Hz. Peygamberin, Nebilerin Hidayetine Tabi Olmasından Maksad |
Müşrikler Allah'a İnandıkları Halde O'na Sövmeleri Nasıl Düşünülebilir? |
"İşte onlar,
kendilerine kitab, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi onlar,
bu nübüvveti tanımayıp kâfir olurlarsa biz bunu inkâr etmeyen bir
topluluğu vekil kılmışızdır"
(Enam, 89).
Bil ki âyetteki
"onlar" ifadesi, daha önce zikredilmiş olanlara işarettir. Bunlar da,
Cenâb-ı Hakk'ın saymış olduğu onsekiz peygamberdir. Allah Teâlâ, o
peygamberlere kitab, hüküm ve nübüvvet verdiğini söyleniştir.
Bil ki atıf,
"başka oluşu" gerektirir. Binâenaleyh birbirine atfedilen bu üç
şeyin, ayrı ayrı üç şey olması gerekir. Bil ki, insanlara hükmedenler, üç
kısımdırlar:
a) İnsanların gönüllerine ve ruhlarına
hükmedenler... Bunlar, âlimlerdir.
b) İnsanların
zahirlerine hükmedenler... Bunlar, maddi hakimiyet ve disiplinle insanlara
hükmeden padişahlardır.
c) Bu kısım, peygamberlerdir. Bunlar,
kendilerine Allah Teâlâ'nın, sayesinde insanların içlerinde ve ruhlarında
tasarruf edebilecekleri ilim ve bilgileri vermiş olduğu kimselerdir. Hak Teâlâ
yine bunlara, sayesinde insanların zahirlerine hükmedecekleri
kudret ve imkanı da vermiştir. Peygamberler bu iki
vasfı kendilerinde topladıkları için, mutlak manada hükmedenler olmuşlardır.
Bu mukaddimeyi
anladığın zaman, bil ki, âyetteki "Kendilerine kitab verdiğimiz..."
ifadesi, Allah Teâlâ'nın peygamberlere çok ilim verdiğine; "hikmet"
ifadesi, o peygamberleri insanlara hakim kılıp, hükümlerinin dünyevi bakımdan
insanlar üzerinde geçerli olduğuna; "peygamberlik" İfadesi de üçüncü
bir mertebeyi verdiğine işarettir. Bu mertebe, geçen ilk iki mertebenin
varlığı, kendisinin varlığına dayanan yüksek, yüce ve kıymetli bir derecedir.
Âlimler bu üç kelimeyi, çok çeşitli şekillerde tefsir etmişlerdir. Bize göre
tercihe şayan olan, bu bahsettiğimiz izahtır.
Bit ki âyetteki,
"Kendilerine kitab verdiğimiz..." buyruğundaki "verme" ile,
"vahye başlamak ve Hz.İbrahim (a.s)'e sahifelerin, Hz.Musa(a.s)'a
Tevrat'ın, İsâ (a.s)'a İncil'in ve Hz. Muhammed (s.a.s)'e Kur'an'ın verilişinde
olduğu gibi, o peygambere bir kitap indirmek" manası kastedilmiş
olabileceği gibi, Allah'ın o peygambere, kitapta mevcut olan şeyleri tam anlamayı,
kitabın hakikatini ve sırlarını kuşatabilecek bir ilmi vermesi mânası da
kastedilmiş olabilir. Evla olan bu ikinci izahtır. Çünkü Allah Teâlâ, sayılan o
onsekiz peygamberden herbihne belli ve hususi ilahi bir kitap indirmemiştir.[1]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Şimdi onlar, bu nübüvveti tanımayıp kâfir olurlarsa..:"
ifadesi, "Eğer Kureyş kâfirleri şirki tenkidi ve tevhidi kabul etmezler
ise, biz ona bunları inkar etmeyen bir kavmi vekil kılarız" demektir. Bu
âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır:
[2]
Âlimler bu kavmin
kimler olduğu hususunda şu değişik görüşleri belirtmişlerdir:
a) Bunlar,
Medineli Ensârdır.
b) Bunlar, Muhacirler ve Ensârdır.
c) Hasan
el-Basri, "Bunlar, daha önce sayılmış olan onsekiz peygamberdir"
demiştir. Bu.Zeccâc'ın da tercih ettiği görüştür. Zeccâc şöyle elemiştir:
"Bunun delili, Cenâb-ı Allah'ın bu ifadenin peşisıra, "Onlar,
Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidayet yoiuna
uy" (Enâm,90) buyurmuş olfnasıdır."
d) Ebu Recâ:
"Bunlar, meleklerdir" demiştir ki bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü
"kavim" kelimesi, insanoğlunun dışındaki varlıklar için, çok nadir
olarak kullanılır.
e) Mücâhid, "Bunlar, Fars
(İranlılar)dır" demiştir.
f) İbn Zeyd
ise: "İster melek, ister peygamber, ister Sahabi ve isterse tabiînden
olsun, kâfir olmayan herkes bu "kavm" ifadesine dahildir" der.
[3]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Biz ona bunu inkar etmeyen bir kavmi
vekil
kılarız" buyruğu Allah Teâlâ'nın bu kavmi
iman
etmeleri için
yarattığını gösterir. Fakat Cenâb-ı Allah, başka
insanları iman etmeleri için yaratmamıştır. Çünkü eğer O,
herkesi iman için yaratmış olsaydı, açıklama, imkan
verme ve lütfetme fiilleri, mü'min ile mü'min olmayan arasında müşterek olmuş
olurdu. Bu durumda da Hak Teâlâ'nın, "Biz ona bunu inkâr etmeyen bir kavmi
vekil kılarız" buyruğunun bir manası kalmazdı.
Kâ'bî buna şi iki
bakımdan cevap vermiştir:
1) Allah
Teâlâ, mü'minler iman ederken de, ettikten sonra da, sayısını ancak Allah'ın
bildiği lütuflarını, faydalan ve kıymetli hikmetlerini onlar için fazla fazla
verir.
2) Kâ'bî,
ikinci izah olarak şöyle der: "Mü'min ve kâfir bu bakımdan eşit olmuş
olsalar bile, birisi görevini yerine getirmediği ve o lütuflardan istifade
etmediği için, zahiren "Allah'ın nimetleri onun için söz konusu
değildir" denilebilir. Bu tıpkı bağış yapmada çocuklarına eşit davranan
babanın durumuna benzer. Çocuklardan birisi kendisine yapılan bağışı zayi edip,
değerlendiremediği zaman, "Baba, onlardan buna değil de şuna bağışta
bulundu" denilebilir.
Bil ki birinci cevap
zayıftır. Çünkü insanı imana götüren ilahi lütuflar, hem kâfir hem mü'min için
söz konusudur. Mu'tezile'ye göre bu lütufları birine tahsis etmek caiz
değildir. İkinci izah da yanlıştır. Çünkü baba, bağış vermede çocuklarına eşit
davrandığı ve onlardan biri, kendisine yapılan bağışı zayi ettiği zaman, bu
durumda hangi akıllı insan, "Babası ona bağışta bulunmadı"
denilmesini tecviz edebilir?
[4]
Bu âyet, Hak
Teâlâ'nın, peygamberine yardım edeceğine, dinini kuvvetlendireceğine ve onu
peygambere düşman
olan
herkese hükümran ve karşı çıkanlara kahir kılacağına
delâlet etmektedir. Allah Teâlâ'nın bu âyetle verdiği
haber,
aynen gerçekleşmiştir. Binâenaleyh bu
âyet, gaibten haber verme nev'inden birşeydir ve bu bir mucize sayılmalıdır.
Allah en iyi bilendir.
[5]
"Onlar, Allah'ın
hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidayet
yoluna uy. De ki: "Ben buna karşı sizden hiç bir
ücret istemiyorum. O, âlemler
için bir öğütten
başka bir şey değildir"
(En'âm, 90).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele bulunmaktadır:
[6]
Âyetteki "Onlar,
Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir" ifadesi ile, daha önce bahsedilmiş
olan peygamberlerin kasledilmiş olduğunda şüphe yoktur. Yine âyetteki, 'O halde
sen de onların hidayet yoluna uy " buyruğunun Hz. Muhammed (s.a.s)'e bir
emir olduğunda da şüphe yoktur. Binâenaleyh mesele, Allah Teâlâ'nın Hz.
Muhammed (s.a.s)'e, o peygamberlere hangi hususta uymasını emrettiği konusunu
belirlemektir.
Bu hususta bazı
âlimler: "Bundan murad, Hz. Peygamber (s.a.s)'in onlara, (şeriatlarının)
bir ve müşterek olduğu hususlarda uymasıdır. Bu hususfar da tevhid inancı ile
zatı, sıfatları, fiilleri ve diğer akli meselelerde Allah'a uygun olmayan
şeylerden Allah'ı tenzih etmedir" demişlerdir.
Bazıları: "Bundan
murad, mesele akılsız ve cahil kimselerin eziyetlerine katlanıp onları affetmek
gibi, bütün güzel ahlak ve olgun sıfatlar hususunda, o peygamberlere
uymasıdır" demişlerdir.
Diğer bazıları da:
"Bundan murad, delillerin (âyetleri) tahsis ettiği (yani belirleyip,
sınırını daralttığı) konular dışında, o peygamberlere şeriatlarında
uymaktır" demişlerdir. Muradın böyle olması halinde bu âyet, "Bizden
önceki ümmetlerin şeriatlarının, bizim için de geçerli ve gerekli" olduğu
hususuna bir delil olur.
Diğer bazı alimler de
şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, peygamberlerin şirkten kaçınıp, şirkin
bâtıllığmı göstermek için gayret sarfettiklerini açıklamak için, bir önceki
âyette peygamberlerden bahsetmiştir. Bunun delili ise, Hak Teâlâ'nın o
âyetleri, "Eğer onlar (Allah 'a) şirk koşsalardı, yapageldikleri herşey
kendi hesablarına elbette boşa gitmişti" (Enam. 88) diye sona erdirmiş,
sonra da, "Şimdi onlar, bunları tanımayıp
kâfir olurlarsa, biz ona bunlan İnkar etmeyen bir kavmi vekil
kılarız" (Enam,89) sözü ile. peygamberlerin tevhidde sebat edip, şirki
inkâr ettiklerini te'kid etmiştir.
[7]
Daha sonra da bu
âyette, "Onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir" buyurmuştur.
Yani, "Cenâb-ı Hak bu peygamberleri ,'şirki iptale, tevhid akidesini ise
isbata ulaştırmış, iletmiştir. O halde, "Onların hidayetine uy" yani,
şirki nefyedip tevhidi isbat etme hususunda onlara uy ve bu konuda cahil
kimselerin göstermiş olduğu kabalık ve beyinsizliklere katlan" demektir.
Başkaları da:
"Lafız, mutlaktır; ayrı bir delilin tahsis ettiği durumlar hariç, lafız
bütün bu mânalara hamledilebilir" demişlerdir.
Kadı: "Şu
sebeplerden dolayı, âyeti, Hz. Peygamberin geçmiş peygamberlere, onların
şeriatları hususunda uymasını, ittiba etmesini emretme manasına hamletmek uzak
bir ihtimaldir" demiştir:
a) Onların
şeriatları farklı farklı olup, birbirlerine zıddır. Binâenaleyh, o şeriatlar
birbirleriyle çelişirken, Hz.
Peygamber'in bu çelişen
hükümler hakkında o peygamberlere uymakla emredilmiş olması
doğru olmaz.
b) "Hidayet", bizzat amelin kendisi
değil, ona ileten delilden ibarettir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz
deriz ki: Onların şeriatlarının devam etmekte olduğunun delili, onun dışındaki
vakitlere değil, sadece o vakte tahsis edilmiş olmasıdır. Binâenaleyh, bu
hidayet hususunda onlara ittiba etmek, o fillerin sadece o vakitlerde vacib
olduğunun bilinmesidir. O halde, bununla daha nasıl, her zaman onların
şeriatlarına uymak hakkında istidlal edilebilir?..
c) Hz.
Peygamber (s.a.s)'ın, peygamberlere, şeriatları hususunda uyması, O'nun makam
ve mevkiinin, o peygamberlerin makam ve mevkiinden daha aşağı olmasını icab
ettirir ki, böyle bir şey icmaen bâtıldır. Binâenaleyh yapılan bu izahlarla, bu
âyeti, şeriatları hususunda onlara uymanın vacib olduğu mânasına hamletmenin
mümkün olmadığı sabit olur.
[8]
Kadî'nin birinci
görüşüne şu şekilde cevap verilir: Hak Teâlâ'nın, "O halde sen de onların
hidayet yoluna uy" buyruğu, hepsini içine alan bir ifadedir. Ama, sizin
(geçmiş peygamberlerin) hükümlerinin bir kısmının, kendi şeriatları itibariyle
tezad
teşkil ettiklerini söylemenize gelince
biz deriz ki, bu umumi olan ifadenin, sadece bu gibi yerlerde tahsis edilmesi
gerekir. Binâenaleyh bu ifade, bu gibi yerlerin dışında hüccet olmaya devam
eder.
İkinci görüşüne de şu
şekilde cevap verilir: Şayet Hz. Peygamber (s.a.s), önceki peygamberlerin
istidlal ettiği delil ile istidlalde bulunmakla emredilirse, bu istidlalde
bulunma onlara uymak, tabi olmak sayılmaz. Çünkü müslümanlar, âlemin hadis
oluşu meselesiyle bir yaratıcının varlığına istidlal ettiklerinde,
"Onların bu konuda yahudi ve hristiyanlara uyduğu..." söylenemez. Bu
böyledir, zira bir delil ile istidlal eden kimse, o hükümde asıl olur. O
kimsenin, kendisinden öncekilerle kesinlikle bir ilgisi ve alakası kalmaz.
Halbuki iktida ve ittiba, birincinin fiili, o fiilin ikinciye vacib olmasına sebep
olduğu zaman söz konusu olur. İşte bu izahla da, bu soru kendiliğinden düşer.
[9]
Kâdî'nin üçüncü
görüşüne de şu şekilde cevap verebiliriz: "Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e,
bütün güzel sıfatlar ve yüksek ahlak hususunda, onların hepsine uymasını
emretmiştir. Bu ise, peygamberin mertebesinin onların mertebesinden daha aşağı
olmasını gerektirmez. Aksine bu, O'nun mertebesinin, eğer Allah dilerse bundan
sonra açıklanacağı gibi, hepsinden daha yüce olmasını gerektirir. Böylece
anlattıklarımızla, bu âyetin, bizden önceki şeriatların bizim için gerekli
olduğuna delalet ettiği anlaşılmış olur.
[10]
Alimlerimiz bu âyet
ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bütün peygamberlerden üstün olduğu hususuna
istidlal etmiş- lerdir. Bunu şu
şekilde izah edebiliriz: Biz, mükemmel ve
kâmil
olmanın özellikleriyle, şeref vasıflarının, o peygamberlerde bütünü itibariyle
dağıtılmış olduğunu izah etmiş ve (bu cümleden olarak), Dâvud ve Süleyman (a.s)'ın, nimetlere şükredenlerden; Eyyüb'un,
bela ve sıkıntılara sabredenlerden; Yûsuf'un, her iki durumu da kendisinde
bulundurmuş olanlardan olduğundan; Musa'nın kuvvetli, hükümran, şeriat ve
apaçtk mucizeler sahibi olduğundan; Hz. Zekeriyya, Yahya, İsâ ve İlyas'ın zühd
ve takva ehli olduklarından; İsmail (a.s)'in
sadâkat sahibi olduğundan; Yûnus (a.s)'ın da dua, niyaz ve yakarış ehli
olduğundan bahsetmiştik. Böylece Allahu Teâlâ'nın, bu peygamberlerden herbirini
zikrettiği sabit olmuş olur. Çünkü her birinde baskın olan ve görülen, muayyen
bir medh ve şeref özelliğidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu peygamberlerin
hepsini zikredince, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, onlardan hepsine uymasını
emretmiştir. Böylece de kelamın takdiri, "Cenâb-ı Hak sanki Hz. Muhammed
(s.a.s)'e, o peygamberlerin hepsine dağıtılmış olan bütün sıfatlar ile, kulluk
ve taat hasletlerini kendisinde toplamasını emretmiştir..." şeklinde olur.
Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'e
emrettiğine göre,
"O'nun, bunları elde etme hususunda kusur ettiği..."nin söylenmesi
imkansız olur. Binâenaleyh, O'nun bütün bunları elde etmiş olduğu sabit olmuş
olur. Durum her ne zaman böyle olursa, Hz. Muhammed (s.a.s)'de, peygamberlerin
tamamına dağıtılmış olan o güzel hasletlerin bir araya gelmiş olduğu sabit
olmuş olur. Durum böyle olunca da: "Hz. Muhammed'in bütün peygamberlerden
üstün olduğunun" söylenmesi gerekir. Altah en iyisini bilendir.
[11]
Vahidî şöyle
demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın "Allah hidayet etti..."
tabiri, hidayetin onlara tahsis
edildiğinin delilidir. Zira Cenâb-ı Hak, bütün mükelleflere hidayet etmiş olsaydı, o zaman "İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir" buyruğunun bir tahsis manası olmazdı..." [12]
Vahidî şöyle
demektedir: "Arapça'da "iktidâ", birincisi onu
yaptığı için, ikinci kişinin birincinin fiilinin
aynısını yapmasıdır… Lihyanî, "Kisaî'nin, "Sende benim
için uyulacak bir örnek var; sen bana nümune-i
imtisalsin" denildiğini dediğini rivayet etmiştir.
[13]
Vahidî şöyle
demektedir: "İbn Amir, dal harfinin kesresiyte
ve yâ harfine varmaksızın, hâ harfine kesre kokusu
vererek
kelimesindeki Kıraatler (işmam ile)
şeklinde; diğerleri ise hâ harfini sakin
yaparak
şeklinde okumuşlardır. Ancak ne var ki, Hazma
ve Kisaî, hâ harfini vasi halinde hazfedip, vakf halinde ise okumuşlar;
diğer kıraat imamları da, hem vasi hem de vakf halinde hâ harfini isbat ederek
okumuşlardır. Netice olarak diyebiliriz ki:"Kıraat imamları, vakf halinde
hâ harfinin okunacağı hususunda ittifak etmişlerdir..."
Vahidî, en uygun olan
okuyuşun, vakf halinde hâ'nın okunup, vasi halinde ise, hazfedilmesi olduğunu
söylemiştir. Çünkü bu hâ harfi, ibtidâ halindeki hemze-i vasi gibi, sekte
yapılabilsin diye getirilmiş bir hâ harfidir. Bu böyledir, zira hâ harfi vakf
içindir. Nasıl ki hemze-İ vasi, harf-i sakin ile başlayabilmek içindir. Vasi
halinde hemze isbat edilmediği gibi buradaki hâ harfi de, (vasi halinde) sabit
olmaz. Ancak ne var ki, hâ harfini isbat ederek okuyanlar, Mushaf'a muvafakat
etmeyi istemişlerdir. Çünkü, Mushaftn hattında hâ harfi bulunmaktadır. Bu
sebeple gerek vakf, gerekse vasi halinde Kur'an'ın hattına muhalefet etmeyi
uygun bulmamışlar, böylece de bu harfi isbat ederek okumuşlardır. Ama, İbn
Âmir'in kıraatine gelince, Ebu Bekr ve EbuBekrbin Mücahid, "bu
galattır" demişlerdir. Çünkü bu hâ harfi, vakf için olan hâ'dır.
Binâenaleyh, hiç bir durumda i'râb almaz. Bu ancak, kendisi sayesinde,
kendisinden önceki harfin harekesi ortaya çıksın, belli olsun diye
zikredilir... Ebu Ali el-Farisî de şöyle demektedir: "Bu okuyuş yanlış değildir;
bunun
izahı, hâ harfinin masdara râci
kılınmasıdır. Buna göre kelamın takdiri, "O halde sen, onların hidayet
yoluna, iyice adam akıllı uy..." şeklinde olur. Böylece, fiil kendisine
delalet ettiği için, lâfzı hazfedilmiştir. Bunun kaidesi, vakf yaptığın zaman,
hâ harfini sakın kılmandır. Çünkü, zamir olan hâ harfi, vakf halinde sakin
kılınır. Bu, senin tıpkı (onu satın al) demen gibidir. Allah en iyi bilendir.
Cenâb-ı Hakk'ın "Ben buna karşı sizden hiçbir
ücret İstemiyorum../' buyruğuna gelince, bununla şu murad edilmiştir: Allah
Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, önceki peygamberlerin hidayet yoluna uymasını
emredip, dini ulaştırma ve şeriatı tebliğ etme hususunda ücret istememe de,
onların hidayet yolları cümlesinden olunca, hiç şüphesiz Hz. Peygamber bu hususta
onlara ittiba ederek, "Ben buna karşı sizden hiçbir ücret
istemiyorum..." yani, "Ben sizden bir mal ve bir karşılık
istemiyorum... Bu Kur'an, âlemler için ancak bir öğüttür..." demesi
emredilmiştir. Hz. Peygamber bu ifadesiyle, Kur'an'ın, gerek dünyevi gerekse
uhrevi hususlarda insanların kendisine ihtiyaç duyduklarıher şeyi ihtiva etmiş
olduğunu kastetmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "O, âlemler için bir öğütten başka
bir şey değildir" buyruğu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in muayyen bir kavme değil
de, bütün dünya insanlarına peygamber olarak gönderildiğine delalet eder. Allah
en iyisini bilendir.
[14]
"Allah'm kadrini
ona layık olacak bir surette, hakkıyla takdir edemediler.
Çünkü, "Allah hiçbir beşere bir şey
indirmedi" dediler. De ki: "Musa'nın
insanlara bir nûr ve hidayet olmak üzere getirdiği ve sizin de parça
parça
kağıtlar haline
getirip (işinize geleni) açıkladığınız, (ama) çoğunu gizlediğiniz o
kitabı kim indirdi? Sizin de, atalarınızın da
bilmediğiniz şeyler size
öğretilmiştir."
Sen, "Allah (indirdi)"de; sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta
oynayadursunlar..."
(En'âm. 91).
Bil ki biz bu kitapta,
Kur'an'ın, tevhid'i, nübüvveti ve meâd'İ isbat etme etrafında döndüğünü
söylemiştik... Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in tevhîd'in delilini getirerek
şirki iptal ettiğini nakledip, Cenâb-ı Hak da bu delili açık beyanlarla ortaya
koyunca, bundan sonra nübüvvet meselesini izah etmeye başlayarak, onlar
(yahudiler) nübüvvet ve risaleti inkâr ettikleri için, "Onlar, Allah'ın
kadrini. Ona lâyık olacak bir surette, hakkıyla takdir edemediler"
buyurmuştur. İşte bu âyetlerin birbiriyle olan münasebetlerinin izahı budur. Bu
münasebet de son derece güzeldir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[15]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah'ın kadrini Ona layık olacak bir surette hakkıyla takdir
edemediler" buyruğuna şu manalar
verilmiştir:
a) İbn
Abbas, "Onlar, Allah Teâlâ'yı hakkıyla, gerçek
manada tazim
edemediler" demiştir. Yine İbn Abbas'tan, bunun manasının, "Onlar,
Allah'ın her şeye kadir olduğuna iman etmediler..." şeklinde olduğunu
söylediği de rivayet edilmiştir...
b)
Ebu'l-Âliye, "Onlar, Cenâb-ı Hakk'ı, layıkt
veçhile tavsif edemediler."
c) Ahfeş,
"Onlar, Allah'ı layıkıyla tanıyamadılar..." şeklinde manalar vermişlerdir.
Vahidî (r.h) bu konuyu iyice tahkik etmiş ve şöyle demiştir: "Bir kimse
bir şeyi iyice ölçüp takdir ettiğinde, düzelttiğinde, miktarını bilmek
istediğindeyse, zamme ile (onun miktarını belirliyor, tayin ediyor...) denilir.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Eğer hava bulutlu olur da ayı göremezseniz, onu
öğrenmeye, bilmeyettayin etmeye çalışınız"[16]
ifadesi de bu manadadır. İşte bu kelimelerin Arapça'daki asıl manası
budur..." Vahidi sözüne devamla şöyle der: "Bir şeyi bilip tanıyan
kimse için;ama, o onu sıfatlarıyla bilip tanıyamazsa, denilir. Buna göre
Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın kadrini, O'na layık olacak bir surette,
hakkıyla takdir edemediler" hakkında söylenilen bütün manalar doğrudur.
[17]
Cenâb-ı Hak,
"onların, Allah'ın kadrini, O'na lâyık olacak bir surette, hakkıyla takdir
edemediklerini nakledince, bunun sebebini de açıklamıştır ki, bu da onların
"Allah,
hiçbir beşere bir şey
indirmedi" şeklindeki sözleridir.
Bil ki nübüvvet ve
risaleti inkâr eden herkes, gerçekte Allah'ı
hakkıyla tanıyamamıştır. Bunu birkaç bakımdan izah edebiliriz:
1) Peygamber
göndermeyi ve peygamberlik müessesesini inkâr eden kimse, ya "Allah Teâlâ,
hiçbir insanı, asla mükellef tutmamıştır" veyahut, "Allah Teâlâ
onları birtakım mükellefiyetlerle yükümlü kılmıştır" der... Birincisi
batıldır; çünkü bu, Allah Teâlâ'nın onlara, Allah'a sövmeleri; O'nu, uygun
olmayan şeylerle vasfetmeleri; bütün nebi, resul ve din mensubu kimseleri
hafife almaları ve in'âm edene şükretmekten yüz çevi rip, in'âm edene kötülükle
mukabeiede bulunmaları gibi, bütün münUer ve çirkin şeyleri mubah kilmiş
olmasını iktiza eder... Halbuki bütün bu şeylerin bâtıl olduğu malumdur.
Veyahut da bu kimse, Allah Teâtâ'nın, insanları birtakım emir ve yasaklarla
mükellef tuttuğunu kabul eder. Böyle olması halinde de, bir Mübelliğ'in, bir
Şahin {kanun koyucunun) ve bir mübeyyinin (açıklayıcının) mutlaka bulunması
gerekir. Bu kimse de, peygamberden başkası değildir.
[18]
Buna göre şayet,
"Dinen yapılması gerekli olan şeyleri farz kılıp, kaçınılması gerekli olan
şeylerden de kaçınmayı emretme hususunda aklın yeterli olduğunun söylenmesi
niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki:
Farzedelim ki durum
sizin dediğiniz gibi olsun... Ancak ne var ki, aklî tariflerin, ifadesini nebi
ve resullerin lisanında bulan şer'î tariflerle te'kid edilmiş olması imkansız
değildir. Böylece, peygamber göndermeyi ve risalet müessesesini kabul etmeyen
herkesin, Allah Teâlâ'nın hikmetine ta'n etmiş olduğu; bunun ise, ulûhiyyet
sıfatını bilmeme olduğu; böylece de, onun hakkında Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah'ın kadrini O'na lâyık olacak bir surette, hakkıyla takdir
edemediler" şeklindeki buyruğunun yerinde ve doğru olduğu sabit olur.
2) Nebî ve
resuller göndermenin imkansız olduğunu söyleyen insanlar bulunmaktadır. Çünkü,
bu insanlara göre, o peygamberi tasdik etmek üzere, O'nun iddiasına uygun bir
şekilde mucize ortaya koymak imkansızdır. Bu görüşü savunanların, iki makamları
bulunmaktadır:
[19]
Birinci Makam:
Onların, "Ne harikulade şeyler, ne de câri olan adetin hilafına şeyler
meydana getirmek mümkün değildir" demeleridir.
İkinci Makam:
Bunun mümkün olduğunu söyleyen kimseler vardır. Fakat bunu söyleyenler,
"Bu harikulade şeylerin olabileceğini kabul etsek bile, bunlar risalet
iddia
eden kimsenin doğruluğuna delalet
etmez" derler. İşte bu iki görüşden herbiri, Teâlâ'nın kudretinin
mükemmelliğini zedeler mahiyettedir.
Birinci makama
gelince, sabittir ki cisimler birbirlerine benzer. Yine birseyin muhtemel
olduğu şeye, benzerinin de muhtemel olması gerekir. Durum olunca, güneş ve
ay'ın kütlelerinin, parçalanmaya ve dağılmaya elverişli olduğu çıkar.Buna göre
eğer biz,Tanrının buna kadir olmadığını söylersek,bu,Tşnnyı ve kudretinin noksanlığı
ite vasfetmek otur. O zaman da bu sözü söyleyen hakkında, "O, Allah'ın
kadrini, O'na layık olacak bir surette hakkıyla takdir denilmesi doğru olur.
Yine biz eğer, "Allah Teâlâ buna kadirdir" dersek, bölünmesi ve
benzeri mucizelerin meydana gelmesi aklen imkansız olmaz.
[20]
Peygamberlik
iddiasında bulunan kimsenin bu iddiada bulunurken, birtakım harikulade
fiillerin meydana gelişinin, o peygamberliğin doğruluğuna delalet etmesi;
hususundaki İkinci makama gelince; bu da, usûl kitaplarında izah edildiği gibi,
açıktır. Böylece peygamber göndermeyi ve peygamberliği inkar eden herkesin*
Allah'ın aciz ve kudret ile kuvvetinin noksan olduğunu söylemiş olduğu sabit
olur. Böyle söyleyen herkes, Allah'ı hakkıyla takdir edip, anlayamamış olur.
3) Âlemin
hadis (sonradan, mahluk) olduğu sabit olunca biz deriz ki: "Âk hadis oluşu
âlemin ilahının kadir, âlim ve hakim olduğunu; bütün mahlukatm O'n kulu ve
O'nun da mutlak mânada onların maliki ve meliki olduğunu gösterir. Kc itaat
olunan melikin, bazı emir ve yasaklarının, kullan üzerinde bazı mükellef
itaatkârlara karşı vaadlerinin ve isyan edeceklere karşı va'îdlerinin olması Bu
da ancak peygamberler göndermesi ve kitaplar indirmesi ile tam ve mül bir
şekilde olur. Binâenaleyh bunları kabul etmeyen herkes, Hak Teâlâ'nın, ' olunan
bir melik" oluşunu tenkid etmiş, kabul etmemiş olur. Böyle inanan de,
Allah'ı hakkıyla takdir etmemiş olur. Böylece de, "Allah hiçbir beşere
hiçi indirmedi" diyen herkesin Allah Teâtâ'yı hakkıyla takdir
edemedikleri, yani kadrini bilemedikleri sabit olmuş olur.
[21]
Bu âyette, zor bir
konu bulunmaktadır. O da birkaç ihtimalinyarid olmasıdır: Bunlar, Allah
Teâlâ'nın, "Allah hiçbir beşere hiçbirşey indirmedi'' dediklerini
anlattığı
olabilir."Bunlar, Kureyş
kâfirleridir" denilmesi de mümkündür,
"Bunlar,
ehl-i kitab olan yahûdi ve hristiyanlardır" ihtimali de variddir.
birincisi söylenir ise, bunlann sözlerinin, "De ki: "Musa'nın
İnsanlara getirdiği o kim İndirdi" âyeti ile iptal edilmesi nasıl mümkün
olur? Çünkü Kureyş kafi Brahmanlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğini
inkar ettikleri gibi, diğer bütün peygamberleri de
inkar ediyorlardı. Binâenaleyh bu ilzam (yani onları
böyle bir sözle hakikati kabule mecbur etme) nasıl güzel ve yerinde olabilir.
İkinci ihtimal
söylenir ise, yani bunların, yahûdi ve hristiyanlardan bir grubun olduğunu
söylemektedir, bu da zor ve müşkildir. Çünkü onlar böyle birşey söylemezle /le
birşey söyleyebilirler ki, onların inancına göre de, Tevrat, Allt-ıi sa'ya,
İncil de Hz. İsâ (a.s)'a indirdiği bir kitaptır.
Hem sonra bu sûre
mekkîdir. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.s) ile yahûdi ve hristiyanlar arasında
geçen bütün münakaşalar Medine döneminde olmuştur.
Binaenaleyh ayeti bu
manaya hamletmek nasıl mümkün olur? İşte bu ayetteki müşkil budur. Bil ki
alimler bunun izahında şu iki görüşü belirterek ihtilaf etmişlerdir:
[22]
Birinci Görüş: Bu âyet
yahûdiler hakkında nazil olmuştur. Âlimlerin çoğuna göre, meşhur görüş budur.
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Mâlik b. Sayf, Yahûdi alimlerinden ve
reislerinden, semiz ve şişman bir adamdı. Bir gün Hz. Peygamber (s.a.s)’in
yanına
geldi. Hz. Peygamber (s.a.s) ona,
"Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah aşkına
söyle bakalım, o tevrat'ta, "Allah, şişman âlime buğzeder "
diye buluyor musun? Sen de şişman bir âlimsin. Yahudilerin yedirdikleri
şeylerle şişmanlamışsın" Bunun üzerine oradakiler güldüler ve Malik b. Sayf kızarak Hz. Ömer (r.a)'e
dönüp, "Allah hiçbir beşere hiçbirşey
indirmedi" dedi. Bunun üzerine yahûdi kavmi ona, “ Yazıklar
olsun, bize böyle demiyordun!" dedi. O da,
"O (Muhammed), beni kızdırdı” dedi. Yahûdiler, bu sözünden dolayı onu
azledip, yerine Ka'b b. Eşrefi kendilerine
başkan
yaptılar. İşte bu âyetin sebeb-i nüzülü hakkındaki en meşhur
rivayet budur. Bu hususta birkaç soru vardır:
Birinci Soru: Lâfız
(söz),her ne kadar aslî lügat manası baktmındanan mutlak mâna ifade ederse de,
bazan örfe göre takyid edilir (manası sınırlandırılır.) Baksana, bir kadın
evden çıkmak istediği ve kocası da ona kızıp, "Eğer bu evden çıkarsan
boşsun" dediği zaman, fakihlerin çoğu, "Bu söz,her ne kadar mutlak
ise de, örf bakımından.bir seferki çıkış ile takyid edilir " demişlerdir.
Burada da böyledir.Âyetteki "Allah hiçbir beşere hiçbirşey indirmedi"
sözü,her ne kadar aslî lügat manası
mutlak
ise de, örf bakımından bu hadise ile sınırlıdır. Binâenaleyh "Allah
beşere hiçbirşey
indirmedi" diyen kimse bundan, "Allah, şişman alime
buğzettiğine dair, hiçbir kimseye hiçbirşey
indirmedi" manasını murad etmiştir. Bu mutlak manalı söz, bu mukayyed
(sınırlı, belli) manaya hamledilir ise, âyetteki
"Musâ'mn getirdiği o kitabı kim indirdi?" ifadesi, bu
kimsenin sözünü iptal eder.
İste sorulardan birisi
budur.
[23]
başkalarına karşı
büyükleniyordu. Bu kesin inancına rağmen, "Allah hiçbir beşere hiçbir şey
indirmedi" demesi ya akta şaşkınlık veren bir kızgınlıktan ötürüdür veya
azgın bir ifade yoluyla söylenmiştir. Allah Teâlâ'ya, böyle bir sözü iptal
etmek için, ebediyyen bakî olan Kur'an'dan (bir âyet) indirmesi uygun düşmez.
[24]
Üçüncü Soru: Âlimlerin
ekserisi, bu sûrenin Mekki olduğu ve bir defada toptan nazil olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. Halbuki yahûdilerin Hz. Muhammed (s.a.s) ile münakaşaları,
Medine döneminde olmuştur. O halde bu âyetin, yahûdiler ile yapılan
münazaralarla ilgili olduğunu söylemek nasıl mümkün olur? Yine bu sûre bir
defada nazil olduğuna göre, "şu âyet, falanca hadise hakkında nazil
olmuştur" denilmesi nasıl mümkün olur? İşte bunlar, bu görüşe karşılık
ileri sürülen sorulardır. Bana göre, doğruya en yakın olan şöyle deniimesidir:
Belki de Malik b. Sayf, bu sözden rahatsız olunca Hz. Peygamber (s.a.s)'in
peygamberliğini tenkid etmiş ve "Allah,, sana hiçbirşey indirmemiştir.
Sen, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber değilsin" demiştir. İşte
bu söz üzerine bu âyet inmiştir. Bundan maksad şudur: "Sen Allah Teâlâ'nın
Musa'ya Tevrat'ı indirdiğini kabul ettiğine göre, Allah'ın bana hiçbirşey
indirmemiş olduğu hususunda ısrar etmen mümkün değildir. Çünkü ben nasıl bir
insan isem, Musa da bir insan idi. Sen, Allah Teâlâ'nın bir insana vahiy ve
kitap indirdiğini kabul edince, Allah'ın bana hiçbirşey indirmediğini kafi ve
kesin olarak söylemen imkansız olur." Binâenaleyh bu âyetten kastedilen
şey, Hz. Muhammed (s.a.s)'in iddia ettiği şeyin, imkansız bir şey olmayıp,
yahûdi olan muarızın da onu inkarda ısrar etmesinin bir anlamı bulunmadığını,
bilakis bu hususta yapabileceği en son şeyin Hz. Peygamber'den bir mucize
istemek olup; eğer O, bu mucizeyi getirebilir ise, zaten maksadın da bu
olduğunu; böyle bir talepte bulunmazsa, zaten bir meselenin olmayacağını beyan
etmektir. Bu yahûdinin, Allah Teâlâ'nın Hz.Musa'ya kitap indirdiğine inandığı
halde, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, hiçbirşey indirmediğini kesin olarak söylemesi,
sırf cehalet ve takliddir. Bu izah ile ilk iki soruya cevap verilmiş olur.
[25]
Üçüncü soruya gelince,
bu soruyu soranın, "Bu sûre Mekkîdir ve bir.defada nazil olmuştur. Bu iki
husustan herbiri, "Şu âyetin nüzul sebebi, yahûdi Malik'in Hz. Peygamber
(s.a.s) ile münazara etmesidir" demeyi imkansız kılar" şeklindeki
iddiasıdır. Biz buna karşı şöyle deriz: Bu görüşü savunanlar şöyle derler:
"Bu sûrenin tamamı Mekkîdir ve bu âyet müstesna, tek bir defada nazil
olmuştur. Çünkü bu âyet
Medine'de ve bu
hadise hakkında nazil olmuştur." İşte bu cevab hususunda söylenebilecek son söz budur.
[26]
İkinci Görüş: Buna
göre, "Allah hiçbir beşere, hiçbirşey indirmedi" sözünü söyleyen
kimse, Kureyş kâfirlerinden bir gruptur. Bu görüş, bazı âlimlerce
benimsenmiştir.
[27]
Geriye şöyle demek kalır:
Kureyş kâfirleri, bütün peygamterlerin peygamberliğini inkar ediyorlardı.
Binâenaleyh onları, Hz. Musa (a.s)'nın peygamberliğini ileri sürerek ilzam
etmek (susturmak) nasıl mümkün olur. Yine bu âyetin devamındaki, "Sizin de
parça parça kağıtlar hâline getirip açıkladığınız, (ama) çoğunu gizlediğiniz o
kttab... Sizin de, atalarınızın da bilmediğiniz şeyler size öğretilmiştir"
ifadeleri, Kureyş kâfirlerine değil, ancak yahûdilere uygun düşmektedir.
Binâenaleyh açıkça anlaşılan şudur ki, bütün bu hususlar ancak yahûdilere
uymaktadır. Bu, âyetin başının kafirlere, son tarafının ise yahûdilere bir
hitab olduğunu söyleyenlerin görüşü olup, bozuk ve yanlıştır. Çünkü bu, âyetin
nazmının (dizisinin) dağılmasını ve terkibinin bozulmasını gerektirir. Bu ise,
âlemlerin Rabbi'nin kelamı olması yanında,sözlerin en güzeli olan Kur'an-ı
Kerim'e yakışmaz. İşte bu görüşe göre ortaya çıkan müşkilin izahı budur.
Bu husustaki birinci
soruya gelince; bunu, Kureyş kâfirlerinin yahûdi ve hristiyanlaria İçice
olduğunu, her iki gruptan da mütevatir olarak, asayı yılan şekline getirme,
denizi yarma, dağı insanların üzerine gölgelik gibi kaldırma ve benzeri bariz
ve kesin mucizelerin, Hz. Musa (a.s)'nın elinde zuhur ettiğini duymuş
olduklarını söyleyerek savunmak mümkündür. İşte kâfirler de, Hz. Muhammed
(s.a.s)'den bu gibi mucizeler istedikleri için, onun peygamberliğini tenkid
ediyorlar ve: "Eğer sen bize böyle mucizeler getirseydin, sana
inanırdık" diyorlardı. İşte bütün bu sözler, onların Hz. Musa (a.s)' m
nübüvvetini kabul etmiş olmalarını gerektiren bir ifade yerine geçmektedir.
Durum böyle olunca da, "Allah hiçbir beşere, hiçbirşey indlrmemtştir"
şeklindeki sözleri hususunda onları susturmak için, Hz. Musa'nın nübüvvetini
söz konusu etmek, uzak ve alakasız birşey olmaz.
Buradaki ikinci soruya
da şöyle cevap verilir: Kureyş kâfirleri, yahûdiler ve hristiyanlar, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini inkar etme noktasında müşterek ve ortak
olunca, aynı sözün bir kısmının Mekke kâfirlerine, bir kısmının da yahûdi ve
hristiyanlara bir hitab olarak gelmesi uzak görülecek bir ihtimal değildir.
İşte bu zor meselenin çözümü hususunda aklımıza gelen budur. Muvaffakiyyet
Allah'dandır.
[28]
Muhakkik alimlerden
pek çoğunun görüşü şudur: "İnsan aklı, marifetullahın künhüne kesin olarak
ulaşamaz." Sonra bu görüşte
olanların çoğu, görüşlerinin
doğruluğuna,
"Allah'ın kadrini ona layık olacak
bir surette, hakkıyla
takdir
edemediler" âyetini delil getirmişlerdir. Binâenaleyh bu âyet,
"Onlar, Allah'ı gerçek bir bilgi ile bilemediler" demektir. Bu, uzak
bir istidlaldir. Çünkü Allah Teâlâ bu tabiri üç yerde zikretmiştir ve hepsi de
kâfirler hakkındadır. Burada bu ifade, yahûdiler veya Mekke kâfirleri
hakkındadır. Diğer iki yer (Hacc, 74 ve Zümer, 67. âyetleri) nakkındaki durum da aynıdır. Binâenaleyh böyle bir
istidlalde bulunmanın bir manası kalmaz. Allah en iyi bilendir.
[29]
Bu âyette bazı
hükümler bulunmaktadır:
Birinci Hüküm: Nefy
cümlesinde gelen nekire isim, umumi mana ifade eder. Bunun delili, bu âyettir.
Çünkü Allah Teâlâ'nın, "Allah hiçbir beşere, hiçbir şey
indtrmemiştir" buyruğundaki "beşer" ve "şey"
kelimeleri, olumsuz cümledeki nekire kelimelerdir. Binâenaleyh bukelimeler
lamımı mana ifade etmemiş olsaydı, "De ki: Musâ’nın getirdiği kitabı kim
indirdi?" âyeti, o ifadeyi iptal etmez ve tenakuzunu göstermiş olmazdı.
Eğer böyle olmasaydı, bu istidlal yanlış olurdu. Bu yanlış olunca, nefy
cümlesinde gelen nekire kelimenin, umumi mana ifade ettiği sabit olur. Allah en
iyi bilendir.
[30]
İkinci Hüküm: Herhangi
bir sözde tenakuza düşmek o sözün doğruluğunu zedeler. Çünkü Allah Teâlâ o
kâfirlerin ' 'Allah hiçbir beşere, hiçbir şey indirmemiştir'' şeklindeki
sözlerini, "Deki: "Musa'nın getirdiği kitabı kim indirdi?" sözü
ile nakzedip çürütmüştür. Eğer tenakuz, bir sözün bozukluğuna delalet etmemiş
olsaydı, Allah Teâlâ'nın getirdiği delil, istenen gayeyi gerçekleştirmezdi.
Bil ki, "İki
ifade arasında farkın bulunduğunu ortaya koymak, tenakuzun iptale yol açmasını
önler" diyen kimsenin görüşü zayıftır. Çünkü eğer durum böyle olsaydı,
Allah Teâlâ'nın bu âyetteki hücceti kendiliğinden düşerdi. Zira o yahûdi, Hz.
Peygamber (s.a.s)'e, "Musa'nın mucizeleri, senin mucizelerinden daha açık
ve daha etkili idi" diyordu. Binâenaleyh Hz. Musa'nın nebi olduğunu
söylemek, Hz. Muhammed'in de nebiliğini kabulü gerektirmez. Eğer bu iki durum
arasındaki fark geçerli sayılsaydı, bu hüccet kendiliğinden düşerdi. Bu
hüccetin düştüğünü söylemek caiz olmadığı için, biz "tenakuzun bulunması,
mutlak suretle sözü iptal eder" hükmünü çıkarıyoruz. Allah en iyisini
bilendir.
Üçüncü Hüküm: Gazali
felsefe yaparak, bu âyetin mantıki şekillerden ikinci şekil üzerine bina
edildiğini iddia etmiştir^ Çünkü ona göre, bunun neticesi şuraya varır: Allah,
Hz. Musa'ya bir şey indirmiştir. Oysa Allah hiçbir beşere, hiçbir şey
indirmemiştir. Öyleyse Hz. Musa, beşer değildi. Bu ise hulf (mantığa aykırı),
muhal birşeydir. Bu imkansızlık, ne bu kıyasın şekli bakımındandır, ne de
birinci mukaddimenin (cümlenin) doğru oluşu bakımındandır. Binâenaleyh geriye
ancak bunun, ikinci mukaddimenin doğru olmasının kabulü halinde gerekeceği
neticesi kalır. İkinci mukaddime, kâfirlerin "Allah hiçbir beşere,
hiçbirşçy indirmemiştir" sözüdür. Böylece bu mukaddimenin yalan olduğunu
söylemek gerekir. Binâenaleyh bu âyetin, istenilen neticeye delaletinin ancak,
mantıki şekillerden ikincisinin doğru olduğunun ve "hulf kıyasfnın doğru
olduğunun kabul edilmesi ile olabileceği ortaya çıkmış olur. Allah en iyisini
bilendir.
[31]
Bil ki Allah Teâlâ,
"De ki: "Musâ'nm getirdiği kitabı kim indirdi?" buyurunca, bunun
peşisıra O'na gönderdiği kitabı bazı sıfatlarla tavsif etmiştir;
Birinci Sıfat: O
kitabın insanlar için bir nur ve hidayet olmasıdır. Bil ki Allah Teâlâ, o
kitabı, yolu aydınlatan ışığa benzeterek, "nûr" diye
nitelendirmiştir. Eğer bazıları, "Bu tefsire göre, Tevrat'ın bir nûr
olması ile, insanlar için bir hidayet rehberi olması arasında bir fark kalmaz.
Halbuki bu iki kelimenin birbirine atfedilmiş olması, başka başka şeyler
olmalarını gerektirir" derlerse, biz deriz ki: "Nûr"un iki
özelliği vardır. Birincisi: Bizzat kendisinin açık ve aşikâr olması; ikincisi
ise başka varlıkların görünmesine vesile olabilecek bir durumda olmasıdır. İşte
Tevrat'ın bir nûr ve hidayet olmasından murad, bu iki durumdur. Bil ki Allah
Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'i de bir başka âyette bu iki sıfat ile tavsif ederek
"Fakat biz o (Kur'ân't) bir nûr yaptık. Bununla, kullarımızdan
dilediğimize hidayet ederiz" (Şûra, 52) buyurmuştur.
[32]
İkinci Sıfat: Âyetteki
(işinize gelen kısmını) "Sizin de parça parça kağıtlar haline getirip,
(işinize gelen kısmını) açıkladığınız, (ama) çoğunu gizlediğiniz..."
buyruğunun anlattığı sıfattır. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[33]
Ebû Amr ve İbn Kesir
ifadenin başını gaib sigasıyla, "yec'alûnehu" şeklinde; diğer iki
fiili de aynı siga ile
yubdûnehâ ve yuhfûne
(yani onu açıklıyorlar ve gizliyorlar)
şeklinde okumuşlardır.
Çünkü o kimseler, (âyetler nazil olurken) mevcut olmayan insanlardı- Cenâb-ı
Hakk'ın, "(Onlar), Allah'ın kadrini, ona layık olacak bir surette,
hakkıyla takdir edemediler" ve "Çünkü, "Allah hiçbir beşere,
hiçbir şey indirmedi"
dediler"
buyrukları da buna delalet eder. Bu ifadeler gaib sigastyla geldiğine göre,
âyetteki diğer ifadelerin de aynı olması gerekir.
Bu kelimeleri, muhatab
sigasıyla (tec'alûnehu, tubdûnehâ diye) okuyanlara göre ise, ifadenin manası
"Onlara de ki: "Sizin parça parça kağıtlar haline getirip,
açıkladığınız, (ama) çoğunu gizlediğiniz (o kitab)..." şeklindedir.
Âyetteki, Bilmediğiniz şeyler size öğretilmiştir" buyruğu da, bu kıraatin
hüccetini teşkil eder. Bu ifade muhatab sigasıyla gelmiştir. Binâenaleyh önceki
fiiller de bu siga ile gelmelidir.
[34]
Ebu Ali el-Fârisi,
"Âyetteki sözü, "Onlar o kitabı sahifeli hale getiriyorlar, yani onu
sayfalara aktarıyor, yazıyorlar " demektir" der.
Eğer, "Her kitap
mutlaka sayfalara yazılmıştır. Binâenaleyh bûtûn kitaplar için durum böyle
olunca, Allah Teâlâ'nın bu âyette, yahûdileri kınamak için bunu söylemesinin
sebebi nedir?" denilir ise, deriz ki: Kınamak, sadece bu hususta
olmamıştır. Aksine bundan murad şudur: Onlar, Tevrat'ı sahifeler (kitap) -.a re
getirip, onu bölümlere ve kısımlara ayırınca, bir kısmını açıklayıp, bir
kısmını gizlemeye imkan bulmuşlardır. Gizledikleri şeyler de, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in sıfatları belirtilmiş olan Tevrat sahifeleridir.
[35]
Eğer, "Tevrat,,doğuda
batıda, bütün insanlara ulaşmış ve pekçok ilim sahibi tarafından da öğrenilip
ezberlenmiş bir kitap olduğu halde, yahûdiler bu gizlemeyi nasıl
yapabilmişlerdir? Böylesi (yaygın) bir kitaba ilavelerde bulunmak veya ondan
bazı şeyleri çıkarmak (gizlemek) mümkün değildir. Bunun delili şudur:
Zamanımızda D r kimse, Kur'an-ı Kerim'e bazı ilaveler yapmak veya ondan
birşeyler çıkarmak istese bunu yapamaz. İşte o gün için Tevrat hakkında da aynı
durum söz konusudur?" denilir ise, biz deriz ki: Daha önce, Bakara
sûresinde, yahûdilerin Tevrat'ı tahrif etmelerinden muradın, günümüzde de
batıldan yana olanların Kur'an âyetlerine yaptığı gibi, Tevrat'ın ayetlerini
yanlış ve batıl şekillerde tefsir etmeleri olduğunu anlatmıştık.
Buna göre eğer,
"Farzedelim ki Tevrat'ta, Hz. Muhammed'in peygamberliğine delâlet eden
âyetler bulunuyordu, ama bunlar az idi; yahûdiler de, Tevrat'taki sadece bu
âyetleri gizliyorlardı. Öyleyse Cenâb-ı Hak niçin, "(ama) çoğunu
gizliyorlar tguliyorsunuz)" demiştir?" denilirse, biz deriz ki:
Yahûdiler, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğine delalet eden âyetleri
gizledikleri gibi, ahkamı ihtiva eden âyetleri de
gizliyorlardı... Baksana onlar, evli zinakârın recmedilmesiyle ilgili âyeti
gizlemeye yeltenmişlerdi.
[36]
Üçüncü sıfat:
Âyetteki, "Sizin de, atalarınızın da bilemediğiniz şeyler size
öğretilmiştir" ifadesinin anlattığı husustur. Bundan maksad şudur:
"Tevrat, Hz. Muhammed'in geleceğinin müjdelerini taşımaktaydı. Yahudiler,
Hz. Muhammed'in gelmesinden önce, her ne kadar manalarını tam olarak anlamıyor
idiyseler de, bu âyetleri okuyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s) gönderilince, bu
âyetlerden muradın, Hz. Muhammed (s.a.s)'in bi'seti ve peygamber olarak
gönderilişi olduğu ortaya çtktı... İşte, "Sizin de, atalarınızın da
bilemediğiniz şeyler size öğretilmiştir" buyruğundan kastedilen, bu
mânadır.
Bil ki, Cenâtn Hak
Tevrat'ı bu üç sıfatla vasfedince, "Allah de... "buyurmuştur. Bunun
manası şudur; Cenâb-ı Hak, âyetin başında, "De ki: Şu şu vasıflara sahip
olan kitabı kim indirdi?" buyurmuş, bundan sonra da, "Allan
indirdi" de", buyurmuştur. Bu şu manaya gelmektedir: "Akl-ı
selim ve bozulmamış fıtrat, zikredilen sıfatlarla mevsuf ve Musa (a.s)'nın
mucizeleri gibi açık ve etkili mucizelerle sahibinin sözünü teyid eden böyle
bir kitabın ancak Allah katından gönderileceğine şehadet eder..." Bu mâna,
bu kesin hüccetin ortaya çıkması sebebiyle aşikar olunca, Allah TeâlâHz.
Muhammed'e, "De ki^Bu kitabı İndiren, ancak Allah'dır" buyurmuştur...
Bunun bir benzeri de, "De ki: "Şahid olmak baktmından hangi şey daha
büyük?" De ki: "Allah..." (En'am, 19) âyetidir. Yine,
yaratıcının varlığı hakkında delil getirmeye çalışan bir kimse, "yok iken,
hayatı var eden kimdir? Cehaletten sonra aklı var eden kimdir? Göz bebeğine görme
gücünü, kulağa da işitme gücünü veren kimdir?" der; sonra, kendi kendine
"Allah!" cevabını verir. O'nun bundan maksadı şudur: Bu delil ve
apaçık beyytneler öylesi bir dereceye ulaşmıştır ki, muarızımız ister kabul
etsin ister etmesin, bunu her akıllının itiraf ve kabul etmesi gerekir...
Binâenaleyh, maksat bu kadarcık sözle meydana gelmektedir.
Sonra, Cenâb-ı Hak
bunun peşinden, "Sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta
oynayadursunlar" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:
[37]
Bunun manası şudur:
"Sen onlara karşı delil getirdiğinde uyarmada bulunup onlara özür ileri
sürme kapılarını kapama hususunda da
böylesi büyük bir dereceye vardığında, o zaman, onlar hakkında sana hiçbir
sorumluluk kalmaz... Bunun bir benzen de, "Sana düşen, sadece tebliğ
etmektir " (Şûra, 42) âyetidir.
[38]
Bazı
âlimler, "Bu âyet, cihad âyetleriyle nesholunmuştur" demişlerdir. Bu,
uzak bir ihtimaldir. Çünkü âyette geçen
"Sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar..."
ifadesi, tehdit için zikredilmiştir ve bu, cihad yapılmasına ters değildir.
Binâenaleyh savaşın vacib olduğuna delalet eden bir âyetin gelmesi, bu âyetin
ifade ettiği hükümlerden birini kaldırmaya yol açmaz. Bundan dolayı, bu âyette
nesh yoktur. Allah en iyi bilendir.
[39]
İşte bu, bir feyz
kaynağı olarak ve kendinden Önceki (Tevrat ile İncil'i) tasdik edici olarak,
bir de başkent (Mekke) ile bütün çevresindeki yerleri uyarman için indirdiğimiz
bir kitaptır. Âhirete inananlar, o (Kur'an'a) inanırlar ve onlar namazlarına
devam ederler"(En'âm, 92).
Bil ki Allah Teâlâ,
"Allah, hiçbir beşere hiçbirşey indirmedi" diyen kimsenin sözünün
yanlışlığını delillerle gösterince, bunu müteakip Kur'an-ı Kerim'in, Allah'ın
«itabı olduğunu ve onu Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirdiğini söylemiştir. Bil ki
"İşte bu" sözü, Kur'an'a işarettir ve Kur'an'ın bir kitap olduğunu
bildirmektedir. "Kitap" Kelimesinin tefsiri Bakara sûresinin başında
geçmişti.
[40]
Hak Teâlâ daha sonra
Kur'an'ı, bu âyette birçok sıfatla tavsif etmiştir:
Birinci Sıfat:
Âyetteki, "indirdiğimiz" ifadesidir. Bundan maksad, Kur'an'ın Hz.
Peygamber tarafından değil, Allah Teâlâ tarafından olan bir kitab olduğunu
bildirmektir. Çünkü Hak Teâlâ'nın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, sayesinde bu
şekilde
fesahat özelliğine sahip bir Kur'an
meydana getirebileceği birçok ilimler vermiş olması uzak bir ihtimal değildir.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, durumun böyle olmadığını ve Cebrail (a.s)'indili
ile Kur'an vahyini indirme işini bizzat üzerine aldığını beyan etmiştir.
[41]
İkinci Sıfat: Âyetteki
"Mübarek olarak" (bir feyz kaynağı olarak) tabiridir. Me'ânî âlimleri
"Mübarek bir kitap", bereketi ve menfaati devamlı olan, hayrı çok,
sevap ve mağfiretle müjdeleyip, kötü fiillerden ve günahlardan insanı alıkoyan
bir kitaptır" demişlerdir. Ben de diyorum ki: "İlimler ya nazari
(teorik)tir, ya da ameli (pratik)tir. Nazarî ilimlerin en şereflisi ve
mükemmeli, Allah'ın zatını (varlığını), sıfatlarını, fiillerini, hükümlerini ve
isimlerini bilmektir. Görmez misin ki bunlar en mükemmel ilimlerdir ve bu
kitapta bulduğun ilimlerden daha şereflisi yoktur. Amelî ilimlere gelince,
buradaki amelden maksad, ya azaların amelleridir, ya da kalbin amelleridir.
Kalbin amelleri, "ahlakı temizlemek" ve "nefsi tezkiye
etmek" diye isimlendirilir. Sen bu iki ilmi, bu kitapta bulduğun tarzda
başka hiçbir yerde göremezsin. Hem sonra, Allah Teâlâ'nın nizamı (âdeti), o
yüce ilmi arayan ve ona tutunan kimse için hem dünyanın izzeti, hem de ahiretin
saadeti hâsıl olacak şekilde cereyan etmektedir.
Bu kitabın musannifi
(yazan) Muhammed b. Ömer er-Râzi der ki: "Ben, birçok nakli ve aklî
ilimleri öğrenip naklettim; fakat bu Kur'an ilmine hizmet sayesinde elde ettiğim
mutluluğu, başka hiç bir ilim sayesinde elde edemedim."
[42]
Üçüncü Sıfat: Âyette,
"Kendinden önceki (Tevrat ve İncil'i) tasdik edici olarak" sıfatıdır.
Bu ifadeden murad, O'nun, kendisinden önce indirilmiş olan kitapları tasdik
edici olmasıdır. Durum hakikatte böyledir; çünkü diğer semavi kitaplarda
bulunan şeyler, ya "usûl" (tevhid'le alakalı) ilmidir, yahud da fürû
ile ilgilidir; usûl ilminde, zaman ve mekanların değişmesiyle bir farklılığın
meydana gelmesi imkansızdır. Binâenaleyh, Kur'an'da zikredilen şeylerin Tevrat,
Zebur, İncil ve diğer semavi kitaplarda zikredilen şeylere muvafık ve mutabık
olduğunu kesin olarak söylemek gerekir. Fürû ile alakalı olan ilme gelince,
Kur'an'dan önceki semavi kitaplar, Hz. Peygamber'in geleceğinin müjdesini
taşımaktaydılar. Durum böyle olunca, bu kitaplarda mevcut olan
mükellefiyetlerin, Hz. Muhammed (s.a.s)'in ortaya çıkış zamanına kadar devam
edip geçerli olması; ama, O'nun şeriatının ortaya çıkışından sonra mensuh
olması gerektiği sonucu ortaya çıkar. Binâenaleyh bu kitaplar, o hükümlerin, bu
vecihle sübûtuna delalet edip, Kur'ân'ın da bu manaya muvafık ve
mutabık olduğu; böylece de Kur'ân'ın, bütün usûl ve
fürû ilmi itibariyle, bütün semavi kitapları tasdik edici olduğu, sabit
olmuştur.
[43]
Dördüncü Sıfat:
Âyetteki, "bir de başkent (Mekke) ile bütün çevresindeki yerleri uyarman
için..." ifadesidir. Burada birkaç bahis bulunmaktadır:
[44]
Birinci Bahis:
Alimler, bu âyette bir mahzufun bulunduğu ve takdirinin "bir de başkent
olan (Mekke)nin halkını uyarman için..." şeklinde olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir. Yine, "başkent"in (Ümmü'l-Kura'nın) Mekke olduğu
hususunda ittifak, ama Mekke'nin bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi hakkında
ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas, "Mekke, bütün yeryüzü, onun altından ve
etrafından itibaren genişletilip bu hale getirildiği için Ümmü'l-Kurâ
(şehirlerin anası) diye isimlendirilmiştir" demiştir. Ebu Bekr el-Esamm
ise şöyle demiştir: "Mekke, bütün dünyanın kıblesi olduğu için böyle
isimlendirilmiştir. Binâenaleyh o, sanki bir asıl (ana, kök), diğer belde ve
şehirler de, ona bağlı olan yerler gibidir. Yine, dünyadaki mü'minlerin temel
ibadetlerinden birisi de hacc olup, hacc da ancak bu beldede yapılabilir. İşte
bu sebepten dolayı, bütün insanlar, çocukların annelerinin etrafında toplanması
gibi, onun etrafında toplanır. Yine dünyanın bütün müslümanlan, hacc sebebiyle
orada toplandıkları zaman, o beldede, başka beldelerde bulunmayan birçok
ticaret ve istifadeler hasıl olur. Şüphe yok ki, kazanç ve ticaret, geçim
yollarının asıllarından, temellerindendir... İşte bu sebepten dolayı Mekke,
şehirlerin anası diye isimlendirilmiştir. Yine denildiğine göre Mekke, "Kabe,
ibadet maksadıyla, insanlar için yapılmış olan ilk yapı olduğu için"
Ümmü'l-Kurâ diye isimlendirilmiştir. Bir de, "Mekke, yeryüzünde meskun
olan ilk belde olduğundan böyle adlandırılmıştır" denilmiştir.
Bunu anladığın zaman
biz deriz ki, âyetteki "çevresindeki yerler..." tabirine diğer bütün
beldeler ve şehirler dahildir.
[45]
İkinci Bahis: Bazı
yahudiler Hz. Muhammed (s.a.s)'in, sadece Araplara gönderilmiş bir peygamber
olduğunu iddia ederek, görüşlerinin doğruluğuna da bu âyeti delil getirip şöyle
demişlerdi: "Allah Teâlâ, bu Kur'an'ı Hz. Muhammed'e Mekkeliler ile
Mekke'nin etrafındaki belde halklarına tebliğ etmesi için indirmiştir...
Mekke'nin etrafından maksad, Arabistan yarımadasrdır. Eğer Muhammed, bütün
dünyaya gönderilmiş olsaydı, bunu, "Bir de
şehirlerin anası (Mekke) ile bütün çevresindeki yerleri uyarman için"
ifadesiyle kayıtlamak yanlış ve geçersiz olurdu.
Buna şöyle cevap
verilir: Bu yerleri hassaten, özellikle zikretmek, hükmün, bu beldelerin
dışında bulunmadığına, ancak mefhûnvu muhalif ile delalet eder ki, bu da
zayıftır. Hele Hz. Muhammed'in kat'î ve açık bir tevatür yoluyla, kendisinin
bütün alemlere gönderilmiş bir peygamber olduğunu söylediği sabit olmuşken...
Yine, "bütün çevresindeki yerleri..." tabiri de bütün beldeleri ve o
beldeleri kuşatan köyleri içine alır. Bu takdire göre de, bu ifadenin içine,
alemin bütün beldeleri dahil olur. Allah en iyi bilendir.
Üçüncü Bahis: Ebu
Bekr'in rivayetine göre Asım kıraati, inzar edeni "kitab" kabul
ederek, fiili yâ harfiyle ... (uyarması için...) şeklinde okumuştur. Çünkü
kitapta da inzar edicilik vasfı bulunmaktadır. Baksana, Cenâb-ı Hak,
"Onunla, yani kitapla tehlikelerden haberdar edilsinler..," (ibrahim,
52): "Sen onunla, yani kitapla inzar et ki..." (En'âm, 51) ve
"Ben ancak vahy ile sizin başınıza gelecek tehlikeleri haber
veriyorum..." (Enbiya, 45) buyurmuştur. Binâenaleyh, mecazi olarak inzar
etmenin kitaba isnad edilmesi imkansız değildir. Diğer kıraat imamlarına
gelince onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bir hitab olmak üzere, fiili tâ harfiyle
şeklinde okumuşlardır. Çünkü, inzar etmekle memur ve mevsuf olan, Hz.
Peygamber'in bizzat kendisidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sen ancak bir
uyarıcısın..." (Rad. 7) ve "Sen onunla, korkan kimseleri inzar
et..." (Enam, 51) buyurmuştur.
[46]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "âhirete inananlar,
ona
inanırlar..." buyurmuştur. Bu ifadenin zahiri, âhirete İman etmenin,
Allah'ın resulüne iman etmenin yerine geçmesini iktiza eder. Âlimler bu sebebiyyetin
izahı hususunda şunları zikretmişlerdir:
a) Âhirete
iman eden, "vaade, vaîde, (sevaba ve cezaya) iman eden kimse"
demektir. Böyle olan herkesin, sevabı elde etme hususunda arzusu; cezadan
kurtulmak hususundaki endişesi artar. Tevhid ve nübüvvetin delilleri hususunda
iyi tefekkür eder, düşünür; böylece de ilme ve imana ulaşmış olur.
b) Hz.
Muhammed (s.a.s)'in dini, öldükten sonra dirilme ile Kıyamete iman etme esasına
bine edilmiştir. Bu kaidenin yerleştirilmesi için, Hz. Muhammed'in şeriatında olduğu
kadar, diğer hiçbir peygamberin dininde gayret gösterilmemiştir... İşte bu
sebepten dolayı, Hz. Peygamber'in nübüvvetiyle ahiretin hak ve gerçek olduğuna
inanmak, birbirinden ayrılmaz iki şey olmuşlardır.
c) Bu
tabirden maksad, Asm saadet'teki Mekke liderlerinin bu dini kabul etmekten
uzak kalacaklarına dikkat çekme de olabilir. Çünkü, o
tefekkür ve istidlalde bulunma sıkıntısını yüklenip, dünya önderliğini, kini ve
hasedi terketmeye sevkeden, sevab elde etme arzusuyla cezadan korkup kaçınma
arzusundan başka bir şey değildir. Halbuki Mekke kâfirleri öldükten sonra
dirilme ile Kıyamete inanmayınca, onların hasedi ve dünya riyasetini
terketmeleri imkansız olur. Binâenaleyh, onların bu dini kabul etmeleri ve Hz.
Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini ikrar ve itiraf etmeleri,haliyle uzak bir
ihtimal olur.
[47]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "ve onlar namazlarına devam ederler" buyurmuştur ki bundan
maksad, "Ahirete İman, insanı nübüvveti tasdike sevkettiği gibi, beş vakit
namaza devam etmeye de sevkeder..." şeklindedir. Hiç kimse, "Ahirete
iman, bütün taatiere teşvik eder... O halde, namazın özellikle zikredilmesinin
bir anlamı yoktur" diyemez. Çünkü biz diyoruz ki bundan maksat, Allah'a
imandan sonra namazın, ibadetlerin en şereflisi ve en kıymetlisi olduğuna
dikkat çekmektir... Baksana namaz hariç, zahirî ibadetlerden hiçbirisi hakkında
"îman" ismi kullanılmamıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak "Allah
imanınızı, yani namazınızı zayi edecek değildir..." (Bakara, 143)
buyurmuştur. Yine, namazın terkinden başka, hiçbir isyan ve günah hakkında
küfür ismi kullanılmamıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), "Her kim
kasden namazı terkederse, kâfir olur"[48]
buyurmuştur. Binâenaleyh, namaza bu kadar kadr ü şeref tahsis edilince, Cenâb-ı
Hakk'ın burada namazı hassaten belirtmesini normal karşılamak gerekir. Altah en
iyi bilendir.
[49]
"Allah hakkında
yalan uydurandan, yahud kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, "Bana da
vahyolundu" diyenden, bir de "Allah'ın indirdiği
gibi ben de indireceğim" diye söyleyenden daha
zalim kim olabilir? Ölümün
şiddetleri içinde,
meleklerin de ellerini uzatarak kendilerine "canlarınızı kurtarın!
Allah'a karşı haksız olanı söyleyegeldiğiniz ve
Allah'ın âyetlerinden kibirlenerek
uzaklaşmış
olduğunuz içindir ki bugün hakaret azabıyla cezalandırılacaksınız"
(dedikleri zaman) sen o zâlimleri bir görsen!"
(En'âm, 93).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
Kur'an'ın, kendi katından nazil olan bir kitap olduğunu açıklayıp, O'ndaki
celal, şeref ve yücelik sıfatlarını beyan edince, bunun peşinden yalan ve
iftirada bulunmak suretiyle, peygamberlik ve nübüvvet iddia eden kimseler için
vaid ve tehdide delalet eden ifadeyi zikretmiş ve "Allah'a karşı iftira
atandan daha zalim kim olabilir?" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele vardır:
[50]
Bil ki Cenâb-ı Hak, şu
üç şeyden birisini söyleyenlerin cezasının çok büyük olacağını bildirmiştir:
a) Allah'a
karşı yatan uydurup, iftira etmek. Müfessirler
şöyle demektedirler: Bu ifade, Yemâmeli Müseylimetu'l-Kezzab ile,
San'alı el-Esvedu'l-Ansî hakkında nazil olmuştur. Çünkü bunlar, bir yalan ve
bir iftira olmak üzere, Allah katından gönderilmiş birer nebî ve resul
olduklarını iddia ediyorlardı... Müseylime, "Muhammed, Kureyş'in
peygamberi, ben de Hanifeoğullarının peygamberiyim" diyordu.
[51]
Kâdî şöyle demektedir:
"Allah'a karşı yalan uyduranlar zümresine, yalan yere peygamberlik
iddiasında bulunanlar girer... Ancak ne var ki bu ifade, yalan yere peygamberlik
iddia edenlere hasredilemez...Çünkü ne var ki bu ifade, yalan yere lafzın umumi
oluşunadır... Binâenaleyh gerek zatı, gerek sıfatları, gerekse fiilleri
hususunda Allah'ın kendisinden berî ve münezzeh, uzak olduğu herhangi bir şeyi
Allah'a nisbet eden herkes, bu tehdidin hükmüne dahil olur..." Kâdî sözüne
devamla şöyle der: "Sıfatları hususunda Allah'a iftira etmek.. Mesela,
Mücessime gibi ve adaleti hususunda yine, Allah'a iftira etmek... Cebriyye gibi
düşünmekle olur. Çünkü bunlar, Allah'a yalan iftirada bulunmak suretiyle,
zulmün en büyüğünü irtikab etmişlerdi..." Ben derim ki, Kâdî'nin,
"Mücessime, Allah'a yalan uydurmuştur" şeklindeki sözü gerçektir. Ama
onun, "Bu, Allah'a sıfatları hususunda bir iftiradır" şeklindeki sözü
doğru değildir. Çünkü zatın, cisim olup mekanda bir yer işgal etmiş
olması, bir sıfat değil, aksine bizzat o zatın
kendisidir. Binâenaleyh, alemin cisim olmadığını iddia eden kimsenin bu sözünün
manası şudur: Bütün cisimler ve bir mekan işgal edenler, muhdestirler, sonradan
yaratılmışlardır. Bunların hepsinin de herhangi bir mekan işgal etmeyen, mevcut
olan bir yaratıcısı vardır... Halbuki mücessime bu zatı nefyeder... Binâenaleyh
muvahhid ile mücessime arasındaki ihtilaf sıfatla değil, zatın bizzat
kendisindedir. Çünkü Muvahhid bu zatın varlığını kabul eder; Mücessime ise bunu
kabul etmez... Böylece bu ihtilafın sıfatta değit zat hususunda olduğu ortaya
çıkar.
Kâdî'nin/'Cebriyye
Allah'a sıfatlar hususunda iftira atmışlardır" şeklindeki sözü de doğru
değildir. Çünkü Kâdrye şöyle denebilir: Cebrîler "Mümkin olan bir
varlığın, mutlaka bir "müreccirfi vardır..." şeklindeki sözlerine
başka bir şey ilave etmezler. Binâenaleyh, eğer onlar bu görüşlerinde yalancı
olurlarsa, onların ilahın varlığını tanıyıp bilmeleri mümkün olmaz. Eğer onlar bu
görüşlerinde doğru iseler, o zaman fiilin meydana gelmesinin, Allah'ın
yaratmasıyla meydana gelen sebeplere dayandığını ikrar etmeleri gerekir... Ki
işte bu, bizim cebr diye adlandırdığımız şeyin aynısıdır. BöyleceKâdfnin,
"Allah'a iftiradır" şeklinde tavsif ettiği şey bâtıl olmuş olur.
Aksine Allah'a iftira eden kimse, "Mümkin varlığın iki tarafından birinin
(var olup olmamasının) diğerine üstünlüğünün, bir müreccihin varlığına
dayanmadığını" söyleyendir... Çünkü bu sözü söyleyen kimseye, yaratıcıyı
tamamıyla reddetmiş olur. Hatta o kimse böylece hem eserleri hem de müessirleri
tamamıyla nefyetmiş olur.
b) Allah'ın
iftira diye vasfetmiş olduğu şeylerden birisi de O'nun, "yahud kendisine
hiçbir şey vahyedilmemişken, "Bana da vahyolundu" diyen..."
buyruğunda belirtilen husustur. Bu sözle bundan önceki söz arasındaki fark
şudur: Birincisinde o kimse, kendisine vahyedildiğini iddia ediyor, ama Hz.
Muhammed (s.a.s)'e vahy geldiğini yalanlamıyordu. Ama burada ise bu kimse,
kendisine vahy geldiğini söylüyor, ama Hz. Muhammed'e gelmediğini iddia ediyor.
Böylece bu, yalantn iki büyük çeşidini bir arada bulundurmak olur; ki bu da,
var olmayanı var göstermek; var olan şeyin de yok olduğunu öne sürmektir.
c) Allah
Teâlâ'nın, "Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim..."
buyruğudur. Müfessirler şöyle demektedirler: "Bu ifadeyle Nadr İbn
el-Hars'ın, "Eğer dilersek biz de
elbet bunun benzerini söyleriz..." (Enfal, 31) şeklindeki sözüyle, yine onun Kur'an
hakkındaki, "Bu eskilerin masallarındandır... Herkes böyle bir sözü
söyleyebilir..." şeklindeki sözü kastedilmiştir.
Netice olarak
diyebiliriz ki, bu sözü söyleyen kimse, Kur'an'a muaraza etmeyi iddia etmiştir.
Yine rivayet edildiğine göre Abdullah İbn Sa'd İbn Ebî Sarh, Hz. Peygamber'e
gelen vahiyleri yazıyordu. Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun biz insanı çamurdan
(süzülmüş) bir hülasadan yarattık..." (Mû'nUnûn, 12) âyeti nazil olunca,
Hz.Peygamber bu âyeti (ve müteakib âyetleri) yazdırdı. Yazma işi,
"Bİlahere onu başka bir yaratılışla inşa ettik..." (Müminûn, 14)
buyruğuna gelince, Abdullah bu ifadeden taaccüb ederek, "Suret yapanların
en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir!" dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, "işte âyet bu şekilde, (senin söylediğin gibi) nazil
oldu..." deyince, Abdullah, (bir müddet susarak), sonunda şunu söyledi:
"Eğer Muhammed doğru söylüyorsa, (bu demektir ki) bana da vahiy geliyor.
Eğer yalan söylüyorsa, ben ona muâraza'da bulundum..." İşte Cenâb-ı
Hakk'ın, "Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim..."
ifadesiyle,bu murad edilmiştir.
[52]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Ölümün şiddetleri içinde... Sen o zalimleri bir görsen!" buyruğuna
gelince, bil ki bu âyetin başında bulunan, "Allah'a karşı iftira atandan
daha zalim kim olabilir?" sözü, genel bir biçimde büyük bir tehdit ve
korkutma ifade eder. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonra gelen
"Ölümün şiddetleri içinde... Sen o zalimleri bir görsen!" buyruğu, o
mücmel ve genel ifadeyi âdeta izah etmiştir. Burada geçen
"zatimler"den maksat, Allah'ın âyette bahsettiği kimselerdir...
tabirine gelince, buradaki kelimesi, ''ölümün
şiddeti, sıkıntısı" manasına gelen kelimesinin coğuludur. tabirinin
mânası, "O şeyin çokluğu, büyüklüğü.!" demektir. (suyun çokluğu,
muazzam oluşu) ve (harbin büyüklüğü, muazzam oluşu) deyimleri de böyledir. Yine
bir şey bir şeyin üzerine çıkarak onu sarıp bürüdüğünde, (o şey onu sardı,
bürüdü) denilir. Zeccâc şöyle demektedir: "Çok olan birşeyin içine dalıp
onun içinde kalan herkese, "O, onu sardı, bürüdü "; yine borcun
içinde boğulup kalmış olan kimse hakkında da "Borç, onu kapladı..."
denilir. İşte, kelimenin asıl lügat manası budur. Daha sonra sıkıntılar,
istenilmeyen şeyler hakkında da kelimesi kullanılmıştır. Âyetteki kelimesinin
cevabı mahzuftur. Yani, "Çok büyük, müthiş bir şey görmüş olurdun.."
şeklindedir.
Cenâb-ı
Hak "Meleklerin de, pençelerini uzatarak..." buyurmuştur. İbn Abbas,
bu ifade hakkında, "Azab melekleri, onları döverek ve onlara azab ederek
pençelerini uzatırlar. Nitekim "Ona elini, kötülükle, istenmeyen bir şeyle
uzattı" denilir" demiştir.
[53]
Cenâb-ı Hak,
"Canlarınızı kurtarın!.." buyurmuştur. Burada bir
hazf söz konusu olup, ifadenin takdiri,
"Canlarınızı kurtarın, derler..." şeklindedir. Bu ifadeyle ilgili iki
mesele vardır:
[54]
Bu ifade
hakkında şöyle bir
soru bulunmaktadır:
"Meleklerin, onların ruhunu
bedenlerinden çıkarmaya güçleri yetmez. O halde bu sözün söylenmesinin
faydası nedir?"
Biz deriz ki: Bu
kelimenin tefsiri hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1)
"Şayet zalimleri, ahiretteki çeşitli azab ve sıkıntılara duçar olup,
cehenneme sokuldukları zaman bir görsen!.. Binâenaleyh, âyette geçen
"ölümün şiddetleri" tabiri ahiret'te onların başına gelecek olan
çeşitli sıkıntı ve azablardan, azaba duçar olmalardan ibaret olmuş olur. (O
zaman), melekler onları susturarak ve
"Eğer gücünüz yetiyorsa, canınızı bu şiddetli azabtan kurtarın
bakalım!" diyerek, azab vermek üzere ellerini onlara
uzatmışlardır..."
2) Mâna şöyle de olabilir: "(Ya Muhammed)
sen, dünyada iken onlara ölüm musibeti, felaketi geldiğinde, zalimlerin, ölümün
sıkıntıları içine düştükleri zamanı bir görseydinL" Melekler,
"Canınızı bu şiddetlerden kurtarın ve bu bela ve elemlerden
uzaklaştırın..." diyerek, onların canlarını almak için onlara ellerini
uzatmışlardır.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Canlarınızı kurtarın" emri,
yani "Nefislerinizi
bedenlerinizden çıkarıp (bize verin)" demektir. Bu da, ruhu çıkarmak
hususunda, nefes aJdırmaksızın ve zaman tanımaksızın, meleklerin tatbik etmiş
olduğu şiddet ve dehşet ile yine meleklerin o insanlara, borçlunun peşini
bırakmayan ve ısrarlı otan alacaklı kimsenin elini borçlu şahsa uzatıp, borcunu
isterken ona şiddetli davranması ve ona mühlet tanımaması gibi; yine, alacaklı
olduğu o kimseye, "Malımı, alacağımı bana şu anda ver!.. O borcu, senden
söke söke almadıkça, şuradan ayrılmam..." diyen kimsenin muamelesi gibi
muamele etmelerinden ibarettir.
4) Bu lafız,
onların çok şiddetli bir sıkıntı içinde olup, belâ ve sıkıntı hususunda, kendi
kendilerinin canlarını çıkarıp teslim edecekleri bir raddeye varmış
olmalarından kinayedir.
5) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Canlarınızı kurtarın" sözü, bir emir değil, aksine bir
tehdit olup yürekleri yerinden hoplatmak için getirilmiştir... Bu, tıpkı bir
kimsenin, "Şu anda git bakalım, başına gelenleri göreceksin!.."
demesi gibidir.
[55]
Müfessirler şöyle
demektedir: Mü'minin ruhu, Rabbine kavuşacağı için, bedeni terketmekten Ötürü
neşe duyar. Halbuki kâfirin ruhu ise, azabın en şiddetlisine duçar
olacağı için bundan hoşlanmaz, bu sebeple de bedeni
terketmek ona zor gelir. Nitekim Allah'ın Resulü (s.a.s), "Kim, Allah'a
kavuşmak isterse, Allah da ona kavuşmak ister. Kim de Allah ile karşılaşmak
istemezse, Allah da onunla karşılaşmak istemez''[56]
buyurmuştur. Bu, can çıkarken söz konusudur. İşte bu sebeple o kâfirleri,
melekler, ruhlarının çtkmasr hususunda zorlarlar...
[57]
İnsanda bulunan bu
ruhun, "insanî nefsin" insanın bu kalıbından ve bedeninden başka bir
şey olduğunu söyle-
yenler, bu âyeti
görüşlerine delil getirerek şöyle demişlerdir:
"Şüphe yok ki
Cenâb-ı Hakk'ın, "Canlarınızı kurtarın"
buyruğu, "Canlarınızı bedenlerinizden kurtarıp çıkarın"
manasınadır. Bu da, "Can"ın (yani ruhun), bedenden başka birşey
olduğuna delalet eder. Fakat eğer biz âyeti, yapılan beş izahtan ilk ikisine
göre anlar isek, böyle bir istidlal yapılamaz.
[58]
Cenâb-ı Hak'daha sonra
"Bugün hakaret azabı ile cezalandırılacaksınız." buyurmuştur.Zeccâc,
"Âyetteki"azâbe'l-Hûn" (zillet azabı) tabiri, "çok şiddetli
bir zillete sebebiyet veren azab" manasınadır" demiştir. Nitekim
Allah Teâlâ "O doğanı, (sağ bırakıp) hakaretle mi (yani hor ve hakir
olarak mı) tutacak, yoksa o (kız çocuğunu) toprağa mı gömecek..."(Nahl,59)buyurmuştur.
Bu azabtan maksad, HakTeâlâ'nın elem verme ile hor ve hakir kılmayı birlikte
yaptığı azabtır. Çünkü mükâfaatın saygı ile içice olan bir menfaat olması
şarttır. Aynı şekilde cezanın da, hor ve hakir kılma ile birlikte bulunan bir
zarar olması şarttır. Bazı kimseler "hûn" kelimesinin,
"hevân" (zillet) manasına geldiğini; "hevn" kelimesinin ise
vakar ve tevâzû manasına olduğunu; Hak Teâlâ'nın da "O Rahmanın,
yeryüzünde hevn ile, yani vakar ve tevâzû ile yürüyen kullan..." (Furkân,
63) buyurmuş olduğunu söylemişlerdir.
Allah
Teâlâ'nın "Allah'a karşı haksız olanı söyleyegeldtğiniz ve Allah'ın
âyetlerinden kibirlenerek uzaklaşmış olduğunuz için..." buyruğu, bu
şiddetli azabın, ancak Altah'a iftirada bulunma işi ile O'nun âyetlerine karşı
kibirlenme işinin toplamı sebebi ile olacağına delalet eder. Ben derim ki:
"Bu iki çeşit âfet ve belaya, ilim elbisesine bürünmüş kimselerin çoğunun
düştüklerini ve bunu
sürdürdüklerini görürsün. Bunun
neticelerinden Allah'a sığınırız." Vahidî,
âyetteki "Allah'ın âyetlerinden
kibirlenerek uzaklaşmış olduğunuz için..." sözünü, "Allah rızası için
namaz kılmadığınızdan ötürü..." manasına olduğunu ve nitekim Hz. Peygamber
(s.a.s)'in de "Kim Allah için, doğru bir niyetle bir secde eder ınamaz
kılarsa), kibirden uzak olmuş olur" buyurmuş olduğunu söylemiştir.
[59]
"Andolsun ki sizi
ilk defa (doğumunuzda) yarattığımız gibi yapayalnız, tek tek
huzurumuza geldiniz ve
size ihsan ettiğimiz malları da arkanızda bıraktınız. Kendilerinin (Allah'ın)
ortakları olduğunu iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de şimdi yanınızda
görmüyoruz! (Bakın işte), onlarla aranızdaki bağ(lar) bir bir koptu ve
(şefaatçi tanrılar olduklarını) boş yere iddia ettiğiniz o şeyler (putlar)
yanınızdan
uzaklaşıp
gitmişler!"
En'âm, 94).
[60]
Bil ki âyetteki
"Andolsun ki yapayalnız, fek tek huzurumuza geldiniz" buyruğu şu iki
manaya gelebilir:
a) Bu kısım,
meleklerin, "Canlarınızı kurtarın. Allah a karşı
haksız olanı
söyleyegeldiğiniz (...) için, bugün hakaret
azabtyla
cezalandırılacaksınız" (En'âm, 93) şeklindeki sözleri üzerine
atfedilmiştir. Cenâb-ı Allah, o meleklerin o sözü kâfirlere aytplama sadedinde
söyledikleri gibi, Allah namına "Andolsun ki... yapayalnız, tek tek
huzurumuza geldiniz" diyeceklerini de beyan etmiştir. Binâenaleyh bu sözün
tamamı, meleklerden bir nakil olup; bunları melekler kâfirlere söylerler. İşte
buna göre, bu sözü söyleyenler, can almakla görevli melekler veya o kâfirlere
azab etmekle görevli meleklerdir.
[61]
b) Bu, Allah
Teâlâ'nın kendi sözüdür. Âyetin izahındaki bu ihtilafın menşei, Allah'ın
ahirette kâfirlerle konuşup konuşmayacağı meselesine dayanır. Bundan dolayı
kâfirler hakkındaki, "Allah onlarla konuşmayacak" (aı-i imran. 77}
âyeti, Allah Teâlâ'nın onlarla konuşmayacağını; "Rabbine yemin olsun ki
biz onların hepsine (hesab) soracağız" (Hicr, 92) ve "Kendilerine
(peygamber) gönderilenlere de mutlaka (hesab) soracağız, onlara gönderilen
(peygamberlere) de..." (. 6) âyetleri İse, Hak Teâlâ'mn onlarla
konuşacağını göstermektedir. İşte ihtilafın sebebi budur. Birinci görüş daha
kuvvetlidir. Çünkü âyet, kendinden öncekine atfedilmiştir. Atıf ise,
beraberliği gerektirir.
[62]
kelimesi, cemidir ve
müfredi hakkında iki görüş vardır:
a) İbn
Kuteybe, "furâdâ
kelimesi, tıpkı "sekrân" ve "sükârâ" (sarhoş);
"keslân" ve "küsâlâ" (tembeller)
kelimelerinde olduğu
gibi, kelimesinin çoğuludur,
b) Diğer
alimler İse, "Bu kelime,"redir ve "rüdâfa" kelimesinde
olduğu gibi, "ferid" kelimesinin çoğuludur" derler.Ferrâ da "Bu kelime, ferd, ferde, ferîd ve
ferdan kelimelerinin çoğuludur" demiştir.
[63]
Bunu anladığın zaman
bil ki, âyetteki "Andolsun ki yapayalnız, tek tek huzurumuza
geldiniz" buyruğu ile, bir azarlama ve korkutma kastedilmiştir. Çünkü o
kâfirler, dünyada bütün gayret ve çabalarını, şu iki şeyi elde etmek için
sarfetmişlerdi:
a) Makam ve mevki elde etmek...
b) Allah
yanında kendilerine şefaatçi olacaklarına inandıkları putlara tapmak... Sonra
onlar Kıyamette Mahşer'e geldiklerinde, dünyadaki mallarından hiçbirşey
bulunmaz ve yanlarında, Allah katında şefaatçi olacaklarını sandıkları
putlarını göremezler. Böylece de dünyada elde ettikleri ve son derece
güvendikleri şeylerden tamamen uzak, tek başına kalmış olurlar. Halbuki iman
ehli kimseler böyle değildir. Çünü onlar ömürlerini, gerçek bilgiyi ve salih
amelleri elde etmek için harcamışlardır. Bu bilgiler ve. ameller, kabirlerinde iken onlarla birlikte kaldığı
gibi, Kıyamet meydanında da onları yalnız bırakmazlar. Binâenaleyh mü'minler
orada yapayalnız olmaz, aksine ahiret azıklarıyla birlikte bulunurlar.
[64]
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Andolsun, onlarla aranızdaki (bağlar)
bir bir koptu" buyurmuştur. Bununla ilgili iki
mesele vardır:
[65]
Nâfİ, Asımın râvisi
Hafs ve Kisâî, kelimeyi mansub olarak beynekum şeklinde; diğer kıraat imamları
ise, merfu olarak,
beynukum şeklinde
okumuşlardır. Zeccâc, "Merfu kıraatin
manası
daha güzeldir. Çünkü bu, "Aranızdaki bağ(lar) kopmuştur" manasına
gelir. Mansub olma hali de caiz olup manası da, "Aranızdaki ortaklıklar
bir bir koptu" şeklindedir" demiştir. Ebû Ali ise, "Bu kelime şu
iki şekilde kullanılır:
a) "Ayrılmak" manasında, munsarıf bir
isim olarak...
b) Daha
güzeli ise, bu kelimenin bir zarf olarak kullanılmasıdır. Bunu merfu olarak
okuyanlara göre, merfu olan bu kelime aslında zarf olup, bir isim olarak
kullanılmıştır. Bunun bir isim olabileceğinin delili, "Bizimle senin
aranda bir perde var..." (Fussiiet.5) ve
"İşte bu, benimle senin aynlişımızdır"( Kehf, 78) âyetleridir.
Kelime, bu gibi yerlerde bir isim olarak kullanıldığına göre, bunu merfû
okuyanlarca fiiline bunun fail yapılması caizdir. Bu kelimenin, kullanılış
sahası geniş olan bir zarf veya bir masdar olmaktan halî olmayışı da, merfu
okunan şeklinin de bir zarf olarak kullanılacağını gösterir. Bunun masdar
olması bâtıldır. Aksi hatde âyetin takdiri, "Andolsun ki sizin ayrılışınız
paramparça oldu" şeklinde olurdu. Bu ise, kastedilen mananın zıddıdır.
Çünkü âyetten maksad, "sizin bağlarınız ve geçmişte üzerinde olduğunuz
(kendine güvendiğiniz) şeyler paramparça oldu" manasıdır.
Buna göre eğer,
"Aslında "ayrılmak" (iftirak) "bölünüp, parça parça olmak"
manasına geldiği halde, "vuslat" (birleşme) manasına kullanılması
nasıl mümkün olur?" denilir ise, deriz ki: Bu kelime, bazı bakımlardan
aralarında bir birlik ve alaka bulunan iki şeyin birbirinden ayrılması hakkında
kullanılır. Bu, Arapların "Onunla aramda bir ortaklık vardır";
"Onunla aramızda bir akrabalık bağı vardır" demelerinde olduğu
gibidir. Binâenaleyh bukelimenin, vuslat manasında kullanılması güzel ve
yerinde olmuş olur. Buna göre tabiri, "Bağınız kopmuştur" manasındadır.
Bu ifadeyi, mansub
olarak beynekum şeklinde okuyanların kıraatinin izahı şöyledir: Bunda fail
mukadderdir. İfadenin takdiri, "Aranızda olan ilgi ve bağ kopmuştur"
şeklindedir. Sibeveyh şöyle der: "Araplar, "Yarın olunca, bana
gel" derler. Bu, "Yarın bir ümid veya bir bela söz konusu olursa,
bana gel" demektir. Halihazırdaki durumdan anlaşıldığı için, bunlar açıkça
söylenmemiştir." İbnü'l-Enbârî ise, âyetin takdirinin, "Andolsun
ki aramızda olan şey kopmuştur" şeklinde olduğunu
ve manası açıkça anlaşıldığı için (U) kelimesinin hazfedildiğini söylemiştir.
[66]
Bil ki bu âyet,
Kıyamet hallerini anlayıp kavrama hususunda değerli kaideler ihtiva etmektedir:
1) İnsanın
canı (ruhu), hiç şüphe yok ki, gerçek bilgileri ve
yüce ahlâkı kazanma
vesilesi olan şu bedene bağlanmıştır.
Ruh, bu iki matlûbu
hiç elde etmemiş olarak bedenden ayrıldığı zaman, pişmanlığı büyür ve sayesinde
ebedi saadeti kazanabileceği böylesi kıymetli bir vesileyi (âleti) bulduğu
halde, daha sonra onu kaybettiği, boşa çıkardığı ve ondan hiç faydalanamadığı
için, başına gelen bela kuvvetli olmuş olur. İşte, "Andolsun ki sizi ilk
defa yarattığımız gibi, yapayalnız, tek tek huzurumuza geldiniz" âyeti ile
anlatılmak istenen budur.
2) Bu can
(ruh), o beden aleti ile ruhanî (ebedî) saadeti ve kemali kazanamadtğı gibi,
birincisinden daha fena bir iş yapmıştır. Çünkü o, ömrü boyunca mal ve makam
elde etme gayreti,bunları güçlendirip kuvvetlendirme çabası içinde olup bunları
sevmiştir. Halbuki insan gerçekte maddi alemden, manevi aleme yöneliktir. Oysa
bu aciz ve miskin, hükmü tersyüz etmiş, önermeyi tersinden kurmuş ve ruhanî
gayeyi bırakıp, maddi aleme yönelmiş, esas gayesini unutmuş ve birtakım maddi
lezzetlere aldanmıştır. Ölünce de, ister istemez önerme onunkinin tersine
dönmüş; böylece de maddi alemden manevi aleme yönelmiştir. Kazandığı ve elde
etmek için bütün ömrünü harcadığı o maftar, geride (dünyâda) kâimışfır.
frisanın geride tartan mallarından istifade etmesi mümkün değildir. İnsan,
istifade edemeyeceği halde, maddi
(dünyevi) aleme Milat etmiş olması sebebi ile, çoğu kez bunlardan faydalanamaz, boynu bükük
ve sükût-i hayale uğramış olarak kalakalır. İşte bu da, son derece büyük bir
pişmanlığı, üzüntüyü ve yazıklanmayı gerektirir ki, âyetteki, "Size ihsan
ettiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız" buyruğu ile anlatılmak istenen de
budur.
Bu, insanın kazanıp da
hayır yerlerine sarfetmediği bütün malların, Hak Teâlâ'nın bu âyette bahsettiği
hal üzere olduğuna delalet eder. Ama insan o mallan Allah'ın emirlerine hürmet
ve O'nun mahlûkatına şefkatle ilgili yönlere harcaması halinde, onları geride
bırakmaz ve fakat Cenâb-ı Allah'ın, "Kendiniz için önden ne hayır
yollarsanız, Aliah katında onu bulursunuz" (Bakara, noj âyetinde de
buyurduğu gibi, onların hayrı, kendisine kavuşur.
3) Bu miskin
insanlar, batıl dinlere ve yanlış mezhebiere yardımcı olma yolunda nefislerine
(hevâ-vü heveslerine) uymuşlar ve Kıyamet mahfiline vardıkları zaman bu
işlerinden istifade edeceklerini zannetmişlerdir. Onlar oraya varıp, o
inançlarına
karşılık orada bulunan şiddetli azabı ve
daimî cezayı gördüklerinde, şu birçok yönden kendileri için azablar meydana
gelir:
a) Pişmanlık
ve nedamet azabı: Bu azap: "Nasıl oldu da, güç belâ kazandığım o
sermayemi, onca fedakârlıklarla harcamamdan şimdi elime geçen yine müthiş bir
dert ve azap oldu" pişmanlığıdır.
b)
Mahcubiyet azabı: Bu, dünya yurdunda inandığı herşeyin, orada sırf bir cehalet
ve açık bir sapıklık olduğunun kendisine zahir olmasıdır.
c) Büyük bir ümidin yanında, alabildiğine bir
ümidsizliğin olması... Şüphe yok ki bütün bunlar, şiddetli bir azabı ve manevi
büyük bir elemi gerektirir. Âyetteki
'Aranızda,
kendilerinin (Allah'ın) ortaklan olduğunu iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de
şimdi yanınızda görmüyoruz" buyruğu ile anlatılmak istenen budur.
4) Kendisi
ile haytrelde edebileceği şeyi elden çıkardığınıve yanında çeşitli zararları
gerektirenin kaldığını anlayınca, insanın, elden kaçırdığı şeyleri bazı
bakımlardan elde etme ümidi kalır. Bu ümidden dolayı, o üzüntü ve acıları bir
nebze hafifler. Ama elden çıkardığı şeyleri tekrar elde etmenin imkansız
olduğunu ve o noksanları gidermenin mümkün olmadığını kesin olarak anlayınca,
üzüntüsü artar, derdi büyür. İşte bu hususu, Hak Teâlâ, "Andolsun, onlarla
aranızdaki (bağlar), bir bir koptu" ifadesi ile anlatmıştır. Bu, "Ruh
ile beden arasındaki bağlar paramparça olmuş, onu yeniden elde etmek, bağlamak
imkansızlaşmıştır" demektir. Bu mertebelerin hakikatlerine vâkıf
olunduğunda, dalalet ehlinin halterini açklama hususunda, Kur'an'ın bu
beyanının üstünde başka bir beyanın olamayacağı ortaya çıkmış olur.
[67]
"Taneleri ve
çekirdekleri çatlatıp açan Allah'dır. Ölüden diriyi çıkarır. Diriden
lüyü çıkaran da Odur. İşte Allah (Hak Ma'bud) Odur. O
halde nasıl olup da
imandan)
döndürülüyorsunuz?"
En'âm. 95).
Âyetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[68]
Bil ki Cenâb-ı Allah,
tevhidi anlatıp, peşinden nübüvvet
meselesini
izah edip, daha sonra da bu asılların bazı
ayrıntıları
ile ilgili konulardan bahsedince, bütün akli ve
nakli şeyler ile hertürlü hikmetli gayelerden asıl maksadın,
ancak Allah Teâlâ'nın varlığını.stfatlarını ve
fiillerini bilmek olduğuna dikkat çekmek için, bu âyette yeniden, yaratıcının
varlığına; ilminin, hikmetinin ve kudretinin mükemmelliğine delalet eden
delilleri zikretmeye yönelmiştir.
[69]
Âyetteki "(O),
taneleri ve çekirdekleri yaratandır" vasfı ite ilgili iki görüş vardır:
1)
Bu, İbn Abbâs (r.a)'dan rivayet edilen ve Dahhâk ile
Mukâtil'in de tercih ettiği görüş olup, "O taneleri ve çekirdekleri
yaratandır" manasına gelir. Vahidî şöyle der: "Bunlar,
"fâlık" (yarıp çıkaran) kelimesini, 1âtır (yaratan) kelimesi yerine
koymuşlardır. Ben derim ki: "Fatr, yarmak manasındadır. Faik kelimesi de
aynı manayadır. Binâenaleyh birşey varlık alemine girmezden önce serâpâ yokluk
ve olumsuzluktur. Akıl o yokluk hakkında, kendisinde bir aralanma, bir açılma
olmayan devamlı ve koyu bir karanlık tasavvur eder. Yaratıcı, mevcut olmayan o
şeyi yokluktan varlığa çıkarınca, insanın hayal ve tasavvuruna göre sanki
yokluğu yarıp, içinden daha önce mevcud olmayan o varlığı meydana getirmiş
olur. İşte bu izaha göre, "falık" (yarıp çıkaran) kelimesini,
"icadeden, yaratan ve yoktan var eden" manalarına hamletmek uzak bir
ihtimal sayılmaz."
2) Âlimlerin ekserisinin görüşüne göre; "faik" kelimesi,
"yarmak" manasınadır. "Habb", tıpkı buğday, arpa ve benzeri
şeylerin tanesi gibi, bizzat "tane" manasınadır. "Neva"
ise, şeftali, hurma ve benzeri şeylerin çekirdeği gibi, meyvenin içinde bulunan
"çekirdek" manasındadır.
[70]
Bunu iyice kavradığın
zaman deriz ki: Tane veya çekirdek rutubetli bir yere düşüp, aradan bir zaman
geçince, Allah Teâlâ o çekirdeğin ve tanenin hem üstünden, hem de altından
birer yarık ortaya çıkarır. Bunlardan üst tarafta meydana gelen yarıktan, yukarı
doğru çıkan fidan, çekirdeğin altında meydana gelen yarıktan ise
"kökler" diye ifade edilen ve yerin derinliklerine uzanan kısım
çıkar. Böylece de o çekirdek veya tane, yukarı doğru çıkan fidan (ve bitkinin),
yerin derinliklerine uzanan köklerle birleşmesini sağlar. Sonra burada birtakım
enteresan şeyler meydana gelir. Şöyle ki:
a) O
çekirdeğin özelliği, eğer yerin
derinliklerine doğru uzanıp gitmeyi gerektiriyorsa, daha nasıl
bunun çekirdeğinden, bir de yukarı doğru yükselen bir fide çıkabiliyor? Yok
eğer o çekirdeğin özelliği ve karekteri, yukarı doğru çıkmayı gerektiriyor ise,
ondan yerin derinliklerine uzanan kökler nasıl meydana gelmiştir? Binâenaleyh
duyular ve akıl bu iki ağaçtan (yani fidan ile köklerden) herbirinin vasfının
diğerinin vasfına zıt olduğuna şehadet ettiği halde, o çekirdek ve taneden bu
iki bitki (kök ve fidan) meydana gelince, bu durumun onların tabiat ve özelliği
sebebiyle olmadığını, aksine yaratma, varetme, icad etme ve tekvin gereği
olduğunu anlarız.
b)
Yerin altı, kuvvetli
çuvaldızın batamayacağı ve
keskin bir bıçağın saplanamayacağı kadar sert ve
katıdır. Diğer taraftan biz, o köklerin uçlarının çok ince ve nazik olduğunu,
hatta en ufak bir kuvvet kullanarak sıkıştırdığında su haline geldiğini görüp
biliyoruz. Sonra bunlar, son derece ince ve yumuşak olmalarına rağmen, o katı
ve sert toprağı delip geçiyorlar ve o kesif kütlenin derinliklerine
dalabiliyorlar. Binâenaleyh son derece yumuşak ve zayıf bu cisimlerde,
böylesine bir kuvvetin meydana gelişi, mutlaka ve mutlaka aziz ve hakim bir
Zât'ın takdiri ile olması gerekir.
[71]
c) Bu çekirdekten bir ağaç çıkar. Bu ağaçta
çeşitli unsurlar bulunur. Ezcümle onun gövdesinin kabuğunun belli bir özelliği
vardır. Bu kabuğun içinde ağacın kütlesi yer alıp, bunun içinde atılmış yüne
benzeyen yumuşak bir kısım vardır. Daha sonra ağacın gövdesinden dallar çıkar.
Bu dalların üstünde önce yapraklar, daha sonra çiçekler ve tomurcuklar çıkar.
Üçüncü olarak da meyveler çıkar. Meyvenin, bazı durumlarda, dört nevi kabuğu
bulunur, tıpkı ceviz gibi. Çünkü cevizin en üstünde yeşil, onun altında ise,
ağactn gövdesi gibi sert kabuk yer alır. Bu kabuğun altında da, cevizin özünü
kuşatan ince bir zar vardır. Zarın içinde de cevizin özü bulunur. Bu öz de tıpkı
kabuk gibi, birtakım kesif maddeler ite ceviz yağı gibi birtakım latif
maddeleri ihtiva eder ki asıl maksad da budur. Binâenaleyh tabiatın,
yıldızların, dört mevsimin ve dört unsurun tesirleri eşit olmasına rağmen,
karekterleri, sıfatları, renkleri, şekil ve tadlan farklı olan bu cisimlerin
meydana gelişi, bunların tabiat ve "dört unsur"un yönetmesi ile
değil, hakîm, Rahîm, hür irade sahibi ve mutlak kadir olan bir zatın tedbiri
ile meydana geldiklerine delalet eder.
d) Bu dört
unsurun bazen sen tek bir meyvede de mevcut olduğunu görürsün. Mesela
turunçgillerin kabuğu hem hararetli, hem de kurudur... İçi, hem serin, hem de
rutubetlidir. Asidi, serin ve kurudur. Tohumu ise, hararetli ve kurudur. Üzüm
de böyledir... Onun kabuğu ve çekirdeği serin ve kuru; suyu ve içi, sıcak ve
rutubetlidir...
Binâenaleyh tek bir
taneden, karakterleri birbirine zıt, özellikleri başka olan şeylerin meydana
gelmesi, mutlaka bir Fâil-i Muhtar'ın yaratmasıyla olur.
[72]
e) Sen, meyvelerin durumlarının farklı farklı olduğunu görürsün... Bir
kısmının, mesela ceviz ve bademde olduğu gibi, özü içte, kafcuğu dıştadır...
Bir kısmının, mesela şeftali ve"zerdalide olduğu gibi, yenilecek kısmı
dışta, sert çekirdeği içtedir, Zerdalinin ve şeftalinin çekirdeklerinde olduğu
gibi, bir kısmının çekirdeğinin "özü" vardır. Hurmanın çekirdeğinde
gördüğümüz üzere, bir kısmının da özü yoktur. Mesela incir gibi bazı
meyvelerin, ne içte ne de dışta bir kabuğu bulunmayıp, hepsi de yenilir
kısımdır. İşte bunlar, meyvelerdeki farklı farklı durumlardır. Hububat da şekil
ve biçim bakımından farklıdır. Mesela buğdayın şekli, adeta bir dairenin
yarısı; arpanın şekli ise, tabanları birbirine bitişmiş olan iki koni gibidir.
Mercimeğin şekli de, adeta bir dairedir. Nohutun şekli de bir başka tarzdadır.
İşte bu muhtelif şekillerin mutlaka Yaratıcının, terkiblerinin ancak bu şekle
göre mükemmel olacağını bildiği birtakım sırlardan ve hikmetlerden ötürü böyle
olması gerekmiştir... Yine yüce yaratıcı, her çeşit hububata, başka başka özellikler,
başka başka menfeatler koymuştur. Yine, tek bir meyve, bir canlı için bazan
gıda, diğer bir canlı içinse zehir olur... Binâenaleyh, tabiatların ve
yıldızların tesirinin aynı olmasıyla beraber, sıfatların, şekillerin ve
durumların farklı farklı oluşları, bütün bunların hür irade sahibi hakîm bir
Fâil'in yaratmasıyla meydana geldiklerine delalet eder.
[73]
f) Sen, ağaçtan tek biT yaprak aldığında, onun
ortasında dümdüz bir çizgi bulursun... Bu, o yaprağa nisbetle, tıpkı, insan
bedeninde omurganın içindeki sinir gibidir... İnsanın omurgasının içindeki
sinirden, bedende sağa sola ayrılan pekçok sinir çıkıp, sonra da her bir
sinirden başka başka sinirler çıkarak, küçüklüğü sebebiyle, gitgide duyu ve algı
organlarının farkedemiyeceği bir hale gelinceye dek, bölünüp incelmeye devam
ettikleri gibi, aynen bu şekilde o yaprağın ortasında bulunan o büyük çizgiden,
sağa sola damarlar, çizgiler ayrılır... Bunların herbirinden de, birinciden
daha ince, farklı farklı kılcal damarlar ayrılır. Bu iş, o kılcal damarlar ve
çizgiler, duyu organlarının idrak alant dışına çıkıncaya kadar devam ederler...
İşte Allah Teâlâ, bunu böyle yapmıştır... Ta ki, o yaprağın kütlesinde bulunan
cazibe, çekim kuvveti, bu ince kılcaf damarlar vasıtasıyla, yerin içinde
bulunan çok ince gıda maddelerini çekip emebilsin... Binâenaleyh, yaratıcının o
tek yaprağı yaratmadaki ihtimam ve dikkatini gördüğün zaman, O'nun o ağacı
yaratmadaki ilgi ve özeninin ne kadar çok olduğunu anlar ve O'nun o bitkilerin
tamamını yaratmadaki ihtimamının da ne kadar çok olduğunu bilmiş olursun...
Sonra sen, Cenâb-ı
Hakk'ın, canlıların faydasına olmak üzere bütün bitkileri yarattığını anladığın
zaman, O'nun canlıları yaratmadaki ihtimamının ne kadar mükemmel olduğunu
anlarsın. Canlıları yaratmasındaki esas maksadının da insanın kendisi olduğunu
bilince, O'nun insanı yaratmasındaki ihtimam ve itinasının, ne kadar eşsiz ve
mükemmel olduğunu anlarsın. Sonra Allah Teâlâ, bu alemde bitki ve canlıları,
bedeni itibariyle insan için bir gıda ve deva olsun diye yaratmıştır...
Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın insanı yaratmasından maksat, marifetullah,
muhabbetullah ve Allah'a hizmet gayesidir... Nitekim Allah Teâlâ, "Ben,
cinleri ve insanları ancak, bana ibadet etsinler diye yarattım..."
(Zâriyat, 56) buyurmuştur.
Binaenaleyh, ey aciz
insan, sen bu maddi gözünle.o ağacın tek bir yaprağına bak! O damarların ve
kirişlerin, o yaprakta nasıl yaratıldıklarını anla.. Daha sonra da, bunlardaki
en son maksadın, beşerî ruhlarda marifetullah ve muhabbetullahın meydana
gelmesi olduğunu anlayıncaya kadar, bir mertebeden, onun üstündeki başka bir
mertebeye geç!.. İşte böylece sana, mükâşefe kapılarından, sonu olmayan bir
kapı açılır, böylece sen de, Allah'ın sana olan nimetlerinin sonsuz olduğunu
anlarsın. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın nimetlerini tek tek saymaya
kalksanız, onları sayamazsınız..." (Nahi, 18) buyurmuştur. Bütün bunlar,
çekirdek ve taneden çıkan o yaprağın yaratılış keyfiyetinden ortaya çıkar. İşte Hak Teâlâ'nın, "Taneleri ve çekirdekleri
çatlatıp açan Allah'tır"
buyruğunun tefsiri hususunda özet olarak söylenebilecek olan sözler
bunlardır. İnsan bu kadarına vakıf olduğu zaman, O'nun bunları nihayetsiz
olarak dallandırıp sınıflandırması mümkündür. Altah Teâlâ'dan tevfik ve hidâyetini
talep ederiz...
[74]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"O, ölüden diriyi çıkarır. Diriden ölüyü çıkaran da O'dur" buyruğuna
gelince, bu hususta birkaç bahis
bulunmaktadır:
Birinci bahis :Hayy
"diri", canlılıkla nitelendirilen her şeyin adıdır. Meyyit ise,
kendisinde hayat sıfatı bulunmayan şeyin adıdır. Bu takdire göre bitkiler
"hayy" değildir.
Bunu iyice kavradığın
zaman bil ki, âlimler, âyette geçen "diri" ve "ölü"
kelimelerinin tefsiri hususunda şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir.
[75]
Birinci görüş: Bu iki
lafzı, hakikî manaya hamletmektir. İbn Abbas şöyle der: "Cenâb-ı Hak,
nutfeden canlı bir beşer, canlı beşerden de ölü bir nutfe çıkarır. Yine aynı
şekilde, yumurtadan canlı civcivi, tavuktan da ölü yumurtayı çıkarır. Bundan
maksat, canlı ile ölünün birbirlerinin zıddı olup, birbirlerini nefyettiklerini
ifade etmektir. Binaenaleyh, benzer bir şeyin benzer bir şeyden meydana
gelmesi,
bunun tabiat ve hassalar icabı olduğu
zannını uyandırabilir. Ama, zıddın zıddan meydana gelmesine gelince, bunun
tabiat ve o şeylere ait özellikler sebebiyle olması imkânsızdır. Bilakis bunun,
Hakîm olan bir yaratıcının takdiri ve Alîm olan bir müdebbirin yönetmesiyle
meydana gelmesi gerekir...
[76]
İkinci görüş:
"Hayy" ve "Meyyit" kelimelerinin, bizim zikrettiğimiz
manalar
ile, yine bazı mecazî
manalara hamledilmesidir. Bu hususta da şu izah şekilleri bulunmaktadır:
a) Zeccâc
şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak, yeni, taze yeşil bitkiyi, kuru
taneden; kuruyu da, canlı ve büyüyen bitkiden çıkarır."
b) İbn
Abbas şöyle demiştir:
"Hz. İbrahim'de olduğu gibi,
mü'mini kâfirden; Hz. Nûh (a.s)'da olduğu gibi, kâfiri (Nuh'un oğlunu)
mü'minden; isyan edeni itaat edenden; itaat edeni isyan edenden
çıkarır..."
c) Kesin
olarak zararlı olduğuna hükmedilen bazı şeyler, büyük faydalara vesile
olabilir. Bunun aksi de söz konusudur. Tıb bilginleri şöyle bir olay
nakletmişlerdir: "Bir şahsa, ölsün diye içeceğine çok miktarda afyon
katılmıştı. O şahıs bu afyonu alınca, yanındakiler de "nasıl olsa
ölecek" diye onu bulunduğu yerden alıp karanlık bir yere koymuşlardı.
Meğer, oradan büyük bir yılan çıkarak, adamı sokmuş. Böylece, yılanın sokması,
o afyonun zararının o adamdan bertaraf edilmesine sebep olmuş.... Çünkü afyon
soğuk olması sebebiyle öldürücüdür; yılanın zehiri ise sıcaklığının kuvveti ile
öldürür. Böylece yılanın sokması, o afyonun öldürücü tesirinin bertaraf
edilmesine sebep olmuş." Binâenaleyh burada, büyük zararı vereceğine
inanılan şeyden, en büyük hayır meydana gelmiştir. Bazan da bunun aksi
olabilir. Bütün bu farklı haller ve birbirine zıt olan bu fiiller, bu âlemin
hakîm; mahlûkatın maslahatlarını ihmal etmeyen ve onları başıboş bırakmayan bir
müdebbir'i olduğuna delâlet eder. Bu konuların altında, daha nice yüce ve
kıymetli bahisler bulunmaktadır.
İkinci bahis: Nâfi,
Hamza, Kisaî ve Asım'ın ravisi Hafs, geçtiği her iki yerde de kelimeyi
"meyyit" şeklinde; diğer kıraat imamları ise, şeddesiz olarak
"meyt" şeklinde okumuşlardır. Bu kelimelerin Kur'ân'da geçtiği diğer
yerlerde de aynı şekilde kıraat farklılığı mevcuttur.
[77]
Üçüncü bahis: Bir
kimse şöyle diyebilir: "Cenâb-ı Hak önce "O, ölüden diriyi çıkanrd
"daha sonra da, "Diriden Ölüyü,
çıkaran
da O'dur" buyurmuştur. Halbuki, isim cümlesinin fiil cümlesine atfedilmesi
güzel değildir. Öyleyse Cenâb-ı Hakk'ın böyle ifade etmesinin sebebi
nedir?"
Biz deriz ki: Cenâb-ı
Hakk'tn, buyruğu,
"... taneleri ne
çekirdekleri yaratandır.." sözüne atfedilmiştir. Zira bu, o
sözün adeta bir beyânı
ve tefsiri gibidir. Çünkü, bitki ve büyüyen ağacı bitirmek için taneyi ve
çekirdeği çatlatmak, ölüden canlı çıkarma cinsindendir. Çünkü,
"büyüyen", canfı hükmündedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Arzı, ölümünün
ardından, O canlandırıyor.," (Rum, 19) âyetine bakmaz mısın?
[78]
Burada yapılacak bir
başka izah da şudur: "Fiil cümlesi, o failin, o fiile her an ve her zaman
itina gösterdiğine delâlet eder. Ama, isim cümlesine gelince bu, her zaman
yenilenmeyi ve itina göstermeyi ifâde etmez.. Üstad Abdul-Kâhir
el-Cürcanî, Delâilu'l-İ'câz isimli kitabında buna bir misâl vererek
şöyle der:
"Cenâb-ı Hak,
"Sizi gökten ve yerden rızıklandıracak Allah'dan başka bir yaratan var
mı?" (Fatır, 3) buyurmuştur. O burada, "sizi rızıklandıracak..."
fiil cümlesini getirmiştir. Çünkü fiil sîgası, Cenâb-ı Hakk'ın o canlıları,
aralıksız ve kesintisiz olarak rızıklandırdığını ifade eder. Ama, isim sığasına
gelince, bunun misali Cenâb-ı Hakk'ın "Köpekleri de, giriş yerinde iki
kolunu uzatmakta idi..." (Kehf, 18) âyetidir. Bu âyetteki, kelimesi, aynı
hal üzere kalmayı ifade eder.."
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, "canlı cansızdan daha kıymetlidir; binâenaleyh, diriyi
ölüden çıkarma hususunda gösterilen itinânın, ölüyü diriden çıkarmaya
gösterilen itinâdan daha fazla olması gerekir. İşte bu mânadan dolayı, diriyi
ölüden yaratmaya gösterilen ihtimam ve dikkatin ölüyü diriden yaratmaya
gösterilen itinadan daha fazla ve daha mükemmel olduğuna dikkat çekmek için, birincisi
fiil, ikincisi de isim cümlesiyle getirilmiştir." Allah, muradını en iyi
bilendir.
[79]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, âyetin sonunda "İşte Allah
(hak
ma'bud) O'dur. O halde nasıl olup da, (imandan) döndürülüyorsunuz?)"
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:
[80]
Bazı âlimler,
"Bunun manası "müdebbir, hâlık,
fayda veren, zarar veren, dirilten
ve. öldüren Allah
işte O'dur. O hâlde nasıl
olup da putlara ibâdet edileceği gerektiği iftirasında bulunuyorsunuz?"
şeklindedir" demişlerdir.
İkinci bir manaya göre
bu âyetten maksad şudur: "Allah Teâlâ'nın ölüden diriyi,
diriden ölüyü çıkardığını müşahede ettiğiniz, sonra
canlı bedeni, bir defada ölü nut-feden (menîden) çıkardığını müşahede ettiğiniz
halde, daha nasıl olur da, çürümüş ölünün toprağından yeniden' canlı bedeni
çıkarabileceğini uzak ihtimal görürsünüz?" Bundan maksad, o insanların
haşr ve neşri yalanlamalarını reddir. Hem sonra bu iki zıt şey nisbet hususunda
birbirine denktir. Binaenaleyh iki ztddan birinden diğerine geçiş nasıl
imkansız ise, diğerinden birinciye geçiş de aynı şekilde imkânsız olmalı...
Hayat varken ölümün bulunması nasıl imkânsız ise, aynı şekilde (bir bedende) ölüm
varken de hayatın bulunması imkânsız olur. Her iki takdirde de, öldükten sonra
dirilmenin mümkün olduğu neticesi çıkar.
[81]
Sâhib İbn Abbad,
âyetteki, "O halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz?" ifâdesine sarılarak,
nsanın fiillerini Allah'ın yaratmadığını söylemiştir.
Çünkü,
ona göre, Allah Teâla eğer kulda
"döndürme" fiilini insanda yaratmış olsaydı, buna rağmen Cenâb-ı
Hakk'ın , "Nasıl olup da döndürülüyorsunuz" demesi uygun düşer miydi?
Buna şu şekilde cevap verilir; Kudret, her iki zıdda nisbetle denktir. Binaenaleyh bir müreccih (tercih eden) olmaksızın, iki taraftan (yani bir işi yapma ve yapmama taraflarından) birisi diğerine üstün gelir ise, bu durumda bu üstünlük kul tarafından olmaz, aksine sırf tesadüf otur. Binaenaleyh daha nasıl insanlara, "O halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz?" denebilir? Tercih edilen şey, eğer bir müreccihin (yani bir şeyi yapmaya götüren sebebin) bulunmasına dayanırsa, bu sebebin mevcudiyeti Allah'tan olur. Bu sebep bulunduğu zaman da o fiil mutlaka meydana gelir. Bu durumda da, bizi susturmak için ileri sürdüğünüz her delil, sizin aleyhinize döner. Allah en iyi bilndir. [82]
"(Karanlığı)
yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur. Geceyi bir sükün,güneşi ve ayı bir hesab
vesilesi kılan O'dur. İşte bütün bunlar azız ve alîm(Allah'ın)
takdiridir"(En'am, 96).
[83]
Bil ki bunlar,
yaratıcının varlığının, ilminin kudretinin ve hikmetinin delillerinden bir
diğer çeşididir. Binaenaleyh önceki âyette zikredilen çeşit, bitkilerin ve
canlıların hallerinin bu hususlara delil oluşundan alınmıştı. Bu âyetteki çeşit
ise, feleklerin (gökteki cisimlerin) hallerinden çıkarılmış delillerdir. Bu
böyledir. Çünkü gecenin karanlığının, sabahın aydınlığı ile yarılıp bölünmesi,
bitki ve ağacın kendisinden çıkışı için tanenin ve çekirdeğin yarılıp
bölünmesinden daha fazla kudret-i iJâ-hiyenin mükemmelliğine delâlet eder.Birde
gökteki cisimlerin hallerinin kalb üzerindeki tesirlerinin, yer-yüzü
hallerinin te şirinden daha fazla olduğu açıkça bilinen hususlardandır.
[84]
Bu çeşit delil birkaç
yönden izah edilir:
1) Biz deriz ki: İki çeşit sabah (fecir) vardır:
Birinci sabah (fecir), kurdun kuyruğu gibi (ufukta) dikine görünen fecirdir.
Sonra bunu katıksız bir karanlık izler.
Bu karanlığın peşine de bütün ufku (enlemesine) kaplayan bir aydınlık (fecir)
doğar. Buna göre deriz ki, "peşisıra katıksız bir karanlık meydana gelen
ve ufukta dikine (bir çizgi gibi) görünen aydınlık olan birinci sabah, Allah
Teâlâ'nın kudret ve hikmetine delâlet eden en güçlü delillerdendir. Bu
böyledir; çünkü diyoruz ki: Bu aydınlık ya güneş yuvarlağının tesiri iledir, ya
da böyle değildir. Birincisi söz konusu değildir. Çünkü güneşin merkezi,
Geceyarısı Dairesine ulaştığında, bu daire kendileri için ufuk olan insanlara
güneş doğularından doğmuştur. Yine bu gece yarısı dairesinin içinde yeryüzünün
yarısı bulunmaktadır. İşte bu bize göre dünyanın doğu rub'unda ışığın mevcut
olmasını gerektirir. Halbuki bu ışık, ufkun her tarafına yayılmış ve sarmış bir
şekilde görünür. Yine ufukta görünen bu dikey ışığın, saat be saat gittikçe
kuvvetlenmesi ve artması gerekir. Halbuki bu ilk sabah (fecir), eğer güneş
yuvarlağının eseri olsaydı, ufukta dikine bir çizgi hâlinde olması imkansız
olur, aksine bütün ufka enlemesine yayılıp, ufku kaplayan ve gittikçe artan bir
ışık olması gerekirdi. Durum böyle olmayıp, aksine onun, dikine beyaz bir ışık
çizgisi halinde olduğunu gördüğümüze, hatta bundan dolayı Arapların bunu
kurdun kuyruğuna benzettiğini bildiğimize, bunun peşisıra katıksız bir
karanlığın meydana geldiğini, daha sonra bütün ufku kaplayan aydınlığın
meydana geldiğini müşâhade ettiğimize göre, ufukta itk olarak meydana gelen bu
dik ışık çizgisinin güneş yuvarlağından ve güneşin ışığı cinsinden olmadığını
anlarız. Binaenaleyh bu aydınlıkların ve ışıkların ancak Allah'ın yaratması ile
ve karanlıkların sürmesinin de yine ancak Allah'ın takdiri ile olduğuna dikkat
çekmek için olup, bunların varlığının, doğrudan doğruya Allah'ın yaratmasına
bağlı olması gerekir. Nitekim Allah Teâlâ bu surenin başında, "O (Allah),
karanlıkları ve aydınlığı çaredendir" (ErVâm, 1) buyurmuştur.
2) Biz iyice araştırıp düşündüğümüzde, güneşin,
ayın ve diğer yıldızların ışıklarının, ancak kendilerine tekabül eden kütleler
üzerine düştüğünü anlarız. Ama, onlara tekabül etmeyenlere gelince, onların
ışıklarının onlara düşmesi imkânsızdır. Bu, felsefecilerle, aydınlatan ışığın
halterinden bahseden matematikçiler arasında, üzerinde ittifak edilmiş olan bir
husustur. Onların bunu izah sadedinde, çok güzel açıklamaları vardır.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki,güneş sabahleyin doğarken, ufuktan henüz yükselmemiştir.
Binaenaleyh, güneşin kütlesi, yeryüzünün bütün cüzlerine
tekabül etmez. Böylece de güneşin ışığının yeryüzüne
düşmesi imkânsız olur. Durum böyle olunca da, sabah aydınlığının, güneşin
yuvarlağının tesiriyle olması imkânsız olur. Bu sebeple bunun, hür ve irâde
sahibi olan bir failin yaratmasıyla olması gerekir.
İmdi, (bu meseleyle
ilgilenen) âlimler, eğer "Güneş, yerin altında olduğunda, kendisine
tekabül eden atmosferin aydınlanmasını gerektirir. Soma bu atmosfer, yeryüzünün
üstünde bulunan havaya tekabül eder. Böylece de, yerin altında duran havanın
ışığı, yerin üzerinde bulunan havanın aydınlanmasına sebep olur. Sonra bu ışık,
bir havadan, kendisine bitişik olan başka bir havaya nüfuz eder. Böylece de bu,
bizi kuşatan atmosfere ulaşır. İşte bu izah, Ebu Ali İbnu'l-Heysem'ın bunu
izah hususunda el-Manâzıru'l-Kesse adlı eserinde istinad etmiş olduğu bir
izahtır" derlerse, buna şöyle cevap verilir: Bu mazeret şu iki yönden
geçersizdir:
a) Hava, rengi olmayan şeffaf bir kütledir.
Böyle olan herşey, zatında ve cevherinde ışığı ve rengi kabul etmez. Bu,
felsefecilerin üzerinde ittifak ettikleri bir husustur. Onlar buna şu şekilde
istidlal etmişlerdir: "Eğer ışık, havanın yüzeyinde karar kılsaydı,
gözümüz havanın sathını görebilirdi. Eğer görebilseydi, havanın ötesini
göremez, havanın sathını görmesi, ondan ötesini görmesine mani olurdu. Binaenaleyh
durum böyle olmadığına göre, havanın, zatı ve cevheri bakımından renk ve ışığı
kabul etmediğini anlarız. Böyle olan bir varlıktan ışığın bir başka şeye aksetmesi
imkansızdır. Binaenaleyh güneş ışığının, tam karşısında olan bir havanın
aydınlanmasına sebep olması da imkânsızdır."
Şayet onlar,
"Ufukta, buharlardan ve dumanlardan meydana gelen birtakım kesif kısımlar
vardır. Bu kısımlar kesif olduğu için güneş yuvarlağından gelen ışığı kabul
eder (gösterir). Bu kısımlarda ışığın yer alması, bunların karşısında bulunan
havada da ışığın görünmesine sebep olur denilmesi niçin caiz olmasın?"
derlerse, biz deriz ki: "Eğer bunun sebebi, söylediğiniz şey olsaydı, o
zaman ufuktaki buhar ve dumanların çokluğu nisbetinde, sabah aydınlığının çok
olması gerekirdi, Ancak durum böyle değil, bunun tam aksidir. Binaenaleyh bu
mazeret geçersizdir.
b) İbnu'l-Heysem'in söylediği sözün yanlışlığını
gösterme hususunda ikinci izah da şudur: Bizim için ufuk dairesi olan daire,
aynı zamanda bir başka (yerdeki) insanlar için nısfu'n-nehâr (gündüz yarısı)
dairesidir. Bu sabit olunca biz deriz ki: "Güneşin merkezi, Nısfu'l-Leyl
(gece yarısı) dairesine ulaşıp onu geçtiğinde, güneş o insanlar üzerine doğmuş
olur ve orada yılın yarısı tamamen aydınlık (gündüz) olarak geçer. Bizim
bulunduğumuz yer için doğu rub'u olan feleğin rub'u, o beldeye nisbetle aynen
batı rub'udur. Bu böyle olunca da güneş, Nısfu'l-Leyl dairesinin merkezini
geçtiğinde, güneş kütlesi, bizim
bulunduğumuz yer itibarı ile, "doğu rub'u"nun havası hizasında olur.
Binaenaleyh eğer hava, güneşin ışığını kabul etmiş olsaydı, o zaman,
bulunduğumuz yere göre, "doğu rub'u"nun havasında ışığın ve
aydınlığın, gece yarısından sonra meydana gelmesi ve yine gece yarısından sonra
doğu rub'unun havasının tamamen aydınlık olması gerekirdi. Durum böyle olmadığına
göre, havanın, zatında ışığı kabul etmediğini anlıyoruz. Bu, geçersiz olunca,
İbnü'l-Heysem'in söylediği şey de geçersiz ve bâtıl olmuş olur. Çünkü biz,
aydınlığı ve karanlığı, güneş yuvarlağının değil, Allah Teâlâ'nin yarattığı
hususunda, tamamen aklî iki dakik delil zikrettik. Allah en iyi bilendir.
3) Farzet ki
bu âlemde meydana gelen ışık,güneşin tesiriyledir.Fakat biz diyoruz ki;
Cisimler mahiyetleri bakımından birbirine benzerler. Durum böyle olduğuna göre,
güneş yuvarlağındaki bu özettiğinin, hür ve irade sahibi bir failin yaratması
ile olmuş olması gerekir. Birinci makamı -ki o da cisimlerin, cisim olma ve
mekanda yer tutma bakımından birbirlerine benzer olmalarıdır- şöyle izah
ederiz: Müşareket (benzeme) sebebi, muhalefet sebebinden başka olmasından ötürü,
şayet aralarında bir ihtilaf (aykırılık) olsaydı, bu ihtilaf, cismiyyet
kavramından başka bu kavramda olurdu. Bu takdirde şu üç ihtimal söz konusudur:
1) Ya bu
durum, cismiyyete mahal olur.
2) Ya
cismiyyetin içinde bulunur, ona dahil olur.
3) Yahut bu iki şıktan hiçbiri olmaz.
Birinci ihtimal
batıldır, zira cismin, bir başka varlıkla (zatla) kaim bir sıfat olmasını
gerektirir. Bu ise imkânsızdır, çünkü bu mahal, eğer bir mekân olursa, o zaman
cismin mahalli, cisimden başka bir şey olur ki bu da muhaldir. Eğer durum böyle
olmaz ise, boşlukta bulunan hiçbir mekan ve cihetle alakası olmayan bir mahalle
dahil olmuş olması gerekir. Bu ise, aklın bedaheti ile kabul edilmeyen bir husustur.
İkinci ihtimal de bâtıldır. Çünkü böyle olması hâlinde, zatlar cisim olmuş
olurlar, farklılığı meydana getiren şeyfer de sıfatlar olmuş olur. Birşey
hakkında geçerli olan herşey, onun benzeri için de geçerli olur. Binaenaleyh
zatlar, bütün mahiyetleri bakımından birbirlerinin benzeri olurlarsa, onlardan
her biri için geçerli olanın, diğeri için de doğru olması gerekir. İşte elde
etmek istediğimiz netice de budur. Üçüncü ihtimale gelince -ki bu, farklılığı
meydana getiren şeyin, hem cisme mahal oluşunu, hem de cisme dahil (onun
içinde) olduğunu kabul etmektedir bunun yanlış olduğu da meydandadır.
Binaenaleyh bu aklî delil ile, bütün cisimlerin mahiyetleri bakımından
birbirine benzediği sabit olur.
Bu sabit olunca biz
deriz ki: İki benzer şeyden birisi için söz konusu olan herşey, ikincisi için
de söz konusudur. Cisimler, "bedeliyyet" (birinin yerine bir
diğerinin geçmesi) yolu ile bütün sıfatları kabul etme hususunda birbirine eşit
olunca, güneşin maddesine, bu aydınlatma sıfatının verilmesi, mutlaka hür ve
irade sahibi bir yaratıcının has kılması ile olması gerekir. Bu sabit olunca,
gerçekte, sabahı ıgecenin karanlığından) yarıp çıkaran Hak Teâlâ olmuş olur.
Zaten elde etmek istediğimiz netice de budur. Allah en iyi bilendir.
[85]
4) Karanlık, ademe (yokluğa) benzer. Hatta kesin
aklî deliller, karanlığın "yok-uğu" ifade eden bir mefhum, nurun
(ışığın, aydmlığtn) da, tamamen var oluşu ifade eden bir mefhum olduğuna
delâlet etmektedir. Binaenaleyh gece karardığı zaman,
bütün insanların kalbinde bir korku ve endişe doğar.
Derken onları uyku bürür ve onlar sanki ölürler. Hareket edenler durur,
tesirler kesilir, bütün işler durur. Sabahın aydınlığı gelince ise, sanki sûra
hayat maddesi ve idrak kuvveti üflenmiş gibi olur. Böylece uykular zayıflar,
uyanışlar başlar. Sabahın aydınlığı iyice artıp kuvvetlenince, canlıların his
ve hareket kuvveti de aynı nısbette kuvvetlenir. Hak Teâlâ'nın, mahlûkat
üzerinde en büyük nimetinin,hayat, his ve idrak kuvveti olduğu malumdur. Bunların meydana gelmesi için, aydmlık aslî sebep
olunca, nurun {aydınlık ve ışığın) yaratılmasında Allah'ın kudretinin tesiri,
en büyük bir nimet ve en yüce bir fazl-u kerem olmuş olur.
Bunu iyice anladığında
bil ki, Hak Teâlâ'nın, sabahı gecenin karanlığından yarıp çıkaran olması,
kudretinin mükemmelliğini göstermesi hususunda ve bunun mahlûkâta bir rahmet-i
ilâhiyye ve ihsan-ı ilâhî olması hususunda, en büyük ve en yüce bir delil olmuş
olur. Âyetteki, "Sabahı yarıp çıkaran...." vasfının, hükümleri
seçmede hür ve irade sahibi bir yaratıcının varlığına delâlet ettiğini anlatmada,
aklımıza gelenler bunlardan ibarettir. Allah en iyi bitendir.
Bu delilleri kıymetli
bir netice ile bitiriyor ve diyoruz ki: "Allah Teâlâ, yokluk karanlığını,
yaratma ve halketme sabahı ile; cansızlık karanlığını, hayat ve akıl ve hidayet
sabahı ilejcehâlet zulmetini, akıl ve idrâk sabahı ile; maddî âlem karanlığını,
kudsî ruhu kurtarıp, felekler âleminin sabahına ulaştırması ile ve mümkinât
âlemi ile meşgul olma karanlıklarını da, yaratıkları yöneten zatı tanıma
aydınlığının sabahı ile, yarıp çıkarandır .
[86]
Âyette geçen ısbah
kelimesinin tefsiri hususunda, şu
izahlar yapılmıştır:
a) el-Leys
şöyle der: "Subh ve sabah
kelimeleri, gündüzün başlangıcı
manasınadır. İşte buna "Isbâh"
da denir. Nitekim Allah Teâlâ,
"fâlıku'l-ısbah (sabahı
çıkaran)" buyurmuştur. Şair şöyle demiştir:
"Akşamların ve
sabahların (ardı arası kesilmeksizin) birbirlerini izlemesi, bazı ruhları yok
etmiş, bazı ruhları da kurmuş (dünyaya gelmelerine vesile olmuş) tur. "[87]
b) Bu
kelime, "sabah" manasında kullanılan bir masdardır. İmdi eğer,
"Âyetin zahiri, Allah Teâlâ'nın sabahı yardığını ifade etmektedir. Halbuki
durum böyle değildir. Çünkü Allah Teâlâ, sabahı çıkarmak için karanlığı
varmıştır. Bu nasıl izah edilebilir?" denilir ise, biz deriz ki: Bu
hususta şu izahlar yapılabilir:
1) Aflah
Teâlâ'nın, "sabahı yaran" ifadesi ile, "sabahın karanlığını
yaran"
mânası kastedilmiştir. Çünkü kuzey, batı
ve güney taraflarında ufuk karanlıkla dop-doludur. Sabahın aydınlığı ise
(başlangıçta) sadece doğu tarafında görülür. Binaenaleyh ufuk sanki karanlıkla
dopdolu bir deniz gibidir. Allah Teâlâ bu karanlıklar denizinde, birtakım
nurdan kanallar açarak yarar. Netice olarak diyebiliriz ki, "Âyetteki bu
tabirden maksad, "Allah, sabahın karanlığını, sabahın aydınlığı ile
yarandır" manasıdır. Âyetten bu mananın kastedildiği malum olunca, böyle
bir hazif güzel ve yerinde olmuş olur.
2) Allah Teâlâ, zulmet denizini, sabahın nuru
ile yardığı gibi, sabahın nurunu da yarıp, ondan gündüzün aydınlığını
çıkarandır. Binaenaleyh,"sabah* yarıp çıkaran " ifadesi,
"gündüzün aydınlığı için, sabahı yarıp çıkaran" manasınadır.
3) Sabah vakti aydınlığın ortaya çıkması, ancak
Allah'ın o karanlığı yarması İle olmuştur. Binaenaleyh âyetteki, "sabahı
yarıp çıkaran" vasfı, "sabahı çıkaran" manasındadır. Fakat onu
çıkarmak için, zulmeti (karanlığı) yarmak gerektiği için, sebep zikredilmiş,
ama bununla netice kastedilmiştir.
4) Bazıları şöyle demişlerdir: "Âyetteki
"fâlık" kelimesi, "yaratan" manasınadır. Binaenaleyh âyet
"O, sabahı yaratandır" manasındadır. Buna göre, bu soru zail olur.
AHah en iyi bilendir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Geceyi bîr sükûn (vesilesi)
kıldı" ifâdesine
gelince, bil ki Alfah
Teâlâ bu âyette, tevhid hususunda, gökle ilgili üç delil zikretmiştir:
Birincisi: Sabahın aydınlığının ortaya çıkışı... Biz
bunu, anlayabildiğimiz kadarı ile tefsir etmeye çalıştık.
İkincisi:
Allah Teâlâ'nın, "(O), geceyi bir sükûn vesilesi kıldı" buyruğudur.
Bu ifâde ile ilgili birkaç bahis vardır:
[88]
Birinci bahis; Keşşaf
sahibi şöyle der: "Seken kelimesi, insanın, koca ve sevgili gibi, yanında
sükûnete erip rahatladığı ve kendisinde itminan bulduğu şeydir. Işığı
sayesinde etrafa ünsiyet peydah edildiği için ateşe "seken" denilmesi
de, bu manadan dolayıdır. Baksana, sen Arapların, ateşi "munise"
(ünsiyet veren, huzur veren şey) diye adlandırdıklarını görürsün. İnsan gecede
de huzur bulur ve sükûnete erer. Çünkü insan gündüz iyice yorulup istirahat
edebileceği bir zamana ihtiyaç duyar. İşte bu zaman, gecedir.
[89]
"İnsanlar,
cennette en güzel yaşayış ve en tatlı bir zaman içinde olmayacaklar mı? Halbuki
orada, gece yoktur. Binâenaleyh biz, gece ve gündüzün bulunuşunun, hayatın
lezzet ve hayırlarını elde etmenin gereklerinden olmadığını anlıyoruz?"
denilir ise, biz deriz ki: Sözümüz, gece ve gündüzün, bu dünya âlemi için
faydalı olan şeylerin gereklerinden olması hakkındadır. Ama âhirette, böylesi
şeyler devam etmez. Böylece iki âlem arasındaki fark ortaya çıkar.
İkinci bahis: Âsim ve
Kisâî, fiil sigası ile şeklinde; diğer kıraat imamları ise, tsm-i fail sigası
ile şeklinde okumuşlardır. İsm-i fail sigası ile
olan kıraatin delili âyette bundan önce geçen fâlıku'l-habb ve
fâlıku'l-isbah ifâdelerinin de ism-i fail sigasıyla gelmiş olmasıdır. Câ'il
kelimesi de ism-i faildir. Binaenaleyh ma'tufun, ma'tufun aleyhe benzemesi
gerekir.
Fiil-i mazı sigasıyla
olan kıraatin delili ise şudur: Âyetteki "şems ve kamer" kelimeleri
mansubturlar. Binaenaleyh mutlaka bunları nasbeden bir âmil (fiil) olması
gerekir. Bu âmil de, "güneşi ve ayı, bir hesab üzere yaratan"
manasında olmak üzere, takdirinin
yapılmasıdır. Bu da, aynı manaya gelir.
[90]
Âyetteki "(O),
güneşi ve ayt bir hesab üzere (yaratandır)" buyruğu ile ilgili birkaç
bahis vardır:
Birinci bahis: Bunun
manası, "Allah, güneşin ve ayın hareketini belli bir hesaba göre takdir
etmiştir" şeklindedir. Nitekim O, bunu, "Güneşi ziya, ayı nâr yapan,
yılların sayısını ue hesabı bilmeniz için, ona menziller tayin eden O
(Al-iah'dır)" (Yunus, 5) âyeti ile, "Güneş de, ay da hesab
iledir" (Rahman, 5) âyetinde de bildirmiştir. Bu hususta sözün özü şudur:
Allah Teâlâ güneşin hareketini, gerek sür'at, gerek yavaşlık bakımından,
devrini bir senede tamamlayacak biçimde, muayyen bir miktarla tayin
etmiştir.Yine, ayın hareketini de,devrini bir ayda tamamlayacak biçimde takdir
etmiştir. İşte, ancak bu miktar ve takdir etmeler sebebiyle, dört mevsimde de,
âlemin faydaları, işleri bir nizam içine girer ve bu miktar ve tayin etmeler
sebebiyle.meyvelerin olgunlaşması ve kazançlar etde etmek gibi,insanların
ihtiyaç duyduğu şeyler de hasıl olur. Binaenaleyh, biz bu miktarların, olduğundan
daha hızlı veya yavaş olduğunu takdir edersek, o zaman âlemin nizamı bozulur,
faydalar yok olur. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "(O), güneşi ue ayı bir hesab
üzere (yaratandır)" buyruğundan maksad budur.
[91]
İkinci bahis: Ayetteki
"husbân" kelimesi hakkında iki görüş vardır:
1) Bu,
Ebu'l-Heysem'in görüşüdür. Buna göre husbân kelimesi, tıpkı, rikâb (cem'i,
rükbân) (binit, deve) ve şihâb, (cem'i şuhbân) "yıldız, yıldızlar"
kelimelerinde ofduğu gibi hisâb (hesab) kelimesinin çoğuludur.
2) Husbân
kelimesi, tıpkı rüchan (üstünlük) ve nuksan (noksan) kelimeleri gibi bir
masdardır. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Kesre ile olmak üzere
hisbân
kelimesi hasibe (hesapladı...) fiilinin
masdarı olduğu gibi, damme ile olan
kelimesi
de, bu fiilin masdarıdır. Gufran {mağfiret etmek), şükran, (teşekkür etmek, şükretmek)
ve küfrân (nankörlük yapmak) kelimeleri de böyledir."
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: "(O), güneşi ve ayı, bir hüsban üzere
(yaratandır)" ifadesinin manası, "Onları bir hesap üzre yarattı, var
etti" demektir. Çünkü, vakitlerin hesabı, ancak bu ikisinin devir ve
hareketleriyle bilinebilir.
Üçüncü bahis: Keşşaf
sahibi şöyle demektedir: "Âyetteki kelimeleri üç türlü, üç harekeyle de
okunmuşlardır. Bu sebeple, bunların mansûb okunmaları, Cenâb-ı Hakk'ın,
"geceyi yaratandır" ifadesinin delâlet ettiği bir fiilin takdir
edilmesi itibariyledir. Yani, "Güneşi ve ayı, bir hesab üzere
yarattı" demektir. Bu kelimelerin mecrûr okunuşları, onlar
ifadesindeki
kelimelerine atfedildikleri içindir. Merfu okunmaları ise, bu
kelimelerin, haberleri mahzuf olan birer mübtedâ olmalarından dolayıdır. Böyle
olması halinde ifadenin takdiri, "Güneş ve ay ise, bir hesap ile
yaratılmışlardır", yani "iyice hesaplanmışlardır " demektir.
Cenâb-ı Hak, âyetini
"İşte bütün bunlar, azız ve alim o
(Allah'ın)
takdiridir"ifadesiyle sona erdirmiştir. Bu ifadede bulunan el-Azîz vasfı
O'nun kudretinin; el-Alîm kelimesi de O'nun ilminin mükemmel olduğuna bir
işaret olup bunun manası şudur: "Feleklerin kütlelerinin, hızlılık ya da
yavaşlılık bakımından, muayyen ve hususî miktarlarla ve hususi sıfatlar ve
muayyen durum ve hareketlerle takdir edilmiş olması, bütün mümkinâta taalluk
eden kâmil bir kudret; malûmatın bütün külliyât ve cüz'iyyâtında geçerli olan
bir ilim ile ancak elde edilebilir. Bu, bu hallerin ve sıfatların, o maddelerin
tabiat ve özelliklen sebebiyle değü, ancak bir Fâil-i Muhtar (Allah)'ın bunu
onlara tahsis etmesiyle olabileceğinin bir açıklanmasıdır. Allah en iyisini
bilendir.
[92]
"O, karanın ve
denizin karanlıktan içinde kendileriyle yol bulmanız için, sizin yararınıza
olarak yıldızları yaratandır. Biz âyetleri, bilen kimseler için, gerçekten
açıkça beyan ettik" (En'am, 97).
Bu, Allah Teiâlâ'nın,
kudretinin, rahmetinin ve hikmetinin kemâline delâlet eden delillerin üçüncü
çeşidi olup, kulların faydalanması gayesiyle yıldızları yaratmış olmasıdır. Bu
menfaat birkaç bakımdandır:
Birincisi: Hak Teâlâ,
yıldızları, insanlar güneşi ve ayt göremedikleri zaman, karanın ve denizin
karanlıkları içinde yollarını ve yönlerini bulmaları için yaratmıştır. Çünkü bu
esnada insanlar gitmek istedikleri yol ve yönleri, yıldızlar sayesinde bulabilirler.
İkincisi: İnsanlar,
güneşin hareketindeki muhtelif haller ile, namaz vakitlerini tayin ve tesbit
ederler. Onlar, gündüz kıbleyi ancak güneşin hareketine bakarak, geceleyin ise
yıldızların durumlarına bakarak bulabilirler.
Üçüncüsü: Allah Teâlâ,
bundan başka surelerde de, yıldızların gökyüzünün süsü olduğundan bahsederek,
"Gökte burçlar yaratan, onların içinde bir ışık ve nurlu bir ay barındıran
(Allah'ın) şanı ne yücedir!" (Furkan, 61); "Gerçekten biz, en yakın
göğü bir zinetle, yıldızlarla (donatıp) süsledik" (Saffat, 6) ve
"Burçlar sahibi göğe yemin olsun ki...'[ (Buruc, 1) buyurmuştur.
Dördüncüsü: Allah
Teâlâ, yıldızların faydaları sadedinde onların şeytanları taşlayıp kovma
vasıtası olduğunu bildirmiştir.[93]
Beşincisi: Şöyle
denilebilir: "Karanın ve denizin karanlıkları içinde, kendileriyle yol
bulmanız için...." ifadesi, "Ta'tîl ve teşbih karanlıklarında
yollarınızı bulaşınız diye..." demektir. Çünkü Muattıla (ta'tîl ehli)
Cenâb-ı Hakk'ın, fâil-i muhtar bir yaratıcı olduğunu kabul etmez... Müşebbihe
(teşbih ehli), Allah'ın bir mekânda bulunan bir cisim olduğunu isbata çalışır.
Böylece Allah, bu yıldızlarla şu iki çeşit zulmetten kurtulunsun diye, bu
yıldızları yaratmıştır. Ta'tîl diyarının karanlıklarından kurtulmaya gelince,
bu şöyledir: Biz bu yıldızların, sıfatları bakımından çok farklı olduklarını
müşahede etmekteyiz. Bu cümleden olarak bu yıldızların bir kısmı gezegen, bir
kısmı ise sabittirler. Sabit yıldızların bir kısmı (yerin orta) mıntıkasına tekabül
etmekte, bir kısmı ise kutuplardadır. Yine sabit olanlar parlak ve ışıklıdır;
gezegenler ise parlak değildir. Yine bunların bazısı alabildiğine ışıklı olan
büyük yıldızlardır, bazıları ise ışığı az ve hafif olan küçük yıldızlardır.
Yine âlimler bu yıldızların mertebelerinin yedi olduğunu söylemişlerdir.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki, (yukarda) cisimlerin mahiyetleri itibariyle birbirlerine
benzediklerine işaret etmiş ve durum her ne zaman böyle olursa, bunların
herbirine belirli bazı sıfatların has kılınmış olmasının, ancak fâil-i muhtar
bir
zâtın takdiri ile
olabileceğine delil teşkil ettiğini bildirmiştik ki "Muattıla diyarının karanlıklarından"
yıldızlar sayesinde kurtulmanın manası budur.
Bu yıldızlarla
"teşbih denizinin zulmetlerinden" kurtulmanın izahına gelince, biz
deriz ki;Yıldızların ilâh olmasını zedeleyen şey, kusur, onların sadece cisim
olmalarıdır. Bu sebeple, bu yıldızlar birtaktm cüzlerden ve parçalardan
meydana gelmiş olurlar. Hem o yıldızlar, sonlu ve sınırlıdırlar. Yine onlar,
değişen hareket eden ve bir hâlden başka bir hâle geçen şeylerdir. Binaenaleyh,
bütün bu sayılan şeyler (yıldızların) uluhiyetleri hususunda birer kusur
addeditmezlerse, onların (yıldızların) ilâh oluşları hususunda birer kusur
kabul edilirlerse, Allah'ı bütün bunlardan tenzih etmek gerekir ve böylece de,
âlemin, göklerin ve yerin ilahının cisim olmaktan, uzuvlardan, cüzlerden,
sınırlı ve sonlu olmaktan, mekândan ve cihetten münezzeh olan bir ilâh olduğuna
kesinkes hükmetmek gerekir. İşte bu yıldızlar vasıtasıyla Muattıla diyarı ile
Müşebbihe denizinin zulmetlerinden kurtulup halâs olmanın izahı budur. Bu
izah, lafzın her ne kadar hakikî manasından mecazî manasına geçmek sayılsa da,
Allah'ın kitabının azametine uygun olan doğru bir izah olduğunda şüphe yoktur.
Bu yıldızların
faydalarından altıncısı, Allah Teâlâ'nın, "Göklerin ve yerin yaratılışı
hakkında inceden inceye düşünürler. "Ey Rabbimiz. Sen bunları boşuna
yaratmadın..." (Ai-i imran, 191) âyetinde zikrettiği husustur. Allah Teâlâ
bu âyette genel olarak,bu varlıkların her birinin varoluşunda yüce bir hikmet
ve üstün bir fayda bulunduğuna ve aklımızın ayrıntılarıyla kavrayamadığı her şeyi
inkâr etmek gerekmediğine; binaenaleyh, kıyas ölçüsü ve hayal tanısıyla,
Allah'ın mülk ve me-lekûtundaki hikmetlerini ölçmek isterse, apaçık bir
sapıklıkla sapıtacağına işaret buyu rulmuştur.
[94]
Sonra Cenâb-ı Hak, bu
yıldızların durumlarıyla istidlalde bulunmayı anlattıktan sonra, "Biz
âyetleri, bilen kimseler için, gerçekten, açıkça beyân ettik..."
buyurmuştur. Bu hususta birkaç izah bulunmaktadır:
1) Bundan maksad şudur: Bu yıldızlar ile,
karanın ve denizin karanlıkları içinde yolları bulup tayin etmek nasıl mümkün ise, aynı
şekilde hakîm olan yaratıcının varlığına, kudret ve ilminin kemâline istidlal
etmek de mümkündür.
2) Âyette bahsedilen ilim akıl manasına
olabilir. Binaenaleyh, "Biz âyetleri, biten kimseler için, gerçekten
açıkça beyan ettik..." ifadesi, Bakara süresindeki, "Şüphesiı
göklerin ve yerin yaratılışında., aklı ile düşünen kimseler için nice âyetler
vardır" (Bakara, 164) âyetiyle, "Hakikat, göklerin ve yerin
yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde hâlis akıl
sahipleri için elbet ibret verici deliller vardır" (Ai-i imran, 190)
âyetinin benzeridir.
3) Âyetteki,
"bilen kimseler için..." tabiri, "Düşünen, tefekkür eden,
görüp
ısıttığı (müşahhas) şeyler vasıtasıyla
aklî meselelere istidlal eden, görünen şehâdet âleminden görünmeyen gayb
âlemine yol bulan bir topluluk için..." manasında olabilir.
[95]
"O, sizi bir tek
candan yaratandır. Sonra (sizin için) bir karar yeri, bir de emanet yeri
(vardır). Biz iyi anlayacak kimselere, âyetlerimizi hakikaten
açıkça bildirdik" (En'am, 98).
Bu, Allah'ın varlığı
ile O'nun ilim ve kudretinin mükemmel olduğuna dair delillerin dördüncüsü
olup, insanın yaratılışındaki birtakım halleri, Allah'ın birliği hakkında delil
kılmaktır. Bu sebeple biz diyoruz ki, âyette geçen "tek bir
can"ın,Âdem (a.s) olduğunda şüphe yoktur. O da, tek bir candır. Havva onun
kaburgalarının birinden yaratılmıştır. Binaenaleyh, bütün insanlar tek bir
candan meydana gelmiş olurlar ki, bu tek bir can da, Hz. Adem'dir.
[96]
Buna göre şayet,
"Hz. İsa hakkındaki hüküm nedir?" denilirse, biz deriz ki: O da, bir
ana bir babadan meydana gelmiş olan Meryem
(a.s)'den yaratılmıştır.
Buna göre eğer onlar,
"Kur’ân, Hz. İsa'nın kelimeden veya, o kelimeye üflenen ruhtan yaratılmış
olduğuna delâlet etmiyor mu? O halde, bu nasıl doğru olabilir?" derlerse,
biz deriz ki: ifadesinin başındaki kelimesi, "ibtidâ-i
gaye (ibtidaiyye) manası ifade etmektedir. Hz. İsa'nın
Meryem'den meydana geldiği hususunda bir ihtilaf yoktur. İşte bu kadar (izah),
bu lafzın sahih ve doğru olması için yeterlidir.
Kâdî şöyle demektedir:
"Hak Teâlâ'nın, enşe'ekum "sizi inşa etti, yarattı" tabiriyle,
halekakum "sizi halketti" ifadesi arasında fark bulunmaktadır. Zira,
O'nun enşe'ekum sözü, O'nun sizi (insanları), doğrudan değil, ama ebeveynden
ortaya çıkarmadan geliştirmek ve büyütmek, çoğaltmak suretiyle yarattığını
ifade eder. Nitekim bitkiler hakkında, büyümek ve olgunlaşıncaya kadar
gelişmek manasında olmak üzere, "Allahu Teâlâ onu inşa etti"
denilmektedir."
[97]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Sonra (sizin için) bir müstakarr, bir de müstevde' (uardtr)" buyruğu
hakkında birkaç bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: İbn
Kesir ve Ebu Amr, kâf harfinin kesresiyle, fe musta-ktrrun; diğer kıraat
imamları ise, kâf harfinin fethasıyla fe mustakarrun şeklinde okumuşlardır.
Ebu Ali el-Farisî,
Sibeveyh'in şöyle dediğini söylemiştir:
"Arapça'da,
"Mekânına yerleşti, istikrar buldu" denilmektedir.
Binaenaleyh, kim bu
ifadeyi kâf harfinin kesresiyle okursa, o zaman müstakırrun kelimesi, karr
(karar kılmış olan, yerleşmiş olan) manasında olur. Böyle olunca da, onun
mukadder olan haberinin minkum "sizden..." kelimesi olması gerekir.
Yani,
"sizden, yerleşip karar kılanlar
vardır..." demektir. Bu ifade kâf harfinin fethasıyla mustakarrun şeklinde
okunursa, o zaman bu kelime mef'ul olmaz...
Çünkü ıstakarre fiili
teaddi etmez... Binaenaleyh, onun mef'ul-ü bihi olmaz.. O zaman da bu kelime,
"karar kılınan yer (makarr)" manasında olmak üzere, ism-i mekân olur.
Durum böyle olunca, onun mukadder haberinin minkum olması caiz olmaz.. O zaman
kelamın takdiri, lekum makarrun "Sizin için bir karar kılma yeri bulunmaktadır"
şeklindedir. Müstavde' kelimesine gelince, istevde'e fiili, iki mef'ul alan bir
fiildir. Nitekim sen, (Zeyd'e bin dirhem emanet ettim) veya,
(O miktarı emanet ettim) dersin. O halde müstevde'
kelimesi, hem "emanet edilen yer", hem de "kendisine emanet
bırakılan insan" hakkında kullanılmaktadır."
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Bu kelimeyi, kâî harfinin fethasıyla müstakarr şeklinde
okuyan kıraat, matufun aleyh'in aynısı olsun diye, müstevde1 kelimesini de
ism-i mekân olarak kabul etmiştir.. Buna göre kelamın takdiri, "Sizin
için, bir karar kılma ve bir emanet bırakılma yeri vardır.." şeklindedir.
Allah en iyisini bilendir. Fakat kâf harfinin kesresiyle müstakirr kıraatine
göre o zaman bu ifadelerin manası, "Sizden, karar
kılanlar ile, yine
sizden emânet bırakanlar vardır..." şeklinde olur ki, bunun da takdiri,
"Sizden karar kılanla, emânet bırakan kimseler vardır" şeklindedir.
Allah en iyisini bilendir.
İkinci bahis:
Müstakarr tabiriyle müstevde1 arasındaki fark şudur: "Muste-karr"
kelimesinin manası, bitkiler hakkında, "müstevde"' kelimesinden daha
elverişli bir manadır. Binaenaleyh, bir yerde bulunan ve zeval bulup gitmeye
mahkûm olmayan her şey hakkında, "orada karar kılmıştır" ifadesi
kullanılır. Ama. bir yerde bulunup zevale maruz olan her şey hakkında da,
müstevde'.. kelimesi kullanılır. Zira bir yerde emanet bırakılan şeyin geri
istenmesi mümkündür..
[98]
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Bu iki lafzın tefsiri hususunda müfessirlerin arasında
hayli farklı görüşler olup bunları şöyle sınıflandırabiliriz:
Birinci görüş: Bu,
rivayetlerin ekserisinde fbn Abbâs'tan nakledilen görüştür. Buna göre,
müstekarr "anaların rahimleri"; müstevde' de, babaların sulb-ieridir.
Kureyb şöyle demektedir: "Cerir, İbn Abbâs'a, bu âyetleri sormak için bir
mektub yazdı da, İbn Abbas da.
"müstevde1, "babaların sulbleri"; müstekarr
da "anaların
rahimleri" diye cevap verdi, sonra da "Sizi, dileyeceğimiz muayyen
bir uakte kadar rahimlerde durduruyoruz..." (Hacc, 5) âyetini okumuştur^
Bu görüşün kuvvetliliğine, tek bir nutfenin babanın sulbünde uzun zaman
kalmayıp da, ceninin anaların rahminde uzun zaman kalması keyfiyeti de delâlet
eder. Anaların rahminde bekleme süresi, babaların sulbünde bekleme süresinden
daha çok olunca, "istikrar" fiilini, anaların rahminde kalmak,
bekleme manasına hamletmek daha münasip olur.
İkinci görüş:
Müstekarr: "Babaların sulbü" , müstevde1 ise, "annelerin rahmidir.
Çünkü nutfe, başkasından olmaksızın babaların sulbünde bulunur. Halbuki yine o
nutfe, anaların rahminde başkasının fiiliyle meydana gelir. O halde o nutfenin,
anaların rahminde, erkek (koca) vasıtasıyla bulunması hali, "vedia -
emânet bırakılan şey"e teşbih edilmiştir. Zira Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sonra (sizin için) bir karar yeri, bir de emanet yeri (vardır)"
buyruğu, "müstekarr"ın, "müstevde'"den önce olmasını
gerektirir. Babaların sulbündeki nutfe de, o nutfenin anaların rahminde yer
almasından daha önce mevcuttur. Bu sebeple "müstekarr"ın, babaların
sulbünde olan; "müstevda"tn da, annelerin rahminde olan şey"
olmaları gerekir.
Üçüncü görüş: Hasan
el-Basri'nin görüşü olup buna göre müstekarr, kişinin ölümünden sonraki
halidir, durumudur. Zira kişi, saîd {mutlu ve iyi kul) olursa, işte karar
kılıp iyice yerleşmiş olan şey, o saadet halidir; eğer şakî bedbaht ve kâfir
ise, işte karar kılan şey, o mutsuzluk ve bedbahtlık halidir. Ölümünden sonra,
insanın hallerinde herhangi bir değişiklik meydana gelmesi söz konusu değildir.
Ama, ölümden önce hallerde bir değişiklik meydana gelebilir. Mesela, kâfir
bazan mü'min; zındık da, bazan sıddîk, sözü ve ameli doğru olan kimse haline
gelebilir. Binaenaleyh bu haller, yok olma ve sona erme ile yüz yüze
bulundukları için, bunların yok olup kaybolma ile yüzyüze olan
"vedîa-emânete" teşbih edilmiş olması uzak bir ihtimal sayılmaz.
Dördüncü görüş:
Esamm'ın görüşü olup buna göre "müstekarr" ilk nefisten yaratılarak
dünyaya giren ve orada karar kılan kimsedir. "Müstevda1.." ise, henüz
yaratılmamış, fakat yaratılacak olandır.
Beşinci görüş: Yine
Esamm'a ait bir görüş olup buna göre, "müstekarr" dünyada karar
kılan; "müstevda"' ise. diriltilinceye kadar kabirlerde olanlardır.
Katâde'den bunun aksi rivayet edilmiştir ki o. "Kabirde olanlara
"müstekarr" {yerleştirilmiş), dünyadaki kimselere de
"müstevda1..." (emanete bırakılmış) denilir..." demiştir.
Altıncı görüş: Ebu
Müslim el-Jsfehanî'nin görüşü olup buna göre kelamın takdiri, "O sizi tek
bir candan yaratandır. Bir de bakarsın ki sizden, erkek olan
"müstekarr"lar, dişi olan "müstevda'lar" vardır..11
şeklindedir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, erkeği "müstekarr" sözüyle
ifade etmiştir. Çünkü "nutfe", ancak erkeğin sulbünde oluşur ve
orada karar kılar. Allah dişiyi ise müstevda' diye ifade etmiştir. Çünkü
dişinin rahmi, o nutfenin emanet bırakıldığı bir yere benzemektedir. Allah en
iyisini bilendir.
Üçüncü bahis: Bu
sözden maksad şudur: İnsanlar, tek bir şahıstan meydana gelmişlerdir ki, bu da
Âdem (a.s)'dir. Daha sonra âlimler, yukarda bahsedilen izahlar itibariyle
müstekarr ve müstevda' kelimelerinin manası hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu
cümleden olarak biz deriz ki: İnsanların şahısları, cisim olmak bakımından eşit
ve fakat sıfatları bakımından birbirlerinden farklıdırlar. Müstekarr ve
müstevda'daki farklılık da bu sıfatlardan ötürü meydana gelmiştir. O
sıfatlardaki farklılığın, mutlaka bir sebebi ve müessiri bulunmaktadır. Bunun
sebebi, cisim olmak ve, cisimden ayrılması mümkün olmayan sıfatlar değildir.
Aksi halde, sıfatlar hususunda bir farklılığın bulunması imkânsız olurdu.
Binaenaleyh, bunun sebebinin, hakîm, hür ve irade sahibi bir fail olması
gerekir. (Bu manaya) delâlet bakımından bu âyetin benzeri olan bir ifade de,
Cenâb-ı Hakk'ın, "O dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da
(...) O'nun delille/indendir" (Rum, 22) buyruğudur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Biz iyi anlayacak kimselere, âyetlerimizi hakikaten açıkça
bildirdik" buyurmuştur. Âyette bahsedilen, bu "açıkça bildirmek"
tabirinden maksad, Cenâb-ı Hakk'ın bu delilleri, birbirinden ayırmak suretiyle,
beyan etmiş olmasıdır. Baksana, Hak Teâlâ ilk önce, bitkilerin ve ağaçların,
tane ve çekirdekten oluşturulmasına dikkat etmeyi, bundan sonra da, üç bakımdan
felekî delillere sarılmayı zikretmiş, daha sonra da insanın meydana getirilmesi,
yaratılması hallerine dikkat vermekten bahsetmiştir. Böylece de Cenâb-ı Hak bu
delilleri birbirinden ayırmış ve iyi anlayan kavimler için, bu delilleri
böylece iyiden iyiye açıklamıştır.
[99]
Bu tabirle ilgili
birkaç bahis vardır:
Birinci bahis:
"Cenâb-ı Hakk'ın, "iyi anlayacak kimselere âyetleri iyice açıkladık"
ifadesinin zahiri, Allah Teâlâ'nın fiillerini bir maksat ve hikmete binaen
yaptığını göstermektedir?"[100]
Ehl-i sünnetin buna
verdiği cevap şudur: jjti ifadesindeki lâm harfi, "lâmü'l-âkibeMdrr.
Veyahut da bu ifade, bir fiili, herhangi bir maksat için yapan kimsenin haline
benzetme manasına hamledilmiş olur.
İkinci bahis; Bu âyet,
Cenâb-ı Hakk'ın, bütün insanlarda iyi ve ince anlama kabiliyeti ve imanı murad
edip onların hiçbirinin kâfir olmasını dilemediğine delâlet eder. Bu,
Mutezile'nin görüşüdür.
Ehl-i sünnetin buna
verdiği cevap şudur: Bu ifâdeden murad şudur: Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek
istemiştir: "Ben bu beyân ve açıklamayı, bilen, iyi ve ince anlayan ve
iyice anlayıp kavrayan kimseler için iyiden iyiye açıkladım, tafsil ettim... Bu
kimseler ise, başkaları değil, mü'm inlerdir."
Üçüncü bahis: Cenâb-ı
Hak, kendisiyle yıldızların durumlarından istidlale dair âyetini, (bilirler)
ifadesiyle: bu âyetini ise, "iyi ve ince anlarlar.." lafzıyla
bitirmiştir. Buradaki fark şudur: İnsanları tek bir candan yaratıp, onları
farklı farklı haller arasında döndürüp dolaştırmak, sanat ve tedbir bakımından
çok hoş ve çok ince bir durumdur. "Fıkh..." kelimesi, iyice anlamayı,
kuvvetli zekâ ve anlayışı ifade ettiği için, Cenâb-ı Hak burada bu kökten olan
yef-kahûn kelimesini kullanmıştır. Allah en iyisini bilendir.
[101]
"O, gökten
(bulutla) su indirendir. Sonra biz onunla her çeşit bitkiyi çıkardık. O
bitkiden bir yeşil (fidan) meydana getirdik ki ondan da (büyüyüp) birbiri üstüne
binmiş taneler, hurma tomurcuğundan sarkmış salkımlar, birbirine hem benzeyen
hen benzemeyen üzüm, zeytin ve nar bahçeleri
yapıp çıkarıyoruz. (Her birinin) meyvesine bir ilk meyve verdiği zaman,
bir de kemale eriştiği vakit bakın. Elbette bütün bunlarda iman edecekler için
alınacak
birçok dersler vardır" (En'am, 99).
Bil ki bu beşinci
nevî, Allah Teâlâ'nın kudretinin, ilminin, hikmet ve rahmetinin mükemmelliğine
ve mahlûkatına ihsanının çeşitii yönlerine delalet eden delillerdendir.
Bunlar delil olmalarıyla
beraber, aynı zamanda yüce nimetler, mükemmel ihsanlardır. Kelam, bazı
cihetlerden detil olur, sair cihetlerden in'am ve ihsan olursa, kalbdeki tesiri
de ona göre büyük olur. İşte bu noktada iyice anlaşılır ki halkı Hakk'a
çağırmakla meşgul olan kimsenin, bu metoddan ayrılmaması gerekir.
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[102]
Cenâb-ı Hakk'ın
"O, gökten su
indirendir" buyruğunun
zahiri, yağmurun gökten inmiş olmasını iktiza eder. İşte bu
hususta âlimler ihtilaf
etmişlerdir. Bu
cümleden olarak Ebu Ali el-Cübbaî, âyetin tefsirinde şöyle der: "Allah
Teâlâ suyu (yağmuru), gökten bulutlara; bulutlardan da yere indirmektedir.
Çünkü, bu nassın (âyetin) zahiri, yağmurun gökten inmiş olmasını iktiza etmektedir.
Âyetin zahirini bırakıp da tevile gitmeye ise, ancak lafzı zahirî manasına hamletmenin
imkânsız olduğuna dair bir delil bulunduğu zaman ihtiyaç duyulur. Halbuki
burada, yağmurun gökten inmesinin imkânsız olduğuna dair bir delil bulunmamaktadır.
Binaenaleyh, lafzı zahirî manaya hamletmek gerekir.''
Ama, "çok
miktarda buhar, toprağın içinde bir araya gelir... Sonra da, havaya yükselir,
kalkar. Böylece, bu yükselme neticesinde bulutlar biraraya gelir ve sonuçta da
bu bulutlar damla damla su akıtmaya başlarlar ki. işte buna yağmur denilir.
." diyen kimsenin görüşüne gelince, Cübbaî bu görüşün yanlışlığına,
aşağıdaki bakımlardan istidlallerde bulunmuştur:
Birinci hüccet: Dolu,
bazen sıcak bir vakitte, hatta yaz mevsiminin ortasında dahi görülür. Yine
biz, en soğuk zamanda dahi, dolu haline gelmeden, yağmurun yağdığını
görmekteyiz ki, işte bu hadise yukardaki görüş sahiplerinin görüşünü iptal
eder.
Bir kimse şöyle
diyebilir: Yukardaki görüş sahipleri Cübbaî'ye cevap vererek şöyle
diyebilirler: Şüphe yok ki buharlar, tabiatları soğuk olduğu halde, sıvı olan
parçalardır. Binaenaleyh, yaz vaktinde de, sıcak hava, bulutun dışını kuşatır
ve soğuk hava, bulutun içine kaçar. Ve orada, bu soğuk hava bir araya gelmek
suretiyle, güç ve kuvvet kazanır. Böylece de dolu meydana gelir. Ama havanın
soğuk olduğu zamanlarda, soğuk hava. bulutun dışını kapsar ve böylece bu soğuk
hava, bulutun içinde kuvvetlenemez. İşte böylece de, haliyle normal olarak dolu
meydana gelmez, aksine su olarak iner» İşte onların dediği söz bundan
ibarettir.
Buna şu şekilde cevap
vermek mümkündür: Üstteki hava tabakası, size göre cidden soğuktur. Binaenaleyh
gün, kıştn ortasında çok soğuk bir gün olursa, o tabaka cidden son derece
soğuk olur, yeri kuşatan hava da bu nisbette soğuk olur. Böylece de, soğuğun
çok şiddetli olması ve kışın kesinlikte yağmur yağmaması gerekir. Bazan
yağmurun yağdığını müşahede ettiğimize göre, sizin görüşünüz bozuk olur. Allah
en iyi bilendir.
Cübbaî'nin zikrettiği
İkinci hüccet: O şöyle demiştir: "Buharlar yükselip
ortaya çıktıklarında, parçalanıp dağılırlar. Onlar parçalanıp dağıldığında da,
onlardan yağmur damlacıkları meydana gelmez. Aksine buharlar, camlı hamamın
tavanı gibi düz, kaygan ve yekpare bir îavan ile birleştikleri zaman bir araya
gelirler (su oluşur). Ama, durum böyle olmadığı zaman o tavandan çok su akmaz.
Binaenaleyh, buharlar havaya yükselip o buharların üzerinde onlarla birleşen
düz ve kaygan bir satıh olmadığı zaman, buharlardan, su namına hiçbir şeyin
meydana gelmemesi gerekir."
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Aksi fikri savunan topluluk Cübbaî'nin bu görüşüne de şu şekilde cevap verebilirler:
Bu buharlar yükselerek dağılıp ve yükselip dağıldıklarında da soğuk bir hava
tabakasıyla karşılaştıklarında, soğurlar. Soğukluk, ağırlık ve inmeyi icab
ettirir. Soğuğun kuvveti sebebiyle o buharlar, yüksekten aşağıya doğru inmeye
başlarlar. Halbuki dünya küre şeklindedir. Binaenaleyh o buharlar yukardan
aşağıya inmeye başladıklarında, dünyayı kuşatan havanın boşluğundan, merkezin
darlığına ve sıkışıklığına doğru dönerler. Bunun üzerine o buhar parçaları, bu
sebeple birbirine yapışarak bir araya gelirler. Böylece de, o zerrelerin
birleşmesinden bazı yağmur damlaları meydana gefmiş olur.
Üçüncü hüccet,
Cübbaî'nin zikrettiği şu husustur. O, şöyle demiştir: "Eğer yağmurun
meydana gelmesi, buharların yükselmesinden olsaydı, buharlar da, devamlı olarak
denizden yükselmiş olsaydı, o zaman yağmurun devamlı yağması gerekirdi. Durum
böyle olmadığına göre, onların görüşlerinin yanlış olduğunu anlamış
oluruz." Cübbaî sözüne şöyle devam eder: "Yaptığımız bu izahlarla,
yağmurun yeryüzünün buharlarından doğmadığı sabit olur."
Karşı görüştekiler,
cisimlerin kadim olduklarına inandıkları için, bu görüşü belirtme ihtiyacı
hissetmişlerdir. Halbuki eğer cisimler kadîm olsa, cisimlere artma ve eksilmenin
arız olması imkansız olur. Bu durumda da, hadis (sonradan olma) varlıkların,
hadis oluşunun manası, ancak o zerrelerin, birtakım sıfatları aldıktan sonra,
başka bir sıfatı almalarıdır. İşte bu sebepten ötürü karşı görüştekiler,
herşeyin belli bir maddeden meydana geldiğini iddia etme çarelerini aramış ve
bu hususta gayret sarfetmişlerdir. Ama müslümanlar, cisimlerin muhdes
(yaratılmış, sonradan var olmuş) olduklarına, bu alemin yaratıcısının hür irade
sahibi bir fail olup cisimlen istediği ve dilediği şekilde yaratmaya kâdtr
olduğuna inandıkları için, böylesi zoraki fikirler ortaya koymaya ihtiyaç
hissetmezler. Binaenaleyh Kur'ân'm zahirinin, bu âyette, yağmurun gökten
indiğine delâlet ettiği ve bu zahirî mananın da imkânsızlığına dair bir delilin
bulunmadığı sabit olmaktadır. Bundan dolayı âyeti, bu zahirî manasına hamletmek
gerekir.
Şu hususlar da bizim
bu söylediğimizi kuvvetlendirir: Bütün âyetler yağmurun gökten indiğini
göstermektedir. Nitekim Hak Teâlâ, "Biz gökten tertemiz bir su
indirdik" (Furkân, 48) "Sizi tertemiz yapmak için gökten üstünüze bir
su indiriyorduk" (Enfai, 11) ve "Allah, gökte dağ halindeki
birikintilerden dolu indiriyor" (Nur, 43) buyurmuştur. Böylece, doğrusunun
Allah Teâlâ'nın bu maddeleri gökte yaratıp sonra bulutlara, daha sonra
bulutlardan da yeryüzüne indirmesi manasında olmak üzere, Allah'ın gökten
indirmiş olduğu sabit olur.
İkinci görüş: Bu ifade
ile Cenâb-ı Allah'ın, yağmuru gök tarafından bir su olarak indirmesi
kastedilmiştir.
Üçüncü görüş: Allah,
yağmuru bulutlardan indirmiştir. Fakat bu âyette bulutlara "gök"
demiştir. Çünkü Araplar mesela evin tavanı gibi, insandan yukarıda olan herşeye
"semâ"(gök) demişlerdir. İşte bu konuda söylenenler bunlardır.
[103]
Vahidî, "el-Basît" adlı tefsir kitabında,
İbn Abbas (r.a)'dan şunu nakletmiştir:
"Allah Teâlâ, bu âyetteki "su" ile, yağmuru kastetmiştir ve
yağmurun her damlası ile birlikte yeryüzüne bir melek iner." Felsefeciler
bu rivayetteki "melek" kelimesini, o yağmur damlasında aşağıya doğru
inmeyi gerektiren tabiî durum manasına hamletmişlerdir. Ama yağmurun her
damlası ile beraber, bir sema meleğinin bulunduğunu söylemek güçtür. Allah en
iyi bilendir.
[104]
Hak Teâlâ, "Sonra
biz onunla bir şeyin (her nev'in) nebatını (bitirip) çıkardık" buyurmuştur.
Bu ifade ile birkaç
bahis vardır:
Birinci bahis: Hak
Teâlâ'nın, "Sonra biz onunla her şeyin (her nev'in) nebatını (bitirip)
çıkardık" buyruğunun zahiri, O'nun bitkileri su vasıtasıyla bitirdiğini
göstermektedir. Halbuki bu, bunu tabiatın yaptığını söylemeyi gerektirir.
Kelamcılar bunu kabul etmemişlerdir. Biz bu meseleyi, Bakara sûresinde,
(Bakara, 22) âyetinin tefsirinde iyice izah
etmiştik. Binaenaleyh burada aynı şeyi tekrar etmenin manası yoktur.
İkinci bahis: Ferrâ
şöyle demiştir: "Hak Teâlâ'nın, "Sonra biz onunla her şeyin (her
nev'in) nebatını (bitirip) çıkardık)" ifadesinin zahiri, her şeyin bir bitkisi
olduğunu gösterir. Halbuki durum böyle değildir. Binaenaleyh bu ifade ile, bir
bitkisi bulunan herşeyin bitkisini, o su vasıtasıyla çıkardık" manası
kastedilmektedir. Durum böyle olunca, herhangi bir bitkisi olmayan varlıklar bu
ifadenin hükmüne girmezler."
[105]
Üçüncü bahis:
Âyetteki, "indirdi" tabirinden sonra, "Bizçıkardık" ifadesinin
kullanılışına, fesahat üslûblarmdan kabul edilen "iltifat" üslubu
denilir. Bil ki Arapça'yı bilenler bu şekilde kullanışın bir fesahat üslûbu
olduğunu söylemişler, ama bunun hangi sebeplerle böyle olduğunu beyan
etmemişlerdir. Biz ise bu hususu,
(Yunus,22)
âyetinin tefsirinde uzun uzadıya ele aldık. Burada anlatmanın bir manası yok.
Dördüncü bahis:
Âyetteki, "çıkardık" fiili cemîdir. Halbuki Allah tektir ve birdir,
O'nun şeriki yoktur. Fakat büyük melikler, kendilerinden bahsederlerken,
"biz" diye cemî sîgalar kullanırlar. İşte burada da böyledir. Bunun
benzeri, "O (Kur'ân'ı) biz indirdik" (Kadir, 1), "Nuh'u biz
gönderdik" (Nuh, 1) ve "zikri (Kur'ân'ı) indiren biziz" (Hicr,
9) gibi âyetlerdir.
Allah Teâlâ'nın
"içlerinden de taze ve yeşil fidanlar meydana getirdik" ifadesine
gelince,Zeocâc şöyle demiştir: kelimesi, (yeşil oldu) manasınadır. Nitekim
Arapça'da, aynen (yeşil oldu), "O,
şaşıdır" denildiği gibi, (yeşil oldu) ve "o
yeşildir" denilir."
el-Leys de,
"Allah'ın kitabında geçen nadir (yeşil) kelimelerinin, "ekin" manasına
geldiğini ve*her bitki yeşildir (nadir)" denildiğini söylemiştir. Ben
derim ki: "Allah Teâlâ, önceki âyette, "Allah, taneleri ve
çekirdekleri yaratandır" (En'am. 95} buyurarak, bitkileri iki kısma
ayırmıştı. Binaenaleyh taneden bitenler "ekin"; çekirdekten bitenler
de "ağaç"tır. Bu sebeple Allah Teâlâ , bu taksimi burada da nazar-ı
dikkate alıp, "içlerinden taze oe yeşil (bitkiler) meydana getirdik"
diyerek önce ekini zikretmiştir. Bu ifadedeki (yeşil) kelimesi,
"ekin" manasındadır. Nitekim bu
görüşü,
el-Leys'den de rivayet etmiştik. İbn
Abbas (r.a): "Allah, bu
ifade ile buğdayı, arpayı, çavdarı, mısırı ve pirinci kastetmiştir. Âyetteki
hadtr kelimesinden murad, başlangıçta çıkan ve ucunda başak bulunan yeşil
saptır" demiştir.
[106]
Allah Teâlâ,
"Ondan da (büyütüp) birbirinin
üstüne
binmiş taneler çıkarıyoruz"
buyurmuştur. Bu, "O yeşil saplardan, bir tek başakta üst üste binmiş
taneler çıkar" demektir, Bu böyledir, çünkü önce bu yeşil sap meydana
gelip, başaklar onun üzerinde sıralanır. Başkalar üzerinde de taneler birbiri
üzerine dizilir ve bu başakların üzerinde âdeta iğneler gibi olan keskin ince
kılçıklar yer alır. Bu kılçıkların başaklarda yer almasının gayesi, kuşların o
taneleri kapmasını engellemektir.
Hak Teâlâ, tanelerden
çıkarıp bitirdiği bitkileri zikrettikten sonra, çekirdeklerden çıkarıp
bitirdiği şeyleri ektemiştir ki bu, bitkilerin ikinci kısmıdır. Bundan dolayı
Allah Teâla, "ve
hurma tomurcuğundan (el ile tutulabilecek derecede) yakın salkımlar
(çıkarıyoruz)" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis vardır:
[107]
Birinci bahis: Hak
Teâlâ, ekini hurmadan önce zikretmiştir. Bu, ekinin hurmadan efdal olduğunu
gösterir. Bu konuda Câhız geniş bir kitap yazmıştır.
İkinci bahis:
Vahidî, Ebû Ubeyde'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Hurma tomurcuk verdiğinde denilir.
"Tal"', hurmanın kapçıktan
çıkmazdan
önceki kabıdır. Bu kapçığa da, "tal"'
denir. Tal', hurma salkımının ilk çıkışta görünen şeklinin adıdır. Bunun
müfredi, dür. "Kınvân" ise, Zeccâc'ın
söylediğine göre, sınv
(benzer) kelimesinin cem'inin sınvan kelimesi oluşu gibi, kınv kelimesinin
cem'idir. Bu kelimeyi tesniye yaptığın zaman, nûn harfinin kesresi ile kınvani
dersin. Böylece bu cemi, tesniye kalıbında olmuştur. Kınvanun lafzında nûn
harfinin tenvin alması, cemi olduğundan ötürüdür.
Bu kelimenin manasını
anladığın zaman deriz ki: Âyetteki "yakın salkımlar" tabiri
hakkında, İbn abbas (r.a) şöyle der: "Allah Teâlâ, bu ifade ile. toplayanlara
yakın tomurcuklardan uzanan salkımları murad etmiştir." Yine İbn Abbas
(r.a)'ın şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Bu, dalı budağı yere yakın
olan kısa boylu hurmadır." Zeccâc ise şöyle demiştir: "Allah Teâlâ
âyette uzak salkımları zik-retmemiştir. Uzak ve yakın salkımlardan birinin
zikredilmesi diğerine de delalet eder. Nitekim Allah Teâlâ, "Sizi sıcaktan
koruyacak elbiseler..." (Nahi, ei) buyurmuş, "sizi soğuktan
koruyacak elbiseler" dememiştir. Çünkü birbirinin zıddı iki şeyden
birinin zikredilmesi, diğerine de delâlet eder. Bu âyette de böyledir."
Şöyle de denilmiştir: İnsana yakın olan nimet, daha mükemmel ve daha çok
sayıldığı için, Allah yakın olanı zikretmiş, uzak olanı zikretmemiştir.
Üçüncü bahis: Keşşaf
sahibi şöyle der: Kınvan kelimesi, mübteda olarak merfu; kelimesi ise onun
haberidir. kısmı ise, ifadesinden bedeldir. Buna göre sanki, "Hurmadan,
yani onun tomurcuğundan olan salkımlar vardır" denilmek istenmiştir.
Kınvânün kelimesi mübteda. haberinin ise, nuh-ricu fiilinin delâlet ettiği
mahzuf bir lafız olması da mümkündür. Bu durumda kelamın takdiri şöyle olur:
"Bir takım salkımlar (onun tomurcuğundan çıkar)." Âyetin yahrucu
minhu şeklindeki Şazz kıraatine göre, kınvanun kelimesi, habbun kelimesi
üzerine matufdur. Bu kelime, cemi olarak, kâf harfinin
hem zammesi, hem de fethası i\e kunvân ve kanvân şeklinde de okunmuştur.
Çünkü fa'lan vezni, cem-i mükesser kalıplarından değildir.
[108]
Daha sonra Hak
Teâlâ, "Üzüm, zeytin ve nar
bahçeleri..." buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci bahis: Âsim,
tâ harfinin zammesiyle cennâtun şeklinde okumuştur ki, bu Hz. Ali'nin kıraatidir. Diğer kıraat imamları
ise tâ harfinin kesresiyle
cennâtin şeklinde
okumuşlardır. Birinci okuyuşun şu iki izahı yapılabilir:
a)Bununla,"Bu
hurma bahçesinin yanında, ayrıca orada üzüm bağları da bulunmaktadır"
manası kastedilmektedir.
b) Kınvanun
kelimesine matuf olmasıdır. Buna göre mana: "Hurmadan çıkan salkımlar ve
üzüm bağları bulunur" olmaktadır. Mansub (tâ harfinin kesresiyle) okumanın
izahı da, bu kelimenin kısmına matuf olmasıdır. Buna göre ifadenin takdiri,
"Ve," o su ile (yağmurla) üzüm bağları da çıkardık..," şeklinde
olur.
kelimelerinin î'rabı
da böyledir. Keşşaf sahibi, "En güzel izahın, bu iki sınıf meyvenin
üstünlüğü sebebiyle, ihtisas üzere mansub kılınmış olmalarını söylemektir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, Nisa 162 âyetindeki
ifadesi gibidir.[109]
İkinci bahis:
Ferrâ, "Hak Teâlâ zeytun ve
nar kelimeleriyle zeytin ile nar meyvelerini değil, zeytin ve nar ağaçlarını
kastetmiştir. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın,
ahalisini
kastederek, (Yusuf, 82) demesi
gibidir" demiştir.
Üçüncü bahis: Bil ki, yüce Allah burada dört çeşit
ağaçtan bahsetmiştir. Bunlar hurma, üzüm, zeytin ve nardır. Cenâb-ı Hak ekini,
(hububatı) ağaçlardan önce zikretmiştir. Çünkü hububat gıdadtr, ağaçlarm
mahsulleri ise, meyvedir.. Gıda ise, meyveden önce gelir. Allah hurmayı da
diğer meyvelerden önce zikretmiştir. Çünkü hurma, Araplara göre gıda yerine
geçer. Bir de hukemâ (feylezoflar), hurma ile hayvanlar arasında, diğer bitki
çeşitlerinde bulunmayacak bir biçimde, pek çok özellik bakımından benzerlikler
bulunduğunu söylemişlerdir. İşte bu manadan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s),
"Halanız olan hurma ağacının kadrini bilin. Çünkü o, Hz. Adem (a.s)'in
yaratıldığı toprağın arta kalanından yaratılmıştır"[110]
buyurmuştur.
[111]
Cenâb-ı Hak, hurmanın
peşinden üzümden bahsetmiştir. Çünkü üzüm, meyve çeşitlerinin en
kıymetlilerindendir. Zira üzüm, ilk çıkışından son haline kadar bütün safhalarından
istifade edilen bir meyvedir. Zira, üzüm ağacında ortaya çıkan ilk şey, yeşil,
ince, tadı mayhoş ve tadımı çok leziz olan sürgünlerdir. Bunun yiyeceklerde
kullanılması mümkündür. Daha sonra üzümün koruğu (olgunlaşmamış şekli) meydana
çıkar ki, bu da hem hastalar, hem de sağlıklı kimseler için güzel bir yiyecek
teşkil eder. Üzümün koruğundan, safrası olanlara yararlı olan, ayrıca tadımı
çok güzel olan içecekler yapılır. Bu içecekler, belki de ekşi meşrubatın en
lezzetlisidir. Sonra, üzüm tam olgunlaştığında, bu meyvelerin en lezizi ve en
çok iştah kabartanı olur. Asılmış olan üzümü, bir sene veya daha çok ya da
daha az bir süre taze tutmak mümkündür. Bu da gerçekten taze tutulmaya
çalışılan meyvelerin en lezizidir. Daha sonra bundan, çokça kullanılan dört
şey elde edilir ki bunlar, kuru üzüm, pekmez, şarap ve sirkedir. Bu dört şeyin
faydasını, ancak ciltler dolusu kitaplarla anlatmak mümkündür. Şeriat her ne
kadar şarabı haram kılmış ise de, bununla beraber Cenâb-ı Hak, onu
vasfederken, "... hem insanlar için onda bazı faideler de oardır.."
(Bakara, 219) buyurmuş, sözün devamında da, "Günahları ise faidelerin-den
daha büyüktür" (Bakara, 219) demiştir. Üzümde buiunan şeylerin en güzeli,
onun çekirdeğidir. Tabipler bundan asitli, zayıf midelere çok faydalı olan
civarşinat {hazmı kolaylaştırıcı) yaparlar. Böylece, üzümün, meyvelerin sultanı
olduğu ortaya çıkmış olur.
[112]
Zeytine gelince, bunun
da faydaları pek çoktur. Zira zeytin, olduğu gibi yenebilir. Ayrıca çok
miktarda yağı çıkar ki bu yağ da çok faydalı olup çeşitli şekillerde ondan
yararlanılır.
[113]
Nara gelince, bunun
durumu cidden hayranlık uyandıran bir husustur. Zira o, dört şeyden meydana
gelir. Bu dört unsur: Kabuğu, zarı, çekirdeği ve suyudur...
İlk üç kısmı ki,
bunlar kabuk, taneleri birbirinden ayıran zar ve çekirdektir. Bunların hepsi
soğuk, kuru, arzî, kesif, tutucu, buruşturucu olmak gibi sıfatlar bakımından
çok kuvvetlidirler. Ama, narın suyuna gelince, bu sıfatlardan tamamen farklı
olup onların zıddıdır. Çünkü narın suyu, içeceklerin en lezzetlisi ve hoşu,
itidale en yakını ve mu'tedil tabiat ve yaratılışlar için en münasib olanıdır.
Bunda zayıf bünyeleri kuvvetlendirecek hususiyetler bulunmaktadır. Bu, bir
yönden gıda, bir yönden de ilaçtır. Sen, nar hakkında iyice düşündüğünde, bu üç
kısmın arzî (yerle ilgili) tam bir yoğunlukla nitelenmiş olduklarını, suyu olan
dördüncü kısmın da, letafet ve itidal ile nitelenmiş olduğunu görürsün.
Binaenaleyh, sanki Hak Teâlâ, bu
narda, birbirinden tamamiyle farklı
olan iki zıddı bir araya getirmiştir.
Demek ki Allah'ın
rahmet ve kudretine narda bulunan delâlet daha mükemmel ve daha tam olmuş olur.
[114]
Bil ki bitki
çeşitlerinin açıklaması, ciltlere sığmayacak kadar çoktur. İşte bu sebepten
dolayı Cenâb-t Allah bu dört kısım meyveden bahsetmiştir ki, bunlar bitk
çeşitlerinin en kıymetlileridir. Böylece O, bunları zikrederek, (insanların
dikkatini:
diğerlerine çekmek
istemiştir. Allah bunlardan bahsedince, "birbirine hem benzeyen hem
benzemeyen" buyurmuştur. Bu konuda birkaç bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: Allah
Teâlâ'nın "müştebihen" buyruğu hakkında şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu
meyveler, tadı ve lezzetleri bakımından farklı olmalarına rağmen, bazan renk ve
şekil bakımından birbirine benzerler. Bazan da, tad ve lezzette birbirine
benzedikleri halde renk ve şekil bakımından farklı farklı olurlar. Çünkü üzüm
ve nar, bazan şekil, biçim ve renk bakımından birbirlerine benzerler; fakat tad
ve mayhoşluk itibariyle farklı farklı olurlar. Bunun aksi de olabilir.
b) Meyvelerin
pekçoğundaki kabuk ve çekirdekler, tad ve özellik itibariyle birbirlerine
benzerler. Ama, onların içi ve nemli ve sıvı kısımları, tad bakımından farklı
farklı olurlar.
c)
Katâde, "Ağaçların yaprakları
birbirine yakın ve benzerdir, ama meyveleri farklı farklı olur.."
demiştir. Buna alimler de, "meyveleri farklı olduğu halde, ağaçlar
birbirine benzer.." şeklinde mana vermişlerdir.
d) Ben derim
ki: Sen, bir üzüm salkımı eline alır, onun bütün tanelerinin olgunlaşmış,
yetişmiş, tatlı ve güzel olduğunu görürsün... Halbuki o tanelerin arasında, ilk
hafi olan yeşil, mayhoş ve buruşturuculuk gibi nitelikleri taşıyan bazı taneler
de bulursun. Bu takdire göre, bu salkımın tanelerinin bazıları birbirine
benzediği halde, diğer bazıları benzememiştir.
İkinci bahis: Senin,
tıpkı "müsavî oldular, eşit oldular.." demen
gibi, "İki şey
birbirine benzedi; birbirine benzediler, benzeştiler" denilir. İftiâl
babı ile tefâül babı, ekseriya aynı manada kullanılırlar. Bu ifadeler,
müteşabihen ve gayre müteşabih şeklinde de okunmuştur.
Üçüncü bahis: Allah,
müştebiheyn, (birbirine benzeyen iki şey olarak) dememiş de, müştebihen
buyurmuştur.
Bu şekilde ifade
etmek, ya iki vasıftan birisiyle yetinmek için veyahut da takdirin, "Birbirine hem benzeyen hem benzemeyen
zeytini çıkarıyoruz. Narı da aynı şekilde..." şeklinde olması
sebebiyledir.
Bu, şairin:
"O, benim ve
babamın beri ve uzak olduğumuz bir iftirada bulundu. Açtık sebebiyle bu
iftirayı attı...." sözünde olduğu gibidir.
[115]
Daha sonra Allah
Teâlâ, "(Her birinin) meyvesine, bir meyve verdiği bir de kemâle eriştiği
vakit bakın" buyurmuştur. Bu hususta birkaç bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: Hamza
ve Kisaî, sâ ve mim harflerinin zammesiyle, sümürih; Ebu Amr, sâ'nın zammesi,
mim harfinin sükûnuyla sümrih; diğer ktraat imamları ise, sâ ve mim harflerinin
fethasıyla semerih şeklinde okumuşlardır. Hamza ve Kisaî'nin kıraatleri şu iki
şekilde izah edilmişlerdir:
Birinci izah: En açık
olan bu izaha göre, semere kelimesinin cem'inin Arapların, tıpkı haşebe'nin
cem'inde huşüb dedikleri gibi, sümür şeklinde olmasıdır. Nitekim Allah
Teâlâ, "Onlar sanki (yaslanılmış)
kütükler gibidir"
(Münafikûn, 4)
buyurmuştur. "Tepe" manasına gelen "ekerne" (cem'i
"üküm") kelimesi de böyledir. Daha sonra Araplar bu kelimeyi tahfif
ederek, ükm şeklinde okumuşlardır. Nitekim şair: "Orada, (âdeta) ayaklara
kapanmış olan tepeler görürsün" demiştir.
İkinci izah: Semere
kelimesinin cem'i "simâr"dır. Daha sonra simâr kelimesi de sümür
şeklinde çoğul yapılıp cem'in cem'i olmuştur. Ebu Amr'ın kıraatinin izahına
gelince bu, sümür kelimesinin sümr şeklinde tahfif edilmesidir. Bu, Arapların
tıpkı rüsül kelimesini rüsl (Peygamberler) şeklinde söylemeleri gibidir. Diğer
kıraat imamlarının okuyuşlarının izahı ise şöyle yapılabilir: Semer kelimesi,
tıpkı şecere (cem'i şecer: ağaç); bakara (cem'i bakar, sığır); hareze (cem'i
harez: boncuk) kelimeleri gibi, semere kelimesinin çoğuludur.
İkinci bahis: Vahidî,
kelimesinin manası, "olgunlaşmaktır. Ebû Ubeyde, mazide ayne'l-fiili
meftûh, muzaride ise meksur olmak üzere, denilir... demiştir. Leys ise,
ayne'l-fiilinin kesresiyle, "Meyve olgunlaştı..." şeklinde
kullanıldığını söylemiştir. Keşşaf sahibi, yâ harfinin zammesiyle, şeklinde de
okunduğunu söylemiştir. İbn Muhaysın ise, bu kelimeyi, şeklinde okumuştur...
[116]
Üçüncü bahis: Cenâb-ı
Hakk'ın, "(Her birinin) meyvesine, bir meyve verdiği zaman..."
buyruğu, (insanlara) ilk meydana çıkışlarındaki meyvelerin haline; O'nun,
"...birde olgunlaştıkları vakit bakın..."buyruğu da meyveler olup
olgun hale geldiği zaman, onların hallerine bakmaya dair bir emirdir. İşte bu,
âyette matlub olan istidlal şekli ve delil budur. Bu böyledir, çünkü meyveler
ve çiçekler itk meydana geldiklerinde bazı hususî sıfatlar taşırlar. Onlar
kemâle erip olgunlaşınca da, ilk önceki halleri üzere kalmayıp, aksine bu
hallere tamamiyle zıt olan başka hallere geçerler. Meselâ onlar, yeşil renkli
iken siyah veya kırmızı renklere bürünürler. Yine onlar, ilk önce ekşi iken
sonra tatlılaştrlar. Çoğu kez onlar, daha ilk başta, tabiatları gereği
"bürûdet" (soğukluk) vasfını taşırken, işin sonunda yine tabiatları
gereği hararetti, sıcak olurlar. İşte bu değişikliklerin ve farklılaşmaların,
mutlaka bir sebebi vardır. Bu sebep, tabiatların, mevsimlerin, yıldız ve
feleklerin tesiri olamaz.. Zira bütün bu hallerin, farklı farklı cisimlerin
tamamına nisbeti, müsavi ve birbirine benzer,
yakındır. Hafbukı birbirine benzeyen eşit nı'sberferın farktı farklı
hadiselerin meydana gelişlerine sebep olmaları imkânsızdır. Bu hadiselerin
meydana gelişlerinin tabiatlara, yıldız ve feleklere isnâd edilmesi bâtıl
olunca, bunların rahmetine, insanların menfaatine ve hikmetine muvafık olarak,
bu âlemi idare eden hakîm, rahîm, hür irade ve mutlak kudret sahibi olan bir
zat'a isnad edilmesi gerekir. Cenâb-ı Allah, bu latîf ve hoş delile dikkat
çekince, "Şüphesiz ki bütün bunlarda iman edecekler için birçok ibretler
vardır" buyurmuştur. Ka'dî ifadesiyle,
Cenâb-ı Hak, "Allah'a iman etmeyi taleb eden
kimseler" manasını kastetmiştir. Çünkü bu, hem (bilfiil) iman etmiş; hem
de (henüz) iman etmemiş kimseler için bir ibrettir.." demiştir. Özellikle
mü'minlerin zikredilmesinin, bununla başkalarının değil de, onların faydalanmış
olması sebebiyle olması da muhtemeldir. Nitekim bunun
izahı, "Müttakiter için bir hidayet
rehberidir" âyetinin izahında geçmişti.
Bir
kimse şöyle diyebilir: Aksine, bundan maksad şudur: Bu delilin, mutlak kudret
ve hür irade sahibi bir ilahın varlığına delâleti açıktır, nettir ve çok
kuvvetlidir. Binaenaleyh, sanki birisi: "Bu kadar açık, net ve çok
kuvvetli bir delilin bulunmasına rağmen, bu meselede insanlar arasında niçin
ihtilaflar meydana gelmiştir?" diye sormuş da: Buna, "Miattın ,
ku\una iman etmesinitakdir etmesi durumu müstesna, delilin kuvvetli olması,
herhangi bir fayda sağlamaz ve herhangi bir şey ifade etmez.." diye cevap
verilmiştir. Bu sebeple sanki, "Bu delâlet, bunca kuvvetine ve açıklığına
rağmen, Allah'ın, haklarında iman edeceklerini takdir ettiği kimseler için bir
delildir. Ama, Allah'ın, haklarında kâfir olacaklarını takdir ettiği kimseler,
kesinlikte ve katî olarak bu delilden faydalanamazlar!.." denifmek
istenmiştir. 8u sebep/e bu tahsisin maksadı, bu söylediğimiz bu hususa dikkat
çekmek olur. Allah en iyisini bilendir.
[117]
"Cinleri O'na
ortak yaptılar. Halbuki bunları da O yaratmıştır. Bundan başka, bilmeden O'nun
oğullan ue kızları olduğunu da uydurup söylediler. O'nun zâtı ise,
vasfedegeldiklerinden münezzehtir, çok yücedir"(En'âm, 100).
Âyetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[118]
Bil ki, Allah en aşağı
âlem ile, en üst âlemin delillerinden
ilâhın
varlığına, kudret ve rahmetinin mükemmel olduğuna dair o beş aklî delili
getirip zikredince, bundan
sonra da, insanlardan
Allah'a ortak koşanlar olduğunu
belirtmiştir. Bil ki
bu mesele daha önce geçmişti. Ancak
burada
ele alınan, daha Önce geçmiş olandan başkadır. Çünkü Allah'a ortak
koşanlar grup gruptur.
Birinci grup: Bunlar,
putperestlerdir. Putperestler, putların ubudiyyette Allah'ın ortağı olduğunu
söylerler. Ancak ne var ki bunlar bu putların, yaratmaya, icad etmeye ve var
etmeye kadir olamadıklarını da itiraf ederler.
İkinci grup: "Bu
âlemin idarecisinin, yıldızlar olduğunu söyleyenlerdir. Bunlar da iki kısma
ayrılırlar:
a) Bu
yıldızların zâtları gereği "vacibu'l-vücûd" olduklarını söyleyenler..
b) O
yıldızların, zâtları gereği "mümkinu'l-vücûd", muhdes varlık ve
onların yaratıcısının Allah Teâlâ
olup, bununla beraber, süflî alemin idaresini O'nun bu yıldızlara havale
ettiğini söyleyenler.. İşte bunlar, Allah Teâlâ'nın, Hz. İbrahim (a.s)'in "Ben böyle sönüp batanları sevmem"
(En'am, 76) diye, kendileriyle münakaşa ettiğini bildirdiği kimselerdir. Bu
delilin izahı daha evvel geçmişti.
[119]
Üçüncü grup: Bunlar,
"bu alemin, yani göklerde ve yerde bulunan herşeyin iki ilahı vardır.
Birincisi, hayırların ilahı ve yaratıcısı, ikincisi de serlerin ilahı ve yaratıcısı"
diyenlerdir.
Bu âyetin maksadı işte
bütün bu inançları nakletmektir. İşte bu âyetin önceki âyetlerle münasebeti ve
âyetin ihtiva ettiği manalar hakkında söylenecek söz budur. İbn Abbâs (r.a)'m
şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Âyetteki, "Cinleri O'na ortak
yaptılar" buyruğu, "Allah ve iblis (hâşâ) kardeştirler. Allah, insanları, hayvanları,
en'âmı ve bütün hayırları;İblis ise yırtıcı hayvanları, yılanları, akrepleri ve
bütün serleri yaratandır" diyen zındıklar hakkında nazil olmuştur."
Bil ki İbn Abbas
(r.a)'ın ifade ettiği bu görüş, âyet hakkında yapılan izahların en güzelidir.
Çünkü bu izah ile, önceki âyetlerde bahsedilen hususlara ilave, farkl), yeni
bir mana elde ediJmiş olur İbn Abbas (r.a) sözüne devamla şöyle der: "Bu
izahı, "(Onlar) O (Allah) ile cinler arasında bir hısımlık
uydurdular" (Sâffât, 158) âyeti de kuvvetlendirir. Çünkü Allah Teâlâ'nın,
cinlere "cin" adını vermesinin sebebi bu kelimenin "gizli
olma" manasına gelmesidir. Melekler ve ruhanî varlıklar gözle görülmezler.
Böylece de sanki gözden gizli ve kapalı olmuş olurlar. İşte bundan dolayı,
cinlere "cin" denilmiştir. Ben derim ki: Bu, mecûsîlerin inancıdır.
İbn Abbas bunun, zındıkların görüşü olduğunu söylemiştir. Çünkü Mecûsilere,
"zındıklar" lakabı da verilir. Çünkü Zerdüşt'ün, Allah katından
kendisine indirildiğini iddia ettiği o kitab, "Zend" diye
adlandırılmıştır. Bu kitaba nisbet edifenlere "Zendî" denilmiş. Sonra
bu kelime Arapçalaştırılarak, "Zındık" şeklini almıştır. Daha sonra
bunun cem'i olarak, "zenâdıka" denilmiştir.
Bil ki mecûsîler şöyle
inanırlar: "Bu âlemdeki her türlü hayır, Yezdan'dandır, bütün serler ise
Ehrimen'dendir." Ehrimen, bizim şeriatımızda "iblis" diye adlandırılır.
Mecûsîler kendi aralarında değişik inançlara sahiptirler. Onların çoğu Ehrimen'in
muhdes (sonradan, yaratılmış) olduğu inancındadırlar. Bunun nasıl muh-des
olduğu hususunda, bunların çok acaib görüşleri vardır. Diğer mecûsîler ise,
Ehrimen'in de kadim ve ezelî olduğunu söylerler. Her iki görüşe göre de bunlar,
bu âlemi idare etme hususunda Ehrimen'in, Allah'ın (Yezdan'ın) şeriki olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh buna göre, bu âlemde olan hertürfü
hayır Al-lah'dan, her türlü şer ise iblisten {Ehrimen'dendir. İbn Abbas
(r.a)'ın sözünün izahı bundan ibarettir.
Eğer, "Bu
takdirde mecûsîler, Allah'a tek bir ortak koşmuşlardır, bu da iblis'tir. Öyle
ise Cenâb-ı Hak niçin, onların Allah'a birçok şerik (ortak) koştuklarını
söylemiştir?" denilir ise buna şöyle cevap verilir: Onlar, "Allah'ın
askerleri melekler; iblis'in askerleri ise şeytanlar (cinler)dir. Melekler,
insanlar arasında çok kalabalıktırlar. Melekler, temiz ve kutsî, ruhanî
varlıklardır. Bunlar, beşerî ruhlara her türlü hayırları ve taatları ilham
ederler. Şeytanlar da, yine insanlar arasında büyük bir yekûn teşkil ederler.
Bunlar da insan ruhlarına hertürlü kötü vesveseleri verirler. Allah (Yezdan),
meleklerden olan ordusu ile, iblis ve onun şeytanlardan müteşekkil ordusu ile
(devamlı) savaşır" derler. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, mecûsilerin
Allah'ın birçok şerikleri olduğunu söylediklerini bildirmiştir. İşte bu görüşün
izahı bundan ibarettir.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Âyetteki, "Halbuki bunları da O yaratmıştır"
buyruğu, iblis'in, Allah'ın mülkünde Allah'a ortak olmasının yanlışlığını ve
batıllığını kesin olarak gösteren delile işarettir. Bu, şu iki bakımdan izah
edilebilir:
1)
Mecûsîlerin çoğunun, iblis (Ehrimen)'in kadîm değil, muhdes (yaratılmış,
sonradan olma) bir varlık olduğunu kabul ettiklerini nakletmiştik. Bu sabit
olunca
deriz ki: Her muhdesin bir yaratıcısı ve
bir var edeni vardır. O yaratıcı ve var edici de sadece Allah Teâlâ'dır.
Binaenaleyh mecûsîlerin, iblisi Allah'ın yaratmış olduğuna kesin inanmaları
gerekir. İbüs (Ehrimen), bütün serlerin, âfetlerin, kötülüklerin ve
çirkinliklerin kaynağı olup, mecûsîler de iblis'i Allah'ın yarattığını kabul
edince, bu noktada, âlemin ilâhının, serlerin, kötülüklerin ve fesatların
asıllarını ve dayanaklarını da yaratmış olduğunu kabul etmiş olurlar. Bu böyle
olunca da, onların, "birisi bütün hayırların, diğeri de serlerin
yaratıcısı olan iki ilahın bulunması gerekir" demeleri imkânsız olur.
Çünkü bu yolla, hayırların ilahının, aynı zamanda o en büyük şer (kaynağı)
iblis'in yaratıcısı olduğu sabit olmuş olur. Binaenaleyh âyetteki,
"Halbuki bu (şerik koştukları) şeyleri de O yaratmıştır" ifadesi,
mecûsîlerin kendi inancına göre de, şeytanları yaratanın Allah Teâlâ olduğuna
bir işarettir. Cenâb-ı Allah, onların da yaratıcısı olunca, mecûsîler hayır
ilahı (Yezdan'ın), serlerin en büyüğünün de faili ve yaratıcısı olduğunu kabul
etmiş olurlar. Bunu kabul edince de, "Hayırların ve serlerin mutlaka ayrı
ayrı birer ilahı vardır" iddiaları düşer.
2) Âyetteki, "Halbuki bu (şerik koştukları) şeyleri
de O yaratmıştır" buyruğundan delil çıkarmada ikinci izah da, hem bu
tefsir'de, hem de, "El-Erba'ûn fî sûli'd-Din
adlı kitabımızda yaptığımız şu izahtır: "Bir olanın dışında kalan herşey
zâtı gereği mümkindir. Zâtı bakımından mümkin olan her varlık da
muhdes-tir." Bu iki mukaddime (öncül), tek, bir ve hak olan varlığın
dışındaki herşeyin muh-des olduğu neticesine götürür. Binaenaleyh iblis ve
bütün ordusunun, muhdes olduklarını kesinkes söylemek gerekir. Varlık,
yokluktan sonradır. İşte bu durumda, zikredilen susturucu husus (ilzam), bizim
izah ettiğimiz şekle döner. Bu âyetten asıl kastedilen şeyin izahı işte budur.
Muvaffak kılma Allah'tandır.
[120]
Allahu Teâlâ'nın,
buyruğu, "Onlar, cinleri Allah'ın ortakları saydılar" manasınadır.
Buna göre eğer, "Âyette, "Allah" lâfz-ı celâlinin
"şürekâ" kelimesinden önce getirilmesinin hikmeti nedir?"
denilirse, biz deriz ki: Sibeveyh: "Araplar, en mühim hususu (cümle
içinde) öne alırlar. Bundan dolayı, bu önce getirmenin faidesi, ister melek,
ister cin, ister insan ve isterse bunların dışında herhangi bir şey olsun,
Allah'a herhangi bir ortağın koşulmasının, olmayacak bir iş olduğunu
göstermektir. İşte, "Allah" isminin, "şürekâ" (ortaklar)
kelimesinden önce zikredilmesinin hikmeti budur" demiştir.
Bunu iyice kavradığın
zaman deriz ki: "Cin" kelimesi, hem mansub, hem merfû, hem de mecrûr
olarak okunmuştur. Bunun mansub okunuşunun en meşhur sebebi, "şürekâ"
lafzından bedel olmasıdır. Bazi muhakkîk âlimler, bu izahı zayıf görmüşlerdir.
Çünkü bedel, bedel olduğu şeyin yerine geçen şeydir. Binaenaleyh
eğer, "Onlar
Allah'a cinleri kıldılar" denmiş olsaydı, manasız bir söz olurdu. Evlâ
olan "cin" kelimesini, "şürekâ" kelimesinin atf-ı beyânı
kabul etmektir.
Bu kelimenin merfû
okunuşunun izahı da şöyledir: Eğer "Allah'a ortaklar kıldılar
(koştular)" denilip, bu kadarla yetinilmiş olsaydı, bu söz ile cinlerin,
insanların, taşların ve putların ortak koşulmaları kastedilebifirdi. İşte bu sebeple
sanki "O ortak koşulanlar kimler?" denilmiş de, el-cinnu
"(OnfarJ, cinlerdir" cevabı verilmiştir.
"Cin" kelimesinin mecrûr okunuşunun sebebi ise, beyâniyye (açıklama için) olan izafetten ötürüdür. [121]
Alimler bu "ortak
koşmanın izahı hususunda, şu üç değişik izahı yapmışlardır:
1) Bundan
murad, daha evvel yapmış olduğumuz gibi,
bu
âlemin, birisi hayırların, diğeri de, serlerin yaratıcısı iki ilâhın olduğunu
söyleyenlerin görüşünü nakledip bildirmektir.
2) Kâfirler, "melekler, Allah'ın
kızlarıdır" diyorlardı. Yine bunlar, "cinlerden murad meleklerdir.
Bu ismin melekler için kullanılması güzel ve yerindedir. Çünkü "cin"
lâfzı, "gizli ve kapalı olan" manasmdadır. Melekler de, gözle
görülmezler" diyorlardı. Binaenaleyh bu yorumu benimseyenlerin, kâfirlerin
"melekler, Allah'ın kızlarıdır" iddialarının nasıl olup da melekleri
Allah'a şerik saymalarına sebep olduğunu açıklamaları gerekirdi, ta ki âyetteki
ifadenin bu manaya uygunluğu ispatlansın. Belki şöyle denilebilir:
"Onlar, meleklerin, Allah'ın kızları olarak, bu alemin idarecileri olduğunu
söylüyorlardı. Böylece de, onları Allah'a şerik koşmuş oluyorlardı."
3) Hasan
el-Basrî ile bir kısım müfessirin
görüşüne göre, cinler, kâfirleri putlara ibadet etmeye ve onları Allah'a ortak
koşmaya davet etmiş, onlar da cinlerin bu sözlerini kabul ve onlara itaat
etmişlerdir. Böylece onlar, işte bu bakımdan, "cinler, Allah'ın
ortaklarıdır" demiş olduiar. Ben derim ki: Doğru ve gerçek olan, birinci
görüştür. Son ikisi ise, cidden zayıf görüşlerdir.
Âyette bahsedilen
"şirk"i, Arapların, "melekler, Allah'ın kızlarıdır"
şeklindeki sözleri manasına almak, şu bakımlardan yanlıştır:
1) Allah bu inancı, âyette, "Bundan başka,
bilmeden O'nun oğullan ve kızları olduğunu da uydurup söylediler" ifadesi
ile anlatmıştır. Binaenaleyh Allah'ın kızları bulunduğunu söylemek,
"Melekler, Allah'ın kızlarıdır" demeden başka birşey değildir. Bundan
dolayı, âyetteki, "Cinleri, O'na ortak yaptılar" buyruğunu bu manada
tefsir edersek, aynı âyette faydasız bir tekrar yapılmış olması gerekir ki bu
caiz değildir.
2) Araplar, "Melekler, Allah'ın
kızlarıdır" diyorlardı. Allah'ın çocukları olduğunu söylemek başka, O'nun
ortakları olduğunu söylemek başka bir şeydir.
Bu iki şeyin birbirinden farklı oluşunun delili, Cenâb-ı Allah'ın bu iki
hususu, "O, doğurmamış, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi (ve
benzen) değildir" (fniâs, 3-4) âyetlerinde, birbirinden ayrı zikretmiş olmasıdır.
Binaenaleyh eğer bu iki husustan biri diğerinin aynısı olsaydı, Ihlâs
süresindeki bu ayırım abes olurdu.
3) Yezdan ve Ehrimen'in iki ilah olduğuna
inananlar, bu âlemi tedbir etme (yönetme) hususunda, âlemin gerçek ilahına
ortak koştuklarını açıkça ifade etmişlerdir. Binaenaleyh âyetin lâfzını bu
mana yerine, "Allah'ın kızları vardır" manasına hamletmek, herhangi
bir zaruret olmaksızın lâfzı hakîkî manası yerine mecazî manasına hamletmektir
ki bu caiz değildir.
İkinci görüş ki bu
âyette bahsedilen "şirk koşma"dan muradın, kâfirlerin putlara tapma
hususunda cinlerin sözünü kabul etmeleri olduğunu söyleyenlerin görüşüdür, bu
son derece uzak bir ihtimaldir. Çünkü şirk inancına davet etmeyi ne hakîkî, ne
de mecazî manasına göre "şirk" diye nitelemek caiz değildir. Yine
eğer âyeti bu manaya hamledecek olsak, faydasız bir tekrarın bulunmuş olması
gerekir. Çünkü puta ve yıldıza tapanlar daha önceki âyetlerde tafsilatlı olarak
reddolun-muşlardı. Böylece bu iki görüşün sakıt olduğu sabit olup, doğru görüşün
bizim desteklediğimiz ve savunduğumuz (birinci görüş) olduğu zahir olmuş ofur.
Allah Teâlâ'nın
"Halbuki bunları da O yaratmıştır" buyruğu ile ilgili olarak iki
bahis vardır:
Birinci bahis: Hak
Teâlâ'nın^üî ifadesinde, zamirin neye raci olduğu hususunda şu iki görüş
bulunmaktadır:
Birinci görüş:
"Bu zamir, âyette geçen (cinler) kelimesine racidir. Buna göre mana:
"Onlar, cinfer, Allah'ın şerîkleridir, dediler" olmaktadır. Sonra o
kimseler, Ehrimen'in muhdes varlık olduğunu kabul ettiler. Sonra da, mecûsîler
içerisinde, "Allah kendi hükümranlığını düşünüp onun çok büyük olduğunu
gördü! Böylece, bir tür ucub (kendini beğenme) meydana geldi. Bu sebeple de
şeytan, işte o ucub'tan doğdu" diyenler olduğu gibi,yine
onlardan,"Allah kendisinin kudreti hususunda şüpheye düştü.Böylece de
O'nun bu şekkinden şeytan doğdu" diyenler de vardır. Böylece onlar,
Ehrimen'in muhdes varlık olup, onun mucidinin ise Alla-
hu Teâlâ olduğunu
kabul etmişlerdir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Halbuki bunları da O
yaratmıştır" buyruğu bu manaya bir işaret olmuş olur" şeklindedir.
Şeytanı Allah'ın yarattığı sabit olunca onun, âlemi idare etme konusunda Allah'ın
ortağı kabul etmek imkânsız olur. Çünkü Yaratan, yaratılandan daha kuvvetli ve
daha mükemmeldir. Halbuki,zayıf ve nakıs olan varlığı, kâmil ve kuvvetli olana
şerîk, ortak kılmak aklen imkânsızdır.
İkinci görüş: Bu
zamir, Allah'a ortak koşanlara racidir. Bunlar da Allah ile cinler arasında bir
ortaklık bulunduğunu söyleyen kimselerdir. Bu görüş bana göre şu iki sebepten
dolayı zayıftır.
a) Biz bunu, bizim yukarıda zikretmiş olduğumuz
manaya hamledersek, işte bu tek lafız, o inancı iptal etme hususunda kesin, tam
ve mükemmel bir deiil olur. Ama bunu bir ikinci manaya hamledersek, böyle bir
mana ortaya çıkmaz.
b) Zamirin kendisinden önce zikredilenlerden en
yakınına raci olması vaciptir. Halbuki bu âyette zikredilen kelimelerin en
yakın olanı "cinler" kelimesidir. Binaenaleyh zamirin, cinlere raci
olması gerekir.
İkinci bahis: Keşşaf
sahibi, bu kelimenin "ve halkahum" şeklinde okunup buna göre mananın:
"Onlar, Allah'a ettikleri bu iftirayı da O'na mal ettiler bu işlerini de
Allah'ın yarattığını söylediler" demek olduğunu söylemiştir. Çünkü onlar,
"Allah da bize bunu emretti" {A'râf, 28) sözlerinde kurban kesmelerini,
Allah'a isnad etmişlerdi.
[122]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bundan başka bilmeden O'nun oğullan ve kulan olduğunu da uydurup
söylediler" buyurmuştur. Bu hususta birkaç bahis vardır.
Birinci bahis: Ben
derim ki, yüce Allah (önce), iblis'i Allah'a şerîk koşan bir kavimden, sonra da
Allah'tn kızları ve oğulları olduğunu söyleyen diğer başka kavimlerden
bahsetmiştir. Allah'ın oğullan olduğunu söyleyenler, hristiyanlar ile bir grup
yahudidir. Allah'ın kızları olduğunu söyleyenler ise, "melekler, Allah'ın
kızlarıdır" diyen Araplardır. Hak Teâlâ'nın, "bitmeden" ifadesi,
bu görüşün bozukluğu ve yanlışlığı konusunda kesin detil olacak şeye adeta
dikkat çekmektedir. Bu hususta şu deliller bulunmaktadır:
Birinci hüccet:
İlâh'ın, zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olması gerekir. Binaenaleyh, O'nun çocuğu
da, ya zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olur veya olmaz. Binaenaleyh, eğer zâtı
gereği vâcibu'l-vücûd olursa, o kendi zâtıyla kaim ve müstakil olur; varlığı
hususunda başkasıyla bir alâkası olma2. Böyle olanın ise, kesinlikle babası
olmaz. Çünkü, "çocuk" sözü fer'î olup başkasına muhtaç olmayı
düşündürmektedir. Eğer o çocuk zâtı gereği "mümkinu'l-vücûd" olursa,
bu durumda onun varlığı, zâtı gereği "vacibu'l-vücûd" olanın
yaratmasıyla olur. Böyle olan ise, zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olanın çocuğu
değil, aksine kulu olur. Binaenaleyh, ilâhın ne olduğunu bitenden, "O'nun
kızları ve oğullan vardır..." şeklinde bir sözün sâdır olması imkânsız
olur.
İkinci hüccet: Çocuğa,
(baba) yok olduktan sonra, onun yerini tutması için ihtiyaç duyulur. Bu ise
ancak fânî olanlar hakkında düşünülür. Ama, bundan münezzeh olan hakkında, bir
çocuk sahibi olması düşünülemez.
Üçüncü hüccet: (Çocuk)
sözü, çocuğun, babanın herhangi bir cüzünden meydana geldiğini akla
getirmektedir. Bu da ancak, mürekkeb olan ve cüzleri birbirinden ayrılabilen
kimseler hakkında düşünülebilir. Bu düşünce tek, bir, zâtı gereği
vâcibu'l-vücûd olan hakkında imkânsızdır. Netice olarak diyebiliriz ki ilâhın
hakikatinin ne olduğunu bilen herkesin, O'nun çocuğu olduğunu söylemesi
imkânsızdır. Bu sebeple Allah'ın, "Bundan başka bilmeden O'nun oğullan ue
kızlan olduğunu da uydurup söylendiler" şeklindeki ifadesi, işte bu
inceliğe bir işaret olmuş olur.
İkinci bahis: Nâtî, râ
harfinin şeddes'ıyte "ve haireKû"; diğer fetaav imamları ise
şeddesiz olarak, "ve harekû" şeklinde okumuşlardır. Vahidî,
"Tercih edilen, bunun şeddesiz okunmasıdır. Çünkü bu daha çok kullanılır.
Şedde ise, mübalağa ve çokluğu ifade eder.." demiştir.
Üçüncü bahis:
Ferrâ, "harekû kelimesinin manası, "uydurdular, iftira ettiler.."
demektir. fiilleri aynı manaya gelirler.."
demektedir. Leys ise, (yalan
uydurdu) şeklinde kullanıldığını
söylemiştir.
Keşşaf sahibi ise şunu nakleder: "Hasan el-Basrî'ye bu kelime hakkında
soruldu da, o, "Bu, senin kullandığın Arapça bir kelimedir. Bir kimse, bir
topluluğun meclisinde yatan söylediğinde, o mecliste bulunanlardan bazıları o
adama, "O sözü uydurdu, attı!" derler. Allah en iyi bilendir.Keşşaf
sahibi sözüne devamla, "Bu kelimenin, bir kimse elbiseyi yırttığı zaman
Arapların kullanmış olduğu (elbiseyi biçti) tabirinden alınmış olması da
caizdir.Yani onlar, Allah için, oğullar ve kızlar biçip ayırmışlardır"
demiştir.
[123]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah âyeti sona erdirirken "O'nun zâtı ise, vasfedegeldiklerinden
münezzehtir, çok yücedir" buyurmuştur. Binaenaleyh subhanehu buyruğu,
Allah'ı, O'na yakışmayan her şeyden tenzih etmeyi ifade eder.
Hak Teâlâ'nın,
"ve çok yücedir" ifadesinin, mekân bakımından bir yüksekliği ifade
etmediği hususunda şüphe yoktur. Çünkü burada, bu tabirle kastedilen, Alla-hu
Teâlâ'yı yanlış ve bâtıl görüşlerden tenzih etmektir. Mekân bakımından
yükseklik, bu manayı ifade etmez. Binaenaleyh, burada Cenâb-ı Hakk'ın her türlü
bâtıl itikâd ve yanlış görüşten yüce ve münezzeh olduğu manasını ifade ettiği
sabit olur.
Buna göre şayet onlar, "Mananın böyle olması halinde "Subhanehu" ile "te-alâ" (çok yücedir) ifadesi arasında herhangi bir fark kalmaz" derlerse, biz deriz ki: Bilâkis, iki tabir arasında açık bir fark bulunmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "Subhanehu" sözüyle kastedilen, bu sözü söyleyen kimsenin O'nu , O'na yakışmayacak şeylerden tenzih, teşbih ve takdis etmesidir. Halbuki Teâiâ lâfzından maksad ise, ister O'nu bir tenzih eden olsun, ister olmasın O'nun zâtı itibariyle, (zaten) böylesi sıfatlardan yüce ve münezzeh olmasıdır. O halde, tesbîh ve takdis etmek, tenzih edenlerin sözleriyle alâkalıdır. Yüce o4mak ise, Cenâb-ı Hakk'ın, başkası sebebiyle değil zâtı gereği tahakkuk edip mevcut olan zâtı sıfatlarıyla ilgilidir. [124]
"O, gökleri ve
yeri yoktan var edendir. O'nun nasıl çocuğu olabilir ki. O'nun bir eşi de
yoktur. Her şeyi O yaratmış ve O, her şeyi hakkıyla bilendir"
(En'âm, 101).
Bil ki Allah Teâlâ,
dünyaya düşkün olan müşrik grupların görüşlerinin yanlış olduğunu beyân
edince, Allah'ın çocuğu olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin
yanlışlığına dair delil getirmeye geçerek, "O
gökleri ve yeri yoktan var edendir" buyurmuştur.
[125]
Bil ki, Hak Teâlâ'nm,
"O, gökleri ve yeri yoktan var edendir" buyruğunun tefsiri Bakara
sûresi (Âyet, 117)'nin tefsirinde geçmişti. Ancak ne var ki biz burada, bu
âyetten kastedilen asıl maksada işaret ediyor ve diyoruz ki: İbda', misali
bulunmaksızın, bir şeyi var etmekten ibarettir. İşte bu sebepten dolayı,
herhangi bir bilim dalında, daha önce benzeri bulunmayan herhangi bir yol,
metod ortaya koyan kimse hakkında, ebdea "bunu ilk kez, o kimse
buldu" denilir.
[126]
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Allah Teâlâ, hristiyanların, "Hz. İsa'nın babasız ve
bir nutfe vasıtası olmaksızın meydana geldiğini, hatta O'nun hadis olup varlık
âlemine sonradan girdiğini" kabul ettiklerini belirtmiştir. Çünkü,
Hz. İsa'yı, babası olmadan varlık
âlemine çıkaran Allah Teâlâ'dır.
Bunu da iyice
kavradığın zaman biz deriz ki: Bu âyetten maksat, şöyle denil-mesidir:
"Sizler ya, Hz. İsa'nın Allah'ın çocuğu olduğu şeklindeki (sözünüzle),
"Allah onu herhangi bir nutfe ve baba söz konusu olmadan
"ibda"1 yoluyla yaratmıştır" manasını kastediyorsunuz; yahut
sizler bu sözünüzle, insanın, babasının çocuğu olması gibi, malûm olan ve
herkesçe bilinen bir şeyi kastediyorsunuz, veyahut da bu sözünüzle bu iki
mefhuma ters, üçüncü bir mefhûmu kastediyorsunuz.."
Birinci ihtimal
bâtıldır; zira Allah Teâlâ, her ne kadar bu aşağı alemde hadiseleri ve olayları
bir takım malum sebepler ve hususi vasıtalara binaen ihdas edip yaratıyorsa
da, hristiyanlar da, bu aşağı âlemin mahluk olduğunu kabul etmektedirler. Durum
böyle olunca da, onların, "Allah Teâlâ'nıh, herhangi bir madde
bulunmaksızın ve bir müddet de geçmeksizin gökleri ve yeri yarattığını itiraf
etmeleri gerekir. Durum böyle olunca da, Allah'ın gökleri ve yeri ihdas
etmesinin, bir "İbda1" olması gerekir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın
sırlHz. İsa'nın ihdas edilmesinin mübdi'i, mucidi olmasından, Allah'ın Hz.
İsa'nın babası olduğu neticesi çıksaydı, o zaman Allah'ın göklerin ve yerin
mucidi olmasından da,O'nun, bunların da babası olması neticesi çıkardı.
Halbuki, bunun ittifakla bâtıl olduğu malumdur. Binaenaleyh, Allah Teâlâ'nın
sırf Hz. İsa'nın mübdi'i olmasının, O'nunHz. İsa'nın babası olmasını
gerektirmediği sabit olmuş olur ki, işte Cenâb-ı Hakk'ın "O, gökleri ve
yeri yoktan var edendir" buyruğundan kastedilen budur. Allah bu âyette,
sadece gökleri ve yeri zikretmiş, onlarda bulunanlardan bahsetmemiştir. Zira,
göklerde ve yerde bulunanların var oluştan, "ibda" yoluyla değildir.
Ama göklerin ve yerin bizzat kendilerinin var oluşları "ibda" yoluyla
olmuştur. Binaenaleyh, burada kastedilen üzâm, (susturma, delilsiz bırakma)
göklerde ve yerde olanların zikredilmesiyle değil, göklerin ve yerin bizzat
kendilerinin zikredilmesiyle meydana gelmiş olur. İşte, birinci ihtimalin
iptali böyledir.
İkinci ihtimale gelince
ki bu, nristiyanların, Hz. İsa'nın Allah'ın çocuğu.." sözleriyle
kastettikleri şeyin, canlılar hakkında mûtad ve mâruf olan doğum işi olması
olup bu da bâtıldır. Bunun bâtıl olduğuna şu açıklamalar delâlet eder:
Birinci izah: O doğum
işi ancak, kendisinin bir eşi ve şehveti bulunan; kendisinden bazı cüzler
ayrılıp, ayrılan o cüzlerin o eşinin karnında bir müddet kalması halinde mümkün
olan kimseler hakkında doğru olabilir. Bu haller ise ancak, bir araya gelip
ayrılması, hareket ve sükûnu, nihayeti bulunan, keza şehvet ve lezzet alması
mümkün olan maddeler için söz konusu olur. Bütün bunlar ise, âlemin yaratıcısı
hakkında imkânsız olan şeylerdir ki, işte Cenâb-t Hakk'm, "O'nun nasıl
çocuğu olabilir ki, O'nun bir eşi de yoktur" buyruğuyla kastedilen de
budur.
İkinci izah: Bu yolla
çocuk elde etmek, ancak, tek bir defada yaratmaya, icad (var) etmeye kadir
olamayanlar hakkında doğru olur. Doğurmak isteyip de onu tek bir defada var
etmekten aciz olan herkes, onu elde etmek için mutâd olan yola başvurur.. Ama,
bütün mümkinâtın halikı olan, bütün yaratıklar üstünde
hükmünü yürüten zâta
gelince, bu zât bir şeyi var etmek istediğinde, ona sadece "Ol! der, o da
hemen oluverir,." (Yasin, 82). Sıfatı ve vasfı böyle olan
herkesten, bir şahsı doğum yoluyla ihdas etmesi
imkânsız olur ki, işte Cenâb-ı Hakk'ın, "Her şeyi O yarattı"
İfadesiyle kastedilen de budur.
Üçüncü izah: Bu çocuk,
ya kadîm olur veya muhdes.. Bunun kadîm olması caiz değildir. Çünkü kadîm'in
zâtı gereği "vacibu'l-vücud" olması gerekir, Zâtı gereği
"vacibu'l-vücûd" olan ise, başkasından müstağni olur. Ona ihtiyacı
kalmaz. Binaenaleyh bunun, başkasının çocuğu olması imkânsız olur. Geriye şu
husus kalır: "Eğer o çocuk olsaydı, onun hadis olması gerekirdi..."
Bu cümleden olarak biz deriz ki, Allah Teâlâ bütün malumatı bitendir.
Binaenaleyh, Allah ya çocuk elde etmede kendisinin bir kemâlinin ve menfaatinin
olduğunu; veyahut da olmadığını bilir. Eğer birincisi olursa, Allah Teâlâ'nın,
bu çocuğu yaratmayı farzettiği hiçbir vakit yoktur
ki, bu çocuğu yaratmaya götüren sebep o vakitten önce
bulunmasın!... Her ne zaman o çocuğu yaratmaya götüren sebep o çocuktan önce
olursa, çocuğun o vakitten önce bulunması gerekir. İşte bu da, o çocuğun ezelî
olmasını gerektirir ki, bu imkânsızdır. Eğer ikincisi olursa, bu durumda Allah
Teâlâ'nın, çocuk elde etmede kendisi için bir kemâlin bulunmadığını ve
uiuhiyetteki mertebesinin artmadığını bildiği sabit olur. Durum böyle olunca
da, o çocuğu kesinlikle hiçbir vakit ihdas etmemesi gerekir ki, işte
HakTeâlâ'nın, "O, her şeyi hakkıyla bilendir" ifadesiyle kastedilen
budur.
Burada bir başka izah
daha vardır ki, bu da şöyle denilmesidir: Mûtâd yolla elde edilen çocuk, ancak
şehvetin giderilmesi ile elde edilir. Halbuki şehvetin ifası, lezzeti
gerektirir. Lezzet ise, zâtı gereği arzu olunan şeydir. Binaenaleyh, zâtı gereği
arzulanır olduğu hâlde, lezzet, şayet Allah hakkında doğru olsaydı, o zaman
şöyle denilmesi gerekirdi: Hiçbir zaman yoktur ki Allah, o lezzeti elde
etmenin, kendisini o vakitten önce o lezzeti elde etmeye davet ettiğini bilmesin!..
Zira Allah Teâlâ her türlü malumatı bilince, bu hususun da malum olması
gerekir. Durum böyle olunca da, o lezzetin ezelde mevcut olması gerekir. İşte
bu sebeple de çocuğun ezelî olması gerekir. Halbuki çocuğun ezelî olmasının
muhal olduğunu biraz önce beyan ettik... Binaenaleyh, Allah ezelî olduğu halde,
O'nun her türlü malûmatı bilmesi, O'nun çocuğu bulunduğunun söylenmesine mani
olur. İşte Hak Teâlâ'nın, "O, her şeyi hakkıyla bilendir" buyruğu ile
kastedilen'budur. Böylece, zikrettiğimiz açıklamalarla, şu yukarda
serdettiğimiz malum ihtimallere binaen, Allah'ın bir çocuğu olduğunu söylemenin
mümkün olmadığı sabit olmuş olur.
Üçüncü ihtimale göre,
Allah'ın bir çocuğu olduğunu söylemeye gelince, bu da bâtıl ve geçersizdir.
Çünkü bu, aklen ne düşünülebilir, ne de anlaşılabilir. Binaenaleyh, tasavvur
edilemeyen bu üçüncü ihtimale dayanarak, Allah'ın bir çocuğu bulunduğunu
söylemek mahzâ bir cehaletin içine dalmak olur ki, böyle bir şey bâtıldır. İşte
bu âyetten kastedilen budur. Binaenaleyh, gerek evvelkiler, gerekse sonrakiler
bu mesele hakkında, kuvvet ve mükemmel oluş bakımından bu kelâma denk bir söz
söylemek üzere bir araya gelselerdi, bunu yapamazlardı. O halde hamd, bizi buna
hidâyet eden Allah'adır. O bize hidâyet etmeseydi, biz hidâyete eremezdik.
[127]
"İşte Rabbiniz
olan Allah! Ondan başka hiç bir tanrı yoktur. O, her şeyi yaratandır. O halde
O'na kulluk edin. O, her şeyin üstünde biruekildir"
(En'am, 102).
Bil ki Allah Teâlâ,
kadir, hür irade sahibi, hakîm ve rahîm bir ilahın varlığına delil getirerek,
o ilaha ortak koşanların görüşlerinin yanlış olduğunu bildirdikten, onların
inançlarını en güzel bîr biçimde ayrıntılı olarak anlatıp, onlardan her birinin
yanlışlığını uygun delillerle beyan ettikten sonra da Allah'ın oğulları ve
kızları bulunduğunu söyleyenlerin inançlarını nakledip, bu inancın
yanlışlığını kesinkes gösteren delilleri ortaya koyduktan sonra, âlemlerin
ilâhının tek, bir, samed (başkasına muhtaç olmayan), ortağı, benzeri, zıddı ve
misli bulunmaktan, çocuklardan, oğullardan ve kızlardan münezzeh olduğu sabit
olmuş olur. işte bu durumda Allah Teâlâ neticeyi gayet açık olarak ifade
ederek, "İşte Rabbiniz olan Allah, O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O,
kendisi dışındaki her şeyin yaratıcısıdır. O halde O'na ibadet edin, O'ndan
başka hiçbir kimseye tapmayın. Çünkü O, kullarının bütün işlerini
düzenleyendir. O, kullarının dualarını işitir, boyun eğişlerini ve itaatlarını
görür ve onların ihtiyaçlarını bilir. O, herkesin işlerini yaratmada, herkese vekil
ve kefildir" demiştir. Bundan dolayı kim, âyetin öncesi ile ilgisi ve
münasebeti hususunda ve tevhide, tenzihe davet etme ile şirkin yanlışlığını
ortaya koymadaki anlatış sırası hususunda iyice düşünürse, bundan daha açık ve
daha faydalı bir yol olmadığını görür. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[128]
Keşşaf sahibi Âyetteki (İşte bu) ifadesi, önceki
kısımlarda zikredilmiş sıfatlarla mevsuf olan varlığa
işarettir. Bu ifade mübteda, bundan sonraki kısım ise,
peşpeşe sıralanmış haberlerdir. Bu haberler de,
"Rabbiniz olan Allah'dır", "O'ndan başka hiç bir tanrı
yoktur" ve "her şeyi yaratandır" ifadeleridir. Yani O, bütün bu
sıfatları kendisinde toplayandır. Binaenaleyh O'na ibadet ediniz. Bu,
"Kendisinde bu sıfatlar bulunan varlık, ibadet edilmeye layıktır. O halde
O'na ibadet ediniz, O'ndan başkasına tapmayınız" demektir" demiştir.
[129]
Bil ki Allah Teâlâ bu
sûrede, mahlukatın bir yaratıcıya,
var
ediciye, muhdise, mübdie ve bir müdebbire muhtaç
olduğunu çeşitli
delillerle açıklamış, kendisinin ortaklarının, benzerlerinin, ztdlarının ve
misillerinin olmadığına
delâlet eden ayrı bir
delil zikretmemiştir. Bunların peşisıra,
kendisine
ortak koşanların inançlarını nakletmek suretiyle, yaratıcının varlığını
gösteren delilleri getirmiştir. İşte bu kadar şey, onların cinleri Allah'a
ortak koşmuş olduklarını kesin olarak ortaya kor. Allah Teâlâ, daha sonra bunu
iptal etmiş ve daha sonra halis tevhîd inancını zikretmiştir. "İşte
Rabbiniz olan Allah! O'ndan başka hiç bir tanrı yoktur. O her şeyi yaratandır.
O halde O'na kulluk edin" buyurmuştur.
Bu noktada şöyle bir
soru gelir: ûuha önce geçen hususların tamamı, yaratıcının varlığına delil
getirme ve o yaratıcının ortakları olduğunu söyleyenlerin delillerinin
geçersizliğini ortaya koymaya dairdir. İşte bu mikiar btrşoy.^ır! tevhidi
ifnrtn etmeyi nasıl gerektirir? Bu soruya karşılık deriz ki: Alimlerin, tevhidi
isbat hususunda birçok yollan vardır. Bu da o yollardan birisidir. Bunu şu şekillerde
izah ederiz:
1) Önceki (Selef) alimler şöyle demişlerdir:
"Tek bir yaratıcı yeterlidir. Yaratıcının birden fazla olduğu
düşünülürse, onların birbirine eşit olduğunu söylemek gerekir."
Binaenaleyh tevhide (yaratıcının bir olduğuna) hükmetmek gerekir. Bizim,
"Tek bir yaratıcı yeterlidir" sözümüze gelince, bu böyledir. Çünkü
her türlü makdûrata {güç yetirilecek şeye) kadir olan ve her türlü malûmatı
(bilinecek şeyi) bilen ilah, bütün âlemlere ilah olmaya ve âlemleri idare
etmeye yeterlidir.
"Yaratıcının
birden fazla olduğu düşünülürse, onların birbirine eşit olduğunu söylemek
gerekir" ifademize gelince, bu da böyledir. Çünkü birden fazla ilahın olduğuna
delalet eden hiçbir delil yoktur. Öyleyse belli bir sayıda ilahın varlığını
söylemek, başka bir sayıda ilahın var olduğunu söylemekten daha evlâ değildir.
Bu durumda, ya sonsuz sayıda ilahın olduğunu söylemek gerekir, ki bu
imkânsızdır, yahut da, şu belli sayı, diğer belli bir sayıdan daha evla
olmadığı halde, şu belli sayıda ilah olduğunu söylemek gerekir ki bu da
imkânsızdır. Bu iki ihtimal de bâtıl olunca, geriye sadece tevhidi (Allah'ın
bir olduğunu) söylemek kalır..
2) Her türlü
mümkinâta kadir ve bütün malûmatı bilen bir ilah, bu alemi idare etmede
yeterlidir. Binaenaleyh eğer biz, İkinci bir tanrının olduğunu söylersek, bu
ikinci ilah, ya bu âlemde meydana gelen herhangi bir hâdisenin yaratıcısı ve
var edi-cisidir, ya da değildir. Birincisi olamaz. Çünkü o iki ilahdan her
biri, her türlü mümkinâta kadir olacağına göre, ikisinden birinin yapmış olduğu
her fiil ve onun bu fiilin yaratıcısı olması, diğerinin o hususta kendi
kudretinin gereğini yapmasına manî olur ki, bu onlardan herbirinin diğerinin
acziyyetine sebep olmasını gerektirir ki, bu da imkânsızdır. Eğer İkincisi
herhangi birşey yapmaz ve birşeyin yaratıcısı olmaz ise, eksik ve âtıl olmuş
olur ki böyle olmak uîûhiyyete uygun düşmez.
3)
Şöyle diyebiliriz: "Bu, tek ilahın,
mutlaka ulûhiyyet sıfatlarında kâmil ve tam olması gerekir. Binaenaleyh eğer
biz, ikinci bir ilahın varlığını kabul edecek olursak, bu ikinci ilah bütün
kemâl sıfatları hususunda, ya birinci ilahla ortaktır, ya da değildir. Eğer bu
ikinci ilah, bütün kemâl (ulûhiyyet) sıfatları hususunda birincisine ortak
olursa, mutlaka birincisi ile arasında az birşey de olsa fark olması gerekir.
Eğer böyle az da olsa bir fark söz konusu olmaz ise, bir ikilik söz konusu
olmaz. Ama arada az da olsa bir fark bulunur ise, bu fark ya kemâl
sıfatlarından olur, ya olmaz. Eğer bu, arada bir fark meydana getirdiği halde
kemâl sıfatlarından olursa, o zaman bu iki ilah arasında bütün kemâl sıfatları
ortak olmuş olmaz. Eğer bu fark, kemâl sıfatlarından olmaz ise, bununla mevsuf
olan ilah, kemâl sıfatı olmayan bir sıfatla mevsûf olmuş olur. Bu da bir
noksanlıktır. Demek ki yapılan bu üç izah sayesinde, tek ilâhın, âlemin
yaratılması ve idaresi hususunda yeterli olduğu, birden fazla tanrı
olamayacağının söylenmesi gerektiği sabit olur. İşte Allah Teâlâ'nın, birliğini
anlatma hususunda, bu âyette tuttuğu yol budur. "Mümâne'at" (birinin
varlığının diğerine mani oluşu) delilinin kullanılışını. Bakara suresinde
zikretmiştik.
[130]
Alimlerimiz {Ehl-i Sünnet), âyetteki, "O, herşeyi
yaratandır" buyruğunu, Allah'ın
kullarının fiillerinin (de) ya- ratıcısı olduğuna delil getirmişler ve
"Kulların fiilleri de
herşeye dâhildir. Bu
âyete göre Allah Teâlâ herşeyin yaratıcısıdır. Şu halde bu, O'nun, kulların
fiillerinin yaratıcısı da olmasını gerektirir" demişlerdir. Bil ki biz bu
delili, Kitabu'l-Cebri ve'l-Kader" adlı eserimizde iyice anlattık. Burada, o
kitaptakilerden çok a2inı anlatmakla yetineceğiz.
Mu'tezile şöyle der:
"Bu âyet, her ne kadar umûmî manada bir ifade ise de, bu âyetin yantsıra,
kulların amellerinin âyetin bu umûmî manasının dışında olduğuna delâlet eden
başka hususlar vardır:
1) Allah
Teâlâ, burada, "O, herşeyi yaratandır, O halde O'na kutluk edin"
buyurmuştur. Bu sebeple, eğer kulların amelleri, âyetin bu hükmüne girmiş
olsaydı, âyetin manası, "Ben sizin amellerinizi yarattım. Binaenaleyh o
amelleri aynen yeniden yapıntz" şeklinde olurdu ki, bu mananın yanlışlığı
malumdur.[131]
2)
Cenâb-ı Allah, "O, herşeyi yaratandır"
ifadesini, kendisini medh-ü sena etme sadedinde söylemiştir. Binaenaleyh eğer
bu ifadenin manasına kulların amelleri de girmiş olsaydı, bu bir medh-ü sena
olmaktan çıkardı. Çünkü Allah Teâlâ'ya, zina, livâta, hırsızlık ve inkârı
yarattığını söyleyerek övünmesi uygun düşmez.
3) Hak Teâlâ, bu âyetten sonra, "Size
Rabbinizden muhakkak besâir (açık deliller) gelmiştir. Artık kim görür ise
kendi lehine, kim kör kalırsa o da kendi aleyhinedir" (Enpâm, 104)
buyurmuştur. Bu, kulun (insanın) bir şeyi yapıp yapmamada hür olduğu, o işi
yapıp yapmamada bir engelin bulunmadığı hususunda açık bir ifadedir. Bu ise,
insanların fiillerinin, Allah tarafından yaratılmadığına delâlet eder. Çünkü
eğer bu fiiller Allah tarafından yaratılmış olsaydı, kul bu hususta hür olamazdı.
Çünkü kulun fiilini Allah yarattığında,
kulun onu yapmaması; Allah yaratmadığında da, kulun onu yapması imkânsız
olurdu. Binaenaleyh bu âyet insanların, bir işi yapıp yapmamada hür olduğuna
delâlet edip, bunun böyle olmasının kulların fiillerinin Allah tarafından
yaratıldığını söylemeye manî olduğu sabit olunca, "Artık kim görür ise
kendi lehine, kim kör kalırsa o da kendi aleyhinedir" {En'am, 104)
âyetinin, (tefsir ettiğimiz âyetin) umûmî manasını tahsis etmiş
(sınırlandırmış) olması gerektiği sabit olur.
4) Bu âyet, "(O kâfirler) cinleri O
(Allah'a) ortak yaptılar" (En'am, 100) âyetinin peşisıra zikredilmiştir.
Biz o âyetten muradın, mecûsîlerin "alemin birisi lezzet ve hayırların,
diğeri elem ve serlerin yaratıcısı olan iki ilahı bulunduğu" şeklindeki
inançları olduğunu beyan etmiştik. Binaenaleyh Allah Teâlâ'nın. bunun peşisıra
getirdiği, "O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O, her şeyi
yaratandır" ifadesinin, bu inancın yanlışlığını gösterme manasına
hamledilmesi gerekir. Bu mana ise ancak,
Allah Teâlâ'nın bu
âlemdeki yırtıcı hayvanlar, haşerat, hastalıklar, elemler ve kederlerin de
yaratıcısı olduğunu söylediğimiz zaman söz konusu olur. Bu sebeple âyetteki,
"O, her şeyi yaratandır" buyruğunu bu manaya hamledersek, insanların
fiilleri bu ifadenin hükmüne girmez. Böylece bu dört delilin, kulların
amellerini, Allah'ın "O, herşeyi yaratandır" ifadesinin umûmî
manasından çıkarması gerektiği sabit olur."
[132]
Mu'tezile'ye şöyle
cevap verilir: Biz diyoruz ki: Aklî ve kesin delil, bu âyetin ifade ettiği
zahirî mananın doğruluğunu göstermektedir. Bunun izahı şöyledir: İnsanın
fiilleri sebeplere dayanır. Sebepleri yaratan ise Allah'dır. Binaenaleyh sebepler
ile kulun kudreti birleştiği zaman, bu, kulun o fiili yapmasını gerektirir. Bu
da, kulun fiillerini Cenâb-ı Allah'ın yaratmış olması neticesine götürür.
Âyetin zahiri bu kesin aklî delil ile kuvvet kazanınca, bu husustaki bütün şekk
ve şüphe ortadan kalkar.
[133]
Âyetteki, "O, her
şeyi yaratandır. O halde O'na kulluk
edin"
buyruğu kutluk (ibadet) emrinin, fâ-i ta'kibiyye ile Allah Teâlâ'nın herşeyin
yaratıcısı oluşuna bağlandığını
göstermektedir.
Fâ-i ta'kibiyye ile bir hükmün (emrin),
bir vasfa bağlanması,
bu vasfın, o hükmün sebebi olduğunu ihsas ettirir ki, bu da, Cenâb-ı Allah'ın,
herşeyin yaratıcısı oluşunu, kayıtsız şartsız ma'bûd olmasını gerektirir. İlah
da zâten ibâdete müstehak olandır. İşte bu, (ehli sünnet) alimlerimizden
bazılarının, "ilah, yaratmaya, yoktan var etmeye ve icada kadir
olandır" şeklindeki sözlerinin doğruluğunu gösterir.
[134]
Mu'tezile'den çoğu,
âyetteki, "O, her şeyi yaratandır" ifadesini, Allah'ın sıfatları
olmadığına ve Kur'ân'ın
mahlûk (yaratılmış)
olduğuna delil getirmişlerdir. Onlar
Allah'ın
sıfatları olmadığını söylemişlerdir, çünkü "Allah
Teâlâ eğer ilmi ile âlim ve kudreti ile kadir olsaydı,
bu ilim
ve kudretin ya kadîm oldukları, ya da
muhdes (sonradan) oldukları söylenirdi. Bunlar kadîm olamazlar, çünkü Allah'ın,
"O, her şeyi yaratandır" âyetinin umumî manası, O'nun herşeyin halikı
olduğunu gösterir. Cenâb-ı Hakk'ın kendi kendisini yaratmasının imkansızlığı
zarurî olarak bilindiğine göre, biz bu umûmî manayı, O'nun zâtı hakkında tahsis
ettik. Binaenaleyh bu umumî ifadenin, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı haricinde her yerde
umumîlik üzere kalması (herşeyi içine alması) gerekir. Allah için birtakım
kadîm sıfatların olduğunu söylemek, bu umûmî mananın iyice tahsîs edilmesini
gerektirir ki bu caiz değildir.
İkinci ihtimale
gelince, bu Allah'ın ilim ve kudretinin hadis olduğunu söylemektir, bu da
icmâen batıldır. Ve çünkü Allah'ın o ilim ve kudreti yaratması, bu yaratmadan
önce başka bir ilim ve kudretin bulunasına ihtiyacı gerektirir ki, bu da
imkânsızdır" demişlerdir. Mu'tezlle bu âyeti,
Kur'ân-ı Kerim'in mahlûk oluşuna delil getirme hususunda şöyle demişlerdir:
"Kur'ân da bir şeydir.Âyetin umûr-,î manasına göre her şey Allah'ın
mahlûkudur. Bihaenaleyh Kur'ân'ın da Allah'ın mahlûka olması gerekir." Bu
konuda söylenecek son söz şudur: Bu umûmî ifade, Allah'ın zatı hakkında tahsis
edilmiştir. Fakat tahsis edilen umûmî ifadeler, tahsis mahalli dışında
delildirler. İşte bu sebepten ötürü, bu umûmî ifadenin bu mezkur şekilde tahsis
edilmesi, kulların fiillerini de Allah'ın yarattığını isbat etme hususunda,
ehl-i sünnetin bu âyete tutunmasına engel değildir.
Alimlerimizin,
Mu'tezile'nin görüşüne cevabt şudur: Biz umûmî olan bu âyeti, Allah Teâlâ'nın
ilmi ile âlim, kudreti ile kadir olduğuna ve Allah'ın kelâmı olan Kur'ân'ın
kadîm olduğuna delâlet eden birçok delil ile tahsis ediyoruz.
[135]
Allah Teâlâ'nın,
"O, her şeyin üstünde bir vekildir"
buyruğundan maksad, kul için mükemmel bir tevhid inancının meydana
gelmesidir.
Bunun izahı şöyledir:
Kut, her nekadar Allah'dan başka
ilah
olmadığına ve âlemin idarecisinin sadece ve sadece Allah olduğuna inansa bile
bu dünya ne de olsa sebepler alemidir. Şeyh, imâm, âlim ve zâhid olan rahmetli
babamdan şöyle dediğini duymuştum: "Eğer sebepler olmasaydı, hiçkimse
(Allah'ın varlığından) şüpheye düşmezdi. Durum böyle olduğu için, insanlar
kalblerini zahirî sebeplere bağlıyor, umduğunu elde edebilmek için bazan
hükümdara, bazan vezire (bakana) güvenip müracaat ediyor. İşte bu durumda da
eline geçen, sadece mahrumiyet oluyor ve sadece hüzünleri artıyor. Halbuki
Allah Teâlâ, "O, her şeyin üstünde bir vekildir" buyurmaktadır. O'nun
bundan maksadı, insanlara Allah'tan başka bir koruyucunun olmadığını ve onların
işlerini düzenleyenin sadece kendisi olduğunu bildirmektir. İşte insan böyle
inanırsa, Allah dışındaki bütün varlıklardan ümidi kesilir ve istediği şeyleri
elde etmek için sadece O'na müracaat eder."
[136]
Cenâb-ı Hak, biraz
önce "O, her şeyi yarattı" (En'am, 101) buyurmuş, bu âyette ise,
"O, her şeyi yaratandır"
buyurmuştur. Bu, bir
tekrar gibidir... Bu hususa birkaç şekilde cevap verilir:
1) Cenâb-ı Hakk'ın, "O, her şeyi yarattı"
ifadesi, geçmişe işarettir; "O, her şeyi yaratandır" ifadesi ise
"ism-i fail" olup, bütün vakitleri içine alır.
2)
Esas izaha göre, Allah Teâlâ, kendisinin
çocukları olmadığını anlatma hususunda bir giriş olmak üzere, o âyette,
"O (Allah), her şeyi yarattı" buyurmuş; kendisinden başka ibadete
müstehak hiçbir varlık bulunmadığını anlatma hususunda bir giriş olmak üzere
de, bu âyette, "O, her şeyi yaratandır" demiştir. Netice olarak
diyebiliriz ki bunlar birtakım hükümleri ve çeşitli neticeleri gerektiren,
birer giriş (mukaddime)dirler. Binaenaleyh Hak Teâlâ bunları, her konuda, o
konuya uygun neticeler kendilerine dayansın diye, ayrı ayrı zikretmiştir.
[137]
İlah, ibâdete müstehak
olan zattır. Bundan dolayı Allah Teâlâ'nın, "O'ndan başka hiçbir ilah
yoktur" buyruğu, "O'ndan başka ibadete müstehak olan yoktur"
manasındadır. O halde Allah Teâlâ'nın bunun peşisıra, "O halde O'na kulluk
(ibadet) edin" buyurmasının hikmeti nedir. Çünkü bu bir tekrar zannı
uyandırmaktadır?"
Buna şöyle cevap
verilir: Âyetteki, "O'ndan başka hiçbir ilah yoktur" ifadesi
"O'ndan başka ibadete müstehak olan yoktur" manasına; "O halde
O'na kulluk edin" buyruğu da "Binaenaleyh O'ndan başkasına İbadet
etmeyin" manasınadır.
[138]
Kâfirler, "Andolsun ki onlara, "gökleri, ve yeri kim yarattı?.. diye sorarsan, mutlaka "Allah"
derler"
(Ankebut, 61) âyetinde
de Hak Teâlâ'nın buyurduğu gibi,
Allah'ın
varlığını kabul ediyorlar ve Allah Teâlâ'nın dışında hiçbir varlığa
"Allah" ismini vermiyorlardı. Nitekim Allah, "O, (Allah 'in)
bir adaşını bilir misin?" (Meryem, 66) buyurmuştur. İşte bundan dolayı
Allah Teâlâ bu âyette, yani, "işte bu,
geçen sıfatlara sahip olan Allah'dır" buyurmuş, daha sonra da
Rabbukum, yani, "sizi büyüten, size çeşitli terbiyeler ve ihsanlarla
iyilikte bulunandır" buyurmuştur. Bunlar insanın havsalasının alamayacağı
bir çokluğa ulaşan şeylerdir. Nitekim Allah Teâlâ, "Allah'ın nimetlerini
birer birer saymaya kalksanız, sayamazsınız" (Nahi, 18) buyurmuştur.
Hak Teâlâ daha sonra
"Ondan başka hiçbir tanrı yoktur" buyurmuştur. Bu, "siz, ihsan
eden, lütfeden ve keremli bir ilahın var olduğunu anladığınız zaman, bilin ki
O'ndan başka ilah ve O'nun dışında ma'bud yoktur" demektir.
Daha sonra Allah Teâlâ, "O, her şeyi yaratandır" buyurmuştur. Bunun manası şudur: "O'ndan başka ilah yoktur" sözümüz makuldür. Çünkü mahlûkatın O'ndan başka yaratıcısı, âlemlerin O'ndan başka müdebbiri yoktur. İşte bu, çok uygun ve manalı bir tertibdir. [139]
"Gözler O'na
erişemez (ihata edemez), O ise bütün gözleri ihata eder. O,
latiftir,
hablrdir" (En'am, 103).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[140]
Alimlerimiz hem Allah
Teâlâ'nın görülebileceğine, hem
de
mü'minlerin Kıyamette O'nu göreceklerine, bu âyeti şöylece delil getirmişlerdir:
1) Bunu
şöyle izah ederiz: Bu âyet Hak Teâlâ'nın
görülebileceğine
delâlet etmektedir. Bu sabit olur ise,
mü'minlerin
Kıyamette Allah'ı göreceklerini kesin olarak söylemek gerekir. Birinci
mukaddimenin izahı şöyle yapılır: Allah Teâlâ, "Gözler O'na erişemez"
buyruğu ile, kendisini medh-ü sena etmiştir. Bu ifade, muarızımız
(olanMu'tezile'ye) yardımcı olacak bir tabirdir. Onlar, Allah'ın âhirette
görülemiyeceği şeklindeki inançlarını buna dayandırmışlardır.Bu sabit olunca
biz deriz ki:Eğer Allah görülemiyecek olsaydı, "Gözler O'na
erişemez" diye kendisini sena etmesi söz konusu olmazdı. Baksana,
"yok" olan görülmez. İlimler, kudretler, irâdeler, kokular ve
tadlardan hiçbiri gözle görülmez. İşte bunlar görülemedikleri için de bunlarla
övünülmez.Binaenaleyh-âyetteki, "Gözler O'na erişemez" ifadesinin
sena olduğu sabit olur. Ve yine sabit olur ki, bu sena, ancak Allah Teâlâ'nın
görülmesi caiz olduğu takdirde mâkul olur. İşte böylece Allah Teâlâ'nın,
"Gözler O'na erişemez" buyruğu, O'nun görülebileceğine delâlet eder.
Bu hususta sözün özü şudur: Bir şeyin, haddizatında görülmesi mümkün olmadığı
zaman, onun görülmeyişinde, o şeyi medhedip övmek, tazım etmek gerekmez. Ama o
şey, haddi zatında görülen bir şey olup da, gözlerin onu görmesine ve onu idrak
etmesine mani olduğu zaman, bu mükemmel ve tam kudret, bir medh ve azamete,
saygıya delâlet etmiş olur. Böylece bu âyetin, Allah Teâlâ'nın, zâtı gereği
görülebileceğine delâlet ettiği sabit olmuş olur.
Bu sabit olunca,
mü'minlerin O'nu, Kıyamet gününde göreceklerine kesinkes hükmetmek gerekir.
Bunun delili şudur: Bu hususta iki çeşit söz söylenmiştir:
a) Kimi alimler Allah'ın hem görülebileceğini,
he.m de mü'minlerin O'nu göreceklerini söylemektedirler.
b) Kimileri de, mü'minlerin Allah'ı
göremiyeceğini ve O'nun da görülemiyece-ğini söylemişlerdir. Ama, "Allah'ı
görmek mümkündür, amma, bununla beraber O'nu gören hiçbir mü'min yoktur"
şeklindeki iddia, ümmet içinde hiç kimse tarafından söylenmemiştir. Binaenaleyh
bu, bâtıl olmuş olur. O halde bizim zikrettiğimiz açıklamalarla, âyetin Cenâb-ı
Hakk'ın zatının görülebileceğine delâlet ettiği ve durum her ne zaman böyle
olursa, mü'minlerin O'nu göreceklerine kesinlikle hükmetmek gerektiği sabit
olmuş olur. Böylece de, bizim zikrettiğimiz açıklamalarla, âyetin, rü'yetin
meydana gelebileceğine delâlet etmesi sabit olur ki, işte bu, bu âyetten elde
edilen hoş bir istidlaldir.
2) Biz deriz
ki, Hak Teâlâ'nın, "Gözler O'na erişemez" buyruğundaki
"gözler"den maksad gözlerin bizzat kendisi değildir. Çünkü göz,
hiçbir yerdeki hiçbir şeyi göremez, idrak edemez. Aksine idrak eden, gören,
insandır. O halde, Hak Teâlâ'nın, "O'na erişemez" buyruğundan
kasdedilen mananın, "O'nu, görenler
idrak
edemez" şeklinde olduğuna kesinlikle hükmetmek gerekir. Bu böyle olunca
da, "O ise, bütün gözleri idrak eder" buyruğundan kasdedilen mana, O,
"görenleri idrak eder" şeklinde olur. Basralı Mutediller, Allah
Teâlâ'nın eşyayı gördüğü hususunda bize muvafakat etmektedirler. Bu sebeple,
Allah Teâtâ da görenler cümlesinden o)mvşo)ur. Bmaenateyh, A)Wm, "O ise,
bü'tüû gözleri idrak eder"buyruğu, kenefi kendini görmesini gerektirir.
Durum böyle olunca da, Allah'ın zatının görüleceği ve O'nun, kendisini göreceği
ortaya çıknuş olur B\r\aenateyh, AMah Teata'nm V.end\ kendisini görebileceğini
söyleyen herkes, mü'minlerin Kıyamette O'nu göreceğini söylemiş olur. Böylece
bu âyet, hem Allah'ın görülebileceğine, hem de mü'minlerin Kıyamette O'nu
göreceklerine delâlet etmiş olur. Biz bu istidlale kısa bir ilavede bulunmak
istersek şöyle deriz: Hak Teâlâ'nın, "O ise, bütün gözleri idrak
eder" buyruğundan maksad, ya bizzat gözdür, veyahut da görendir. Her iki
duruma göre de, bundan, Cenâb-ı Hakk'ın hem kendi gözlerini, hem de kendi
zatını görmesi neticesi çıkar. Bunun böyle olduğu sabit olunca, arada herhangi
bir farkın bulunduğunu söyleyen hiç kimsenin bulunmaması zaruretiyle,
mü'minlerin Kıyamet gününde O'nu görmeleri gerekir.
3) Âyetteki
"el-ebsâr" (gözler) kelimesi, başında elif-lâm bulunan bir çoğul
sîgasıdır. Binaenaleyh bu sîga, istiğrak (kapsamlılık) ifade eder. O halde
Cenâb-ı tfakk'm , "g&fer O'na erişemez* âyeti, her gözün O'nu
göremeyiceğı'ni ifade eder ki bu, "umûmun selbi"ni" ifade eder
(yani genel manada olumsuzluğu ifade eder), ama "selbin umumîliğini"
ifade etmez, (yani bu görememe işi, herkesi içine almaz.)
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki, bu olumsuzluğun "genel"e tahsis edilmesi, hükmün
(görme hükmünün), o genelin içinde bulunan bazı kimseler hakkında söz konusu
olabileceğine delâlet eder. Baksana, bir kimse, "Zeyd'i herkes
dövmedi!" dediği zaman, bu söz o Zeyd'i bazı kimselerin dövdüğünü ifade
eder. Binaenaleyh, meselâ, "Hz. Muhammed (s.a.s)'e herkes iman
etmedi" denildiğinde bu söz, O'na bazı kimselerin iman ettiğini ifade
eder. Hak Teâlâ'nın, "Gözler O'na erişemez" buyruğu da böyledir.
Bunun manası, "O'nu her göz idrak edemez" şeklindedir. Binaenaleyh,
bu âyetin, bazı gözlerin O'nu idrak edebileceğini ifade etmesi gerekir. Bu
konuda söylenebilecek en son söz, bunun "hitab deliline tutunma" olduğunun
söylenmesidir. Biz deriz ki: "Farzet ki bu böyle olsun. Ancak ne var ki
bu, sahîh ve uygun bir delildir. Zira, Cenâb-ı Hakk'ı görme işinin, kesinlikle
hiçbir kimse için söz konusu olmadığı farzedildiğinde, bu selbin (olumsuzluğun)
genel olana genel olması bakımından tahsis edilmiş olması abes olmuş olur.
Oysa Kelâmullah'ı, abes ve anlamsız olan şeylerden korumak vacibtir.
[141]
4) Dırâr İbn
Amr el-Kufî'den nakledilen şu husustur: O şöyle derdi: "Allah Teâlâ,
insandaki şu gözle görülmez.. O ancak, Allah Teâlâ'nın Kıyamet gününde
yaratacağı altıncı bir hisle görülebilir." O, bu görüşüne, bu âyetle
istidlalde bulunarak şöyle der: "Bu âyet, Allah'ı idrâk edememenin, gözle tahsis edildiğine
delâlet
eder. Hükmün bir şeye tahsis edilmesi, o
şeyin dışında kalan hallerde, durumun onun aksine olduğuna delâlet eder.
Binaenaleyh, Allah'ın gözün dışında kalan bir şeyle, genel bir ifade ile
görülmesi gerekir. Şu anda mevcut olan hislerin görme işine müsait ve elverişli
olmadıkları sabit olunca, "Allah Teâlâ'nın, kendisini görüp idrâk etmeye
vasıta olacak altıncı bir duyuyu Kıyamet gününde yaratacağının söylenebileceği
kesinleşir. İşte bütün bunlar mü'minlerin Kıyamet gününde Allah'ı göreceklerini
isbat etme hususunda bu âyetten istinbât edilip, itimad edilebilecek dört
izahtır.
[142]
Bu mesele de,
Mutezfle'nin, Cenâb-ı Hakk'ın görüle- miyeceği hususunda, bu âyete sarılarak
yaptığı istidlali
nakletme
hususundadır.
[143]
Bil ki Mu'tezile, bu âyetle şu iki yönden istidlal ve ihticâcda
bulunmuşlardır:
1) Onlar
şöyle demektedirler: "Göz ile idrâk, görmekten ibarettir. Bunun delili ise
şudur: Şayet bir kimse, "Ben onu gözümle idrâk ettim, ama göremedim";
yahut da, "Ben onu gördüm, ama gözümle idrâk edemedim" dese, bu söz
tutarsız bir söz olmuş olur. O halde, göz ile idrâk etmenin "görmek"
anlamına geldiği sabit olmuş olur.
Bu böyle olunca biz
deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "Gözler O'na erişemez" buyruğu, hiçbir
durumda hiçbir gözün O'nu görememesi manasını taşır, Bu umumî mananın
doğruluğunun delili ise, şu iki şeydir:
a) Bütün şahısların ve bütün durumların bundan
istisna edilebilmeleri ve "falancanın gözü ve falanca durum hariç, gözler
O'nu idrâk edemez" denilebilmesidir. istisna, yapılmaması halinde, bir
kelâmın hükmüne girebilecek şeyleri, o kelamın hükmünün dışına çıkarmak için
yapılır. Binaenaleyh, bu âyetin umûm oluşunun, bütün şahıslar ve bütün hâller
hakkında Cenâb-ı Hakk'ın görülemiyeceğinin umumîliğini ifade ettiği sabit olmuş
olur. İşte bu da, Allah Teâlâ'yı hiç kimsenin hiç bir şekilde göre miyeceği ne
delâlet eder.
b) Bu âyetin
umûm ifade ettiğini izah hususundaki ikinci madde de şudur: H z. Aişe (r.anhâ),
İbn Abbas'ın, "Hz. Muhammed
(s.a.s), Miraç gecesinde Rabbini gördü..." şeklindeki sözünü kabul
etmeyince, kendi görüşünü destekleme hususunda bu âyete tutunmuştur. Şayet bu
âyet, bütün şahıslara ve bütün hallere göre umumiliği ifade etmiş olmasaydı, o
zaman bu istidlal tam olmazdı. Hz.
Aİşe'nin Arapça'yı en iyi bilenlerden birisi olduğu hususunda şüphe
yoktur. Böylece bu âyetin, bütün şahıslara göre, olumsuzluğa delâlet ettiği
sabit olur ki, bizim varmak istediğimiz sonuç da budur.
2) Onlar
şöyle demektedirler: Bu âyetten önceki âyetler, buraya kadar, bir medh ve bir
övgüyü ihtiva etmekteydiler. Allah'ın bunlardan sonra, "O ise, bütün
gözleri idrâk eder" buyurmuş olması da, bu övgü
ve medihtir. Binâenaleyh, "gözler O'na erişemez" buyruğunun da bir
medih ve övgü olması gerekir. Aksi halde, medih ve övgü olan tabirler arasına,
bunu ifade etmeyen âyetin girdiğinin söylenmesi gerekir ki, bu bir bozukluğa
yol açar. Halbuki böyle bir şey Allah'ın kelâmına yakışmaz.
Bu sabit olunca biz
deriz ki: Fiil nev'inden olmayıp, yokiuğu bir medih sebebi olan her şeyin Allah
hakkında sabit olması, O'nun için noksanlık teşkil eder. Halbuki, Allah
hakkında noksanlık imkânsızdır. Çünkü Allah, "O'nu ne bir uyuklama tutabilir,
ne de bir uyku" (Bakara, 255); "O'nun benzen gibisi yoktur"
(Şura, 11) ve "Doğurma m iş tır, doğurulmamıştır O* (Ihiâs, 3) vb.
buyurmuştur. Öyleyse, Allah Teâlâ'ntn görülmesinin imkânsız olduğunun
söylenmesi vacib olur.
Bil ki, Mu'tezile bu
hususu, "fiil nev'inden olmamakla" kayıtlamıştır. Çünkü Allah,
"Allah âlemlere (insanlara) hiçbir haksızlık etmek istemez" (Ai-i
Imrân, 108) ve "Rabbin, kullarına hiçbir zulüm yapıcı değildir"
(Fussilet,46) buyurmuştur. Ne var ki Allah Teâlâ, onlara göre de, zulmetmeye
kadirdir, Binaenaleyh onlar, bu kaydı, sözlerindeki tenakuzu gidermek için
zikretmişlerdir. İşte bu, onların bu konudaki sözlerinin izahının tamamıdır.
[144]
Onların birinci
izahlarına, birkaç yönden cevap verebiliriz:
a) Gözün
idrakinin, görmekten ibaret olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun delili şunlardır:
Arapça'da "idrak" lafzı, "yetişmek ve katılmak" manasına da
gelir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Musa'nın ashabı dedi ki: "Muhakkak
erişilip yakalandık" (Şuarâ, 61) buyurmuştur, yani "yetişilenler
olduk..." ve, "Nihayet, su onu boğmaya başlayınca" (Yusuf, 90)
buyurmuştur, yani, "boğmak fiili ona ulaşınca, boğulmaya
başlayınca"
demektir. Yine "Falanca, falancaya yetişti..." buluğa erdi"
manasında "Çocuk olgunlaştı, bütuğa erdi" ve "olgunlaştı"
manasında, denilir. Böylece, "idrâk" fiilinin bir şeye ulaşmak
manasına geldiği sabit olmuş olur.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Görülen şeyin bir sınırı ve bir sonu olduğunda ve göz de,
onun sınırlarını, kenarlarını ve bitim yerini idrâk ettiğinde, "gözler onu
kuşatmış" olur. Böylece de bu şekilde görme işi, "idrak" diye adlandırılmış
olur. Ama göz, görülen şeyin her tarafını kuşatmadığı zaman, o görme
"idrak" olarak adlandırılamaz.. Netice olarak diyebiliriz ki, âyette
bahsedilen görme ise, altında iki türü bulunan bir cinstir.
1) İhata ederek görmek.
2) Ihâtasız görmek.. İhata ederek görmeye,
"idrâk" adt verilir. O halde "idrâk"in olmadığını söylemek,
görmenin iki türünden birisinin nefyini ifade eder.
Türü nefyetmek, cinsi
nefyetmeyi gerektirmez. Öyleyse, Allah'ı idrak edememekten, O'nu görmeme
neticesi çıkmaz. İşte bu, karşı tarafın sözünü kabul etmemede makbul olan güzel
bir izahtır.
Buna göre eğer onlar,
İdrâk"in, rü'yet'ten başka bir şey olduğunu beyan ettiğiniz an, Allah'ı
görmenin tahakkuk edeceğini isbat hususunda, bu âyet hakkında kendisine
tutunduğunuz (yapmış olduğunuz) dört izahı da, aleyhinize olmak üzere bozmuş
oldunuz" derlerse, biz deriz ki:
Bunun böyle olması
uzak bir ihtimaldir. Çünkü "idrâk", rü'yet'ten daha hususidir. Daha
hususî olanı kabul etmek, "e'amm" (daha umumî) olanı kabul etmeyi gerektirir.
Ama, daha hususî olanı nefyetmek, daha umumî olanı nefyetmeyi gerektirmez.
Böylece yukarıda yapmış olduğumuz izahların, bizim görüşümüzü değil, sizin
görüşünüzü iptal etmiş olduğu sabit olmuş olur.
b) Onlara itiraz hususunda şöyle diyebiliriz:
Farzedelim ki, göz ile idrak, görmekten ibaret olsun.. Ancak ne var ki, siz
niçin, "O'nu gözler idrâk edemez" ifadesinin bütün şahıslar, bütün
haller ve bütün zamanlar hakkında nefyin umumîliğini ifade ettiğini
söylüyorsunuz? Nefyin umumîliğine dair istisnanın doğru olabileceği hususunda yapmış
oldukları istidlale gelince, bu istidlal, nefyin umumîliğini ifade etmediği
halde, "cem-i kıllef'lerden yapılan
istisnanın doğruluğu ile çelişmektedir. Aksine biz bunun umûm ifade
ettiğini kabul ediyoruz, ancak ne var ki, umûmun nefyi başka nefyin umumiliği
başka şeydir. Biz lafzın, umûmun nef-yini
ifade etmediğine dair delil getirdik ve umûmun nefyinin, hususî olanın
sübûtunu gerektirdiğini beyan ettik. Bu, bizim istidlali açıklarken ortaya koyduğumuz
şeyin kendisidir.
Muarızımızın,Hz. Aişe
(r.anhâ)'nin, Allah Teâlâ'nın görülemiyeceği hususunda, bu âyete tutunmuş
olduğunu söylemesine gelince, biz deriz ki: Dilin kelimeleri nin manası, o
dilin alimlerinden öğrenilir. Bir delil ile istidlalde bulunma hususunda ise
taklide başvurulmaz. Kısaca aklî delil, Hak Teâlâ'nın, "gözler O'nu idrâk
edemez" âyetinin ekseriyetin O'nu göremiyeceğini ifade ettiğine delâlet
eder. Böylece aklın sarahati ile, "umûmun nefyinin, nefyin
umumîliğinden" başka birşey olduğu sabit olur. Onların maksatları ise
ancak, âyetin nefyin umumîliğine delâlet etmiş olması halinde tamam olur.
Binaenaleyh onların görüşleri geçersiz olmuş olur.
c) Bu, bizim şöyle dememizdir: Cemî sîgası,
istiğrak (kapsamlıhk) manasına hamledildiği gibi, bazan daha önce bahsedilmiş
olan malum birşeye de hamledilebi-lir. Durum böyle olunca, âyetteki
"Gözler O'nu idrak edemez" cümlesi, dünyadaki malûm gözlerin O'nu
göremiyeceği manasını ifade eder. Biz bunun böyle olması gerektiğini
söylüyoruz. Çünkü bu gözler ve göz bebekleri, bu dünyada iken sahip oldukları
özellikleri kendilerinde taşıdıkça Allah'ı göremezler. Ama bu özellikleri
değişip halleri farklı olduğunda, Allah'ı görebilirler. Öyle ise niçin, bu
değişiklik olduğu zaman onların Allah't göremiyeceğini iddia ediyorsunuz?
d) Biz, bu gözlerin kesinlikle Allah'ı
göremiyecekterini kabul ediyoruz. O halde daha niçin Dırar b. Amr el-Kûfî'nin
de dediği gibi, bu duyu organlarından farklı
altıncı bir duyu ite Allah'ın idrâk edilip görülmesi caiz olmasın? Buna
göre, âyete tutunmanın bir manası olmaz.
e) Farzet ki bu, umûmî bir âyettir. Fakat Allah
Teâlâ'nın görülebileceğine delâlet eden âyetler "husûsî"dir. Hâs
olan, âmm olan delilden önce nazar-ı itibara alınır. Bu durumda söz bu
noktadan, âyetlerin Allah'ın görülebileceğine delâlet edip etmediği konusuna
geçer.
f) Biz, bu âyetin gereğine göre hükmediyor ve
diyoruz ki: Bu gözlerin Allah'ı göremiyeceğini kabul ediyoruz. Öyle ise daha
niçin, görenlerin Allah'ı idrâk edemi-yeceğini söylüyorsunuz? İşte birinci
izaha göre ileri sürülebilecek soruların hepsi bunlardır.
İkinci izaha gelince,
biz Cenab-ı Hakk'ın 2â\mm gûTülmesinm imkânız olmast halinde, görü I em
iveceğin i söyleyerek kendisini övmüş olmasının imkânsız olacağını, aksine bu
övünmenin, O'nun görülmesi mümkün olduğu zaman söz konusu olduğunu, ama Allah
Teâlâ'nın, gözleri, kendini görmekten alıkoyduğunu anlatmıştık. İşte bu izah
ile, Mu'tezile'nin bütün iddiaları tamamen düşer.
Sonra biz diyoruz ki,
Allah'ın görülemeyeceğini söylemenin, bir medh-ü sena sebebi olması
imkânsızdır. Çünkü sırt "adem" ve sırf "nefy" {yokluk ve
olumsuzluk), medh-ü senayı gerektiren birşey değildir. Bu zarurî olarak bilinen
bir husustur. Hatta "nefy", medh-ü senayı gerektiren bir sıfatın
bulunduğunun delili olsaydı, "nefy"in bir medhi gerektirdiği
söylenebilirdi. Bunun misali, "O'nu ne bir uyuklama tutulabilir, ne de
bir uyku" (Bakara, 255) âyetidir. Bu âyet, bu "nefy" (menfî
manası) bakımından bir medhi ifade etmez. Çünkü cansız varlıkları da bir uyku
ve uyuklama tutmaz. Ama bu nefy, Hak Teâlâ hakkında herhangi bir değişikliğe ve
zevale uğramaksızın bütün herşeyi bildiği manasına gelir. Hak Teâ\â'nm,
"O, doyurur, do-yuruimaz" |Ervam. u) âyeti de, Allah'ın zâtı ile kâim
ve zâtı bakırrundan ihtiyaçlardan âzâde olduğuna delâlet eder. Çünkü cansızlar
da ne yerler, ne de doyurulurlar. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz
ki: Allah Teâlâ'nın, "O'nu gözler idrâk edemez" âyetinin, medh-ü
senayı gerektiren mevcut bir manaya delâlet etmesi müstesna, bir medh-ü senayı
ifade etmesi imkânsızdır. İşte bizim dediğimiz budur. Çünkü bu mana, Allah
Teâlâ'nın, gözleri perdelemeye kadir olduğunu ve onları kendisini görmekten
alıkoyabildiğim ifade eder. İşte bu izah ile de, söz Mu'tezile'nin aleyhine bir
hüccete dönüşür. Böylece Mu'tezile'nin bu âyet ile yaptığı istidlaller her
bakımdan düşer.
[145]
Bil ki Kâdî, bu âyetin
tefsiri hususunda, Allah'ın görülemiyeceği manasında bazı izahlar yapmıştır ki,
bu,
aslında bu âyetle
istidlal etmenin dışında, tefsir ilminden
ayrı
olarak, usûl (kelam) ilmine bir dalıştır. Kâdî bunu böyle yaptığı için, onun bu
izahlarını nakledip, onlara cevap vereceğiz, sonra da alimlerimizin, Allah'ın
görülebileceğine delâlet eden izahlarını zikredeceğiz.
Kâdî, birtakım aklî
delillere tutunmuştur:
1) Duyular sağlam olup, görülecek şey de mevcut
olunca ve bu hususta söz konusu olan şartlar da, ki bunlar görülecek şeylerden
yakın olanların görülemiyecek kadar yakın, uzak olanların da görülemiyecek
kadar uzak olması, arada görmeye engel bir perdenin bulunmaması ve görülecek
şeyin, gözün mukabilinde (karşısında) veya mukabil hükmünde olmasıdır, bu
şartlar bulunduğunda, görme işi gerçekleşir. Çünkü bu şartlar bulunduğu halde,
görme gerçekleşmeseydi, yanımızda borazanlar ve davullar çalındığı halde, bizim
onları duymamamız ve görmememiz mümkün olurdu, ki bu safsatadır.
Mu'tezlle şöyle der: "Bu sabit
olunca biz deriz ki: "Görülemiyecek kadar yakın, görülemiyecek kadar uzak
olmaması, arada görmeye engel bir perdenin bulunmaması ve gözün mukabilinde
olması, Cenâb-ı Allah hakkında imkânsızdır. Binaenaleyh eğer Allah görülebilir
olsaydı, bu görmeyi gerek-tiren şeyin, duyu organlarının (gözlerin) hastalıksız
olması ve görülecek şeyin, görülebilecek biçimde olması şartına bağlt olması
gerekirdi. Bu iki şart, şu anda (dünyada) da mevcuttur. Öyleyse eğer Cenâb-ı Hak
görülebilir olsaydı, şu anda da görülmesi gerekirdi. Bu görme olmadığına göre,
Allah'ın görülmesinin imkânsız olduğunu anlıyoruz.
2) Görülen her şey, ya bir şeyin
"mukabil"i olur veyahut da "mukabil" hükmünde otur. Halbuki
Allah Teâlâ böyle değildir. Binaenaleyh, O'nun görülmesinin imkânsız olması
gerekir.
3) Kâdî şöyle demektedir: "Onlara (ehl-i
sünnete), cehennem ehlinin değil de, cennet ehlinin Allah'ı nasıl göreceği
sorulur? Cenâb-ı Hak, ya onlara yaklaşır veyahut da O, onların mukabilinde
olur. Böylece o cennetliklerin Allah ile olan halleri, cehennemliklerin aksine
olur. Bu da, Allah'ın, hakkında yakınlık uzaklık ve perdelenmenin düşünülmesi
mümkün olan bir cisim olmasını gerektirir."
4) Kâdî şöyle der: "Eğer siz,
cennetliklerin, her türlü hal ve durumda, hatta cima vb. haller sırasında O'nu
göreceklerini söylüyorsanız, bu bâtıldır. Veyahut da, onlar O'nu şu halde değil
de, öteki halde görürler. Bu da bâtıldır. Çünkü bu, Allah'ın bazan yakın,
bazan uzak olmasını gerektirir...
Bir de Allah'ı görmek,
arzu edilen şeylerin en büyüğüdür. Bu böyle olunca, cennetliklerin, bu görmeyi
ebedî olarak arzu etmiş olmaları vacib olur. Binaenaleyh, O'nu bazı zamanlarda
görmeselerdi, gam ve kedere düşerlerdi. Bu ise, cennetliklerin sıfatlarına
uygun değildir." İşte Kâdrnin Kitabu't-Tefsir'de zikrettiği bütün
hususlar, bunlardır. Bil ki bu izahlar, son derece zayıftır.
Birinci izaha gelince:
Ona şöyle denilir: "Farzedelim ki, görme duyusunun salim olması, görülecek
şeyin hazır olması ve gerekli diğer şartların bulunması halinde, cisimlerin ve
arazların görülmesi vacib olsun.. O halde niçin bundan, duyu organının salim
olması ve görülecek şeyin de görülmeye elverişli olması halinde, Allah'ın
görülmesinin gerekli olduğu sonucu çıkar diyorsunuz? Allah Teâlâ'nın zâtının,
diğer zatlardan farklı olduğunu ve bir hükmün bir şey hakkında söz konusu olmasından,
aynı hükmün o şeye muhalif olan bir şey hakkında da söz konusu olmasının
gerekmediğini bilmiyor musunuz?" Bu
Mutezilîlere şaşılır. Çünkü, onlar
tam
akılfı ve son derece zeki olduklarını iddia ettikleri halde, öncekileri de
sonrakileri de bu delile dayanmışlar, onlardan hiç birisi böyle bir sual
karşısında uyanamamış ve bu sözün bozuk olduğu da hiçbirinin aklına
gelmemiştir.
İkinci izaha gelince,
ona şöyle cevap verilebilir: Bizimle sizin aramızdaki münakaşa, bir mekân ve
cihete tahsis edilemeyen varlığın, görülüp görülemeyeceği hususundadtr. Siz ya,
bu sıfatla mevsuf olan bu varlığın görülmesinin imkânsız olduğunun
bilinmesinin, bedîhî (şüphesiz ve kat'î) bir ilim olduğunu iddia edersiniz,
veyahut da bunun istidlal? bir ilim olduğunu söylersiniz. Birincisi bâtıldır.
Çünkü, eğer bunu bilmek bedihî olsaydı, akıl sahipleri arasında, bu konuda bir
anlaşmazlık bulunmazdı. Bir de, bu ilmin bedihî olduğunu kabul etmemiz
durumunda, bu hususta delil getirmekle iştigal etmek abes olurdu. Binaenaleyh
istidlali terkedip, bunun bedihî olduğunu iddia etmekle yetininiz..
İkinci ihtimale
gelince deriz ki, sizin, "görülecek varlığın gözün karşısında veya karşı,
"mukabil" hükmünde bulunan bir yerde bulunması gerekir"
şeklindeki sözünüz aynı iddianın bir tekrarıdır. Çünkü, sözün özü şudur:
"Siz diyorsunuz ki, gözün mukabilinde ya da mukabil hükmünde olmayan
varlık, görülemez.. Her görülen varlığın da, gözün mukabilinde, veyahut mukabil
hükmünde olan bir yerde bulunması gerekir!.." Bu sözün, aynı iddianın
tekrarlanmasından başka bir manası olmadığı malûmdur.
Üçüncü izaha gelince,
ona şöyle denilebilir: Şöyle denilmesi niçin caiz olmasın: "Cennetlikler,
Allah'ı görür, cehennemlikler ise göremezler. Bu, senin söylediğin gibi,
yakınlık ya da uzaklık sebebiyle değildir. Aksine bu, Allah Teâlâ, cennetliklerin
gözünde "görmek" fiilini yarattığı cehennemliklerin gözlerindeyse
yaratmadığı içindir. Binaenaleyh, eğer sen, bu sözün yanlışlığını ortaya
koymak için, "Bunu caiz görmek, yanımızda borazanlar ve davullar çaldığı
halde, onları görmememizin ve duymamamızın caiz olabileceği neticesine
götürür..." iddiasına başvurursan, bu, birinci izaha dönmek olur. Onun
cevabı da daha önce geçmişti.
Dördüncü izaha
gelince, ona karşı şöyle denilebilir: Şöyle denilmesi niçin caiz olmasın:
"Mü'minler, Allah Teâlâ'yı bazan görür bazan da göremez." Kâdî'nin,
"Bu, Allah Teâlâ bazan yaklaşır, bazan uzak olur" demek neticesine
götürür.." şeklindeki sözüne mukabil şöyle denilir: Bu, "Gözlerin
görmesi ancak, yukarda zikredilen şartların bulunmasıyla olur.."
şeklindeki görüşe dönmektir. Binaenaleyh, birinci izaha dönmektir. Onun cevabı
ise, daha önce geçmişti..
Kâdî'nin,
"Allah'ı görmek, arzulanan şeylerin en büyüğüdür" şeklindeki ikinci
sö2üne karşılık ona şöyle denilir: "Bu, her ne kadar böyle ise de, ancak
şöyle denilmesi uzak bir ihtimal değildir: Cennetlikler, Allah'ı görmeyi zaman
zaman arzu ediyorlar... Bunun delili şudur: Cennetin diğer lezzet ve menfaatleri
de, hoş ve lezizdir. Sonra cennetin bu lezzet ve menfaatlerine duyulan arzular
da zaman zaman meydana gelir.. İşte, bu konuda da durum aynıdır. Kâdî'nin bu
konuda yapmış olduğu izahlara cevap olarak söylenecek sözün tamamı, işte budur.
[146]
Bu, mü'minlerin,
Allahu Teâlâ'yı göreceklerine delâlet
eden
izahların ortaya konulması hakkındadır. Biz bu izahları iyice sayıp ortaya
koyacağız ve bu izahları uy- gun olan yerlere havale edeceğiz:
Birinci hüccet: Musa
(a.s), Allah Teâlâ'dan, O'nu görmeyi talep etti. Bu, Allah Teâlâ'nın
görülebileceğine delâlet eder.
İkinci hüccet: Allah
Teâlâ, "Eğer o, yerinde durabilirse sen de beni görürsün..." (A’raf,
143) buyurarak, kendisinin görülmesini, dağın yerinde durabilmesi şartına
bağladı. Dağın yerinde durabilmesi mümkün bir şeydir. Mümkün olana bağlanan şey
de mümkündür. Bu iki delilin izahı, inşaatları, A'râf sûresinde gelecektir.
Üçüncü hüccet,
yukarıda zikredilmiş olan yönlerden, "gözler O'nu idrâk edemez"
âyetine tutunmaktır.
Dördüncü hüccet,
Cenâb-ı Hakkın "iyi iş, güzei amel yapanlara da güzel iyilik, bir de
ziyâde vardır" (Yunus, 26) âyetine tutunmaktır. Bu delilin izahını da, Yunus
sûresinde yaptık.
Beşinci hüccet,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık kim, Rabbine kavuşmayı ümid ediyorsa.."
(Kenf, 110) âyetine tutunmaktır. Allah'la karşılaşma ve O'na kavuşma manasını
kapsayan diğer bütün âyetler hakkındaki söz de, aynen bunun gibidir. Bu delilin
izahı, bu tefsirde defalarca ve değişik biçimlerde geçmiştir.
Altıncı delil, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Orada herhangi bir yeri gördüğün zaman, bir nimet, büyük bir
saltanat görürsün" (insan, 20) âyetine tutunmaktır. Bu âyetin iki
kıraatinden birisi, mülken (mülk, saltanat) kelimesinin, mîm harfinin fethası
ve
lamın de kesresiyle olmak üzere meliken
şeklinde okunmasıdır...[147]
Buna göre mana: "Büyük bir melik, hükümdar görürsün" şeklinde olur.
Müslümanlar bu melik'in, ancak Allah olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Bence,
delil olarak bu âyete tutunmak, diğer âyetlere tutunmaktan daha güçlüdür.
Yedinci hüccet, Allah
Teâlâ'nın, "Hayır, şüphesiz ki onlar (kâfirler) o gün Rabterinden kesin
olarak mahrumdurlar" (Mutaffifîn, 15) âyetine tutunmaktır. Bu
mahrumiyetin, kâfirlere has olduğunun beyanı, mü'minlerin Allah'ı görmekten mahrum
olmayacaklarına delâlet eder.
Sekizinci hüccet,
Allah Teâlâ'nın, "Andolsun ki onu, diğer bir defa da Sidretu'l-Müntehâ'nın
yanında gördü O "(Necm. 13-14) âyetine tutunmaktır. Bu delilin izahı, Necm
sûresinin tefsirinde gelecektir.
Dokuzuncu hüccet: Saf
ve temiz kalbler, en mükemmel bir biçimde maritetullah sevgisi üzere
yaratılmışlardır. Marifetullah
yollarının en güzeli ise, Allah'ı görmektir. Binaenaleyh, rü'yetullahın,
herkesin arzu ettiği bir şey olması gerekir. Bu durum sabit olunca,
"burada, canlarınız neyi çeker (arzular)sa, sizindir" (Fusstiet. 31) âyetinin de delâlet ettiği
gibi, bu rü'yetin meydana geleceğini kesin olarak söylemek gerekir.
Onuncu hüccet: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Hakikaten iman edip de, iyi amellerde bulunanlara gelince,
onlann konaklan da Fırdevs cennetleridir"{KeM, 107) âyeti, Allah
Teâlâ'nın, bütün Firdevs cennetlerini mü'minler için bir konaklama ve konak
yeri kıldığına, yaptığına delâlet etmektedir. Burada, sadece konaklama
olacağını söylemek doğru değildir, aksine bu konaklamanın peşisıra, bu
konaklamadan bir başka hal olmak üzere, daha büyük bir in'âm ve teşrifin olması
gerekir ki, bu da Allah'ı görmekten başka bir şey değildir.
Onbirinci hüccet:
Cenâb-ı Hakk'ın, "Yüzler (vardır) o gün ter ü tazedir. Rablerine
bakacaktır" (Kıyame, 22-23} âyetidir. Bu hüccetlerden her birinin izahı,
bu kitapta, uygun yerlerde yapılacaktır.
[148]
Bu husustaki nadislere
gelince, bunlar hayli farklıdır. Bunlardan birisi, Hz. Peygamber
{s.a.s)"in şu meşhur hadisidir:"(Ahtrette) Rabbinizi, dolunay olduğu
gece ayı gördüğünüz gibi (açtk-seçik) göreceksiniz ve O'nu görmek için izdihama
düşmeyeceksiniz."[149]
Bil ki, buradaki
benzetme, görmedeki açıklık ve vuzuh itibariyle bir teşbihtir; yoksa görülen
iki şeyin birbirine benzemesi bakımından yapılan bir teşbih değildir.
Yine bu hadislerden
birisi, cumhurun ittifak etmiş olduğu şu hadistir: Hz. Peygamber (s.a.s),
"İyi iş, güzel amel yapanlara da güzel tyilik,blr de ziyade oardır"
(Yunus, 26) âyetini okumuş ve sonra, "güzel iyilik", cennettir;
"ziyade" de, Allah'ın vechine bakmaktır"
[150] buyurmuştur.
Bir başka rivayet ise
şudur: Sahabe (r.anhûm), Hz. Peygamber (s.a.s)'in Miraç gecesinde Allah
Teâlâ'yt görüp görmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ama, bu sebepten dolayı
ne birbirlarine küfür isnadında bulunmuşlar, ne de birbirlerinin bid'at ve
dalâlette bulunduklarını söylemişlerdir.. Bu, onların, Allah Teâlâ'nın
görülmesinin, aklen imkânsız olmadığı hususunda icmâ ettiklerini gösterir.
İşte, "Rü'yet" meselesindeki naklî deliller hakkındaki sözün hepsi
bundan ibarettir.
[151]
Âyetteki, "O ise
bütün gözleri idrak eder" buyruğu, Allah Teâlâ'nın her şeyi görüp idrak
ettiğine delâlet eder.
Çünkü buradaki
"gözler"den murad, ya gözlerin kendisidir, yahut da (o gözlerle)
gören kimselerdir. Eğer birinci İhtimal söz konusu olursa, Allah Teâlâ'nın,
görenlerin görmesini ve gözlerini gördüğünü söylemek vacib olur. Böyle söyleyen
kimse, "Allah Teâlâ, görülecek ve idrak edilecek her şeyi görür..."
demiş olur. İkinci mana murad edilmiş olursa, Allah Teâlâ'nın, görenleri
görmekte olduğunu söylemek gerekir. Her iki manaya göre de âyet-i kerime,
Allah'ın görülen ve idrak edilen her şeyi idrâk ettiğine delâlet eder.
[152]
Allah Teâlâ'nın,
"O ise bütün gözlen idrak eder" sözü hasr ifade eder. Bu,
"Gözleri idrâk eden Allah'dır,
O'ndan başkası gözleri
idrak edemez".manasındadır. Bunun anlamı şudur: "Canlı varlığı görücü ve idrak edici
kılan özellik çok enteresan bir durum, pek şerefli bir mahiyet olup akıl bu
işin künhünü tam manasıyla bilemez. Bununla beraber Cenâb-ı Allah, onun
hakikatini müdrik, mahiyetine de muttalidir." Binaenaleyh âyetteki,
"Göz/er O'nu İdrak edemez" buyruğunun manası şudur: "İdrak edici
kuvvetlerden hiçbiri, O'nun hakikatini idrak edemez. Hiç bir akıl da, O'nun
samediyyet künhüne vâkıf olamaz. Bundan dolayı gözler, O'nu idrak etmekten
aciz kalır, akıllar, Onun izzet meydanlarına ulaşmaktan kaçınır ve ürperir.
Hiçbir şey O'nu ihata edemediği halde, O'nun ilmi her şeyi ihata eder, idrâki
ise her şeyi içine alır.." işte, bu âyetin, önceki âyetlerle münasebet
keyfiyyeti budur.
[153]
Allah Teâlâ, "O,
latîf ve habîrdlr" buyurmuştur. "Letafet", kesafetin zıddıdır;
bunun manası da "rikkat ve inceliktir. Bu ise, Allah Teâlâ hakkında
imkânsızdır. Binaenaleyh, bu tabiri tevil etmek gerekir. Bu, birkaç şekilde
yapılır:
1) Bundan
murad, Allahu Teâlâ'nın, canlıların bedenlerini Allah'tan başka hiç kimsenin
bilemeyeceği ince cüzlerden, ince örtü ve dokulardan ve dar menfez ve
deliklerden meydana getirmedeki sanat ve fiilinin latîf, ince oluşudur.
2) Allah
Teâlâ, in'am etme, acıma ve merhamet etme hususunda latiftir.
3) Allah
Teâlâ, tâat ettiklerinde onları övmek, günah işlediklerinde de tevbeyı emredip,
ister itaatkâr isterse günahkâr olsunlar, rahmetinin bolluğunu onlardan
kesmediği için, kullarına karşı latiftir.
4) Allah, onlara fakatlarının üstünde birşey
emretmediği ve hak ettiklerinden fazla nimet verdiği için kullarına karşı
latiftir.
el-Habîr
kelimesine gelince bu, "ilim" manasına gelen hubr masdarındandır. Buna
göre bu ifadenin manası şudur: Allah onların işledikleri günahları ve çirkin
fiillere yöneldiklerini bildiği halde, kullarına karşı latîftir. Keşşaf sahibi,
"Latîf, "Allah,
gözlerin
kendisini idrâk edemeyeceği kadar latîf (ince)"
manasında;"habîr" kelimesi ise, "O, her latîf olanı bilir,
binaenaleyh, gözleri de idrak eder, hiçbir şey O'nun idrak edemiyeceği kadar
latîf ve ince değildir." manasındadır" demektedir. Bu, güzel bir
izahtır.
[154]
"Size Rabbinizden
muhakkak ki deliller gelmiştir. Artık kim (hakikati) görürse, kendi lehine; kim
kör kalırsa, o da kendi aleyhinedir. Ben sizin
üzerinizde bir bekçi değilim" (En'âm, 104).
Âyetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[155]
Bil ki Allah Teâlâ, bu
ilahî, yüce ve kıymetli konulardaki,
bu
açık beyyineleri ve delilleri anlatınca, yeniden davet, tebliğ ve risâlet
meselesine dönmüş ve "Size Rabbinizden muhakkak ki deliller (basiretler)
gelmiştir" buyurmuştur. Âyetteki
"besâir" kelimesi, "basîrefin çoğuludur. Nasıl "basar"
kelimesi, baştaki göz ile meydana gelen tam ve kâmil idrâk (görme) manasında
bir isim ise, "basiret" de kalbte meydana gelen tam idrâk (anlama)
manasında bir isimdir. Allah Teâlâ, "Daha'doğrusu insan (bizzat) kendisine
karşı bir basiret (sahibi)dir" (Kıyame,14) yani insanın, kendisi hakkında
tam bir bilgisi vardır" buyurmuştur. Allah Teâlâ, "Size Rabbinizden
muhakkak baslretier gelmiştir" ifadesi ile, daha önce geçen âyetleri
kastetmiştir. Bu âyetler haddizatında kendileri "basiret" değildir.
Fakat bunlar, kuvvetleri ve açık oluşları sebebi ile, onları iyice tanıyıp,
haki-katlarına vâkıf olan kimseler için birer basîret (idrak) vesilesi olurlar,
işte bu âyetler, basiretlerin meydana gelmesi için birer sebep oldukları için,
bizzat kendileri "basiretler" diye isımfendırifmıştır. Bu âyetten
kastedilen ise, peygamberle alakalı olan işler ile O'nunla alakalı olmayan
işleri beyân etmektir.
Birinci kısım, ki bu
peygamberle alakalı olan işlerdir, bu, hak dine davet ve o dinle ilgili
delilleri ve beyyineleri tebliğ etmektir. Bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
kendisini tebliğe, açıklamaya ve hakkındaki şüpheleri gidermeye hasrettiği
şeylerdir.
İşte Hak Teâlâ'nın,
"Size Rabbinizden muhakkak basiretler gelmiştir" buyruğundan
kastedilen budur.
İkinci kısım, ki bu,
peygamberle alakalı olmayan işlerdir, bu, insanların imana yönelip, küfrü
terketmeleri hususudur. Şüphe yok ki bu, peygamberle ilgili bir mesele değil,
aksine insanların tercih ve ihtiyarları ile alâkalıdır. Bunun faydası ve
zararı, insanlara aittir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: "Kim hakkı
görür de iman ederse, şüphesiz kendi lehine olarak bunu görmüştür. Bunun
faydası da kendisine-dir. Her kim de hakkı görmez ise, körlüğü kendi
aleyhinedir. Bunun zararı da kendi-sinedir. Ben sizin üzerinizde, amellerinizi
kollayıp gözeten ve onlardan dolayı size karşılık veren bir bekçi değilim. Ben
ancak bir uyarıcıyım. Sizin üzerinize hafiz (bekçi) ise, ancak Allah Teâlâ'nın
kendisidir."
[156]
Bu mesele, âyette
bulunan hükümlere dairdir. Bunlar, Kâdî'nin zikrettiği şu dört hükümdür:
1) Bu
"basîret" ile kastedilen, zorlanmakstzin ve mecbur
bırakılmaksızın.
kendisi sayesinde insanın bir sevaba nail olacağı tercih ve seçimde
bulunmasıdır. Çünkü, zorlanma ve mecbur bırakılma, bu maksadı ortadan kaldırır.
2) Allah Teâlâ bize ancak yol göstermiş ve
faydamıza olan şeyleri beyan etmiştir. Bu faydaların neticeleri, bizimle
alâkalı olan faydalardır, yoksa Allah Teâlâ ile alâkalı faydalar değildir.
3) İnsan, düşünme ve tefekkürden uzaklaşmakla,
kendisine zarar verir. Böylece de bu zarara, Rabbi değil de kendisi sebebiyet
vermiş olur.
4) Kul, iki (zıd) şeye de kadirdir. Bundan ötürü
Cenâb-ı Hak, "Kim (hakikati) görürse, kendi lehine; kim kör kalırsa, o da
kendi aleyhinedir" buyurmuştur.
Kâdî, "Bu ifade
Mücebbire'nin mahluk hakkındaki görüşü ile "Allah Teâlâ'nın kulun kudreti
olmasa da onu mükellef tutabilir" görüşünü iptal etmektedir"
demiştir.
Bil ki Mu'tezile,
hikmet ve felsefe ile "emir-nehiy" meselelerine girdiği zaman, bu
hususta takib edilecek yol, onlara karşı "dâî" (sebeb) meselesini
ileri sürmektir. Çünkü bu mesele, onların söyledikleri herşeyi yerle bir eder.
[157]
Âyetteki
"görme"den murad, ilim (bilme) manası; "kör"lükten murad
ise "cehalet" manasıdır. Bunun bir benzer-
ide, "Gözler kör
olmaz, ama sinelerin içindeki kalbler kör olur" (Hacc, 46) âyetidir.
[158]
Müfessirler şöyle
demişlerdir: "Âyetteki, "Artık (hakikati) kim görürse... kendi
lehine; kim kör kalırsa, o da kendi
aleyhinedir"
buyruğunun manası, "Ben sizi, iman konusunda, üzerinize bekçi ve vekil
olan kimsenin yakalaması tarzında yaklamam" şeklindedir. Onlar sözlerine
şunu ilave etmişlerdir: "Bu, cihad emredilmeden önce böyle idi. Ama Allah
Teâlâ cihadı emredince, Hz. Peygamber (s.a.s) onların (kâfirlerin) üzerinde
(adetâ) bir bekçi oldu." Bunlardan bazı müfessirler, cihad âyetlerinin, bu
âyeti
neshettiğini söylemektedirler ki bu, uzak
bir ihtimaldir. Sanki bu müfessirier, gerek olmadığı halde, Kur'ân'daki mensuh
âyetleri çoğaltmaya arzulu görünmektedirler. Gerçek ve doğru olan, Usul-ü fıkıh
alimlerimizin söylediği şu husustur: Kur'ân'da
ast! olan neshin
sözkonusu olmamasıdır
[159].Binaenaleyh
mensûh âyetlerin sayısını, mümkün olduğunca azaltmaya çalışmak vaciptir.
[160]
"İşte biz
âyetleri böylece türlü türlü beyan ederiz. Ta ki onlar sen "ders
görmüşsün" desinler. (Âyetleri böyle türlü türlü açıklamamız), bilen
kimseler
için onu (Kur'ân't) iyice beyan etmemiz
içindir" (En’âm, 105).
Bil ki Allah Teâlâ,
buraya kadar, ulûhiyyet ile ilgili sözünü tamamlayınca bu âyetten itibaren,
nübüvvet ile ilgili meseleleri bildirmeyi dilemiş, ve işe önce, inkarcıların
Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliği ile ilgili şüphelerini naklederek
başlamıştır:
[161]
Birinci şüphe,
müşriklerin şu sözleridir: "Ey Muhammed, senin bize getirdiğin bu Kur'ân,
alimlerden aldığın dersler ve fâzıl kimselerle olan görüşmelerden elde ettiğin
sözlerdir. Onu kendi kendine uydurup düzenliyorsun, sonra da bize okuyup, onun
Allah'dan sana inmiş bir vahiy olduğunu iddia ediyorsun." Allah Teâlâ, bu
söze pek çok şekilde cevap vermiştir. İşte bu âyetin, önceki âyetler ile
ilgisinin izahı budur ve bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[162]
Bil ki, "İşte biz
âyetleri böylece türlü
türlü beyân
ederiz" ifadesi, "Allah Teâlâ bu âyetleri, zaman zaman ve peşpeşe
getirmektedir" manasın-
dadır. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, "Onlar neticede: "sen ders görmüşsün"
diyecekler..." buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci bahis: Vahidî "Kitabı tedrîs etme (ders
görme}" İfadesi hakkında iki görüş nakletmiştir:
1) Esma'î
şöyle demiştir: "Bu kelimenin aslı, insan bir yemeği iyice çiğneyip yediği
zaman söylenen tabirindendir. "Derrâs" kelimesi,
Şamlıların lehçesinde
deyyas (iyice çiğneyip yutan) manasına gelir. İşte "bir sözün tedrîs
edilmesi, ders ile öğrenilmesi" de bu manadandır. Yani o kimse, bu sözü
(kitabı) iyice hazmeder ve böylece o söz diline çok kolay gelir."
2)
Ebu'l-Heysem de şöyle der: "Kitabı tedrîs ettim" sözü, "Ezberlenmesi
kolaylaşsın diye, onu çokça okumak sureti ile iyice hazmedip (avucumun içine
aldım, adetâ) onu dize getirdim" manasına gelir. Bu, elbiseyi iyice
yıprattığın
zaman söylenilen
tabirinden alınmıştır. Yine bu manadan dolayı eskimiş elbiseye de, iyice
yumuşamış olduğu için derîs denilir. "Dirâset" de, birşeye iyice
alışmak manasına gelir. Bu manadan olmak üzere, "Sûreyi ezberleyinceye
kadar, iyice okudum" denilir." Vahidî daha sonra, "Bu görüş,
Esmâ'î'ninkine çok yakındır, hatta onun aynısıdır. Çünkü bu ikinci görüşe göre
de kelime, "zelîl etme ve yumuşatma" manasına raci olmaktadır"
demiştir.
[163]
İkinci bahis: İbn
Kesir ve Ebû Amr, elif ve tâ harfinin fethası ile olarak, bu kelimeyi dâreste
şeklinde okumuştur. Bu, aynı zamanda İbn Abbas ve Mücahld'in kıraatidir. Bu
kıraate göre mana şöyle olur: "Sen yahudilere, onlar da sana okudular
(ders verdiler.) Seninle onlar arasında karşılıklı bir ders ve müzâkerede
bulunma cereyan etmiştir." Bu kıraati Cenâb-ı Hakk'ın, "(Kâfirler),
"Bu (Kur'ân), onun uydurduğu yalandan başka (birşey) değildir. Bu hususta
diğer bir zümre de ona yardım etmiştir" dediler" (Furkan,4) âyeti de
te'kid etmektedir. İbn Âmir ise bu kelimeyi dereset şeklinde okumuştur. Yani,
"Senin bize okuduğun bu haberler, çok eskidir. Onlar silinmiş, izleri
kaybolmuş ve onların üzerinden çok zaman geçmiştir. Kelime, bu manada,
"izin silinmesi ve görüntünün kaybolması" manasına gelen ders
masdarından gelmektedir.
Ezherî şöyle demiştir. "Kim bunu dereset
şeklinde okursa, bunun manası tekâdemet yani "senin bize okuduğun bu
şeyler pek eskimiş, aşınmış, modası
geçmiş şeylerdir"
şeklinde olur. Bu, Arapların (iz silindi) sözlerinden alınmadır.
Bil ki, Keşşaf sahibi,
bu kelime ile ilgili başka kıraatler
[164] de
rivayet etmiştir:
1)
kelimesinin manasını mübalağalandırmak (kuvvetlendirmek) için, râ
harfinin zammesiyle şeklinde okunur. Bu, "Bunlar,
iyice tedrîs edildi" ma-nasındadır.
2) "Eskidi ve izi silindi" manasında,
fiili şeklinde meçhul olarak okunur.
3) Bu, şeklinde okunur. Alimler bunu,
"Yahudilerin Hz. Muhammed'e ders vermesi" manasında tefsir
etmişlerdir.
4) Bu, yani "(Muhammed), tedrîs etti,
okudu" şeklinde okunur.
5) "Bu âyetler, silinip gitmişlerdir, yani
çok eskidirler" veya, (Kâria- 7) âyetinde de olduğu gibi, "ders
sahibi" yani "silinebilen şeyler" manasında, kelime şeklinde
okunur.
Üçüncü bahis: Âyetteki
"ve desinler diye" ifadesinin başındaki vâv
harfi,
mukadder bir kelime üzerine, bunu atfetmek için gelmiştir ve takdir "İşte
biz böylece, onları delil ile susturasm ve onlar da desinler diye, âyetleri
böylece türlü türlü beyân ederiz" şeklindedir. Binaenaleyh manası,
diğerlerinden anlaşıldığı için "ma'tûfun aleyh" olan "Onları
delil ile sus-turasın" ifadesi hazfedilmiştir.
[165]
Dördüncü bahis: Bil ki
Allah Teâlâ, "İşte biz âyetleri böylece türlü türlü beyan ederiz"
buyurmuş, sonra da âyetlerin iyiden iyiye açıklanış sebebini şu iki husus
olarak zikretmiştir:
1) Âyetteki, "Onlar neticede: "Sen
ders görmüşsün" diyecekler" buyruğu.
2) "Ve biz onu, bilecek bir kavme besbelli
edelim" buyruğu. Bu ikinci vecihle ilgili olarak bir müşkil söz konusu
değildir. Çünkü Allah Teâlâ, bu iyiden iyiye açıklamadaki hikmetinin, o kitabın
açıklığa kavuşmasının, anlaşılmasının ve bilinmesinin zahir olması olduğunu
bildirmiştir.
"Oniar "sen
ders görmüşsün" desinler diye..." şeklindeki birinci vecihin izahı
ise şöyledir: Çünkü onların, Hz. Peygamber (s.a.s}'e, "sen bu kitabı
başkalarından okudun ve tedrîs ettin" demeleri, Kur'ân'ı ve Hz. Peygamberi
inkâr etmeleridir. İşte bu söz esnasında karşımıza tekrar cebir ve kader
meselesi çıkar. Bizim alimlerimiz
âyetteki
bu ifadeyi zahirî manasına hamletmişler ve "Bunun manası şudur: "Biz,
bazı kâfirler, "sen ders görmüşsün" desinler ve küfürlerine küfür
katsınlar, bazı insanlar da imanlarında sebat edip, İmanlarına iman katsınlar
diye, zaman zaman bu delilleri zikrettik" demişlerdir. Bunun bir benzeri
de Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, onunla birçoğunu şaşırtır, yine onunla bir
çoğunu yola getirir" (Bakara, 26) ve "Fakat kalplerinde hastalık
bulunanların küfürlerine küfür katıp artırdı ve onlar kâfir olarak
öldüler" (Tevbe, 125) âyetleridir.
Mu'tezile'ye gelince,
onlar şaşırdılar. Cübbaî ve Kâdî şöyle demişlerdir: "Burada, şu iki izah
şeklinden birisi bulunmaktadır:
a) Bu isbatın (olumlu mananın) nefy manasına
hamledilmesidir. Buna göre kelamın takdiri, "İşte biz, onlar "Sen
ders görmüşsün" demesinler diye, âyetleri böylece iyiden iyiye
açıklıyoruz" şeklindedir. Bunun bir benzeri de
"Allah size, şaşırırsınız diye, (hükümlerini)
açıklıyor" (Nisa, 176) âyetidir ki buradaki
"şaşırırsınız diye" ifadesi, "şaşırmayasınız diye.."
manasındadır.
b) Bu "lâm"ın, "lâm-ı
akîbet" {netice bildiren lâm) olarak alınmasıdır. Buna göre kelamın
takdiri: "Biz bu âyetleri iyiden iyiye açıkladığımız zaman, onların
işlerinin sonu, kendi tercihlerine dayanarak ve üzerinde tefekkür edilmesi
gereken bu âyetlerden yüz çevirerek, şöyle şöyle söylemek olmuştur"
şeklindedir. İşte bu, bu konuda Mu'tezile'den bir grubun söyleyebileceği nihâî
sözdür.
Birisi şöyle
diyebilir: Birinci cevap iki yönden zayıftır:
a) Olumlu
ifadeyi, olumsuz manaya hamletmek, Allah'ın sözünü değiştirmek ve bozmak olur.
Bu kapıyı açmak, ister menfî ister müsbet olsun, hiçbir ifadeye (âyete) güven
ve itimadın kalmamasını gerektirir. Bu ise, Allah'ın kelâmını bir hüccet olmaktan
çıkarır. Binaenaleyh bâtıldır.
b) Cümlede
böylesi bir tasarrufta bulunmanın caiz olduğunu söylesek bile, bunun burada
yapılmaması gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), Kur'ân'ın âyetlerini kısım
kısım açıklıyor, kâfirler de bunun üzerine şöyle diyorlardı: "Muhakkak ki
Mu-hammed bu âyetleri birbirine ekliyor, onlar üzerinde iyice düşünüyor ve
onları âyet âyet iyice gözden geçirdikten sonra açıklıyor. Eğer bu, kendisine
gökten inen bir vahiy ile ise, niçin bu Kur'ân'ı bir defada (toptan) getirmedi.
Halbuki Hz. Musa Tevrat*ı bir defada getirmişti."
Sen bunu iyice
anladığın zaman deriz ki: Bu âyetlerin böyle, zaman zaman değişik şekillerde
anlatılışı, Hz. Muhammed (s.a.s)'in bu Kur'ân-ı Kerim'i, başka gruplarla
müzakerede bulunmak ve tefekkür etmek suretiyle, tedrîs ederek, başkalarından
okuyup öğrenerek getirdiği hususunda, müşriklerin aklında şüpheler
uyandırmıştır. Cübbaî ve Kâdfnin söylediklerine göre ise, bu âyetlerin böyle
parça parça, zaman zaman açıklanması, müşriklerin, Hz. Muhammed'in bu Kur'ân'ı
başkalarından öğrenip, başkaları ile müzakere etmek suretiyle getirmiş olduğunu
söylememelerini gerektirir. Şayet biz, âyetlerin
tekrar tekrar açıklanmasını, onların bu sözü söylemekten çekinmelerine sebep
saysaydık, ancak o takdirde Kâdf nin zikrettiği cevap geçerli olurdu. Halbuki
biz âyetlerin, çeşitli şekillerde, zaman zaman açıklanmasının, müşrikleri böyle
söylemeye gevkettiğini beyân etmiştik. Binaenaleyh Mu'tezile'nin bu görüşü
düşer.
İkinci
cevaba gelince ki bu, âyetteki "lâm\ İâm-ı âkîbet manasına hamletmektir,
bu da uzak bir ihtimaldir. Çünkü bunu lâm-ı âkîbet manasına hamletmek mecaz,
lâm-ı garaz (için) manasına hamletmek, hakikattir. Hakikat ise mecazdan daha
kuvvetlidir. Binaenaleyh eğer
"Onlar,
"Sen ders
görmüşsün" desinler diye..." âyetindeki "l’m'ın lâm-ı âkîbet;
"ve biz onu, bilecek kavme besbelli edelim diye..." buyruğundaki
lâm harfinin de, hakîkî manadaki lâm-ı garaz olduğunu
söylersek, mecaz, hakîkattan önce zikredilmiş olur ki bu caiz değildir. Böylece
anlattıklarımızla, bu iki cevabın zayıf olduğu, doğrunun ise bizim söylediğimiz
şey olduğu sabit olur. Çünkü bundan maksad "Allah onunla birçoğunu
şetştrtır, yine onunla birçoğunu yola getirir" (Bakara, 26) âyetinde
zikredilen hususun aynısıdır. Âyetin doğru manasının böyle olduğunu, âyetin
sonundaki, "Biz onu, bilecek kavme besbelli edelim diye..." buyruğu
da te'kid etmektedir. Bu, "Biz o (Kur'ân'ı), ancak bunlar için, yani
bilenler için açıkladık; bilmeyenler için değil..." demektir. Bu, Hak
Teâlâ'nın Kur'ân-ı Kerim'i ancak mü'minler için bir açıklama kıldığına delâlet
edince, kâfirler için de onu bir dalâlet sebebi kıldığı sabit olur ki, işte
bizim söylediğimiz şey de budur. Allah en iyi bilendir.
[166]
"Kendisinden
başka hiç bir tann bulunmayan Rabbinden sana
vahyolunana uy ve müşriklerden yüz çevir"
(En'âm, 106).
Bil ki Allah Teâlâ,
kâfirlerin,. Hz. Peygamber (s.a.s)'in Kur'ân'ı uydurduğunu ve onu birtakım
kimselerden öğrenip aldığını, sonra onu Kur'ân hâlinde dizerek, kendisine
Allah tarafından indiğini iddia ettiğini söylediklerini nakledince, bunun
peşisıra, bu sözler, tebliğ ve risâletini tebliğ hususunda Hz. Peygamber
(s.a.s)'in gevşemesine sebep olmasın diye, "Kendisinden başka hiç bir tanrı
bulunmayan
Rabbinden sana oahyolunana uy"
âyetini getirmiştir. Allah Teâlâ'nın bununla muradı, Hz. Peygamberin kalbini
güçlendirmek ve müşriklerin bu şüphelerini duyması ile meydana gelen hüznü
gidermektir. Cenâb-ı Allah, "Kendisinden
başka hiçbir tanrı bulunmayan..." buyruğu ile de, İlahtıkta tek olduğu
için, kendisine itaat etmenin vacib olduğuna ve cahillerin cehaleti ile haktan
sapanların sapması sebebi ile, Allah'ın mükellefiyetlerinden yüz çevirmenin
caiz olmadığına dikkat çekmiştir.
Âyetteki, "ve
müşriklerden yüz çevir" emri hakkında denildi ki: "Bundan mak-sad,
müşriklere karşılık vermemedir." Bundan dolayı bazı âlimler, bu ifadenin
mensûh olduğunu söylemişlerdir. Ama bu görüş zayıftır. Çünkü o an için
müşriklere karşılık vermemeyi emretmek, her zaman karşılık vermemeyi emir
manasına gelmez. Durum böyle olunca da bu ifadede neshin söz konusu olduğunu
söylemek gerekmez. Denilir ki: "Bu ifadeden maksad, ortaya koydukları
beyinsizce, cahilce davranışlara mukabele etmekten vazgeçirmedir. Keza Hz.
Peygamber (s.a.s)'i, halkın kabul etmesini daha çok temin edici ve onlara sert
davranmadan, daha fazla uzaklaştırıcı bir metoda yöneltmektir.
[167]
"Eğer Allah
dileseydi, onlar şirk koşmazlardı. Biz seni onların başına bir
bekçi yapmadık. Sen onların üzerine bir vekil de
değilsin"
(En'âm, 107}.
Bil ki bu âyet de, o
kâfirlerin Hz. Peygamber'e söyledikleri, "Bu Kur'ân'ı başka insanlardan
öğrenip, müzakere ederek tasnif ettin" sözleriyle ilgilidir. Sanki Allah
Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "O kâfirlerin cahilliklerine bakma.
Onların kâfirlikleri zoruna gitmesin. Çünkü eğer onların küfrünü gidermek
isteseydim, bunu yapabilirdim. Ama ben, onları küfürleriyle başbaşa bıraktım.
Binaenaleyh kalbinin, onların sözleri ile meşgul olması yakışık almaz"
demek istemiştir.
Bil ki alimlerimiz,
"Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazlardı" âyetini delil getirerek
şöyle demişlerdir: "Bu âyet, "Eğer Allah onların müşrik olmamalarını
isteseydi, onlar müşrik olmazlardı. Onlar müşrik olmuş olduklarına göre, bu
şartın tahakkuk etmediğini anlıyoruz. Böylece de Allah Teâlâ'mn, onların
müşrik olmamalarını dilememiş olduğunu anlamış oluruz."
Mu'tezile ise şöyle
der: "Allah'ın, herkesin iman etmesini murad ettiği, hiç kimsenin kâfir ve
müşrik olmasını dilemediği delillerle sabittir. Bu âyet ise, Allah'ın herkesin
iman etmesini istemediği manasını ifade etmektedir. Binaenaleyh (zıt görünen)
iki delilin arasını bulmak gerekir. Bu sebeple, Allah'ın, onların iman etmelerini
dilemesi hususu, sevabı ve övgüyü gerektiren ihtiyarî bir imanı dileme manasına;
Allah'ın insanların iman etmelerini dilememesi hususu da, cebrî, zorakî ve
mecburî olarak meydana gelecek bir imanı dilememe manasına hamledilir. Yani
Allah Teâlâ, onları, zorlama ve icbar etme yoluyla olan bir imana sevketmeyi
dilememiştir. Çünkü bu "teklif durumunu bozar ve insanı bir mükâfaatt
haketmekten çıkarır."
İşte Mu'tezile'nin, bu
konuda dayandıkları izah budur. Bu, son derece zayıftır. Bunun zayıflığına şu
hususlar delâlet eder:
1) Kâfiri, inkârına muktedir kılanın Allah
Teâlâ'nın kendisi olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh kâfirin kudreti iman
etmeye elverişli olmaz ise, o gücü yaratanın, o insan için inkârı irade etmiş
olduğunda şüphe yoktur. Eğer bu kudret, iman etmeye de elverişli olur ise,
inkâr tarafı, iman tarafına baskın çıkmaz, meğer ki onu imana sevkedecek bir sebep
(dâî) bulunsun. Aksi halde, mümkin olan şeyin iki tarafından birinin diğerine,
bir tercih ettirici olmadan, üstün gelmesi söz konusu olur ki bu imkânsızdır.
Küfür (inkâr) edebilme kudreti ile, küfre götüren sebebin toplamı, küfrü
gerektirir. Hem inkâra götürebilen kudretin, hem de bu inkarın sebebinin
yaratıcısı Allah olup, bu ikisinin toplamının inkârı gerektirdiği sabit olunca,
Hak Teâlâ'nın kâfirin kâfir olmasını irade ettiği sabit olmuş olur.
2) Şöyle
diyebiliriz: Aflah Teâlâ, kâfirin iman etmeyeceğini biliyordu. Allah onun iman
etmeyeceğini bildiği halde, onda imanın meydana gelmesi birbirine zıd iki haldir.
Halbuki iki zıddan biri varken, diğerinin bulunması imkânsızdır. İmkânsız
olduğu bilindiği halde, birşey irade edilemez. Binaenaleyh Cenâb-ı Allah'ın,
kâfirin imanını murad etmiş olduğunun söylenmesi imkânsızdır.
3) Farzet ki ihtiyarî olan iman, cebren ve
zorlama ile olan imandan daha üstün ve
daha faydalıdır. Fakat
Allah Teâlâ bu
faydalı olanın, kesin
olarak gerçekleşmeyeceğini bilince, hikmet ve rahmeti ile, o kimsede
cebrî olarak imant yaratması gerekir. Çünkü bu cebrî iman, her ne kadar diğeri
gibi büyük mükâfaatları gerektirmese bile, en azından o insanı büyük bir
cezadan kurtarmış olur. Bundan dolayı, cebrî olan bu imanı, Allah Teâlâ'nın
insanda yaratmaması, o insanın en şiddetli azaba düşmesini gerektirir ki bu da
O'nun ilahî rahmet ve ihsanına uygun düşmez. Buna şu şekilde bir misal
verebiliriz: Bir insanın çok kıymetli bir çocuğu olsa ve bu kişi çocuğunason
derece düşkün olsa. Çocuk denizin
kenarında duruyor olsa, bu baba ona, "keymetli ve nadide inciler çıkarmak
için, denizin dibine dal" dese. Ama bu baba bilse ki, çocuğu denize
daldığında boğulup ölecek. Binaenaleyh bu baba, eğer çocuğun hakkını gözeten ye
ona şefkat duyan birisi olsa, çocuğunu denize dalmaktan menetmesi ve ona,
"İnci aramayı bırak. Çünkü sen onu bulamazsın, ölürsün. Senin için uygun
olan, can sağlığı ile birlikte az rızıkla yetinmendir" demesi gerekir. Ama
çocuğunun denizden istifade edemiyeceğini, ancak böylece
kendisini öldüreceğini kesin olarak bildiği halde,
denize dalıp inci çıkarmasını söylemesi, ona merhamet etmediğini, ölmesine
gayret ettiğini gösterir. İşte bu hususta da böyledir. Allah en iyi bilendir.
Bil ki Allah Teâlâ,
kâfirlerin küfrünü gidermeye hiç kimsenin güç yetiremiye-ceğini beyan edince;
sözünü, Hz. Peygamber (s.a.s)'e en mükemmel bir şekilde yol gösteren bir
üslûpla tamamladı. Çünkü O, peygamberine, O'na vazife olarak verdiği şeyin
sınırını açıklamış, böylece de O'nu, o kâfirlere bir bekçi ve onları küfürden
me-nedecek bir vekil kılmadığını, ancak O'nu, amel ve ilim hususunda Allah'ın
emirlerini ve nehiylerini tebliğ etme ve delillerini zikrederek onların
dikkatini çekme İle vazifelendirdiğini bildirmiştir. Binaenaleyh eğer onlar bu
tebliği kabul ederlerse, faydası kendilerinedir. Aksi halde, zararı da
kendilerinedir. Her iki durumda da Hz. Peygamber (s.a.s), peygamberlik ve
tebliğ vazifesini yerine getirmekten uzak kalamaz.
[168]
"(Müşriklerin)
Allah'dan başka yalvardıklanna sövmeyin ki oniar da haddi aşarak cahillikle
Allah'a sövmesinler. Biz her ümmetin yaptıklarını, kendilerine böyle hoş
gösterdik. Sonra hepsinin dönüşleri yalnız Rablerinedir, Artık o yapmakta
olduklan şeyleri onlara haber verecektir" (En'âm, 108).
Bil ki bu âyet de,
müşriklerin, Hz. Peygamber'e söyledikleri "Bu Kur'ân'ı başka insanlardan
Öğrenip, müzakere ederek tasnif ettin" şeklindeki sözleriyle ilgilidir.
Çünkü müslümanların, onların bu sözünü duyup kızarak, onlara bir karşılık
vermek üzere, onların putlarına sövmeleri uzak bir ihtimal değildir. İşte
bundan dolayı, Allah Teâlâ, böyie birşey yapmayı yasaklamıştır. Çünkü sen
onların putlarına sövüp hakaret ettiğin zaman, onlar da kızar ve Allah hakkında
yakışıksız şeyler söylerler. İşte bu mahzurdan sakınmak için, böyle sözlerden
uzak durmak gerekir. Özet olarak diyebiliriz ki: Bu, hasmın sana cahillik ve
akılsızlık ile davrandığında, ona onun gibi karşılık vermenin caiz olmadığına,
-çünkü bunun sövme ve sefihlik kapısını
açacağına,
bunun ise aklı başında insanlara uygun düşmediğine- bir dikkat çekmedir. Bu
âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[169]
Alimler bu âyetin
sebeb-i nüzulü hakkında birkaç husus zikretmişlerdir:
a) İbn Abbas
(r.a) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'nın,
"siz de, Allah'ı bırakıp taptıklarınız da hiç
şüphesiz ki
cehennem
kütüğüsünüz" (Enbiya, 98) âyeti nazil olunca, müşrikler Hz. Peygambere
"ilahlarımıza sövüp hakaret etmekten vazgeçmezsen, biz de senin ilahını
hicvederiz" dediler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu." Derim
ki: Bu rivayette bence iki müşkil söz konusudur:
1) Alimler bu sûrenin, bir defada (toptan) nazil
olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh "Bu âyetin sebeb-i
nüzulü şudur" demek nasıl mümkün olur.
2) Müşrikler Allah'ın varlığını kabul ediyor ve,
"putlara ibadet, ancak Allah katında şefaatçi olacakları için makbul
olmuştur" diyorlardı. Bu böyle olduğuna göre, onların Allah'a hakarete ve
sövmeye yeltenmeleri nasıl düşünülebilir?
b) Süddî şöyle
demiştir: Ebu Talib'in vefatı yaklaşınca Kureyş kabilesi şöyle dedi: "Ebu
Talib'e varıp, ondan kardeşinin oğlu (Muhammed'i) bizimle uğraşmaktan
vazgeçirmesini isteyelim. Çünkü o öldükten sonra, Muhammed'i öldürmekten
utanırız. Eğer Ebu Talib öldükten sonra, Muhammed'i öldürmeye kalkarsak, bütün
Araplar, "Kureyş'i Muhammed'i öldürmekten alıkoyan Ebu Tâlib idi. O
ölünce, Muhammed'i öldürdüler" derler. Bundan dolayı bir toplulukla
birlikte Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Nadr b. Hars, kalkıp Ebu Talib'e gittiler ve
ona, "Sen bizim büyüğümüzsün" deyip düşündükleri şeyleri söylediler.
Ebu Talib de, Hz. Muhammed (s.a.s)'i çağırdı ve "Bunlar senin kavmin ve
amcaoğullarindir. Senden, onları kendi dinleriyle başbaşa bırakmanı istiyorlar
ve seni dininle başbaşa bırakmayı teklif ediyorlar" dedi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'dan başka ilah yoktur" deyiniz"
dedi. Onlar bunu kabul etmeyince Ebu Talib, "Bu kelimeden başka bir şey
söyle; çünkü senin kavmin bundan hoşlanmıyor..." dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s), "Ben, onlar güneşi getirip elimin içine koysalar bile,
bundan başkasını diyecek değilim" dedi. Onlar da, Hz. Peygamber'e, "O
halde, ilahlarımızı (putlarımızı) tenkit etmekten vazgeç. Aksi halde, biz de
seni ve
sana bunu emredeni
tenkit ederiz" dediler ki, işte Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra onlar da,
haddi aşarak, bilmeksizin Allah 'a söverler" sözünden maksad budur.
[170]
Bil ki biz,
kâfirlerin, ilah (Allah)'ın varlığını kabul ettiklerine işaret etmiştik.
Binaenaleyh, onların Allah'a sövmeye yeltenmeleri imkânsızdır. Aksine burada
birkaç ihtimal bulunmaktadır:
a) Belki de onların bir kısmı
"Dehriyyun"dan olup, yaratıcı'nın varlığını kabul etmezlerdi.
Binaenaleyh, onlar bu tür akılsızlıklara aldırış etmez (Halik hakkında hakaret
sözleri sarfedebilirlerdi).
b) Sahabe-i Kiram, putları tenkit edip alaya
aldıklarında, onlar da Hz. Peygam-ber'i tenkid edip alaya alıyorlardı. Nitekim
Allah Teâlâ, "Muhakkak ki sana bîat edenler, ancak Allah'a biat etmiş
olurlar.." (Fetih, ıo) ve, "Muhakkak ki Allah'a eziyyet edenler...
"(Ahzab, 57) âyetlerinde olduğu gibi, Peygamberi tenkit etmeyi, Allah'ın
kendisini tenkit edip hicvetme yerine koymuştur.
c)
Belki de, kâfirlerin cahil tabakası içinde,
Hz. Peygamberi nübüvvet iddiasına sevkedenin şeytan olduğunu vehmedenler
bulunuyordu. Sonra o kimse cehaletinden dolayı bu şeytanı, "Hz.
Muhammed'in ilahı..." olarak adlandırıyorlardı. Bu açıklamaya göre o
kimse, Hz. Muhammed'in ilâhına sövmüş oluyordu.
[171]
Bir kimse şöyle
diyebilir: Putları tenkit edip alaya almak, tâat olan amellerin
başlıcalarındandır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın bundan vazgeçirmesi, ne derece
mâkul, olabilir?
Cevap: Bu, tenkit edip alaya almak, her ne kadar
tâat
ise de, ancak ne var ki bu, çirkin olan
büyük bir şeyi gerektirecek bir tarzda vaki -olunca, ondan sakınmak vacib olur.
İşte buradaki durum da böyledir. Çünkü o putları tenkit edip alaya almak,
kâfirlerin hem Allah'ı, hem de O'nun Resulünü tenkit edip alaya almaya,
beyinsizlik ve sefihtik kapısını açmaya, onların dini kabulden nefret
etmelerine ve onların kalplerine kin ve kızgınlık sokmaya ve böylece hiddetlenmelerine
yol açar. İşte bütün bu hoş olmayan şeylere yol açtığından, onlara sövme
yasaklanmıştır.
[172]
Hasan el-Basrî,
ayn harfinin dammesi, vâv'ın da
şeddesiyle, şeklinde okumuştur. Nitekim,
fiili, "zulmetti, haddi aştı"
manasına gelir. Masdarı ise adv' veya aduvv tarzındadır.Zeccac, âyette
geçen adven kelimesinin, mefûl-i mutlak olmak üzere mansub olduğunu
söylemiştir. Çünkü
mana, "Onlar da,
iyice haddi aşarlar..." şeklindedir. Bu ifadenin başında, lâm harf-i
ceninin murad edilmiş olması da caizdir. Buna göre mana, "O zaman onlar
da, zulmederek Allah'a söverler" şeklinde olur.
[173]
Cübbaî
şöyle demiştir: "Bu âyet, kâfirleri haktan
uzaklaştırıp dinden soğutacak şeylerin yapılmasının caiz
olmadığına delâlet eder. Çünkü, şayet bunu onlara
yapmak caiz olsaydı, o zaman Allah'ın bunu emretmesi, zikredilen
şeyleri yasaklamaması ve onları hakka ve hakikate davet ederken, onlara iyi
muameleyi emretmemesi gerekirdi. Nitekim O, Hz. Musa ve Harun'a, "Ona
yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahud korkar..." (Tahâ, 44)
demiştir. Bu da, Cebriyye mezhebinin yanlış olduğunu gösterir."
[174]
Alimler şöyle
demişlerdir: Bu âyet, emr-i marufun, bir kötülüğü, bir münkeri irtikâb etmeye
sebebiyet verdiği zaman, bazan kabîh (çirkin ve hoş olmayan) olacağına; nehy-i
münkerin de, münkeri arttırmaya sebep olduğu zaman, onun da kabîh (çirkin)
olacağına delâlet eder. Bu konuda zann-ı gâlib, ilim yerine geçer. Bu âyette,
neticede faydalı olmayan bir şeyle meşgul olunmasın diye, dine davet eden
kimseler için bir terbiye ve eğitim söz konusudur. Çünkü putları, faydalı ve
zararları olmayan birer cansız varlıklar olarak vasfetmek, onların
ulûhiyyetlerini tenkit etme hususunda, zaten yeterlidir. O halde, bunun yanında
onlara sövmeye gerek yoktur.
[175]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Biz her ümmetin yaptıklarım, kendilerine böyle hoş gösterdik..."
âyetine gelince, alimlerimiz bu âyeti, kâfir için küfrü, mü'min için imanı,
isyankâr için günahı, itaat eden kimse için de tâatı hoş gösterip süsleyenin
Allahu Teâlâ olduğuna delil getirmişlerdir. Mu'tezile'den Kâ'bî şöyle demiştir:
Âyeti bu manaya hamletmek imkânsızdır. Zira Cenâb-ı Hak, "Şeytan onları
fitlemiş..." (Muhammed, 25) ve "küfredenlerin dostları ise şeytandır.
O da ken-dilerini nurdan karanlıklaraçıkanr..."(Bakara, 257) buyurmuştur.
Sonra Mu'tezile, ehl-i
sünnetin bu itikadına cevap hususunda şu görüşleri zikretmiştir:
a) Cübbaî
şöyle demektedir: "Bundan murad, "Önce geçmiş olan her ümmete,
hakkı kabul etmeleri gibi, kendilerine emrettiğimiz şeyi süsledik..." manasıdır."
Kâbî de bu cevabın aynısını zikreder ve şöyle der: "Bundan maksati şudur:
"Allah Teâlâ, onlara yapmaları gerekip vazgeçemiyecekleri şeyi
süsledi.."
b) Başkaları da şöyle demiştir: Bundan murad,
"Her kâfir ümmete kendi kötü amellerini süsledik. Yani biz, onları
işleriyle baş başa bırakıp onlara zaman tanıdık; böylece, onlar tarafından
yapılmış olan kötü amelleri, onlara güzel göründü" şeklindedir.
c) Bunun manası şudur: "Şeytana mühlet
verdik de, böylece o, bu kötü amelleri onlara süsledi.."
d) Bunun
manası "Allah bize bunu emretti ve bunu bize o süslü gösterdi.."
şeklindeki sözleri, yani "kendi iddialarınca, bunu bi2 süsledik...."
şeklinde olur. İşte, âyet hakkında zikredilen tevillerin tamamı bundan
ibarettir ki, hepsi de zayıftır.
[176]
Bu böyledir, zira
kesin aklî delil, Kur'ân'ın zahirinin ihsas ettiği mananın doğruluğuna delâlet
etmektedir. Bu da böyledir, zira biz defalarca, kuldan herhangi bir fiilin
sâdır olmasının, bir sebebin bulunmasına dayandığını ve bu sebebin de mutlaka
Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını beyan etmiştik. Bu sebebin manası ancak,
o kimsenin, bu fiilin daha fazla bir faydayı ve üstün olan bir maslahatı ihtiva ettiğini bilmesi, ona o
şekilde inanması veya onun bu şekilde olduğunu zannetmesi-dir. Bu sebep
Allah'ın fiili ile meydana gelince, ve o sebebin de manasının ancak, o fiilin
daha fazla bir faydayı ve üstün olan bir maslahatı ihtiva ettiğine inanmak şeklinde
olunca, Allahu Teâlâ'nın o fiili o kimsenin kalbinde, vicdanında ve inancında
tezyin edip süslü göstermedikçe, kuldan herhangi bir fiilin, bir söz, bir
hareket veya bir hareketsizliğin sâdır
olmasının imkânsız olduğu sabit olmuş
olur. Keza insan, onun bir küfür ve bir cehalet olduğunu bile bile, doğrudan
doğruya küfrü ve cehaleti tercih etmez.. Bunun böyle olması zaruridir. Aksine
o küfrü, küfrün bir iman, bir ilim, bir stdk ve bir hak olduğuna inandığı için
tercih eder. Eğer birinci cehalet daha önce bulunmamış olsaydı, o bu ikinci
cehaleti tercih etmezdi. Sonra biz sözü, "O bu ilk cehaleti niçin tercih
etmiştir?" meselesine getiriyoruz. Eğer bu, kendinden önceki bir
cehaletten dolayı olmuşsa, bunun, nihayeti olmayan cehaletlere kadar devam
etmesi gerekir. Ki bu da muhaldir. Bu bâttl olunca, bu cehaletlerin Allah Teâlâ'nın
o kimsede, doğrudan doğruya yaratmış olduğu bir cehalette son bulması gerekir.
O kimse bu cehaleti sebebiyle, küfrünün bir iman, hak, ilim ye bir doğruluk
olduğunu zannetmiştir. Binaenaleyh, Allah'ın bu cehaleti o kimsenin kalbinde
tezyin etmiş olmadıkça kâfirin, cehaleti ve küfrü tercih etmiş olmasının
imkânsızlığı sabit olmuş olur. Böylece de bu iki kesin aklî delil ile, âyetin
zahirinin delâlet ettiği şeyin, kendisinden kaçınılamayacak bir hak olduğu
sabit olmuş olur. Durum böyle olunca da, zikredilen bu iki tevil tamamiyle
bâtıl olur. Çünkü te'vile, sözü zahirine hamletmek imkânsız olduğu zaman
başvurulur. Hem Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra onlar da haddi aşarak, bilmeksizin
Allah'a söverler" ifadesinden sonra gelen, "Biz her ümmetin
yaptıklarını, kendilerine böyle hoş gösterdik" buyruğu, onların bu kötü
fiile yeltenmelerinin, ancak Allah Teâtâ'nın tezyin ve süslemesiyle olduğunu
hissettirmektedir. Ama, "Biz her ümmetin yaptıklarını, kendilerine böyle
hoş gösterdik" sözünün, insanların kalplerinde salih amelleri süsleyenin
Allah Teâlâ olduğu manasına hamledilmesine gelince, bu kendisinden önceki
ifadeyle münasebeti olmayan bir söz olur. Yine Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz her
ümmetin yaptıklarını, kendilerine böyle hoş gösterdik" ifadesi, hem kâfir hem de mü'min ümmetleri
içine alır. Bu sözü mü'min ümmetlere tahsis etmek ise, umûm ifadenin zahirini
terletmektir.
Diğer tevillere
gelince, Keşşaf sahibi onları
zikretmiştir ki değersizlikleri, (erbabına) gizli değildir. Allah en iyisini
bilendir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sonra hepsinin dönüşleri yalnız Rablerinedir Artık O, yapmakta oldukları
şeyleri onlara haber
verecektir"
buyruğuna gelince bundan maksat, "Onların işleri Allah'a havale edilmiştir.
Allah Teâlâ onların hallerini bilir. Onların kalblerindekine muttalidir.
Onların, Kıyamette dönüşleri Allah'a dır. Böylece de O, herkese ameline göre
karşılık verecektir. Eğer onların amelleri hayır ise, görecekleri karşılık da
hayırdır; şer ise, cezaları da serdir..." manasıdır.
[177]
"Var güçleriyle
Allah adına and ettiler ki, eğer kendilerine bir âyet gelirse, muhakkak ona
inanacaklar.. De ki: "Âyetler ancak Allah 'in nezdindedir." O geldiği
zaman da onların yine iman etmeyeceklerinin siz farkında değil
misiniz?" {En'âm,
109).
Bil ki Allah Teâlâ,
kâfirlerden, Hz. Peygamberin nübüvvetini tenkit etmeyi gerektiren bir şüpheyi
nakletmiştir ki, bu onların, "Bu Kur'ân'ı sen bize, âlimlerden öğrendiğin
ve Tevrat'ı ve İncil'i bilen kimselerle mubahese ve müzakerede bulunduğun için
getirebildin. Sonra da, işte bu yolla, sûre ve âyetleri bir araya getirdin..."
şeklindeki sözleridir. Cenâb-ı Hak bu şüpheye, daha önce geçmiş olduğu gibi,
cevap vermiştir. Bu âyet, başka bir şüpheyi daha ihtiva etmektedir ki, bu da onların
Hz. Peygamber'e, "Bu Kur'ân, nasıl olursa olsun, kat'î olarak mu'cize
cinsinden değildir.. Şayet, ey Muhammed, sen bize kesin ve susturucu bir
mu'cize ve apaçık bir delil getirseydin, sana inanırdık..." deyip, bu
hususta yemin ederek, yeminlerini te'kîd etme hususunda mübalağa yapmalarıdır..
Kİ, işte bu âyetin maksadı, bu şüpheyi izah etmektir. Âyetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[178]
Vahidî şöyle
demektedir: "Yemine, kasem adı verilmistir. Çünkü yemin, ister müsbet
isterse menfi olsun, insanın haber verdiği,
bildirdiği haberi te'kid etmek için
vaz
edilmiştir. Haber, doğru veya yalan olabileceği için, haber veren kimse, doğru
tarafını yalan tarafına tercih
etmek için, böyle bir
yola başvurmaya muhtaç olur. Ki bu yol da, yemin etme yoludur. Yemin etmeye,
ancak bu haberi duyduğunda, insanlar, onu tasdik eden veya yalanlayanlar
şeklinde kısımlara ayrıldığı zaman ihtiyaç duyulur. Araplar yemin etmeye kasem
adını vermişler ve bunu, sîgasıyla ifade ederek "Falanca yemin etti"
demişler; bununla da, o kimsenin tercih ettiği yemini
te'kid ettiğini ve doğruluğu yemin ve kasem
vasıtasıyla seçmiş olduğu kaseme havale ettiğini kastederler.
[179]
Alimler bu âyetin
sebeb-i nüzulü hakkında şu izahı yapmışlardır:
a) Onlar
şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı
Hakk'ın "Eğer dilersek bizonların tepesine gökten bir âyet indiriveri-
riz de ona boyunları
eğili kalır" {Şuarâ, 4) âyeti nazil olunca, müşrikler Allah'a yemin
ederek, eğer kendilerine bir mu'cize gelirse, muhakkak O'na inanacaklarını
söylemişlerdi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur."
b) Muhammed
İbn Ka'b el-Kurazî şöyle demiştir: "Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.s)'e,
"Bize, Musa'nın âsasıyla taşa vurduğunu, böylece de taştan su
fışkırdığını;Hz. İsa'nın ölüleri dirilttiğini ve Hz. Salih'in dağdan bir dişi
deve çıkardığını söylüyorsun. O halde, seni tasdik edebilmemiz için, sen de
bize bir mu'cize getir" demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s),
"Neyi arzu ediyorsunuz?" deyince, onlar, "Safa tepesini bizim
için altın haline getirmeni istiyoruz dediler ve eğer bunu yaparsa hep birlikte
Ona uyacaklarına yemin ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) dua etmek
için ayağa kalktı. Derken, Cebrail (a.s) kendisine gelerek, "Eğer istersen
bu olur; ama bu olur da, onlar da o zaman seni tasdik etmezlerse, Allah onları
toptan imha eder. Eğer onlar kendi hallerine bırakılırlarsa, hiç değilse bir
kısmına Allah imana dönüş nasib eder" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s) "öyleyse ben de mu'cize istemek için duadan vazgeçiyorum. Bari
bazıları imana gelseler" dedi. İşte bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi.
[180]
Alimler Hak Teâlâ'nın
"var güçleriyle yemin ettiler" tabirinın tefsiri hususunda şu
izahları yapmışlardır: Kelbî ve Mukâtll,
"Bir kimse Allah'a yemin ettiğinde, bu o kimsenin, bütün gücüyle
yemin etmesidir" demişlerdir.
Zeccâc ise bu ifadeye,
"Onlar, alabildiğine yemin ettiler" manasını vermişlerdir. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Eğer kendilerine bir
mu'cize
gelirse..." âyetiyle ne murad edildiği hususunda alimler ihtilaf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak denilmiştir ki: Bu, bize rivayet edildiği üzere
Safa dağını altın haline getirmedir. Bunun, Cenâb-ı Hakk'ın "Biz, dediler,
sana katiyyen inanmayız. Ta ki bizim için şu yerden bir pınar
akıtasın"(Isra, 90) âyetinde zikredilen şeyler olduğu da söylenmiştir. Şu
da ileri sürülmüştür: Hz. Peygamber (s.a.s), onlara,
peygamberlerini tekzib eden daha önceki ümmetlerin
başına, onların köklerinin kazınması azabı geldiğini haber vermiştir. Bunun
üzerine müşrikler de, (böyle bir azab varsa) onun aynısını taleb etmişlerdi.
Cenâb-ı Hak, "De
ki: "Âyetler, ancak Allah'ın nezdindedir" buyurmuştur. Alimler, bu
âyette geçen inde (nezd, kat.., yan) lâfzının tefsiri hususunda birkaç izah
yapmışlardır. Binaenaleyh mananın, "Bu gibi âyetleri, mu'cizeleri
getirmek, başkasına değil, ancak Allah'a mahsustur..." şeklinde olması
muhtemeldir. Çünkü nübüvvetlere delâlet edecek mu'cizelerin şartı Allah
(c.c)'dan başka hiç kimsenin, onları meydana getirmeye muktedir olamamasıdır...
Yine, burada geçen inde lafzıyla, "Bu gibi mu'cizelerin meydana
getirilmesinin, kâfirlerin iman etmeye yönelmelerini gerektirir mi gerektirmez
mi hususunu bilme işi, ancak Allah katındadır..." manasının kastedilmiş
olması da muhtemeldir. Bu manaya gelen inde lâfzı, "Gaybın anahtarları
O'nun yanındadır" (En'âm, 59) âyetindeki gibidir.
Yine bundan muradın,
"Bu âyetler, her ne kadar şu anda yok iseler de, ancak ne var ki her ne
zaman Allah onları meydana getirmek isterse, ihdas eder, meydana
getirir..." şeklinde olması da muhtemeldir. Buna göre bu âyetler
(mu'cizeler) Allah katında ve istediği zaman izhâr edeceği şeyler mesabesinde
olup, sizin onları taleb etme hususunda istek ve arzuda bulunmanıza gerek
yoktur. Bu manaya göre inde lâfzı, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Hiçbir şey
(hariç) olmamak üzere, (her şeyin) hazinesi bizim nezdimizdedir... "(Htcr,
21) âyetinde olduğu gibidir.
[181]
Daha sonra Allah Teâlâ
"...siz farkında değil misiniz?" buyurmuştur. Ebu Ali şöyle
demektedir: "Bu ifadenin başında lâfzı, istifham ifade
eder. fiilinin faili, fiilin tahtında gizli olan
zamiri olup, bu da 'ya râcidir.
Buna göre mana,
"Onların imanını size ne bildirir?" şeklinde olur. Binaenaleyh,
(ikinci) mef'ul hazfedilmiştir. Mef'ûller ise, çoğu kez hazfedilebilir. Buna
göre kelamın takdiri, "size, onların imanını ne bildirir?"
şeklindedir. Yani,
"Bu mu'cizelerin
onlara gelmesi halinde, ne biliyorsunuz, belki onlar yine iman etmeyecekler!..."
demektir.
Cenâb-ı Hak, "O
geldiği zaman da onların yine iman etmeyeceklerinin..." buyurmuştur. İbn
Kesir ve Ebu Amr, müste'nef bir cümle olmak üzere, hemzenin kesresiyle innehâ
şeklinde okumuşlardır ki bu, manası vazıh bir okuyuştur. Bu takdire göre cümle,
Hak Teâlâ'nın, "Siz farkında değil misiniz?" ifadesinde bitmiş olur.
Yani, "onlardan ne sâdır olacağını nereden bileceksiniz?" ifadesinde
bitmiş olur. Daha sonraysa Cenâb-ı Hak söze yeniden başlayarak, "Muhakkak
ki o âyetler geidiği zaman, onlar iman etmeyeceklerdir..." buyurmuştur.
Sîbeveyh şöyle demiştir: "Bu âyetteki elif-nûn maddesinde hemzeyi
fetha ile okumayı sordum ye dedim ki: Takdirin,
"Onun bunu yapmayacağını nereden biliyorsun?" şeklinde olması niçin
caiz olmasın?" Bunun üzerine Halîl,
"Bu burada güzel olmaz; çünkü Cenâb-ı Hak, hemzenin fethasıyla
demiş olsaydı, bu onlar için bir mazeret olurdu.." demiştir ki, işte
Halil'in
görüşü de budur. Bunu,
ancak şöyle bir misalle açıklamak mümkündür: Sen bir ziyafet vermek İstesen..
Şehrin en üst düzeydeki yöneticisinin de orada hazır bulunmasını istesen, o da
hazır bulunamasa.. Bu durumda sana, "Sen bizzat kendin ona gitseydin, o
mutlaka hazır olurdu..." denilir. Sen de, "Ben ona kendim gitseydim,
onun bulunacağını nereden biliyorsunuz?" dediğinde, işte o zaman mana,
"Ben ona bizzat kendim gitseydim bile, o yine bulunmazdı..." şeklinde
oturdu. İşte burada da böyledir. Cenâb-ı
Hakk'ın ifadesinin manası,
"Bu
âyetler geldiği zaman, onlar iman ederler" şeklinde olur ki, bu da o
âyetlerin gelmesini icab ettirir. Ve böylece bu söz, o âyetleri talep etme
hususunda, bir mazeret (kapısı) olur. Halbuki âyetin maksadı, onların âyetleri
talep etme hususundaki delillerini reddetmektir. İşte Halil'in sözünün
açıklaması budur.
Diğer kıraat imamları
ise, hemzenin fethasıyla ennehâ şeklinde okumuşlardır, Bu ktraatin tefsiri
hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a)
Halil, "Bu âyetin başındaki (belki,
muhtemelen) manasındadır.
Çünkü Araplar,
"çarşıya gel, bakarsın bizim için bir şeyler
satınalırsın"
derler ki, buradaki enneke kelimesi lealleke manasındadır. Belki de Cenâb-ı
Hak, bu tabirle "Belki de bu âyetler geldiği zaman, onlar iman etmezler.,
demek istemiştir" demiştir.
Vahidî, ifadesinin
manısında kullanılması, Arapça'da pek çok görülen
bir durumdur. Nitekim
şair,
"Ey (sevgili)
bana, (eli açık olduğu için), zayıflıktan[182]
ölen bir cömert; ya da, (cimrilik yaptığı halde) ebedîleşmiş bir cimri
göster.... Belki ben de, sizin gördüğünüzü[183]
görüyorum..." (Yani, böyle bir şey olmadığını siz de biliyorsunuz, ben
de...) demiştir. Başka biriyse,
"Siz
bizi sıkıştırabileceğinizi mi (zannediyorsunuz?) Belki biz, geniş meydanları
veya (kurulmuş) çadırlardan kalan izleri görüyoruz..." demiştir. Adiyy
İbn Hatim de, "Ey sevgili,
ne bilirsin belki bu günün herhangi bir saatinde, veya
yarın sabah gelebilirim" demiştir.
Vahidî de, bu şiirdeki
tabirinin manasına geldiğini söylemiştir. Yine bu manada olmak üzere Keşşaf
sahibi, Imriu'l-Kays'ın şu beytini de rivayet etmiştir:
"Üzerinden çok
haller geçmiş olan harabeler üzerine eğilerek, belki biz, o evlere, o diyarlara
ağlıyoruz; tıpkı İbn Hizam'ın ağlamış olduğu gibi,"
Keşşaf sahibi, bu
izahı, Ubeyy İbn Ka'b'ın bu âyeti
"Belki de bu âyetler onlara geldiğinde, onlar inanmayacaklar..."
şeklinde okumasıyla te'kid etmiştir.
b) Bu
kıraatte S lafzının zâid kabul edilmesidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni, secde
etmekten men eden neydi?" (A'raf, 12) "Kendilerini helak ettiğimiz
bir memleket (ahalisinin) dönmesi, hakikaten imkânsızdır..." (Enbiya, 95)
âyetlerinde de böyledir. İşte burada da aynı şekildedir. Buna göre kelamın
takdiri şöyle olur: "O
âyetler geldiği
zaman, onların iman edeceklerini nereden biliyorsunuz?.." yani, "O
âyetler gelse dahi, onlar iman etmezler..." demektir. Zeccâc şöyle der:
"Bu açıktama zayıftır, çünkü manasız olan her şey, bütün durumlarda
manasız olur. Kim bu ifadeyi hemzenin kesresiyle innehâ şeklinde okursa, bu
kıraate göre, âyette bulunan lâ kelimesi, manasız ve anlamsız olmaz.
Binaenaleyh, bu lafzın anlamı olmadığını söylemenin caiz olmayacağı sabit
olmuş olur."
Ebu Ali el-Farisî
ise, "Bir şeyin, iki takdirden birisine göre anlamsız, diğerine
göre de anlamlı olması niçin caiz olmasın?.." demiştir.
Kıraat imamları,
Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin okunmasında da ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden
olarak, bazı kıraat imamları bu cümleyi yâ "iman
etmezler" şeklinde okumuşlardır ki, en açık mana
budur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a... and ettiler..." tabiriyle
muayyen bazı kimseler murad edilmiştir. Bunun böyle olduğunun delili ise,
Cenâb-ı Hakk'ın bu âyetten sonra buyurmuş olduğu, "Eğer hakikaten biz
onlara melekleri ind/rseyd/fc... "(En'am, 111) âyetidir. (Halbuki bütün
insanlar bu nitelikte değillerdir.) Buna göre mana, "Ey mü'minler, istemiş
oldukları mu'cize geldiğinde, ne biliyorsunuz, onlar belki de iman
etmeyecekler!..." şeklinde olur. Binaenaleyh, en vazıh mana, bu kıraatta
bulunur. Hamza ve İbn Âmir ise bu kelimeyi tâ harfiyle, lâ tü'minûn "iman
etmeyeceksiniz" şeklinde okumuşlardır. Bu okuyuş, gaib sığasından hitab
sîigasına geçmek içindir. Tu'minûn ifa-desmdekı muhataplarla murad edilen,
Allah'ın, iman etmeyeceklerini haber verdiği
yemin eden o gaıb kimselerdir. Mücahid ve İbn Zeyd,
HakTeâlâ'nın
ifadesindeki hitabın,
yemin eden kâfirlere ait olduğu kanaatindedirler. Mücâhid, ananın, "O
âyetler geldiği zaman, iman edeceğinizi nereden biliyorsunuz?" şeklinde
okluğunu söylemiştir ki bu da, tâ ile şeklinde okuyanların kıraatindeki
anlamı kuvvetlendirir. İlk açıklamamıza göre, Cenâb-ı
Hakk'ın, "farkında değil misiniz?" ifadesinde hitab, yemin eden
kâfirleredir. İkinci açıklamaya göreyse bu ifadedeki hitab, mü'minleredir. Bu
böyledir, zira o mü'minler. müşriklerin iman etmeleri «pn bu mu'cizenin
gelmesini temenni etmişlerdir. Bu da uygun bir izah şeklidir. Buna göre sanki
mü'minlere, "siz bunu istiyorsunuz, ama onların iman edeceklerini nereden
bileceksiniz?" denilmek istenmiştir.
[184]
Sözün neticesi şudur:
Kâfirler, Hz. Peygamber'den çok kuvvetli ve aşikâr mu'cizeler istemişler ve o
mu'cizelerin
meydana gelmesi
halinde iman edeceklerine yemin etmişlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da,
"Onlar her ne kadar buna yemin etseler tate. ancak ne var ki ben, bu
mu'cizelerin zuhur etmesi halinde de onların iman et-meyeceklerini
biliyorum!" şeklinde beyanda bulunmuştur. Durum böyle olunca, Allah’ın
hikmeti onların bu isteklerini kabul etmemeyi dilemiştir.
[185]
Cübbaî ve
Kâdî şöyle demişlerdir: "Bu
âyet, Mu'tezile görüşünün
üstünlüğüyle ilgili pekçok hükme delâlet eder:
Birinci hüküm: Bu
âyet, şayet Cenâb-ı Hakk'ın malumatı çerçevesinde mevcut olduğunda iman
edecekleri bir lütuf bulunsaydı, Allah'ın kesinlikle o lütfü yerine
getireceğine delâlet eder. Çünkü O'nun bunu yapmaması caiz olsaydı, bu cevabın
bir faydası olmazdı. Zira Cenâb-ı Hak, ister iman etsinler isterse iman
etmesinler, onların arzularına icabet etmediği zaman, icabet etmemenin, onların
Allah katında -^an etmeyeceklerine bağlanması, doğru ve muntazam bir şey
olmazdı. Binaenaleyh bu âyet, Allah Teâlâ'ntn, kudreti dahilinde olan bütün
lütuf ve hikmetleri yapmasının, O'na vacib olduğuna delâlet eder.
İkinci hüküm: Bu söz,
ancak mû'cizeleri izhar etmenin, onları iman etmeye sevketmede bir tesiri
bulunduğu zaman doğru ve yerinde olur. Cebriyye'nin görüşüne göre bu bâtıldır.
Çünkü onlara göre iman, ancak Allah'ın yaratmasıyla meydana gelir. Ama, Cenâb-t
Hak imanı yaratmadığı zaman, iman meydana gelmez. Binaenaleyh, lütuf
fiillerinin mükellefi tâatlara yönlendirmede bir tesiri bulunmaz.
Ben derim ki, Kâdî'nin
söylediği bu söz, gerekli değildir. Birinci görüşüne gelince: Kâfirler,
"Ey Muhammed, eğer bize bir mu'cize getirseydin, biz sana iman
ederdik..." demişlerdir. Bu söz, gerçekte şu iki mukaddimeyi
kapsamaktadır:
a) Sen bu
mu'cizeleri getirseydin, sana inanırdık..
b) Her ne
zaman durum böyle olursa, senin bize mu'cize getirmen vacibtir. Allah Teâlâ,
onları birinci mukaddimedeki sözleri hususunda yalanlamış ve onlara o
mu'cizeleri getirse dahi, iman etmeyeceklerini beyan buyurmuştur. Allah Teâlâ,
ikinci mukaddimeye hiç değinmemiştir, ama o, gerçekte vardır, devam etmektedir.
Buna göre bir kimse
şöyle diyebilir: "Farzedelim ki onlar, o mu'cizeler izhar edildiğinde iman
etmeyecek olsunlar.. O halde, Allah'ın o mu'cizeleri izhar etmesi niçin vacib
olmasın?" Meğer ki, bu bahisten önce, lütfetmenin Allah'a farz olduğu sabit
olmuş olsun, işte o takdirde, bu matlub, bu âyetten hasıl olur. Ancak ne var ki
Kâdî lütfün vücubiyyetine bu âyeti delil getirmiştir. İşte bu sebeple onun
sözünün zayıf olduğu sabit olmuştur.
İkinci görüşüne gelince, ki bu O'nun, "Her şey Allah'ın yaratmasıyla olduğu zaman, bu lütuf fiillerinin o şeyde bir tesiri olmaz" şeklindeki görüşüydü. Biz deriz ki: Bir işin meydana gelmesinde müessir olan, sebep ile kulun kudretinin toplamıdır. Bu lütuf fiilinin bulunduğunu bilmek ise, sebebin cüzlerinden birisidir. İşte böylece lütuf fiilinin, bir işin meydana gelmesinde bir tesiri olmuş olur. [186]
"Onlar, daha önce
indirilen âyetlere iman etmedikleri gibi (bundan sonra da iman
etmeyeceklerdir). Biz, onların gönüllerini ue gözlerini çevirmiş, kendilerini
azgınlıkları, taşkınlıkları içinde serseri ue şaşırmış olduktan
halde terketmiş bulunuyoruz" (En'âm, 110).
Bu da, "küfür ve
iman, Allah'ın kaza ve kaderiyledir" şeklindeki görüşümüze delâlet eden
âyetlerden birisidir. Taklîb ve kalb kelimeleri aynı manaya gelip, bir şeyi bulunduğu
halden başka bir hale çevirmektir. Buna göre, gönüllerin ve gözlerin
çevirilmesinin manası şudur: "Onlara, istedikleri cinsten kesin mu'cizeler
gelip, bu mu'cizelerin Hz. Peygamberin doğruluğuna nasıl delâlet ettiğini
bilseler dahi, Allah, onların gönüllerini ve gözlerini, bu doğru olan husustan
çevirdiğinde, onlar küfürleri içende kalakalır ve o âyetlerden istifade
edemezler. Halbuki bu âyetin maksadı, birinci âyette zikretmiş olduğumuz,
"O ezici mu'cizeterin onlara gelmesi halinde dahi, onların o mu'cizelere
kesinlikle iman etmeyeceklerini ve, o mu'cizelertn izhar edilmesinden
yararlanamayacakları..." şeklindeki açıklamayı iyice açıklayıp ortaya
koymaktır.
Cübbaî buna şu şekilde
cevap vermiştir: "Bundan maksad madem ki onlar dünyada iken ilk defa bu
âyetlere iman etmediler. İşte bundan dolayı onlara azab edelim diye,
cehennemde, onların gönüllerini ve gözlerini, ateşin alevine ve korlarına
karşı döndürürüz..." şeklindedir."
Ka'bî de, yine buna şu
şekilde cevap vermiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onların gönüllerini
ve gözlerini çeviririz..." buyruğundan murad, "Biz, onlara, küfür
sebebiyle kendilerini iman noktasının dışında bırakmış olmaları sebebiyle,
mü'minlere ettiğimiz lütufları yapmayız..." manasıdır. Kâ'dî de, bundan
murad, "Onların gönüllerini ve gözlerini, daha önce izhâr edilmiş
mu'cizelerden çevirir, döndürürüz. Binaenaleyh, sen onların, ilk önce iman
etmedikleri gibi, sonradan da bu mu'cizelere iman ettiklerini
göremezsin..." şeklindedir" diyerek cevap vermiştir..
[187]
Bil ki bütün bu
açıklamalar, son derece zayıftır. Bizi, hiç kimse ayıplayarak, "siz her
yerde, aynen bu izahtan yapıyorsunuz.." diyemez. Çünkü biz diyoruz ki, şu
Mu'tezile yok mu: Onların, ceza ile ilgili âyetlerin tevilleri hususunda,
muayyen ve belli bazı açıklamaları bulunmaktadır. Binaenaleyh, onlar bu
açıklamalarını her âyette tekrarlayıp duruyorlar. Biz de bunların cevabını her
âyette tekrar ediyor ve diyoruz ki: Bİ2, asıl olan kudretin, her iki zıdda, her
iki tarafa eşit bir şekilde elverişli ve uygun olduğunu; o kudrete müreccih
bir sebeb eklenmediği zaman bir üstünlüğün meydana gelmesinin imkânsız
olduğunu; ama birşeyin yapılma veya yapılmama tarafına müreccih bir sebep
eklendiğinde, o tarafın üstün geleceğinin ortaya çıktığını, bu sebebin ise,
teselsüle son vermek için, sadece Allah tarafından olduğunu beyan etmiştik ki
işte Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Mü'minin kalbi, Rahman Allah'ın
parmaklanndan ikisi arasındadır.
O, kalbi dilediği gibi
çevirir "[188]
hadis-i şerifi ile de murad edilen de budur. Binaenaleyh insanın kalbi, bir
şeyi yapmaya ve yapmamaya çağıran sebepler arasında bulunmaktadır. Eğer kalbte
o şeyi yapmaya çağıran sebep hasıl olursa, yapma tarafı üstün gelir; yok eğer
yapmamaya çağıran sebep hasıl olursa, yapmama tarafı üstün gelir. Bu iki sebep,
ancak Allah Teâlâ'nın var etmesi, yaratması ve oldurması ile hasıl olduğu için,
bunlara "Rahman'ın iki parmağı" denilmiştir. Bu mecazî ifadenin güzel
ve yerinde oluşunun sebebi şudur: İnsan, iki parmağı arasında bulunan şey
üzerinde, tam kudret sahibi olur. Binaenaleyh dilerse onu tutar, dilerse
düşürür. Burada da böyledir: İnsanın kalbi bu iki sebep arasında bulunmaktadır
ve bu iki sebep Allah
Teâlâ'nın yaratması
ile meydana gelir. Kalb de bu iki sebebe âmâde (tamamen bağlt)dır. İşte bundan
dolayı, hadis-i şerifteki mecaz yerinde ve güzel olmuştur. Hz.Peygamber
(s.a.s) "Ey kalbleri ve
gözleri çeviren (Allah'ım), kalbimi dinin üzere sabit
kıt"
[189]diye dua ederdi. Buradaki,
"Katbleri çeviren" tabirinden maksad şudur: Allah Teâlâ, hiç şüphe
yok ki kalbi bazan hayrı yapma tarafından şerri yapma tarafına ve sebebine
bazan da bunun aksine çevirir.
Bu kaideyi anladığın
zaman, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onların gönüllerini ve gözlerini
çevirmişiz" ifadesi, her fıtratı selim ve aklı düzgün insanın doğruluğuna
şahidlik ettiği bu açık ve seçik manaya hamledilir. Binaenaleyh onların
yaptıkları nahoş izahlara kesinlikle gerek yoktur.
[190]
Allah Teâlâ bu âyette,
"kalbleri çevirmeyi", "gözleri çevirme"den önce zikretmiştir.
Çünkü bir işin yapılmasına veya yapılmamasına sebep olan niyetlerin yeri,
kalbtir. Kalbte bir şeyin yapılması hususunda bir sebep meydana geldiğinde, göz
ister istemez ona döner. Yine kalbte, bir şeyin yapılmaması hususunda bir
sebep meydana geldiğinde, göz o şeyden döner, zahiren o şeyi görse bile, bu
görme işi matlub olan birtakım faydalara vâkıf olmanın sebebi olamaz. Hak
Teâlâ'nın, "İçlerinden sana kulak verip de dinleyenler vardır. Halbuki
biz, onu iyice anlayabilmelerine manî olmak için kalplerinin üzerine perdeler,
kulaklannın içine de ağırlık koyduk" (En'âm, 25) âyeti ile anlatılan da
budur. Binaenaleyh fiillerin kaynağı kalb olup, göz ite kulak kalbin iki
vasıtası ve âleti olduğu için, bu iki vasıta, kalbin hallerine tabî olurlar.
İşte bundan ötürü, âyette önce kalpler (gönüller)in çevrilmesinden bahsedilmiş,
sonra buna gözlerin çevrilmesi eklenmiştir. Başka bir âyette de, önce kalbin
perdelenmesinden bahsedilmiş, bunun peşisıra gözün çevrilmesi zikredilmiştir.
Binaenaleyh Kur'ân-ı Kerim'in lafzının tıpatıp uyduğu, kuvvetli ve akti delil
bu olduğuna göre, buna rağmen âyetin lafzını Mu'tezile'nin zikrettiği, zorlama
ile elde edilen manalara hamletmek nasıl olur da makbul olur? Biz o zayıf
açıklamalara karşı söylenebilecek şeylere dönüyor ve diyoruz
ki:"Cübbâî'nin ileri sürdüğü şey, kabul edilemez. Çünkü Hak Teâlâ,
"Biz onların gönüllerini ve gözlerini çevirmişiz" buyurmuş, sonra da
buna atfederek, "ve kendilerini azgınlıktan taşkınlıkları içinde serseri
ve şaşırmış vaziyette bırakmışız" demiştir. Şüphe yok ki âyetteki,
"kendilerini, bırakmışız..." buyruğu, dünyada gerçekleşmiştir. Bundan
dolayı eğer, "Biz onların gönüllerini ve gözlerini çevirmişiz"
ifadesinin manasının, ancak âhirette tahakkuk edeceğini söylersek, bu, Allah'ın
kelamı Kur'ân-ı Kerim'in nazmı için bir eksiklik ve kötülük olur. Çünkü bu
durumda hiç gerek yok iken, sonra söylenmesi gereken önce, önce söylenmesi
gereken de sonra söylenmiş olur."
Ka'bînin ileri sürdüğü
izaha gelince bu da zayıftır. Çünkü kâfir olan, kâfir olması sebebiyle , o
ilahî lutuflardan ve faydalardan mahrumiyete müslehak olmuştur. Binaenaleyh
kâfir kendi kendisini bu mahrumiyete ve ilahî yardımın kesilmesi haline
düşürmüştür. Bundan dolayı âyetinde"kafirierin
sebep olduğu bu işin Allah'a izafe edildiğini" söylemek nasıl uygun ve
yerinde olabilir? Kâdî'nin yaptığı ikinci izah da, doğrudan uzaktır. Çünkü
âyetteki, "Biz onların gönüllerini ve gözlerini çevirmişiz"
buyruğundan maksad kalbi bir halden başka bir hale çevirmek ve bir sıfattan,
diğer bir sıfata geçirmektir. Halbuki Kâ'dî'nin izahına göre durum böyle
olmamaktadır. Aksine, ona göre, kalb aynı halini sürdürmekte, ama Cenâb-ı
Allah, bu çevirmeyi ve değiştirmeyi, deliller üzerinde yapmaktadır. Binaenaleyh
Mu'tezlle'nin yaptığı bütün izahların yanlış ve fasit olduğu sabit olur.
Cenâb-ı Allah'ın,
"Daha önce ona iman etmedikleri gibi..." ifadesi hakkında, Vahidî şu
iki izahın yapıldığını söylemiştir:
1) Bu ifadenin başındaki kâf harf-i cerri,
mahzûf bir kelimeye dahildir. Bunun takdiri, "Ayın bölünmesi ve benzeri
mu'cizeler gibi, onlar kendilerine ilk olarak gelen mu'cizelere iman
etmedikleri gibi, bu âyet ve mu'cizelere de iman etmeyecekler" şeklindedir.
Bu, "onlar daha önce o âyet ve mu'cizelere iman etmedikleri gibi şimdi de iman
etmezler" demektir. Âyetteki "bihi" (ona) zamirine gelince,
bunun Kur'ân veya Hz. Muhammed, veyahut da müşriklerin Hz. Muhammed (s.a.s)'den
göstermesini istedikleri mu'cizeler manasında olması caizdir.
2) Bazı alimler, "Bu ifadenin başındaki
kâf, "ceza" manasınadır. Buna göre mana, "biz onların
gönüllerini ve gözlerini, daha önce ona iman etmemelerine bir ceza olarak
çevirmişiz, yani ontar ona daha önce iman etmedikleri için, şimdi de biz, ikinci
sefer de, onların gönüllerini ve gözlerini (imandan) çeviriyoruz"
şeklindedir" demişlerdir. Bu izaha göre âyette ne bir hazif vardır ve ne
de bir mahzûfu takdir etme (belirleme) ihtiyacı vardır.
Âyetteki 'Kendilerini
azgınlıkları, taşkınlıkları
içinde serseri ve
şaşırmış vaziyette bırakmışız" buyruğuna gelince; Cübbâî şöyle der:
"Âyetteki "bırakmışız" kelimesi "biz onlar ile, onların
tercihleri arasına girmeyiz. Onları helak etmek ve benzeri şeyleri araya
sokmak suretiyle, onları bundan alıkoymayız. Ancak onlara zaman tanırız. Eğer
azgınlıklarında ısrar ve devam ederlerse, bu onların kendileri tarafından
işlenmiş bir şey olur. Bu ise, onların aleyhine delilin kuvvetlenmesini
gerektirir" demektir. Bizim (ehl-i sünnet) alimlerimiz ise, bunun
manasının, "biz, onların kalplerini haktan bâtıla çeviririz ve onları, o
tuğyanları, sapıklık ve şaşkınlıkları içerisinde terkederiz" şeklinde
olduğunu söylemişlerdir.
Birisi Cübbâ'î'ye şöyle diyebilir: "Sen, alemin ilahının (Allah'ın), kullan için ancak hayrı ve rahmeti murad ettiğini söylüyordun. Öyle ise Allah niçin bu zavallıyı kendi haline bıraktı ve o da azgınlığı, taşkınlığı içinde şaşırıp kaldı; niçin onu, kuvvet kullanarak ve zorla bu durumdan kurtarmadı?" Bu hususta söylenebilecek son söz şudur: Eğer Allah Teâlâ, onu buna zorlasaydı, o kul bir mükâfaata müstehak olmazdı, ve sadece bu mükâfaatı kaçırmış olurdu. Ama ebedî cezadan da kurtulmuş olurdu. Fakat Allah Teâlâ onu, bu hâl üzere öleceğini bildiği halde, bu şaşkınlık üzere bırakır ise, ne mükâfaat elde eder, ne de ebedî azaptan kurtulmuş olur. Binaenaleyh Allah'ın o insanda imanı zorla yaratması halinde, söz konusu olan zarar bir olup, bu da âhiret mükâfaatını kaçırmadır. Ama, Allah Teâlâ'nın, o kimseyi ölünceye kadar, şaşkınlığı ve azgınlığı içinde bırakması halinde söz konusu olacak zarar ise hem mükâfaat elde edememe, hem de çok şiddetli bir cezaya müstehak olmadır. Halbuki kullarını görüp gözeten, onlara iyilikte bulunan, onlara karşı rahîm olan zât-ı ilâhinin, onlara daha faydalf ve daha az zararlı tarafı tercih etmesi gerekir. Binaenaleyh Allah'ın, kâfirleri o şaşkınlıkları ve azgınlıkları içerisinde bırakmasından, onların hakkında en iyi ve elverişli olanı takdir etmesinin vacib olduğu iddiasını cerhettiğini anlamış oluyoruz. [191]
"Eğer hakikaten
biz onlara melekten indirseydik, ölüler kendileriyle
konuşsaydı ue herşeyi toplayıp karşılarına
getirseydik, Allah dilemedikçe,
onlar
yine de iman etmezlerdi. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler"
{En'âm, 111)
Bil ki Allah Teâlâ,
daha önce "O âyet geldiği zaman da onların yine iman et-miyeceklerinin siz
farkında değil misiniz?" (En'âm, 109) buyruğu ile, özet olarak bahsettiği
şeyin tafsilatını bu âyette açfklamış ve böylece de, eğer o kâfirlere, meleklerin
indirilmesi, ölülerin diriltilip, kendileri ile konuşması gibi, istedikleri
mu'cizeleri verecek olsa, hatta, buna herşeyi onlara karşı şahidler olmak üzere
toplamak suretiyle, istemeyi düşünemedikleri şeyleri de katsa, Allah
dilemedikçe onların yine de iman etmeyeceklerini beyan etmiştir.
Âyetle ilgili birkaç
mesele bulunmaktadır:
[192]
İbn Abbas (r.a) şöyle
demiştir: Kur'ân-ı Kerim ile en
çok
istihza edenler beş kişi idiler: el-Velid
b. el-Mugîre el-Mahzûmî, el-Âs
b. Vâil es-Sehmî,
el-Esved
b. Abd-İ Yeğûs
ez-Zühri, el-Esved
b. el-Muttalib ve el-Hars b. Hanzala. Sonra bunlar,
Mekkeli bazı kimselerle birlikte Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelip, "Bize,
senin Resûlullah olduğuna şahidlik edecek melekleri göster; veya bizim için
ölülerimizden bazılarını dirilt de onlara, söylediğin şeylerin hak mı, bâtıl mı
olduğunu soralım. Yahut da kefil olarak, yani iddia ettiğin şeye şahid olarak
Allah'ı ve melekleri getir" dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil
oldu! Biz defalarca şunu anlattık: Müfessirler bu surenin bir defada nazil
olduğu hususunda ittifak edince, "Bu âyet, falanca hâdise hakkında nazil,
oldu!" demek, çok müşkil bir mesele olur. Ama bizim açıkladığımız izah
şekline gelince, ki bu da, bundan maksad, onların bir kısmının "şayet
kendilerine bir âyet gelirse Hz. Muhammed'e iman edecekleri hususunda var
güçleriyle yemin etmiş oldukları" şeklindeki sözlerine cevap olmasıdır.
İşte Allah Teâlâ bu sözü, onların yalan söylediklerini, gelmiş olan âyetlerden
sonra başka âyetler göndermede bir fayda bulunmadığını, aksine doğruyu yalandan
ayırmak için, mutlaka tek bir mu'cizenin dahi kafi geleceğini, ama bundan
fazlasını istemenin ise sırf bir tahakküm ve işi yokuşa sürme ve ihtiyaç
duyulmayan bir şey olduğunu; aksi halde onların, ikinci mucizenin izharından
sonra üçüncüsünü, üçüncüden sonra dördüncüsünü... isteyebileceklerini, delilin
ve durumun, bir noktada karar kılıp son bulmaması gerekeceğini, bunun ise,
nübüvvet kapılarının kapanmasını icab ettireceğini beyan etmek için zikretmiştir.
[193]
Nâfi ile İbn
Âmir burada kubula, Kehf sûresinde
ise
(Kehf, 55 ) kafin kesresi ba'nın fethası ile kıbela tarzında okudular.
Âsim, Hamza ve Kisaî her iki
harfi her iki sûrede zamme ile, yani kubula şeklinde
okudular. İbn
Kesîr ile Ebu Amr ise hem burada, hem de Kehf sûresinde kesre ile kıbela şeklinde
okumuşlardır. Vahidî şöyle der: "Ebu
Zeyd, "Arapça'da
"Falancayla yüzyüze geldim" tabirinde
masdarın
mezkûr çeşitlerde
gelip hepsi de aynı manayı ifade eder" demiştir. Vahidî sözünü şöyle
sürdürür: "Ebu Zeyd'in görüşüne göre, her ne kadar iki lafız farklı olsa
dahi, her iki kıraatte de mana aynıdır." Bazı alimler, bu iki lafız
(okuyuş) arasında mana bakımından fark bulunduğunu kabul ederek şöyle
demişlerdir: "Bu kelimeyi, kafin kesresi, bâ'nın da fethasıyla kıbela
şeklinde okuyanlara gelince,Ebu Ubey-de, Ferrâ ve Zeccâc, bunun manasının
iyânen (aşikâr bir biçimde, ayan beyân)
şeklinde
olduğunu, nitekim "Bizzat, ayan beyân olarak, yüzyüze onunla
karşılaştım"
denildiğini söylemişlerdir. Ebu Zerr'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Adem (a.s) peygamber miydi?" dedim.
Hz. Peygamber (s.a.s) de "Evet, o, Allah'ın kendisiyle ayan beyan
konuşmuş olduğu bir peygamber idi"[194]
buyurdu. Ama, kubula şeklindeki kıraate gelince, bunun şu üç izahı yapılmıştır:
a) Bu kelimenin, kendisiyle kefil ve şahid
manası kastedilen kabîl kelimesinin çoğulu olmasıdır. Nitekim, denilir ki,
"O adama kefil, şahid oldum" demektir. Buna göre mana, "Her
şey, onlara karşı bir araya gelse ve Hz. Pey-gamber'in söylediği şeyin
doğruluğuna kefil ve şahid olsalar, onlar yine inanmazlar..." şeklinde
olur. Bu manaya göre o i'caz noktası şudur: Hasredilen bu şeyler arasında
konuşan varlıklar bulunduğu gibi, konuşmayanlar da bulunmaktadır. Binaenaleyh,
Allah Teâlâ bu varlıkların hepsini konuşturup, bunların hepsi de bu şeha-det ve
kefilliği kabul etme hususunda mutabık olduklarında, işte bu en büyük
mu'cizelerden olur.
b) Bu kelimenin, sınıf ve tür, çeşit manasında
olan kabîl kelimesinin çoğulu olmasıdır. Buna göre mana, "Biz onlara
karşı, çeşit çeşit her şeyi bir araya getirsey-dik..." şeklinde olur. Bu
manaya göre de i'caz noktası, onların ölümlerinden sonra tekrar bir araya gelip
toplanmaları, sonra da farklı karakterlerde olmalarına rağmen aynı yerde bir
araya gelebilmiş olmalarıdır.
c) Bu
kelimenin Ebu Zeyd'in de tefsir ettiği
gibi, "yüzyüze, karşı karşıya" manasına gelen, kıbela manasında
olmasıdır. "Allah dilemedikçe, onlar yine de iman etmezlerdi"
buyruğuna gelince, bu hususta iki mesele bulunmaktadır:
[195]
Âyetten şu
kastedilmiştir: "Şayet Cenâb-ı Hak, iman
etmelerini dilediği kimseler hariç, o kâfirlere, hayret
verici ve şaşırtıcı
bütün mu'cizeleri izhar etmiş olsaydı
bile,
onlar yine de iman etmezlerdi." Alimlerimiz şöyle
demişlerdir. Onlar
iman etmediklerine göre, (onların
iman
etmemeleri) delili, Allah Teâlâ'nın, onların iman etmelerini dilemediğine
delâlet eder. İşte bu delil, bu mesele hakkında bir nasstır. Mu'tezile ise
şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, bütün kâfirlerin iman etmelerini istemiştir."
Cübbaî bu mesele hakkında, kendilerine mahsus olan
şu meşhur açıklamaları yapmıştır:
a) Allah'ın onlara iman etmelerini emretmemiş
olması halinde, iman etmeleri onlara vacib olmadığı gibi; aynı şekilde iman
etmelerini de dilememiş olsaydı, yine iman etmeleri onlara vacib olmazdı.
b) Şayet Allah kâfirin küfrünü dilemiş olsaydı,
kâfir, küfür fiili ile Allah'a itaat etmiş olurdu. Çünkü tâatın, istenileni
yapmaktan başka bir manası yoktur.
c) Şayet Allah'ın kâfirin küfrünü dilemesi caiz
olsaydı, O'nun küfrü emretmesi de caiz olurdu.
d) Şayet Cenâb-t Hakk'ın, kâfirlerin küfrünü
dilemesi caiz olsaydı, o zaman O'nun bize, bizim o kâfirlerden küfürlerini
istememizi de emretmesi caiz olurdu..
Mu'tezile, " İşte
bu delillerle, Allah Teâlâ'nın, onlardan sadece iman etmelerini dilediği sabit
olur. Halbuki, bu âyetin zahiri, Allah'ın onların iman etmelerini dilememiş
olmasını iktiza etmektedir. Halbuki deliller arasında bir çelişkinin bulunması
imkânsızdır. Binaenaleyh, bu delillerin arasını uzlaştırmak gerekir. Bunun yolu
ise, "Allah Teâlâ, herkesten, ihtiyar ve tercih ederek yapacakları imanı
dilemiş ama O, onlardan, zoraki ve cebren meydana gelebilecek bir imanı murad
etmemiştir" deme-mizdir. İşte bu yol ile, bu müşkil ortadan kalkar" demiştir.
Bil ki bu söz şu
bakımlardan da zayıftır:
a) Onların,
"ihtiyarî iman" diye adlandırdıkları bu iman ile onlar, "kulun
kudreti, iman ve küfre eşit bir biçimde müsait ve elverişlidir. Sonra o
kudretten, bir müreccih sebep ve bir mümeyyiz irade bulunmadan, küfür değil de
iman sudur etmiştir" şeklinde bir mana kastediyorlarsa, işte bu, bir
müreccih bulunmadan "mümkin" olanın iki tarafından birinin diğerine
üstün geldiğini söylemek olur ki, bu imkânsızdır. Yine bunun genelde makûl
olduğu kabul edilse bile, bu iman yine de kul cihetinden hasıl olamaz, aksine
bu, asla bir sebep ve bir müessir bulunmadan meydana gelen bir şey olmuş otur.
Çünkü burada mevcut olan, sadece kulun kudretidir. Bu kudret ise, iki zıdda
nisbetle de eşittir. Bu kadarcık kudret ile de, "mümkin" olanın iki
tarafından biri diğerinin aleyhine olarak galip gelemez. Sonra
"mümkin"in iki tarafından birisi, eğer kendi kendine meydana gelmişse
bu, kuldan sudur eden bir şey olmaz, aksine bu, asla bir sebep bulunmaksızın
bir meydana geliş olur ki, bu da fiil ve fail; tesir ve müessir hakkındaki
bilgileri altüst eder ki, bunu da hiç bir akıllı (insan) söylemez.
Yahut da, onların
"ihtiyarî iman" diye adlandırdıkları iman şu olur: Kulun kudreti,
her ne kadar iki zıdda da elverişli ise de, bu kudret ancak imana sevkeden bir
sebebin kendisine refakat etmesi halinde, imanın sudur ettiği kaynak olur. Bu
ise, imanın kaynağının, kutun kudreti + (artı) sebep olduğuna hükmetmek olur.
İşte bu yekûn, iman etmeyi gerektirir. Bu da, alimlerin "cebr" diye
isimlendirmiş oldukları şeyin aynısı olur ki, siz Mu'tezile ise bunu kabul
etmemektesiniz... O halde, onların "ihtiyarî iman" diye
adlandırdıkları o şeyden, makul ve anlaşılır bir anlam çıkmadığı kesinleşmiş
olur. Böylece umarım ki sen, bu açıklamanın son derece sağlam olduğunu
anlamışsındır.
b) Kabul edelim ki, ihtiyari iman, Allah'ın
tekviniyle meydana gelen imandan farklı olsun. Ancak ne var ki biz, Cenâb-ı
Hakk'tn, "Eğer hakikaten biz onlara melekleri, şunları suntan... indirmiş
olsaydık bile, onlar iman etmezlerdi..." şeklindeki buyruğunun manası,
sayılan bu şeylerin zuhur etmesi halinde, onlar, ihtiyari tarzda iman
etmezlerdi" demektir. Bunun delili şudur ki: Bu şeylerin bulunması
halinde, onlar icbarî bir tarzda da iman edebilirlerdi. Böylece Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onlar yine
de iman
etmezlerdi" buyruğundan muradın, "onlar ihtiyarî ve iradî olarak iman
etmezler" şeklinde olduğu sabit olur. Daha sonra Cenâb-ı Allah bu iman
etmemeden istisna yaparak, "Allah dilemedikçe..." buyurmuştur.
Müstesnâ'nın, müstesna minh (kendinden istisna yapılandın cinsinden olması
gerekir. Halbuki mecburen ve zoraki olarak meydana gelen iman, ihtiyarî olan
imanın cinsinden değildir. Böylece, "Allah dilemedikçe..." kaydı ile
mecburî ve ızdtrarî imanın murad edilmiş olduğunun söylenemeyeceği, aksine
bundan muradın ihtiyarî iman olması gerektiği sabit olmuş olur. İşte bu durumda
da, bizim alimlerimizin delilinin kuvvetli olduğu anlaşılır; bu delile karşı
Mutezile'nin öne sürdüğü sualler de tamamen sakıt olur.
[196]
Cübbaî şöyle demektedir: "Allahu Teâlâ'nın,
"Allah
dilemedikçe..." ifadesi, O'nun
meşietinin hadis olduğuna delâlet eder. Çünkü, şayet o meşîet kadîm olsaydı,
böyle denilmesi caiz olmazdı. Nitekim, Zeyd, Basra'ya, ancak Allah'ı tevhîd
edip birlemek için gitmiştir" denilemez. Bunun izahı şudur: "Biz,
"Allah'ın dilemesi durumu müstesna, bu şekilde olmaz" dediğimizde, bu
ifade, neticenin meydana gelişinin, meşîetin var olmastna bağlanmış olmasını
iktizâ eder. Binaenaleyh, şayet meşîet kadîm olsaydı, şart da kadîm olur,
şartın bulunmasından da meşrutun bulunması gerekirdi. Bu sebeple de, cezâ'nın
(neticenin) kadîm olması gerekirdi. Halbuki duyularımız, "ceza"
(şarta bağlı olan fiil)'in muhdes olduğunu gösterir. Binaenaleyh şartın hadis
olması gerekir. Şart, Cenâb-ı Hakk'ın meşîeti olunca, o zaman Allah'ın
meşîetinin de hadis olduğuna hükmetmek gerekir. İşte bu sözün izahı bundan ibarettir."
Cevap: Meşîetullâh,
her ne kadar kadîm ise de, ancak ne var ki o meşîetin, şu anda meydana gelen
bir şeyin meydana gelmesine taalluk etmesi, hadis (sonradan meydana gelen) bir
"nisbet"tir. İşte bu sözün doğruluğu için, bu kadar izah yeterlidir.
Cenâb-ı Allah, daha sonra, âyeti "Fakat onlann çoğu bilmezler" buyurarak bitirmiştir. Alimlerimiz bu ifadeden muradın, "onlar her şeyin Allah'dan olduğunu, O'nun kaza ve kaderiyle meydana geldiğini bilemezler" manası olduğunu söylemişlerdir. Mu'tezİle ise bundan muradın, "Onlar, istemiş oldukları âyetler ve teklif etmiş oldukları o mu'cizeler zuhur ettiğinde, kâfir olarak kalmaya devam edeceklerini bilemezler. Oysa ki onların çoğu, bunu (iman edeceklerini) zannediyorlardı." [197]
"Bİz, (sana
yaptığımız gibi) her peygambere de insan ve cin şeytanlarını böylece düşman
yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için, yaldızlı birtakım
söz(ler ve vesveseler) telkin eder. Eğer Rabbin
diteseydi bunu yapamazlardı.
Öyle ise onları,
düzmekte oldukları yalanlarıyla (başbaşa) bırak"
(En'âm, 112).
Âyetle ügili birkaç
mesele vardır:
[198]
Allah Teâlâ'nın
"ve kezâlike" ifadesi, bir şeye bina olunmuştur. Bu şeyin ne olduğunu
belirleme hususunda iki görüş bulunmaktadır:
a) Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın "Biz her ümmetin yaptıklarını
öylece hoş gösterdik" (En'âm, 108) âyetine
dayandırılmıştır. Bu, "Biz bunu yaptığımız gibi her peygambere de insan
ve cin şeytanlarını düşman yaptık" demektir.
b) Bunun
manası, "Senden önceki peygamberlere {birtakım kâfirleri) düşman
kıldığımız gibi, sana da (onları) düşman kıldık" şeklindedir. Binaenaleyh
âyetteki "böylece" ifadesi, daha önce bahsedilen şeye atfedilmiştir.
Çünkü daha önce bahsedilen şey, Allah Teâlâ'nın, peygamberlerine düşmanlar
kılmasıdır.
[199]
Âyetteki "Biz,
(sana yaptığımız
gibi) her peygambere
de böylece düşman yaptık" ifadesinin zahiri, onları, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e düş- man kılan zâtın, Allah'ın kendisi olduğunu göstermektedir. O
düşmanlığın, bir günah ve küfür olduğunda şüphe yoktur. İşte bu da, hayrın ve
şerrin, taatın ve günahın, imanın ve küfrün yaratıcısının Allah Teâlâ'nın olmasını
gerektirir.
Cübbaî bizim bu görüşümüze şöyle cevap vermiştir:
"Âyetteki, "düşman yaptık" ifadesi, "düşman olduklarını
açıkladık, düşman olduklarına hükmettik" ma-nasındadır. Çünkü bir kimse
bir başkasının kâfir olduğuna hükmettiğinde,
"O,
onu tekfir etti" denilir. Yine bir
insan, birisinin âdil olduğunu söylediği zaman denilir. İşte burada da
böyledir. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, o insan ve cin şeytanlarının,
kendisi için düşman olduklarını beyan edince, böylece o, onları
peygamberinin düşmanı kılmıştır." Ebu Bekir
el-Esamm da bu görüşümüze şöyle cevap vermiştir: "Aflah Teâlâ, Hz.
Muhammed (s.a.s)'i bütün aleme peygamber olarak gönderip, O'na o mu'cizeyi
verince, o cin ve insan şeytanları ona haset ettiler. Bu hased de çok kuvvetli
bir düşmanlığa sebep oldu. İşte bundan ötürü, Allah Teâlâ onları, ona (s.a.s)
düşman kıldığını söylemiştir. Bunun bir benzeri de
Mütenebbfnin şu sözüdür: "Sen, onları bana hased
eden kimseler haline getirensin!.."
Ka'bî de bu
görüşümüze, "Allah Teâlâ, peygamberlerine, onlara düşman olmayı emretmiş
ve onların, kendilerine düşman olduklarını bildirmiştir. Bu da onların,
peygamberlerin düşmanları olmalarını gerektirir. Çünkü düşmanlık, ancak
karşılıklı olarak meydana gelir. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hakk'ın, onları
peygamberlerine düşman kıldığını söylemek caizdir" diye cevap vermiştir.
Bil ki bütün bu
cevaplar gerçekten zayıftır. Çünkü biz, bütün fiillerin sebeplere (ve
niyetlere) dayandığını, bu sebeplerin de Allah'tan olduğunu beyan etmiştik. İş
böyle olunca, bizim izahımız doğrudur. Sonra burada bir başka husus da şudur:
Düşmanlık ve dostluğun, insanın irade ve ihtiyarı ile olması imkânsızdır. Çünkü
bir insan bazan düşmanlığını, kalbinden silemiyecek dereceye ulaştırır. Hatta
bazan düşmanlığının izlerini ve emarelerini bile gizleyemez. Bu kimse her türlü
külfete girse ve çareye başvursa bile, bundan âciz olur. Binaenaleyh düşmanlık
ve dostluk, insanın kalbinde, ihtiyarî olarak meydana gelmiş olsaydı,
düşmanlığını dostluğa; dostluğunu düşmanlığa çevirmesi mümkün olmalıydı.
Şâirler bile bunun, insanın gücünün dışında birşey olduğunu anladıkları hâlde,
biz bunu nasıl söylemeyiz? Nitekim Mütenebbî,
"Kalbten, sizi unutması istenir; ama ne var ki yaratılış ue
huylar, bunu değiştirmek isteyene müsade etmez" demiştir.
Aşkı alabildiğine
fazla olan aşık bu aşkını silip giderme hususunda her çareye başvursa dahi,
buna gücü yetmez. Eğer aşk veya buğz, insanın ihtiyarı ve iradesi ile olmuş
olsaydı, insan bunu izale edebilirdi.
[200]
Âyetteki
"şeyatîn" kelimesinin mansub oluşu husu- sunda şu iki izah
yapılmıştır:
a) Bu,
"aduvven" kelimesinden bedel olarak mansubtur.
b) Bu,
"adüvven" kelimesi ikinci meful olduğu için (birinci mef'ul olarak)
man-subtur. Buna göre takdir, "İşte böylece biz insan ve cin şeytanlarını,
pegamberle-rin düşmanları kıldık" şeklindedir.
[201]
Alimler, "insan
ve cin şeytanlarrnın ne elemek olduğu hususunda, şu iki görüş üzere ihtilaf
etmişlerdir:
1) "Bu,
insanların ve cinlerin, azgınları ve sapkınları
demektir. Şeytan, insan ve cinlerden her azan ve sapandır." Bu,
Atâ, Mücâhid, Hasan el-Basrî ve Katâde'nin rivayetine göre Ibn Abbas (r.a)'ın
görüşüdür. Bunlar şöyle demişlerdir: "Hem cinlerden, hem de insanlardan
şeytanlar vardır. Mü'min bir kimse, cin şeytanını tesirsiz bıraktığında, bu
şeytan sapmış ve azmış insana başvurur. Bu insan da, insandan olan şeytandır.
Böylece cin şeytanı, o mü'mini yoldan çıkarsın diye, insan şeytanı onun üzerine
salar. Bunun delili, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, rivayet edilen şu hadis-i
şerîfidir: "O, Ebu Zerr (r.a)e, "cin ve insan şeytanlarının şerrinden
Allah'a sığındın mı?" deyince, Ebu Zerr, "insanlardan da şeytan var
mı?" diye sormuştur. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Evet,
onlar cin şeytanlarından daha şerlidir" buyurmuştur.
2) İnsan ve
cin şeytanlarının hepsi, iblisin soyudur. Ancak iblis, çocuklarını iki kısma
ayırmış, bir kısmını insanlara vesvese vermeye, diğerini ise cinlere vesvese
vermeye salmıştır. Binaenaleyh bu iki kısma, insan şeytanları ve cin şeytanları
denmiştir. Bazı alimler, birinci görüşün daha uygun olduğunu, çünkü âyetin maksadının,
düşmanlar ve şeytanlar demek olan kâfirlerin akılsızlıklarından şikâyet etme
olduğunu söylemişlerdir. Bazı alimler de, ikinci görüşün daha uygun olduğunu,
çünkü âyetin lafzının, "şeytanlar" kelimesinin "insan ve
cin" kelimelerine muzaf kılınmasını gerektirdiği, izafetin ise, (muzaf ile
muzafun ileyhin) ayrı ayrı şeyler olmasını icab ettirdiğini söylemişlerdir. Bu
takdire göre âyetteki, "şeytanlar" cinlerden başka bir türdür. Bu
tür, iblis'in soyudur.
[202]
Zeccâc ve İbnu'l-Enbârî "Adüvv" (düşman) kelimesinin,
"düşmanlar" manasına geldiğini söylemişlerdir. İbnu'l-Enbârî bu hususta şöyle bir beyit söylemistir:
"Ona olan sevgi(m) ile, dostuma hiçbir fayda sağlayamadığıma göre, şüphe
yok ki, buğz ve kızgınlığım da düşmanlarıma hiçbir zarar veremiyecektir."
O, bu beyitteki "düşmanım" kelimesini, "düşmanlarım" manasına
kullanmış, yani müfred kelimeyi cemî yerinde kullanmıştır. Bunun Kur'ân-ı
Ke-rim'de örnekleri çoktur:
1)
"İbrahim'in şerefli misafirleri" (Zariyât, 24). Bu âyette,
"misafir" kelimesinin sıfatı olan
"şerefli" (mükrem) kelimesini cemî kılmıştır. Halbuki
"misafir" (dayf), müfreddir.
2) Tomurcukları
üst üste binmiş hurma ağacı(yani ağaçları)" (Kaf, 10).
3)
"Veya henüz kadınların gizli yerlerine muttali olmayan çocuk (yani
çocuklar)"(Nûr. 31).
4)
"İman edenler müstesna, insan (yani İnsanlar) zarar ve ziyandadır"
(Asr, 2-3).
5)
"Yiyeceğin (yani yiyeceklerin) her türlüsü İsrailoğullan için helâl
idi" (AH imrân, 93). Allah Teâlâ, müfred kelimeleri, cemî lafızların
te'kîd edildiği sigalarla te'kîd etmiştir. Birisi, "Bu zorlama ile yapılan
izahlara gerek yoktur. Çünkü âyetin takdiri, "Biz, her bir peygamber için
bir düşman kıldık" şeklindedir. Zira herbir peygamberin, birden fazla
düşmanının olması gerekmez" diyebilir.
Allah Teâlâ'nın,
"Onlardan kimi kimine, aldatmak için, yaldızlı bir takım sözler (ve
vesveseler) telkin eder" buyruğundan maksad şudur: "O şeytanlar,
birbirlerine vesvese verirler."
Bil ki her türlü
günahın insandan çıkması gerekmez. Çünkü günah, bir şeytanın vesvesesi sebebi
ile çıkar. Aksi halde şeytanlar için bir teselsül ve devr-i fasit söz konusu
olur. Binaenaleyh bu kötülüklerin ve günahların, başka bir şeytanın vesvesesi
ile meydana gelmeyen bir ilk günahda ve çirkin fiilde son bulduğunu söylemek
gerekir.
Bu asıl prensip sabit
olunca biz deriz ki: O şeytanlar, insanlara ve cinlere vesvese verdikleri
gibi, bazan da birtbirlerine vesvese verirler. Alimlerin bu hususta birkaç
görüşü vardır: Bazıları şöyle demişlerdir: Ruhlar, ya semavî olurlar, ya da
(arzî) yeryüzüne ait olurlar. Yeryüzü ruhlarından güzel, temiz, iyi taat ile
güzel fiilleri emir ve tavsiye edenler bulunduğu gibi, ki bunlar yeryüzündeki
meleklerdir; pis, âdî, şerli, kötülük ile günahları emir ve tavsiye edenler de
vardır ki bunlar, şeytanlardır. O temiz ruhlar, insanlara, ibâdeti ve iyi
şeyleri emrettikleri gibi, bazan da aynı şekilde birbirlerine taatı ve iyi
şeyleri emir ve tavsiye ederler. Kötü ruhlar da, insanlara kötülükleri ve nahoş
şeyleri emrettikleri gibi, bazan da birbirlerine kötülükleri ve daha fazlasını
yapmayı emrederler (vesvese verirler). İnsan ruhları ile o diğer yeryüzü
ruhları arasında, bir çeşit ilgi ve münasebet olmadığı müddetçe bu tesirler
meydana gelmez. Binaenaleyh insan ruhları, kötü sıfatlardan arınmış ve temiz
oldukları zaman, iyi ruhlar cinsinden olur ve onlara katılırlar. Ama pis olur,
kötü sıfatlan almış olurlar ise o zaman kötü ruhlar cinsinden olur ve onlara
katılırlar. Sonra gerek iyi ve temiz oluş sıfatları, gerekse kötü ve eksik oluş
sıfatlan sayısızdır. Bu sıfatlardan her bir çeşide göre insanlardan kısımlar
vardır. Yeryüzü ruhlarının bölükleri de, bu cins cins oluş, benzeyiş ve
müşâkeleye göre, birbirine katılır. Eğer bu, hayır fiilleri hususunda olursa,
hayır fiillerine insanı sevkeden, bir melek; hayır fiilini yapmaya sevkeden
düşünceyi kuvvetlendiren de ilham olmuş olur. Eğer bu birbirine katılma, serler
konusunda olursa, şerre insanı sevkeden, şeytan; bu düşünceyi kuvvetlendiren
şey de vesvese olmuş olur.
[203]
Sen bu asıl prensibi
iyice kavradığın zaman, biz deriz ki: Allah Teâlâ, zikrettiğimiz bu hususu,
"onlardan kimi kimine aldatmak için, yaldızlı birtakım sözler (ue
vesueseler) telkin eder" buyruğu ile anlatmıştır. Binaenaleyh bize düşen,
şu üç kelimeyi açıklamaktır:
a) Vahy; imâ etmek ve birşeyi çabucak., hızlıca
söylemektir.
b) Zuhruf:
Bu da, içi bâtıl, dışı süslü püslü olandır. Nitekim bir kimse sözünü, aslı
astarı olmayan şeylerle süsleyip püslediğinde, denilir. O halde,
dışı yaldızlanan, süslenerek göz boyanan herşey,
"muzahreftir. Bil ki bu hususta sözün özü şudur: İnsan, herhangi bir
şeyin, üstün bir iyilik ve fazla bir fayda ihtiva ettiğine inanmadığı müddetçe,
ona rağbet etmez. İşte bundan dolayı, Fâil-i Muhtar olan Allah, insanların
hayrını ve menfaatlarını istediği için, "Muhtar" (seçen) denilmiştir.
Sonra bu inanç, inanılan şeyo uygun düşerse, ve melekten sâdır otmuş olursa,
işte bu haktır, doğrudur ve bir ilhamdır. Yok eğer bu inanç, inanılan şeye
uygun düşmez ise, o şeyin zahiri süslenmiştir. Çünkü insanın o husustaki
inancına göre, o şeyde fazla bir fayda ve üstün menfaata sebep olacak bir şey
yatmaktadır. Halbuki o şeyin batını ve aslı fasittir, bâtıldır. Çünkü o insanın
bu inancı, inanılan şeye uygun değildir. Dolayısı ile bu "muzahref"
(süslenip, püslenmiş)tir. İşte bu hususun izahı budur.
c) "Gurur" kelimesi... Vahidî, bu kelimenin mef'ul-ü mutlak oluşunun manaya
göre olduğunu, çünkü "yaldızlı, süslü püslü sözleri vahyetmenin"
aslında "aldatma" manasına geldiğini söyfemiştir. Buna göre Cenâb-ı
Hak sanki "Onlar,
birbirlerini iyice
aldatırlar" demiştir. Bu husustaki sözün özü de şudur: Aldanan, aslında
öyle olmadığı halde, bir şeyin kendi menfaatine ve faydasına uygun olduğuna
inanandır. O halde, "gurur" (aldanma), ya bu cehaletin (işin aslını
bilmemenin) bizzat kendisi, ya da bilmemeden doğan bir haldir. Binaenaleyh bu
zikrettiklerimizle, o kötü ruhların birbirlerine tesir edişlerini, âyetteki,
"onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı sözler (ue vesveseler) telkin
ederler" ifadesi ile anlatılan mananın tamamına delâlet edecek daha
mükemmel ve daha güçlü bir ifade ile anlatmanın mümkün olmadığı ortaya çıkmış
olur.
Allah Teâlâ daha sonra
"Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı" buyurmuştur. Alimlerimiz
bu ifadeyi, inkârın ve imanın Allah Teâfâ'nın iradesi ile olduğuna delil
getirmişlerdir.
Mu'tezile ise. bu
âyetteki dilemeyi, Allah Teâlâ'nın zorlamayı dilemesi manasına hamletmişlerdir.
Bu mesele, daha önce iyice izah edilmişti. Binaenaleyh burada, tekrar etmeye
gerek yok.
Daha sonra Cenâb-ı Hak "Öyle ise onları, dûzmekte oldukları yalanlarıyla (başbaşa) bırak" buyurmuştur. İbn Abbas (r.a), "Allah Teâlâ bununla, iblis'in onlara yaldızlayıp süslü gösterdiği ve onları aldattığı şeyleri murad etmiştir" demiştir, Kâdî de, "Bu söz, küfürden alabildiğine sakındırma ve imâna son derece ileri bir teşviki ihtiva eder. Keza, Resulullah'ın, o güruh için Allah'ın hazırladığı envaî türlü azabı; o kâfirlerin beyinsizliklerine karşı sabrı ve onlara nazik davranması sebebiyle de kendisi için hazırlamış olduğu yüksek mükâfaat çeşitlerini tasavvur etmesi sayesinde Resulullah'ın kalbinden gamın gitmesini temin eder" demiştir. [204]
"Bir de, âhirete
inanmayanların gönülleri ona ağsın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri (suçtan)
işlemeye devam etsinler diye (bunu yapar)"
(En'âm, 113).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[205]
Bil ki kelimesi lügatte, "meyletmek"
manasınadır.Bir şeyi dinleyen kimsenin kulağını sesin geldiği
tarafa doğru
meylettirmesini ifade etmek üzere yusğî
denilir.
Yine birisi kabların birini diğerine doğru eğip birbirine boşalttığında
"Kabı eğdi" denilir. Ay'ın batışını ifade için de esğa denilir.
Binaenaleyh âyetteki "li tesğâ"
kelimesi "meyletsin diye..." manasındadır.
[206]
tesğa ifadesinin
başındaki lâm harf-i cerrinin bir müteallakı olması gerekir. Bizim alimlerimiz
şöyle demişlerdir: "Bunun takdiri şöyledir: "İşte biz, her peygambere
de İnsan ve cin
şeytanlarını böylece düşman yaptık.
Bunların
özelliklerinden biri, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler telkin
etmektir. Biz bunu ancak, ahirete inanmayanların gönülleri ona ağsın diye
yaptık. Yani, özelliklerinden biri söylediğimiz husus olan o şeytanların,
kalblerine bu düşmanlığı ancak onların yaldızlı sözleri, o kâfirler yanında
makbul olsun diye verdik. Âyeti bu
manaya
hamlettiğimiz zaman, Allah Teâlâ'nm, kâfirin küfrünü irade ettiği ortaya
çıkar." Mutezile, buna şu üç
şekilde cevap vermiştir:
1) Bu,
Cübbâî'nin zikretmiş olduğu husustur ki, o şöyle demiştir: "Bu lafız, emir
lafzı ile gelmekle beraber zecr' ve men' manası taşıyan bir kelimedir. Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Onlara karşı
süvarilerinle,
piyadelerinle yaygara çıkar..."
(Isra, 64) âyeti gibidir. Âyetteki
"Ondan
hoşlansınlar ve kazanadursunlar diye..." ifadeleri de böyledir.. Buna göre
sözün takdiri şöyledir: Cenâb-ı Hak sanki, Hz. Peygamber'e, "Öyle ise
onları düzmekte oldukları yalanlarıyla (başbaşa) bırak" (En'âm, 112)
demiş, sonra da, onlara, tehdit edercesine, "Bir de, âhirete
inanmayanların gönülleri ona ağsın, ondan hoşlansınlar ve kazanmakta
olduklarını da kazanadursunlar diye..." buyurmuştur.
2) Kabî'nin tercih ettiği görüş olup buna göre
"li tesğâ" kelimesinin başın* daki lâm, "âkiteb lamı, netice
lâmrdır. Yani, "Onların işlerinin neticesi, bu hallere varacaktır"
demektir. Kâdî, "Bu netice ahirette olacaktır" denilmesi uzak bir
ihtimaldir. Çünkü mecbur etme işi, ahirette söz konusudur. Binaenaleyh,
kâfirlerin kalble-rinin bâtıl görüşleri kabul etmeye meyletmesi, onlara razı
olmaları ve günah kazanmaları caiz değildir. Aksine, âyetin "Onların
işlerinin neticesi, bâtılları kabul etmeye, onlara razr olmaya ve onlarla amel
etmeye varır..." manasına hamleditmesi vacibtir" demiştir.
3) Ebu Müslim'in tercih ettiği görüş olup şöyle
demiştir: "Li tesğâ" kelimesinin başındaki lâm harfi {En'âm, 112)
buyruğuna mütealliktir.
Buna göre kelamın
takdiri, "Onunla aldatmak için ve ahirete inanmayanların gönülleri de ona
ağsın, ondan hoşlansınlar ve kazanmakta olduklarını kazanadursunlar diye,
onlar birbirlerine yaldızlı birtakım sözler vahyeder" şeklindedir. Böylece
bundan murad, şeytanların bu vahyetmekten maksatlarının bütün bu manalar olduğunu
ifade etmek olur. İşte, Mu'tezile'nin bu konuda söylemiş olduğu şeylerin tamamı
budur.
Cübbâî'nin öne sürdüğü
birinci görüş Kâdî'nin zikretmiş olduğu sebeplerden dolayı zayıftır:
a)
buyruğundaki vâv harfi, bu ifadenin kendisinden önceki ifadeyle
alakalı olmasını
iktizâ eder. Binaenaleyh, bunu ibtida (başlangıç) manasına almak uzak bir
ihtimaldir...
b)
kelimesinin başındaki lâm harfi (key) "için..." manasına gelen
lamdır.
Binaenaleyh, bunun
emir lamı olduğunu söylemek uzak bir ihtimal olup bu, Allah'ın kelâmını tahrif
etmeye yeltenme olur ki, bu caiz değildir.
İkincisine gelince -ki
bu da, bu lamın, "âkibet lamı" olduğunun söylenmesidir bu da
zayıftır. Çünkü onlar, bu iâmı bu manaya hamletmenin mecaz; key manasına
hamletmenin ise hakikat ifade ettiği hususunda ittifak etmişlerdir. O halde,
bizim görüşümüz daha uygun olmuş olur.
Üçüncüsüne gelince ki
bu, Ebu Müslim'in ileri sürdüğü görüştür. Bu, bu konuda iteri sürülen
izahların en güzelidir. Çünkü biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlardan
kimi kimine, aldatmak için, yaldızlı birtakım sözler teikin eder" (En'âm,
112) buyruğu, bu telkinin maksadının, "aldatma" olmasını gerektirir.
Bu ifadeye, …"Bir de, âhirete inanmayanların gönülleri ona ağsın..."
ifadesini atfettiğimizde, bu da aldatmanın manası değil, aldatmanın bizzat
kendisi olmuş olur. Ancak ne var ki bu, içi çirkin, dışı ise güzel olan şeye o
kâfirlerin gönüllerini meylettirmek anlamını taşımaktadır. Halbuki... ifadesi,
bu meylettirmek istemenin bizzat kendisi otur. Binaenaleyh biz bu ifadeyi ona
(112. âyetin manasına) atfedersek, o zaman matufun, matufun aleyh'tn aynısı
olması gerekir ki, bu
doğru değildir. Ama
biz, sözün takdirinin, "İşte böylece biz her nebiye, aldatmak için
birtakım yaldızlı sözler söylemek şanından olan düşmanlar yaptık.. Biz bu gibi
şahısları, kâfirlerin gönülleri ona meyletsin ve bu sebeple de, o peygamberin
davetini kabul etmekten uzaklaşsıntar diye, peygambere düşman yaptık..."
şeklinde olduğunu söylersek, bu takdire göre, bir şeyin yine kendisine
atfedilmiş olması gerekmemiş olur. Binaenaleyh, bizim söylemiş olduğumuz
görüşün daha uygun olduğu ortaya çıkar.
[207]
Alimlerimiz,
hayatiyetin bulunması için, bedenin şart olmadığını öne sürmüşlerdir. O halde,
hayy
(diri), kendisiyle hayatın kaim olduğu;
"âlim" ise, kendisiyle ilmin kaim olduğu cüz, kısım demektir.
Mu'tezile ise, "hayy" ve "âlim" olanın, cüz değil,
"bütün" olduğunu söylemişlerdir.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki, âlimlerimiz, bu âyeti görüşlerinin doğruluğuna delil
getirmişlerdir. Çünkü Cenâb-t Hak, "Bir de, âhirete inanmayan-iann
gönülleri ona meyletsin..." buyurmuş, meyletmek ve arzu duymakla, hayy
"diri" olanın tamamını değil, onun kalbini tavsif etmiştir. İşte bu
da, bizim görüşümüzün doğruluğunu gösterir.
[208]
"İnsan,
bedeninden başka bir şeydir" diyenler, kendi
aralarında ihtilâf etmişlerdir. Onların bir kısmı şöyle demiştir: İlk
alâka kurulan yer, kalbtir. O kalb vasıtasıyla
rûh, meselâ beyin, ciğer gibi diğer uzuvlarla alâka kurar. Bazıları da
şöyle demişlerdir: Kalb, hayvanî nefsin; dimağ, nefs-i natıkanın; ciğer ise,
tabiî nefsin alâka kurduğu yerdir. Birinci görüşte olanlar bu âyete
sarılmışlardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "meyletmek ve irade etmek,
istemek" demek olan "li tesğâ" ifadesinin mahallinin kalb
olduğunu belirtmiştir. Bu da, rûh ile alâka kuran yerin, kalb'olduğuna delâlet
eder.
[209]
buyruğunda ileyhi
kelimesindeki zamir, zuhruf (yaldızlı söz) kelimesine racidir. "Ondan
hoşlansınlar" ifadesindeki mansub zamir de
böyledir.
buyruğuna gelince bil ki, iktiraf kelimesinin manası, "kesbet-mek, kazanmak" demektir. Nitekim, bir darb-ı meselde, Tevbe, büyük günahları siler, götürür " denildiği gibi, aynı şekilde, "itiraf, iktirafı, yani günahı giderir" denilir. Zeccâc da, ifadesinin manasının, "uydursunlar ve yalan söylesinler..." şeklinde olduğunu söylemiştir ki, birincisi daha doğrudur. [210]
"(De ki.)
"O, size o kitabı açıklanmış bir halde indirmişken, Allah 'tan başka bir
hakem arar mıyım? Kendilerine kitap verdiğimiz o kimseler de bilirler ki o
(Kur'ân), hiç şüphesiz, Rabbinden hak olarak İndirilmiştir. Öyle ise sakın
(bundan) şüpheye düşenlerden olma" (En'âm, 114).
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
[211]
Bil ki Cenâb-ı Hak,
kâfirlerin, onlara bir mu'cizenin gelmesi halinde ona mutlaka iman edeceklerine
dair, bü- tün güçleriyle yemin
ettiklerini nakletmiş ve buna, o mu'cizeleri izhar etmede bir fayda
olmayacağını belirterek cevap vermiştir. Çünkü, Allah Teâlâ'nın o mucizeleri
göstermesi halinde de, onlar o küfürleri üzerinde kalacaklardı. Daha sonra
Cenâb-ı Hak bu âyette de, Hz. Muhammed'in nübüvvetine delâlet eden yeterli delilin
bulunduğunu ve kemâle erdiğini,
binaenaleyh onların yeni mu'cize taleplerinin fuzulî olduğunu, dolayısıyla bu
tekliflerinin nazarı dikkate alınması gereken şeylerden olmadığını beyan
etmiştir. Biz, şu iki sebepten dolayı, O'nun nübüvvetine delâlet eden delilin
bulunduğunu söyledik:
a) Allah Teâlâ, Hz. Peygamberin nübüvvetine,
O'na birçok ilimleri ve tam bir fesahati
ihtiva eden "mübîn" ve "mufassal" bir kitap
indirmiş olmasıyla hükmetmiştir.
İnsanlar bu Kur'ân'a muaraza etmekten, onun benzerini getirmekten aciz
kalmışlardır. Binaenaleyh, böylesi muciz bir kelamın o peygamberin elinden
zuhur etmesi, Allah
Teâlâ'nın onun nübüvvetine şahitlik ettiğine delildir. Demek ki:
"Allah'tan başka hakem mi arayacak mtşım?"
buyurmuştur ki bu, şu demektir: "Ey Muhammed de ki: "Sizler diğer
mucizeleri talep etme konusunda tsrar edip işi yokuşa sürüyorsunuz... Aklen
Allah'tan başka bir hakem talep etmek caiz midir? Çünkü herkes, bunun caiz
olmadığını söyler. Sonra sözüne devamla de ki: f'câz noktasına varan, kâmil ve
mufassal, iyice açıklanmış olan böyle bir kitabı bana has kılmış olduğu için
de, yine Cenâb-ı Hak, benim nübüvvetimin doğruluğuna hükmetmiştir".
b) Hz. Peygamber'in peygamberliğine delâlet eden
hususlardan birisi de, Tevrat ve İncil'in, Hz. Muhammed (s.a.s)'in hak
peygamber; Kur'ân'ın da, Allah katından indirilmiş hak bir kitap olduğuna
delâlet eden âyetleri ihtiva etmeleridir ki,
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kendilerine
kitap Derdiğimiz o
kimseler de bilirler ki o (Kur'ân), hiç şüphesiz, Rabb'inden hak olarak
indirilmiştir" buyruğundan kastedilen de budur.
Netice olarak
diyebiliriz ki, bu her iki husus da,,"De ki: "Benimle sizin aranızda
şahid olarak Allah yeter ve (bunu) nezdinde kitap bulunanlar da (bilirler)
(Ra’d, 43) âyetinde ifadesini
bulmaktadırlar.
[212]
Âyetin sonundaki
"Öyle ise saktn şüpheye düşenlerden olma" buyruğuna gelince, bu
hususta da şu izahlar yapılmıştır.
a) Bu, (Hak üzerinde katmaya) teşvik ve sevketme
kabilinden bir ifadedir. Tıpkı, "Yüzünü tevhid dinine döndür, sakın
müşriklerden olma "(Yunus, 105) âyeti gibidir.
b) Bu âyetin takdiri "Ehl-i kitabın, o
Kur'ân'ın, Rabbin tarafından hak olarak indirildiğini bildikleri hususunda
sakın şüpheye düşenlerden olma!" şeklindedir.
c) Şüpheye
düşenlerden olma..." buyruğunun, herkese bir hitab olması da caizdir.
Buna göre mana: "Deliller apaçık ortaya çıktığı zaman, onlar hususunda hiç
kimsenin şüphe etmesi yakışmaz..." şeklinde olur.
d) Bu hitab,
her ne kadar zahirde Hz. Peygamber'e yöneltilmişse de, bununla, O'nun ümmeti
kastedilmiştir.
[213]
ifadesindeki kelimesini İbn Amir ve
Hafs,
şeddeli olarak "münezzel";diğer kıraat imamları ise şeddesiz,
"münzel" şeklinde okumuşlardır. "Tenzil" ile
"inzal" arasındaki farkı biz defalarca anlatmıştık.
[214]
Vahidî şöyle der: "Hak Teâlâ'nın, "Allah'tan başka bir hakem mî arayacak mışım?" ifadesindeki hakem kelimesine gelince, bu kelime ile hâkim kelimesi, dilcilere göre aynı manayadır. Ancak ne var ki bazı tefsir alimleri, "hakem" kelimesinin "hâkim" kelimesinden daha mükemmel bir mana ifade ettiğini; çünkü hükmeden herkese "hâkim" denildiğini, ama, "hakem" isminin ise, sadece hak ile hükmedene verildiğini söylemişlerdir. Buna göre âyetin manası, "Allah Teâlâ, hak bir hakemdir. O, ancak hak ile hükmeder" şeklinde olur. O tek bir mu'cize otan Kur'ân'ı izhar edip ortaya koyunca, bu nübüvvetin doğru ve sahih olduğuna hükmetmiş olur. Halbuki, O'nun hükmünün üzerine çıkacak başka bir hüküm bulunmamaktadır. O halde, kesinkes bu nübüvvetin doğruluğuna hükmetmek gerekir. Ama Allah'ın diğer mu'cizeleri ortaya koyup koymayacağı meselesine gelince, tek bir mu'cizeyi izhar edip ortaya koyması vasıtasıyla, bu nübüvvetin doğruluğuna hükmettiği sabit olduktan sonra, diğer mu'cizeleri getirmenin bu konuda herhangi bir tesiri katmaz. [215]
"Rabb'inin sözü
hem doğruluk hem de adalet bakımından tam kemâlindedlr. O'nun kelimelerini
değişterecek hiç kimse yoktur. O, hakkıyla İşiten, kemâliyle
bilendir" {En'âm, 115).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[216]
Asım, Hamza
ve Kisaî, elifsiz müfred kelime olmak üzere, diğer
kıraat imamları ise, elifli ve cemi olarak, Rabbının kelimeleri şeklinde okumuşlardır. "Ehl-i
maânî" "kelime", ve "kelimât" kelimelerinin manasının,
kendisinde herhangi tağyir ve
tebdil bulunmaksızın,
Cenâb-ı Hak katından gelen vaad ile vaîd, sevab ile ceza olduğunu, nitekim
Cenâb-ı Hakk'm, "Benim yanımda söz değiştirilmez..." (Kaf, 29)
buyurduğunu söylemişlerdir.
Bu kelimeyi çoğul
olarak kelimât şeklinde okuyanlara gelince, onlar "çünkü bu lafzın manası
çoğuldur; binaenaleyh, lafız itibariyle de çoğul olması gerekir"; müfred
olarak "kelimet" şeklinde okuyanlara gelince onlar da, "ketime
lafzıyla, aynı kuralla söylenip yazıldığı zaman pekçok kelimeler
kastedilebilir. Meseiâ Arapların, "Züheyr,
kasidesinde şöyle demiştir" manasında, yahut "Kuss, hutbesinde
şöyle demiştir" manasında olmak üzere de, demeleri gibi,
Kur'ân'ın tamamt da hak, doğru ve mu'cize olması
bakımından tek bir kelime, yani bir söz durumundadır, demişlerdir.
[217]
Bu âyetin daha önceki
ifadelerle münasebeti şudur:
Allah Teâlâ önceki
âyette, Kur'an'ın mu'cize olduğunu beyan etmiş, bu âyette de, "Rabbinin
kelimesi
tam oldu" demiştir. Halbuki burada
zikredilen kelimeden Allah'ın maksadı, Kur'an'dır. Yani, "Kur'an, Hz.
Muhammed'in sıdkına delâlet eden bir mu'cize olması hususunda tam oldu, kâmil
oldu" demektir. Cenâb-ı
Hakk'ın,
"doğruluk ve adalet bakımından"
ifadelerinin takdiri, şeklindedir. Ebu AM el-Fârisî de bu kelimelerin
takdirinin şeklinde olmak üzere, âyette geçen "kelimet" lafzından
hal olarak, mansub iki masdar olduklarını söylemiştir. İşte, âyetin daha önceki
kısımla münasebetinin izahı bundan ibarettir.
[218]
Bil ki bu âyet,
Allah'ın kelimesinin birkaç sıfatla vasfedilmiş olduğuna delâlet eder. Onun
Kelimeleri Mükemmeldir
Birinci sıfat:
O kelimenin, tam ve mükemmel oluşudur. İşte Cenâb-ı Hak buna,
"Rabbinin sözü tam kemalindedir"
sözüyle
işaret etmiştir. Bu tam ve mükemmel oluşun ne demek olduğu hususunda da şu
izahlar yapılmıştır:
a) Bizim
daha evvel, bu kelimenin, Hz. Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğu
hususuna delâlet eden bir mu'cize olması hususunda tam
ve mükemmel bir delil olduğu şeklindeki açıklamamızdır.
b) Bu kelime mükelleflerin Kıyamete kadar,
gerek amel gerekse ilim bakımından, ihtiyaç duyduktan hususları beyan etme
hususunda tam ve yeterlidir.
c) Allah'ın hükmü, ezelde mevcut olan şeydir.
Bundan sonra hiçbir şey hadis olmaz, meydana gelmez. O halde, ezelde mevcut
olan şey, tam ve mükemmel olandır. Ona ilavede bulunmak imkânsızdır. İşte bu
izah, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "(Kader) kalemi, Kıyamete kadar olacak her
şeyi yazmış ve yazılan da artık kurumuştur"[219]
hadisinden kastedilen şeyin aynısıdır.
[220]
İkinci sıfat, o
kelimenin doğrulukla vasfediimiş olmasıdır. Bunun böyle olduğunun delili
şudur: "Yalan, bir noksanlıktır. Noksanlık ise, Allah hakkında
imkânsızdır." Allah hakkında yalan söylemenin imkânsız olduğunu naklî
deliller ile is-bat etmek caiz değildir. Çünkü naklî delillerin doğruluğu da,
yalan söylemenin, Allah hakkında imkânsız olduğu" hususuna dayanır. Binaenaleyh,
yalan söylemenin Allah için imkânsız olduğunu nakit deliller ile isbat edersek,
bir devri fasit gerekir; bu ise bâtıldır. Bil ki bu söz, Allah'ın, vaadinden
caymasının imkânsız olduğuna delâlet ettiği gibi, O'nun vaîdinden de
caymasının imkânsız olduğuna delâlet eder. Bu, Vâhidı'nin "Kim bir mü'mini
kasten öldürürse, cezası, içinde ebedi kalıcı olmak üzere, cehennemdir"
(Nisa, 93) âyetinin tefsirinde beyan etmiş olduğu sözün aksinedir. (O'na
göre), Allah'ın vaîdinden cayması caizdir. Halbuki O'nun vaîdinden de cayması
imkânsızdır, çünkü Allah'ın vaadi ve vaîdi, O'nun kelimesidir. Binaenaleyh bu
âyet, Allah'ın kelimesinin "doğrulukla" tavsif edilmiş olmasının
gerektiğine delâlet edince, Cenâb-ı Hakk'ın vaadinden caymasının imkânsız olduğu
gibi, vaîdinden caymasının da imkânsız olduğu anlaşılmış olur.
[221]
Üçüncü sıfat, o kelimenin adaletle vasfediimiş
olmasıdır. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:
a) Kur'ân'da
bulunan her şey, iki çeşittir: Bu, ya haber çeşididir, ya da teklif...
Habere gelince, bundan
murad, Allah'ın varlığını veya yokluğunu bildirdiği her şeydir. Bu ifadenin
muhtevasına, Cenâb-ı Hakk'ın, zatının varlığından, sıfatlarının mevcudiyetinden
-ki ben bunlarla O'nun alîm, kadir, semî, basîr, vs. gibi sıfatlarını
kastediyorum.- haber vermesi hususu girer. Yine buna, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın,
"Doğurmamıştır, doğurutmamıştır O" (İhlâs,
3) ve "O'nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku" (Bakara. 255)
âyetleri gibi, takdis ve tenzihi ifade eden sıfatlardan haber verme de
dahildir. Aynı şekilde buna, çeşitli fiillerini, göklerin ve yerin melekûtunu,
ruhlar ve cisimler âlemini nasıl idare ettiğini haber vermesi de girer. Yine
bu ifadenin içine, Allah'ın vaadi ile vaîdi, sevabı ve ikabı ile ilgili her
türlü şey de girer. Bu ifadeye, aynı şekilde, geçmiş ümmetlerin hallerinden,
istikbâl ile ilgili gaybî şeylerden haber verme de dahildir. Binaenaleyh bütün
bunlar, "haber" kelimesinin manasına dahildir.
Teklife
(mükellefiyetlere) gelince, buna da, kul ister melek, ister insan, ister cin ve
isterse şeytan cinsinden olsun; ister bizim şeriatımızda yer alan bir
mükellefiyet olsun, ister önceki peygamberlerin şeriatında yer alan bir
mükellefiyet olsun ve isterse de göklerin, cennet ile cehennemin, Arş'ın ve
hallerini ancak Allah Teâlâ'nm bilebileceği şeylerden olarak bunların ötesinde
bulunan mukarreb meleklerin şeriatlarında yer alan bir mükellefiyet olsun, Hak
Teâlâ tarafından kullarına yöneltilen hertürlü emir ve yasak dahildir.
Kur'ân-ı Kerim'de
bulunan konuların bu iki kısma hasredildiğini anladığın zaman, biz deriz ki:
Allah Teâlâ, eğer bu söz haber türünden ise, "Rabbinin sözü doğruluk
bakımından tam oldu"; eğer bu söz mükellefiyet bildiren türden ise,
"Rabbinin sözü adalet bakımından tam ve mükemmel oldu" buyurmuştur.
İşte bu son derece güzel bir kaidedir.
b) Âyetteki
"adalet" kelimesinin tefsiri hususunda şu da söylenmiştir:
"Allah Teâlâ'nm bildirdiği her türlü vaadi ve vaîdi, sevabı ve ikâbı
doğrudur. Çünkü bunlar mutlaka olacaktır. Bunlar, meydana geldikten sonra da
bir adalet olmuş olurlar. Çünkü Allah Teâlâ'nm fiilleri, "zulüm"
sıfatı ile tavsif edilmekten münezzehtir.
[222]
Dördüncü sıfat:
"Rabbin kelimesinin" (sözünün), "O'nun kelimelerini değiştirecek
hiç kimse yoktur" ifadesi ile tavsif edilmesidir. Bu ifade ile ilgili şu
izahlar yapılmıştır:
1) Biz, Allah Teâlâ'mn "Rabbinin sözü...
tam kemâlindedir" ifadesinden, o kelimenin (sözün), Hz. Muhammed
(s.a.s)'in peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden bir mu'cize olarak, tam
olması manasının kastedildiğini beyan etmiştik. Allah Teâlâ, bunun peşisıra,
"O'nun kelimelerini değiştirecek hiç kimse yoktur" buyurmuştur. Buna
göre âyetin manası, "O kâfirler, Rabbin bu kelimesinin (sözünün), Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğinin doğruluğuna delâlet etmesi hususunda
birtakım şüpheler ileri sürüyorlar. Fakat bu şüphelerin, bir değiştirmeyi
kesinlikle kabul etmeyen deliller üzerinde hiçbir tesirleri yoktur. Çünkü
onlar o kâfirlerin bâtıl sözleri ve o cahillerin ortaya attıkları şüpheleri ile
zail olmayan, açık, daimî, net ve kuvvetli delillerdir.
2) Bundan
murad, Allah Teâlâ'nm, "Kur'ân'ı biz indirdik biz onun koruyuculan da
şüphesiz ki biziz" {Hicr, 9) âyetiyle ifade ettiği gibi, ilâhî kelamın,
değiştirilme ve tahriften devamlı olarak korunacağıdır.
3) Bundan maksad, Allah Teâlâ'nın da, "Eğer
o (Kur'ân), Allah'tan başkası tarafından olsaydı elbette içinde birbirini
tutmayan birçok (şeyler) bulurlardı" (Nisa, 82) âyeti ile ifade ettiği
gibi, Kur'ân'ın tenakuzdan korunmuş olmasıdır.
4) Bundan murad şudur: Allah Teâlâ'nın hükümleri, ezelî olduğu ve ezelî olan şeyler de zail olmayacağı için, değiştirilmeyi ve zail olmayı kabul etmezler. Bil ki bu izah, Cebriye'nin, cebr inancını isbat hususunda kullandıktan çok kuvvetli esaslarından birisidir. Çünkü Allah Teâlâ, mesela Zeyd'in (cennetlik) olacağına, Amr'in de şakî (cehennemlik) olacağına hükmedip, hem sonra da, "O'nun kelimelerini değiştirecek hiç kimse yoktur" buyurmuştur. Bu, sa'îd olanın şakî, şakî olanın da sa'îde dönüşmesinin imkânsız olmasını gerektirir. Binaenaleyh sa'îd, daha anasının karnında iken sa'îd; şakî de daha anasının karnında İken şakidir. [223]
"Eğer
yeryüzündeki insanların çoğuna uyarsan, seni Allah'ın yolundan saptınrlar.
Onlar zandan başka bir şeye uymazlar, onlar ancak yalan
söylerler"
(En’âm,
116)
[224]
Bil ki Allah Teâlâ,
kâfirlerin şüphelerine cevap verip, sonra da Hz. Muham-med'in peygamberliğinin
doğruluğunu delillerle açıklayınca bu şüphelerin zail olmasından ve
hüccetlerin ortaya çıkmasından sonra, aklı olanın, cahillerin sözlerine iltifat
etmemesi ve onların yalan yanlış sözleri sebebi ile kalelerinin ve akıllarının
karışmaması gerektiğini beyan ederek, "Eğer yeryüzündeki insanların çoğuna
uyarsan, sent Allah'ın yolundan saptırırlar" buyurmuştur. İşte bu ifade,
yeryüzündeki insanların çoğunun dalâlette olduklarını gösterir. Çünkü
başkasını saptıranda, mutlaka bir sapıklığın (dalâletin) bulunması gerekir.
[225]
Bil ki, sapmak ve
saptırmak mutlaka şu üç şeyin birisinde olur:
a)
Ulûhiyyetle ilgili konularda... Çünkü ulûhiyyet ile ilgili meselelerde, doğru
tek, yanlış ise sayısızdır. Ulûhiyyet hususundaki sayısız yanlışlardan birisi
de, şirk koşmaktır. Bu şirk, ya zındıkların (mecûsîlerin) dediği şekilde olur.
Allah Teâlâ bu çeşit şirki, "(Onlar) cinleri O'na ortak saydılar"
(En'âm, 100) âyeti ile haber vermiştir. Yahut, yıldıza tapanların dediği
şekilde, yahut da putperestlerin dediği şekilde olur.
b) Nübüvvet ile ilgili konularda... Bu, ya
mutlak olarak nübüvveti inkâr edenlerin dediği şekilde; yahut âhireti
(öldükten sonra dirilmeyi) inkâr edenlerin dediği şekilde, veyahut da sadece
Hz. Muhammed'in nübüvvetini inkâr edenlerin dediği şekilde olur. Bu kısma
âhiret ile ilgili konular da dahildir.
c)
Allah'ın hükümleriyle ilgili konularda...
Bunlar pek çoktur. Çünkü mesela kâfirler, "bahire", sâibe" ve
"vasile" dedikleri hayvanları[226]
haram, ama "meyte"
(lâşe)'yi helâl
sayıyorlardı. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, "Onların bâtıla hak, hakka
da bâtıl hükmü vermeleri gibi, inandıkları şeyler hususunda, yeryüzündeki
insanların çoğuna uyarsan, onlar seni Allah yolundan, yani doğru ve hak yoldan
saptırırlar" buyurmuştur.
Daha sonra Allah,
"Onlar, zandan başka bir şeye uymazlar. Onlar, ancak yalan söylerler"
buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır:
[227]
Bu,"senin ile
dinin ve inancın hususunda münakaşa
eden
o kâfirler, kendi inançlarının doğruluğuna da kesinkes inanmazlar, aksine bu
hususlarda ancak zanlarına dayanırlar. Onlar dinlerine kesinkes inandıklarını
söylerlerken de, yalancıdırlar, kezzâbtırlar"
demektir. Müfessirlerin çoğu şöyle demiştir: "Âyette bahsedilen
"zan"dan murad, onların kendi din ve inançlarını isbat hususunda,
kesinlikle bir sebebe ve delile değil de, atalarını taklide dayanırlar."
[228]
Kıyâsı bir delil
olarak kabul etmeyenler, bu âyeti delil getirerek şöyle demişlerdir:
"Allah Teâlâ'nın kâfirleri,
zanlarına tâbi oldukları için, Kur'ân'da pek çok âyette,
iyice kınadığını görüyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın kâfirleri
kınamaya sebep kıldığı
şeyin, mutlaka kınamayı gerektiren en ileri şeylerden olması gerekir. Kıyâs ile
amel etme de, bir çeşit zanna uymayı gerektirir. Binaenaleyh bunun da kınanan
ve haram olan hususlardan olması gerekir.
Buna Karşı,
"Kıyâs'ın bir delil olduğu hususunda kesin deliller bulunduğuna göre,
kıyâs ile amel etmek, zannî bir delil ile değil, kat'î delil ile amel etme
olur" da denilemez. Çünkü biz, bunun şu bakımlardan kabul edilmeyeceğini
söylüyoruz:
a) O kesin deliller ya aklîdir, ya naklidir.
Birinci ihtimal bâtıldır. Çünkü aklın, kıyâs ile amel edilip edilemiyeceği
hususunda hüküm vermeye gücü yoktur. Hele aklın güzel ve iyi gördüğünü, güzel
ve iyi; çirkin ve kötü gördüğünü, çirkin ve kötü kabul etmeyenlere göre...
İkinci ihtimal de
bâtıldır. Çünkü naklî delil mütevâtir olur.bu delilin lafızları da tek bir
mânanın dışında başka bir manaya ihtimali olmaz ise, ancak o takdirde kesin
delil sayılır. Eğer kıyas hakkında böyle bir deti! bulunsaydı, herkes kıyasın
fıkhî bir delil olduğunu kesin olarak bilirdi ve ümmet içinde bu husustaki
ihtilaf ortadan kalkmış olurdu. Binaenaleyh bu hususta ihtilaf olduğuna göre
kıyasın geçerliliğine dair kesin bir delilin bulunmadığını anlarız.
b) Farzet ki kıyasın hüccet olduğuna dair kesin
bir delil bulunsun. Fakat buna rağmen, kıyas ile amel ancak zanna uyma ile
tamamlanmış olur. Bu hususun izahı şu şekildedir: "Kıyâsa tutunmak şu iki
mukaddimeye (öncüle) dayanır:
1) İttifak bulunan yerde hüküm, şu illete
bağlanır:
2) Böyle bir
özellik, ihtilâf bulunan yerde de mevcuttur. Binaenaleyh bu iki mukaddime,
kesin ve açık olarak anlaşılır ise, bu, doğruluğunda insanların ihtilâf etmediği
şeylerden olmuş olur. Eğer bu mukaddimelerin her ikisi, yahut sadece birisi
zannî olur ise, bu durumda kıyasta amet de ancak zanna tabî olmakla hasıl olur.
Bu durumda da kıyasla amel etmek, zanna uymanın kınandığını gösteren bu âyetin
hükmüne girmiş olur."
Buna şöyle cevap verilir: Şöyle denilmesi niçin caiz olmasın? Zan, kâfirlerin inancı tarzında, yani bir emareye dayanmaksızın râcih, ağır basan bir inançtan ibarettir. Ama, râcih (ağırbasan) inanç, itikad bir emareye dayandığı zaman, işte bu itikad zan olarak adlandırılamaz. Yapılan bu izahla, (kıyası kabul etmeyenlerin) yapmış oldukları istidlalleri düşer. [229]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak,
"Şüphe yok ki Rabbin, yolundan
sapanları en iyi bilenin ta kendisidir. O, hidâyete ermişleri de çok iyi
bilendir" (En'âm, 117).
buyurmuştur. Bu
hususta iki mesele vardır:
[230]
Bu âyetin tefsiri
hususunda iki izah yapılmıştır:
a) Bundan
murad, "Sen, hakkın ve bâtılın ne olduğunu iyice anladıktan sonra, o
kâfirlerin tesiri altına
girme. Aksine,
onların işlerini, yaratanları olan Allah'a
havale
et!. Çünkü O, kimin hidâyete erdiğini, kimin de
sapıtmış olduğunu bilendir. Buna göre de, herkese ameline uygun olan
karşılığı verendir" şeklinde olmasıdır.
b) Bu âyetin
ifade ettiği mananın, "O kâfirler, her ne kadar kendilerinin kesinkes
inandıklarını iddia etseler dahi, onlar gerçekte yalancıdırlar. Allah Teâlâ
onların kalblerini, hallerini, içlerini bilen ve onların sapıklık yolunda
şaşırıp kaldıktarına, cehalet vadilerinde şaşkın şaşkın dolaştıklarına da
muttali olandır" şeklinde olmasıdır.
[231]
Cenâb-ı Hak,
"Şüphe yok
ki Rabbin, yolundan sapanları en iyi
bilenin ta kendisidir" buyurmuştur. Bu hususta iki görüş vardır:
a) Bazı
âlimler, buradaki ifadesinin, "biliyor,.." manasında olduğunu,
kelâmın takdirinin ise, "şüphe yok ki Rabbin, yolundan sapanları biliyor
ve O, hidâyete ermiş olan kimseleri de en iyi bilendir" şeklinde olduğunu
söylemişlerdir.
İmdi şayet: "Bu
açıktama, Allah'ın ilminde bir farklılığın bulunmasını gerektirir. Halbuki
farklılığın bulunması imkânsızdır" denilirse, biz deriz ki: Allah'ın
ilminde bir farklılığın mevcut olmasının imkânsız olduğu hususunda herhangi bir
şüphe yoktur. Ancak ne var ki bu lafzın maksadı, Allah'ın hidâyete erenlerin
hidâyetini izhâr etme hususunda gösterdiği itinanın, sapıkların sapıklığını
ortaya koyma hususunda
gösterdiği itinadan
fazla olduğunu belirtmektir. Bunun bir benzeri de "Eğer iyilik ederseniz
kendinize iyilik etmiş olursunuz.. Eğer kötülük ederseniz, kendinize kötülük
(etmiş olursunuz) "(Isra. 7) âyetidir. Cenâb-ı Hak bu âyette iyilik
etmeyi iki kere, kötülük etmeyi de bir defa zikretmiştir.
b) Âyette bulunan lafzının îrabdaki mahalli, mübteda olmak
üzere merfu
olup, manası ise,
"istifhâm"dır. Buna göre âyet-i kerimenin manası, "Senin Rabbin
kimlerin kendi yolundan saptığını en iyi bilendir" şeklinde olur. Bu görüşün
sahibi, bu ifadenin, Hak Teâlâ'nın, "İki zümreden hangisinin, daha iyi
zapt (ve hesap)
edici olduğunu ayırdedelim..."
(Kehf, 12) âyeti gibi olduğunu söylemiştir. Bu, Müberred, Zeccâc,
Kisaî ve Ferra'nın görüşüdür.
[232]
Cenâb-ı Hak,
"Artık, üzerine Allah'ın ismi anılan (hayvanlann
etlerin)den yeyin, eğer O'nun âyetlerine iman edenler beniz.."
{En'âm, 118).
buyurmuştur.
Ayetle ilgili birkaç
bahis olup, biz bunları soru ve cevap şeklinde ele alacağız.
[233]
Birinci soru: Cenâb-ı
Hakk'ın, "yeyin..." buyruğunun
başındaki fa
harfi bu âyetin kendinden önce geçmiş
olan herhangi bir şeyle alâkalı olmasını iktiza eder. O halde bu şey nedir?
Cevap:
"Yeyin" emri, haramı helâl, helâli de haram addeden, saptıran ve
dalâlete düşüren kimselere uymayı kabul etmemenin (tabii) bir sonucudur. Bu
böyledir, zira bu saptıran kimseler, müslümanlara şöyle diyorlardı:
"Sizler, Allah'a ibadet ettiğinizi iddia ediyorsunuz. O halde, Allah'ın
Öldürdüğünü yemeniz, sizin öldürdüğünüzü yemenizden daha uygundur.." İşte
bunun üzerine Allah müslümanlara, "Gerçekten tam olarak Allah'a iman etmiş
iseniz, üzerine Allah'ın adının anıldığı hayvanların etlerinden yiyiniz ki bu
şey de Allah 'm adıyla şer'ı bir tarzda boğazlanan hayvandır" demiştir.
[234]
İkinci soru: Kâfirler,
üzerine Allah'ın adı anılan şeyi yemeyi mubah addediyor ve bu konuda münakaşa
etmiyorlardı. Münakaşa sadece, o kâfirlerin "mevte" (lâşe)yi yemeyi
de mubah kabul etmeleri, müslümanların ise bunu haram saymaları hususundadır.
Bu böyle olunca da, üzerine Allah'ın adının anıldığı şeyi mubah
kılmakla ilgili (bu) emrin geimesK abes ve anlamsız
olmuş olur. Çünkü bu emir, ittifak edilen şeyde hükmün isbatı; ihtilâf edilen
şeyde de, hükmün açıklanmaması manasına gelir.
Cevap: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Belki de
kâfirler, Besmele'yle kesilen hayvanı yemeyi haram, Mmeyte"yi yemeyi ise
mubah sayıyorlardı. İşte bunun üzerine Allah her iki hususta da onlara karşı
bir reddiyede bulunmuş; "Artık üzerine Allah'ın ismi anılan (hayvan)lardan
yeyin.." âyetiyle Besmele'yle kesilen hayvanın helâl; "üzerlerine
Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin" (En’âm, 121) âyetiyle de,
"meyte"yi yemenin haram olduğuna hükmetmiştir...
b) Bizim
"Artık, üzerine Allah'ın ismi anılan (hayvan)lardan yeyin" ifadesini,
olur.
[235]
Üçüncü soru: Âyetteki
"yeyin" ifadesi, bir emir sîgasıdır. Bu sîga, "ibahe" ifade
eder. Bu mubahtık, hem mü'min, hem de mü'min olmayanlar hakkında söz konusudur.
Halbuki "Eğer O'nun âyetlerine iman edenler iseniz "buyruğundaki
"in" edatı, bir şart koşmayı ifade eder...
Cevap: Bu kelâmın takdiri ve
manası, "Eğer O'nun âyetlerine iman edenler iseniz, sadece, üzerine
Allah'ın ismi anılan şeylerden yeyin..." şeklinde olur. Bundan maksat ise,
"Şayet o kimse, "meyte"yi yemenin mubah olduğuna hükmetmiş olsaydı,
bunun, o kimsenin mü'min olmasına zarar vereceğini" belirtmektir.
[236]
"Size ne oiuyor
ki, size haram kıldıklarım ayrı ayrı bildirdiği halde,üzerlerine Allah 'in adı
anılanlardan yemiyorsunuz? Ancak kat'î surette
yemeye muzlar kaldığınız şeyler müstesnadır (ondan yiyebilirsiniz).
Doğrusu, birçokları
bilmeden hevâ ve hevesleriyle (insanları) saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin,
haddi aşanları pek iyi bilmektedir"
(En'âm,
119).
Âyetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[237]
Nâfî ve Asım'ın ravisi
Hafs, her iki fiili de malum olarak
"fassala ve harrame" şeklinde; İbn
Kesir, İbn
Amir ve Ebu
Amr, her iki fiili de meçhul
sîgasıyla
"fussile ve hurrime" şeklinde;
Hamza, Kisâî ve
Âsım'ın
ravisi Ebu Bekir, birincisini malum olarak "fassaia", ikincisini ise
meçhul olarak "hurrime" şeklinde okumuşlardır. Binaenaleyh bu
fiilleri malum okumanın delili şu iki husustur:
a) Hak
Teâlâ'nın, "Biz âyetleri apaçık gösterdik" {En'âm, 126)
âyeti ile, "De
ki: "Gelin, üzerinize Rabbinizin neleri haram ettiğini ben okuyayım"
(En'âm, 151) âyeti.
b) Allah
Teâlâ'nın.(En'âm. 119)
âyeti. Binaenaleyh
fiilin, daha önce "Allah" ismi zikredildiği için bu faile isnâd edilmesi
{malum okunması) gerekir.
Her iki fiili de
meçhul okumanın delilleri ise, Hak Teâlâ'nın, "Ölü, kan ve... üzerinize
haram kılındı"{Maide, 3) âyetidir. Bu âyetteki hurrimet (haram kılındı)
ifadesi, tefsir ettiğimiz âyette mücmel (kapalı) bırakılan hususu
açıklamaktadır. Binaenaleyh açıklayan ifadede, meçhul siga ile "haram
kılındı" denilmesi gerektiğine göre, mücmel olan ifadede de aynı tabirin
kullanılması gerekir ki, bu da âyetteki (size haram kılınan) ifadesidir.
Hurrime fiilinin meçhul okunması sabit olunca, fussile kelimesinin de meçhul
okunması gerekir. Çünkü, tek tek açıklanan, tafsil edilen şey, mücmel olarak
haram kılınan şeyin aynısıdır. Keza
(En'âm,
114) mufassala sözü de, bu fiilin fussile şeklinde meçhul okunacağına delalet
eder. Birincisini mâlurn, ikincisini de meçhul okuyanların delili ise (En'âm.
126) âyeti ile, (Maide, 3) âyetidir.
[238]
Cenâb-ı Hak, "O,
size, ... neleri
haram kıldığını ayn
ayn bildirmişken,..' buyurmuştur.
Müfessirlerin çoğu şöyle
demişlerdir: Bu ifadeden
murad. Cenâb-ı
Hakk'ın Maide sûresinin başlarındaki "Ölü, kan, domuz eti... üzerinize
haram edilmiştir" (Maide. 3) âyetinde beyan ettiği husustur. Bunun böyle
olmasında şöyle bir müşkil ortaya çıkmaktadır: En'âm sûresi Mekkî, Maide sûresi
ise Medenî olup, Cenâb-ı Hakk'ın Medine'de en son indirdiği sûredir. Halbuki
"ayrı ayrı bildirmiştir"buyruğu, bu tafsil edilen şeyin, mücmelden
önce olmasını gerektirir. Halbuki Medenî olan, Mekkî olandan sonradır. Sonra
olanın ise, önce gelmiş olması imkânsızdır.
Halbuki, bizce daha
münasib olan cevap şudur: Tafsilat getiren âyet, -Maide suresinde değil- yine
En'am suresinde biraz sonra gelecek olan şu âyettir: "De ki: "Bana
uahyolunanda, yiyen kimse için leş,
akıtılmış
kan, domuz eti -ki bu şüphesiz pistir- yahut Allah'a itaat yolundan çıkarak
Allah'dan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair
bir emir bulamıyorum" {En'âm, 145). Gerçi işbu (145.) âyet, öbüründen
(atıfta bulunan 119. âyetten) biraz sonra gelmektedir. Fakat, bu ka-darcık bir
sonralık, onun kastedil meşine mani değildir, Vallahu alem.
Cenâb-ı Hak,
"kendisine kat'î surette mecbur ve muhtaç
olmanız hali müstesna..." buyurmuştur. Bu, "Zaruret halinin,
çok şiddetli biçimde aç olmanız sebebiyle, sizi onu yemeye sevketmiş olması
durumu müstesna" demektir.
[239]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Doğrusu birçokları
hevâlanyla
(insanları) saptırıyorlar" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele
vardır:
[240]
İbn Kesîr ve Ebu
Amr, yâ harfinin fethasıyla,
"Muhakkak sapıyorlar" şeklinde okumuşlardır ki
bunlar bu ifadeyi, Yunus, 88; İbrahim 30; Hacc, 9;
Lokman, 6 ve Zümer, 8 âyetlerinde de aynı şekilde
okumuşlardır. Âsim, Hamza ve Klsaî, bütün bu ifadeleri ya harfinin dammesiyle;
Nali ve İbn Âmir, hem burada, hem de Yunus 88 âyetinde, yâ'nın fethasıyla;
diğer yerlerdeyse, ya harfinin dammesiyle okumuşlardır. Binaenaleyh bu
kelimeyi yâ'nın fethasıyla okuyan kıraat, o kimsenin sapıtmış olduğuna; damme
ile okuyan kıraat ise, o kimsenin saptıran bir kimse olduğuna işaret eder.
Damme ile okuyanlar şunu söylemişlerdir: Bu şekilde okuma, daha fazla zemm
ifade eder. Çünkü, saptırıcı olan herkesin, aynı zamanda sapmış olması gerekir;
ama, sapmış olan kimse, saptırıcı olmayabilir. O halde, saptıran, sapandan daha
fazla zemmedilmeye müstehaktır.
[241]
Cenâb-ı Hakk'm
yudillûne "saptırıyorlar" buyruğu ile
kastedilenlerin, Artır İbn Luhayy
ile, ondan bu yana bulunan
diğer müşrikler olduğu söylenmiştir. Çünkü,
Hz. İsmail'in dinini değiştiren
ve "bahire", "şaibe"
vb.
hayvanlar edinen ve meyte (lâşe)'den yiyen ilk kimse, Amr İbn Luhayy'dır. Cenâb-ı Hak, "bilmeden, ilim
ile olmaksızın..." kaydı ile de,
Amr
İbn Luhayy'ın, bu inançlara, sırf
cehaleti ve sadece sapıklığı sebebiyle dalmış olduğunu murad etmiştir. Zeccâc
da bu tabire "Bunlar, ölü hayvanı helâl addedip, onun helât olduğu
hususunda sizinle münakaşa ederek, bu hususta, "Sizin kestikleriniz helâl
olduğuna göre, Allah'ın kestiği haydi haydi helâl olur!.." diyerek
istidlalde bulunan kimselerdir. Yine, putlara tapmak ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in
nübüvvetine ta'n etmek gibi cürümleri işleyerek sapıtan herkes, bu hususta
kendi hevâ ve arzusuna uymuş, bu konuda herhangi bir delile ve bilgiye dayan-mamışlardır..."
şeklinde mana vermişlerdir.
[242]
Âyet, dinî mevzularda,
sırf taklidle hükmetmenin haram olduğunu göstermektedir. Çünkü taklide
dayanarak hüküm vermek, sırf heva ve arzuya göre hüküm vermektir. Halbuki âyet,
bunun haram olduğuna delâlet etmektedir.
Daha sonra Allah "Şüphesiz ki Rabbin, haddi
aşanları pek İyi bilmektedir" buyurmuştur. Bundan
murad, "O, onların kalblerinde ve gönüllerinde bulunan haddi aşma ve
bâtılı destekleme arzusuyla, hakkı gizleme hususundaki gayret ve çabalarını
bilendir. O, onların bütün hallerini bilip, onlara, yaptıklarına mukabil bir
karşılık vermeye kadir olduğuna göre, bu demektir ki O, onları yaptıkları
mukabilinde cezalandıracaktır.." şeklindedir. Binaenaleyh, bu tabirden
maksad, onları tehdit edip korkutmaktır, Allah en iyi bilendir.
[243]
"Günahın açığını
da, gizlisini de terkedin. Çünkü günahı irtikab edenler
mutlaka kazandıklannın cezasını göreceklerdir"
(En'âm, 120).
Bil ki, Allah Teâlâ,
haram kılınan şeyleri iyice anlattığını beyan buyurunca, bunun peşinden,
"Günahın açığını da, gizlisini de terkedin..." emriyle haram kılınan
şeylerin tamamen terkedilmesi gerektiğini ifade eden beyanını getirmiştir.
Âyette geçen ism (günah) kelimesinden maksat, günahı gerektiren her şeydir.
Alimler, günahın açığı ile gizlisinin ne olduğu hususunda şu izahı
yapmışlardır:
a) Günahın açığı, alenen zina etmek; gizlisi
ise, onu gizlemektir. Bu hususta Dahhâk şunu söylemiştir: Cahiliyye insanları,
gizli olduğu sürece zinanın helâl olduğunu söylüyorlardı. İşte bunun üzerine
Cenâb-ı Hak, zinanın gizlisini de, aşikâr olanını da haram kılmıştır.
b) Bu yasak haram kılınan her şey hakkındadır.
Bu görüş, en doğru olan görüştür. Çünkü genel (umumî) olan bir lafzı, delilsiz
olarak sınırlamak (muayyen bir şeye tahsis etmek) caiz değildir. Daha sonra, şu
da ileri sürülmüştür: Bu ifadelerle, "sizin alenen ve gizli olarak yapmış
olduğunuz şeyler..." manası kastedilmiştir.. Yine, şu anlamlar da
verilmiştir. "Yaptığınız ve niyet ettiğiniz şeyler.." İbnu'l-Enbarî
de şöyle der: "Cenâb-ı Hak bu ifadeyle, "Her bakımdan günahı
terkedin..." manasını kastetmiştir. Nitekim sen, "Ondan, kati surette
hiçbir şey almadığını..."
kasdederek,
dersin.." Başkaları da şöyle demektedir: Âyetin manası: "Gizlenmesi
ve saklanması sebebiyle bir günahın günah olmaktan çıkmayacağını bildirerek
muttak surette günahı yasaklamaktır." Cenâb-ı Hakk'ın, "Günahın
açığım terkedin" ifadesinden muradın, "günaha yeltenmekten
nehyetmek.." olduğu da söylenebilir. Allah, daha sonra, kişiyi bu günahı
istememeye sevkeden şeyin, insanların korkusu değil de, Allah korkusu olduğunu
belirtmek için de, "gizlisini de.." buyurmuştur. Yine başkaları ise,
"günahın açığı" ifadesini, uzuvların fiilleri ile; "gizlisini..."
ifadesini de, kibir, hased, kendini beğenme ve müslümanlara kötülük düşünmek
kabilinden olan kalblerin fiilleri diye tefsir etmişlerdir. Bu açıklamaya göre
bu ifadenin içine, inanç.azim ve karar, tefekkür ve teemmülde bulunmak, zan,
temenni ve iyi olan şeyleri tenkit etmek gibi hususlar da girer. İşte bu
açıklama ile de, "Fiiliyata dökülmediği sürece, kalblerde bulunan şeylerden
dolayı Altah insanları sorumlu tutmaz" diyenlerin görüşünün yanlışlığı
ortaya çıkmış olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu âyetle, günahın her çeşidini
yasaklamıştır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü günahı irtikab edenler, kazanmakta oldukları yüzünden cezalandırılacaklardır" buyurmuştur. Iktiraf kelimesinin ne manaya geldiği, daha önce geçmişti. Bu tabirin zahiri, Allah'ın günahkâr kimseyi mutlaka cezalandıracağına delâlet etmektedir. Ancak ne var ki müslümanlar, günahkâr kimse tevbe edince, Allah'ın onu cezalandırmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Alimlerimiz, buna ikinci bir şart olarak da şunu ilave etmişlerdir: Allah Teâlâ, günahkârı (tevbe etmeden de) affedebilir ve onu cezalandırmadan vazgeçebilir. Nitekim Hak Teâlâ, "Şüphesiz ki Allah, kendisine eş koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için, bağışlar.." (Nisa, 48) buyurmuştur. [244]
"Üzerlerine
Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin. Çünkü bu, muhakkak
ki bir fısktır. Hakikatte şeytanlar, sizinle mücadele
etmeleri için kendi dostlanna
mutlaka telkinde
bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz kî, siz de
müşrik olur çıkarsınız" (En'âm, 121).
Bil ki Allah Teâlâ, Allah'ın
adı anılarak kesilenlerin yenilmesinin helal olduğunu beyan edince, bundan
sonra da, Allah'ın adı anılarak kesilmeyenlerin haram olduğunu beyan
buyurmuştur. Allah'ın bu buyruğuna, "meyte" (kendi kendisine ölen} ve
putlar adına kesilenler de dahil olur ki, âyetin maksadı, müşriklerin ileri
sürdükleri şeyi geçersiz kılmaktır. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[245]
Atâ'nın, bu âyetin
umûmî ifadesine tutunarak, üzerine Allah'ın adı anılmayan her türlü yiyecek ve
içeceğin
olduğunu
söylendiği nakledilmiştir. Diğer fukahaya gelince, onlar Allah'ın bu umûm olan
ifadesinin, "kesmek" fiiliyle tahsis edilmiş
olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra onlar, (teferruatta) ihtilafa
düşmüşlerdir. Bu cümleden olarak İmam-ı Malik, "Anma işi, ister kasten,
isterse unutularak olsun, üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen her şey
haramdır!" demiştir ki bu,İbn Şîrîn ve bir kısım kelamcının da görüşüdür.
Ebu Hanîfe (r.h) ise
şöyle demiştir: "Eğer Allah'ın adı kasten terkedilirse, bu kesilen şey
haram olur, ama unutularak terkedilirse, helâl olur..."
Şafiî (r.h) ise şöyle
demiştir: "İster kasten, isterse hataen terkedilmiş olsun, kesen kimse
kesmeye ehil olursa, üzerine Besmele çekilmeden kesilen hayvan da helal
olur..."
Biz bu meseleyi,
Cenâb-ı Hakk'ın, âyetinin tefsirinde iyice anlattık. Binaenaleyh onları tekrar
etmenin bir manası yok.
[246]
Şâflî (r.h) şöyle
demiştir: "Âyetteki bu yasak, putlar adına kesilen hayvanlara
mahsustur." Bunun böyle olduğunun delili şunlardır:
a) Allah Teâlâ'nın "Çünkü bu, muhakkak ki
bir fısktır" buyruğudur.., Müslümanlar, hayvanı keserken besmeleyi
terkeden müslümanın kestiği hayvanın etini yemenin bir fısk (günah) olmadığı
hususunda ittifak etmişlerdir.
b) Allah
Tşâlâ'nın, "Hakikatte şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi
dostlarına mutlaka telkinde bulunurlar"
ifadesi... Bu mücadele, ancak meyte (leş) meselesi üzerinde olmuştu.
Rivayet edildiğine göre, müşriklerden bir kısmı, müslümanlara "Doğan
kuşunun ve köpeğin yakalayıp öldürdüğü avı yiyorsunuz, ama Allah'ın öldürdüğünü
yemıyorsunuz" demişlerdi. İbn
Abbas (r.a), yine o müşriklerin,
"Kendinizin öldürdüklerini yiyorsunuz, ama Allah'ın öldürdüklerini
yemi-yorsunuz" dediklerini rivayet etmiştir. Binaenaleyh, âyette
bahsedilen bu mücadele ve münakaşa, meyte eti yeme ile ilgilidir.
c) Allah
Teâlâ'nın, "Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz ki, siz de müşrik olur
çıkarsınız" buyruğu... Bu ifade de, putlar adına kurban edilen şeylerle
ilgilidir. Yani, "Eğer putlar adına kesilen o hayvanların etini yemeye
razı olursanız, bu, sizlerin de o putların Hanlığına razı olduğunuz manasına
gelir. Bu ise, şirki gerektirir" demektir. İmam Şafiî sözüne şöyle devam
eder: "Her nekadar âyetin başı, sigası itibari ile umûmî bir ifade ise
de, sonunda şu üç kayıt yer aldığı için, bu umûmî ifadeden hususî mana murad
edilmiş olduğunu anlıyoruz. Âyetteki, "Üzerlerine Allah'ın ismi
anılmayanlardan yemeyin. Çünkü bu, muhakkak ki bir fısktıt* ifadesi, bu manayı
güçlendirmektedir. Binaenaleyh bu yasak bu işin bir fısk olması haline has
kılınmış olur. Sonra biz, Allah'ın kitabından, bunun ne zaman fısk olacağı
meselesini araştırdık ve gördük ki bu fısk, Allah Teâlâ'nın, "De ki:
"Bana oahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin, yiyeceği içinde meyte,
dökülen kan, domuz eti
-ki bu şüphesiz bir
pisliktir- veya (Allah'a) itaat yolundan çıkarak Allah'dan başkası adına
kesilen hayvandan başkasını yemenin haram edildiğine dair bir emir
görmüyorum" (En'âm, 145) âyet-i kerimesinde açıklanmıştır. Binaenaleyh bu
âyette "fısk"ın, Allah'tan başkası adına (yani onun adı anılarak)
kesilen hayvan olduğu açıklanmıştır. Durum böyle olunca, âyetteki
""Üzerlerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin. Çünkü bu, muhakkak
ki bir fısktır" buyruğu, Allah’tan başkası adına boğazlanmış hayvanlar ile
ilgili olur.
Bu hususta ikinci bir
izah da şudur: Bu tahsis edici ifadelere tutunmayı bırakırız. Fakat deriz ki:
"Niçin, "Bu meselede Allah'ın isminin anılması söz konusu değildir"
diyorsunuz? Halbuki kesmede Besmelenin şart olmadığının delili, Hz. Peygamber
(s.a.s)'den rivayet edilen şu hadis-i şerittir: "Müslüman ister (açıktan)
söylesin, ister söylemesin, Allah'ı zikir
(hatırlama)
hep müslümanla beraberdir (onun içindedir)." Binaenaleyh âyette geçen
"zikretme" (anma), kalb ile anma manasına anlaşılır.
Üçüncü bir izah yolu
olarak da şöyle diyebiliriz: Farzet ki bu delil, haram oluşu göstermektedir.
Fakat bu mesele hakkında zikredilen diğer deliller de, bunun helâl olduğunu
göstermektedir. Bir meseledeki deliller birbiriyle çatışınca, helalliği ifade
edenlerin tercih edilmesi gerekir. Çünkü yiyeceklerde aslolan, helalliktir.
Yine buna, yemenin ve istifadenin helalliğini gerektiren diğer bütün umûmî
deliller de delâlet eder. Bu deliller, meselâ, "(O (Allah), yerde ne varsa
hepsini sizin için yaratandır" (Bakam, 29) âyeti ile, "Yiyiniz ue
İçiniz" (A'râf, 31) âyetidir. Bir de bu, duyularıma açısından da güzel
kabut edilen bir husustur. Binaenaleyh, (bu kesilen hayvanın), Cenâb-ı Hakk'ın,
"Size bütün iyi ve temiz (şeyler) helâl kılındı" (Maide, 5) âyetinden
dolayı helâl sayılması gerekir. Hem sonra bu bir maldır. Çünkü insanın gönlü,
bunlara meyleder. Binaenaleyh, Hz. Peygamber (s.a.s), mallan zâyî etmeyi
yasakladığı için, bunun etinin haram olmaması gerekir. Bu meselede yapılacak
izahın tamamı budur. Bununla beraber diyoruz ki: Müslümana en uygun olan,
bundan sakınmasıdır. Çünkü âyetin zahirî manası kuvvetlidir.
[247]
Âyetteki "Çünkü
bu, muhakkak ki bir fısktır"
ifadesindeki,
"hû" (o), zamirinin neyi gösterdiği hususunda iki görüş vardır:
1) Âyetteki,
"yemeyin" emri "yeme" işine delâlet eder.
Çünkü fiil, masdarına
delâlet eder. Binaenaleyh bu zamir, bu "yeme" masdarına racîdir.
2) Üzerine
Allah'ın ismi anılmadan kesilen şey sanki, mübalağa yolu ile, fışkın bizzat
kendisi kabul edilmiştir. (Binaenaleyh zamir, bu kesilen hayvanı
göstermektedir.)
Allah Teâlâ'nın
"hakikatte şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına
mutlaka telkinde bulunurlar" ifadesi hususunda iki izah vardır:
1) Burada zikredilen" şeytanlar" ile,
iblis ve onun ordusu kastedilmiştir. Bunlar, meyte eti yeme hususunda Hz.
Muhammed {s.a.s) ile mücadele ve münakaşa etsinler diye, müşrik dostlarına
vesvese veriyorlardı.
2) İkrime şöyle demiştir: "Bu âyette
bahsedilen "şeytanlardan murad, mecu-silerin ileri derecede azgınları ve
sapkınlarıdır. Bunlar, Kureyşli müşrik dostlarına telkinlerde bulunuyorlardı.
Çünkü meyte (leş) etini haram kılan âyet inip de, Farslı mecûsîler bundan haberdar
olunca, Kureyşlilere, Hz. Muhammed ile ashabının, Allah'ın emrine uyduklarını
iddia ettiklerini, sonra da kalkıp kendi kestiklerinin helâi, Allah'ın kestiği
(öldürdüğü) hayvanların ise haram olduğunu iddia ettiklerini
yazdılar. Çünkü mecûsîler ile Kureyşliler arasında
yazışma (haberleşme) var idi. Bu sebeple, bazı müslümantann kalbine şüphe
düştü. İşte bunun üzerine, Allah bu âyeti indirdi.
[248]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "(Meyteyi helal sayma hususunda) onlara itaat ederseniz, siz de
müşrik olur çıkarsınız" buyurmuştur.
Zeccâc: "Bu
ifadede, Allah'ın haram kıldıklarından birini helâl veya helât kıldıklarından
birini haram kabul eden her insanın, müşrik olduğuna bir delil vardır. Çünkü
Allah Teâlâ, kendisi dışında başka bir hâkim (hüküm koyan) kabul edeni müşrik
saymıştır. İşte şirk budur" demiştir.
[249]
Ka'bî şöyle der: "Âyet, her nekadar Arapça'da "tasdik etme" manasına gelse de, "iman" kelimesinin, bütün taat ve ibadetlerin adı olduğuna bir delildir. Bu, her nekadar Arapça'da, "Alfah'ın bir ortağı olduğuna inanan kimse" manasına has kılınmış ise de, Allah Teâlâ'nın, kendisine muhalif olan her türlü duruma şirk demesi gibidir. Bunun delili, Allah Teâlâ'nın, mü'minlerin meyteyi helâl sayma hususunda müşriklere uymalarını bir şirk kabul etmesidir." Birisi şöyle diyebilir: "Bu âyetteki "şirk"ten maksadın, "Hükmetme ve mükellef tutmada Allah'ın bir ortağı olduğuna inanma" manası olması niçin caiz olmasın?" Böyle olunca da "şirk", sadece inançla ilgili otur. [250]
"Bir ölü iken
kendisini dirilttiğimiz ve ona insanların arasında yürüyeceği bir nur
verdiğimiz kimse, içinden çıkamaz bir şekilde
karanlıklarda kalan kişi gibi olur
mu
hiç? Kâfirlerin yapmakta oldukları şeyler, kendilerine işte böyle süslü
gösterildi" (En'âm. 122).
Âyetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[251]
Bil ki Allah Teâlâ,
önceki ayette müşriklerin, Allah'ın
dini
hususunda mü'minlerle mücadele ettiklerini açıkla- yınca, bu âyette de hidayete
ermiş mü'minin durumu
ile, sapıtmış kâfirin
halini anlatan bir darb-ı mesel
(teşbih)
yapıp, hidayete eren mü'minin, ölü iken Allah'ın dirilttiği ve faydalarını
görüp gözetsin diye kendisine bir nur verdiği kimse gibi; kâfirin ise,
kurtulamayacağı bir karanlığa düşmüş ve gittikçe ona batan, böylece devamlı
şaşkınlık içinde olan bir kimse gibi olduğunu beyan etmiştir.
[252]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Kâfirlerin yapmakta
olduktan şeyler,
kendilerine işte böyle süslü gösterildi" buyurmuştur. İşte bu noktada,
"cebr ve kader" meselesi gelmektedir. Bu hususta (ehl-i sünnet)
alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bu işi süsleyen, Allah Teâlâ'dır, Bunun
delili ise, daha evvel de bahsedildiği gibi şu husustur: Bir işin meydana
gelmesi, bir "dâî"nin (sebebin) bulunmasına bağlıdır.
"Dâî"nin bulunması da, ancak Allah Teâlâ'nın onu yarat-masıyladır.
Dâî, insanın yapacağı fiilin, insan için daha faydalı ve daha güzel olduğunu
bilme, öyle olduğuna inanma veya öyle olduğunu sanmadan ibarettir. Binaenaleyh
bu "dâi" {insanı o fitle sevkeden şey), tezyinden (o fiili süslü
göstermeden) başka bir şey değildir. Bundan dolayı o dâî'nin yaratıcısı Allah
Teâtâ olduğuna göre, hiç şüphesiz o fiili süslü gösteren de Allah Teâlâ olmuş
otur."
Mu'tezile, ayette
bahsedilen süslü gösterme işini yapanın şeytan olduğunu söylemiş ve Hasan
el-Basrî'nin: "Allah'a yemin olsun ki o inkâr işini onlara süslü gösteren
şeytandır" dediğini nakietmişlerdir. Bil ki bu, şu sebeplerden ötürü son
derece zayıftır.
1) Bahsettiğimiz kesin delilden ötürü...
2) Âyetteki
teşbihi, Cenabı Hakk, müslümanın halini kâfirin halinden ayırdığını göstermek
için yapmıştır. Binaenaleyh bu teşbihteki kâfirlere şeytan da dahildir. Eğer
şeytanın inkâra yönelmesi, başka bir şeytan vasıtasıyla olduğu söylenir ise,
sınırsız başka müzeyyinlerin (süslü gösterenlerin) olması gerekir. Aksi halde
şeytanın dışında, başka bir müzeyyinin bulunması gerekir.
3) Cenabı
Allah, gerek daha önceki, gerek bundan sonraki ayette bu müzeyyinin sadece
kendisi olduğunu açık olarak belirtmiştir. Daha önce geçmiş olan âyet,
"Allah'tan başkasına ibadet edenlere sövmeyin. Sonra onlar da haddi
aşarak bilmeksizin Allah'a söverler. Biz her ümmetin yaptıklarını (kendilerine)
öylece hoş gösterdik" (En'âm, 108) ayetidir. Sonra gelecek olan ayet de,
"Her şehir ve kasabada, oraların günahkârlarım, o yerlerde hilekârlık
etsinler diye, büyük adamlar yaptık" (En'âm, 123) buyruğudur.
[253]
Âyetteki, illi
atf" ifadesindeki "meyt" kelimesini
Nâfî, şeddeli
olarak meyyiten şeklinde; diğer kıraat imamları ise, şeddesiz oyarak, meyten
şeklinde okumuşlardır. Lügatçılar, şeddesiz olan "meyt" kelimesinin,
şeddeli olan "meyyit" kelimesinin hafifletilmiş şekli olduğunu,
şeddeli ve şeddesiz her iki şeklin de aynı manada olduğunu söylemişlerdir.
[254]
Ehl-i Me'ânî (Dil
bilginleri) şöyle demişlerdir: "Kâfirler,
şu ayetlerde, "ölü" olarak tavsîf edilmişlerdir:
"(Onlar) diri değil, ölülerdir. /Ve zaman dirileceklerini de bilmezler"
(Nahl, 21); "(Bu Kur'ân), diri olanları (tehlikelerden)
haberdar etmek ve
kâfirlere (o azab) sözü hak olsun içindir" (Yasin, 70); "Şüphesiz sen
(Ey Muhammed), ölülere duyuramazstn" (Nemi, 80); "Kör ile gören bir
olmaz" (Fâtır, 19) ve Dirilerle ölüler bir olmaz"(Fâtır, 22}.
Binaenaleyh küfür bir nevi ölüm, kâfirler de "ölüler" kabul
edilince, hidayet bir nevî hayat, hidayete erenler de "diri kimseler"
kabul edilmiştir. Küfür (inkâr), bir nevi ölüm kabul edilmiştir. Çünkü o bir
cehalet (bilgisizlik)tir ve cehalet şaşkınlık ile durmayı gerektirir. Bundan
dolayı küfür, hareketsiz kalmayı gerektiren bir ölüm gibi olmuş olur. Ölen
kimse de tıpkı bunun gibi, herhangibir şeye ulaşıp onu elde edemez. Cahil de,
bir çeşit ölü gibidir. Hidayet ise, bir ilim ve basirettir. İlim ve basiret,
kurtuluşa erme ve rüşd sebebidir.
[255]
"Ona, insanların
arasında yürüyeceği bir nur
verdiğimiz"
ifadesi kelimesine atıftır. Binaenaleyh bu "nûr"un, o hayattan
(diriltmeden) başka bir şey olması gerekir. Bunun ne
olduğunun bilgisi Allah katında olmakla birlikte, aklıma gelen şudur: Ma'rifet
(bilgi) bakımından, insan ruhları dört mertebededirler;
Birinci mertebe, o
ruhların bu bilgileri almaya hazır durumda bulunmalarıdır. Bu aslî hazır oluş,
ruhtan ruha değişir. Bundan dolayı bazı ruhlar, çoğu kez kâmil, kuvvetli ve
şerefli bir kabiliyet sahibi olurlar. Bazı ruhlarda da ekseriya bu kabiliyet
zayıf ve az olur, böyle bir ruhu taşıyan kimse, ahmak ve aklı kıt olur.
İkinci mertebe,
"akıl" denilen, küllî ve ilk bilgiler kendisinde mevcut olan
ruhlardır.
Üçüncü mertebe,
insanın, o bedihî şeyleri terkîb (sentez) edip, bu sentezleri ile de birtakım
bilinmeyen bilgileri kesbî olarak elde etmesidir. Ancak o bedihî bilgiler, çoğu
kez mevcut olmazlar. Fakat sahibi kendilerine başvurup, zihninde hazır olanları
biraraya getirmek istediği zaman, bunu yapabileceği bir durumda bulunurlar.
Dördüncü mertebe, o
kutsî ma'rifetlerin ve ruhanî cilaların bilfiil ruhta mevcut olmasıdır. Böylece
o ruhun cevheri, bu bilgilerle aydınlanmış ve ziyalanmış olur, kendisinde
onların bulunması İle mükemmelieşmiş olur.
Bunu iyice anladığın
zaman diyoruz ki: Birinci mertebe -ki bu, ruhta sadece o bilgileri alma
kabiliyetinin bulunmasıdır,- âyette "mevt" (ölüm) olarak adlandırılmıştır.
İkinci mertebe -ki bu da, ruhta bedîhî ve küliî ilimlerin mevcut olmasıdır-
âyette buna, "kendisini dirilttik" ifadesi ile işaret edilmiştir.
Üçüncü mertebe, ki bu
bedîhî bilgilerin tahlil ve terkibini (analiz ve sentezini) yaparak insanın
daha önce bilmediği birtakım nazarî (teorik) bilgileri elde etmesidir, ayetteki
"Ona bir nur verdik" ifadesi ile buna işaret edilmiştir. Dördüncü
mertebe, -ki bu, insan ruhunun, o kutsi cilaları ve marifetleri biraraya
getirip, onlar üzerinde düşünmesidir.- Allah Teâlâ ayette buna da,
"insanların arasında (kendisi ite) yürüyeceği..." ifadesi ile işaret
etmiştir. İşte bu mertebeler ruhta mevcut olunca, ruhun saadet derecesi tam ve
mükemmel olur.
Şöyle de denebilir:
"Hayat", ruh cevheri ile birlikte bulunan bir kabiliyetten,
"nûr" ise, vahiy ve Tenzîl (Kur'ân) nurunun o kabiliyetle birleşmesinden
ibarettir. Görmek için, mutlaka şu iki şeyin bulunması şarttır.
a) Görme
duyusunun (gözün) sağlıklı olması,
b) Güneşin
doğması, yani ışığın bulunması.. Basîret de işte bunun gibidir. Onda da
mutlaka şu iki şartın bulunması gerekir:
a) Akıl hassasının
(düşünme kabiliyetinin) sağlıklı olması....
b) Vahiy ve Tenzil nurunun doğması... İşte
bundan dolayı müfessirler, "Âyette geçen "nûr" ile, Kur'ân-ı
Kerim kastedilmiştir" demişlerdir. Bazı alimler bunun "din
nuru", bazıları da "hikmet nuru" olduğunu söylemişlerdir. Bu
görüşlerin hepsi, birbirine yakın şeylerdir. Doğrusu, bizim söylediğimizdir.
Kâfirin durumu ayette,
"İçinden çıkamaz bir
şekilde karanlıklarda
kalan kişi gibi mi?" ifadesi ile anlatılmıştır. Âyetteki, 'içinden
çıkamaz" ifadesinde şu şekilde aklî bir incelik vardır: Bir şey devamlı
olarak başka bir şeyle birlikte bulunursa, o onun kendisi ve ondan ayrılmayan
bir stfatı gibi olur. Binaenaleyh kâfir devamlı cehalet ve kötü ahlâk
karanlıkları içinde olursa, o karanlıklar, sanki kendisinden uzaklaştırılamayan
zatı ve ayrılmaz sıfatları gibi olur. Bu hale düşmekten Allah'a sığınırız. Hem
sonra karanlıklar içerisinde kalan kimse, faydasına olan herhangi bir şeye
ulaşamaksızın, şaşakalır. Böylece de o kimseye korku, feryâd , acziyyet ve orada
kala kalma hakim olmuş olur.
[256]
Alimler, ayette geçen
bu iki darb-ı meselin, iki muayyen kimseye mi tahsis edilmiş, yoksa het mü'min
ve kâ- fir hakkında umûm, âmm olan birer mesel mi olduğu
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:
Birinci görüş: Bu,
belirli iki kimseye tahsis edilmiştir. Bu hususta da, şu rivayetler varid
olmuştur:
[257]
Birinci rivayet: İbn
Abbas şöyle demektedir: "Henüz Hz. Hamza'nın iman etmemiş olduğu bir
sırada, Ebu Cehil Hz. Peygamber'e bir deve tersi, (kığısı) atar.. Derken Hz.
Hamza, yayı elinde olarak avdan döndüğü bir sırada bunu duyar. Bunun üzerine
Ebu Cehil'e yönetir ve yayıyla onu sıkıştırarak başına vurmaya başlar. Derken Ebu
Cehil ona, "O'nun getirdiği şeyi görmüyor musun? Akıllarımızı hiçe
çıkardı; ilahlarımıza sövdü.tenkid etti!" dedi.Bu söze karşılık Hamza,
"Siz insanların en beyinsizisiniz; Allah'ı bırakıp taşlara tapıyorsunuz.
Ben şehadet ederim ki, eşi benzeri olmayan, bir olan Allah'tan başka bir ilah
yoktur!. Yine şehadet edirim ki, Hz. Muhammed O'nun kulu ve elçisidir"
dedi. İşte bu hadise üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu."
[258]
İkinci rivayet:
Mukâtil şöyle demektedir: "Bu âyet, Hz. Peygamber ile Ebu Cehil hakkında
nazil olmuştur. Bu böyledir, zira Ebu Cehil, "Şerefte Abd-i Menâf oğul lan
bizi sıkıştırdı; öyle ki biz, aynı gaye uğruna yarışan iki kimse gibi olduk..
Abd-i Menafoğulları, "Bizden, kendisine vahyolunan bir nebî çıktı!"
diyorlar. Allah'a yemin olsun ki, ona gelen vahiy bize de gelmediği sürece, biz
ona inanmayız" der. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olur."
[259]
Üçüncü rivayet: İkrime
ve Kelbî, bu ayetin Ammar İbn Yaslr ile Ebu
Cehil hakkında nazil olduğunu söylemiştir.
Dördüncü rivayet:
Dahhâk, bu âyetin Ömer İbn el-Hattâb ile Ebu Cehil hakktnda nazil olduğunu söylemiştir.
İkinci görüş: Bu âyet,
bütün mü'min ve kâfirler hakkında geçerli olan genel bir ayettir. Doğru olan
görüş de budur. Çünkü bu mana herkes hakkında söz konusu olduğuna göre, bunu
tahsis etmek, işi anlamsız biçimde zora koşmak olur. Hem biz, bu sûrenin tek
bir defada nazil olduğunu söylemiştik. Binaenaleyh, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
"Allah'ın, bu umûm olan ayetten maksadı, bizzat falancadır..." demiş
olması durumu müstesna, bu ayetin nüzul sebebinin falan... falanca muayyen
şeyler olduğunu söylemek zordur.
[260]
İşte bu âyet de, küfrü
ve imanı Allah'ın yarattığına delâlet eden en güçlü delillerden birisidir.
Çünkü, Allah'ın "... ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve ona insanların
arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz..."
buyruğunun, bilgiden ve hidayetten bir kinaye olduğunu beyan etmiştik. İşte bu
da, bütün bu işlerin ancak Allah Teâtâ'dan olduğuna ve ancak O'nun izniyle
meydana geldiğine delâlet eder. Aklî deliller de bunun doğruluğuna
muvafıktırlar. Bu delillerden birisi de, yukarıda da özetlediğimiz gibi,
"dâî (sebep, faktör)" delilidir. Yine hiçbir insan, kendisi için
cehalet ve küfrü tercih etmez., insanın, kendisini cahil ve kâfir yapmayı
tercih etmesi imkânsızdır. Binaenaleyh insan, iman ve marifeti elde etmeye
yönelir de bunu elde edemez. Ancak, bunun zıddı olan küfür ve cehalet meydana
gelirse, biz bunun başkasının icad etmesiyle meydana geldiğini anlarız.
Buna göre şayet onlar
(Mu'tezile). "O, bu küfrü ve cehaleti, cehaletin bir ilim olduğuna
inandığı için tercih etmiştir" derlerse, biz deriz ki:
Bu sözün neticesi, "O, bu cehaleti, ondan önce bulunan bir cehaletten dolayı tercih etmiştir" demeye varır. Binaenaleyh, eğer söz, sonraki hakkında olduğu gibi, önceki hakkında da aynen olursa, o zaman bu iş sonsuza doğru gider. Aksi halde (bu olmayacağına göre), kulda bulunan fakat kendi icadıyla meydana gelmeyen bir cehalette son bulması gerekir ki, varmak istediğimiz netice de budur. [261]
"İşte böylece,
her şehir ve kasabada da oraların günahkârlarını, o yerlerde hilekârlık
etsinler diye, büyük (tanınmış) adamlardan yaptık. Halbuki onlar hilekârlığı
ancak kendilerine yaparlar da farkında olmazlar"
(En'âm, 123).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[262]
Hak Teâlâ'nın,
kezalike, "İşte böylece"
ifadesindeki kâf harfi bir teşbihin bulunduğunu göstermektedir. İşte bu
hususta iki görüş bulunmaktadır:
a) (Mana),
"Mekke'de, oranın ileri gelenlerini orada hilebazlık yapsınlar diye var
ettiğimiz gibi, her beldede oranın günahkârlarını, oranın ileri gelenleri
yaptık..." şeklinde olur.
b) Bu
kelime, daha önceki ifadelere atıftır. Yani, "kâfirlere, yaptıkları
amellerini hoş gösterdiğimiz gibi, işte şöyle... şöyle... de yaptık..."
demektir.
[263]
Âyette geçen
"ekâbir (ileri gelenler)" kelimesi, isim olan ekber kelimesinin
çoğuludur. Âyette bir takdim-te-
hir bulunmaktadır ki,
bunun takdiri, "Oranın günahkârlarını, ileri gelenleri yaptık.."
şeklindedir. Ekâbir kelimesini,
ifâdesine
izafet yapmak caiz olmaz. Çünkü o zaman mana tanrı olmaz ve cealna fiilinin
ikinci mefûlünü takdir etmeye gerek duyulur. Çünkü sen Cûj ciii. "Zeyd'i... +kıldım" deyip de susarsan, bu söz, "reis
kıldım, zelîl yaptım..." vb. demedikçe, bir şey ifade etmez. Çünkü, ceale
fiilinin iki mef'ul alması gerekmektedir. Bir de sen, ekâbir kelimesini muzâf
yaptığın zaman, sıfatı mevsûfa muzâf kılmış olursun ki bu, Basralılara göre
caiz değildir.
[264]
Âyetin takdiri,
"Biz, her beldede, oranın günahkârlarını orada hilebazlık yapsınlar diye,
ileri gelenler yaptık..." Bu da, Allah Teâlâ'nın. onların insanları
aldatmalarını mu- rad ettiği için, onları bu sıfatta muttasıf kılmış olmasını
iktiza eder. Ki bu da, hayır ve şerrin Allah'ın
iradesiyle olduğunu gösterir.
Cübbaî buna, bu lamı
âkibet lamı manasına yorumlamak suretiyle cevap vermiştir. Başkaları da,
"Allah Teâlâ onları, hilekârlık yapmaktan men etmeyince sanki bu, Allah
onu irade etmiş gibi olur. Böylece bu söz, bir teşbih üslubuyla irad edilmiş
bir söz olur. Bu soru, cevabıyla beraber, tekrar tekrar geçmiştir.
[265]
Zeccâc şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hak,
günahkârları, ileri gelenler yapmıştır. Çünkü
onlar, riyaset ve liderlikleri sebebiyle, zulme, hifebazlığa ve
insanlara bâtıl
olan şeyleri güzel göstermeye, kendileri
dışındakilerden daha çok muktedirdirler. Bir de mal çokluğu, makam kuvveti,
insanları mal ve makamlarını daha sıkı olarak korumaya sevkeder. Bu muhafaza
işi de ancak, zulmetmek, hile ve tuzaklara başvurmak, yalan söylemek, gıybet
etmek, söz getirip götürmek ve yalan yere yemin etmek gibi her çeşit kötü
davranış ve huylarla tam olarak elde edilebilir. Eğer mal ve makamın, Cenâb-ı
Hakk'ın, mal ve makamı olanları bu kötü sıfatlarla tavsif etmesinin dışında
başka bir kusur ve ayıbt olmasaydı, işte bu âyet, malın ve makamın (bu gibi
durumlarda) âdi olduğuna delil olarak yeterdi..."
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Halbuki onlar
hilekarlığı, ancak
kendilerine yaparlar da farkında olmazlar" buyurmuştur. Bundan murad,
"Halbuki kötü düzen, ona ehil olandan başkasını sarmaz.." (Fatır, 43)
ayetinde beyan etmiş olduğu husustur.. Biz bunun hakikatini,
Bakara süresindeki feN *İfl (Bakara, 15)
ayetinin tefsirinde açıklamıştık...
Mu'tezlle şöyle
demektedir: "Şüphe yok ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki onlar
hilekârlığı, ancak kendilerine yaparlar da farkında olmazlar" buyruğu, bir
tehdit ve men etme sadedinde zikredilmiştir. Binaenaleyh, şayet bu ayetten
önceki ifade, Allah Teâlâ'nın. o ileri gelenlerden insanlara (kötülük yapıp)
hilekârlık yapmalarını irade ettiğine delâlet etmiş olsaydı, o zaman onlardan
hilekârlık yapmalarını dilemesi, onlarda hilekârlığı yaratması, sonra da
onları bundan dolayı tehdit ederek, onlara buna mukabil en şiddetli azab ile
azab etmesi Rahîm, Kerîm, Hakîm ve Halîm olan zâta nasıl uygun düşebilir?"
Bil ki bu sözün, meşhur İzahlarla çelişki teşkil ettiğini defalarca açıklamıştık.
[266]
"Onlara bir âyet
geldiği zaman derler ki: "Allah 'in peygamberlerine verilenler gibi, bize
de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz.." Allah, elçiliğini nereye
vereceğini çok iyi bilendir. Cürüm işleyen o kimselere, yapageldikteri
hilekârlıklar sebebiyle, Allah katından birhortuk ve çetin bir azab
çarpacaktır..." (En'âm, 124).
Bil ki Allah Teâlâ, o
kâfirlerin tuzaklarını ve hasetlerini anlattı. Çünkü onlar, her ne zaman
kendilerine, Hz. Muhammed'in nübüvvetine delâlet eden kesin bir mu'cize
geldiğinde, "Allah katından bize de böyle bir makam verilmediği sürece,
iman etmeyeceğiz!" demişlerdir. Bu da, onların son derece kıskanç
olduklarına ve onların, hüccet ve delil peşinde oldukları için değil, aksine çok
hasûd olmalarından dolayı küfür içinde kaldıklarına delâlet eder.
Müfessirler şöyle
demişlerdir: "Velîd İbnu'l-Muğîre, "Allah'a yemin ederim ki, şayet
nübüvvet hak bir şey olsaydı, ben bu makama. Muhammed'den daha lâyık
olurdum... Çünkü benim malım ve evladım, onunkilerden
daha fazladır" deyince, işte bu âyet nazil olmuştur.
Dahhâk da, Allah
Teâlâ'nın, "Evet, onlardan her kişi, kendisine neşredilecek sahifeter
verilmesini ister" (Müddessir, 52) ayetinde de haber verdiği gibi, herkes
bu vahy ve risaletin kendisine tahsis edilmesini istemiştir" demiştir. O
halde tefsirini yapmakta olduğumuz ayetin zahiri de buna delâlet etmektedir.
Çünkü Cenâb-ı Hak,
"Onlara bir âyet geldiği zaman derler
ki: "Allah'ın peygamberlerine verilenler gibi bize de verilmedikçe asla
iman etmeyeceğiz" buyurmuştur. İşte bu da, onlardan bir güruhun bu sözü
söylediğine delâlet eder. Hem, bu ayetin öncesi de bunu gösterir. Bu da, Allah'ın
"İşte böylece, her şehir ve kasabada da oraların günahkarlarını, o yerlerde
hilekarlık etsinler diye, büyük adamlardan yaptık" (En'âm, 123)
buyruğudur. Hak Teâlâ, bu ayetin hemen peşinden onların, "Allah'ın
peygamberlerine verilenler gibi, bize de verilmedikçe asla iman
etmeyeceğiz" dediklerini zikretmiştir. Bu ifadenin zahiri de, ilk âyette
bahsedilen hilekârlığın, söylenmemesi gereken bu kötü söz olduğuna delâlet
eder.
Âyetteki
"Allah'ın peygamberine verilenler gibi, bize de verilmedikçe iman
etmeyeceğiz" ifadesi hususunda iki görüş vardır:
Birinci görüş: Meşhur
olan bu görüşe göre, müşrikler zümresi, Hz. Mu-hammed (s.a.s)'e verildiği gibi,
kendilerine de nübüvvet ve risatet verilmesini ve uyan değil uyulan, hizmet
eden değil hizmet edilen kimseler olmayı istemişlerdir.
İkinci görüş: Bu Hasan
el-Basrî'nin görüşü olup, İbn Abbas (r.a)' dan da rivayet edilmiştir. Buna göre
mana şöyledir. "Onlara, Hz. Peygamber (s.a.s)'e uymalarını emreden bir
Kur'ân ayeti geldiği zaman, "Allah'ın peygamberine verilenler gibi, bize
de verilmedikçe iman etmeyeceğiz" dediler." Bu aynı zamanda, müşrik
Arapların söylediği şu söz gibidir: "Biz, dediler, sana katiyyen
inanmayız, ta ki bizim için şuradan bir pınar akıtasın.... Yahut üstümüze,
okuyacağımız bir kitap indiresin" {Isra. 90-93), yani, "Allah'tan,
aynı seninki gibi, Ebu Cehİl'e, falancaya ve falancaya, okuyacağımız bir kitap
indirinceye kadar, sana inanmayız." Bu manaya göre, müşrikler kendilerinin
peygamber olmasını istememişler, ancak Hz. Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğuna
delâlet etsin diye, kendilerine, önceki peygamberlerin mu'cizeleri gibi, apaçık
mu'cizeler ve kesin âyetler gönderilmesini istemişlerdir.
Muhakkik alimler,
birinci görüşün daha kuvvetli ve daha uygun olduğunu, çünkü ayetteki,
"Allah, elçiliğini (peygamberliğini) nereye (kime) vereceğini çok iyi
bilendir" buyruğunun ancak birinci görüşe uygun düştüğünü söylemişlerdir.
İkinci görüşü
benimseyenler, buna karşı şöyle diyebilirler: "O müşrikler, bu kesin âyet
ve mu'cizelerin gelmesini istediklerinde, eğer Allah onların bu isteklerine
icabet edip, isteklerine uygun olarak o mu'cizeleri
izhar etmiş olsaydı, onlar risalet makamına yaklaşmak (istemiş) olurlardı. Bu
takdirde de, âyetteki, "Allah, elçiliğini nereye vereceğini çok iyi
bilendir" sözünün, onların bu isteğine bir cevap olması uygun düşerdi.
[267]
Hak Teâiâ'nın,
"Allah, elçiliğini nereye vereceğini
çok
iyi bilendir" ifadesinin manası şudur: "Risaletin (elçiliğin,
peygamberliğin), konulabileceği belli bir yeri vardır. Her kim risaletin
verilmesine müsait olan sıfatlarla muttasıf ise, işte ancak o, peygamber yapılır;
aksi halde olmaz. Bu sıfatları ise Al-lah'dan başkası bilmez."
Bil ki insanlar bu
meselede ihtilafa düşmüşlerdir. Bazıları, "Nefisler ve ruhlar,
mahiyetlerinin bütünü bakımından eşit ve denktirler. Binaenaleyh nübüvvet ve
risalet makamının, şu insana değil de bu insana verilmesi, Allah'ın bir
şereflendirmesi, ihsanı, fazlı ve keremidir" derken; diğer bazıları da,
"bilakis insan ruhları, cevherleri ve mahiyetleri bakımından farklı
farklıdırlar. Bundan dolayı onların bir kısmı hayırlı, bedenî ve cismânî
bağlardan arınmış, ilahî nurlar ile aydınlanmış, yüce ve münevver iken diğer
bir kısmı İse, âdî, karışık ve cismanî-bedenî şeylere karşı muhabbet duyan
ruhlardır. İşte bir insanın ruhu, birinci kısımdan olmadığı sürece, o, vahyi ve
risaleti {ilâhî elçiliği) kabule elverişli olamaz. Sonra birinci kısımda da,
sayısız mertebelere ulaşacak derecede, fazlalık ile noksanlık, ve kuvvetlilik
ile zayıflık bakımından farklılıklar bulunmaktadır. Bu sebeple şüphe yok ki,
peygamberlerin mertebeleri de birbirinden farklıdır. Bu cümleden olarak, kimi
peygamberlerin kuvvetli mu'cizeleri olmuş, ama ona az sayıda insan bağlanmış;
kimi peygamberlerin bir iki mu'cizesi olmuş, ama çok sayıda insan ona tabî
olmuştur; kimi peygamberlerin karakterinde yumaşakitk ve merhamet ağır
basarken, kiminin karakterinde ise sertlik ve celâdet ağtr basmıştır. İşte bu
husus, çok detaylı ve enine boyuna incelenecek bir konudur. Ama burada bundan
bahsetmek uygun düşmez.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah, elçiliğini nereye vereceğini pek iyi bilir" sözü, bir başka
inceliğe de dikkat çekmektedir. Bu incelik şudur: Nübüvvet ve risâletin bir
kimseye verilebilmesi için gerekli olan asgarî şey, onun hile ve zulüm ile
hainlik ve hased gibi kötü huylardan uzak olmasıdır. Âyetteki, "Allah'ın
peygamberine verilenler gibi, bize de verilmedikçe iman etmeyeceğiz" sözü
ise, hile, zulüm ve hasedin tâ kendisini göstermektedir. Binaenaleyh bu
sıfatlarla muttasıf iken o müşriklere nübüvvet ve risatetin verileceği nasıl
düşünülebilir? Hem sonra Cenâb-ı Alfah, o kâfirlerin bu kötü sıfatlara sahip
oluşlarının, Allah katında onlara bir küçüklük ve şiddetli bir azab isabet
etmesine sebep olacağını açıklamıştır. Bu hususun izahı şöyledir: Sevab
(mükâfaat), ancak iki iş ile tamam olur: Ta'zim (saygı) ve menfaat. Yine ikâb
da iki şey ile tam olur: Hor ve hakir kılma ile zarar verme... Allah Teâlâ, bu
ayette kâfirleri, bu iki şey ile de tehdid etmektedir: Onları hor ve hakir
kılacağını, "(Onlara), Allah katından bir horluk ve çetin bir azab
çarpacaktır"
buyruğu ile
göstermiştir. Âyette "hor kılma", zarar vermeden (azabtan) önce zikredilmiştir,
çünkü kâfirler, izzet ve şeref istedikleri için Hz. Ivtuhammed (s.a.s)'e itaat
etmemekte diretmişler, bundan dolayı Allah Teâlâ da onlara arzu ettiklerinin
zıddını vererek cezalandıracağını beyân etmiştir. Binaenaleyh onların başına
ilk gelecek olan, küçüklük, zillet ve horluktur.
Âyetteki, "Allak
katından birhortuk" ifadesinin birçok manası vardır:
1) Bundan maksad şudur: Onlara bu horluk,
âhirette gelip çatacaktır. Çünkü orada, Allah'tan başka hükmü geçerli olan bir
hâkim yoktur.
2) Onlara, Allah'ın hükmü ile ve bunu onlara
gerekli kılması ile, dünyada iken bu horluk ve hakirltk isabet eder. İşte
horluk ve hakirliğin durumu bu olduğu için, onun Allah'a nisbet edilmesi caiz
olmuştur.
3) Bundan murad, "Cürüm işleyen o kimselere
bir horluk isabet edecektir" manasıdır. Allah Teâlâ bundan sonra yeni bir
cümleye başlayıp "indellâhi" yani "Bu onlar için, Allah katında
hazırlanmıştır" buyurmuştur. Bundan murad da, öncekini te'kîd etmektir.
4) Bundan maksad şudur: "Onlara, Allah katından olmak üzere bir horluk ve hakirlik gelecektir." Bu manaya göre, ayette mahzûf bir min harf-i cerri vardır. {Yani min indillâh takdirinde..) zararın ve azabın izahı ise, ayette "çetin bir azab" ifadesi ile yapılmıştır, işte bu ifade ile, Allah Teâlâ'nın onlara, büyük bir horluk (rezillik-rüsvaylık) ve şiddetli bir azab hazırlamış olduğu sonra bunun onlara ancak hileleri, yalanları ve hasedleri sebebiyle isabet etmiş olduğunu beyan ettiği ortaya çıkmış olur. [268]
"Allah kimi doğru
yola koymak isterse, onun göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun
da kalbini son derece daraltır ue O, sanki gökte yükseliyormuşcasma zahmet
(görür). Allah iman etmeyeceklerin üstüne böyle
rüsvaylık çökertir." (En'âm, 125).
Âyetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[269]
Alimlerimiz, dalâlet
ve hidâyetin Allah'tan olduğu hususunda, bu ayete tutunmuşlardır. Bil ki bu
ayetin lafzı, bizim görüşümüze delâlet ettiği gibi, yine onun lafzı bu mesele
hakkındaki aklî ve kat'î delili de ihtiva etmektedir. Bu delilin beyanı
şöyledir: Kul, hem imana,
hem de küfre
kadirdir. O'nun, bu iki şeye nisbetle kudreti, müsavî ve eşit olarak bu-uwr.
Binaenaleyh, kalbte ona götürecek bir sebep ve faktör bulunmadıkça, kul-darv
Küfür yerine iman, veya iman yerine küfür sâdır olması imkânsızdır. Biz bu
"sebep" meselesini, bu tefsir kitabımızda defaatle açıkladık.
"Sebep" ise yapılan işin :•_, jk bir fayda ve ağır basan bir menfaat
ihtiva edeceğini bilmesi, veya inanması »eyahut zannetmesinden ibarettir.
Çünkü, kalbte bu mana meydana geldiği zaman, bu. kulu o fiili işlemeye
sevkeder. Eğer kalbte bu fiilin büyük bir zarar ve ağır basan bir fesad ihtiva
ettiği yolunda bir ilim veya inanç yahut da bir zan meydana gelirse, bu durum,o
insanı o fiili terketmeye sevkeder. Biz deliliyle beraber bu sebeplerin mutlaka
Allah katından olması gerektiğini; sebeplerle kudretin toplamının fiili
gerektirdiğini beyan etmiştik.
Bu sabit olunca biz
deriz ki: Kuldan imanın sadır olması, ancak onun kalbinde, manın daha faydalı
ve maslahata daha uygun olduğuna dair Allah'ın bir bilgi yaratmasından sonra
olur. Kalbte böylesi bir bilgi meydana geldiğinde, kalb o işi yapmaya meyi
eder ve o kişinin nefsinde, o işi yapmak için daha fazla bir arzu meydana gelir
ki, işte göğsün imana açılması budur. Ama katbte, Hz. Muhammed {s.a.s)'e nan
etmenin, meselâ gerek dinî gerekse dünyevi hususlarda büyük bir fesada
sebebiyet vereceğine ve büyük zararlara yol açacağına dair bir inanç meydana
gelirse, bu durumda, onun bu zannı Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmekten
şiddetle nefret etmesine yol açar ki Allah Teâlâ'nın onun kalbini son derece
daraltmasından murad budur.
Buna göre ayetin
manası şöyle olur: "Allah Teâlâ'ntn iman etmesini istediği kimseyi imana
sevkeden sebepler kuvvetlenir. Yine Allah Teâlâ'nın inkârını istediği kimseyi,
imandan alıkoyacak sebepler ite onu küfre sevkedecek sebepler güç kazanır.
Durumun böyle olduğu aklî delil ile sabit olunca, Kur'ân'ın lafzının bu aklî
delilleri ihtiva ettiği de sabit olur. Yine kesin aklî delil, Kur'ân lafzının
sarîh manasına tıpatıp uyduğu zaman, onun ötesinde herhangi bir beyan ve delil
söz konusu olamaz."
[270]
Mu’tezile şöyle der:
"Bizim için bu ayette iki makam vardır:
Birinci makam, bu
ayette sizin (ehl-i sünnetin) görüşüne delâlet eden bir şeyin olmadığını beyan
etmektir.
İkinci makam da, bizim mezhep ve görüşümüze uygun
olan te'vili yapmaktır.
Birinci makam, birkaç
yönden izah edilir:
1) Bu ayette Allah Teâlâ'nın, herhangi bir kavmi
saptırdığına veya saptırmakta olduğuna dair bir bilgi yoktur. Çünkü bu ayette,
"Allah bir insana hidayet etmeyi murad ettiği zaman ona şöyle şöyle yapar.
Yine bir kimseyi de saptırmak istediğinde, ona da şöyle şöyle yapar"
şeklindeki bir husustan fazla birşey yoktur. Yine ayette Allah Teata'nın bunu
istediği veya istemediği hususunda da birşey bulunmamaktadır. Bunun delili,
O'nun: "Eğer biz bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi canibimizden
edinirdik elbette... Biz (böyle) yapanlar değiliz"(Enbiya, 21)
buyurmasıdır. Böytece Allah Teâlâ, isterse eğlence edinebileceğini beyan
etmiştir. Ama Hak Teâlâ'nın bunu istemediği ve yapmadığı hususunda bir ihtilaf
yoktur.
2) Altah
Teâlâ, "Allah, kimi İslâm'dan saptırmak isterse..." demedi, aksine
"Kimi de saptırmak isterse..."buyurdu. O halde siz niçin, bundan
Allah'ın muradının, "O kimi imandan (İslâm'dan) saptırırsa" manası
olduğunu söylüyorsunuz?
3) Allah Teâlâ, ayetin sonunda bu işi, kâfirin
küfrüne bir karşılık (ceza) olarak verip, sebep olmaksızın (ibtidaen)
yapmadığını beyan ederek, "Allah iman etmeyeceklerin üstüne böyle
rüsvaylık çökertir" buyurmuştur.
4) Âyetteki, "Kimi de saptırmak isterse,
onun da kalbini son derece daraltır" buyruğu, Allah Teâlâ'nın o kâfirin
kalbini son derece daraltmasının, dalâletin meydana gelmesinden önce olduğunu,
ve önce olan bu şeyin, dalâletin meydana gelmesinde bir tesiri olduğunu
hissettirmektedir ki bu, icma ile bâtıldır. Bunun bize göre bâtıl oluşuna
gelince: Çünkü biz bunun böyle olduğu görüşünde değiliz. Siz (ehl-i sünnete)
göre de, cehaletin ve dalâletin meydana gelmesine sebep olan şey, Allah
Teâlâ'nın bunları o kulun kalbinde yaratmasıdır. Çünkü Allah bunları onda yaratmaya
kadirdir. Böylece bu dört izah ile, bu âyetin sizin görüşünüze delâlet etmediği
sabit olmuş olur."
İkinci makama
gelince: Bu, âyet-i
kerimeyi, bizim (Mutezile'nin) görüşümüze göre tefsir etmek
olup, bunun izahı birkaç yöndendir:
1)
Cübbâî'nin tercih edip, Kâdî'nin desteklediği izaha göre, diyoruz ki:
"Âyetin manası şu şekildedir: "Allah kimi Kıyamet günü cennet yoluna
iletmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar. o da böylece İslâm'da sebat eder
ve İslam'dan ayrılmaz. Göğsün İslâm'a açılmasının izahı da şudur: Allah, o
kimseye, imana ve imanda sebata sevkeden birtakım lütuf fiilleri yapar. Bu
türde, ancak kişinin mü'min olmasından sonra, ona yapılması mümkün olan
lütuflar vardır. Bu lütuflar da, kişinin mü'min olmasından sonra, onu imanda
devam ve sebata sevkeder. İşte Cenâb-ı Hak buna, "Kim Allah'a iman ederse,
(Allah) onun kalbine hidayet eder" (Tegabun. 11) ve ''Bizim uğrumuzda
mücahede edenleri, elbette yollarımıza hidayet ederiz... "(Ankebut. 69)
ayetleriyle işaret etmiştir. Binaenaleyh bir kul iman edip. Allah onun imanda
sebat etmesini dilediği zaman, onun göğsünü İslam'a açar,
yani, ona imanda sebat ve devamını gerektiren
lütufları yapar; ama insan inkâr edip, inkârında inad edince ve Cenâb-ı Aitah
da onu cennetin yolundan saptırmayı dileyince onun göğsüne son derece darlık
verir." Sonra Cübbâî, kendi kendine "Bu nasıl doğru olur? Çünkü biz,
kâfirleri hiç üzüntü ve kederleri olmayan, canları rahat, hoş bir yaşantı
içinde kimseler olarak görüyoruz?" diyerek sorar ve buna şöyle cevap
verir: "Allah Teâlâ, katbi daraltma işini onlara her zaman yaptığını haber
vermemiştir. Binaenaleyh onların bazı zamanlar, gönüllerinin rahat olması
imkânsız değildir." Bu cevaba karşılık, Kâdî'de kendi kendine bir başka
soru sorarak, "O zaman, her kâfirin zaman zaman böyle bir gönül darlığı
hissettiğini kesin olarak söylemeniz gerekir?" demiş ve buna şöyle cevap
vermiştir: "İşte biz de bunun bu şekilde olduğunu söyfüyoruz. Bilhassa
Allah'ın delilleri gelip, ilahî yardım müslümanlara ulaşıp, kâfirlerde de
horluk ve hakirlik meydana geldiği zaman, böyle bir soruyu defetmek mümkün
değildir." İşte bu cevabın en nihâî izahı budur.
2) Mu'tezile
şöyle der: "Bu ayetten maksadın, "Allah kimi cennete iletmek
isterse, onun göğsünü İslâm'a açar, yani onun göğsünü, cennete ilettiği o
vakitte İslam'a açar. Çünkü o kimse iman etmiş olduğu için, bu yüksek dereceleri
ve şerefli makamları elde ettiğini görünce, iman hususundaki isteği artar ve
kalbinde imana karşı ileri derecede bir inşirah (açılma) ve meyil meydana
gelir. Allah, kimi de, Kıyamet günü cennet yolundan saptırmak isterse, işte o
zaman, o kimsenin göğsü daralır ve cennetten mahrum olup, cehenneme girmeden
dolayı olan şiddetli üzüntüsü sebebi ile, göğsü daralır" şeklinde bir mana
olduğunun söylenmesi niçin caiz olmasın?" Mu'tezile sözlerine devamla,
"Bu, doğruya en yakın bir izahtır ve ayetin lafzı bu manaya gelebilir,
binaenaleyh ayeti bu manaya hamletmek gerekir" demişlerdir.
3)
Şöyle de denilebilir: "Âyette bir
takdim-te'hir vardır. Buna göre mana, "Kim kalbini iman etmek suretiyle
açarsa, Allah Teâlâ ona hidayet etmeyi diler, yani ona imanda devam etmeye
sevkeden lütuf fiilleri verir"; yahut da, "Allah onu cennet yoluna
iletir. Kim de kalbini imana karşı daraltır ve kapatırsa, Allah Teâlâ da onu
cennet yolundan saptırır; yahut da, Allah onu imanda sebata sevkeden lütuf
fiillerinden mahrum eder" şeklindedir." İşte Mu'tezile'nin bu
konudaki sözlerinin tamamı budur.
[271]
Onların birinci olarak
söyledikleri "Allah Teâlâ, bu ayette onları saptırdığını söylememiştir.
Aksine ayette "Allah onları saptırmak isterse şöyle şöyle yapar" hususu
zikredilmiştir" şeklindeki izahlarına, şöyle diyerek cevap veririz:
"Ayetin sonunda, "Allah iman etmeyeceklerin üstüne böyle rüsuaylık
çökertir" buyurması, Allah Teâlâ'nın onlara bu dalâleti verdiği hususunda
açık bir ifadedir. Çünkü ayetteki kezalik (böyle) kelimesinin başındaki kâf
harfi, bir teşbihi (benzerliği) gösterir. Buna göre bu kelamın takdiri,
"Bu darlığı ve zorluğu o kâfirin kalbinde yarattığımız gibi, aynı şekilde,
iman etmeyenlerin kalblerinde de rüsvaylığı meydana getiririz"
şeklindedir.
Mu'tezile'nin ikinci
olarak "Niçin ayetin takdirinin "Allah kimi dinden saptırmayı
isterse..." şeklinde olduğunu söylediniz" diye ifade ettikleri
görüşlerine de şöyle cevap veririz: "Âyetin sonundaki, "Allah, iman
etmeyeceklerin üstüne böyle rüsvaylık çökertir" buyruğu, "Kimi de
saptırmak isterse...," sözünden maksadın, "Allah, kimi de (imandan)
dinden saptırmayı isterse..." manast olduğunu açıkça göstermektir."
Mu'tezile'nin üçüncü
olarak, "Âyetteki, "Aiiah iman etmeyeceklerin üstüne böyle rüsoaylık
çökertir" buyruğu, Allah Teala'nın bu darlığı ve zorluğu, ancak o
kâfirlerin inkârlarının bir cezası olarak, kalblerine attığını gösterir"
diye ifade ettikleri görüşlerine de şöyle diyerek cevap veririz: "Biz
ayetten bu mananın kastedildiğini kabul etmiyoruz. Aksine ayetten kastedilen
mana şudur: "Cenâb-ı Allah, işte böylece, iman etmeyeceklerine hükmettiği
ve takdir ettiği kimselerin kalblerine rüsvaylık (murdarlık) kor." Biz,
ayeti bu manaya hamlettiğimizde, Mu'tezile'nin ileri sürdüğü şey düşer.
Onların dördüncü
olarak ileri sürdükleri, "Âyetin zahiri, göğsün daralıp sıkılmasının,
dalaletten ve dalaleti gerektiren şeylerden önce olması gerekir" şeklindeki
görüşlerine de şöyle diyerek cevap veririz: "Durum böyledir. Çünkü Allah
Teâlâ o insanın kalbinde, Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmenin, dünyada bir
kınamayı, ahirette de bir cezayı gerektireceği inancını yarattığı zaman, işte
bu inanç, insanın gönlünün bu imanı kabule yanaşmamasını ve kalbinin bu imana
karşı nefret duymasını gerektirir. Böylece o insanın kalbinde, imanı kabul
etme hususunda bir nefret ve bir uzaklaşma hissi meydana gelir. İşte bu durum,
dar bir geçite benzetilmiştir. Çünkü yol çok dar olduğu zaman, geçmek
isteyenler oradan geçemezler. Kalb de böyledir. Kalbte böyle bir inanç hasıl
olduğu zaman, imanın oraya girmesi imkânsız olur. İşte bu bakımdan, arada böyle
bir benzerlik bulunduğu için "dar ve zor olma" vasfı kalb için
kullanılmıştır. Binaenaleyh Mu'tezile'nin bu görüşü de düşer.
Mu'tezile'nin, ayetin
tefsiri sadedinde yaptıkları üç te'vilden birincisine şöyle cevap veririz: Bu
sözün neticesi, "darlık ve zorluk" ifadelerinin, "kâfirin
kalbini gam ve kederin istilâ etmesi" manalarında tefsir edilmesine
dayanır ki bu tefsir, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Allah Teâlâ, kâfiri mü'minden
kalbteki bu darlık ve zorluk bakımından ayırmıştır. Binaenaleyh eğer bundan
maksad kâfirin kalbindeki üzüntü ve keder olsaydı, kâfirin kalbindeki gam,
keder ve üzüntünün, mü'minin kalbindeki gam ve kederden, herkesin
farkedebileceği derecede fazla olması gerekirdi. Ama durumun böyle olmadığı,
aksine kâfirin ve mü'minin kederinin eşit olduğu, hatta mü'minin (dünyada)
hüzün ve belâsının daha çok olduğu malumdur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer
insanlar, bir tek (kâfir) ümmet haline gelmeyecek olsaydı, o Rahmân'ı inkâr
eden kimselerin evlerinin tavanlarını, çıkacakları merdivenlerini... hep
gümüşten yapardık" (Zuhruf, 33) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de
"Belâlar
(öncelikte) peygamberlere, sonra velilere, sonra derece derece diğer benzeri
insanlara verilmiştir"
[272]
buyurmuştur.
Mu'tezile'nin ikinci
tefsiri kabul edilemez. Çünkü bunun neticesi, açık olan bir ifadeyi açıklamaya
kalkmaya dayanır. Zira herkes, Allah'ın imanları sebebi ile cennetine
götürdüğü kimselerin, dünyadaki hidayetleri sebebi ile sevineceklerini ve o esnada
gönüllerinin, imana daha çok açılıp meyledeceğini zarurî (kesin) olarak bilir.
Âyetteki, "Kimi de (Allah) saptırmak isterse..." ifadesi hakkında
söylenecek söz de aynıdır. Bundan murad şudur: "Kimi Allah cennet yolundan
saptırırsa, onun kalbi o anda (ahirette) darlanır. Çünkü bunun böyle otduğu
zarurî olarak bilinir. Binaenaleyh ayeti bu manaya hamletmek, manasız ve
faydasız kılmak olur.
Mu'tezile'nin yaptığı
üç te'vilden üçüncüsü de, ayetin düzeninin (nazmının) bozulması neticesini
verir. Çünkü âyet, kalbin inşirahının (imana açılmasının), doğrudan doğruya
Allah'tan olmasını, imanın ve hidayetin buna dayanmasını gerektirir. Siz ise,
bu hükmü tersine çevirerek, "Allah, kulu imanda devam ve sebata sevkeden
ilahî lütuflarını ona verdi" manasında "Kul önce kalbinin inşirahını
sağlar, sonra Allah onu hidayete erdirir" diyorsunuz. Halbuki lafzî
delillere ancak o deliller-deki nazmı ve düzeni muhafaza etmek şartıyla
tutunabiliriz. Ama biz onların sırasını bozar, yerlerinden oynatır isek, onlardan
hiçbirine delil olarak tutunamayız. Bu kapıyı açmak, hiçbir ayete tutunamamaya
sebep olur ki, bu da Kur'ân hakkında bir ta'n ve onu bir delil olmadan çıkarma
olur. İşte bu sorular hakkında, hak ile bâtılı ayırdedecek söz budur.
Sonra meseledeki sözü
şu şekilde kesin bir netice ile bitiriyoruz: Biz, iman hâdisesinin, kalbte iman
etmeye götüren bir "dâî"nin (sebebin) bulunmasına dayandığını ve o
"dâî"nin yaratıcısının Allah Teâlâ olduğunu beyan etmiştik. İnkâr
hadi-sesindeki durum da aynıdır. Âyetin zahirî manası da buna tıpatıp
uymaktadır. Çünkü âyetin manası şöyledir: "Allah kimi hidayete erdirmek
isterse, onun kalbinde imana sevkedecek şeyleri güçlendirir. Kimi de saptırmak
isterse, onun kalbine de, imandan caydırıp, küfre sevkedecek şeyleri
atar," Aklî delil ile de, durumun böyle olması gerektiği sabittir. Bu
manaya göre, ey Mu'tezile, ileri sürdüğünüz bütün sualleriniz düşer. Allah
doğruyu en iyi bilendir.
[273]
Bu, ayetin
lafızlarının tefsiri hakkındadır. "
Göğüsün açılması"nın tefsiri sadedinde şu iki izah
yapılmıştır:
1) el-Leys
şöyle demiştir: "Allah, o
kimsenin göğsünü
açtı, göğsü de açıldı" denilir. Bu, "Allah o kimsenin gönlünü, bunu
kabul etmesi için genişletti, onun gönlü de genişledi" demektir." Ben
derim ki: el-Leys, göğsün açılmasını, "göğsün genişletilmesi" diye
tefsir etti. Halbuki bundan muradın, o insanın göğsünün hakikat manasında genişlemesi
olmadığında şüphe yoktur. Çünkü bunun imkansız olduğu aşikârdır. Aksine
"göğüs genişletme"tabirini açıklamata zaruret vardır. Buna göre biz
deriz ki bu ifadenin hakikati, bizim daha önce bahsettiğimiz husustur. Onu
burada tekrarlamada bir sakınca bulunmamaktadır.
Bu cümleden olarak
diyoruz ki: İnsan, işlerinden herhangi birisinin daha faydalı ve daha iyi
olduğuna inanırsa, gönlü o işi yapmaya meyleder, onu elde etmek yolundaki arzu
ve isteği Kuvvetlenir ve kalbinde, onu gerçekleştirmek için şiddetli bir
istidâd hasıl olur ki, işte bu durum, gönlün ve ruhun genişlemesi diye
adlandırılmıştır. Yine bir kimse, işlerinden birisinin şerrinin ve zararının
fazla olduğuna inanırsa, ona karşı nefreti büyür ve tabiatında, o işi kabul
etme hususunda bir nefret ve uzaklaşma hissi meydana gelir. Yol dar olduğu
zaman, oradan geçmek isteyenlerin geçemeyecekleri, ama yol geniş olduğundaysa,
oradan geçmek isteyenlerin geçmesinin elverişli olduğu malumdur. Binaenaleyh,
falanca işin daha hayırlı ve daha faydalı olduğu inancı oluşur ve ona doğru bir
meyil ve arzu da bulunursa, İşte bu şekilde o meyil kalbte bulunmuş ve oraya
yerleşmiş olur. Bundan
ötürü de,
"Gönlü, aklı ona yattı" denilir, ama onun çok zararfı ve bozuk
olduğu inancı bulunduğu zaman da, kalbte ona karşı bir meyil bulunmaz. İşte
bundan ötürü, "Onun gönlü daraldı" denilir. Böylece kalb, geçilmesi
mümkün
olmayan bir yola benzetilmiş olur. İşte
kalbin genişlemesi, veya kalbin daralması hususundaki sözün hakikati bundan
ibarettir.
2) Bir kimse
bir şeyi izah edip ortaya çıkardığı zaman, "Falanca, durumunu şerhetti,
açıkladı"; yine, bir meselede bir problem bulunup, kişi de onu
açıkladığında, "Meseleyi, açıkladı" denilir.
Bil ki,
"şerh" lafzı sadece hak olan manalarda kulfanılmaz. Zira bu kelime,
Hak Teâlâ'nın, (Zümer, 22) ayetinde islâm hakkında kullanıldığı
gibi (Nahl, 106) ayetinde olduğu gibi küfür hakkında
da kullanılmıştır. Müfessirler şöyie demişlerdir: Bu âyet nazil olduğu zaman,
Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Allah onun göğsünü nasıl açar7" diye
sorulur. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Allah o kimsenin göğsüne bir nür
atar da, bunun üzerine onun göğsü genişler oe inşirah bulur" der. Bu cevap
karşısında Hz. Peygamber'e, tekrar, "Bunu bilmeyi kolaylaştıran bir
alamet var mıdır?" diye sorulunca, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle demiştir:
"Ebedilik yurduna yönelmek, aldanış yurdundan uzaklaşmak ve ölüm gelmeden
önce, ölüme hazır olmak..." Ben diyorum ki bu hadis, Allah'ın göğsü açması
meselesinin tefsirindeki tercihimizin doğruluğuna delâlet eden delillerin en
kuvvetlisidir. Bunun izahı şöyledir: İnsan, ahiret işiyle meşgul olmanın daha
fazla faydalı ve hayırlı olduğunu; dünya işiyle uğraşmanın ise, daha çok
zararlı ve şerli olduğunu düşünüp ve bu husus, ya aklî deül veya tecrübe, yahut
taklîd ile kat'iyyet kazanırsa, âhiret hususundaki
arzusu, işte mutlaka bu inanca dayanır ki, "âhiret yurduna
yöneltmek"den maksat budur. Yine dünyadan nefret etmek arzusu meydana
gelir ki, aldanış yurdundan uzaklaşmadan maksat da budur. Ölüm gelmeden önce
ölüme hazırlanma da, şu iki şeyi, yani dünyaya iltifat etmemeyi, ahi-rete de
arzu ve rağbet duymayı kapsar..
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Bir şeyi yapmaya sevkeden sebebin, mutlaka o şeyin
varlığından önce gelmesi, bulunması gerekir. Binaenaleyh göğsün imana açılması,
imana sevkeden sebep demektir. İşte bu manadan dolayı ayetin zahiri, göğsün
açılmasının, müslüman olmadan önce bulunduğunu ihsas ettirmektedir. Bu hüküm,
küfür tarafı için de aynıdır.
[274]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kimi de saptırmak isterse, onun da kalbini son derece daraltır..."
buyruğuna gelince, bununla ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci bahis: İbn
Kesir, yâ'nın sükûnuyla daykan şeklinde okumuştur. İbn Kesir, Kur'ân'ın her
yerinde bu kelimeyi böyle okur... Diğer kıraat imamları ise, yâ'nın şeddesi ve
meksûr olarak, dayytkan şeklinde okumuş- lardır. Şeddeli ve şeddesiz
okuyuşların aynı manaya gelmesi muhtemeldir. Bu kelime tıpkt seyyid (efendi)
kelimesinin seyd; ve heyyin (kolay, basit) kelimesinin heyn; leyyin (yumuşak)
kelimesinin leyn; meyyit (öfü) kelimesinin meyt şeklinde okunması gibidir...
Nâfi ve Asım'ın ravisi Ebû Bekr, râ'nın kesresiyle haricen; diğer kıraat imamları
da râ'nın fethasıyla haracan şeklinde okumuşlardır. Ferrâ, hem kesre hem de
nasb ile okunması hususunda, bu kelimenin vacal-vaci!
(korkak); kared-karid (deve kılı ve yünden dökülen tüy); denef-denif (ağır
hasta olan) kelimeleri gibi olduğunu söylemiştir. Zeccâc da, haraç kelimesinin
Arapça'da, darın darı, iyice
dar manalarına
geldiğini söylemiştir. Binaenaleyh bir kimse, dediği zaman, bunun manası,
"O, göğsünde sıkıntı ve darlık bulunan bir adamdır" demektir, Bir
kimse de, dediği zaman, o bu kelimeyi, ism-i fail kabul etmiş olur.
Yani, "O, canı
sıkkın bir adamdır"; yine,
denildiği zaman, bu "Ağır hastalığı olan adam" demektir. Denif
kelimesi ise, ism-i fail olur. Yani, "Ağır hasta olan adam" demektir.
İkinci bahis:
Bazıları, râ'nın kesresiyle hariç kelimesinin, "dar olan..." manasına
geldiğini; râ'nın fethasıyla olan harec kelimesinin ise, kelimesinin çoğulu
olduğunu; bunun ise,
çobanların içine giremiyecekleri kadar sık ağaçlı yer manasına geldiğini
söylemiştir.
Vahidî bu konuda şu
iki hikayeyi anlatır:
1) Ubeyd
İbn Umeyr'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, İbn Abbas bu ayeti okumuş ve, "Burada
Bekroğullan'ndan birisi var mıdır?" demiş; bunun üzerine bir adam
"evet!" deyince o da, "sizce harec kelimesi ne manaya gelir?"
demiş. Bunun üzerine adam, "içine asta girilemeyecek denli birbirine
girmiş, sık ağaçlı vadi demektir..." deyince de İbn Abbas,
"İşte, kâfirin kalbi de böyledir" demiştir.
2) Vahidî,
Ebu's-Salt es-Sakafî'nin şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Ömer
İbnu'l-Hattab bu ayeti okudu;
sonra da, "Bana Kinaneoğullarının çoban tuttuğu bir adam getirin.."
dedi. Bunun üzerine onlar bir adamı getirince de, Hz. Ömer ona, "söyle
bakalım delikanlı, size göre harece kelimesi ne manaya gelir?" dedi. Bunun
üzerine adam harece kelimesi bizde, ağaçların birbirine girdiği, çobanların ve
vahşi hayvanların içine giremediği ağaçlık., manasına getir" deyince Hz.
Ömer de bunun üzerine, "işte kâfirin kalbi de böyledir. Ona, hayır namına
hiçbir şey ulaşamaz" der.
Cenâb-ı Hakk'ın.
"ve o, sanki gökte yükseliyormuşçasına zahmet (görür)" buyruğuna
gelince, bu hususta da iki bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis:
İbn Kesir, sâd harfinin sükûnuyla
yas'adu; Asım'ın ravisi Ebu Bekr,
yetesâedu manasında olarak elif ve sâd'ın şeddesiyle yassâedu; diğer
kıraat imamları ise, elifsiz, sâd'ın ve ayn'ın
şeddesiyle yassa'adu şeklinde okumuşlardır. İbn Kesîr'in kıraatine gelince bu
suûd (yükselmek) masdarındandır. Buna göre ayetin manası, "Bu kimse,
İslâm'dan nefret etmesi ve İslâm'ın ona ağır gelmesi bakımından, zorla göğe
tırmanmaya çalışan kimse gibidir. Bu teklifin gönüllere ağır gelmesi gibi, iman
da kâfirin gönlüne ağır gelir..." şeklindedir. Ebu Bekr'-in yassâedu
kıraatine gelince, bu tıpkı yetesâedu gibidir. Ama diğer kıraat imamlarının
yassa'adu şeklindeki
okuyuşlarına gelince bu da, yetesa'adu manasındadır. Böylece tâ harfi sâd
harfine idğam edilmiş, olmuştur
manası ise, insanın, kendisine ağır gelen bir şeyi
{burada yükselmek) zorlanarak yapmaya çalışmasıdır.
İkinci bahis: Buradaki teşbihin niteliği hususunda iki
izah vardır:
1) Nasıl ki insan göğe çıkmakla yükümlü tutulsa;
bu ona ağır ve zor gelir; bu emir gözünde büyür ve onun buna karşı isteksizliği
kuvvetlenirse, aynı şekilde, kâfire o iman etmesi ağır gelir ve onun buna karşı
olan nefreti, gittikçe çoğalır..
2) Âyetin takdiri, "Onun kalbi İslam'dan ve
imanı kabul etmekten uzaklaşır" şeklindedir. Böylece bu uzaklaşma işi,
yerden göğe çıkan kimsenin uzaklaşmasına benzetilmiş olur.
Cenâb-ı Hakk'ın, Allah
iman etmeyeceklerin üstüne böyle rüsuayltk çökertir" buyruğuna gelince
bunda iki bahis vardır:
Birinci bahis:
Âyetteki kezalik tabirindeki kâf burada bir benzetme bulunduğunu gösterir. Bu
şeyin ne olduğu hususunda da şu iki izah yapılmıştır:
a) Kelamın takdiri, "Allah onların
kalbterinde bir göğüs darlığı meydana getirdiği gibi, Allah onların üzerine
böyle bir rüsvaylık da çökertir" şeklindedir.
b)
Zeccâc, bu sözün takdirinin, "Sana
anlattığımız şeyler gibi, Allah onların üzerine böyle bir rüsvaylık da
çökertir" şeklinde olduğunu söylemiştir.
[275]
İkinci bahis: Alimler,
ayette geçen rics kelimesinin ne demek olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.
İbn Abbas: "Bu, Allah'ın onlara musallat ettiği şeytandır." Mücâhid:
"Rics" kendisinde hiçbir hayır bulunmayan şey", Atâ:
"Rics" azabtır"; Zeccâc da, "rics", dünyada lanet,
ahirette de azabtır" demişlerdir.
Biz bu ayetin
tefsirini, Muhammed İbn Ka'b el-Kurazî'den rivayet edilen şu hususla bitirelim:
O, şöyle demiştir: "Biz, İbn
Ömer'in yanında Kaderiyye fırkasından olan kimselerin durumu hakkında
müzakerede bulunuyorduk. Derken İbn
Ömer, "Kaderiyye yetmiş
peygamberin lisanıyla lanetlenmişlerdir. Bu peygamberlerden birisi de bizim
peygamberimizdir. Kıyamet günü geldiğinde, bir münadî seslenir. Derken bütün
insanlar, (münadinin) "Allah'ın düşmanları nerede?" şeklindeki
nidasını duyacakları bir biçimde bir araya gelirler.. Bunun üzerine, Kaderiyye
mensupları ayağa kalkar" der... Kadî bu hadisi, tefsirinde zikrederek
şöyle der: "Bu hadis, Kaderiyye'nin, kulların fiillerini Allah'a kaza, kader ve yaratma
cihetinden mal edenler olduğuna delâlet eden delillerin en güçlüierindendir.
Çünkü asıl bu görüşte olanlar, Allah'ın düşmanlarıdır. Zira onlar Allah'a,
"Ne günahımız vardı ki bize azap ettin? Onu bizde halkeden, onu bizde
irade eden, onu bize hükmeden sensin! Sen, bizi ancak bu fiili yapmamız için
yarattın. Ve bize, bundan başkasını da müyesser kılmadın..." derler.
Binaenaleyh, bu delil ve hüccet sebebiyle, bunların mutlaka Allah'ın düşmanları
olmaları gerekir. Ama, "Allah imkân verdi, illet ve maniaları kaldırdı;
kul, "fiilini" kendisi yaptı.." diyenlere gelince, bu kimselerin
sözü, Allah'ın o kullarına yapmış olduğu muameleye, yani azap etmeye
muvafıktır. Binaenaleyh, onlar Allah'ın düşmanları olamazlar..." İşte
Kâdî'nin sözü budur ve cidden şaşırtıcıdır. Bu böyledir, zira Kâdrye,"Sen,
muhaliflerinin görüşünün, "Kulun, Allah üzerinde bir hücceti yoktur ve
kullar, hiçbir şekilde hak sahibi değillerdir. Allah'ın kulunda meydana getirdiği
her şey hikmet ve doğrudur. Kulun, Rabbine karşı bir itirazı ve münakaşa hakkı
yoktur" şeklinde olduğunu bilmemen mümkün değildir" denilir. O hatde,
dini ve inancı böyle olan bir insan nasıl Allah'ın düşmanı olabilir?..
[276]
Allah'ın düşmanları
olanlara gelince, bunlar Muteziledir Bu,
birkaç yönden
izah edilebilir:
a) Mu'tezile,
Mükâfaat ve karşılık vermenin, Allah'a vacib olduğunu söyler ve şöyle
der: "Şayet sen bunu vermezsen, ilah olmaktan çıkarsın; rubûbiyyetten uzak
kalarak sefihler cümlesinden olursun." Binaenaleyh, Allah'ın düşmanı
olanlar, mezhebi ve inancı böyle olan kimselerdir.
b)
(Onlara göre bir insan) yetmiş yıl küfür
üzere yaşayıp, sonra da hayatının sonuna doğru kalpten p,eierek, "Lâ ilahe
illallah, Muhammedün ResûlultahL" der de, sonra ölürse, Rabbu'l-Alemin o
kimseye, milyonlarca sene muazzam nimetler ve pek yüksek dereceler verir. Daha
sonra Cenâb-ı Hak, bu nimetleri ondan bir anlık kesmek istediğinde o kul,
"Allah'ım! bir an olsun bunu inkitâya uğratmaktan sakın ha sakın! Çünkü
sen bunu bir an için olsa dahi yaparsan, o takdirde ulûhiyyet vasfından
uzaklaşmış olursun!" der.. Netice olarak diyebiliriz ki, (Mu'tezile'ye
göre) o kulun bir an için o imana yönelmesi, ilahına, o nimetleri nihayetsiz
bir zaman boyunca o kuluna ulaştırmayı vacib kılmıştır. O'nun bu sorumluluktan
kurtulmasına imkân da kalmamıştır. İşte asıl düşmanlık, böyle inanmaktır. Ama,
"Meleklerin ve peygamberlerin dahi Allah üzerinde alacaklı oldukları bir
hak yoktur. Onlara ulaşan her türlü mükâfaat, Allah taralından bir lütuf ve
ihsandır" diyenlerin görüşüne gelince, bu asla bir düşmanlık olmaz..
[277]
c) Bu düşmanlığın izahı hususunda anlatılan bir
diğer şey de şudur: Şeyh Ebu'l Hasen el-Eş'ârî,
hocası Ebu Ali el-Cübbâî'nin meclisinden ayrılıp, onun
mezhebini terkederek onun görüşlerine karşı itirazları çoğalınca, aralarında
büyük bir soğukluk meydana geldi. Derken, günlerden bir gün, Ebu Ali
el-Cübbâî, bir sohbet meclisi
düzenledi. O mecliste, bazı alimler de bulunuyordu. Şeyh Ebu'l-Hasen de o meclise giderek,
Cübbâî'nin gözüne görünmeden bir
köşeye oturdu ve orada bulunan ihtiyar
kadınlardan birisine, "Ben, sana (şimdi) bir mesele öğreteceğim;
binaenaleyh sen bunu şu hocaya anlat ve de ki: "Benim üç tane oğlum vardı.
Bunlardan bir tanesi, son derece dindar ve müttakî İdi. Diğer birisi ise,
alabildiğine küfre ve fıska dalmıştı. Üçüncüsü ise, baliğ olmamış bir çocuktu.
Derken, bunların üçü de taşıdıkları bu sıfatlar üzerine öldüler. Bu durumda,
muhterem hocam, bunların hallerinin ahirette ne olacağını bana haber verir
misin?" Bunun üzerine Cübbâî dedi ki: "Zahid olan, cennetin üstün
derecelerinde bulunmaktadır. Kâfir olan ise o da cehennemin derekelerinde
bulunmaktadır. Çocuğa gelince, kurtulmuş kimseler cümlesindendir..." der.
Ebu'l-Hasen el-Eş'arî, yanındaki (ihtiyar kadına), "Ona de ki:
"Şayet çocuk, zâhid ve muttaki olan kardeşi için tahakkuk etmiş olan o
yüksek derecelere varıp ulaşmak istese, o bunu yapabilir mi?..." Bunun
üzerine Cübbâî, "Hayır, çünkü Allah
o çocuğa şöyle der: "O, bu yüksek mertebelere, kendini ilim ve amel
yolunda yorup yıprattığı için ulaşmıştır.
Halbuki sen, böyle
değilsin..." der. Bunun üzerine Ebu'l-Hasen, (yanındaki bu ihtiyara),
"Ona şöyle de: "Bu durumda, şayet o çocuk "ya Rabbe'l-alemîn,
benim günahım yok! Çünkü buluğa ermeden beni öldüren sensin. Şayet bana mühlet
verseydin, belki de ben, muttaki ve dindar olma hususunda, zahid olan
kardeşimi geçerdim!..." derse!.." dedi... Cübbâî, "Allah o
çocuğa, "Ben, yaşaman halinde azacağını, inkâra sapacağını ve cehenneme
girmeyi hak edeceğini biliyordum. Sen bu hallere düşmeden önce, ben senin
faydanı düşünüp seni çabuk öldürdüm ki azapdan kurtulasin" dedi. Bunun
üzerine Ebu'l-Hasen, sen ona de ki: "Şayet o kâfir ve fâsık olan kardeş,
cehennemin en alt tabakasından başını kaldırsa ve "Ya Rabbe'l-âlemin, ya
erhame'r-rahimtn, ey hâkimler hâkimi! Küçük kardeşimin buluğa ermesi halinde
kâfir olacağını bildiğin gibi, benim de böyle olacağımı biliyordun. O halde ne
diye, onun maslahatını gözettin de benimkini gözetmedin.." derse.. Bunu
anlatan ravî, "Söz buraya gelince, Cübbâî cevap vermekten aciz akldı, sesi
soluğu kesildi. Etrafı araştırınca da, Ebu'l-Hasen el-Eşarî'yi gördü ve bu
meselenin ihtiyar kadından değil, ondan sâdır olduğunu anladı."
[278]
Cübbâî'den dört asır
kadar sonra gelen Ebu'l-Hüseyin et-Basrî, (Eş'ârî'nin) bu sorusuna cevap vermek
isteyerek şöyle demiştir: "Biz, bu üç kardeş hakkında, sizin ileri
sürdüğünüz cevaba razı olmuyoruz. Burada bizim, sizin ileri sürdüğünüzün
dışında iki cevabımız bulunmaktadır." Ebu'l-Hüseyn el-Basrî, sözüne
devamla, "Vereceğimiz bu iki cevap, alimlerimizin, hakkında ihtilaf ettiği
"Allah'a, kulunu mükellef tutması vacib midir, değil midir?"
meselesine dayanır. Bu cümleden olarak Basralılar, "Yükümlü tutmak, sırf
bir lütuf ve ihsandır. Bu, Allah'a vacib değildir" derken; Bağdatlılar,
"Bu, Allah'a vacibtir" demişlerdir, Binaenaleyh, biz bu meseleyi Basralıların
görüşüne bina edersek, Allah Teâlâ o çocuğa, "Ben, bir lütuf olsun diye,
zâhid olan kardeşinin ömrünü uzattım ve onu mükellef tuttum. Binâenaleyh zâhid
kardeşine bu şekilde bir lütufta bulunmamdan, ayntsıyla sana da lütufta
bulunmam gerekmez" diyebilir. Ama biz bunu, Bağdatlıların görüşüne
da-yandırırsak, o zaman Allah'ın cevabı "Kardeşinin ömrünü uzatmak, ona
mükellefiyetler yöneltmek, onun hakkında bir lütuf ve ihsan olmuştur. Bundan,
başkasına ulaşan bir zarar olmamıştır. İşte, bu sebepten ben, bunu böyle
yaptım.. Ama senin ömrünü uzatıp mükelleftik müddetini artırmamdan başkası
mutazarrır olabilirdi. İşte bu sebeple, bunu senin hakkında yapmadım, aradaki
fark da meydanda!" şeklinde olur" demiştir, işte, Ebu'l-Hüseyn
el-Basrî'nin şahsen olmasa da mezhep itibariyle üstadı olan Cübbâî'yi, -daha
doğrusu onun inandığı ilahını-Eş'ârî'nin mezkur sorusundan kurtarmak
hususundaki çaba ve gayretlerinin özeti bundan ibarettir.
Ebu'l-Hüseyn'in sözünü
cevaplamadan önce deriz ki: Kul ile Allah arasında meydana gelen bu ince
münazara ancak Mu'tezile'nin görüşüne göre doğru olabilir. Ama, bizim
alimlerimizin görüşüne gelince, kul ile Rabbi arasında, kesinlikle böyle bir
münazara söz konusu olamaz. Aksine, kul Rabbine, "Niçin bunu yaptın?"
veya
"Niçin bunu yapmadın?"
dahi diyemez. Binaenaleyh, Allah'ın düşmanlarının ehl-i sünnet değil, Mu'tezile
olduğu sabit olur. Bu da, bizim gayemizi takviye edip, maksadımızı ortaya
koyar.
Sonra biz şöyle
diyoruz: Ebu'l-Hüseyn el-Basrfnin, "Allah'ın, kişinin ömrünü uzatması ve
onu mükellef kılması bir tütuftur. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın bu lütfunu,
dilediği bir kimseye tahsis edip vermesi caizdir.." şeklindeki, birinci cevabına
gelince, biz deriz ki bu söz kabul edilemez. Çünkü Allah Teâlâ'nın onlardan
birisinie lütufta bulunup diğerine bulunmaması, Allah hakkında kabîh, çirkin
bir şeydir. Çünkü, ikincisine de lütufta bulunması Allah için zor bir iş
değildir. Ve O'nun mülkünde, hiçbir noksanlığa da yol açmaz. İkincisi de böyle
bir lütfa muhtaçtır. Bu şekildeki kaçınma ve imtinalar, şehadet aleminde de
kabîh ve çirkindir. Baksana, bir kimse, bütün herkes için duvara asılmış olan
aynaya bakmaktan başkasını men etse, o kimsenin yaptığı bu şey çirkin görülür.
Çünkü bu kimse, kendisine hiçbir zararı dokunmayan, faydası da olmayan bir
şeyden faydalanmaktan başkasını men etmiştir... Binaenaleyh, (bir şeyin) güzel
ve çirkin olduğuna aklın hükmetmesi kabul ediliyor ise, burada da kabul
edilsin.. Eğer aklın hükmetmesi makbul değilse, bu kesinlikle hiçbir yerde
makbul olmaz ve sizin mezhebiniz de tamamen bâtıl olmuş olur. Binaenaleyh,
(Ebu'l-Hüseyn el-Basrî'nin verdiği) bu cevabın, fasit ve çürük olduğu sabit
olmuş olur.
Onun ikinci cevabı da
fasittir. Bu böyledir, zira bizim, "Onu mükellef tutmak, bir zarar ihtiva
eder" şeklindeki sözümüzün manası, "Bu yükümlülük, bizatihi böyle bir
zarar taşır" şeklinde değildir. Aksi halde bu mefsedet ve kötülüğün,
herkes hakkında devamlı bir şekilde bulunması söz konusu olur ki, bu bâtıl ve
yanlıştır. Aksine bunun manası, "Allah Teâlâ, bu şahsı mükellef
tuttuğunda, bir başka insanın kendiliğinden, kabîh bir fiili seçeceğini ve
tercih edeceğini biliyordu. Binaenaleyh, bu kadar şey, Allah Teâlâ'nın onu
mükellef tutmayı terk etmesini gerektirmiş olsaydı, aynen bunun gibi o kâfirin
de, onu mükellef tuttuğunda küfrü tercih edeceğini bilmiş olması gerekirdi. Bu
sebeple onu da mükellef tutmayı terketmesi gerekirdi. Bu ise, Allah'ın kâfir
olacağını bildiği kimseyi mükellef tutmasının çirkin olması demektir. Eğer bu
meselede gerektirmiyorsa, orada da gerektirmez" şeklinde olur.
Ebu'l-Hüseyn el-Basrî'nin, "Allah'ın, bu mükellef tutma sırasında, bir başkasının kabîh bir fiili tercih edip seçeceğini bilmesi halinde, mükellef tutmamasının vacib olduğunu; ama Allah'ın, bu mükellef tutma sırasında o şahsın kabîh olanı tercih edeceğini bildiğinde, onu mükellef tutmaması vacib olmaz" şeklindeki görüşüne gelince, bu sırf bir tehakkümdür {delilsiz davadır). Böylece, Ebu'l-Hüseyn'in dört asır sonra, ince ve çok hassas düşünerek ortaya koymuş olduğu bu cevabın zayıf olduğu ve Allah'ın düşmanlarının bizim alimlerimiz değil, Mu'tezile olduğunun apaçık olduğu sabit olur. Allah en iyi bilendir. [279]
"İşte Rabbinin
dosdoğru yolu budur. Biz ayetleri, akltnı başına alıp düşünecek bir topluluk
için iyice açıklamış bulunuyoruz"
(En'âm,
126).
Âyetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[280]
Âyetin başındaki
"hazâ", ism-i işareti daha önce bahsi
geçmiş olan bir şeye işarettir. Bu şeyin ne olduğu hususunda iki görüş
bulunmaktadır:
Birinci görüş:
Bence, en kuvvetli görüş olup, buna
göre
bu ism-i işaret, Cenâb-ı Hakk'ın önceki âyette zikredip izah ettiği şu hususa
işaret etmektedir: "Fiil, sebebe (dâî'ye) dayanır. Sebep, Allah tarafından
meydana gelir. Binaenaleyh, fiilin de Allah tarafından olması gerekir ki, bu da
"sırf tevhid" İnancını gerektirir. Bu, sırf tevhîd de, Allah'ın bütün
kâinatın ve mümkinâtın, "Mübdii" (yoktan var edeni) olmasıdır."
Cenâb-ı Hak, hak olan tevhidi bilmeye götürdüğünü bildiği için, bunu Sırat
(yol) diye isimlendirmiştir. Bu kelimeyi bir de müstakîma (dosdoğru)
kelimesiyle nitelemiştir. Çünkü, Mu'tezile'nin görüşü müstakîm değildir. Bu
böyle değildir, zira "Mümkin"in iki (varlık ve yokluk) tarafından
birinin diğerine üstün gelmesi, ya bir müreccihe dayanır veya dayanmaz..
Binaenaleyh, bu bir müreccihe dayanırsa o zaman, "yapabilenden fiil ancak
ona dâî (sebep) bitiştiğinde sudur eder" denilmesi gerekir. Böyle olması
halinde de bizim, "her şey, Allah'ın kaza ve kaderiytedir" şeklindeki
sözümüz tam olur; Mu'tezile'nin görüşü ise bâtıl olur. Ama, mümkin'in iki
tarafından birinin diğerine olan üstünlüğü bir müreccihe dayanmazsa, bu
müreccihe ihtiyaç duymama halinin, bütün mümkin ve muhdes varlıklar hakkında
söz konusu olması gerekir. Bu durumda da, hem yaratmanın, hem de yaratıcının
yokluğu; fiil-fâil ve tesir-müessir vb. gibi hususların iptal edilmesi gerekir.
Ama, bu ağır basma (rüçhaniyet)'in, Mu'tezile'nin dediği gibi, her durumda değil de bazı
yerlerde bir müessire muhtaç olduğunu söylemek eğri-büğrü ve müstakîm olmayan
bir davranıştır. Müstakîm ve dosdoğru olan ise, bu ihtiyaç halinin mutlak
manada ve her zaman bulunduğuna hükmetmektir ki bu da, bizzat bizim
mezhebimizin ve görüşümüzün ta kendisidir. İşte bu görüş, bu ayetin tefsirinde,
bana göre tercihe lâyık olan görüştür.
İkinci görüş:
HakTeâlâ'nın, "İşte Rabbinin dosdoğru yolu budur" buy-ruğundaki hazâ
ism-i işareti, Kur'ân'da zikredilen her şeye bir işarettir. Bu cümleden olarak
İbn Abbas, "Allah, "Ey Muhammed, üzerinde olduğun bu şey, Rabbinin
dosdoğru olan dinidir" manasını murad etmiştir" derken, İbn Mes'ud: "Allah bununla Kur'ân'ı
kastetmiştir" demiştir ki, birinci görüş daha evlâdır. Çünkü işaret zamirinin,
zikredilen hususların en yaktntna işaret etmesi daha uygundur.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz ki: Allah Teâlâ, önceki âyette bulunan şeylere uymayı
emredince, bu âyetin, müteşabihattan değil, muhkemâttan olması gerekir. Çünkü
Allah bir şeyi zikredip, o şeye sarılmayı, ona yönelmeyi ve ona dayanmayı
iyice emredince, onun muhkemâttan olması vacib olur. Böylece, önceki âyetin
muhkemâttan olduğu, o ayeti zahirî manasına göre anlamanın vacib olup onu teVil
ederek tasarrufta bulunmanın haram ofduğu sabit olur.
[281]
Vahidî şöyle demektedir: "Âyetteki, müştakıma
kelimesi. hâl olduğu için mansubtur. Hâlin âmili ise, hazâ
kelimesidir. Zira
hâzâ'daki zâ işaret manasını tazammun
eder.
Bu, "Ayakta olduğu vaziyette Zeyd'e işaret ediyorum" manasına
gelen demen gibidir... Hâlde âmil olan
fiil değil, "manay-t fiil" (fiil manasını tazammun eden şey) olunca,
hâlin âmiline takdimi caiz olmaz ve mesela, denilemez., ama, "Zeyd,
gülerek geldi" denilir.
"Biz ayetleri,
aklını başına alıp düşünecek bir
topluluk
için iyice açıklamış bulunuyoruz" ayetine gelince, biz deriz ki:
"Âyetleri tafsil etme...", Cenâb-ı Allah'ın onları birbirine
karıştırmadan, teker teker zikretmesi manasınadır. Allah Teâlâ, kaza ve kader
inancının doğruluğunu, bu sûrede peşpeşe gelen birçok ayette, pek çok şekilde
ve pek çok yolla anlatmıştır.
Âyetteki, "aklını
başına alıp düşünecek bir topluluk için..." buyruğuna gelince, bunun
gerçek manasının ne olduğu Allah'ın katında olmakla beraber, bana öyle geliyor
ki: Allah Teâiâ, herkesin aklında, mümkin varlığın iki tarafından (olup-olmama,
varlık-yokluk taraflarından) birinin diğerine baskın çıkmasının ancak bir
müreccihten ötürü olduğu hususu iyice yerleşsin diye, bu ifadeyi bu âyetin
fasılası (sonu) yapmıştır. Binaenaleyh Allah Teâlâ sanki Mu'te2ile'ye şöyle
demiştir: "Ey Mu'tezilî, mümkin varlığın iki tarafından birinin diğerine
ancak bir müreccih sayesinde üstün geldiğini aklına iyice yerleştir ve bunu
unutma. Böylece kaza ve kader meselesindeki şüpheler kalbinden tamamen
gitsin."
[282]
"Rableri
katındaki selam yurdu onlarındır ve O, yapmakta oldukları (iyi işlerden) dolayı
kendilerinin dostudur" (En'âm, 127).
Bil ki Allah Teâlâ,
Srrat-ı Müstakîm'deki nimetlerinin büyüklüğünü beyan edip, bunların bahsedilen
kimseler için hazırlamış olduğunu beyan edince, o Sırat-ı Müstakîm'i tutmaktan
doğacak çok kıymetli faydalan açıklayarak, "Rableri katında selâm yurdu
onlarındır" buyurmuştur.
Bu âyette birçok
şereflendirme vardır:
[283]
Birinci çeşidi:
Âyetteki "selam yurdu onlarındır" buyruğunun anlattığı husustur. Bu,
hasr manası ifade edip, buna göre mana: "Selâm yurdu, başkalarının değil,
sadece onlarındır" manasındadır.
"Daru's-selâm"
tabiri ile ilgili iki görüş vardır:
1) Selâm, Allah'ın isimlerinden biridir.
Binaenaleyh "daru's-selam" terkibi, dâru'Mah (AHah'ın yurdu)
manasındadtr. Nitekim Ka'be hakkında "Beytullah" (Allah'ın evi);
halife hakkında da "Abdullah" denilmesi, bunun gibidir.
2) Bu terkibte "selâm",
"dâr" kelimesinin sıfatıdır. Buna göre şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu, "dâru's-selam" (kurtuluş yurdu)
manasındadır. Araplar, birçok masdarın sonuna tâ-i te'nis getirir, birçoğundan
da hazfederler. Nitekim, onlar "dalâl" ve "dalâlet";
"sefâh" ve "sefahat"; "lezâz" ve
"lezâzet"; "radâ" ve "radâ'at" (süt emmek)
derler.
b) "Selâm" kelimesi, "selametin
çoğuludur. İçinde hertürlü selâmet (kurtuluş) bulunduğu için cennet, "selam
yurdu" diye adlandırılmıştır.
Bu iki görüşü
anladığına göre, bil ki birinci görüşte olanların, kendi görüşlerinin daha
münasip olduğunu düşünmelerinin sebebi şudur: Çünkü "dâr"ın Allah'a
nisbet edilmesinde, o yurdu nihayetsiz bir şekilde şereflendirme, yüceltme ve
kıymetini artırma vardır. Bundan dolayı, Allah Teâlâ bu yurdun ehemmiyetini iyice
ortaya koymak gayesiyle, onu kendine izafe etmiştir.
İkinci görüşü
benimseyenler de, şu iki bakımdan bu görüşlerini tercih etmişlerdir:
a) "Dâr"ı, "selamet dân
(yurdu)" olarak tavsif etmek, "Allah'ın yurdu" diye tav-s f
etmeye nazaran, insanları daha çok cezbeder.
b) Allah Teâiâ'yı "Selâm" ismi ile
tavsif, aslında mecazî bir tavsiftir. Allah 'selâmet" sahibi (yani
kurtarıcı) olduğu için, bu isimle tavsif edilmiştir. Binaenaleyh
bir sözü, hakiki (lügavi) manasına hamletmek mümkin
ise, böyle yapmak daha uygun olur.
İkinci çeşid
şereflendirme de, ayetteki "Rab'leri katında...." tabirinin anlattığı
husustur. Bu ifadenin tefsiri hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
1) Bundan maksad şudur: Bütün haklar, Allah
katında hazır ve mevcut olduğu gibi, bu yurd da Allah katında hazır ve
mevcuttur. Bunun benzeri bir ifade de, "Onların mûkâfaatı Rabbleri
kalındadır" (Beyyine, 8) ayetidir. İşte bu, onların selam yurdu cennete
ulaşmalarını ve bu hususta bir güven içinde olduklarını iyice anlatan bir
ifadedir.
2) Doğruya en yakın olan izaha göre ayetteki
"Rableri katında,,,"tabiri
ileride hazırlanmış olan o mükâfaatın, Allah'a yakın olma sıfatı ile
olduğunu hissettirir. Bu yakınlık mekan ve cihet bakımından olmaz. O halde
bunun şeref, yücelik, rütbe (derece) ile olması gerekir. Bu da, o şeyin künhünü
ancak Allah Teâlâ'nın bilebileceği bir kemal ve yüceliğe ulaştığına delâlet
eder. Bunun bir benzeri de, "Kendilerine ne (nimetler) gizlenmiş
(hazırlanmış) olduğunu hiç kimse bilemez" (Secde, 17) ayetidir.
3) Allah Teâlâ melekleri anlatırken, "O
(Allah)'ın yanında bulunanlar, O'na ibadet etmekten asla kibirlenmezler"
(Enbiya. 19) buyurmuş ve bir hadis-i kutside, mü'minleri anlatırken, "Ben,
benim için kalbleri
kırılmış, hüzünlenmiş
olanların yanındayım"[284] ve
"Ben,
kulum beni nasıl zannederse,
öyleyim"[285] buyurmuştur. Yine
mü'minlerin Kıyamet'teki halleri hakkında, "(Onlar) hak meclisinde, kudret
sahibi, mülkü çok yüce (Allah'ın) yanındadırlar" (Kamer, 55); ahiret
yurtları hakkında, "Rableri katındaki selam yurdu onlarındır" (En'âm,
127), ve oradaki mükafaatları hakkında, 'Onlann mûkâfaatı Rableri
kalındadır" (Beyyine, 8) buyurmuştur. Bu son âyet, kulluk sıfatının
mükemmelliğinin "Allah'ın katında olma (indiyyet)" ile olduğuna
delâlet eder.
Üçüncü çeşid
şereflendirme, ayetteki, "O (Allah), kendilerinin dostudur"
buyruğunun anlattığı husustur. Veli, "dost, yakın olan" manasındadır.
Binaenaleyh ayetteki,"Rab/erî katında..." tabiri kulların Allah'a;
"O, kendilerinin dostudur" buyruğu da, Allah'ın onlara yakın
olduğuna delâlet eder. Aklen, kul için bundan yüce bir derece göremiyoruz. Hem
sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "O (Allah) kendilerinin dostudur" sözü, hasr
manası ifade eder, yani "Onların dostu, sadece Allah'tır" demektir.
Nasıl böyle olmaz ki, çünkü bu şereflendirme, "Allah kime hidayet etmeyi
isterse, onun göğsünü İslâm'a açar, kimi de saptırmak isterse, onun da kalbini
son
derece daraltır"(En'âm, 125)
ayetinde anlatılan tevhid üzerine bina edilmiştir. İşte o kavimler, bu ayetten
müdebbirin ve mukaddirin sadece Allah Teâlâ olduğunu, fayda ve zarar
verebilecek olanın sadece O olduğunu, insanları cennetlik ve cehennemlik
kılanın sadece O olduğunu ve kâinatı-mümkinatı yaratanın sadece O olduğunu anlamışlardı.
Bundan dolayı onlar bunu anlayınca, Allah'ın dışında herşeyle ilgilerini
kestiler, sadece Allah'a başvurdular, sadece O'na tevekkül ettiler, sadece
O'nunla ünsiyet ettiler ve sadece O'na boyun eğdiler. Onlar bütün bu haller
üzere olduklarından, Atlah Teâlâ da "O, kendilerinin dostudur"
buyurmuştur. Bu, Allah Teâlâ'nın hem dinî, hem dünyevî hususlarda kullarına
fayda sağlayan her türlü işi üzerine aldığını bir bildirmedir. Bu ifadeye,
onları koruması, gözetmesi, onlara yardımcı ve destek olması, her türlü hayrı
onlara verip, onlardan her türlü afet ve belâları savuşturması girer.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yapmakta oldukları (iyi işlerden) dolayı..." buyurmuştur. Allah Teâlâ, insan işi gücü bırakmasın, ibadetten vazgeçmesin diye, böyle buyurmuştur. Çünkü insan için, amel mutlaka gereklidir. Bu hususta sözün özü şudur: Ruh ile beden arasında çok sıkı bir bağ vardır. Nasıl ki ruhî haller, ruhtan kaynaklanarak bedene inerse -nitekim insan , kızdıracak bir şey düşündüğünde bedeni ısınıp kızarır-, bedenî haller de, bedenden ruha doğru çıkar. Binaenaleyh insan iyi ve güzel amellere devam ettiği sürece, ruh cevherinde, o amellere uygun tesirler-eserler meydana gelir. Bu da, sâlikin mutlaka amel etmesi; amel ve ibadeti bırakmaması gerektiğine delâlet eder. [286]
"Ogün (Allah)
onların hepsini toplayacaktır. "Ey cin topluluğu, insanlardan birçoğunu,
(baştan çıkarıp kendinize katmak) kaygısına düştünüz ha!" (denilecek).
İnsanlardan onlara uymuş olanlar da diyecekler ki: "Ey Rabbimiz, biz
birbirimizden faydalandık ve bizim için takdir ettiğin ua'deye (ecele)
erdik." Bunun üzerine O, "Allah'ın diledikten müstesna, içinde ebedî
kalıcı olacağınız ateş, karargâhınızda" diyecek. Şüphesiz ki Rabbin
hakimdir,
alimdir" (En'âm,
128).
Bil ki Allah Teâlâ,
Sırat-ı Müstakim'e iyice tutunanların halini anlatınca, cennetliklerin
kıssası, cehennemliklerin kıssasını takib etsin ve vaacl-i ilahiden sonra valdi
(tehdidi) gelsin diye, halleri bunun tersi olanların durumunu da bunun peşisıra
anlatmıştır.
[287]
Bu ayette ilgili
birkaç mesele vardır:
ifadesi, mahzuf bir
kelime ile mansubtur.
Yani, "Bizim
onların hepsini toplayacağımız günü hatırla"; yahut "Biz onları
toplayacağımız gün, "Ey cin topluluğu..." deriz" veyahut da,
"Bizim onları toplayıp ve "Ey cin topluluğu..." dediğimiz gün,
müthişliğinden ötürü anlatılamayacak şeyler olur" demektir.
[288]
"Onların hepsini
toplayacak" ifadesindeki, "Onlar" za- mirinin râcî olduğu
kimseler hususunda iki görüş vardır:
a) Bu, daha
önce zikredilen bir şeye değil, malum olan birşeye râcîdir. Bu ayetlerde daha
önce zikredilen "insanlar ve cinler"dir. Halbuki bütün mükellefler,
Allah Teâlâ'nın, öldükten sonra kendilerini dirilteceğini bilirler.
b)
Bu zamir, "Biz, her peygambere de, insan
oe cin şeytanlarını böylece düşman yaptık. Onlar birbirine, aldatmak için yaldızlı birtakım
sözler telkin ederier"(En'am, 112) ayetinde bahsedilmiş olan şeytanları
göstermektedir.
[289]
Âyette bir hazf
bulunup, bunun takdiri, "Biz onların hepsini o gün toplayacak ve, "Ey
cin topluluğu!" diyeceğiz..." şeklindedir. Bu takdire göre, onların
hepsini
hasreden Allah olduğu gibi, bu sözü
söyleyen de Allah olmuş olur. Onların toplanılıp haşredilmesinden sonra, bu
sözün Allah tarafından söylenmiş olması, ancak bir "tebkît" (azarlama
ve susturma) ve onların dünyada iken (hak hususunda) diretip, ahirette de
hallerinin teslim olmaya, boyun eğmeye ve suçlarını itiraf etmeye
varacağını
beyan etmektir. Zeccâc da şöyle
demektedir: "Bu kelamın takdiri, ("ve onlara, "ey cin topluluğu,
denilir") şeklindedir. Çünkü
Allah'ın
bizzat kendisinin kâfirlerle konuşması uzak bir ihtimaldir. Bunun delili ise
Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerin vasfı hususundaki, "Allah, Kıyamet gününde
onlarla konuşmaz..."(Al-i İrnran. 77) buyruğudur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"İnsanlardan birçoğunu, (baştan
çıkarıp kendinize katmak) kaygısına düştünüz ha!" hitabına gelince, biz
deriz ki,
bunu mutlaka tevil etmek gerekecek. Çünkü
cinler, insanların bizzat kendisini çoğaltmaya kadir olamazlar. Zira cisimlere,
diriltmeye ve fiile muktedir olan sadece
Allah'tır.
Binaenaleyh, tabirinden muradın, "{insanlar tarafından) kabul görerek
insanları sapıklığa çokça davet etmeleri" oiması gerekir.
[290]
"Onların dosttan
olan insanlar da...diyecekler..." buyruğuna gelince, bu hususta doğruya
en yakın olan da, bu ifadede bir hazfin bulunduğunu söylemektir. Binaenaleyh,
Cenâb-ı Hak susturmak için cinlere söz söylediği gibi, azarlamak için onların
dostları olan insanlara söz söylemiştir. Çünkü, cinlerden meydana gelen şey,
insanları sapıklığa davet etmek; insanlardan meydana gelen şey de o daveti
kabul etmektir. Binaenaleyh, her iki grup arasında da bir ortaklık ve
müşareket bulunmaktadır demektir. Bu sebeple, Cenâb-ı Hak her iki güruhu da
azarlayıp susturunca, burada o insanların cevabını nakletmiştir ki, bu da o
insanların, "Ey rabbimiz, biz birbirimizden faydalandık"
şeklindeki sözleridir.
Böylece o insanlar kendilerini, akibetlerinin kötülüğünü kesinlikle
anlayacakları bir yere varıncaya kadar, dünya menfaatlerine ve onun lezzetlerinden
istifade etmeye gayret göstermekle tavsif etmişlerdir. Sonra burada şu iki
görüş vardır:
a) Onların,
"birbirimizden faydalandık" şeklindeki sözleriyle, cinlerin insanlardan;
insanların da cinlerden istifade etmiş olduğu anlaşılır. Bu görüşe göre,
karşılıklı istifade ile neyin kasdedildiği hususunda da şu iki izah ileri
sürülmüştür:
1) Bu faydalanma şudur: Bir kimse yolculuk
yaptığı zaman, ıssız bir yerde akşamlayıp da kendisi hakkında korktuğu vakit,
"Onun kavminin cahil ve sefihlerinden, bu vadinin efendisine
sığınırım..." der ve geceyi emniyet içinde geçirirdi. İşte insanların
cinlerden faydalanması budur. Cinnin insandan faydalanmasına gelince, bu da
şudur: O insan cinne sığındığı zaman bu sığınma işi, insanlar tarafından cinlere
gösterilen bir saygı ve tazim olurdu. O cin de, "Ben, cinlerin ve
insanların efendisi oldum..." derdi. Çünkü insan, o cinnin, kendisinden
bazı şeyleri def edip savuşturmaya kadir olduğunu itiraf etmiştir. Bu, Hasan
el-Basrî, İkrime, Kelbî ve İbn
Cüreyc'in görüşüdür. Onlar,
görüşlerinin doğruluğuna, "insanlardan bazı kimseler cinden bazı kişilere
sığınırlar..." (Cin, 6) ayetini delil getirmişlerdir.
2) İnsanlar, cinlere itaat ediyorlar ve onların
hükümlerine boyun eğiyorlardı. Böylece cinler, reisler ve önderler gibijnsanlar
da azlık çokluk hususunda reislerine ve hizmetinde bulundukları kimselere
muhalefet etmeyen, bunu candan kabullenen, itaatkâr tâbiler ve hizmetçiler gibi
olmuş oluyorlardı. Şüphesiz ki burada reis durumunda olan cin, hizmetçi
durumunda bulunan insandan istifade etmiştir. İşte cinlerin insanlardan
faydalanması budur...
İnsanların cinlerden
istifade etmelerine gelince, bu da şöyledir: Cinler, o insanları çok çeşitli şehevî
şeylere, lezzetlere ve arzu uyandıran şeylere yöneltiyor ve bu işleri onlara
kolaylaştırıyorlardı. Bu görüşZeccâc'ın tercihi olup, o şöyle demiştir:
"Bu, önceki izahtan daha uygundur. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın,
"İnsanlardan birçoğunu (baştan çıkarıp kendinize katmak) kaygısına
düştünüz ha!" hitabıdır. Halbuki insanlardan, "Bu vadinin seyyidine,
efendisine sığınırım" diyenler azdır.
b) Âyetteki
"Ey Rabbimiz, biz birbirimizden faydalandık" sözü sadece insanlara
has olan bir ifadedir. Çünkü cinlerin insanlardan, insanların cinlerden faydalanmaları,nadir
ve nerdeyse görünmeyecek derecede gizli olan bir durumdur. Ama, insanların
birbirlerinden faydalanmalarına gelince, bu açık bir durumdur. Binaenaleyh,
sözü de buna hamletmek gerekir. Âyetteki "Onların dostları olan insanlar
da, "Ey Rabb'imiz, biz birbirimizden faydalandık" kısmı, cinlerin
dostları olan insanların sözüdür. Binaenaleyh, "birbirinden
faydalanma..." tabiriyle murad edilenin, o kavme mensub olan kimselerin
birbirlerinden faydalanmaları olması gerekir.
[291]
Daha sonra Allah Teâlâ
onların, "ve bizim için takdir ettiğin ua'deye, (ecele) erdik"
dediklerini nakletmiştir. Buna göre mana, "Bu faydalanma işi, belli bir
zamana ve muayyen bir vakte kadar oldu. Sonra da fayda vermeyen bir pişmanlık,
tehassür ve nedamet dönemi gelir" şeklinde olur.
Alimler bu zamanın
hangi vakit olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bazıları
bunun ölüm zamanı, bazıları mühlet verme {kendi haline bırakma ve temkin) zamanı;
bazıları da, bunun Kıyamet günündeki hesap vakti olduğunu söylemişlerdir.
Birinci görüşü ileri sürenler, "Bu, öldürülme vb. yollarla ölen herkesin,
eceli ile öldüğüne delâlet eder. Çünkü onlar, "Biz, bizim için takdir ettiğin
va'deye erdik" şeklinde ikrarda bulunmuşlardır. Halbuki bu sözü
söyleyenler içinde maktul olanlar bulunduğu gibi, maktul olmayanlar da
vardır..." demişlerdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bunun üzerine o ateş, karargâhınızdır" buyurmuştur.,Mesvâ
kelimesi, durulacak, karar kılınacak ve varılacak yer demektir. Fakat dünyada
insanın, bir makamı ve karar kılacağı bir yeri bulunup, bilahare ölmesi ile o
yerinden kurtulma ihtimali vardır. İşte Allah Teâlâ bu (ahirette-ki) meskenin
ebedî ve devamlı olduğunu beyan buyurarak bu zannı izale etmiştir.
Bu da Hak Teâlâ'nın
"Ebedî kalıcı olacağınız.." buyruğudur.
[292]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Allah'ın dilemesi müstesna..." buyurmuştur. Bu tabir ile ilgili
olarak şu izahlar yapılmıştır:
a) Bundan maksad, mahlûkatın hesaba çekildiği
vakitleri istisna etmektir. Çünkü o zaman insanlar henüz ebedî olarak cehenneme
girmemişlerdir.
b) Bundan
murad, insanların cehennem azabından zemherir azabına geçtikleri vakitlerdir.
Rivayet edildiğine göre cehennemlikler, alabildiğine soğuk olan bir (cehennem)
vadisine sokulacaklar. Onlar o soğuktan, tekrar cehennem ateşine geri
götürülmelerini isteyecekler.
c) İbn Abbas şöyle demiştir: "Allah Teâlâ,
bununla ilm-i ezelisi ile müslüman olacaklarını ve Hz. Muhammed (s.a.s)'i
tasdik edeceklerini bildiği kimseleri istisna etmiştir." Bu görüşe göre,
ayetteki mâ lafzının men manasına olması gerekir.
Zeccâc, "Birinci
görüş daha evlâdır. Çünkü istisna Kıyamefle ilgilidir. Zira ayetteki, "O
gün (Allah), onların hepsini toplayacaktır" buyruğu, Kıyamet günü
hakkındadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kabirlerinden diriltilip hesaba
çekilmeleri için, Allah'ın dilemiş olduğu süre müstesna, onlar
diriltildiklerinden beri orada ebedîdirler.." buyurmuştur.
d) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Bu istisna,
ebedîlikle İlgili değildir. Bu, onlar için takdir edilmiş olan ecel (yani ömür)
İle ilgilidir. Buna göre sanki onlar, "Senin, tayin edilen eceli
tamamlamadan önce yok edip öldürdüklerin müstesna, biz, senin bizim için
belirlediğin zamana ulaştık. Ömrü tamamladık" demek istemişlerdir. Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın "Bizim, kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi
bilmezler mi" (En'âm, 6) buyruğunda olduğu gibidir. Bu, Hak Teâlâ'nın,
iman etmeleri halinde, kendileri için belirlenmiş olan vadeye ulaşacak olan ama
(inkârları sebebiyle) O'nun, o vâdeden önce Allah'ın imha ettiği Âd, Semûd ve
Nûh kavimlerini helak etmesine benzer. Binaenaleyh sözün özü, "Onlar,
"Biz birbirimizden istifade ettik ve küfür ve dalâletleri sebebiyle,
kendileri için takdir edilmiş otan zamanı doldurmadan önce, müddetini
kısalttığın kimseler hariç, bizim için belirlediğin zamanı doldurduk"
demek istemişlerdir."
Bil ki bu izah, her ne
kadar mümkün ise de, bunda bu ayetin lafızlarının terti-bindeki zahir durumu
terketme sözkonusudur. Âyeti, zahir manaya hamletmek mümkün olunca, bu tür
zorlamalara gerek kalmaz.
Daha sonra Allah
"Şüphesiz ki senin Rabbin, verdiği sevab,
ceza ve diğer karşılık verme hususlarında hakim ve alimdir"
buyurmuştur. Allah sanki o kâfirlere, "Onların buna müstehak olduklarını
bildiğim için, onlara ebedî azâb ile hükmettim.." demek istemiştir. Allah
en iyi bilendir.
[293]
Ebû Ali el-Fârisî şöyle demiştir: "Ayette sözündeki mesvâ kelimesi, ism-i mekân değil, mimli masdardır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu hâldir. Halbuki ism-i mekânlar, fiilin amel etmesi gibi amel edemezler. O halde, buyruğunun manası, "Cehennem, sizin içinde ebedî olarak kalmanıza müsait ve elverişli bir yerdir" şeklindedir." [294]
"İşte biz,
zalimlerden kimini kimine, işlemekte oldukları yüzünden, böylece
musallat ederiz" (ErVâm, 129).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[295]
Âyetle ilgili bazı
kayda değer bilgiler bulunmaktadır;
Birinci fayda:
Bil ki Allah Teâlâ, cinlerin ve insanların, birbirlerini dost
edindiklerini nakledince, bunun, ancak kendi kazası ve takdiri ile meydana
geldiğini beyan ederek, "İşte biz, zalimlerden kimini kimine böylece
musallat ederiz" buyurmuştur. Bunun böyle olduğunun delili ise şudur:
Kulun kudreti her iki tarafa da, yani dost olmaya da düşman olmaya da elverişlidir.
Binaenaleyh, dostluğa sevke-den bir sebep olmasaydı, dostluk meydana gelemezdi.
Halbuki o sebep de -teselsülü sona erdirmek için- ancak Allah'ın yaratmasıyla
olur, meydana gelir. Böylece bu aklî delil ile, zalimleri birbirine dost
edenin, Allah olduğu sabit olmuş olur. Bu açıklama ile de bu âyet, cebir ve
kader meselesinde bizim lehimize olan bir delil haline gelmiş olur.
İkinci fayda: Allah
Teâlâ, cennetlikler hakkında, "Esenlik yurdu" (cennet)'in onlara ait
olduğunu beyan edince, "onları koruyup gözeten, maddî ve manevî destek
sağlayan" manasında olmak üzere, kendisinin, o cennetliklerin dostu
olduğunu beyan etmiştir. Tıpkı bunun gibi, cehennemliklerin durumunu
açıklayınca da, onların nihayette varacakları yerin cehennem olacağını
zikretmiş, daha sonra da, o cehennemliklerin dostlarının da zulüm, hor ve
hakîrlik ve ceza bakımından kendilerine benzeyen kimseler olduğunu beyan
buyurmuştur ki, işte bu son derece güzel ve hoş olan bir münasebettir.
Üçüncü fayda: buyruğundaki teşbih kâfi, daha önce
geçmiş
olan bir şeyin bulunmasını iktizâ eder.
Buna göre ifadenin takdirî manası: HCenâb-ı Hak, "Daha Önce bahisleri
geçen cin ve insanlara, kendisinden kurtuluş olmayan ve ebedî ve efîm olan bir
azabı indirdiğim gibi, işte aynı şekilde, zalimleri de birbirine musallat
ettim" demek istemiştir" şeklindedir.
Dördüncü fayda:
"İşte biz, zalimlerden kimini kimine... böylece musallat ederiz"
buyurulmuştur. Çünkü, aynı cinsten olma, bir araya gelme sebebidir. O halde
adî ruhlar, adîlikte kendilerine benzeyen ruhlarla bir araya gelirler. Temiz
ruhlar-hakkındakt hüküm de aynıdır. Binaenaleyh herkes, maddi manevî yardım ve
destek hususunda, kendisine benzeyen kimselerin durumuna, işine itinâ gösterir.
[296]
Âyet, halk ne zaman
zalim olursa, Allah Teâlâ'nın da
onlara
kendileri gibi bir zalimi musallat edeceğine de-
lâlet etmektedir.
Binaenaleyh halk, zâlim bir idareciden kurtulmak isterse, zulmü bıraksın!..
Yine bu âyet,
halk içinde
kendilerini idare eden ve onlara hükmeden
bir
lider ve hakimin bulunmasının gerekli olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak,
zulmeden kimseleri, zalim bir idareciden uzak ve berî kılmayınca, salih
kimseleri de onları, salahlarını arttırmaya sevkeden bir emir ve yöneticiden
mahrum bırakmaması haydi haydi beklenir. Hz. Ali (r.a) de, "İnsanlara
ancak, ya âdil veyahut da zalim bir emir, yönetici uygun düşer" deyince.
Sahabe onun "veyahut da zalim" sözünü yadırgar... Bunun üzerine Hz.
Ali, "Evet, yol emniyetini temin eder, namazları kılmaya ve Ka'be'yi
haccetmeye imkân verirse, niye olmasın?" der. Rivayet olunduğuna göre Ebu
Zerr, Hz. Peygamber'den idarecilik ister. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)
ona,
"Şüphesiz sen, zayıfsın; idarecilik
ise
bir emanettir. Bu idarecilik, onun hakkını
iyice ifa edip, o hususta üzerine düşenleri yerine getiren kimseler hariç,
Kıyamet gününde bir horluk, rüsvaylık ve bir pişmanlık (sebebi)dir" der.[297]
Malik İbn Dinar'ın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: İlahî kitapların
birinde, "Ben Allah, melikler melikiyim; meliklerin kalble-ri ve onların
nâsiyelerı, benim elimdedir. Artık kim bana itaat ederse, hükümdarları o kimse
hakkında bir rahmet kılarım; kim de bana isyan ederse, onları o kimseye bir
intikam ve gazab vasıtası yaparım. Meliklere sövmekie kendinizi meşgul etmeyin.
Bir şey yapacaksanız, hükümdarlar içinde size en şefkatli olan (Allah'a)
yönelin..." şeklinde varid olmuştur.
Âyetteki, "İşlemekte oldukları yüzünden..." buyruğunun manası, "Halktan bazılarının zulmü işlemiş olması sebebiyle, zalimleri birbirlerine musallat ederiz.." şeklindedir. Bundan murad da, bizim yukarda, "Aynı cinsten olma, bir araya gelmenin sebebidir, illetidir" diye bildirdiğimiz gerçektir. [298]
"Ey cin ve ins
topluluğu! İçinizden size ayetlerimi nakleden, bu gününüzün
gelip çatacağını bildirerek sizi uyaran peygamberler
gelmedi mi? "Ey Rabbimiz
diyecekler, kendimiz
aleyhine olarak (buna) şahidlik ederiz." Dünya hayatı
onları aldatmıştı. Böylece gerçek kâfir kimseler
oldukianna, kendileri de kendi
aleyhlerinde şahid
oldular" (En'âm, 130).
Bil ki bu âyet, Allah
Teâlâ'nın, Kıyamet gününde kâfirleri azarlamak üzere yapacağı hitabın
devamıdır. Böylece Allah Teâlâ onların, inkâr etmeye bir yol bulamayacaklarını,
kendilerinin kâfir olduklarına bizzat kendilerinin şehadette bulunacaklarını ve
onların ancak, delile dayanılarak azab göreceklerini beyan buyurmuştur. Âyetle
ilgili birkaç mesele vardır:
[299]
Dilciler şöyle
demişlerdir: "Ma'şer kelimesi, işleri aynı
olan ve aralarında bir ünsiyyet ile içli dışlılık bulunan her topluluğa
verilen addır. Bu kelimenin çoğulu ise,
me'âşir
kelimesidir." Âyette buyurulan "içinizden peygamberler..."
hakkında alimler, cinlerden peygamber gelip gelmediği hususunda ihtilaf
etmişlerdir:
1) Bu cümleden
otarak Oahhâk, 'ttpkt insanlar gibi,
cinlerden de birtakım peygamberler
gönderildiğini" söylemiş, hem bu âyeti, hem de "Hiçbir ümmet müstesna olmamak üzere
onun içinde mutlaka bir uyarıcı gelip geçmiştir" (Fatır, 24) ayetini
okumuştur.
Dahhâk, bir başka izah
tarzı olan şu hususla da istidlal edebilirdi: Cenâb-ı Hak, "Eğer onu bir
melek yapsaydık, o (meleği) de herhalde bir adam (suretinde)
gösterirdik..." (Eriâm, 9) buyurmuştur. Müfessirler bunun sebebini,
"İnsanın insan ile olan ünsiyyeti, onun melek ile olan ünsiyyetinden daha
mükemmeldir; binaenaleyh, Allah'ın hikmetine göre, bu ünsiyyetin daha müKemmel
olması için, in-
san)armpeygambefm)r
msan)aröan yapma® g&f&MŞll.''0M#ıS0!/ffl0â/f. Bunun böyle olduğu sabit
olunca, bu sebep, cinler hakkında da söz konusudur. Binaenaleyh, cinlerin
peygamberinin de cinlerden olmasj gerekir.
2) Ekseri
ulemânın görüşü olup, buna göre, cinlerden kesinlikle peygamber gelmez..
Peygamberler ancak, insanlardan olur. Bu görüşün izahı hususunda, "icmâ
bulunduğu" iddiasından başka, hiçbir delil görmedim... "İcmâ'ın
bulunduğu" da söylenemez; çünkü, ihtilaf bulunuyorken, icmâ nasıl tahakkuk
edebilir ki? Bu hususta "Muhakkak ki Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim
hanedanını, İmrân ailesini, alemlerin üzerine mümtaz kıldı..." (Al-i
Imran, 33) ayetiyle istidlalde bulunmak mümkündür. Alimler, burada (AH Imran,
33) bahsedilen "ıstıfâ" (seçme, mümtaz kılma) tabiri ile, sadece
nübüvvetin kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh, nübüvvetin
sadece o kimselere tahsis edilmiş olması gerekir. Ama Dahhâk'ın, bu ayetin
zahirine tutunmasına gelince, bu hususta şu açılardan söz edilebilir:
a) Allah
Teâlâ, "Ey cin ve ins topluluğu, içinizden (....) peygamberler gelmedi mi
size?" buyurmuştur. Bu, cinlerin ve insanların peygamberlerinin, bu
müşterek topluluğun kısımlarından bir kıstm olmasını gerektirir. Peygamberler
insanlardan olunca, peygamberler o topluluğun kısımlarından bir kısım olmuş
olurlar. Binaenaleyh bu kadar bir izah, lafzı zahirine hamletme hususunda
yeterli olur. Âyetin zahirinden, cinlerden de peygamber gelmiş olduğunun
kabulü gerekmez.
b) Şöyle denilmesi de uzak bir ihtimal
sayılamaz: Peygamberler, insanlardandır. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak,
cinlerden bir topluluğun kalelerine, peygamberlerin irşadını dinleme arzusu
düşürmüş, böylece onlar peygamberlerin sözlerini dinlemiş, sonra kendi
kavimlerine gelmiş, peygamberlerden duyup dinledikleri şeyleri haber vermişler
ve duydukları şeylerle onları inzar etmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hani cinlerden bir taifeyi, Kur'ân
dinlemeleri için sana (doğru)
yöneltmiştik" {Ahkâf, 29) buyurmuştur. Binaenaleyh o cinler, elçilerin
(peygamberlerin) elçileri olmuş olurlar, böylece de Allah'ın elçileri olurlar.
Bunun böyle olduğunun delili, Allah Teâlâ'nın, Hz. İsa'nın elçilerini, bizzat kendisinin
elçileri olarak gösterip, "Biz o zaman onlara iki elçi göndermiştik"
(Yasin. 14) buyurmastdır.
Bu hususta sözün özü
şudur: Allah Teâlâ bu âyet ile , kâfirleri azarlayıp sustur-muştur. Çünkü O,
bütün herkese müjdeleyici ve korkutucu olarak peygamberler göndermekle,
hertürtü mazeret kapısını kapatmıştır. Binaenaleyh işte bu yolla herkese müjde
ve inzar (korkutma-ikaz) ulaşınca, hertürlü mazeret ve bahaneyi kaldırma
maksadı gerçekleşmiş olur. Böylece de bizzat maksadın kendisi meydana gelmiş
olur.
c) Vahidî
şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, "içinizden peygamberler..."
buyruğu ile "siz iki topluluktan birinizden..." manasını kastetmiştir
ve bu birisi, "İnsan cinsi"dir. Bu tıpkı, "O iki denizden inci ve
mercan
çıkar" (Rahman, 22) ayetinde olduğu gibidir. Bu âyet, "O iki denizin
birinden (...)" demektir ve o da, tatlı olmayıp tuzlu olan denizdir."
Bil ki ilk iki izahta,
ayetin zahirî manasını bırakmaya ihtiyaç kalmamaktadır.
Ama üçüncü izah, ayetin zahirinin bırakılmasını
gerektirmektedir. Ama ayrı bir delil bulunmadığı müddetçe, ayetin zahirini
bırakma cihetine gidilmez.
"Size ayetlerimi
nakleden.." buyruğundan maksad, "gerek okuma ve gerekse açıklama
sureti ile delillere dikkat çekme" manasıdır.
Âyetteki, "Bu
gününüzün gelip çatacağını inzar
ederek
haber veren.." buyruğu O peygamberler sizi, bu günün azabı
hususunda uyarırlardı" demektir. Binaenaleyh bütün mahlûkât o esnada,
iliraf etmekten başka
çare bulamazlar ve
bundan dolayı da, "kendi aleyhimize şahidlik ederiz" derler.
[300]
İmdi eğer (birileri),
"Kâfirlerin, "Rabbimiz Allah'a yemin ederiz ki, biz müşrik
olmadık" (En'âm. 23) şeklinde, kabul etmedikleri küfür ve şirklerini, bu
ayetteki ifade ile kabullenmelerinin sebebi nedir?" derler ise, biz deriz
ki: "Kıyamet, çok uzun bir gündür ve insanların halleri o gün halden hale
değişir. Bu cümleden olarak onlar birşeyi bazan kabullenir, bazan reddederler.
Bu da, onların korkularının şiddetli ve durumlarının karışık olduğuna delâlet
eder. Çünkü korkusu fazla olan kimsenin sözleri karışık ve tutarsız olur.
Daha sonra Hak Teâlâ,
"dünya hayatı onları aldattı" buyurmuştur ki bu, "Onlar,
dünyadaki kâfirliklerini itiraf edince, Allah Teâlâ sanki, "Onlar bu
küfürlerine ancak, dünya hayatı onları aldattığı için düşmüşlerdir"
demiştir" manasınadır.
Bundan sonra
"Gerçek kâfir kimseler olduklarına, kendileri de kendi aleyhlerinde şahid
oldular" buyuruldu. Bundan mu-rad şudur: Onlar, her nekadar peygamberlere
düşman iseler ve onların şeriatları ile mu'cizelerini tenkidde ileri gitmiş
iseler de, işlerinin sonu kendilerinin gerçekten kâfir olduklarını itiraf etmek
olmuştur. Bazı alimler, ayetteki, "Gerçek kâfir kimseler oiduklanna,
kendileri de kendi aleyhlerine şahid oldular" ifadesini, "uzuvları, onların
aleyhine, onların müşrik ve kâfir olduklarına dair şahidlik eder" manasına
hamletmişlerdir. Bu alimlerin, (âyete bu manayı vermede) maksadlan, ayette bir
tekrarın olmamasını temin etmektir. Her ne şekilde olursa olsun, o kâfirlerin
bu âyette, Kıyametteki hallerinin ortaya serilmesinden maksad, onları dünyada
inkâr ve günahlarından caydırmaktır.
Bil ki alimlerimiz,
ayetteki, "Ey cin ve ins cemaati, içinizden size ayetlerimi nakleden, bu
gününüzün gelip çatacağını inzâr ederek haber veren peygamberler gelmedi
mi?" hitabını, şeriat gönderilmeden bir farziyyetin söz konusu
olmayacağına delil getirmişlerdir. Çünkü bir şeriat gelmeden, bir farziyyet
veya bir cezayı haketme söz konusu olsaydı, ayette bunun sebep olarak
gösterilişinin ve bu sözü söylemenin bir manası olmazdı.
[301]
"Bunun sebebi
şudur: Rabbin, ahalisi habersiz bulunurken (yaptıktan) zulüm
sebebi ile, memleketleri helak edici değildir"
(En'âm. 131)
Bil ki Allah Teâlâ,
kafirlere ancak peygamberler gönderdikten sonra azab edeceğini beyan edince,
bu ayeti ite de, bu azabın adaletin ve hakkın tâ kendisi olup gerekli bir iş
olduğunu açıklamıştır.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[302]
Keşşaf sahibi
şöyle der: "Âyetteki "zâlike" kelimesi,
daha önce bahsedilmiş olan, onlara peygamber gönderme
ve onları ileriki tehlike hususunda ikâz ve inzar
etme işine işarettir. Bu kelime, mahzuf bir mübtedantn haberi olup,
takdiri, "Bu iş böyledir" şeklindedir.
[303]
Âyetteki,
"Rabbin, zulüm sebebi ile, memleketleri helak edici değildir"
buyruğu ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu, sebep gösteren bir cümledir ve manası şu
şekildedir: "Rabbin, memleketleri yaptıkları zulümler sebebi ile helak
edici olmadığı için, durum sana (yukarıda) anlattığımız gibi olmuştur." Bu
ayetin başındaki "en" fiil-i muzârîyi nasbeden edatlardandır.
b) Bu edatın "enne" kelimesinin
şeddesizi olan "en" olması muhtemeldir. Binaenaleyh mana,
"çünkü Rabbin, zulüm sebebi ile, memleketleri helak edici
değildir" şeklindedir. ifadesindeki zamir, zamir-i şân ve zamir-i hadîsdir. Buna
göre takdiri,
... "Çünkü durum ve hâdise şudur:
Rabbin, halkı gafil
iken, (yaptıkları) zulüm sebebi ile, memleketleri helak edici değildir"
şeklindedir.
c) Âyetteki
ifadesi, zâlike kelimesinden bedeldir. Bu tıpkı,"Ona şu kafi emri
vahyettik: "Sabaha
çıkarlarken onların
kökü mutlaka kesilmiş olacak" (Hicr, 66) ayetinde olduğu gibidir.
Âyetteki bi-zulmin
"zulüm sebebi ile..." kelimesi hakkında şu iki izah yapılmıştır:
1) Bunun manası, "Rabbin, ... onların
yöneldikleri zulümler sebebi ile, memleketlerini helak edici değildir.."
şeklindedir.
2) Bundan murad, "Rabbin,... onlara
zulmederek, memleketlerini helak edici değildir" manasıdır. Bu, Hak
Teâlâ'nın, Hûd süresindeki "senin Rabbin, ahalisi kendilerini düzeltip
dururken, o memleketleri, zulmederek helak edecek değil ya..." (Hud, 117)
ayeti gibi olur. Binaenaleyh birinci izaha göre "zulüm" kâfirlerin
fiili; ikinci izaha göre de Allah'ın fiilleri ile ilgili olur.
Bizce, birinci izah
daha uygundur. Çünkü ikinci izah, Allah Teâlâ, peygamberler göndermezden önce,
o kâfirleri helak etmesinin bir zulüm olacağı zannını uyandırır. Halbuki biz
{ehl-i sünnet'e) göre, bu zulüm olmaz. Çünkü Allah, dilediği gibi hükmeder,
istediği gibi yapar. Hiç kimsenin, O'nun hiçbir fiiline itiraz etme hakkı
yoktur.
Mu'tezite'ye gelince,
ikinci görüş, onların inançlarına ve mezheblerine daha uygundur. Ama
alimlerimiz, "Kim bu ayeti ikinci manada tefsir ederse, Allah Teâlâ, eğer
böyle yapsaydı, gerçekte zalim olmaz; ama, bizim de izah ettiğimiz gibi, bir zalim
suretinde olmuş olurdu" demiş olur ve Cenâb-ı Hakk'a mecazî olarak
"zalim" demiş olur.
Bu iki görüş
hakkındaki sözün tamamı, Hud, 117 ayetinin tefsirinde gelecektir.
"Halkı gafil
bulunurken.." buyruğunda bahsedilen gafil oluştan
maksad, insanın
kendisine ''aaz-u nasihat olarak söylenen şeyden habersiz ve gafil olması
değildir. Aksine bundan murad şudur: "Allah onlara, gerçek durumu beyan
etmeksizin ve onların ileri sürebilecekleri her türlü mazeret kapılarını
kapatmaksızın..."
[304]
Bil ki alimlerimiz, bu ayeti, bir şeriat gelmezden önce, bir farziyyetin olmayacağına ve sadece aklın bir şeyin farz olup olmadığını gösteremeyeceğine delil getirmişler ve: "Bu, Allah Teâlâ'nın, peygamber göndermedikçe, hiç kimseye, hiçbir şeyden ötürü azab etmeyeceğini gösterir" demişlerdir. Mu'tezile ise: "Bu, bir şeriat gelmezden önce de, bazan bir farziyyetin olabileceğini bir bakıma göstermektedir. Çünkü Allah Teâlâ, "Rabbin, halkı gafil bulunurken, zulüm ile, memleketleri helak edici değildir" buyurmuştur. Âyetteki zulüm ya kul ile , ya Allah ile ilgilidir. Eğer birinci ihtimal söz konusu olursa, bu, peygamber gönderilmezden önce de, insanlardan zulüm {kötülük, haksızlık, günah) sâdır olacağına delâlet eder. Bu fiil, ancak peygamber gönderilmezden önce kabîh ve günah sayılması halinde, peygamber gönderilmezden önce bir zulüm sayılabilir. Ulaşmak istediğimiz netice de budur. Eğer ikinci ihtimal söz konusu olur ise, bu, o fiilin Allah tarafından yapılmasının da kabîh (çirkin-kötü) olmasını gerektirir. Bu ise, ancak aklın, birşeyin iyi (hasen) veya kötü (kabîh) olduğuna hüküm verebileceğini kabul etmekle olur" demiştir. [305]
"Herkesin,
yaptıkları şeylere göre dereceleri vardır. Rabbin, onların yaptıklarından gafil
değildir" (En'âm, 132}.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[306]
Sadece İbn Amir,
ta'lı olarak muhatab sigası üzere ta'melûn şeklinde; diğer kıraat
imamları İse, ya'lı olarak ya'melûn şeklinde okumuşlardır.
[307]
Bil ki Allah Teâlâ,
cennetliklerin ve cehennemliklerin hallerini iyice ortaya koyunca külli ve
umûmî (genel) bir
ifade ile,
"Herkesin, yaptıkları
şeylere göre
dereceleri vardır" buyurmuştur. Bu ifade hakkında şu iki görüş belirtilmiştir:
Birinci görüş:
HakTeâlâ'mn, "Herkesin, yaptıkları şeylere göre dereceleri vardır"
sözü, itaatkârlar ve isyankârlar hakkında umûmî bir ifadedir. Buna göre ayetin
takdiri, "Her amel edenin, o amelinde onun için birtakım dereceler vardır.
Bu sebeple o, bazan geri bir derecede otur, bazan da o gerilikten kâmil (ileri)
bir dereceye yükselir. Allah Teâlâ bütün bunları ayrıntılı olarak bilir ve
böylece de, o derecelerden herbirine uygun olan karşılığını verir. Eğer o
yapılan işler iyi ise, karşılıkları da iyi; yok şer ise, karşılıkları da şer
olur.
İkinci görüş:
"Herkesin, yaptıkları şeylere göre dereceleri vardır" buyruğu, sadece
itaat edenlere mahsustur. Çünkü, "derece" lafzı, sadece onlara uygun
düşer.
"Rabbin onların
yaptıklarından gafil değildir" buy-ruğu ise, kâfirlere ve günahkârlara
mahsustur. Doğru olan, birinci görüştür.
[308]
Bil ki bu âyet, cebr ve kader meselesinde, biz ehl-i sünnetin görüşünün doğruluğuna delâlet eder. Bu böyledir; çünkü Allah Teâlâ, herkes için, muayyen bir fiili için, muayyen bir zamanda, muayyen bir dereceye hükmetmiş, o derecenin bizzat kendisini öğretip bildirmiş, o muayyen dereceyi Levh-i Mahfuz'da tesbit ettirmiş ve ona, mukarreb melekler zümresini şahid tutmuştur. Binaenaleyh, şayet o derece o insan için tahakkuk etmemiş olsa, bu hüküm bâttl olur; bu itim cehle ve bu şahid tutma da yalana dönüşmüş olurdu. Bütün bunların olması ise imkânsızdır Binaenaleyh, herkesin yaptığı şeylerden dolayı birtakım dereceleri olduğu ve Rabbinin, onların yaptıkları şeyden gafil olmadığı sabit olmuş olur. Durum böyle olunca da, "Kader kalemi, Kıyamete kadar olacak olan şeyleri yazıp bitirmiş olur. Cennettik (saîd) daha anasının karnında iken belli olduğu gibi, cehennemlik (şaki) de daha anasının karnında iken bellidir." [309]
"Rabbin (her
şeyden) müstağnidir, rahmet sahibidir. Eğer dilerse sizi giderir,
arkanızdan da yerinize dileyeceğini getirir. Nitekim
sizi de, başka başka bir
neslin soyundan
meydana getirmişti. Hakikat, size uaadolunan şeyler,
muhakkak gelip
çatacaktır. Ve siz O'nun elinden kurtulamayacaksınız"
(En'âm, 133-134).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[310]
Bil ki Allah Teâlâ,
itaat edenlerin mükâfaatım, günahkârların ve haram işleyenlerin cezasını beyan
edip, her topluluk için hususî bir derece ve muayyen bir mertebe
bulunduğunu zikredince; itaat edenlere mükâfaatı,
günahkârlara da azabı
tahsis etmiş olmasının, kendisinin itaat edenlerin itaatına muhtaç olduğundan
veya günahkârların günahından noksanlık duymuş olmasından dolayı olmadığını;
zira kendisinin, zatı gereği bütün âlemlerden müstağni olduğunu; müstağni
olmasına rağmen rahmetinin umumî ve kâmil olduğunu, beşeri ruhların ve insanî
nefislerin tertibinin ve onların iyi ve mutlu kullar derecesine
yükseltilmelerinin yolunun, ancak taatlar konusunda teşvik etme ve mahzurlu
olan şeylerden de
sakındırma üslub ve
tertibiyle olacağını beyan ederek "Rabbin
(her şeyden) müstağnidir, rahmet sahibidir" buyurmuştur. Kendisine
itaat edenlere mükâfaatı; isyan edenlere de cezayı uygun görmesi, O'nun
mahlukata olan rahmet ve merhametindendir. Binaenaleyh, biz burada şu iki şeyi
açıklama ihtiyacını duymaktayız:
[311]
a) Allah
Teâlâ'ntn, her şeyden müstağni olduğunu beyan etmek^Bu cümleden olarak biz
diyoruz ki: Allah zatı, sıfatları, fiilleri ve hükümleri hususunda kendisinin
dışında kalan her şeyden müstağnidir. Zira O, muhtaç olmuş olsaydı, o fiil
(yani muhtaç olduğu o şey) ile tamamlanmış ve kemale ermiş olurdu. Halbuki
başkası ile mükemmelleşen, zatı gereği noksan demektir. Bu ise, Allah hakkında
İmkânsızdır. Yine, farzedilen her türlü olumlu ve olumsuz şeyin gerçekleşmesi
hususunda, eğer O'nun zatı kâfi gelir ve yeterli olursa, bu olumtu veya olumsuz
şeyin, O'nun zâtının devam etmesi sebebiyle, devam etmesi gerekir. Eğer O'nun zatı
bu hususta yeterli olmazsa, bu durumda o durumun meydana gelip gelmemesi, ayrı
bir sebebin bulunmasına veya bulunmamasına dayanır. O halde O'nun zatı, bu
bulunma veya bulunmamadan ayrılmaz. Halbuki bu bulunup bulunmama da, o ayrı
sebebin varlığına veya yokluğuna dayanır. Bir şeye dayalı olana dayanan şey
de, o şeye dayanmış demektir. Bu durumda da Cenâb-ı Allah'ın zatının, başka
bir şeye dayanmış olması gerekir. Halbuki başkasına dayanan şey zatı gereği
mümkin varlıktır. O halde, zatı gereği vacib olan, zatı gereği mümkin varlık
olmuş olur ki, bu imkânsızdır.
Böylece Cenâb-ı
Hakk'ın, mutlak olarak her şeyden müstağni olduğu sabit olmuş olur.
[312]
b) Bil ki "Rabbin (her şeyden)
müstağnidir" ayeti bir hasr ifade eder ki, bunun manası, "Müstağni
olan, sadece O'dur" demektir. Durum böyledir, çünkü zatı gereği
Vacibu'l-Vücud olan tekdir. O'nun dışında kalanlar ise, zatı gereği mümkin
olanlar, muhtaç varlıklardır. Binaenaleyh, müstağni olanın sadece O olduğu
sabit
olmuştur. Bu sebeple de, bu kesin aklî
delil ile, Allah'ın "Rabbin (her şeyden) müstağnidir" buyruğunun
doğruluğu sabit olmuş olur.
[313]
Allah'ın, "rahmet
sahibi" olduğunu ifade etmeye gelince, bunun delili de şudur: Varlık
âleminde, ya cismanî birtakım haller, veyahut da ruhanî haller sebebiyle, birtakım
hayırların, saadetlerin, lezzetlerin ve rahatlıkların bulunduğunda şüphe yoktur.
Biraz önce bahsetmiş olduğumuz aklî delil ile, Allah'ın dışında kalan her
şeyin, zatı gereği mümkin varlıklar oldukları, onların, varlık alemine ancak
Cenâb-ı Hakk'ın onu yaratması, icad etmesi ve var etmesi ile girdiği sabit
olmuştu... Böylece, varlık âlemine dahil olan her türlü iyilikler ve
saadetlerin Allah tarafından olduğu ve O'nun var edip yaratmasıyla meydana
geldikleri sabit olmuş olur.
Sonra,
"istikra" (iyiden iyiye inceleme ve araştırma) da, hayırların serlere
galib geldiğini göstermektedir. Çünkü, hasta olanlar her ne kadar çok ise de,
sağlıklı olanlar onlardan daha çok; aç olanlar her ne kadar çok ise de, tok
olanlar onlardan daha çok; kör olanlar her ne kadar çok ise de, kör olmayanlar
onlardan... daha çokturlar. Böylece mutlaka, bir rahmet ve umumî rahatlığın
bulunduğunu itiraf etmek gerektiği; hayırların serlerden, elemlerden ve
afetlerden daha fazla olduğu ve o rahat ve hayırların hepsinin başlangıcının
(kaynağının) Allah Teâlâ olmuş olduğu kesinlik kazanır. Böylece de bu aklî
delil ile, Allah'ın geniş rahmet sahibi olduğu ortaya çıkmış olur.
Bil ki Allah
Teâlâ'nın, "Rabbin (her şeyden) müstağnidir, rahmet sahibidir" ayeti,
hasr ifade eder. Çünkü bunun manası, "...rahmet de, sadece O'ndan sudur
eder" demektir. Bu böyledir. Zira, mevcudat, ya zatı gereği vacibtir
veyahut da zatı gereği mümkindirler. Halbuki zatı gereği vacib olan tekdir. O halde,
O'nun dışında kalan her şey O'ndandır. Rahmet de, O'nun dışında kalan şeylerin
içine dahildir. O halde, rahmetin de sadece Hak Teâlâ tarafından olduğu sabit
olmuş olur. Binaenaleyh, işte bu aklî delil ile, bu hasrın doğruluğu kesinlik
kazanır. Böylece de, müstağnî olanın sadece O, rahim ve merhametli olanın da
sadece O olduğu anlaşılır.
[314]
Buna göre şayet
birisi, "Ebeveynin çocuğuna, efendinin kölesine karşı olan acıma duygusunu
nasıl inkâr edebiliriz? Diğer rahmet çeşitleri de böyle..." derse, buna
cevaben şöyle deriz:
Bütün bunlar gerçekte
Allah'tandır. Bunun böyle olduğuna şunlar da delâlet eder:
a) Şayet
Allah Teâlâ, o merhamet eden kimsenin kalbine rahmet duygusunu (dâî, sebep)
koymasaydı, o böyle bir merhamet izhar edemezdi. Binaenaleyh.o duygunun
yaratıcısı Allah olduğuna göre, rahîm olan da, (hakikatte) Allah olmuş olur.
Baksana, insan bazan
başka birisine karşı çok şiddetli bir kızgınlık duygusu içine düşer ve ona
karşı son derece de katı katbli olur. Daha sonra bu durum, bir şefkate,
merhamete ve iyilik yapma duygusuna dönüşür. Binaenaleyh, bu kimsenin o ilk
halinden bu ikinci hale geçişi, ancak o sebeplerin bu sebeplere dönüşmesiyle
mümkün olmuştur. Bundan ötürü de, "Mukallibe'l-kulûb (kalbleri evirip
çeviren)" olanın, teselsülü sona erdiren bu aklî delil ile, hem de
Kur'ân-ı Kerim'in, "Biz, onların gönüllerini ve gözlerini çeviririz
(...)" (En'âm, 110) ayetiyle, Allah olduğu kesin-leşir. Böylece, rahmetin
sadece Allah'tan sâdır olmuş olduğu anlaşılır.
b) Farzet ki, o rahim, merhametli olan bir
kimseye yiyecek, elbise, altın vs. verdi. Fakat o kimse bunlardan istifade
edebilecek beden sağlığına ve güce sahip değil ise, evet bunlar olmazsa,
verilen o şeylerden nasıl istifade edilebilir? Binaenaleyh, o beden sağlığını
ve bunlardan istifade etme imkânını ve kudretini veren, gerçekte rahîm olan
(Allah)'dır.
c)
Başkasına bir şey veren herkes, bunu bir bedel
mukabilinde vermiştir. Bu bedel de, ya dünyada iken övgü, yahut ahiretteki
mükâfaat, veyahut da, hemcinsine mukabil kalbindeki sevgi ve rikkati ortaya
koymaktır. Halbuki Allah Teâlâ, kesinlikle bir karşılık bekleyerek vermez...
Şu halde, rahîm ve kerîm olan, gerçek manada O olmuş Olur. Bu kesin ve yakînî
delillerle de Hak Teâlâ'nın, "Müstağni ue merhametli olan sadece
O'dur" manasına gelen buyurmasının, yerinde olduğu ortaya çıkar.
Allah'ın her şeyden
müstağni olduğu sabit olunca da, O'nun, itaat edenlerin taatleriyle kemale
ermediği; günahkârların isyanları sebebiyle de noksan (aşmadığı sabit olmuş
olur. O'nun merhametli olduğu sabit olunca da, günahlara karşı azab, tâatlara
karşı da mükâfaat vermesinin ancak O'nun rahmeti, fazl-u keremi, cömertliği ve
ihsanı sebebiyle olduğu anlaşılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir ayette, "Eğer
iyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, eğer kötülük ederseniz,
kendinize kötülük (etmiş olursunuz)" (Isrâ, 7) buyurmaktadır. İşte bu kısa
ve toplu izah, bu konuda yeterlidir. Ama bu durumu iyice anlatıp açıklamak, bu
makama münasip düşmez.
[315]
Mu'tezile şöyle
demektedir: "Bu âyet, Hak Teâlâ'nın âdil olduğuna, kabîh olanı yapmaktan
münezzeh olduğuna ve O'nun, kullarına merhametli ve iyilik yapan
bir zat olduğuna delalet eden delile işarettir."
Birinci
neticeye gelince, Mu'tezile bunun
izahının şöyle olduğunu söylemiştir: "Allah, kabîh olan şeylerin
çirkinliğini ve kendisinin onlardan müstağni olduğunu bilendir. Böyle olan
herkes, o çirkin olan şeyi yapmaktan yüce, âlî ve münezzeh olur. (Bu
cümlemizin) birinci mukaddimesine gelince, bunun izahı da, ancak şu üç
mukaddimen toplamıyla tam ve mükemmel olur:
a) Hâdiseler
içinde zulüm, sefîhlik, yalan ve gıybet gibi, kabîh, çirkin olan hususlar
bulunmaktadır. Bu mukaddime son derece açık olduğu için, ayette
zikredilmemiştir.
b) Allah'ın
bütün malûmatı bilmiş olması.. Nitekim O, bu hususa da, bu âyetten önce geçen,
"Rabbin, onların yaptıklarından gafil değildir" (En'âm, 132) ayetiyle
işaret etmiştir.
c)
Hak Teâlâ'nm, her türlü
ihtiyaçtan müstağni olmasıdır. O, bu hususa da, "Rabbin, (her şeyden)
müstağnidir" buyruğu ile işaret etmiştir. Bu üç mukaddimenin hepsinin
böyle olduğu sabit olunca, Allah Teâlâ'nın, çirkin olan
şeylerin çirkinliğini
ve kendisinin onlardan müstağni olduğunu bildiği sabit olmuş olur. Bu sabit
olunca da, O'nun o çirkin olan şeylerin faili olmast imkânsız olur. Çünkü
çirkin olanları yapmaya cür'et edip yönelen kimse, ya, onu çirkin bir şey
olduğunu bilmediği için veyahut da ona ihtiyaç hissettiği için yeltenir. Allah
her şeyi bildiğine göre, O'nun, çirkin olan şeylerin çirkinliğini bilmemesi
imkânsız olur. Yine O, her şeyden müstağni olduğuna göre, O'nun, çirkin olan
şeyleri yapmaya muhtaç olması da imkânsız olur. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, kabîh
şeyleri yapmaktan münezzeh olduğuna, onlardan münezzeh ve berî olduğuna
delâlet eder. Böylece de O'nun, hiç kimseye zulmetmeyeceğine kesinkes hükmetmek
gerekir. Binaenaleyh O, kullarına zor işleri teklif edince, onları, o zor
isterden dolayı mükâfaatlandırması gerekir. İkab ve azabı, günah olan fiillere
göre verince, O'nun bu hususta da âdil olması gerekir. İşte bu yolla, Allah'ın
her şey hakkında adil olduğu sabit olmuş olur.
[316]
imdi şayet birisi,
"Farzedelim ki işte bu yolla, Allah'ın zatim olmadığı ortaya çıkmıştır. O
halde Cenâb-ı Hakk'ın mükellef tutmasının faydası nedir?" derse, buna
şöyle cevap verilir:
Kelam kitaplarında da
yer aldığı üzere mükellef tutmak bir ihsan ve rahmettir. O halde Cenâb-ı
Hakk'ın, "Rabbin (her şeyden) müstağnidir" buyruğu, birinci
mukaddimeye; O'nun,"... rahmet sahibidir" buyruğu da ikinci
mukaddimeye işarettir." İşte, akılcılığı kendisine şiar edinmiş
olanMu'tezile'nin bu ayetten, kendi görüşleri lehine, istinbat ettikleri
görüşlerin izahı budur.
Ey kardeşim, bil ki
bunların hepsinin çabası, Cenâb-ı Hakk'ı takdis ve tenzih etmek içindir Merhum
babam eş-Şeyh el-İmam Ziyauddîn Ömer el Hüseyn'in şöyle dediğini duymuştum:
"Ben, Şeyh Ebu'l-Kasım Süleyman İbn Nasır el-Ensarfnin şöyle dediğini
duydum: Ehl-i sünnetin bütün gayreti, Allah'ı, O'nun kudretinin ve meşîetinin
nüfuz ve geçerliliği cihetinde ta'zim edip ululamaktır; Mu'tezile'nin bütün
gayreti ise, Allah'ı O'nun adaleti ve kendisine yakışmayan fiillerden münezzeh
olduğu hususunda ululayıp tebcil etmektir. Binaenaleyh, sen iyice
düşündüğünde, herkesin, Allah'ı ancak tazim, tebcil, takdis ve tenzih etmiş
olduklarını görür, anlarsın.. Ancak ne var ki, onların kimisi hata, kimisi da
isabet etmiştir. Ama, hepsinin de ümidi, Allah Teâlâ'nın, "Rabbin (her
şeyden) müstağnidir, rahmet sahibidir" buyruğuna yönelmiştir.
[317]
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Eğer diterse sizi giderir, arkanızdan da yerinize dileyeceğini
getirir..." buyurmuştur.
Allah kendisini
"rahmet sahibidir" diye vasfedince, bir kimse, "O her ne kadar
merhametli ise de, O'nun rahmetinin özel bir madeni ve muayyen bir yeri olduğunu..."
zannedebilir. İşte bunun üzerine Allahu Teâlâ bu insanlardan rahmetini
kaldırabileceğini ve onların dışında (diğer birtakım) topluluklar yaratarak, o
rahmetini onlara verebileceğini beyan etmiştir. İşte bu izaha göre, âlemlerden
müstağni-olma, en mükemmel ve en tam bir biçimde olmuş olur. Bu ifadenin
maksadının ise, rahmetini bazı kimselere tahsis etmiş olmasının, o rahmetini
ancak o kimseleri yaratmış olmast suretiyle izhar etmesinin mümkün olduğundan
ötürü olmadığına dikkat çekmektir.
"Eğer dilerse
sizi giderir" buyruğunun doğruya en yakın olan manası, Allah'ın onları
helak etmesidir. Bu ifade, Cenâb-t Hakk'ın onları öldürmesi ve onları
mükellefiyet çağına ulaştırmaması manalarına da gelebilir. O'nun "..
arkanızdan da yerinize dileyeceğini getirir" buyruğuna gelince, bu
"sizi giderdikten sonra..." demektir. Çünkü, "birisinin
arkasından başkasını getirmek" ancak, öncekinin yerine bir başkasını
getirmek suretiyle otur.
Allah Teâlâ'nın,
"ma yeşâü (dileyeceğini)" buyurmasına gelince, bundan murad üçüncü,
dördüncü yaratmadır. Alimler bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak
onlardan bazıları, "Maksad, cin ve ins benzeri, fakat onlardan daha itaatkâr
olacak bir mahlûk nev'i" demişlerdir.
Ebu Müslim ise,
"Bundan maksad, Allahu Teâlâ'nın, cinlere ve insanlara benzemeyen üçüncü
bir varlık çeşidini yaratmaya kadir olmasıdır" demiştir.
Kâdî "Bu izah
doğruya daha yakındır. Çünkü insanlar âdet olarak, Allah Teâlâ'nın bu gibi
mahlukları yaratmaya kadir olduğunu bilirler. Binaenaleyh bu ifade eğer üçüncü
ve dördüncü yaratma manasına hamledilirse, Allah'ın kudretine daha fazla
delalet etmiş olur. Böylece sanki Allah Teâlâ, kudretinin mahluklarından sadece
muayyen bir cinse münhasır olmadığına dikkat çekmiş olmaktadır. O mahluklar ki,
O'nun büyük rahmetine, yani mükâfaatına hepsi elverişlidirler. Böylece bu yol
ile, Allah Teâtâ'nın mevcut insanlara rahmetinden ötürü onları yaşattığını ve
onlara mühlet tanıdığını, isterse onları yok edip, onların yerine başkalarını
getirebileceğini beyan etmiştir" demiştir.
Daha
sonra Cenâb-ı Hak, kendisinin buna kadir oluşunun sebebini açıklayarak,
"nitekim sizi de
başka bir neslin
soyundan
meydana getirmişti" buyurmuştur. Çünkü akıllı insan iyice düşündüğünde,
Allah Teâlâ'nın insanoğlunu, insana benzer hiçbir tarafı olmayan bir nutfeden
(meniden) yarattığını anlar. Binaenaleyh bu yaratmanın, Allah Teâlâ'nın
sırf kudret ve hikmetiyle olması gerekir. Durum böyle
olunca ve Cenâb-ı Hak da, maddelere belli şekiller vermeye kadir olunca, aynen
bunun gibi, yaratacağı o varlıklara, insan ve cinlerden farklı şekilLr vermeye
kadirdir. Bütün kıraat imamları, "zürriyet" kelimesini, zât harfinin
zammesi ile zürriyyet şeklinde okurlar. Yalnız Zeyd b. Sabit (r.a)'in, bunu
"zâl"in kesresi ile zirriyye şeklinde okuduğu (şaz olarak)
nakledilir. Kisâî, bu
iki şeklin de, kelimenin kullanılan şekilleri olduğunu söylemiştir.
Cenâb-ı Allah daha sonra, "Size vaadolunan şeyler, muhakkak gelip çatacaktır" buyurmuştur. Hasan el-Basrî, gelip çatacak bu şeyin, Kıyametin gelişi olduğunu, çünkü o kâfirlerin Kıyameti kabul etmediklerini söylemiştir. Ben derim ki: "Bu hususta şu şekilde bir başka ihtimal daha vardır: "Vaad" mükâfaatları haber vermeye; "va'id' ise cezaları haber vermeye tahsîs edilmiş kelimelerdir. Binaenaleyh ayetteki, "Size oaadotunan şeyler, muhakkak gelip çatacaktır" buyruğu, "mükâfaatlarla ilgili bütün vaadler, hiç şüphesiz gelecektir" manasınadır. Bu sebeple, "vaadin kesin olduğunu bildirmek, "vatd"in kesin olmadığına delâlet eder. Bu manayı, ayetin sonu da destekler. Allah Teâlâ ayetin sonunda, "siz, aciz bırakabilecek kimseler değilsiniz" yani, siz bizim kudretimizin ve takdirimizin dışına çıkamazsınız" buyurmuştur. Netice olarak deriz ki: "Allah Teâlâ, vaadinden bahsedince, onun mutlaka olacağını bildirmiş, ama va'îdinden (tehdid-i ilâhisinden) bahsedince, sadece "siz, âciz bırakabilecek kimseler değilsiniz" buyurmuştur. İşte bu, Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve ihsan tarafının daha baskın olduğuna delâlet eder." [318]
"De ki: "Ey
kavmim, elinizden geleni yapın. Ben de yapacağımdan
geri kalmayacağım. Güzel akıbetin kime ait olacağını,
ilerde mutlaka
bileceksiniz. Şu muhakkaktır ki zalimler
felaha eremezler"
(En'âm, 135).
Bil ki Allah Teâlâ,
"size vaadolunan şey, muhakkak gelip çatacaktır" (En'âm, 134) buyruğu
İle (vaadini) beyan edince, bundan sonra, peygamberine ba'si (öldükten sonra
dirilmeyi) inkâr edenleri tehdid etmesini emrederek: "De ki "Ey kavmim, etinizden
geleni yapın" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis vardır:
[319]
Birinci bahis: Âsım'ın
ravisi Ebu Bekir, bütün Kur'ân'da, kelimeyi elif ile, cemî müennes olarak
mekânâtikum; diğer kıraat imamları ise, müfred olarak mekânetiküm şeklinde
okumuşlardır. Vahidî şöyle demiştir: "Manaca daha güzel olanı, bu
kelimenin müfred okunmasıdır. Çünkü bu kelime masdardır. Masdarlar da
genellikle müfred kullanılırlar. Bazı durumlarda cemîlenseler bile, genel
kullanış, birincisidir."
İkinci bahis: Keşşaf
sahibi şöyle der: Mekâne kelimesi masdardır. Bir şey veya bir kimse, bir yere
iyice yerleştiğinde, denilir.. Bu kelime, "mekân (yer)" manasına da
gelir. Nitekim denilir. Buna
göre, bu âyet "Elinizden geldiği ve gücünüzün
yettiği nisbette, yapacağınızı yapın" manasına gelebileceği gibi,
"Bulunduğunuz hal üzere, yapacağınızı yapın" manasına
da gelebilir. Nitekim bir kimseye, olduğu yerde
durması emrolununca,"Ey falan, olduğun yerde dur, "yani
"bulunduğun hal üzere devam ve sebat et" denilir.
Âyette, "Ben de yapacağımdan geri
kalmayacağım" buyurulmuştur. Bu, "Ben de, üzerinde bulunduğum hal
üzere devam, edeceğim" demektir. Buna göre ayetin manası şöyle olur:
"Siz küfrünüz ve düşmanlığınıza devam ediniz. Ben de İslam üzere olmaya
ve sizi rahatsız etmeye devam edeceğim. Siz, güzel neticenin hangimiz için
olacağını anlayacaksınız." Bu ayetin üslûbu tıpkı, "Dilediğinizi
yapın..."(Fussiiet, 40) ayetinin üslubu gibidir. Bu üslub, işi tehdid
ederek, onlara havale etmektir.
Üçüncü bahis:
Âyetteki, "Güzel akıbetin kime ait olacağını ileride mutlaka
bileceksiniz" buyruğundaki men (kim) kelimesinin i'rab durumu hususunda
Ferrâ şu iki izahı yapmıştır:
a) Bu
kelime, ta'lemüne (bileceksiniz) fiilinin mefulüdür.
b)
"Güzel akıbetin hangimize ait olacağını bileceksiniz" manasında
mahallen merfudur. Bu, .. (Kehf, 12) ayeti gibidir.
Dördüncü bahis:
Âyetteki, "Güzel akıbetin kime ait olacağını ileride mutlaka
bileceksiniz" buyruğu kâfirin, dünya yurdunun güzel neticesine nail olmayacağını
düşündürüyor, bu ise müşkil bir konudur?
Bu
müşkile karşı deriz ki: Akibet, (işin neticesi) kâfirin aleyhine olur, lehine
olmaz.[320] Nitekim, "çokluk
onun", "zafer onların"; bunun zıddı
manada da, "Çoktuk onun aleyhinde" veya
"zafer sizin aleyhinize" (yani "mağlubiyet sizin") denir.
Beşinci bahis: Hamza
ve Kisâî, hem bu ayette, hem de Kasas sûresinde bu kelimeyi men yekûnu
şeklinde; diğer imamlar ise, "tâ ile, men tekûnu şeklinde okumuşlardır.
Vahidî "akıbet" kelimesinin, tıpkı "afiyet" kelimesi gibi
masdar olduğunu, müennesliğinin ise hakiki olmadığını, bu kelimeyi müennes
itibar etmenin (Hicr, 73) ayetindeki kabilden müzekker saymanın ise, (Hud, 67)
ayetindeki kabilden böyle yaptıklarını[321] ;
bir ayette, (Yunus. 57); bir başka
ayette ise, {Bakara, 275) buyurulduğunu söylemiştir.
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Şu muhakkaktır ki zalimler felaha eremezler" buyurmuştur. Bundan
maksad, ayetteki, "Elinizden geleni yapın" emir sığasının bir emir ve
istek değil, bir tehdid ve korkutma olduğunu beyan etmektir. Buna göre, bu son
ifadenin manast şöyledir: "O kâfirler felaha (kurtuluşa) eremez,
kesinlikle umduklarına ulaşmazlar."
[322]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/5-6
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/6
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/6-7
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/7
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/7
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/8
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/8-9
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/9
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/9-10
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/10
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/10-11
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/11
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/11
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/11-12
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/12-13
[16] Buhârî, Savm. 5: Müslim. Sıyâm. 6-9 (2/759).
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/13
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/13-14
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/14
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/14-15
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/15
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/15-16
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/16
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/17
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/17
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/17-18
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/18
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/18
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/19
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/19
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/19-20
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/20
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/20
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/20-21
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/21
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/21-22
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/22
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/22
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/23
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/23
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/23-24
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/24
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/24-25
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/25
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/25
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/25-26
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/26-27
[48] Keşfu'l-Hafâ, 2/238 (Dârekutni'den... aynı hadis,
biraz değişik olarak Tirmizî, Nesâî ve Müsned'de de bulunmaktadır).
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/27
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/27-28
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/28
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/28-30
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/30
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/30-31
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/31
[56] Buharı. Rikâk. 41
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/31-32
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/32
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/32-33
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/33
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/33
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/34
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/34
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/34
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/35
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/35-36
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/36-37
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/37
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/38
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/38
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/38-39
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/39-40
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/40
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/40-41
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/41
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/41-42
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/42
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/42-43
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/43
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/43
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/43-44
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/44
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/44
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/44-45
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/45-47
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/47-48
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/48
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/48-49
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/49
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/49-50
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/50
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/50-51
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/51-52
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/52-53
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/53-54
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/54
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/54
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/55
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/56-57
[100] Anlaşıldığına göre bu Mutezile'den gelen bir sorudur.
Zira Eş'ariyye'ye göre "Allah'ın fiilleri hikmetlerle muallel
değildir." Çünkü Allah yaptıklarından kimseye hesap verme durumunda
değildir, dilediğini yapandır. Mu'tezile'nin tutumu ilahî iradeyi
sınırlandırmayı işmam ettiğinden Eş'ariye onlara karşı çıkmıştır.
Bu hususta Maturidiye
ortada bulunup, Allah Teâlâ'nın
fiillerinin hikmet ile deveran ettiğini, zira O'nun abesten münezzeh
olduğunu kabul ederler.
Razi
de Es'arî olduğundan, normal olarak sebebiyyet bildiren lam'ın. burada bu
mânayı ifade etmediğim ispata çalışmaktadır. Halbuki Maturidiye'nin tutumuna
göre, -Mu'tezile gibi düşünmeksizin- burad?. sebebiyyet ifade etmesine mâni
yoktur. Vallahu a'lem (ç).
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 10/57-58
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/58-59
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/59-61
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/61
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/61
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/62
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/62-63
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/63-64
[109] Buradaki i'rab özelliği için, o ayetin tefsirine
bakınız (ç).
[110] Keşfu'l-Hafa. 1/171-172. (Senedinde za'f ve inkita
vardır).
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/64
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/65
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/65
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/65-66
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/66-67
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/67
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/68
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/69
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/69
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/69-71
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/71-72
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/72-74
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/74-75
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/75
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/76
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/76
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/76-78
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/78-79
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/79
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/79-80
[131] Mutezile'nin bu iddiadan maksadı şudur: Kulların
fiillerini de Allah yaratmış olsaydı, O'nun kullarına emir vermesi, mesela
"O'na kulluk edin" buyurması manasız olurdu (ç).
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/81-82
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/82
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/82
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/82-83
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/83
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/83
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/84
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/84
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/84
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/85-86
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/86-87
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/87
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/87-88
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/88-90
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/90-92
[147] Fakat bu Kıraat mütevatir değildir, şazdır (ç).
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/93-94
[149] Buhârî, Ezan, 129; Tirmi2î. Cennet, 15-17 (4/689); İbn
Mace, Mukaddime, 13 (1/63).
[150] Benzeri bir hadis için bkz. Buhari, Tefsir, Yunus
Sûresi.
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/94
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/95
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/95
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/95-96
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/96
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/96-97
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/97
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/
[159] Başka deyişle:
Nesh arızî bir durumdur, aslolan neshin zıddı olan muhkem olma (mensuh olmama)
durumudur (ç).
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/97
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/97-98
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/98
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 10/98-99
[164] Bunlar
mütevatir olmayıp şaz kıraatlerdendir (ç).
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/99-100
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/100-102
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/102-103
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/103-105
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/105-106
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/106
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/106-107
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/107
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/107
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/107-108
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/108
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/108
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/109-110
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/110
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/110-111
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/111
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/111-112
[182] Kurtubî, VII/64
[183] Kurtubî, VII/64
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/112-115
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/115
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/115-116
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/116-117
[188] Müslim, Kader,
17(4/2045); İbn Mace, Duâ, 2 (2/1260) benzeri
hadis.
[189] Müslim, Kader,
17 (4/2045); Ibn Mace, Duâ, 2 (2/1260).
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/117-118
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/118-120
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/120
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/121
[194] Müsned, 5/265-266
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 10/121-122
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/122-124
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/124
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/125
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/125
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/125-126
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/126
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/127
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/127-128
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/129-130
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/130
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/130
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/130-132
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 10/132
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/132
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/133
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/133
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/133-134
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/134
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/135
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/135
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/135
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/136
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/136
[219] Keşfu'l-Hafâ, 1/332.
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/136-137
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/137
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/137-138
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/138-139
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/139
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/139
[226] Bu hususta Mâide. 103. âyetin tefsirine bkz. (ç).
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/140
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/140
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/140-141
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/142
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/142
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/142-143
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/143
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/143
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/143-144
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/144
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/144-145
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/145
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/145-146
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/146
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/146
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/147
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/147
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/147-149
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/149
[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/149-150
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/150-151
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/151-152
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/152
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/152
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/152
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/153
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/153
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/154
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/154
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/154-155
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/155-156
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/156
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/156
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/156
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/156-157
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/157
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/157-158
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/158
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/158
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/158-159
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/159-161
[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/161-162
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/162
[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/163
[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/163-165
[272] Benzeri manada hadis için bkz: Buhârî, Merdâ, 3; Ibn
Mace, Fiten, 23 (2/1334).
[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/165-167
[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/167-169
[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/169-171
[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/171
[277] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/172
[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/172-173
[279] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/173-174
[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/175
[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/175-176
[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/176
[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/177
[284] Keşfu'l-Hafâ, 1/203.
[285] Buhârî, Tevhid, 15; Müslim, Tevbe, 1 (4/2102);
Keşfu'l-Hafâ, 1/202.
[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/177-179
[287] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/179-180
[288] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 10/180
[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/180
[290] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/180-181
[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/181-182
[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/182
[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/182-183
[294] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/183-184
[295] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/184
[296] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/184-185
[297] Müslim, Imâre. 4 (3/1457).
[298] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/185
[299] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/186
[300] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/186-188
[301] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/188-189
[302] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/89
[303] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/189
[304] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/189-190
[305] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/190-191
[306] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/191
[307] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/191
[308] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/191-192
[309] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/192
[310] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/192
[311] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/193
[312] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/193
[313] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/193-194
[314] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/194
[315] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/194-195
[316] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/195-196
[317] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/196
[318] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/197-198
[319] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/198-199
[320] Müfessir şunu demek istiyor: Dünyaca kâfirin kazandığı
durumlar olabilir. Fakat îman ufku çok geniş
olup, bu nazarla işin sonunda, kâfirin Kazanan değil
kaybeden olduğunu, dünyada iken görür. Kâfır ise ahirette Öğrenecektir (ç).
[321] Birinci âyette sayha müennes, ikincisinde müzekker
itibar edilmiştir. Zira bu kelime hakiki müennes olmadığından, her iki tutum da
mümkündür. Müteakip örnekde de ayrı durum vardır (ç).
[322] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 10/199-200