7

 

A'râf Sûresi

 

İndiği Yer   : Mekke

 

İniş Sırası   : 39

 

Âyet Sayısı : 206

 

Nüzulü

 

Mushafta ki sıralamada 7, iniş sırasına göre 39. sûredir. Sâd sûresinden sonra Cin sûresinden önce Mekke'de nazil olmuştur. 163-170. âyetlerinin Medine'de İn­diği de rivayet edilir. Âyet sayısı itibariyle Mekke'de inen sûrelerin en uzunudur, Kur'an'da da en uzun sûrelerin üçüncüsüdür. Bu sebeple "tıvâl-i seb'" (yedi uzun sûre) arasında gösterilir. Ayrıca En'âm süresiyle birlikte "iki uzun sûre" diye de anılır[1]

 

Adı

 

Sözlükte "sur, dağ ve tepenin zirvesi" mânasındaki urf un çoğulu olan ve bu­rada cennetle cehennem arasındaki bir yerin adı olarak kullanılan "a'râf kelime­si, sûrenin 46 ve 48. âyetlerinde geçer. 143. âyette "mîkat" kelimesi geçtiğinden bu isimle, 172. âyetin içeriği dolayısıyla "Mîsâk" sûresi diye de anılmıştır. Ancak başlangıçtan beri kullanılan ismi A'râf tır.[2]

 

Konusu

 

Üslûp ve muhteva bakımından bir önceki sûrenin (En'âm) devamı gibi görü­nen A'râf sûresinde de iman meseleleri, bilhassa âhiretle ilgili hususlarla vahyin önemi, ataları körü körüne taklit etmenin yanlışlığı ve zararları, müminlerle inkar­cıların âhİretteki durumlarının mukayesesi, Allah'ın mutlak hükümranlığı, rahme­tinin genişliği gibi itikadı konular işlenir. Bunun yanında geçmiş peygamberlerin hayatlarından misaller verilerek onların iman uğrundaki mücadeleleri gözler önü­ne serilir; sırası geldikçe müşrikler uyarılır; müminlere de sabır ve sebat tavsiye edilir. [3]

 

Fazileti

 

Nesâî'nin naklettiği bir hadise göre Resûlullah, akşam namazının ilk rek'atmda Fâtiha'dan sonra bu sûrenin bir bölümünü, ikinci rek'atında da kalan bölümünü okurdu ("İftitâh", 67). [4]

 

Meali

 

Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla...

1. Elif-lâir^mîm-sâd. 2. Bu, kendisiyle insanları uyarman, inananlara öğüt vermen için sana indirilen bir kitaptır. Artık bu hususta kalbinde bir sı­kıntı olmasın. 3. Rabbinizden size indirilene uyun; O'nu bırakıp da başka önderlerin ardından gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz! [5]

 

Tefsiri

 

1. Sûre başlarındaki bu tür harflere "hurûf-ı mukattaa" denir[6] .

 

2. "Kitap'tan maksat Kur'ân-ı Kerîm'dir. Âyette Kur'an'ın Hz. Peygamber'e Allah tarafından indirilmiş bir kitap olduğu belirtildikten hemen sonra "Ondan do­layı içinde bir sıkıntı olmasın" buyurulmasından anlaşılıyor kî Hz. Peygamber, müşriklerin kendisini yalancılıkla suçlayacaklarından, hatta kötülük edeceklerin­den kaygılandığı veya inanmayacaklarını, olumlu bir tepkide bulunmayacaklarını düşündüğü için onlara tebliğde bulunmaktan çekiniyor ve üzülüyordu[7]. Buna rağmen, insanlar iman etseler de etmeseler de Kur'an İnkarcıları ikaz etmek, müminlere de kendi rehberliğini hatırlatmak üzere indirildiği için Resülul-lah'ın tebliğ işlevini her durumda yerine getirmesi gerekiyordu. [8]

 

3. Bİr önceki âyette geçen ikaz ve hatırlatmanın açıklaması mahiyetindeki bu âyette hem müşriklere hem de müminlere hitap edilmekte, birincilerin öncelikle inkâr ve şirkten, müslümanların da günah ve isyandan uzaklaşıp korunarak indiri­len kitaba uymaları; Allah'ın dışında bir kısım İnsanları veya başka varlıkları tan­rı yerine koyarak rehber edinip onların peşine düşmemeleri; sadece Allah'ın kita­bına tâbi olmaları emredilmektedir. Müminlerin gerçek velîsi yani onları seven, yardım ve himaye eden, indirdiği kitapla yollarını aydınlatan hakiki dostları Al­lah'tır. Şu halde müminler de O'nu dost ve yardımcı bilip O'nun peygamberini önder, kitabım rehber edinip o kitaba uymalı, din konusunda onun hükümlerine ay­kırı görüş ve inanç sahiplerine itaat etmemelidirler. [9]

 

Meali

 

4. Nice ülkeler var ki onları helak ettik. Azabımız onlara geceleyin yahut gündüz istirahat ederlerken geliverdi. 5. Azabımız onlara gelip çattığında "Biz gerçekten zalim kişilermişiz!" diye yakınmaktan başka söyleyecekleri söz kalmadı. 6. Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gön­derilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz. 7. Ve onlara (olup biten­leri) tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Biz (olup bitenlerden) uzakta deği­liz. [10]

 

Tefsiri

 

4. Allah Teâlâ, müşriklerin yalanlama, karalama, alay etme gibi tepkilerine rağmen, kararlılıkla kitabı tebliğ etmesi gerektiğini peygamberine bildirdikten ve insanlara da bu kitaba uymalarını emrettikten sonra bu buyruğa aykın davranma­ya kalkışanları uyarma ve tehdit mahiyetinde olmak üzere, nice eski kavimlerin is­yankârlıkları yüzünden hiç ummadıkları ve beklemedikleri anlarda Allah'ın ansı­zın ortaya çıkardığı bir felâketle helak olduklarını haber  vermektedir. [11]

 

5. Böyle bir felâketle yüz yüze gelen inkarcı ve isyancılar, artık bütün ümit­lerini kaybettikleri için, son anlarını yaşamakta olduğunu farkeden hastanın içine düştüğü suçluluk duygusu ve içten itiraflarına benzer bir biçimde "Biz gerçekten haksızlık ettik!" demekten başka bir iddiaları olamaz. Ancak bu itirafın dolaylı olarak tövbe ve af dileme maksadı da taşıdığı anlaşılmaktadır[12]. Daha başka birçok âyette olduğu gibi burada da zulüm "inat etme, peygam­beri yalancılıkla suçlama, Allah'ın âyetlerine sırt çevirme, nasihat ve uyanlara karşı kulak tıkama", bunların hepsini de kapsamak üzere "şirk" anlamına gelir[13]. Nitekim başka bir âyette "O'na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır" buynılurken de "haksızlık" anlamında zulüm kelimesi kul­lanılmıştır [14]

 

6. Yüce Allah'ın, peygamberlerin elçilik görevleriyle ilgili yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirdiklerini, ümmetlerin de kendilerine tebliğ edilen dini ve kita­bı tanıyıp hükmüne uyuduklarını yahut reddedip âsi olduklarını kesiti olarak bildi­ği, ayrıca inkarcılar da kendilerinin zalim olduklarını itiraf ettikleri halde yine de âhirette ümmetleri ve resulleri sorguya çekmesi O'nun adalet düzeninin bir sonu­cudur. Ayrıca burada önemli bir hukuk kuralına da işaret bulunduğu düşünülebi­lir: Hiçbir kimse, yargılanarak suçu sabit görülüp hüküm giymedikçe cezalandın-lamaz.

Peygamberlere sorulacak olan, tebliğ görevlerini yerine getirip getirmedikle­ri; ümmetlere sorulacak olan da bu tebliğlere uyup uymadıkları veya neden uyma­dıklarıdır. Yüce Allah peygamberlerin masum olduklarını bilmekle beraber, bu gerçeği bir defa da mahkeme-i kübrâda ortaya koyacak; bu suretle inkâr edip âsi olanların bu suçlarının, peygamberlerin tebliğlerinde kusur etmelerinden değil, ta­mamen kendilerinden kaynaklandığını tescil ve ilân edecektir[15]

 

7. Allah olup bitenlerden  uzak olmadığı, aksine her yerde hazır ve nazır ol­duğu İçin elçilerin ve ümmetlerin bütün yapıp ettiklerini gizlisiyle açığıyla bildiği gibi bunları ayrıntılarıyla onlara haber verecek ve bu suretle ilminin bütün olup bi­tenlerle birlikte insanların her türlü tutum ve davranışlarını, hatta duygularını, dü­şüncelerini ve gizli hallerini kapsadığını onlara kanıtlayacaktır. [16]

 

Meali

 

8. O gün ölçü-tartı haktır. Artık kimin tartılan ağır gelirse işte onlar kurtuluşa erenlerdir. 9. Kimin de tartılan hafif gelirse işte onlar, âyetlerimi­ze karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır. [17]

 

Tefsiri

 

8-9. Adaletin tahakkuku bakımından sorgulamanın maksadı cezalandırma veya ödüllendirme olup bu da amellerin nicelik ve niteliğine göre değişir. Bu ni­celik ve niteliğin tespiti de bir ölçüyü tartıyı gerektirir. Âyette bu ölçü-tartı vezin kelimesiyle ifade buyurulmuştur. "O gün ölçü-tartı haktır" ifadesindeki hak keli­mesi "adalet" veya "eşitlik" mânasına kullanılmıştır (İbn Âşûr, VIII/2, s. 30). Bu­na göre âhiret mahkemesinde ameller adaletli bir şekilde değerlendirilecek, karşı­lık verilirken asla haksızlık edilmeyecektir; yahut herkesin yaptıklarının karşılığı denk bir şekilde ödenecek; iyiliklerin karşılığı fazlasıyla verilecek[18], kötülüklerin karşılığı ise denk cezalar şeklinde olacaktır. Şu kadar var ki tövbe, şefaat vb. sebeplerle yahut sırf Allah'ın rahmetinin bir nişanesi ola­rak müminlerin bazı günahlarının affedilmesi ya da bazı sevaplarının arttırılması mümkün olacaktır. Zira bunda adalete aykın bir durum yoktur. Her halükârda "tar­tıları ağır gelenler" yani İyilikleri daha çok olanlar kurtuluşa erecektir.

Bazı müfessirlere göre burada tartılacağı bildirilen şeyler, somutlaştırılarak tartılabir nesneler haline getirilecek olan ameller; bazılarına göre de "amel def-terleri"dir. Yine buradaki tartı ve ölçünün hakiki anlamda terazi ile tartma anlamı­na geldiği veya bunun bir mecaz olduğu şeklinde değişik yorumlar vardır. Bu öl­çü ve tartının nasıl ve ne ile olacağını Allah bilir. Biz insanlar  için önemli olan, kendi niyet ve irademizin sonuçlan durumundaki inanç, düşünce, duygu, söz ve davranışlarımızı Allah tarafından tespit edildiği, bilindiği, vakti gelince de tek tek sayılarak önümüze konacağı, bunlardan sorguya çekileceğimiz ve tamamen ada­letli bir yargılanma neticesinde bu amellerimizin nicelik ve niteliğine göre ya mü­kâfat veya ceza şeklinde bir sonuçla karşılaşacağımızdır. [19]

 

Meali

 

10. Doğrusu sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada size geçim vasıtaları verdik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz! 11. Andolsun sizi yarattık; sonra si­ze şekil verdik; sonra da meleklere, "Âdem'e secde edin" diye emrettik. İblîs'in dışındakiler secde ettiler. O secde edenler arasında yer almadı. 12. Al­lah buyurdu: "Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?" (İblis), "Ben ondan daha üstünüm; çünkü beni ateşten yarattın, onu çamur­dan yarattın" dedi. 13. Allah, '"Öyle ise in oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Artık sen aşağılıklardansın!" buyurdu. [20]

 

Tefsiri

 

10. "Bir mekâna koyma, yerleştirme" anlamına gelen âyet metnindeki temkîn kavramı mecazi olarak "birine tasarruf gücü ve yetkisi verme" mânasında da kullanılır. Buna göre âyette bütün insanlara hitaben "Sizi dünyaya yerleştirdik; orayı işleyip mâmur etmeye, dünyadaki diğer varlıklar üzerinde tasarrufta bulun­maya muktedir kıldık" buyurulmuştur. Kuşkusuz bu İktidar da akıl ve düşünme melekelerinin bir sonucudur. "Ne kadar da az şükrediyorsunuz!" ifadesi, Allah'ın anılan lütuflarına muhatap oldukları halde şükür borcunda kusur eden herkese yö­nelik bir itham ve sitemdir, [21]

 

11. Halk, "yaratma, yokluktan varlık alanına çıkarma", tasvir ise "bir şeye su­ret ve şekil verme" demektir. Halk kelimesinin şekilsiz yaratmayı, tasvir kelimesinin ise bir tür kaosu kozmos haline getirmeyi ifade ettiği veya -daha özel olarak- bu iki kavramın anlam ilişkisi ve onların "sümme" edatıyla birbirine bağlanması, bu eda­tın ise olaylar arasındaki zaman (öncelik-sonralık) İlişkisi yanında mertebe ve geliş­me seyrini de ifade\tnıesi dikkate alınarak âyette hem rüşeynı (embriyon-oğulcuk) aşamasından başlayıp fizyolojik ve ruhsal bakımdan en yetkin haline ulaştığı aşa­maya kadar her bir insanın gelişim sürecine hem de genel olarak insan türünün ilk yaratılıştan itibaren yaşadığı fizyolojik ve zihinsel gelişim sürecine işaret edildiği düşünülebilir. Âyetin devamından bu son anlamın daha ağırlıklı olduğu anlaşılmak­tadır. Yok iken var olmak gibi insan ve insanlık hüviyetini kazanmak da bizatihi ha­yır ve lütuf olduğu için insanlığın ulaştığı bu mazhariyet bilhassa müşriklere ve ge­nel olarak insanlara hatırlatılarak lütuf sahibi olan Allah'ı gereği gibi tanıyıp kul­luk etmeleri gerektiğine işaret buyurulmuştur. "Sonrada meleklere, 'Âdem'e sec­de edin', diye emrettik" ifadesinden anlaşıldığına göre esas itibariyle Âdem'in ya­ratılması ve şekil kazanmasından bahsedilmekle birlikte, Allah onu, soyundan ge­lecek insanların genel bir örneği kıldığı, beşer cinsinin insanî özelliklerini nüve ola­rak onda halkettiği için âyetin başında bütün insanlara hitap edilmiştir.

Yüce Allah, Âdem ve onun temsil ettiği insan türünün şan ve şerefini göster­mek üzere meleklere Âdem'e secde etmelerini buyurmuştur[22]. Bu ifadeler, öncelikle münkir ve müşriklere yönelik bir uyan mahi­yetinde olduğuna göre, Allah'ın böylesine seçkin kılıp ikramda bulunduğu İnsan­lardan bir kısmının O'nu tanımamaları, O'na ortak koşmaları ve buyruğuna karşı gelmelerinin ne büyük bir nankörlük olduğu hatırlatılmaktadır. Secde eden meleklerin "yer melekleri" olduğu, çünkü "gök melekleri"nin sadece Allah'a secde et­tikleri[23] veya bunların tabiat kuvvetleri olduğu[24] yolunda görüşler ileri sürülmüşse de, bize göre konu gayb alemiyle ilgili olduğun­dan elde sağlam naklî delil bulunmadıkça belirleyici yorumlardan kaçınmak uy­gun olur. Âyette, secde eden meleklerden İblîs'in istisna edilmesinden, onun daha önce melekler arasında yer aldığı sonucunu çıkaranlar olmuşsa da[25], Kehf sûresinde (18/50) onun vaktiyle cinlerden olduğu, Tahrîm sûresinde (66/6) ise meleklerin Allah'ın buyruklarına isyan etmeyecekleri bildirilmektedir. Buna göre, meleklerden farklı olarak İblîs'te arzu ve hevâsına uymayan buyrukla­ra isyan etme yeteneği bulunmaktaydı. Kendisinden ilk defa o vakit arzusu hilâfı­na bir görevi yerine getirmesi istenmiş; o da bu buyruğa isyan etmiştir[26]

 

12-13. Yüce Allah'ın, İblîs'i hemen rahmetinden kovmayıp isyan etmesinin sebebini sorması, savunmayı herkes için bir hak olarak tanıdığını gösterir. İblis, kendisinin ateşten, Âdem'in ise topraktan yaratıldığı, şu halde kendisinin ondan daha değerli olduğu şeklinde bir istidlalde bulunmuşsa da, gerçekte birçok bakım­dan isabetsiz olan[27]  bu gerekçe haklı gö­rülmemiş ve İblîs bulunduğu makamdan kovultnuştur. Burada İblîs'in kibre kapıl­dığına ve bunun cezası olarak aşağılıklardan biri haline getirildiğine bilhassa dik­kat çekilmektedir.

Müfessirler, 13. âyetteki "in oradan!" ifadesiyle kastedilen yer konusunda farklı görüşler üzerinde durmuşlardır. İbn Abbas'a isnad edilen bir rivayete daya­nılarak buranın cennet olduğu söylenmiştir. Daha güçlü bir görüşe göre orası se­mâdır. Burayı "melekler katı" diye anlayanlar da olmuştur[28]

 

Meali

 

14. İblîs, "Bana insanların yeniden diriltilecekleri güne kadar mühlet ver" dedi. 15. Allah, "Haydi, sen mühlet verilenlerdensin" buyurdu. 16. İblîs dedi ki: "Bundan böyle benim sapmama izin vermene karşılık, ant içerim ki, ben de onlan saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. 17. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından so­kulacağım ve sen onların çoklarını şükreûenlerden bulmayacaksın." 18. Allah buyurdu: "Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!" [29]

 

Tefsiri

 

14-15. İblîs'in, Allah'tan kendisini, kıyamete kadar değil de insanların yeni­den diriltilecekler! zamana kadar yaşatmasını dilemesi ölümsüzlüğü istemesi anla­mına gelir. Çünkü ba'sten sonra artık ölüm olmayacak, İblîs de kendisine uyanlar­la birlikte cehennemi boylayacaktır (Şevkânî, E, 221). Onun bu dileğinin kabul edilmesi, insanoğlu için dünya hayatının bir imtihan süresi olması yönündeki ilâ­hî takdirin de bir sonucudur. Ayrıca burada şeytanın insanlar aleyhindeki kötü planlan onlara haber verilerek, bir baloma insanlar dünya ve âhiret hayatlarını mahvedecek olan bu tehlike karşısında uyarılmışlardır. [30]

 

16-18. Şeytan insanları, dinî ve dünyevî bakımdan en doğru ve en güzel ya­şayış tarzı demek olan "sırât-ı müstakîm"den saptıracağına ant içmiş; Allah ise bu şekilde kötü niyet taşıyan ve kötü planlar peşinde olan şeytanı "yerilmiş ve kovul­muş" bir mahlûk sayarak bulunduğu makamdan uzaklaştırmıştır. Bu durum, İb­lîs'in Allah'a isyan etmesinin bir sonucu olduğu kadar, insanları kıskanıp onlar hakkında kötü emeller beslemesinin de bir cezasıdır. Nitekim buradaki âyetlerde şeytanın kovulduğuna ilişkin buyruk da iki defa zikredilmiştir. Şu halde insanları kıskanıp onlar hakkında zararlı fikirler taşımak, huzur ve mutluluklarını bozacak planlar peşinde olmak şeytanî bir niyet ve davranış olup Allah katında çok ağır ce­zaî sonuçlar doğuracaktır. [31]

 

Meali

 

19. (Buyuruldu ki:) "Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz şeyden yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz." 20. Derken şeytan, kapalı olan avret yerlerini birbirine göstermek için onla­ra vesvese verdi ve "Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî yaşayanlardan olursunuz diye yasakladı" dedi. 21. Onlara, "Ben gerçekten si­zin iyiliğinizi isteyenlerdenim" diye de yemin etti. 22. Böylece ikisini de hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara, "Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytanın size apaçık bir düşman oldu­ğunu söylemedim mi?" diye seslendi. 23. Dediler ki: "Ey rabbimiz! Biz ken­dimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan eden­lerden oluruz!" 24. Allah, "Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryü­zünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır" buyurdu; 25. ''Ora­da yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan diriltilip çıkarılacaksınız' de­di. [32]

 

Tefsiri

 

19. Yüce Allah İblîs'i bulunduğu makamdan kovduktan sonra Âdem'e de, "Sen eşinle birlikte cennette yerleş.,." buyurdu. Buradaki cennet kelimesinin ne anlama geldiği tartışmalıdır. Bir görüşe göre bu cennet, sözlük anlamıyla "dünya­daki bağlık bahçelik bir yer" olup Âdem ve Havva'nın burada yaşamaları isten­miştir[33]. Ancak ilgili âyetler topluca değerlendirildiğin­de şu sonuçlar çıkmaktadır: İlk insanı Allah özel bir topraktan yeryüzünde yarat­mış, ondan eşini de var etmiş, sonra bunları cennete koymuştur. Bu cennetin ve içindeki hayatın yeryüzündeki hayattan farklı olduğu bildirilmiştir. Şu halde bu, kulların ödüllendirileceği, içinde ebedî olarak mutlu yaşayacakları cennettir[34]

 

20-21. Vesvese "aynı şeyleri tekrar tekrar fısıldama" anlamına gelir ve daha çok ayartıcı, tahrik edici sözler veya psikolojik telkinler, yönlendirmeler için kul­lanılır. Burada İblîs'in, "Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî yaşayanlardan olursunuz diye yasakladı" diyerek Âdem ve Havva'yı ayartması, onları günah işlemeye teşvik etmesi hakkında kullanılmıştır[35]. Süleyman Ateş, "yasak meyve ile cin­sel organ arasında bir İlişki olduğunu" ileri sürmektedir (III, 324). Ehl-i kitap ara­sında da bu görüşü benimseyenler olmuştur. Nitekim İskenderiye Yahudiliği ve özellikle Philon ile bazı kilise babaları yasak ağacın cinsel İlişkiyi ifade ettiğini İleri sürmüşlerdir[36]. Ancak, Şev-kânî'nin de belirttiği gibi (II, 224) bu tür konular, mahiyetini anlayıp kavramakla yükümlü kılındığımız hususlardan olmadığı için, en doğru tutum Kur'an'ın bildir-dikleriyle yetinmektir. [37]

 

22-23. Âdem ve Havva yasak meyveyi yemeden önce, bir bakıma çocuk gibi saf ve günahtan habersizlerdi; birbirinin cinsel özelliklerine İlgi duymuyorlardı. Fa­kat şeytanın kışkırtmasına kapılarak yasağı çiğneyince birbirinin mahrem yerlerini gördüler ve hemen yapraklarla kapatmaya gayret ettiler. Şeytanın Âdem ve Hav­va'yı vesveseyle kandırması onun insanlığa ilk kötülüğü, onların yasak meyveyi yemeleri de insanlığın ilk günahı oldu. Âdem ve eşinin, mahrem yerleri açılınca herhangi bir telkin altında kalmadan hemen örtmeye girişmeleri insanda haya duy­gusunun fıtrattan geldiğini, çıplaklığın ve vücudun belli yerlerini teşhir etmenin in­sandaki doğal ahlâk duygusuna aykırı olduğunu kanıtlar. 12. âyette işaret edildiği gibi İblîs bir günah işlemiş; tövbe edeceği yerde kibre kapılıp günahında ısrar et­miş ve sonuçta azaltılmıştır. Âdem ve eşi de bir günah işlemişler; fakat tövbe edip pişman olmuşlar ve sonuçta affa mazhar kılınıp yüceltilmişlerdir. Ayrıca bu olay­dan sonra İblîs ile melekler, yeryüzünün halifesi olarak nitelenen insanın bir fazi­letine de şahit olma fırsatı bulmuşlardır. İblîs gibi kötülükte ısrar etmek kulun de­ğerini düşürür, Âdem ve Havva gibi kötülükten dönüp pişman olmak, tövbe etmek ise kulun değerini yükseltir. Hz. Peygamber bu ilâhî yasaya işaret ederken "Kim Allah için alçak gönüllü olursa Allah onu yüceltir; kim büyüklük taslarsa onu da al-çaltır" (Müsned, ffl, 76; İbn Mâce, "Zühd", 16) buyurmuşlardır[38]

 

24-25. Âdem ve Havva şeytana uymakta ısrar etmeyip günahlarının farkına vararak pişmanlıklarını Allah'a arzetmişler ve Bakara sûresinde (2/37) belirtildiği üzere Allah da onların tövbeleri kabul etmiş ve onları imtihan yurdu olan dünya­ya göndermiş; insan soyunun yeryüzüne dağılıp orada karar kılmaları ve barınma­ları , orada yaşayıp orada ölmeleri, yeniden orada dirilmeleri takdir edilmiştir. Böy­lece, gerek bu âyetten gerekse İlgili diğer âyetlerde[39], Âdem ile eşinin, işledikleri günahın bir sonucu olmak üzere cennetten çı­karıldıkları ve bu olayın insanlığın kaderini etkilediği anlaşılmaktadır. Fakat Âdem ile Havva'nın bu yüzden daha başka zahmetlere de mânız kalacaklarının bildirildiği yolunda Tevrat'ta verilen bilgiler[40] Kur'an'da geçme­mektedir. Bu arada, kardeşlik ve dostluklar gibi sürtüşme ve düşmanlıklar da dün­ya hayatının bir parçası olarak takdir edilmiştir. Burada anılan düşmanlığın, hem insanoğlu ile şeytan arasındaki ebedî düşmanlığı hem kan-koca arasındaki çekişmeleri hem de Âdem ve Havva'nın soyu arasındaki çatışmaları ifade ettiği düşü­nülebilir. Bu sebeple onlara bir yoruma göre İblîs de kastedilerek- "İnin ora­dan!.." buyurutmuştur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in "dârüsselâm" (banş yurdu) diye tanımladığı cennette düşmanlık olamazdı.

Kuşkusuz Âdem ve Havva'nın cennette saf ve günahsız olmaları iradeye da­yanmadığı için -kötü bir durum sayılmasa bile- ahlâkî bir değer de ifade etmiyor, sadece içgüdüsel bir karakter taşıyordu. Ancak öyle anlaşılıyor ki, "...şu ağaca yaklaşmayın ..." şeklindeki yasaklamayla birlikte yasağa uyup uymama hususun­da kendilerine irade ve tercih yeteneği de verilmiş; böylece insanlığın atası ve an­nesi, yasaklanmış ağaçtan yeme olayında içgüdüsel davranmaktan bilinçli ve ira­deli davranma aşamasına geçmişler; kötülüklerinin farkına vararak af dilemişler ve bağışlanmışlardır. Bu durumda ilk günahla başlayan ve cennetten çıkarılma ile devam eden süreç, insanlık için ahlâkî bakımdan bir düşüşü değil, bîr yükselişi, öteki canlılardan farklı olup adma "insan" denen ve özgür davranabilen, yanlışlık yapabilen, fakat yanlışlarının farkına vararak özür dileyip tövbe eden, iyiliğe yönelme bilinç ve iradesini gösterebilen bir varlık kategorisinin başlayışını da İfade etmektedir. [41]

 

Meali

 

26. Ey Âdem oğulları! Sîze mahrem yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takva elbisesi, işte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetle-rindendir. Umulur ki düşünüp öğüt alırlar. 27. Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana-babanızı ayıp yerlerini birbirine göstermek için elbiselerini soyarak cen­netten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları inanmayanla­rın yoldaştan yaptık. [42]

 

Tefsiri

 

26. Önceki âyetlerde Hz. Âdem hakkında kısa fakat son derece ibretli bilgiler verildikten sonra burada da "Âdem'in çocuklarTna yani genel olarak insanlığa hitap edilerek, Allah'ın yarattığı nimetlerin en önemlilerinden olmak üzere, bütün tarih boyunca ve bütün insanlarca hem bedenin korunması hem ahlâkın korunma­sı hem de bir ziynet ve prestij aracı olarak kullanılan elbisenin önemine dikkat çe­kilmiştir. Burada, böylesine önemli olan bu nimetin sahibine teşekkür edilmesi ge­rektiğine bir işaret vardır. Çünkü giyinme ve örtünme sadece insana özgü bir dav­ranış ve insan olmanın bir alâmetidir; medeniyetin de en eski tezahürlerindendir. Bu sebeple Kur'an'da "Biz elbise indirdik"; "Demiri indirdik"[43]; "Allah hayvanlardan size sekiz çift indirdi"[44] gibi ifadelerdeki "indir­me" (inzal) kelimesi, belirtilen nimetlerin birer ilâhî lütuf olduğuna, insanların bu nimetlerin değerini ve kullanma zaruretini fıtrî olarak kavradığına işaret eder. Âyette elbisenin ve örtünmenin önemine dikkat çekilmekle, dolaylı olarak Kâ-be'yı çıplak vaziyette tavaf eden müşrikler de eleştirilmiştir.

Sözlükte "kuş tüyü" mânasına gelen âyet metnindeki rîş kelimesi burada me­cazi olarak "ziynet elbisesi" anlamında kullanılmıştır.

Âyette üç türlü elbiseden söz edilmiştir: 1. Sadece örtünme ihtiyacını karşı­layacak olan basit ve sade elbise. 2. Örtünmenin yanında ziynet maksadı da taşı­yan kaliteli, temiz ve düzgün elbise. 3. "Takva elbisesi". Burada, sırf örtünme amaçlı elbise yanında ziynet amacı ve değeri taşıyan elbisenin de Allah'ın lütfü ve nimeti olarak anılması, pejmürde kılık kıyafeti zühd ve takva gereği sayan anlayı­şın İsabetsizliğinin kanıtıdır. Takva elbisesi tefsirlerde "vücudu koruyan elbise; zırh, miğfer vb. savaş giysileri, mecazi olarak sâlih amel; iffet; iyi huy; tevhid" gİ-bi değişik şekillerde açıklanmıştır[45]. Âyette takvanın "haya" ile iliş­kisine işaret edilmekte; ayrıca dolaylı bir üslûpla takva, günah duygularını örtüp kapatan ^dizginleyen ve böylece günah işlemeyi önleyen bir koruyucu, ruhu beze-yen bir erdem şeklinde takdim edilmektedir. Yani elbise bedeni kapattığı, korudu­ğu ve süslediği gibi takva da hem ruhumuzun kötü duygularını örter hem de ruhu­muzu süsler. Böyle olunca takva sahibi kişinin kaba, haşin, haksız, isyankâr, şeh­vet düşkünü, aç gözlü, edepsiz, hayasız ... olması düşünülemez.

Takva hakkındaki âyetlerin bir bütünlük içerisinde İncelenmesi halinde açık­ça görüleceği üzere[46], Kur'an-ı Kerîm'in büyük önem verdiği bu kavram, başlıca şu iki temel anlamı içermektedir: a) Takva, iti-kadî konularda yanlış ve bâtıl inançlara kapılmaktan, ahlâkî ve amelî konularda ruhu kirleten kötü duygulardan, fena huylardan; eksik, kusurlu, zararlı ve haksız davranışlardan, İslâm dininde esasları belirlenmiş olan hayat tarzına uymayan bir yaşayıştan sakınmak, uzak durmaktır, b) Takva, bütün faaliyetlerde, ödevlerin yerine getirilmesinde, her türlü kötülüklerin terkedilmesinde öncelikle Allah'tan itti-ka etmektir; yani Allah korkusunu, O'na karşı saygılı olmayı Ön plana çıkararak bu saygıyı, davranışların ve hayatın temeli yapmaktır. Takva bütün bu erdemleri kapsayan en geniş kapsamlı fazilettir. Bu sebeple maddî elbisenin vücudu koru­ması ve ziynetlendirmesi gibi âyetteki deyimiyle takva elbisesi de ruhumuzu fena­lıkların bütün çeşitlerinden koruyup örten ve faziletlerin bütün çeşitleriyle bezeyip süsleyen bir elbisedir. [47]

 

27. Peygamberler tarihinin ibretli yanlarını insanlara anlatarak muhtaç olduk­ları noktalarda onları aydınlatmak ve uyarmak Kur'ân-ı Kerîm'in başlıca eğitim metotlanndandır. Hz. Âdem hakkında yukarıda verilen bilgilerle şeytanın Âdem ve soyuna beslediği kin ve düşmanlığı yansıtan ifadeler de Kur'an mesajının ulaş­tığı bütün insanları yanılgılardan koruma, şeytanın vesveselerine karşı onlan uyar­ma maksadını taşır. Bu maksat 27. âyette sarih olarak İfade edilmiştir.

Tefsirlerde âyetteki libâs'ın nurdan bir elbise, takva elbisesi veya cennet el­bisesi olduğu şeklinde farklı görüşler yer alır. Ancak onun, Âdem ile Havva'nın, birbirlerinin edep yerlerini görmelerine engel olan, gerçek mahiyetini ancak Al­lah'ın bildiği nezih bir durum olduğunda kuşku yoktur. Şeytanın vesvesesi, kısa bir süreyle de olsa, onlan bu nezih durumdan uzaklaştırdığı gibi diğer insanları da yoldan çıkarabilir. Çünkü şeytan onlan görmekte, fakat kendisi görünmemektedir. Bu da onun tehlikesini arttırmaktadır. Özellikle İman yoksunu insanlar takva elbi­sesinden mahrum bulundukları için, şeytanlar tarafından ayartılmaya daha elveriş­li hale gelirler ve sonuçta onlarla aralarında bir dostluk gerçekleşir. Müşriklerin in­kâr ve isyanları böyle bir dostluktan kaynaklanıyordu. [48]

 

Meali

 

28. Onlar bir kötülük yaptıkları zaman "Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti" derler. De ki: "Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" 29. De ki: "Rabbim dengeyi emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na çevirin, kendisine içten bir inanç ve bağlılıkla O'na yalvarın! İlkin sizi yarattığı gibi (yine O'na) dönecek­siniz." 30.0, bir grubu doğru yola iletti, bir grup da sapıklığa müstahak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları kendüerine dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar. [49]

 

Tefsiri

 

28. "Kötülük" diye çevirdiğimiz fahişe "çok kötü ve iğrenç fiil" anlamına ge­lir. Müfessirlerin çoğu bunu putperestlerin "Beytütharâm'ı kadınlı erkekli çıplak vaziyette tavaf etmeleri" şeklinde yorumlamışlardır[50]. Ancak bunun her türlü büyük günahı ve çirkin davranışı kapsadığında kuşku yoktur. Putperestler, kendilerine atalarından kaldığı, kendi gelenekleri oldu­ğu gerekçesine dayanarak işlediklerinin kötülük olduğunu kabul etmiyor; daha da ileri giderek "Allah da bize bunu emretti" diyorlardı. Aslında bu apaçık bir yalan­dı. Çünkü "Allah kötülüğü emretmez." Şu halde gelenekleri körü körüne devam ettirmek yerine iyilerini kötülerinden ayırmak gerekir. Bunun ölçüsü de Allah'ın emrine yani O'nun kitabına, peygamberinin uygulamalarına ve Allah'ın İnsan var­lığına doğuştan bahşettiği aklıselime uyup uymadığıdır. Âyet şöyle bir hakikate de ışık tutmaktadır: Geçmişte ve günümüzde nice insanların, İslâm'ın gerçekleri ken­dilerine ulaştığı halde, eski geleneksel inanç ve yaşayışlarında ısrar etmelerinin te­mel sebebi kör taklitçiliktir. Onlar, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi, aslı gerçek ol­sa da, zamanla bozularak gerçeklik ve geçerlilik değerini büyük Ölçüde kaybetmiş ve hakiki bir din olmaktan ziyade gelenekler manzumesinden ibaret kalmış telak­kilere dayanan inanç ve hayat tarzlarını, Allah'ın uygulanmasını emrettiği din zan­neder, bunu savunurlar. Bu büyük yanılgının asıl sebebi ise, bilinçli ve objektif dü­şünmek yerine gelenek taassubuna saplanmaktır. [51]

 

29.  Bir önceki âyette kendi yanlış inanç ve uygulamaları, bâtıl gelenekleri hakkında "Allah bize bunu emretti" diyenler ve böylece "Allah hakkında bilgisiz­ce konuşanlar" kınanmıştı. Çünkü o türlü geleneklere uymak gibi onları Allah'ın emri saymak da yanlış ve haksız bir tutumdur. Oysa Allah peygamberine ve onun şahsında bütün insanlığa "adaleti emretmiştir." Adalet, İnançta ve yaşayışta doğ­ruluğu, dengeli ve ölçülü olmayı gerektirir. Bunun için İbn Abbas bu âyetteki kist (adalet) kelimesini "lâ ilahe illallah", yani "Allah'tan başka tanrı bulunmadığını kabul ve ikrar etmek" şeklinde yorumlamıştır[52]. Bir âyette de (Lokman 31/13) "O'na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir hak­sızlıktır" buyurulmuştur. Şu halde Allah adaleti yani doğruluk ve dürüstlüğü, gerçek ne ise ona inanıp onu söylemeyi ve onu uygulamayı emretmiştir. Yine buyur­muştur ki, insanlar atalarını putlaştırmasın; onlardan kalma çirkinlikleri, yanlış fi­kirleri, bozuk gelenekleri din gibi kutsallaştırmasın; görünüşteki değerleri, varlık ve mevkileri ne olursa olsun, yoldan sapmışlara kul olmasın; günah ve isyan yu­valarının müdavimleri olmasın. Aksine, şöyle hitap etmiştir: "(Ey insanlar!) Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na çevirin, kendisine içten bir inanç ve bağlılıkla O'na yatvarın! tikin sizi yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz." Âyetin bu son kısmı, insanların tuttuğu yolun, Mekkeli putperestlerinki gibi "fahişe" mi, yoksa "adalet" yolu mu olduğu hususunun sonunda mutlaka ortaya çıkacağı ve herkesin hesabının da ona göre yapılacağı uyarısını da içermektedir. [53]

 

30. Bu âyet sûrenin buraya kadarki kısmının bir sonucu mahiyetindedir. Bu­na göre Allah'ın indirdiği gerçeklere uyan, nimetine şükreden, İblîs gibi isyana kalkışmadan O'nun buyruklarını yerine getiren, Âdem gibi hata işlediğinde tövbe eden, af ve mağfiret dileyen, şeytanın vesvesesine kapılarak açıklık ve hayasızlı­ğa sapmayan, adaletli ve dürüst olan, Allah'ın birliğini tanıyıp ihlâsla O'na kul olan, O'nun İçin namaz kılan ve dua eden zümreyi Allah hidayete kavuşturmuştur. Buna mukabil Allah'ın gönderdiği vahye uymayan, nimetlerine şükretmeyen, İb­lîs gibi kibre kapılıp emre âsi olan, insanlara kin tutup onları kıskanan ve kötülü­ğe kışkırtan, açıklık ve hayasızlığa teşvik eden, şeytanın fitne tuzağına düşüp ona dost olan; her türlü kötülük, İnkâr, isyan ve edepsizliği işleyip üstelik bunların ata­larından kalma gelenekler olduğunu, Allah'ın da böyle şeyler buyurduğunu, yani bunların doğru ve iyi olduğunu savunan zümre için de dalâlet hak olmuş; yani bunlar kaçınılmaz olarak sapıklığa düşmüşlerdir. Çünkü Allah'ı ve müminleri bı­rakıp şeytanların dostluğunu seçmişler; buna rağmen asıl doğru yoldan gidenlerin de kendileri olduğu vehmine kapılmışlardır. [54]

 

Meâli

31. Ey Âdem oğulları: Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyın, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. 32. De ki: "Allah'ın kullan için yarattığı süsü ve temiz rınklan kim haram kıldı?" De ki: "Onlar dünya hayatında müminlere yaraşır; kıyamet gününde ise yalnız onlara mahsus olacaktır." İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyo­ruz. 33. De ki: "Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız ye­re sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koş­manızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." [55]

 

Tefsiri

 

31. Müşrikler, başlıca kutsal mekânlarını çıplak ziyaret eder; ziyaret dönem­lerinde et, yağ, süt gibi değerli gıda maddelerini yemezler; diğerlerini ise çok az yerler ve bunun dinî bir vecîbe olduğuna inanırlardı[56]. Âyet bu bâtıl uygulamayı ilga etmekte, ibadet sırasında örtünme zorunluluğu ge­tirmektedir; ayrıca haram olduğuna dair özel hüküm bulunmayan maddelerin ye­nilip içilmesine de -İsrafa kaçmamak şartıyla- izin vermektedir. Âyetin özel mak­sadı, kutsal mekânları çıplak vaziyette ziyaret veya tavaf etmeyi yasaklamaktır. Ancak bu durum, hükmün genel olduğu anlamını çıkarmaya mâni değildir. Nite­kim bütün ilgili kaynaklarda âyetin, gerek ibadet sırasında gerekse sair zamanlar­da giyinmeyi farz kıldığı belirtilir. [57]

 

32. Bu ve bundan önceki âyette elbiseye "ziynet" denilmesi, giyinmenin ahlâ­kî bakımdan olduğu gibi estetik bakımdan da önemli ve gerekli olduğuna işaret eder; ayrıca yine ziynet kelimesinden hareketle kaliteli ve değerli elbiseler giyin­menin mubah olduğuna hükmedilmiştir. Taberî (VIII, 163-164), Şevkânî (H, 230) gibi önde gelen müfessirler bu âyeti açıklarken, haram olmayan güzel ve değerli ni­metlerden uzak kalmayı zühd ve fazilet sayanların hatalı olduklarını belirtirler. Ha­ram, dinî bir terim olarak, "Açık, kesin ve bağlayıcı bir ifade ve üslûpla yapılması şer'an yasaklanmış olan tutum ve davranış" anlamına gelir. Eğer bir İşin yapılma­masını isteyen bir ifade bulunmakla birlikte, bunun anlamı yeterince açık veya kay­nağı kesin değilse buna haram değil mekruh denir. Hakkında yasaklayıcı hiçbir de­lil bulunmayan fiiller ise ne haram ne de mekruh sayılmayıp mubah ve helâl kabul edilir. Bir fiilîn helâl kabul edilmesi için dinî kaynaklarda bu yönde bir açıklama bulunması gerekli değildir; çünkü "Eşyada asıl olan mubah olmasıdır". Buna göre ölçüsüz dindarlık duygusu, şahsî tercihler, ortalıkta görülen kötülüklerle mücadele arzusu gibi -iyi niyetli de olsa- kişisel hassasiyetlerin etkisiyle dinin izin verdiği alan içinde kalan tutum ve davranışları, yiyecek, içecek, giyecek gibi nesneleri ha­ram, sakıncalı ve günah olarak nitelendirmek bu âyetin hükmüne aykırı ve yanlış­tır. Hatta Müfessirler, âyetin "De ki: O nimetler dünya hayatında müminlere yaraşır" mealindeki kısmından hareketle, bunların esas itibariyle müminlere lütuf ol­mak üzere yaratıldığını, fakat kâfirlerin de onlar sayesinde bu nimetlerden yararlan­malarına imkân verildiğini belirtirler. Âyetin anlatımına göre manevî kemal ve gü­zellikler gibi birey ve toplumun refah, sağlık, güvenlik ve esenliğine katkıda bulu­nacak her türlü maddî imkânlar da öncelikle müminlere yaraşır. Bu imkânlarda ge­ri olan bir toplum, Kur'an bakımından ideal bir toplum değildir. Zühde ve kanaate teşvik eden açıklamalarla bu yöndeki uygulamalar ise, dünya nimetlerini araç ola­rak görmek yerine amaç kılmayı hedefleyen eğilimleri önlemeye yöneliktir. [58]

 

33. Önceki âyetlerde helâl nimetleri haram saymanın yanlışlığına işaret edil­dikten sonra burada da Allah'ın asıl haram kıldığı şeylerin neler olduğu özetle be­lirtilmektedir. Buna göre Allah yalnızca, başta zina ve fuhuş olmak üzere, açık ve gizli kötülükleri,  ahlâksızlıkları; başkalarının malına, canına, namus ve şerefine karşı saldırıyı; Allah'ın, hakkında hiçbir delilndirmediği şeyleri O'na ortak koş­mayı yani aslı esası bulunmadığı apaçık ortada olduğu halde birtakım  varlıkları tanrılaştırmayı ve nihayet Allah hakkında herhangi bir doğru bilgi ve delile dayan­madığı halde "Allah şunu helâl kıldı, bunu haram kıldı" gibi rastgele sözler sarfet-meyi yasaklamıştır.

Son iki âyet, bir bakıma, 29. âyetteki "Rabbim dengeyi (kıstı) emretti" me­alindeki bölümün açıklamasıdır. Zira kist hem "adalet" hem de "itidal, denge, öl­çü" anlamına gelir. Böylece bu iki âyet, bir adalet ve itidal dini olan islâm'ın, aşı­rı yasakçılığı da aşırı serbestliği de onaylamadığını; esasen temiz fıtrath ve aklıse­lim sahibi her İnsanın doğru, iyi, hoş ve faydalı bulduğu maddî ve manevî şeyleri kullandığını; yanlış, kötü, çirkin ve zararlı bulduğu şeylerden de kaçındığını orta­ya koymaktadır. Kur'an'da veya hadislerde İslâm dininin "sırât-ı müstakim"[59], "Hanîf dini"[60], "semahat (hoşgörü ve kolaylık) dini"[61] gibi denge, gerçekçilik ve kolaylık ifade eden niteliklerle anılması da buradan ileri gelmektedir. [62]

 

Meali

 

34. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bîr an ileri gidebilirler. 35. Ey Âdem oğullan! İçinizden âyetlerimi size anlatacak peygamberler gelir de kim kötülükten sakınıp kendini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. 36. Âyetlerimizi yalanlayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenlere gelince, işte onlar ateş ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. 37. Allah'a iftira eden veya O'nun âyetlerini ya­lanlayandan daha zalim kim vardır! Onların kitaptaki nasipleri kendilerine erişecektir. Sonunda elçilerimiz gelip canlarını alırken "Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz tanrılarınız nerede!" derler, "Bizden sıvışıp gittiler" di­ye cevap verirler. Ye kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerinde şahitlik eder­ler. 38. Allah buyuracak ki: "Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin!" Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lanet edecek­tir. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde) toplanınca, sonrakiler önceki­ler için, "Ey rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha azap ver!" diyecekler. Allah da, "Zaten hepiniz için bir kat da­ha azap vardır, fakat siz bilmezsiniz" diyecektir. 39. Öncekiler de sonrakile­re derler ki: "Sizin bizden arta kalır bir tarafınız yok. O halde siz de yaptık­larınıza karşılık azabı tadın!" [63]

 

Tefsiri

 

34. Sûrede, bu âyetle başlayıp 53. âyette son bulacak genişçe bir âhiret tasvi­ri yer almaktadır. İbn Âşûr'a göre sûrenin buraya kadarki bölümünün öncelikli muhatabı Mekke putperestleri olduğu için bu âyetteki "her bir ümmeften de özel­likle Hz. Peygamber'i ve hak dini yalanlayan topluluklar kastedilmiş olup âyet bunlara karşı bir uyan ve tehdit anlamı taşımaktadır. Aynı müfessire göre ecel ke­limelerinden ilki bu tür inkarcı topluluklara tanınan mühleti, ikincisi de bu muhletin bittiği ve sonlarının geldiği vakti ifade etmektedir (VIII/2, s. 102-104). Buna göre -bu sûrenin geniş bir kısmının konusu olan bazı eski kavimlerin hayat ve akı­betlerine dair ilerideki âyetlerden de anlaşılacağı üzere- Allah Teâlâ, rahmetinin eseri olarak, inkarcı ve isyankâr topluluklara hallerini düzeltmeleri için belli bir süre tanır. Eski inanç ve yaşayışlarında ısrar edenler, tayin edilen sürenin sonunda mutlaka cezalandırılırlar; hükümranlıkları veya varlıkları son bulur. Onlar bu akı­betlerini ne bir saat öne alabilir ne de erteleyebilirler. Allah'ın bu kesin kanunu uyarınca, tarihteki bütün inkarcı, isyankâr, azgın ve ahlâksız toplumların, bu ara­da putperest Araplar'ın mâruz kaldıkları bu akıbet, şimdiki ve bundan sonraki in­karcı ve zalim toplumların, devletlerin de Allah nezdinde bilinen vaktinde mutla­ka başlarına gelecektir. [64]

 

35-36. Yukarıdaki âyette peygamberi ve hak dini yalanlayanların dünyadaki akıbetleri bildirilmişti. Bu iki âyette de iyilerle kötülerin âhiretteki durumları kar­şılaştırılmaktadır. Buna göre peygamberleri gelip de insanlara Allah'ın âyetlerini yani kutsal kitabını, delillerini ve hükümlerini[65] açık açık ortaya koyduğunda onlar ya peygamberi ve onun bildirdiklerini saygıyla benimseyip du­rumlarım düzeltir veya Allah'ın âyetlerini yalan sayıp İblis gibi kibre kapılarak İs­yanlarını sürdürürler. Yüce Allah, âhirette bu zümrelerden ilkinin, korku ve üzün­tüden emin bir şekilde mutlu olacağını müjdelerken, ikinci zümreyi "ateş ehli" (ce­hennem ashabı) diye nitelemekte ve ebedî olarak ateşte kalacaklarını haber ver­mektedir. [66]

 

37. Allah'a ortak koşmak ve "Şu helâldir, bu haramdır" gibi keyfî hükümler koymak suretiyle Allah hakkında yalan uyduranlar veya Allah'ın âyetlerini yalan sayanlar zalimlerin en zalimi, en haksızıdırlar. Onlar "kİtap"ta (ilm-i ilâhîde) ta­yin edilmiş bulunan nasiplerini alır yani nziklannı ve ömürlerini bitirirler; ardın­dan Allah'ın "elçileri" (ölüm veya azap melekleri) gelince güvendikleri her varlı­ğın, bilhassa Allah'tan başka tanrı diye inandıklarının kendilerini terkettiğini gö­rür; o zaman, tam bir çaresizlik içinde, inkarcı olduklarına yine kendileri şahitlik ederler. [67]

 

38-39. İnsanlar ve cinler[68] âhiret hayatına adım attıklarında, ilâhî ferman uyarınca, her "ümmet", benzer inanç ve değerleri paylaşmış; benzer hayat felsefesini benimse­yip yaşamış ve yaşatmış olan eski topluluklara katılır. Böylece, İnsanlık tarihi bo­yunca Allah'ın âyetlerini ve peygamberlerini yalanlayıp sapık inançlar ve ideolo­jiler türetenlerle bunları benimseyip yaşatanlar âhirette bir araya gelince, artık in­karcıların kendi kendilerinin aleyhlerinde şahitlik edecekleri ölçüde hak ve bâtıl,iyi ve kötü apaçık ortaya çıktığı için sonrakiler öncekilere veya inkârları ve kötü­lükleri yaşatanlar bunları türetenlere, kendilerini ayartıp saptırdıkları gerekçesiyle lanet okuyup suçlarının iki katıyla cezalandırılmalarım isterler; diğerleri de onla­rın kendilerinden farklı yanlarının bulunmadığını yani onların da kendileri kadar suçlu olduklarını belirtirler. Mutlak hâkim olan Allah da buyurur ki: "Zaten hepi­niz İçin bir kat daha azap vardır." Çünkü iki kat suç işlemişlerdir; yani öncekiler ve önderler hem kötü oldukları hem de kötülük yollarını açtıkları için, diğerleri ise onlara uymaları yanında, fikirleri, mallan, güçleri, mevkileri, tutum ve davranışla­rıyla onlan destekleyip yüreklendirdikleri, güçlerine güç kattıkları, bâtıl ideoloji­lerini yaşatıp yaydıkları ve sonrakilere kötü örnek oldukları için iki kat suçludur­lar ve iki kat ceza göreceklerdir.

Bu âyetler, aldatıcı dünya zevk ve menfaatleri akıl ve basiretlerini bağladığı için nefislerinin isteklerini akıllarının hükmü zannedenler, bu suretle ilâhî ve fıtrî gerçeklerle bağdaşmayan inanç ve fikirleri hakikat diye kabul edip savunanlarla aynı sebepler yüzünden onların bâtıl fikirlerini yaşatıp yaygınlaştırma yönündeki emellerine alet olan kitleleri uyarma amacı taşıması bakımından özel bir önem ta­şımaktadır. [69]

 

Meali

 

40. Bizim âyetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmeye kalkışan­lar var ya, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğin­den geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalan­dırırız! 41. Onlar için cehennem ateşinden döşekler, üstlerine de örtüler var­dır. İşte zalimleri böyle cezalandırırız! 42. İnanıp da iyi işler yapanlara gelince, -ki hiç kimseye gücünün üstünde bir vazife yüklemeyiz- işte onlar cennet ehlidir. Orada onlar ebedî kalıcıdırlar. 43. (Cennette) onların altlarından ır­maklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: "Bizi bu nimete kavuşturan Allah'a hamdolsun! Allah bize bahşet­medeydi biz kendiliğimizden elde edemezdik. Hakikaten rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler." Onlara, "İşte size cennet. Yapmış olduğunuz iyi amelle­re karşılık o size kaldı" diye seslenilir. [70]

 

Tefsiri

 

40. Allah'ın âyetlerini yalan ve asılsız saymak suretiyle ulûhiyyet, tevhid, nü­büvvet, âhiret gibi temet dinî öğretileri inkâr edenler içirt "göğün kapılan açılma­yacaktır. Fahreddin er-Râzî âyetin bu ifadesiyle ilgili muhtemel anlamları şu şe­kilde sıralamaktadır: 1. Onların amelleri, duaları ve itaat cinsinden diğer faaliyet­leri kabul edilmez; 2, Gökler, müminlerin ruhlarına açılırken onların ruhlarına açılmaz; 3. Onların göğe yükselmelerine ve cennete girmelerine İzin verilmez; 4. Onlara bereket ve hayır inmez.

Râzî'nin düşüncesine göre âyet şuna delâlet ediyor: Ruhlar, ya gökten üzer­lerine türlü hayırlar indirilmek ya da amelleri göklere yükseltilmek suretiyle mut­lu olurlar. Bu da göklerin, ruhlar için sevinç ve mutluluk yeri olduğunu, hayır ve bereketlerin göklerden indiğini, ruhların da göklere yükselerek mutlulukların en mükemmeline ulaşıp kurtuluşa ereceklerini gösterir. Şu halde "Onlara göğün ka­pılan açılmayacak" ifadesi, uyarı ve tehditlerin en önemlisini oluşturmaktadır. De­venin iğne deliğinden geçmesi nasıl imkânsız ise inkarcılara göğün kapılarının açılması ve cennete ulaşmaları da Öylece imkânsızdır. Farklı bir okunuşa göre me­alinde "deve" anlamı verilen kelime "urgan" mânasına geldiğinden bu mânayı esas alan müfessirlere göre meali, "urgan iğne deliğinden geçinceye kadar..." şek­lindedir.

Aynı müfessirin verdiği bilgilere göre tenasüh (reenkarnasyon) inancını sa­vunanlar bu âyeti görüşlerine delil göstermişlerdir[71] . Onlara göre âsi ruhlar, vücudun ölümünden sonra bedenden bedene geçerek azap görmeye de­vam ederler; nihayet deve gibi iri bir bedende hayat sürdükten sonra iğne deliğin­den geçebilecek küçüklükteki bir canlının bedenine girerler ve o zaman bütün gü­nahlarından arınmış olarak cennete kavuşur, mutluluğa uiaşırlar. Ancak, tenasüh bâtıl bir inanç olduğu gibi bu görüş de temelsizdir (XIV, 76-77).

Kur'an dilinde semâ kelimesi bilinen anlamı yanında, yüksek âlemlerin ta­mamını kapsayacak bir genişlikte de kullanılır. Bu âlemlerin türlü mertebeleri olup melekler, sâlih (iyi ve faydalı) ruhlar orada bulunur; vahiy semadan gelir. Arz âle­mine fışkıran cismanî ve ruhanî hayır ve bereketlerin, musibet ve serlerin kayna­ğı o âlemlerdedir[72]. "Onlara göğün kapılan açılmayacak" cümlesi,bütün ilâhî ve saf hayırlardan mahrumiyeti dile getiren kapsamlı bir ifadedir[73]

 

41-42. Allah'ın âyetlerini yalanlayan, kibirlilik taslayıp bu âyetleri kabul et­memekte direnen, ilâhî rahmet ve inayetten mahrum kalacak ve asla cennete gire­meyecek olan o mücrim ve zalimlerin varıp kalacakları yerin cehennem olduğu İfade buyurulduktan sonra 42. âyette de iman edip hayırlı işler yapanların "cennet ehli" olduğu ve orada ebedî kalacakları belirtilmektedir. Bu arada, herkesin ancak gücünün yettiği kadarıyla mükellef tutulduğu belirtilerek bir bakıma, müminlerin, istemelerine rağmen yapamadıkları hayırlı faaliyetler sebebiyle ümitsizliğe düş­melerine gerek olmadığına, insanın cennet ehlinden olabilmesi için yapabileceği kadarını yapmasının yeterli olduğuna işaret edilmiştir. [74]

 

43. Allah cennet ehlinin ruhlarını her türlü kötü duygulardan, bilhassa top­lumsal sevgi ve kardeşliğin en büyük engellerinden olan kin ve öfkeden arındıra­caktır. Bu sebeple cennet bir "barış ve esenlik yurdu"[75]olacak; orada bulunanların ayaklarının altından cennet ırmakları akacak; onlar, ruhlarını arındıran, kendilerini cennetin güzelliklerine kabul buyuran Al­lah'a şükürlerini "Bizi bu nimete kavuşturan Allah'a hamdolsun! Allah bize bahşetmeseydi biz kendiliğimizden elde edemezdik" diyerek dile getireceklerdir. Bu ruhanî annmışlık ve cennet nimetleri kuşkusuz Allah'ın liitftıdur. Fakat o lütfa an­cak iman ve hayırlı işlerle liyakat kazanıldığı için Allah'a hamdeden cennet ehli­ne "İşte size cennet. Yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık o size kaldı" diye ses-lenilecektir. [76]

 

Meali

 

44. Cennet ehli cehennem ehline, "Biz rabbimizin bize vaad ettiğini ger­çek bulduk; siz de rabbinizin size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?" diye seslenir. "Evet!" derler. Ve aralarından bir çağrıcı, "Allah'ın laneti zalimle­rin üzerine olsun!" diye bağırır. 45. Onlar, Allah yolundan alıkoyan ve onu eğip bükmek isteyenlerdir; onlar âhireti de inkâr edenlerdir. 46. İki taraf arasında bir perde ve A'râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adam­lar vardır ki bunlar, henüz cennete girmedikleri halde (girmeyi) uman cennet ehline, "Selâm size!" diye seslenirler. 47. Gözleri cehennem ehli tarafına dön­dürülünce de, "Ey rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundur­ma!" derler. 48. A'râf ehli, simalarından tanıdıkları birtakım adamlara ses­lenerek derler ki: "Ne çokluğunuz ne de taslamakta olduğunuz büyüklük si­ze hiçbir yarar sağlamadı. 49. Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete crdirme-yeceğme dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?" (Cennet ehline de şöyle der­ler:) "Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz." 50. Cehennem ehli cennet ehline, "Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızık-tan biraz da bize verin!" diye seslenirler. Onlar da, "Allah bunlan kâfirlere haram kılmıştır" derler. 51.0 kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edin­diler de dünya hayatı onları aldattı. Onlar, bu günlerine ulaşacaklarım unut­tukları ve âyetlerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi biz de bugün onları unuturuz. 52. Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet ola­rak, hakkıyla bilerek açıkladığımız bir kitap getirdik. 53. (Fakat) onlar, onun gerçekleşmesinden başka bir şey beklemiyorlar. Gerçekleştiği gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: "Doğrusu rabbimizin elçileri gerçeği getirmiş­tir. Keşke bizim şefaatçilerimiz olsa da bize şefaat etseler veya (dünyaya) geri döndürülsek de yapmış olduğumuz amelleri başka türlü yapsak!" Onlar cid­den kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler de (putlar) kendilerinden uzaklaşıp kayboldu. [77]

 

Tefsiri

 

44-45. Yukarıdaki âyetlerde inkâr ve isyanda direnenlerin "cehennem ehli", inananların da "cennet ehli" oldukları, her iki zümrenin yaptıklarının karşılığını âhirette bulacakları bildirildikten sonra 44 ve 50. âyetlerde iki zümre arasında, ma­hiyetini bilemeyeceğimiz bîr iletişimden bahsedilmekte, bu suretle âhiretle ilgili vaad ve tehditlerin gerçekliği, farklı bir anlatımla bir defa daha vurgulanmaktadır.

Her ne kadar bütün inkarcılar cehenneme atılacaksa da, burada insanları Al­lah yolundan alıkoyma ve bu dosdoğru yolu eğri büğrü göstermeye kalkışma su­çunun özellikle zikredilmesi, ayrıca bunu yapanların "zalimler" diye nitelendiril­mesi oldukça önemlidir. Bu bilgiler bize, ilâhî dine, onun öğretilerine, kutsal de­ğerlerine, kurumlarına ve bağlılarına karşı  kin ve düşmanlık besleyen; duruma gö­re yalan, iftira, hakaret, hile, tehdit, fiziksel şiddet ve baskı gibi haksız ve zalimce yöntemlere başvurarak insanların İslâm'ı ve onun ilkelerini benimsemelerine en­gel olan; bedenî, ilmî, malî, sosyal ve siyasî gücünü hak dine karşı kullanıp onun­la İlgili şüpheler uyandırmaya, onu zaafa düşürmeye, zararlı göstermeye kalkışan "zalimler"in, lanete uğramayı yani Allah'ın rahmet ve inayetinden büsbütün mah­rum kalmayı gerektiren bir suç işlediklerini göstermektedir. [78]

 

46-47. Hicab sözlükte "perde" demek olup burada cennetle cehennem veya cennet ehliyle cehennem ehli arasındaki bir engeli İfade eder. Fahreddin er-Râzî, hicabın "Ve hemen aralarına kapısı da olan bir duvar çekilir..."[79] me­alindeki âyette geçen "sur" anlamını ifade ettiğini belirtmiştir (XIV, 86). Sözlük­te "Yüksek mekân, her şeyin en yüksek noktası" anlamındaki a'râf ise cennetle cehennem arasındaki bir yerin adıdır. Tefsirlerde cennet ve cehennemin yerleri, birbirine uzaklıktan, cennettekİlerle cehennemdekilerin birbirlerine seslerini nasıl duyurdukları, cennetle cehennem arasındaki "sur" ile "perde" ve "a'râf'in mahi­yeti, a'râftakilerin kimler olduğu hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de âhi-ret meselelerini akıl ve tecrübeye dayanarak açıklayıp çözümlemek mümkün ol­madığı için bu konularda sadece nassın verdiği bilgilerle yetinip bunların gerçek olduğuna iman etmek, hakikat ve mahiyetinin ne olduğunu ise Allah'ın ilmine ha­vale etmek en uygun tutumdur. Mümin için önemli olan, âhiretin hak olduğu, ora­da mutlak, kesin ve en adaletli bir şekilde herkesin yargılanacağı, sonuçta iyilerin cennetle ödüllendirileceği, kötülerin cehennemle cezalandırılacağıdır.

Âyetteki bilgilere göre â'râfta bulunacak olanların bir kısmı, iyileri de kötü­leri de simalarından tanıyacak kadar yetkinlik sahibi kimselerdir. Bunlar, ya dere­celeri nispeten düşük olduğu veya üstün dereceli olmakla birlikte, herkesin gözet­lenip teşhis edilebileceği ar'âf denilen yüksek yerde bir süre bekleyerek İyileri ve kötüleri birbirinden ayırmakla görevlendirildikleri için orada bekleyecekler; cen­net ehline esenlik dileyecek, başlarını cehennem ehline çevirince de kendilerini onlarla birlikte bulundurmaması için Allah'a niyaz edeceklerdir. [80]

 

48-49. Dünyanın bütün azgın ve despotları, toplayıp biriktirdikleri servetle­rinin ve emri altına aldıkları adamlarının çokluğundan cesaret alır; bu iki gücün verdiği cüretle hem gerçeği kabul etmeyi kendilerine yediremez hem de insanları küçük görür, kibir ve azamet duygusunun esiri olurlar; bu yüzden yoksul ve kim­sesiz olan inançlı ve dürüst insanların, Allah'ın rahmet ve sevgisini kazanacak dü­zeyde değer taşıyacaklarına da inanmazlar. A'raftaki o güzide topluluk, bu gafil­lerin ebedî hayatlarını mahveden büyük yanılgılarını kendilerine hatırlatırken, on­ların küçümsediği müminlere de cenneti ve oradaki mutlu hayatı müjdelerler. [81]

 

50-51. Cehennem ehli, belki bir ümitsizlik içinde, belki de A'râf ehlinin cen­nete girdiğini görünce ümide kapılarak, yaşadıkları açlık ve susuzluğu yatıştırmak için cennet ehlinden su ve nzık (yiyecek) isterler; fakat Allah'ın, kâfirleri bu istek­lerden mahrum kıldığı cevabını alırlar. Fahreddin er-Râzî'nin ifade ettiği gibi (XIV, 93), bu cevap, inkarcılar için tam bir yıkım olacaktır. Çünkü onlar dinlerini oyun ve alay konusu yapmışlar; dünyanın geçici zevklerine aldanarak âhirette bü­tün bunların başlarına geleceğini unutmuşlar; kendilerini uyaran âyetleri de inkâr etmişlerdir. Fakat Allah da onları unutmuş, yani cehenneme terkedip bütün istek­lerini, feryatlarını cevapsız bırakmıştır. [82]

 

52. Allah inkarcıları habersiz cezalandıracak değildir; aksine insanları dünya hayatında bilgilendiren, başlarına gelecekleri ayrıntılarıyla bildirmek suretiyle on-lan aydınlatan, bu özellikleriyle inananlar zümresi için bir kurtuluş ve rahmet ve­silesi olan bir kitap indirmiştir. Âyetteki "alâ ilmin" kaydı bu kitabın ilâhî ilme da­yandığını, bu sebeple onda yer alan ayrıntılı bilgilerin, haberlerin yanlışlık ihtima­li taşımaktan uzak olduğunu vurgular. Âyette Allah'ın inkarcıları cezalandırmadan önce, gönderdiği bir kitapla onları başlarına gelecekler hususunda ayrıntılı bîr şe­kilde bilgilendirmesi, bilginin bir yükümlülük ve sorumluluk şartı olduğunu gösterir. Nitekim bu husustaki bilgisizliğin geçerli bir delil ve dolayısıyla mazeret ol­duğuna başka bir yerde işaret edilmiştir[83]

 

53. Te'vil, "bir bilgi veya olayın açıklanması, yorumlanması" anlamına gelir. Bir bilginin açıklığa kavuşturulması, daha açık seçik ve ayrıntılı başka bilgilerle olabileceği gibi o bilginin içerdiği olay veya olayların fiilen vuku bulması suretiy­le de olabilir. Bu bağlamda te'vil, "Allah'ın kitabında bildirilen âhirete dair haber­lerin gerçekleşmesi ve bu suretle açık seçik anlaşılması" mânasına gelir. Buna gö­re âyetin mânası şöyledir: Kendilerine bu kadar kesin ve ayrıntılı bilgiler veren bir kitap getirilmiş olmasına rağmen o inkarcılar, bu kitabı tasdik edip gereğini yerine getirmek için illâ da, onun âhirette vuku bulacağını bildirdiği mükâfat veya cezala­rın, tehlike ve tehditlerin gerçekleşmesini mi bekliyorlar? Fakat o kitabın te'vil gü­nünde, yani İçerdiği haberlerin gerçekleşeceği kıyamet gününde iş işten geçecek ve yaşarken kitabı unutup terkedenler o zaman çaresiz bir halde, "Doğrusu rabbimizin elçileri gerçeği getirmiştir. Keşke bizim şefaatçilerimiz olsa da bize şefaat etseler veya (dünyaya) geri döndürülsek de yapmış olduğumuz amelleri başka türlü yap­sak!" diye çirpınacaklar; fakat ne bu umutları ne de dünyaya geri döndürülüp yap­madıklarını telâfi etme istekleri yerine getirilecektir. Onlar gerçekten kendilerine yazık etmişler, uydurdukları sözde kurtarıcılarından da eser kalmamıştır. [84]

 

Meali

 

54. Şüphesiz ki rabbinîz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden; geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızlan emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bi­lesiniz ki, halk da emir de yalnız ona aittir. Âlemlerin rabbi olan Allah yüce­ler yücesidir. 55. Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. 56. Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a, korkuyla ve ümitle dua edin. Muhakkak kî iyilik edenle­re Allah'ın rahmeti çok yakındır. 57. Rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O'dur. Nihayet o rüzgârlar ağır bir bulut yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte Ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhalde bundan ibret alırsınız. 58. Güzel memleketin bitkisi rabbinin izniyle (güzel) çıkar; kötü olandan ise faydasız üründen başka bir şey çıkmaz. İşte biz, şükreden bir kavim için âyet­leri böyle açıklıyoruz. [85]

 

Tefsiri

 

54. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın fiilleri için kullanılan yevm (gün) kavramını yirmi dört saatlik zaman süresi şeklinde anlamamak gerekir. Nitekim başka âyet­lerde O'nun fiilleri hakkında yevm kelimesi "an" mânasında kullanıldığı gibi[86], Allah'ın katındaki bir günün insanların hesaplarına göre 1000 yıl tuttuğu da ifade edilmiştir[87]. Her ne kadar âyetteki "altı gün"ü, dünya günüyle altı gün diye anlayanlar olmuş­sa da, gökler ve yer yaratılmadan önce günden söz edilemeyeceği için, bilhassa ba­zı çağdaş tefsirlerde -kâinatın yaratılışıyla ilgili yeni teoriler dikkate alınarak- bu altı günü, her birinin ne kadar süre devam ettiğini ancak Allah'ın bildiği "altı de­vir" diye anlamanın daha münasip olduğu belirtilir. Esasen an, nokta gibi boyut­suz bir zamandır; aynı şekilde sonsuzluk da boyutsuzdur. Böylece sonsuz varlık için an da sonsuzluk da birdir. Buna göre sonlu ve sınırlı varlıklar için düşünebil­diğimiz boyutlu ve sınırlı zaman dilimlerini Allah ve O'nun fiilleri hakkında dü­şünmemiz mümkün değildir. Bu sebeple yaratıcı-yaratılan ilişkisinin söz konusu olduğu konumlarda zaman kavramlarını daima yaratılan açısından dikkate almak gerekir.

Fahreddin er-Râzî, Allah'ın gökleri ve yeri altı günde yarattığını bildiren ifa­delerden özetle şu sonuçlan çıkarmıştır:

a) Evrenin altıdan daha az veya daha çok zaman diliminde yaratılması aklen mümkün olduğuna göre, onun bu zaman dilimi içinde yaratılmasını tercih eden öz­gür bir belirleyici vardır ki o Allah'tır. Evrendeki bütün varlıkların var oluşlarını, diğer nitelik ve işlevlerini belirleyen de aynı güçtür.

b) Allah Teâlâ her ne kadar eşyanın tamamını bir defada yaratmaya kadirsede, bu takdirde bütünüyle oluşun tesadüfen vuku bulduğu düşünülebilirdi. Halbu­ki eşyanın, maslahat ve hikmete uygun olarak peş peşe ve birbiriyle ilişki halinde yaratılması ezelî, hikmetli, kudretli ve merhametli yaratıcının yaratma fiiline daha güçlü bir şekilde delâlet eder.

c) Âyetteki "gökler ve yer" ifadesi, onlardaki öteki varlıkları da kapsar. Ni­tekim başka âyetlerde bu hususa işaret edilmiştir[88].

d) Her ne kadar başka bîr âyette "Ve bizim buyruğumuz tektir, göz açıp ka­payıncaya kadar olup biter" (Kamer 54/50) buyurulmuşsa da bu, evrenin altı de-virlik bir yaratılış sürecinden geçtiği ifadesine ters düşmez. Çünkü bu âyetteki bir tek kelimelik buyruk, tek tek varlıkların oluş veya yok oluşuyla ilgilidir; ayrıca bu, emrin mutlaka gerçekleşeceğine de işaret eden bir ifade tarzıdır.

e) Âyette düşünen kimseler için şöyle bir uyan vardır: "Şüphesiz ki rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan ... Allah'tır." Yani sizi terbiye eden, bedenen ve zihnen geliştiren, sizi iyilik ve faydalara ulaştıran, kötülüklerden koruyan O'dur; O'nun güç ve bilgisinin, hikmet ve rahmetinin mükemmelliği bu muazzam eşyayı yaratacak, o eşyaya her türlü fayda ve iyilikleri yerleştirecek kadar üstündür. Bu­na rağmen insan nasıl olur da O'nu bırakıp da sıradan varlıklardan İyilikler bekler ve mutluluğu başkasına yönelerek aramaya kalkışır!

Sözlükte istiva "bir konuda iki şeyin birbirine eşit olması", "alâ" bağlacıyla kullanıldığında ise "karar kılmak, yükselmek, yüksek olmak, yüksek bir yere ku­rulmak" gibi anlamlara gelir. Arş'm sözlük anlamı "tavan"dır. Bu anlamdan hare­ketle bir zeminden, mekândan veya makamdan daha üstte, daha yukarıda olan me­kân veya makama arş denilmiştir. Ancak istiva kelimesi istiare veya temsil yoluy­la "üstün bir konumda hükmedip yönetme"; arş ise yine aynı yolla "en üstün yö­netim ve hükümdarlık mevkii" anlamında kullanılır. Buna göre "İstevâ ale'l-arş"ın anlamı "Arşa yükselip kuruldu" demekse de, bütün müfesstrler bunu fiziksel ve cİsmanî mânada anlamamak gerektiğinde irtifak etmişlerdir. Bununla birlikte, Se­lef denilen İlk dönem âlimleri, genel tefsir metotlarının gereği olarak, âyetin ver­diği bilgiye tartışmasız inanıp te'vil ve yoruma gitmemek, asıl anlamını Allah'a havale etmek gerektiğini savunurlar. Nitekim İmam Mâlik'e "arşa istivâ"nın ne anlama geldiği sorulduğunda "İstiva malûm, keyfiyeti meçhul, buna inanmak zo­runlu , soru sormak da bid'attır" dediği rivayet olunur[89]. Ancak, sonraki müfessirler, müslümanlar arasında antropomorfik (cismanî ve insan benzeri) bir tanrı anlayışının yaygınlaşmasından kaygı duydukları için "arşa istivâ"yı "Allah'ın, bütün mevcudattan üstün ve aşkın bir hâkim-i mutlak olarak evrene ve evrendeki her şeye hükmetmesi; evreni ve onda bulunanları en üstün, en mükemmel bir şekilde düzenleyip yönetmesi; bilgisi, İradesi ve gücüyle bütün varlık ve olayları kuşatması" gibi anlamlarda yorumlamışlardır[90].

Âyetin devamında Allah'ın arşa istivasının yani yücelerden yüce olup bütün evreni hüküm ve tasarrufunda bulundurduğunun kozmolojik bir kanıtı olmak üze­re, açık bir İfadeyle (bi'1-ibâre) "O'nun geceyi, durmadan kendisim kovalayan gündüze bürüyüp örttüğü", işaret yoluyla da (bi'1-işâre) gündüzü gecenin üzerine örttüğü; keza güneşi, ayı ve yıldızlan buyruğuna boyun eğdirdiği belirtilmektedir. Böylece dünyanın dönüşüyle gece ve gündüzün birbirini izlemesinin; güneş, ay ve yıldızlardaki oluşma ve değişmelerin, bunlarla ilgili "tabiat kanunları" denilen ya­saların -determinist teorilerde ileri sürüldüğünün aksine- tabiatın Özünden kaynak­lanmadığı; aksine Allah'ın kusursuz bilgi, irade, kudret ve hikmetinin eserleri ol­duğu ortaya konmaktadır. Çünkü "halk da emir de yalnız O'na aittir." Bazı eski tefsirlerde âyetin bu cümlesi dikkate alınarak, evrendeki bütün varlık ve olaylar "halk âlemi" ve "emir âlemi" diye ikiye ayrılır. Cismanî varlıklarla bunlar arasın­daki fiziksel ilişkiler halk âlemi, melekler ve ruhlar gibi manevî varlıklarla bunla­rın ilişkileri de emir âlemi içinde değerlendirilir. İslâm düşüncesinde bunların il-kİne "şehâdet âlemi", ikincisine "melekût âlemi" de denmektedir. Ancak burada­ki "halk ve emir"i her İki âleme de genelleştirmek daha isabetli olur. Buna göre, maddesiyle manasıyla her şeyi var eden de O'dur, buyuran da O'dur; yaratma ve yönetme O'na aittir; varlık O'nun halkı, varlığın kanunları O'nun emridir; madde ve mâna, beden ve ruh, mülkiyet ve tasarruf hep O'nun eseri ve düzenlemesi olup O'nun eksiksiz ilmi, hür iradesi ve sınırsız kudretiyle varlık ve işlerlik kazanmak­tadır. Esasen âyetin başındaki rab ismi bütün bunları içerecek kadar mâna zengin­liği taşıdığından daha sonraki bilgiler bu ismin açıklamalarından ibarettir. Ayetin sonundaki "Âlemlerin rabbi olan Allah yüceler yücesidir!" mealindeki ilâhî beyan da bunu göstermektedir.

Tebâreke fiilinin aslı olan bereket hem "devamlılık ve süreklilik" hem de "en üstün ve en güzel eserler vücuda getirme" anlamına gelir. Buna göre âyetin son cümlesi, Allah'ın yücelik ve ululuğu yanında, evrenin yaratıcısı, sahip ve mâ­liki olduğunu; bundan önce geçen "lehü'1-halk" ifadesi Allah'ın evrendeki hayır ve bereketlerle dolu olan nizamın kurucusu, "lehü'1-emr" ifadesi de yine O'nun bütün bunların yöneticisi olduğunu; bu arada insanı da O'nun yaratıp yükümlü kıldığını, dolayısıyla Allah'ın buyruğunun her şeyin üstünde tutulması gerektiğini belirtir. Özellikle âyetin başında yer alan "rabbiniz ..." şeklindeki hitapla Allah'ın bütün evren içinde yalnız insanı muhatap almaya değer görmesi; ayrıca, "ela" ün-lemiyle âyetteki hikmetlere insanların dikkatinin çekilmesi, donatıldığı özel nite­likleriyle insanoğlunun evrendeki seçkinliğine delâlet eder. [91]

 

55-56. Yukarıda bir tek âyette Kur'an'rn ulûhiyyet öğretisi veciz bir şekilde verildikten sonra bu iki âyette, tam yeri gelmişken, İnsanlara çok önemli iki hatır­latma yapılıyor: a) 55. âyette insanlardan, rablerine yakanr bir tarzda, gizli gizli veya alçak sesle dua etmeleri İstenmekte; Allah'ın, aşırı gidip buyruğundan çıkan­ları, bu cümleden olmak üzere duada yakarış ve gizlilik sınırını aşanları sevmedi­ği bildirilmekte; bu suretle, hadiste "ibadetin özü" diye nitelenen (Tirmizî, "Du'â", 1) dua münasebetiyle insanın rabbİ İle ilişkisine bir disiplin getirilmektedir. Nite­kim bazı müfessirler buradaki "Dua ediniz" buyruğunu "İbadet ediniz" şeklinde açıklamışlardır[92]. b) 56. âyette ise, Allah arzı yani dünyayı veya ülkeyi ıslah etmiş, düzene koymuşken, in­sanların orada fesat çıkarıp düzeni bozmaları yasaklanmakta; böylece insanın ta-bü ve beşerî çevresiyle ilişkisi düzenlenmektedir. Râzî âyetin bu bölümünü özet­le şöyle açıklar: Dünyadaki hiçbir düzenli şeyi bozmayın. Öldürme, yaralama, gasp ve hırsızlık gibi İnsana verilen zararlar; inkâr ve bid'atlarla dine verilen za­rarlar; zina, livata, zina iftirası gibi insan onuruna, namusuna ve aileye verilen za­rarlar; sarhoş edici şeylerle akla verilen zararlar bu yasağın kapsamına girer. Çün­kü dünya hayatında insanlara ait beş temel hak ve menfaat konusu vardır: Can, mal, nesep, din ve akıl. "Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!" buyruğu bütün bu hak ve menfaatlerle bunların kapsamına giren diğer şeylerin korunmasını öngörür. Zira Allah yeryüzünü ıslah ettiğini, düzene soktuğunu belirten ifade, Allah tarafın­dan dünyaya bütün yaratılmışların menfaatlerini en uygun biçimde karşılayacak düzenlerin verildiğini bildirir. Öte yandan yüce Allah, peygamberler göndermek, kitaplar indirmek ve hüküm ve yasalar koymak suretiyle de dünyayı ıslah etmiş olup bu âyette, bir bakıma, insanlara "Peygamberleri yalanlamaya, kitapları inkâr etmeye, yasalara karşı gelmeye kalkışmayın!" denilmiştir. Zira bu isyanlar dünya­da kanıklıklar çıkmasına, düzenin bozulmasına yol açar (XIV, 133).

İnsanın çevresiyle sağlıktı ilişkiler kurup fesattan korunması iyi bir kullukla mümkün olacağı için âyetin sonunda tekrar dua konusuna dönülerek hem korku hem de ümit duygularıyla dua edilmesi istenmiş; nihayet "Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır" buyurulmuştur. Buradaki "iyilik edenler" (muhsinîn) kelimesi hem Allah'a kulluk ve dua ödevini hem de her türlü bozgunculuktan uzak durma, dünyanın düzenini yaşatma, kısaca iyi kul ve iyi insan, iyi komşu, iyi ana-baba, iyi vatandaş... olma yükümlülüklerini yerine getirenleri kapsar. [93]

 

57. Her biri bir hârika olan, fakat devamlı tekerrür etmesi sebebiyle alıştığı­mız ve bu yüzden dikkatten kaçırdığımız tabiat olaylarının arkasındaki yüce kud­retin tanıtılmasına devam edilmektedir. Bu arada âyetin sonuna, Allah'ın ölü top­raktan böyle canlı bitkiler çıkarması gibi kıyamet gününde ölüleri de kabirlerden diriltip çıkaracağı şeklinde bir bilginin eklenmesi özellikle ilgi çekicidir. Buna gö­re tabiattaki sürekli canlanma ve yenilenme bir yandan onu canlandıran Allah'ın varlığına ve hükümranlığına, bir yandan da öldükten sonra yeniden dirilmenin mümkün olduğuna delâlet etmektedir.

Âyetin sonunda bütün bu bilgilerin, İnsanlar ibret alsınlar, düşünüp kendile­rine gelsinler diye verildiğine işaret buyurulmuştur. Çünkü Kur'an bir tabiat bilgi­si veya astronomi kitabı değildir; onun temel gayesi İnsana rehber olmak; onu, akıl ve bilgi dünyasını sağlıklı temeller üzerine kurmaya, böylece itikadı ve amelî ha­yatını her türlü sapmalardan korumaya yönlendirmektir. Bu bakımdan Kur'an'da verilen çeşitli konulara dair bilgilerin, düzenlemelerin, uyarıların asıl hedefi, in­sanlığın, Allah tarafından kendisine lâyık görülen seçkin konumuna ulaşacağı bi­çimde eğitilmesi ve geliştirilmesidir. [94]

 

58.  Kötü ve elverişsiz bir toprağın, bir yörenin faydasız bitkiler vermesine karşılık iyi ve elverişli bir yörenin faydalı bitkiler vermesi de O'nun izni ve irade-siyledir. Müfessirler çoğunlukla bu âyetten şöyle bir mâna çıkarırlar: Akıllı, kav­rayışlı ve erdemli bîr insan verimli toprak gibi; ahmak ve erdemsiz İnsan da ve­rimsiz toprak gibidir. Müminin kalbi faydalı ürünler veren bereketli araziye, kâfi­rin yahut münafığın kalbi zararlı bitkiler çıkaran değersiz araziye benzer[95].

Bazı Ehl-i sünnet müfessirlerinin, bu âyeti yorumlarken, herkesin iyi veya kötü, mutlu veya bedbaht olacağının Allah tarafından önceden takdir edildiğini, şu halde kötü arazi gibi kötü nefislerin de iyileştirilmesinin mümkün olmadığını ile­ri sürerek gerek dinî gerekse ahlâkî bakımdan tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir görüşü benimsemeleri[96] yadırganacak bir durum­dur. Oysa âyetin şöyle bir uyan maksadı taşıdığı açıktır: "Güzel ürünler veren be­reketli topraklar gibi olun; faydasız bitkiler çıkaran işe yaramaz topraklar gibi ol-mayın." Nitekim hem 57. hem de 58. âyetlerin son cümleleri de bu yorumu des­teklemektedir. Yani Allah insanlardan, bu hususları dikkate alarak düşünüp taşın­malarını, gerçeği görmelerini ve nihayet müminler olarak şükretmelerini istemektedir. Eğer söz konusu müfessirlerin belirtilen kötümser yorumlan isabetli olsay­dı, Allah'ın kullarından bunları istemesinin anlamı kalmazdı. [97]

 

Meali

 

59. Andolsun ki Nuh'u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: "Ey kav­mim! Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, üzerinize gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum." 60. Kavminden ileri gelenler, "Biz seni gerçekten apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz!" de­diler. 61. Nuh şöyle cevap verdi: "Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben âlemlerin rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. 62, Si­ze rabbhnin vahyetiklerini duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiy ile) biliyorum, 63. Sakınıp da rahmete nail olmanız ümidiyle, içinizden sizleri uyaracak bir adam vasıtasıyla size bir zikir (kitap) gelmesine şaşırdınız mı?" 64. Onu yalanladılar. Biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık; âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk! Çünkü onlar kör bir kavim idiler. [98]

 

Tefsiri

 

59. Sûrenin başlarında Hz. Âdem hakkında bilgi verilmişti. 59-93. âyetler-deyse Hz. Nûh ile daha sonraki bazı peygamberlerin kendi toplumlarıyla ilişkileri ve dinlerini tebliğ çabaları özetlenmekte; ardından değerlendirme mahiyetinde ba­zı açıklamalar yapıldıktan sonra 103-156. âyetlerde Hz. Musa'nın tebliğ faaliyet­leri, kendi kavmiyle ilişkileri, Firavun ve yandaşlarına karşı verdiği mücadeleye geniş olarak yer verilmekte; daha sonra yine İsrâiloğulian'nın dinî, ahlâkî ve sos­yal hayatlarıyla ilgili karakteristik özellikleri anlatılmaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm'de geçmiş peygamberler hakkında bilgiler verilirken olayla-nn -tarihî bakımdan önem taşısa biledinî çerçeve dışındaki ayrıntılarına girilme­diği, esas itibariyle bu olayların ibret alınacak yönlerinin öne çıkarıldığı görülmek­tedir. Bu suretle Hz. Muhammed'İn davetine muhatap olan kişilerin ve toplumla-nn eski yanlışları tekrar etmemeleri istenmiş; aksi halde Allah'ın, inkarcılık ve kö­tülüklerde direnen eski inkarcı topluluklara verdiği cezaların, belâ ve musibetlerin benzerlerini İslâm'a karşı direnip düşmanlık gösterenlere de er geç dünyada veya âhirette vereceği uyarısında bulunulmuştur.

Âyetin ilk cümlesinde Nuh'un "resul" yani kendisine kitap indirilmiş bir pey­gamber olduğu belirtilmekte[99]; Hz. Nuh'un burada aktarılan ifadesinin ilk cümlesinde onun kavmini Allah'a ibadet et­meye çağırdığı, ikinci cümlesinde bu ibadetin gerekçesi olarak Allah'tan başka ilâh bulunmadığım, yani tevhid akidesini tebliğ ettiği, son cümlesinde de inkarcı­ları "büyük bir günün azabı" ile tehdit ederek âhiretin gerçek olduğuna işaret etti­ği bildirilmektedir. Bu son cümledeki "azap" ile Nuh tufanının kastedildiği de dü­şünülebilir. [100]

 

60. Kur'an'da eski kavimlerden söz edilirken bunların, daha çok zenginler ve soylulardan oluşan reis ve eşraf kesimini ifade etmek üzere sık sık mele' kelime­si kullanılır. Nûh kavminin ileri gelenleri de onu yukarıdaki dört konuda (risâlet, ibadet, tevhid, âhiret) yanlışa sapmakla suçladılar[101]

 

61-63. Bir peygamber için en zor iş, peygamberliğini kabul ettirmektir. Nite­kim birçok âyette tenkitlerin sıklıkla peygamberlik kurumuna yöneltildiği ve pey­gamberlerin yalancılıkla suçlandığı bildirilmiş; onların gerçek peygamber olduğu­na ilişkin aklî ve mucizevî delillerden söz edilmiş; buna rağmen yalanlamakta di­renenler eleştirilerek felâketlere uğradıkları, âhirette de azaba çarptırılacakları ha­ber verilmiştir. Hz. Nûh da kendisini yalan söylemek ve doğru yoldan sapmakla suçlayanlara karşı, derin bir samimiyetle kendisinin asla bir yalancı ve yoldan sap­mış olmadığını, bir resul sıfatıyla onlara Allah'ın buyruk ve yasaklarını duyurdu­ğunu, öğütler verdiğini, bilgisinin' Allah'tan geldiğini ifade etmiştir,

"Bİr şeyi yerine ulaştırma" anlamına gelen tebliğ, İstiare yoluyla "bilinmesi istenen bir konuyu ilgilisine duyurma" mânasında da kullanılır; dinî terminolojide özellikle "bir peygamberin Allah'tan gelen buyruk ve yasaklan ümmetine bildirme­si" anlamına gelir. Nasihat ise "bir kimsenin, muhatabını kendi faydasına veya zaranna olan hususlarda iyi niyetle uyarması" mânasında kullanılır[102]. Hz, Nuh'un, "Ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiy ile) bîliyorum" şeklindeki sözü, peygamberin Allah'tan gelen vahiy sayesinde tebliğ ve

nasihat etmeye lâyık ve ehil bulunduğunu, tebliğ ve nasihatinin kusursuz olduğunu gösterir.

Nuh'un 63. âyetteki sözüyle dört şeye işaret edilmektedir: a) Öncelikle ona Allah'tan bir kitap gelmiştir; şu halde o bir resuldür ve "içlerinden biri"dir, yani yakından tanıdıkları ve dürüst bildikleri bir insandır, b) Amacı insanları uyarmak­tır, c) Uyarının gayesi takvadır, ilâhî buyruklara uyup yasaklardan sakınmaktır, d) Takvanın götüreceği sonuç ise Allah'ın rahmetine mazhar olmaktır. Âyette böyle­sine yüksek amaçlar taşıyan bir peygamberin tebliğini "şaşkınhk"la karşılamanın anlamsızlığı vurgulanmaktadır. [103]

 

64. Hz. Nuh'un risâlet görevini eksiksiz yerine getirmesine ve içten çabaları­na rağmen, kavminin büyük çoğunluğu onu yalancılıkla suçlamakta direndiler ve bunun dünyadaki cezasını büyük tufanda helak edilerek gördüler[104]

 

Meali

 

65. Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u (gönderdik). O dedi ki: "Ey kav­mim! Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ sakınma­yacak misini/. 66. Kavminden ileri gelen kâfirler, "Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten senin yalancılardan olduğunu düşü­nüyoruz." 67. "Ey kavmim!" dedi, "Ben beyinsiz değilim; fakat ben, âlemle­rin rabbinin gönderdiği bir elçiyim." 68. "Size rabbimin vahyettiklerini du­yuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm." 69. "Sizi uyarmak için, içinizden bir adam vasıtasıyla rabbînizden size bir zikir (kitap) gelmesi­ne şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra onların yerine getir­di ve yaratılışta sizi onlardan güçlü kıldı. O halde Allah'ın nimetlerini hatır­layın ki kurtuluşa eresiniz." 70. Dediler ki: "Sen bize tek Allah'a kulluk et­memiz ve atalarımızın tapmakta olduklarım bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azabı) getir bize!" 71. Hûd şöyle ce­vap verdi: "Üzerinize rabbiniz tarafından bir öfke ve bir kirlilik inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın tak­tığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse! Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!" 72. Onu ve onunla bera­ber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalan sayıp da iman et­meyenlerin kökünü kestik. [105]

 

Tefsiri

 

65-69. Âd, muhtemelen Yemen'in Uman ile Hadramut arasındaki Ahkaf de­nilen geniş çöl bölgesinde yaşamış eski ve önemli bir Arap toplumudur[106] . İsmini, Hz. Nuh'un oğlu Sâm'ın üçüncü kuşaktan torunu Âd'dan aldığı söylenir. Bu kavim, İslâm'ın zuhu­rundan asırlarca önce ortadan kalkmakla birlikte Araplar arasında bazı hatıraları anlatılmaktaydı.

Hûd aleyhisselâm ise bir görüşe göre Âd'ın soyundan, başka bir görüşe gö­re Âd'ın dedesi Sâm'ın diğer bir oğlunun soyundandır. İslâm kaynaklarında ço­ğunlukla şeceresi Nûh oğlu Sâm oğlu İrem oğlu Avs (Us) oğlu, Âd oğlu Halud (veya Haris) oğlu Rebâh (Reyâh) oğlu Abdullah oğlu Hûd şeklinde Hz. Nuh'a bağlanır. Kabrinin Hadramût'ta, Kabe'nin civarında, Şam'da, Filistin'de bulundu­ğu yolunda değişik rivayetler vardır. Bİr rivayete göre Hz. Hûd, kavminin cezalan­dırılması üzerine Yemen'deki Şilır bölgesine göç etmiş, iki yıl sonra vefat etmiş ve Hadramut'taki Berehût vadisine defnedilmiştir. Burada ona atfedilen kabir önemli bir ziyaret merkezidir.

Hz. Nûh hakkındaki âyetlerde yer alan diyalog ve tartışmaların benzeri, he­men hemen aynı ifadelerle bu âyetlerde de geçmektedir. Burada ilgili peygamber­lerin sözleri aynen aktarılmış olabileceği gibi, sözler değişik olmakla birlikte, öz ve anlam İtibariyle konulan birbirinden farklı olmadığı için benzer ifadelere dö­küldüğü de düşünülebilir.

Hz. Hûd kavmini ikna etmeye çalışırken Allah'ın onlara olan lütuflanndan bilhassa ikisini hatırlatmaktadır: a) Allah'ın Nuh'tan sonra onları "halifeler" kıl­ması, b) Onları sağlam yapılı ve güçlü yaratması. Bunlardan ilki, Ad kavminin tu­fandan sonra ilk teşkilâtlanan ve yeryüzünü İmar faaliyetlerine girişen nesil oldu­ğunu; ikincisi de Nûh soyundan gelen öteki kabilelere göre daha iri yapılı insan­lardan oluştuğunu gösterir. Ancak "Allah yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı" me­alindeki cümleden, bu toplumun bireyleri arasında geniş bir sevgi ve dayanışma bulunduğu anlamının çıkarılabileceği de düşünülmüştür[107]. Peygamberleri onlara, bu nimetlerin asıl sahibinin Allah olduğunu hatırlatarak bu­na göre davranmaları gerektiğini, kurtuluşlarının buna bağlı olduğunu bildirmiştir. [108]

 

70-72. Fakat onlar bu uyarıyı dikkate alarak Allah'a şükran borçlarını eda et­meleri gerekirken, aksine davranarak kendilerini yalnız Allah'a kulluk etmeye, atalarının taptığı uydurma tanrıları bırakmaya çağırdığı için Hûd'u eleştirip kına­dılar; üstelik, nasıl olsa imkânsız olduğunu düşünerek ondan, doğruluğunu kanıt­laması için kendilerini tehdit ettiği azabı veya felâketi başlarına getirmesini iste­yip akıllarınca kendisini güç durumda bırakmaya kalkıştılar.

Âd halkı bu tutumlarıyla inkarcılıktan asla dönmeyeceklerini ortaya koymuş­lardı. Bu sebeple peygamber, onların içinde bulunduğu durumu "Üzerinize rabbi-niz tarafından bir öfke ve bir kirlilik inmiştir (takdir edilmiş, gerçekleştirilmiştir)" şeklinde özetlemiş; kendisi beklediği gibi onların da başlarına gelecek acı akıbeti beklemelerini istemiştir. Sözlükte "kir, pislik" anlamına gelen rics kelimesine me­cazi olarak "azap" mânası verilmişse de, buradaki en uygun anlamı "ruh kirliliği, bâtıl inançlar ve çirkin fıiller"dir[109]; gazab ise -Allah'a isnat edil­diğinde- O'nun "inkarcı ve isyancıları rahmetinden uzaklaştırıp alçaltması ve ce­zalandırması" anlamına gelir. Ricsi Allah'ın inkarcılara öfkesi, gazabı ise onlara vereceği azap şeklinde yorumlayanlar da vardır[110]. Yü­ce Allah iyilere yani Hûd ve onunla birlikte inananlara rahmetiyle muamele edip onları kurtarırken, peygamberi yalancılıkla suçlayıp iman etmemekte direnenlere gazabıyla muamele edip büyük bir kasırga neticesinde toptan yok olmalarını sağ­ladı. Hz. Hûd, muhtemelen kavminin kesinlikle iman etmeyeceğini anlayınca di­ğer müminlerle birlikte uzak bir yere hicret ederek bu kasırgadan kurtulmuştu. Kabrinin Hadramut'ta bulunduğunu bildiren rivayet de bunu desteklemektedir[111]

 

Meali

 

73. Semûd'a da kardeşleri Salih'i (gönderdik). Onlara, "Ey kavmim" de­di, "Allah'a kulluk edin; sizin Ondan başka tanrınız yoktur. Size rabbiniz-den açık bir deli) gelmiştir. O da, size bir mucize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah'ın arzında otlasın. Ona kötülük etmeyin; sonra sizi elem verici bir azap yakalar." 74. "Düşünün ki Allah Âd kavminden sonra yerleri­ne sizi getirdi ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. O'nun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler kuruyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini ha­tırlayın da yeryüzünde fesadcılar olarak karışıklık çıkarmayın," 75. Kavmi­nin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf görülenlerin inanan kesime dediler ki: "Siz Salih'in, rabbi tarafından gönderildiğini bili­yor musunuz?" Onlar da, "Şüphesiz biz onunla ne gÖnderilmişse ona inanı­rız" dediler. 76. Büyüklük taslayanlar ise "Biz de sizin inandığınızı inkâr edi­yoruz" diye karşılık verdiler. 77. Derken, o dişi deveyi ayaklanın keserek öl­dürdüler, böylece rablerinin emrinden dışarı çıktılar ve "Ey Salih! Eğer sen gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir!" dediler.78. Bunun üzerine onları o dehşetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında yere se­rildiler. 79. Salih o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Andolsun ki ben size rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt ver­dim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz." [112]

 

Tefsiri

 

73-74. Semûd, Hz. Salih'in peygamber olarak gönderildiği eski bir Arap top­lumunun adıdır. Nuh'un oğlu Sâm'ın soyundan gelmiştir. Dedeleri Senıûd'un adıyla anflırlar. Suriye ile Hicaz arasında bulunan Hicr'de yaşamışlardır. Kur'an'da Ashâbü'1-Hicr diye de anılır[113]. Arap kaynaklı olmayan ba­zı vesikalarda da bu isimde bir kavmin varlığından ve yaşadıkları bölgeden söz edilmektedir[114].Bunlar, Vâdilkurâ'daka­yaları oyarak evler (Fecr 89/9), düz arazide de saraylar yapan bir Arap toplumu idi.

Salih peygamberin şeceresi İslâm kaynaklarında Nuh oğlu Sâm oğlu İrem oğlu Âmir (Âbir) oğlu, Semûd oğlu Hâzİr oğlu Ubeyd oğlu Mâşih (Mâsih) oğlu Esif (Âsif) oğlu Ubeyd oğlu Salih şeklinde Hz. Nuh'a bağlanır. Kavminin helak edilmesi üzerine Salih ve ona inanan topluluğun Mekke'ye göç ettikleri rivayet edilir.

Salih'in davetinin özünü de Allah'a kulluk edip O'ndan başkasını tanrı tanı­mama ilkesi oluşturuyordu. Zamanla tevhid inancından sapmış olan Semûd kav­mi, kendilerini yeniden hidayete kavuşturması için gönderilen Salih'i yalancılıkla suçlayarak aksini kanıtlaması için mucize göstermesini istediler[115]. Salih de "Size rabbinİzden açık bir delil gelmiştir. O da size bir mucize olarak Allah'ın şu devesidir" dedi. Kur'ân-ı Kerîm'de fazla bilgi bulunmayan bu mucize hakkında tefsirlerde ayrıntılı bilgi veren uzun rivayetler kaydedilirse de[116]  Kur'ân-ı Kerîm'e, sahih hadislere ve gü­venilir vesikalara dayanmayan bu rivayetlerin doğruluğu şüphelidir. Hz. Salih, çok özel bir yaratık olduğu anlaşılan bu deveye ilişmemeleri, kötülük etmemeleri hu­susunda kavmini uyarmış; ayrıca Allah'ın kendilerine lütfettiği bazı nimetleri sı­ralayarak bunları hatırda tutmalarını ve ülkede karışıklık çıkarmamalarını, zihinle­ri bulandırmamalannı istemiştir. [117]

 

75-79. Kur'an'da yeri geldikçe eski toplumların, gurur ve kibre kapılarak hak dini kabul etmemekte direnip büyüklük taslayan zorbaları hakkında müstekbir; bunların zayıf ve âciz gördüğü, baskı altına alıp yönlendirmek İstedikleri kitle hak­kında da müsted'af deyimleri kullanılır. İşte zorbalar kesimi, Salih'e inananlar arasındaki yoksul ve kimsesiz müminleri inançları dolayısıyla kınamış; onların inandığı şeyleri kendilerinin reddettiklerini açıkça bildirmişlerdir. Sonunda kibir ve inatları yüzünden basireti bağlananlar, verdikleri sözü çiğneyerek deveyi kesti­ler. Bu, onların asla yola gelmeyeceklerinin açık bir ifadesiydi. Bu sebeple şiddet­li bir depremle eski inkarcı kavimlerin akıbetine mâruz kaldılar. Fahreddin er-Râ-zî, 79. âyetteki sözleri, inkarcıların helak olması üzerine Salih peygamberin üzün­tüsünden dolayı söylemiş olabileceğini belirtir (XIV, 167).

Hz. Peygamber Tebük  Gazvesi sırasında askerleriyle birlikte Semûd kalıntı­larının bulunduğu Hicr'e gelmiş, askerler Semûd halkının içtiği kuyulardan su iç­mişler, ardından hamur yoğurup ekmek yapmışlar, yemek hazırlamışlar; fakat Re-sûltıllah yemeği dökmelerini, ekmekleri develere yedirmelerini emretmiş, sonra ontan konakladıkları yerden kaldırarak devenin su içtiği kuyunun başına götür­müş; önceki davranışının sebebini açıklarken de, "Onların yaşadığı felâketin sizin de başınıza gelmesinden kaygılandım" buyurmuştur[118] . Başka bir rivayette Resûlullah'ın yine Hicr'de bulunduğu bir sırada Hicr halkının başına ge­lenlerden duyduğu üzüntüyü dile getiren ve yanındakileri, bu olaydan ibret alıp ders çıkarmaya teşvik eden sözler söylediği belirtilmektedir[119] .

 

Meali

 

80. Lût'u da (peygamber gönderdik). Kavmine dedi ki: "Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz!" 81. "Çünkü siz, kadınları bırakıp da cinsel tatmin için erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın bir milletsiniz." 82. Kavminin cevabı, "Onları (Lût ve arkadaşlarını) memleketinizden çıkarın! Çünkü onlar fazla temizlik taslayan insanlar!" de­melerinden başka bir şey olmadı. 83. Biz de onu ve karısı dışındaki aile fert­lerini kurtardık. Karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi. 84. Ve üzerlerine dehşetli bir yağmur (taş) yağdırdık. İşte gör günahkârların sonunun ne oldu. [120]

 

Tefsiri

 

80-81. Lût aleyhisselâm, Hz. İbrahim'in kardeşi Haran'ın oğludur. îslâmî kaynaklarda soy kütüğü Tarah oğlu Haran oğlu Lût şeklinde geçmektedir. İbrahim ile birlikte Irak'tan ayrılmış; Tevrat'ta bildirildiğine göre Ölüdeniz kıyısındaki So-dom ve Gomore'de (Ammûre) peygamber olarak görevlendirilmiştir. Buralarda oturan halk, inkarcılık yanında, livâtayı da meşru hale getirmişlerdi. Hz. Lût, er­keğin erkeğe yaklaşması (homoseksüellik) şeklindeki bu fuhuş çeşidini, daha ön­ce hiçbir millette görülmemiş ölçüde yaygınlaştırmaları sebebiyle onları eleştirdi; kendisinin güvenilir bir peygamber olduğunu, Allah'tan korkup davetine icabet et­meleri, hallerini düzeltmeleri gerektiğini söyledi[121] ve bu yaptıktan sebebiyle onları "müsrifler" şeklinde niteledi. "Mâkul ve meşrii ölçüle­ri aşan" anlamına gelen müsrif kelimesinin burada cinsel sapıklığı ifade ettiği an­laşılmaktadır.

Bugün elde bulunan Tevrat'ta Hz. Lût'a kızlarının şarap içirerek sarhoş ettik­leri ve onunla zina ettikleri ve ondan gebe kaldıkları şeklindeki iddia[122], peygamber bir yana, sıradan insanlara bile yakıştınlamayacak son de­rece çirkin bir iftiradan ibarettir.

Kitap ve Sünnet'te zinanın cezası belirlenmekle beraber, sapıklık ve çirkin­lik sayılarak yasaklanan eşcinselliğin cezası tayin edilmemiş; bu yüzden müslü-man âlimler bu suçun cezası hakkında taşlama (recm), yakma, üstüne duvar yık­ma, yüksek bir yerden atmak suretiyle öldürme gibi farklı idam usulleri önermiş­lerdir. İmam Ebû Hanîfe ve diğer bazı âlimler ise ta'zîri (hâkimin uygun görece­ği öldürme dışındaki bir cezayı) yeterli bulmuşlardır[123]

 

82. Sapıklığa müptelâ olmuş bu kavim, Lût'un uyanlarını dikkate almak şöy­le dursun, peygamberi kendisine İnananlarla birlikte ülkelerinden kovmaya kalkış­tılar; kendilerinin işlediği fuhuştan uzak olmalarını buna gerekçe gösterdiler veya "Çünkü onlar fazla temizlik taslayan insanlar!" diye akıllarınca onlarla alay ettiler[124]

 

83-84. Lût'un karısı geride kalıp kurtulma imkânını kaybetti. Çünkü o da in­karcılardandı[125] . Beki de o, Sodom halkındandı ve bu yüzden Lût'un ailesiyle birlikte buradan ayrılmak istememişti. Lût ve ailesi diğer inananlarla birlikte ülkeden ayrıldıktan sonra geride kalanlar başlarına taş yağdı­rılmak suretiyle helak edildiler[126]

 

Meali

 

85. Medyen'e kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim! Al­lah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Size rabbinizden açık bir delil gelmiştir. Artık ölçüyü tartıyı tam yapın, insanların mallarının değe­rini düşürmeyin, düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlar beniz bunlar sizin için daha hayırlıdır." 86. "Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve onu eğip bükmek maksadıyla her yolun başında oturmayın. Düşünün ki, siz az sayıdaydınız, sonra O sizi ço­ğalttı. Bozguncuların sonunun nasıl olduğunu da düşünün!" 87. "Eğer içinizden bir grup bana gönderilene inanmış, bir grup da inanmamışsa, artık Al­lah aranızda hükmünü verinceye kadar sabredin! O, hükmedenlerin en iyisi-dir." 88. Kavminden büyüklük taslayan önderler kesimi şöyle dediler: "Ey Şuayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden kesinlikle çıkara­cağız veya mutlaka dinimize döneceksiniz!" Şuayb dedi ki: "İstemesek de mi?" 89. "Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek Allah hakkında yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemedik­çe sizin dininize dönmemiz bizim için olacak şey değildir! Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a dayanırız. Ey rabbimiz! Kavmimizle bizim aramızda adaletli hükmünü ver. Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın." 90. Kavminin inkarcı ileri gelenleri, '*Eğer Şuayb'a uyarsanız o takdirde siz mutlaka hüsrana uğrarsınız!" dediler. 91. Nihayet o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında yere serildiler. 92. Şuayb'ı yalanlayanlar sanki orada hiç yurt tutmamış gibi oldular. Böylece asıl hüsrana uğrayanlar, Şu­ayb'ı yalanlayanlar oldu. 93. Şuayb onlardan ayrıldı ve (bu arada) '*Ey kav­mim!" dedi, "Ben size rabbimizin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırını!" [127]

 

Tefsiri

 

85-87. Medyen, Mısır ile Filistin arasında, Sînâ yarımadasının kuzeyindeki bölgenin adıdır. Hz. Şuayb döneminde buralarda Araplar'ın Emur (Amorite) kolu­na mensup kabileler oturuyordu.

İslâmî kaynaklarda Medyen'le ilgili daha farklı bilgiler de verilmektedir. Bir görüşe göre Medyen'in, Hz. İbrahim'in oğlunun ismi olduğu, zamanla onun so­yundan gelenlerin de bu isimle anıldığı söylenir. Akabe körfezinin doğu kıyısın­daki Maan yakınlarında bulunan eski bir şehir bu adı taşımaktaydı[128]. İbn Kesîr'e göre Medyen halkı "Eyke halkı" diye de anılırdı. Bunlar ağaçlara taptıkları için gür ağaçları ifade et­mek üzere kullanılan Eyke ismiyle anılmışlardır (III, 443; VI, 168).

Medyen halkı Şuayb aleyhisselâm döneminde Mısır krallarına bağlıydı. Araplar'la yakın ilişkileri neticesinde zamanla Araplaşmalardır[129]. Aynı soydan gelen Şuayb'm şeceresi İslâm kaynaklarında İbrahim oğ­lu Medyen oğlu Yeşcur oğlu Mîkâil oğlu Şuayb şeklinde verilir. Şeceresi hakkın­da farklı bilgiler de vardır[130]. Tevrat'ta ismi, Çıkış, 2/18'de Re-uel; Çıkış, 3/1'de Midyan kâhini Yetro; Sayılar 10/18'de Reuel oğlu Hobab gibi farklı şekillerde verilmektedir. Tefsirlerde anlatıldığına göre Hz. Mûsâ Mısır'dan çıktıktan sonra Medyen'e gelmiş, Hz. Şuayb ile tanışarak on yıl kadar onun işin­de çalışmış; sonunda Şuayb Musa'yı kızıyla evlendirmiştir.

Şuayb da Nuh'un davetini tekrarlayarak Medyen halkını Allah'a kulluk et­meye ve O'ndan başka tanrı tanımamaya çağırmış; ayrıca onlara, âyette mahiyeti hakkında bilgi verilmeyen bir "beyyine" (mucize veya belge) göstermiştir.

Medyen'in, inkarcılıkları yanında, başta gelen toplumsal hastalıkları ticaret ahlâkının bozulması ve din hürriyetinin ortadan kalkmasıydı. Bu yüzden peygam­berleri onları bundan menetti; ölçü ve tartıda adaletli olmaya; insanların haklarını nicelik veya nitelik olarak eksiltmeden, zarar vermeden ödemeye; ülkenin düzeni­ni bozup halkın huzurunu kaçırmaktan, gerçeği arayan insanların yollarını keserek onları tehdit etmekten, Allah yolunda gitmelerini engellemekten ve içlerinde kuş­ku uyandırmaktan vazgeçmeye çağırdı. Bu son ifadelerden anlaşıldığına göre Medyen'in inkarcı insanları, Hz. Şuayb ile görüşüp onun mesajım öğrenmek üze­re huzuruna gelmek isteyen insanların yollarını kesiyor, onları tehdit ediyor, içle­rine kuşku salıyor, peygamberle görüşmelerini engelliyorlardı.

Fahreddin er-Râzî'ye göre 85. âyetteki Allah'a ibadet buyruğu ile peygam­berin getirdiği "beyyine"yi ifade eden kısım "Allah'ın emrine saygı" (et-ta'zîm li-emrillâh) ilkesinin; ardından gelen üç buyruk da "Allah'ın yarattıklarına şefkat" (eş-şefkatü alâ halkıllâh) ilkesinin kapsamına girer (XIV, 174). Ölçü ve tartıda dü­rüstlük buyruğu müşterinin haklarım, "insanların mallarının değerini düşürmeyin" buyruğu da satıcının haklarım korumayı hedefler[131]. Aynı âyetin sonunda, insanların bu buyruklara uymalarının bizatihi kendi iyilikle­rine olduğu da belirtilmek suretiyle gerek iman, gerekse ahlâk kurallarının insan­ların yine kendilerine dünya ve âhiret saadeti kazandıracağına işaret edilmiş; buna mukabil 86. âyetin sonunda da inkarcılık ve haksız davranıştanyla din ve dünya düzenini bozanların uğradıkları kötü akıbet hatırlatılmıştır. 87. âyette ise Şuayb'ın davetine İnananlardan da inanmayanlardan da bir süre sabredip beklemeleri isten­mekte; hüküm verenlerin en iyisi olan yüce Allah'ın, mutlak adaletiyle kimin hak­lı olduğunu ortaya çıkaracağı bildirilmektedir. [132]

 

88-89. Millet kelimesi "din" anlamına gelir. Müşrikler Şuayb ve ona inanan­ları, kendi dinlerine dönmemeleri halinde ülkelerinden süreceklerini kesin bir dille açıklayarak tehdit ettiler. Hz. Şuayb'ın "Biz İstemesek de mi?" şeklindeki İfadesi, hiç kimsenin inancını değiştirmeye zorlanamayacağım, inancında ısrar ettiği için yurdundan da sürülemeyeceğini göstermesi bakımından özellikle ilgi çekicidir.

İnkarcı zorbaların "... dinimize döneceksiniz!" şeklindeki tehdİtkâr sözleriy­le Hz. Şuayb'ın, "Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek..." şeklindeki ifadesi, ilk bakışta Şuayb'ın daha önce onların dinine bağlı oldu­ğu gibi bir kanaat doğuruyorsa da; bütün müfessirler âyetten böyle anlamın çıka­rılmaması gerektiğini ısrarla vurgulamışlardır. Zira İslâm inancına göre peygam­berlerin hepsi, peygamber olmadan önce de şirk ve küfürden korunmuşlardı. Bu­na göre Şuayb, kendi adına değil, ihtida etmiş olan arkadaşları adına böyle konuş­muş olabilir. Söz konusu ifadeler yukarıdaki temel inanç çerçevesinde, daha baş­ka şekillerde de açddanmıştır[133]. 89. âyetin son cümleleri, zorbalıklarını insanların vicdanları üzerin­de baskı kurmaya kadar götüren zalimler karşısında iyilerin Allah'a güven ve bağ­lılıklarını, sebatkâr ve yürekli tavırlarını sergilemesi bakımından anlamlı ve yol gösterici ifadelerdir. [134]

 

90-93. Medyen'in inkarcı ve baskıcı eşraf takımı, halkı Şuayb'a inanmama­ları hususunda uyarıp tehdit ederken, asıl kendileri hak ettikleri büyük felâkete uğ­ramışlar; bu dünyada Öyle bir topluluk yaşamamış gibi yok olup gitmişlerdir. Şu­ayb, daha önce onlan dalâletten kurtarmak ve böyle bir akıbete mânız kalmaları­nı önlemek için elinden gelen her şeyi yaptığından, artık onlara acımanın da yer­siz olduğunu düşünmüştür.

Buraya kadarki âyetlerde eski peygamberlerden beşinin, kendi toplumlarıyla ilişkileri, davetlerinin mahiyeti, bu davet karşısında İnanan ve inanmayanların tu­tumları, özellikle inkâr etmekle yetinmeyip inananlar üzerinde baskı kuran ve top­lumda türlü kötülüklerin yayılmasına öncülük edenlerin bu yüzden uğradıkları bü­yük felâketler bir tarihî bilgi vermekten ziyade ders verme üslubuyla veciz bîr şe­kilde özetlenmiştir. Aşağıda ise bütün bu toplumların uğradığı felâketlerin, zorluk­ların insanları ıslah etmeye yönelik amaçlar taşıdığı bildirilmektedir. [135]

 

Meali

 

94. Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek mutlaka ora halkını, Allah'a yönelip yalvarsın yakarsınlar diye dert ve sıkıntıya uğratmışızdır. 95. Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik. Nihayet çoğaldılar ve "Atala­rımız da böyle sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı" dediler. Biz de onları, kendile­ri farkında olmadan ansızın yakaladık. 96.0 ülkelerin insanları inansalar ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat yalanladılar; biz de ettikleri yüzünden onlan yakala-yıverdik. 97. Yoksa o ülkenin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımı­zın gemleyeceğinden emin mi idiler? 98. Veya o ülke halkının güpegündüz eğ­lenirlerken kendilerine azabımızın gemleyeceği konusunda güvenceleri mi vardı? 99. Allah'ın ansızın gelen azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası Allah'ın azabından emin olamaz. 100. (Eski) sa­hiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâlâ şu gerçek belli olmadı mı: Biz dileseydik onlan da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık. Biz on­ların kalplerini mühürleriz de onlar (gerçekleri) işitemezler. 101. İşte o ülke­ler! Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun ki pey­gamberleri onlara apaçık deliller getirmişti. Fakat onlar önceden yalanladık­ları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler. 102. Onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulamadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk. [136]

 

Tefsiri

 

94-95. "Dert" diye çevirdiğimiz be'sâ' kelimesi tefsirlerde "bedensel hasta­lıklar"; "sıkıntı" diye çevirdiğimiz darrâ' ise "geçim sıkıntısı, yoksulluk" şeklin­de açıklanır. Kur'ân-ı Kerîm'de karye kelimesi çoğunlukla kendilerine peygam­ber gönderilen bir toplumun yaşadığı küçük veya büyük yerleşim birimini yahut ülkeyi ifade eder ve söz konusu toplumun yerleşik bir hayat yaşadığını gösterir.

Sûrenin 59. âyetten buraya kadar geçen kısmındaNûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb peygamberlerin kavimleriyle ilişkileri, mücadeleleri, tebliğ sırasında karşılaş­tıkları güçlükler ve peygambere karşı koyarak inkâr ve isyanda direnenlerin uğra­dıkları felâketlerin ibrete şayan kesitleri kısa fakat etkili ifadelerle özetlendikten sonra burada da, bir bakıma bu anlatılanların birer örnek olduğuna işaretle, esasen her devirde, kendilerine peygamberler gönderilen bütün ülkelerin toplumlarının, inkâr ve isyandan vazgeçerek Allah'a yönelmelerini sağlamak üzere hastalık veya yoksulluk gibi bazı sıkıntılara mânız bırakıldığı; daha sonra kötülüğün yani hasta­lık ve yoksulluğun yerine iyilik (sağlık ve bolluk) verildiği, böylece onların Al­lah'ı tanıyıp O'na şükretmeleri için imkân ve fırsatlar yaratıldığı bildirilmektedir.

Kuşkusuz bu imkân ve fırsatlardan yararlananlar bulunmuşsa da, bu âyetle­rin asıl maksadı Hz. Muhammed'in risâletine karşı direnen müşrik ve münkirler olduğu için, özellikle onları alâkadar eden tutum ve davranışlar üzerinde durula­rak bir bakıma şöyle denilmektedir: Daha önce sizin gibi inkâr edip kötülük işle­yenlerin, hastalık ve yoksulluk gibi sıkıntılarla İmtihan edildiklerinde, bundan Al­lah'ın kendilerini cezalandırdığı anlamını çıkararak tövbe etmeleri; yahut sıkıntı­dan kurtulup sağlık ve bolluğa kavuştuklarında Allah'ın lütfü sayesinde bu durum­dan kurtulduklarını düşünerek O'na şükretmeleri gerekirdi. Halbuki onlar "Hasta­lık ve yokluk, sağlık ve zenginlik gibi haller, bizim gibi geçmişte atalarımızın da başına gelen, zamana bağlı, zamanın ortaya çıkardığı normal olaylardır" diyerek İnkarcılıkta ısrar ettiler; Allah da onları hiç ummadıkları bir zamanda ve ortamda ansızın yakalayıp belâlarını verdi. Eğer sizler aklınızı kullanıp basiretli davran­maz, meşakkatlerin veya nimetlerin temelindeki anlamlan ve hikmetleri gerektiği şekilde kavramaz, gerekli dersi alarak iyiliklerin de kötülüklerin de kendisinden geldiği Allah'a yönelmez, sapıklık ve kötülüklerinizden vazgeçmezseniz o eski in­karcılar gibi sizin de bir şekilde cezalandırılacağınızı unutmayınız. Çünkü inanç­sızlık ve isyankârlığın sonu hüsrandır, yıkımdır. [137]

 

96. O eski kavimler, peygamberlerinin davetini ve Allah'ın türlü ikazlarım yeterince değerlendirip iman etseler ve kötülüklerden sakmsalardı yüce Allah "el­bette onların üzerine gökten ve yerden nice bereket kapıları" açacaktı. Şu halde iman ve takvanın sonu berekettir, bolluktur; mutluluk ve esenliktir.

Bazı tefsirlerde "gökten gelen bereketler" yağmur, "yerden gelen bereket" de ziraî mahsuller ve hayvansal ürünlerdeki bolluk diye açıklanmışsa da buradaki "bereketlerin her türlü maddî ve manevî hayırları kapsadığını düşünmek âyetin maksadına daha uygun düşer[138] .

Zemahşerî âyetteki "açma" anlamına gelen feth kavramının "kolaylaştırma" mânasında da kullanıldığım belirtmektedir. Buna göre söz konusu ifade "... Onlar için bütün İyilik ve güzellikleri elde etme yollanın kolaylaştırırdık" anlamına ge­lir (11,77). [139]

 

97-99. Müfessirler genellikle ehlü'1-kurâ ifadesini "geçmiş milletler" diye anlamışlarsa da; bunun, başta Mekkeliler olmak üzere bütün yerleşim birimlerinin İnsanlarını kapsadığını düşünmek Kur'ân-ı Kerîm'in maksadına daha uygun düşer (Elmalılı, m, 2220). Hatta göçebe İnsanları da bunun içinde düşünmek gerekir. Böylece söz konusu âyetler bütün İnsanlar için bir uyan anlamı taşımaktadır. Bu­na göre Allah, inkarcı ve isyankân vaktini haber vererek cezalandırmaz. Nitekim sözlükte "hile, tuzak" anlamına gelen mekr kelimesi, Allah'a nispet edildiğinde "O'nun günahkârlara mühlet vermesi ve onlan farkında olmadan, beklenmedik bir anda cezalandırması" veya bu şekilde "ansızın gelen ceza" mânasında kullanılır. Yukarıdaki âyetlerde bu şekilde cezaya uğrayıp yok olan, yurtlan harabeye dönen, tarihe kansan eski toplumlardan birkaç örnek verildi. Bu durum karşısında, fıtrat-lanndaki akıl, fikir ve ibret alma yeteneklerini kullanmayıp hüsranı hak eden, ken­dilerine kötülük eden İnkarcılar, sadece onlar, böyle bir ceza kaygısı ve beklentisi içinde olmadan, temelsiz bir güvenlik duygusuyla her türlü kötülüğü rahatlıkla iş­lerler. Bu âyetlerde açıkça belirtilmemekte birlikte, ifadenin gelişinden anlaşıldı­ğına göre, müminler ise, inkârcılann aksine, yüce Allah'ın rahmeti gibi azabının da hak olduğuna inandıkları için, daima O'nun gazabına ve azabına uğrama endi­şesi içinde yaşarlar. Kur'ân-ı Kerîm'deki takva, havf, haşyet, rehbet, hazer gibi ke­limelerle dile getirilen bu endişe, sarsılmaz imanın ruhlarda meydana getirdiği olumlu, yapıcı, insanı her türlü kötülüklerden alıkoyup iyilikler yapmaya sevkeden kaygı ve korku şeklindeki yüksek dinî ve ahlâkî duyguyu ifade eder. İyi mümin ve iyi insan gibi iyi ümmet ve iyi toplum da ancak bu yüce duygunun vicdanlara hâkim olmasıyla gerçekleşir. [140]

 

100-102. "Arz"dan maksat, yukanda kıssalan anlatılan kavimlerin yaşadığı topraklar; "yeryüzüne vâris olanlar" ise Kur'an'ın indiği dönemde o topraklarda eski kavimlerin yerlerine yerleşip yurt kuran Arap topluluklandır, bunların başın­da da Kur'an'ın ilk muhatabı olan' Mekkeliler geliyordu.

Önceki âyetlerde, geçmişteki beş peygamberin (Nûh, Hûd, Salih, Lût, Şuayb) kavimlerinin kıssalanndan örnekler verilerek, bu peygamberlerin getirdikleri açık seçik mesajlara, belgelere veya mucizelere (beyyinât) rağmen, inkarcılıkta direnen eski toplumlann mâruz kaldıklan felâketler anlatılmıştı. Bu âyetlerde ise İslâm da­vetine muhatap olanlann, bu olup bitenlerden ders almalan istenmektedir. 100. âyette Hz. Peygamberin muhataplan iki tehlike karşısında uyanlmaktadır: Onlar eğer iman etmezlerse ya herhangi bir yıkımla yok olup gidecekler veya –hayatta kalsalar bile- küfürde ısrar ve inat etmeleri yüzünden Allah onların kalplerini mü-hürleyecektir[141]. Burada iki defa geçen "kalplerin mühürlenmesi" Kur'an üslûbunda genellikle, İnkâr ve kötülükte direnen insanların, zamanla akıl­larım kullanma ve sağlıklı düşünme yeteneklerini kaybetmeleri, giderek artan bir taassupla sapık inanç ve yaşayışa şartlanmaları şeklindeki zihin ve ruh halini ifa­de eder. Genel planda evrendeki bütün oluşlar Allah'ın kuşatıcı iradesiyle gerçek­leştiği İçin bu şartlanma "Allah'ın kalpleri mühürlemesi" şeklinde ifade edilmiş­tir. Nitekim 101. âyetteki "Fakat onlar önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi" şeklinde çevrilen bölüm de insanın daha önce inkâr ettiği şey­leri kabul etmesinin veya inanıp benimsediği şeyleri terk ve reddetmesinin güçlü­ğüne işaret etmektedir.

Müfessirler, 102. âyetteki and kelimesini çoğunlukla "Allah'ın Hz. Âdem'in sulbüne, soyuna ve dolayısıyla bütün insanların fıtratına bahşettiği hakkı ve haki­kati bulma, kabul etme meyli, her insanın yaratılışının en başında potansiyel ola­rak sahip kılındığı iman ve İyilik istidadı" anlamında açıklamışlardır. Kur'an'da, insanın böyle bir olumlu eğilim ve istidadı varlığının özünde saklayarak dünyaya gelmesi, onun Allah'a karşı olan bir tür ahdi ve borcu, buna karşılık mükellef bir insan haline geldikten sonra fıtrat dinini tanımayarak bâtıl inançlara, çirkin davra­nışlara sapması da "Allah'ın ahdini bozma" şeklinde dile getirilir. [142]

 

Meali

 

103. Sonra onların ardından Musa'yı mucizelerimizle Firavun ve çevre­sine gönderdik; onlar ise mucizeleri inkâr ettiler; ama gör işte fesatçıların so­nu ne oldu! 104. Mûsâ dedi ki: "Ey Firavun! Ben âlemlerin rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim." 105. "Allah hakkında gerçek olandan başkasını söy­lememek benim üzerime borçtur. Size rabbinizden açık bir delil getirdim. Ar­tık İsrâiloğulları'nı benimle birlikte serbest bırak." 106. O da şöyle dedi: "Eğer bir mucize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüj orsan onu göster ba­kalım." 107. Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı. Bir de baktılar ki apaçık bir yılan! 108. Ve elini (cebinden) çıkardı. Bir de ne görsünler, o da bembeyaz oluvermiş! 109. Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: "Bu gerçek­ten çok bilgili bir sihirbazdır;" 110. "Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor, ne buyurursunuz?" 111. Dediler ki: "Onu da kardeşini de beklet; şehirlere top­layıcılar (memurlar) yolla;" 112. "Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler." 113. Sihirbazlar Firavun'a geldiler; "Eğer üstün gelen biz olursak bize mu­hakkak bir mükâfat olmalıdır" dediler. 114. O da "Tamam; ayrıca sizler mutlaka yakınlarımdan olacaksınız" dedi. [143]

 

Tefsiri

 

103. Bu sûrenin 59. âyetinden 102. âyetine kadar olan bölümünde, daha ön­ce yaşamış ve risâleti sona ermiş bulunan bazı eski peygamberler ve onların teb­liğlerinde yer alan başlıca esaslar hakkında bilgiler verildikten sonra 103. âyetle, Kur'ân-ı Kerîm'in inzali sırasında varlığını sürdüren İsrâiloğuüan'nm dinî tarihi­ne dair bilgilere geçilmektedir. 156. âyete kadar devam eden bu bilgilerden sonra Hz. Muhammed'in risâletinin kesinliğini vurgulayan iki âyetin ardından İsrâİlo-ğulları hakkındaki açıklamalar sürdürülecektir.

Eski Mısır dilinde "büyük ev" anlamındaki per'ao (veya per'aâ) kelimesin­den gelen fir'avn (firavun) kelimesinin İbrânîce veya Süryânîce'den Arapça'ya geçtiği sanılmaktadır. Kelime, milâttan önce 1370'lerde "kral" anlamında kullanıl­maya başlanmıştır. Eski Mısır inancında firavun hem kral hem de tanrının oğlu ve dolayısıyla tanrı sayılıyordu.

Eski Ahid'de firavun kelimesi otuz dokuz yerde yalın bir unvan olarak, iki yerde de Kral Neko ve Kral Hofra'nın isimleriyle birlikte geçmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de yetmiş dört defa tekrarlanan firavun kelimesi sadece Hz. Mûsâ döne­mindeki Mısır kralını ifade etmekle birlikte, asıl ismi verilmemektedir. Yahudi kaynaklarında, İsrâiloğulları'na zulmeden firavunlar olarak I. Seti, onun oğlu II. Ramses ve II. Ramses'in oğlu Menephtah'ın isimleri anılır. İslâmî kaynaklara göre ise firavun Amelika krallarının unvanıdır. Bunlardan Reyyan b. Velîd, Hz. Yû-suFun dinini kabul etmiş; fakat onun yerine geçen Kabus b. Mus'ab ve daha son­ra gelen Ebü'l-Abbas b. Velîd inkarcılığa sapmışlardır. Özellikle sonuncusu Hz. Musa'nın mücadele ettiği kral olup firavunların en zalimi idi[144] .

Âyette, yukarıda kıssaları anlatılan peygamberlerden sonra, onların temel Öğ­retilerini İhya etmek üzere, mucizelerle desteklenmiş olarak Hz. Musa'nın gönde­rildiği; fakat Firavun ve çevresindeki vezirler, kâhinler, kumandanlar, danışman­lar vb. ileri gelenlerin, eski dönemlerdeki benzerleri gibi küfürde direndikleri bildirilmektedir. Buradaki "zalemû" (zulmettiler) kelimesi çoğunlukla "Musa'nın gösterdiği mucizeleri inkâr ettiler" mânasında açıklanmaktadır. Nitekim Lokman sûresinin 13, âyetinde "Çünkü O'na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir hak­sızlıktır" buyurulmuş; diğer birçok âyette de zulüm kelimesi küfür veya şirk mâ­nasında kullanılmıştır. Bununla birlikte âyet, "Firavun ve önde gelen adamları, halkın Musa'ya ve onun peygamberliğini kanıtlayan delillere inanmalarını engel­leyerek onlara kötülük ettiler" anlamında da yorumlanmıştır[145]. Âyetin sonunda Firavun ve adamlarının "fesatçılar" şeklinde nitelenmesi de bu yorumu destekler mahiyettedir. Ancak âyette inkarcılı­ğın, hem bireylerin ruhlarını ve amelî hayatlarını hem de toplumsal düzeni ve de­ğerler dünyasını fesada uğratan en büyük bozgunculuk olduğuna işaret edildiği de düşünülebilir. [146]

 

104-105. Hz. Mûsâ, "Ben âlemlerin rabbi tarafından görevlendirilmiş bir el-Çiyim" demekle hem risâletle görevlendirilmiş olduğunu ilân etmiş hem de -yüce Allah âlemlerin rabbi olduğuna göre- Firavun'un tanrılık iddiasının geçersiz sayıl­ması gerektiğini İma etmiş oluyordu. Ayrıca o, bütün peygamberler gibi kendisi­nin de ilk görevinin Allah hakkında gerçeği söylemek olduğunu; bildireceklerinin kuru birer iddia olmayıp bu hususta açık bir "hüccef'e yani aklî kanıtlara veya mu­cizelere dayandığım açıkladı[147] .

Hz. YûsuFun Mısır'da bir üst düzey görevde bulunduğu sırada İsrail adıyla da bilinen Hz. Ya'kub ve on bir oğlu da Mısır'a göçmüşler; uzun süre itibarlı bir topluluk olarak yaşamışlardı. Ancak Mısır'da yönetimin el değiştirmesi üzerine, İsrâiloğullan, giderek çoğalmaları yanında, geniş topraklara sahip olmaları ve sa­vaşlar sırasında Mısırlılar'ı arkadan vurmaları ihtimalinin bulunması gibi siyasî ve ekonomik sebeplerle tehlikeli görülmeye başlayıp İtibar kaybına uğradılar ve za­manla parya konumuna düşürülerek geri ve ağır İşlerde İstihdam edilir oldular. Erkek çocuklarının öldürülmesi kararı da nüfus artışının önlenmesi amacına yönelik­ti[148]. İşte aynı soydan bir peygamber olan Hz. Mûsâ, Tevrat'ta bildirildiğine göre[149] 400 yılı aşkın bir zamandır Mısır'da yaşayan kavmini bu alçaltıcı durumlardan kurtarmak İçin, Allah'ın buyruğu uyarınca[150], Firavun'dan, kavmini serbest bırakıp kendisiyle birlikte Mısır'dan Sînâ'ya dönmelerine izin vermesini istedi. [151]

 

106-108, Firavun, Hz. Musa'nın tebliğinde gerçeği söylediği ve sağlam ka­nıtlara dayandığı şeklindeki açıklamalarım yeterli bulmayıp kendisindea doğrulu­ğunu kanıtlayacak bir mucize göstermesini isteyince Hz. Mûsâ iki mucize sergile­di: Asanın bir anda yılana dönüşmesi ve -esmer tenli olduğu halde- elini cebinden çıkarınca renginin, olayı takip edenlerin gözleri önünde ve onları hayrete düşüre­cek şekilde bembeyaz hale gelmesi. Aynı mucizeler Tevrat'ta da zikredilmektedir (Çıkış, 4/2-8).

Her ne kadar bu mucizeleri bildiren âyetler, kelâm âlimlerince "mülhidler" diye nitelenen bir grup tarafından çeşitli şekillerde (meselâ elin beyazlanması mu­cizesi, Mûsâ'mn güçlü ve açık seçik kanıtlar göstermesi tarzında) te'vil edilerek mucizenin inkârı yoluna gidilmişse de, Sünnî müfessirler bu tür te'villeri, konuy­la ilgili mütevâtir bilgilerin kabul edilmemesi ve peygamberin yalanlanması anla­mına geldiğini savunarak reddetmişlerdir[152]

 

109-110. Firavun'un erkânı, Hz. Musa'nın belirtilen iki mucizesini görünce, bunları ancak çok bilgili ve usta bir sihirbazın yapabileceğini söyleyip onun gerçek­te Firavun ve çevresindekileri Mısır'dan çıkararak hâkimiyeti ele geçirme planı İçinde olduğunu ileri sürdüler. Şuarâ sûresinde (26/34-35) bu fikirler doğrudan doğruya Firavun'a isnat edilir. Şu halde, çevresindekiler gibi Firavun da Mûsâ hak­kında aynı asılsız kanaate sahipti. Zemahşerî'ye göre bu kanaate önce Firavun var­mış, bunu adamlarına anlatmış, daha sonra onlar da aynı kaygıyı Firavun'un veya halkın huzurunda tekrar etmiş olabilirler (II, 139). Âyetlerin üslûbundan anlaşıldı­ğına göre gerek Firavun gerekse danışmadan, Mûsâ'mn ortaya çıkışını hayli cid­diye almışlardı. Muhtemelen onlar, Musa'da, sıradan bir yabancı olmasının ötesin­de, Mısır'da Hz. Yûsuf döneminden sonra itibar kaybedip parya durumuna düşürü­len İsrâiloğullan'na kendisim kabul ettirecek, onları bilinçlendirerek Firavun ida­resinin siyasetine karşı harekete geçirecek bir kabiliyet sezmişlerdi; hatta Hz. Mû-sâ'nın hükümdar sarayında yetiştiğini öğrenmiş ve bu sayede bir liderlik vasfı ka­zandığını da düşünmüş olabilirlerdi. Buna rağmen yine de başlangıçta onu öldür­meyi düşünmemeleri ilgi çekicidir. Müfessirler genellikle bunu, Mûsâ'mn sihirbaz­lar karşısındaki başarısından korkmalarına bağlarlar[153]

 

111-112. Başka âyetlerde bildirildiğine göre Firavun'un sarayına Mûsâ ile birlikte -ondan üç yaş büyük olan- kardeşi Hârûn da gitmişti[154]. Firavun'un danışmanları, Musa'nın bir sihirbaz olduğu kanıtlanır­sa, halkının gözünde itibar kazanmasının önlenebileceğini ve böylece bu mesele­nin halledilebileceğini düşündükleri için Firavun'a, Musa'yı Harun'la birlikte bir süre bekletmesini, kendi usta sihirbazlarını toplayarak onların marifetiyle Mû­sâ' mn bir şarlatandan başka bir şey olmadığını halka kanıtlamasını tavsiye ettiler.

Bu âyetler, o dönemde sihrin yaygın olduğunu ve insanların sihir yarışmala­rına alışık bulunduğunu göstermektedir. Kelâm bilginleri, çeşitli devirlerdeki pey­gamberlerin gösterdikleri mucizelerin, daha çok o devirlerdeki toplumların değer verip ilgi duydukları konulara ilişkin olduğunu belirtirler. Nitekim Hz. Mûsâ dö­neminde sihir yaygın olduğu için onun mucizeleri sihirbazları mağlûp edecek hâ­rikalar şeklinde, Hz, îsâ'nın döneminde çeşitli hastalıklar yaygın olduğu için onun mucizeleri iflah olmaz hastaları iyileştirmesi, Hz. Muhammed döneminde ise fe­sahat ve belagata itibar edildiği için onun ortaya koyduğu en büyük mucize de Arap şiirinin en seçkin örneklerinin bile yanında sönük kaldığı Kur'ân-ı Kerîm şeklinde tezahür etmiştir[155]

 

113-114. Danışmanlarının teklifi üzerine Firavun tarafından celbedilen sihir­bazların ondan ödül beklediklerini açıklamaları, onların hem yüksek bir itibara sa­hip bulunduklarını hem de sihirdeki ustalıklanyla Musa'yı mağlûp edeceklerinden emin olduklarını[156], Firavun'un onlara beklediklerinden daha faz­lasını vaad etmesi de onun her şeye rağmen Hz. Musa'nın başarılı olmasından duyduğu endişeyi gösterir. [157]

 

Meali

 

115. Sihirbazlar dediler ki: "Ey Mûsâ! Sen mi atacaksın yoksa (ilk) atan biz mi olalım?" 116. "Siz atın" dedi. Onlar atınca insanların gözlerim büyü-lediler, içlerine korku saldılar ve böylece büyük bir büyü gösterdiler. 117. Biz de Musa'ya "Asanı at!" diye vahyetük. Bir de baktılar ki bu, onların uydur­duklarını yakalayıp yutuyor! 118. Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yap­tıkları yok olup gitti. 119. İşte Firavun ve kavmi orada yenildiler ve küçük düşüp yarıştan çekildiler. 120. Sihirbazlar secdeye kapandılar. 121-123. "Âlemlerin rabbine, Mûsâ ve Harun'un rabbine iman ettik" dediler. Firavun dedi ki: "Ben size izin vermeden ona iman ettiniz öyle mi? Bu, hiç şüphesiz halkım şehirden çıkarmak için orada kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında göreceksiniz!" 124. "Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kesece­ğim, sonra da hepinizi asacağım!" 125. Onlar, "Biz zaten rabbimize dönece­ğiz" dediler; 126. "Sen sadece, rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inandık diye bizden intikam alıyorsun. Ey rabbimiz! Bize sabırlar ver ve müslüman olarak canımızı al!" [158]

 

Tefsiri

 

115-116. Gösteri alanına, sihir aletleri olan sopalan ve ipleriyle gelen sihir­bazlar, ustalıklarına güvendikleri ve kazanacaklarından emin oldukları için, göste­riye kimin önce başlayacağı hususundaki seçme hakkını, kendileri gibi bir sihirbaz olduğunu düşündükleri Hz. Musa'ya bıraktılar. Buna karşılık Musa'nın "Sİz atın" şeklinde kesin bir cevapla mukabele etmesi de onun Allah'ın izniyle başarılı ola­cağına güvendiğini göstermektedir.

Bazı tefsirlerde ve kısas-ı enbiyâ kitaplarında büyücülerin sayıları hakkında, 72 İle 200 küsur bin arasında değişen rakamlar verümekteyse de İbn Aüyye'nin de ifade ettiği gibi (VII, 131) bu açıklamaların hepsi dayanaksızdır. Bununla birlikte 112. âyet sihirbazların sayılarının çokluğuna işaret etmektedir. [159]

 

117-119. Hz. Musa'ya Allah tarafından "Asanı at!" buyurulması, onun sergi­lediği hadisenin, bizatihi kendisinin bir gösterisi veya bir büyüsü olmayıp Allah'ın iradesi uyarınca gerçekleşen bir mucize olduğuna; ejderha haline dönüşen asanın yuttuğu şeylerden "onların uydurdukları şeyler" diye söz edilmesi de Firavun'un sihirbazlarınca sergilenen sihrin asılsızlığına işaret eder. Nitekim 118. âyette "Böylece gerçek ortaya çıktı..." buytırulmakla da sihirbazların gösterilerinin asıl­sız, Musa'nın mucizesinin de gerçekten vuku bulmuş bir hadise olduğu ifade edilmiştir. Âyetteki "batala" fiili de sihirbazların yaptıklarının hem asılsız olduğunu, yani gerçekten vuku bulmuş bir olay değil, aksine bir aldatmaca olduğunu hem de Firavun'un beklediği sonucu vermediğini göstermektedir. 119. âyette bunun bir yenilgi olduğu, Firavun ve adamlarının bu yenilgiyi kabul ederek küçük düşmüş bir vaziyette gösteri alanından çekildikleri bildirilmektedir. [160]

 

120-122. Sihirbazlar mağlûbiyetin ardından, sihrin bütün inceliklerini bilme­lerine rağmen kendilerini mağlûbiyete uğratan bu hadisenin bir sihir olamayacağı­nı; şu halde Musa'nın hak peygamber, gösterdiklerinin de ancak bir mucize olarak kabul edilmesi gerektiğini anlayarak Allah için secdeye kapandılar. Kıptîler'de âdet olduğu üzere, Firavun için yere kapandıkları sanılmasın diye de Mûsâ ve Hâ-rûn'un rabbi olan Allah'a iman ettiklerini açık bir dille belirtme gereğini duydu­lar.

Tevrat'ta asâ mucizesi Hz. Harun'a nispet edilmekte; Harun'un, bu mucize­yi sihirbazlardan önce sergilediği bildirilmekte; ayrıca sihirbazların Musa'ya iman ettiklerine dair de herhangi bir bilgi verilmemektedir [161]

 

123-124. Sihirbazlar, Musa'ya iman edip onun tarafına geçtiklerini gayet açık olarak göstermişlerdi. Bu sebeple Firavun'un, "Ben size izin vermeden ona iman ettiniz öyle mi!" anlamına gelen sözü, bir soru olmayıp tehditten ibadettir. Nitekim "Ama yakında göreceksiniz" deyip bunun ardından vereceği cezalan sı­ralamasından da bu anlaşılmaktadır. "Ben size izin vermeden..." şeklindeki sözü de Firavun'un, neye inanıp neye inanmayacaklarına varıncaya kadar, onların her türlü tutum ve davranışlarına hükmettiğini, vicdanlarını baskı altında tuttuğunu göstermektedir.

Fahreddin er-Râzî'ye göre Firavun'un Mûsâ karşısındaki bu yenilgisi, onda aynı zamanda siyasî bir endişe de doğurdu. Zira bu olay halkın huzurunda cereyan etmişti ve bu gelişmeler karşısında halk da sihirbazları takip ederek Musa'nın pey­gamberliğine inanıp onun peşine düşecekti. İşte bunu önlemek için onların Mû­sâ'dan kuşku duymalarını sağlayacak iddialar ortaya attı. Buna göre sihirbazlar bir "tuzak" peşindeydi; yani Musa'nın tebliğini kabul etmeleri, onun delilinin güçlü olmasından ileri gelmiyordu; aksine onlar, sihir gösterilerine girişmeden önce "Şu şu şartlarımızı yerine getirirsen sana inanırız" diye Mûsâ ile anlaşmışlardı. Aynca Mûsâ ile sihirbazlar, bir kısım insanları ülkelerinden ayırmak hususunda da daha önce anlaşmış bulunuyorlardı. Bu ise insanların vatanlarından kopmalarına ve bir yığın sıkıntılarla karşılaşmalarına yol açacaktı. Şu halde olacakları düşünerek onun peşinden gitmemeleri gerekiyordu (XIV, 208). [162]

 

125-126. Firavun'un, öldürmeye kadar varan ağır tehditleri karşısında, eski sihirbazlar ve yeni müminler, hakikat üzere sebat gösterip inancına bağlı kalarak ölmenin, korkaklık göstererek münafıkça yaşamaktan daha şerefli bir tutum oldu­ğunu cesaretle dile getirdiler ve bütün olacak kötü şeylere karşı metanetle diren­melerini sağlayacak bol sabırlar ihsan etmesi için Cenâb-ı Hakk'a niyazda bulun­dular. Kur'an'ın vermek istediği mesajla doğrudan ilgisi bulunmadığı için, ilgili âyetlerde, Firavun'un onlara açıkladığı cezalan uygulayıp uygulamadığı hakkında bilgi verilmemiştir. [163]

 

Meali

 

127. Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: "Seni ve tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar diye mi Musa'yı ve kavmini ser­best bırakacaksın!" Firavun, "Biz onların oğullarım sürekli öldürüp kızları­nı sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz" dedi. 128. Mûsâ kavmine dedi ki: "Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır, O, kullarından dilediğini oraya hâkim kılar; (güzel) sonuç, takva sahiplerinindir". 129. Onlar da "Sen bize gelmeden önce de geldikten sonra da bize işkence edildi" dediler. Mûsâ, "Umulur ki rabbiniz düşmanınızı helak eder ve nasıl hareket edeceğinizi görmesi için onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılar" dedi. [164]

 

Tefsiri

 

127. "Kızlar" diye çevirdiğimiz kelime âyet metninde nisa (kadınlar) şeklin­de geçmekle birlikte bundan kız çocukların kastedildiği açıktır. Erkek çocuklar öl­dürüldüğü ve dolayısıyla yetişmiş adam olma imkânını kaybettikleri için onlar ebnâ (oğullar) kelimesiyle anılırken kız çocukları sağ bırakılmaları sayesinde yetişip kadın olabildikleri için olacakları duruma itibar edilerek onlar da "nisa" kelime­siyle anılmıştır.

Sihirbazlara karşı savurduğu tehditlerin, onları inanç ve kararlarından döndü-remedİğini gören Firavun, bu durum karşısında muhtemelen Musa'yı serbest bı­rakmak istedi[165] veya danışmanlarıyla bundan sonra izlenmesi ge­reken tutumu görüştü. Çevresindekiler, onun gelişmelerden etkilenerek Musa'yı serbest bırakacağını düşündükleri ve belki de sonuçta kendi konumlarının sarsıl­masından kaygı duydukları için, Mûsâ ve ona inanan İsrâiloğulları'yla Kıptîler'in, ülkede fesat çıkaracaklarını yani halkı eski dinlerinden döndüreceklerini, Fira-vun'un kendisini de tanrılarını da reddeceklerini belirterek, sihirbazları cezalandı­rırken onları serbest bırakmanın yanlış olacağı, şu halde onları da etkisiz hale ge­tirmesi gerektiği hususunda onu uyardılar. Çünkü, âyette de ifade buyurulduğu üzere, o dönemde Mısırlılar çok tanrılı bir İnanca sahip idiler; Firavun da tanrının oğlu sayılıyordu. Musa'nın serbest bırakılması ise hem Firavun'un bu itibarının sarsılmasına hem de mevcut dinlerinden kopmalar olmasına yol açacaktı. Buna rağmen danışmanların Mûsâ hakkındaki önerilerinin Firavun tarafından benimsen-memesi ilgi çekicidir. Öyle görünüyor ki o, Musa'nın gösterdiği mucizeden son derece etkilenmiş, şahsı adına kaygı ve korkuya kapılmıştır. Bununla birlikte gö­rünüşte Musa'dan korkmadığını ve onu ciddiye almadığını göstermek için[166]  hapsetmek veya başka türlü bir işleme tâbi tutmak yerine, onur tarafı­na geçecek olanların erkek çocuklarını öldürmeyi düşündüğünü açıkladı. Bu suret­le hem onları sürekli bir tehdit altında bulunduracak hem de sayılarının artmasını önleyecekti. Firavun, "Elbette biz onları ezecek güçteyiz" şeklindeki açıklamasıy­la, esasen Mûsâ olayının kendisi için önemli bir mesele teşkil etmediğini, kimse­nin endişeye kapılmasına da mahal olmadığını belirtmek istiyordu[167]

 

128. Hz. Mûsâ, kendisine inananlara bir yandan Allah'a sığınıp dinleri ve öz­gürlükleri uğrunda sabırlı ve metanetli olmalarını emrederken bir yandan da dün­yanın gerçek sahibinin Allah olduğunu, bütün zulümler gibi Firavun'un zulmünün de mutlaka son bulacağını, sonunda üstünlük ve başarıyı, dünya ve âhiret saadeti­ni ancak takva sahiplerinin, yani Allah'a samimiyetle inanıp emirlerine karşı gel­mekten sakınanların hak edeceğini anlatıyor; ümitlerini yitirmemeleri gerektiğini telkin ediyordu. [168]

 

129. İsrâiloğulları, Musa'nın gelmesinden önceki dönemlerde uzun yıllar acı ve sıkıntılar çektiklerini, Firavun'un tehditleri dikkate alındığında bu sıkıntılarım, Mûsâ ile tanışmalarından sonra daha da artarak devam edeceğinin ortaya çık­tığını ifade ederek bu durum karşısında korku ve üzüntülerinin de arttığını dile ge­tirdiler. Hz. Mûsâ ise Allah Teâlâ'nın düşmanlarını kahrederek kendilerine hâki­miyet kazandıracağı müjdesini verdi. Musa'nın bu müjde ifadesinde "Bundan son­ra Allah nasıl  hareket edeceğinize bakar" anlamına gelen "nasıl hareket edeceği­nizi görmesi için" şeklindeki kayıt, onların, kendisine uyup Allah'ın dinine bağlı kaldıkları sürece artık Firavun düzeninde olduğu gibi haksızlığa uğratılmayacak-lanna, iyi veya kötü davranışlarının karşılığını adaletli bir şekilde bulacaklarına işaret eder ve İsrailoğullan için bağımsızlıklarını kazanmalarından sonraki hayat­ları hakkında da bir uyan anlamı taşır. Nitekim onların daha sonraki isyankâr tu­tumları Hz. Musa'nın bu uyarısında haklı olduğunu göstermiştir[169]

 

Meali

 

130. Andolsun ki biz de Firavun'a uyanları, ders alsınlar diye kuraklık yılları ve ürün kıtlığı ile cezalandırdık. 131. Onlara bir iyilik gelince "Bu bizim hakkımızdır" derler, eğer kendilerine bir fenalık gelirse bunu Musa ve onunla beraber olanların uğursuzluğuna bağlarlardı. Bilesiniz ki başlarına gelenler Allah kalındandır; fakat onların çoğu bunu bilmez. 132. Ve dediler ki: "Bizi büyülemek için ne işaret getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz." 133. Biz de açık açık mucizeler olmak üzere onların üzerine tufan, çekirge, haşarat, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günah­kâr bir kavim oldular. 134. Azap üzerlerine çökünce, "Ey Mûsâ! Sana verdi­ği söz hürmetine, bizim için rabbine dua et! Eğer bizden azabı kaldinrsan mutlaka sana inanacağız ve muhakkak İsrâiloğulları'nı seninle gönderece­ğiz" derlerdi. 135. Ulaşacakları bir müddete kadar onlardan azabı kaldırdı­ğımızda hemen sözlerinden döndüler. 136. Nihayet, âyetlerimizi yalanlamala­rı ve onlardan gafil kalmaları sebebiyle kendilerinden intikam aldık ve onla­rı denizde boğduk. 137. Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi de (İsrâiloğulla-n'm) içini bereketlerle doldurduğumuz ülkenin doğu taraflarına ve batı ta­raflarına mirasçı kıldık. Sabırlarına karşılık rabbinin İsrâiloğulları'na verdi­ği güzel söz yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiş­tirdikleri bahçeleri de helak ettik. [170]

 

Tefsiri

 

130. Metinde geçen sene kelimesi, başında belirlilik (el-) takısı bulunduğun­da, "kuraklık" anlamına da gelir. Bu âyette de İsrâiloğulları'nın, peygamberleriy-le birlikte eski yurtlarına dönmelerine izin vermeyen Firavun ve halkının -bu inat­larından vazgeçirmek üzere- şiddetli bir kuraklık ve ürün düşüklüğüyle cezalandı­rıldığından söz edilmekte olup senenin çoğulu olan sinîn kelimesi kuraklıkla iliş­kili bir anlamda kullanılmıştır[171]; bu sebeple anılan kelime mealinde "kuraklık yıllan" şeklinde çevril­miştir. [172]

 

131. Buradaki iyilikten (hasene) daha çok yağış, ürün bolluğu ve refah gibi maddî nimetler; kötülükten de (seyyie) kuraklık, kıtlık ve geçim sıkıntısı gibi mad­dî problemler anlaşılmıştır[173].

Âyetteki tetayyür, tayr (uçma) kelimesinden türetilmiş olup bir olayı, nes­neyi veya kişiyi "uğursuz sayma" (teşe'üm, teşâüm) anlamına gelir. Câhiliye dö­neminde oldukça yaygın bulunan bir hurafeye göre bir kimse yolculuğa çıktığın­da İlk karşılaştığı bir kuşun, kendisine göre sağ tarafa doğru uçtuğunu görürse bu­nu yolculuğu İçin uğurlu sayar, sol tarafa doğru uçtuğunu görürse bunu da uğur­suz kabul ederdi. Yolculuğa çıkana da "ale't-tâiri'l-meymûn" (Uğurlu kuşla karşıfaş) diyerek iyi dilekte bulunurlardı. Böylece tetayyür ve tayra kelimeleri aslında hem uğuru hem de uğursuzluğu ifade etmekle birlikte giderek sadece uğursuzluk anlamında kullanılmaya başlandı. Aynı anlamda olmak üzere teşe'üm kelimesi de kullanılmakta; bir olay, nesne veya kişinin uğurlu sayılması ise tefe'ül kelimesiy­le ifade edilmekteydi. Türkçe'de buna, bazı hadislerdeki bir tabirle[174] "fâl-i hasen" veya "fâi-i hayır" denilmektedir. Hz, Peygamber, gelecek için iyimser olma imkânı sağladığı, ümit ve güven telkin etti­ği için tefe'ül veya fâl-i haseni yararlı görüp tavsiye ederken[175], uğursuz­luk telakkisinin Câhiliye müşrikliğinin bir kalıntısı olduğuna işaret etmiş ve İs­lâm'da bunun yeri olmadığını açıklamıştır[176].

Firavun ve adamları, 130. âyetin sonunda da ifade buyurulduğu gibi, başları­na gelen felâketler üzerinde düşünüp ders almaları, bu çektiklerinin kendi kötülük ve zulümleri yüzünden olduğunu kabul etmeleri gerekirken, hâlâ eski idraksizlik­lerini sürdürerek, nail oldukları iyiliğin zaten kendi haklan olduğunu İleri sürer­ken, uğradıkları kötülüğü Hz, Mûsâ ve ona inananlardan kaynaklanan bir uğursuz­luk sayıyorlardı. [177]

 

132-133. Daha önce {130. âyette), kuraklık sıkıntısından söz edilmişti. Anla­şıldığına göre bu bir ilk uyarıydı. Ne var ki Firavun ve çevresi, bundan ders ala­cakları yerde, inkâr ve inatlarını daha da pekiştirdiler; bu uğurda bütün sıkıntılara katlanmaya hazır olduklarını açıklayarak âdeta Allah'a karşı meydan okudular. Yüce Allah da onları 133. âyette özetle bildirilen felâketlere mâruz bıraktı.

Kur'ân-ı Kerîm'de Firavun ve Mısırlılar'ın inkârları, İsrâiloğullan'na karşı haksız tutumları ve onları serbest bırakmamaktaki ısrarları yüzünden başlarına tür­lü felâketler geldiği özetle anlatılmış; ibret alınması için bu kadarı yeterli görül­müştür. Tevrat'ta ise, Firavun'u İsrâiloğullan'nı serbest bırakmaya mecbur etmek için, daha çok Harun'un değneği vasıtasıyla gerçekleştirilen ve İsrâiloğullan'na isabet etmeyen çeşitli felâket mucizelerinin gerçekleştirildiği bildirilmiştir, Mısır­lılar'ın hayat damarlan olan Nil sularının kana dönüştürülmesi, bütün ülkenin ve evlerin kurbağalarla dolup taşması, önce tatarcık, ardından at sineği (kımıl) istila­sı, hayvanlann kırılması,  insanlann ve havanlann vücutlarını çıban kaplaması, dolu felâketiyle dağdaki insanların ve önceki felâketlerden artakalan hayvanların kırılması, büyük bir çekirge sürüsünün yeri göğü kaplaması şeklinde sıralanan mu­cizelerden hiçbiri Firavun'u yola getirmeye yetmemiş; o, her felâket vuku buldu­ğunda, Musa'ya kendilerini bu felâketten kurtarması halinde İsrâiloğullan'nı serbest bırakacağına dair söz vermiş; fakat felâket geçince sözünden dönmüştür. Ni­hayet "Rab,... Mısır diyarında bütün ilk doğanları vurdu... Ve Mısır'da büyük fer­yat vardı; çünkü içinde ölü olmayan bir ev yoktu." Artık bu son felâket üzerine Fİ-ravun, erkeklerinin sayısı 600.000 bulan İsrâiloğullan'nın 400 yıldır kalmakta ol­dukları Mısır'dan çıkmalarına izin verdi [178]

 

134. Ricz kelimesi genellikle "azap" anlamında kullanılır. Bazı müfessirler, veba hastalığının Arapça'daki isimlerinden birinin de ricz olduğunu dikkate ala­rak, Mısırhlar'm böyle bir hastalıkla da cezalandırılmış olabileceğini belirtirler[179]. İbn Âşûr, Tevrat'ın Çıkış kitabının 12. babında verilen bil­gileri de hatırlatarak aynı görüşe katılır (IX, 71). Râzî'ye göre ise dil kuralları dik­kate alındığında ricz kelimesinden bir önceki âyette sıralanan belâları anlamak da­ha uygun olur (XIV, 219).

Yukarıda özetlenen Tevrat'taki bilgiler arasında Firavun'un ve Mısırlılar'm Hz. Musa'ya inanacaklarına dair bir vaadlerinden söz edilmezken[180] bu âyette onların, İsrâiloğullan'nın Mûsâ ile birlikte Mısır'dan ayrılma­larına izin vermeleri yanında böyle bir iman vaadi de yer almaktadır. [181]

 

135-136. Hz. Musa'nın duası üzerine başlarına gelen son musibet de kaldırı­lınca, Firavun ve adamları daha önce Mûsâ ve İsrâiloğullan'nın Mısır'ı terketme-lerine izin vermiş olmalarına rağmen yine sözlerinden döndüler. Ne var ki Hz Mû­sâ ve kavmi, bütün hazırlıklarını tamamlayarak geceleyin yola çıkmışlardı. Duru­mu öğrenen Firavun askerleriyle birlikte onların peşine düştü[182] . Tevrat'ta ayrıntılı bir şekilde anlatıldığına göre[183].Firavun kuv­vetleri onlara yetişmişti. Allah'ın buyruğu uyarınca Hz. Musa'nın, asasını denize uzatması üzerine sular sağlı sollu iki duvar teşkil edecek şekilde yarıldı ve bir ko­ridor halinde yol açıldı. Bu suretle Hz. Mûsâ ve beraberindekiler boğulmaktan korkmaksızın[184] hızla ilerlemeye başladılar. Peşlerinden Firavun ve ya-nındakiler de aynı yola girdiler. Hz. Mûsâ, kendi topluluğunun karşı tarafa geçme­si üzerine asasını yine denize doğru uzattı ve suların tekrar eski halini almasıyla yol kapandı; böylece Firavun ve askerleri Kızıldeniz'de boğuldu. "Onlardan bir nefer bile kalmadı" (Çıkış, 12/28). Yûnus sûresinin 90-91. âyetlerinde bildirildiği­ne göre Firavun boğulmak üzere iken iman etmiş, fakat yeis halindeki (hayattan ümit kestiği sıradaki) bu imanı kabul edilmemiştir[185].

Eski tefsirlerin hemen tamamında âyetteki "el-yemm" kelimesi Kızıldeniz diye anlaşılmıştır. Tevrat'ın Çıkış bölümünde ise sadece "deniz" kelimesi geç­mektedir. Yine bu bölümde bazı coğrafî isimler verilmekteyse de bugün bu isimlerin nerelere takabül ettiği kesinlik kazanmış değildir. M. Reşîd Rızâ ise Mûsâ ve yanındakİlerin geçtiği, fakat Firavun ve askerlerinin boğulduğu denizin Nil nehri olması gerektiği kanaatindedir (IX, 98). [186]

 

137. Allah Teâlâ, İsrâiloğullan'nı Hz. Mûsâ vasıtasıyla Firavun'ım zulmün­den kurtardıktan sonra onları "içini bereketle doldurduğumuz ülkenin doğu taraf­larına ve batı taraflarına mirasçı kıldık" buyuruyor. Burada işaret edilen bu bere­ketli ve verimli ülkenin neresi olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bazı mü-fessirler âyetteki "doğu tarafı" ile Diyânşam'ın (Filistin-Suriye), "batı tarafı" ile de Mısır'ın kastedildiği[187] ; bazıla­rı da daha sonra İsrail soyundan gelen Dâvûd ve Süleyman'ın hâkim olduğu ülke­lerin kastedildiği kanaatindedirler[188]. Diğer bir görüşe göre ise burada sadece Diyânşam'a işaret edilmiştir. Nitekim âyetin devamında yer alan "bereketlerle doldurduğumuz" şeklindeki niteleme de bunu gösterir. Zira akarsu-lan ve bitki örtüsü gibi zenginlikleri bakımından belirtilen nitelemeye yalnızca bu bölge uygun düşmektedir[189]. İsrâiloğullan'nın hâkimiyetine verilen bu yer, Mâide sûresinin 21. âyetinde "Al­lah'ın size yazdığı kutsal toprak" diye anılıyor. İsrâ sûresinin başında da Kudüs'te­ki Mescid-i Aksa'dan bahsedilirken, bu surede sözü edilen yer hakkındaki aynı ni­teleme İle (bâreknâ) "çevresini mübarek (bereketli, verimli) kıldığımız Mescid-i Aksa..." şeklinde söz edilmektedir. Şu halde İsrâiloğullan'nın hâkimiyetine veri­len yer sadece Filistin olmalıdır[190]

 

Meali

 

138. İsrâiloğulları'nı denizden geçirdik; ardından kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavimle karşılaştılar. Bunun üzerine, "Ey Mûsâ! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap" dediler. Mûsâ dedi ki: "Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz!" 139. "Şüphesiz onların tâbi oldukları şeyler yıkılmaya mahkûmdur; yapmakta oldukları da boştur." 140, "Ben" dedi, "Size Allah'tan başka bir tanrı mı arayayım? Halbuki O sizi âlemlere üstün kılmıştır." 141. Hani Firavundun adamlarından sizi kurtar­mıştık. Onlar sizlere işkencenin en kötüsünü yapıyorlardı; oğullarınızı öldü­rüyorlar, kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. İşte bunda rabbinizden büyük bir im­tihan vardır. [191]

 

Tefsiri

 

138-139. Müfessirler, 138. âyette sözü edilen putperest toplumun kimliği ko­nusunda farklı bilgiler vermişlerdir. Bir görüşe göre bu toplum, Lahm kabilesinin bir boyu olup sığır heykellerine taparlardı. Diğer bir görüşe göre bunlar, Araplar'ın Amâlika dedikleri ve Baal (sahip, efendi) adlı boğa heykeline tapan Ken'anîler'dır. İsrâiloğullan da zaman zaman Baal'e tapınışlardır[192], Mevdudî ise söz konusu putperest toplumun, Sînâ yarımada­sında, Mafka denilen askerî bîr garnizonda yaşayan Mısırlılar olması ihtimali üze­rinde durmuştur. Mafka'ya yakm başka bir yerde Sâmî kavimlerinin inancındaki ay tanrısına tahsis edilmiş başka bir tapınak bulunuyordu. Belki de İsrâiloğullan'nm ilgisini çeken topluluk bu tapmaktaki putlara tapıyordu (E, 85).

Hz. Mûsâ kavmini Kızıldeniz'den sağ salim geçirince karşılaştıkları bu top­lumun putperestlik uygulamaları İsrâiloğullan'mn hoşlanna gitti ve Musa'dan, kendi dinlerinde de böyle bir gelenek başlatmasını istediler. İbn Atıyye onların bu isteklerinin, Allah'ı inkâr ederek O'nun yerine bu putları tann tanımaları anlamı­na gelmediğini, sadece Allah'a yakınlaşmak için putları aracı olarak kullanma maksadı taşıdığını belirtir (VE, 149). Fahreddin er-Râzî de, onların bu tutumları­nı "cehalet" ve "irtidad" olarak değerlendirdikten sonra, İbn Attyye'nin görüşünü tekrar eder. Râzî ayrıca, Allah'tan başka bir varlığa tapmanın, -ister o varlığı ev­renin yaratıcısı kabul ederek olsun, isterse ona ibadet etmenin Allah'a yaklaştıra­cağı düşüncesiyle olsun- Allah'tan başka mâbudlar ve putlar ihdas etmenin küfür olduğunu ifade eder. Çünkü ibadet en büyük saygıdır ve böyle bir saygı ancak, en büyük nimet ve lütuftarın sahibi Allah'a yapılır (XIV, 222-223). Bu sebeple Hz. Mûsâ, böyle bir teklifte bulunanları "Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz!" diye­rek suçlamış; ayrıca özendikleri kavmin bu temelsiz din ve inançlarının, bütün benzerleri gibi yıkılmaya mahkûm olduğunu, keza dinî ibadet ve uygulamalarının da asılsız ve geçersiz olduğunu ifade ederek böyle bir kavme özenmenin cahillik­ten başka bir şey olmadığını bildirmiştir.

Şu halde takarrub (Allah'a yakınlaşma) maksadıyla da olsa, putlar türetip onlara tapanlar, zamanla bu önemsiz varlıkları gerçek tanrı yerine koyup Allah'ı unutacak ve inkâr edeceklerdir. Nitekim tarihteki birçok benzerleri gibi Câhiliye Arapları da "Biz putlara, sadece bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz"[193]demelerine rağmen gerçekte Allah'ı unutmuşlar, O'nun yerine putları koymuşlardı. Bazı gelişmemiş toplamlarda görülen ve cismanî olmayan varlığı so-mutlaştırarak algılama eğiliminin bir neticesi olan inkarcılık ve müşriklik şeklin­deki bu tür sapmalara, farklı biçimlerde de olsa, günümüzün gelişmiş toplumların­da bile rastlanabilmektedir.

İsrâiloğullan'nın, tevhid inancının hâkim olduğu İbrahim milletine mensup olmalarına rağmen, böyle bir teklifte bulunmalarının, yüzyıllar boyunca putperest bir dinî geleneğin hüküm sürdüğü Mısır kültürüyle dejenere olmalarından kaynak­landığı düşünülebilir. Nitekim Kitâb-ı Mukaddes'te de bu duruma işaret edilmek­tedir Burada Hz. Musa'nın ilk halefi olan Yeşû (Yûşa), İsrâilo-ğulları'na Allah'tan korkmalarını ve yalnız O'na kulluk etmelerini, "ırmağın öte tarafında ve Mısır'da" atalarının taptığı ilâhları bırakmalarım emretmekte; "... Ki­me kulluk edeceğinizi bugün seçin; fakat ben ve evim halkı, biz rabbe kulluk ede­ceğiz" demektedir. İlginçtir ki, Yûşa peygamber bu konuşmayı Mısır'dan çıkıştan yetmiş yıl sonra yapmıştır ve bu konuşma, İsrâiloğullan'nın "ırmağın ötesindeki" putperest tesirlerden, yetmiş yıl sonra bile hâlâ kurtulamadıklarını göstermektedir. [194]

 

140. Bir görüşe göre İsrâiloğullan'nın "âlemlere üstün kılınması" içlerinden birçok peygamber çıkmasından ileri geliyordu[195]. Daha ağırlıklı olan başka bir yoruma göre ise buradaki üs­tünlük, İsrâiloğullan'nın peygamberlerine ve onların tebliği olan hak dine inanıp düzgün ve erdemli bir yaşayışa sahip oldukları dönemlerde küfür ve dalâlet için­de yaşayan milletlere karşı sahip oldukları üstünlüktür. Buna karşılık, yine Kur'an'm açıklamasına göre anılan özelliklerini kaybettikleri dönemlerde "alçak­lık ve acizlikle damgalanmışlar"; türlü yıkımlara mâruz kalmışlardır[196]. Esasen konumuz olan âyette de dolaylı ola­rak onlara, üstünlüklerinin tevhid geleneğine sahip olmalarından ileri geldiğine, eğer putperestlik gibi bâtıl inançlara saparlarsa bu üstünlüklerini kaybedecekleri­ne bir işaret vardır. Nitekim Kur'an'da müslümanlar için "en hayırlı ümmet" tabi­ri kullanıldığı halde[197], bunun da onların -ne yaparlarsa yapsmlar-hiç değişmeden hep böyle değerli sayılacakları anlamına gelmediğini gösteren yüzlerce âyet ve hadis vardır. [198]

 

141.Firavun yönetimi İsrâiloğullan'nı çok çeşitli sıkıntılara mâruz bırakmakla birlikte, erkek çocukların öldürülüp kız çocukların sağ bırakılması şeklin­deki zulümleri âyette özellikle zikredilmiştir[199]. Zira İsrâiloğullan bu suretle hem bir tür katliamla hem de nesillerinin tüketilmesini hedefleyen korkunç bir planla karşı karşıya kalmışlardır. Âyette, Allah Teâlâ'nın onları, bu son derece tehlikeli planla yok edilmekten kur­tardığı hatırlatılarak bunu şükürle karşılayacakları yerde başlan selâmete çıkar çıkmaz putperestliğe özenmelerinin ağır bir suç ve nankörlük olduğuna işaret edil­mektedir[200]

 

Meali

 

142. Mûsâ ile otuz gece (için) vaadleştik ve buna on gece daha ekledik; böylece rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu. Mûsâ, kardeşi Harun'a dedi ki: "Kavmimin içinde benim yerime geç; onları ıslah et; bozguncuların tavin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de rabbi onunla konuştuğunda o, "Rabbim! Bana görün; sana bakayım" dedi. Rabbi, "Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durabilirse sen de be­ni göreceksin" buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti; Mûsâ da bayibp düştü. Kendine gelince dedi ki: "Seni noksan sıfatlardan ten­zih ederim, sana tövbe ettim; ben inananların ilkiyim." 144. Allah, "Ey Mû­sâ!" dedi, "Ben, tebliğlerim ve konuşmam için seni seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol." 145. Nasihat olarak ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Mûsâ için levhalara yazdık. (Ve dedik ki:) "Bunları kuvvetle tut; kavmine de onların en güzelini almalarını emret. Yakında size yoldan çıkmış­ların yurdunu göstereceğim." 146. "Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar, bütün mucizeleri görseler de iman et­mezler; doğruluk yolunu görseler onu yol edinirler. Fakat eğrilik yolunu gö­rürlerse hemen ona saparlar." Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamala­rından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir, 147. Halbuki âyetle­rimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar, yapmakta olduklarından başka bir şey sebebiyle cezalandırılmazlar. [201]

 

Tefsiri

 

142. İsrail halkı, Mısır esaretinden kurtulup Sînâ çölüne geçtikten sonra bu çölde kırk yıl boyunca evsiz barksız dolaştılar. Bu yüzden Sînâ çölü "şaşkın vazi­yette dolaşmak" anlamına gelen Tîh adıyla da anılır. Tür dağı, bu çölün güneyin­de, Süveyş körfeziyle Akabe körfezi arasında bulunmaktadır. Yüce Allah, esaret­ten kurtulan kavme şeriatını bildirmek üzere Musa'ya Tûrisînâ'ya gelmesini em­retti. Mûsâ, yerine kardeşi Harun'u bırakarak ondan sulh ve sükûnu korumasını, bozgunculuk çıkarabileceklere karşı dikkatli olmasını istedi. Bu tedbirleri aldıktan sonra Allah'ın emrine uyarak Tûr'a gitti.

Araplar genellikle gün yerine gece kelimesini kullandıklarından; ayrıca iba­det, zikir, dua gibi dinî faaliyetler için gündüze nispetle gecenin sükûneti daha el­verişli olduğundan âyette Musa'nın Tûr'da geçirdiği süre hakkında gün yerine ge­ce kelimesi zikredilmiştir. Bakara sûresinde (2/51) bu buluşma süresi sadece "kırk gece" kaydıyla anılırken burada söz konusu sürenin otuz ve on gece olarak iki bö­lümde anılması ve böylece Bakara süresindeki âyete bir ayrıntı ilâve edilmesi çe­şitli şekillerde yorumlanmış olup[202], muhtemelen bu iki farklı süre, Hz. Musa'nın kırk gece içinde kaydettiği iki ruhî ve manevî gelişmeye işaret etmektedir. Otuz gecenin İbadet süresi, on gecenin ise Tevrat'ın inzal edildiği süre olduğu da düşünülebilir. [203]

 

143. Hz. Mûsâ, Tûr'daki bu olağan üstü buluşma sırasında, üç vahiy şeklinden biri olan vasıtasız vahiy ile yüce Allah'ın kelâmını alırken, aynı zamanda, kendisiyle konuşma lütfunda bulunan Allah'ı müşahede etmeyi, O'nu beden gö­züyle görmeyi de diledi. Allah Teâlâ'nın, kullarına âhirette yüce zâtini gösterece­ği sahih hadislerle sabit olmakla birlikte (aş. bk.), Hz. Mûsâ bunun dünyada da mümkün olduğunu zannederek böyle bir dilekte bulundu. Fakat Allah, "Beni asla göremezsin" buyurarak bunun (dünyada) imkânsız olduğuna işaret buyurdu.

Âyette, itikadı mezhepler arasındaki önemli tartışmalara sebep olan kelâm (Allah'ın konuşması) ve rü'yetuliah (Allah'ın beden gözüyle görülmesi) söz ko­nusu edilmiş; Allah'ın Musa'ya konuştuğu; Musa'nın O'nu görmek istemesi üze­rine bunun asla mümkün olmadığı belirtilmiştir. Buna göre Allah konuşur ve O'nun seçkin kullan (peygamberler) bu konuşmayı işitebilir; fakat Allah asla gö­rülmez. Âyetten çıkan bu açık bilgiye rağmen İslâm âlimleri hem kelâm sıfatını hem de rii'yet konusunu uzun uzun tartışmışlardır. Selef diye anılan ilk kelâma-lar ve onları takip eden sonraki Selefîler Allah'ın, -insanların kullandıklarına ben­zemeyen- harflerle ve sesle konuştuğunu ileri sürerken diğer kelâmcılar O'nun harfler ve sesler gibi konuşma araçlarına muhtaç olmadan konuştuğunu savunmuş­lardır. Öte yandan, bütün İslâm bilginleri Allah'ın dünyada görülmesinin mümkün olmadığım kabul ederler. Sünnî âlimler, bir şeyin görülebilir olmasını onun var ol­ma şartına bağlayarak varlığında şüphe bulunmayan Allah'ın âhirette görülmesi­nin aklen mümkün olduğunu ve mümin kullarına görüneceğini kabul ederken Mu'tezİle âlimleri aksini savunurlar[204] .

İbn Aüyye, "Rabbİ onunla konuştu" ifadesini "Yani Allah Musa'da bir idrak yarattı ve o bu idrakle Allah'ın zatî bir sıfatı olan kelâmını işitti" şeklinde yorum­lar. Kanaatimize göre bu, Allah'ın kelâmına İlişkin oldukça mâkul bir açıklama­dır. Zira yine İbn Atıyye'nin belirttiği üzere, Allah'ın kelâmı hiçbir şekilde yara­tılmışların sıfatına, yaratılmışlık özellikleri taşıyan hiçbir kelâma benzemez[205] .

Aynı müfessir Allah'ın görülmesiyle ilgili Ehl-i sünnet görüşünü de şöyle özetler: Allah'ın görülmesi aklen caizdir; çünkü O'nun, var olması İtibariyle gö­rülmesi mümkündür. Bir varlığın görülebilir olmasının yegâne şartı var olmaktır. Ancak dinî kaynaklar O'nun dünyada değil, âhirette görüleceğini bildirmiştir. So­nuç olarak Mûsâ, "Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım" derken imkân­sız olanı değil, caiz olanı istemiştir. Böyle olurica da, "Sen beni asla göremezsin" şeklindeki ilâhî cevap, mutlak olarak imkânsız olan bir isteği red anlamı taşıma-yıp, sadece Allah'ın dünyada görülemeyeceğini bildirir. Buna karşılık birçok hadişte Allah'ın âhirette mümin kullan tarafından görüleceği haber verilmiştir[206].

Allah'ın dağa tecelli etmesiyle İlgili olarak tefsirlerde farklı açıklamalar ya­pılmıştır[207] . Tecelli "perdenin veya örtünün açılması üzerine bir şeyin bütün gerçekliğiyle ortaya çıkması" demektir. İbn Âşûr'a göre (IX, 93) âyetteki bu kısım mecazi bir ifade olup muhtemelen bununla, dünya var­lıkları ile aşkın güçler arasına Allah tarafından konulmuş bulunan perdelerin kal­dırılması kastedilmiştir. Bu perdeler veya engeller kalkınca rabbani güç ile dağ arasında bir İlişki doğmuş ve dağ paramparça olmuş; Allah'ın bir şekilde kendisi­ni göstermesi veya kendisinden bir görüntüyü dağa yansıtması şeklinde cereyan eden bu olağan üstü olayı gören Hz. Mûsâ dehşete kapılarak kendinden geçip ye­re yığılmıştır. Ayılınca anlamıştır ki böyle bir tecelli kendisini bu kadar sarstığına göre, bu dünyanın şartlan içinde, bu bedenî, hissî ve psikolojik yapısıyla Allah'ı görmeye asla tahammül edemeyecekti. Aynca, dağın bk bakıma denek olarak kul­lanıldığı bu tecrübe kendisi üzerinde gerçekleşseydi mahvolacaktı. Sonuç olarak Allah'tan, genel anlamda mümkün, fakat bu dünyada imkânsız olan bir şeyi İste­diği için tövbe etti ve kendi halkı veya o dönemdeki insanlar içinde ilk mümin ki­şinin kendisi olduğunu belirterek bir kez daha imanını Allah'a arzetti. [208]

 

144. Hz. Musa'nın yüce Allah'ı görme dileğinin kabul edilmemesi karşısın­da, teselli mahiyetinde olmak üzere, Allah Teâlâ ona, iki büyük nimetini ikram et­mek üzere onu seçtiğini, bu suretle kendisini diğer insanlardan üstün ve seçkin kıl­dığını hatırlatmış; bu nimetlerin kadrini bilip şükrünü eda etmesini İstemiştir. Bu nimetlerden biri Musa'ya tebliğler (risâlât) yani vahiyler gelmesi, diğeri de Al­lah'ın onunla vasıtasız olarak konuşmasıdır (kelâm). [209]

145. Yukanda geçen "risâletler"in açıklaması mahiyetindeki bu âyette Tev­rat'ın, "levhalar"da yazılı metinler halinde gönderildiğine ve onun içeriğine yani Mûsâ şeriatına işaret edilmektedir, Elvâh "dörtgen biçimindeki tahta" anlamına gelen levha kelimesinin çoğulu olup burada, Musa'ya bildirilen vahiylerin yazılı olduğu taş levhalar kastedilmiş­tir. Tevrat'ın Çıkış kitabında (24/12) Musa'ya bildirilen "şeriat ve emirler"in taş üzerine yazılı olduğu bildirilir. Aynı kitabın 34. babında Mûsâ şeriatının esasım teşkil eden on emir ile diğer bazı hükümlerin iki taş levha üzerine yazılmasından söz edilir.

"Bunları (levhalarda yazılı buyrukları) kuvvetle tut" emriyle Hz. Musa'dan, o levhaları kararlılıkla, sabır ve metanetle koruyup kollaması, uygulaması isten­miştir. "Kavmine de onların en güzelini almalarını emret" buyruğu ise Hz. Mû-sâ'nın, -ikisi de meşru olan- iki şeyden daha güzel ve faziletli olanım (meselâ kı­sas yerine affetmeyi) tercih etmesi veya kavminden, -biri yasaklanmış, diğeri em­redilmiş olan- iki İşten emredilmiş olanım yapmalarını ya da Tevrat sayfalarında­ki -hepsi de güzel olan- ahkâmı almalarını istemesi gibi değişik şekillerde yorum­lanmıştır[210] .

"Yoldan çıkmışların yurdu" ifadesinde kimlerin veya hangi ülkenin kastedil­diği hususunda şu görüşler ileri sürülmüştür: a) Firavun yönetiminin hüküm sür­düğü Mısır; b) Âd, Semûd v.b. toplulukların yaşadığı beldeler {Arap yarımadası); c) Hz. Musa'nın peygamberliğini reddedenlere yurt olacak cehennem; d) Mû-sâ'mn kendileriyle savaşmak görevini üslendiği Amâlika ve diğer kavimlerce yurt edinilmiş olan Diyanşam[211]; e) "Yurt" diye çevirdiğimiz dâr kelimesi helak kelimesiyle karşılanarak ilgili cümle, "Size yoldan çıkmışların he­lak oluşunu göstereceğim" şeklinde de açıklanmıştır[212] .

Âyetlerin siyak ve sibakı (bağlamı) dikkate alındığında bunlar içinde tercihe şayan olanın son görüş olduğu söylenebilir. İbn Âşûr'a göre bu âyette Hz. Mûsâ ve kavmine, Allah'ın kendilerine vaad ettiği mukaddes topraklan fethedecekleri­nin müjdelendiği bildirilmektedir. Nitekim Tevrat'ta konuyla bilgili olarak şöyle denilmektedir: "Ve Rab Musa'ya söyledi: ... Senin zürriyetİne vereceğim diye ant ettiğim diyara buradan çık; Kenanlı ve Amori ve Hitti ve Perizzî ve Hivî ve Ye-sûbîleri kovacağım..." [213]

 

146-147. Bîr görüşe göre bu iki âyet (son cümle hariç), yüce Allah'ın Hz. Musa'ya yukarıdaki hitabının devamıdır. Buna göre ilkindekî "âyetler"den maksat Mûsâ şeriatı, "arz"dan maksat Şam ülkesi, "arzda haksız yere böbürlenenler" de bu ülkede yaşayan Amâlika ve diğer kavimlerdir.

Âyetteki bilgiye göre söz konusu topluluklar, gaflet ve dalâlete boğulmuş bir vaziyette Allah'ın âyetlerini yalanladıktan İçin hiçbir mucizeye inanmaz, doğru yo­lu reddeder, fakat azgınlık yolunu kolaylıkla benimserlerdi; böylece onlar fıtrattan ve haktan sapmış bir topluluk idi. Bu toplumda böyle bir inkâr, fenalık, kibir ve gaf­letin hâkim olması sebebiyle yüce Allah, değişmez yasalan uyarınca, onlan, âyet­lerinin doğruluğunu kavrayıp benimsemekten de mahrum bırakmıştır. İnsan, iyi ni­yetli olur, hayır ve hakikat sevgisi taşır, bu yolda çaba harcarsa Allah da ona hayır ve hakikatin yollarını açar[214]; aksine, kötü niyetli olur, kibir ve gu­rura kapılarak yanlış inançlarını ve kötü gidişatını inatla sürdürme gafletini göste­rirse Allah da onu "âyetlerinden uzaklaştırır, iman edip halini düzeltmekten manrum bırakır. Kur'an'ın birçok yerinde olduğu gibi burada da kibir ve inadı yüzün­den "doğru yol"u seçmekten imtina edip "azgınlık yolu"nda ısrar eden kişi ve top­lumların hidayetten yoksun bırakılmalarının ilâhî bir kanun olduğu vurgulanmıştır.

Başka bir yoruma göre bu iki âyet, Musa'nın faaliyetlerini anlatan bölüm içinde, Mekke toplumuyla ilgili bir "mu'tarıza" yani ara açıklamadır. Buna göre, bir önceki âyette fâsıklardan söz edilmişken, bu arada, Arap müşriklerinin doğru yolu reddedip azgınlık yolunu tercih eden kibirli ve inatçı tutumları hatırlatılarak, onların da aynı fâsıklar zümresinin bir parçası oldukları anlatılmıştır[215] .

İlk âyetteki "doğruluk yolu" (sebîle'r-rüşd), Kur'an'da sık sık iman ve sâlİh amel kavramlarıyla özetlenen bütün İyilik ve güzellikleri; "azgınlık yolu" (sebi­le '1-gayy) ise, başta inkarcılık, putperestlik ve münafıklık olmak üzere, bütün da­lâlet, fesad ve şer çeşitlerini kapsamaktadır. Buna göre fıtratları dejenere olmamış kişiler ve toplumlar, bazı yanılgılar içinde olsalar bile, inanç ve yaşayışta doğru yolun ne olduğu kendilerine anlatıldığında, kibre kapılıp inatlaşmadan, anlatılan­lar üzerinde düşünür taşınır, gerçeği kabul ederler. Buna mukabil ilkel duygulan, tutkuları ve çıkarları basiretlerini, vicdanlarının sesini bastırmış olanlar ise kör bîr inkâr ve red psikolojisiyle doğrulara ve İyilere karşı çıkar, bu gerçekleri kendileri­ne bildiren Allah'ın âyetlerini ve yaptıklarının karşılığını bulacakları âhiret hak­kındaki haberleri yalanlayıp inkâr ederler.

Bu iki âyette, Kur'an'ın mahkûm ettiği bir toplumun temel özelliklerini gör­mek mümkündür. Bu özellikler, üzerinde düşünülmesi gereken tebliğler konusun­da tekebbüre kapılmak, bunun sonucu olarak âyetlere yani ne kadar güçlü olursa olsun delillere inanmamak, doğru yolu reddetmek, azgınlık yoluna sımsıkı sarıl­mak, Allah'ın âyetlerini yalanlamak, sürekli gaflet halinde bulunmak yani aklı ve zihni kullanmaktan ısrarla kaçınmak, hesapların görüleceği "âhiret buluşması"nı İnkâr etmek şeklinde özetlenebilir. İnkarcıların, bütün bu kötü hallerinin bir sonu­cu olarak, dıştan bakıldığında İyi ve yararlı görünenleri de dahil olmak üzere, bü­tün amelleri, faaliyetleri tamamen boşa gidecek, akıbetleri dünyada da âhirette de hüsran olacaktır; bu, onlar için bir haksızlık değil, yalnızca yapıp ettiklerinin kar­şılığıdır. [216]

 

Meali

 

148. (Tur'a giden) Musa'nın arkasından kavmi, ziynet takımlarından, böğürebilen bir buzağı heykelim (tanrı) edindiler. Görmediler mi ki o, onlar­la ne konuşuyor ne de onlara yol gösteriyor! Onu (tanrı olarak) benimsediler ve zalimler oldular. 149. Pişman olup kendilerinin gerçekten sapmış oldukla­rını anlayınca da dediler ki: "Eğer rabbani/ bize acımaz ve bizi bağışlamaz­sa mutlaka ziyana uğrayanlardan olacağız! 150. Mûsâ kızgın ve üzgün olarak kavmine dönünce, "Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rab-binizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?" dedi. Tevrat levhalarını yere at­tı Ye kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. Hârûn, "Ey anam oğlu! Senin bu kavmin beni cidden zayıf gördüler; neredeyse beni öldü­receklerdi! Sen de şimdi düşmanları bana güldürme ve beni zalim kavimle bir tutma!" dedi. 151. Mûsâ da, "Ey rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine garkeyle! Sen merhametlilerin en merhametlisisin" dedi. 152. Bu­zağıyı (tann) edinenler yok mu, işte onlara mutlaka rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız. 153. Kötülükler yaptıktan sonra ardından tövbekar olup da iman edenlere gelince, şüphesiz ki, o tövbe ve imandan sonra rabbin elbette bağışlayan ve esirgeyendir. 154. Musa'nın öfkesi yatışınca levhaları aldı. Bu tekrar yazılmış metinlerde, rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet (haberi) vardı. 155. Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte buluşmak için kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş deprem yakalayınca Mûsâ dedi ki: "Ey rabbim! Dileseyduı onları ve beni daha önce helak ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bi­zim velîmizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iy isisin. 156. Bize bu dünyada da ahirette de iyilik yaz! Şüphesiz biz sana yöneldik." Allah buyurdu ki: Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi ku­şatmıştır; ayrıca rahmetimi Allah korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım; 157. Ki onlar, ellerindeki Tevrat'ta ve İn­cil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyarlar. Peygamber on­lara iyiliği emreder ve onları kötülükten nıeneder; yine onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır, üzerlerindeki zincirleri çözer. O Peygamber'e inanan, onu koruyup destekleyen, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura uyanlar, işte bunlardır kurtuluşa erenler. 158. De ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın hepinize gönderdiği elçisiyim. O'ndım lııifkıı tının yoktur. O lnıyııl verir ve öldürür. Öyleyse Allah'a ve ümmî peygamber olun nsıılliiıc -ki o Allııh'a ve O'mın sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu [217]

 

Tefsiri

 

148. İsrâiloğullan daha önce Hz. Musa'dan, kendilerine, tapmaları için bir put temin etmesini istemişler, bu yüzden Mûsâ onları şiddetle eleştirmiş ve uyar­mıştı. Bu defa da, Musa'nın kırk gün süren Tûr'da bulunuşu sırasında, Hz. Ha­run'un ısrarla karşı koymasına rağmen, böğürme şeklinde sesler de çıkarabilen bir buzağı heykelini tann edinerek ona tapmaya başladılar. Bugünkü Tevrat nüshasın­da bu buzağı heykelini yapanın Hârûn olduğu ileri sürülür. Tevrat'a göre, Mu­sa'nın gecikmesi üzerine kavmi Harun'un yanında toplanarak ondan kendileri için bir tann yapmasını istemişler; o da herkesin evindeki altın küpeleri getirterek bun­lardan bir buzağı heykeli yapmıştır (Çıkış, 32/1 -2). Bir peygamberin, put yaparak şirk inancına hizmet ettiğini ileri süren böyle bir iddia büyük bir iftira olup Tev­rat'taki bu ifadelerin bir tahrif eseri olduğunda kuşku yoktur. Nitekim Kur ân-ı Kerîm, altın buzağıyı yapanın Sâmİrî adında biri olduğunu açıkça bildirerek Hâ­rûn aleyhİsselâmı böyle bir bühtandan kurtarmıştır[218].

Söz konusu altın buzağı heykelini Sâmirî denilen bir kuyumcu icat ettiği hal­de, İsrâiloğuUarı da bunu istedikleri, hatta belki de -Tevrat'taki bilgilere göre-onun malzemesini kendileri temin ettikleri için âyette bu suç hepsine nispet edil­miştir. Bir rivayete göre Hz. Mûsâ Tûr'a giderken, kavmine otuz gün sonra döne­ceğini söylemiş; ancak on gün daha orada kalması gerekince, itibarlı bir kişi olan Sâmirî, yanında Mısırhlar'dan kalma bir buzağı heykeli bulunduğunu bildirerek halktan ona tapmalarını istemiş; onlar da bunu kabul etmişlerdir. Yüce Allah, "Görmediler mi ki o (buzağı heykeli), onlarla ne konuşuyor ne de onlara yol gös­teriyor!" buyurarak böyle bir nesneyi tann sayıp ona tapmalarının ahmakça bir tu­tum olduğuna işaret etmiştir. [219]

 

149. Hz. Mûsâ Tûr'dan dönüp de kavminin bu tutumlarıyla dinden saptıkla­rını kendilerine bildirdiğinde, onları azarlayıp buzağı heykelini ateşe attığında, kavmi ettiklerine pişman olarak, Allah'ın merhametinden başka kurtuluş imkânla­rı olmadığını anladılar. [220]

 

150. İbn İshak'tan nakledilen bir yoruma göre Hz. Mûsâ Tûr'dan dönünceye kadar kavminin buzağı heykeline taptığını bilmiyordu. İbn Cerîr et-Taberî'ye gö­re ise Mûsâ Tûr'da iken Allah onu, kavminin böyle bir fitneye bulaşmış olduğun­dan haberdar etmişti. Tâhâ sûresinin 85. âyeti de Taberî'nin bu görüşünü destek­lemektedir. Tevrat'taki bilgiler de aynı yöndedir (Çıkış, 32/7-8). Mûsâ dııhn ümrkavmini putperestlik konusunda sürekli uyardığı halde, kısa bir süre onlardan ay­rılınca bütün bu uyarılan unutarak tevhid inancından sapmaları onu son derece sarsmıştı. Bu sebeple Tûr'dan öfkeli bir vaziyette döndü ve onlara, kendisinin bu­lunmadığı süre içinde çok kötü bir iş yaptıklarım ifade ederek hem kavmini hem de yerine bıraktığı Hz. Harun'u suçladı. Zira kavmi putperestliğe sapmış, Hârûn da (Musa'nın kanaatine göre) vekâlet görevini yerine getirmekte ve kavmini doğ­ru dürüst yönetmekte kusur etmişti.

Âyetteki "Rabbinizİn emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?" sorusu değişik şekillerde açıklanmıştır: a) Allah'ın hükmünü, yasasını uygulamakta veya bekle­mekte kusur ettiniz; acele davranarak O'nun yasasını değiştirip bozdunuz, b) Al­lah'ın tehdidine ve gazabına uğramakta acele ettiniz.

Tâhâ sûresinin "Ey ^kavmim! Rabbinİz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Peki size bu süre çok mu uzun geldi, yoksa rabbinizin gazabına uğramak istediniz de onun için mi bana verdiğiniz sözden döndünüz!" mealindeki 86. âye-tî de son yorumu desteklemektedir.

Hz. Mûsâ bu suretle kavmini suçlayarak, son derece sarsılmış bir hâletİrûhi-ye içinde elindeki Tevrat levhalarını yere attı. Aynı duyguların tesiriyle, bu olay­da kusurlu olduğunu düşündüğü ve halkın, Sâmirî'ye aldanarak buzağı heykeline tapmasına göz yumduğunu zannettiği[221] Harun'un başından veya saçlarından tutup kendisine doğru çekti; Tâhâ sûresinin 92-93. âyetlerinde bildiril­diğine göre, en azından onun, kendisine gelerek durumu haber vermesi gerektiği halde bunu bile yapmadığını söyleyerek onu görevini yapmamakla suçladı. Hârûn da "Ey anam oğlu!..." diyerek merhamet duygusuna hitap ettiği Musa'ya, görevi­ni yapmaya çalıştığım, hatta bu uğurda hayatını bile tehlikeye soktuğunu, fakat İs-râiloğullan'na söz geçiremediğini ifade etti. Diğer bir âyette[222] haber verildiğine göre Hârûn, kavmini altın buzağıya tapmaktan alıkoymak için başka önlemler almayı da düşünmüş; fakat İşin İyice çığırından çıkarak halk arasında bir parçalanmaya kadar varmasından, Musa'nın da kendisini, halkı birbirine düşür­mekle suçlamasından kaygı duymuştu. Hârûn, bütün bu açıklamalardan sonra Mû­sâ'dan, hareketi ve sözleriyle kendisini hırpalayarak, yaptıklarına karşı çıktığı için ona kızgın olan "zalimler" (buzağı heykeline tapanlar) karşısında kendisini gülünç duruma düşürmemesini, onlarla aynı kefeye koymamasını istedi. [223]

 

151. Harun'un duygusal bir üslûpla yaptığı bu açıklamalardan etkilenerek sa­kinlesin Mûsâ, muhtemelen kendi öfkeli tavrından, ne yaptığını bilmeyerek Tev­rat levha!arını yere atmasından ve ayrıca Harun'un olabilecek bazı kusurlarından dolayı hem kendisi hem de kardeşi için Allah  af ve mağfiret diledi. [224]

 

152. Allah Teâlâ'nın altın buzağıya tapanlara gazap etmesi, onları cezalan­dırması anlamına gelir; onların dünya hayatında zillete uğratılması ise, düşmanla­rı karşısında mağlûp duruma düşmeleri veya isyankârlıkları sebebiyle, kendilerine vaad edilen kutsal topraklardan mahrum bırakılarak vatansız duruma düşürülme­leridir. Âyetin "Biz iftiracıları böyle cezalandırırız" ifadesindeki "iftira"dan mak­sat, bir kimsenin asılsız olduğunu bile bile bir iddiada bulunmasıdır. İsrâiloğulla-rı, hiçbir aklî ve nakli delile dayanmadan, âdi bir nesneden ibaret olan buzağı hey­keline tanrılık vasfı yükleyip ona taptıkları için, onların bu tutumları iftira olarak nitelendirilmiştir. Aynı ifadeden, yüce Allah'ın yalnız İsrâiloğulları'm değil, Al­lah'ın dışında tanrılar uyduran veya buna benzer yakıştırmalara kalkışan başka toplumları da gazabtna ve zillete uğratmasının, O'nun mutlak bir kanunu olduğu anlaşılmaktadır. [225]

 

153. İbn Atıyye'nin kaydettiği bir yoruma göre (VII, 170) inkâr dışındaki gü­nahlardan dolayı yapılan tövbenin makbul sayılması için önce imana sahip olmak gerekir. Halbuki âyette "iman" kelimesi "tövbe" kelimesinden sonra gelmiştir. Şu halde buradaki tövbe ile, günahlardan tövbe değil, inkarcılıktan tövbe etmek kas­tedilmiş; bu yüzden de önce tövbe, ardından da iman kelimesi zikredilmiştir. Çün­kü kâfir iken İman etme, inkarcılıktan dolayı tövbe edip imana dönmek anlamını taşır. Buradaki "iman edenler"i "imanda sebat edenler" diye anlamak da mümkün­dür. [226]

 

154. Nüsha kelimesi, "bir asıl metinden çıkarılan kopya, o metnin yeniden yazılmış şekli" anlamına gelir. İkisine birden kopya denildiği de olur. Bu sebeple ilgili kısmı, "bu tekrar yazılmış metinlerde" diye çevirmeyi uygun bulduk. Bu nüs­ha kelimesini dikkate alan müfessirler, Musa'ya vahyin taş levhalar üzerine yazıl­mış olarak geldiğini, Mûsâ'nm yere atmasıyla bu levhalar kırıldığı için yeni bir nüshasının yazılmış olabileceğini düşünmüşlerdir. Tevrat'ın verdiği bilgiler de bu yöndedir[227]. Bu levhalarda, yüce Allah'ın, kendisinden korkanlara, yani O'na iman edip buyruklarıyla amel edenlere, hidayet ve rahmeti­ni kazanmaları için gönderdiği hükümler vardı. Buradaki "hidayet" (hüden) ve "rahmet" kelimeleri, bir ilâhî kitabın ve onunla ortaya konan dinin bütün işlevle­rini özetler mahiyettedir. Zira hidayet ancak sahih iman ve sâlih amellerle gerçek­leşir; bu da insanların, fert ve toplum olarak rahmete yani yüce Allah'ın hidayet üzere yaşayanlara bahşedeceği engin sevgisinin eseri olarak, dünya ve âhiret ha­yatında huzurlu ve mutlu olmaya götürür.

Âyette, öfkenin insanlara doğru olmayan işler yaptırdığına dolaylı bir işaret vardır. Nitekim Musa'nın öfke sebebiyle Tevrat levhalarını yere atması, bilinçsizce yapılmış yanlış bir iş olduğu için, öfkesi yatışınca bunun farkına vararak yerde­ki levhaları tekrar eline almış ve af dilemiştir, [228]

 

155-156. Hz. Mûsâ,İsrâiloğuılan'nın on iki oymağından (sıbt) seçtiği yetmiş kişiyi yanına alarak, kavminin altın buzağıya tapmalarından dolayı af dilemeleri, dua ve niyazda bulunmaları İçin, Allah'ın kendisiyle konuştuğu mekân olmasıyla kutsallık kazanmış bulunan Tûrisînâ'ya ikinci defa gitti. Tevrat'ın bazı bölümle­rinde[229] verilen bilgi­lere göre Rab, Mûsâ ile iki defa buluşma vakti tayin etmiş; Rabbin buyruğu uya­rınca Mûsâ birinci buluşmada yanına İsrailoğulları'nın ileri gelenlerinden yetmiş kişi almıştır, Tevrat'ta Musa'nın ikinci buluşmada yanına yine yetmiş kişi alıp al­madığına ilişkin bilgi yoktur. İbn Âşûr, ikinci buluşmayı ilkinin tamamlayıcısı gi­bi düşünerek, Musa'nın bu buluşmaya da yetmiş kişi götürmesinin Tevrat'a göre mümkün olduğunu ifade eder; Kur'an'da ise bu husus sarahatle belirtilmiştir. Kur'an'da Musa'nın, Tûr'daki ilk buluşmasında, dağın sallanmasıyla kendinden geçip yere yığıldığı bildirilirken, söz konusu yetmiş kişinin orada bulunup bulun­madığından ve onların da bu sarsıntıdan etkilendiğinden söz edilmemekte; fakat bu durumun ikinci ziyaret sırasında gerçekleştiği bildirilmektedir, tbn Âşûr, yine Tevrat ile Kur'an'daki bilgileri birleştirerek, yetmiş kişilik topluluğun ilk ziyaret­te de Musa'nın yanında bulunduğunu, Mûsâ gibi onların da sarsıntıdan yere yığıl­dıklarını kabul etmektedir

Fahreddin er-Râzî, İkinci ziyaret esnasında söz konusu yetmiş kişinin müthiş bir sarsıntıyla bayılıp düşmelerinin sebebine ilişkin olarak müfessirlerden şöyle bir bilgi aktarır: Mûsâ yetmiş kişiyi Tûr'a götürdü. Dağa yaklaştıklarında bütün dağı bir bulut sütunu kapladı. Mûsâ bu bulutun içine girdi; onun isteği üzerine diğerle­ri de bulutun içine girerek hep birlikte secde ettiler; Allah'ın Musa'ya "şunları yap, şunları yapma..." gibi emirlerini ve yasaklarını duydular. Bulut çekilince, "Ey Mû­sâ! Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız" dediler [230]. İşte bu yüzden onları sarsıntı çarptı (XV, 17). Bu olay kısmen Tevrat'ta da anlatılmakta, ancak orada olay ilk ziyaretin anlatıldığı bölümde geçmektedir (Çıkış, 24/15-18).

Hz. Mûsâ, muhtemelen kavmiyle birlikte yanındaki yetmiş kişinin de daha önce buzağı heykeline tapmak suretiyle ağır bir suç işlediklerini; ayrıca kendisi­nin, Tûr'daki ilk bulunuşu sırasında Allah'tan kendisini görmek istemesinin de bir kusur olduğunu dikkate alarak, "Ey rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce hol âk ederdin" dedi.

"Beyinsizler" diye çevirdiğimiz 155. âyetteki süfehâ' kelimesi, "cahillik, ahmaklık,akılsızlık,beyinsizlik,malı boş yere harcama veya barbarlık,küstahlık”gibi anlamlara gelen sefeh kelimesinden sefih'in çoğuludur. Sefeh "akıllı, olgun ve ağır başlı davranışlarıyla uygar olduğunu gösteren kişi" anlamındaki halım'in zıddıdır. Türkçe'de sefihin karşılığı olarak genellikle "akılsız, beyinsiz" deyimle­ri kullanılmaktadır. Âyette süfehâ' kelimesiyle, buzağı heykeline taparak ahmak ve abisiz oldukları gibi tutum ve davranışlarıyla aynı zamanda küstah, hoyrat ve barbar olduklarım da ortaya koyanlar kastedilmiştir. Mûsâ'nm, "(Allahım!) İçi­mizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak edecek misin?" şeklindeki yakarışından, İsrâiloğullan arasında, kendisiyle birlikte, buzağıya tapmayan daha başka kimselerin de bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak Mûsâ, bunların söz konu­su kötülüğü önlemek hususunda yeterince çaba harcamadıklarını düşündüğü için Cenabı Hakk'a böyle bir yakarışta bulunmuş olmalıdır.

Bu altın buzağı olayı ve ona bağlı gelişmelerin hepsi temelde Allah'ın takdi­riyle vuku bulduğu için Hz. Mûsâ, "Bu İş senin imtihanından başka bir şey değil­dir" diyerek olayı ilâhî bir imtihan olarak algılamış; son planda dalâletin de hida­yetin de Allah'tan geldiğini kabul ederek kendisi ve halkı için rahmet ve mağfiret niyaz etmiş, dünyada ve âhirette iyilik dilemiştir. Bunun üzerine yüce Allah da, "Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır" buyurmuştur.

156. Âyette geçen rahmet, "acınan kimseye İyilik etme sonucunu doğuran acıma hissi" şeklinde tanımlanır. Buna göre rahmet kavramının kapsamında hem acıma hem de iyilik ve ikramda bulunma vardır. Esasen rahmet ve merhamet te­melde Allah'ın sıfatı olup insan ve diğer canlılardaki merhamet duygusu da Al­lah'ın onlara rahmet veya merhametinin bir sonucudur. Allah'ın rahman ve rahîm isimleri de rahmet kelimesinden türetilmiş olup dünya ve âhirette bütün varlıklara olan lütuflannı ifade eder[231]. İsfahanı, konumuz olan âyetteki"... rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi Al­lah korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım" şeklindeki ifadeden rahmetin dünyâda müminiyle kâfiriyle herkesi kuşattığı, âhi­rette İse yalnızca müminleri kapsayacağı anlamının çıktığını belirtir.

Buna göre 156. âyette yüce Allah, kullarından ancak bir kısmının azaba mâ­ruz kalacaklarını; buna karşılık bütün mevcudatın, dünyada varlık sahnesine çıkış­larından itibaren kendi rahmetinden pay aldıklarını ve liyakatlerine göre alacakla­rını bildirmiştir. Şu halde başlangıçta rahmetten pay almayan hiçbir şey yoktur ve ancak azabı hak edenlere, ilâhî iradenin azaba müstahak gördüklerine, rahmetin ardından azap isabet edecektir. Sonuç olarak rahmet asıl, azap talîdir. Nitekim En'âm sûresinde (6/12) "O, kendi üzerine (kullan için) rahmeti yazmıştır" buyu-rularak bu hususa işaret edilmiştir. İnsan da dahil olmak üzere her varlık, var olmakla rahmete mazhar olmuştur. Fakat insan, özgür ve ahlâkî varlık olarak, inanç ve eylemlerinin değerine göre azabı da rahmeti de hak edebilir. Böylece Hz. Mû-sâ'nın, "Bize bu dünyada da âhİrette de iyilik yaz" şeklindeki duasına karşılık Al­lah, "Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır" buyurmak suretiyle, bir yandan ona, onun ümmetinden sâlih kişilere geniş bir rahmet ümidi vermekle birlikte, bunun kendisi için bir zorunluluk olmadığını hatırlatma mahi­yetinde, azabının da dikkate alınmasını istemiş; ardından da azaptan koruyup rah­mete mazhariyet kazandıracak iyi hallere birkaç örnek olmak üzere, takva ehlin­den olmak, zekâtı vermek ve âyetlere inanmayı sürdürmek gerektiğine işaret bu­yurmuştur.

Zemahşerî, Allah Teâlâ'nın kendileri için rahmet yazdığı zümrenin, ileride (âhir zamanda) yaşayacak ve Hz. Muhammed'İn ümmetine katılacak İsrail oğulla­rı olduğunu ifade eder (II, 165). Aşağıdaki âyet bu görüşü desteklemektedir. An­cak bu anlayış, âyetin hükmünün umumîliğine engel değildir. Yani yüce Allah, iman ve iyi halleriyle rahmete lâyık olan herkes gibi Hz. Muhammed'e inanıp müslüman olan İsrâiloğulları'm da rahmetinin kapsamına alacaktır. [232]

 

157. Bu ve bundan sonra gelecek âyette Hz. Peygamber'İn niteliği olarak kullanılan ümmî kelimesinin kökü ve anlamı hakkında üç farklı görüş ileri sürül­müştür: a) Ümmülkurâ (Mekke) ismine nispetle "Mekkeli" anlamında; b) Ümmet (millet) kelimesine nispetle "Arap milletinden" (çoğunluğu okuma-yazma bilme­yen bir topluma mensup) anlamında; c) Ümm (anne) kelimesine nispetle "annesin­den doğduğu gibi" (okuma-yazma bilmeyen) anlamında[233].

Son görüş daha çok benimsenmiştir. Zira İslâm öncesi Arap toplumunda er­kekler arasında, az da olsa, okur-yazarlar bulunmasına karşılık kadınlardan hemen hemen hiç kimse okuma-yazma bilmezdi. Bundan dolayı ümmî kelimesi genellik­le Hz. Peygamber'in en azından başlangıçta okuma-yazma bilmediğini, dolayısıy­la tebliğ ettiği din İle İlgili bütün bilgilerini yalnızca Allah'tan almış olduğu ger­çeğini ifade eder.

Yine her iki âyette yan yana zikredilen resul ve nebî kelimelerinin anlamla­rı ve aralarında farklılık bulunup bulunmadığı hususu, kelâm ilminin önemli me­selelerinden olup bu konuda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Nebî kelimesi, türe­tilmiş olabileceği iki farklı köke göre iki ayrı anlama gelir. Nbv (ulu, üstün ve şe­refli olma) kökünden nebî (en-nebiyyü) "yüce, ulu ve şerefli kişi"; nbe (haber al­ına, haber iletme) kökünden nebî' ise (en-nebîü, ki bu da "en-nebiyyü" şekline dö-ııiişmuîlltı t "luıber alan, haber ileten" anlamına gelir. Buna göre peygamberler, insanlar içinde en yüce ve en şerefli kişiler oldukları veya Allah katından haberler getirdikleri ve bunları ümmetlerine ilettikleri İçin nebî olarak adlandırılmışlardır,

Nebî kelimesinin türetil işi ve kök anlamlarıyla ilgili bu farklılığa rağmen te­rim anlamı konusunda önemli bir görüş ayrılığı yoktur. Bu hususta yapılan açıkla­malardan şu tanımı çıkarmak mümkündür: Nebî, "Allah tarafından seçilip gönde­rilen yeni bir din bildirmeyip daha önceki peygamberin getirdiği dini yaşatmakla görevlendirilen kİşf'dir.

Resul kelimesi ise genellikle "bir kişinin veya makamın, bir görev yükleye­rek kendisinden bunu yerine getirmesini istediği veya önemli bir haber, mesaj ya da bilgi vererek bunu başka kişi veya kişilere ulaştırmasını emrettiği elçi" anla­mında kullanılır. Nitekim kavram, bu genet anlamıyla Kur'ân-ı Kerîm'de geçmek­tedir[234]; ayrıca yine aynı anlamda melekler İçin de kullanılmıştır[235]. Resul kelimesinin İslâmî terminolojideki anlamlarına gelince, bu husustaki tanımlar, "Allah tarafından kendisine bîr kitap indirilen, bu kitabın içerdiği bilgi ve hükümleri insanlara tebliğ etmekle yükümlü kılınan kişi" şeklinde özetlenebilir.

Başta Mu'tezile ulemâsı olmak üzere bazı İslâm âlimleri nebî ile resul kavram­ları arasında fark bulunmadığını iddia etmişlerse de çoğunluk bunların değişik an­lamlarda kullanıldığı kanaatindedir. Bu ayırımı yapanların iki kavram arasındaki farklarla ilgili görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür: Resul kavramı nebiden daha geneldir. Zira nebilerin sahip olduğu tebliğ özelliği resuller için de geçerlidir; halbuki resullerin sahip olduğu risâlet (yeni kitap ve hükümler getirme) özelliği ne­bilerde yoktur, Buna göre nebî sadece kendisinden önceki bir peygambere indiril­miş olan kitap ve hükümleri yaşatıp devam ettiren peygamber olduğu halde resul, kendisine özel bîr kitap vahyedilmiş olan ve önceki şeriatların hükümlerini kısmen ortadan kaldıran peygamberdir. Şu halde her resul nebî olduğu halde her nebî resul değildir. Meselâ Hz. Muhammed hem resul hem de nebidir. Başka bir açıdan ona, Allah ile ilişkisi bakımından, O'nun elçisi olduğu için resul; kullarla ilişkisi bakı­mından, onlara Allah'ın hükümlerini ulaştırıp bildirdiği için nebî denilmiştir.

Âyette "O ümmî Peygamber'e uyarlar" ifadesiyle Hz. Muhammed zamanın­da ve daha sonraki devirlerde yaşayıp ona iman etmiş olan yahudiler ve hıristiyan-lar kastedilmiş; bunların kutsal kitapları olan Tevrat ve İncil'de Hz. Muhammed hakkında bilgiler bulunduğu belirtilmiştir. Eski kutsal kitaplarda Hz. Muham­med'in peygamberliğini müjdeleyen bu bilgilere İslâm kaynaklarında beşâirü'n-nübüvve veya kısaca beşâir denilmektedir. Bakara sûresinde (2/146) "Kendileri­ne kitap verdiklerimiz onu kendi oğullarını tanıdıktan gibi tanırlar" bııvurulrruış;

Saf sûresinde de (61/6) Hz. îsâ'nm onu müjdelediği ifade edilmiştir. Bu sebeple müslüman âlimler, ilk dönemlerden itibaren, Kufân-ı Kerîm'deki bu haberleri belgelendirmek maksadıyla yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplanm incelemişler; bunlarda Hz. Muhammed'in müjdelenmesiyle ilgili bilgiler bulunduğunu tespit et­mişlerdir[236]. Bilhassa Barnaba İncili'nde Hz. Muhammed'in peygamberliğini müjdele­yen ve niteliklerini anlatan oldukça ayrıntılı bilgiler mevcuttur[237].

Öte yandan Yahudilik ve Hıristiyanlık dışındaki bazı dinlerin kutsal kitapla­rında da beşâir mahiyetinde açıklamalar bulunmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'deki "es­kilerin kitapları"[238]  İfadesiyle bu kitapların kastedildiği düşünülebi­lir. Meselâ Zerdüşt dininin kutsal kitabı Zend-Avesta'da, "Saosyant" (âlemlere rahmet) isimli bir kurtarıcının geleceği ve onun bütün insanlara rehberlik yapıp onları ıslah edeceği, putları kıracağı haber verilmiştir (M. Hamîdullah, Le Saint Coran, s. 375). Hint kutsal kitaplarından Veda ve Puranalar'da, çölden "Övülmüş" (Muhammed) adında bir bilgenin çıkacağı, "araba"sınm semaya ulaşacağı (mi'rac), büyük zaferlerinden birini 300 kişiyle (Bedir Savaşı),bîrini de 10.000 ki­şiyle (Mekke'nin fethi) yapacağı bildirilmiştir. Kalnki Purana'da ise onun babası­na "Allah'ın kulu" (Abdullah), annesine "güvenilir" (Âmine) denileceği; bir kum diyarında (çölde) dünyaya geleceği ve doğduğu şehrin kuzeyine sığınacağı (Mek­ke'den Medine'ye hicret) belirtilmektedir (M. Hamîdullah, a.g.e., s. 375). Bu­dizm'in kurucusu Buda da "Mettaya" veya "Maitreya" (merhamet, rahmet, sevim­li) adında birinin geleceğini ve kendisinin başlattığı İşi tamamlayacağını müjdele­miştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de de Hz. Peygamber "âlemlere rahmet" [239] "müminlere karşı şefkat ve merhamet dolu" olarak tanıtıl­mıştır[240] .

Allah Teâlâ, İsrâiloğulları'na gönderilmiş bulunan Tevrat ve İncil'de Hz. Peygamber'in vasıflarının bildirildiğini ifade buyurduktan sonra onun tebliğinin, yahudileri daha yakından İlgilendiren başlıca özelliklerini sıralamaktadır. Bunlar, M/. Peygamber'in onlara iyiliği (ma'rûf) emretmesi, kötülüğü (münker) yasakla­ması, temiz şeyleri (tayyibât) helâl, pis şeyleri (habâis) haram kılması, üzerlerindeki ağırlığı kaldırıp zincirlerini çözmesi yani Yahudiliğin onları cezalandırma! üzere koyduğu ağır hükümleri kaldırması veya hafifletmesidir.

Âyette bütün peygamberler gibi Hz, Muhammed'in de en temel görevlerin den birinin "iyiliği (ma'rûf) emretme ve kötülüklerden (münker) menetme" faali yeti olduğu bildirilmektedir. Ma'rûf, aklıselimin benimsediği, insanın aslî tabi atıyla uyuşan, maşerî vicdanda beğenilip kabul gören, din tarafından da tasvip edi lip meşruiyet kazanan iyi, güzel, faydalı tutum ve davranışlar; münker ise bunuı zıddıdır[241] .

"Temiz şeyler" diye çevirdiğimiz tayyibât, kısaca zararlı olmayan, tiksinti vermeyen ve dinin helâl saydığı şeyler için kullanılan tayyibe kelimesinin çoğu lu; "pis şeyler" diye çevirdiğimiz habâis de zararlı veya tiksinti verici olan, din ta rafından da haram kılınan şeyler için kullanılan habise kelimesinin çoğuludui Âyette ma'rûf-münker kelimeleri fiil ve davranışlar için, tayyİbât-habâis kelime leri de yiyecek içecekler için kullanılmıştır. Fahreddin er-Râzî'ye göre tayyibât kelimesini "Allah'ın helâl kıldığı şeyler" şeklinde açıklayanlar bulunmuşsa da bt yanlıştır; zira o takdirde âyetten, "Allah'ın helâl kıldığı şeyleri helâl kılar" gibi uy­gun olmayan bir anlam çıkar. Keza bu açıklama kabul edilecek olursa âyetin bii anlamı kalmaz. Çünkü Allah'ın neleri helâl kıldığını, bunların ne kadar olduğunu bilemeyiz. Şu halde tayyibâttan maksat, haz verdiği için insan tabiatının hoş ve gü­zel bulduğu şeyler olmalıdır. Yararlı işlerde kural helâllik olup, bu âyet kişinin hoşlandığı ve yaratılışı icabı haz duyduğu şeylerin -aksi yönde özel bir delil bu­lunmadıkça- helâl olduğunu göstermiştir (XV, 24).

Buna göre İslâm'ın gerek fiillerle gerekse yiyecek ve içeceklerle ilgili emir ve yasaklan insanın aklıselimi ve temiz tabiatıyla, fıtrî yönden bozulmamış top­lumların genel yargılarıyla bağdaşan hükümlerdir. Çünkü bu hükümler, anılan ni­telikteki kişilerin ve toplumların iyi, doğru ve güzel bulup hoşlandıkları şeyleri he­lâl veya mubah kılma; kötü, yanlış ve zararlı bulup tiksinti duydukları şeyleri de haram kılma özelliği taşır. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın insan tabiatına yaratılıştan verdiği, sağlıklı yargı gücünü de kapsayan bu üstün özelliklere "fıtratullah" (Al­lah'ın fıtratı) denilmiştir[242] . İnsanın önce "ahsen-i takvîm" üzere yaratılıp sonra "esfel-İ sâfilîn" seviyesine düşürülme- -si de onun esasen doğru hükümlere varmasını sağlayacak yüksek melekelerle do­natılmış bir fıtrata sahip olduğu; fakat ilâhî bir imtihan olmak üzere kendilerince verilen -iyinin yanında- kötüyü de tercih edebilme yeteneğini kullanması netice­sinde bu fıtratın bozulup doğru hüküm verme kabiliyetini tamamen veya kısıneı n kaybettiği gerçeğini ifade etmektedir.

Âyetin "Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten nıeneder; yi­ne onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır, üzerle­rindeki zincirleri çözer" mealindeki kısmının ifade ettiği önemli bir husus da Pey-gamber'in teşrî'deki yeridir. Buna göre Kur'ân-ı Kerîm Peygamber'in sadece kal­bine aktarılan vahyi seslendiren bir robot konumunda olmadığını, kuşkusuz ilâhî iradeye bilinçli ve özgür bir şekilde bağlı kalmak şartıyla bu irade istikametinde teşrî'de aktif bir role sahip olduğunu göstermektedir.

Daha önceki âyetlerde İsrâiloğulları' nın, temiz fıtratlarını çeşitli bâtıl inanç ve çirkin davranışlarla bozduklarına dair açıklamalar yapıldıktan sonra bu âyette de Hz. Peygamber'in onları bu durumdan kurtarmak için kendilerine iyiliği emredip kötülükten menettiği, teiniz şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kıldığı ve böylece onun (diğer bütün insanlar gibi) İsrâiloğullan için de bir kurtarıcı ve hidayet rehbe­ri olduğu vurgulanmaktadır. Aynca Hz. Peygamber, Yahudilik'teki bir kısım hü­kümleri  neshetmek (yürürlükten kaldırmak veya değiştirmek) suretiyle kendisine inanan ve tâbi olan İsrâiloğulları'nı bazı hataların ölümle cezalandırılması, çeşitli temiz yiyeceklerin ve sakıncasız davranışların haram sayılması, cumartesi günü ça­lışmanın yasak olması, tövbe ve pişmanlığın kabul edilmemesi gibi eski dinlerin-deki ağır hükümlerin baskısından da kurtarmıştır. Öte yandan İslâm'ın günümüz­deki muharref (bozulmuş, değiştirilmiş) İnciller'in öngördüğü aşırı çileci ve riyâ-zetçi hayat anlayışını kaldırması da bu çerçevede düşünülebilir. Ayette Ehl-i kita­bın bu nevi meşakkatli yükümlülüklerden kurtarılması "ağırlıklarını kaldırma" şek­linde ifade buyurulmuştur. Aynca, kaldırılan hükümlerin bir kısmı, aslında Al­lah'm koyduğu hükümler değil, yahudilerin veya Hıristiyanların zaman içinde ken­dilerinin uydurup dinlerine kattıkları hurafeler olduğu ve bunlar insanların hür ve rahat yaşamalarını engellediği için bu hükümler âyette "üzerlerindeki zincirler" di­ye nitelenmiştir. Buna göre İslâm dini, geleneksel Yahudilik'te bulunan ve insan­ları bir nevi esir durumuna düşüren bu hurafî hükümleri kaldırarak kendisine uyan İsrâiloğulları'nı ağır ve gereksiz yüklerden kurtarmış; esaret zincirlerini çözmüştür. Böylece Hz. Peygamber ve onun getirdiği İslâm dini, bir önceki âyette her şeyi ku­şattığı bildirilen ilâhî rahmetin bir tezahürü olarak gösterilmiş bulunmaktadır.

Âyetin özel maksadı, Kur'an mesajının Ehl-i kitap için de bir kurtuluş ve öz­gürlük vesilesi olduğunu onlara bildirmektir. Ancak burada dolaylı olarak Hz. Pey­gamber'in bir kolaylık ve özgürlük dini getirdiği bildirilmekte; müslümanlann, da­da önce yahudiler ve hıristiyanlarca yapılan hatayı tekrarlayarak, insanları gereksiz yük ve meşakkatler altına sokacak, onların özgürlüklerini daraltıp zincirlere bağla­ydık uydurma hükümler, hurafî inançlar türetmekten kaçınmaları gerektiğine de işaret edilmektedir. Ne yazık ki bu uyarıya rağmen, zaman içinde müslümanlar da din  adına, fitneyi önlemek, kötülükten sakındırmak, belli bir mezhep veya meşrebi ya da bir ırkı kuvvetlendirmek gibi türlü niyetlerle bir kısım ma'rûfu münker (İyi­yi kötü), tayyibâtı habâis (güzel ve meşru şeyleri çirkin ve gayrı meşru) olarak gös­termişler; Allah'ın dinine onda olmayan şeyler katmışlar ve giderek onun âdeta ya­şanması mümkün olmayan; hayatın tabii seyrine, ihtiyaç ve zaruretlerine ay kın, ge­lişmeye engel bir din gibi algılanmasına sebep olmuşlardır.

Daha önce İsrâiloğullan dinlerine ilâveler yapma yanlışın] yaptıkları, ayrıca kutsal kitapları da tahrif edildiği için -eski dinlerinde müjdelendiği gibi- Allah Te-alâ Hz. Peygamber'i ve İslâm'ı göndermiş, böylece -hakkı bâtıldan ayırıp- bildir­miştir. Ancak, bütün eski kutsal kitaplardan farklı olarak Kur'an'da yeni bir pey­gamber geleceğine dair hiçbir bilgi yoktur; hatta Kur'an açıkça Hz. Muhammed'i son peygamber olarak tanıtmıştır[243]. Yine eski dinlerin aksine, İs­lâm'ın orijinal kaynaklan elimizdedir. Bu sebeple İslâm'ı Öz kaynaklarıyla yeni­den çağın gündemine sokmak; müslümanların ve genel olarak insanların, vahiy nurundan mahrum bırakılmaları neticesinde İçine düştükleri karanlıktan, cehalet ve haksızlıklardan, türlü sapıklık ve ahlâksızlıklardan kurtulmaları yolunda çaba göstermek; bunun için de -İslâm kültür mirası ile çağdaş hayatın ihtiyaç ve zaru­retlerini birlikte değerlendirmek suretiyle- doğru, mâkul ve yeterli çözümler üret­mek günümüz müslüman âlimlerinin ertelenemez görevleridir. Âyetin son cümle­sindeki "Peygamber'e inanma, onu koruyup destekleme, ona yardım etme ve onun getirdiği nura (Kur'an) uyma"nın anlamı da -tıpkı ashâb-ı kiramın yaptığı gibi-Hz. Peygamber'in İslâm'ı bütün saflığı ve berraklığı ile hayata yansıtıp hayatı onun ışığı ile aydınlatma davasını bugün de sürdürmektir. Âyet, kurtuluşun yalnız­ca bu yolla gerçekleşeceğini bildirmektedir. [244]

 

158. Bu âyet, Hz. Muhammed'in risâletinin, yalnız Araplar'ı değil, bütün in­sanları kapsadığını gösteren en kesin delillerdendir. Bu husus, Sebe! sûresinin 28. âyetinde de benzer bir üslûpla bildirilmiştir. Âyetin Mekke'de inmiş olması, Hz. Peygamber'in daha o zaman böyle bir evrensel risâletle şereflendirilmiş olduğu hususunda bilgilendirildiğini göstermektedir. Ayrıca burada, bazı yahudilerin, "Muhammed gerçekten peygamberdir, ama sadece Araplar'in peygamberidir; ya-hudilere gönderilmemiştir" diyerek onun bir millî peygamber olduğunu ileri süren iddiaları da reddedilmektedir[245], Esasen, Hz. Muhammed sadece son peygamber değil, aynı zamanda bütün peygamberler içinde, tebliğ ettiği kitap­ta risâletinin evrensel olduğu açıkça belirtilen tek peygamberdir; İslâmiyet de ci­hanşümul olduğu kesin İfadelerle bildirilen tek dindir. Her ne kadar bugün Hıristiyanlık fiilen evrensel bir din haline gelmişse de mevcut İncil metinlerinde î&â'nın evrensel peygamber olup olmadığı konusunda çelişkili ifadeler bulunmaktadır. Ni­tekim İnriller'de Hz. Mûsâ gibi Hz. îsâ da genellikle İsrâüoğuUan'na hitap eder; ayrıca Matta'da (15/24) onun "Ben İsrail evinin kaybolmuş koyunlarından başka­sına gönderilmedim" şeklinde sarih bir ifadesi bulunmaktadır. Yine Matta'da (10/5-6), havarilerini tebliğle görevlendirirken, "Milletler yoluna gitmeyin ve Sâ-mirîyeliler'in şehirlerinden hiçbirine girmeyin; fakat daha ziyade İsrail evinin kaybolmuş koyunlarına gidin" demesi Hz. îsâ'nın yalnız İsrâiloğulları'na gönde­rilmiş bir peygamber olduğu kanaatini güçlendirmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de de Hz. îsâ'dan söz edilirken "Onu İsrâiloğullan'na bir elçi kılacak"[246] ifadesi kullanılmakta ve onun İsrâiloğullan'na "Size Allah tarafından gönderilmiş elçiyim" (Saf 61/6) şeklinde hitap ettiği bildirilmektedir, Bu açıklamalar karşısın­da, mevcut İnciller'in son âyetlerinde yer alan "Bütün dünyaya gidin, İncil'i bü­tün hilkate vazedin" şeklindeki ifadelerin mevsukiyeti, yani bir tahrif ve ilâve so­nucu olup olmadığı tartışmaya açık bulunmaktadır. Ancak, Hıristiyanlığın evren­sel bir din olup olmadığı tartışması bir yana, yukarıdaki âyet karşısında Kur'an ba­kımından artık bütün eski dinler geçerliliğini kaybetmiş olup, kitap ehli de dahil olmak üzere bütün insanlar Allah'a ve O'nun resulü Hz. Muhammed'e iman edip hidayete erebilmek için o resule tâbi olmaya çağırılmaktadır. Âyette Allah'ın bir­liği, kudret ve hükümranlığının mutlaklığı vurgulanarak dolaylı bir şekilde, İslâm dininin, diğer yönlerden olduğu gibi tevhid noktasından da, az çok tahrife uğrayan eski kitabî dinlerden farklı bulunduğuna ve hak din olduğuna işaret edilmektedir. [247]

 

Meali

 

159. Musa'nın kavminden hakka götüren ve onun sayesinde âdil davra­nan bir topluluk da vardı. 160, İsrâiloğulları'nı nesillere göre on iki toplulu­ğa ayırdık. Halkı kendisinden su istediğinde Musa'ya, "Asanı taşa vur!" diye vahyettik. Taştan on iki göze fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belledi. Üzerle­rine de buluttan gölgelik yaptık; onlara kudret helvasıyla bıldırcın eti indir­dik. "Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin" (dedik). Onlar (nankör-lükleriyle) bize değil fakat kendilerine kötülük ediyorlardı. 161. Onlara, "Şu şehre yerleşin; orada dilediğiniz gibi yiyip için ve af dileyin; kapıdan eğilerek girin ki hatalarınızı bağışlayalım. İyilik yapanlara ileride ihsanlarımızı daha da arttıracağız" denildi. 162. Sonra içlerinden haksızlık edenler, sözü değişti­rip kendilerine söylenenden başka bir şekle soktular. Biz de haksızlık etmele­rinden ötürü üzerlerine gökten bir azap gönderdik. [248]

 

Tefsiri

 

159. Müfessirler, bu âyetin iki farklı anlamı ifade edebileceğini düşünmüş­lerdir. Bir İhtimale göre âyetteki "Mûsâ'nm kavminden bir topluluk"tan maksat, Hz. Mûsâ döneminde ve daha sonraki devirlerde Mûsâ dininin tahrif edilmemiş şeklini korumayı ve ona göre yaşamayı başarmış İsrâiloğulları olup âyette onların gerçeği görüp kabul ettikleri ve bu sayede inanç ve yaşayışta aşırılıklardan sakına­rak âdil davrandıkları, adaletle hükmettikleri bildirilmektedir. Daha zayıf görülen diğer ihtimale göre âyette Hz. Muhammed döneminde yaşayıp onun tebliğini ka­bul etmiş olan Abdullah b. Selâm gibi yahudi asıllı kimseler kastedilmiştir[249] .

Âyette İsrâiloğlullan'nın bir kesiminden övgüyle söz edilirken bunlar hak­kında özellikle hak ve adalet kavramlarının seçilmesi ilgi çekicidir ve bu bakım­dan âyet son derece anlamlı bir uyan içermektedir. Aslında hak ontotojik alana, adalet ise ahlâkî alana ait bir kavramdır. Bununla birlikte Kur'an bakımından bu iki kavram büsbütün birbirinden farklı ve ayrı olmayıp, makrokozmostan mikro-kozmasa (evrenden insana) kadar bütün varlıklar ve olaylar alemindeki İlâhî hik­metin eseri olan kusursuz yapıyı, düzeni ve işleyişi ifade eder. Buna göre en ger­çek (hak) bilgi Allah'ın bilgisidir; en mükemmel düzen O'nun bilgi ve hikmetin eseri olan düzendir; en doğru ve en adaletli İş de yine O'nun bilgi ve hikmetinin tecellisi olan işleridir. Şu halde hak ve adalet ilâhî ilim ve hikmetin nitelikleri ve bunların evrene yansımalarıdır. Sonuç itibariyle bunlar evrensel değerlerdir, dolayısıyla insanın inanç, bilgi, ahlâk ve davranışları için benimsemesi gereken mutlak ölçülerdir. Düşünce, inanç ve ahlâk planında hak ve adalet ölçülerine aykırı davranan birey veya topluluk ilâhî düzenle çelişmiş olacağı için mutlaka bunun bir zararını görür, acısını çeker. Bu durumda hem bireysel hem de toplumsal planda izlenmesi gereken yol, hakkın ışığında belirlenip seçilmeli; inanç ve bilgide ger­çek ve doğru olanın ne olduğu araştırılıp bulunarak din ve dünya hayatı buna gö­re düzenlenmelidir. Keza insanın dinî davranışlarından diğer insanlarla ve hatta canlı-cansız tabiatla ilişkilerine kadar her alanla ilgili niyet, söz ve hareketleri hem hakka uygun olmalı, dolayısıyla gerçeğe aykırılığı ifade eden yalan, düzmece, sah­te vb. nitelemelerden arınmış olmalı hem de âdil olmalı, her türlü aşırılıklardan, zulüm ve haksızlıklardan arınmış bulunmalıdır. İşte -Kur'ân-ı Kerîm'de tsrâilo-ğullan yer yer yanlış inanç ve davranışları yüzünden eleştirilirken- burada onların bir kesimi bilgileriyle, inançlarıyla, ahlâk ve davranışlarıyla ilâhî yasa gereğince hak ve adalet ölçülerine uydukları için takdirle anılmışlardır. [250]

 

160-162. İlk âyetin metnindeki esbât kelimesi "torun" anlamındaki sıbt ke­limesinin çoğulu olup burada Hz. Ya'kub'un on iki oğlundan gelen nesilleri ifade etmek üzere "boy, oymak" mânasında kullanılmıştır. Tevrat'ta verilen bilgilere göre[251] .Ya'kub, İsrail adıyla da anılmış; onun soyundan ge­len bu on iki kuşağa İsrâiloğullan denildiği gibi, Ya'kub'un on iki oğlundan dör-' düncüsü olan Yuda veya Yahuda'nın ismine nispetle yahudi de denilmiştir. 161. âyetteki şehirden maksat da Kudüs'tür.

Âyetlerde, Mûsâ İsrâiloğullan'nı kendilerine vaad edilen topraklara götürür­ken kırk yıl boyunca dolaştıkları Sînâ çölünde çektikleri sıkıntılarından, Allah'ın onlara verdiği bazı nimetlerden söz edilmekte; onların bu nimetlere şükür mahiye­ti ııde iyilik etmeleri gerekirken içlerinden bir kısmının haksızlık ve nankörlük yo­lunu tutup sözü değiştirdiklerine yani Allah'ın buyruklarını bozmaya kalkışarak kendilerine söylenenlerin tersini yaptıklarına, sonuçta zulüm ve günahkârlıkları vıi/iinden ağır bir musibetle cezalandırıldıklarına işaret edilmektedir[252]

 

Meali

 

163. Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. On­lar cumartesi gününe saygısızlık gösterip (avlanmakla) haddi aşarlardı. Cu­martesi tatili yaptıkları gün balıklan sürüler halinde suyun yüzüne çıkarak onlara doğru gelirken, tatil yapmadıkları günde ortalığa çıkmıyorlardı. Yol­dan çıkmaları nedeniyle onları işte böyle sınıyorduk. 164. İçlerinden bir top­luluk, "Allah'ın helak edeceği yahut şiddetli bir azapla cezalandıracağı kim­selere ne diye öğüt veriyorsunuz sanki!" deyince onlar, "Rabbiniz katında bir mazeretimiz olsun diye; bir de sakınıp çekinirler ümidiyle" şeklinde cevap verdiler. 165. İşte böylece onlar kendilerine yapılan uyarılan göz ardı edince biz de kötülüğü önlemeye çalışanları kurtardık, haksızlığa sapanları da yap­makta olduktan kötülüklerden ötürü dehşetli bir azap ile cezalandırdık. 166. Kendilerine yasak edilen şeylerde küstahça direndiklerinde onlara, "Aşağılık maymunlar olun!" dedik. [253]

 

Tefsiri

 

163. Deniz kıyısındaki şehrin, Akabe körfezi sahilindeki Eyle (bugünkü Aka­be), Taberiye gölü civarındaki Taberiye, Akabe körfezinin batı kıyısındaki Med-yen veya aynı bölgedeki Eyke şehri olduğu yolunda çeşitli görüşler vardır[254] Bir­çok eski mufessir gibi Muhammed Hamdullah da buranın Eyle olduğu yolundaki görüşü tercih etmiştir.

Cumartesi (sebt, sabbat) yahudilerin kutsal günüdür. Yahudi şeriatında cu­martesi haftalık tatil günü olup o gün çalışmak ve dolayısıyla avlanmak yasaklan­mıştır. Cumartesi günleri balıklar avlanma yasağı dolayısıyla ürkütülmedikleri için diğer günlere göre daha rahat hareket eder, sahile yaklaşır, su yüzüne çıkar­lardı; çalışma günlerinde ise derin sulara çekilirlerdi. Balıkların, insan davranışla­rına ne kadar kolay alıştıkları bilinmektedir. Âyette bu sahil beldesinin sakinleri olan yahudiler, söz konusu geleneği ihlâl ederek cumartesi günleri de avlandıkla­rı için eleştirilmektedir. Çünkü onlar bu suretle dinlerinde on emirin üçüncüsü ola­rak yer alan (Çıkış, 20/8-11) önemli bir kuralı ihlâl etmişlerdir.

Balıkların avlanma yasağının bulunmadığı pilnlerde uzaklara çekilirken cumartesi gününde akın akın sahile doğru gelip görülmesi, nefislerine ve çıkarlarına düşkün kimselerin iştahını kabarttığı ve avlanma yasağını çiğnemelerine yol açtı­ğı için âyette bu husus bir deneme, imtihan olarak değerlendirilmektedir. Nitekim müteakip âyetten anlaşıldığına göre bazı iyi kimseler yasağı delmedikleri İçin bu imtihanda başarılı olmuşlardır. [255]

164.  Konu hakkında bilgileri bulunan Hz. Peygamber dönemi yahudilerine hitap edildiği için oldukça muhtasar bir üslûp kullanılmakla birlikte, anlaşıldığına göre, söz konusu sahil şehrinin halkı içinde cumartesi tatilinde çalışma yasağına uyanlar da vardı. Onlardan bir kısmı anılan yasağı ihlâl edenleri uyarırken bir bö­lümü de Allah'ın yıkıma uğratacağı yahut şiddetli bir şekilde cezalandıracağı bel­li olan bir topluluğu ikaz edip nasihatte bulunmanın boşuna bir çaba olduğunu söy­lüyor; diğerleri ise, en azından uyan görevlerini yapmış sayılmak ve böylece Al­lah katında sorumluluktan kurtulmak yanında, uyardıkları kişilerin hatalarını gös­tererek durumlarını düzeltmelerine yardımcı olabilecekleri ümidiyle onları uyar­dıklarını belirtiyorlardı.

Böylece anılan halkın üç tip insan topluluğundan meydana geldiği görülmek­tedir: a) Allah'ın yasaklarını çiğneyenler, b) Allah'ın hükümlerine uymakla birlik­te günahkârların ıslah edilmesi konusunda kötümser olup İrşadın yararsız olduğu­nu düşünenler, c) İrşadın terkedilemez bir görev ve sorumluluk olduğunu, ayrıca bu hususta ümitsiz ve karamsar olmamak gerektiğini düşünenler. Âyetin üslûbun­dan, en ideal davranışın bu sonunculannki olduğu anlaşılmaktadır. Şu halde iyi müminler, özellikle ilim irfan sahibi kişiler, kendileri Allah'ın buyruk ve yasakla­rına uyarak temiz bir hayat yaşadıkları gibi başkalarının da doğru yola gelmeleri­ni sağlamak için bıkıp usanmadan aydınlatma görevlerini yerine getirirler. Gerçek bir eğitimci ve irşad edicinin kötümser bir yaklaşımla, kötülükleri çaresiz ve şifa­sız kabul edip bir kenara çekilmesi doğru bir davranış değildir; ayrıca bizzat pey­gamberler de dahil olmak üzere insanlar bu hususta ne ölçüde başarılı oldukların­dan değil, bu yolda gerektiği kadar ve gerektiği şekilde çaba gösterip göstermedik­lerinden sorumludurlar, hidayet ise yalnız Allah'tandır[256]

 

165. Burada Cenâb-ı Hakk'ın, yukarıda anılan üç grup insandan ikisi için uy­gun gördüğü muamele zikredilmektedir. Buna göre kötülüğü engellemeye çalışan-liir kurtuluş müjdesine mazhar olmuşlar; onların uyanlarını dikkate almayıp Al­lah'ın hükümlerini çiğnemekte ısrar edenlerin de işledikleri kötülükler sebebiyle "dehşetli bir azap"la cezalandırılacakları bildirilmiş; üçüncü grubun yani kendile­ri iyi olmakla birlikte kötüleri uyarmayan, bunun yararlı olacağına inanmayan kesimin durumu hakkında bilgi verilmemiştir, Müfessirler bu hususta iki farklı gö­rüş İleri sürmüşlerdir. Bir görüşe göre kötülüklerle mücadele etmedikleri için bun­lar da kötülerin akıbetini paylaşacaklar, onlar gibi azaba çarptırılacaklardır. Tefsir­lerde nakledildiğine göre Abdullah b. Abbas bunlar hakkında görüş belirtmeme yolunu tutmuş (tevakkuf etmiş), başka bir rivayete göre İse bunların da cezalandı­rılacaklarını söylemiştir. Hasan-ı Basrî'nin de katıldığı söylenen ve bize göre da­ha mâkul.olan diğer bir görüşe göre, "Allah'ın helak edeceği yahut şiddetli bir azapla cezalandıracağı kimselere ne diye öğüt veriyorsunuz sanki!" diyerek diğer­lerinin İşlediklerinin kötülük olduğuna inandıkları için onlar da kurtuluşa erecek­lerdir[257]. Râzî, bu görüşün doğruluğunu savu­nurken, kötülüklere -sözlü ve yazılı uyan veya eleştirinin ötesinde- güç kullanarak karşı çıkma (nehiy ani'l-münker) ödevinin farz-ı kİfâye olduğunu ifade eder. [258]

 

166. Burada da kötülerin çarptırıldıkları cezaya sebep olarak onların kendi günahları gösterilmektedir. Buna göre onlar, uyanlara rağmen kötülüklerinde küs­tahça direnmişler, Allah da onlara "Aşağılık maymunlar olun!" buyurmuştur. Al­lah, bir şey için "Şöyle olsun!" buyunnuşsa o şey kaçınılmaz olarak öyle olur. Bu şekilde Allah'ın söz konusu zümreyi maymuna vb. şeylere dönüştürmesine mesh denir. Kur'ân-ı Kerîm !de bu dönüşümün mahiyeti hususunda açıklama yoktur. Müfessirler ise, burada Allah'ın bu buyruğunun, söz konusu isyancı yahudi toplu­luğunu hem bedenen hem de ruhen gerçek maymun yapan bir buyruk mu, yoksa sadece karakterlerini (tab') ve huylarını maymununkine benzeten bir buyruk mu olduğu hususunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Yaygın görüşe göre bu tam bir meshtir. Yani Allah, isyanda direnen bu yahudi topluluğunu en sonunda tama­men maymunlar haline getirmek suretiyle cezalandırmıştır. Ancak bu yorumu, il­mî olmaktan ziyade eski dönemlerin sosyal psikolojisinin bir yansıması şeklinde değerlendirmek ve âyeti bir 'tür' değişmesi olarak değil, bir ahlâk ve karakter de­jenerasyonu olarak anlamak daha uygun görünmektedir. Mâide süresinin 60. âye­tinde aynı kavmin Allah tarafından maymun ve domuzlara çevrildiği bildirilirken de böyle bir anlam kastedilmiş olmalıdır. Buna göre âyet İsrâiloğulları'nın ahlâkî ve manevî dejenerasyonuna işaret etmekte olup Kur'ân-ı Kerîm, hâkim üslûbu uyarınca, diğer bütün olgular gibi onlardaki bu değişikliği de ilâhî iradeye bağla­maktadır. Tabiîn âlimlerinden Mücâhid'e kadar götürülen bir yorumda da "Onla­rın kalpleri değişti; (yoksa bedenî olarak) maymunlara dönüşmediler" denmiş; Ba­kara sûresinin 65. âyetinde geçen "Aşağılık maymunlar olun!" ifadesinin de tem­silî bir ifade olduğu belirtilmiştir[259].

Bize öyle geliyor ki, burada olmayan bir şeyin İlâhî emirle ziyade, saygın ve erdemli insanlık yolunu seçmek yerine, kendilerini maymunlar gibi aşağılık ve gülünç duruma düşürecek, maskara yapacak davranışları seçmiş ve bunda ısrar etmiş bulunanlara, "Madem böyle olmak istiyorsunuz o halde böyle olun ve böyle kalın!" denmiş olmalıdır. [260]

 

Meali

 

167. Rabbin, kıyamet gününe kadar onlara en ağır cezayı verecek kim­seleri üzerlerine göndereceğini bildirmişti. Şüphesiz rabbin cezayı çabuk ve­rendir; yine O çok bağışlayan, çok esirgeyendir. 168. Onları grup grup yeryüzüne dağıttık. İçlerinden bazıları iyi kimselerdir, bazıları da böyle değildir. Bu sonuncuları, belki dönüş yaparlar diye, iyi durumlarla da kötü durumlar­la da imtihan ettik. [261]

 

Tefsiri

 

167-168. Burada genel olarak İsrâiloğulları'nın, Allah'a karşı isyanları ve in­sanlara karşı zulüm ve haksızlıkları, bozgunculukları sebebiyle kendilerine düş­man olan başka insanlardan çektikleri ve çekecekleri sıkıntılara İşaret edilmekte­dir. Taberî'nin kaydettiği rivayetlere göre yahudilere "en ağır ceza"yı verecek olanlardan maksat, onlarla savaşıp müslüman olmayanları cizye vermeye mecbur bırakan Araplar'dır. Bir toplumun bu şekilde düşmanı karşısında mağlûp olup ver­gi vermek mecburiyetinde kalması "küçüklük ve aşağılık" bir durum olduğu için âyette bu husus "en ağır ceza" şeklinde değerlendirilmiştir (IX, 102-103).

Ancak İbn Kesîr'İn aktardığı görüş ve açıklamalar daha isabetli görünmekte­dir. Buna göre yahudiler, Allah'ın emrine aykm davranıp isyan etmek, haramları delmek maksadıyla hileler uydurmak gibi kötülükler işledikleri için belirtilen sı­kıntılara mâruz kalmışlar, özellikle çeşitli vergi yükleri altına sokulmuşlardır. Ay­ın müfessirin kaydettiği bir tespite göre önce Hz. Mûsâ yahudilere yedi veya on üç yıl süreyle vergi yüklemiş, daha sonraki dönemlerde Yunan ve Kaide (Keşdânî-Kddânî) krallarının, ardından hıristiyanlann boyunduruğu altına giren yahudiler unlara vergi ödemişler; son olarak da inüslümanların yönetim ve hükümranlığı al­tında bulunarak onlara haraç ve cizye ödemişlerdir.(III,496-497).Zemahşeri ise yahudilerin Persler'e vergi ödediklerini, sonra müslümanların yönetimine girdik­lerini hatırlatır (II, 101). Esasen Nazi Almanyası'ndaki yahudi düşmanlığından kaynaklanan ceza ve baskılara kadar dünyanın çeşitli yerlerinde ve çeşitli dönem­lerde yahudüerin mâruz kaldıkları her türlü sıkıntıları bu âyet çerçevesinde değer­lendirmek mümkündür. Tevrat'ta da İsrâiloğulları'mn doğru yoldan sapmaları ha­linde Tanrı tarafından bu şekilde çetin sıkıntılara uğratılarak cezalandırılacakları­nı ifade eden yer yer çok ağır ithamlarla dolu açıklamalar bulunmaktadır[262]. Ba­zı müfessirler, âyetteki "kıyamete kadar" İfadesini dikkate alarak yahudüerin da­ima sıkıntılar çekeceklerine, müslümanlann boyunduruğu altında yaşayacaklarına dair beyanlarda bulunmuşlarsa da buradaki 'kıyamete kadar" kaydının sadece is­yankârlık, fesatçılık gibi kötülüklerde ısrar edenlerle ilgili olduğunda ve bunun "Günah ve isyan devam ettikçe ceza da devam edecektir" anlamı taşıdığında kuş­ku yoktur. Nitekim âyetin sonundaki "O çok bağışlayan çok esirgeyendir" ifadesi de buna işaret etmektedir. Esasen bir toplumu bu şekilde toptan mahkûm etmek hem aklen ve ahlaken doğru değildir hem de bizzat Kur'ân-ı Kerîm'in herkese ve her topluma hak ettiği şekilde muamele edileceğini ve hiçbir kimseye hiçbir şekil­de haksızlık yapılmayacağını belirten açıklamalarına, keza İsrâ suresinde (17/4-8) aynı konuya değinen âyetlerin devamında, İsrâiloğullan'mn, Allah'ın kendilerine merhamet edeceğini umabüeceklerine ve eğer kötülüklere dönmezlerse Allah'ın da onları tekrar cezalandırmayacağına işaret eden açıklamasına ters düşmektedir. Nitekim iyilerle kötüler arasında bir ayırıma giden 168. âyet ile âhiretin daha ha­yırlı olduğunu bildirerek insanları akıllarını kullanmaya, dolayısıyla âhirette ken­dilerine yararlı olacak davranışlar yapmaya çağıran 169. âyet ve Allah'm, kitaba sarılıp namazlarını kılanların ve genel olarak iyi halli kimselerin ecirlerini zayi et­meyeceğini bildiren 170. âyet de yine ilâhî adaletin mutlak olduğunu, yahudiler de dahil olmak üzere herkesi kucakladığını açıkça göstermektedir.

Yahudilerin bozgunculukları sebebiyle yurtlarını kaybederek dünyanın çeşit­li yerlerine dağılmıghklannı ifade eden 168. âyette her topluluk gibi onların da İyi­lerinin ve kötülerinin bulunduğu; kötü olanların, tuttukları yanlış yoldan dönsün­ler diye İyi durumlarla da imtihan edildikleri bildirilmektedir. Bazı müfessirler bu­rada Hz. Mûsâ dönemi yahudilerinden söz edildiğini ileri sürmüşlerse de bu pek mâkul gözükmemektedir. Zira dağılma süreci Hz. Musa'dan sonra başlamıştır. 169. âyetin başındaki "Onların ardından... bir kuşak geldi" şeklindeki ifade de bu­rada İslâm'dan önceki dönemde yaşamış yahudi zümrelerden söz edildiğini jîös-termektedir. Eski müfessirlerin çoğunluğu, âyetteki "iyi kimselerden” Yahudi iken İslamiyet'e girenlerin, böyle olmayanlarla da Yahudiliğe bağlılığını sürdürenlerin kastedildiğini ileri sürmüşlerdir[263]. Ancak, Kur'an böyle bir belirleme yoluna gitmediği halde âyetin anlamını sınırlamanın doğru ol­madığı kanaatindeyiz. Nitekim Taberî böyle bir yorum yapmak yerine, "iyi kim­seler" mealindeki kısmı, "Allah'a ve peygamberlere inananlar" şeklinde daha ge­nel bir ifadeyle açıklamıştır (IX, 104). Elmalılı da şu isabetli açıklamayı yapmak­tadır: "Demek ki Benî İsrail'in devletleri tarumar olup böyle dağılmaları, içlerin­de iyiler hiç bulunmadığından değil, kötülerin kesretinden ve hey'et-i umûmiyye-si kötüler elinde bulunup fısku zulmü temsil etmesinden idi. Bunun için, parçalan­dıkları zaman sâlihleri de vardı fâsıkları da" {IV, 2316).

Aynı âyette Allah'ın verdiği her nimet ve her sıkıntının bir imtihan olduğu, diğer milletler gibi yahud ilerin de böyle denemelere tâbi tutulduğu bildirilmekte­dir. Nimetin değerini bilip onu verene şükreden ve kulluk borçlarını ödeme gayre­ti içinde olanlar, sıkıntılar karşısında isyana sapmadan sabır ve metanet gösterip kulluktaki sebatını sergileyenler bu imtihanda başarılı olurlar. Bu iki âyetin genel muhtevasından anlaşıldığına göre nimetleri ve sıkıntıları böyle bir imtihan bilinci ve sorumluluğu ile algılayıp değerlendirmek, insanları sadece âhiret kurtuluşuna götürmekle kalmayacak, dünyevî faydalar da kazandıracak, özellikle yurtlarında birlik ve beraberlik içinde iyi bir siyasal ve sosyal hayat sürdürmelerini sağlaya­caktır. [264]

 

Meali

 

169. Onların ardından kitaba vâris olan, "Nasıl olsa bağışlanacağız" diyerek şu dünyanın geçici menfaatine sarılan bir kuşak geldi. Önlerine, onun  hlr ınfnfaat dahıı çıksa onu da alıyorlar. Bunlardan, Allah hakkında gerçek olandan başka bir şey söylemeyeceklerine dair kitabın öngördüğü bîr söz alınmamış mıydı? Üstelik onlar kitaptakini de okuyup öğrenmişlerdi. Doğrusu âhiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınız ermiyor mu? 170. Kitaba sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte böyle iyiliğe çalışanların ecrini biz asla zayi etmeyiz. 171. Bir zamanlar dağı İsrâ-Uoğullan'nm üzerine bir gölgelik gibi kaldırdık da üstlerine düşecek sandı­lar. "Size verdiğimizi (kitabı) kuvvetle tutun ve içinde olanı hatırlayın ki ko-runasınız" dedik. [265]

 

Tefsiri

 

169. Zemahşerî'ye göre buradaki "yeni kuşak"tan maksat, Hz. Peygamber dönemindeki yahudiler, vâris oldukları kitap ise o günkü Tevrat'tır (II, 101); al­dıkları geçici dünya menfaatinin de mahkemelerde aldıkları rüşvet olduğu söyle­nir. Taberî'nin kaydettiğine göre o dönemlerde yahudiler arasında rüşvet o kadar yaygındı kî, rüşvet almak istemeyenleri suçlarlardı. Hâkim olarak birine başvurul­duğunda rüşvet isterdi; "Neden hüküm verirken rüşvet alıyorsun?" denildiğinde de, "Nasıl olsa bağışlanacağım" derdi (IX, 105-107, özellikle 106). Bazı rivayet­lerde âyette sözü edilen bu kuşağın hıristiyanlar olduğu ileri sürülmüşse de bu ri­vayetleri aktaran Taberî'ye göre Kur'an'm yer vermediği bu fikri kabul etmek mümkün değildir; âyetin bağlamı sadece yahudilerle ilgili olduğuna göre burada başka bir topluluğun kastedildiğini düşünmek için elimizde hiçbir delil yoktur (IX, 105).

Yahudiler hem rüşvet ve benzeri yollarla haram malları alırlar, yiyip içerler hem de bu günahlarından dolayı tövbe edecekleri yerde, -muhtemelen Tann katın­da seçkin bir millet oldukları yolundaki bâtıl inançlarından dolayı- nasıl olsa ba­ğışlanacaklarını ileri sürerler ve yeni haramlar işlemekten çekinmezlerdi. Halbuki Kitâb-ı Mukaddes'te de birçok vesile ile bildirildiği üzere, bu şekilde günah işle­mekten, haram yemekten uzak duracaklarına, Allah'ı tanıyıp buyruklarını yerine getireceklerine dair kendilerinden söz alınmış, Allah ile bu şekilde ahidleşmişler-dî[266].

Kurtubî -haklı olarak- rüşvet almak gibi haramlar işleyip sonra da "Nasıl ol­sa Allah affeder" şeklinde boş ümitlere kapılmanın sadece yahudilere mahsus bir hastalık olmadığını, müslümanlann da bu şekilde günahlar işlediklerini belirtmek­tedir.[267] Aynı müfessirin, ilâhî buyruklara uygun davranmanın sadece ya-hudİlerle sınırlı bir görev olmadığını, bu ve benzeri âyetlerin müslümanları da bağ­ladığını, çünkü bu konularda dinler arasında bir farklılık bulunmadığını belirtme­si de yerinde ve anlamlı bir tespittir.[268] M. Reşîd Rızâ da müslümanların, özellikle din adamlarının aynı illete müptelâ olmalarından yakınmakta; bu kurun­tularla mağfiret, şefaat gibi yalnızca Allah'ın hoşnut olduğu kullar için bir değer taşıyan kavramlara bel bağlayarak haramlar irtikâp ettiklerini hatırlatmaktadır. Al­lah'ın İsrâiloğulları hakkında bu bilgileri vermesİndekİ maksadı, müslümanlann bunlardan ibret ve ders alarak hallerini düzeltmeleri, onların işlediği günahlardan uzak durmalarıdır.[269]

Kuşkusuz insanlar bu tür  günahları dünyevî menfaat ve zevkleri yüzünden İş­ledikleri için Allah onlara âhiret yurdunun daha hayırlı, dolayısıyla "geçici men­faat ve zevkler" anlamındaki dünya ile âhiret arasında bir tercih yapmak gerekti­ğinde âhireti tercih etmenin daha yararlı olduğunu, bunu da ancak takva sahipleri­nin, yani Allah'ın buyruklarını hiçe saymak yerine onlara saygı duyarak günah iş­lemekten sakınanların anlayıp gereğini yerine getireceklerini hatırlatmakta; niha­yet muhataplarını Allah'ın verdiği akıl nimetini kullanmaya davet etmekte; insan­ların, kendilerine vahiyle bildirilen bu bilgi ve haberlerdeki hikmetleri ve yararlı sonuçları akıllarıyla da kavrayabileceklerine işaret etmektedir. [270]

 

170. Kitaptan maksat Tevrat, kitaba sarılıp namazı kılanlardan maksat da kutsal kitaplarının hükümlerine uygun yaşayan yahudilerdir[271]. Buna göre, yukarıda ifade edildiği üzere, Ehl-i kitap içinde kutsal kitaplarına sa­rılmayan, onu inceleyip öğrendikleri halde içindeki buyruklarla amel etmeyenler bulunmakla birlikte, onlardan bir kesim de vardır ki bunlar kitaba yani Tevrat' a sa­rılıp ondaki hükümlerle amel ederler; dinleriyle ilgili meselelerde ona başvururlar. Âyette Allah'ın ecirlerini zayi etmeyeceğini bildirdiği iyiler bunlardır[272]. Kuşkusuz namaz kılmak da kitabın buyruklarından olmakla birlikte âyette ayrıca zikredilerek bu ibadetin önemine özellikle işaret edilmiştir[273].

İbn Âşûr, âyette namaz ibadetinden bahsedildiğini, namazın ise Müslüman­lığa mahsus bir ibadet olduğunu ifade ederek burada, kutsal kitaplarındaki bilgiler uyarınca Hz. îsâ'yı tanımakla birlikte, tahrife uğradığı için Hıristiyanlığı kabul et­meyen, Hz. Muhammed gelince de onun peygamberliğine inanan yahudi asıllı kimselerin kastedildiğini veya bu âyetin özellikle müslümanlar hakkında inmiş olabileceğini düşünmektedir.[274] Bununla birlikte salât kelimesinin burada "dua, âyin" şeklindeki sözlük anlamında kullanıldığını, dolayısıyla âyette dinleri­nin gereklerini yerine getiren yahudilerin kastedildiğini düşünmenin mümkün ol­duğu kanaatindeyiz. Esasen -Râgıb el-İsfahânî'nin de ifade ettiği gibi[275].- namaz, şekli farklı da olsa bütün ilâhî dinlerde bulunan ibadetler­den biridir. Dolayısıyla konunun akışına uygun olarak bu âyetin de yahudilerle ili okluğunu düşünmek daha isabetli görünmektedir.

Bundan önceki âyetlerde yahudilerin dünya malı konusundaki hırs ve zaafla­rı ile dinlerinin hükümlerinden uzaklaşıp kötülüklere sapmaları arasındaki ilişkiye işaret edilmişti. Bu âyetin sonunda da "... iyiliğe çalışanların ecrini biz asla zayi etmeyiz" buyurularak bu kavimde bozgunculuk temayülünün baskın olduğuna imada bulunulmakta, bu temayüllerini yenerek iyilik ve sulh için çalışmaları ha­linde bunun karşılığını yüce Allah'ın kendilerine eksiksiz vereceği ifade buyurul-makta; fakat O'nun bu hükmü, gereğini yerine getiren herkes İçin geçerli olduğu için âyette bu husus genel bir ifadeyle dile getirilmektedir, [276]

 

171, Burada da İsrâiloğulları'nın vaktiyle Hz. Mûsâ döneminde bile kendi kutsal kitaplarına bağlanıp buyruklarını yerine getirmede isteksiz davrandıkları ve ancak mucizevî bir şekilde dağ onların tepesine kaldırılarak ve bu suretle tehdit edilerek itaata zorlandıkları bildirilmektedir[277]

 

Meali

 

172. Rabbin Ademoğulları'ndan, unların sırtlarından zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu: Ben sizin rabbi-niz değil miyim? "Elbette öyle!" dediler. Böyle yaptık ki kıyamet gününde, "Bizim bandan haberimiz yoktu" demeyesiniz; 173. Yahut, "Önce atalarımız Allah'a ortak koştu. Biz de nihayet onların ardından gelen bir nesiliz. Şimdi yanlışı türetenlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin!" demeye kalkışmayasınız. 174, İşte böyle âyetleri açık açık bildiriyoruz. Umulur ki dö­nüş yaparlar. [278]

Tefsiri

 

172-173. İslâm akidesine göre insanoğlunun bütün sorumluluklarının başın­da Allah'ın varlık ve birliğini kabul etme ve yalnız O'nu Tanrı olarak tanıyıp kul­luk etme görevi gelmektedir. Fakat insanlar, sorumlulukları hakkında gerektiği bi­çimde bilgi sahibi kılınmazlar yahut böyle bir bilgiye ulaşma yeteneği ile donan­mış olmazlarsa bu durumu bir mazeret veya bahane olarak ileri sürmekte haklı olurlar. Bu sebeple söz konusu büyük sorumluluğun âdil bir temele dayanması için insanların bu hususta yeterli donanıma sahip kılınmaları gerekmiştir. Bu iki âyet­te İnsanların Allah tarafından böyle bir bilgi veya yetenekle donatıldığı haber ve­rilmekte ve bunun gerekçesi açıklanmaktadır.

Tefsirlerde bu âyetlere başlıca iki farklı anlam verilmiştir:

a) Eski tefsirlerde geniş yer tutan, çoğu birbirinin tekrarı mahiyetindeki riva­yetlere göre Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün in­sanların ruhlarım -sonraları âyetin lafzından hareketle "rûz-İ elest, bezm-i elest" şeklinde terimleşen- ruhlar âleminde bir araya getirerek onları kendi varlığına ta­nık kılmış; kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara onaylatmış; bu gerçeği tasdik ettikleri yönünde onlardan söz almış ve böylece kendisi ile dünyaya gele­cek bütün kullan arasında bir tür sözleşme akdetmiş; ayrıca bu sözleşme yahut ta­ahhüde onların bizzat kendilerini şahit tutmuş veya bir kısmım diğerleri hakkında tanık göstermiş ya da -bir başka yoruma göre- bizzat kendisinin ve meleklerin bu sözleşmeye şahit olduklarını onlara bildirmiştir, Böylece insanların, "Bizim böyle bir sorumluluğumuz olduğunu bilmiyorduk" diyerek yahut inkarcılık veya putpe­restliği kendilerinin icat etmediğini, bunu atalarından miras aldıklarını, başka tür­lü bir bilgiye sahip olmadıkları için kendilerinin de bu inancı sürdürdüklerini, do­layısıyla bu hususta kendilerinin bir günahı ve sorumluluğu olmaması gerektiğini belirterek sorumluluktan kurtulmaları da önlenmiştir. İlk dönem Selef âlimleriyle sûfî âlimler, Sünnî ve Şiî kelâm bilginlerinin çoğunluğu âyeti böyle yorumlamış­lardır,

b) Burada belirtilen sözleşme mecazi anlamda olup bu olay, dünya yaratıl­madan önce değil, her insanın kendi bedeninin yaratılması sırasında gerçekleş­mektedir. Bir görüşe göre zürriyetlerin baba sulbünde yaratılışı esnasında, başka bir görüşe göre anne rahmine yerleşip organik oluşumunu tamamlaması sürecinde Allah Teâlâ insanoğlunun doğasına ya da fıtratına kendisinin varlık ve birliğini ta­nıma, kavrama ve dolayısıyla kendisine inanma yeteneğini yerleştirmektedir. Şu halde Allah, her insanı, iman etmesi için yeterli zihnî ve psikolojik donanıma sa­hip kılmakta; iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek bir­çok kanıtlar yaratmaktadır; böylece O, sanki İnsanlara, "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" diye sormakta, onlar da "evet" diyerek bunu tasdik etmektedirler. İnsa­nın doğasındaki iman kabiliyeti bu âyetlerde temsilî bir dille anlatılmış bulunmak­ladır[279]. Nitekim başka âyetlerde de buna benzer anlatımlar mevcuttur, Meselâ Fussılet sûresinin 11. âyetinde göğün ve yerin Allah'ın yasala­rımı göre işleyişi. "Dahası O. duman halimle olan semaya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza, 'İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!' buyurdu. 'Boyun eğerek geldik' dediler" şeklinde anlatılmıştır. Mu'tezile ve Mâtürîdî âlim-leriyle bazı Eş'arî ve Şiî âlimlerinin de bu görüşte oldukları bildirilmekte, Fahred-din er-Râzî'nin de bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır (XV, 47). Başta İbn Teymiy-ye olmak üzere sonraki Selefiler, Allah'ın insandan ahİd ve mîsâk almasını, insa­nın psikolojik muhtevasına kendi varlık ve birliğini tanıma kapasitesi vermesi şek­linde anlamışlardır. Nitekim Hz. Peygamber'in, "Her doğan çocuk fıtrat üzere do­ğar" anlamındaki hadisi de[280] bu­nu anlatmaktadır.

İlk görüş doğru kabul edildiğinde ruhların bedenlerden önce yaratıldığını da kabul etmek gerekmektedir. Ancak ikinci görüşü benimseyenler bunun doğru ol­madığını savunurlar. Konu insanın bilgi alanını aştığı ve gayb alanına girdiği için âyetlerde bildirileni tasdik ederek insanlardan bir şekilde iman sözü alındığına inandıktan sonra bunun mahiyetinin ne olduğu hususunda kesin bir görüşü kabul etmek gerekli değildir. İşin hakikatini Allah bilir. 174. âyette işaret buyurulduğu üzere insana düşen görev, Allah'ın rab olduğu gerçeğini kavrayabilecek güçte ya­ratıldığına ve bu hususta kendisinden söz alındığına iman edip verdiği söze sadık kalmaktır. [281]

 

Meali

 

175. Kendisine kanıtlarımızı verdiğimiz, fakat onları bir kenara atan, bu yüzden şeytanın peşine taktığı, nihayet azgınlardan olan kişinin haberini on­lara anlat. 176. Eğer biz isteseydik o kişiyi delillerimizle yüceltirdik. Fakat o dünyaya saplanıp kaldı, hevesinin peşine düştü. İşte böylesiiıin hali, kovsan da bıraksan da hep dilini çıkarıp soluyan köpeğin haline benzer. Âyetlerimi' zi yalanlayan topluluğun durumu işte böyledir. Şimdi sen bu kıssayı anlat,umulur ki iyice düşünürler. 177. Âyetlerimizi yalanlayan ve böylece yalnız kendilerine fenalık etmiş bulunan kavmin durumu ne kötüdür! 178. Allah'ın doğru yola yönelttiği kişi hidayete ermiştir; O kimi saptırırsa işte onlar da kaybedenlerin ta kendileridir. [282]

 

Tefsiri

 

175. Kendisine deliller (âyetler) verildiği bildirilen kişinin kim olduğu husu­sunda değişik yorumlar vardır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu kişi İsrâiloğul-lan'ndan Bâûrâ (veya Eber) oğlu Bel'am'dır; buna göre âyetin asıl muhatabı da yahudilerdir. Bu kişinin adı Tevrat'ta Beor'un oğlu Bal'am olarak geçmektedir. Onun kâhin[283]  veya peygamber olduğu (Petrus'un İkinci Mektubu, 2/15) yönünde farklı bilgiler vardır, Kitâb-ı Mukaddes'te onun Hz. Mûsâ ve İsrâ-iloğulları karşısındaki tutumu hakkında da çelişik bilgiler yer almaktadır. Tev­rat'taki bir kıssaya göre Hz. Mûsâ'nm ve İsrâiloğulları'nın çölde Ken'ân diyarına doğru İlerlemesinden kaygılanan Moab kralının ısrarlı talebine rağmen, Tanrı ka­tında dilekleri geri çevrilmeyen Bel'am, İsrâiloğulları aleyhinde dilekte bulunma­yıp aksine onları mübarek kılar (Sayılar, 23/7-10, 18-24; 24/3-9, 15-249). Fakat Kitâb-ı Mukaddes'te Bel'am, İsrâiloğullan'na düşman olarak da tasvir edilir. Ni­tekim İsrâiloğulları'mn Midyan kadınlarıyla zina etmeleri onun bir tuzağı olarak gösterilir (Sayılar, 31/16; Vahiy, 2/14).

Başta Taberî'nin Câmiu'l-beyân'ı olmak üzere eski tefsirlerde bu âyet yo­rumlanırken Beram hakkındaki rivayetlere geniş yer verilmektedir. Bu rivayetle­rin birinde Hz. Mûsâ'nm, bir ordu ile zorba bir kavmin üzerine gittiği, durumdan kaygılanan bu kavmin, aslında iyi bir kişi olan Bel'am'dan yardım istedikleri, onun başlangıçta bu isteği reddettiği, fakat bazı hediyelerle kandırıldığı; bunun üzerine kendisinden yardım isteyenlere, Musa'nın askerlerine tuzak olarak kadın­larını süsleyip onlarla zina ettirmelerini öğütlediği, İsrâİloğullan'nın bu tuzağa düşmeleri üzerine Allah tarafından bir ceza olarak baş gösteren bir veba salgının­da 70.000 kişinin öldüğü bildirilir. Başka rivayetlerde de başlangıçta sâlih bir kul veya bir peygamber olan Bel'am'in ism-i a'zamı okuyarak Hz. Musa'ya beddua ettiğinden ve bu suretle yoldan çıktığından söz edilmektedir[284]. Bir görüşe göre bu kişi, Câhiliye dö­neminin tanınmış şair ve hakimlerinden Ümeyye b. EbüVSalt'tır. Ümeyye kutsal kitapları okumakta, yeni bir peygamberin geleceğini bilmekte, fakat o peygamber* ligi kendisi için beklemekteydi. Muhammed aleyhisselâm peygamber olunca onu kıskanmış ve inkâr etmiştir. Hz. Peygamber bu kişi hakkında, "Şiiri iman etti, kal­bi inkâr etti" demişlerdir[285].

Söz konusu kişiye verildiği bildirilen "âyetler"le peygamberliğin veya tsm-i a'zamm kastedildiği belirtilmektedir[286]. Ancak Râzî, bu­nun peygamberlik anlamına gelmesinin uzak bir ihtimal olduğunu ifade ederek, Allah'ın lâyık olmayan birine peygamberlik vermeyeceğine işaret eden âyeti[287] hatırlatır (XV; 54). Taberî de haklı olarak buradaki "âyetler"i Al­lah'ın varlığına ve birliğine dair "delil ve işaretler" şeklinde anlamanın daha doğ­ru olacağını; ayrıca söz konusu kişinin kim olduğu hakkında âyette bilgi verilme­diğini, bunun Bel'am veya Ümeyye olabileceğini, fakat bu hususta Allah'ın bildir­dikleri yle yetinip âyetin zahirine inanmanın yeterli olduğunu belirtmekte (IX, 123), dolayısıyla yukarıdaki rivayetlerin kesinlik taşımadığına işaret etmektedir.

Bİzim için bu kişinin kim olduğu değil, tutum ve davranışı önem taşımakta­dır. Buna göre Allah bir kişiye kendi varlık ve birliğinin kanıtlarını bildirmiş, ya­hut -172. âyette bildirildiği şekilde- onun fıtratına kendi rubûbiyyetİni anlayıp kavrama yeteneğini yerleştirmiş; fakat daha sonra o kişi fıtratındaki inanma yete­neğinden sıyrılıp kopmuş; delilleri bir kenara bırakmış, inanmaktan vazgeçmiştir. Böylece şeytan onu peşine takmış, onu da kâfirlere ve azgınlara katmıştır[288]

 

176-178. Allah dileseydi o kişiyi âyetlerinden yararlandırarak yüceltirdi. Fa­kat o bunu istemedi, bulunduğu yere saplanıp kaldı, kendini dünyaya kaptırdı, yükselmeyi değil dünyaya saplanıp kalmayı tercih etti. Fıtratmdaki yüksek ruhî ve zihnî melekeler onu imana çağırırken o nefsânî tutkularının peşinden gitti. Bu du­rumda gerçek anlamda insanlık değerini ve ayrıcalığını da yitirdiği için 176. âyet­te böyle bir insanın psikolojik durumu, sıcaktan veya başka herhangi bir sıkıntıdan dolayı dilini sarkıtıp devamlı soluyan, kovulsa da kendi haline bırakılsa da duru­munu değiştirmeyen köpeğin haline benzetilmiştir. Bunca işaretlere ve kanıtlara rağmen o gibi insanlar da durum ve tutumlarını değiştirmemektedir. 177. âyette de bu tip insanların böyle bir aşağılık duruma düşmelerinin, yüce Allah'ın âyetlerini yalanlamaktan, onları hiçe saymaktan başka bir sebebinin bulunmadığı, yımi insanın İçine düştüğü kötülüğün sebebinin yine onun kendisi olduğu ifade buyurul-muştur. Ama -178. âyette de işaret edildiği gibi- en geniş planda hidayet de dalâ­let de Allah'ın takdirine bağlıdır. Onun İçin insan daima Allah'a yönelmeli, her za­man O'nun yardım ve desteğine ihtiyacı olduğunun bilincinde olmalıdır. [289]

 

Meali

 

179. Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hay­vanlar gibidir, hatta daha da akılsızdırlar. İşte asıl gafiller onlardır. 180. En güzel isimler Allah'ındır; bu güzel isimlerle O'na dua edin, O'nun isimleri hakkında bıkara sapanları kendi hallerine bırakın. Onlar yaptıklarının ceza­sını çekecekler! 181. Yarattıklarımız arasında hakka götüren ve onun saye­sinde âdil davranan bir topluluk da vardır. [290]

 

Tefsiri

 

179, Eski Arapça'da kalb kelimesi genellikle "insanın kavrama, bilme ve al­gılama, sağlıklı hüküm verme yeteneği", kısaca "akıl" anlamına gelir[291]. Birçok âyette olduğu gibi[292] konumuz olan âyette de kelime bu anlamda kullanılmıştır. Buradaki kalp, göz ve kulak ke­limeleri, aslında duyma (his), algılama, düşünme, kavrama, bilme gibi insanı bil­giye, tefekküre ve imana götüren temel insanî yetenekleri ifade etmektedir. Nite­kim, "kavrama" kelimesiyle çevirdiğimiz fıkıh da sıradan bir bilmeden ziyade "bir şeyin mahiyetini temelden ve doğru olarak anlayıp kavramak" demektir.

Kur'ân-ı Kerîm'de insanın akıl sahibi, düşünen ve bilen bir varlık olmasına büyük Önem verilmiş, her vesile ile insanın bu yönü harekete geçirilmeye, yararlı vo verimli kılınmaya çalışılmıştır. Kur'an'da akıl kelimesi isim olarak geçmemek­le Ivraher -hepsi de "akletme, aklını kullanma, düşünüp taşınma" anlamında olmak üzere- çeşitti fiil kalıplarıyla kırk dokuz âyette bu kavram tekrar edilmiştir. Yüzlerce âyette geçen kalb (çoğulu kulûb) kelimesiyle birlikte fuâd (çoğulu ef ide), lüb (çoğulu elbâb), basiret (çoğulu basâir) kelimeleri de düşünme ve bil­me melekelerini ifade eder. Ayrıca nazar, re'y, tedebbür, tefekkür, i'tibar, zikir ve tezekkür masdarından fiillerle yine insanın zihnî melekelerini doğru ve verimli bir şekilde kullanmasının gerekliliği sık sık vurgulanmış; bu âyetlerde daha çok insa­nın derunî, vicdanî âlemine ve gönül dünyasına hitap edilerek insanoğlu, en basi­tinden en kompleksine, en somutundan en soyutuna kadar kendisini kuşatan bütün varlıklar üzerinde; keza insanlığın var oluşundan akıbetinin ne olacağına varınca­ya kadar olmuş ve olacak şeyler üzerinde düşünüp taşınmaya ve bunlardan dersler çıkarmaya çağırılmıştır. Fakat -konumuz olan âyet-i kerîmede de belirtildiği gibi-Allah'tn insanlara gerçekleri, iyilik ve güzellikleri görme, işitme, anlayıp kavrama yeteneklerini vermiş olmasına rağmen öyleleri vardır ki onlar bu yeteneklerini ya­ratılış amacına uygun bir şekilde ve doğru olarak kullanmazlar; bu sebeple de ce­henneme atılmaları sonucunu doğuracak olan yanlış inançlara sapar, kötü işler ya­parlar. Âyet birinci derecede Hz. Peygamber'in ilk muhatapları olan müşrikleri tehdit etmekle birlikte evrensel anlam ve uyarılar da içermektedir.

Allah Teâlâ, akıllı, dolayısıyla yükümlü yaratıklar olup gözle görülmedikle­ri içüı "cin" adı verilen[293] bazı varlıklarla birlikte İnsanların -bir kıs­mını cennet için yarattığı gibi- bir kısmını da cehennem İçin yarattığını ifade bu­yurduktan sonra bunun sebebi olarak, onların yükümlülük ve sorumluluğa temel teşkil eden akıl ve diğer bilgi yeteneklerini doğru ve yerinde kullanmamalarını göstermektedir. Tek tek olayların fizikî ve görünür taraflarını aşarak bütünündeki hikmetleri yakalamak, böylece varlığın ve hayatın fizik ötesindeki tümel anlamı­nı, hikmetini ve değerini kavramak; bu sayede kalbimizi küfürden, nifaktan, bâtıl inanç ve hurafelerden arınarak doğru bir imana ulaşmak; Câhiliye döneminde ol­duğu gibi günümüzde de sıkça görülen her türlü fâni ve sıradan varlıklara kul ol­ma seviyesizliğinden kendimizi koruyup yalnız Allah'a kul olma ve yalnız O'nun yardımına güvenme onurunu kazanmak (Fatiha 1/5); kalbimizi ve zihnimizi Hakk'ın nzâsına aykırı, insanın ruhunu kirletici duygu ve düşüncelerden temizle­mek; insanın hayatını lekeleyen, Allah ve insanlar katında itibarını düşüren heT türlü kötü ve çirkin işlerden uzak durmak; evrenin düzeni ve işleyişi gibi insanlar arası ilişkilerin de Allah'ın yasaları uyarınca gerçekleştiğini anlayarak toplumsal, millî ve milletlerarası ilişkilerde başarının, bu yasalara uygun şekilde hazırlıklı ve birikimli olmaya bağlı bulunduğunu anlamak; varlık ve olayların anlamlarını ve hikmetlerini kavrayarak buradan din ve dünya hayatımız için hayırlı sonuçlar elde etmek; kalbimizi güzel duygu ve düşüncelerle, hayatımızı iyi ve yararlı davranış­larla donatmak; bütün bunlar, Allah'ın bizi biyolojik bakımdan büyük ölçüde müş­terek olduğumuz öteki canlılardan onun sayesinde ayrı ve seçkin kıldığı aklımızı ve diğer bilgi araçlarımızı doğru kullanmamıza bağlıdır.

Bu sebepledir ki, âyette söz konusu yeteneklerini doğru kullanmayanlar hay­van sürülerine benzetilmiş, hatta onlardan daha şaşkın, daha akılsız oldukları bil­dirilmiştir. Zira hayvanların da duyu araçları olmakla birlikte duyu verilerini kul­lanarak bunlardan bilgi üretme, hükümler çıkarma, bilinenlerden yola çıkarak bi­linmeyenlere ulaşma gibi aklî ve zihinsel faaliyetler gösterme ve sonuçta zihnini doğru bilgi ve inançlarla ve hayatını güzel davranışlarla süsleme imkânları bulun­mamaktadır. Böyle bir imkâna sahip olarak yaratıldıkları halde, bu imkânı doğru ve yerinde kullanmayan insanlar âyette hayvanlardan daha akılsız olarak nitelen­miştir. Eğer insanın dinî hayatını ve değerler dünyasını İlgilendiren görüş, düşün­ce ve inancı, ahlâkı, tutum ve davranışları hayvanlarla ortak yanını oluşturan aşa­ğı duygu ve tutkularının tesiriyle yön değiştirmeye başlamışsa artık bu insan aklı­nın kontrolünden çıkmış, güdülerinin hâkimiyetine girmiştir; böyle bir insan artık fiilen diğer canlılardan daha aşağı bir duruma düşmüş, gerçek mutluluk ve kurtu­luş sebeplerinden uzaklaşarak gaflet ve dalâlete sapmış demektir. Kur'ân-1 Ke­rîm'in çeşitli vesilelerle bize bildirdiğine göre yüce Allah, böyle bir durumdan ko­runmaları için insanlara inanç ve amel dünyasını belirlemek üzere başlıca iki im­kân vermiştir: Akıl ve vahiy. Râgıb el-İsfahânî'nin (ö. 502/1108) şu ifadeleri bu konudaki İslâmî yaklaşımın bir özeti sayılabilir: "Aziz ve celîl olan Allah'ın kul­larına gönderdiği iki elçisi vardır. Biri içimizdeki elçidir ki bu akıldır, diğeri de dı­şımızdaki elçi yani peygamberdir. Hiç kimse, içindeki elçiden yararlanma işini öne almadıkça dışındaki elçiden yararlanamaz. Şu halde akıl, peygamberin öğreti­sinin doğruluğunu öğretir... Sonuç olarak akıl yönetici, din yol göstericidir. Akıl olmazsa din varlığını koruyamaz, din olmayınca da akıl yolunu şaşırır. Yüce Al­lah'ın buyurduğu gibi[294] ikisinin birleşmesi ışık üstüne ışıktır"[295]. Böylece insanı hayvandan ayıran en büyük özellik akıl olduğu için âyetin metninde insanı hayvanlarla karşılaştıran ifadede geçen ve edal (daha sapık, daha şaşkın) kelimesini "daha akılsız" diye çevirmeyi uygun bul­duk. [296]

 

180. "En güzel İsimler" diye çevirdiğimiz esmâ-i hüsnâ (el-esmâü'1-hüsnâ), "Allah Tcâlâ'nm hepsi de en güzel ve en mükemmel olan niteliklerine, özellikle­rine delâlet eden isimleri" anlamına gelir. Buna göre Allah'ın sıfatlarını ifade eden ki'limdn de rsıtıfı i lıüsnfı içine girmekledir. Ru imlamda sadece Kuranı Kerim'de Allah'ın 100'den fazla ismi yer almakta; ayrıca hadislerde O'na başka isimler de nispet edilmektedir. Esrnâ-i hüsnâ deyimi geniş anlamıyla bütün bu isimleri ve sıfatlan İçine almakla birlikte terim olarak daha çok -bir hadiste toplu­ca zikredilen- doksan dokuz ismi kapsadığı kabul edilir[297].

Bu âyette ve "el-esmâü'1-hüsnâ" deyiminin geçtiği diğer âyetlerde[298] Allah'ın isimlerinin ve sıfatlarının güzellikle nite­lendirilmesinin sebebi konusunda Ebû Bekir İbnü'l-Arabî şu görüşleri ileri sür­mektedir: 1. Bu isimler, Allah hakkında yücelik ve aslanlık ifade eder, kullarda da saygı hissi uyandırır. 2. Zikir ve dua olarak okunduğunda kabule vesile olur, se­vap kazandırır. 3. Kalplere huzur verir, rahmet ümidi aşılar. 4. En yüce varlık olan Allah'ın isimlerini, anlamlarını kavrayarak okumak, okuyanının değerini de yücel­tir. 5. Bu isimler Allah hakkında zorunlu, mümkün ve imkânsız olan inançları ve kanaatleri ifade ettiği için bu isimleri bilip okumak doğru inancın oluşmasına da katkıda bulunur[299].

Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın zâtına -bazan ardarda sıralanarak- birçok isim nispet edilmiştir. Ancak bu tür kelimeler ve kavramlar, hakkında kullanıldık]arı varlığın kendisi değil, O'nun hatırlatıcısı ve kısmen tanıtıcısı durumundadır. İslâm bilginlerinin birçoğu "İsim müsemmânın gayrıdır" derken bunu anlatmak istemiş­lerdir. Bizim kullandığımız kelimeler Allah'ın yüce zâtını aynıyla ifade etmez; esasen insan zihni Allah'ı kuşatıcı bir tamlıkta kavramaktan âciz olduğu için O'nun hakkında kullandığı isimlerin ve sıfatların bize anlattıkları da sınırlıdır. Ama bütün bu kelimelerle ifade edilmek istenen de hep O'dur. Ayrıca Kur'an'da ve hadislerde yüce Allah özellikle bu isimlerle anıldığı için bunlar Allah hakkın­da kullanıldığında daima aşkın anlamlar içerir; onun için müminin bunları telaffuz etmesi zikir, teşbih, dua gibi kelimelerle ifade edilen bir ibadet değeri taşır.

Birçok hadis mecmuasında yer alan[300]  bir hadîste Hz. Peygamber, Allah'ın doksan dokuz İsminin bulun­duğunu, bunları ezberleyip benimseyen (anlamlarını öğrenip bu isimlerin telkin et­tiği inancı özümseyen) kimselerin cennete gireceğini müjdelemiştir. Esmâ-i hüs-nânın neler olduğu ve sayısı hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ayrıca Tir-mizî ve İbn Mâce'nin Simen'lerinde[301]  bu açıklamadan sonra doksan dokuz ismin listesi de verilmiştir[302].

Ancak bu rivayette geçen isimlerin bazıları Kur!ân-ı Kerîm'de bulunmamak­tadır, bu sebeple bazı âlimler anılan iki kaynaktaki listenin hadisin tisi imlan olmayıp râvinin kişisel tespiti ve eklemesi olduğunu savunmuşlardır. İbn Hacer el-Askalânî, Kur'ân-ı Kerîm'deki isimlerden yeni bir doksan dokuz esmâ-i hiisnâ lis­tesi oluşturmuştur[303].

Konumuz olan âyette kalbini yani aklını, diğer duyu ve bilgi vasıtalarını ver­iliş amacına uygun ve sağlıklı kullananların ulaşacağı doğru tanrı inancının özet bir ifadesi yer almaktadır. Buna göre "En güzel isimler Allah'ındır." Şu halde in­san, bu isimlerle Allah'a yakarışta bulunmalı, yalnız Allah'a verilebilecek olan bu güzel İsimleri O'ndan başkasına vermemeli, yani başka hiçbir şeyi O'na denk tut­mamalı, Allah'tan başkasını tanrısal bir yücelikte görmemelidir. Fakat insanlar arasında Allah'ın isimleri hakkında inkâra sapanlar da bulunmaktadır. Burada "in­kâr" kelimesiyle çevirdiğimiz ilhâd, "haktan sapmak, itidalden ayrılmak" an­lamına gelir. Kelimenin bu âyetteki anlamının üç noktada yoğunlaştığı anlaşıl­maktadır: a) Bu isimleri ancak Allah hakkında kullanılması gereken anlamlarıyla Allah'tan başkası İçin kullanmak, b) Allah'ı, baba oğul gibi sadece yaratılmışlara özgü isim ve sıfatlarla anmak, c) Allah'ın isimlerini tamamen inkâr etmek veya böyle bir sonuç doğuracak şekilde te'vil ve tahrif etmek[304].

Âyette bu şekilde Allah'ın yetkinlik ve aşkınhğmın, zatına mahsus en üstün niteliklerinin ifadeleri olan güzel isimlerini gerçek anlamlarından saptıranlar kınanmakta, onların bu kötü niyetli tutumlarının cezasını görecekleri uyarısında bulunulmaktadır. Bu âyet, İnkarcıların ve müşriklerin ulûhiyyetle ilgili inanç­larının bozukluğunu göstermesi yanında; bazı insanların riya, tabasbus, aşın hay­ranlık, saygı, çıkar sağlama veya başka bir sebeple yönetici, lider, kahraman, şeyh j^ibi bazı kişileri överken iltifatın dozunu kaçırarak, övdüğü kişiyi âdeta tanrısal bir konumda gösteren ifadeler kullanılması konusunda da önemli ve yararlı bir uyan değeri taşımaktadır, [305]

 

181. İnsanlar arasında aklını ve duyu araçlarını olumlu yönde kullanmadık-kın için gerçek anlamda insanlık değerini kaybederek cehenneme atılmayı hak edenler olduğu gibi hakkı tanıyan ve hak ölçüsüne göre adaletli davranan bir üm-tııi't. bir kesim de her zaman vardır. İlk zümredekilerin aksine bu ikinciler için .iyelik ümmet kavramının kullanılması ilgi çekicidir. Çünkü birden fazla dalâlet vı>llıırı olduğu için o yollara sapanlar ortak inançlar ve değerler etrafında uyumlu Ihı birlik ve bütünlük oluşturamazlar. Halbuki hak ve hidayet yolu sadece bir tanedir.Böyle olunca âyette buyurulduğu şekilde, başkalarını hakka yönelttiği gibi kendileride hak kaygısı taşıyarak adalet ölçüsüne uyanlar;dolayısıyla duygu,düşünce ve eylemlerinde doğruluk ve adalet ölçülerini esas alanlar bu temel öl­çüler etrafında bir birlik ve bütünlük oluştururlar. Âyette bu birlik ve bütünlüğü oluşturan topluluk ümmet kelimesiyle ifade edilmiştir. Böylece hak ve adalet kav­ramlarının, İslâm ümmetini birleştirip bütünleştiren temel değerler, kurucu öğeler olarak gösterilmesi son derece anlamlıdır. Hak kavramı varlığın bilgisine ve İnanç alanına, başka bîr deyişle ontolojik alana, adalet ise ahlâk alanına ait bir kavram­dır. Başka bir âyette bizzat Allah'ın sözü de (kelime) "doğruluk" (sıdk) ve "adalet" (adi) kavramlarıyla nitelenmiştir. Buradan, müslüman ümmetin hem bil­gi ve inançta gerçeğe ulaşmış hem de ahlâk alanında İyiye ve güzele yönelmiş bir topluluk olduğu yahut olması gerektiği anlamı çıkmaktadır. 179. âyette ise düşün­düklerini doğru düşünmek, gördüklerini doğru görmek, işittiklerini doğru işitip an­lamak suretiyle doğruluk ve adalet gibi temel değerleri kavrayıp zihin, kalp ve amel dünyalarını buna göre düzenleyecek bir yol izlemedikleri için inkarcılar cehenneme lâyık görülmüştü. Çünkü hak (ve sıdk) kavramı her türlü inkarcı an­layışlarla birlikte bâtıl inançları, cahilliği ve yanlış bilgileri, hurafeleri vb. zihinsel sapmaları dışladığı gibi adalet kavramı da Kur'an'daki deyimiyle "ahsen-i tak-vîm"İ bozan yani insan olmanın ölçülerinden sapan, bundan dolayı da Kur'ân-ı Kerîm'de yer yer zulüm kavramıyla nitelenen ahlâka aykırı davranışları dışlar. [306]

 

Meali

 

182. Âyetlerimizi yalanlayanları hiç bilmedikleri yerden adım adım yıkıma götürürüz. 183. Onlara mühlet veriyorum. Cezalandırmam çok çetin­dir! 184. Düşünmediler mi ki aralarından biri olan o peygamberde delilik yoktur; o ancak kesin bir uyarıcıdır, 185. Göklerin ve yerin egemenliği ile Al­lah'ın-yarattığı her bir nesne üzerinde re kendi ecellerinin yaklaşmış ola­bileceği hususunda hiç kafa yormadılar mı? Ona değilse hangi söze inanacak­lar? 186. Allah kimi dalâlete düşürürse artık onu hidayete erdirebilecek hiç­bir kimse bulunamaz. Allah böylelerini azgınlıktan içinde yollarını aşırın ıy olarak bırakır. [307]

 

Tefsiri

 

182-183. "Adım adım yıkıma götürürüz" şeklinde çevirdiğimiz fiilin masdan olan istidrâc kelimesi, sözlükte "derece derece yükseltmek veya alçaltmak, azar azar toplamak, katlamak" gibi anlamlara gelir. Bu kelime zamanla, "Allah'ın bazı insanlara, kötü niyetlerinin ve davranışlarının ardından, onların daha da şımar­maları, günahlarını daha da arttırmaları sonucunu doğurabilecek maddî veya mânevi imkân ve fırsatlar vermesi" anlamında terim haline gelmiştir. Meselâ pey­gamberlerde görülen olağan üstü hallere "mucize", velîlerde görülene "keramet" denirken inancı veya yaşayışı bozuk kimselerin zahiren mucize veya keramete benzer olaylar sergilemelerine istidrâc denmektedir. "Cezalandırma" diye çevir­diğimiz keyd kelimesi ise aslında "tuzak" mânasına gelmekle birlikte, Allah için kullanıldığında İslâmiyet ve müslümanlar için bazı tuzaklar kurmaya ve onlan çökertmeye çalışan inkarcıların bu planlarını boşa çıkaran Allah'ın kusursuz, adaletli ve hikmetli planını ifade eder. Burada yüce Allah, âyetlerini yalanlayan ve böylece onlan etkisiz kılmaya çalışan inkarcıları, güçlü ve şaşmaz planı uyarınca hemen cezalandırmayıp onlara mühlet verdiğini, bazı imkân ve fırsatlar tanıdığını, bu suretle onları derece derece yıkıma doğru götürdüğünü veya alçalttığını İfade buyurmaktadır. Allah'ın onlara önce mühlet verip sonra da helak etmesi zahiren tuzak kurmaya benzediği İçin âyette buna "keyd" denmiştir. [308]

 

184. "Aralarından biri olan o peygamberde..." şeklinde çevirdiğimiz "bi-sahibinim" sözü müşriklerin Resûlullah'ı çocukluğundan beri yakından tanıdık­larını, hatta vaktiyle onu sayıp sevdiklerini, dolayısıyla kendisine delilik isnat et­melerinin haksızlık olduğunu çok iyi bilmeleri gerektiğini anlatır. Gerek burada gerekse başka âyetlerde [309] bildiril­diği üzere Mekke müşriklerinin Hz. Muhammed'e yönelttikleri en yaygın itham ve iftiralardan biri de onda delilik bulunduğu iddiası idi. Eski dönemlerde diğer bazı peygamberler hakkında da aynı suçlamanın yapıldığına bakılırsa[310] bunun, tarihin çeşitli dönemlerinde inkarcıların Allah yolunun davetçilerini susturmak için kullandıkları müşterek bir taktik ve İftira şekli olduğu anlaşılmaktadır. Âyette müşriklerin bu iddiaları red­dedilirken "düşünmediler mi?" sorusunun sorulması ilgi çekicidir. Çünkü bir in-sunın akıllı veya deli olduğu, onun davranışlarıyla, ortaya koyduğu fikirlerin doğ­ru ve tutarlı olup olmadığı ile ölçülebileceği gibi böyle birinin düşünce, görüş ve ıiKUKinı ölçebilmek için de doğru ve tutarlı düşünebilmek gerekir. Bir insanın or-ı.ıv.ı koyduğu inanç ve fikirleri (dolayısıyla peygamberin tebliğ ettiği ilkeleri) inim voIıl o insanı (ve peygamberi) deli diye suçlamak olamaz.Çünkü bu suçlama boş, İçeriksiz, dayanaksız bir iddiadır. Doğru dürüst düşünenler bunun böyle olduğunu bilir. Şu halde Hz. Muhammed'i deli diye suçlayan müşrikler bu yargıya doğru düşünmek suretiyle varmış değillerdi. Gerçekte onların bu tutum­larının arkasında inatçılık, gurur ve kibir, düşmanlık duygulan, çıkar hesaplan gibi sübjektif sebepler vardı. İşin aslı şu idi: Hz. Peygamber onların gerek inançları gerekse yaşayışları bakımından yanlış yolda olduklarını söylüyor, zulümlerine ve haksızlıklarına karşı çıkıyor, bu yoldan dönmemeleri halinde dünya ve âhirette başlarına nelerin geleceğini bildirerek onları kesin ve açık seçik beyanlarla ikaz ediyordu; onlar ise bu söylenenlerin doğruluğu ve haklılığı üzerine düşünüp taşınacakları yerde onu delilikle itham ediyorlardı. Halbuki onu çocukluğundan beri tanıyor ve takdir ediyorlardı. Ne zaman ki Hz. Peygamber onlara gerçekleri tebliğ etmeye başladı, o zaman onların tutumları da değişti. Sonuç olarak âyet-i kerîmede, insanların bir düşünceyi kabul veya reddederken duygularını, menfaat ve sempatilerini veya antipatilerini değil, yine düşüncelerini kullanmaları gerek­tiğine işaret edilmektedir. [311]

 

185-186. "Egemenlik" diye çevirdiğimiz melekût kelimesi, yüce Allah'ın gökler üzerindeki mutlak yönetimini, hükümranlığını ifade eder[312]. Bir önceki âyette Hz. Peygamber'in risâletinin hak olduğu, onun üstün kişiliği kanıt gösterilerek ifade edilirken burada da insanların, yüce Allah'ın evren üzerindeki mükemmel yönetimine bakıp düşünerek bundan Hz. Peygamber'in öğ­retisinin gerçek olduğuna dair deliller çıkarmaları istenmektedir. Göklerin düzeninde olduğu gibi Allah'ın yarattığı diğer bütün şeylere de -ibretle ve insafla bakılırsa- Allah'ın varlığına, birliğine inanıp Hz. Muhammed'in bildirdiklerini tasdik etmeye götüren kanıtların bulunduğu görülür. Aynca âyet, Hz. Peygam­ber'in tebliğlerine karşı direnmeyi sürdürdükleri takdirde, -benzer şekilde dav­ranan eski inkarcı kavimler gibi- müşriklerin de sonlarının geleceği uyansında bulunmaktadır. Onları gökler ve diğer yaratılmışlar üzerinde zihin yormaya, ken­di akıbetlerini düşünmeye çağıran bu sözler; yahut Hz. Peygamber'in uyanları, açıklamalan, başta Kur'an âyetleri olmak üzere onun ağzından çıkan bütün sözler insanlar için böylesine hayırlı ve yararlı uyanlardır. Şu halde insanlar bu sözlere inanmayacaklarsa başka hangi söze inanacaklar? Allah'ın ve Resulü'nün sözlerin­den daha doğru, daha hayırlı ve yararlı başka bir söz olabilir mi?

Burada asıl muhatap Hz, Peygamber'in dönemindeki müşrik Araplar olmak­la birlikte, âyetin hükmü ve uyarısı, İlâhî yasaları tanımayan bütün âsi topluluklar İçin geçerlidir. Bütün bu uyanların amacı da insanlan hidayet?, yuf" minicin, yaşayışta, insanlıkta en doğru ve en güzel olana ulaşmaktır.Fakat eğer insanlar Hz. Peygamber'in bu yoldaki çağrısını iyi niyetle karşılayıp üzerinde düşünmek yerine koyu bir inkâr psİkolojisiyle bunları peşinen reddederlerse Allah da onları dalâlet çukuruna düşürür. Allah'a rağmen hiçbir şey yapılamayacağı için bunları içine düştükleri bu çukurdan, bu sapkınlıktan kurtarıp doğru yolu bulmalarını sağ­layacak bir güç de asla yoktur. [313]

 

Meali

 

187. "Ne zaman gelip çatacak?" diye sana kıyamet saatini sorarlar. De ki: "Onun hakkındaki bilgi sadece rabbimin katodadır. Vakti geldiğinde onu açıklayacak olan ancak Allah'ır. O, göklere de yere de ağır gelecektir! Sizi ansızın yakalayacaktır!" Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: "Onun bilgisi Allah kalındadır, fakat insanların çoğu bunu bilmezler." 188. De ki: "Ben kendim için, Allah'ın dilediği dışında ne bir fayda elde ede­bilirim ne de zarardan kurtulabilirim. Eğer gaybı biliyor olsaydım elbette bol bot fayda elde etmeye çalışırdım, başıma kötülük de gelmezdi. Ben yalnızca inanan bir kavim için uyarıcı ve müjdeleyiciyim." [314]

 

Tefsiri

 

187. Saat kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de belli bir zaman dilimini belirten söz­lük anlamı yanında, sık sık kıyametin kopacağı vakti ifade etmek üzere de kul­lanılmaktadır. Kaynaklarda ansızın gelip çattığı, amellerin hesabı çabuk olduğu veya uzun sürdüğü ya da süresi uzun olmasına rağmen Allah Teâlâ bakımından in­sani ann hesabındaki bir saatlik süre kadar kısa sürdüğü için kıyamete saat denil-diği belirtilir[315]. Bir açıklamaya göre saat, birinci sûr çalınca bütün canlıların ölmesi sürecini, kıyamet ise ikinci sûr çalınca yeniden dirilmeyi ve sonrasında olup biterleri ifade eder; böylece ahiret hayatı başlamış olur.

Bazı hadislerde müslümanlarm da Resûlullah'a kıyametin zamaniyla ilgili sorular sordukları bildirilmekle birlikte[316] , bilhassa müş­riklerin Hz. Peygamber karşısındaki yaygın tavırlarından biri, kıyameti inkâr et­mek veya Resûlullah'ı güç durumda bırakmak maksadıyla bu konuda sorular sor­maktı. Bu âyette de onların böyle bir sorusundan ve -aslında bu sorunun arkasın­da kötü niyet bulunmasına rağmen- Resûlullah'ın, aydınlatma görevinin bir gereği olarak bu soruyu ciddiye alıp cevap vermesinden söz edilmektedir. Bazı tefsirler­de buradaki sorunun yahudiler tarafından sorulduğuna dair rivayetler yer aymak-taysa da[317], A'râf sûresi Mekke'de indiğinden bu görüş isabetli görülmemektedir. Soru kimden getirse gelsin, Hz. Peygamber kıyametin vaktiyle ilgili bütün sorulara karşı bunu bilmediğini İfade etmiş, meselâ Cebrail tarafından yöneltilen, "Kıyamet ne zaman kopacak?" şeklindeki bir soruyu, "Bu hususta sorulan sorandan daha bilgili değildir" cevabını vermiştir [318].

Kıyamet vaktinin "göklere de yerlere de ağır gelmesi" dünyanın kozmolojik düzeninin bozulacağına, Kur'an'ın ifadesiyle[319]  "yerin başka bir yere, göklerin de başka göklere dönüştürüleceği" esnada vuku bulacak olayların dehşetine; "Sizi ansızın yakalayacaktır" ifadesi de insanoğlunun, kıyamet saati hakkındaki bilgisizliğinin son ana kadar süreceğine işaret etmektedir[320]

 

188. Burada da Hz. Peygamber'e, kendisi için faydalı olanı elde edip zararlı olandan korunmasının sadece Allah'ın dilemesine bağlı bulunduğunu açıkça ifade etmesi emredilmekte olup Resûlullah bu buyruğun gereğini yerine getirmiş; bu suretle, insan olması sebebiyle imkânlarının ve kabiliyetlerinin Allah'ın verdik-leriyle sınırlı olduğunu, kendi başına olağan üstü hiçbir güce sahip olmadığını her­hangi bir komplekse kapılmadan insanlara açıklamıştır. Böylece o, dolaylı olarak Allah'a olan içten bağlılığını da ortaya koymak suretiyle aslında, insanın Allah kar­şısında nasıl bir kulluk bilincine sahip olması gerektiği hususunda da örnek bir tavır sergiliyordu. Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek gaybı bilmek demektir. Hal­buki gaybı bilen insan, ileride kendisi için nelerin iyilik, nelerin kötülük getireceğini bilme gücüne de sahip olabilir ve ona göre davranabilir. Resûlullah, kendisinin böyle bir imkâna sahip olmadığını, temel işlevinin inanan insanlara fay­da sağlayacak şekilde miijdeleyici ve uyarıcı bilgiler vermekten ibaret bulun­duğunu ifade etmiştir. Burada da görüldüğü gibi Peygamber aleyhîsselâm, ken­disine Allah'ın lütuf ve ihsanından bağımsı/ aşkın sıfatlsır izafe edilmesinden hoşlanmamış; görevinin elinden geldiğince iyi bir kul olmak, Allah'ın kendisine yük­lediği risâlet ve tebliğ görevini eksiksiz bir şekilde yerine getirerek insanların hidayete erişmelerine gayret ve öncülük etmek olduğunu her zaman vurgulamıştır. Âhiret hayatı, cennet, cehennem, melek, şeytan gibi gayb alanına giren, dolayısıy­la beşerin bilgi imkânlarını aşan hususlarda Allah ona neyi ne kadar bildirnıişse o da o konuda bilgisini ortaya koymuş ve Allah'ın iznine bağlı olarak insanlara bil­giler vermiş; fakat kıyametin ne zaman kopacağı konusunda kendisine bilgi veril­mediği için bu hususta da bilgisi bulunmadığını belirtmesi emredilmiştir.

Âyette Hz. Peygamber'in mutlak olarak gelecek hakkında hiçbir şey bil­mediği değil, Allah'ın bildirdikleri dışında gaybı bilmediği ifade edilmektedir. Çünkü geleceğe dair her konu gayb sayılamaz; insan, tabiat kanunları denilen Al­lah'ın evrendeki yasaları hakkındaki bilgisi, deneyimi ve aklı sayesinde gelecek hakkında bazı kesin bilgilere sahip olmakta, bazı tespitler yapabilmektedir. Âyet­te asıl vurgulanan nokta, geleceğin insanlar için büsbütün karanlık olduğu değil, Allah imkân ve fırsat vermedikçe kulun varlık ve olaylar hakkında kendi başına bilgi edinemeyeceği, neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu göremeyeceğidir. [321]

 

Meali

 

189. Sizi bir tek candan yaratan, kendisiyle mutlu olsun diye ondan da eşini yaratan ü'dur. Erkek eşine yaklaşınca kadın hafif bir yük yüklenir, onu bir süre taşır; hamileliği ağırlaşırca rableri olan Allah'a şu sözlerle yakarır-lar: "Andolsun, bize kusursuz bir çocuk verirsen kesinlikle şükredenlerden olacağız!" 190. Fakat Allah onlara kusursuz bir çocuk verince Allah'ın ken­dilerine verdiği şeyler hususunda O'na ortaklar koşarlar. Allah, insanların ortak koştuğu şeylerden münezzehtir. 191. Onlar, kendileri de yaratılmış olup hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri Allah'a ortak mı koşuyorlar? 192. Oysa bu varlıkların ne onlara tapanlara yardımı dokunur ne de kendi kendilerine yardımcı olabilirler. 193. Doğru yola ulaşma hususunda onlara yalvarsanız size karşılık vermezler; onlara ha yalvarmışsınız ha susmuşsunuz, sizin için değişen bir şey olmayacaktır. 194. Gerçek şu ki Allah'ın dışında yalvarıp yakardıklanntz da tıpkı sizin gibi birer kuldur. Eğer iddialarınızda doğruy-sanız haydi onlara dua edin de karşılık versinler! 195. Yürüyebildikleri ayak­lan mı var onların; tutabilecekleri elleri, görebilecekleri gözleri, işitebilecek­leri kulakları mı var! De ki: "Haydi ortak olarak gördüğünüz o varlıkları çağırın, sonra bana karşı planınızı kurun, göz açtırmayın bana! 196. Ama bilin ki benim velim, kitabı indiren Allah'tır. O, iyileri koruyup kollar. 197. O'nun dışında yalvarıp yakardıklannız ise ne size yardım edebilirler ne de bizzat kendilerine yardımları dokunur. 198. Hidayete ulaşma hususunda on­lara yalvarsanız sizi duymazlar, sana bakıyorlar zannedersin, oysa görmez­ler." [322]

 

Tefsiri

 

189-190. "Can" diye çevirdiğimiz âyetteki nefs kelimesi eski tefsirlerde genellikle Hz. Âdem olarak yorumlanmıştır[323] Ancak Fahreddin er-Râzî'nin de geniş olarak açık­ladığı gibi bu yorum önemli problemlere yol açmaktadır, Her şeyden önce, eğer âyetteki nefis kelimesiyle Hz. Âdem'in, ondan yaratılan "eş" ile de Havva'nın kas­tedildiği kabul edilecek olursa, bu durumda âyetin devamındaki bilgiye göre on­ların çocukları doğduktan sonra Allah'a ortak koşmuş oldukları sonucu çıkmak­tadır. Halbuki ne Kur'ân-ı Kerîm 'in başka bir yerinde ne hadislerde ne de diğer İs-lâmî kaynaklarda Âdem ile Havva'nın şirke saptıklarına dair bilgi bulunmaktadır; aksine onların yasaklanan meyveyi yemelerinin ardından, İslâmî literatürde zelle dîye adlandırılan bu hatalarından ötürü bile ağır bir üzüntü ve pişmanlık duyup hemen tövbe ettikleri ifade edilmektedir.

Bu durumda Râzî'nin, Kaffâl'in görüşü olarak verdiği yorum ve buna daya­narak yaptığı açıklamalar daha isabetli görünmektedir. Buna göre âyette gerçekten vuku bulmuş bir olaydan değil, bir "temsirden söz edilmekte ve bununla da müş­riklerin cahilliklerine ve şirk iddialarına işaret edilmektedir. Buradan hareketle Râzî âyete şöyle bir yorum getirmektedir: "O yüce Allah sizin her birinizi bir can­dan yaratmış; insanlıkta erkeğe eşit bir insan olarak eşini de yine aynı cinsten (öz­den) yaratmıştır (erkek bir asıldan, kadın ise başka bir asıldan yaratılmış değildir). Erkek eşine yaklaştıktan sonra kadının hamile olduğu anlaşılınca, rablerine,' An-dolsun, bize kusursuz bir çocuk verirsen (lütuf ve ihsanından dolayı) kesinlikle (sana) şükredenlerden olacağız!' diyerek dua ederler. Fakat Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, bu verilenle ilgili olarak Allah'a ortaklar koşmaya kalkışırlar; çünkü bazan natüralistler gibi bu çocuğun yaratılışını tabiat güçlerine, bazan müneccimler gibi yıldızlara, bazan da putperestler gibi putlara nispet ederler" (XV, 86-87). Kuşkusuz burada, aşağıda söz konusu edilecek olan şirk inancına ve putperestlerin yanlışlarına dair âyetlere bir geçiş olmak üzere, özellikle müşrik­lerin tutumları anlatılarak dolaylı bir üslûpla genel bir uyarıda bulunulmaktadır.

Bu iki âyette erkek ile kadının yaratılıştaki eşitliği, erkeğin kadına karşı his­settiği duygusal ilgi, bunun ardından gelen cinsel birleşme ve nihayet bu birleş­meden çocuğun doğması kısaca anlatılmak suretiyle insan soyunun çoğalma süre­ci özetlenmiş bulunmaktadır. Fakat bütün bunları yapıp yaratanın yüce Allah ol­duğunun bilinmesi gerekir. Yaratılışta O'nu dışlayan veya başka yaratılış sebep­lerini O'na denk yahut O'nun üstündeymiş gibi gören her inanç bir şirktir. Kur'an'm ilk muhatapları olan Mekke putperestleri çeşitli putlarını yüce Allah'a bu şekilde ortak koştukları gibi dünyanın çeşitli kültürlerinde muhtelif kavimler de birçok yer veya gök cisimlerini, ata nıhlannı vb, yaratılmışları tanrı tanımak suretiyle şirke sapmışlardır. Fakat Allah bütün bu ortak koşulan şeylerden münez­zehtir, yücedir. Kimi insanların ihtiyaç duyunca Allah'a yakanp işi bitince nankör­lük ettiklerini bildiren başka âyetler de vardır. [324]

 

191-192, Müşriklerin tevhid ilkesine aykırı her türlü inançlarım çürüten kmutların ortaya konduğu bu iki âyette ulûhiyyetin en başta gelen üç özelliğinin söz konusu edildiği görülmektedir: Yaratıcılık, lütufkârlık ve kendi kendine yeter­lilik. Öncelikle -başka bir şeyi yaratmak şöyle dursun- kendisi yaratılmış olan bir v;ırlık Tanrı olamaz; ikinci olarak Allah, her türlü yardım taleplerine cevap vere­cek kadar /.engin, lütufkâr, cömert ve merhametlidir. O'nun dışında hiçbir varlık Itıı vı-lkitıliklcre siihipoluııiiKİıiı için tanrılımı dit lâyık olamaz. Nihayet kendi kendine yeterli olup hiçbir yönden başka herhangi bir varlığın yardım ve desteğine muhtaç olmayan tek varlık Allah Teâlâ olup O'nun dışında her varlık bizzat ken­disine bile yardım etmekten âciz olduğuna, şu halde kendi kendine yeterli ol­madığına göre bu varlıklara tanrılık vasfı da kesinlikle yüklenemez. Böylece âyet-lerdeki bu üç kanıt ile putperestlik inancının tümüyle akıl ve mantık temelinden yoksun olduğu açıkça ortaya konmuş bulunmaktadır. [325]

 

193-195. İlk âyette kimlere hitap edildiği konusunda iki farklı görüş vardır: İbn Âşûr'un da tercih ettiği bir yoruma göre âyette müslümanlara hitap edilmek­te; onlardan müşrikleri doğru yola çağırmaları istenmektedir (IX, 217-218). Ancak daha yaygın olarak benimsenen görüşe göre burada müşriklere hitap edilmektedir. Bu müfessirlerin çoğunluğu âyetin ilk cümlesine şu anlamı verirler. "Ey müşrik­ler! Siz o tanrı diye taptığınız putlarınızı doğru yola çağırsanız çağrınıza uymaz­lar..." Çünkü onlar doğru yol nedir, eğri yol nedir bilmezler. Ancak Şevkânî, -müşriklerin tanrı (üye kandıkları putlarım doğru yola çağırmalarını çok anlamlı bulmamış olmalı ki- daha farklı bir yaklaşımla bu cümleyi şöyle anlamaktadır: "Bu putlarınızdan, sizi doğru yola ve kurtuluşa erdirmelerini isteyerek onlara hidayet ve kurtuluş konusunda yakarışta bulunsanız çağrınıza uyarak size karşılık veremezler" (0,316).

Sonuç olarak gerek Arap putperestlerinin gerekse tarihin bütün dönemlerin­deki müşriklerin tanrısal nitelikler yükleyerek şu veya bu şekilde taptıkları her şey Allah'ın yaratıklarıdır; "O'ndan başka tanrı yoktur," Şu halde putperestlerin tann diye kabul ettikleri ve karşısına geçip dua ettikleri, takdis ettikleri, kendilerine yol göstereceğmi, iyilikler kazandırıp kötülüklerden koruyacağını umdukları şeyler, tanrılık niteliklerine sahip olup başkalarına hidayet vermek bir yana, o cansız, şuursuz ve bilgisiz nesneler kendilerine yapılacak çağrıyı bile duyma yeteneğin­den yoksundurlar. Onlar da insanlar gibi "birer kuldur"; yani Allah'ın mülk ve tasarrufunda bulunup O'nun kevnî yasalarına boyun eğerler (Şevkânî, n, 317). Sonuç olarak sıradan bir canlıda bulunan yürüyecek ayağa, tutacak ele, görecek göze bile sahip olmayan bu nesneleri tanrı tanımak; insanların, kendilerinde bulu­nan duyu araçlarından bile yoksun olan, dolayısıyla kendilerinden daha aşağı, daha kusurlu olan şeylere tapmaları akıl kârı mıdır? [326]

 

196. Bir önceki âyetin son cümlesinde, Hz. Peygamber'e, putlarda olağan üs­tü güçler vehmeden müşriklerin bu inançlarının saçmalığını kanıtlamak üzere on­lara meydan okuması emredildikten sonra burada da ondan ve onun şahsında bütün müminlerden, Allah'a inanç ve bağlılıklarını "Benim velîm... Allah'tır" söz* leriyle ortaya koymaları istenmektedir. Vetî kelimesinin kökü olan velayet kavramı Kur'ân-ı Kerîm'de -çeşitli mânaları yanında[327] yerine göre hem Allah'ın kuluna dost olmasını, onu sevmesini ve her türlü kötülüklerden esirgemesini hem de kulların Allah'a dost olmalarını ifade etmektedir. Bu âyette ise -biri isim şekliyle, biri fiil kalıbında olmak üzere-her iki anlamda da kullanılmıştır. Yukarıda Allah'tan başka tapılan şeylerin, on­lara tapanlara yardım edecek güçte olmadıkları, hatta tamamen âciz nesneler ol­dukları belirtilmişti; burada ise özellikle velî kelimesi ve aynı kökten gelen "yetevellâ" fiili kullanılarak müminlerin yüce Allah'a olan sevgi ve bağlıhklany-la O'nun kendisine inanıp bağlanan iyi kullarına (sâlihîn) olan sevgisi, koruyucu­luğu ve lütufkârlığı dile getirilmektedir. Buna göre Allah ile müminler arasında sıcak bir ilişki vardır; müminler Allah'a gönülden inanıp bağlanmakta, O'nu dost bilmekte; Allah da onları sevmekte, yollarını aydınlatan kitabı göndermek suretiy­le doğru yolu bulup o yolda yürümelerini sağlamaktadır. [328]

 

197-198. Müşriklerin, birtakım nesneleri tanrılık vasıflarıyla niteleyip putlaş-tırarak bunlardan medet ummalarının ne kadar saçma olduğunu bir kez daha vur­gulayan bu iki âyet, Mekke müşrikleri ve din konusunda onlara benzer bir yol iz­leyen her dönemdeki insanlar için yeni bir uyan anlamı taşımaktadır. [329]

 

Meali

 

199. Kolaylığı seç, iyi olanı emret, cahillere aldırma. 200. Eğer şeytandan fitleme seni dürtüklerse hemen Allah'a sığın! Allah işitendir, bilendir, 201. Takva sahipleri, içlerine şeytandan gelen bir saptırıcı fikir doğduğunda düşünüp hemen gerçeği görürler. 202. Şeytan dostları o müşrikleri azgınlığa sürükler, bir daha da yakalarını bırakmazlar. 203. Sen onlara bir mucize getirmediğin vakit, "Onu da dcryclip toplasaydın ya!" derler. De ki: "Ben sadece rabbimden bana vahyedilene uyarım. İşte bu Kur'an, rabbinizden gelen kanıtlardır, inanan bir topluluk için hidayettir, rahmettir. 204, Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve sessiz durun kî rahmete nail olasınız. 205. Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, alçak sesle sabah akşam rabbinl zikret, gafillerden olma! 206. Rabbinin katında bulunanlar bile O'na kulluk etmek hususunda kibre kapılmazlar, O'nu teşbih ederler ve yalnız O'na sec­de ederler. [330]

 

Tefsiri

 

199. Yukarıdaki âyetlerde (özellikle 189. âyetten itibaren) tevhid inancı üzerinde durularak -başta Mekke müşrikleri olmak üzere- Allah'ın yarattığı varlık veya nesnelere tanrısal nitelikler yüklemek suretiyle bu yaratıkları Allah'a ortak koşanlar eleştirilip uyarıldıktan sonra bu âyette de ahlâk konusuna geçilmiş ve bütün ilâhî dinlerin üç temel ahlâk kuralına yer verilmiştir:

1. Kolaylık. Sözlükte "bir şeyin en yenisi, en saf olanı, fazlası; kolaylıkla ver­ilebilen, bağışlanabilen" gibi anlamlara gelen âyet metnindeki af kelimesi ahlâk terimi olarak "kötülük ve haksızlık eden, suç veya günah işleyen birini bağışlamak, cezalandırmaktan vazgeçmek" demektir[331]. Konumuz olan âyetteki af kelimesine ise tefsirlerde başlıca şu mânalar verilmektedir:

a)  İnsan ilişkilerinde kolaylık yolunu seçmek, başkalarını külfet ve meşak­kate sokacak tutum ve davranışlardan, beklentilerden uzak kalmak[332]. Ahlâk terimi olarak az önce zikredilen anlamdan da esasen insanları suç ve hataları sebebiyle cezalandırarak sıkıntıya sokmak yerine onları bağışlayarak rahatlatmak demek olduğuna göre bu anlamdaki af da sonuçta kolaylık mânası taşımaktadır.

b)  Malın ihtiyaçtan fazlasını muhtaçlara vermek. Bu anlamı tercih edenler âyetin, daha sonra gelen ve zekâtın farz olduğunu bildiren başka âyetlerle nes-hedİldiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak, diğer birçok müfessir gibi âyeti birinci mânada yorumlayan Fahreddin er-Râzî'ye göre ikinci anlamı tercih etsek bile bun­dan nesih sonucuna varmak gerekmez; çünkü zekât hakkındaki âyetler malî fedakârlığın asgari miktarıyla alâkalıdır; bu âyette İse zekâtın da üzerinde mal bağışında bulunmak öğütlenmektedir[333] .

Başkaları karsısında kolaylaştırıcı olmak, sın; vr kusurlumu hujışlavnmk nnlan affedip ceza sıkmasından kurtarmak gibi başkalarına mal yardımında bulun­mak da bir fedâkârlıktır. Bu sebeple âyetteki af kelimesinin her iki anlamda da fedakârlığı içerdiğini ve dolayısıyla burada hem insanlara mal yardımında bulun­manın hem de sertlik yerine yumuşaklık ve kolaylaştırıcıhğın, Türkçe'deki an­lamıyla affın ve hoşgörünün öğütlendiğini düşünmek daha isabetli olacaktır. Râzî âyetin bu kısmını -ilgili âyetlere göndermeler de yaparak[334] şöyle açıklar: "Kolaylığı seç buyruğu, malî haklarla İlgili her konu­da cimrilikten sıyrılmak, insanlarla güzel ahlâka dayalı ilişkiler kurmak, katılık ve sertlikten uzak durmak, işleri kolaylaştırmak, insanları hak dine çağırırken de in­ce ve yumuşak bir üslûp kullanmak" (XV, 96).

2. İyiliği emretme. "İyi olan" diye çevirdiğimiz ve Türkçe'de "örf' şeklinde telaffuz edilen urf kelimesi, "bilme, tanıma" mânasmdaki irfan kökünden bir terim olup, aynı kökten ma'rûf kelimesi gibi "iyilik olarak bilinen ve benimsenen şey" anlamında kullanılır[335]. Râzî de bu terimi, genel bir ifadeyle, "yapılması gerekli olan, yapılması yapümamasından daha iyi olan her türlü iş" şeklinde açıklamıştır (XV, 96). Buna göre örf kelimesi, sadece yapılması farz olan tutum ve davranışları değil, aynı zamanda mendup olan, dinin özel hükümlerine ve genel amaçlarına ters düşmemek şartıyla ak­lıselimin ve kamu vicdanının hayırlı ve yararlı görüp âdet haline getirdiği her tür­lü dinî ve dünyevî konulardaki iyilik ve güzellikleri de içermektedir. Nitekim Taberî de "Allah'ın emrettiği veya mendup saydığı bütün işler örf kapsamına girer. Allah âyette özel bir anlamı tahsis etmemiştir. Doğrusu şudur ki Allah, el­çisine -herhangi bir çeşidini ayırmaksızın- genel olarak iyiliği emretme görevini yüklemiştir" diyerek bu hususa işaret etmiştir (IX, 156).

3. Cahillere aldırmamak. Âyetteki cahil kelimesi, bilgisizlikten ziyade saldır­ganlık, barbarlık, zulüm, haksızlık, küstahlık, inatçılık gibi kötü huylardan oluşan ahlâk bozukluğunu ifade etmektedir[336]. Cahillere aldırmamak, onların tuttukları yolun yanlışlığını göster­memek, bozuk inançlarını düzeltme yönünde çaba harcamamak anlamına gelmez; Çünkü bu İslâm'ın varlık sebebine ve genel olarak peygamberlerin gönderiliş hik­met lerine aykırıdır. Şu halde cahillere aldırmamanın mânası, İnsanları hak ve hak ikat çizgisine, iyilik ve doğruluk yoluna çağınrken kendini bilmezlerin edep ve ;ılılâkhı bağdaşmayan kötü ve çirkin davranışlarına, küstahça hareketlerine, hak-sı/.hkhırına aynıyla karşılık vermemek, bu tür hareketler karşısında öfkeye kapılarak affedici olmaktan, iyiliği emretmekten vazgeçmemek; aksine ısrarla sabırlı,hoşgörülü,kolaylaştırıcı ve bağışlayıcı olmaktır.

Taberî'nin kaydettiği bir rivayete göre bu âyet geldiğinde Resûlullah'ın bir sorusu üzerine Cebrail, "Rabbin sana kötülük edene senin iyilik etmeni, sana ver­meyene senin vermeni ve senden uzak kalıp ilgileri koparanlarla senin dostluk ve akrabalık ilişkini sürdürmeni emrediyor" diyerek âyete örnekleme yoluyla açık­lama getirmiştir. Aynı müfessİrin de belirttiği gibi her ne kadar yüce Allah bu âyette peygamberine hitap etmişse de esasında bütün kullarını eğitmeyi amaç­lamıştır (IX, 156). [337]

 

200-201. Bir önceki âyette Hz. Peygamber'e (onun şahsında ümmetine), İn­sanlarla ilişkilerinde kolaylık gösterme, affedici ve hoşgörülü olmaya dayalı bir tutum sergilemesi emredildikten sonra burada da eğer Hz. Peygamber (dolayısıy­la herhangi bir mümin), kendini bilmezlerin uygunsuz davranışları karşısında öf­keye kapılıp bu ince tutumunu terkederek sertleşmesine, cahillerin kötülüklerine kötülükle karşılık vermesine yol açacak bir kışkırtma duygusuna kapılırsa, bunun şeytandan gelen bir fitleme olduğunu bilerek şeytana kapılmaktan Allah'a sığın­ması, bu Fitlemeye aldırmayıp sabırlı, affedici ve hoşgörülü olmaya devam etmesi gerektiği bildirilmekte; nitekim takva sahiplerinin de böyle yaptıkları yani içlerine şeytandan kaynaklanan kötü, zararlı ve yıkıcı bir duygu veya düşünce doğduğun­da hemen zihnî melekelerini harekete geçirerek doğru olanı bulma yolunda düşünüp taşındıkları; Allah'ın böyle durumlar karşısında nasıl davranmak gerek­tiğine dair uyanlarını, irşadlarmı hatırlayarak basiretli yaklaşımlarıyla gerçeği, doğru ve isabetli tutumun ne olduğunu görüp ona göre hareket ettikleri ifade buyurulmaktadır. Şu halde Kur'ân-ı Kerîm'in "en yüksek şeref ve değer" kabul et­tiği[338] takva erdemine sahip olmanın şartlarından biri de kötülüğe kötülükle cevap vermemek, cahillerin seviyesine düşmemek, aksine olabildiğince kolaylık, özveri, barış ve uzlaşmadan yana olmaktır. [339]

 

202. "Dostlar" diye çevirdiğimiz âyet metnindeki ihvan kelimesinin tekili olan ah kelimesi sözlükte "kardeş" mânasına gelmekle birlikte mecazi olarak "ar­kadaş, dost, insanın sevip saydığı, aynı dünya görüşünü, aynı inanç ve değerleri paylaştığı kişi" anlamını da ifade eder. Kelime Kur'ân-ı Kerîm'de (Hucurât 49/10, 12), hadislerde[340] ve diğer İslâmî kaynaklarda bu manasıyla yani müslümanlar arasındaki inanç ve ideal birliğinden doğan sevgi ve kaynaşmayı ifade etmek için geniş olarak kullanıldığı gîbİ -konumuz olan âyette görüldüğü üzere- şeytan ile inkarcılar arasındaki ve inkarcıların kendi aralarındaki birlik ve yakınlığı ifade etmek İçin de kullanılmıştır.

Tefsirlerde âyetin değişik şekillerde yorumlandığı görülmektedir, diğer müfessirlerce de geniş ölçüde benimsenmiş olan yorumu şöyledir: "İnkar­cılara gelince, dostları olan şeytanlar onları azgınlığa sürükler; azgınlıklarını daha da arttırırlar ve artık -içlerine şeytandan gelen bir saptırıcı fikir doğduğunda hemen düşünüp gerçeği gören takva sahiplerinin aksine- bu günahkârlar (azgınlık yapmakta) kusur etmez, bundan geri durmazlar." Aynı müfessire göre bu suretle Allah Teâlâ bize şu hakikati bildirmektedir: Müminler topluluğu ve takva ehli, şeytan kendilerine kötülük işletmek istediğinde yaptıklarının doğruluğu veya yan­lışlığı üzerinde düşünürler, Allah'ın azametini ve cezalandırmasını hatırlarlar, Al­lah'a olan saygıları kendilerini O'na âsi olmaktan korur, hasbelbeşer işledikleri hataların affı için Allah'a sığınıp tövbe etmeye yöneltir. (199. âyette kendilerinden "cahiller" diye söz edilen) müşrikler ve inkarcılar topluluğuna gelince, onlar bir defa Allah'a âsi olmaya başlayınca şeytanlar onların günahkârlık, bozgunculuk ve azgınlık eğilimlerini daha da güçlendirir; hevâ ve hevesleri akıl ve basîretlerine baskın geldiği için artık ne Allah korkusu ne âhiret kaygısı azgınlıkta ısrar edip günahlarını daha da çoğaltmaktan onları alıkoyamaz (IX, 159).

Âyetin "Bir daha da yakalarım bırakmazlar" diye çevirdiğimiz bölümüne, "O isyankârlar artık bir daha azgınlık ve günahkârlıktan geri durmazlar" veya "Şey­tanlar onlan azgınlığa, günaha sürüklemeye devam ederler" şeklinde değişik mânalar verilmiştir, [341]

 

203. Önceki âyette işaret buyurulan müşriklerin azgınlıklarına, bozgunculuk ve küstahlıklarına bir örnek olmak üzere burada onların, peygamberliğini kanıt­lamak üzere Resûlullah'ın zaman zaman gösterdiği mucizeler karşısındaki inkarcı ve alaycı tavırları hatırlatılmaktadır. Onlar, gerçekten Hz. Muhammed'in hak pey­gamber olup olmadığını anlamak için değil, tamamen ciddiyetten uzak olarak sırf onu rahatsız etmek,huzurunu bozmak, zor durumda bırakmak ve insanlar karşısın­da küçük düşürmek gibi kötü niyete dayalı sebeplerle ondan mucize göstermesini isterlerdi; Hz. Peygamber bu isteği yerine getiremeyeceğini belirtince de "Onu da derleyip toplasaydın ya {bir şeyler uydursaydın ya!)" gibi mucizelerin düzmece ol­duğunu ima eden alaycı sözler sarfederlerdi. Bu küstahça  tavra karşılık, "Cahillere aldırma!" buyruğu gereğince Resûlullah'ın -onların seviyesine düşmeden, olgun bir tavırla- "Ben sadece rabbimden bana vahyedilene uyarım..." şeklinde cevap vermesi istenmiş ve bu suretle asıl güç ve yetkinin Allah'a ait olduğu, peygam­berin de onun hükümlerine bağlı bulunduğu, her kulun yapması gereken şeyi onun da yaptığı yani Allah'tan kendisine indirilen vahye (Kur'an'a, onun buyruk ve yasaklarına) uyduğu belirtilmiştir. Çünkü mucize, peygamberin istediği zaman sergileyeceği bir marifeti değil, şartlara göre peygamberleri aracılığıyla bizzat Allah Teâlâ'nın gerçekleştirmiş olduğu bir olaydır. Aynı şekilde peygamberin göre­vi de mucize icat etmek değil, Allah'ın kitabına uymak, hayatını ondaki hüküm­lere göre düzenlemektir.

Kuşkusuz hissî (duyulara hitap eden) mucizelerin, onları sergileyenlerin pey­gamberliğini kanıtlamak bakımından dinler tarihinde önemli bir yeri ve etkinliği olmuşsa da konumuz olan âyet-i kerîmeye göre insanların asıl muhtaç oldukları ve dolayısıyla asıl İlgilenmeleri gereken şey, bu mucizelerden ziyade kalbe ve akla hitap eden, dolayısıyla Hz. Muhammed'in en büyük mucizesi olan Kur'ân-ı Kerîm'dir. Nitekim bu gerçeğe işaret etmek üzere "İşte bu Kur'an, rabbinizden gelen kanıtlardır, inanan bir topluluk için hidayettir, rahmettir" buyurulması son derece anlamlıdır.

Âyetin metninde Kur'ân-i Kerîm'in "basâir, hüdâ ve rahmet" şeklinde üç özelliği sıralanmakta; böylece Kur'ân-t Kerîm'in, insanoğlunun üç büyük arayışına, ihtiyacına cevap verdiğine işaret edilmektedir. "Kanıtlaf'diye çevirdiğimiz besâir kelimesinin tekili olan basîret, genellikle "gerçeğin ortaya çık­masını, açıklığa kavuşmasını sağlayan şey, bilgi, kesinlik, delil, kanıt" şeklinde açıklanmaktadır. Hüdâ "hidayet, doğru yol, kurtuluş yolu'1, rahmet ise "acıma, şefkat gösterme, merhamet etme" anlamı yanında "iyilik, nimet" ve daha genel olarak "mutluluk veren şey" mânasına da gelir[342] Şu halde Kur'ân-ı Kerîm bir yandan insanların din ve dünya hayatlarıyla ilgili olarak doğru bilgiler İhtiva etmekte, bu hususta gerçeklerin kesin kanıtlarını içermekte, aklı aydınlatmakta, itikadı düzelt­mekte, doğru yolu göstermekte; diğer yandan hem bireye hem de topluma yön ver­mekte, hidayet ve kurtuluş sağlamakta; nihayet bireyleri ve toplumları gerçek hay­ra, nimete ve mutluluğa götürmektedir. Âyetin sonunda Kur'ân-ı Kerîm'in getir­diği bu imkânlardan ancak İnananlar kesiminin yararlanabileceğine işaret edilmek­tedir. [343]

 

204, Yukarıda Kur'an'ın insanlık için hangi bakımlardan ve ne kadar büyük bir değer ifade ettiği belirtildikten sonra burada da özetle kelâmullahı dinlemenin edep ve erkânı gösterilmektedir. Buna göre Kur'an okunduğu sırada müslüman ona ilgisiz kalmayacak, kulak verip dikkat kesilecek, saygıyla ve ilgiyle din­leyecektir; çünkü o, her şeyden önce Allah'ın sözüdür, onda konuşan Allah'tır. Bu sebeple Kur'an'a kulak vermemek Allah'ın konuşmasına kulak vermemek ve dolayısıyla bir bakıma Allah'a karşı edepsizlikte bulunmak anlamına gelir. Ayrıca anlamları üzerine düşünüp kavrayabilmek ve sonuçta rahmet ve bereketinden yararlanabilmek için de onu yoğun bir dikkatle dinlemek gerekmekledir. İbn Âşûr'un da işaret ettiği gibi (IX, 239) "... onu dinleyin ve sessiz durun" buyruğu, beden kulaklarıyla Kur'an'ı dinlemeyi, tilâvet sırasında konuşmamayı, başka şey­lerle İlgİlenmemeyi ifade ettiği gibi mecazî mânada "Kur'an'ı dinlemek" aynı zamanda "onun buyruklarına uyup yasaklarından kaçınmak" anlamına da gelir. En iyisi, âyetin hem hakiki hem de mecazi anlamda Kur'an'a kulak vermeyi emret­tiğini kabul ederek, Kur'an okunurken başka şeylerle ilgilenmeden onu saygıyla ve dikkatle dinlemek, bununla da yetinmeyip buyruklarını yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmaktır. İşte bu sayede Kur'ân-ı Kerîm'in -bir önceki âyette İşaret edilen- "rahmet" Özelliğinin de hayatımıza yansıyacağı, dünyamızı ve âhire-timizi güzelleştireceği âyetin sonunda İfade edilmektedir. Müslüman, Kur'ân-ı Kerîm'i beden kulağı ile dinlemek, Allah'a ve O'nun kelâmına saygı göstermekle Allah kelâmı karşısında takınmış, olduğu bu edepli ve ahlâklı tavrının sevabını kazanacak, O'nun tarafından ödüllendirilecek; Kur'an'ı can kulağıyla dinlediği gibi kalp ve aklı ile de dinlemek suretiyle onun içeriği üzerinde düşünerek kalbini ve aklını aydınlatacak, imanına güç katacak, yanlışlarını düzeltecek, doğrularını arttıracaktır; böylece bu ve buna benzer kazanmalarıyla âyetin sonunda ifade buyu-rulan rahmet ve merhamete ulaşmış olacaktır.

Bu âyetten dolaylı olarak çıkarılması gereken bir ders de şudur: Çarşı, pazar, sokak, kahvehane, lokanta gibi uygun olmayan ortamlarda, pratikte Kur'an'ı din­lemenin mümkün olmadığı yerlerde açıktan Kur'an okumak veya -dışarıda namaz kılanlar bulunması gibi bir zaruret olmadıkça- camilerde okunan Kur'an sesini cami dışına vermek doğru değildir; böyle durumlarda insanların durup Kur1 an'ı dinlemeleri çeşitli yönlerden sıkıntıya yol açacağı için Kur'an okuyacak kimse, in­sanların onu dinleyebilecekleri yerlerde ve şartlarda okumalı ve böylece Kur'ân-ı Kerîm'e saygısızlık görünümü veren davranışların sergilenmesine sebep olmaktan sakınmalıdır.

Hz. Peygamber döneminde inkarcıların elebaşıları halka, "Bu Kur'an'a kulak vermeyin, okunurken gürültü yapın, belki bastırırsınız"[344] diyerek Allah'a, O'nun kitabına ve peygamberine karşı düşmanlık ve saygısızlıklarını ser­giliyorlardı. Aynı yerde "Allah'ın düşmanları" olarak nitelenen bu inkarcıların şiddetli bir azapla cezalandırılacakları bildirilmektedir. Konumuz olan âyette ise -Allah'ın kelâmını susturmaya, tesirini önlemeye, sesini boğmaya kalkışan, bu yüz­den de "Allah'ın düşmanları" olarak nitelenmek suretiyle alçaltılan o inkarcıların yaptıklarının tam aksine- müslümanlann da onu dinleyerek saygı ve bağlılıklarını göstermeleri ve sonuçta ilâhî rahmete liyakat kazanmaları gerektiği ifade buyurul-maktadır. Nitekim Kurtubî'nin kaydettiği bir rivayette bu âyet, Fussılet sûresinin anılan âyetinden sonra ve müşrik elebaşılarının orada bildirilen çağrılarına cevap olarak inmiştir (VII, 337-338).

Bu âyetten Kur'ân-ı Kerîm okunurken müslüraanların konuşmayı bırakıp onu dinlemeleri istenmekle birlikte bunun farz olup olmadığı, farz olması durumunda da bu hükmün mutlak olup olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Hasan-ı Basrî'ye dayandırılan bir görüşe göre Kur'an okunduğunda onu dinlemek her zaman farzdır; Mâlikîler ise âyetin farziyet değil tavsiye (nedb) anlamı taşıdığını ileri sürmüşlerdir. Ancak âlimlerin çoğunluğu bu âyetin sadece Hz. Peygamber Kur'an okuduğunda onu dinlemeyi ve buna ek olarak -diğer zamanlarda değil- sadece namaz ve hutbe esnasında imamın ve hatibin okuduk­larını dinlemeyi farz kıldığını belirtmişlerdir. Hanbelî ve Hanefî âlimleri, cemaat­la namaz esnasında imam açıktan veya gizli olarak Kur'an okurken cemaatin oku­mamaları gerektiği yönündeki hükmü bu âyete dayandırmışlardır[345]

 

205. Bir önceki âyette Kur'ân-ı Kerîm'i dinleme âdabından söz edildikten sonra burada da zikir âdabı özetlenmektedir. Sözlükte "bir şeyi kalple veya dil ile anma, hatırlama, akılda tutma" anlamına gelen zikir kelimesi, dinî bir terim olarak "Allah'ı anmak, hatırlamak, dilde ve gönülde tutmak, O'nu unutmamak, gaflet halinde olmamak" mânasında kullanılır; daha özel olarak Allah ismini ve esmâ-i hüsnâyı, "lâ İlahe illallah" gibi diğer dinî ifade kalıplarını dilde tekrar etmeye de zikir denir. Tarikat ehlinin Allah'ın isimleriyle dinî mahiyetteki başka bazı kelime ve ibareleri belli zamanlarda ve belli sayılarda düzenli olarak dilde tekrar etmeleri de zikir kelimesiyle ifade edilir. Fakat Kur'ân-ı Kerîm'de[346] ve hadislerde[347] zikir, genellikle her­hangi bir zaman veya sayı belirlemeksizin, müminin dilinde Allah ismini ve zih­ninde Allah bilincini daima canlı tutmasını ve bu bilinçle yaşamasını ifade eder. Konumuz olan âyette Allah'ı dil ile zikrederken aynı zamanda ruhen de zikir halinde olmak, kulluk şuuru ve edebiyle, Allah'a saygıdan dolayı ürpererek yakarış hali İçinde O'nu zikretmek gerektiği belirtilmektedir. Konuyu bütün yön­leriyle büyük bir vukufla inceleyen Gazzâlî {îhyâ', I, 293-304), zikrin bütün ibadetlerin en yücesi ve en faydalısı olduğunu, fakat bu özelliği taşıyabilmesi için zikreden kişinin kalbinde ünsiyet (kendini Allah ile beraber bilme) ve sevgi duy­gusunun bulunması gerektiğini İfade etmekte; böyle bir ruhî halin eşlik etmediği, sadece dilde kalan zikrin insanın manevî hayatına ve ahlâkî gelişmesine hiçbir katkıda bulunmadığını belirtmektedir. Nitekim âyetin sonundaki "Gafillerden ol­ma!" uyarısı da bu hususa işaret etmektedir. [348]

 

206. Mekke müşrikleri Hz. Muhammed'in dinine uyarak Allah'a kulluk et­meyi ve özellikle Allah'ı teşbih edip O'nun huzurunda secdeye kapanmayı nefis­lerine yediremezler, kibirleri akıllarına galip gelirdi. Müfessirler çoğunlukla "rab-binin katında bulunanlar" İfadesinde meleklerin kastedildiğini düşünürler[349]. Şu halde Allah'a yakınlıkları, "rabbinin katında bulunanlar" diye ifade edilecek kadar ileri derecede olan melekler bile kulluk etmekten geri durmayıp teşbih ve secde ederek kulluk faaliyetlerinde bulunduklarına göre her an günah iş­leme durumunda bulunan insanların İbadete daha çok ihtiyaçları bulunduğu açık­tır. Öte yandan bu âyet bize ibadetin, behîmî sınırlan aşarak meleklerle ortak dav­ranış düzeyine ulaşmış insanlara mahsus bir makamı ifade ettiğini göstermektedir. Nitekim burada meleklerin üç Özelliği sıralanmaktadır: İbadet, teşbih, secde. İbadet, kulun Allah'ı rab tanıyıp O'nun huzurunda belli davranışlarla saygısını ifade etmesi; teşbih, O'nu her türlü eksiklikten tenzih edip yüceltmesi; secde ise herkese karşı dik tuttuğu başını sadece Allah'ın huzurunda eğmesi, yere koy­masıdır.

Böylece A'râf sûresi, dolaylı bir ifade ile bize, Allah'a kulluğu en büyük şeref bilip dilimizle ve kalbimizle O'nu teşbih etmemizi, O'nun karşısında tam bir tevazu ile secdeye kapanmamızı; Allah'ın rızâsını nefsimizin isteklerinden üstün bilip O'nun İsteklerini nefsanî arzularımızdan daha önemli görmek suretiyle meleklere yaraşır bir kulluk şuuruna ve yaşayışına ulaşmamızı, diğer bir ifade ile yönümüzü insanlık düzeyinin aşağısına çevirerek sadece nefsimizin hayvanlarla ortak tarafım oluşturan arzu ve ihtiraslarını tatmin peşinde koşmak yerine, zih­nimizi ve kalbimizi yukarılara çevirip Allah'a iman ve kulluk ederek meleklerle ortak çizgiyi paylaşmamızı telkin eden âyetle son bulmaktadır. [350]

 



[1] İbn Âşûr, VIH/2, s. 5-6.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/395.

[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/395.

[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/395.

[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/395-396.

[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/396.

[6] bilgi için bk. Bakara 2/1.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/396.

[7] Şevkânî, II, 215.

[8] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/396.

[9] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/396-397.

[10] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/397.

[11] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/397

[12] İbn Aşûr, VITJ/2, s.

[13] a.g.e., VII1/2, s. 24.

[14] Lokman 31/13

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/397

[15] Râzî, XIV, 22-23.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/398.

[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/398.

[17] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/398.

[18] bilgi için bk. En'âm 6/160.

[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/398-399

[20] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/399.

[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/399-400.

[22] geniş bilgi için bk. Bakara 2/34.

[23] Ateş, III, 323.

[24] bk. Râzî, XTV, 30.

[25] bk. Şevkânî, I, 71.

[26] Elmalık, El, 2131; İbn Âşûr, VIII/2,39. Secdenin anlamı ve mahiyeti hakkında bk. Bakara 2/34.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/400-401.

[27] Sıyrıntısı için bk. Etmalılı, III, 2130-2134.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/401.

[28] Râzî, XIV, 33; Şevkâ­nî, II, 220.

[29] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/401-402.

[30] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/402.

[31] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/402.

[32] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/403.

[33] bu görüşü, savunanlar ve ileri sürdükleri deliller için bk, Süleyman Hayri Bolay, "Âdem", DİA, I, 360-361.

[34] ayrı-cabk. Bakara 2/35.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/403.

[35] Taberî, VIII, 140; (Râzî, XIV, 45; İbn Âşûr, VIII/2, s. 56-57.

[36] bk. Süleyman Hayri Bolay, "Âdem",Z>M, 1,361.

[37] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/403-404.

[38] Râzî, XIV, 25.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/404.

[39] bk. Bakara 2/36, 38; Tâhâ 20/123.

[40] Tekvîn, 3/16-19.

[41] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/404-405.

[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/405.

[43] Hadîd 57/25.

[44] Zümer 39/6.

[45] Râzî, XTV, 52.

[46] geniş bilgi için bk. Bakara 2/197.

[47] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/405-407.

[48] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/407.

[49] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/407-408.

[50] Râzî, XIV, 55; Şevkânî, II, 228.

[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/408.

[52] Râzî, XIV, 57; Şevkânî, II, 228.

[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/408-409.

[54] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/409.

[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/409-410.

[56] bk. Taberî, VIII, 159-163.

[57] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/410.

[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/410-411.

[59] En'âm 6/161; Tirmizî, "Fezâilü'l-Kur'ân", 14.

[60] Yûnus 10/105; Rûm 30/30.

[61] Buharı, "îmân", 29; Müsned, VI, 116, 233.

[62] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/411.

[63] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/412.

[64] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/412-413.

[65] Râzî, XIV, 69.

[66] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/413.

[67] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/413.

[68] yükümlülük altındaki gözle görülmeyen varlıklar; bk. En'âm 6/100.

[69] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/413-414

[70] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/414-415.

[71] bk. Bakara 2/28.

[72] krş. Bakara 2/59; A'râf 7/96; İsrâ 17/95; Zâriyât 51/23; ayrıca bk. Bakara 2/29.

[73] İbn Âşûr, VIII/2, s. 126.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/415-416.

[74] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/416.

[75] bk. En'âm 6/127; Yûnus 10/25.

[76] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/416.

[77] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/417-418.

[78] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/418.

[79] Hadîd 57/13.

[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/418-419.

[81] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/419.

[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/419.

[83] Nisa 4/165

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/419-420.

[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/420.

[85] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/420-421.

[86] Rahman 55/29

[87] Hac 22/47; Secde 32/5; ayrıca bk. Meâric 70/4

[88] meselâ bk. Furkan 25/59; Rûm 30/8; DuhâTı 44/38.

[89] İbn Kudâme, Lüm 'atii '14 'îi-kadt nşr. Bekir Topaloğlu [İlmi: Giriş içinde], İstanbul 1981, s. 15; Şevkânî, E, 243.

[90] altı gün" ve "arşa istiva" konusunda daha geniş bilgi için bk. Râzî, XIV, 96-117; Elmalık, III, 2171-2185; İbn Âşûr, VIII/2, s. 158-167.

[91] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/421-424

[92] Râzî, XIV, 128; dua hakkında bilgi için bk. Bakara 2/186.

[93] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/424-425.

[94] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/425.

[95] Râzt, XIV, 144; Şevkânî, II, 246,247.

[96] meselâ bk. Râzî, XIV, 144-145.

[97] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/425-426.

[98] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/426.

[99] Hz. Nüh hakkında bilgi için bk. Hûd 11/25-35

[100] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/426-427.

[101] Râzî, XIV, 61-63

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/427.

[102] İbn Âşûr, VIII/2, s. 193-194

[103] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/427-428

[104] tufan hakkında bilgi için bk.Hûd 11/3649.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/428.

[105] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/428-429.

[106] Kur'an'in 46. sûresi Ahkaf ismini taşır; ayrıca bk. Fecr 89/6-9.

[107] bk. Râzî, XIV, 157-158.

[108] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/429-430.

[109] Râzî, XVI, 160.

[110] bk. İbn Âşûr, VIII/2, s. 210.

[111] İbnÂşÛr,Vm/2,s.214.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/430.

[112] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/431-432.

[113] Hicr 15/80.

[114] bk. H. H.Brau, "Semûd",İA,X,474-475.

[115] bk. Şuarâ 26/154.

[116] Taberî, VIII, 224-225; Râzî, XIV, 162.

[117] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/432.

[118] Müsned, II, 117.

[119] Buhârî, "Megazî", 80; Müslim, "Zühd", 38; Müsned, II, 58,72.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/432-433.

[120] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/433.

[121] bk. Şuarâ 26/160-164.

[122] Tekvin, 19/32-37.

[123] bk. îbn Âşûr, VIH/2, s. 232-234.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/434.

[124] Şevkânî,II,255.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/434.

[125] ayrıca bk. Tahrîm 66/10.

[126] bk. Hûd 11/81-83.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/434.

[127] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/435-436.

[128] bk. Yakut, Mu'cemü'l-büldân, Beyrut 1410/1990, V, 92-93; Fr. Buhl, "Medyen Şuayb", İA, Vn, 473-474; a. mlf., "Şu'ayb", İA, XI, 579-580.

[129] İbn Âşûr, VIII, 239-240.

[130] bk. Şevkânî, II, 256.

[131] İbn Âşûr, VIII/2, s. 243-244.

[132] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/436-437.

[133] bk. Zemahşerî, II, 129-130; Râzî, XIV, 177; Şev-kânî, II, 257.

[134] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/437-438.

[135] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/438.

[136] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/439.

[137] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/439-440.

[138] bk. Râzî, XIV, 185; Şevkânî, II, 260.

[139] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/440-441.

[140] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/441.

[141] Râzî, XIV, 187.

[142] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/441-442.

[143] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/443.

[144] ayrıntılı bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, "Firavun", Dİ A, XIII, 118-121; İsrâiloğullan için bk. Bakara 2/83 vd.; Mûsâ için bk. Kasas 28/ 7 vd.

[145] bk. Zemahşerî, II, 136; İbn Âşûr, IX, 35-36.

[146] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/443-444.

[147] İbn Âşûr, IX, 39.

[148] bk. Çıkış, 1/8-17,22.

[149] bk. Çıkış, 1/8-17,22.

[150] bk. Tâhâ 20/47.

[151] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/444-445.

[152] bk. Râzî, XIV, 196.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/445.

[153] aynca bk. 127. âyetin tefsiri.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/445.

[154] bk. Yûnus 10/75; Tâ-hâ 20/ 42-43.

[155] Râzî, XIV, 200. Sihir hakkında geniş bilgi için bk: Ba­kara 2/102.

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/446.

[156] İbn Âşûr, IX, 46.

[157] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/446.

[158] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/447.

[159] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/447.

[160] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/447-448.

[161] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/448.

[162] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/448-449

[163] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/449.

[164] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/449.

[165] Râzî, XIV, 210.

[166] Râzî, XIV, 212.

[167] İbn Atıyye, VII, 138.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/449-450.

[168] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/450.

[169] meselâ bk. âyet 148-150,162-166

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/450-451.

[170] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/451-452.

[171] Zemahserî, II, 144; İbn Atıyye, VII, 140; Râzî, XIV, 214.

[172] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/452.

[173] bk. Zemahşerî, II, 144; İbn Atıyye, VII, 141; Râzî, XIV, 215.

[174] İbn Mâce "Tıb", 43; Müsned, II, 332.

[175] Buhârî, "Tıb", 43, 44; Müslim, "Selâm", 110-113; İbn Mâce, "Tıb", 43; Müsned, II, 332.

[176] Buhârî, "Tıb", 17,19,43,44; Müslim, "Selâm", 102,107; Ebû Dâvûd, "Tıb", 24; İbn Mâce, "Nikâh", 55; "Tıb", 43.

[177] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/452-453.

[178] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/453-454.

[179] İbn Atıyye, VII, 144.

[180] bk. Çıkış, 12/31-32.

[181] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/454.

[182] bk. Tâhâ 20/77-78.

[183] bk. Çıkış, 14/1-31.

[184] Tâhâ 20/77.

[185] meselâ bk. Zemahşerî, II, 149; Şevkânî, II, 274.

[186] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/454-455.

[187] Firavun'un imanıyla ilgili fark­lı görüşler için bk. Ömer Faruk Harman, "Firavun", DİA, XIII, 120-121.

[188] bk. Ateş.III, 385; Mevdûdî, 11,81; ayncabk. Mâ­ide 5/21-26.

[189] meselâ bk. İbn Atıyye, VII, 147; İbn Kesîr, III, 464.

[190] bk. Ateş.III, 385; Mevdûdî, 11,81; ayncabk. Mâ­ide 5/21-26.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/455.

[191] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/455-456.

[192] meselâ bk. Hâkimler, 2/11-13; I. Krallar, 16/30-33.

[193] Zii-mer 39/3.

[194] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/456-457.

[195] İbn Atıyye, VII, 151; Râzî, XIV, 225; İbn Âşûr, IX, 84.

[196] ayrıntılı bil­gi için bk. Bakara 2/61; İsrâ 17/4-8.

[197] Âl-i İmrân 3/110.

[198] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/457.

[199] aynı bilgiler Tevrat'ta da verilmek­tedir, bk. Çıkış, 1/16.

[200] nisa" kelimesinin "kadınlar" yerine "kızlar" şeklinde çevrilmesi hak­kında bk. 127. âyetin tefsiri.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/457-458.

[201] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/458-459.

[202] bk. İbn Atıyye, VII, 152-153; Râzî, XIV, 226.

[203] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/459.

[204] konu hakkındaki kelâmı tartışmalarla ilgili geniş bilgi için bk. Râzî, XIV, 229-234.

[205] ayrı­ca bk. Bakara 2/253.

[206] Bu-hârî, "Mevâkıt", 16,26; "E/ân", 129; "Tefsîr", 50/2; "Rikak", 52; "Tevhîd", 24; Müslim, "Fiten", 95; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 20; Tirmizî, "Cennet", 16; Müsned, III, 16; IV, 11,12.

[207] bk. İbn Atıyye, VII, 154456.

[208] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/459-461.

[209] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/461.

[210] İbn Atıyye, VII, 160-161.

[211] İbn Atıyye, VII, 161.

[212] Şevkânî, II, 279.

[213] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/461-462.

[214] Ankebût 29/69

[215] İbn Âşûr, XI, 103-104.

[216] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/462-464.

[217] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/465-466.

[218] Tâhâ 20/85-97

[219] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/466.

[220] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/466.

[221]Şevkânî, II, 283

[222]Tâhâ 20/94

[223] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/466-467.

[224] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/467

[225] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/468.

[226] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/468.

[227]Tesniye, 9/10-11, 10/1-5.

[228] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/468-469.

[229]meselâ bk. Çıkış, 24/1 vd., 32/1 v.d.; Tesniye, 9/9,18; 10/10.

[230] Bakara 2/55.

[231] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "rhm" md.

[232] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/469-471.

[233] İbn Atıyye, VII, 177-178.

[234] Nemi 27/35.

[235] Hûd 11/69, 81; Tekvîr 81/19.

[236] bu hususta bk. yahudi kutsal metinlerinden Tekvin, 12/1-3; 17/20; 49/10; Tesniye, 18/17-18; 32/21; 33/2; Mezmûr, 45/3-18; 149; İşaya, 21/6-9,13-16; 42/9-17; 43/1,6; 54; 60/1-7; 65/1-6; Daniel, 2/31-45; 7/13-14; Habakkuk, 3/3; Malki, 3/1; 4/5; hıristiyan kutsal metinlerinden Matta, 3/2; 4/17; 6/10; 10/7; 13/31-32; 20/1-16; 21/33-34; Luka, 9/2; 10/9; Yuhanna, 1/12; 14/15-16; 15/26-27 16/7, 13-14.

[237] geniş bilgi için bk. Osman Cilacı, "Baraaba İncili", Dİ A, V, 76-81.

[238] Şuarâ 26/196.

[239] Enbiyâ 21/107.

[240] beşâir ile ilgili geniş bilgi için bk. Mehmet Aydın, "Beşâirü'n-nübüvve", Dİ A, V, 549-550; a.mlf., "Faraklit", a.g.e., XII, 165-166.

[241] geniş bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/104.

[242] fıtrat hakkında geniş bilgi için bk. Rûm 30/30

[243] Ahzâb 33/40

[244] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/471-476.

[245] bk. Râzî, XV, 26.

[246] Al-i İmrân 3/49.

[247] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/476-477.

[248] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/478.

[249] Ze-mahşerî, II, 98; Râzî, XV, 31-32; İbn Atıyye, VII, 183.

[250] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/478-479.

[251] Tekvîn, 32/28; 35/9-15.

[252] geniş bilgi bk. Bakara 2/57-61.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/479.

[253] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/480.

[254] îbn Atıyye, VII, 186; Zemahşerî, II, 170; Razı, XV, 36; İbn Âşûr, IX, 147-148.

[255] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/480-481.

[256] Bakara 2/272; Nahl 16/37; Kasas 28/56.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/481.

[257] İbn Kesîr, III, 494-495; Râzî, 15,39.

[258] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/481-482.

[259] Taberî, 1,332; ayrıca bk. Bakara 2/65.

[260] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/482-483.

[261] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/483.

[262] meselâ bk.Tesniye, 28/15-68,29/22-29, M/17-18; bilgi için ayrıcabk. Bakara 2/159.

[263] Râzî, XV,42; Kurtubî, VII, 310.

[264] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/483-485.

[265] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/485-486.

[266] ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/40.

[267] VII, 311.

[268] VII, 312.

[269] IX, 384.

[270] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/486-487.

[271] Kurtubî, VII, 313

[272] Şevkânî, II, 298

[273] Râzî, XV, 44

[274] IX, 164.

[275] el-Müfre-dât, "slv" md

[276] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/487-488.

[277] bilgi için bk. Bakara 2/63

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/488.

[278] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/488.

[279] Zemahşerî, II, 103

[280] Buhârî, "Cenâiz", 93; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 18.

[281] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/488-490.

[282] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/490-491.

[283] Yeşu, 13/22.

[284] bk. Taberî, IX, 119-126; Kıırtubî, VII, 319-321. İsm-i a'zam "Allah'ın en büyük ismi" demektir. Bu­nun hangi isim veya isimler olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Bazı hadis­lerde Allah, rahman, rahîm, el-hayyü'1-kayyûm veya zü'1-celâli ve'1-ikrâm, Ce-ıiiih-ı Hakk'ın en büyük ismi olarak gösterilmekte, bu isimle yapılan duanın mut-Inkii kabul edileceği belirtilmektedir; Tirmizî, "Da'vât", 65; Ebû Dâvûd, "Salât",Âyette işaret edilen söz konusu kişinin kimliği konusunda daha farklı görüş­ler de vardır (Râzî, XV, 54; Şevkânî, II, 303.

[285] Râzî, XV, 54; İbn Kuteybe, eş-Şi'ru-ve'ş-Şuarâ', Le-iden 1902,s.279.

[286] bk. Taberî, IX, 122-123.

[287] En'âm 6/124.

[288] Râzî, XV, 55.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/491-492

[289] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/492-493.

[290] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/493

[291] Râgıb el-İs-fahânî, ez-Zerîa ilâ mekârimi'ş-şerîa, s. 176.

[292] meselâ bk. Âl-i İmrân 3/151; Enfâl 8/12; Hac 22/46; Zümer 39/45; Nâalt 79/8.

[293] En'âm 6/100.

[294] Nur 24/35.

[295] ez-Zeria ilâ mekârimi'ş-şerîa, s. 207.

[296] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/493-495.

[297] Buhârî, "Tevhîd", 12; Müslim, "Zikir", 5.

[298] İsrâ 17/110; Tâhâ 20/8; Haşr 59/24.

[299] bk. Bekir Topaloğlu, "Esmâ-i hüsnâ", Dİ A, XI, 404.

[300] bk. Wensinck, Miftâhu künûzi's-sünne, "İsm" md.

[301] Tirmizî, "Da'avât", 83; İbn Mâce, "Duâ", 10.

[302] liste için bk. Bekir Topaloğlu, "Esmâ-i hüsnâ", DİA, XI, 406-407.

[303] liste için bk. Bekir Topaloğlu, "Esmâ-i hüsnâ",ö/A, XI, 408.

[304] Taberî, IX, 133-134; Râzî, XV, 71-72. Esmâ-i hüsnâ hakkında geniş bilgi için bk. Topaloğlu, "Esmâ-i hüsnr^M, XI, 404-418.

[305] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/495-497.

[306] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/497-498.

[307] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/498.

[308] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/499.

[309] bk. Hicr 15/6; Mü'minûn 23/70; Sebe1 34/8,46.

[310] meselâ bk. Mü'minûn 23/25; Şuarâ 26/27; Kamer 54/9.

[311] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/499-500.

[312]aynca bk. En'âtn 6/75.

[313] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/500-501.

[314] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/501.

[315] Zemahşerî, II, 107; Şevkânî, II, 311; M. Reşîd Rızâ, IX, 425.

[316] meselâ bk. Buhârî, "Fezâ'ilü ashâbi'n-nebî'\ 6; "İlim", 2; "Ahkâm", 10; Müsned, II, 361; III, 322, 326.

[317] Zemahşerî, II, 107.

[318] Buhârî, "îmân", 37; Müslim, "îmân", 1,5,7; EbÛ Dâvûd, "Sünnet", 17.

[319] brâhîm 14/48.

[320] Râzî, XV, 81.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/501-502.

[321] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/502-503.

[322] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/504.

[323] meselâ bk. Taberî, IX, 143; Kurtubî, VII, 337; Şevkânî, II, 313.

[324] Yûnus 10/22; Ankebût 29/65; Rûm 30/33

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/504-505.

[325] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/505-506.

[326] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/506.

[327] meselâ bk. Bakara 2/257; Nisa 4/2,139-140,144.

[328] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/506-507.

[329] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/507.

[330] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/507-508.

[331] ayrıca bk. Bakara 2/109.

[332] Zemahşerî, II, 110.

[333] XV, 95-96. Her iki yorumlarla ilgili rivayetler için bk. Taberî, IX, 153-155.

[334] bk. Âl-i İmrân 3/159; Nahl 16/125.

[335] Râgıb el-îsfahânî, el-Müfredât, "arf" md.

[336] kelimenin bu anlamı için bk. Mâide 5/50; Feth 48/26.

[337] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/508-510.

[338] Hucurât 49/13.

[339] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/510.

[340] Buharı, "İmân", 22, "Mezâlim", 3; Müslim, "Eymân", 38, 40, "Birr", 32; Tirmizî, "Birr", 29.

[341] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/510-511.

[342] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredâî, "bsr", "rhm", "hdy" md.; İbn Âşûr, IX, 238.

[343] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/511-512.

[344] Fussılet 41/26.

[345] bu husustaki rivayetler için bk. Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, II, 827-828; Resîd Rızâ, IX, 508-509.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/512-514.

[346] Ra'd 13/28; Nûr 24/37.

[347] Tirmizî, "Dua", 4-8; İbn Mâce, "Edeb", 53.

[348] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/514.

[349] Taberî, IX, 168.

[350] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/515.