivayet etmiş olduğu şu husustur: Bu âyeti okuyunca Süfyan İbn Uyeyne şöyle demiştir: "Yeryüzünde bulunan her insanda, hayvanlardan bir kısmına benzeyen bir yön vardır. Meselâ insanlardan kimisi, arslanın saldırması gibi saldırır; bir kısmı kurdun koşması gibi koşar; bir kısmı, köpek gibi havlar; bir kısmı, tavus kuşu gibi bezenir süslenir; bir kısmı da domuza benzer.. Çünkü bakıcısı domuza güzel bir yiyecek getirdiğinde o onu yemez; adam onun çöplüğünden ayrılır ayrılmaz, domuz kendi çöplüğünü ve pisliğini yemeye başlar.. İşte bunun gibi öyle insanlar vardır ki, elli tane hikmetli söz duyar da, onlardan bir tanesini bile bellemez, ama sen bir defa hata etsen, onu hemen kafasına kor, her mecliste onu anlatır..." Daha sonra Süfyan, sözüne devamla şöyle demiştir: "Kardeşim, bil ki sen, ancak yırtıcı canlılar ve hayvanlarla haşir neşir olmaktasın.. Binaenaleyh, onlardan iyice sakın ve kendini koru..." İşte bu konuda söylenenlerin tamamı bundan ibarettir. [142]
"Tenasüh" (ruhların, öldükten sonra başka bir bedene geçmesi) inancını benimseyenler, İnsan ruhunun, eğer o
saîd (mutlu), Allah'a itaatkâr ve gerçek bilgiler ve temiz huylarla muttasıf ise, insanın ölümünden sonra hükümdarların bedenlerine geçtiğini söylemektedirler. "Hatta bu durumdaki ruhlar, melekler âlemine karışır...Ama ruhlar bedbaht (kötü), câhil ve asî isefer,. o zaman da hayvanların bedenlerine geçerler... Bu ruhlar ne zaman daha şakî olup, azabı hakederîerse, daha âdi, daha şakî ve daha çok zahmet çeken canlılara geçerler.. "Tenasüh" görüşünde olanlar, görüşlerine bu âyeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Bu âyet açıkça her canlının ve kuşun, bizim gibi olduğunu göstermektedir. Halbuki mümâselet (benzerlik) lafzı, bütün zatî sıfatlar bakımından bir eşitliğin bulunmasını gerektirir. Ama ârizî (sonradan olma) sıfatlara gelince, bu husustaki eşitlik, benzerlikte nazar-ı itibara alınmaz."
Sonra bu görüşte olanlar, buna ilaveten şöyle demişlerdir: "İşte bununla, bütün hayvanların ruhlarının Rablerini. kendileri için gerçekleşen saadet ile şekâveti ve Allah Teâlâ'nın o canlılardan her cinse kendi cinslerinden bir peygamber gönderdiği sabit olmuştur." Bunlar görüşlerine şöyle delil getirmişlerdir: "Bu âyet ile, canlıların ve kuşların birer ümmet oldukları sabit olmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, "hiçbir ümmet müstesna olmamak üzere, mutlaka içinde bir korkutucu (peygamber gelip) geçmiştir" (Fâtır. 24) buyurmuştur. Bu âyet açıkça, bu canlılardan herbir taife (cins) için, Allah'ın kendilerine gönderdiği bir peygamber olduğunu göstermektedir." Sonra onlar bu görüşlerini, Hüdhüd, Karınca kıssaları [Süleyman (a.s)'ın kıssaları] ve diğer Kur'ân kıssaları ile te'kid etmişlerdir.
Bil ki "tenasüh" görüşünü biz, usul ilminde (Akaid'de) yer alan güzel delillerle çürüttük. Bu âyete gelince, bahsedilen bazı hususlarda insanlar ile diğer canlılar arasında benzerliğin bulunuşunun doğruluğuna dair yeterli şeyler söyledik. Binaenaleyh tenâsühcülerin ileri sürdükleri şeyleri isbat etmeye ihtiyacımız yoktur. Allah en iyi bilendir. [143]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Biz o kitapta, hiçbir şeyi eksik bırakmadık" buyurmuştur. Bu ifadedeki "Kitap" ile ne kastedildiği hususunda iki görüş vardır:
1) Bundan murad, Arş'da ve mahlûkatın bütün hallerini tam ve tafsilatlı olarak kapsayan, semâda ve Arş'da bulunan Levh-I Mahfûz'dur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) "Kalem, Klarnete kadar olacak herşeyi yazdı ve böy/ece kurudu"[144] buyurmuştur.
2) Bundan murad, Kur'ân'dır. Bu görüş daha açıktır. Çünkü elif-lâm müfred ismin başına geldiğinde, daha Önce geçen ve bilinen bir varlığı gösterir. Müslümanlarca, bilinen ve daha önce zikredilmiş olan kitap ise, Kur'ân-ı Kerim'dir. Binaenaleyh bu "kitap" ile, Kur'ân'ın murad edilmiş olması gerekir. [145]
Bunun böyîe olduğu sabit olunca, birisi Şöyte^iyebilir: "Kur'ân'da, tıp ve cebir ilimleri ile, diğer birçok konuların ve ilimlerin detaylı bilgileri bulunmadığı halde ve yine âlimlerin usûl ve fürû ilmine dair mezhebteri ile delillerinin tafsilatı bulunmadığı halde, Cenab-ı Hak niçin "Biz o kitapta, hiçbir şeyi eksik bırakmadık" buyurmuştur?"
Buna şu şekilde cevap verilir: Hak Teâlâ'nın bu buyruğu "bilinmesi gereken şeylerin beyân edilmiş olması" manasına has olmalıdır. Bunu şu iki şekilde izah ederiz:
a) "Tefrit" (eksik bırakma) kelimesi, olumlu veya olumsuz yönden, ancak beyân edilmesi gereken şey hususunda kullanılır. Çünkü hiç kimsenin, yapmaya ihtiyaç duymadığı şeyleri yapmamada, tefrit yaptığı veya kusurlu davrandığı söylenemez. Bu kelime ancak, kişinin yapmaya ihtiyaç duyduğu şeylerde kusurlu davrandığında kullanılır.
b) Kur'ân'ın bütün veyahut ekseri âyetleri, bu kitabın indirilişinden maksadın, dini açıklamak, Allah ile O'nun hükümlerini tanıtmak olduğuna, mutabakat, "tazammun" veyahut da "iltizam" olarak delâlet etmektedir. Bu kayıt, Kur'ân'tn tamamından anlaşıldığına göre, bu âyetteki mutlak ifade, bu mukayyed manaya hamledilir.
Kur'ân'ın bütün ilimlerin usûl ve fürûunu (prensiplerini ve tafsilatını) kapsamamasına gelince biz şöyle deriz: "Bütün usûl ilmi Kur'ân'da mevcuttur. Çünkü aslî deliller Kur'ân'da en beliğ bir şekilde zikredilmiştir. Fakat mezheblerin rivayetine ve görüşlerin tafsilatına gelince, bunların Kur'ân'da bulunmasına ihtiyaç yoktur."
Fürû ilminin detayları için de söyle deriz: "Alimlerin bu hususta iki görüşü vardır: Birinci görüş: Onlar söyle derler: "Kur'ân, icmâın, haber-i vahid'in ve kıyasın şeriatta bir delil olduğuna delâlet etmektedir. Binaenaleyh bu üç asıldan birinin delâlet edip ortaya koyduğu her şey (her hüküm), aslında Kur'ân'da mevcut demektir."
Vahidî (r.h), bunun böyle olduğuna şu üç misali göstermiştir:
Birinci misal: Rivayet olunduğuna göre, İbn Mes'ud (r.a), "Dövme yapan ile yaptıranı ve peruk yapan ile takanı kastederek, "Allah'ın kitabında lanet ettiği kimseye, ben niye lanet etmiyeyim ki..." demiştir.
Yine rivayet edildiğine göre bir kadın bütün Kur'ân'ı okumuş, sonra Abdullah İbn Mes'ûd (r.a)'a gelerek "Ey İbn Ümml Abd, dün gece Kur'ân'ın iki kapağı arasındaki herşeyi okudum ama onda dövme yapan ile yaptırana lanet edildiğine rastlamadım" dedi. İbn Mes'ûd (r.a) dedi ki: "Eğer gerçekten okumuş olsaydın, onu bulurdun. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Peygamber size ne verdiyse onu alın" (Haşr, 7) buyurmuştur. Resûlullah'ın, bize verdiği şeylerden birisi de, "Allah, dövme yapan ve yaptırana lanet etti" [146] buyurmuş olmasıdır."
Ben derim ki: "Bu manayı, Kur'ân'da, bundan daha açık bir şekilde bulmak mümkündür. Çünkü Cenâb-ı Hak Nisa sûresinde, "(onlar) o çok İnada bir şeytandan başkasına tapmış olmazlar. Allah ona lanet etti" (En'âm, 117-118) buyurmuş ve şeytana lanet ettiğini bildirmiştir. Daha sonra da, şeytanın kötü fiillerini saymış ve o fiillerden biri olarak, "Onlara muhakkak emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler" (Nisa, 119) sözünü zikretmiştir. Bu âyetin zahiri, Allah'ın yarattığını değiştirmenin, laneti gerektirdiğini gösterir. [147]
İkinci misal: Bildirildiğine göre Şafiî (r.h), Mescid-i Haram'da oturup: "Bana ne sorarsanız sorun, mutlaka ona Allah'ın kitabı ile cevap veririm" demiş. Bunun üzerine bir kimse, "ihramlı birisi bir eşek arısı öldürürse, bunun hükmü nedir?" deyince, Şafiî (r.h), "Bu kimseye bir şey gerekmez" dedi. Adam da, "Bu, Allah'ın kitabının neresinde?" diye sordu. O, "Allah, "Peygamber size ne verdiyse onu alın" r. 7) buyurmuştur" der. Sonra Hz. Peygamber (s.a.s)'e isnâd ederek O'nun, , "Benim ve benden sonraki Hülefâ-i Raşidin'in sünnetine yapışın"[148] dediğini; daha sonra Hz. Ömer (r.a)'e isnad ederek, Hz. Ömer'in, ihramlı kimse eşek arısını öldürebilir" dediğini söylemiştir.
Vahidî: "Şafii bu kimseye, Kur'ân'dan, üç merhalede istinbatta bulunarak, cevap vermiştir" der. Ben derim kt: "Burada, bundan daha kısa şöyle bir başka yol daha vardır: Müslümanların mallan aslında ma'sum (mukaddes, korunmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "(Herkesin) kazandığı (hayır) kendi faidesine, yaptığı (şer) kendi zarannadır" (B«k»r&. 266); "O, sizden mallarınızı da istemez'' (Muhammed, 36) ve ' 'Birbirinizin mallarını, haram yollarla yemeyin. Ancak onun, karşılıklı rıza İle olan bir ticaret olması müstesna..." (Nisa, 29) buyurmuş ve böylece ticaret yolu dışında bir yolla insanların matlarını alıp yemeyi yasaklamıştır. Binaenaleyh ticaret söz konusu olmadığı zaman, bu malların (başkasına) haram oluş aslı üzere kalması gerekir. İşte bu umumî prensipler, eşek arısını öldüren ihramlıya, herhangi bir cezanın gerekmeyeceğini gösterir. Çünkü bu umûmî prensiplere tutunmak, bunun hükmünün de aynı durumda olmasını gerektirir.
Şafiî'nin takib ettiği yol, şu dört derecede, umûmî ifadelere sarılmadır:
a) Hak Teâlâ'nın, "Peygamber size ne verdiyse onu alın" (Ha$r, 7)âyetinin umûmî manasına tutunmaktır. Peygamber (s.a.s)'in emirlerinin içine giren şeylerden birisi de, Hulefâ-i Râşidin'e uymaktır.
b) Hz. Peygamber (s.a.s)'in, 'Benim ve benden sonraki Hulefâ-i Raşldîn'ln sünnetine yapışın"[149] hadisinin umûmî manasına tutunmaktır.
c) Hz. Ömer (r.a)'in Hulefâ-i Raşidîn'den oluşunu beyân etmeye tutunmadır.
d) Hz. Ömer'in bu meselede herhangi bir ceza gerekmediğini rivayet etmeye tutunmadır. Böylece, bizim söylediğimiz yolun daha kısa olduğu sabit olur.
Üçüncü misal: Vahidî şöyle demiştir: "Zinakâr Useyf hadisinde rivayet edildiğine göre, Useyf'in babası Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Aramızda Allah'ın kitabı ile hükmet" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), *İİl "Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, aranızda Allah'ın kitabı ile hükmedeceğim"[150] buyurmuş ve sonra, Useyf'e celde (sopa) vurulup, sürgüne gönderilmesine; zina yaptığı kadının ise, eğer itiraf ederse, recmedilmesine hükmetmiştir. Halbuki Kur'ân'da açık olarak, sopa ile birlikte sürgün cezası geçmemektedir. İşte bu da gösteriyor ki, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hükmettiği herşey Allah'ın kitabının aynısı olur."
Ben derim ki: "Bu misal doğru ve gerçektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "İnsanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatsın diye sana (kitabı İndirdik)" (Naw, 44) buyurmuştur. Hz. Peygmaber'in beyan ettiği herşey, bu âyetin hükmüne dahildir. Böylece bu misallerle, Kur'ân-ı Kerim, icmâ'nın, haber-i vahidin ve kıyasın bir delil olduğuna delalet edince; yine, bu üç yoldan birisiyle sabit olan her hüküm de gerçekte Kur'ân ile sabit olmuş gibi olunca, işte o zaman Cen&b-ı Hakk'ın: "Biz o kitapta, hiçbir şeyi eksik bırakmadık" beyanının doğru olduğu sübut bulmuş olur. İşte bu görüşün İzahı budur ve bu görüş, cumhur-u fukahanın ekserisinin desteklediği görüştür.
Bir kimse şöyle diyebilir: Bu izahın neticesi şudur: Kur'ân-ı Kerim, haber-i vahid ve kıyasın bir delil olduğuna ve bu iki temel asılla sabit olan her hükmün de, gerçekte Kur'ân-ı Kerim ile sabit olmuş gibi olduğuna delâlet etmiş olsa bile biz şöyle diyoruz: "Biz o kitabta, hiç bir şeyi eksik bırakmadık" âyetini bu manaya hamletmek caiz değildir. Zira, "Biz o kitabta, hiç bir şeyi eksik bırakmadık" buyruğunun gayesi, bu kitabı ululamak, yüceltmek ve onu iyice medh-ü sena etmektir. Binaenaleyh, bu âyeti bu manaya hamledersek, bundan, onu tazimi ifade eden bir şey elde edilmez. Bu böyledir, zira biz farzedelim ki Allah Teâlâ, "icmâ, haber-i vahid ve kıyas ile amel ediniz" buyurmuş olsun; bu durumda âlimlerin ileri sürmüş oldukları bu mana, bu lafızdan da elde edilir. Bu az kelime ile anlatılabilecek olan bir manayı, kendisini İhtiva ettiği için, Kur'ân'tn övülmesine bir sebep kılmak mümkün değildir. Çünkü bu, daha kısa bir yoldan elde edilmesi mümkün olmadığı zaman, büyük bir medh-ü senayı gerektirir. Ama biz, kastedilen bu mananın, söylediğimiz kısa ifade ile anlatılabileceğini açıklayınca, onun Kur'ân'ın ta'zimi için zikredilmesinin mümkün olmadığını anlamış oluruz. Böylece bu âyet-i kerimenin, Kur'ân't yüceltmek maksadıyla zikredildiği, onların söylediği mananın ise, Kur'ân'm yüceltilmesini ifade etmediği sabit olmuş olur. Böylece de, "bu âyeti, bu manaya hamletmek caiz değildir" demek gerekmiştir. İşte bu görüşün anlatılması hususunda söylenebilecek şeylerin tamamı bunlardan ibarettir.
İkinci görüş: Bu âyetin tefsiri hususunda bir diğer görüş de şöyle diyenlerin görüşüdür: "Kur'ân bütün hükümlerin açıklamasını ihtiva etmektedir. Bunu şöyle izah ederiz: "Berâet-i zimmet", bütün mükellefler için asıldır. Mükellefin zimmetinin meşgul (başkalarına karşı sorumlu) olması ise, ayrı bir delilden dolayıdır. Hakkında mükellefiyet bulunmayan herşeye delil getirmek imkânsızdır. Çünkü hakkında mükellefiyet bulunmayan şeyler sınırsızdır. Sınırsız ve sonsuz olan şeyleri delillendirmek ise imkânsızdır. Demlendirmek, sınırlı-sayılı şeyler hakkında mümkündür. Mesela Allah'ın kulları üzerinde bin mükellefiyeti vardır ve bunları O, Kur'ân'da zikretmiş, Hz. Muhammed (s.a.s)'e de bu bin teklifi insanlara ulaştırmasını emretmiş ve! bundan sonra da, "Biz o kitabta hiçbtrşeyi eksik bırakmadık" buyurmuştur. Binaenaleyh bu ifade, "Allah'ın insanlar üzerinde bu bin mükellefiyetten başka bir mükellefiyeti yoktur" manasındadır. Oaha sonra Cenâb-ı Hak bu âyeti, "bugün sizin dininizi kemâle erdlrdim" (Ma.de. 3) âyeti ve "yaş ve kuru her şey istisnasız hepsi apaçık bir kltabtadır" (EnAm, 59) âyeti ile te'kid etmiştir." İşte bu görüşteki terin izahları bundan ibarettir. Bu konuda meseleyi detaylı olarak ele almak ancak usûl-ü fıkha uygun düşer. Allah en iyi bitendir.
Biz yine tefsire dönelim. Diyoruz ki: "Vahidi, "âyetteki edatının zâid olduğunu" söylemiştir. Bu Arapların "Bana hiç kimse gelmedi" sözündeki gibidir. Buna göre bu âyet, "Biz, Kur'ân'da açıklamadık hiçbirşey bırakma-madık" manasında olur."
Ben derim ki:
"Buradaki edatı teb'îz (kısmilik)
manasınadır. Buna göre âyetin manası: "Biz, Kur'ân'da, mükellefin muhtaç
olduğu şeylerden bazısını eksik bırakmadık" şeklinde olur ki, bu
"mükellefin bilmeye muhtaç olduğu hiç bir şeyi Allah bu kitabta eksik
bırakmadı" manasında mübalağa ifade eder."
[151]
"Nihayet ancak Rablerine toplanıp getirilirler" buyruğu: "Allah, Kıyamet günü bütün canlıları ve kuşları biraraya toplar" demektir. Bu husus, "Vahşi hayvanlar biraraya^ toplandığı zaman..." (Tekvir, 5) âyeti ile, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, "Boynuzludan boynuzsuzun hakkı alınır"[152] hadisi ile kuvvet bulur. Alimlerin bu hususta iki görüşü vardır:
Birinci görüş: Allah Teâlâ, bu canlıları ve kuşları, kendilerine haklarını vermek için biraraya toplar. Bu, Mu'tezile'nin görüşüdür. Çünkü hayvanlara, suçları olmadığı halde eziyet etmek ve elem vermek, ancak karşılığında birşey elde etmeleri durumunda güzel ve yerinde olur. Hayvanlara haklarını vermek vacib olunca, Hak Teâlâ onları, bu bedelleri (hakları) vermek için hasreder (biraraya toplar).
İkinci görüş: Bizim alimlerimizin görüşüdür. Bu görüşe göre, "Allah için bir şeyin vacib olduğunu söylemek imkansızdır. Aksine Allah Teâlâ, o hayvanları, sırf iradesi ve meşieti ile ve uluhiyyetinin gereği olarak hasreder." Bu görüşte olanlar, Allah'ın karşılık vermesinin vacib olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin yanlış ve imkânsız olduğu hususunda şu delilleri getirmişlerdir:
1) Vacib, yapılmadığı zaman zemmi gerektiren şeydir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın zemmedilmeyi haketmesi imkânsızdır. Çünkü o zatı gereği kâmildir. Zatı gereği kâmil olanın, haricî bir işten dolayı zemmi haketmesi düşünülemez. Çünkü zatındaki (kemal), harici bir işin peydan olmasıyla geçersiz olmaz.
2) Allah Teâlâ, bütün sonradan olma varlıkların (mahlukatın) sahibidir. Sahib ve malik olanın, herhangi bir karşılık vermeksizin, sahib olduğu mülk üzerinde tasarrufta bulunması güzel ve yerinde olur.
3) Eğer bir bedel karşılığında başkasına zarar vermek güzel olsaydı; rızası olmadan bir bedeli gerektirdiği için, bizim başka birine zarar vermemiz de güzel olmalıydı. Halbuki bu yanlıştır. Binaenaleyh Allah için bedel vermesinin vacib olduğunu söylemenin yanlış olduğu sabit olur. Allah en iyi bilendir.[153]
Bunu iyice anlayınca, Kâdî'nin bu konuda söz konusu ettiği, bazı detayları zikredelim:
1) Kadî şöyle demiştir: Her canlının, kendisine isabet eden elem ve acıdan ötürü, Allah'dan bir karşılık almaya hakkı vardır. Bu karşılık ona dünyada verilmemiştir. Binaenaleyh Allah'ın, bu canlıları, kendilerine o karşılıkları tastamam ödemek için âhirette hasretmesi aklen vaciptir. Bir alacağı bulunmayan hayvanın hasredilmesi ise aklen gerekmez. Ne var ki Allah, âyette hepsini hasredeceğini haber vermiştir. Bu haşr, naklî deliller bakımından kesindir. Biz, hayvanlar içerisinde, herhangi bir karşılığı haketmemiş olanların da mutlaka bulunacağını söyledik. Zira bu hayvanlar, çoğu kez her türlü elem ve acıdan korunmuş olarak kalırlar. Sonra da Hak Teâlâ onların acı vermeksizin canını alır. Zira ölürken, bir acının mutlaka mevcut olduğu bir delil ile sabit değildir. Bu durumda o hayvan, herhangi bir bedel haketmiş olmaz.
2) Allah Teâlâ'nın kesilmesine müsaade ettiği her hayvanın, buna mukabil hakettiği bedel, Allah tarafından verilecektir. Bu hayvanlar birkaç kısımdır:
a) Allah'ın, yenilsin diye kesilmesine müsaade ettiği hayvanlar...
b)Meselâ saldırgan yırtıcılar ve eziyet veren haşereler gibi, insanlara zarar verdiklerinden dolayı, öldürülmelerine müsaade edilen hayvanlar...
c) Hastalıklar yüzünden elem duyan hayvanlar...
d) Ağır şeyleri taşımaları ve zor işlerde çalışmaları için, Allah'ın izin verdiği hayvanlar... Fakat o hayvanlara insanlar zulmederlerse, bunun karşılığı (cezası) o zalim insana aittir.
Yine hayvanlar birbirlerine zulmettiklerinde, bu zulmün cezası, zalim olan hayvana aittir.
Buna göre şayet, "Besmele çekilerek eti yenilmeyen bir hayvan kesildiğinde, bunun bedeli (cezası) kime aittir?" denilir ise, şöyle cevap verilir: "Bu bir zulümdür, binaenaleyh bunun cezası onu kesen insana aittir. İşte bundan ötürü, Hz. Peygamber (s.a.s), insanları, yeme maksadı olmaksızın hayvan kesmekten nehyetmiştir.
3) Bu bedelden maksad, o hayvanların akıllı olmaları ve o menfaati etde etmenin yolunun ancak bu kesilmeyi kabul etmeleri olduğunu bilmeleri halinde, kesilmeyi kabul etmelerinden ötürü kendilerine verilecek olan büyük menfaati ardır, İşte bu, karşılığında elem ve zarar verme güzel olan bir bedeldir.
4) Kadî ve ekseri Basra Mu'tezilîlerinin görüşüne göre, bu karşılık sonludur. Bunu Kadî söylemiştir. Bu, aynı zamanda müfessirlerin çoğunun görüşüdür. Çünkü onlar şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, bu karşılıkları o hayvanlara tastamam verdikten sonra, onları toprak kılar. İşte o esnada kâfir, "Keşke ben de toprak olaydım" der.
Ebu'l Kasım el-Belhî, bu karşılığın ebedî olacağını söylemiştir.
Kadî, görüşüne şöyle istidlal etmiştir: "İçimizden birisinin çok ağır bir işi üstlendiği halde, karşılığında devamlı olmayan bir ücret alması normaldir. Binaenaleyh başkasına elem vermenin, ücretinin devamlı olması şartına bağlı olmadığını anlıyoruz."
el-Belhî de, kendi görüşüne şu şekilde delil getirmiştir: "Bu bedelin sona erdirilmesi, ancak o hayvanın canını almak ile mümkündür. Onu öldürmek ise, bir elem verme ile olur. Bu elem de, başka bir bedeli gerektirir ve bu sonsuza kadar sürer."
Buna şöyle cevap verilir: "Öldürmenin ancak bir elem verme ile olabileceği hususu delil ile sabit değildir." Allah en iyi bilendir.
5) Hayvanın, başka hayvanda alacağı bir karşılık olduğunda, sen bak. Eğer o zalim hayvanın, AHah'dan alacağı bir karşılık (hak) var ise, bu hakkı, zulmettiği hayvana verilir. Eğer durum böyle değil ise, bu bedelin noksan kısmını Allah tamamlar. İşte Mu tezlle'nın görüşüne göre, bedeller (karşılıklar, haklar, cezalar) hususundaki hükümler kısaca bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir. [154]
"Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklarda (kalmış) sağırlar ve dilsizlerdir. Allah kimi delerse, onu saptırır; kimi de dilerse, onu doğru yol üstünde tutar" (Enam, 39).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [155]
Bu âyetin, önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu iki izah yapılmıştır:
a) Allah Teâlâ, "Ancak seni (can kulağı) ile dinleyenler, (senin davetine) icabet ederler. Ölülere (gelince), Allah onlan diriltir" (Enpam. ae» âyeti ile, kâfirlerin inkârda kalblerinin imanı kabul etmeyecek derecede Ölü bir noktaya vardığını beyan edince, işte bu manayı iyice ortaya koymak için, bu âyeti zikretmiştir.
b) Hak Teâlâ, diğer canlıların da kadîm olan müdebbirin idaresi ve hakîm bir mukaddirin takdiri altında olduklarına, Allah'ın inayetinin onları da çepeçevre kuşatıp, rahmet-i ilahinin onlara da ulaştığı hususunda, "Yerde yürüyen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş hariç olmamak üzerer hepsi sizin gibi ümmetlerdir.." {En-âm. 38) âyetini getirince, bunun peşine de, "bu delilleri yalanlayan ve bu harikulade şeyleri inkâr edenler, aslında hiçbir sözü duymayan sağırlar, hakkı söylemeyen dilsizler, küfür karanlıklarına dalanlar ve bu delilleri düşünmekten uzak olanlardır" demek istemiştir. [156]
Alimlerimiz bu âyete dayanarak, hidayet ve dalaletin ancak Aflah'dan olduğunu söylemişlerdir ki bu şu şekilde izah edilir: Allah Teâlâ onları sağırlar, dilsizler ve karanlıklar içinde olanlar diye tavsif etmiştir. Bu, onların kör olduklarına işarettir. İşte bu, aynen Bakara süresindeki "Onlar) sağırlar, dilsizler, körlerdir" (Banara, ıs) âyeti gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah kimi dilerse onu saptırır; kimi de dilerse, onu doğru yol üstünde tutar" buyurmuştur ki bu, hidayet ve dalâletin ancak Allah Teâlâ'dan olduğunu açıkça ifade etmektedir.
Mutezile buna karşı şu bakımlardan cevap vermiştir:
1) Cübbâî bu âyetin, "Allah Teâlâ o kâfirleri Kıyamet günü hasrederken, sağır ve dilsiz kılar. Onlar da Allah Teâlâ'nın, âhirette kendilerini sağır, dilsiz kılması, zulmetler içinde bırakması ve böylece cennet yolundan saptırıp, cehennemlik etmesi sebebi ile, gerçekte de böyle olurlar" manasında olduğunu söylemiştir. Kâdî bu görüşü şu şekilde desteklemiştir: "Allah Teâlâ, başka âyetlerde de, bu kâfirleri Kıyamet günü yüzteri üstünde sürünür vaziyette, kör, dilsiz ve sağır kılacağını ve onların, sonunda varacakları yerin cehennem olduğunu beyan etmiştir."
2) Cübbâî şöyle de demiştir: "Onlar muhtemelen dünyada iken de böyle olabilirler. Binaenaleyh bu onların, âyetleri yalanlamaları sebebiyle, tıpkı dünyevî faydalan elde edemeyen kör ve sağır insanlar gibi, dünya menfaatlanna ulaşamayan ve karanlıklar içinde kalmış kimseler manasında bir mecaz olur. İşte böylece Cenâb-ı
Allah, onları bu yönden onlara benzetmiş ve onların sıfatlarını, bu kimselere benzetmiştir."
3) Ka'bî, âyetteki "sağırlar ve dilsizler" ifadesinin, o kâfirlerin gerçekte böyle olmaları manasına değil, "hor ve hakîr kılınmaları" manasına geldiğini söylemiştir. Ka'bî, âyetteki, "Allah kimi dilerse, onu saptırır" ifadesinin mecazî manada olmadığını, zira her ne kadar burada söz mücmel (kapalı) bırakılmış ise de, bu hususun başka âyetlerde genişçe belirtildiğini söylemiştir. Bu âyetler şunlardır: "Allah zalimleri saptırır" (ibrahim, 27); 'Allah, bununla ancak fasiklan saptırır" (Bakara. 26); "Hidayete ermiş olanların ise, hidayetini artırır" (Muhammed. 17>; "Allah bununla rızasına uyanlara hidayet eder" (Maide, 16); "Allah İman edenlere, o sabit sözlerinde, daima sebat İhsan eder" (ibrahim, 27) ve "Bizim uğrumuzda cihad edenlere, elbette yollarımızı gösteririz" (Ankebut, 69) Binaenaleyh bu âyetlerle sabit olur ki, hidayet ve dalaleti dilemek, her ne kadar tefsir etmekte olduğumuz âyette mücmel ise de, diğer âyetlerde uzunca ele alınmış ve açıklanmıştır. Binaenaleyh bu mücmel âyeti, o açık ve tafsilatlı âyetlere hamletmek gerekir. [157]
Sonra Mu'tezile bu âyetin tefsirini daha geniş bir şekilde ele alarak şunları söylemiştir:
a) Âyetteki, "Allah kimi dilerse, onu saptırır" ifadesi, "Allah'ın o kimseye lütuf fiillerini vermemesi" manasınadır. Binaenaleyh bu kimseler, o lütuf fiillerinden mahrum bırakılınca sağır ve dilsiz gibi olurlar.
b) Bu, "Allah dilediği kimseleri, Kıyamet günü cennetin yolunu ve mükâfaatını bulmaktan saptırır. Cennete iletmeyi murad ettiği kimseyi de, sırat-ı müstakim üzere kılar ki, bu (sırat-ı müstakim), mü'minlerin cennete ulaşmak için girdikleri yoldur" manasınadır. Böylece Allah Teâlâ'nın, hidayeti sadece mü'minler için dilediği gibi, dalâleti de sadece cezaya müstehak kimseler için dilediği sabit olur.
c) Bil ki Mu'tezile'nin kendisini zorlayarak yaptığı bütün bu izahlar, bu âyeti zahirî manasına hamletmek aklen mümkün olmasaydı güzel ve yerinde olurdu. Fakat kesin aklî delil ile, bu sözün ancak zahirî manasına hamledilebileceği sabit olursa, böyle zorlanarak elde edilen izahlara başvurmak, cidden uzak bir iş olur. Halbuki biz bir fiilin, ancak sebepleri bulunduğu zaman meydana gelebileceğine delil getirmiş, bu sebepleri yaratanın Allah olduğunu ve sebepler bulunduğu zaman, o fiilin mutlaka meydana geleceğini açıklamıştık. İşte bu üç mukaddime küfür ve imanın Allah'tan olduğunu, O'nun yaratması, takdiri ve tekvini ile*meydana geldiğini kesin olarak söylemeyi gerektirir. Kesin ve açık aklî delil ile, âyetin zahiri manasının doğru olduğu sabit olunca, böylesi zoraki izahlara başvurmak gerçekten yanlış olur.
Hem biz bu izahları, gerek yanlışını ortaya koymak, gerekse çürütmek yönünden, "Allah, önlann kalblerini mühürlemiştir" (Bakara, 7) âyeti ile diğer (benzeri) âyetlerin tefsirinde, hep yaptık. Binaenaleyh burada o izahları yeniden yapmaya gerek yoktur. Bu mevzuda, doğruya en yakın olan, dalâlet ve hidayetin Allah'ın meşîetine (dilemesine) bağlı okluğunu söylemektir. Fakat Mu'tezMe'ye göre bunlar, Allah'a vacib olan şeyler olup istese de istemese de bunları yapması gerekir. İşin hakikatini Allah bilir. [158]
HakTeâlâ'mn, "Âyetleriniyalanlayanlar... "ifadesi ile ne murad edildiği hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir: Bazıları bu "âyetler" ile, Kur'ân ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in murad edildiğini söylerken; bazı âlimler de bunun, "bütün delil ve hüccetler" manasına olduğunu söylemişlerdir. En doğru olan bu ikinci görüştür. Vallahu a'lem. [159]
"De ki: "Bana haber verin bakalım: Eğer size Allah'ın azabı gelir, yahud size Kıyamet gelip çatarsa, Allah'dan başkasını mı çağıracaksınız? Eğer (putlarınızın şefaatçi olduğunu söylemekte) sadık iseniz (çağırın onları bakayım!) Hayır, ancak O'nu çağırırsınız.. O da kendisine çağırdığınız herhangi bir şeyie dilerse
açar (giderir) ve siz, eş koşmakta olduğunuz şeyleri unutursunuz.." (En'am, 4CM1).
Bil ki Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin ne kadar cahil olduklarını açıklayınca, onlartn niteliklerinden bir diğerinin de, kendilerine bir bela gelip başları dara düştüğünde Allah'a yalvarıp yakarmaları; O'na iltica edip O'na itaattan yüz çevirmemeleri olduğunu beyan etmiştir.
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [160]
Ferra şöyle demiştir: Araplar, cJlj' fiilini iki manada kullanırlar. Birinci kullanış , "gözün görmesi" manasındadır. Buna göre, meselâ sen bir kimseye, dediğinde, bundan murad, "Seni gördüm mü?" manası olur. Sonra kelime tesniye ve cemî yapılır; buna göre sen meselâ, "Siz ikinizi gördüm mü? sizleri gördüm mü? dersin. İkinci kullanış ise, "bana haber ver!" manasını kastederek, dersin. Bu manayı murad ettiğinde, her durumda, tâ harfinin harekesini fethalı kılarak, "Bana haber ver. Siz ikiniz bana haber veriniz -Siz erkekler, bana haber veriniz- Siz kadınlar, bana haber veriniz." dersin.
Şen bunu iyice anladığın zaman, biz deriz ki, Basrahların görüşü şudur: Senin, vb. ifadesindeki kâf zamirinin i'rabta mahalli yoktur. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın "Benden şerefli kıldığın bu (adam da) kim oluyormuş, bana haber ver!" (tat, 62) ifadesidir. Yine Arapçada, "Zeyd'in durumunun nasıl olduğunu bana söyle!..." denilir. Eğersen, bu kâfharfine i'rabta bir mahal, bir yer tanımış olursan, o zaman sen, demiş olursun ki, bu yanlış bir sözdür. Binaenaleyh, bu kâf harfinin i'rabta mahalli olmadığı, aksine bunun hitab için getirilmiş bir harf olduğu sabit olur.
Ferra şöyle demiştir: "Eğer, bu kâf harfi te'kid olsaydı, onun tesniyesi ve cem'i tâ harfine göre yapılırdı. Nitekim,bu fiilin tesniyesi ve cem'i kâf harfi olmadığı zaman, tâ harfi üzerinde yapılır.. Cem-i muhatap sığasında tâ harfi fethalanır ve cemî alemeti kâf üzerinde gösterilirse, bu, kâf harfinin te'kid için getirilmediğine delâlet eder.. Baksana, eğer kâf harfi düşürülse, bir topluluk hakkında denilmesi doğru olmaz.. Böylece, fiildeki mânanın kâf harfine geçtiği ve kâf harfinin gerekli, lüzumlu ve kendisine ihtiyaç duyulan bir şey olduğu sabit olur.
Vahidî bu görüşe, "Bu delil, ve ifadelerindeki kâf harfleriyle geçersiz olur, bozulur. Çünkü, bu kelimelerde cemî alameti, bir hitap harfi olmasına ve isim olmaktan da uzak olmasına rağmen, kâf harfi üzerinde görülmektedir" diyerek cevap vermiştir. Allah en iyi bilendir. [161]
Nafl, ve benzeri "kelimeleri", Kur'ân'ın tamamında hemzelerin tahfifi ile okumuştur. Ki sat, Kur'ân'ın tamamında, (ikinci) hemzeyi terkederek; diğer kıraat imamları ise, hemzeli olarak okumuşlardır. Hemzenin tahfifinden murad, o hemzeyi, hemze ile, kıyasî olan bir hafifletmeye göre elif arası bir şekilde okumaktır. Kisaf'nin okuyuş şekli güzeldir; İsa İbn Ömer de aynı şekilde okumuştur ki, bu kullanış şiirde de pek sık olarak geçmektedir. Araplar hafiflik olsun diye, bu gibi yerlerde hemzeyi hazfederek konuşurlar.. Meselâ onlar, "Ona sor; ondan iste" derler. Nitekim Ahmed İbn Yahya da hemzeyi hazfederek şöyle bir beyit nakletmtştir: ' 'Eğer ben savaşmazsam, bana (kadınlar gibi) bir başörtüsü giydirin.'' O, bu sözüyle hemzenin var olduğunu kastederek, demek istemiştir.. Hemzenin tahfifi ile okuyanlara gelince, bu okuyuşun sebebi, hemzenin, fitlin ayne'l-fiilinde bulunmasıdır. Allah en iyi bilendir. [162]
Âyetin mânası şudur: "Allah-u Teâlâ, Hz, Muhammed'e şöyle demiştir: "Ey Muhammed, o kâfirlere "O, Allah'ın
azabı, eğer size dünyada iken gelirse veyahut da bu azap size, Kıyamet koparken gelirse, siz bu belâyı ve zararı savuşturma hususunda Allah'dan başkasına mı, yoksa Allah'a mı müracaat eder, başvurursunuz?" de.." Onların, bu belâ ve sıkıntıları savuşturma hususunda, putlarına ve tasvirlerine değil de, Allah'a müracaat edecekleri zarurî olarak bilinince, muhakkak ki Cenâb-ı Hak "Hayır, ancak Onu çağırırsınız.." buyurmuştur. Yani, "Sizler, bu belâ ve sıkıntının savuşturulmasını talep etmek için, ancak Allah'a başvurursunuz..." demektir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O da, kendisine çağırdığınız herhangi bir şeyi, ...açar" buyurmuştur. Yani, "Allah, kendisi sebebiyle duâ etmiş olduğunuz o zararı giderir ve böylece sizler, O'na şirk koştuğunuzu unutursunuz" demektir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
a) İbn Abbas: "Bu, "Onların bir fayda ve zarar veremiyeceğini bildiğiniz için putları terkeder, onlara duâ etmezsiniz" anlamındadır" demiştir.
b) Zeccâc, mânanın, "siz onlara dua etmeme konusunda onları adeta unutmuş gibisiniz.." şeklinde olmasının caiz olduğunu söylemiştir ki, bu aynı zamanda Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. Çünkü Hasan el-Basrî, bu ifâdeye, "Onlar, unutan kimsenin yüz çevirmesi gibi, o putlardan yüz çevirirler..." mânasını vermiştir. Bunun benzeri olan bir âyet de, "Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, onlar, bunları güzel bir hava ile akar gibi götürdükleri, (yolcular da) bununla sevindikleri zaman ona şiddetli bir firtına gelip çatar. Her yerden kendilerine dalgalar hücum eder. Sanırlar ki, onlar çepeçevre kuşatılmışlardır!.. (İşte) onlar, Allah'ın dininde halis ve samimi kimseler olarak Ona dua ederler " (Yunus. 22) âyetidir. Onlar o durumda putlarını hiç anmazlar. [163]
Bu âyet, Allah'ın, isterse bazan duaya icabet ettiğini, bazan da icabet etmediğini gösterir.. Zira Cenâb-ı Hak, "O da, kendisine çağırdığınız herhangi bir şeyi, dilerse giderir..." buyurmuştur. Bir kimse şöyle diyebilir: "Allah'ın "Bana dua edin, size icabet edeyim.." (Mümin, eo) şeklindeki buyruğu, İcabetin (duanın) kabulüne dair kat'iyyet ifade eder.. Binâenaleyh, bu iki âyet nasıl uzlastınlabilir?"
Cevap: Biz şöyle deriz: Cenâb-ı Hak, ya bizim âlimlerimizin de görüşü olduğu üzere, sırf meşietinden dolayı; veyahut da Mu'tezMe'nin görüşü olduğu üzere, kulun maslahatını gözetmesi bakımından, duaya bazan kafi olarak icabet eder, bazan da kafi olarak icabet etmez.. Bu iki durum da mevcut olunca, şüphesiz ki bu iki âyet, bu iki mânaya göre varid olmuştur. [164]
Bu âyetin, netice olarak mânası şudur: Allah Teâlâ, putperestlere sanki, "Başınıza çeşitli sıkıntı ve belâlar
geldiğinde, putlarınıza ve tasvirlerinize değil de, Allah'a müracaat ettiğinize göre, o halde daha niçin kendilerine tapmakla kesinlikle hiç bir fayda elde edemiyeceğiniz putlara yönetiyorsunuz?" demek istemiştir. Bu söz, bu mânayı, hüccet ve delil getirmenin makbul olması halinde ifâde eder. Ama, hüccet ve delil getirme makbul değil de merdûd addedilir, kabul edilmez; gerekli, vacip olan taklit olursa bu söz düşer, sakıt olur. Binâenaleyh bu âyetin, dinin aslının hüccet ve delil olduğuna delâlet eden delillerin en güçlüsü olduğu sabit olur. Allah en iyi bilendir. [165]
"Celalim hakkı için biz, senden evvelki ümmetlere de peygamberler gönderdik de, kendilerini çetin bir yoksulluk, çeşitli hastalıklarla yakaladık; olur ki, böylece yalvarırlar. İşte onlar, kendilerine bir azabımız gelip çattığı zaman olsun yalvarmak değil miydiler?! Fakat yürekleri katılaşmış, şeytan da yapmakta oldukları (masiyetleri) kendilerine süsleyip püslemiştt..." , 42-43).
Bil ki Cenâb-ı Hak, önceki âyette kâfirlerin, başlarına bir musibet geldiğinde Allah'a yöneldiklerini beyan etmiş idi. Daha sonra bu âyette de, onların, yine başlarına aynı türden çeşitli sıkıntılar geldiğinde Allah'a yönelmediklerini; aksine, O'na yönelmeksizin küfürlerinde ısrar ederek, o küfrün üzerinde adeta donakaldıklarını beyan buyurmuştur ki, işte bu, ister ürkütücü âyetler ve mucizeler müşahede etsinler veya etmesinler, bizim, "Allah Teâlâ'nın hidâyete erdirmediği kimse hidayete ermez.." şeklindeki görüşümüze delâlet eder. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [166]
Âyette bir "hazf" söz konusu olup, bu kelâmın takdiri, "And-olsun ki biz, senden önceki ümmetlere nice peygamberler gönderdik de, o ümmetler, peygamberlere karşı çıktılar; böylece de biz onları... yakaladık.." şeklindedir. Zikredilen sözden, hazfedilen bu kısım anlaşıldığı için, bu hazf yerinde ve güzel olmuştur. Hasan el-Basrî, âyette geçen kelimesinin kelimesinden alındığını, mânasının da "şiddetli fakirlik ve yoksulluk" olduğunu; kelimesinin de "hastalıklar ve acılar" anlamına geldiğini söylemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "olur ki böylece yalvarırlar" buyurmuştur ki, bu, "yalvarsınlar ve yakarsınlar diye, onlara peygamberler göndererek, yoksulluğu ve hastalığı onlara musallat ettik..." demektir. "Tedarru" kelimesinin mânası, "huşu" demektir ki, "huşu" da isyan etmeyi, diretmeyi bırakarak, inkiyâd etmek demektir. Bu kelimenin aslı, "zillet" anlamına gelen ip'JjiM kelimesinden alınmıştır. Nitekim denilir ki, "zelîl ve zayıf olmak" anlamına gelir. Buna göre bu âyetin mânası, "Allah-u Teâlâ peygamberine, kalp katılığında, canları ve malları hususunda çeşitli belâlar ve sıkıntılarla muaheze edilme derecesine ulaşmış olan topluluklara peygamberler gönderdiğini, ama onların inkiyâd ederek yalvarıp yakarmadıklarını bildirmiştir" şeklindedir. Bundan maksat ise, Hz. Peygamber'i teselli etmektir.
Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır, ancak Onu çağırır (O'na dua eder)sînfz" (En'«m. 41) buyruğu, onların yalvarıp yakardıklarına delâlet etmez mi? Halbuki Allah burada, "Onların kalpleri katılaştı da, onlar yalvarıp yakarmadılar..." buyuruyor?" denilirse, biz deriz ki: Onlar başka topluluklardır, bunlar ise, aynı şekilde diğer başka topluluklardır. Veya biz deriz ki: "Onlar, belâ ve musibeti gidermek maksadıyla Allah'a yalvarıp yakarmışlar, böylece bunu sırf Allah rızası için yapmamışlardır. İşte bu farktan dolayı, bir yerde olumlu, bir yerde de olumsuz mânanın bulunması güzel olmuştur.
Daha sonra gelen "İşte onlar, kendilerine bir azabımız gelip çattığı zaman olsun yalvarmah değil mfydtier?" buyruğunun gayesi, onların yalvarıp yakarmadıklarını bildirmektir. Kelâmın takdiri ise, "Onlara azabımız gelip çattığı zaman yalvarıp yakarmadılar" şeklindedir. Bu âyette kelimesinin zikredilmesi, onların yalvarıp yakarmayı terketme konusunda inâdlan, kalplerinin katılığı ve onların, şeytanın süsleyip püslediği amellerini beğenmelerinden başka bir mazeretlerinin bulunmadığını ifâde eder. Allah en iyi bilendir. [167]
Cübbaî, "olur ki, böylece yalvarırlar" buyruğuna tutunarak şöyle demektedir: "Bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın, onların
yalvarıp yakarmalarını ve iman etmelerini dilediği için, onlara peygamberler gönderdiğine ve onlara yoksulluğu ve çeşitli hastalıkları musallat ettiğine delâlet eder.. Bu da, Allah Teâiâ'nın, herkesin tâatte bulunup iman etmesini dilediğini gösterir."
Cevap: Jâi kelimesi "teraccî" ve "temenni" mânası ifâde eder. Bu ise, Allah hakkında imkânsızdır. Halbuki siz bu kelimeyi, Cenâb-ı Hakk'ın böyle bir neticeyi dilediği mânasına hamlediyorsunuz.. Biz bunu şu mânaya hamlediyoruz: Allah onlara, şayet bu kelime Allah'tan başkasına ait olmuş olsaydı, o zaman kastedilecek olan bu mânaya göre muamele etmiştir... Ama Allah'ın hükmünün ve meşietinin bir illete bağlanmasına gelince bu, delil ile sabit olan şeye göre imkânsızdır.. Sonra biz şöyle diyoruz: Eğer bu âyet, işte bu yönden sizin görüşünüze delâlet ediyorsa, bu bir başka yönden sizin görüşünüzün aksi olan görüşe de delâlet eder. Bu böyledir, zira bu âyet, onların, kalpleri kamaştığı ve şeytan onlara amellerini süsleyip tezyin ettiği İçin, Allah'a yalvarıp yakarmadıklanna delâlet eder.
Buna göre biz deriz ki, "Eğer bu katılık, onların fiilleri sebebiyle meydana gelmişse, onlar bu fiili meydana getirme hususunda başka bir sebebe muhtaç olmuşlardır... İşte böylece de, teselsül vaki olur. Yok eğer bu katılık, Allah'ın fiili ile meydana gelmişse, o zaman hüküm bizim verdiğimiz hükümdür. Yine farzedelim ki kâfirler, bu çirkin fiili yapmaya, onu şeytanın süslemesi sebebiyle yeltenmiş olsunlar... Ancak ne var ki biz şöyle diyoruz: Şeytan niçin bu çirkin fiilde ısrar etmiştir.. Eğer bu, başka bir şeytandan dolayı olmuşsa, bu durum, nihayeti olmayan bir teselsül meydana getirir.. Eğer bu değerlendirmeler geçersiz olursa, mesele neticede şuraya varıp dayanır: Herkes, kalbinde meydana gelen sebeplerden dolayı, bazan hayra yönelir, bazan da şerre yönelir... Sonra, bu sebeplerin Allah'ın yaratması ite meydana geldikleri sabit olmuştur. İşte bu durumda bizim görüşümüz doğru, Mu'tezîte'nin de tamamıyla geçersiz olur.. Allah en iyi bilendir. [168]
"Onan İçin bunlar kendilerine ne hatırlatıldı, öğüt verildiyse onları unutunca üzerlerine her şeyin kapılarını açtık, nihayet kendilerine verilen o şeyler yüzünden ferahlandıkları vakit de onları ansızın tutup yakalayıverdik ve artık o anda onlar bütün ümitlerinden mahrum kaldılar.. İşte bu suretle, zulmedenler güruhunun ardı arkası kesildi. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'adır" (En'âm, 44-45).
Bil ki, bu söz de birinci kıssanın tamamlayıcısıdır. Orada yüce Allah yalvarsınlar diye onları fakirlik ve hastalıklarla muaheze ettiğini, yakaladığını beyan buyurmuştu. Sonra da bu âyette, onlar, kendilerine hatırlatılmış olan hastalık ve yoksulluğu unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açarak, onları fakirlik ve yoksulluktan kurtarıp rahat, bolluk ve çeşitli nimetlere sevkedeceğini beyan buyurdu. Bundan maksat ise şudur: Allah-u Teâlâ, onlara bazan musibet ve belâları musallat kılmak suretiyle muamele etmiş; ama onlar bundan gereken istifadeyi elde edememişlerdir. Bunun üzerine de Allah onları, bu durumun aksi olan başka bir hale geçirmiştir ki bu da, onlara her türlü hayrın kapılarını açması; onlar için sürür ve saadet vesilelerini kolaylaştırmasıdır.. Ama onlar bundan da yararlanamamışlardır. Bu tıpkt, şefkatli bir babanın, çocuğuna karşı olan şu davranışına benzer: Baba, çocuğunun iyiliği için, ona bazan sert, bazan da yumuşak davranır.. Onlar kendilerine verilen hayır ve nimetler sebebiyle sevinip, herhangi bir şükür edasında bulunmaksızın ve de herhangi bir mazeret beyanında bulunmaya, tevbe etmeye yönelmeksizin, sevinme ve şımarmadan fazla bir şey yapmadılar... İşte bu sebeple de, biz onları ansızın yakaladık...
Bil ki, "üzerlerine her şeyin kapılarını açtık..." buyruğunun mânası, "Onlara kapalı olan bütün hayırların ve her şeyin kapılarını açtık..." demektir, "ferahlandıkları zaman" sözünün mânası ise, "Onlar, başlarına gelen bu fakirlik ve hastalıkların, Allah'dan bir intikam almak üzepe olmadığını zannedip, Allah da onlara her türlü hayırların kapılarını açınca, bunu kendilerinin hak etmiş olduklarını zannedince, işte o vakit onların kalplerinin katılaşıp öldüğü ve artık kalplerinden hiçbir uyanıklık ve intibahın ümid edilemiyeceği ortaya çıkar.. İşte bu sebeple Allah, farkedemiyecekleri bir yönden, onların başına ansızın azabını getirivermiştir" şeklindedir. Hasan el-Basri "Kabe'nin Rabbi'ne yemin otsun ki, bu âyette kâfir kavimler için bir "mekr" (onların tuzaklarının cezası) bulunmaktadır" demiştir. Hz, Peygamber (s.a.s) de, "Allah'ı, günahlarına rağmen (günahkârlara) nimetler veriyor gördüğünde, bil ki bu, Allah tarafından bir "istidrâc"tır (günahında ilerlemesi için bir süre tanımadır) "[169] buyurmuş, sonra da bu âyeti okumuştur. Ehl-i meânî şöyle demişlerdir: Onların, selâmet ve afiyet hususunda kaçırmış oldukları şeye hasretleri iyice artsın diye, onlar bolluk ve rahatlık halinde de muaheze olunmuşlardır. [170]
"Artık o anda onlar, bütün ümitlerinden mahrum kaldılar" cümlesinin mânası ise, "Onlar her türlü hayırdan ümitsizliğe düşmüşler ve mey'ûs olmuşlardır" demektir.
Ferra: "Müblis" ümitleri sona eren kimse demektir. İşte bundan dolayı, delili sona erdiğinde susup kalan kimseye denildiğini söylerken; Zeccac: "Müblis"in, çok şiddetli bir üzüntü ve tehassür duyan kimse mânasına geldiğini" söylemiştir.
"İblâs" kelimesi Arapça'da şu mânalara gelir:
a) Helak edici musibetler geldiğinde, kurtulma ümidini yitirme...
b) Delilin sona ermesi, bitmesi, tükenmesi...
c) Kişinin, başına gelen belâlardan dolayı hayrete düşmesi, şaşması... Bütün bunlar ise, birbirlerine yakın mânalardır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte bu suretle, zulmedenler güruhunun ardı arkası kesildi" buyurmuştur. kelimesi, tıpkı çocuğun babasını takip edip onu izlemesi gibi, bir şeyin arkasından gelen, onu izleyen., anlamına gelir. Onların en sonuncusu olduğu zaman, bir kimse hakkında, ' denilir. Nitekim Ümeyye İbn Ebi's-Salt da şöyle demektedir:
Ebi's-Salt da şöyle demektedir: "Onlar köklerini kazıyan bir azab ile helak olup gittiler... O azabı ne geri çevirebildiler, ne de onu yenebildiler..."
Ebu Ubeyde, " ifadesi, topluluğun en gerisinde gelen kimse..." demiştir...
Esmâî ise: kelimesi, "asi", "temel" alamına gelir. Nitekim, "Allah aslını, temelini yok^etti, götürdü" anlamında olmak üzere denilir. Âyetin ifadesi hakkında da şu izahlar yapılmıştır:
a) Bunun mânası şudur: Allah Teâlâ, arkalarını kesip köklerini kazımasına mukabil, kendi zâtını övmüştür. Çünkü bu durum, o peygamberlere, kâfirlerin serlerini onlardan uzaklaştırması suretiyle, büyük bir nimet yerine geçer...
b) Yüce Allah onların kalplerinin katılaştığım bilince, şöyle denilmesi gerekir: Onların hayat süreleri ne zaman artarsa, onların küfür ve günahlarının çeşidi de o nisbette artar... Böylece de onlar, bu sebeple, daha fazla cezayı ve azabı hak etmiş olurlar... Binâenaleyh, onların bu halde iken (yani, günahta daha fazla ileri gitmemişken) yok edilip öldürülmeleri, daha fazla cezaya müstehak olmamalarını iktizâ eder.. Binâenaleyh bu da onlara bir in'âm, ihsan yerine geçmiş olur.
c) Bu hamd ü sena Cenâb-ı Hakk'ın onları mükellef tutup her türlü mazeret ve gerekçeleri ortadan kaldırarak, en güzel tedbir hususunda mümkün olan her türlü yollarla onları idare etmek suretiyle Allah'ın onlara olan in'âmına, ihsanına karşılıktır.. Bu da Allah'ın, onları önce fakirlik ve hastalıklar ile yakalayıp, sonrada çeşitli nimet ve iyiliklere geçirip, onlara mühlet vererek, peygamberler göndermesi suretiyle olmuştur. Binâenaleyh onlar azgınlık ve küfre iyice dalınca, Allah Teâlâ onları yok etmiş ve yeryüzünü onların şerlerinden temizlemiştir. Böylece âyetteki "Hamd, âlemlerin Habbt olan Allah'adır" ifâdesi, daha önce geçen bunca nimetlere karşı bir hamd olur. [171]
"De ki: "Bana haber verin! Eğer Allah kulağınızı ve gözlerinizi alırsa, kalplerinizin üstüne bir de mühür vurursa, Allah'dan başka onlan size getirip (verecek) tanrı kimdir?" Bak, âyetlerimizi türlü türlü nasıl açıklıyoruz da onlar yine yüz çeviriyorlar"
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [172]
Bil ki bu âyetin burada getirilmesinin gayesi, hür, irade sahibi ve hakîm bir yaratıcının varlığına delil olacak hususlan zikretmektir. Bunun izahı şudur: İnsanın en şerefti (kıymetli) uzuvları, kulak, göz ve kalptir. Binâenaleyh kulak, duyma kuvvetinin; göz, görme kuvvetinin; kalp ise, hayat, akıl ve ilimin yeridir. Bundan dolayı, eğer bu uzuvlardan bu özellikler kaybolursa, insanın durumu bozulur, hem dinî, hem de dünyevî hususlardaki menfaatleri yok olur. Halbuki İnsanda bu kuvvetleri yaratmaya ve onları çeşitli âfetlerle korkulardan korumaya sadece Allah'ın kadir olduğu zarurî (açık ve kesin) olarak bilinmektedir. Durum böyle olunca, bu yüce nimetleri ve güzel iyilikleri veren de Allah olmuş olur. Böylece de ta'zîme, medh-ü senaya ve kulluğa sadece Allah'ın müstehak olduğunu söylemek gerekir. İşte bu da, putlara tapmanın fasit ve yanlış bir yol olduğuna delâlet eder. [173]
Alimler, âyetteki, "Kalplerinizin üstüne bir de mühür vurursa" ifâdesinin hangi mânaya geldiği hususunda şu
izahları yapmışlardır:
1) İbn Abbas (r.a), bunun: "Allah onların kalplerini mühürler de, bu sebepten dolayı hidayeti akledip düşünemezlerse..." mânasında olduğunu söylemiştir.
2) Bunun mânası şöyledir: "Allah sizin akıllarınızı giderir de, böylece deliler gibi olursanız..."
3) Bu âyetteki "hatm" (mühür vurma)dan murad, öldürmektir yani, "Allah sizin kalplerinizi öldürürse..." demektir. [174]
"Allah'dan başka... tanrı kimdir?" buyruğundaki (kim) mübteda olarak mahallen merfû; kelimesi onun haberi; kelimesi de, "ilâh" lâfzının sıfatı-dır. "Onları size getirip (verecek)" kelimesindeki "hû" (onu, onları) zamiri, fiilin manasına râcîolup, kelamın takdiri, "Allah'ın sizden aldığı o şeyleri, size getirip verecek Allah'dan başka tanrı kimdir?" şeklindedir. [175]
Rivayet olunduğuna göre, Nafî, ifadesini, "hû" zamirinin zammesi ile şeklinde okumuştur. Bu kıraat (Kasas.ei) şeklinde okuyanlara göredir. Binaenaleyh bunda ictimâ-i sakineynden dolayı vâv hazfedilmiş ve olmuş. Diğer kıraat imamları bunu *j şeklinde okumuşlardır. Âyetteki kelimesini Hamza ve Kisâî, sâd harfini işmâmlı bir zâ harfi şeklinde; diğerleri ise zahir bir sâd şeklinde okumuşlardır ki bu, "Onlar, ondan yüz çeviriyorlar" mânasındadır. Nitekim "Ondan yüz çevirdi" mânasında denilir. Ayette geçen, "âyetlerin tasrifi"nden murad, neticeye ulaştırma hususunda, her biri bir öncekini takviye edecek bir şekilde, âyetleri çok çeşitli şekillerde getirmektir. Böylece Cenâb-ı Hak, iyice anlatma, izah etme ortaya koyma ve açıklamasından ötürü "Ey Muhammed, onların nasıl bundan yüz çevirdiklerine bir bak!" demiştir. [176]
Ka'bî şöyle demiştir: "Bu âyet, Allah'ın onlara anlayış imkanı verdiğine ve onlarda yüz çevirmeyi yaratmadığına
delâlet eder. Eğer Allah Teâlâ onlardaki küfrün yaratıcısı olmuş olsaydı, bu sözün bir mânası kalmazdı." Bizim âlimlerimiz de yine bu ayette istidlalde bulunarak şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, bu delilin ortaya konulması, iyice anlatılması, enine boyuna ele alınması ve her türlü şüphelerin ondan giderilmesi hususunu iyiden iyiye yaptığını beyân etmiştir. Sonra o kâfirler, mazeret kapısını tamamen kapatan bu iyi açıklamalara rağmen, inad, azgınlık ve küfürlerinde devam ettiler.Ki işte bu, hidayet ve dalâletin ancakAllah'ın hidayeti ve saptırması ile olduğunu gösterir. Binâenaleyh bu âyetin, bizim görüşümüzün doğruluğuna delâlet edişinin, onlannkine delâlet edişinden daha kuvvetli olduğu sabit olur. Allah en iyisini bilir. [177]
"De ki: "Bana haber verin: Eğer Allah'ın azabı ansızın, yahut açıktan açığa gelip çatarsa, zâlimler güruhundan başkası helake uğratılmış olur mu?" (En'âm, 47).
Bil ki önceki delil, onların kulaklarını, gözlerini ve kalplerini kapıp almaya tahsis edilmiştir. Bu ise, her türlü azap hakkında umumî bir ifâdedir. Buna göre mâna: "Allah'dan başka, azap çeşitlerinden herhangi bir azabı def edecek ve hayırlardan herhangi bir hayrı yaratacak hiç kimse yoktur.. Binâenaleyh başkası değil, her türlü ibâdet çeşitleriyle mabudun bilhak olması gerekir..." şeklinde olur.
Buna göre şayet, "ansızın, yahut açıktan..." buyruğundan maksad nedir? denilirse, biz deriz ki, onların başına gelen azaptan önce, o azabın onların başına geleceğine delâlet eden bir alâmet ya geçmemiş veya geçmiş olur.. Binâenaleyh, birinci durum "ansızın", ikinci durum da, "yahut açıktan" ifadesiyle belirtilmiş olur. Allah birinci durumu "ansızın" olarak adlandırmıştır, zira Allah, o azabı onların başına ansızın getirmiştir. İkinci durum da, "açıktan" diye adlandırılmıştır, çünkü bu azabın bizzat kendisi, onların başına gelmiş ve onlar onu tanımışlardır.. Öyle ki, ondan sakınmak mümkün olsaydı, ondan sakınabilirlerdi...
Hatan el-Basri'den, onun "ansızın, yahut açıktan" ifâdesinin mânası, "geceleyin veya gündüzün" şeklindedir dediği rivayet edilmiştir. Kadi görüp müşahede ettikleri halde, bu azap onlara geceleyin gelmiş olsaydı, bu "ansızın" diye isimlendirilemezdi. Yine, şayet bu azap onlara, onlar onun emarelerini hissetmeden gündüzün gelmiş olsaydı, bu da "açıktan..." diye isimlendi rilemezd i. Ama biz bu ifâdeyi, daha önce yapılmış açıklamalara hamledersek, o zaman bu söz doğru ve yerinde olmuş olur.
Buna göre şayet, "Siz, azap geldiğinde onda bir ayırım olmayacağını bildiğiniz halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "zâlimlergüruhundan başkası helake uğratılmış olur mu?" ifâdesinden ne murad edilmiştir?" denilirse, biz deriz ki:
Helak olmak, zahiren hem iyileri hem de kötüleri içine alsa bile, hakikatte bu helak kötü olan zalimlere tahsis edilmiştir. Çünkü iyiler, başlarına gelen bu zarar sebebiyle, Allah katında çok yüce derecelere ve sevaplara müstehak olurlar.. Bu, her ne kadar görünürde bir belâ ise de, ancak ne var ki bu, çok büyük saadetleri
gerektirir...
Zâlimlere gelince, bunların başına belâ geldiğinde hem dünyayı, hem de âhireti kaybederler. İşte bundan dolayı, Allah Teâlâ "onları helak olanlar" olarak vasfetmiştir. Bu, müttakî ve temiz olan mü'minin, ister belâlar, isterse nimetler içinde bulunsun, daima "saîd" (mutlu) olduğuna; kâfir olan fâsıkın da, işi nasıl yürümüş olursa olsun, durumları da nasıl farklı farklı bulunursa bulunsun, şakî (bedbaht) olduğuna bir işarettir. Allah en iyi bilendir. [178]
"Biz peygamberleri, (rahmetimizin) müjdecileri ve (azabımızın) habercileri olmaktan başka (hal ve sıfatlarla) göndermeyiz.. O halde kim iman eder ve (kendini) düzeltirse, onların üzerine hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Âyetlerimizi yalan sayanlarfa gelince), onlara da sapmış oldukları ftsk yüzünden, azap dokunacaktır..." (En'am. 48-49).
Bil ki Allah-u Teâtâ, geçen âyetlerde, kâfirlerin "O peygamberin üzerine, Rabbtnden bir âyet (mucize) indirilmeli değil miydi?" (Enam, 37)dediklerini anlatmış, onlara daha önce geçen çeşitli cevapları vermiş ve peşisıra da bu âyeti zikretmiştir. Allah Teâlâ'nın bu âyetten maksadı şunu ortaya koymaktır: Peygamberler, (Allah'ın rahmetinin) müjdecileri ve (azabının) korkutucuları olarak gönderilmiştir. Onların, âyetler ve mucizeler indirmeye güçleri yoktur. Bu, aksine Allah'ın meşietine, emrine ve hikmetine bağlıdır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak: "Biz peygamberieri, (rahmetimizin) müjdecileri ve (azabımızın) habercileri olmaktan başka (hal ve sıfatlarla göndermeyiz..." buyurmuştur. Yani, "Onlar, Allah'a itaat edenlere mükâfaat olduğunu müjdeleyip, isyan edenlere de, ilahî cezanın varlığını haber veren ve korkutan kimselerdir. Kim, onların sözlerini tutar ve kalbin işi olan iman ile bedenin işi otan "ıslahı" (güzel hal ve işleri) yerine getirirse, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir."
"Âyetlerimizi yalan sayanlara (gelince), onlara da sapmış oldukları Ûsk yüzünden, azap dokunacaktır," Arapça'da "mess" (dokunma), arada herhangi bir şey bulunmaksızın, iki şeyin birbirine dokunması ve temas etmesi mânasına gelir. Kâdî: "Allah Teâlâ kâfirlerin azap olunmasını, onların fâsık olmaları şartına bağladı. Bu ise, her fasığın (günahkârın) aynı durumda olmasını gerektirir" demiştir. Kâdî'ya şöyle denilebilir: "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın bahsedilen vaîdini, (tehdidini) Allah'ın âyetlerini yalanlayan kimselere has kılmış olması ile çelişir. İşte bu da, Allah'ın âyetlerini tekzîb etmeyen (yalanlamayan) kimseler için, bu vaîdin söz konusu olmayacağını gösterir. Yine bu, o vaîd-i ilahî'nin kâfirlerin fâsık olmaları şartına bağlanmış olmasını gerektirir. O halde siz niçin Allah'ı tanıyan, O'nun birliğini, Hz. Peygamber'in nübüvvetini ve âhiret kabul eden kimselerin fışkının (günahının), bütün bunları inkâr edenlerin fışkına denk ve eşit olduğunu söylüyorsunuz?" Allah en iyi bilendir. [179]
"De kt: "Size, "Benim yanımda Allah'ın hazineleri var"; demiyorum. Ben gaybı bilmem. Yine size, "Ben b/r meleğim" de demiyorum. Ben, ancak bana vahyolunan şeye uyarım." De ki: "Görmeyenle gören hiç bir olur mu? Düşünmüyor musunuz" (En'âm, 50).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [180]
Bil ki bu, "Ona, Rabbİnden bir âyet (mucize) indirilmeli değil miydi?" (Enam, 37) isteklerine karşı söylenilecek sözlerin devamındandir. Yani Cenâb-ı Hak, "O kâfirlere de ki:
"Ben, bir müjdeci ve bir korkutucu olarak gönderildim. Benim, Allah'a karşı kendi kendime bir hüküm verme hakkım yok" buyurmuş ve Hz. Peygamber (s.a.s)'e, kendisinde şu üç sıfatın bulunmadığını söylemesini emretmiştir:
a) Âyetteki, "Benim, yanımda Allah'ın hazineleri var" demiyorum" ifâdesinin anlattığı husus... Bil ki kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Eğersen, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, O'ndan bize dünyanın fayda ve iyiliklerini çokça verip saadet kapılarını açmasını İste" dediler. Allah da, "Onlara de ki: "Size, Allah'ın hazinelerinin yanımda olduğunu söylemiyorum. O, mülkü dilediğine verir. O, dilediğini aziz, dilediğini zelil kılar. Bütün hayırlar, benim elimde değil, O'nun elindedir" buyurmuştur. Âyetteki "Hazâin" kelimesi, hızâne kelimesinin çoğuludur. Bu, "birşeyin içinde toplanıp biriktirildiği yer" manasındadır. i^J* Jj^ birşeyi, kendisine başkasının elleri ulaşamıyacak şekilde koruma altına alıp, saklamaktır.
b) Âyetteki, "Bengaybı bilmem" cümlesinin anlattığı husus... Bu, "Kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Eğer, Allah'ın bir peygamberi isen, faydalı olan şeyleri elde edip, zararlı olan şeyleri savuşturmaya hazır olalım diye, meydana gelecek fayda ve zararları bize şimdiden haber vermelisin" dediler de, Cenâb-ı Allah, "Ben gaybı bitmem. O halde benden, böyle birşeyi nasıl İstersiniz" de" buyurmuştur. Netice olarak diyebiliriz ki: "O kâfirler, birinci merhalede Hz. Peygamber (s.a.s)'den çok mal istemişler; ikinci merhalede de, gaybları (istikbali) öğrenmek suretiyle, menfaatlan elde edip, zararlı şeyleri savuşturabilmek için, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, gaypları kendilerine bildirmesini istemişlerdir.
c) Âyetteki, "Size, "Ben bir meleğim" de demiyorum" sözünün anlattığı husustur... Bu, "O kâfirler,' Su nasıl peygamber? (Bizim gibi) yemek yiyor, çarşılarda yürüyor evleniyor ve insanların içine karışıyor" {Furkan, 7) diyorlardı. Buna karşı Cenâb-ı Hak da, "Onlara, "Ben bir melek değilim" de" buyurdu. [181]
Bil ki âlimler, bu üç şeyin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in kendisinde olmadığını söylemesinin emredilişindeki hikmetin ne olduğu hususunda şu görüşleri iteri sürmüşlerdir:
Birinci Görüş: Bundan murad, Hz. Peygamberin bizzat kendisinin, Allah'a karşı olan tevazuunu, huşu ve hudû'unu, O'nun kulu olduğu itirafını izhar etmesidir. Böylece Allah'a, hristiyanların Mesih'e inandıkları gibi inanılmamış olur.
İkinci Görüş: Kâfirler topluluğu, Hz. Peygamber'den, kesin mucizeler ortaya koymasını istiyorlardı.. Bu onların, meselâ, "Bizi, dediler, sana katfyyen İnanmayız. Ta ki bizim için şu yerden bir pınar akıtasın..." (kıt, 90-93) demeleri gibidir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak âyetin sonunda, "De ki: "Fe Sübhanellah! Ben, resul bir beşerden başkası mıyım ki?" (isra.93)buyurmuştur. Yani, "Ben risâlet ve nübüvvetten başka bir şey iddia etmiyorum. Ama sizin talep ettiğiniz şu şeylerin getirilmesi, ancak Allah'ın kudretiyle mümkün olur" demektir. Binâenaleyh, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu sözü söylemesinin maksadı, O'nun acziyyetini, zayıflığını ve onların kendisinden istemiş oiduğu bu mucizeleri meydana getirme hususunda müstakil ve bağımsız olmadığını ortaya koymaktır.
Üçüncü görüş: Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: "Size, benim yanımda Allah'ın hazineleri var" demiyorum" sözünün mânası, "Ben kendimin, Allah-u Teâlâ'ya mahsus olan bir kudret ile muttasıf olduğumu iddia etmiyorum; "Bengaybı bilmem" cümlesinin mânası ise, "Ben kendimin, Allah Teâlâ'nın ilmiyle muttasıf olduğumu iddia etmiyorum" demektir. Bu iki ifâdenin toplamından, Hz. Peygamber'in ulûhiyyet iddia etmediği ortaya çıkar.
Daha sonra Allah, "Yinesize, "Ben bir meleğim" de demiyorum" buyurmuştur. Bu böyledir, zira ulûhiyyetten sonra, derece itibariyle meleklerden daha yüce olan hiçbir şey yoktur. Binâenaleyh sözün özü şudur: Hz. Peygamber (s.a.s) sanki, "Ben ne ulûhiyyet, ne de meleklik iddiasında değilim. Ben ancak, peygamber olduğumu iddia ediyorum.. Bu ise, beşer için meydana gelmesi imkânsız olmayan bir makamdır.. O halde daha nasıl siz, benim sözümü inkâr ve dâvamı reddetme hususunda mutabakat sağladınız?" demiştir... [182]
Cübbaî şöyle demektedir: "Âyet, meleğin peygamberlerden daha üstün olduğuna delâlet etmektedir... Çünkü
bu sözün mânası, "Ben, bulunduğum mertebeden daha üstün bir mertebe iddia etmiyorum" şeklindedir. Şayet
melek, peygamberlerden daha üstün olmasaydı, böyle denilmesi uygun olmazdı.."
Kadî de şöyle demektedir: "Eğer bu nefyedilenlerden gaye, tevazûyu ortaya koymak ise, doğruya en yakın olan, bu sözün, meleğin daha efdal olduğuna delâlet etmesidir. Eğer bundan murad, meleklerin dışında, kendisinin gücünün yetmeyeceği birtakım fiillerini yapamayacağını ifâde etmek ise, o zaman bu söz meleklerin daha üstün olduğuna delâlet etmez... [183]
"Ben ancak, bana vahyolunan şeye uyarım.." buyruğunun zahiri, Hz. Peygamberin, ancak vahiy ile hareket ettiğine delâlet eder.. Ki bu da, şu iki hükme işaret eder:
Birinci Hüküm: Bu "nass", Hz. Peygamber (s.a.s)'in, kendiliğinden hiçbir hüküm vermediğine ve içtihad etmediğine; aksine, bütün hükümlerin vahiyden sâdır olduğuna delâlet eder. Bu husus, "Kendi nevasından söylemez O. O, kendisine llkâ edüen bir vahiyden başkası değildir..."(Neon. 3-4) âyetleriyle de kuvvet kazanır.
İkinci Hüküm: Kıyâsı kabul etmeyenler şöyle demişlerdir: İşte bu "nass" ile, Hz. Peygamber {s.a.s)'in sadece kendisine inen vahy ile amel ettiği sabit olmuş olur. Binâenaleyh, O'nun ümmetinden hiç kimsenin, Hz. Peygamber'e inen vahiyden başkasıyla olmaması gerekir.. Zira Cenâb-t Hak, "Ona tâbi olun..." (Artı. ise) buyurmuştur. Bu ise, kıyâs ile amel etmenin caiz olmasını nefyeder. Sonra Cenâb-ı Hak bunu, "De ki: "Görmeyenle gören bir olur mu?" ifadesiyle de te'kid etmiştir. Bu böyledir, zira vahiyden başkasıyla amel etmek, kör kimsenin ameli gibi; vahiyle amel etmek ise, gören kimsenin ameli gibi olur."
Daha sonra "Düşünmüyor musunuz?" Duyurulmuştur ki bundan murad, aklı olan kimsenin bu iki şey arasındaki farkı bilmesi ve bunu bilmekten gafil olmaması gerektiğine bir dikkat çekme ve tenbihtir. Allah en iyi bilendir. [184]
'Rablerine toplanacaklarından korkanları sen onunla inzar et ki, onların O'ndan başka ne bir dostu, ne de bir şefaatçisi yoktur! Umulur ki, sakınırlar..." (En'âm, 51).
Bil ki yüce Allah, peygamberleri müjdeleyici ve korkutucu olarak tavsif edince, Peygamber'ine, bu âyette, halkı uyarmasını emrederek, "Rablerine toplanacaklarından korkanları sen onunla İnzâr et..." buyurmuştur.
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [185]
korkulacak yeri, hususu bildirmektir. İbn Abbas ve Zeccâc. *i kelimesindeki zamirin, Kur'ân'a râci olduğunu,
bunun delilinin ise, bu âyetten önceki âyette yer alan, "Ben, ancak bana vahyolunan şeye uyanm.." (Enam, 50) cümlesi olduğunu söylemişlerdir.
Dahhâk, buyruğundaki zamirin, Alfah'a raci olduğunu söylemiştir ki, birinci görüş daha uygundur. Çünkü inzâr edip korkutmak, Allah'ın zâtı ile değil, söz ile olur.
Hak Teâlâ'nın, "Rablerine toplanacaklarından korkanları..." sözüyle ilgili olarak şu görüşler ileri sürülmüştür:
Birinci görüş: Bunlar, daha önce bahisleri geçen kâfirlerdir. Bu böyledir, zira Hz. Peygamber (s.a.s), onları ahiret azabı hususunda korkutuyordu. Böylece, onların bir kısmı bu uyarmadan etkileniyor ve kalbinde çoğu kez Hz. Muhammed (s.a.s)in söylediği şeyin hak ve gerçek olduğu düşüncesi meydana geliyordu. Böylece bu sözün kâfirlere uygun düştüğü, bunun mü'minier hakkında düşünülemeyeceği sabit olmuş olur. Çünkü mü'minier. kendierinin Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda haş rolü nacakları m biliyorlardı... Halbuki "ilim", korku ve zannın aksidir. Bir kimse şöyle diyebilir: Mü'minlerin de bu ifâdenin hükmüne dahil olmaları imkânsız değildir. Zira onlar, haşr'e her ne kadar yakînî olarak inanmış olsalar dahi, kendisinden korkulan azabın başlarına geleceğini yakînen bilemiyorlardı... Çünkü onlar, kendilerinden birisinin iman ve amel-i salih üzere ölmesini; aynı şekilde bu hal üzere ölmemesini de caiz görüyorlardı.. İşte bu sebepten dolayı onların, azabın meydana gelebileceğini caiz görmeleri, bu sebeple de ondan korkmaları sebebiyle, "haşr"dan korkuyorlardı.
İkinci görüş: Bu âyetten maksad mü'minlerdir. Çünkü "haşr" ve "neşr"in, öldükten sonra dirilmenin ve Kıyametin olabileceğini ikrar ve kabul edenler onlardır. O halde, o günün azabından korkanlar da bunlardır.
Üçüncü görüş: Bu âyet herkese şamildir. Çünkü her insan ister haşr'ın olacağına kesinkes inansın, isterse bu konuda şüphesi olsun, "haşr"dan korkar. Çünkü "hasr"e inanmamak, bizzarure (ister istemez kabule mecbur edici bir şekilde) bâtıllığı malum olan hususlardan değildir. Binâenaleyh bu korku, herkes hakkında söz konusudur. Bir de, Hz. Peygamber (s.a.s) herkese peygamber olarak gönderilen ve bu vazifesini herkese tebliğ etmekle memur olan, görevlendirilmiş bir zattır.
Bu âyetteki ifâde, "haşr"dan korkanlara tahsis edilmiştir. Zira, onların korkuları, kendilerini, Kıyamet günü için hazırlık yapmaya, azık hazırlamaya sevkedeceği için, onların bu inzârdan faydalanmaları daha mükemmel olur.. [186]
Mücessime, Cenâb-ı Hakk'ın, "Babblerine toplanacaklanndan.." tabirine tutunmuştur.. Onlara göre bu tabir, Hak Teâlâ'nın bir mekân ve bir cihette bulunmasını gerektirir; çünkü, kelimesi, "intihâ-i gaye" (mesafenin sona erdiğini bildirmek içindir.
Cevap: Bundan maksad, "Rablerinin, onların toplanması ve onlara hükmetmesi için yaratmış olduğu yere doğru, mekâna doğru..." mânâsıdır. [187]
"Onların, O'ndan başka ne bir dostu, ne de bir şefaatçisi yoktur" buyruğu hakkında Zeccâc şöyle demektedir: "Başında ^r? bulunan bu cümle, hal olmak üzere mahallen mansûbtur. Buna göre sanki, "Onlar, her türlü dost ve şefaatçiden uzak ve mahrum olarak..." denilmek istenmiştir. Bu durumda, hâlde âmil olan kelime ^y^v lâfzıdır. Sonra, burada bir mevzu bulunmaktadır ki o da şudur: "Eğer, Rablerine toplanacaklarından korkanlar..." tabiriyle kâfirler murad edilmiş olursa, o zaman ifâde açıktır. Zira, Allah katında onların hiçbir şefaatçisi bulunmamaktadır. Bu böyledir, çünkü yahudî ve hristiyanlar, "Biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz..." ı m aide, ıs) diyorlardı. Halbuki Allah, onları bu konuda yalanlamıştır.. Yine Cenâb-ı Hak başka bir âyette, "Zâlimlerin ne müşfik bir yakını, ne de dinlenebilecek bir şefaatçisi yoktur" (Mümin, ıs) buyurmuştur. Veyine "Artık, şeföat edicilerin hiç bir şefaati onlara fayda vermeyecek" r. 48) buyurmuştur.
Eğer, bu ifâdeyle murad edilenler müsiümanlar olursa, biz deriz ki: Hak Teâlâ'nın "Onlann, Ondan başka ne bir dostu, ne de bir şefaatçisi yoktur" buyruğu, bizim mü'minlere şefaat edileceği şeklindeki görüşümüze ters düşmez.. Çünkü, meleklerin ve peygamberlerin mü'minlere şefaat etmesi, ancak yüce Allah'ın izni ve müsaadesiyle olur.. Zira Allah, "Onun izni olmadıkça, nezdinde şefaat edecek kimmiş?" (Bakara, 255) buyurmuştur. Binâenaleyh bu şefaat, Allah'ın izni ve müsadesiyle olunca, gerçekte Allah tarafından yapılmış olur. [188]
"Umulur ki sakınırlar" buyruğu hakkında İbn Abbas, bu ifâdenin mânasının, "Onların, dünyada korkmaları, küfür ve isyanlardan vazgeçmeleri için, onları korkut, inzâr et!.." seklinde olduğunu söylemiştir. Mutezile, bu ifâdenin "Allah-u Teâlâ'nın, kâfirlerden de takva ve tâati dileyip istediğine delâlet ettiği, "ni söylemiştir ki, bu şekildeki istidlaller hakkında, daha önce birkaç kez bazı açıklamalarımız geçmişti... [189]
"Sabah akşam Rablerine, strfO'nun "vech"ini dileyerek, duâ edenleri kovma!. Onların hesabından hiç bir şey sana, senin hesabından hiçbir şey de onlara ait değildir ki onları kovup da zalimlerden olasın..." (En'âm, 52).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [190]
Abdullah İbn Mesûd'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kureyş'ten bir topluluk Resûlullah (s.a.s)'a uğramışlardı.. O sırada, Hz. Peygamber'in yanında, müslümanların zayıf ve fakirlerinden olan Süheyb, Habbâb, Bilâl, Ammar ve başkaları bulunuyordu.. Bunun üzerine onlar, "Sen, kavminden vazgeçerek bunları mı tercih ettin? Biz bunlara mı tâbi olacağız? Onları yanından kov... O zaman belki de, onları kovarsan biz sana uyarız.." deyince Hz. Peygamber (s.a.s): "Ben, mü'mtnleri kovan bir kimse değilim" dedi. Kureyş: "O halde biz geldiğimizde onları yanından kaldır; biz kalkıp gittiğimizde ise, istersen onları yanında oturt." deyince de, Hz. Peygamber onların iman etmelerini ümid ederek: "Olur" dedi. Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e, "Bir yapsan da, böylece baksak nasıl olacaklar!.." dedi... Sonra bu Kureyşliler bu hususta ısrar edip, Hz. Peygamber'e, "Bu konuda bizim için bir yazı yazsan..." dediklerinde, Hz. Peygamber, bunu yazması için, bir kâğıt ile beraber Hz. Ali'yi çağırtır... İşte bunun üzerine bu âyet nazil olur.. Bunun üzerine Hz. Peygamber o kâğıdı fırlatıp atar. Hz. Ömer de, bu sözünden dolayı özür beyân eder.. İşte bu sebeple, Selmân ve Habbâb: "Bu âyet, bizim hakkımızda nazil oldu.. Hz. Peygamber bizimle beraber oturuyor ve biz O'na, diz kapağımız diz kapağına temas edecek kadar yakın bulunuyorduk.. O, yanımızdan ayrılmak istediğinde, kalkıp gidiyordu.. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, "Sabah akşam Rablerine ... duâ edenlerle beraber candan sabret..." (Kehf, 28) âyeti indi.. Bundan sonra Hz. Peygamber, biz kendisinden ayrılıp gitmedikçe, o aramızdan kalkıp bizden ayrılmazdı.. "Ümmetimden bir toplulukla beraber kendimin de sabretmemi bana emretmeden, beni öldürmemiş olan Allah'a hamdolsun.. Hayatım da sizlerle beraberdir, ölümüm de..."[191] dedi. [192]
Peygamberlerin (a.s) masumiyetini ta'n ve tenkid eden kimseler, bu âyetle birkaç yönden istidlal etmişlerdir:
a) Hz. Peygamber (s.a.s) o mü'minleri kovmuş.. Halbuki, Allah, peygamberini böyle bir fiilden yani kovmaktan nehyetmiştir.. Binâenaleyh, bu kovma işi bir günah olmuş olur...
b) Allah Teâlâ, "O zaman, onları kovarsın, (ama) zalimlerden olursun" buyurmuştur. Halbuki, Hz. Peygamber'in onları kovduğu sabittir. Binâenaleyh, "O'nun zâlimlerden olduğu"nun söylenmesi gerekir.
c) Allah Teâlâ, Hz. Nuh'un, "Ben iman edenleri kovucu değilim..." <Hûd, 29) dediğini nakletmiştir. Daha sonra da, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, bütün güzel ameller hususunda, önceki peygamberlere uymasını emretmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "onlar, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy..." (En'âm, m» buyurmuştur. İşte bu yola ittibâ etmiş olması sebebiyle, Hz. Muhammed'in onları tardetmemesi, kovmaması gerekir. Binâenaleyh, Hz. Peygamber onları kovunca, bu fiil bir günah olmuş olur...
d) Yüce Allah, bu âyeti Kehf sûresinde de zikretmiş ve buna ilâvede bulunarak, "Dünya hayatinin zfnetini arzu ediyorsun da..." (Kem, 2B) buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, peygamberini bir başka âyetinde, dünya hayatının zinetine iltifat etmekten nehyederek, "Onlardan bir sınıfa, kendilerini fitneye düşürmemiz için (verdiğimiz ve) faidelendirdigimiz (bu) dünya hayatına ait ztnetlere ve debdebelere sakın iki gözünü dikme" (Tâhâ, 131) buyurmuştur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, Peygamberi dünya zinetine iltifat etmekten nehyedip, sonra da, o âyette (Kehf. 28) Peygamberin dünya hayatının zinetini istediğini zikredince, bunun bir günah olduğu anlaşılır.
e) O fakir mü'minlerin, bu hadiseden sonra Hz. Peygamber'in yanına girdikleri her seferinde, O'nun, "Babblmin, beni kendüeri sebebiyle azarlamış olduğu kimseler, sizlere merhaba!.." veya bu mânaya gelen birtakım sözler söylediği nakledilmiştir ki, bu da, bir günahın bulunduğuna delâlet eder.
Bunların birinci görüşüne şu şekilde cevap verebiliriz: Hz. Peygamber {s.a.s), o fakir kimseleri, kendilerini değersiz gördüğü ve onların fakirliklerinden kaçındığı için kovmamıştır.. Aksine, Kureyş'in ileri gelenlerinin gelip hazır bulunacakları vaktin dışında, onlarla oturup kalkmak için muayyen bir vakit belirlemiştir. Hz. Peygamber'in bu hareketinden maksadı, o Kureyş'in İslâm'a girmelerini temin etmek için nazik davranmaktır. Belki de Hz. Peygamber (s.a.s) (kendi kendine), "Bu fakir müslümanlar, kendilerine takınılan bu tavır sebebiyle, gerek dünya gerekse dinî hususta önemli bir şey kaybetmezler.. Halbuki bu kâfirler, İslâm 'a girme ve bu dini elde etme firsatını kaçırabilirler... Binâenaleyh, bu taraû tercih etinek daha münasip olur..." diyordu.. Bu konuda söylenebilecek en son şey şudur: Bu içtihad, hatâ olarak meydana gelmiş olan bir içtihâddır. Ancak ne var ki, içtihaddaki hatâ, affedilmiştir.
Onların ikinci olarak öne sürmüş oldukları, "O'nun, o müslüman fakirleri kovması, O'nun zalimlerden olmasını gerektirir..." şeklindeki görüşlerine ise şu şekilde cevap verebiliriz: Zulüm, bir şeyin kendi mahalline konulmamasından ibarettir.. Buna göre mâna, "O fakir ve zayıf müslümanlar, Hz. Peygamber (s.a.s) tarafından büyük bir saygı görüyorlardı. Binâenaleyh, Hz. Peygamber onları o meclisten kovunca, bu bir "zulüm" olmuş olur.. Ancak ne var ki bu, vacip olanı terketme kabilinden değil, evlâ ve efdal olanı terketme kabifindendir" şeklinde olur.
Diğer görüşlerine verilecek olan cevap da aynıdır. Çünkü, biz bütün bunları evlâ, efdâl, daha mükemmel ve daha uygun olanı yapmama mânasına hamlediyoruz.. Allah en iyi bilendir. [193]
İbn Amir, kelimesini vâv ve gayn harfinin dammesiyle olmak üzere şeklinde okumuştur ki, Kehf süresindeki {Ayet. 28) kelime de aynen böyle okunur. Diğer kıraat imamları ise, elif ve gayn harfinin fethasıyla şeklinde okumuşlardır. Ebu Ali I-Farisî şöyle demiştir: İbn Âmirin dışında kalan diğer kıraat imamlarının âioAJb seklindeki okuyuşlarının izahı şöyledir: Çünkü bu kelime nekire olarak kullanılır. Binâenaleyh, bu kelimenin başına harf-i tarif getirmek suretiyle onu marife, belirli yapmak mümkündür. Ama, kelimesi (harf-i tarifsiz olarak) mahfedir. Çünkü bu kelime, alem (özel isim) olarak kullanılan bir kelimedir. Bu böyle olunca, diğer marife kelimelere harf-i tarif getirmek nasıl imkânsız ise, bu kelimenin başına da harf-i tarif getirmenin imkânsız olması gerekir.. Bu kelimenin mushafta vâv ile yazılmış olması, onların görüşlerine delâlet etmez.. Baksana onlar, elifli olmasına rağmen, kelimesini vâv harfiyle yazmışlardır. İşte burada da böyledir.
Slbeveyh de şöyle demektedir: " kelimelerinden her biri, cinse alem olmuş kelimelerdir. Nitekim Araplar, kelimesini, akreb cinsine alem kabul etmişlerdir." Sfbeveyh sözüne devamla şöyle demektedir: "Yunus, Ebû Amr'ın, "Sen, marife olduğunu kastederek, "Günlerden bir gün, sabah veya erkenden onunla karşılaştım..." dediğinde bu kelimeler tenvîn almaz..." dediğini iddia etmiştir. Bütün bunlar, âmmenin kıraatini takviye etmektedir."
İbn Âmirin kıraatinin izahına gelince, Sîbeveyh, Halil'in şöyle dediğini iddia etmiştir "Bugün erkenden ve sabahleyin sana geldim.." deyip de, bu iki kelimeyi "kuşluk vakti..." mânasına gelen, kelimesi gibi kabul etmek caizdir." Allah en iyi bilendir. [194]
"Sabah akşam Eabletine dua ederler.. ' buyruğu hakkında şu iki açıklama yapılmıştır: Birinci Görüş: Bu cümlenin başında geçen "duâ" kelimesinin mânası, "namaz" olup, yani "Onlar, farz
namazlarını kılmak suretiyle Rablerine ibâdet ediyorlar.." demektir. Bu namazlar, sabah ve ikindi namazlarıdır.. Bu, İbn Abbas, Hasan el-Bari ve Mücâhidin görüşüdür. Buradaki kelimeleriyle, gündüzün iki ucunun kastedildiği de söylenmiştir. Buna göre Altah bu iki ucu, onların beş vakit namazlarını kıldıklarına dikkat çekmek için zikretmiştir.
İkinci Görüş: Bu ifâdenin başındaki "duâ" kelimesiyle "zikir" murad edilmiştir. İbrahim, "buradaki duanın, zikir mânasına geldiğini, âyetin mânasının ise, "onlar, Rablerini gündüzün iki ucunda zikrediyorlar" şeklinde olduğunu" söylemiştir. [195]
Mücessime, Allah'a uzuvlar nisbet etme hususunda, "O'nun "vech"lnt dilerler" ifadesiyle, meselâ, "... Rabbtnin ' 'vech' 7 baki kalacaktır..'' (Rahmin, 27) âyetinde olduğu gibi, bu kabîl diğer âyetlere tutunmuşlardır.
Buna şöyfe cevap verilir: Cenâb-ı Hakk'ir,, 'De ki: "O, Allandır, bir tekdir" (Mas, d buyruğu, tam bir tekliği (vahdâniyyet) gerektirir. Bu ise, cüz ve uzuvlardan meydana gelmiş olmaya aykırıdır. Böylece, âyetteki (Enam,52;Rahman.27)lafızların tevil edilmesi kaçınılmaz olur. Bu tevîl de iki bakımdan yapılır:
a)
"Onun "vech"inİ
dilerler" buyruğunun mânast,
"Onu istiyorlar..."
şeklindedir. Ancak ne var ki onlar, tazîm ve saygı ifâde etmek için
"vech" (yüz) kelimesini zikretmektedirler. Nitekim, bu mânada olmak
üzere "Bu, bu görüşün "vech"idir (en güzel izah şeklidir)"
ve "bu, delilin "vech"idir (en güzel izah biçimidir)"
denilmektedir.
b) Bir zâtı, bir kimseyi seven, onun yüzünü görmek ister. Binâenaleyh, yüzü görmek, sevginin ayrılmaz hususiyetlerindendir. İşte bu sebepten dolayı, "vech' (yüz) kelimesi, sevgi ve hoşnutluğu elde etmek gibi mânalardan kinaye yapılmıştır. Bu husustaki açıklamaların tamamı ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Meşrık da Allah'ındır, mağrib de.. Onun için nereye döner, yönelirseniz Allah'ın "vech"i oradadır" (Bakara, 115) âyetinde geçmişti.
Daha sonra yüce Allah, "OrrfaHn hesabından hiçbir şey sanar senin hesabından hiçbir şey de onlara ait değildir" buyurmuştur. Alimler âsaıâlrîr lerindeki zamirlerin kimlere ait olduğu hususunda birkaç görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:
Birinci Görüş: Bu zamirler, müşriklere râcidir.. Buna göre mâna şöyle olur: "Müşriklerin hesabından hiçbir şey sana, senin hesabından hiçbir şey de müşriklere ait değildir. Kullarını istediği ve dilediği biçimde yöneten, tedbir eden ancak Allah Teâlâ'dır." Bu sözden kastedilen gaye ise şudur: Belki İslâm'a girerler de, böylece küfrün cezasından kurtulurlar ümidiyle, Hz. Peygamber, bu kâfirlerin bu teklifini kabul ediyordu.. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber'e, "Onların küfürden sakınıp sakınmamaları şartını koşma... Zira, hidâyete ileten ve yöneten, tedbir-t umur eden, ancak Hak Teâlâ'dır" demiştir.
İkinci Görüş: (Bunun mânası şöyledir:) "Onların rızkının hesabından hiçbir şey sana ait değil ki, onlardan bıkasın ve onları kendinden uzaklaştırasın. Yine senin rızkının hesabı da onların üstüne değildir. Onlara ve sana rızık veren ancak Allah Teâlâ'dır. Binâenaleyh onları çağır, yanına gelsinler ve onları kovma."
Bil ki bu, Nuh (a.s)'un kıssasına benzeyen bir kıssadır. Hani kavmi O'na, "Arkana hep bayağı kimseler düşmüşken, biz sana imân eder miyiz?" {Suara, m) demişlerdi de, Nuh (a.s) onlara, "Benim, onların neler yapmakta oldukları hususunda bir bilgim yok. Önlarm hesabı ancak Habbime aittir. Eğer ince düşünürseniz..." (Suara, 112-113) diye cevap vermişti. Onlar, "Bayağı kimseler" ifâdesi ile, değersiz sanatlarla ve işlerle uğraşan kimseleri kastetmişlerdir. Bu âyette de böyledir. Âyetteki (i-*-5^* "O zaman on/an kovarsın.." kelimesi, nefyin (menfi cümlenin) cevabıdır ve mânası, "onların hesabından hiç bir şey sana ait değil ki onları kovasın. Senin üzerinde onların hesabı yok ki, bu hesapdan dolayı onları kovasın"şeklindedîr.
Âyetteki 'Zâlimlerden olursun" cümlesinin netice olmak üzere, "o zaman onları kovarsın" sözü üzerine atfedilmesi caizdir. Çünkü onun zalim olması, o kimseleri kovması sebebi ile olacaktır.
"Zalimlerden olursun" ifâdesi ile ilgili iki görüş vardır:
1) Bu, "o kovma sebebi ile, kendisine zulmeden kimselerden olursun" mânasındadır.
2) Bu, "O kimselere zulmedenlerden olursun" mânasındadır. Çünkü onlar daha çok yakınlığı ve dostluğu hakettikleri için onları kovmak, onlara bir zulüm olur. Allah en iyi bilendir. [196]
"Biz onlardan kimini km ile, (sırf) "Allah aramızda bunlara mı lütfunu lâyık Sördü!" desinler diye, İşte böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri daha iyi bilen değil mi?" (En'am, 53).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [197]
Bil ki Allah Teâlâ bu âyette, herkesin arkadaşı ile (bir başkası ile) imtihan olunduğunu beyan buyurmuştur. Binâenaleyh bu zengin kâfir reisler, fakir sahabîlerin kendilerinden önce İslâm'a girip, imanı kabulde yarışmalarına hased ederek: "Eğer biz İslâm'a girecek olsak, o fakir sahabîlere uyduğumuzu ve onlardan daha aşağı derecede olduğumuzu kabul etmemiz gerekir" dediler. Binâenaleyh bu onlara çok ağır geliyordu. Bunun bir benzeri de, "Bizim aramızda vahiy o (Muhammed'e) mi verildi?.." (Kamer, 25) ve "Eğer o bir hayır olsaydı onlar bizi geçip ona erişemezlerdi" i, ıi) âyetleridir.
Fakir sahabîler o kâfirleri rahatlık, sevinç, güzellik, bolluk ve genişlik içinde görüyor ve şöyle diyorlardı: "Biz bu şiddet, darlık ve rızık azlığı içinde yüzerken, nasıl onlar için bu durumlar oluyor?"
İşte bunun üzerine Cenâb-ı Allah, "Biz onlardan kimi ile... işte böyle İmtihan ettik" buyurmuştur. Böylece iki gruptan biri, diğerini, dinî makam itibariyle kendinden ileri; öbür fırka ise, evvelkisini dünyevî makam itibariyle kendinden ileri görüyor ve böylece onlar, "Allah'ın bize üstün kıldığı bu mudur?" diyorlardı.. Ama, işin aslını bilenler ise, Allah Teâlâ'nın yaptığı her şeyin, hak, doğru, hikmetli ve gerçek olduğunu; bu hususta O'na itiraz edilemeyeceğini bilirler.
Bunlar bu hükmü, ya mâlikiyye[198] hükmüne göre verirler ki, bu bizim âlimlerimizin görüşüdür; veyahut da, maslahat bakımından bunun böyle olduğunu kabul ederler ki, bu da Mu'tezİle'nin görüşüne göredir. Böylece onlar, musibetler geldiği zaman sabreden, nimetler ve ihsanlar vaktinde de şükreden kimseler olurlar... İşte bunlar, Hak Teâlâ'nın haklarında, "Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil mldtr?" buyurduğu kimselerdir. [199]
Alimlerimiz bu âyetle, fiillerin yaratılması meselesinde, şu iki bakımdan istidlal etmişlerdir:
a) Hak Teâlâ'nın, "Biz onlardan kimini kimi ile... işte böyle imtihan ettik" buyruğu, o imtihan edilmenin, Allah tarafından olduğu hususunda açık bir ifâdedir. Halbuki bu imtihandan murad, onların, Allah Teâlâ'nın o fakirleri din konusunda önder kılması hususunda O'na itiraz etmeden başka bir şey değildir. Halbuki, Allah'a itiraz etmek küfürdür. Bu da, Allah Teâlâ'nın küfrün yaratıcısı olduğuna delâlet eder.
b) Cenâb-ı Allah, onların "Allah, aramızda bunları mı lüttuna lâyık gördü?" dediklerini nakletmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah onlara lütfetti" ifâdesinden murad, O'nun onlara, kendisine iman etmelerini ve Resulüne tâbi olmalarını Iutfetmesidir. İşte bu da, bütün bunların Allah tarafından olduğuna delâlet etmektedir. Zira, bu imanı yaratan, kul olsaydı, ona bu imanı lütfeden Allah olamazdı.. Aksine kulun kendisi, bu imanı kendisine lütfetmiş olurdu.. Binâenaleyh bu âyet, işte bu iki bakımdan, bu meselede bizim görüşümüzün delili olmuş olur.
Cübbâf buna şu şekilde cevap vermiştir: "Teklifte imtihan etmek, sıkıntılara katlanmayı gerektiren bir şeydir... (Buna göre âyetin mânası şöyle olur): "Biz bunu ancak, "Bunlar mı?" desinler diye yaptık." Yani, "Onların bir kısmı diğer bir kısmına, inkâr mahiyetinde değil, bir soru olarak, "Allah aramızda, bunları mı iman lütfuna lâyık gördü?" demeleri için..." demektir.."
Kâ'bî de, bizim bu görüşe karşı şöyle diyerek cevap vermiştir: "Onlar sabretsinler veya şükretsinler diye, "Biz onlardan kimini kimi ile... işte böyle imtihan ettik" ... Böylece onların işlerinin neticesi, "Allah aramızda bunlara mı lütfunu layıkgördü?" demeleri olmuştur... Bu tıpkı, "Bunun üzerine Firavunun adamları onu yitik olarak aldılar ki o, neticede kendileri için bir düşman ve bir tasa olsun..." (Kasas. a) âyeti gibidir..
Bu her iki izaha da şu şekilde cevap verebiliriz: Bu, delil bulunmaksızın, âyetin zahirini terketmektir. Özellikle de aklî delil, âyetin zahirinin doğruluğuna delâlet etmektedir.. Bu böyledir, zira bu halleri görüp müşahede etmek gurur ve kibri gerektirip, gurur ve kibir ise, âsî olmayı ve küfürde ısrar etmeyi icap ettirince; bütün bunları gerektiren, icap ettiren de mucip, gerektirici olunca... işte o zaman ilzam gerekmiş olur. Allah en iyi bilendir. [200]
Onların birbirleriyle imtihan edilmiş olmalarının keyfiyyeti hakkında şu izahlar yapılmıştır:
a) Zenginlik ve fakirlik, Nuh (a.s) kıssasında da bahsettiğimiz gibi, bu imtihanın meydana gelmesine sebep olmuşlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Salih (a.s)'in kavminin kıssasıyla alâkalı olarak, "o kibirlenen kimseler, kendilerince hor görülenlere: "Biz, doğrusu o sizin iman ettiğinizi inkâr ederek kâfir olanlarız" dedi.." (Arif, 76) buyurmuştur.
b) Soylu olanın, daha aşağı makamda olanla imtihan edilmesi...
c) Zekî olan kimsenin aptal kimse ile imtihan edilmesi..
Netice olarak diyebiliriz ki, kemâl sıfatlan farklı farklıdır.. Bunların hepsi, tek bir insanda asla bir araya gelmezler.. Aksine bunlar, mahlûklara taksim edilmiştir. Kemâl sıfatları, zAtlan gereği sevilirler; binâenaleyh herkes, Allah'ın kendisine vermiş olduğu kemal sıfatlarından dolayı başkasına hased eder..
Ama, kaza ve kader hususunda Allah'ın sırrını iyice kavrayan kimseler ise, kendisinin kısmetine razı olur, başkalarına sataşmaktan geri durur ve dünya ve âhirette güzelce yaşar... Allah en iyi bilir. [201]
Hişâm İbnu'l-Hakem şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ, cüz'iyyâtı ancak, onlar meydana gelirken uilir..." demiş ve
o, bu âyetle istidlal etmiştir. Çünkü ona göre, "fitne..." (iftinân) kelimesi, denemek ve imtihan etmek demektir. Bu ise, ancak bilgi etde etmek için doğru olur.. Bunun cevabı defalarca geçmiştir... [202]
"Âyetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman de ki: 'Selam sizlere.. Rabbfntz kendi üzerine (şu) rahmeti yazdı: İçinizden kim bilmeyerek bir fenalık yapıp da sonra arkasından tevbe etmiş ve durumunu düzeltmiş ise, şüphesiz ki O, çok mağfiret eden, çok merhametli olandır" (En'âm. 54).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [203]
Alimler, "Âyetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman... "buyruğu hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazı âlimler bu ifâdenin, sıfatı böyle olan herkes hakkında mutlak bir ifâde olduğunu söylerlerken, diğer bazıları da, aksine bunun, müşriklerin Hz. Peygamber (s.a.s)'den, kendisini kovup uzaklaştırmasını istediği "Ehl-i Suffe" hakkında nazil olduğunu, işte böylece de, Allah'ın onlara bu şekilde ikramda bulunduğunu söylemişlerdir.. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.s)'i, ilk önce onları kovmaktan nehyetmiş, sonra da O'na, onlara bu şekilde izzet ve ikramda bulunmasını emir buyurmuştur. İklime şöyle demektedir: "Hz. Peygamber (s.a.s}, onları gördüğü zaman, önce onlara selâm vererek şöyle derdi: "Ümmetim içinde, bana, kendilerine Önce selâm vermemi emrettiği kimseleri yaratan Allah'a hamdolsun.."
İbn Abbas (r.a)'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Ömer, sözünden dolayı özür beyan edip, bundan Ötürü affını dileyerek Hz. Peygamber'e, "Bununla sadece hayır ve iyilik dilemiştim." dediğinde, işte bu âyet nazil oldu.."
Bazı âlimler de şöyle demektedirler: Aksine bu âyet, öne günahlar işleyip, sonra da Allah'ın Resulüne gelerek pişmanlık ve üzüntülerini izhâr eden bir topluluk hakkında nazil olmuştur.. İşte, bu âyet bu kimseler hakkında nazil olmuştur..
Bu görüşlerden doğruya en yaktn olanı, âyetin umûmî mânasına hamledilmesidir.. Buna göre, Allah'a iman eden herkes, buradaki şereflendirmenin hükmüne dahil olur... [204]
Burada benim bir müşkilim vardır ki, o da şudur: Alimler, bu sûrenin bir defada nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Durum böyle olunca, daha nasıl, bu sûrenin âyetlerinden her biri hakkında, "Bu âyetin sebeb-i nüzulü, bizatihi falanca şeydir..." denilebilir?[205]
"Âyetlerimize iman edenler sana geldtkleri zaman..." buyruğu, yüce ve âlî birtakım sırlar ihtiva etmektedir.
Çünkü, Allah'ın dışında kalan her şey, Allah'ın varttğının O'nun celâl, kerem ve kibriyâ (azamet) sıfatlarıyla, O'nun vahdâniyyetinin delilleridir.
Allah'ın dışındaki varlıklar, nihayetsizdir.. Nihayeti olmayan şeye ise, aklın ayrıntılı ve mükemmel bir biçimde vakıf olması imkânsızdır. Mümkün olan, ancak aklın, âyetlerin ve delillerin bir kısmına muttali olup, o delillerin bilgisi vasıtasıyla Allah'ı bilmeye yönelmesi, sonra da geriye kalanlara icmali (toplu) şekilde iman etmesidir.. Daha sonra bu kimse, hayatı boyunca, bu ıssız çölde seyahat eden ve bu umman içinde yüzen kimse gibi olur. Bunun bir sınırı olmayınca, tıpkı bunun gibi, kulun o âyetlerin ve delillerin basamaklarında terakki edip yükselmesinin de sının yoktur.. Bu, tafsilatı anlatılamıyan genel ve özlü bir giriştir... Sonra kul, bu sıfatlarla muttasıl olduğunda, o vakit Cenâb-ı Hak Hz. Muhammed (s.a.s)'e, onlara "selam sizlere" demesini emreder.. Böylece selam verme işi, kurtuluşun meydana geldiğinin; Hak Teâlâ'nın Rabbiniz kendi üzerine (şu) rahmeti yazdı..." buyruğu, o emin oluşun peşinden, O'nun rahmetinin tahakkuk ettiğinin müjdeleri olmuş olur..
"Selam ve selâmet, kurtuluş, emin olmak" ifâdesine gelince, bu zulmetler âleminin denizinden, maddî âlemler merkezinden, belâlar ve muhalefetler, karşı gelmeler kaynağından, tağyir ve tebdiller yerinden kurtulup emin olmak anlamına gelir.. Kerametler (ikramlar) ise, salih-bâkî amellere, mahzâ mukaddes ve yüce olan şeylere, nurlar âleminin dünyasına ulaşmak ve celal duvarlarının basamaklarına yükselmekle olur.. [206]
Zeccâc, Müberred'den
şunu nakletmiştir: kelimesi Arapça'da şu dört manaya gelir:
a) Dua manasına.. tabiri bu manayadır..
b) Kelime, Allah'ın isimlerinden bir isimdir. kelimesinde olduğu gibi...
c) Büyük bir ağacın adı olmak.. Öyle zannediyorum ki bu ağaç, bu adı afetlerden emin olduğu için almıştır..
d) Çok sert bir taşın adı.. Bu taş da, bu adı yumuşaklıktan emin olduğu için almıştır..."
Sonra Zeccâc şunu söylemiştir: " "Selam sizlere" buyruğundaki "Selam" kelimesinin şu iki manaya gelmesi muhtemeldir:
1) Bunun, ve (salıvermek, bırakmak) masdarlarında olduğu gibi, bir masdar olmasıdır. Buna göre, ifadesinin manası, "Ona, dini ve canı hakkında, bela ve musibetlerden emin olması için dua ettim..." şeklindedir. Buna göre "selâm", "teslim" (emin kılmak, salim kılmak) manasındadır.
2) "Selam" kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Buna göre senin, sözünün manası, "Esenlik sizin üzerinize otsun" şeklindedir..."
Ebu Bekr İbnu'i-Enbari şöyle demektedir: "Bir topluluk, kelimesinin 'Allah'ı ifade ettiğini söylemişlerdir. Buna göre tabirinin manası, "Allah sizi hep korur gözetir; korusun gözetsin" manasında olmak üzere fö& Âît< "Allah üzerin izdedir" demektir. Bu görüş, "selam" lafzı, buyruğunda nekire olarak getirildiği için, bu âyet hakkında söylenilmesi uzak olan bir görüştür. Ama bu kelime şeklinde gelseydi, o zaman bu izah doğru olurdu...
Ben derim ki ifâdesi hakkında, ben doyurucu ve mükemmel bölümler yazmıştım.. Ayrıca bu hususu, Tevbe sûresinde de açıklamıştım.. Bunu açıklamanın yeri burası değildir... Bu meselenin ele alındığı yere geldiğim zaman, bu konu daha mükemmel olacaktır.. Allah en iyi bilendir. [207]
Rabbiniz kendi üzerine (şu) rahmeti yazdı" buyruğu hakkında birkaç mesele vardır: [208]
Arapların "Falancanın üzerine yazıldı, farz kılındı" tabiri, vacip kılmayı ifâde eder. harf -i cerri
de aynı mânayı ifâde eder. Binâenaleyh, bu ikisinin toplamı, vacip kılmada çok ileri bir dereceyi gösterir. Binâenaleyh bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, vücûbiyyet üzere, kullarına merhametli ve onlara merhametli olmasını gerektirir.
Alimler, bu vücûbiyyetin sebebi hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bizim âlimlerimiz, "Allah'ın kulları hakkında dilediği ve istediği biçimde tasarrufta bulunma yetkisi vardır.. Ancak ne var ki O, bir lütuf ve kerem olsun diye, merhamet etmeyi kendisine vacip kılmıştır" demişlerdir.
Mutezile ise şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hak, kötü olan şeylerin kötülüklerini bilip, kendisinin de bu kötülüklerden müstağni (uzak) olduğunu anlayınca, bu, onu bu kötülükleri yapmaktan men eder.. Eğer o bunu yapsaydı, bu bir zulüm olurdu.. Zulüm ise, kabîh (çirkin) bir şeydir. AHah'dan kabîh olan şeylerin sâdır olması ise imkânsızdır." Bu mesele kelâm ilminde son derece önemli olan açık meselelerden birisidir. [209]
Bu âyet, Allah Teâlâ'nın "zâf'ına "nefs" adının verilmesinin imkânsız olmadığına delâlet etmektedir. Nitekim "Benim içimde olan şeyi sen bilirsin. Ben İse, senin nefsinde olanı bilmem" (Mâide. 116) âyeti de buna delâlet etmektedir. O halde bu âyetlerde geçen "nefs" kelimesi, "zât" ve "hakikat" mânastndadır. Ama, madde ve kandan mürekkep olan şey mânasında "nefs"e gelince, Allah böyle olmaktan münezzehtir, yücedir. Zira Allah cisim olsaydı, "mürekkep" bir varlık olurdu. Halbuki "mürekkep" olan varlık, "mümkin" varlıktır. Hem, Allah tekdir. Tek olan, "mürekkep" olmaz.. Mürekkep olmayan da, cisim olmaz. Hem Allah "müstağnî"dir (hiçbir şeye muhtaç olmayandır); "müstağni" olan ise, mürekkep olmaz. Mürekkep olmayan ise cisim olmaz..
Yine cisimler mahiyetlerinin tamamında, birbirlerine benzerler.. Binâenaleyh, Allah bir cisim olsaydı, O'nun bir benzeri olurdu. Bu ise yanlış ve asılsızdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "O'nun benzeri gibisi yoktur" (şûra. nj buyurmuştur.
Aklî delillere gelince, bunlar pek çok olup, açık, kuvvetli ve aşikârdırlar... İşte bunlardan ötürü Allah'a hamdolsun. [210]
Mutezile şöyle demektedir: "Rabbinlz kendi üzerine (şu) rahmeti yazdı' buyruğu, "Allah Teâlâ'nın, kâfirde küfrü
yarattığının, sonra da ona devamlı olarak azap edeceğinin söylenmesine; yine "Allah Teâlâ'nın, kâfiri imandan men edip, sonra da onu iman etmekten men ettiği halde, ona iman etmesini emrederek, ona, iman etmediği için azap edeceğinin" söylenmesine ters düşer." Mutezile nin bu görüşüne âlimlerimiz şu şekilde cevap vermişlerdir: "Allah Teâlâ zarar ve fayda veren, dirilten ve öldürendir. Binâenaleyh O, hem bu derece ileri merhamet sahibi, hem de bu derece celal ve hakimiyet sahibidir. Bu sebeple, bu iki durum arasında herhangi bir aykırılık yoktur." [211]
Bazı âlimler şöyle derler: "Allah Teâlâ peygamberine, o mü'minlere "selam sizlere... Rabbinİz kendi üzerine şu
rahmeti yazdı..." demesini emredince, bu ifâde, Allah'ın sözü olmuş olur. Bu da, Hak Teâlâ'nın, onlara daha dünyada iken "Selam sizlere... Rabbiniz kendi üzerine (şu) rahmeti yazdı..." dediğine delâlet eder.
Sözün özü şudur: Allah Teâlâ bazı insanlara, ölümlerinden sonra, "Rahim Rab(lerindenr onlara) sözlü olarak bir "selâm" (Yasin, sat diyeceğini vaadetmiştir. Sonra birtakım kimseler, ömürlerini Allah'a kulluk yolunda tüketmişler, böylece de sanki daha dünyada iken Kıyamet âlemine geçmişlerdir. Hiç şüphesiz bunlar ölümlerinden sonra olmak üzere vaadedilen o "selam", daha onlar dünyada iken oluvermiştir."
Bazı âlimlerde, "Hayır, bu Allah'ın kendi buyruğu değil, Hz. Peygamber(s.a.s)'in o mü'minlere söyleyeceği sözü ve ifadesidir" demişlerdir. Her iki mânaya göre de, bu selamlayış, yüce bir mertebeyi ifâde eder. [212]
Sonra Hak Teâlâ,"İçinizden kim bilmeyerek bir fenalık yapıp da sonra arkasından tevbe etmiş ve kendini düzeltmiş ise..." buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: [213]
Bil ki bu ifâde, küfürden (inkârdan) tevbe etmeyi içine almaz. Çünkü bu söz, Hak Teâlâ'nın, "Âyetlerimize iman
edenler sana geldiği zaman..." ifâdesi ile anlattığı kimseler için bir hitaptır. Binâenaleyh bu tevbeden muradın, müslüman kimsenin günahlarından ötürü yapacağı tevbe olduğu sabit olur. Âyetteki, "bilmeyerek" kaydı ile, "hatâen ve yanlışlıkla" mânası kastedilmemiştir. Çünkü hata ve yanlışlık için tevbeye gerek yoktur. Aksine bu ifâdeden murad, arzu ve hevesler yüzünden işlediğin günahlarındır. Binâenaleyh bu âyetle kastedilen müslüman bir kimsenin, günah okluğunu bile bile bir günaha yeltenip. onu işlemesi, sonra da bundan gerçek mânada tevbe etmesi ve Allah Teâlâ'nın onun tevbesini kabul etmesinin açıklanmasıdır. [214]
Nâfî, ifadesindeki, ol edatının hemzesini fetha, ifadesindekini de kesre ile şeklinde zn'dekıFırUıKnaaere Gön izahlar okumuştur. Asım ve İbn Amir, her ikisini de fetha ile, diğer kıraat imamları ise her ikisini de kesre ile okumuşlardır. Ayetteki birinci edatının hemzesinin fetha okunması, bunun, kendinden önce geçen "rahmet" kelimesinin tefsiri (izahı) olmasından ötürüdür. Buna göre sanki, "Rabbiniz kendi üzerinde, "içinizden kim bilmeyerek bir fenaltk yapar da.." diye yazdı" denilmektedir. İkinci ^ edatının hemzesinin fetha okunması ise, bunun birinciden bedel kılınmasından ötürüdür. Bu tıpkı "O sfze, "öldüğünüz ve bir toprak, bir kemik olduğunuz vpkit, mutlaka çıkarılacaksınız" diye mi vaadediyor" (şeytan) üzerine şu (hü/cüny yazıimişnr "K/m onu dost edinirse, şüphesiz o şeytan, onu saptırır" (Hacc. 4) ve "Hala şu hakfkafi anlamadılar mı? Kim Allah'a ve Resu/iine karşı yan çizerse, ona, içinde ebedi kalıcı olmak üzere, cehennem ateşi vardır" rrevt, ea) âyetlerinde olduğu gibidir.
Ebû Ali el-Fârisî şöyle demiştir: "Birincisini fethalı okuyanlar, onu "rahmet" kelimesinden bedel yapmışlardır. İkincisini fetha okuyanlar ise, ya ona, kendisini geçmiş bir haber takdir etmişlerdir; buna göre takdir, şeklindedir. Bu, "onun için, Allah'ın mağfireti ve rahmeti vardır" mânasındadır. Yahut da, bu ifâdenin haber olacağı bir mübteda takdir etmişlerdir ve bu takdir, "Onun işi, Allah'ın ona mağfiret ve rahmet etmesidir" şeklinde olur. Her iki hemzeyi kesreli olarak okuyuşun sebebi ise şudur: "Cenâb-ı Allah, "Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı" buyurunca, bu söz böylece bitti. Daha sonra yeni bir cümleye başlayıp, "İçinizden kim bilmeyerek bir fenalık yapıp da sonra arkasından tevbe etmiş ve kendini düzeltmiş İse, şüphesiz ki O, (Allah) çok mağfiret eden, merhametli olandır" buyurmuştur. Böylece şart cümlesinin cevabının başına "fâ" gelmiş oldu. Bu ikinci hemze kesreli kılınmıştır, çünkü bu tf mübteda-haber cümlesinin başına gelmiştir. Sanki sen bununla "O (Allah), gafur ve rahimdir" demiş oldun. Fakat bu sözün başında Öl edatını getirmek dahate'kidlidir." İşte bu ZeccAc'ın görüşüdür.
Nâff birincisini fetha, ikincisini de kesre ile okumuştur. Çünkü birincisini "rahmet" kelimesinden bedel, ikincisini de "müste'nef" bir cümle kılmıştır. Allah en iyi bilendir. [215]
Hak Teâlâ, "İçinizden kim bilmeyerek bir fenalık yapıp da.." buyurmuştur. Hasan el-Basrî: "Günah isteyen herkes cahil (bilmeyen) kimsedir" demiştir. Alimler bu "cahillik" (bilmeme) hususunda ihtilaf etmişlerdir. Denilmiştir ki:"Günah işleyen, kaçırdığı mükafaatın ve hakettiği cezanın miktarını bilemez." Yine denilmiştir ki: "0, her ne kadar bu fiilin neticesinin kötü olduğunu bilse bile, dünyevî lezzeti, âhıretin birçok hayrına tercih etmiştir. Azı çoğa tercih eden kimseye ise, örfen "câhil" denir." Velhasıl şunu deriz: O insan, her ne kadar câhil değil ise de, câhillere yakışan bir iş yapınca, ona "câhil" denilmiştir.
Bu âyetin, bir zarar olacağını bilmeksizin bu mucizeyi isteyen kimselerin mutlaka kâfir olacaklarını söylediği zaman Hz. Ömer (r.a) hakkında nazil olduğu ileri sürülmüştür.
Bu âyetin bir benzeri de "Allah indinde (makbul) tevbe, kötülüğü ancak cahillik sebebi ile yapacakların...tevbestdir" (nisa. 17) âyetidir. [216]
Ayetteki "Sonra arkasından tevbe etmiş ve kendini düzeltmiş ise.,." buyruğundaki "tevbe etmiş" ifâdesi, "bu kimsenin geçmişte yaptığı günahlardan dolayı pişmanlık duyması" manasına; "düzelmiş" lafzı da, o kimsenin bundan sonra yapacağı sâlih amellerine bir işarettir.
Daha sonra Cenâb-ı Allah "Şüphesiz ki O (Allah), çok mağfiret eden, çok merhametli olandır" buyurmuştur. Binâenaleyh Allah, ikâbı (cezayı) silmesi sebebiyle "gafur", rahmette son nokta olan mükâfaat vermesi sebebi ile de "rahînV'dir. Allah en iyi bilendir. [217]
İşte bu şekilde, mücrimlerin yolu sana iyice belli olsun dtyer âyetleri açıklıyoruz" (En'am. 55).
Bu cümleden maksad şudur: "Biz sana bu sûrede, tevhid, nübüvvet, kaza ve kaderin doğruluğu hususundaki delillerimizi serdettiğimiz gibi, aynı şekilde ehl-i bâtılın inkâr ettiği her hakkı isbat hususunda da delil ve hüccetlerimizi sana tafsilatlı olarak anlatıp, hakkı bâtıldan ayırıyoruz."
Âyetteki, 'mücrimlerin yolu sana iyice belli olsun" ifâdesi, mâna bakımından bir atıf olup, sanki "hak ortaya çıksın ve mücrimlerin yolu iyice belti olsun" denilmektedir. Birinci kısım, sözden anlaşıldığı için, hazfedilmesi güzel ve yerinde olmuştur.
Kıraat imamları âyetteki j£&~» kelimesinin okunuşunda ihtilâf etmişlerdir: Nafî bu fiili tâ ile '&£-& şeklinde, "sebil" kelimesini de mansûp olarak (fetha ile) okumuştur. Bu, "Ey Muhammed sen, mücrimlerin yolunu iyice belli edip ortaya kovasın" mânasındadır.
Hamza, Kisâî ve Âsım'ın râvisi Ebû Bekr, bu fiili ya ile, "sebil" kelimesini de merfü olarak okumuşlardır. Diğer kıraat imamları, "sebil" kelimesini müennes kabul ederek fiili tâ ile, "sebil" kelimesini de merfû (fail) olarak okumuşlardır. Hicazlılar. "sebil" kelimesini müennes, BenîTemîm Kabilesi ise müzekker sayarlar. Kur'ân-ı Kerim her İkisine göre de nazil olmuştur. Meselâ: "Hak Teâlâ, '(Onlar), doğru yolu görseler bile, onu (kendilerine) bir yol edinmezlerdi" (Aprâf, 146) ve "(Onlar), Allah'ın yolundan alıkorlar ve onu eğriliğe çevirmek isterler" (ibrahim. 3) buyurmuş, (birincisinde "sebil" kelimesini müzekker, ikincisinde müennes olarak getirmiştir). [218]
İmdi eğer, "Cenâb-ı Hak niçin, "Mücrimlerin yolu iyice belli olsun" diyerek, mücrimlerin yolundan bahsetmiş de, mü'minlerin yolundan bahsetmemiştir?" denilir ise, biz deriz ki: "Bu iki kısımdan birinin zikredilişi, diğerine delâlet eder. Nitekim, "Sizi sıcaktan koruyacak libaslar... " (Naw, ei) ifâdesinde, (elbiselerin) "soğuktan" kelimesi zikredilmemiştir. Yine iki zıd şey, aralarında bir ilgi olmayacak bir şekilde bulunup, her ne zaman birinin özelliği ortaya çıkarsa, diğerinin özelliği de oraya çıkar. Hak ile bâtıl arasında da bir ilgi yoktur. Binâenaleyh mücrimlerin yolu iyice belli olunca, hak ehlinin yolu da iyice belli olur. [219]
"De ki "Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmam bana yasak edildi." De ki: "Ben sizin hevâ-ü heveslerinize asla uymam. O takdirde ben muhakkak sapmış ve doğm yola erenlerden olmamış olurum." De ki: "Şüphesiz ben Rabbimden apaçık bir hüccet üstündeyim. Siz ise onu yalan saydınız. Sizin çarçabuk (gelmesini) istediğiniz (azap), benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah'a âtttfr. O hakkı haber verir ve O, ayırdedenlerin en hayırhsıdır" (En'âm, 56-57).
Bil ki Allah Teâlâ, geçen âyetlerde, hakkı ortaya koymak ve mücrimlerin (günahkârların) yolunu iyice belli etmek için âyetlerini açıkladığına delâlet eden şeyleri zikredince, bu âyette de, o günahkârların yollarına girmeyi yasaklamış, "De ki: "Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmam bana yasak edildi" buyurmuş ve onların o taptıkları şeylere, hüccet ve delil yolu ile değil, ancak sırf hevâ-ü heves ve taklidden dolayr ibâdet ettiklerini açıklamıştır. Çünkü onların taptıkları putlar, cansız varlıklar ve taşlardır. Putlar, insandan çok aşağı derecededirler. Halbuki daha şerefli olanın, daha âdî olana ibadet etmesi aklın açıkça reddedeceği bir iştir. Hem kâfirler, o putları kendileri yontup yapıyorlardı. O putları yontup yapanların, kendi yaptıkları şeylere tapmalarının çirkinliği (yanlışlığı), akılca bedîhî olarak anlaşılan bir husustur. Binâenaleyh onlara ibadetin, ibâdet edenlerin hevâ-vü hevesine dayandığı ve hidayete ters olduğu sabit olur. Âyetteki, "De ki: "Ben sizin hevâ-vü heveslerinize asla uymam" ifâdesinden murad budur. Sonra Cenâb-ı Allah, "o takdirde muhakkak ben sapmış ve doğru yola erenlerden olmamış olurum" (de)" buyurmuştur. Bu, "Eğer sizin hevâ-vü hevesinize uyarsam sapmış olurum ve doğruya erenlerden olmam" demektir. Bundan maksad şudur: Sanki Hz. Peygamber (s.a.s) onlara, "Siz böytesiniz" demiştir. Allah Teâlâ, hevâya uyulmasını yasaklayınca, "De ki: "Şüphesiz ben Rabbimden apaçık bir hüccet üstündeyim" buyruğu ile, uyulması gereken şeye işaret etmiştir. Yani Allah'dan başka bir ma'bûdun olmadığını anlatmıştır. "Halbuki siz ey kâfirler, yalan söylüyorsunuz. Çünkü Allah'a başkalarını ortak koşuyorsunuz."
Bil ki Hz. Muhammed (s.a.s), onları, bu şirkleri yüzünden başlarına bir azabın İnmesi ile tehdid ediyordu. Kâfirler ise, küfürlerinde ısrar ettikleri için, o azabın bir an önce gelmesini istiyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Ey Muhammed de ki: "Sİztn çarçabuk (gelmesini) istediğiniz (azap), benim yanımda değildir" buyurmuştur. Hak Teâlâ bu âyetle, kâfirlerin "Ey Allah, eğer bu, senin katından (gelen) hak (kitabın) kendisi ise, durma bizim üstümüze gökten taş yağdır, yahut bize acıklı bir azap gönder" (Entu, 32) şeklindeki sözlerini kastetmiştir. Bundan murad, "Allah bu azabı, dilediği vakitte indirir. O azabı öne almak veya geriye bırakmak benim elimde değil" mânâsıdır.
Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Hüküm ancak Allah'a aittir" buyurmuştur. Bu, mutlak bjr ifâde olup, her türlü hükmü içine almaktadır. Burada, "onların başına gelecek azabı geciktirme hususundaki hüküm ve tasarruf ancak Allah'a aittir" mânası kastedilmiştir. Âyetteki " o hakkı haber verir" ifâdesi, "Allah, te'hir etme ve acele verme hususundaki her hükmünde, hak olanı yapar" demektir. "O, ayırdedenlerinr yani hükmedenlerin, en hayırlısıdır."
Bu âyetle ilgili iki mesele bulunmaktadır: [220]
Alimlerimiz, "Hüküm ancak Allah'a aittir" âyetini, kulun, Allah'ın takdir ve hükmettiği şeyler dışında hiç bir şeye kadir olamayacağına delil getirmişlerdir. Binâenaleyh Allah takdir ve hükmetmediği müddetçe, kuldan "inkâr" sâdır olmaz. Bunun delili, Allah Teâlâ'nın, "Hüküm ancak Allah'a aittir" âyetidir. Çünkü bu söz, hasr mânasını ifâde eder. Zira bu, "Allah'dan başka hiç kimse için hüküm söz konusu değildir" demektir.
Mutezile ise, "O, hakka hükmeder, hakkı haber verir" ifâdesi ile istidlal etmiştir. Bu "Allah'ın hükmettiği herşey hakdır" mânasına gelir. Bu da Allah'ın, ne kâfirin küfrünü, ne de günahkârın günahını murad etmemiş olmasını gerektirir. Çünkü bunlar hak değildir. Allah en iyi bilendir, [221]
İbn Kesir, Nâfî ve Âsim, bu fiili, "Kasas" masdanndan olmak üzere, sâd harfi ile, J^Jl j& şeklinde okumuşlardır. Bu, "Allah'ın haber verip emrettiği herşey, hakkın kıssalanndandır" demektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz sana bu Kur'ân'ı, kıssaların en güzeli olarak anlatacağız" (Yusui, 3) âyetinde olduğu gibidir. Diğer kıraat imamları ise bunu şeklinde okumuşlardır. Mushaflarda bu kelime sonunda yâ harfi olmaksızın şeklinde yazılmıştır. Çünkü bu yâ, ictima-i sâkineynden (iki sakin harfin yanyana gelmesinden) dolayı hazmedilmiştir. Nitekim mushafta "Biz, zebanileri çağırırız" (Aiak, ıa)ve Takat tehdid edenler (onlara), fayda vermiyor" (Kamer, 5) şeklinde yazılmıştır.
Âyetteki ifâdesi hakkında Zeccflc şöyle demiştir: Bu hususta iki izah vardır:
a) "Hak" kelimesinin, mahzûf bir masdarın (mef'ûl-ü mutlakın) sıfatı olması caizdir. Buna göre bu kelamın takdiri, "O, hak hükmü hükmeder" şeklindedir.
b) Bu, ifadenin "O, hakkı yapar" mânasında olması da caizdir. Zira Allah'ın her yaptığı şey haktır. Buna göre de, "hak" kelimesi mef'ülün bih olur, fiili ise, burada "yaptı" mânasına gelmiş olur. Nitekim Ebû Züeyb el-Huzelî şöyle demiştir:
"Onların üzerinde (sanki) Davud'un yapmış olduğu; ya da, geniş zırhlar yapmada mahir olan Tubba'm yaptığı ik( zırh bulunuyordu."
Yani "Davud onları yaptı" demektir. Ebû Amr.bu kıraatin doğruluğuna, âyetin devamındaki, "O, ayırdedenlerin, yani hükmedenlerin en hayırlısıdır" cümlesini delil getirerek, "Fas! (ayırma), kıssalarda değil, hükümlerde olur" demiştir.
Ebû Ali el-Farisî, Ebû Amr'a şöyte cevap vermiştir: "Burada "kasas", söz manasınadır. FasI (ayırdetme), söz için de sözkonusudur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, (hak ile bâtılı) ayırdeden bir sözdür" (Tank. 13); "O, âyetleri muhkem kılınmış ve fasledilmiş (iyice bildirilmiş) bir kitaptır" (hm. ı>ve "Biz, âyetleri faslederiz, açıklarız"
. 55) buyurmuştur. [222]
"De ki: "Eğer o acele istediğiniz şey benim yanımda olsaydı, iş benimle sizin aranızda çoktan olup bitmişti." Allah zâlimleri çok iyi bilir" (Enam, 58).
Bil ki bunun mânası şudur: "Eğer o acele istediğiniz azap, yanımda, yani gücüm ve imkânım dahilinde olsaydı, iş sizinle benim aramızda olur biterdi, yani Rabbimin rızası için size duyduğum buğz sebebiyle ve sizin O'nu yalanlamanızın kısası (cezası) olarak, sizi hemen imha eder ve hemen sizden kurtulurdum. Halbuki Allah zâlimleri ve hikmetine göre, onlara ne zaman ve ne kadar azap etmesi gerektiğini bilir." Buna göre mâna, "Ben, zâlimlere ne zaman azap olunacağını bilemem. Bunu ancak Allah bilir. Binâenaleyh o azabı vaktine kadar bırakan O'dur" şeklindedir. Allah en iyi bilendir. [223]
"Caybm anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası bunları bilmez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. Onun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir kitaptadır" (En'âm. 59).
Bil ki Allah Teâlâ önceki âyette, "Allah zâlimleri çok iyi bilir" yani, "O, herşeyi bilir. Binâenaleyh acele yapılması gerekeni hemen yapar, geriye bırakılması daha iyi olanı da geriye bırakır" buyurmuştur.
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [224]
"Mefâtîh" kelimesi, "miftah" ve "meftah" kelimesinin cem'idir. "Miftâh" kelimesi, kendisi ile kilidin açıldığı şey (anahtar) mânasındadır. "Meftah" kelimesi ise, bir şeyin saklanıp kitlendiği (hazine) yer manasınadır. Her bir çeşit eşyanın saklanıp belirdiği yere, "meftah" denir.
Ferrâ, Cenâb-ı Hakk'ın "(O Karun'un hazinelerinin) anahtarları güçlü kuvvetli büyük bir topluluğa ağır geliyordu" (Kasas, 76) âyetindeki, "anahtarları" kelimesine, "onun hazineleri" mânasını vermiştir. Binâenaleyh âyette geçen "mefâtîh" kelimesinden, "anahtarlar" mânası veya "hazineler" mânası murad edilmiş olabilir. Birincisine göre, Cenâb-ı Hak gaybın anahtarları ifâdesini mecazî olarak kullanmıştır. Çünkü "anahtarlar" sayesinde, Kimler ve DuKagıfar ıfe emniyet altına alınmış hazinelerdeki şeylere ulaşılır. O halde, anahtarları ve bunların kilitleri açmada nasıl kullanılacağını bilen kimsenin, o anahtarlar sayesinde, hazinelerde mevcut şeylere ulaşması ve elde etmesi mümkündür. İşte burada da böyledir. Hak Teâlâ herşeyi bilince, herşeyi bildiğini, âyetteki ifâde ile anlatmıştır. "Mefâtih" kelimesi, £»!& şeklinde de okunmuştur. Bu kelimenin muhtemel ikinci mânasına göre, bu ifâde ile, Allah'ın bütün mümkinâta kadir olduğu mânası kastedilmiştir. Nitekim bu husus Hak Teâlâ'nın, "Hiçbir şey (hâriç) olmamak üzere, (herşeyfn) hazineleri bizim nezdimizdedtr" (H»cr, 21» âyetinde belirtilmiştir. [225]
Hükemânın (feylesofların) bu âyetin tefsiri hususunda, kendi prensiplerine dayandırılmış değişik bir izahları vardır: Onlar şöyle derler: "İlleti" (sebebi) bilmenin, "ma'lûlü" (neticeyi) bilmenin yolu olduğu; ma'lûlü bilmenin ise, illeti (sebebi) bilmenin yolu olmadığı sabittir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Mevcut olan şeyler, ya zâtı gereği "vacip", ya da zâtı gereği "mümkin" olur. Zâtı gereği vacip olan, sadece Allah Teâlâ'dtr. Allah'ın dışındaki herşey, "mümkin li-zâtihî" varlıklardır. Zâtı gereği mümkin olanlar, ancak "vacip li-zâtihî"nin tesiri ve var etmesi ile varolur. Q halde, Hak Teâlâ'nın dışındaki her şey, O'nun var etmesi ile var, meydana getirmesi ile meydana gelmiş olur. Bu var oluş da, ya vasıtasız, ya tek bir vasıta ile, ya da Allah katından enine boyuna bir tertip ile gelen birçok vasıta ile olur.
Bu sabit olunca biz deriz ki: Cenâb-ı Allah'ın zâtını bilmesi, kendisinden sâdır olan ilk tesirini bilmesini gerektirir. O'nun ilk tesirini bilmesi de, ikinci tesirini bilmeyi gerektirir. Çünkü ilk tesir, ikinci tesirin yakın illetidir. Nitekim biz, "illeti" bilmenin, "ma'lûlü" bilmeyi gerektirdiğini söylemiştik. İşte bununfa ortaya çıkıyor ki, gaybı bilmek, ancak Hak Teâlâ'nın, kendi husûsî zâtını bitmesidir. Sonra Cenâb-ı Hakk'ın, kendi zâtını bilmesi, muteber sıraya göre, zâtından sâdır olan tesirleri bilmesini doğurur. Allah'ın kendi zâtınt bilmesi, ancak zâtı için olunca, "Caybm anahtarları, O'nun yanındadır " denilmesi doğru olmuştur." İşte bu, hükemânın (İslam filozoflarının), kendi metodlarına göre âyeti tefsir edişleridir. [226]
Sonra bil ki burada şöyle bir başka incelik daha vardır: Sırf aklî olan kaziyyeterin, tam ve mükemmel bir şekilde bilinmesi çok zordur. Ancak, maddî ve hayalî kaziyyelerden yüz çevirip, sırf aklî şeylerle zihnen meşgul olan, bu alışkanlığa sahip olan ve bunu hep yapan kâmil akıl sahipleri için durum böyle değildir. Böylesi insan çok nâdirdir.
Âyetteki, "Caybm anahtarları Onun yanındadır. Ondan başkası bunları bilmez" ifâdesi, mücerred (soyut), sırt aklî bir kaziyyedir. Binâenaleyh aklı bu kaziyyenin vhükmün, cümlenin) mânasını iyice anlayıp kuşatabilecek insanlar gerçekten nâdirdir. Halbuki Kur'ân, insanlar kendisinden istifade etsin, kendisini anlasın diye indirilmiştir.
Burada bir başka izah da şudur: Sırf aklî olan bir kaziyyeyi söyleyen, bu kaziyyeyi herkesin anlamasını istediği zaman, aklî olan bu kaziyye, maddî olan bir misalin yardımı ile herkesçe anlaşılabilecek bir hale gelsin diye, o aklî ve külli kaziyyenin hükmüne dâhil olan bazı maddî (görülen-bilinen) misaller getirir. İşte bu âyet de, bu usûle göre gelmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak önce, "Gaybın anahtarları Onun yanındadır. Ondan başkası bunları bilmez" buyurmuş, sonra da sırf aklî ve küllî olan bu kaziyyeyi (cümleyi), maddî ve cüzi olan bir kaziyye (cümle) İle te'kid ederek, "Karada ve denizde ne varsa hepsini o bilir" buyurmuştur.
Bu böyledir. Çünkü Allah'ın bildiği şeylerden bir kısmı da, kara ve denizde yaşayanların tamamıdır. Hisler ve hayal, kara ve denizin büyüklüğünü bilir. İşte bu sebeple Allah, aklî olan bu şeyin, gerçek büyüklüğünü ortaya koymak için, maddî olan (yani görülen-bilinen) bu şeylerden bahsetmiştir. [227]
Burada şu şekilde bir başka incelik daha vardır: Allah Teâlâ âyette önce, "kara"yı zikretmiştir. Çünkü insan yeryüzünün hallerini ve orada bulunan pek çok şehir, köy, ova, sahra, dağ, tepe ile canlılar, bitkiler ve madenleri görür, bilir. Denize gelince, insan aklı onun hallerinin pek azını görüp, bilebilir. Fakat duyularımız az da olsa, denizin enteresan hallerinin daha çok, eninin-boyunun daha fazla ve ondaki canlılar ile çeşitli varlıkların daha şaşırtıcı olduğunu anlar. Binâenaleyh hayalimiz (düşüncemiz), denizin ve karanın durumlarını bu şekilde zihinde toplayıp, sonra da bunların ikisinin toplamının, Hak Teâlâ'nın, "Caybm anahtarları O'nun yanındadır. Ondan başkası bunları bilmez" ifâdesinin hükmüne giren şeylere nazaran, önemsiz olduğunu anlayınca, işte insanların görüp-bildiği bu maddî misal, "Caybm anahtarları O'nun yanındadır. Ondan başkast bunları bilmez" âyetinin hükmündeki büyüklüğü te'kid edici ve tamamlayıcı olur.
Sonra Hak Teâlâ, kara ve denizdeki şeyleri zikretmek suretiyle, "Caybın anahtarları O'nun yanındadır" âyetinin İfâde ettiği şeyin büyüklüğünü ortaya koyduğu gibi, kara ve denizin büyüklüğünü de, "O'nun İlmi dışında bir yaprak bile düşmez" ifâdesi ile ortaya koymuştur. Bu böyledir. Çünkü insanın aklı, yeryüzünde bulunan şehirler, köyler, sahralar, dağlar ve tepeler gibi her şeyi zihinde toplayıp, sonra da yeryüzünün bütün otları ve ağaçların ne kadar olduğunu ve her bir yaprağın halinin değişmesini Allah'ın bildiğini düşünür. Sonra da bu misalden (bilgiden), durumu daha kuvvetli olana geçer. O da Hak Teâlâ'nın, Terin karanlıkları içindeki tek btr tane..." ifâdesi ile anlattığı husustur. Çünkü tane, son derece küçüktür. Yerin karanlıkları ise en büyük cisimlerin bile saklanabilecekleri bir yerdir. Binâenaleyh insan, onca genişliğine ve büyüklüğüne rağmen, o yeryüzünün karanlıkları içine atılmış bu küçük tanenin bile, ilm-i ilâhinin kesinlikle dışında kalmadığını duyunca, işte bu misaller, Allah Teâlâ'nın, "Gaybm anahtarları O'nun yanındadır. Ondan başkası bunları bilmez" ifâdesi ile işaret ettiği hususun, ne kadar büyük ve yüce olduğuna dikkat çekmiş olur. Çünkü akıllar bu hususta şaşakalır, fikirler ve gönüller bu esaslara ulaşmaktan ve onları tam olarak anlamaktan âciz olur.
Sonra Allah Teâlâ sırf aklî olan bu kaziyyeyi (hükmü, cümleyi), o maddî cüz'î (görünen-bilinen) şeyleri zikretmek suretiyle kuvvetlendirince, bunların peşisıra, o sırf aklî olan kaziyyeyi, başka bir ibare ile yeniden zikrederek, "Yaş ve kuru müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir kitaptadır" buyurmuştur ki bu, Hak Teâlâ'nın, "Gaybm anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası bunları bilemez" buyruğu ile anlattığı şeyin aynısıdır. İşte bu kıymetli âyetin tefsiri hususunda düşünebildiğimiz şeyler bunlardır. Muvaffakiyyet Allah'tandır. [228]
Kelamcılar "Allah Teâlâ, cevherleri ile, arazları ile bu âlemin en sağlam bir biçimde yaratanıdır. Böyle olan bir varlık, bunları bilir. Binâenaleyh Allah Teâlâ'nın, bütün bu cevher ve arazları bilmesi gerekir" demişlerdir.
Filozoflar ise, "Allah Teâlâ, bütün mümkinâtın mebde'idir. Mebde'i bilmek, eseri bilmeyi icap ettirir. Binâenaleyh Hak Teâlâ'nın, herşeyi bilmesi gerekir" demişlerdir.
Bil ki bu söz, Allah Teâlâ'nın, zamanî olan her türlü cüz'iyyatı (teferruatı) bildiğini gösteren en kuvvetli delillerdendir. Çünkü Allah Teâlâ'nın, kendi zatı dışındaki her şeyin mebde'i (yaratıcısı) olduğu sabit olunca, O'nun tesiri İle bu cüz'iyyatın da mebde'i olması gerekir. Binâenaleyh O'nun, bunların değişken ve zamana ait olmaları bakımından da, bu değişiklikleri ve zamanî olan şeyleri bilmesi gerekir. Ki elde etmek istediğimiz netice de budur. [229]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Gaybm anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası bunları bilmez" buyruğu, O'nun, zıeıdan,
eş ve benzerden münezzeh olduğunu gösterir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: "Gaybm anahtarları O'nun ya- nmdadır" cümlesi, "hasr" ifâde eder. Yani, "Başkasının değil, ancak O'nun yanındadır" demektir. Binâenaleyh şayet, "vacibu'l-vücûd" olan bir başka varlık daha olsaydı, o zaman, "Gaybın anahtarları" onun yanında da mevcut olurdu. Bu durumda da "hasr" mânası bâtıl olur, bozulurdu. Hem, âyetin lafzı bu tehvid'e, tekliğe delâlet ettiği gibi, aklî delil de buna muvafıktır.
Aklî delilin izaht da şöyledir: Eserlerin, neticelerin ve sanatların bilgisini elde etmenin başlangıcı, "müessir"i bilmektir. Halbuki, her türlü mümkinat hakkında ilk müessir, Hak Teâiâ'dır. O haide, bütün malumatı bilmenin ilk anahtarı, Cenâb-ı Hakk'ı bilmek, tanımaktır. Ancak ne var ki, O'nu bilmek ancak O'ndan ötürüdür. Çünkü, O'nun dışında kalanlar eserdir. Eseri bilmek ise, müessiri bilmeyi ifâde etmez. Binâenaleyh, bu aklî delil ile de, gaybın anahtarlarının ancak Hak Teâlâ Hazretlerinin yanında olduğu ortaya çıkar. Allah en iyi bilendir. [230]
Âyetteki kelimeleri merfu olarak, şeklinde de okunmuştur. Bu, şu şekilde izah edilebilir:
a) Bu kelimelerin âyette geçen iîjj ja kelimesinin mahalline atfedilmiş olmaları...
b) Bunların mübteda olarak merfu; haberlerin ise, "hepsiapaçık bir kitaptadır" ifadesi o\mas\öu. Bu senin, "Onlardan hiçbir erkek ve kadın yoktur ki, evde bulunmamış olsun..." demen gibidir. [231]
"...hepsi apaçık bir kitaptadır" ifâdesi hakkında da, şu iki açıklama yapılmıştır:
a) Bu Kitâb-ı Mübîn, Cenâb-ı Hakk'ın ilmi olup, başka bir şey değildir.. Doğru olan da bu görüştür.
b) Zeccâc şöyle demektedir: "Cenâb-ı Allah'ın, yaratıkları yaratmadan önce, malûmat (bilinecek şeylerin) keyfiyyetini bir kitapta yazıp tesbit etmiş olması caizdir.. Nitekim O, "Yerde ve nefisleriniz hakkında meydana gelen her musibet, onu yaratmamızdan önce, mutlaka bir kitapta (tesbit edilmiştir)" (Hadid, 22» buyurmuştur.
Bu yazma ve tesbit etmenin faydalan şunlardır:
1) Allah, bu halleri Levh-i Mahfüz'a, meleklerin, Allah Teâlâ'nın ilminin malûmata nüfuz ettiğine; yerde ve gökte hiçbir şeyin O'nun bilgisi dışında olmadığına vakıf olmaları için kaydetmiştir.Böylece bu hususta,"Levh-i Mahfuz" için görevlendirilmiş bulunan melekler hakkında tam ve mükemmel bir ibret bulunur. Çünkü bu melekler, bu âlemin sahifelerinde meydana gelecek şeyleri bu kitapla karşılaştırırlar, böylece de bunların Levh-i Mahfûz'daki kayıtlara muvafık olduğunu görürler.
2) Şöyle de denilebilir: Allah Teâlâ mükelleflerin dikkatini hesap işine yöneltmek ve onların bu dünyada yapmrş oldukları hiç bir şeyin, Allah'ın elinden kurtulamıyacağını bildirmek için, işte burada yapraktan ve tanelerden bahsetmiştir.. Zira O, haklarında herhangi bir mükâfaat, herhangi bir ceza ve herhangi bir mükellefiyetin söz konusu olmadığı şeyleri ihmal etmeyince, sevap ve ikâbı ihtiva eden halleri ihmâl etmemesi daha evlâdır...
3) Yüce Allah, bütün mevcudatın hallerini bilir. Binâenaleyh onların, O'nun ilminin muktezâsı dışına çıkmaları imkânsızdır.. Aksi halde, Allah'ın câhil olması gerekir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bütün mevcudatın hallerini, detaylı bir biçimde bu kitaba kaydedince, bu halteri değiştirmek imkânsız olur. Aksi halde, Allah'ın yalan söylemiş olması gerekir. Binâenaleyh, bütün bu hallerin bu kitaba kaydedilmesi, sonraya kalan şeyin öne alınmasının; öne geçen şeyin de sona kalmasının imkânsızlığı hususunda tam bir gerekçe ve mükemmel bir sebep olmuş olur. Nitekim, Hz. Peygmber(s.a.s), "Kalem, Kıyamete kadar olacak her şeyi yazıp kurudu'[232] buyurmuştur. Allah en iyi bilendir. [233]
"Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün ne elde ettiğinizi bilen, sonra sizi o zaman (diriltircesine) uyandıran Odur. Ta ki muayyen olan bir ecelin (bir ömrün) hükmü İcra ve İtmam edilmiş olsun. Yine dönüşünüz ancak Onadır. (Bundan) sonra ise O, size (dünyada) yaptığınız şeyleri tek tek haber verecektir" (En'âm. 60).
Bil ki Allah Teâlâ, önceki âyetle, ilminin ne kadar mükemmel olduğunu beyan edince, bu âyetle de, kudredinin ne kadar mükemmel olduğunu beyân etmiştir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, zâtları ölümden hayata; uyku halinden uyanıklık haline geçirmeye kadir olması ve bütün hallerde onları koruyup gözetme hususunda müstakil ve bağımsız olması; uyku ve uyanıktık hallerinde, onları en güzel biçimde düzenleyip yönetmesidir. [234]
buyruğunun mânası, "Allah Teâlâ sizi uyutur; böylece de, kendisi vasıtasıyla anlamaya ve temyize kadir olduğunuz nefisleriniz (âdeta) ölür..." demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah (ölenin) ölümü zamanında; ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır. Bu suretle, hakkında ölümü hükmettiği (ruhu) tutar, diğerini de muayyen bir vakte kadar salıverir..." (Zümer, 42) buyurmuştur. Binâenaleyh Allah (c.c), ölümle, ruhları tasarruftan alıkoyduğu gibi, uyku ile de tasarruftan alıkoyar.
Burada incelenmesi gereken bir konu vardır ki, o da şudur: Uyuyan kimse, hiç şüphesiz diridir. O kimse her ne zaman diri olursa, onun ruhu kesinlikle kabzolunmamış demektir. Durum böyle olunca, "Allah onu öldürdü" denilmesi doğru olmaz. Binâenaleyh, burada mutlaka bir tevil yapmak gerekir. Bu tevil de şudur: Uyku hali, duyan ve hisseden ruhların, zahirden çıkıp bâtına dalmasıdır.. Böylece, zahirî duyu organları iş yapamaz hâle gelir. Binâenaleyh uyurken de, bedenin zahiri bazı işleri yapamaz hale gelir. Halbuki ölüm halinde bedenin tamamı hiç bir işi yapamaz hale gelir. İşte böylece, uykuyla ölüm arasında bu açıdan bir benzerlik bulunmuş otur da, bu sebepten dolayı "vefat" ve "ölüm" lafızlarının uyku hakkında kullanılması doğru olur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "gündüzün ne elde ettiğinizi de bilir..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bu tabiriyle, "Gündüzün işlediğiniz, yaptığınız şeyleri bilir.." mânasını kastetmiştir. Nitekim başka bir âyette "...yetiştirdiğiniz avcı hayvanların kazandıkları da.. "(Mâkie,4) buyurmuştur. Bu âyette de geçen lafzıyla, kuşlardan ve yırtıcılardan kâsib, yani kazananlar murad edilmiştir ki, bu kelimenin müfredi kelimesidir. Keza "kötülükleri kazananlar..." (casiye, 21) buyurmuştur ki, kelimesinin manası "ikttsâb etti, yaptı.." şeklindedir. Kısaca bundan murad, uzuvların yapmış olduğu işlerdir.
Sonra yüce Allah "Sonra sizi, o zaman (diriltircesine) uyandırır...'" buyurmuştur. Yani, "Ruhlarınızı, gündüz size geri verir..." Âdette geçen kelimesi, uyandırmak anlamını ifâde eder. Daha sonra "Ta ki muayyen olan bir ecelin (bir ömrün) hükmü icra ve itmam edilmiş olsun..." buyurmuştur. Bundan maksad, "yazılmış ömürleriniz..." demektir. Bu ifâde, "Birde Onun katında malûm bir ecel vardır" (Enam, 2) tabiri gibidir. Buna göre bu kelimenin mânası, "Sizi, ecellerinize varıncaya kadar, uykunuzdan (diriltircesine) uyandırır..." şeklindedir. kelimesi, tastamam bir biçimde, işi hail ü fasletmek, bitirmektir.. Ecelin kazasının mânası ise, ömrün müddetini, ölüm ile, başkasından ayırmak demektir.
Bil ki Cenâb-ı Hak, ilk önce onları uyuttuğunu, ikinci olarak da onları uyandırdığını zikredince, şüphesiz bu durum, öldürdükten sonra diriltme yerine geçmiştir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, hiç şüphesiz, bu âyetle öldükten sonra dirilmenin ve kıyametin vuku bulacağına istidlalde bulunarak "Yine dönüşünüz ancak O'nadir. (Bundan) sonra ise O, size, ' gecenizde gündüzünüzde, bütün hallerinizde ve amellerinizde yapmış olduğunuz şeyleri tek tek haber vertr..." buyurmuştur. [235]
"O, kullarının üzerinde (yegâne) hakimiyet ve galebe sahibidir. Size bekçiler yolluyor. Nihayet herhangi birinize ölüm geldi mi, elçilerimiz, onlar artık ve eksik bir şey yapmaksızın, onun canını alırlar. Sonra bunlar, bütün işlerine hak ve adalet ile malik olan mevIâlanna(Allah'a)döndürülmüşlerdir. İyi bilin ki, bütün hüküm Onundur. O, hesap görenlerin en hızlısıdır" (En'âm, 61-62).
Bil ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve hikmetinin mükemmel olduğuna delâlet eden bir başka delildir. Bunun izahı şöyledir: Biz daha önce, bu âyetteki "üstünlüğün" mekân ve cihet bakımından olmasının murad edilemiyeceğini, aksine bundan maksadın hakimiyet ve kudret bakımından üstünlük olması gerektiğini izah etmiştik.. Bu tıpkı, "ondan daha iyi ve daha nüfuzlu..." mânasında olmak üzere, "Falancanın emri, filancanın emrinin üstündedir" denilmesi gibidir. "Allah'ın eli onların elleri üstündedir" (Feth. 10) âyeti de bu manadadır. Bu âyetten maksadın bu (hakimiyet mânası) olduğunu te'kid eden hususlardan biri de, buyruğunun, bu galibiyyetin, "fevkiyyet (üstte olma)" sebebiyle hasıl olduğunu ifâde etmesidir. "Kahr" sıfatını ifâde eden "fevkiyyet" (üstünlük) ise, cihet bakımından değil, kudret bakımından olan üstünlüktür.. Zira mekan bakımından yüksek olan şeyin bazen makhûr (yönetilen, hükmedilen) olduğu malûm bir keyfiyyettir.
Buradaki "kahr" kelimesinin izahı, birkaç yönden yapılabilir:
a) Cenâb-ı Hak, yaratması ve halketmesi ile ademi (yokluğu) kahretmiştir.
b) Allah, yoketmek ve bozmak suretiyle de, varlığı kahretmiştir (yani varlık dünyasına hükmetmektedir). Çünkü O, mümkin olan birşeyi bazan yokluktan varlığa, bazan da varlıktan yokluğa geçirir. O halde, bütün mümkinât için varlık ve yokluk, ancak O'nun varetmesi ve yoketmesi ile olur.
c) Allah Teala, herşeyi zıddı ile kahreder. Meselâ nuru zulmet ile, zulmeti (karanlığı) nur ile; gündüzü gece ile, geceyi de gündüz ile kahredip yokeder. Bunun tam bir izahı, Hak Teâlâ'nın şu âyetindedir: "De ki: "Ey mülkün sahibi Allah, sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini kıymetini yükseltir, kimi dilersen onu alçalhrsın..." <âm imran, 26)
Sözün üslûp ve usûlünü iyice kavrayınca, bilirsin ki bu, sahili bulunmayan bir okyanustur. Çünkü her yaratılmışın bir zıddı vardır. Meselâ "üsf'ün zıddı "alftır; "geçmiş"in zıddı "gelecek"tir; "ışığın" zıddı "karanlık"tır; "hayaf'ın zıddı "ÖlünV'dür; "kudref'in zıddı da acziyyettir Aralarında zıddiyetin bulunmasının, bu şeylere "kahredilmiş, âciz, noksan" deme imkânı verdiğini anlayabilmen için, diğer haller ve sıfatları da iyice düşün. Mümkin varlıklarda bu sıfatların bulunması, [âyette, "O, kullarının üzerine kahr-u galebe sahibidir" buyurduğu üzere] onların kadir, kahir, zıddı bulunmaktan münezzeh, benzeri olmaktan ve şekilden uzak bir müdebbirinin bulunduğuna delâlet eder.
d) Şüphesiz bu beden, dört asıl mizaçtan (hararet,bürudet, nütubet ve yübuset) meydana gelmiştir. Halbuki bunlar birbirine zıt, birbirini sevmeyen ve tabiatları itibarı ile birbirinden uzak şeylerdir. Binâenaleyh bunların biraraya gelmeleri, mutlaka bunları buna zorlayan bir zorlayıcının zorlaması ile olmuştur. Bu zorlayıcının, bizzat insanın kendisi olduğunu söyleyenler hatadadır. Bunu, İbn Sînft "el-İşârât" adlı eserinde zikretmiştir. Bu hatâdır, çünkü ruhun bedenle ilgisi, ancak bu karışımın ve birleşimin hasıl olmasından sonra olmuştur. Bu elementleri bir araya gelmeye zorlayan, bu birleşmeden önce mevcuttur. Bu birleşmeden önce bulunan ise, birleşmeden sonra ortaya çıkan şeyden başkadır. Binâenaleyh bu dört asıl elementi bir araya gelmeye zorlayanın ancak Allah Teâlâ olduğu sabit olur. Nitekim O, "O, kullanma üzerine kahr-u galebe sahibidir" buyurmuştur.
Hem beden, kesîf, süffî, zulmânî (karanlık) ve kokuşabilen bir varlıktır. Ruh ise lâtif, ulvî (yüce), nûrânî, aydın, bakî ve temiz bir varlıktır. Binâenaleyh bu ikisi arasında da alabildiğine bir uzaklık ve zıdlık vardır. Sonra Cenâb-ı Hak, bu ikisini zorla biraraya getirip, herbirini diğeri ile tamamlanan ve diğerinden faydalanan bir varlık kılmıştır. Meselâ ruh, bedeni kokuşmaktan, bozulmaktan ve dağılıp parçalanmaktan korur. Beden ise ruhun ebedî saadetleri ve ilâhi bilgileri elde etme vesilesi otur. Bundan dolayı işte bu birleşme ve birbirinden faydalanma işi, ancak Mak Teâlâ'nın bu dört asıl tabiatı kahren biraraya getirmesiyle mümkün olmuştur. Nitekim O, "O, kullarının üzerine kahr-u galebe sahibidir" buyurmuştur.
Keza rûh bedene girdiğinde, ruha iki zıd şeyi yapma ve iki zıddan birini elde edebilme gücü verilir. Fakat bazan yapma tarafının, yapmama tarafına; bazan da yapmama tarafının yapma tarafına üstün gelmesi imkânsız olur. Ancak ne var ki bu üstünlük (tercih), muarızdan uzak kesin bir sebebin bulunmasıyla olur. Eğer böyle bir sebep bulunmaz ise, bir şeyi yapmak veya yapmamak imkansızlaşır. Binâenaleyh kulun kalbinde Allah tarafından yaratılan bu sebep vasıtasıyla, failin (kulun) bazan yapmaya, bazan da yapmamaya yönelmesi, bir kahr (zorlama) yerine geçer. Böylece de Allah, kulu bu bakımdan zorlamış olur. Bu hususları iyice düşündüğünde, mümkinâtın, mahlûkâtın, âdî ve yüce şeylerin, zatların ve sıfatların hepsinin, Allah'ın kahr-u galebesi altında olduklarını, Allah'ın âmâde kılması ile musahhar olduklarını görürsün. Nitekim Allah Teâlâ, "O, kullarının üzerine kahr-u galebe sahibidir" buyurmuştur. [236]
Cenâb-ı Allah'ın, "(O), size bekçiler yolluyor" buyruğundan maksad şudur: "Hafaza (bekçi) meleklerini, kullarına göndermesi de, O'nun kullarına karşı olan kahr-u galebesindendir. Bu hafaza melekleri, Hak Teâlâ'nın "O (insanın), önünden ve arkasından, kendisini Allah'ın emriyle gözetleyen takipçi (melekeler) vardır" (Rau, m; "O (insan), bir söz söylemeyedursun, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır" (Kâf. ıs) ve "Halbuki sizin üstünüzde hakiki bekçiler, çok şerefli yazıcı (melekler) vardır" (inmâr, ıo-ıi)âyetleriyle işaret ettiği meleklerdir. Alimler, insanın yanında bu meleklerin bulunmasının maksadının, insanların amellerinin kaydedilmesi olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra kendi aralarında ihtilaf etmişler, bazıları Hak teâlâ'nın,"Bu kitaba ne oluyor; küçük, büyük hiç bir şey bırakmayıp sayıp dökmüş" (Kew,49) âyetini delil getirerek, bu meleklerin, taat, günah ve mubah, insanın ne işi varsa hepsini yazdıklarını söylemişlerdir.
İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Her insanın yanında iki melek vardır. Bunlardan biri insanın sağında, diğeri solundadır. Binâenaleyh insan eğer güzel bir şey söylerse, onu sağındaki melek yazar. Kötü bir şey konuştuğu zaman ise, sağındaki, solundakine: "Ona mühlet ver. Belki bu sözünden tevbe eder" der. Eğer insan tevbe etmez ise, soldaki melek bunu o insanın aleyhine (günah) olarak yazar." Birinci görüş daha kuvvetlidir. Çünkü âyetteki, "(O) size bekçiler yolluyor" ifâdesi, bu meleklerin kayıtsız-şartsız herşeyı yazdıklarını gösterir. [237]
İkinci Konu: Âyetlerin zahiri o hafaza meleklerinin, insanların bütün sözlerine ve fiillerine muttan olduklarını göstermektedir. Fakat kalbe âit özellikler olan ilim ve cahillik gibi hususlara muttali olmalarına gelince, âyetlerde bunu açıklayan herhangi bir ifâde yoktur. O meleklerin, insanın sözlerine muttali olduklarının delili, "O (insan), bir söz söyhmeyedursun, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır" (Kâf, ıs> âyetidir. Onların, insanın bütün amellerine (işlerine) muttali olduklarının delili de, "Halbuki sizin üstünüzde hakikî bekçiler, çok şerefli yazıcı (melekler) vardır. Onlar her ne yaparsanız bilirler" (infitâr, 10-12) âyetidir.
Ama iman, küfür, ihlâs ve şirk gibi hususlara meleklerin muttalî olduklarını gösteren bir delil yoktur. [238]
Üçüncü Konu: Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın insanoğlu üzerinde melekleri vazifelendirmesinin hikmetleri hususunda şunları söylemişlerdir:
a) Mükellef (insan), üzerlerinde meleklerin görevlendirildiğini, bu meleklerin onun bütün işlerini zabt ve kaydettiklerini ve amellerini Kıyamet günü şâhidler huzurunda sunulacak defterlere yazdıklarını bilince, bu onu kötülüklerden men eden birşey olur.
b) Amellerin yazılmasının bir faydası da, Kıyamet günü o sahifelerin tartılması ihtimâlidir. Çünkü amellerin kendisini tartmak imkânsızdır. Ama sahifeleri (amel defterlerini) tartmak mümkindir.
c) Allah istediğini yapar, dilediği gibi hükmeder. Bize düşen, hikmetini ister anlayalım, ister anlamayalım, şeriatın getirdiği herşeye imân etmektir. Bunlar, şeriat âlimlerinin söyledikleri şeylerin özüdür. [239]
Hikmet ehlinin (felsefeciler) görüşleri ise şu farklı şekildedir:
1) Sonraki hikmet âlimleri söyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak, "O, kullarının üzerine kahr-u galebe sahibidir" buyurmuştur. Birbirine zıd mizaçları birbirine karıştırıp, birbiriyle uyuşmayacak unsurları mezcetmesi de, Allah'ın bu kahrı cümlesindendir. Binâenaleyh bu zıd şeyler arasında, böylesine bir uyum meydana gelince, bu karışım ve birleşim sebebi ile, o karışan unsurlar, kendisini idare eden bir nefs (can) ile his, hareket ve konuşma kuvvetlerini alabilecek bir hale gelir." İşte bundan dolayı bu âlimler "(O) size bekçiler yolluyor" âyetinden muradın, işte o idare eden nefisler (ruhlar) ile bu kuvvetler olduğunu, çünkü bunların, biraraya gelmeye zorlanan o elementleri muhafaza eden bekçiler olduğunu söylemişlerdir.
2) Önceki bazı hikmet âlimlerinin (filozofların) görüşüne göre: "Beşerî nefisler ile insanî ruhlar, cevlerleri bakımından farklı ve mahiyetleri bakımından birbirlerine zıddırlar. Bu sebeple, onlardan bir kısmı hayırlı, bir kısmı şerli ruhlardır. Zekî, ahmak, hür, değersiz, şerefli, âdî ve benzeri sıfatlar hususunda söylenecek söz de aynıdır. Bu süflî ruhlardan herbir kısım için, semavî birtakım ruhlar vardır ki bu semavî ruh, uyanıkken, uyurken, bazan rüya, bazan ilham yoluyla, işlerinde o süflî ruha yardım eden şefkatli bir baba ve merhametli bir efendi gibidir. Binâenaleyh şerli ruhların, felekler âleminde bulunan bazı dayanakları vardır. Hayırlı ruhlar da böyledir. İşte bu dayanaklar, hükemânın (filozofların) ıstılahında, "tıbâ'ı tâm" diye ifâde edilir. Yani o felekî ruhlar, bu yaratılış içerisinde tam ve mükemmeldirler. Onlara dayanan bu süflî ruhlar ise, o felekî ruhlardan daha zayıftırlar. Çünkü her hususta ma'lûl (tesir altında kalan), illetten (tesir edenden) daha zayıftır. Büyücüler ve okuyup üfleyicilerin. bu konuda çok sözleri vardır.
3) Hiç şüphe yok ki bedenlerden ayrı olan nefisler (ruhlar, nüfus-i müfarıka) karakter ve mahiyet bakımından, bedene denk olduğu için, aralarında bulunan benzerlik ve uyum sebebi ile bedene bağlı olan nefislere temayül eder. Yine o nefislerin, herhangi bir şekilde bu bedenle bir alâkası olur ve karakterleri itibarı ile, bedendeki nefse yardımcı olurlar.
İşte bu üç izah ile hak olan şeriatın getirdiği şeyden felsefecilerin (hükemânın) kaçınmasının mümkün olmadığı sabit olur. Çünkü hepsi de neticede,, şeriatın söylediğine yakın şeyleri kabul etmektedirler. Durum böyle olunca, onların cahil olanların dini tekzibte ısrar etmeleri bâtıl olur. Allah en iyi bilendir.
Hak Teâlâ'nın "Nihayet herhangi birinize ölüm geldi mi elçilerimiz onun canını alırlar" buyruğu ile ilgili olarak iki konu vardır: [240]
Birinci Konu: Allah Teâlâ "Allah, ölüm zamanında canlan alır" (Zûmer,42)ve "O (Allah), ölümü ve hayatı yaratandır" (Müik. 2) buyurmuştur. İşte bu iki âyet, canların alınmasının, ancak Allah tarafından olduğuna delâlet etmektedir. Sonra Allah Teâlâ, "De ki: "Sizin canınızı alan ölüm meleğidir ' (Secde, m buyurmuştur. Bu ise, ölümün. ancak ölüm meleğinden olmasını gerektirir. Sonra bu âyette de, 'Elçilerimiz onun canını alırlar" buyurmuştur.
Sanki bu üç nass birbirine zıd gibidirler. Buna şöyle cevap verilir: "Ölüm (canın alınması) aslında Allah'ın kudreti ile olur. Zahiren ise, bu ölüm meleği [Azrail (a.s)'e] bırakılmıştır. Ölüm meleği bu hususta, kayıtsız şartsız başkandır. Onun yardımcıları, hizmetçileri ve askerleri (olan başka melekler) vardır. Binâenaleyh can alma işinin, bu üç bakımdan, bu üç şeye nisbet edilmesi güzel ve yerindedir. Allah en iyi bilendir.
İkinci Konu: Bazı âlimler şöyle demektedirler: "Can alma işi kendileri vasıtasıyla olan o elçi melekler, o bekçi meleklerin bizzat kendileridir. Onlar, onları hayatları süresince Allah'ın emriyle gözetirler. Ölüm geldiğinde ise, o melekler o insanların canlarını alırlar." Ekseri ulemâ ise, gözeten meleklerin, öldürme işini üstlenen meleklerden başka melekler olduğu görüşündedirler. Halbuki, âyetin lafzında böyle bir farka delâlet eden bir ifâde yoktur. Ancak ne var ki, ekseri ulemânın benimsediği görüş, ikincisidir.. Yine, aklî kıyâslar yoluyla da sabit olmuştur ki rahmet, hayır ve rahatın kaynağı olan o melekler, hüznün ve kederin aslı ve temeli olan meleklerden başkalarıdırlar. Binâenaleyh, bir kısım melek huzur, rahatlık ve mutluluğu ifâde ettikleri için, "rühanfyyün" diye adlandırılmışlardır. Bir kısım melekler de sıkıntıların, gam ve üzüntülerin sebebi oldukları için, "kerûbiyyûn" diye adlandırılmışlardır.
Üçüncü Konu: Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: "Sizin canınızı alan, ölüm meleğidir" (Secde. 11) ifâdesinden anlaşılan odur ki, ölüm meleği tek bir melek olup, canları almakla görevli olan meleklerin başkanıdır. Bu âyette zikredilen "gözcü melekler" ile murad edilen de, ona bağlı ve tâbi olanlardır..
Mücâhİd'den şu rivayet edilmiştir: "Cenâb-ı Hak yeryüzünü, ölüm meleği için bir leğen gibi yapmıştır.. O melek (orada) yakaladıklarını yakalar.. Hiç bir ev yoktur ki, Ölüm meleği her gün onları iki defa yoklamamış olsun..." Yine haberlerde (hadislerde), dünya yok olup sona ererken, ölüm meleğinin sıfatları ve nasıl öleceği hususunda çok şaşırtıcı durumlar zikredilmiştir.
Dördüncü Konu: Hamza, elif ile ve imâle yaparak, diğer kıraat imamları ise, tâ harfiyle olarak şeklinde okumuşlardır. Hamza'nın bu şekilde okuyuşunun iki sebebi vardır: Birisi, fiilin öne geçmiş olması; diğeri ise, çoğul kelimelerin bazan müzekker kabul edilmesi... İkinci okuyuşun sebebi ise, cemi kelimelerin müennes kabul edilmesidir.
"Onlar artık ve eksikbirşey yapmaksızın... "buyruğu, "Onlar, Allah'ın kendilerine emrettiği şeylerde hiçbir kusur etmezler" demektir. Bu da, canları almakla görevli meleklerin, em rol undu klan şeylerde kusur etmeyeceklerine delâlet etmektedir.
Yüce Allah'ın, cehennem meleklerinin nitelikleri hususunda îrad etmiş olduğu, "...ki onlar Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler..." (Tahrim, 6> âyeti de, azap meleklerinin, emrolunduklan meselelerde kusur etmediklerini gösterir.. Meleklerin, bu gibi hallerde masum olduklarını söyleyenler, onların mutlak manada masum olduklarını söylerler.. Binâenaleyh bu âyet, meleklerin mutlak mânada masum olduklarının sübutuna delâlet etmektedir.
"Sonra bunlar, bütün işlerine hak ve adalet İle mâlik olan Allah'a döndürülmüşlerdir" buyruğu hakkında birkaç bahis bulunmaktadır: [241]
Birinci Bahis: Bu döndürülenlerin, melekler olduğu ileri sürülmüştür. Yani, "insanoğlu Öldüğü gibi, o melekler de ölür.." demektir.. Bu döndürülenlerin, insanlar olduğu da ifâde edilmiştir. Yani, "O insanlar, ölümlerinden sonra Allah'a döndürülürler.." demektir.
Bil ki bu âyet, insanın, sırf bu bünyeden ibaret olmadığına delâlet eden delillerden birisidir. Çünkü âyetin açık ifâdesi, ölümün kut için meydana geldiğini göstermektedir. Yine aynı âyet, kulun ölümünden sonra da, Allah'a döndürüldüğüne delâlet etmektedir. Halbuki ölünün, ölü olduğu halde, Allah'a döndürülmesi mümkün değildir. Çünkü bu döndürülme işi, mekân ve cihet itibariyle değildir. Zira, Allah Teâlâ, mekân ve cihtten âlî ve münezzehtir.. Bilakis bu döndürülmenin, "O kimsenin, Allah'ın hükmüne inkiyâd ederek O'nun kaza ve kaderine itaat etmiş olması.." şeklinde tefsir edilmesi gerekir.. Halbuki, diri ve canlı olmayan kimse hakkında böyle bir mâna doğru olmaz.. Binâenaleyh, burada bir ölüm ve bir hayatın bulunduğu sabit olmuş olur. Ölüm, bedenin nasibidir; geriye, hayatın da, canın ve ruhun nasibi olması hali kalır. Cenâb-ı Hak, "Sonra bunlar, Allah'a döndürülmüşlerdir" buyurup, geriye döndürülenin de can ve rûh olduğu sabit olunca, insanın (esasen) sadece nefis ve ruhtan ibaret olduğu sabit olmuş olur ki, elde edilmek istenen netice de budur. [242]
Bil ki, "Sonra bunlar, Allah'a döndürülmüşlerdir" buyruğu, ruhun bedenden önce mevcut olduğunu ihsas etmektedir. Çünkü, bu âlemden o celâl sahibi Allah'ın huzuruna döndürülmek, ruhun bedenle alâka kurmadan önce mevcut olması halinde ancak mümkün olur... Bunun bir benzeri de "dön Rabbine..." (Fecr,2a)ve, "Hepinizin dönüşü ancak O'nadır" (Yunus, 4) âyetleridir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in de, "Allah Teâlâ ruhları, bedenlerin yaratılışından tkibin yıl önce yaratmıştır" dediği nakledilmiştir. Felsefecilerin, beşerî nefislerin, beden yaratılmadan önce bulunmadığı hususunu isbat için getirmiş oldukları delil, zayıf olduğunu aklî ve felsefi meselelerle ilgili kitaplarda açıklamış olduğumuz zayıf bir hüccettir.
İkinci Bahis: "Allah'a.." kelimesinin başındaki harf-i cerri, intihât gaye" (mesafenin sona erdiğini) gösterir.. Binâenaleyh, ifadesi, Cenâb-ı Hak için bir mekân ve cihet bulunduğunu ihsas eder ki, bu bâtıldır. Binâenaleyh bu ifâdenin "Onlar, Allah'dan başka bir mâlik ve hâkimin bulunmayacağı bir yere döndürülmüşlerdir" mânasına hamledilmesi gerekir. [243]
Üçüncü Bahis: Allah Teâlâ bu iki âyette, zatını iki isimle adlandırmıştır.
a) "Mevlâ" ismi... Sen biliyorsun ki, "mevlâ" ve "velî" lafızları, yakınlık manasına gelen kelimesinden iştikak etmiştir.. Allah Teâlâ da, "yakm-uzak, "zâhir-bâtın" olandır. Zira Cenâb-ı Hak, "Biz ona şah damarından daha yakınız..," (ât, 16) ve "Herhangi bir üçden bir fisıltı vaki olmayadursun, muhakkak ki o, bunların dördüncüsüdür..." (Mücâdele. 7)buyurmuştur. Yine, kölesini azad eden kimseye de "mevlâ" denmiştir.. Bu da, Allah'ın kullarını azabından azad edeceğini hissettirmektedir. Ki, bu mâna Cenâb-ı Hakk'ın şu kudsî hadisinde kastedilen husustur: "Rahmetim gazabımı geçmiştir, ondan Öncedir"[244]. Yine Allah, kendisini kuluna izafe ederek, "bütün işlerine hak ve adalet ile mâlik olan mevlâlanna, Allah'a..." buyurmuş, ama onları kendisine nisbet etmemiştir ki, bu da sonsuz bir rahmettir.. Hem Yüce Allah, "Hak olan Mevtalarına" buyurmuştur ki bunun mânası, "onlar dünyada iken bâtıl mevtaların tasarruf ve tasallutu altındaydılar. Bu bâtıl mevtaları da, onların nefis/eri, şehvetleri ve gazapları, öfkeleridir." Nitekim Allah, "ve hevâ ve hevesini Tanrısı edineni gördün mü?" ıcasıye. 23) buyurmuştur. Binâenaleyh, insan ölünce bâtıl mevlâlann tasarrufundan kurtulup, Hak olan Mevlây-ı Zülcelâlin tasarrufâtına geçmiş olur..
b) "el-Hak..." ismidir.. Alimler, "Hakk.." kelimesinin, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak denilmiştir ki, "hak " kelimesi bir masdar olup, "bâtılın zıddıdır.. Halbuki masdar olan isimler, fâallerine ancak mecazî olarak verilirler.. Meselâ bizim, "Falanca adalettir, ümittir, berekettir, keremdir, fazidır" dememiz gibi...
Şöyle de denilebilir: "Hakk", mevcut olan demektir. Eşyanın içinde var olmaya en lâyık ve müstehak olan ise, Allah Teâlâ'dır. Çünkü Cenâb-ı Hak, zâtı gereği vacibu'l-vücûd olandır. Binâenaleyh, eşya (varlıklar) içinde hak olmaya müstehak olan, sadece O olmuş olur. Bil ki, el-Hakk kelimesi, medh olmak üzere, nasb ile şeklinde de okunmuştur. Bu senin "Hamd, Allah'a mahsustur.. Yani, O Hakk olanı kasdediyor ve medhediyorum" demen gibidir. [245]
"İyi biliniz ki, bütün hüküm Onundur. O, hesap görenlerin en hızlısıdır" buyruğuna gelince, bu hususta da birkaç mesele vardır: [246]
ifâdesinin manası, "Hüküm sadece Allah'a aittir" şeklindedir. Bu mâna, "Hüküm de Allah dan başkasının değildir..." (Enam, 57) âyetiyle de kuvvetlenir.. Ki bu da, Allah'dan başka hiç kimsenin herhangi bir şey üzerinde bir hükmü ve gücünün olmamasını gerektirir. İşte bu söz de, hayır ve şerrin tamamının, Allah'ın hüküm ve kazasına göre olmasını gerektirir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, saîd olan kimseye saadeti; şaki olan kimseye de şakaveti hükmetmiş olmasaydı, bu böyle olmazdı. [247]
Alimlerimiz, "Bu âyet, taatın mükâfatı; isyanın da cezayı îcap ettirmediğine delâlet eder" demişlerdir. Zira, bu böyle olsaydı, o zaman, Allah'a itaat eden kimsenin Allah üzerinde bir hükmünün bulunduğu sabit olurdu ki, bu da onun mükâfaat almasıdır. Halbuki bu, âyetin kendisine delâlet ettiği "hüküm ancak Allah'a mahsustur" ifâdesine ters düşer. [248]
Cübbaî, bu âyetle Keiâmullah'ın (Allah'ın kelâmının) hadis olduğuna istidlal ederek şöyle demiştir: "Zira, Cenâb-ı Hakk'ın kelâmı kadîm olsaydı, o zaman O'nun, şu anda ve yaratmadan önce de, hesaba çekmeyi konuşmuş olması gerekirdi. Halbuki bu, imkânsızdır. Çünkü hesaba çekmek,
daha önce yapılan bir amelin anlatılmasını ve nakledilmesini gerektirir.." Alimlerimiz, Cübbaî'nin bu görüşüne, "ilim" meselesiyle karşı çıkmışlardır. Zira Cenâb-ı Hak, yaratmadan önce, o işin olacağını biliyordu.. O iş var olduktan sonra da, onun bundan önce de var olduğunu biliyordu.. Binâenaleyh, bundan ilmin değişmesi neticesi çıkmaz... Aynı şeyin, Kelâmullah hususunda da olması niçin caiz olmasın?.. Allah en iyi bilendir.. [249]
Alimler, bu hesaba çekilmenin nasıl olacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, "Allah Teâlâ bizzat kendisi, tek bir defada mahlûkatı hesaba çeker ve O'nu, bir söz, diğer sözleri duymaktan alıkoymaz.." derlerken, bazıları da "Hayır, aksine Cenâb-ı Hak, meleklere emreder, bunun üzerine de her bir melek, O'nun kullarından her birini hesaba çeker..
Çünkü, Allah'ın bizzat kendisi, kâfirleri hesaba çekmiş olsaydı, onlarla konuşmuş olurdu. Halbuki, bu bâtıldır. Zira Cenâb-t Hak, kâfirlerin durumu hakkında "Allah onlarla konuşmaz..." (Aı-Hmran. 77)buyurmuştur." Bu muhasebenin izahı hususunda, hükemânın da görüşü vardır ki, bu da, şu iki mukaddimeyi sunmakla ancak ortaya çıkar:
Birinci Mukaddime: Fiillerin çok olması ve tekrarı, kuvvetli, köklü ve sabit meteteteTm t\âdis (mahluk) olmasını gerektirir. Yapılacak tam bir "istikra", söylediğimiz şeyin doğruluğunu ortaya çıkaracaktır. Baksana, amellerden bir amele (işe) devamı ve onu yapışı daha çok olan kimsede, bu amel hususundaki melekenin kök salısı daha kuvvetli olur.
İkinci Mukaddime: Bir amelin tekrar tekrar yapılışı, köklü bir melekenin meydana gelmesini sağladığına göre, bu amellerden herbirinin, bu melekenin meydana gelmesinde bir tesiri olması gerekir. Hatta herbir amelin herbir parçasının, bu melekenin meydana gelmesinde herhangi bir şekilde tesiri olması gerekir. Akıllı kimseler, bu konuda birçok misaller getimişlerdir:
Birinci Misal: Meselâ, yüzbin men (ölçek) bir şey yüklenmiş büyük bir geminin olduğunu farzetsek. Bu gemi suya bir karış batar. Eğer sadece bir buğday tanesi daha konulacak olsa geminin bu buğdayın ağırlığı nisbetinde batmasını gerektirir. Bu miktar, insan hissinin farkedemeyeceği kadar az olsa bile...
İkinci Misal: Hükemâya göre, "basit" varlıkların tabiî şekillerinin küre olduğu sabittir. Binâenaleyh suyun yüzeyinin de küre şeklinde olması gerekir. Tek bir merkez etrafındaki dâirelere benzeyen yaylar, birbirinden farklıdırlar. Çünkü büyük dairenin yayının kamburu, küçük dairenin yayının kamburundan daha az olur. Durum böyle olunca mesela su kabı su ile doldurulup, dağın altına konulduğunda; bu suyun yüzeyinin kavsi (kamburu), su kabının, dağın üzerine konulduğu zaman meydana gelecek kavsinden daha büyük olur. Bu kavis, her ne zaman daha büyük olursa, kabın içinde suyun bulunma ihtimali de o nisbette çok olur. İşte bu da, su kabının dağın altında olması halinde, içinde su bulunma ihtimalinin, dağın üstünde olması halinde içinde su bulunma ihtimalinden daha fazla olmasını gerektirir. Fakat aradaki fark çok az olduğu için, insanın duyuları onu tam olarak farkedemez.
Üçüncü Misal: Biri diğerine yakın olan iki insanın her birinin ayakları, dünyanın merkezine başlarından daha yakındır. Çünkü ağır kütleler, fezadaki çevreden, dünyanın merkezine daralarak inerler. Fakat bu kadarcık farkı da, insanın duyuları anlayamaz.
Sen bunları iyice anlayıp, fiillerin çok yapılışının, melekelerin hasıl olması neticesini verdiğini gördüğünde biz diyeceğiz ki: Hayır ve şer, az veya çok her fiil insanın üzerinde bir tesir meydana getirirler. Bu tesir ya saadet, ya şekavet babından olur. İşte bu durumda, bu kesin aklî delil ile, Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onun (karşılığını) görecek; kim de zerre ağırlığınca şer yapar ise onun (karşılığını) görecek'' <zkz*ı. 7-8) âyetinin, gerçeğin ta kendisi olduğu ortaya çıkmış olur. Fiillerin, melekelerin meydana gelmesini sağladığı ve elin işlediği fiillerin, o belli melekelerin meydana gelmesinde tesirli olduğu sabit olup, yine ayaktan çıkan fiillerin de aynı durumda olduğu bilinince, eller ve ayaklar Kıyamet günü insanın aleyhine şâhidlik ederler. Bunun mânası şudur: "Şüphesiz bu nefsânî tesirler, o uzuvlardan çıkan fiiller vasıtasıyla, nefsin cevherinde meydana gelir. Böylece de bu belli organlardan o fiillerin çıkışının, nefis cevherinde belli eserlerin (tesirlerin) meydana geldiğine şâhidlik ederler. Hesaba gelince, bundan maksad, toplanan ve çıkarılandan geriye ne kaldığını bilmektir. Biz hayır ve şer olan her bir zerrenin, nefis (ruh) cevherindeki bu şekillerden birinin meydana gelişinde bir tesiri olduğunu beyan ettik. Bu şekiller, ya temiz ve pâk, ya da değersiz ve adî olur. Şüphesiz insanın amelleri farklı farklıdır. Binâenaleyh onların bazısı bazısının karşılığı olur. Bu karşılık oluşdan sonra geriye nefiste, güzel huya veya kötü huya dair bir miktar kalır. Beden öldüğü zaman güzel huyun ve kötü huyun nisbeti ortaya çıkar. Bu da, bölünemeyecek kadar az bir anda meydana çıkar. Bu an, ruhun beden ile ilgisinin kesildiği andır. İşte bu hal, "en hızlı bir hesap" olarak ifâde edilmiştir. Bunlar, nebevi hikmetin, felsefî hikmete uygunluğu hususunda yapılmış izahlardır. İşlerin hakikatlerini tam manasıyla bilen ancak Allah'dır.
"De ki: 'Haranın ve denizin karanlıkları içinden sizi kim kurtarıyor ki, ona (aşikâr ve) gizli yalvararak duâ edersiniz: Eğer bizi bundan selâmete erdirirse, andolsun şükredenlerden olacağız." De ki: "Sizi ondan ve her sıkıntıdan Allah kurtarır da, sonra siz yine (O'na) eş koşarsınız" (En'âm, 63-64).
Bil ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın ilahî kudretiyle rahmet, fadl ve ihsanın mükemmelliğine delâlet eden delillerden bir başka delildir. B J ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: [250]
Asım, Hamza ve Kısaî, her iki âyetteki, lafzını, şeddeli olarak diğer kıraat imamları ise, şeddesiz olarak şeklinde okumuşlardır. Vahktî şöyle demiştir:
"Bu fiiller gerek şeddeli, gerekse şeddesiz olarak, (kurtuldu) fiilinden alınan iki kullanıştır. Bu fiili istersen istersen babından getirebilirsin. Bu mesela, (Onu sevindirdim) ve (onu borçlu kıldım) denilmesi gibidir. Kur'ân'da da bu fiil, her iki şekilde de gelmiştir. Meselâ "Onu ve yanında olanları kurtardık" (Araf,64) ve "İman edenleri kurtardık... ' (Fuasik*. ıs)âyetlerinde olduğu gibi... Kur'ân-ı Kerim her iki kullanışa göre de inince, bu iki kıraatin güzellik bakımından birbirine eşit olduğu ortaya çıkar. Ancak ne var ki, tercih edilen kıraat, kelimeyi şeddeli olarak okumaktır. Çünkü bu durum (kıraat) Cenâb-ı Hak katından defalarca meydana gelmiştir. [251]
Ebu Bekr'in rivayetine göre Asım, kelimesini, hâ harfinin kesresiyle diğer kıraat imamları ise hâ harfinin zammesiyle şeklinde okumuşlardır ki, bu da iki kullanıştır. A'râf süresindeki kelime de, aynen bu ihtilaf üzere okunur.
Ahfeş/den ve kelimelerinin iki kullanış olduğu rivayet edilmiştir. kelimesi, "ihfa" "gizlemek" manasından gelirken, kelimesi ise, "korkmak" manasından gelir. Cenâb-ı Hakk'tn, ifadesi de bundandır.
Asım, Hamza, ve Kisaî gaib sigasıyla olmak üzere, "Eğerbizi., sela mete erdirirse..." şeklinde; diğer kıraat imamları da, muhatab sigasıyla "Eğer bizi... selamete erdirirsen" şeklinde okumuşlardır. Gaib sigastyla okuyan birinci gruptakilere gelince, onlar da bunda ihtilaf etmişlerdir. Meselâ Asım, "tefhim ile okurken, diğerleri ise "imâle" ile okumuşlardır.
Bu fiili gâib sigasıyla okuyanların delili şudur: Bu kelimeden önceki ve sonraki ifadeler, gaib sigasıyla zikredilmişlerdir. Kendisinden önceki kelimeye gelince bu, (O'na dua edersiniz), (buradaki "hüve" "O'na" zamiri) ifadesi, sonrakine gelince, bu da "Deki: "Sizi ondan Allah kurtarır (Buradaki, "Allah kurtarır") ifadesidir. Kelimeyi muhatab sigasıyla okumak ise, bir takdir yapmayı gerektirir. Buna göre takdir, "Derler ki: Eğer bizi selamete çıkara-rırsan.." şeklinde olur. Oysaki takdirde bulunma cihetine gitmek, asi olanın aksine bir durumdur. Bu fiili muhatab sigasıyla okuyanların delili ise, başka bir âyetteki "Eğer bizi bundan kurtarırsan, andosun ki' şükredenlerden olacağız" (Yunus, 22) ifadesidir. [252]
"Karanın ve denizin karanlıkları içinden..." ifadesi bunların korku ve dehşet veren şeylerini anlatan bir mecazi ifadedir. Arapça'da sıkıntılı, şiddetli güne ve denilir. Yani, "Gece olacak denli, karanlık ve zulümatı şiddetlenmiş gün.." Bu konuda sözün hakikati şudur: "Ona, durum şiddetlenir ve ondan nasıl çıkacağını bilemez.. Çıkış yollarını bulamaz" demektir.
Alimlerden, bu tabiri hakikî mânasına hamledip de şöyle diyenler de vardır: Denizin karanlıklarına gelince, bu, gecenin, denizin ve bulutların karanlığının bir araya gelerek, buna çetin rüzgarların ve korkunç dalgaların eklenmesi ve insanların ondan nasıl kurtulacaklarını, aynı zamanda bu korkunun büyüklüğünü bilememeleridir.
Karanın karanlıklarına gelince bu, gece ile bulutların karanlıkları, düşmanın hücum etmesinden duyulan şiddetli bir korku ile yine doğru yolu bulamamadan şiddetli biçimde korkmadır.. [253]
Bu ifâdeden maksad şudur: "Şiddetli korkuları gerektiren böylesine şiddetli ve sıkıntı verici sebepler bir araya geldiğinde, insan ancak Allah'a döner ve bu dönüş de, hem zahiren hem de bâtınen olur.. Çünkü böyle bir durumda, insanın Cenâb-ı Hakk'a karşı olan ihlâs ve samimiyeti artar ve Allah'ın dışındaki varlıklardan ümidi kesilir..." İşte Cenâb-t Hakk'ın, "O'na (aşikâr ve) gizli yatvararak duâ edersiniz" buyruğundan murad da budur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Allah beyân ediyor ki, fıtrat-ı selime ve aslî yaratılış, bu durumda Allah'dan başka sığınak ve O'nun fazl-u kereminden başka bir dayanak olmadığını gördüğü zaman, bu İhlasın bütün durumlarda ve zamanlarda bulunması've devam etmesi gerekir.. Ama bu böyle olmaz, çünkü insan esenliğe ulaştıktan ve kurtuluşa erdikten sonra, bu kurtuluşu maddî sebeplere bağlayarak şirke yönelir...
Bazı müfessirler "Bu âyetten maksat, kendisine tapınılan put ve heykellerin ilâh olabileceğini ta'n ve tenkid etmektir.." demişlerdir.
Ben de derim ki: Ubûdiyyet yolunda Allah'dan başka bir şeye bağlanmak, bir puta bağlanmaya yakın bir şey olur. Zira ehl-i tahkîk, bu hali "şirk-i hafî" (gizli şirk) olarak isimlendirmişlerdir. Âyetin lafzı, böylesi sıkıntılı ve şiddetli durumlar meydana geldiği zaman insanın söyleşi bazı şeyleri yaptığına delâlet eder:
1) Duâ,
2) Yalvarıp yakarma..
3) Gönülden ihlas.. Ki, âyetteki "(aşikâr ve) gizlice..." kelimesinden murad budur..
4) Sürekli olarak şükürle meşgul olmak... Âyetteki, "Eğer bizi bundan selâmete erdirirse, andolsun şükredenlerden olacağız..." buyruğuyla murad edilen budur..
Cenâb-ı Hak, sonra onları bu korkulardan ye korku ve sıkıntı doğuran diğer şeylerden kurtardığını, ama insanın bunun peşinden hemencecik şirke yöneldiğini beyân etmiştir.. Bu âyetin bir benzeri de, "Ondan (Allah'dan) başka taptığınız şeyler kaybolur gider" (isrâ, 67) ve "Sanıtlar ki onlar çepçevre kuşatılmışlardır. (O zaman) onlar, Allah'ın dininde hâlis ve samimi kimseler olarak O na duâ ederler" (Yunus, 22) âyetleridir.
Özet olarak söylemek gerekirse, insanların ekserisinin âdeti şudur: "Korkunç bir durumla karşılaştıklarında, o vakit tam bir ihlâs sahibi olurlar; güven ve refaha kavuştukları zaman ise, Allah'a şirk koşarlar..." [254]
"De ki: "O, size üstünüzden, yahud ayaklarınızın altından bir azap göndermeye veya sizi birbirinize katıp kiminize kiminizin hıncını taddırmaya kadirdir." Bak, âyetleri, onlar iyice anlasınlar diye, nasıl türlü türlü açıklıyoruz.." (En-am, 65).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [255]
Bil ki, tevhid delillerinin bir başka çeşidi olup, bir nevi korkutmayla karışıktır.. Cenâb-ı Hak, insanlara bu değişik yollardan azabını ulaştırmaya kadir olduğunu beyân etmiştir. Azabın insanlara, bazan üstlerinden, bazan da ayaklarının altından gönderilmesi hususunda iki görüş bulunmaktadır: [256]
Birinci Görüş; Âyetin lafzının, hakikî mânasına hamledilmesi itibariyledir. Buna göre biz diyoruz ki: Azap onların üzerlerine, Nûh (a.s)'un kıssasında olduğu gibi, üzerlerine gökten inen yağmur ve yıldırımlar gibi; Lût kavminin taşa tutulmasında ve Fit ashabının taşlanmasında olduğu gibi, üzerlerine gökten gelen sayha, korkunç çığlık seklinde iniverir... Azabın, ayaklarının altından gelmesi ise, yerin sarsılması, Karun'un yere geçirilmesi v.b. şeklinde olur. Bu azapların yağmurun yağdırılmaması ve bitkinin bitirilmemesi şeklinde olduğu da söylenmiştir. Kısaca bu âyet, gökten inmesi ve yerden ortaya çıkması mümkün olan her türlü azabı içine alır.. [257]
İkinci Görüş: Âyetin lafzının mecazî bir mânaya hamledilmesine göredir. İkrime'den gelen bir rivayette, İbn Abbas (r.a), "üstten gelen azab"ın, yöneticilerden; "ayakların altından gelecek azab"ın da, köleler ve ayaklar takımından gelecek olan şeyler mânasında olduğunu" söylemiştir.
Âyetteki, "Veya sizi birbirinize katıp... " tabirine gelince, bil ki kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bir şey üzere birlesen, ittifak eden her topluluğa "şîa" denilir. Bu kelimenin çoğulu, ve şeklinde gelir. Nitekim CenâtH Allah "Bundan evvel benzerlerine de yapağı." (Sobe, 54) buyurmuştur. Bu kelimenin aslı, peşinden gelmek, izlemek manasında olan *r*Ji kelimesidir. Binaenaleyh kelimesi, "birbirini izleyen, birbirlerine tabi olan insanlar" anlamındadır.
Zeccac: Âyetteki tabiri "Sizin işlerinizi öylesine karıştırır ki, bu karışıklıktan sonra bir daha bir araya gelemezsiniz.. Böylece O sizi, çeşitli fırkalar haline getirir de, artık bir daha tek bir fırka olamazsınız... Fırka fırka olduğunuz zaman da birbirinizle savaşırsınız..."mânasındadır.İste, "kiminize kiminizin hıncını taddumaya..." tabirinin mânası da budur demiştir.
İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Cebrail (a.s) bu âyeti getirdiğinde, bu Hz. Peygamber'e çok ağır geldi ve "Bu şekilde muamele görürlerse, ümmetimin sonu ne olur?" dedi.. Bunun üzerine Cebrail (a.s), "Ben de senin gibi bir kulum.. Binâenaleyh, ümmetin için Rabbine duâ et!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de, Rabbinden, ümmetine bunu yapmamasını istedi.. Ve Cebrail (a.s), "Muhakkak ki Allah Teâlâ, ümmetini şu iki çeşit azabtan emîn kıldı: Yani, Nûh ve Lût (a.s)'un kavimlerine gönderdiği gibi, üzerlerinden; Karun'u da yere geçirdiği gibi, altlarından bir azap vermeyecektir.. Ama onları, çeşitli hevâ ve hevesleri sebebiyle, fırka fırka olmaktan ve kılıçlarla vuruşarak birbirlerinin hınçlarını tattırmaktan emin kılmamtstır... diye haber getirir.. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki ümmetim yetmişikt fırkaya ayrılacaktır.. Kurtulacak olansa, tek bir (İrkadır.." Bir rivayette ise, "Hepsi cennette olacaktır; ama zındıklar müstesna..." şeklinde varid olmuştur. [258]
Âyetteki, "Sizi birbirinize kahp..." ifâdesinin zahiri, insanları çeşitli hevâ ve heveslere; birbirine zıt görüşlere sevkedenin Cenâb-ı Hak olduğunu ifâde eder. Bu çeşitli görüşlerden hak ve gerçek olanın, sadece birisi olduğu;
onun dışında kalanların ise bâtıl ve yanlış olduğu açık ve zahirdir.. Bu ise, Allah'ın, mükellefi bâtıl itikada sevketmiş olmasını gerektirir. Cenâb-ı Hakk'ın, "kiminize kiminizin hıncını taddırmaya..." buyruğuna gelince, hiç şüphe yok, taddınlan bu hınç ve kötülüklerin çoğu, zulüm ve günahtır.. Binâenaleyh bu da, Allah Teâlâ'nın, hem hayrın hem de şerrin yaratıcısı olduğunu gösterir.. Bu görüşe muhalif olan (Mutezile) ise buna, "Âyet, Allah'ın buna kadir olduğuna delâlet etmektedir.. Bizce de Allah, "kabîh" olan fiile kadirdir.. Esas münakaşa ise, Allah onu yapar mı yapmaz mı meseiesindedir..." diyerek cevap vermiştir.
Biz onlara şöyle cevap veririz: Âyetten, başka bir yönden istifâde edilir. Çünkü Allah'ın, buyruğu, "hasr" mânasını ifâde etmektedir. Binâenaleyh, Allah'dan başka hiç kimsenin buna kadir olamaması gerekir.. İnsanlar arasındaki bu ihtilâf ise, daima mevcuttur. Bahsedilen "hasr" ile de, bu ihtilafın, Ailahdan başkasından sâdır olmaması gerektiği hususu sabit olmuş olur.. Binâenaleyh bunun ancak Allah'dan meydana gelmiş olması vacip olur ki, bu da bizim elde etmek istediğimiz neticeyi verir. [259]
Taklidden yana olanlar ile, "Hasviyye": "Bu âyet, tefekkür ve istidlalde bulunmamaya delâlet eden delillerin en kuvvetlilerindendir... Bu böyledir, çünkü bu kapıları açmak, inançlar mevzuunda çekişmelerin ve ihtilâfların meydana gelmesine ve insanların çeşitli din ve mezheplere ayrılmalarına sebebiyet verir.. Bu ise, bu âyetin hükmüyle kınanmıştır. Kınanmış olana yol açan da kınanmıştır.. Binâenaleyh, din mevzuunda tefekkür ve İstidlal kapısını açmanın kınanmış olması gerekir..." demiştir. Bunun cevabı kolaydır. Allah en iyi bilendir..
Sonra Cenâb-ı Hak, âyetin sonunda, "Bak, âyetleri onlar iyice anlasınlar diye, nasıl türlü türlü açıklıyoruz..." buyurmuştur. KAdî: "Bu, Allah Teâlâ'nın, o âyetleri açıklamak ve o açıklamaları iyice ortaya koymak suretiyle, herkesin bu delilleri anlamasını; yine herkesin, bu apaçık beyyine ve delilleri iyice anlamasını dilediğine delâlet eder..." demiştir.
Buna şöyle cevap veririz: Bilakis âyetin zahiri, Allah'ın bu âyetleri ancak iyice anlayan ve kavrayan kimseler için türlü türlü açıkladığına delâlet eder.. Ama, âyetlerden yüz çevirip inad eden kimseye gelince, Cenâb-ı Hak bu âyetleri böyle kimseler için açıklamış değildir... Allah en iyi bilendir. [260]
"O hak olduğu halde, kavmtn onu yalan saydı. De ki: "Ben sizin üzerinize bir vekil değilim." Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır. Siz de yakında öğreneceksiniz" (En'âm, 6 67).
Âyetteki "onu yalan saydı" ifâdesindeki, "onu" zamirinin neyi gösterdiği hususunda çeşitli görüşler bulunmaktadır:
1) Zamir, bir önceki âyette bahsedilen azaba râcidir, yani, "o azap haktır, mutlaka onların başına gelecektir" demektir.
2) Bu zamir, "Kur'ân'a râcidir ve âyet, "o Kur'ân, Allah katından indirilmiş bir kitap olması hususunda hak ve doğrudur" mânasına gelir.
3) Bu zamir, "âyetlerin iyice açıklanması"na râcidir ve âyet şu mânayadır; "O haktır. Çünkü onlar bu şeylerin, delil olduklarını yalanlıyorlar."
Sonra Allah Teâlâ, "De ki: "Ben sizin üzerinize bir vekil değtyil" buyurmuştur. Bu, "Ben sizin üzerinizde bir muhafız değilim ki, yalanlamanıza ve delillerden yüz çevirmenize karşılık sizi cezalandırayım. Ben, ancak bir uyarıcıyım. Amellerinize karşılık sizi cezalandıracak olan ise Allah'dır" mânasındadır. İbn Abbas (r.a) ve müfesslrler: "Bu âyeti, cihad âyetleri neshetmiştir" demişlerdir ki bu uzak bir görüştür.
Daha sonra Hak Teâlâ, "Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır" buyurmuştur. "Müstekar" kelimesi, istikrar bulunan (karar kılınan) yer mânasına gelebileceği gibi, bizzat istikrarın kendisi mânasına da gelir. Çünkü sülâsî (üçlü) fiillerden daha ziyade harfi bulunan fiillerin masdarları ism-i mef'ûl vezni üzere gelir. Mesela "medhal" ve "mahreç" kelimeleri, "idhâl" ve "ihraç" mânasına da gelir. Buna göre bu tabirin mânası, "Allah'ın haber verdiği her haberin, meydana geleceği değişmez ve geriye bırakılmaz bir vakti ve bir yeri vardır" şeklindedir.
Eğer bu kelimeyi, "istikrar" mânasına alır ise, âyet "Allah'ın her vaadinin ve vaîdinin istikrarı vardır, kesindir. Meydana gelmesi ve inmesi anında, her işin Allah'ın haber verdiği gibi olacağını insanların mutlaka bilmeleri gerekir" demek olur. Bu, kâfirleri korkutmak için kullanılmış bir tabirdir. Bundan murad kâfirlerin âhiretteki azabı olabileceği gibi, dünyada iken, müslümanların kâfirlere harp, savaş ve galibiyet ile hakim olmaları mânası da olabilir. [261]
"Ayetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar Kurandan başka bir sözle meşgul oluncaya kadar, kendilerinden yüz çevir. Eğer şeytan sana unutturursa, o halde hatırladıktan sonra artık o zâlimler güruhu ile oturma..." (En'âm. 68).
Bil ki Cenâb-ı Allah âyette, "O hak olduğu halde, kavmin O'nu yalan saydı.. De ki: "Ben sizin üzerinize bir vekil değilim" (Enam. 66)buyurmuş ve bununla, Hz. Peygamber'in, bu dini yalanlayanların peşini bırakmaması ve onlar üzerinde daima gözcü olması gerekmediğini beyân etmişti... Sonra bu âyette ise, eğer bu yalanlayıcılar, küfür ve yalanlamalarına, dinle alay ve O'nu ta'n etmeyi de eklerlerse, kendisinin onlarla bir arada bulunmaktan kaçınması ve meclislerini terketmesi gerektiğini açıklamıştır. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [262]
"gördüğünzaman..." tabirinin, Hz. Peygamber'e yöneltilmiş bir hitap olmakla beraber esas başkalarının kasdedildiği; yine, bu hitabın esasen Hz. Peygamber'den başkasına tevcih edildiği, yani "Ey dinleyen kimse, âyetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman..." denilmek istendiği söylenmiştir... Vahidinin naklettiğine göre, "müşrikler, mü'minlerle bir mecliste bulundukları zaman Allah'ın Resulünü ve Kur'ân'ı tenkid ediyor, onlarla alay ve istihza ediyorlardı. Bunun üzerine Hak Teâlâ, mü'minlere, müşrikler Kur'ân'dan başka bir söze datıncaya kadar onlarla oturmamalarını emretti. kelimesi Arapça'da bir oyun ve eğlence olarak birşeye dalmak, girmek, birşeyden bahsetmek mânasını ifâde eder. Nitekim Cenâb-ı Allah, kâfirlerin "Biz de (bâtıla) dalanlarla beraber dalardık" (Muddessir, 45) diyeceklerini habervermiştir. Bir kimseye, bir grup insan hakkında sorulup da o kimse derse, bu söz, o insanların yakışıksız sözleri konuşmaya dalmış olduklarını ifâde eder. [263]
Haşviyye'den bazıları, Allah Teâlâ'nın zâtı ve sıfatlan hususunda tefekkür ve istidlalin yasak olduğu görüşünde bu âyete tutunmuşlardır. Bunlar şöyle derler: "Çünkü bu, bir nevî Allah'ın âyetlerine dalmadır. Allah'ın âyetlerine dalmak ise, bu âyetin de ifâde ettiği gibi, haramdır.'
Buna karşı şöyle cevap verilir: "Biz, müfessirlerden bazısının, (dalma) kelimesinin, "Tenkid ve istihza maksadı ile Allah'ın âyetlerine dalma, onlardan bahsetme..." mânasında olduğunu söylediklerini nakletmiştik. Yine bu kelimenin, aslında tam bu mâna için icâd edilmiş olduğunu açıklamıştık. Binâenaleyh -Haşviyye'nin bu görüşü hükümsüz kalır. Allah en iyi bilendir. [264]
İbn Amir kelimesini şeddeli olarak şeklinde okumuştur. ve vezinleri, daha önce geçtiği birçok yerde de açıkladığımız gibi, aynı mana için kullanılırlar.
Nitekim Cenâb-ı Allah "Sen şimdilik o kâfirlere mühlet ver, biraz zaman tanı" (Tank. 17) buyurmuştur. Asıl muhtar olan mâna, Allah Teâlâ'nın "Onu buna ancak şeytan unutturdu" (Kem, 63) âyetindeki (keli-me)den dolayı, diğer bütün kıraat imamlarının okuyuşudur. Buna göre âyetin mânası, "Eğer sen unutur da onlarla oturmaya devam edersen, hatırladıktan sonra orada oturma, hatırlar hatırlamaz oradan kalk" şeklindedir.
Âyetteki, "zlkrfi" kelimesi, Leysin söylediğine göre, "hatırlamak ve hatırlatmak" mânasında bir isimdir. Ferrâ ise, "Zikrâ, kelimesi zikretmek (anmak) manasınadır" demiştir. Âyetteki, "Zâlimler güruhu ile..." tabiri "müşriklerle beraber..." mânasındadır. [265]
Hak Teâlâ'nın, "Kendilerinden yüz çevir" buyruğundaki "yüz çevirme", onların yanından kalkıp uzaklaşmak sureti ile olabileceği gibi, başka bir şekilde de olabilir. Cenâb-ı Allah bundan sonra, "O halde hatırladıktan sonra artık onlarla oturma..." buyurunca, bu tabir, burada kastedilenin, onların yanından kalkıp uzaklaşmak suretiyle yüz çevirme olduğuna bir delil olmuş olur. Bu hususta birkaç soru bulunmaktadır:
Birinci Soru: Yüz çevirmenin, onların yanından kalkıp gitmenin dışında, başka bir şekilde olması caiz midir?
Cevap: Lâfızların zahirlerine tutunan ve kelimeleri zahirî mânalarına hamletmek gerektiğini söyleyenler, bunu caiz görmemektedirler. Asit muteber olanın mâna olduğunu söyleyenler ise, bunu caiz görmüş ve şöyle demişlerdir: "Çünkü bu yüz çevirmeden maksad, onların fikrine katılmamayı, onları reddetmeyi ortaya koymaktır. Binâenaleyh bu maksadı ifâde eden her yol caizdir." [266]
İkinci Soru: "Hz. Peygamber (s.a.s), eğer onların yanından kalkıp gitmekten korkmuş olsaydı, buna rağmen kalkıp gitmesi caiz olur mu?"
Buna şöyle cevap verilir: Hz. Peygamber (s.a.s)'e yapmast vacip kılınan herbir şeyi, O'nun yapması vaciptir, ister bunda bir korku eseri olsun, ister olmasın... Çünkü, eğer biz, korku sebebi ile Hz. Peygamber (s.a.s)'in vacibi terkedebileceğini söylersek, bu takdirde O'nun bize ulaştırdığı mükellefiyet ve emirlere tam itimad etmememiz gerekir. Fakat peygamberlerin dışındaki kimselerden, bazan korkudan dolayffarzlar düşebilir. Çünkü o insanın bu farzı terketmeye yönelmesi, Peygamberlerler için söz konusu olan mahzura sebebiyet vermez. [267]
Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer şeytan sana unutturursa, o halde hatırladıktan sonra oturma" buyruğu, unutan kimseden mükellefiyetin düştüğünü göstermektedir. Cübbâî şöyle der: "Bir şeyi bilmemek, o husustaki mükellefiyetin düşmesini gerektirir ise, bırşeye kadir olamamak, haydi haydi o hususta mükellefiyetin düşmesini gerektirir. Bu da, "teklîf-i mâla yutak"in bulunmadığına ve yine "istitaa" (bir şeye güç yetirebilme)'nın, fiilin yapılmasından önce insanda mevcut olduğuna delâlet eder. Çünkü istitaa eğer ancak tam fiilin yapıldığı anda olmuş olsaydı, fiilden önce mevcut olmamış olurdu. O zaman da, kâfirin imana kadir olamaması ve böylece de ona iman etme emrinin yöneltilmemesi gerekirdi."
Bil ki bu gibi sözler, tefsirimizde cevaplan ile çokça zikredilmiştir. Bu sebeple, burada ona cevap vererek sözü uzatmak istemiyoruz. Allah en İyi bilendir. [268]
"Takva üzere olanlara, onların hesabından hiç bir şey gerekmez. Fakat (onlara düşen), bir nasihattir. Umulur kf (onlar da) ittikâ ederler" (En'âm, 69).
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Müslümanlar, "Müşrikler Kur'ân ile istihza edip, onun hakkında ileri geri konuşmaya daldıklarında, eğer onların yanından kalkıp ayrıltrsak, Mescid-i Haram'da oturmaya ve Kabe'yi tavaf etmeye imkân bulamayız" dediler ve bunun üzerine işte bu âyet nazil oldu. Bu âyet ile, mü'minlere o müşriklerle birlikte oturma, onlara öğüt ve nasihat ile dini anlatma ruhsatı ve müsaadesi verilmiş oldu. İbn Abbas (r.a), âyetin mânasının, "Şirkten, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan ittikâ edenler için, o kâfirlerin hesaplarından, yani günahlarından hirşey gelmez. Fakat o müttakilere gereken, öğüt vermeleridir" şeklinde olduğunu söylemiştir.
Zeccâc ise şöyle demiştir: "Âyetteki "zikrâ" kelimesi, ref mahallinde de, nasb mahallinde de sayılabilir. Bu kelimenin ref mahallinde sayılması, şu iki şekilde izah edifebilir:
a) takdirindedir, yani, "Fakat size gereken, onlara öğüt ve nasihat etmenizdir" demektir.
b) Yine bunun, "Fakat sizin onlara emredeceğiniz şey, bir öğüt ve nasihattir" takdirinde olması da caizdir. Birinci izaha göre, "zikrâ" kelimesi, "hatırlatma" mânasında; ikinci izaha göre ise, "zikir" (anma) mânasındadır.
Bu kelimenin nasb mahallinde sayılmasına göre, kelamın takdiri., "Onlara iyice öğüt veriniz, umulur ki ittikâ ederler" şeklindedir. Buna göre mâna, "Umulur ki onlara yaptığınız öğüt, onları böyle lüzumsuz şeylere dalmaktan alıkor" şeklinde olur. [269]
"Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen, kendilerini dünya hayatı aldatmış bulunan kimseleri bırak... Sen yalnız onunla öğüt ver ki, hiç bir kimse kazandığıyüzünden helake sürüklenip atılmasın... Ona Allah'dan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi yoktur. O, bütün varını fidye olarak verse, yine ondan alm(ıp kabulolun)maz. Onlar, kazandıkları yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir. Küfür ve inkâr etmekte olduklarından dolayı, kaynar su ve acıklı azap onlar içindir" (En'âm, 70).
Bil ki bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "âyetlerimiz hakkında "(münasebetsizliğe) dalanlar..." buyruğuyla anlatılan kimselerdir. Âyette bulunan kelimesinin manası, "onlardan yüz çevir, onlara aldırış etme" demektir. Bundan maksad, onların inzâr edilmemeleri değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak bundan sonra, "sen yalnız onunfa va'z et..." buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, "İşte bunlar! Allah öyle kimselerin kalplerinde olanı bilir. Artık onlardan yüz çevir..." (Nisa.63)âyetidir. Bilakis bundan murad, onlarla içli dışlı olmamak ve onlara itaat ederek şefkat etmemektir.. Yoksa onların inzâr edilme ve korkutulmalarının terkedilmesi değildir... [270]
Bil ki yüce Allah, Peygamberine şu iki sıfatla muttasıf olan kimseleri terketmesini emretmiştir:
Birinci Sıfat: Onların sıfatlarının, kendi dinlerini oyun ve eğlence edinmeleridir. Bu sıfatın izahı hususunda şunlar zikredilmiştir:
a) Onların, mükellef tutuldukları ve kendisine davet edildikleri dinlerini, İslâm dinini oyun ve eğlence edinmeleridir... Çünkü onlar onunla alay ederek, onunla istihza etmişlerdir.
b) Onlar putlara tapmayı vb. şeyler gibi, oyun ve eğlenceyi kendilerine din
edinmişlerdir.
c) Kâfirler, "Sâibe" ve "Bahira'yı haram kılmak gibi, Allah'ın dini hususunda sırf şehvet ve arzularına göre hüküm veriyorlar, dinî hususlarda ihtiyatlı olmuyorlar ve bu konuda sırf taklitle yetiniyorlardı.. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onlardan "Dinlerini oyun ve eğlence ediniyorlar" şeklinde bahsetmiştir.
d) İbn Abbas şöyle demektedir: "Allah Teâlâ her kavme, kendisine saygı duyacakları, kendisinde namaz kılıp, onu Allah'ın zikri ile imar edecekleri bir bayram vermiştir.. Sonra, insanların yani müşrik ve ehl-i kitabtn pek çoğu, bu bayramlarını oyun ve eğlence edinmişlerdir. Müslümanlarsa, böyle değildir. Zira onlar, bayramlarını, Allah'ın meşru kıldığı şekilde bayram edinmişlerdir."
e) Doğruya en yakın olan görüş bu olup, buna göre gerçek dindar, kendi dininin hak, doğru ve gerçek olduğuna dair delil bulunduğu için, dinine yardım eden kimsedir.. Ama, makam ve riyaset elde etmek, rakibine üstün gelmek ve mal toplamak için dinine yardım edenlere gelince, bunlar dünyaları için dinlerine yardım etmişlerdir, demektir. Halbuki Onâb-ı Hak diğer âyetlerinde, dünyanın bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğuna hükmetmiştir. Binâenaleyh, "Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen... kimseleri bırak" buyruğundan maksad, dinini, dünyasını elde etmeye vesile ve alet edinen kimselere bir işaret olmuş olur. İnsanların ekserisinin durumu hakkında düşündüğünde, onların bu sıfatla muttasıf olduklarını ve bu durumla ilgili hükme dahil olduklarını görürsün. Allah en iyi bilendir.
İkinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "kendilerini dünya hayatı aldatmış..." ifadesidir. Bu da, bizim anlattığımız, (e) maddesindeki görüşü tekid etmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Onları dünya hayatı aldattığı için, dinlerini oyun ve eğlence edinmişler; dünya sevgisi kalplerini istila ettiği için de dinin hakikatinden yüz çevirmiş, böylece dünya malını elde etmek için, dış görünüşlerini tezyin edip süslemekle yetinmişlerdir" demek istemiştir.
Bunu iyice anladığında, şunu bil ki "Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen... kimseleri bırak" buyruğunun mânası, "onlardan yüz çevir, yalanlanma ve istihzalarına aldırış etme, onlara zerre kadar değer verme..." şeklindedir.
Hak Teâlâ, "Sen yalnız onunla öğüt ver" buyurmuştur.
Âlimler, bihî kelimesindeki zamirin neye râc? olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu zamirin Kur'ân'a râci olduğu ve mânasının, "Sen yalnız Kur'ân ile öğüt ver" şeklinde olduğu ileri sürüldüğü gibi, şöyle de denilmiştir: Allah Teâlâ, "Dinlerini bir oyuncak ve eğlence edinen ... kimseleri bırak" buyurmuştur ki bundan murad, din olarak benimsemeleri ve doğruluğuna inanmaları gereken "dln"dir. Binâenaleyh, âyetteki bihî kelimesindeki zamir, bahsedilen "din"e râci olur ki, o zaman mâna, "Yalnız bu din ile vaaz u nasihat et!" şeklinde olur. Çünkü zamirin, zikredilenlerin en yakınına atfedilmesi gerekir. Zikredilenlerin en yakını ise, "din"dir. Şu halde zamirin dine raci olması gerekir. [271]
"...ki, hiç bir kimse kazandığı yüzünden helake sürüklenip..." buyruğuna gelince. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: kelimesinin aslı, men etmektir. tabiri de bu mânadadır. Yani, "Bu, sana yasak ve mahzurludur" demektir. Hasmına aldırış etmediği veyahut da yüzünü çok ekşittiği (vakur ve ciddî göründüğü) için, cesur kimseye de J?-tfı denilir. Nitekim, yüzünü iyice ekşitip astığı zaman "Adam yüzünü ekşitti, iyice döktü" denilir; bu hal daha da fazlalaştığı zaman ise, Araplar demektedirler. Can sıkıntısı yüzüne vurmuş kimseye de, derler.
Sen bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: İbn Abbas, "kazandığı yüzünden helake sürüklenmesin" tabirinin mânası, "Her nefsin, dünyada kazandığı şeyler sebebiyle cehennemde rehin tutulmaması için... " şeklindedir" demiştir. Hasan el-Basri ve Mücahid, "Bunun mânası, "Her nefis, helake maruz kalmaması, yani muradından men olunup yardımsız bırakılmaması için..." şeklindedir" demişlerdir. Katâde, "Cehennemde alıkonulmaması için.." mânasını vermiştir. Yine İbn Abbas'tan ifâdesinin mânasının, "rezil rüsvay olunmamaları için..." ifadesinin manasının ise, "rezil ve rüsvay olundular..." şeklinde olduğu da rivayet edilmiştir. Buna göre âyetin mânası, "onlara Kur'ân ile vaaz u nasihat et; dinin gereği, işledikleri suçlar sebebiyle onların cehennemde alıkonmaktan endişe edip korkmaları, sakınmalarıdır... İşte böylece de onlar, korkarlar ve bu sebeple de ittikâ ederler..." şeklindedir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ona, o nefse, Allah'dan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi yoktur. O, bütün varım üdye olarak verse, yine ondan alm(ıp kabul olun)maz.." buyurmuştur.. Yani, "Her türlü fidyeyi verse dahi..." demektir. Âyette geçen adi kelimesinin mânası, "fidye" demektir. Yani, "O adi ve fidye, o nefisten alınıp kabul edilmez.." demektir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Âyetteki adi kelimesi, fiilinin nâib-i faili olamaz. Çünkü burada "adi" kelimesi masdardır. Binâenaleyh bu fiil ona isnad edilemez. Ama âyetinde bu kelime, "fidye olarak verilen şey" manasınadır. Binâenaleyh burada bu fiilin, "adi" kelimesine isnad edilmesi doğrudur Biz deriz ki; Şu âyette fiili "kabul doğrudur. Biz deriz ki; Şu âyette "kabul edilme" manasınadır. Nitekim Cenâb-ı Hak "O, sadakaları alır" yani kabul eder" (Tevt», km» buyurmuştu. Bu sabit olunca, buradaki fiili de "kabul etme" manasına alınır ve böylece o soru zail olur. Allah en iyi bilendir.
Bu âyetten maksad, nefsin bütün kurtuluş yollarının kapalı olduğunu, bu mahzuru gidermeyi üstlenen bir velînin (dostun), ona şefaat edecek bir şefaatçinin ve kabul edildiğinde kurtulma vesilesi olacak bir fidyenin bulunmadığını, hatta, Allah'ın azabından kurtulmak için bütün dünya fidye olarak verilse bile, o azaptan kurtulma hususunda o nefse fayda vermeyeceğini beyan etmektir. Binâenaleyh dünyada bu üç şeyin kurtuluş sebebi olup, bunların da âhirette kesinlikle hiç bir şey ifâde etmeyecekleri sabit olup; âhirette ancak rehin tutulma, kapanıp kalma ve teslim olma demek olan "ibsâl"dan başka birşeyin bulunmadığı zahir olduğuna göre, nefsi Allah'ın azabından kurtarabilecek hiç bir şey yoktur. Kişi, azabın böyle olacağını düşündüğünde, Allah'a isyana yeltendiği zaman, nerede ise tir tir titrer.
Daha sonra Allah Teâlâ, insanların rehin tutulmalarına ve hapsolunmalarına sebep olan şeyi beyan ederek, "KüfUrve inkâr etmekte olduklarından dolayı, kaynar su ve acıklı azap onlar içindir" buyurmuştur. Bu, son derece elem verici bir husustur Allahu a'lem. [272]
"De ki: "Allah'ı bırakıp da bize ne fayda ne zarar veremeyecek olan şeylere mi tapalım? Allah bize hidayet ettikten sonra, şeytanların saptırıp, şaşkın bir halde çöle düşürmek istedikleri ve arkadaşlarının "Bize gel!" diye hidayete çağırdıkları kimse gibi, ökçelerimizin üzerine gerisin geri (şirke) mi döndürülelim?" De ki; "Allah'ın hidayeti, şüphesiz hidayetin ta kendisidir ve biz âlemlerin Babbtne teslim olmakla emroîunduk. Bir de "Namazı küm ve (Aîlah'dan) ittikâ edin" (diye emroîunduk). Varıp huzuruna toplanacağınız O'dur" (En'am, 71-72)
Bil ki bu âyetin maksadı, putperestleri reddetmektir. Ve bu, daha önceki "De ki: "Allah'ı bırakıp da taptığınız şeylere tapmak bana yasak kılındı" (Enam,56)âyetini te'kid etmektedir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "De kt: "Allah'ı bırakıp da bize ne fayda ne zarar yapamayacak olan şeylere mi tapalım? Allah bize hidayet ettikten sonra, ökçelerimizin üzerinde gerisin geri (şirke) mi döndürülelim?" buyurulmuştur. Yani "Faydayı ve zararı veren Allah'ı bırakıp, bize hiç bir fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere mi tapalım? Allah bizi bunlardan kurtarıp, İslâm'a ilettikten sonra, gerisin geri şirke mi dönelim" de" demektir. Haktan bâtıla dönen herkese, "Arkaya döndü, ökçesi üzeri gerisin geri döndü, geriye döndü" denilir. Bunun sebebi şudur: İnsanda aslo-lan (asıl olarak mevcut olan) cehalettir. Sonra insan terakki ve tekâmül ettiğinde, ilim elde etmiş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah sizi analarınızın karınlarından, kendiniz hiç bir şey bilmiyorken çıkardı. Size, şükredesintz diye kulaklar, gözler ve gönüller verdi,.." (Nam, 7e) buyurmuştur. Binâenaleyh, insan ilimden yeniden cehle dönünce, sanki o, tekrar başa dönmüş olur. İşte bu sebepten dolayı, "Falanca, topukları üzere gerisin geriye döndü" denilir. [273]
"Şeytanların saptırıp da... kimse gibi" buyruğuna gelince, bil ki Allah Teâlâ bu insanı (bu âyette) şu üç çeşit sıfatla tavsif etmiştir:
Birinci Sıfat: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "şeytanlar onu saptırdı..." tabiridir. Bu hususta iki mesele vardır: [274]
Hamza, müzekker olarak elif diğer kıraat imamları ise tâ ile şeklinde okumuşlardır. Çünkü çoğul isim, cem mânasına göre müzekker olmaya; cemaat mânasına göre de müennes olmaya müsaittir. [275]
Alimler, bu fiilin neden iştikak ettiği hususunda ihtilaf ederek, şu iki hususu ileri sürmüşlerdir:
a) Bu kelime, "Yere yuvarlandı, düştü tabirinden alınmıştır ki bu, yüksek bir yerden, yerin içindeki derin ve alçak bir çukura inmek (düşmek) demektir. İşte böylece Allah sapıtan kimsenin durumunu buna benzetmiştir ki, işte bu "K/m Allah'a eş koşarsa, o, yüksekten düşüp de..." (Hacc, 31) âyetinde ifâde edilen husustur. Şüphesiz ki bu insanın, yüksek bir yerden karanlık ve derin bir çukura yuvarlanıp düştüğü zamanki durumu, son derece ızdıraplı, acz ve dehşet uyandıran bir şekilde olur..
b) Bu kelime, nevaya uyup, haktan sapmak mânasına gelen kelimeden müştaktır (ondan türemiştir). Zira, böyle olan herkes, çoğu kez son derece şaşkın bir durumda bulunur.
Birinci görüş daha uygundur; çünkü bu görüş, dehşet ve acziyyet haline daha fazla delâlet eder.
İkinci sıfat: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şaşkın bir halde. ifadesidir. Esmaî şöyle demektedir: " (Hayret etti, şaştı-şaşıyor-şaşmak hayret etmek) denilmektedir.." Ferrâ buna, ve masdarlarını da eklemiştir. "Hayret" in manası, bir işte, çıkışını bulamayacak bir biçimde tereddüde düşüp, şaşkın şaşkın dönüp dolaşmadır. "Tereddüd edip dönüp dolaştı" manasında olmak üzere, "su bulutta dönüp dolaştı"; yine su ile dolup, kendisinde su dönüp dolaşmaya başladığında, "su bahçede dönüp dolaştı.." denilir. Bil ki bu benzetme, son derece güzeldir. Zira, yüksek bir yerden derin bir çukura düşen bir şey, oraya dönerek düşer. Çünkü taş, yüksek bir yerden daha alçak bir yere düşerken, işte dönerek düşer.. Ki, işte bu, şaşkınlık ve tereddüdün, dönüp dolaşmanın mükemmel olmasını icap ettirir.. Yine o şey, (kimse) buraya düşerken, düşmesi sebebiyle belâsının fazlalaşacağını ya da azalacağını bilemediği bir yere yuvarlanır.. Binâenaleyh, bütün bu halleri göz önünde bulundurduğun zaman, şaşırıp korkan şaşkın bir kimse için, bundan daha güzel ve daha mükemmel bir mesel ve benzetme bulamayacağını anlamış olursun..
Üçüncü Sıfat: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Onun, "bize gel" diye hidâyete çağıran arkadaşları vardır" âyetinin ifâde ettiği husustur. Alimler, bu âyetin Abdurrahman fbn Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a) hakkında nazil olduğunu, zira onun, babasını küfre; babasının ise onu imana davet ettiğini ve ona, cahillerin yolundan hidâyete, küfrün zulmetinden imanın nuruna dönmesini emrettiğini söylemişlerdir.. Bundan muradın, "Bu sapık kimsenin, kendisini, bu sapıklığa davet eden ve o sapıklığı da hidâyet diye adlandıran birtakım arkadaşları vardır..." şeklinde olduğu da söylenmiştir ki, bu uzak bir ihtimaldir. Sahih olan görüş, birincisidir.
Daha sonra Allah "Deki "Allah'm hidâyeti, kâmil, faydalı ve şerefli olan hidâyetin tâ kendisidir" buyurmuştur. Nitekim sen, "İlim, Zeyd'in ilmidir" "Mülk, Amr'ın mülküdür" dediğin zaman, bunun mânası, bizim de açıkladığımız gibi, bu işin çok mükemmel ve kıymetli olduğunu beyan etmektir.
Daha sonra "ve biz, âlemlerin Babbine teslim olmakla emrolunduk..." buyurulmuştur. Bil ki, "Allah'ın hidâyeti, şüphesiz hidâyetin ta kendisidir" buyruğunun muhtevasına, bütün emredilen şeyleri yapmak ile, nehyedilen bütün şeylerden sakınmak dahildir. Bu söz şu şekilde izah edilebilir: Kendisine Allah'ın emrinin taalluk etmiş olduğu her şey, ya yapmak veyahut da yapmamak cinsinden olur. Birinci kısma gelince bu, ya kalplere ait ameller, veyahut da uzuvlara ait fiiller cinsinden olur. Kalbin amellerinin en önde geleni, Allah'a iman edip, O'na teslim olmaktır. Uzuvlarının amellerinin en önde geleni ise, namazdır. Yapmama cinsinden olanlara gelince, bu takvâadır. Takva ise, uygun olmayan her şeyden sakınıp onu yapmamaktan ibarettir.. Halbuki Allah Teâlâ, ilk önce faydalı olan hidâyetin, ancak Allah'ın hidâyeti olduğunu beyan etmiş, bu küllî ve umumî olan sözün peşinden de, sırayla o hidâyetin kısımlarının en şereflisini zikretmiştir ki bu da, manevî taatlerin en başta geleni olan İslâm (iman ederek kendini Allah'a teslim etme) ile, maddi taatlerin başı olan namaz ve terketme, uygun olmayan şeylerden sakınma faslının en başta geleni olan takvadır..
Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu amellerin faydalarını beyan ederek, "Varıp huzuruna toplanacağınız Odur" buyurmuştur. Yani, "Bu amellerin faydaları, ancak haşr, öldükten sonra dirilme ve Kıyamet gününde ortaya çıkar, görülür" demektir.
İmdi şayet, "Cenâb-ı Hakk'ın, "...namazı talin..." buyruğunun O'nun, "Ve biz, âlemlerin Rabbtne teslim olmakla emrolunduk..." sözüne atfedilmesi nasıl yerinde ve güzel olmuştur?" denilirse biz deriz ki: Zeccâc. bu hususta şu iki izahı yapmıştır:
a) İfâdenin takdirinin, "Biz emrolunduk; akabinde bize, "Âlemlerin Rabbine teslim olun ve namazınızı kılın" denildi.." şeklinde olmasıdır.
Buna göre şayet, "Farzedelim ki bu âyetten kastedilen şey, sizin söylemiş olduğunuz husustur.. Ancak ne var ki, bu zahir ile, akla muvafık olan bu terkibten, mânasını, aklın ancak tevil yoluyla anlayabileceği o lafza, izaha dönmedeki hikmet nedir?" denilirse biz deriz ki:
Bu böyledir, zira kâfir olan kimse, küfründe devam ettiği sürece (muhatap alınmaya değmeyen) gâib gibi olur. Binâenaleyh, bu sebeple de ona, gâib kimselere yapılan bir hitap ile hitap olunur da, kendisine, "Ve bizr âlemlerin Fabbine teslim olmakla emrolunduk..," denilir. Ama o kimse müslüman olup, iman edip, böylece de tam olarak imana girdiğinde, artık o kimse karşımızda duran, yakın olan kimse gibi olur, bu sebeple ona, karşımızda hazır olan kimselere yapılan hitap ile hitap edilir de,"B/rde, "Namazı kılın ve (Allah'dan) ittikâ edin" (diye emrolundu). Varıp huzuruna toplanacağınız Odur" buyurulur. Bu iki nevi hitabın zikredilmesinden maksat, küfür ile iman hali arasındaki farka dikkat çekmektir. Bunun izahı şöyledir: Kâfir, uzak ve gâib; mü'min ise, yakın ve hazır olandır... Allah en iyi bilendir. [276]
"O, gökleri ve yeri hak ve hikmetle yaratandır. Onun "ol" diyeceği gün (her şey) oluverir. Sözü hakdır. "Sûr"a üftirüleceğlgün de hakimiyet Onundur. Görünmeyeni de, görüneni de bilendir. O, yegâne hikmet sahibi, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır" (En'âm, 73).
Bil ki Cenâb-ı Hak, önceki ayetlerde putperestlerin yollarının batıl olduğunu beyan edince, burada, bir olan Altah'dan başka ibadete müstehak olan hiç kimse bulunmadığına delâlet eden bu âyet-i kerimeyi zikretmiştir.
Yüce Allah bu âyette, çok çeşitli delillerden bahsetmiştir:
Birinci delil: "O, gökleri ve yeri hak ite yaratandır" buyruğudur. Cenâb-ı Hakk'ın göklerin ve yerin yaratıcısı oluşunu, 'Hamd gökleri ve yeri yaratan Allah'a mahsustur.." (Enam, ı> âyetinin tefsirinde açıkladık. Allah'ın gökleri ve yeri hak ile, hak olarak yaratması da, Âl-i İmran süresindeki "Ey Rabblmiz, sen bunları boşuna yaratmadın" (Ah imran, 191) âyetinin ve "Göğü, yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri, oyun olsun diye (eğlenmek için) yaratmadık. Biz, bunları gerçek bir maksadla yarattık" (Duhan, ss-39) âyetlerinde bahsedilen aynı husustur. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır. [277]
Birinci Görüş: Bu ehl-i sünnetin görüşü olup, buna göre Allah bütün "muhdes varlıklar"ın, bütün kâinatın mâlikidir. Halbuki, mâlikin mülkündeki tasarrufu, alelitlâk (her halükârda) güzel ve doğrudur.. Binâenaleyh bu tasarruf, mutlaka güzel ve mutlaka hak olmuş olur.
İkinci Görüş: Bu, Mutezile'nin görüşü olup, buna göre, "onun hâk" olması, kulların fayda ve menfaatlanna uygun olması demektir. Kâdî şöyle demiştir: Hükmüne, gökler ve yerin yaratı I m asiyi a faydalanması mümkün olsun diye, Cenâb-ı Hakk'ın önce mükellefi yaratmış olması hususu da bu âyetin hükmüne dahildir." Bu konuda, İslâm feylesoflarının başka bir izah tarzları bulunmaktadır ki, o da şudur: "Allah bu büyük kütlelere birtakım imkânlar ve hassalar koymuştur. İşte bu kâinatın işleyişine ve faydalarına uygun işlerin, hareketlerin ve tesirlerin ortaya çıkması, bu imkân ve kuvvetler sayesinde olmaktadır.
İkinci delil: Cenâb-ı Hakk'ın, "O'nun, "ol" diyeceği gün, (her şey) oluverir" âyetidir. Bu âyetin yorumu hususunda da şu iki açıklama yapılmıştır:
a) Ayetin takdiri, "O, gökleri ve yeri yaratan olduğu gibi "ol deyince herşeyin hemen oluvereceği" günü de yaratandır" seklindedir. 8u günden murad, Kıyamet günüdür. Bunun mânası ise şudur: Allah Teâlâ, dünyanın ve dünyada bulunan bütün feleklerin, tabiatların ve unsurların yaratıcısı olduğu gibi "kün feyekûn, (ol deyince hemen meydana getirme)" usulüyle kıyamet gününü, ba'si ve ruhları bedenlere yerleştirme işini de yaratandır.
b) Şöyle diyebiliriz: Âyetteki, kelimesi mübteda; "O'nun "ol" diyeceği gün (her şey) oluverir" ifâdesi ise, habere delâlet eden zarfdır. Buna göre kelâmın takdiri, "O'nun hak olan sözü, O'nuny "ol" deyip de, (her şeyin) oluverdiği günde vaki olacaktır" şeklindedir. Bu, senin J&H i*w*J' fjj demen gibidir ki, bunun manası, "Savaş, cuma günü olacaktır" şeklindedir. Allah'ın sözünün, bu günde hak oluşundan murad şudur: Allah Teâlâ ancak hak ile ve doğru olarak hükmeder. Çünkü O'nun hükümleri zulümden ve abesten münezzehtir.
Üçüncü delil: "Sûra üfürüteceği gün de hakimiyet "Onundur" buyruğudur. "Mülk O'nundur" kısmı, hasr ifâde eder. Buna göre bu, "sûra üflendiği gün hakimiyet sadece Allah Teâiâ'ntndır" mânasındadır. Binâenaleyh âyetteki bu ikinci cümleden murad, abes ve bâtıl olmaktan uzak olan hak hükmün ne olduğunu anlatmaktır. Bu son ifâdeden murad ise, savuşturulamayan ve karşı gelinemeyen, tam ve mükemmel bir kudretin olduğunu anlatmaktır. [278]
Eğer bir kimse, "Allah'ın sözü her zaman hak, kudreti ise her zaman mükemmeldir. O halde bu iki vasfın, bu (Kıyamet) (gününde bilhassa söz konusu olduğunun belirtilmesindeki hikmet nedir?" der ise, biz deriz ki: Bunun hikmeti, o gün hiç kimsenin fayda ve zarar veremiyeceği bir gün olmasıdır. Gerçekten o gün durum Hak Teâlâ'nın, "Ogün, emir yalnız Allah'ındır"(\nmAt, indiye anlattığı şekilde olur. İşte bu sebepten ötürü, böyle bir tahsîs(has kılış) güzel ve yerinde olmuştur.
Dördüncü delil: Âyetteki, "Görünmeyeni de, görüneni de bilendir" buyruğudur. Yani, "O Allah, görünmeyeni de, görüneni de bilendir."
Bil ki bu mükemmel kitapta, Allah Teâlâ ne zaman Kıyametteki ba'sin (dirilişin) hallerini anlatsa, mutlaka şu iki prensibi zikretmiştir:
a) O Allah'm her türlü mümkinata kadir oluşu., ve
b) Hertürlü malûmatı bilir oluşu. Zira O'nun her mümkînata kadir olmadığı farzedildiğinde, öldükten sonra diriltmeye, haşre ve ruhları bedenlere geri döndürmeye de kadir olmaması gerekir; O'nun bütün cüziyyatı (tafsilatı) bilmediği farzedildiğinde de, bütün bu şeyleri yapamaması gerekir. Zira o bu durumda, çoğu kez itaat edeni, isyan edene; mü'mini kâfire ve sıddıkı zındıka karıştırır. Böylece de öldükten sonra diriliş ve Kıyametten elde edilecek olan asıl maksad gerçekleşmemiş olur. Fakat deliller ile, bu iki sıfatın Cenâb-ı Hak'ta varlığı sabit olunca, maksad tamamlanır. Binaenaleyh, âyetteki, "Sûra iifürüleceği gün de hakimiyet O'nundur" buyruğu, Allah'ın mükemmel kudretine; "(O) görünmeyeni de, görüneni de bilendir" ifâdesi ise, mükemmel ilmine delâlet eder. işte böylece, hiç şüphe yok ki bu sıfatın toplamından, O'nun sözünün hak, hükmünün doğru, kaza ve kaderinin de, zulüm ile bâtıHıktan münezzeh olduğu ortaya çıkar.
a) Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O, yegâne hikmet sahibi, (her-şeyden) hakkıyla haberdar olandır" buyurur. Allah'ın hakîm oluşundan murad, yaptığı işlerin tam isabetli olması; habir oluşundan maksad ise, bütün o işlerin gerçek mahiyetlerini, birbirine karıştırmaksızın ve tereddüde düşmeksizin bitmesidir. Allah en iyi bilendir. [279]
Biz bu tefsirin pek çok yerinde, Hak Teâlâ'nın (Ol) buyruğunun bir hitab ve emir olmadığını anlattık. Eğer bu,yok olan bir varlığa yapılmış bir emir ise, bu imkânsızdır. Yok eğer var olan bir şeye emir ise, o zaman zaten var olan bir şeye var olması hususunda bir emir olur ki, bu da imkânsızdır. Aksine bundan murad, kâinatın yaratılmasında ve mevcudatın var edilmesinde, Allah'ın kudret ve meşîetinin geçerli olduğuna dikkat çekmedir. [280]
Âyetteki, "Sûra üfleneceği gün" ifadesi ile, şüphe yok ki haşr günü murad edilmiştir. Yine ehl-i İslâm'a göre, Cenâb-ı Hakk'ın, bir meleğin üfleyeceği bir boynuz (boru) yaratmış olduğunda da şüphe yoktur. Bu (boru) Kur'ân'ın pek çok yerinde, Allah'ın burada da zikrettiği gibi "sûr" diye adlandırılmıştır. Fakat âlimler, bu âyetteki "sûr"dan ne kasdedildiği hususunda şu iki görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:
1) Bundan maksad kendisine üflenip çalınan o boynuz (boru)dur ki, onun hususiyeti diğer sûrelerde anlatılmıştır.
2) Buradaki "sûr", "suret" kelimesinin çoğuludur. Burada bahsedilen sûra üfleniş de, ölülerin suretlerine liflemekten ibarettir. Ebû Ubeyde, "sûfe" kelimesinin cemisinin "sûf" oluşu gibi, sûr kelimesinin de "suret" kelimesinin cem'i olduğunu söylemiştir. Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Ebul-Fazl eî-Arûzî El-Ezheri'nin el-MünzIri'den, onun da Ebu'l-Heysemden rivayetine göre Ebu'l Heysem'in şöyle dediğini bana haber verdi: "Bazı insanlar, kelimesinin, kelimesinin; kelimesinin de kelimesinin cem'i oluşu gibi, kelimesinin de, kelimesinin cem'i olduğunu iddia etmiş ve bu görüşü Ebu Ubeyde den nakletmişlerdir." Ebu'l-Heysem şöyle devam eder:"Bu,fahiş bir hatadır. Zira Cenâb-ı Hak, "O, size suret (şekil) verdi, hem de suretlerinizi güzel yaptı" (jegabun. 3) ve "sura üflendi" (zümer, 68) buyurmuştur. Binaenaleyh kim bunları ve şeklinde okumaya kalkarsa, yalan yere iftirada bulunmuş ve Allah'ın kitabını değiştirmiş olur. Ebu Ubeyde çeşitli rivayetleri ve garip kelimelerin manasını bilir. Fakat onun nahiv (gramer) bilgisi yoktur."
Ferrâ şöyle demiştir:"Müfred müzekker şeklinde olup, cem'i müfredine sebkat eden her cemî kelimenin müfredi, bir tâ-i te'nis ziyadesi ile yapılır. Mesela ve kelimelerinde olduğu gibi... Bunlardan herbiri, ifade ettikleri cinsin bütününü gösteren isimlerdir. Bunların müfredi, sonlarına bir tâ-r te'nis ilavesi ile olur. Çünkü bu kabil kelimelerin cemileri, müfredlerine sebkat etmiş (yani daha önce meydana çıkmış)tir. Eğer, kelimesi, kelimesinden önce olsaydı kelimesinin ve kelimesinin de şeklinde cemîlenişi gibi, kelimesini şeklinde; kelimesini şeklinde cemî yaparlardı. Fakat "boynuz" (boru) manasına gelen "sûr" kelimesinin ifade ettiği şey tektir ve müfredinin olduğunu söylemek doğru değildir. "İnsanın sureti" ifadesindeki "suret" kelimesi ise, müfredi cemisini geçtiği için, şeklinde cemilenmiştir." el-Ezheri, Ebu'l-Heysem görüşünde haklıdır. Bence de, bundan başkası caiz değildir" der.
Ben de derim ki: "Şu husus da bu görüşü kuvvetlendirmektedir: "Eğer bundan maksad, insanların suretlerine (ruh) üflemek olsaydı, o zaman bu üfleme işini Allah Teâlâ kendisine nisbet ederdi. Çünkü insanların suretlerine ruhu üfleme işini, O kendisine nisbet etmiş ve nitekim, "O halde ben onun yaratılışını bitirdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman siz (melekler) derhal ona secdeye kapanın" (hict,29); "Biz bundan dolayı o (Adem'e) ruhumuzdan üfledik" (Tahnm, 12) ve "Daha sonra onu başka bir yaratılışla İnşa ettik" (Mûminûn, 14) buyurmuştur. Fakat "boynuz" (boru) manasındaki sûra üfleme işini Cenâb-ı Hak kendisine nisbet etmemiş ve nitekim, "sûra üflendiği zaman... ' (Müddessir. 8) ve "(Birinci) sûra üftirülmüş, artık Allah'ın diledikleri müstesna, göklerde kim varsa, yerde kim varsa düşüp ölmüş sonra ona bir daha üfürülmüş, o anda bir de bakarsın kt, (herkes) ayakta bakmıp duruyorlar" (zomer. 66) buyurmuştur. İşte bu konudaki sözün tamamı bundan ibarettir. En doğrusunu Allah bilir. [281]
"Hani İbrahim, babası Âzer'e, "Sen putları tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu seni ve kavmini apaçık bfr dalalet içinde görüyorum" demişti" (En'am, 74).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: [282]
Bil ki Cenâb-ı Hak,
Kur'an'ın bir çok yerinde Hz. İbrahim'in davranışlarını,
müşrik Araplara karşı delil olarak kullanmıştır. Çünkü bütün milletler ve
gruplar, Hz. İbrahim'in üstünlüğünü kabul
etmişlerdir. Mesela müşrikler, Hz. İbrahim'in üstünlüğünü itiraf edip,
kendilerinin O'nun soyundan olduğunu ikrar etmişlerdir. Yahudiler, hristiyanlar
ve bütün müslümanfar O'na saygı duyar ve O'nun üstünlüğünü, değerini itiraf
ederler. İşte bu sebeple, tam yerinde olarak Cenâb-ı Hak, müşriklere karşı
münazarada O'nun durumunu nakletmiştir.
Bil ki, bu büyük makam, -ki bu dünya halkının ekserisinin O'nun üstünlüğünü ve mertebesinin yüceliğini itiraf ve kabul etmesidir, Hz. İbrahim'e nasib olduğu şekilde başka hiç kimseye nasib olmamıştır. Bunun sebebi şudur: Rabbi ile kulu arasında bir ahid bulunmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ahdimi (bana verdiğiniz sözü) yerine getirin, ben de size karşı olan ahdimi yapayım" (Bakara, 40) buyurmuştur. Binâenaleyh, Hz. İbrahim de, kulluk ahdini bihakkın yerine getirmiştir. Allah Teâlâ da buna, bazan icmâlen, bazan da mufassal biçimde şehâdette bulunmuş, tanıklık yapmıştır. İcmali şehâdeti, şu iki âyette ifadesini bulmuştur:
a) Allah Teâlâ, "Ve hatırlayın o zamanı ki, Eabbt, İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan edip de O, bunları tamamen yerine getirdiğinde... "(Banara. 124) buyurmuştur. İşte bu, Hz. İbrahim'in kulluk ahdini tam olarak yerine getirdiği konusunda, Allah tarafından yapılan bir şahadettir
b) Allah Teâlâ'nın, "Babbi ona: "(Kendini Hakka) teslim et " dediği zaman O, "Alemlerin Babbine teslim oldum" demişti" (Bakara. 131) âyetidir. [283]
Mufassal olarak şahadetine gelince, bu Hz. İbrahim'in birçok makamda, "tevhid"! (Cenab-ı Hakk'ın birliğini) isbat; Allah'a eş ve ortak koşma itikadını iptal hususunda münazara etmesidir.
Bu konuda Birinci Makam, O'nun, babasına karşı yapmış olduğu münazaradır. Çünkü o babasına, "Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem. 43) demiştir.
İkinci Makam, O'nun kavmine karşı yapmış olduğu münazaradır. Ki bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte o, üstünü gece bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş," "Bu mu benim Rabbtm?" demiş....." (Enam. 76-79)âyetlerinde ifade edilen husustur.
Üçüncü Makam, O'nun zamanının kralına karşı yapmış olduğu münazaradır. İşte bu sebeple o, "Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür" (Bakara. 25e) demiştir.
Dördüncü Makam, O'nun bilfiil kâfirlere karşı yapmış olduğu münazaradır. Ki bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken o, bunları (putları) parça parça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı, belki ona müracaat ederler diye... "(Enbiya. 58) vd. âyetlerinde ifade edilen husustur. Daha sonra Hz. İbrahim'in kavmi ise, "Dediler: "Onu yakın! Tanrılarınıza yardım edin, eğer (bir iş) yapacaksanız..." (Enbiyâ, 68) demişlerdir.
Hz. İbrahim (a.s), bu olaydan sonra, çocuğunu seve seve bağışlayarak şöyle demiştir: "Evladım, rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Bak artık ne düşünürsün?" (Sarut, 102). İşte bu duruma göre Hz. İbrahim'in gençlerden, (gözü pek kimselerden) olduğu sabit olmuş olur. Çünkü o kalbini irfana (marifetullah'a); dilini burhana (delil, hüccet); bedenini ateşe; çocuğunu kurban etmeye, malını da misafirlere teslim etmişti. Daha sonra O (a.s), Rabbinden talepte bulunarak, "Sonrakiler içinde benfm için (bir) Itsân-ı sıdk ver (iyi namımı daima yaşat)" (Suârâ, 84) demiştir. Binâenaleyh, Allah Teâlâ'nın keremine uygun olan, O'nun duasına icabet etmesi ve bu istekle elde etmek istediği gayeyi gerçekleştirmesidir. İşte bu sebeple muhakkak ki Cenâb-ı Hak, O'nun duasına icabet etmiş, duasını kabul etmiş ve O'nu Kıyamete kadar, bütün din mensupları ve cemaatler için makbul bir zât kılmıştır. Araplar, O'nun üstünlüğünü kabul ettikleri için, şüphe yok ki Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim'in kavmine karşı yapmış olduğu münazarasını, müşrik Arablara karşı bir delil kılmıştır. [284]
Bil ki âlemde hiç kimse, vücub, kudret, ilim ve hikmet bakımından Allah'a denk olacak şerikin bulunduğunu söylememiştir. Şu kadar var ki, Seneviyye, iki ilah bulunduğunu söyler... Bunlardan birisi, hayır işlerde bulunan "hikmetli tanrı"; diğeri ise serleri yapan, meydana getiren "hikmetsiz tanrı"dır."
Allah'dan başkasına ibadetle meşgul olanlar ise pekçoktur. Mesela bunlardan birisi, yıldızlara tapanlardır. Bunlar da iki kısma ayrılırlar. Bazılarının görüşü şöyledir: Allah Teâlâ yıldızları yaratmış ve bu süflî âlemin işlerini tedbir etmeyi, yönetmeyi o yıldızlara havale etmiştir. Binâenaleyh bu yıldızlar, bu alemin yöneticileridir. Bu sebeple, bizim de bu yıldızlara ibadet etmemiz gerekir. Sonra bu felek ve yıldızlar, Allah'a ibadet ve O'na itaat ederler.
Bunlardan diğer kısmı ise, bir yaratıcının varlığını kabul etmeyen aşırı kimselerdir. Bunların görüşleri şudur: Bu felekler ve yıldızlar, zatları gereği vacibu'l-vücud olan birtakım yıldızlardır. Bunların yok olup fani olmaları imkansızdır. İşte bunlar, en aşağı derecedeki alemin hallerini tedbir edip yönetenlerdir... Bu görüşte olanlar, sırf Oehriyecilerdir. Allah'dan başkasına İbadet edenlerden birisi de, Mesih'e tapan hristiyanlardır. Bunlardan puta tapanlar da vardır. [285]
Bil ki burada, mutlaka bahsedilmesi gereken bir husus vardır ki, o da şudur: Putperestlik dininden daha eski bir din yoktur. Bunun delili şudur: Detaylı bir şekilde tarihleri bize kadar ulaşan en eski peygamber, Hz. Nuh (a.s)'dur. Hz. Nuh da, ancak putperestliği reddetmek için peygamber olarak gelmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hz. Nuh (a.s)'un kavminin şöyle dediğini nakletmiştir: "Sakın taptıklarınızı bırakmayın. Hele 'Ved'den, "Suvaa"dan, "Yeğuus'dan, "Yeûuk'danve "Neşr"den zinhar vazgeçmeyin" dediler" (Nuh, 23). İşte bu da, putperestlik dininin Hz. Nuh (a.s)'dan önce de bulunduğuna delalet eder. Bu din, bu zamana kadar da süre gelmiştir. Zira, yeryüzünün her tarafında oturan kimselerden pekçoklan, hala putperestlik dinini sürdürmektedirler. Durumu böyle olan bir dinin, batıl olduğunun bilinmesi, aklın bedahetinde imkansızdır. Ne var ki, şu anda yontulan bu taşın, beni, semayı ve yeri yaratan olmadığını bilmek, zaruri (yani kesin) bir ilimdir. Halbuki, büyük bir topluluğun zaruri bir nesneyi inkâr etmekte birleşmeleri imkansızdır. İşte bu sebeple putperestlik itikadında, putun, gök ve yerin yaratıcısı olmadığı ortaya çıkmış olur. Bilakis, onların bu konuda bir açıklama ve izah şekillerinin bulunması gerekir. Âlimler bu konuda pekçok izah yapmışlardır ki, biz bu bahsi Bakara sûresinin baş kısımlarında ele almıştık. Daha fazla fayda temin etmek için, bunları burada tekrarlamamızda bir sakınca yoktur. [286]
Birinci Tevil (İzah): En kuvvetlisi olan bu izaha göre, insanlar, en aşağıda olan bu âlemin hallerinin değişmesinin, yıldızların durumlarının değişmesine bağlı olduğunu görmüşlerdir. Zira güneşin, tepe noktasına ("semtu'r-re's") uzaklığına ve yakınlığına göre dört mevsim meydana gelmektedir. Bu dört mevsimin meydana gelmesi sebebiyle de, bu alemde farklı farklı durumlar oluşur.
Sonra bu insanlar, diğer yıldızların hallerini de gözetlemiş, bunun neticesinde de birtakım mutluluk ve mutsuzlukların, insanların farklı farklı durumlar üzerinde olmaları hususunda, o yıldızların nasıl doğduklarına bağlı olduklarına inanmışlardır. Onlar buna inanınca, insanların pekçoğu zann-ı galible, bu alemde meydana gelen hadiselerin başlangıcının, bu felek ve yıldızlarla ilgili haller olduğuna inanmışlardır. Binâenaleyh, onlar buna inanınca, bu felek ve yıldızlara saygı duyma hususunda aşın gitmişlerdir. Sonraysa onlardan bazıları, bu felek ve yıldızların zatları gereği "vâcib" olduğuna; bazıları da bu yıldızların hadis olduğuna, en büyük ilahın mahlûkları olduklarına inanmışlardır. Ancak ne var ki onlar "Bunlar, en büyük ilahın mahlukları ise de, ancak ne var ki bu âlemin hallerini idare edenler bunlardır" demişlerdir. İşte bu görüşte olanlar, en büyük ilah ile, bu âlemin muhtelif halleri arasında vasıtalar bulunduğunu kabul eden kimselerdir. Her iki takdire, görüşe göre de, putperestler topluluğu, bu yıldızlara ibadet etmek ve onlara tazimde bulunmakla meşgul olmuşlardır... Sonra onlar, bu yıldızların çoğu zaman insanların görmelerinden uzaklaşıp kaybolduklarını görünce; her yıldız için, o yıldıza mensup olan cevherden bir put edinmişlerdir. Mesela onlar, güneş putunu altından yapmışlar ve o putu, güneşe (güneşin cevherine) mensup olan taşlarla süslemişlerdir. Ki bu taşlar yakut ve elmastır. Yine onlar, ay putunu da gümüşten yapmışlardır. Diğerleri de buna kıyaslanabilir. Daha sonraysa bu kimseler, bu putlara tapmaya yönelmişlerdir ki, onların bu putlara tapmalarının maksadı, (aslında) o yıldızlara ibadet etmek ve bu yolla onlara yaklaşabilmektir. İşte bu noktada, "Bu putlara tapmaktan asıl maksadın, yıldızlara tapma olduğu" hususu ortaya çıkmaktadır. [287]
Peygamberlere (as) gelince, onların bu hususta iki makamı vardır: Birincisi, bu yıldızların, bu alemin hal ve durumları hususunda, katiyyen bir tesir ve bir etkilerinin bulunmadığı hususunda delil getirmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu yıldızların da ilahi emre boyun eğmiş olduklarını beyan ettikten sonra, "Haberiniz olsan ki yaratmak da, emretmek de O'na mahsustur" (Araf, 54) buyurmuştur.
İkincisi ise şudur: Bu yıldızların bir şeyler yapmaları ve bu âlem hakkında, onlardan birtakım tesir ve etkilerin sudur ettiği fazedilse dahi, bunların sonradan var olduklarına dair deliller bulunmaktadır. Binâenaleyh, onların mahluk olmaları gerekir. Bu sebeple, "asi" olana ibadet etmekle meşgul olmak, "fer" olana ibadetle meşgul olmaktan daha evlâdır.
Putperestlik dininin daima bulunduğuna dair delil, bizim zikrettiğimiz şu husustur: AllahTeâlâ, Hz. İbrahim (a.s)[in, babası Âzer'e "Hani İbrahim, babası Âzer'e, "Sen putları mı tanrı ediniyorsun? Doğrusu seni ve kavmini apaçık bir dalalet içinde görüyorum" demişti..." dediğini nakledince, O, böylece bu sözüyle putlara tapmanın bir cehalet eseri olduğu hususunda fetva vermiş oldu. Daha sonra Hz. İbrahim, delil getirmekle meşgul olunca, yıldızlar, ay ve güneşten hiçbirinin ilah olmaya layık olmadıklarına delil getirmiştir ki, işte bu da, putperestlik dininin neticesinin, bu yıldızların ulûhiyyetini benimseme noktasına vardığına delalet eder. Aksi halde, bu âyetler birbirini nefyedip, birbirlerine zıt olurlardı... Bunu iyice kavradığın zaman, putperetslik itikadını iptal etme yolu, ancak güneşin, ayın ve diğer yıldızların, bu alemin ilahı olmalarının, böylece de bu alemi yönetmelerinin geçersiz kılınması ile ortaya çıkar...
İkinci İzah: Putperestlik itikadının gerçek yüzünü ortaya koyma hususundaki ikinci izah da, Ebu Ma'şer, Cafer İbn Muhammed el-Müneccim el-Belhi (r.h.)'nin zikretmiş olduğu şu husustur: O bazı kitaplarında şöyle demektedir: "Çin ve Hindlilerin pek çoğu, ilahın ve melaikenin bulunduğunu kabul ederler... Ancak ne var ki onlar ilahın cisim olduğuna ve en güzel bir surette bulunduğuna; meleklerin de çok güzel bir şekli bulunduğuna; ancak ne var ki bunların gökler sebebiyle kendilerine görünmediklerine inanırlar... İşte bu sebeple de, manzarası son derece hoş, görünüşü ve şekli çok güzel birtakım heykeller ve putlar yaparlar... Böylece de, son derece güzel olan bir suret, bir şekil elde eder, bunun, "İlahın heykeli olduğunu..." söylerler. Birincisinden daha aşağı olan diğer bir şekil daha edinir, bunu da, meleğin (tahayyül ettikleri) şekline göre yaparlar. Daha sonra onlar, bu ibadetleriyle Allah'a ve meleklere yaklaşmayı kastederek, putlara ibadetlerini sürdürürler." Binâenaleyh, eğer Ebu Ma'şer'in ileri sürdüğü bu husus doğru ise, putlara ibadet etmenin sebebinin Allah Teâlâ'nın cisim olduğuna ve o'nun bir mekanda bulunduğuna inanç olduğu ortaya çıkmış olur. [288]
Bu konuda Üçüncü İzah da şudur: Kafir kimseler, Allah Teâlâ'nın, yeryüzünün her bir bölgesinin idaresini, muayyen bir meleğe bıraktığına ve bu alemin mülkünün her bir parçasının idaresini de, bizzat semavi olan birtakım ruhlara bırakmış olduğuna inanarak, şöyle demektedirler: Denizlerin idarecisi bir melektir; dağların idarecisi de bir başka melektir. Bunun gibi, bulutların, yağmurların, rızıkların, harb ve savaşların idarecileri de başka başka meleklerdir. Onlar, buna inanınca o meleklerin her biri için, hususi bir put ve hususi bir heykel yapıp; böylece her puttan, o semavi ruha uygun düşen tesir ve tedbirler taleb ederler...
Âlimlerin, bizim Bakara sûresinin başında zikrettiğimiz şekilde, bu üç izahtan başka diğer açıklamaları da bulunmaktadır. Biz burada bu kadar açıklamayla yetinelim. Allah en iyi bilendir. [289]
Bu âyetin zahiri, Hz. İbrahim'in babasının isminin, Âzer olduğuna delalet eder. Bazı alimler, bunun isminin Târeh olduğunu söylemişlerdir. Zeccâc, "Neseb âlimleri arasında, Hz. İbrahim'in babasının isminin Târeh olduğu hususunda bir ihtilaf yoktur" demiştir. Mülhidlerden bazıları, bunu Kur'an'ı ta'n etme vesilesi kılmışlar ve, "Bu nesep yanlıştır, doğru değildir" demişlerdir. Alimlerin bu konuda takındıkları iki tavır vardır:
Birinci Tutum: Hz. İbrahim (a.s)'in babasının adı Âzer'dir. Bazı alimlerin, "Nesebçiler, Hz. İbrahim'in babasının isminin Târeh olduğu hususunda ittifak etmişlerdir" şeklindeki sözlerine gelince, biz deriz ki, bu iddia zayıftır. Zira, bu ittifak ancak onların birbirlerini taklit etmesinden meydana gelmiştir. Neticede bu icma, mesela Vehb, Ka'b vb. birkaç kişinin görüşüne dayanmaktadır. Bunlar da çoğu kez yahudi ve hristiyanlardan gelen haberlere sarılmışlardır ki, Kur'an'ın açık ifadesi karşısında buna itibar edilemez.
İkinci Tutum: Biz onun isminin Târeh olduğunu kabul etsek bile, biz burada şu izahları da yapabiliriz: [290]
Birinci İzah: Hz. İbrahim'in babası, belki de bu iki isimle anılıyordu. Binâenaleyh, onun asıl isminin Âzer; lakabının ise Târeh olup neticede de, lakabının daha fazla şöhret bularak, ismininse kapalı katmış olması; Allah Teâlâ'nınsa, onu ismiyle anmış olduğunun söylenmesi muhtemel olduğu gibi, aksinin olması da muhtemeldir. Bu da, Târeh'in onun asıl ismi, Âzer'in de onun genel lakabı olup, Cenab-ı Allah'ın da Onu bu lakabıyla anmış olmasıdır.
İkinci İzah: "Âzer" kelimesi onların dillerinde belirli bir sıfatı ifade ediyordu. Bu isim onlarda kötüleme için kullanılan bir isim olup "hata eden" manasınadır. Buna göre sanki âyetin manası, "İbrahim hatalı olan babasına dedi ki..." şeklindedir. Sanki Hz. İbrahim (a.s) babasını, haktan saptığı, kâfir olduğu ve doğru yoldan uzaklaştığı için kınayıp ayıplamıştır. "Âzer" kelimesinin, Harzemcede "ihtiyar" manasına geldiği de söylenmiştir. Bu aynı zamanda aslı Farsça olan bir kelimedir.
Bil ki bu iki izah Kur'an-ı Kerim'de, az da olsa Arapça olmayan kelimeler bulunabileceğini söyleyenler açısından yapılabilecek birer izahtır.
Üçüncü İzah: "Âzer", Hz.İbrahim in babasının tapmış olduğu putun ismidir. Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim'in babasını şu iki sebebten dolayı böyle isimlendirmiştir:
a) Hz.
İbrahim (a.s)'in babası, kendisini o puta ibadete adamıştı. Bir kimseyi sevmede
çok ileri giden herkese, sevdiği o şeyin ismi verilir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"O gün herbir insan sınıfını biz imamlarıyla çağıracağız" (isrâ, 71)
buyurmuştur.
b) Bu kelimenin takdiri"Âzer'e tapan" şeklindedir. Bundan, muzaf olan "âbid" kelimesi hazfedilmiş ve muzafun ileyh, muzafın yerini tutmuştur.
Dördüncü İzah: Hz. İbrahim (a.s)'in babası "Târeh" idi. Âzer ise onun amcasıydı. Bazan amcaya "baba" denir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Ya'kûb (a.s)'un çocuklarının, "Senin tanrına ve babaların İbrahim'in, İsmail'in ve İshâk'm tanrısı olan tek tanrıya ibadet edeceğiz"(Bakara, 133) dediklerini nakletmiştir. Halbuki Hz. İsmail'in, Hz. Yakub'un amcası olduğu malumdur. Onlar ise bu sözlerinde amcalarını, baba olarak ifade etmişlerdir. İşte burada da böyledir.
Bil ki, Hz. İbrahim (a.s)'in babasının isminin "Âzer" olmadığı hususunda çok açık bir delil bulunmuş olsaydı, o zaman bu gibi tekellüflere girmek gerekirdi. Halbuki böyle bir delil yoktur. O halde, hangi ihtiyaç bizi böyle te'villere götürmüştür? Âyetin zahirinin delalet ettiği mananın doğruluğuna dair en kuvvetli delil, yahudi, hristiyan ve müşriklerin, Hz. Peygamber (s.a.s)'i yalanlama ve O'na karşı öfkelerini ortaya koymada son derece hırslı olmalarıdır. Binâenaleyh eğer âyetin bildirdiği bu neseb (babalık) yalan olsaydı, örfen, yahudi, hristiyan ve müşriklerin Hz. Peygamber (s.a.s)'i yalanlama hususunda susup kalmaları imkansız olurdu. Onlar, O'nu bu hususta yalanlamadıklarına göre, bu nesebin doğru olduğunu anlarız. Atlah en iyi bilendir. [291]
Şi'a "Hz. Peygamber'in babası ve dedelerinden hiçbiri kafir değildi" demiş, Hz. İbrahim'in babasının kâfir olduğunu da kabul etmeyip, şunu İleri sürmüşlerdir: "Âzer, Hz. İbrahim'in babası değil, amcasıdır." Şi'a görüşlerine şunları delil getirmişlerdir:
1) Peygamberlerin babaları (ataları) kafir olmazlar. Buna şunlar da delalet eder:
a) Cenâb-ı Allah, "O (Allah), kıyam ettiğin vakit seni ve secde edenler içinde dolaşmanı görendir." ( 213-219) buyurmuştur. Denildi ki: "Bunun manası, "O'nun (Hz. Muhammed'in) ruhu, bir secde edenden, diğer secde edene geçer" şeklindedir. Bu manaya göre, âyet Hz. Muhammed (s.a.s)'in. bütün ecdadının müslüman olduğuna delalet eder. Bu durumda Hz. İbrahim (a.s)'in babasının da müslüman olduğuna kesin hükmetmek gerekir. [292]
İmdi, eğer denilirse ki: "Âyetteki, "Secde edenler içinde dolaşman..." ifadesi, şu manalara da gelebilir:
Birincisi: Gece namazının farziyyeti nesh olununca, Hz. Peygamber (s.a.s), ashabın fazla ibadet etmeye düşkünlüğünden ötürü, o gece onların ne yaptıklarını görmek için, sahabenin evlerini dolaşmış ve sahabenin Kur'an okumalarının, teşbih ve tevhidlerinin duyduğu seslerin çokluğundan dolayı, o evleri yabani arı kovanları gibi görmüş. İşte âyetteki, "Secde edenler içinde dolaşman..." ifadesinden murad, Hz. Muhammed (s.a.s)'m o gece, secde edenleri, (gece kalkmış) olanları dolaşmasıdır.
İkincisi: Bundan murad şudur: Hz. Muhammed (s.a.s), cemaatle namaz kılardı. Buna göre "Secde edenler içinde dolaşma "sının manası, O'nun, onların arasında olması ve beraber kıyam, rüku ve secde yapmalarıdır.
Üçüncüsü: Bundan murad, "Sen her nezaman kalkıp ibadetle meşgul olmada, secde edenlerle birlikte dönüp dolaşırsan, bu halin Allah'a saklı kalmaz" manasıdır.
Dördüncüsü: Bundan murad, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, arkasında namaz kılanları görebilmesi ve onlar üzerinde bakışlarını dolaştırmasıdır. Bunun delili, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu hadisidir: "Rükû ve secdelerinizi tam olarak yapınız. Çünkü ben sizi, arkamdan görürüm."[293] İşte bu dört izah da ayetin zahirinin ifade edebileceği manalardır. Binâenaleyh sizin ileri sürdüğünüz şey geçersizdir."
Bu itiraza Şiiler şöyle cevap verirler: "Âyetin lafzı bütün bu manalara gelebilir. Bunlardan hiçbirinin, öbür manalardan daha geçerli olduğu ileri sürülemez. Bundan dolayı âyeti, bunların hepsine birden hamletmek gerekir. Bu durumda da maksadımız hasıl olmuş olur. Hz. Peygamber (s.a.s)'in atalarından hiçbirinin müşrik olmadığına, şu hadis-i şerif de delalet eder: "Ben hep, temiz erkeklerin sulbünden, temiz kadınların rahimlerine naklolundum." Nitekim Allah Teâlâ, "Müşrikler ancak necistir" (Tevbe, 27) buyurmuştur. İşte bu da, Hz. Muhammed (s.a.s)'in ecdadından hiçbirinin müşrik olmadığını kabul etmeyi gerektirir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz (Şi'a) deriz ki: Anlattığımız bu şeylerle, Hz. İbrahim'in babasının müşrik olmadığı anlaşılır. Halbuki "Âzer"ln müşrik olduğu sabittir. Binâenaleyh Hz. İbrahim'in babasının, Âzer'den başka bir kimse olduğunu kesin olarak söylemek gerekir.
2) Azer, Hz. İbrahim'in babası değildir. Çünkü bu ayet, Hz. İbrahim (a.s)'in, Azer ile çok sert ve ağır bir şekilde, sözlü olarak münakaşa ettiğini göstermektedir Halbuki babaya böyle sert ve ağır söz söylenmesi caiz değildir. İşte bu da, Âzer'in Hz. İbrahim (a.s)'in babası olmadığına delalet eder.
Biz, şu iki sebebten ötürü bu ayete göre, Hz. İbrahim'in, babasına karşı ağır ve sert konuştuğunu söyledik:
a) Ayet, "Azer" kelimesinin ötüresi ile "Hani İbrahim babasına, "Ey Azer" demişti" şeklinde de okunmuştur. Bu kıraat "Âzer" kelimesinin, münâdâ olmasına göredir. Babaya, böyle ismi ile nida etmek, en büyük bir kabalıktır.
b) Hz. İbrahim (a.s), Âzer'e, "Doğrusu seni ve kavmini apaçık bir dalâlet içinde görüyorum" demiştir. Bu da, kaba ve eziyet veren en büyük sözlerden birisidir. Böylece onun, Âzer'e sert konuştuğu anlaşılıyor.
Biz, şu sebeplerden Ötürü babaya sert ve ağır konuşulmasının caiz olmayacağını öne sürüyoruz:
a) Cenâb-ı Allah, "Rabbin, "Kendinden başkasına kulluk etmeyin ve ana-babaya İyi muamele edin' diye hükmetti" {isra, 23) buyurmuştur ki, bu hüküm kafir olsun, müslüman olsun, bütün babalar hakkında umumidir.
Yine ebeveyn hakkında Allah: "Onlara "öf bile deme ve onları azarlama " {isra. 23) buyurmuştur ki bu da umumi bir ifadedir.
b) Allah Teâlâ, Hz. Musa'yı Firavn'a göndermiş ve Firavn'a yumuşak davranmasını emrederek, "(Gidin de) ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahut (Aüah'dan) korkar" rraha. 44) buyurmuştur. Bunun sebebi, onu büyütmüş olan Firavun'un hakkına riayet etmektir Öyleyse baba yumuşak davranılmaya daha layıktır.
c) Birşeye yumuşak davranarak davet etmek, kalblere daha çok tesir eder. Ama kaba ve sert davranış, nefreti ve kabul etmemeyi doğurur. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e "Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et" (Nam. 125) buyurmuştur. O halde dine davette, babasına böyle sert konuşması Hz. İbrahim'e nasıl yakışır?
d) Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in "halim» olduğunu bildirerek, "İbrahim cidden yumuşak huylu (halim), yüreği yanık ve kendisini tamamen Allah'a vermiş biri idi" (Hûd, 75) buyurmuştur. Halbuki böyle halîm-selim bir kimsenin, babasma bu şekilde sert davranması nasıl uygun düşer? Yaptığımız bu izahlar ile, Âzer'in, Hz. İbrahim'in babası değil amcası olduğu sabit olur. O'nun babası "Târeh'tir. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere Yakûb (a.s)'un çocukları babalarının amcası olduğu halde, Hz. İsmail'i, babaları Ya'kûb'un "babası" olarak nitelendirmişlerdir. Demek ki bazan amca, "baba" olarak ifade edilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), amcası Hz. Abbas (r.a)'ı kastederek, "Babamı bana teslim edin " demiştir.
Keza Âzer'in, Hz. İbrahim (a.s)'in annesinin babası (dedesi) olması da muhtemeldir. Bazan bu dedeye de baba denir. Bunun delili "... onun neslinden Davud'u, Süleyman'ı... İsa'yı ve İlyas'ı (hidayete erdirdik)" (Ervam,84-85)âyetidir. Bu âyette, İsa (a.s), anne tarafından dedesi olduğu halde Hz. İbrahim (a.s)'in zürriyetinden sayılmıştır.
Ehl-i Sünnet alimleri ise: Hz. Muhammed (s.a.s)'in babasının kafir olduğunu ve Kur'an'ın bu âyetinin, Hz. İbrahim (a.s)'in babası Âzer'in kafir olduğuna delalet ettiğini söylemişlerdir. Hem sonra Cenâb-ı Allah, "İbrahim'in babasma istiğfar etmesi ancak ona verdiği bir sözden dolayı İdi. Ne zaman ki onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine besbelli oldu, derhal ondan uzaklaştı" (Tevbe, 114)buyurmuştur. İşte bu da bizim görüşümüzün doğruluğuna delalet eder.
"Secde edenler içinde dolaşman..." (Şu'ara, 219) âyetine gelince, deriz ki: "Bu âyetin, başka manalara da gelebileceğini anlatmıştık. Şi'a'nın, "Ayet, bu manaların hepsine birden hamledilir" şeklindeki sözüne karşı da deriz ki: "Bu imkansızdır. Çünkü müşterek (birden çok manaya gelen) bir lafzı, bütün manalarına birden hamletmek caiz değildir. Yine bir lafzı aynı anda, hem hakiki, hem mecazi mânasına hamletmek de caiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Ben hep, temiz erkeklerin sulbünden, temiz kadınların rahimlerine naklolundum" hadis-i şerifi, O'nun nesebinde bir bozukluk ve zinanın olmadığı manasına hamledilir.
Şi'a'nın, "Babasına karşı sert ve katı davranması, Hz. İbrahim'e uygun düşmez" şeklindeki görüşüne karşı deriz ki: "Belki de o, küfründe ısrar etmiştir. İşte bu ısrarından dolayı, böyle davranılmaya müstehak olmuştur. Allah en iyi bilendir. [294]
"Âzer" kelimesi, (babasına)tabirinin atf-ı beyanı olarak mansub, münâdâ olarak da merfu okunmuştur. Birisi bana şöyle bir soru sordu: "Âzer kelimesi bu iki kıraata göre de okunmaktadır. Ama (bunun benzeri olan), "Musar kardeşi Harun'a dedi ki..." (Araf, 142) âyetinde "Harun" kelimesi sadece mansub olarak okunmuş, hiç merfu olarak okunmamıştır. Bu ikisinin farkı nedir?" Buna karşı dedim kî: "Zammeli okumak, münâdâ sayılmasından ötürüdür. Ama bir kimseye ismi ile çağırmak, o çağırılan kimseye fazla değer verilmediğini gösterir. İşte bu, Hz. İbrahim (a.s) m hadisesine uygundur. Çünkü Az«r inkârda diretmiştir. Binâenaleyh ona, -bu çirkin ısrarından men edebilmek için-ağır bir şekilde seslenmek güzel ve yerinde olmuştur. Ama Musa (a.s)'nın kıssasına gelince, O, bazan kardeşi Harun'u, kavminin başına kendine halife olarak bırakıyordu. Binâenaleyh bu durumda, ona değer vermeme uygun düşmez. İşte bundan dolayı, "Harun" kelimesini, burada merfu okumak caiz değildir." [295]
Âlimler, "ilah" kelimesinin tefsiri hususunda ihtilaf etmişlerdir. En doğru görüş, bunun, "tapılan şey" (ma'bud1 manasına geldiğidir. İşte bu âyet de bu manaya delalet etmektedir. Çünkü Hz. İbrahim'in kavmi, ibadet etmek maksadıyla putlar yapmışlardı. Bundan dolayı Hz. İbrahim (a.s) babasına, "Sen, putları mı Hah ediniyorsun?" demiştir ki bu da, "ilah" kelimesinin, "ma'bûd" (ibâdet olunan, tapınılan şey) manasına geldiğine delalet eder. [296]
Hz. İbrahim (a.s)'in bu âyette geçen sözü, şu iki bakımdan putperestlerin görüşlerinin bozuk ve bâtıl olduğuna dair bir aklî delil ihtiva etmektedir:
a) Hak Teâlâ'nın, "Sen putları ilah mı ediniyorsun?" buyruğu, putperestlerin, birçok ilahın bulunduğunu söylediklerine delalet eder. Ancak ne var ki birçok ilahın bulunması, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğergöklerde ve yerde Allah'dan başka tanrılar olsaydı onların ikisi de muhakkak ki harap olup gitmişti..." (Enbiyâ, 22) âyetinden anlaşılan aklî delil ile bâtıldır.
b) Bu putların, şayet hayra ve şerre güçler: yetmiş olsaydı, tek bir put da yeterdi. Tek bir put yeterli olmadığına göre bu, bunlar çok olsalar dahi, onlarda kesinlikle hiçbir faydanın bulunmadığına delalet eder. [297]
Bazı alimler bu âyette, Allah'ı bilmenin ve O'nun şükrüyle meşgul olmanın vacib olduğunun, naklî delil ile değit de, aklî delil ile bilindiği hususunda istidlalde bulunmuşlardı.
Zira Hz. İbrahim (a.s), onların sapık olduklarına hükmetmiştir. Eğer aklî vücubiyyet olmasaydı, onlar hakkında sapık hükmünü veremezdi. Çünkü bu yol, Hz. İbrahim'in tebliğinden önce bulunuyordu. Mamafih biri çıkıp diyebilir: Bu yol, Hz. İbrahim'den önce olan peygamberlerin şeriatının hükmü itibariyle "dalâl", sapıklık olmuştur. [298]
"Böylece biz İbrahim'e kesin ilme erenlerden olması İçin göklerin ve yerin büyük mülkünü gösteriyorduk..." (En'âm, 75}.
Bu âyette birkaç mesele vardır: [299]
tabirindeki kaf harfi teşbih içindir. Bu ise, daha önce geçmiş olan bir gaibe işarettir. Burada daha önce zikredilen İse, Hz. İbrahim'in, putlara tapmayı çirkin ve kabih addetmiş Glrr.asıdır. Bu da O'nun, "Doğrusu seni ve
kavmini apaçık bir dalalet içinde görüyorum..." ifadesidir. Buna göre mana, "Hz. İbrahim'e, putlara tapmanın çirkinliğini gösterdiğimiz gibi, O'na göklerin ve yerin büyük mülkünü de gösteriyoruz..." şeklinde olur. Burada aklî bir incelik vardır ki, o da şudur: Allah'ın celâlinin nuru, kesinlikle inkıtâya uğramaksızın ve de zeval bulmaksızın devamlı parlar. Beşeri ruhlar, arada bir perdenin bulunması hali müstesna, o nurlardan hiç mahrum olmazlar. Bu perde ise, Allah'tan başkasıyla meşgul olmaktan başka bir şey değildir... Durum böyle olunca, bu mania ve perdeler zail olup aradan kalktığı nisbette, bu ilahi tecelliler meydana çıkar. Binâenaleyh, Hz. İbrahim (a.s)'in "Sen, pulları İlah mı edeniyorsun?.." (En-âm, 74)sözü, Allah'dan başkasına İbadetle meşgul olmanın çirkinliğine bir işarettir. Çünkü, Allah'ın dışında kalan her şey, Allah'dan alıkoyan bir perde mesabesindedir. Binâenaleyh, o perde yok olunca, şüphe yok ki, "göklerin melekûtu" ona tamamen tecelli eder. Bu sebeple, Cenâb-ı Hakk'ın "Boy/ece biz İbrahim'e, göklerin büyük mülkünü de gösterîyorduk..." buyruğu, "Allah'dan başkasıyla meşgul olmak sona erip zail olunca, Allah'ın celalinin nuru ona tecelli etti" demektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın tabiri de, bu şerefli ve ruhanî, manevî faydanın kaynağı olmuş olur... [300]
Bir kimse şöyle diyebilir: "Bu gösterme işi, daha önce de bulunuyordu. Binâenaleyh evla olan, "böylece biz, İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu göstermiştik..." denilmesidir. O halde, daha niye bu lafız yerine, "Böylece biz... gösteriyoruz..." denilmiştir?"
Biz deriz ki, buna şu şekillerde cevap verilebilir:
a) Âyetin takdirinin, "İşte böylece biz, İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyor idik..." şeklinde olmasıdır. Böylece bu ifade, mazinin hikayesi olmuş otur... Buna göre mana şu şekilde olur: "Allah Teâlâ Hz. İbrahim'in, hak dine son derece kuvvetli bağlılığından dolayı, babasıyla yüzyüze sert bir biçimde konuştuğunu nakledince, sanki "İbrahim, dinî salâbet hususunda bu üstün dereceye nasıl ulaşmıştır?" denilmiş de bunun üzerine, "O, ta bulûğa erdiği zamandan beri, kesin ilme erenlerden olsun diye, İbrahim'e çocukluğundan itibaren göklerin ve yerin büyük mülkünü gösteriyorduk..." şeklinde cevap verilmiştir.
b) Bu, öncekinden daha kıymetli bir açıklama olup, buna göre biz deriz ki: Allah'ın, İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu göstermesinden maksat, İbrahim'in, sırf bu melekûtu görmesi değildir. Aksine bundan maksat, O'nun o melekûtu görmesi ve böylece de, Allah'ın celâlinin kudsiyyetinin, yüceliğinin ve ululuğunun marifetine nail olması, ulaşmasıdır. Halbuki Allah'ın mahlûkatı, her ne kadar zat ve sıfatları bakımından sonlu ve fani iseler de, bunların zatlara ve sıfatlara delalet etme cihetleri sonsuzdur... Babam Şeyh el-İmâm Ömer Ziyâud-din (r.h)'in şöyle dediğini duymuştum: "Ben, Şeyh Ebu'l-Kasım el-Ensarî'nın şöyle dediğini duydum: İmâmul-Harameyn in şöyle dediğini duydum: "Allah'ın malumatı sonsuzdur. O'nun, o malumatlardan herbiri hakkındaki malumatı da sonsuzdur. Bu böyledir, zira tek bir atom (cevher-i ferd)'un, bedeliyyet yolu üzere, sonsuz yerlerde bulunması ve aynı yol üzere, sınırsız sıfatlarla muttasıf olması mümkündür. Halbuki o takdir ve farz edilen hallerin hepsi de, Allah'ın hikmetine ve kudretine delalet etmektedirler. Cevher-i ferd (atom) ile bölünmeyen cüz böyle olunca, Allah'ın bütün melekûtu hakkındaki söz ya nasıl olur? Böylece, Allah'ın mülkünün ve melekûtunun, O'nun celalinin sıfatlarına, azamet ve izzetinin alametlerine delaletinin sınırsız olduğu sabit olmuş olur. Halbuki, sınırsız olan malûmatın, insanların akıllarında bir kerede bulunmaları imkansızdır. O halde bu bilgileri elde etmenin yolu, bir nihayete ermeksizin ve son bulmaksızın, gelecekte bu bilgilerin birbiri ardınca meydana gelmesiyle olur... Allah daha iyisini bilir ya, işte bu sebepten dolayı O, "böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik..." demedi de, aksine O, "Böylece biz, İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyoruz..." buyurdu. Ki, işte bu muhakkik alimlerin, "Allah'a doğru yolculuğun bir nihayeti vardır; ama Allah'da yolculuğun bir sonu yoktur..." şeklindeki sözlerinden murad edilen husustur. Allah en iyi bilendir. [301]
"el-Melekût", mülk demektir. Sondaki ta harfi, mübalağa için getirilmiştir. Bu tıpkı, "rağbet, kelimesinden olan (rağbet etmek) ve kelimesinden olan (korkmak..kelimeleri gibidir. Bil ki, buradaki "gösterme" fiilinin açıklanması hususunda iki görüş bulunmaktadır: [302]
Birinci görüş: Allah Teâlâ Hz. İbrahim'e, "melekûf'u bizzat gözüyle gösterdi. 3u görüşte olanlar, sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: "Allah, Hz.İbrahim için, Arş'ı, Kürsî'yi ve madde aleminin üstünün kendisinde son bulduğu yere kadar olan kısmı görsün diye, semâvatı (gökleri); yine, maddi alemin kendisinde son bulacağı en son safha kadar olan yerleri yarıp açtı... Böylece Hz. İbrahim (a.s), göklerin ve yerin içindeki son derece şaşırtıcı ve akıllara durgunluk veren şeyleri gördü..."
İbn Abbas'ın söyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. İbrahim (a.s), göğe yükseltilip gökte ve yerde olanları gördüğünde, birisini kötü bir iş yaparken gördü. Böylece, hem ona hem de diğerine, helak olmaları için beddua etti. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah Hz. İbrahim'e, Kullanma ilişme; onlar şu iki hal arasındadırlar... Benonlardan, ya temiz bir zütriyet halk ederim; yahut da onlar tevbe eder, ben de onları bağışlarım, veyahut da onların arkalarında cehennemi yaratırım..." demiştir.
Kadı, bu rivayeti şu açılardan tenkid etmiştir:
a) "ûöktekiler, mukarreb meleklerdir. Halbuki onlar, Allah'a isyan etmezler. Binâenaleyh, "Hz. İbrahim göğe kaldırıldığında kötü bir iş yapan bir kul gördü... denilmesi uygun olmaz,"
b) Peygamberler, Allah'ın emri olmaksızın günahkâr kimsenin helak olması için dua etmezler. Allah bu hususta müsaade edince de, hiçbir şeyin o peygamberin duasının kabul olunmasına mani olması caiz olmaz.
c) Bu dua, ya doğru olur veya yanlış olur. Eğer doğru olursa, daha niçin onu ikinci kere reddeder? Eğer yanlış olursa, niçin onu ilk seferde kabut etmiştir? Daha sonra Kâdî sözüne devamla şöyle der: " Ahad haberler, aklî delillerin hilafına olarak varid oldukları zaman, o konuda "tevakkuf etmek" (lehte ya da aleyhte bir şey söylememek) gerekir." [303]
İkinci Görüş: Bu "gösterme" işi, maddî göz ve zahirî hislerle değil, basiret ve akıl gözüyle olmuştur. Bu görüşü savunanlar şu şekillerde delil getirmişlerdir.
Birinci Delil: Göklerin melekûtu, göğün mülkünden ibarettir. Mülk ise, kudretten ibarettir. Halbuki Allah'ın kudreti görülemez, ancak akıl ile anlaşılır. Bu, kesin bir sözdür. Ne var ki "göklerin ve yerin melekûtuyla murad edilen, göklerin ve yerin bizzat kendisidir" denilebilir. Ancak böyle olması halinde de, "melekût" lafzı nazar-ı itibara alınmamış ve ondan fazla bir mana etde edilmemiş olur.
İkinci Delil: Allah Teâlâ bu "gösterme" işini, âyetin başında icmali olarak zikretmiştir ki, buO'nun "Böylece biz, İbrahim 'egösteriyorduk" buyruğudur. Bundan sonra da bu "gösterme" işini, "İşte O, üstünü gece bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş..." (En'âm, 76) ifadesiyle tefsir etmiştir. Böylece bu istidlalin zikredilmesi, o göstermeyi şerh ve tefsir etmek için getirilmiş olur. Bu sebeple de o gösterme işinin, işte bu istidlalden ibaret olduğunun söylenmesi gerekir.
Üçüncü Delil: Cenâb-ı Allah, bu âyetlerden sonra da, "İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdir..." (En'tm, 83) buyurmuştur. Halbuki göz ile görmek, kavminin aleyhine bir hüccet olamaz. Çünkü onlar, bu hüccet gösterilirken orada bulunuyorlardı... Yine onlar, bu konuda Hz. İbrahim'i yalanlıyorlardı. Onlar, ayrı bir delil ve çok açık ve net bir mucize olmadan, o davada Hz. İbrahim'i tasdik edemezler. Hz. İbrahim'in, yıldızlarla istidlal etme hususunda kavmine karşı getirmiş olduğu bu hüccet, ancak Kur'an'ın açıklamış olduğu yol ile olmuştur. Çünkü o deliller, Hz. İbrahim için olduğu kadar, onlar için de apaçık ve ayan beyan idi...
Dördüncü Delil: Âlemin tamamını göstermek, alemin her türlü mümkinata kadir olan bir ilahının bulunduğu hususunda, zaruri bir ilim ifade eder (kesin olarak bildirir). Halbuki böyle bir durum sebebiyle insan, medhe ve tazime müstehak olamaz... Baksana, kafirler âhirette Allah'ı zaruri olarak bilir ve tanırlar. Halbuki, onlar için bu tanımadan dolayı bir mükafaat ve bir övgü söz konusu değildir... Ama, yaratılanların sıfatlarıyla, bir yaratıcının varlığı, O'nun kudret ve hikmeti hususunda istidlal etmeye gelince, işte medhi ve tazimi gerektiren budur...
Beşinci Delil: Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s) hakkında, "Böylece biz, İbrahim'e göklerin ve yerin büyük mülkünü gösteriyorduk..." buyurmuştur. Tıpkı bunun gibi, bu ümmet hakkında da, "Gerek afakda, gerek kendi nefislerinizde âyetlerimizi yakında onlara göstereceğiz" (Fussiiet, 53} buyurmuştur. İşte bu gösterme işi, maddi gözle olmayıp kalb gözüyle olduğu gibi, Hz. İbrahim'e yapılan gösterme işinin de böyle olmuş olması uzak ihtimal değildir.
Altıncı Delil: Hz. İbrahim (a.s) yıldız, ay ve güneş ile istidlalde bulunmayı tamamlayınca, bundan sonra, "Şüphe yok ki ben, bir muvahhid olarak, yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim..." (Enam, 79) demiş, böylece de göklerin ve yerin, yıldız, ay ve güneş hakkında zikretmiş olduğu delilden dolayı yaratılmış olduklarına hükmetmiştir. Şayet bu delil, bütün gökler ve yer hakkında umumi olsaydı, o zaman umumi olan hüküm, hususi bir delile bina edilmiş olurdu ki, bu yanlıştır... Böylece bu delilin, umumi bir delil olduğu sabit olmuş olur ve bu sebeple de, yıldızın, ayın ve güneşin zikredilmesi, "melekûf'un gösterilmesinin bir misali gibi olmuş olur. Binaenaleyh, "melekût'un gösterilmesi"nden murad, -değişmeleri mümkün ve hadis varlık olmaları sebebiyle- bunların alîm, kadir ve hakîm... olan bir ilahın varlığına, nasıl delalet ettiklerini bildirmek olması gerekir... Böylece de bu gösterme işi, göz ile değil, kalb ile olmuş olur.
Yedinci Delil: "Yakîn" kendisinden önce bir şekk ve şüphe bulunduğu zaman, düşünme ve tefekkür ile elde edilmiş olan ilimden ibarettir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "kesin time erenlerden olmast için... "buyruğu, bu göstermenin bir maksad ve gayesi gibi olmuş olur. Böylece de âyetin takdiri ve mânası, "kesin ilme erenlerden olsun diye, İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyoruz..." şeklinde olur. Binaenaleyh, "Yakîn", delilden elde edilen ilim olunca, bu göstermenin de yapılan istidlalden ibaret olması gerekir.
Sekizinci Delil: Cenâb-ı Hakk'ın bütün yaratıkları, aynı itibarla, yaratıcının varlığına ve kudretine delalet etmektedirler. Halbuki bu yaratıklar, "muhdes" ve "mümkin"dirler. Her "muhdes", "mümkin"dir; o halde bu varlıklar, bir yaratıcıya muhtaçtırlar. İnsan bu tek izahı iyice bilip anladığı zaman, işte bu, o kimseye yaratıcının varlığı hususunda istidlalde bulunması için yeter ve kâfi gelir... Binâenaleyh o kimse, bu iki mukaddimeyi bilmekle, aklının gözü ve aklının kulağı ile, bütün melekûtun başkasına muhtaç olduğunu bilmiş olur. Halbuki buradaki "görme-rü'yet", kesinlikle zeval bulmayan, devamlı bir görmedir. Sonra bu, insanı Allah'dan alıkoymaz. Aksine bu, kalbin ve ruhun Allah ile meşgul olmasını sağlar.
Maddi gözün görmesine gelince, insanın, bu gözüyle tek bir bakışla pekçok şeyi tastamam görmesi mümkün değildir. Baksana, yazılmış bir sayfaya bakan herkes, o sayfanın ancak tek bir kelimesini mükemmel ve tam olarak görebilir... Eğer, onun bakışı diğer bir kelimeye yönelir, gözü onunla meşgul olursa, o zaman da o, önceki ilk kelimeyi idrak etmekten ve görmekten mahrum olur. Böylece pekçok şeyin, bir bakışla görünmesinin mümkün olmadığı sabit olur. Bunun mümkün olduğu farzedilse bile, devamlı olmaz. Devamlı olduğu farzedilse de bu, insanı Allah'dan alıkor. Baksana Cenâb-ı Allah, Hz. Muhammed (s.a.s)'i, göz ile görüşe itibar etmediği için medhederek, "(Onun)gözü, kaymadı ve şaşmadı" (Necm.17) buyurmuştur. Bütün bu delillerle, bu "gösterme" işinin, maddi göz bakımından değil, akıl ve kalb gözü bakımından olduğu sabit olur. [304]
Eğer, "Bu açıklamaya göre kalbin görmesi, tevhid ehli olan herkes için mevcuttur. O halde hangi sebebten dolayı Hz. İbrahim (a.s) için böyle bir üstünlük söz konusu olmuştur?" denilir ise, biz deriz ki: "Bütün tevhid ehli, her nekadar bu delilin aslını biliyor iseler de, bu alemdeki herbir mahlukatta, cinslerine, türlerine, çeşitlerine, şahıslarına ve hallerine göre bir hikmet-i ilahi bulunduğuna muttali olmak, ancak büyük peygamberler içinsöz konusudur. İşte bundan ötürü Peygamberimiz (s.a.s) duasında, "Allahım, bize herşeyl, nasıl ise öyle göster" buyurmuştur. Binaenaleyh bu müşkil ortadan kalkmış olur. Allah en iyi bilir. [305]
Âlimler, âyetteki "ve kesin ilme erenlerden olması için..." buyruğunun başındaki vav harfi hususunda ihtilaf ederek, şu izahları yapmışlardır:
a) Bu vâv zâiddir.[306] Buna göre takdiri, "Biz kesin ilme erenlerden olması için İbrahim'e, göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik" şeklindedir.
b) Bu ifade, göstermenin sebebini açıklayan müste'nef bir cümledir. Buna göre manası, "O, kesin ilme erenlerden olsun diye, İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyoruz" şeklindedir.
c) Bu gösterme işi bazan gerçekleşir ve Firavunda da olduğu gibi, dalaletin artmasına sebep olur. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Celalim hakkı için, biz ona, âyetlerimizin hepsini gösterdik de, o yine yalanladı ve dayattı" (Tâha, 56} buyurmuştur. Bazan da bu gösterme, hidayetin ve yakînin artmasına sebep olur. Binaenaleyh bu her iki duruma da muhtemel olduğu için, Hak Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s) hakkında, "O inkar edenlerden olsun diye değil, onları görsün ve mükınînden (kesin ilme ulaşanlardan) olsun diye, bu âyetleri ona gösteriyoruz." demek istemiştir. Allah en iyi bilendir. [307]
"Yakîn", düşünme ve tefekkür sebebi ile şüphe zail olduktan sonra hâsıl olan bir ilim (bilgi) mânasındadır. İşte
bundan dolayı ilm-i ilâhî, "YaKînî ilim" diye tavsif edilemez. Çünkü Allah Teâlâ için, ilminden Önce bir şüphe söz konusu değildir ve bu ilim, düşünme ve tefekkür yoluyla elde edilmemiştir. Bil ki istidlalde bulunduğu hususun başlangıcında insanın kalbi, bazı bakımlardan şekk ve şüphe içindedir. Ama deliller iyice çoğalıp, hepsi birbiriyle uyum sağlayıp birbirini desteklediğinde, bu durum o hususta "yakîn"in meydana gelmesine sebep olur. Bu birkaç yönden böyledir:
a) Bu delillerden herbirinin bir çeşit tesiri ve gücü vardır. Bu tesir ve güç gittikçe artıp katlanarak, kesinlikle zirveye ulaşır.
b) Fiilin çokça tekrarlanması, bir melekenin meydana gelmesine sebep olur. Binâenaleyh çeşitli ve değişik delilleri, aynı şeye delil getirmek, âdeta bir dersi tekrar etme gibi olur. Çokça tekrar, kalbten silinmeyecek çok güçlü bir ezberi sağladığı gibi, burada da aynı şey olur.
c) Kalb, istidlal sırasında (varılacak netice hakkında) bir karanlık (yani kararsızlık) içindedir. Binâenaleyh kalbte ilk delil ile elde edilen bir inanç meydana geldiği zaman, bu istidlalin nuru, kalbteki diğer sıfatların karanlığına karışır. Böylece, nûr ve karanlığın karışımı olan o durum sebebi ile, kalbte bir şüphe meydana gelir. İkinci bir istidlal yapılınca, bunun nuru (aydınlığı), birinci hale karışır. Böylece gitgide kalbin aydınlığı ve parlaklığı tastamam olur. Güneş doğarken, önce onun ışıkları gözükür. İşte bu, sabah vaktidir. Aynen bu şekilde, ilk istidlal, sabah vakti gibi olur. Sonra sabahın aydınlığı, güneşin gitgide tepe noktasına yükselmesi sebebi ile, devamlı artar. Binâenaleyh güneş tepe noktaya (zenit'e) ulaştığında, aydınlık en mükemmel halini alır. İnsan da böyledir.
İnsan ne zaman, Allah'ın mahlukatının mertebelerini çokça düşünür ve tefekkür ederse, onun marifet ve tevhid nurunun aydınlığı da o nisbette parlak olur. Fakat âlemin güneşi ile ilim güneşi arasında şu fark vardır: Âlemin güneşinin yükselmesinde ve ışığının fazlalaşmasında, daha ileriye geçemeyeceği belli bir sınırı vardır. Ama marifet, akıl ve tevhid güneşinin yükselmesinin bir nihayeti ve ışığının artmasının bir sonu yoktur. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Allah'ın "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yer/n meiekûtunu da gösterdik" buyruğu delil ve beyyinelerin mertebelerine; "Kesin İlme erenlerden olması için..." ifadesi de, tecelli nurları ile marifet ve tevhîd güneşinin aydınlıklarının derecelerine bir işaret olmuş olur. Allah en iyi bilendir. [308]
"İşte o, üstünü gece bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş, "Bu(mu) benim Rabbim?" demiş, o sönüp gidince ise şöyle demişti: "Ben böyle sönüp batanları sevmem." Sonra ay't doğar halde görünce de, "Bu(mu) benim Rabbim?" demiş; fakat o da batıp gidince: "Andolsun ki eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaydı muhakkak sapanlar güruhundan olurdum" demişti. Sonra güneşi doğar halde görünce, "Bu mu imiş benim Rabbfm? Bu hepsinden de büyük" demiş. Batınca da: "Ey kavmim, ben sizin (Allah'a) eş koştuklarınızdan katiyyen uzağım, şüphesiz ki ben yüzümü, bir muvahhid olarak, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değilim" demişti " (En'âm. 76-79).
Bu âyetlerle ilgili birkaç mesele vardır: [309]
Keşşaf sahibi şöyle der: "Âyetteki, "Üstünügece, bürüyüp örtünce..." kısmı, "Hani İbrahim, babası Azer'e demişti
ki..." (En'âm, 74) ifadesine atıftır."Böylece biz İbrahim'e (...) gösterdik" (Enam.75)âyeti ise, ma'tuf ile ma'tûfun aleyh arasına girmiş bir istiraziyye cümlesidir. [310]
Vahidî (r.h), şöyle demektedir: "Gece onu bürüdü.." denilir. Yine, bir şeyi örten her şey hakkmda ifadeleri kullanılır. Yine, de denilir. Yani, "Gece, onu örttü.." Ancak ne varki tercihe şayan olan denilmesidir.(Bu, bütün dilcilerin görüşüdür, fiilinin manası, örttü t kapadı demektir, kelimeleri de böyle olup, bunlar sırasıyla şu manalara gelirler: "Cennet, cin, delilik, cin, cenîn (ana rahmindeki çocuk), kalkan, kabir ve gizlenilen yer" manalarına gelir. Bazı nahivciler, "Gece bir şeyi karanlığıyla bürüdüğü zaman, denilir; işte bu sebepten dolayı, (gece) kelimesinin başına harf-i cerri gelmiştir.Bu, tıpkı senin, karardı karanlığı çöktü) fiilini kullanman gibidir. Ama, tabiri ise bu (karardı...) manasını içine almaksızın, "onu örttü, gizledi" manasına gelir" demişlerdir. [311]
Bil ki, pekçok
müfessir şunu zikretmişlerdir: "O zamanın kralı, bir rüya görmüştü. Rüyayı
tabir edenler de, "Bunu, mülkü konusunda kendisine karşı gelecek bir oğlan
çocuğunun doğması..." şeklinde yorumladılar. Bunun üzerinekral, doğan her
erkek çocuğun kesilip öldürülmesini emretti. Derken Hz. İbrahim (a.s)'in
annesi, ona hamile kaldı, ama bunu kimseye belli etmedi. Doğum sancıları
başlayınca, dağdaki bir mağaraya gidip orada doğurdu. Sonra mağaranın girişini
bir taşla kapattı. Bunun üzerine Cebrail (a.s) gelerek, parmağını İbrahim'in
ağzına koyunca O da onu emdi. Böylece O'nun rızkı bu parmaktan hasıl oldu.
Cibril (a.s) zaman zaman onu ziyaret ediyordu. Annesi de sık sık yanına gelip
onu emzınyordu. İbrahim (a.s) büyüyüp aklı gelişip, bir Rabbi olduğunu
anlayıncaya kadar, bu hal böylece devam etti.
Bir gün annesine, "Benim Rabbim kim?" diye sorar. Annesi de: "Senin rabbin (yani seni terbiye edip büyüten), benim" der. Bunun üzerine İbrahim (a.s), "Ya senin Rabbin kim?" diye sorunca o, "Baban..." cevabını verir. Hz. ibrahim bunun üzerine babasına, "Senin Rabbin kim?" diye sorar. Babası, "Şehrin kralı..." cevabını verir. ından dolayı o, ana ve babasının Rablerini tanımadıklarını anlar. Böylece Rabbisinin varlığına istidlal edebileceği birşey görebilmek için mağaradan dışarı bakar. Gökteki yıldızların en parlağını görür ve "İşte Rabbim budur" der. Bu iş, -kıssanın sonuna kadar bildiğimiz şekilde- devam eder... Sonra bu görüşteki müfessirler, aralarında ihtilaf etmişler ve bazıları bu hadisenin, Hz. İbrahim (a.s)'in baliğ olup, mükellefiyet çağına ulaşmasından sonra olduğunu; bazıları ise, bulûğ çağından önce meydana geldiğini söylemişlerdir. Muhakkik âlimlerin pekçoğu birinci görüşün yanlışlığı hususunda ittifak ederek şu delilleri getirmişlerdir:
1) Yıldızların rab olduğunu söylemek, ittifakla küfürdür. Halbuki peygamberlerin kafir olması, icmâ ile mümkün değildir.
2) İbrahim (a.s), Rabbisini bu hadiseden önce, delillerle tanıyıp bilmişti. Bunun doğruluğunun delili, Cenâb-ı Allah'ın, bu hadiseden önce onun babası Âzer'e "Sen putları tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu seni ve kavmini apaçık bir dalalet içinde görüyorum " (Enam, 74) demiş olduğunu haber vermesidir.
3) Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in, babasını, putlara ibadeti bırakıp, tevhide gelmeye yumuşaklıkla çağırdığını nakletmiştir. Çünkü Hz. İbrahim, babasına: "Babacığım, işitmez, görmez ve sana hiçbir faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem. 43) demişti. Halbuki Cenâb-ı Hak burada, O'nun, babasını putlara ibadeti bırakmaya ve tevhide sert sözlerle ve kırıcı kelimelerle davet ettiğini anlatmıştır. Malumdur ki başkasını Allah yoluna davet eden, yumuşaklığı sertliğe; iyi ve güzel davranmayı kabalığa tercih eder. Sertliğe ve kabalığa ancak uzunca süren bir tebliğ döneminden ve muhataptan tamamen ümid kesildikten sonra başvurur. Binâenaleyh bu, bu istidlal hadisesinin, Hz. İbrahim (a.s)'in, babasını defalarca ve tekrar tekrar tevhide çağırmasından sonra olduğunu gösterir. Hiçşüphesiz Hz. İbrahim (a.s), kendi işini hallettikten sonra, babasını tevhide çağırmaya yönelmiştir. Bundan dolayı bu hadisenin, Hz. İbrahim'in Allah'ı bilip tanımasından bir müddet sonra meydana geldiği sabit olur.
4) Bu hadise, Hz. İbrahim (a.s)'e Cenâb-ı Hak göklerin ve yerin metekûtunu gösterdikten sonra meydana gelmiştir. O, böylece Arş'ın ve Kürsi'nin üstünde olanları ve bu ikisinin altından, yerin altına kadar olan şeyleri de görmüştür. Dinî bakımdan böyle bir mertebede bulunan ve Altah'ı bu şekilde bilen bir kimsenin, yıldızların ilah olabileceğini düşünmesi nasıl uygun düşer?
5) Gök cisimlerinin mahluk olduklarının delilleri, onbeş ve hatta daha fazla yönden açık olarak mevcuttur. Binâenaleyh bu kesin delillere rağmen, en akıllı ve en alim kimse şöyle dursun, akıl ve anlayış bakımından nasibi çok az olan kimselere bile, yıldızların "rab" olduğunu söylemek uygun düşmez.
6) Cenâb-ı Allah, Hz. İbrahim (a.s)'i anlatırken, Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalb ile gelmişti" (Saffat, 84) buyurmuştur. Derece bakımından kalbin temiz ve selim oluşunun en azı, küfürden temiz ve selim olmasıdır. Yine Cenâb-ı Allah Hz. İbrahim'i överek, "Celalim hakkı İçin, biz, daha evvel İbrahim'e rüşdünü verdik ve biz O'nun her türlü halini biliyorduk" (Enbiya, sd; yani "O'na rüşdünü, tefekkür çağına gelmeden önce verdik" buyurmuştur. "Biz, onu biliyorduk" buyruğu, "Biz, onun temizliğini ve kemalini biliyorduk" demektir. Bu âyetin bir benzeri de, "Allah risaletini (peygamberliğini) nereye vereceğini çok iyi bilendir" {Enam. 124) âyetidir.
7) Allah Teâlâ, "Böylece biz, İbrahim'e, kesin lime erenlerden olması için, göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk" {Enam, 75) buyurmuştur. Bu âyet, "İbrahim, bu gösterme sebebi ile mûkınînden (kesin ilme erenlerden) olsun diye..." demektir. Cenâb-ı Hak, bundan sonra, (En'âm. 76) buyurmuştur ki ifadenin başındaki fâ harfi, tertibî (bu işlerin peş peşe olduğunu) gösterir. Böylece bu hadisenin, Hz. İbrahim (a.s), rabbini tanıyan kesin ilim sahibi kimselerden olduktan sonra vâkî olduğu sabit olur.
8) Bu hadise, İbrahim (a.s), kavmi ile münazara etmesi sebebi ile olmuştur. Bunun delili şudur: Allah Teâlâ bu hadiseden bahsettikten sonra, "İşte kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimiz idi "(En âm, 83) buyurmuş ve "Kavmine karşı" demiş, ama "Kendine karşı, kendi için" dememiştir. Binâenaleyh bu münazaranın, O'nun kendisi için dini ve marifetullahı elde etmek için değil, kavmini imana ve tevhide götürmek üzere yapılmış olduğu anlaşılır.
9) Bu müfessirler, Hz. İbrahim (a.s)'in mağarada iken yıldızlara, aya ve güneşe bakmakla meşgul olduğunu söylemektedirler ki bu yanlıştır. Zira eğer durum böyle otsaydı, mağarada ne O'nun kavmi ne de herhangi bir put olmadığı halde, O daha nasıl, "Ey kavmim, ben sizin (Allah'a) şirk koştuğunuz şeylerden katiyyen uzağım" demiş olabilir?
10) Cenâb-ı Allah, "Kavmi ona hüccet getirmeye kalkıştı. O dedi ki: "Allah beni doğru yola İletmişken, siz benimle O'nun hakkında hâla çekişiyor musunuz?" (En’am. 80) buyurmuştur. Halbuki ne onlar Hz. İbrahim'i, ne de Hz. İbrahim onları henüz görmemiş iken, onlar O'nunla nasıl çekişip münakaşa edebilirler? İşte bu da, Hz. İbrahim (a.s)'in, kavminin İçine girip, onların putlara taptıklarını gördükten ve kendisini de o putlara ibadete çağırmalarından sonra, yıldızlara, aya ve güneşe bakarak istidlal etmekle meşgul olduğunu gösterir. İşte böylece O, onları reddetmek ve görüşlerinin batıllığına onların dikkatlerini çekmek için, "Ben böyle sönüp batanları sevmem" demiştir.
11) Allah Teâlâ, kavmine Hz. İbrahim (a.s)'in, "Hem siz, Allah'ın (tanrılıklarına dair) hiçbir delil ve burhan indirmediği şeyleri Ona eş tanımış olmanızdan korkmazken, ben sizin Allah'a eş tuttuğunuz o nesnelerden niçin korkayım?" (En'sm, sn dediğini nakletmiştir. Bu ifade, kavminin onu, putları ile korkuttuklarını gösterir. Nitekim Cenâb-ı Allah, Hûd (a.s)'un kavminin, Hz. Hûd (a.s)'a, "Biz, "Tanrılarımızdan kimi seni fena çarpmış!" (demekten) başka birşey söylemeyiz " (Hûd, 54> dediklerini anlatmıştır. Binâenaleyh bu sözün, Hz. İbrahim (a.s) henüz mağarada iken söylenemeyeceği malumdur.
12) Bu istidlal hadisesinin geçtiği geceden önce bir gündüz geçmiştir ve güneş o gündüzde doğup batmıştır. Binâenaleyh Hz. İbrahim (a.s)'in. güneşin o geceden önceki gündüzde batışı ile, bir ilah olamayacağına istidlal etmiş olması gerekirdi. Bu delil ile güneşin ilah olamayacağı anlaşılınca, bu, ay ve yıldızlar hakkında da haydi haydi söz konusudur. Bu izah, ancak "Bu hadiseden maksad, İbrahim (a.s)'in kendisi için marifetullahı elde etmesidir" dersek, geçerli olur. Ama "Bundan maksad, Hz. İbrahim (a.s)'in, kavmini hakkı kabule mecbur bırakmasıdır" dersek, böyle bir soru vârid olmaz. Çünkü şöyle denilebilir: Hz. İbrahim (a.s)'in kavmi ile münazarası, yıldızlar doğarken başlamış ve ay ile güneş doğuncaya kadar devam etmiştir. Mananın böyle olması halinde, bu soru vârid olmaz. Binâenaleyh bütün bu açık delillerle, Hz. İbrahim (a.s)'in, (Kesin böyle olduğuna inanarak), "Bu, benim Rabbimdir" demiş olmasının söylenilemeyeceği sabit olur.
Bu yanlış olunca, burada geriye şu iki ihtimal kalır:
Birinci İhtimal: Hz. İbrahim (a.s)'in bu sözleri, buluğa erdikten sonra söylemiş olmasıdır. Fakat onun bu sözlerden maksadı, yıldızların rab olduğunu söylemek değil, aksine şu yedi şeyden birisidir:
a) Denilebilir ki: Hz. İbrahim (a.s), "Bu, benim rabbimdir" ifadesini, bir haber olarak söylememiştir. Aksine bundan maksadı, yıldıza tapanlarla münazara etmektir.
Çünkü onların inancına göre, onların rableri ve ilahları yıldızlardır. Bundan dolayı Hz. İbrahim (a.s), onların söyledikleri bu sözü, onların kelimeleri ile, ifadeleri ile aynen söylemiş ki böylece o söze dönüp, onu iptal edebilsin... Bunun bir benzeri de şudur: İçimizden biri, maddenin kadim (ezeli ve ebedi) olduğunu söyleyen bir kimse ile münazara ederken, (önce), "Madde kadimdir" der. (Sonra ilave eder): "Eğer madde kadim ise, niçin biz onun mürekkeb (parçalardan meydana gelmiş) olduğunu ve değiştiğini görüyoruz?" Binâenaleyh bu kimse, hasmının sözünü önce tekrar edip, sonra bunun imkansız olduğunu göstermek için, "madde kadimdir" demiştir. İşte burada da böyledir. Hz. İbrahim (a.s), hasmının sözünü nakletmiş otmak maksadı ile, "Bu, benim Rabbim " demiş, sonra da bunun peşinden, onun görüşünün batıl ve yanlış olduğunu gösteren şu sözü söylemiştir: "Ben, böyle sönüp batanları sevmem." İşte cevap olarak, itimad edilebilecek izah tarzı budur. Bunun delili, Cenâb-t Hakk'ın şu ayetin başında bu münazaraya işaret eden şu buyruğudur. "İşte kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimiz idi" (Enam.B3). [312]
b) Deriz ki: Hz. İbrahim (a.s)'in, "Bu, benim Rabbim'dir" sözü, "Bu, sizin inancınıza ve iddianıza göre benim Rabbimdir" manasına gelir. Bunun bir benzeri de, tevhid ehli olan bir kimsenin, bir mücessimeye, istihza ile "Onun ilahı, sınırlı bir cisimdir" demesidir. Bu, "Onun iddia ve inancına göre böyledir" manasındadır. Nitekim Cenâb-t Hak, "üstüne düşüp taptığın tanrına bakf..." (Tâha,97) ve "Ogün (Allah) onlara, "Hani batıl zan İle iddia edip durduğunuz ortaklarınız nerede?" diye nida edecek" (Kaaas,62) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Ey İlahlar ilahı" derdi ki, bundan maksadı, "O müşrik ve kafirlerin iddiasına göre ilah olanların ilahı" mânâsıdır. Yine "Tat (o azabı). Çünkü sen (iddianca) çok ulur çok şerefli idin" (Duhân, 49) buyruğu da bu kabildendir. "Sen (iddiana göre, dünyada) çok ulu, çok şerefli idin" demektir.
c) Bu ifadenin başında, mahzuf bir istifham-ı inkarı vardır. Fakat sözden anlaşıldığı için, ihtiyaç hissedilmediğinden dolayı istifham harfi düşürülmüştür. (Yani bu ifade "Bu mu benim Rabbim?!" manasındadır.)
d) Bu ifadenin başında mahzuf bir "kavi" (demek) maddesi vardır. Buna göre ifadenin takdiri, "Hz. İbrahim, "Onlar, bu benim Rabb'imdir" derler" demiştir" şeklindedir. Kur'an-ı Kerim'de, maddesinin takdir edildiği yerler pek çoktur. Mesela, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani İbrahim o Beytin temellerini, İsmail ile birlikte yükseltiyordu^ "Ey Rabbimizr bizden kabul buyur..." (Bakara. 127) âyeti böyledir. Yani, "Diyorlardı ki: "Rabbimiz..." demektir. Yine, Cenâb-ı Hak, "Onu bırakıp da kendilerine birtakım dostlar edinenler, "Biz, bunlara ancak bizi Allah'a daha (azlayaklaştırsınlar diye tapıyoruz..." (Zum», 3) buyurmuştur. Yani, "Biz onlara ancak... diye tapıyoruz" derler" demektir. Binâenaleyh burada da ifadenin takdiri," İbrahim (a.s) kavmi hakkında "Onlar, bu benim Rabbimdir" diyorlar..." demiştir" şeklindedir. Yani, "Bu, benim işlerimi idare eden ve beni büyütüp besleyendir" demektir.
e) İbrahim (a.s)'in bu sözü istahza yollu söylemesidir. Nitekim, bir topluluğa önder olan aciz bir kimseye, istihza yoluyla, "Bu sizin liderinizdir, önderinizdir!.." den ilk,
f) İbrahim (a.s), onların yıldızların Rab olduğu şeklindeki görüşlerini iptal etmek istemiştir. Ancak ne var ki İbrahim (a.s), onların, atalarını taklit edip onların tabiatlarının, delilleri kabul etmekten uzak olduğunu biliyordu. Binâenaleyh Hz. İbrahim Allah'ı tanımaya davet etme işini açıktan açığa yapmış olsaydı, onlar onun sözünü kabul etmez ve ona iltifat etmezlerdi. İşte bu sebeple, tedrici olarak onların, delili dinlemelerine imkan verecek bir metoda yöneldi... Çünkü Hz. İbrahim (a.s), kalbi imanla mutmain olduğu halde, önce, onların yıldızların rubûbiyyetine inanma şeklindeki dinlerini reddetmediği zannını uyandıran bir söz söylemiştir. Bundan maksadı ise, bunun bâtıl ve bozuk olduğuna delil getirmek, böylece onların da kendi sözünü dinlemelerini temin etmekti...
Bu görüşün tam izaht şöyledir: Hz. İbrahim, Allah'a davet etmeye bu yolun dışında başka bir yol bulamayıp, dine davet etmekle yükümlü olunca O, küfr ifade eden bir kelimeyi söylemek zorunda olan kimse gibi olmuş oldu. Halbuki, ikrah (zorlama, mecburiyyet) anında, sadece dille küfür kelimesini telaffuz etmenin caiz olduğu malumdur... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kalbi iman üzere mutmain olduğu halde, zorlananlar müstesna..." (Nam. 106) buyurmuştur. Binâenaleyh, tek bir şahsın bekasını temin için küfür kelimesini lisanla söylemek caiz olduğuna göre, büyük bir insan grubunu küfürden ve ebedî azabtan kurtarmak için, küfür kelimesini (sadece) lisanen söylemek, haydi haydi caiz ve yerinde olur. Yine, namaz kılmamaya zorlanan bir kimse, şayet namaz kılsa da bu yüzden öidürülse, muhakkak ki büyük bir ecir ve mükâfaata hak kazanır. Ama, kâfirlerle savaşma vakti geldiğinde namaz kılması halinde İslâm ordusunun hezimete uğrayacağını anladığında, bu kimsenin (o anda) namazı terketmesi ve düşmanla savaşa tutuşması vacib olur... Hatta, savaşmayıp namaz ktlsa günahkâr olur... Şayet namaz kılmayıp da savaşa dalsa, bir mükâfaata müstehak olur... Bundan da öte, biz deriz ki, namazda olan bir kimse, bir çocuğun veya bir âmânın, boğulma ile ya da yanma ile yüzyüze geldiğini görünce, o kimsenin, o çocuğu veya o âmâ kimseyi o beladan kurtarması için namazı kesip bozması vacib olur... İşte burada da böyledir. Hz. İbrahim (a.s), kendisinin o kavme muvafakat ettiğini belirtmek için, (önce) bu ifadeyi söylemiştir. Böylece onlara, görüşlerini iptal eden delili getirince, onların bu delili kabul etmeleri daha tam; onların bunu dinlemekten elde ettikleri fayda da daha mükemmel olmuştur. Allah Teâlâ'nın, Hz. İbrahim'den, bir başka yerde bu metodu yine nakletmiş olması da bu izahı kuvvetlendirir... Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken yıldızlara bir nazar atfetti de, "Ben, muhakkak ki hastayım" dedi. O vakit, ona arkalarını dönüp uzaklaştılar..." (sattai 8 90) âyetlerinde belirttiği husustur. Bu böyledir çünkü o kavim, "yıldız ilmi"ne daynarak ileride meydana gelecek hadiseler hakkında istidlalde bulunuyorlardı. Binâenaleyh Hz. İbrahim (a.s), ruhen ve kalben bundan son derece uzak olduğu halde, şeklen bu metodda onlara muvafakat etmişti. Ki O'nun bundan maksadı da, bu yolla putları kırabilmek idi. Binâenaleyh, Hz. İbrahim kalben ve ruhen bundan son derece uzak olduğu halde, burada şeklen bir muvafakat ve mutabakat caiz olduğuna göre, bunun bizim buradaki meselemiz hakkında da aynı olması niçin caiz olmasın?
Hem kelâmcılar şöyle demektedirler: "Ulûhiyyet iddia eden kimselerin elinde, Cenâb-ı Hakk'ın harikulade haller ortaya koyması sahih ve doğru olur. Çünkü, bu iddia edilen şeyin bizzat kendisi, şekli ve biçimi, onun yalan olduğunu zaten gösterir... Binâenaleyh, o kimsenin elinden harikulade şeylerin zuhur etmesi sebebiyle, bu hususta herhangi bir karışıklık meydana gelmez. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu harikulade şeyleri, peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin elinde izhar etmesi caiz olmaz... Zira bu, bir karışıklığa sebebiyet verir... İşte burada da böyledir. Hz. İbrahim'in "Bu benim Rabbimdir" ifadesi, bir sapıklık ve dalaleti gerektirmez. Çünkü, bunun bâtıl olduğunun delilleri gayet açık ve nettir. Böyle söylenilmesinde ise büyük bir menfaat bulunmaktadır ki bu da, onları tedricî olarak delili kabul etmeye yöneltmektir. Binâenaleyh, böyle söylenilmesi caiz olur. Allah en iyi bilendir...
g) Hz. İbrahim'in kavmi, O'nu yıldızlara tapmaya davet edince, onlar da bu münazarayı, en parlak yıldız doğuncaya kadar sürdürünce, Hz. İbrahim (a.s) "Bu, benim Rabbimdir..." demiştir. Yani, "Beni kendisine davet ettiğiniz Rab budur" demiş, sonra bir müddet susmuş; yıldız batınca da, "Ben, böyle sönüp batanları sevmem.." demiştir. Birinci ihtimale karşı verilen cevapların izahının tamamı budur... Ki birinci ihtimal, Hz. İbrahim (a.s)'in, ("Bu, benim Rabbimdir") şeklindeki sözünü, buluğa erdikten sonra söylemiş olduğudur...
İkinci İhtimal: Hz. İbrahim'in bu sözü bulûğa ermeden, bulûğa yaklaştığı bir sırada söylemiş olmasıdır... Bunun izahı da şöyle yapılabilir: Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'e, mükemmel bir akıl ve tertemiz, saf bir zeka vermişti. İşte bu sebeple O'nun kalbine, daha bulûğa ermeden önce, yaratıcı olan Hak Teâlâ'nın isbat edilmesi hususu gelmiş, bunun akabinde tefekküre dalmış, derken yıldızı görmüş, hemen bunun peşinden de, "Bu, benim Rabbimdir" demiştir. Hz. İbrahim, yıldızın hareket ettiğini müşahede edince, "Ben, böyle sönüp batanları sevmem" demiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu esnada O'nu bulûğa erdirmiş, o anda da İbrahim (a.s), "Ben, sizin ortak koştuğunuz şeylerden kesinlikle uzağım..." (Enam, 78) demiştir. Bu münazaranın, Hz. İbrahim'in, kavmini tevhide davetle meşgul olduğu sırada geçtiğine dair zikretmiş olduğumuz pekçok delilden dolayı, birinci ihtimal daha fazla kabule şayan ise de, bu ihtimalde de bir beis bulunmamaktadır. Allah en iyi bilendir. [313]
Ebu Amr ve Nâfi'nin ravisi Yerş, Kur'an-ı Kerim'de geçtiği her yerde, râ harfinin fethası, hemzenin de kesresiyle İbn Amir, Hamza ve Kisaî de her ikisinin kesresiyle olmak üzere şeklinde okumuşlardır.. ve (seni gördü, onu gördü) tabirlerinde olduğu gibi, eliften sonra kaf veya hâ harfleri olduğu zaman, Hamza ve Kisaî, râ harfini kesreli; İbn Amir ise fethalı okurlar... Yahya, Asım'ın ravisi Ebu Bekr'den. Asımın Hamza ve Kisai gibi okuduğunu rivayet etmiştir. Mesela jiîfi J;ljj ^£b& fcflj "Güneşi gördü; ayı gördü" ifadelerinde olduğu gibi, bu fiili başında vasi hemzesi bulunan bir kelime izlediğinde, Hamza, Yahya'nın rivayetine göre; Ebu Bekir ve Nasr'ın rivayetine göre de Kisaî, râ harfini kesreli, hemzeyi ise fethalı okumuşlardır. Geriye kalanlar ise, bunların hepsini râ harfinin ve hemzenin fethasıyla okumuşlardır. Kıraat imamları, Üjlj (seni gördüler) ve âj1; (onu gördüler) kelimelerinin fethalı okunacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Vahidî şöyle demektedir: "Râ ve hemzeyi fethalı okuyanların yaptıkları şey açık olup, bu de elifi aslı üzere bırakmaktır. Ama, ra'yı fethalı, hemzeyi ise kesreli okuyanlara gelince, kelimesindeki elifi yâ harfine uygun olarak imale yapmak için, hemzeyi kesreye doğru imale yapmışlar, râ harfini de aslı üzere meftûh olarak bırakmışlardır. Ama, hem rayı hem de hemzeyi kesreli okuyanlara gelince, bu rânın harekesinin hemzenin harekesine benzer olmasından dolayıdır..." Vahidi bu konuda, "Kitabu'l-Basît" adlı eserinde uzun uzun açıklamalar yapmıştır ki, bunlar için oraya müracaat edilebilir. Allah en iyi bilendir. [314]
Hz. İbrahim'in, mağarada doğduğu, annesinin onu orada bıraktığı ve Hz. Cebrail'in O'nu büyüttüğü şeklinde zikrettiğimiz kıssanın tamamı, bir nebze de olsa muhtemeldir... Kâdî ise şöyle demektedir: "Mucize yerine geçecek her şey, (peygamberlikten önce) caiz değildir. Zira mucizenin, peygamberlik iddiasından önce meydana gelmesi, Mutezile'ye göre caiz değildir. İşte buna, "İrhâs" (peygamberde peygamberlik öncesinde zuhur eden harikulade işler) denilir. Ancak o zamanda, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberin bulunması müstesna; bu durumda, o harikulade şeyler, o peygamberin bir mucizesi kabul edilmiş olur." Ama, ehl-ı sünnet alimlerine göre "irhâs" caizdir. Böylece, bu şüphe zail olmuş olur. Allah en iyi bilendir. [315]
Hz. İbrahim (a.s) yıldızın batıp kaybolmasıyla, yıldızın, kendisinin Rabbi ve yaratıcısı olamayacağına dair istidlalde bulunmuştur. Bizim, burada şu iki şeyden bahsetmemiz gerekir:
a) "Ufûl" nedir?
b) "Ufûl" yıldızların rab olmadıklarına nasıl delalet edebilir?
Buna göre biz deriz ki, "ufûl" (batıp kaybolmak) bir şeyin, ortaya çıkıp, sonra da batıp kaybolmasından, görülmez hale gelmesinden ibarettir.
Bunu iyice kavradığın zaman, bil ki: Bir kimse bir soru sorarak, şöyle diyebilir: "Ufûl, bir hareket olması bakımından, "hudûs"a (sonradan olmaya) delalet eder. Buna göre, "tulü" (doğma) da, "hudûs"a delalet eder. O halde İbrahim (a.s) niçin, doğmasıyla o yıldızın hadis olduğuna istidlalde bulunmamış da, bu gayesini gerçekleştirmek için yıldızların batmalarına dayanmıştır?"
Cevap: Doğup ve batmanın, hudûs'a delalet etme konusunda müşterek olduklarında şüphe yoktur. Ancak ne var ki peygamberlerin, bütün insanları Allah'a davet etme sadedinde istidlalde bulundukları delilin, onu anlama hususunda zeki, aptal ve akıllı kimselerin müşterek olacakları bir biçimde, mutlaka açık ve net olması gerekir. Hareketin, hudûsa delaleti her ne kadar yakînî ise de, ancak ne var ki bu, insanların sadece ileri gelenlerinin anlayabileceği ince bir iştir. Ama, "ufûl" (batıp kaybolma)nın, {hudûsa delalet etmesine) gelince, bu herkesin anlayabileceği açık bir delalettir. Çünkü yıldızın kudreti, batarken kaybolmuş (zeval bulmuş) olur. Böylece de, "ufûf'un bu maksada delaleti, daha tam ve daha mükemmel olur.
Nitekim, bazı muhakkik alimler imkan tarafına meyletmek ufûfdür demişlerdir. Sözün en güzeli, havas, avam ve orta tabaka insanların kendisinde hissesi olan (yani birşeyler anladıklardır. O halde, "sönüp batmadan", "imkan delilini" anlarlar. Her mümkin muhtaçtır. Muhtaç olanın, ihtiyaçlarının bir sonu yoktur. Binâenaleyh bu ihtiyaçların, varlığı ile bu ihtiyaçlar son bulan ve mümkin olmaktan münezzeh olan bir zata dayanması gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki en son gidiş ancak Rabbinedir" (Necm, 42) buyurmuştur. Orta tabaka ise, sönüp batmaktan mutlak hareketi anlarlar. Binâenaleyh her hareket eden muhdestir ve her muhdes kadir olan bir kadim varlığa muhtaçtır. Bundan dolayı batıp kaybolan birşey ilah olamaz. Aksine gerçek ilah, o batıp kaybolanın muhtaç olduğu varlıktır. Avam tabaka da, "ufûC'den (sönüp kaybolmaktan) batmayı anlarlar. Onlar her yıldızın batmak üzere oluşunu müşahede ederler. O yıldızların ışığı ekşitiyor, kudreti kayboluyor ve sanki terkedilmiş gibi oluyor. Bu durumdaki hiçbir varlığın ilah olmaya hakkı yoktur. Binâenaleyh bu tek kelime, yani Hz. İbrahim (a.s)'in, "Ben böyle sönüp batanları sevmem (afilin)" ifadesi, mukarreb insanların, mü'minlerin ve kafirlerin anladığı payı ifade etmekte ve böylece delillerin en mükemmeli ve burhanların en üstünü olmaktadır.
Burada şu şekilde bir başka incelik daha vardır: İbrahim (a.s), yıldızların durumlarına vâkıf (müneccim) bir kavim ile münazara etmiştir. Müneccimlerin fikrine göre mesele şudur:Yıldız,doğu rub'unda bulunup göğün ortasına doğru yükseldiğinde, tesiri çok kuvvetli olur. Batıp kaybolmaya yüz tuttuğunda ise, tesiri zayıflar ve azalır. Bundan dolayı Hz. İbrahim (a.s) bu incelik ile, ilah olanın kudretinin, acziyete ve kemalinin noksanlığa doğru değişmeyeceğine dikkat çekip şöyle demek istemiştir: Halbuki, ey müneccimler sizin inancınıza göre yıldız batı rub'unda olduğu zaman kuvveti zayıflar, tesiri eksilir ve idare etmekten {müdebbir olmaktan) aciz olur. Bu da, yıldızların ilah olmasının tenkid edilebileceğine delalet eder." Böylece (müneccimlerin) görüşüne göre, batıp kaybolmanın, yıldızın ilah oluşunu zedelemeyi gerektirmede daha tesirli olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir.
İkinci Makam: Burada ikinci bir incelik de yıldızların batıp kaybolmalarının, rab olmalarına manî olduğunu izah etmektir. Birisi şöyle de diyebilir: "Bu konuda söylenebilecek en ileri söz yıldızın batıp kaybolmasının, onun muhdes (sonradan yaratılmış) bir varlık olduğuna delalet ettiğini söylemektir. Fakat yıldızın muhdes olması, Hz. İbrahim'in Rabbi ve ma'bûdu olmasına mani değildir. Baksana müneccimler ile putları Allah'a ulaşma vasıtası sayanlar, en büyük ilahın yıldızları yarattığını, icad ve var ettiğini, sonra bu yıldızların, en aşağı alemdeki bitkileri ve canlıları yarattıklarını söylüyorlar. Böylece yıldızların batıp kaybolmaları,her ne kadar kendilerinin hadis (yaratılmış) olduklarına delalet etse de, hadis oluşlarının, insanların rabbi ve bu alemin ilahları olmalarına mani olmayacağı sabit olur?"
Cevap: Buna karşı ileri süreceğimiz iki makam vardır: [316]
Birinci Makam: Rab ve ilah "ihtiyaçların varıp kendisine dayandığı varlık" demektir. Batmaları sebebi ile yıldızların hadis oldukları ve aklın bedaheti ile de, her muhdes varlığın, varlığı hususunda başkasına muhtaç olduğu sabit olunca, bu yıldızların var olmada, başkasına muhtaç olduklarını kesin olarak söylemek gerekir. Bu böyle olunca, yıldızların, "ihtiyaçlar varıp kendisine dayanan" ilah manasında, rabler ve ilahlar olmaları imkansızdır. Şu halde, kesin olarak anlaşılır ki yıldızların batan varlıklar oluşu, onların rabler ve ilahlar olmasını cerheder.
İkinci Makam: Rab ve ilahdan maksad, o varlığın bizim yaratıcımız, zatımızın ve sıfatlarımızın var edicisi olan bir zat olmasıdır. Buna göre deriz ki: Yıldızların batıp kaybolması hem onları yaratmaktan ve var etmekten aciz olduklarına, hem de onlara ibadet etmenin caiz olmayacağına delalet eder. Bu birkaç şekilde izah edilebilir:
1) Yıldızların batıp kaybolmaları, hadis olduklarına delalet eder. Bunların hadis olmaları da, kadım ve kadir bir fâil-i muhtar (ilaha) muhtaç olduklarını gösterir. Binâenaleyh bu kadir varlığın, kudretinin de ezelî olması gerekir. Aksi halde O'nun kudreti de başka bir kadire muhtaç olur ve bu teselsülü gerektirir. Teselsül ise imkansızdır. Binâenaleyh O (ilah'm) kudretinin ezetî olduğu sabit olur. Bu sabit olunca biz deriz ki: Bu varlığın makduru (mahlûku) olan o şey, mümkün varlık olması bakımından ancak O ilahın makduru olabilir. Halbuki bütün mümkün varlıkların "imkan" (dahilinde oluşları) aynıdır. Binâenaleyh bazı mümkün varlıkların Allah'ın makduru (mahlûku) oluşuna sebep olan şeyin, her mümkinde mevcud olduğu sabit olur. Bundan dolayı her mümkin varlığın, Allah'ın makduru (yani kudret-i ilahiye ile yaratılmış) olması gerekir. Bu sabit ofunca, bu makamın doğruluğunu yakînî delillerle Usûl (tevhid) ilminde de açıkladığımız gibi, mümkin varlıklardan hiçbirinin, O (ilah) olmaksızın meydana gelmesi imkanı yoktur. Velhasıl diyebiliriz ki: Yıldızların batıp kaybolmalarının, -her nekadar bu husus ancak birçok mukaddime ile elde edilse bile-, onların muhdes olduğunu gösterdiği delillerle sabit olmuş olur. Hem sonra o yıldızların bizzat kendilerinin muhdes oluşları, her nekadar bu hususta ancak pekçok mukaddimelerle elde edilse bile, bunların yaratmaya ve var etmeye kadir olduklarının imkansız olduğunu söylemeyi gerektirir. Küf'an'ın delillerinde, mukaddimelerin ancak temel unsurları zikredilir, detay ve tafsilat ise ancak cedel (münazara ve münakaşa) ilmine düşer. Binâenaleyh Hak Teâlâ bu iki mukaddimeyi, remz ve işaret yoluyla zikredince, yıldızların yaratmaya ve var etmeye kadir olamayacaklarının anlatılması hususunda bu iki mukaddime ile yetinilmiştir. İşte bu sebeple Hz. İbrahim (a.s), batıp kaybolan varlıklar olmalarına dayanarak, o yıldızların bu âlemdeki mahlukların rableri ve ilahları olamayacaklarına istidlal etmiştir.
2) Yıldızların batıp kaybolmaları hadis olduklarını; hadis oluşları da onların, var olmaları hususunda kadir ve hür irade sahibi bir yaratıcıya muhtaç olduklarını gösterir. Binâenaleyh o kadir yaratıcı, feleklerin ve yıldızların da yaratıcısıdır. Vasıtasız olarak yıldızlan ve felekleri yaratabilen, insanları haydi haydi yaratabilir. Çünkü en büyük varlıkları yaratabilen, en küçük ve önemsiz şeyleri mutlaka yaratabilir. İşte bu hususa Hak Teâlâ, "Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışı insanların yaratılışından daha büyük (daha zordur)" (Mffmm, 57} ve "Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir? Elbette (kadirdir.) O, (herşeyf) yaratan ve bilendir" (Yasin, si) âyetleriyle işaret etmiştir. Binâenaleyh bu izah yoluyla, en büyük ilahın, insanları yaratmaya ve felekT (semavî) kütlelerin aracılığı olmaksızın- en aşağı alemi yönetmeye de kadir olması gerektiği sabit olur. Durum böyle olunca, en büyük ilaha (gerçek ilaha) ibadetle meşgul olmanın,güneşe, yıldızlara ve aya ibadetle meşgul olmaktan daha uygun olduğu ortaya çıkar.
3) Eğer bazı yıldızların yaratıcı ve var edici olmaları doğru olsaydı, bu ihtimal bütün yıldızlar için de söz konusu olurdu. Bu takdirde de insan, kendisini yaratanın, şu yıldız mı, bu yıldız mı yoksa bütün yıldızlar mı olduğunu bilemez ve böylece de yataranını bilme hususunda şüpheler içinde kalırdı. Fakat biz bütün yıldızları tanıyıp, yaratma, varetme ve yönetme işini, bütün yıldızların yaratıcısına isnad edersek, gerçek yaratıcıyı ve var edeni bilmemiz mümkün olur ve ona ibadet ve şükür ile meşgul olabiliriz. İşte bütün bu izahlar ile, yıldızların kaybolup batmasının onların kadîm olamayacaklarını gösterdiği gibi, bu alemin ilahları ve hayvanlar ile insanların rableri olmalarının imkansız olduğuna da delalet ettiği sabit olur. Allah en iyisini bilir ya, bu delilin izahı hususunda söylenecek şeylerin hepsi budur.
Eğer:"Bu(istidlalin yapıldığı)geceden önce, gündüzler ve geceler geçmiş olduğu hususunda, yine yıldızların, ayın ve güneşin batıp kaybolmasının, o geçen gece ve gündüzlerde de meydana gelmiş olduğu hususunda hiçbir şüphe yoktur. Binâenaleyh yapılan bu izah ile, bahsedilen gecede meydana gelen "batıp kaybolmanın" fazla bir önemi söz konusu değildir?" denilir ise, buna şöyle cevap verilir: Biz, Hz. İbrahim (a.s)'in bu delili, yıldızlara tapmaktan vazgeçip tevhide gelmeye davet ettiği kimselere karşı getirdiğini izah etmiştik. Binâenaleyh, "O gecelerden bir gece bu insanlarla oturmuş ve onları yıldızlara ibadet etmekten menetmeye (uğraşmış.) Tam o bu sözü anlatırken gözü, geçmektej(batmakta) olan bir yıldıza takılmış. O yıldız batınca da, "Eğer bu yıldız bir ilah olsaydı yüksekten alçağa, kuvvetten zaafa geçmezdi" demiş. Yine daha sonra, bu konuşma esnasında ay doğup batmış ve o insanlara (yıldız İçin söylediği) sözü aynen tekrarlamış. Aynı şeyi güneş içinde söylemiş" denilmesi uzak bir ihtimal değildir. İşte Hz. İbrahim'in delilini izah hususunda söyleyebileceğimiz (aklımıza gelen) şeylerin tamamı budur. [317]
Gazali bazı kitaplarında felsefe yaptı ve bu âyette geçen "yıldız"), her yıldızda bulunan cani. nefs-i natıka; "ay'ı",
her felekte bulunan nefs-i natıka; "güneş'i" de, bütün hepsi
için olan "mücerred akıl" manasına hamletti. Ebu AH İbn Sina, âyetteki "ufûlü" (yani batıp kaybolmayı) "imkan delili" manasına aldı. Böylece Gazali de, bunların batıp kaybolmasından kastedilenin, aslında bu şeylerin mümkin varlıklar olduklarını anlatmak olup ayetteki, "Ben, böyle sönüp batanları sevmem" tabirinden muradın da, bunların hepsinin zatları gereği mümkinü'l-vücud olduklarını, dolayısı ile her mümkinin mutlaka bir müessiri (yaratıcısı) olduğunu ve her mümkinin mutlaka vâcibu'l-vücud bir varlığa dayanması gerektiğini iddia etmiştir. Bil ki bu iddiada bir sakınca yoktur. Fakat âyeti bu manaya hamletmek, uzak bir ihtimaldir. Bazı alimler de, âyetteki "yıldız" kelimesini "duyular", "ay" kelimesini "hayal ve vehim", "güneşi" de, "akıl" manasına hamletmişlerdir. Halbu ki idrak edici bu üç kuvvet, kısır ve sınırlıdır. Âlemin müdebbiri olan Allah ise, bunların hepsinin hâkimi ve kahiridir. Allah en iyi bilendir. [318]
Âyetteki, "Ben, böyle sönüp batanları sevmem" tabiri pekçok hükme delalet eder:
Birinci Hüküm: Bu âyet, Hak Teâlâ'nın "cisim" olmadığfna delalet eder. Çünkü eğer Allah Teâlâ bir cisim olsaydı, bizden ebediyyen gaib otup geçip gitmiş olurdu. Yine Cenâb-ı Hakk'ın, bazan Arş'dan göğe inmesi, bazan da gökten Arş'a yükselmesi imkansız olur. Aksi halde Cenâb-ı Hak için de, batıp kaybolma (ufûl) söz konusu olurdu.
İkinci Hüküm: Bu âyet-i kerime, Kerrâmiyye fırkasının iddia ettiği gibi, Cenâb-ı Hakk'ın, sonradan meydana gelme sıfatlara bir mahal (mevsuf) olmadığına delalet eder. Aksi halde Allah değişken bir varlık olurdu ve o zaman da yine O'nun için "ufûl" söz konusu olurdu ki bu imkansızdır.
Üçüncü Hüküm: Bu âyet, akidenin taklid üzerine değil, deliller üzerine bina edilmesi gerektiğini gösterir. Aksi halde böyle bir istidlalde bulunmanın bir faydası olmaz.
Dördüncü Hüküm: Âyet-i kerime, peygamberlerin, Rableri hakkındaki bilgilerinin zarurî değil, istidlalî (yani istidlal ve tefekkür ile elde edilmiş) olduğuna delalet eder. Aksi halde, Hz. İbrahim (a.s) istidlalde bulunmaya ihtiyaç duymazdı.
Beşinci Hüküm: Âyet, marifetullahın. ancak Allah'ın yarattığı şeylerin halleri üzerinde düşünüp istidlalde bulunma yoluyla olduğuna delalet eder. Çünkü bu bilgiyi bir başka yolla elde etmek mümkün olsaydı, Hz. İbrahim (a.s) bu yola yönelmezdi. Allah en iyi bilendir.
Hak Teâlâ'nın "Sonra ay'ı doğar halde görünce de, "Bu mu benim Rabblm?" demiş. Fakat o da batıp gidince, "Andolsun ki eğer Rabblm bana hidayet etmemiş olsaydı muhakkak sapanlar güruhundan olurdum" demişti" buyruğu ile ilgili olarak iki mesele vardır: [319]
Arapçada, ay doğmaya başladığı zaman, (Ay doğdu); yine güneş doğmaya başladığında(güneş doğdu), ve "doğmuş yıldızlar" manasında, denilir, e I-Ez heri şöyle demiştir: "Bu kelime sanki "parçalamak ve yarmak' manasına gelen kelimesinden alınmıştır. Buna göre sanki yıldız, doğuşu ile karanlığı yarıp parçalamaktadır." Binâenaleyh âyet, Hz. İbrahim (a.s)'in, yıldız hakkında söylediğinin aynısını, ay hakkında da kullandığını ifade etmektedir. [320]
Âyetteki "Andolsun ki eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaydı muhakkak sapanlar güruhundan olurdum" ifadesi,hidayetin ancak Allah'dan olduğuna delalet etmektedir. "Hidayet" kelimesinin, "(doğruyu bulmaya) muktedir kılmak, engelleri ortadan kaldırıp, (hidayetin) delillerini dikmek" manasına hamletmek rnümkün değildir. Çünkü bunların hepsi zaten mevcut idi. Binâenaleyh bu şeyler mevcut olduğu halde, Hz. İbrahim (a.s)'in Allah'dan istediği hidayetin, bunların üstünde birşey olması gerekir. Bil ki Hz. İbrahim (a.s)'in, bizim mezhebimiz (inancımız) üzere olduğu, hiçbir akıllıya şüpheli ve karışık gelmeyecek bir şekilde açıktır. Çünkü o, bu âyette hidayeti açıkça Allah'a nisbet etmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "(O rab), beni yaratan ve bana hidayet edendir" (Şu'arâ. 78) âyeti ile, "Beni de, oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut" , 35) âyetinde de durum böyledir. [321]
Allah Teâlâ'nın 'Sonra güneşi doğar görünce, "Bu mu imiş benim Rabbim? Bu hepsinden de büyük" demiş" buyruğu ile ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: [322]
Allah Teâla, "güneş" (şems) kelimesi müennes olduğu halde, bunun için (müzekker olan) ıöa (Bu) zamirini kullanmış, şeklini kullanmamıştır. Bunun birkaç izah şekli vardır:
1) "Şems" kelimesi, ışık ve aydınlık manasındadır. Bu nedenle Hak Teâlâ, kelimeyi bu manaya göre kullanmış ve böylece de müzekker kabul etmiştir.
2) "Şems" kelimesinde açık bir müenneslik alameti bulunmamaktadır. Bu kelimenin lafzı müzekker bir lafza benzeyip, "nûr" (ışık) manasına da gelince, işte bu iki bakımdan kelimeyi müzekker kabul etmek doğru ve yerinde olmuştur.
3) Hz. İbrahim (a.s) "Doğan şu şey..." veya, "Gördüğüm şu şey..." manasında, bu zamiri kullanmıştır.
4) Kelimeyi bu şekilde kullanmaktan maksad, edebe riayet etmektir.Bu edeb de, rubûbiyyeti ifade eden bir lafız kullanıldığı zaman, onu müennes yapmamaktır. [323]
Âyetteki, "Bu hepsinden de büyük" ifadesi, "Bu, yıldızların en büyüğü ve en kuvveti is i d ir. Binâenaleyh ilah olmaya diğerlerinden daha uygundur" manasındadır. Eğer, "Batıp kaybolma (Ufûl), güneş için de söz konusu olduğuna göre, "Ufûl", rab oluşa mani olup böylece de güneşin rab olmasının imkansızlığı sabit olunca, bu imkansızlık ay ve diğer yıldızlar için haydi haydi söz konusudur. Bu yol ile, güneş hakkında bu sözü söylemenin, aynı şeyi ay ve yıldızlar hakkında söylemeye İhtiyaç bırakmadığı ortaya çıkar. Binâenaleyh Hak Teâtâ, îcaz ve ihtisara (özlü ve kısa ifade kullanmaya) riayet ederek, niçin bu âyetlerde sadece güneşi zikretmekle yetinmemiştir?" denilir ise biz deriz ki: Bir meseleyi en aşağıdan yukarıya doğru kademe kademe yükselerek ele almanın, o meseleyi anlatmada, izah etmede ve te'kid etmede yapacağı tesir, diğer üslûblarda bulunmaz. Bu sebeple, Hak Teâlâ'nın bu hususları bu şekilde anlatması daha münasip ve yerinde olmuştur.
Allah Teâlâ'nın "Ey kavmim, ben sizin (Allah'a) eş koştuklarınızdan katiyyen uzağım " demişti" âyetine gelince bunun manası şudur: "Delillerin de gösterdiği gibi, bu yıldızların rab ve ilah olamayacakları ortaya çıkınca, Hz. İbrahim şirkten uzak ve beri olduğunu ifade etmiştir."
Birisi şöyle diyebilir: "Farzedelim ki delillerin delaletiyle yıldızların, ayın ve güneşin rab ve ilah olamayacakları sabit olmuş olsun. Fakat bu kadarlık bir sabit oluş ile, mutlak manada Allah'ın ortakları olmadığını ve tevhidi söylemek gerekmez. O halde Allah'ın mutlak manada bir olduğunu isbat etme, bu yıldızların rab olamayacaklarına dair delil üzerine bina edilmiştir?" Buna şöyle cevap verilir: Bu kavim, (yıldızlar dışında), Allah'a eş koşulan diğer şeyleri nefyetmeye müsait idiler. Onlar ancak bu belli hususta (yani güneş, ay ve yıldızların, Allah'ın şerikleri olup olmadıkları hususunda) karşı çıkmışlardı. İşte bu deliller ile, bu varlıkların da rab ve ilah olmadıkları ortaya çıkıp, bunların dışındaki varlıkların ilah olmadığı hususunda ittifak olunca, mutlak manada bütün şirk koşulan şeyleri nefyetmek kesinleşmiştir.
Ayetteki, "Şüphesiz ki ben yüzümü, bir muvahhid olarak, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah 'a yönelttim! Ben müşriklerden değilim" buyruğu ile ilgili iki mesele vardır: [324]
Nâfi, İbn Âmir ve Âsım'dan rivayet eden Hafs, kelimesindeki yâ harfini fethaiı olarak ^rj şeklinde; diğer diğer kıraat imamları ise bunu fethasız olarak tarzında okumuşlardır. [325]
Bu sözü, zahirî manasına hamletmek mümkün değildir. Bilakis bu ifadeden murad, "İbadetimi ve taatımı (Allaha) yönelttim" mânâsıdır. Bu mecazi mananın caiz oluşunun sebebi şudur: Başkasına itaatkâr olan, onun emirlerine uyar ve ona inkiyad eder. Binâenaleyh o yüzünü ona çevirir. Böylece "yüzünü ona doğru döndürme" tabiri "itaat" etme mânasına gelen mecazi bir ifade olur.
Allah Teâlâ'nın "Gökleri ve yeri yaratmış olan (Allah'a) yönelttim" buyruğunda şöyle bir incelik bulunmaktadır: Hak Teâlâ, şeklinde harf-i cenini kullanmamış, aksine bu harf-i cerri terkederek, şeklini kullanmıştır. Bunun hikmeti şudur: Kalb yüzünü Allah'a doğru döndürme olmaz. Çünkü Hak Teâlâ, bir mekanda ve yönde bulunmaktan münezzehtir. Bilakis kalb yüzü, Allah'a ibadet etmek için, O'nun hizmetine ve taatine döndürülür. İşte burada (ona doğru) kelimesinin zikredil mey ip, onun yerine "lâm" harf-i cerrinin kullanılması, Ma'bûd'un mekândan ve yönden münezzeh olduğuna delalet eder. kelimesi ise, "Bu ikisini, gökleri ve yeri varlık alemine çıkardı" manasınadır. Bu kelimenin asıl manası, "yarmak"tır. Nitekim Arapça'da, ağaç yaprak ve çiçek açtığı zaman, (Ağaç, yaprak ve çiçek çıkararak yarıldı) denilir. Âyetteki "hanif" kelimesi ise, "(bâtıldan) meyledip, sapan" manasındadır. Ebu'l-ÂMye, "Hanif, namaz kılarken Kabe'ye meyledip yönelen kimse manasındadır" demiştir. Yine bu kelimenin, "Allah'dan başka hertürlü ma'bûddan yüz çevirip uzaklaşan kimse" manasında olduğu da söylenmiştir. [326]
"Kavmi ona hüccet getirmeye kalkıştı. O dedi ki: "Allah bana hidayet etmiş iken, siz benimle O'nun hakkında hâla çekişiyor musunuz? Ben O'na ortak koşmgunuz şeylerden korkmam. Ancak Rabbim birşey dilerse, o müstesna. Rabbimin ilmi herşeyi sarıp kuşatır. Hâla düşünüp öğüt almayacak mısınız?"
Bil ki Hz. İbrahim (a.s) onlara, yukarıda geçen delilleri getirince, kavmi de ona karşı, kendi inançlarının doğruluğuna dair bazı deliller getirmişlerdir:
1) Onlar, "Biz atalarımızı, bir din üzere bulduk (gördük) " {Zuhruf, 22» şeklindeki sözlerinde ve peygamberleri hakkında söyledikleri, "O, (bütün) tanrıları bir tek tann mı yapmış? Bu, gerçekten acafb bir iştir" <sâd. 5) şeklindeki sözlerinde de olduğu gibi, "taklid"e tutunmuşlardır.
2) Onlar, Hz. İbrahim (a.s)'i. "Eğer sen, bu putların Hanlığını tenkid edersen, putların çeşitli musibet ve belalarına uğrarsın " diye korkutmaya çalışmışlardır. Bunun bir benzeri de, Hûd (a.s)'un kavminin kıssasında Cenâb-ı Allah'ın naklettiği onların şu sözleridir: "Biz, "Tanrılarımızdan biri seni fena çarpmış!" (demekten) başka (blrşey) söylemeyiz" (Hûd,54). Binâenaleyh Hz. İbrahim (a.s)'in kavmi de O'na karşı böyle sözler söylemişlerdir.
Hz. İbrahim (a.s), onların (birinci) hüccetlerine "O dedi ki: "Allah bana hidayet etmiş iken, siz benimle O'nun hakkında hâla çekişiyor musunuz?" şeklinde cevap vermiştir. Bu, "Hidayete ermeyi ve yakînî bilgiyi gerektiren deliller ile, sözümün doğruluğu ortaya çıkınca, daha nasıl sizlerin sakat hüccetlerinize ve yanlış sözlerinize iltifat edilir ki?.." demektir.
O onların, kendisini putların (gazabı) ile korkutması hususundaki ikinci delillerine ise, "Ben O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Çünkü ancak tayda ve zarar verme gücünde olandan korkulur. Putlar ise, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve ne fayda ne zarar veremeyen cansız nesnelerdir. Öyle ise onlardan niçin korkutsun ki?.." diye cevap vermiştir.
Eğer: "Şüphe yok ki tılsımların (sihirlerin) de bazı belli tesirleri vardır. Binâenaleyh bu bakımdan, sihirlerden korkulması niçin mümkün olmasın?" denilir ise, biz de deriz ki: Sihrin tesiri, yıldızların tesirlerine bağlıdır. Biz daha önce yıldızların bazı tesirler icra edebilmesinin, ancak Allah'ın yaratması ile olabileceği hususunda deliller getirmiştik. Binâenaleyh ümid ve korku aslında ancak Allah'dan olur.
Âyetteki, "Ancak Rabbim birşey dilerse o müstesna..." ifadesinin birkaç izahı vardır:
1) Bu, "Ancak, bir günah işleyip de bundan dolayı Cenâb-ı Allah'ın bana bir ceza indirmeyi dilemesi müstesna..." demektir.
2) Bu, "Allah Teâlâ'nın. beni dünya meşakkatlarıyla imtihan edip, bundan dolayı benden bazı mûtad nimetlerini kesmeyi dilemesi durumu müstesna..." demektir.
3) Bu şu manadadır: "Rabbimin dileyip de, sizin şirk koştuğunuz şeylere hayat verip, onlara zarar ve fayda verme gücü vermek ve onları, bana hayır ile şer ulaştırmaya kadir kılmak suretiyle, benim sizin o şirk koştuğunuz şeylerden korkmam hali müstesna..." Âyetin lafzı, bütün bu manalara gelebilir. İşin özü şudur: İnsanın gelecek hayatında başına hoş olmayan şeylerin gelmesi mümkündür. Ahmak olan insanlar, onun başına gelen bu nahoş şeylerin, onun, putların Hanlığını ta'n edip tenkit etmesine bağlamaktadırlar... Bundan dolayı İbrahim (a.s), eğer başına bir kötülük gelirse, bunu böyle bir sebebe bağlamadığını göstermek için bu sözü söylemiştir.
Sonra Hz. İbrahim (a.s) "Rabbinin ilmi her şeyi sarıp kuşatmıştır" demiştir. Yani, "O, Allâmu'l-guyûb" (gayblerin en iyi bilicisidir); bundan dolayı O, ancak iyi, uygun ve hikmetli olanı yapar... İnsanın başına, dünyanın hoş olmayan şeyleri gelirse, bu da böyledir. Çünkü Allah Teâlâ, putların ilahlığını tenkide mukabil bir ceza olmak üzere değil, ama o hoş olmayan şeylerde bir maslahat ve hayır tarafı bulunduğunu bildiği (bu nahoş şeyi) vermiştir.
Allah Teâlâ daha sonra "Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?" buyurmuştur. Bu, "Allah'ın şerikleri, zıdları ve ortakları (endâd) olmadığını söylemenin, başa bela gelmesini ve bir azabın inmesini gerektirmediğini ve Allah'ın tevhidi ve münezzehliğini isbat etmenin de bir azaba duçar olmayı hak etmeyi gerektirmediğini düşünmüyor musunuz?" demektir. Allah en iyisini bilendir. [327]
Nâfi ve İbn Âmir, iki nundan birisini hazfetmek suretiyle, şeddesiz nun ile şeklinde; diğer kıraat imamları
iki nûnu birbirine ıdğam ederek şeddeli olmak üzere, şeklinde okumuşlardır, Âyetteki ifadesini ise, Nâfl ve İbn Amir, kelimenin aslına uygun bir biçimde yâ harfini belirtmek suretiyle, şeklinde; diğer kıraat imamları ise, kolaylığı gözeterek, bu yâ harfinin hazfedil m esiyle şeklinde okumuşlardır. [328]
Hz. İbrahim (a.s), kavmine karşı, Allahu Teâlâ hakkında, Ben, böyle sönüp batanları sevmem" (Enam, 76) ifadesiyle hüccet getirmiş, kavmi de O'na karşı Allah hakkında hüccet getirmişti. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın onlar hakkında haber verdiği şu ifadesinde anlatılmaktadır: "Kavmi ona hüccet getirmeye kalkıştı. O dedi ki: "Siz... Onun hakkında hâla çekişiyor musunuz?.." Bu âyetten elde ettiğimiz netice şudur: Allah hakkında delil getirmek bazan büyük bir medhi ve ileri derecede bir övgüyü gerektirir....Ki bu, Hz. İbrahim (a.s)'in yaptığı şekilde delil getirmedir... Bu medh ve övgü ise, Cenâb-ı Allah'ın, "İşte bunlar kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdi..." (Enam, 83) âyetinde belirtilmiştir.
Allah hakkında hüccet getirmek, bazan da kınanmayı gerektirecek şekilde olur... Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz benimle Onun hakkında hâla çekişiyor musunuz?" buyruğunda anlatılmıştır. Bu ikisi arasında bir fark bulunmamaktadır. Ancak ne var ki, hak dini iyice anlatma hususunda delit getirmek, medhü sena çeşitlerinin en büyüklerine nail olmayı; bâtıl dini yerleştirme hususunda hüccet getirmek ise, kınanma ve ayıplama çeşitlerinin en büyüğüne hedef olmayı gerektirir...
İşte bu asi sabit olunca, şu gelen şey, muteber bir kaide olur: "Kur'an-ı Kerim'de gelen ve kendisindeki haberler, hüccet getirme ve münazara yapma işinin çirkin görüldüğüne delâlet eden yerlerdeki açıklamalar, bâtıl dinin yerleştirilmesiyle ilgili (hüccet getirmeler) manasına; bunların övüldüğüne delalet eden her yerde de, hak dinin ve doğru inancın anlatılması için (hüccet getirme) ve münazara manasına hamledilir..." Allah en iyisini bilendir. [329]
"Hem Allah'ın size (haklarında) hiç bir delil ve burhan indirmediği şeyleri siz (Ona) eş koşhjğunuzdan korkmazken, ben eş koştuğunuz o nesnelerden niyekorkayım? İki zümreden hangisi emin olmaya daha lâyıktır; biliyorsanız (söyleyin bakalım?) İman edenler ve imanlarım zulüm ile bulaştırmayanlar (yokmu), işte ancak onlarındır emin olma hakkı; ve onlar, doğru yolu bulmuş kimselerdir" (En'âm, B-82).
Bil ki bu açıklamalar, önceki ifadedeki cevabın geri kalan kısmıdır. Mânanın takdiri ise şu şekildedir: "Sizler, günahların en büyüğü olan şirkten korkmazken, hiçbir fayda ve zarar veremeyen putlardan ben niye korkayım?" [330]
Cenâb-ı Hakk'ın "Size (haklarında) hiçbir delil ve burhan İndirmediği" ifadesi hakkında iki izah bulunmaktadır:
a) Bu ifade, böyle bir kıssa (ve davada), bir hüccet ve delilin bulunmasının imkansızlığını ifade eden bir kinayedir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim Allah'la beraber diğer btr tanrıya -buna dair hiçbir delil olmamasına rağmen-tap&rsa..." (MO'minûn, 117) buyruğudur. Bundan murad ise, bu konuda bir delilin bulunmasının imkansız olduğunu beyandır.
b) Bu heykelleri ve suretleri, dua ve namazlar için kıblegâh edinmekle emrolunmak, aklen imkansız değildir. Buna göre Allah Teâlâ'nın "Size haklarında hiçbir delil ve burhan indirmediği şeyler..." tabirinin manası, bu konuda bir emrin varid olmadığıdır. Bu sözün neticesi (özü) şudur: "Size ne oluyor ki emniyet duyma durumunda benim kendimi emniyette görmemi reddediyorsunuz, ama korku duyulacak durumda iken kendinizi emniyette hissetmenize şaşmıyorsunuz?" Hz. İbrahim (a.s), "Hangimizin durumu emin olmaya daha uygun, benim mi, sizin mi?" demedi. Kendi nefsini tezkiye etmiş olmamak için, bunun yerine, "İki zümreden hangisi yani müşrikler zümresi ile muvahhtdler zümresinden hangisi emin olmaya daha layıktır " dedi. Sonra bu soruya cevap olarak, şu sözünü getirdi: "iman edenler ve imanlarını zulüm üe bulaştırmayanlar..." Bu, Hz. İbrahim (a.s)'in hüccet getirme hususundaki sözüne dahildir ve bunun manası, "Kendileri için mutlak manada emniyetin söz konusu olduğu kimseler, kendilerinde şu iki vasfı bir araya getirmiş olanlardır: Birincisi, iman; ki bu, "kuvve-i nazariyye" (tefekkür gücü)nün mükemmelliğini ifade eder. İkincisi, onların, imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmamalartdır. Ki bu da, "kuvve-i ameliyye" (tatbik (pratik) kuweti)nin mükemmelliğini gösterir.. [331]
Cenâb-t Hak daha sonra, "İşte ancak onlarındır emin olma hakkı; ve onlar, doğru yolu bulmuş kimselerdir" buyurmuştur. Bil ki bu âyete, bir taraftan bizim ehl-i sünnet âlimleri, diğer taraftan da Mutezile tutunmuştur. Bizim âlimlerimizin bu âyete tutunma sebeplerine gelince biz diyoruz ki: Allah Teâlâ, emniyete vesile olan imanda zulmün bulunmamasını şart koşmuştur. Eğer iman denilen şeyin parçalarından birisi de "zulmü terketmek" olsaydı, böyle bir kayıt ve şart abes olurdu. Binâenaleyh, fasıkın da mü'min olduğu sabit olup, bu izahla, Mutezile'nin görüşünün de batıllığı anlaşılmış olur. [332]
Mutezile ise bu âyete şu bakımdan tutunmuştur: "Allah Teâlâ, emniyetin meydana gelebilmesi için şu iki şeyin bulunmasını şart koşmuştur: İman ve imana zulmün karışmaması... Binâenaleyh, fasık (günahkâr) için, emniyetin bulunmaması gerekir. Bu da, onun için bir vaid ve tehdidin bulunmasını gerektirir."
Âlimlerimiz buna şu iki şekilde cevap vermişlerdir:
Birinci Vecih: Hak Teâlâ'nın, "ve imanlarını zulüm ile bulaşürmayanlar..." buyruğunda geçen "zu!üm"den maksad şirktir. Zira Cenâb-ı Hak, Lokman (a.s)'dan, oğluna, "Evladım, Allah'a ortak koşma. Çünkü şîrk elbette büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) dediğini nakletmiştir. Burada murad edilen ise, Allah'a iman edip, O'na tapmada, tapınılır olmada O'na ortak isnat etmeyenlerdir. Bunun böyle olduğunun delili ise, bu kıssanın başından sonuna kadar şerikleri, zıdları ve ortakları nefyetmek konusunda varid olmasıdır. Bu kıssada, taat ve ibadetler zikredilmemiştir. Binâenaleyh âyetteki "zulm"ü bu manaya hamletmek gerekir.
İkinci Vecih: Ehl-i salât (müslümanlann) fasıklarına yapılan tehdit ve vaidin "Allah'ın onlara azab etmesi..." veyahut da, "onları affetmesi..." manalarına gelmesi muhtemeldir. Her iki takdirde de, emniyyet bulunmayıp korku var ve söz konusu demektir. Binâenaleyh, emniyyetin bulunmayışı sebebiyle, mutlaka azaba uğrayacaklarına hükmetmek gerekmez... Allah en iyi bilendir. [333]
İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdi. Biz kimi dilersek, onu derece derece yükseltiriz... Şüphe yok ki, Rabbln tam hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir..." (En'Am. 83).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [334]
Cenâb-ı Hakk'ın, bu âyetin başındaki tilke "İştebunlar..." sözü, daha önce geçen bir söze işarettir. Bu sözün ne olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Ben böyle sönüp batanları sevmem" (En'âm, 76» buyruğuna işarettir.
b) Bu, Hz. İbrahim'in kavminin O'na, "ilahlarımızı tenkit ettiğin için, seni ilahlarımızın çarpmasından korkmaz mısın?" şeklindeki sözlerine işarettir. Bunun üzerine İbrahim (a.s) onlara, "Allah'a şirk koştuğunuz ve alemin Halikı, Müdebbir'i ile, yontulmuş ağaç ve elle yapılmış putları, ibadet hususunda müsavi tuttuğunuz için, sizler korkmuyor musunuz?" demişti...
c) Bununla, hepsinin murad edilmiş olması muhtemeldir...
Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Tilke mübteda,hüccetuna ise onun haberidir, ^»'jü 1*15*' "İbrahim'e verdiğimiz..." ifadesi de haberin sıfatıdır. [335]
Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte bunlar, İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdir" buyruğu o hüccetlerin, Hz. İbrahim'in aklına, ancak Cenâb-ı Hakk'ın getirmesi ve o hücceti O'nun aklında açığa çıkarması, izhar etmesiyle meydana geldiğine delalet eder. Bu da, iman ve küfrün ancak Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiklerine delalet eder. Bu husus Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz kimi dilersek, onu derece derece yükseltiriz... " buyruğu ile de kuvvet kazanır. Zira bu ifadeyle, Hak Teâlâ'nın Hz. İbrahim'e o delili vermesi sebebiyle, O'nun İbrahim'in derecesini yükseltmesi kasdedilmiştir. Eğer o hüccet sebebiyle elde edilen için, Allah tarafından değil, aksine Hz. İbrahim tarafından olmuş olsaydı, o zaman İbrahim (a.s), kendi kendinin derecelerini yükselten zat olmuş olurdu... Bu durumda da Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz kimi dilersek, onu derece derece yükseltiriz..." buyruğunun manası batıl olmuş olurdu... Binâenaleyh, bu ifadenin bizim, "Hidayet ve dalalet, Allah'tandır..." şeklindeki görüşümüz hakkında açık bir ifade olduğu sabit olur. [336]
İşte bu âyet, Haşeviyye'nin, tefekkürü, delil ve hücceti zikretmeyi tenkid eden tutumlarının yanlış olduğunu gösteren delillerden birisidir... Çünkü Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'e bu yüksek makamı ve yüksek derecelere nail olmayı; tevhid hususunda delil getirmesi, onu izah etmesi ve o-delilini savunması sebebiyle vermiş, nasib etmiştir. İşte bu da, nübüvvet ve risaletten sonra, bu mertebeden daha yüce ve daha şerefli bir mertebenin bulunmadığına delalet eder. [337]
Âsim, Hamza ve Klsaî, izaîetsiz ve tenvin ile diğer kıraat imamları ise, izafetle şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraatin mânası, "Biz dilediğimiz kimseleri, pekçok derecelere yükseltiriz..." şeklinde olur. Böylece, âyette geçen ifadesindeki lâfzının mahalli mansûb olmuş olur. İbn Mukassim, "Bu kıraat, derece ve mertebe bakımından, onların birbirlerine üstün kılındıklarına daha fazta delalet eder..." demiştir. Ebu Amr ise, "izafet, tek bir dereceye delalet ettiği gibi, pekçok derecelere de delalet eder... Halbuki tenvin, sadece pekçok derecelere delalet eder..." demiştir. [338]
Âlimler, o derecelerin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir... Bu cümleden olarak denilmiştir ki, o dereceler, o
kimsenin amellerinin âhiretteki dereceleridir. Yine, "o hüccetler, yüksek derecelerdir. Zira onlar, büyük bir mükâfaat gerektirirler" denilmiştir. Yine bu âyete, "Biz, istediklerimizi, dünyada kendisine nübüvvet ve hikmeti; ahirette de cennet ve sevabı, mükafaatı vermek suretiyle derecelerini yükseltiriz" şeklinde mâna verilmiştir. Öte yandan bu âyete, "Biz, istediklerimizin derecelerini ilim ile yükseltiriz" şeklinde de mâna verilmiştir. Bil ki bu âyet, en mükemmel mutluluğun, ruhanî sıfatlarda, maddî sıfatlardan uzaklaşmada bulunduğuna en çok delalet eden delillerdendir... Bunun böyle olduğunun delili ise, Hak Teâlâ'nın, (Önce) "İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdi..' buyurup, daha sonra da, "Biz kimi dilersek, onu derece derece yükseltiriz..." buyurmuş olmasıdır. İşte bu, bu yüce makamın elde edilmesine vesile olan şeyin, o hüccetin verilmiş olması olduğunu gösterir. Bu da nefsin, o hüccetin özüne, hakikatine vâkıf olup, onun aydınlığına muttali olmasının, insan ruhunun maddi alemin en aşağı derecesinden, manevi alemin zirvesine yükselmesini iktiza ettiğini gösterir. Bu ise, yücelik ve mutluluğun sadece ruhani ve manevi şeylerde olduğuna delalet eder. Allah, en iyisini bilendir.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Tam hikmet sahibidir, hakkıyia bilendir..." ifadelerine gelince bunun manası, "Cenâb-ı Hak, dilediği kimselerin derecelerini, arzusuna göre ve gelişigüzel değil, ancak hikmet ve ilminin muktezasına göre yükseltir, yüceltir. Zira, Allah Teâlâ'nın fiilleri abesten, fesâd ve bâtıl olmaktan münezzehtir" şeklindedir. [339]
"Biz ona İshak İte Yakûb'u ihsan ettik ve her birini hidayete erdirdik. Daha evvel de Nuh'u ve O'nun neslinden Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusufu, Musa'yı ve Harun'u hidayete kavuşturduk. Biz iyi hareket edenleri işte böyle mükâfaatlandınnz... Zekeriyyâ'ya, Yahya'ya, İsa'ya, İlyâs'a da (böyle hidayet verdik). (Onların) hepsi saUhlerdendlrJsmaH'i, Elyasa'yı, Yunus'u, Mut'u da (hidayete ilettik). Her birini, kendi zamanlarında yaşayan insanlara üstün kıldık. Onların babalarından, zihniyetlerinden, biraderlerinden kimini de (yine üstün imtiyazlara mazhar ettik), onları seçtik, onları doğru bir yola ilettik... İşte o, Allah'ın hidayet yoludur ki, bunu kullarından kime dilerse ona nasib eder. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapageldikleri her şeyr kendi hesaplarına elbette boşa gitmişti..." (En'am, 84-88). [340]
Bil ki, bu âyetlerle ilgili birkaç mesele vardır: Allah Teâlâ Hz. İbrahim (a.s)'in tevhid hususunda Allah'ın hüccetini izhar edip, bu delili desteklediğini ve O'nu müdafâ ettiğini nakledince, Hz. İbrahim'e vermiş olduğu çeşitli nimet ve ihsanlarını sayıp dökmüştür. Bunlardan birincisi, O'nun, "İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdir" (En'âm, 83) âyetinin ifade ettiği husustur. Bundan maksad "İbrahim'e o hücceti biz verdik; O'nu, o hüccete biz ulaştırdık ve onu, o hüccetin özüne biz vakıf kıldık..." demektir. Cenâb-ı Hak, fiillerini büyük hükümdarların söz söyleme üslûbuna uygun olarak, azamet ve büyüklüğe delalet eden "cemi" (çoğul) zamiriyle beyan buyurmuştur. Nitekim hükümdarlar "Biz yaptık..., biz dedik..., biz söyledik..." şeklinde ifade ederler. Yüce Allah, burada kendisini, azamet ve ululuğa delalet eden bir üslubla zikrettiğine göre, bu azametin mükemmel, yüce ve çok şerefli bir azamet, Hz. İbrahim'e vermiş olduğu o hüccetin, nimetlerin en şereflilerinden ve bağışların ve hediyyelerin de en ulularından olduğuna delalet eder...
Bunların İkincisi, Allah Teâla'nın yüceliği ve, yüce derecelere nail olmayı, Hz. İbrahim'e tahsis etmesidir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz kimi dilersek, onu derece derece yükseltiriz..." âyetinin ifade ettiği husustur.
Üçüncüsü, Allah'ın Hz. İbrahim'i dünyada aziz kılmasıdır. Zira, Atlahu Teâla, insanların en şereflileri olan nebî ve resulleri, onun neslinden ve zürriyetinden getirmiş ve bu ikramı, onun neslinde Kıyamete kadar sürdürüp devam ettirmiştir. Çünkü insanın, kendi neslinden peygamberlerin ve kralların geleceğini bilmesi, en büyük mutluluk ve neşe sebeplerindendir. Bu âyetlerden Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, Hz. İbrahim'in, tevhidin delillerini hakkıyla müdafaa etmesine bir mükâfaat olarak, Hz. İbrahim'e verdiği nimetleri saymaktır. İşte bu cümleden olarak, "Biz ona, onun sulbünden İshak'u ondan sonra da, İshak'm sulbünde Yakûb'u ihsan ettik..." buyurmuştur. [341]
Buna göre şayet, "Allah Teâlâ niçin Hz. İsmail'i Hz. İshâk'la beraber zıkretmeyip de, aksine O'nu, Hz. İshâk'tan çok sonra zikretmiştir?" denilirse, biz deriz ki: (Bunları) burada zikretmekten maksat, Jsrailoğullannın peygamberlerini zikretmektir. Onların hepsi de, İshak ve Yakub'un zürriyetidir. İsmail (a.s)'e gelince, O'nun sulbünden, Hz. Muhammed'den başka hiçbir peygamber gelmemiştir. Hz. Muhammed'in, bu makamda zikredilmesi uygun düşmez... Zira Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, Araplara karşı Allah'a şirk koşmayı nefyetme hususunda, "Hz. İbrahim, şirki bırakıp tevhid akidesinde sebat edince, Allah Teâlâ ona gerek dinî, gerekse dünyevi hususlarda çok büyük nimetler vermiştir. Hz. İbrahim'e dünyevi bakımdan verdiği en büyük nimetlerden birisi de, ona peygamber ve hükümdar olacak nesiller vermesidir..." diye istidlalde bulunup delil getirmesini emretmiştir. Binâenaleyh, bu hücceti getiren bizzat Hz. Muhammed (s.a.s) olunca, O'nun bu makamda, bu sadedde zikredilmesi imkansız olur. İşte bu sebepten dolayı Hz. İsmail, Hz. İshak ile beraber zikredilmemiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın "daha evvel de Nuh'u... hidayete kavuşturduk" buyruğuna gelince bundan murad. Allahu Zülcelâl hazretlerinin, Hz. İbrahim'i nesebleri en şerefli olanlar arasında kıldığını beyandır. Bu böyledir, zira Allah Hz. İbrahim'e, Hz. İshâk ve Yakûb gibi çocuklar nasib etmiş, İsrailoğutlarının peygamberlerini bu ikisinin neslinden meydana getirmiş ve Hz. İbrahim'i ve Hz. Nûh, İdris ve Şîs (Şit) gibi temiz ecdadın sulbünden çıkarmıştır. Bundan maksad ise, Hz. İbrahim'e gerek çocukları gerekse ataları bakımından yapılmış olan ikram ve izzeti ortaya koymaktır. [342]
Cenâb-t Hakk'ın Ve onun neslinden Davud'u, Süleyman'ı..." buyruğuna gelince, ,uji ^*j ifadesindeki zamirin, Nûh (a.s)'a ait olduğu ileri sürülmüştür. Bunun böyle olduğuna şunlar da delalet eder:
a) Âyette bu zamire en yaktn olarak zikredilen kelime (ve Nûhen) "ve Nuh'u..." kelimesidir. Binâenaleyh, zamirin en yakın kelimeye raci olması vacibtir.
b) Allahu Teâlâ, bu peygamberler içinde Lût (a.s)'u da zikretmiştir. Halbuki, Lût, Hz. İbrahim'in kardeşi oğlu olup, Hz. İbrahim'in zürriyetinden değildir. Aksine Lût, Hz. Nûh (a.s)'un zürriyetinden olup, Hz. İbrahim zamanında peygamberdir...
c) Bir kimsenin çocuğu hakkında, "O, onun zürriyetidir" denilemez. Binâenaleyh, buna göre İsmail (a.s), Hz. İbrahim'in zürriyetinden değil, tam aksine Hz. Nûh (a.s)'un zürriyetindendir.
d) Yunus (a.s)'un da, Hz. İbrahim'in zürriyetinden olmadığı; O'nun, Nûh (a.s)'un
zürrivetinden olduğu da söylenmiştir.
2) ifadesindeki zamirin, Hz. İbrahim'e raci olmasıdır. Buna göre kelamın manası, Dâvud ve Süleyman (a.s) da, Hz. İbrahim'in zürriyetindendir "
şeklinde olur. Bu görüsü benimseyenler şu şekilde istidlalde bulunmuşlardır: Bu âyetlerde, esasen zikredilmek istenen zat, Hz. İbrahim (a.s)'dir. Allah Teâlâ, Hz. Nuh'u ancak, Hz. İbrahim (a.s)'in O'nun çocuklarından olmasının, Hz. İbrahim'in
derecesinin yükselmesini icab ettiren hususlardan biri olduğu için zikretmiştir.
Bil ki Cenâb-ı Allah, ilk önce dört peygamberden bahsetmiştir. Bunlar: Nûh, İbrahim, İshâk ve Yakûb (a.s)'dur. Daha sonra da, bunların zürriyetlerinden ondört tane peygamber zikretmiştir ki bunlar da: Dâvud, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Musa, Harun. Zekeriyyâ, Yahya, İsâ, İlyâs, İsmail, Elyesa, Yûnus ve Lût (a.s)'dur. Her iki kısmın toplamı, onsekizdir. [343]
Buna göre şayet: "Tertibe riayet etmek vacibtir. Tertib ise, ya fazilet ve derece itibariyle; yahut da zaman itibariyle yapılır. Halbuki âyet-i kerime'de, bu iki itabare göre de tertiplenme nazar-ı itibara alınmamıştır. Öyleyse bunun sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Gerçek olan şudur ki, vav harfi tertibi gerektirmez. Bunun böyle olduğunun delillerinden birisi de, tefsirini yaptığımız bu âyettir. Çünkü vâv harfi bu âyetlerde de mevcuttur. Ancak ne var ki bu harf, ne şeref ne de zaman bakımından kesinlikle bir tertib ifade etmemiştir. Ben derim ki bana göre burada bir çeşit tertib vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, her bir kısım peygambere, ayrı ayrı fazilet ve ikramlar vermiş, tahsis etmiştir. [344]
İnsanların ekserisine göre nazar-ı itibare alınan mertebeler pekçoktur.
Birinci Mertebe: Mülk, hükümranlık ve kudrettir... Allah Teâlâ, Hz. Dâvud ve Süleyman'a, işte bu türden pek büyük bir hisse vermiştir.
İkinci Mertebe: Çok şiddetli belâ ve büyük sıkıntılardır. Allahu Teâlâ, bu mertebeyi ve özelliği de Hz. Eyyub'a tahsis etmiştir.
Üçüncü Mertebe: (Peygamberler) içinde, bu iki hali kendisinde toplamış olanlar da bulunmaktadır. Bu, Yusuf (a.s)'dur. Çünkü O, işin başında çok şiddetli belalara uğramış, işin sonunda da hükümranlığa (mülke) nail olmuştur.
Dördüncü Mertebe: Peygamberlerin faziletlerinden ve özelliklerinden dördüncüsü, mucizelerin kuvvetli, aklî delillerin çok olması, saygı uyandıran bir heybet ve görünüm, çok şiddetli ve çetin bir kuvvet sahibi olma ve Allah'ın onlara, en büyük yakınlığı ve mükemmel bir ikramt tahsis etmesidir ki bu da Hz. Musa ve Harun hakkında söz konusudur.
Beşinci Mertebe: Alabildiğine zühd, dünyaya iltifat etmeme ve insanlarla iç içe bulunmamadır. Bu da, Hz. Zekeriyyâ, Yahya, İsa ve İlyâs (a.s) hakkında söz konusudur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak onları, "Onlar salihlerdendir" diye tavsif etmiştir.
Altıncı Mertebe: İnsanlar arasında taraftarları ve kendilerine uyan kimseleri kalmayan peygamberlerdir. Bunlar, İsmail, Elyesa, Yûnus ve Lût (a.s)'dur. Biz, nazar-ı dikkate aldığımız bu izaha itibar ettiğimizde, peygamberlerin zikredilmesinde bir sıranın gözetildiği ortaya çıkmış olur. [345]
Allah Teâlâ "Bizonalshâk İle Yakûb'u ihsan ettik ve herbirini hidayete erdirdik " buyurmuştur. Âlimler, Hak Teâlâ'nın bu peygamberleri neye hidayet ettiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu ihtilaf, âyetteki "Daha evvel de Nuh u hidayete kavuşturduk" buyruğu ile, âyetin sonundaki, "İşte o, Allah'ın hidayet yoludur kt o, bunu kullarından kime dilerse ona nastb eder" ifadesindeki "hidayet" hakkında da söz konusudur.
Bazı muhakkik alimler şöyle demektedirler: "BÛ "hidayetlerden murad, büyük bir mükafaattır. Bu büyük mükafaafda, Cenâb-ı Allah'ın, onları cennet yoluna hidayet edip, ulaştırmasıdır. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Allah, bu hidayetten bahsedince peşisıra, "Biz iyi hareket edenleri (muhsinleri), işte böyle mükâfaatlandmnz" buyurmuştur. Bu, o hidayetin, muhsinlerin iyiliklerine karşılık verilmiş bir mükafaat olduğuna delalet eder. Münşinin iyiliğine karşı ceza (mükafaat) da ancak sevabtır. Böylece bu "hidayet" ile, "cennete hidayet etme, ulaştırma" manası kastedildiği sabit olur. Dine irşâd etme ve insanın kalbinde (tevhid) bilgisini meydana getirme mânasındaki hidayet, insanın amelinin (ve iyiliklerinin) mükafaatı olmaz. "Bu hidayetten maksad, dine ve marifete hidayet etmektir. Bu da, o peygamberlerin iyiliklerinin bir mükafaatı olmuş olur. Çünkü onlar hakkı arama hususunda sa'y-u gayret göstermişler, Allah Teâlâ da bu bu güzel arayışlarına karşılık, onları hakka hidayet etme ile mükafaatlandırmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere, biz elbette yollarımızı gösteririz" (Ankebut, 69) buyurmuştur" da denebilir.
Bu hususta üçüncü bir görüş de şudur: Bu hidayetten murad, nübüvvet ve risalete iletmektir. Çünkü peygamberlere has olan hidayet bundan başka birşey değirdir. Buna göre eğer onlar, "şayet durum böyle olsaydı, "Biz, iyi hareket edenleri, işte böyle mükâfaatlandmnz" âyeti, peygamberliğin, bir amelin ve ibadetin karşılığı olduğunu, (yani kesbi olduğunu, insanın gayretiyle kazanılabileceğini) ifade ederdi ki, bu sizce bâtıldır" derlerse, biz de deriz ki: Hak Teâlâ'nın "Biz, iyi hareket edenleri işte böyle mükâfaatlandmnz" ifadesi, mükafaat ve ikram manasına olan "ceza"ya hamledilir.. Binâenaleyh bu müşkil zail olur. Allah en İyi bilendir. [346]
Peygamberlerin meleklerden efdal olduğunu söyleyenler, Cenâb-ı Allah'ın bu âyetlerde peygamberleri saydıktan sonra buyurmuş olmasını delil getirmişlerdir. Bu böyledir, çünkü "âlem", Allah Teâlâ'nın dışındaki bütün mevcudatın adıdır. Binâenaleyh "âlemler" ifadesine melekler de ' dahildir. Bu sebeple, "Herbirini âlemlere üstün kıldık" buyruğu, peygamberlerin bütün âlemlerden üstün olmalarını gerektirir.
Bu, onların meleklerden de üstün olmaları sonucunu doğurur. Bu âyetten çıkarılan hükümlerden birisi de, peygamberlegn bütün velilerden üstün olmaları gerektiğidir. Çünkü âyetteki, "Herbiriniâlemlere üstün kıldık" ifadesinin umumi olan manası, bunu da gerektirmektedir. Bazıları Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğunun "Biz o peygamberleri, kendi zamanlarında yaşayan insanlara üstün kıldık" manasında olduğunu söylemişlerdir. Kâdî şöyle der; "Bundan muradın, "Peygamberlerden herbiri kendileri dışındaki âlemlere üstün kılınmışlardır" manası olması da muhtemeldir. Bundan sonra, "Peygamberlerden hangisi hangisinden efdaldir?" hususu, konunun başı ite alakası olmayan başka bir konudur. Allah en iyi bilendir. [347]
Hamza ve Kisai. kelimeyi lâm'ın şeddesi ve ya'nın sükunu ile şeklinde; diğer kıraat imamları ise, tek lam ile şekjinde okumuşlardır. Zeccac, "Bu kelime, lâm'ın şeddesi ile ve şeddesiz olarak ve Sekinde okunur" demiştir. [348]
Âyet, Hz. Hasan ve Hüseyn'in, Allah'ın Resulünün zürriyetinden olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ Hz. İsa'yı, Hz. İbrahim'e sadece annesi tarafındanmensub olduğu için, onun zürriyetinden kabul etmiştir. İşte Hasan ile Hüseyin'in de, Allah'ın Resulünün zürriyetinden olmaları bunun gibidir. Eğer onlar, Allah'ın Resulüne anneleri tarafından nisbet edilirse, onların, Allah'ın Resulünün zürriyetinden olmaları gerekir. Ebû Cafer el-Bakır'ın, Haccac İbn Yûsuf'un yanında, (ona karşı) bu âyetle istidlal ettiği de söylenmiştir. [349]
Cenâb-ı Hakk'ın "Onların babalarından, zürriyetlerinden, biraderlerinden kimini de..." buyruğu, pek çok hüküm ifade etmektedir: [350]
a) Allah Teâlâ, "babalar", "zürriyetler" ve "kardeşler"* zikretmiştir. Buna göre, "babalar", "usûl" (asıl olanlar)dır; "zürriyetler" ise, "fürû" (tali olanlardır; kardeşler ise, usûlün (babaların) fürûlandır. İşte bu buyruk da, Cenâb-ı Hakk'ın o peygamberlerle ilgili olan herkese bir tür şeref ve ikram tahsis ettiğini gösterir.
b) Allah Teâlâ, "Onların babalarından..." buyurmuştur. Bu ifadenin başında bulunan harf-i cerri, ba'ziyyet ifade eder. Buna göre şayet, "Biz, âyette bahsedilen hidayetten muradın, mükâfaata ve cennete hidayet etmek, iletmek veya imana, marifetullah'a hidayet etmek, iletmektir..." dersek, o zaman bu kelime, o peygamberlerin ecdadı içinde, mü'min olmayan ve cennete ulaşamayan kimselerin bulunduğuna delalet eder. Ama biz şayet, "Bu hidayetten murad, peygamberliktir" dersek, o zaman bu söz böyle bir şeyi ifade etmez. [351]
c) Biz, ayette geçen "hidayet" lafzını "peygamberlik" ile açıklarsak, Hak Teâlâ'nın, "Onların babalarından, zürriyetlerinden, biraderlerinden kimini de..." ifadesi, insanın, Allah katından gönderilmiş bir peygamber olmasının şartının, onun erkek olması olduğuna; kadının ise, peygamber olamayacağına delalet eder gibi olur. Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonra gelen "Onları seçtik...." lâfzı, nübüvveti ifade eder. Çünkü, "seçilmek", peygamberler hakkında zikredildiğinde bunu ancak "nübüvvet ve risalet" manasına hamletmek uygun düşer.
Daha sonra Allah Teâlâ, 'işte o, Allah'ın hidayet yoludur ki O, bunu kullarından kime dilerse ona nasib eder" buyurmuştur. Bil ki buradaki "hidayef'ten muradın, tevhid ve Allah'ın ortaktan münezzeh olduğu bilgisini vermedir. Çünkü Allah Teâlâ bunun peşisıra, "Eğer onlar da eş koşsalardı, yapageldikleri herşey, kendi hesaplarına elbette boşa gitmişti" buyurmuştur. İşte bu da, buradaki "hidayet" ile, "şirkin zıddı olan şey" mânasının kastedildiğine delalet eder.
Bu hidayetten muradın, Allah'ın birliğini bilme manası olduğu sabit olup, bunun Allah'dan olduğu da açıkça ifade edilince, imanın ancak Allah'ın yaratması ile gerçekleşeceği sabit olur.
Hak Teâlâ daha sonra bu âyetlerini, şirki nefyederek tamamlayıp, "Eğer onlar da eş koşsalardı..." buyurmuştur. Bunun mânası, "Eğer o peygamberler şirk koşmuş olsalardı, onların taatları ve ibadetleri boşa çıkardı" şeklindedir. Bundan murad, tevhidi izah edip, şirk yolunun bâtıllığını göstermektir. Amellerin boşa çıkması (ihbat) konusunu, Bakara Sûresinde uzun uzadıya ele almıştık. Binâenaleyh onları tekrar etmeye gerek yok. Allah en iyi bilendir. [352]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/305-306
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/306
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/307
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/307-308
[5] Ebu Dâvûd, Edeb, 12 (İV/255).
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/308-310
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/310-311
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/311-312
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/312
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/312-313
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/313-314
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/315
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/315
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/315-316
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/316
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/316-317
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/317-319
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/319
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/319-320
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 9/320
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/320-321
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/321
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/321-322
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/322-323
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/323-324
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/324-325
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/325-327
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/328
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/328
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/328
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/329
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/329-330
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/330-333
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/333
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/334
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/334-335
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/335-337
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/337-338
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/339
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/339-340
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/340
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/340-341
[43] Müslim, Tevbe, 14-16 (IV/2107-2108).
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/341-342
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/342-344
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/344
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/344-345
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/345
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/345
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/345-347
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/347-349
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/349
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/349-350
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/350
[55] Buhâri, Rikâk, 18; Müslim, Münafıkûn. 71-78
(4/?169-2l71).
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/350-351
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/351
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/351
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/352
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/352-353
[61] Buhârî, Tevhid, 55; Müslim, Tevbe, 14-16 (4/2108fcİbn
Mâce, Zühd, 35 (2/1435).
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/353
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/353
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/353-354
[65] Şimdiki Tahran şehri olup, müfessir Râzf'nin
memleketidir, (ç).
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/354-356
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/357
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/357-358
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/358-361
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/361-362
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/362-363
[72] Matbu nüshada İkinci ihtimale cevap yer almıyor.
Razının, bu Önemli soruyu cesaretle sormasına rağmen cevapsız bırakmış
olacağını, pek izah edemiyoruz (ç).
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/363-364
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/365-366
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/367
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/367
[77] Türkçemizde de bunun örneklen vardır: Mesela evladına
çok düşkün bir anne, ondan vefa yeri' ne isyan görüp onun tarafından
terkedilirse "evladım, der dururdum, işte evlat!" der. Böylece "İşte
evlada bel bağlamanın vardığı sonuç!" demek ister. Aynı kavram,
başlangıçta sevgiye, sonda ise pişmanlık ve nefrete konu olmuş olur (Ç).
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 9/36-368
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/368-370
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/370-371
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/372
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 9/372
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/372-373
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/373-374
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/374-375
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/375-376
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/376-377
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/377
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/377
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/378-379
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/379
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/379-380
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/380
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/380-381
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/381
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/381-382
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/382-383
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/384
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/384-385
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/385
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/386-387
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/387-388
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/388
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/388-389
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/389
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/389-390
[106] Keşfu't-Hafa, 2/279.
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/390-391
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/391-392
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/392
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/392-393
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/393-395
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/395
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/395-396
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/396-398
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/398-399
[116] Müslim, Zühd, 1 (İV/2272).
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/399-400
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/400
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/400-401
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/401
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/401-402
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/402-403
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/404
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/404-405
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/405
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/405-406
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/406
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 9/406-408
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/408
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/408
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/409
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/409-410
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/410-411
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/412
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/412-413
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/413
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/413
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/413-414
[139] Ebu Dâvûd, Sayd. 1 (111/108).
[140] Benzeri ifadeler için, Darimi, Edâhî, 16 (U/84);
Müsn*d, U/166, 197,210.
[141] Yakın ifadeler için. Müsned. 1/72: 11/235.323.
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/414-417
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/417
[144] Keşfu'l-Hafâ, 1/332.
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/417-418
[146] Müslim, Libas, 119(111/1677)
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/418-419
[148] Müsned, HI/424.
[149] Müsned, 111/424.
[150] Buhâri, Sulh, 5.
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/419-422
[152] Yakın ifadeler için, Müsned, If72; U/235,323...
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/422-423
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/423-424
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/424
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/425
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/425-426
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/426-427
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/427
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/427
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/428
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/428-429
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/429
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/429-430
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/430
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/430-431
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/431-432
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/432
[169] Müsned. İV/145.
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/433-434
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/434-435
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/435
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/436
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/436
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/436
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/436-437
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/437
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/437-438
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/438-439
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/440
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/440-441
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/441-442
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/442
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/442
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/442
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/443-444
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/444
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/444-445
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/445
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/445
[191] Hadisin bir kısmı için, Ebu Davûd, İlim, 13, (IH/322)-
*
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/445-446
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/446-447
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/448
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/448
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/449-450
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/450
[198] Âlemde tek mülk sahibi Allah'dır Mülk sahibi de,
mülkünü dilediği gibi işletir. İnsan hakkında da Allah, malikiyyet vasfı ile
dilediği şekilde tasarruf ta bulunur (ç).
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/451
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/451-452
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/452-453
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/453
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/453
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/453-454
[205] Râzi merhumun buna cevap vermesi beklenir idi Fakat anlaşılan
o cevap vermemiş, sadece müşkilini ifade etmekle yetinmiştir (ç).
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 9/454
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/454-455
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/455-456
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/456
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/456
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/456-457
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/457
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/457
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/457
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/457-458
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/458-459
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/459
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/459
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/459-460
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/460
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/461-462
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/462
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/462-463
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/463-464
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/464
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/464-465
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/465
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/465-466
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/466-467
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/467
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/467-468
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/468
[232] Keşfu'l-Hafft, f/332.
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/468-469
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/469-470
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/470-471
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/471-473
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/473-474
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/474
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/474
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/474-475
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/475-477
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/477
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/477-478
[244]Buhârî, Tevhid, 55; Müslim, Tevbe, 15 (4/2108).
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/478-479
[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/479
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 9/479
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/479
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/479
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/479-481
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/481
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/482
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/482
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/483-484
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/484
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/484
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 9/485
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/485-486
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/486
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/486-487
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/487-488
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/488
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/488-489
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/489
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/489
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/489-490
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/490
[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/490
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/491
[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/492
[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/492-494
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/494-495
[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/495-496
[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/496
[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/496
[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/496-498
[277] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/499
[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/499-500
[279] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/500-501
[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 9/501
[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/501-503
[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/503
[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/503-504
[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/504
[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/505
[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/505
[287] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/506
[288] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/506-507
[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/507-508
[290] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/508
[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/508-509
[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/509-510
[293] Müslim, Salât, 110,111 (1/319-320).
[294] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/50-512
[295] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/512-513
[296] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/513
[297] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/513
[298] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/513
[299] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/514
[300] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/514
[301] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/514-515
[302] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/515-516
[303] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/516
[304] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/516-518
[305] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/518-519
[306] Müfessirterin "zatd" demekten maksadlan, o
hart olmaksızın mânanın aslının anlaşılacağını bildirmek olup, onun talî
derecede belagat inceliği ifade ettiğini inkâr manası taşımaz. Hele
"zaid"i, "fazlalık" anlamına almak kesinlikle haladır. En
iyisi bazı müfessirter gibi, zaide veya muhkeme tabiri yerine
"tezyin" tabirini tercih etmektir (Ç).
[307] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/519
[308] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/519-520
[309] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/521
[310] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/521
[311] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/521
[312] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/521-525
[313] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/525-528
[314] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/528
[315] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/528-529
[316] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/529-530
[317] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/530-532
[318] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/532-533
[319] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/533
[320] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/533-534
[321] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/534
[322] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/534
[323] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/534
[324] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/535
[325] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/535
[326] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/536
[327] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/536-538
[328] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/538
[329] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/538-539
[330] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/539
[331] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/540
[332] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/540
[333] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/541
[334] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/541
[335] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/542
[336] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/542
[337] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/542
[338] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/543
[339] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/543
[340] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/544
[341] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/544-545
[342] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/545-546
[343] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/546
[344] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/546-547
[345] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/547
[346] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/547-548
[347] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/548-549
[348] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/549
[349] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/549
[350] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/549
[351] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/549
[352] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/550