Mushafta ki sıralamada
7, iniş sırasına göre 39. sûredir. Sâd sûresinden sonra Cin sûresinden önce
Mekke'de nazil olmuştur. 163-170. âyetlerinin Medine'de İndiği de rivayet
edilir. Âyet sayısı itibariyle Mekke'de inen sûrelerin en uzunudur, Kur'an'da
da en uzun sûrelerin üçüncüsüdür. Bu sebeple "tıvâl-i seb'" (yedi
uzun sûre) arasında gösterilir. Ayrıca En'âm süresiyle birlikte "iki uzun
sûre" diye de anılır[1]
Sözlükte "sur,
dağ ve tepenin zirvesi" mânasındaki urf un çoğulu olan ve burada cennetle
cehennem arasındaki bir yerin adı olarak kullanılan "a'râf kelimesi,
sûrenin 46 ve 48. âyetlerinde geçer. 143. âyette "mîkat" kelimesi
geçtiğinden bu isimle, 172. âyetin içeriği dolayısıyla "Mîsâk" sûresi
diye de anılmıştır. Ancak başlangıçtan beri kullanılan ismi A'râf tır.[2]
Üslûp ve muhteva
bakımından bir önceki sûrenin (En'âm) devamı gibi görünen A'râf sûresinde de
iman meseleleri, bilhassa âhiretle ilgili hususlarla vahyin önemi, ataları körü
körüne taklit etmenin yanlışlığı ve zararları, müminlerle inkarcıların
âhİretteki durumlarının mukayesesi, Allah'ın mutlak hükümranlığı, rahmetinin
genişliği gibi itikadı konular işlenir. Bunun yanında geçmiş peygamberlerin
hayatlarından misaller verilerek onların iman uğrundaki mücadeleleri gözler önüne
serilir; sırası geldikçe müşrikler uyarılır; müminlere de sabır ve sebat
tavsiye edilir. [3]
Nesâî'nin naklettiği
bir hadise göre Resûlullah, akşam namazının ilk rek'atmda Fâtiha'dan sonra bu
sûrenin bir bölümünü, ikinci rek'atında da kalan bölümünü okurdu
("İftitâh", 67). [4]
Rahman ve rahim olan
Allah'ın adıyla...
1. Elif-lâir^mîm-sâd.
2. Bu, kendisiyle insanları uyarman, inananlara öğüt vermen için sana indirilen
bir kitaptır. Artık bu hususta kalbinde bir sıkıntı olmasın. 3. Rabbinizden
size indirilene uyun; O'nu bırakıp da başka önderlerin ardından gitmeyin. Ne
kadar da az öğüt alıyorsunuz! [5]
1. Sûre
başlarındaki bu tür harflere "hurûf-ı mukattaa" denir[6] .
2.
"Kitap'tan maksat Kur'ân-ı Kerîm'dir. Âyette Kur'an'ın Hz. Peygamber'e
Allah tarafından indirilmiş bir kitap olduğu belirtildikten hemen sonra
"Ondan dolayı içinde bir sıkıntı olmasın" buyurulmasından
anlaşılıyor kî Hz. Peygamber, müşriklerin kendisini yalancılıkla
suçlayacaklarından, hatta kötülük edeceklerinden kaygılandığı veya
inanmayacaklarını, olumlu bir tepkide bulunmayacaklarını düşündüğü için onlara
tebliğde bulunmaktan çekiniyor ve üzülüyordu[7]. Buna
rağmen, insanlar iman etseler de etmeseler de Kur'an İnkarcıları ikaz etmek,
müminlere de kendi rehberliğini hatırlatmak üzere indirildiği için
Resülul-lah'ın tebliğ işlevini her durumda yerine getirmesi gerekiyordu. [8]
3. Bİr
önceki âyette geçen ikaz ve hatırlatmanın açıklaması mahiyetindeki bu âyette
hem müşriklere hem de müminlere hitap edilmekte, birincilerin öncelikle inkâr
ve şirkten, müslümanların da günah ve isyandan uzaklaşıp korunarak indirilen
kitaba uymaları; Allah'ın dışında bir kısım İnsanları veya başka varlıkları tanrı
yerine koyarak rehber edinip onların peşine düşmemeleri; sadece Allah'ın kitabına
tâbi olmaları emredilmektedir. Müminlerin gerçek velîsi yani onları seven,
yardım ve himaye eden, indirdiği kitapla yollarını aydınlatan hakiki dostları
Allah'tır. Şu halde müminler de O'nu dost ve yardımcı bilip O'nun peygamberini
önder, kitabım rehber edinip o kitaba uymalı, din konusunda onun hükümlerine aykırı
görüş ve inanç sahiplerine itaat etmemelidirler. [9]
4. Nice ülkeler var ki
onları helak ettik. Azabımız onlara geceleyin yahut gündüz istirahat ederlerken
geliverdi. 5. Azabımız onlara gelip çattığında "Biz gerçekten zalim
kişilermişiz!" diye yakınmaktan başka söyleyecekleri söz kalmadı. 6.
Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen
peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz. 7. Ve onlara (olup bitenleri) tam
bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Biz (olup bitenlerden) uzakta değiliz. [10]
4. Allah
Teâlâ, müşriklerin yalanlama, karalama, alay etme gibi tepkilerine rağmen, kararlılıkla
kitabı tebliğ etmesi gerektiğini peygamberine bildirdikten ve insanlara da bu
kitaba uymalarını emrettikten sonra bu buyruğa aykın davranmaya kalkışanları
uyarma ve tehdit mahiyetinde olmak üzere, nice eski kavimlerin isyankârlıkları
yüzünden hiç ummadıkları ve beklemedikleri anlarda Allah'ın ansızın ortaya
çıkardığı bir felâketle helak olduklarını haber vermektedir. [11]
5. Böyle bir
felâketle yüz yüze gelen inkarcı ve isyancılar, artık bütün ümitlerini
kaybettikleri için, son anlarını yaşamakta olduğunu farkeden hastanın içine
düştüğü suçluluk duygusu ve içten itiraflarına benzer bir biçimde "Biz
gerçekten haksızlık ettik!" demekten başka bir iddiaları olamaz. Ancak bu
itirafın dolaylı olarak tövbe ve af dileme maksadı da taşıdığı anlaşılmaktadır[12].
Daha başka birçok âyette olduğu gibi burada da zulüm "inat etme, peygamberi
yalancılıkla suçlama, Allah'ın âyetlerine sırt çevirme, nasihat ve uyanlara
karşı kulak tıkama", bunların hepsini de kapsamak üzere "şirk"
anlamına gelir[13]. Nitekim başka bir âyette
"O'na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır" buynılurken
de "haksızlık" anlamında zulüm kelimesi kullanılmıştır [14]
6. Yüce
Allah'ın, peygamberlerin elçilik görevleriyle ilgili yükümlülüklerini eksiksiz
yerine getirdiklerini, ümmetlerin de kendilerine tebliğ edilen dini ve kitabı
tanıyıp hükmüne uyuduklarını yahut reddedip âsi olduklarını kesiti olarak bildiği,
ayrıca inkarcılar da kendilerinin zalim olduklarını itiraf ettikleri halde yine
de âhirette ümmetleri ve resulleri sorguya çekmesi O'nun adalet düzeninin bir
sonucudur. Ayrıca burada önemli bir hukuk kuralına da işaret bulunduğu
düşünülebilir: Hiçbir kimse, yargılanarak suçu sabit görülüp hüküm giymedikçe
cezalandın-lamaz.
Peygamberlere
sorulacak olan, tebliğ görevlerini yerine getirip getirmedikleri; ümmetlere
sorulacak olan da bu tebliğlere uyup uymadıkları veya neden uymadıklarıdır.
Yüce Allah peygamberlerin masum olduklarını bilmekle beraber, bu gerçeği bir
defa da mahkeme-i kübrâda ortaya koyacak; bu suretle inkâr edip âsi olanların
bu suçlarının, peygamberlerin tebliğlerinde kusur etmelerinden değil, tamamen
kendilerinden kaynaklandığını tescil ve ilân edecektir[15]
7. Allah
olup bitenlerden uzak olmadığı, aksine
her yerde hazır ve nazır olduğu İçin elçilerin ve ümmetlerin bütün yapıp
ettiklerini gizlisiyle açığıyla bildiği gibi bunları ayrıntılarıyla onlara
haber verecek ve bu suretle ilminin bütün olup bitenlerle birlikte insanların
her türlü tutum ve davranışlarını, hatta duygularını, düşüncelerini ve gizli
hallerini kapsadığını onlara kanıtlayacaktır. [16]
8. O gün ölçü-tartı
haktır. Artık kimin tartılan ağır gelirse işte onlar kurtuluşa erenlerdir. 9.
Kimin de tartılan hafif gelirse işte onlar, âyetlerimize karşı haksızlık
ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır. [17]
8-9.
Adaletin tahakkuku bakımından sorgulamanın maksadı cezalandırma veya
ödüllendirme olup bu da amellerin nicelik ve niteliğine göre değişir. Bu nicelik
ve niteliğin tespiti de bir ölçüyü tartıyı gerektirir. Âyette bu ölçü-tartı
vezin kelimesiyle ifade buyurulmuştur. "O gün ölçü-tartı haktır"
ifadesindeki hak kelimesi "adalet" veya "eşitlik" mânasına
kullanılmıştır (İbn Âşûr, VIII/2, s. 30). Buna göre âhiret mahkemesinde
ameller adaletli bir şekilde değerlendirilecek, karşılık verilirken asla
haksızlık edilmeyecektir; yahut herkesin yaptıklarının karşılığı denk bir
şekilde ödenecek; iyiliklerin karşılığı fazlasıyla verilecek[18],
kötülüklerin karşılığı ise denk cezalar şeklinde olacaktır. Şu kadar var ki
tövbe, şefaat vb. sebeplerle yahut sırf Allah'ın rahmetinin bir nişanesi olarak
müminlerin bazı günahlarının affedilmesi ya da bazı sevaplarının arttırılması
mümkün olacaktır. Zira bunda adalete aykın bir durum yoktur. Her halükârda
"tartıları ağır gelenler" yani İyilikleri daha çok olanlar kurtuluşa
erecektir.
Bazı müfessirlere göre
burada tartılacağı bildirilen şeyler, somutlaştırılarak tartılabir nesneler
haline getirilecek olan ameller; bazılarına göre de "amel
def-terleri"dir. Yine buradaki tartı ve ölçünün hakiki anlamda terazi ile
tartma anlamına geldiği veya bunun bir mecaz olduğu şeklinde değişik yorumlar
vardır. Bu ölçü ve tartının nasıl ve ne ile olacağını Allah bilir. Biz
insanlar için önemli olan, kendi niyet
ve irademizin sonuçlan durumundaki inanç, düşünce, duygu, söz ve
davranışlarımızı Allah tarafından tespit edildiği, bilindiği, vakti gelince de
tek tek sayılarak önümüze konacağı, bunlardan sorguya çekileceğimiz ve tamamen
adaletli bir yargılanma neticesinde bu amellerimizin nicelik ve niteliğine
göre ya mükâfat veya ceza şeklinde bir sonuçla karşılaşacağımızdır. [19]
10. Doğrusu sizi
yeryüzüne yerleştirdik ve orada size geçim vasıtaları verdik. Ne kadar da az
şükrediyorsunuz! 11. Andolsun sizi yarattık; sonra size şekil verdik; sonra da
meleklere, "Âdem'e secde edin" diye emrettik. İblîs'in dışındakiler
secde ettiler. O secde edenler arasında yer almadı. 12. Allah buyurdu:
"Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?" (İblis),
"Ben ondan daha üstünüm; çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan
yarattın" dedi. 13. Allah, '"Öyle ise in oradan! Orada büyüklük
taslamak senin haddin değildir. Çık! Artık sen aşağılıklardansın!"
buyurdu. [20]
10.
"Bir mekâna koyma, yerleştirme" anlamına gelen âyet metnindeki temkîn
kavramı mecazi olarak "birine tasarruf gücü ve yetkisi verme"
mânasında da kullanılır. Buna göre âyette bütün insanlara hitaben "Sizi
dünyaya yerleştirdik; orayı işleyip mâmur etmeye, dünyadaki diğer varlıklar
üzerinde tasarrufta bulunmaya muktedir kıldık" buyurulmuştur. Kuşkusuz bu
İktidar da akıl ve düşünme melekelerinin bir sonucudur. "Ne kadar da az
şükrediyorsunuz!" ifadesi, Allah'ın anılan lütuflarına muhatap oldukları
halde şükür borcunda kusur eden herkese yönelik bir itham ve sitemdir, [21]
11. Halk,
"yaratma, yokluktan varlık alanına çıkarma", tasvir ise "bir
şeye suret ve şekil verme" demektir. Halk kelimesinin şekilsiz yaratmayı,
tasvir kelimesinin ise bir tür kaosu kozmos haline getirmeyi ifade ettiği veya
-daha özel olarak- bu iki kavramın anlam ilişkisi ve onların "sümme"
edatıyla birbirine bağlanması, bu edatın ise olaylar arasındaki zaman
(öncelik-sonralık) İlişkisi yanında mertebe ve gelişme seyrini de ifade\tnıesi
dikkate alınarak âyette hem rüşeynı (embriyon-oğulcuk) aşamasından başlayıp
fizyolojik ve ruhsal bakımdan en yetkin haline ulaştığı aşamaya kadar her bir
insanın gelişim sürecine hem de genel olarak insan türünün ilk yaratılıştan
itibaren yaşadığı fizyolojik ve zihinsel gelişim sürecine işaret edildiği
düşünülebilir. Âyetin devamından bu son anlamın daha ağırlıklı olduğu
anlaşılmaktadır. Yok iken var olmak gibi insan ve insanlık hüviyetini kazanmak
da bizatihi hayır ve lütuf olduğu için insanlığın ulaştığı bu mazhariyet
bilhassa müşriklere ve genel olarak insanlara hatırlatılarak lütuf sahibi olan
Allah'ı gereği gibi tanıyıp kulluk etmeleri gerektiğine işaret buyurulmuştur.
"Sonrada meleklere, 'Âdem'e secde edin', diye emrettik" ifadesinden
anlaşıldığına göre esas itibariyle Âdem'in yaratılması ve şekil kazanmasından
bahsedilmekle birlikte, Allah onu, soyundan gelecek insanların genel bir
örneği kıldığı, beşer cinsinin insanî özelliklerini nüve olarak onda
halkettiği için âyetin başında bütün insanlara hitap edilmiştir.
Yüce Allah, Âdem ve
onun temsil ettiği insan türünün şan ve şerefini göstermek üzere meleklere
Âdem'e secde etmelerini buyurmuştur[22]. Bu
ifadeler, öncelikle münkir ve müşriklere yönelik bir uyan mahiyetinde olduğuna
göre, Allah'ın böylesine seçkin kılıp ikramda bulunduğu İnsanlardan bir
kısmının O'nu tanımamaları, O'na ortak koşmaları ve buyruğuna karşı
gelmelerinin ne büyük bir nankörlük olduğu hatırlatılmaktadır. Secde eden
meleklerin "yer melekleri" olduğu, çünkü "gök melekleri"nin
sadece Allah'a secde ettikleri[23] veya
bunların tabiat kuvvetleri olduğu[24]
yolunda görüşler ileri sürülmüşse de, bize göre konu gayb alemiyle ilgili
olduğundan elde sağlam naklî delil bulunmadıkça belirleyici yorumlardan
kaçınmak uygun olur. Âyette, secde eden meleklerden İblîs'in istisna
edilmesinden, onun daha önce melekler arasında yer aldığı sonucunu çıkaranlar
olmuşsa da[25], Kehf sûresinde (18/50)
onun vaktiyle cinlerden olduğu, Tahrîm sûresinde (66/6) ise meleklerin Allah'ın
buyruklarına isyan etmeyecekleri bildirilmektedir. Buna göre, meleklerden
farklı olarak İblîs'te arzu ve hevâsına uymayan buyruklara isyan etme yeteneği
bulunmaktaydı. Kendisinden ilk defa o vakit arzusu hilâfına bir görevi yerine
getirmesi istenmiş; o da bu buyruğa isyan etmiştir[26]
12-13. Yüce
Allah'ın, İblîs'i hemen rahmetinden kovmayıp isyan etmesinin sebebini sorması,
savunmayı herkes için bir hak olarak tanıdığını gösterir. İblis, kendisinin
ateşten, Âdem'in ise topraktan yaratıldığı, şu halde kendisinin ondan daha
değerli olduğu şeklinde bir istidlalde bulunmuşsa da, gerçekte birçok bakımdan
isabetsiz olan[27] bu gerekçe haklı görülmemiş ve İblîs
bulunduğu makamdan kovultnuştur. Burada İblîs'in kibre kapıldığına ve bunun
cezası olarak aşağılıklardan biri haline getirildiğine bilhassa dikkat
çekilmektedir.
Müfessirler, 13.
âyetteki "in oradan!" ifadesiyle kastedilen yer konusunda farklı
görüşler üzerinde durmuşlardır. İbn Abbas'a isnad edilen bir rivayete dayanılarak
buranın cennet olduğu söylenmiştir. Daha güçlü bir görüşe göre orası semâdır.
Burayı "melekler katı" diye anlayanlar da olmuştur[28]
14. İblîs, "Bana
insanların yeniden diriltilecekleri güne kadar mühlet ver" dedi. 15.
Allah, "Haydi, sen mühlet verilenlerdensin" buyurdu. 16. İblîs dedi
ki: "Bundan böyle benim sapmama izin vermene karşılık, ant içerim ki, ben
de onlan saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. 17. Sonra
elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım
ve sen onların çoklarını şükreûenlerden bulmayacaksın." 18. Allah buyurdu:
"Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim
sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!" [29]
14-15.
İblîs'in, Allah'tan kendisini, kıyamete kadar değil de insanların yeniden
diriltilecekler! zamana kadar yaşatmasını dilemesi ölümsüzlüğü istemesi anlamına
gelir. Çünkü ba'sten sonra artık ölüm olmayacak, İblîs de kendisine uyanlarla
birlikte cehennemi boylayacaktır (Şevkânî, E, 221). Onun bu dileğinin kabul
edilmesi, insanoğlu için dünya hayatının bir imtihan süresi olması yönündeki
ilâhî takdirin de bir sonucudur. Ayrıca burada şeytanın insanlar aleyhindeki
kötü planlan onlara haber verilerek, bir baloma insanlar dünya ve âhiret
hayatlarını mahvedecek olan bu tehlike karşısında uyarılmışlardır. [30]
16-18.
Şeytan insanları, dinî ve dünyevî bakımdan en doğru ve en güzel yaşayış tarzı
demek olan "sırât-ı müstakîm"den saptıracağına ant içmiş; Allah ise
bu şekilde kötü niyet taşıyan ve kötü planlar peşinde olan şeytanı
"yerilmiş ve kovulmuş" bir mahlûk sayarak bulunduğu makamdan
uzaklaştırmıştır. Bu durum, İblîs'in Allah'a isyan etmesinin bir sonucu olduğu
kadar, insanları kıskanıp onlar hakkında kötü emeller beslemesinin de bir
cezasıdır. Nitekim buradaki âyetlerde şeytanın kovulduğuna ilişkin buyruk da
iki defa zikredilmiştir. Şu halde insanları kıskanıp onlar hakkında zararlı fikirler
taşımak, huzur ve mutluluklarını bozacak planlar peşinde olmak şeytanî bir
niyet ve davranış olup Allah katında çok ağır cezaî sonuçlar doğuracaktır. [31]
19. (Buyuruldu ki:)
"Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz şeyden yiyin. Ancak şu
ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz." 20. Derken şeytan, kapalı
olan avret yerlerini birbirine göstermek için onlara vesvese verdi ve
"Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî yaşayanlardan
olursunuz diye yasakladı" dedi. 21. Onlara, "Ben gerçekten sizin
iyiliğinizi isteyenlerdenim" diye de yemin etti. 22. Böylece ikisini de
hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine
göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara,
"Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu
söylemedim mi?" diye seslendi. 23. Dediler ki: "Ey rabbimiz! Biz kendimize
zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden
oluruz!" 24. Allah, "Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde
bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır" buyurdu;
19. Yüce
Allah İblîs'i bulunduğu makamdan kovduktan sonra Âdem'e de, "Sen eşinle
birlikte cennette yerleş.,." buyurdu. Buradaki cennet kelimesinin ne
anlama geldiği tartışmalıdır. Bir görüşe göre bu cennet, sözlük anlamıyla
"dünyadaki bağlık bahçelik bir yer" olup Âdem ve Havva'nın burada
yaşamaları istenmiştir[33].
Ancak ilgili âyetler topluca değerlendirildiğinde şu sonuçlar çıkmaktadır: İlk
insanı Allah özel bir topraktan yeryüzünde yaratmış, ondan eşini de var etmiş,
sonra bunları cennete koymuştur. Bu cennetin ve içindeki hayatın yeryüzündeki hayattan
farklı olduğu bildirilmiştir. Şu halde bu, kulların ödüllendirileceği, içinde
ebedî olarak mutlu yaşayacakları cennettir[34]
20-21.
Vesvese "aynı şeyleri tekrar tekrar fısıldama" anlamına gelir ve daha
çok ayartıcı, tahrik edici sözler veya psikolojik telkinler, yönlendirmeler
için kullanılır. Burada İblîs'in, "Rabbiniz size bu ağacı sırf melek
olursunuz veya ebedî yaşayanlardan olursunuz diye yasakladı" diyerek Âdem
ve Havva'yı ayartması, onları günah işlemeye teşvik etmesi hakkında
kullanılmıştır[35]. Süleyman Ateş,
"yasak meyve ile cinsel organ arasında bir İlişki olduğunu" ileri
sürmektedir (III, 324). Ehl-i kitap arasında da bu görüşü benimseyenler
olmuştur. Nitekim İskenderiye Yahudiliği ve özellikle Philon ile bazı kilise
babaları yasak ağacın cinsel İlişkiyi ifade ettiğini İleri sürmüşlerdir[36].
Ancak, Şev-kânî'nin de belirttiği gibi (II, 224) bu tür konular, mahiyetini
anlayıp kavramakla yükümlü kılındığımız hususlardan olmadığı için, en doğru
tutum Kur'an'ın bildir-dikleriyle yetinmektir.
[37]
22-23. Âdem
ve Havva yasak meyveyi yemeden önce, bir bakıma çocuk gibi saf ve günahtan
habersizlerdi; birbirinin cinsel özelliklerine İlgi duymuyorlardı. Fakat
şeytanın kışkırtmasına kapılarak yasağı çiğneyince birbirinin mahrem yerlerini
gördüler ve hemen yapraklarla kapatmaya gayret ettiler. Şeytanın Âdem ve Havva'yı
vesveseyle kandırması onun insanlığa ilk kötülüğü, onların yasak meyveyi
yemeleri de insanlığın ilk günahı oldu. Âdem ve eşinin, mahrem yerleri açılınca
herhangi bir telkin altında kalmadan hemen örtmeye girişmeleri insanda haya duygusunun
fıtrattan geldiğini, çıplaklığın ve vücudun belli yerlerini teşhir etmenin insandaki
doğal ahlâk duygusuna aykırı olduğunu kanıtlar. 12. âyette işaret edildiği gibi
İblîs bir günah işlemiş; tövbe edeceği yerde kibre kapılıp günahında ısrar etmiş
ve sonuçta azaltılmıştır. Âdem ve eşi de bir günah işlemişler; fakat tövbe edip
pişman olmuşlar ve sonuçta affa mazhar kılınıp yüceltilmişlerdir. Ayrıca bu
olaydan sonra İblîs ile melekler, yeryüzünün halifesi olarak nitelenen insanın
bir faziletine de şahit olma fırsatı bulmuşlardır. İblîs gibi kötülükte ısrar
etmek kulun değerini düşürür, Âdem ve Havva gibi kötülükten dönüp pişman
olmak, tövbe etmek ise kulun değerini yükseltir. Hz. Peygamber bu ilâhî yasaya
işaret ederken "Kim Allah için alçak gönüllü olursa Allah onu yüceltir;
kim büyüklük taslarsa onu da al-çaltır" (Müsned, ffl, 76; İbn Mâce,
"Zühd", 16) buyurmuşlardır[38]
24-25. Âdem
ve Havva şeytana uymakta ısrar etmeyip günahlarının farkına vararak pişmanlıklarını
Allah'a arzetmişler ve Bakara sûresinde (2/37) belirtildiği üzere Allah da
onların tövbeleri kabul etmiş ve onları imtihan yurdu olan dünyaya göndermiş;
insan soyunun yeryüzüne dağılıp orada karar kılmaları ve barınmaları , orada
yaşayıp orada ölmeleri, yeniden orada dirilmeleri takdir edilmiştir. Böylece,
gerek bu âyetten gerekse İlgili diğer âyetlerde[39],
Âdem ile eşinin, işledikleri günahın bir sonucu olmak üzere cennetten çıkarıldıkları
ve bu olayın insanlığın kaderini etkilediği anlaşılmaktadır. Fakat Âdem ile
Havva'nın bu yüzden daha başka zahmetlere de mânız kalacaklarının bildirildiği
yolunda Tevrat'ta verilen bilgiler[40]
Kur'an'da geçmemektedir. Bu arada, kardeşlik ve dostluklar gibi sürtüşme ve
düşmanlıklar da dünya hayatının bir parçası olarak takdir edilmiştir. Burada
anılan düşmanlığın, hem insanoğlu ile şeytan arasındaki ebedî düşmanlığı hem
kan-koca arasındaki çekişmeleri hem de Âdem ve Havva'nın soyu arasındaki
çatışmaları ifade ettiği düşünülebilir. Bu sebeple onlara bir yoruma göre
İblîs de kastedilerek- "İnin oradan!.." buyurutmuştur. Çünkü
Kur'ân-ı Kerîm'in "dârüsselâm" (banş yurdu) diye tanımladığı cennette
düşmanlık olamazdı.
Kuşkusuz Âdem ve
Havva'nın cennette saf ve günahsız olmaları iradeye dayanmadığı için -kötü bir
durum sayılmasa bile- ahlâkî bir değer de ifade etmiyor, sadece içgüdüsel bir
karakter taşıyordu. Ancak öyle anlaşılıyor ki, "...şu ağaca yaklaşmayın
..." şeklindeki yasaklamayla birlikte yasağa uyup uymama hususunda
kendilerine irade ve tercih yeteneği de verilmiş; böylece insanlığın atası ve
annesi, yasaklanmış ağaçtan yeme olayında içgüdüsel davranmaktan bilinçli ve
iradeli davranma aşamasına geçmişler; kötülüklerinin farkına vararak af
dilemişler ve bağışlanmışlardır. Bu durumda ilk günahla başlayan ve cennetten
çıkarılma ile devam eden süreç, insanlık için ahlâkî bakımdan bir düşüşü değil,
bîr yükselişi, öteki canlılardan farklı olup adma "insan" denen ve
özgür davranabilen, yanlışlık yapabilen, fakat yanlışlarının farkına vararak
özür dileyip tövbe eden, iyiliğe yönelme bilinç ve iradesini gösterebilen bir
varlık kategorisinin başlayışını da İfade etmektedir. [41]
26. Ey Âdem oğulları!
Sîze mahrem yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takva
elbisesi, işte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetle-rindendir. Umulur ki
düşünüp öğüt alırlar. 27. Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana-babanızı ayıp yerlerini
birbirine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de
aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi
görürler. Şüphesiz biz şeytanları inanmayanların yoldaştan yaptık. [42]
26. Önceki
âyetlerde Hz. Âdem hakkında kısa fakat son derece ibretli bilgiler verildikten
sonra burada da "Âdem'in çocuklarTna yani genel olarak insanlığa hitap edilerek,
Allah'ın yarattığı nimetlerin en önemlilerinden olmak üzere, bütün tarih
boyunca ve bütün insanlarca hem bedenin korunması hem ahlâkın korunması hem de
bir ziynet ve prestij aracı olarak kullanılan elbisenin önemine dikkat çekilmiştir.
Burada, böylesine önemli olan bu nimetin sahibine teşekkür edilmesi gerektiğine
bir işaret vardır. Çünkü giyinme ve örtünme sadece insana özgü bir davranış ve
insan olmanın bir alâmetidir; medeniyetin de en eski tezahürlerindendir. Bu
sebeple Kur'an'da "Biz elbise indirdik"; "Demiri indirdik"[43];
"Allah hayvanlardan size sekiz çift indirdi"[44] gibi
ifadelerdeki "indirme" (inzal) kelimesi, belirtilen nimetlerin birer
ilâhî lütuf olduğuna, insanların bu nimetlerin değerini ve kullanma zaruretini
fıtrî olarak kavradığına işaret eder. Âyette elbisenin ve örtünmenin önemine
dikkat çekilmekle, dolaylı olarak Kâ-be'yı çıplak vaziyette tavaf eden
müşrikler de eleştirilmiştir.
Sözlükte "kuş
tüyü" mânasına gelen âyet metnindeki rîş kelimesi burada mecazi olarak
"ziynet elbisesi" anlamında kullanılmıştır.
Âyette üç türlü
elbiseden söz edilmiştir: 1. Sadece örtünme ihtiyacını karşılayacak olan basit
ve sade elbise. 2. Örtünmenin yanında ziynet maksadı da taşıyan kaliteli,
temiz ve düzgün elbise. 3. "Takva elbisesi". Burada, sırf örtünme
amaçlı elbise yanında ziynet amacı ve değeri taşıyan elbisenin de Allah'ın
lütfü ve nimeti olarak anılması, pejmürde kılık kıyafeti zühd ve takva gereği
sayan anlayışın İsabetsizliğinin kanıtıdır. Takva elbisesi tefsirlerde
"vücudu koruyan elbise; zırh, miğfer vb. savaş giysileri, mecazi olarak
sâlih amel; iffet; iyi huy; tevhid" gİ-bi değişik şekillerde açıklanmıştır[45].
Âyette takvanın "haya" ile ilişkisine işaret edilmekte; ayrıca
dolaylı bir üslûpla takva, günah duygularını örtüp kapatan ^dizginleyen ve
böylece günah işlemeyi önleyen bir koruyucu, ruhu beze-yen bir erdem şeklinde
takdim edilmektedir. Yani elbise bedeni kapattığı, koruduğu ve süslediği gibi
takva da hem ruhumuzun kötü duygularını örter hem de ruhumuzu süsler. Böyle
olunca takva sahibi kişinin kaba, haşin, haksız, isyankâr, şehvet düşkünü, aç
gözlü, edepsiz, hayasız ... olması düşünülemez.
Takva hakkındaki
âyetlerin bir bütünlük içerisinde İncelenmesi halinde açıkça görüleceği üzere[46],
Kur'an-ı Kerîm'in büyük önem verdiği bu kavram, başlıca şu iki temel anlamı
içermektedir: a) Takva, iti-kadî konularda yanlış ve bâtıl inançlara
kapılmaktan, ahlâkî ve amelî konularda ruhu kirleten kötü duygulardan, fena
huylardan; eksik, kusurlu, zararlı ve haksız davranışlardan, İslâm dininde esasları
belirlenmiş olan hayat tarzına uymayan bir yaşayıştan sakınmak, uzak durmaktır,
b) Takva, bütün faaliyetlerde, ödevlerin yerine getirilmesinde, her türlü
kötülüklerin terkedilmesinde öncelikle Allah'tan itti-ka etmektir; yani Allah
korkusunu, O'na karşı saygılı olmayı Ön plana çıkararak bu saygıyı,
davranışların ve hayatın temeli yapmaktır. Takva bütün bu erdemleri kapsayan en
geniş kapsamlı fazilettir. Bu sebeple maddî elbisenin vücudu koruması ve
ziynetlendirmesi gibi âyetteki deyimiyle takva elbisesi de ruhumuzu fenalıkların
bütün çeşitlerinden koruyup örten ve faziletlerin bütün çeşitleriyle bezeyip
süsleyen bir elbisedir. [47]
27.
Peygamberler tarihinin ibretli yanlarını insanlara anlatarak muhtaç oldukları
noktalarda onları aydınlatmak ve uyarmak Kur'ân-ı Kerîm'in başlıca eğitim
metotlanndandır. Hz. Âdem hakkında yukarıda verilen bilgilerle şeytanın Âdem ve
soyuna beslediği kin ve düşmanlığı yansıtan ifadeler de Kur'an mesajının ulaştığı
bütün insanları yanılgılardan koruma, şeytanın vesveselerine karşı onlan uyarma
maksadını taşır. Bu maksat 27. âyette sarih olarak İfade edilmiştir.
Tefsirlerde âyetteki
libâs'ın nurdan bir elbise, takva elbisesi veya cennet elbisesi olduğu
şeklinde farklı görüşler yer alır. Ancak onun, Âdem ile Havva'nın, birbirlerinin
edep yerlerini görmelerine engel olan, gerçek mahiyetini ancak Allah'ın
bildiği nezih bir durum olduğunda kuşku yoktur. Şeytanın vesvesesi, kısa bir
süreyle de olsa, onlan bu nezih durumdan uzaklaştırdığı gibi diğer insanları da
yoldan çıkarabilir. Çünkü şeytan onlan görmekte, fakat kendisi görünmemektedir.
Bu da onun tehlikesini arttırmaktadır. Özellikle İman yoksunu insanlar takva
elbisesinden mahrum bulundukları için, şeytanlar tarafından ayartılmaya daha
elverişli hale gelirler ve sonuçta onlarla aralarında bir dostluk gerçekleşir.
Müşriklerin inkâr ve isyanları böyle bir dostluktan kaynaklanıyordu. [48]
28. Onlar bir kötülük
yaptıkları zaman "Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu
emretti" derler. De ki: "Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı
bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" 29. De ki: "Rabbim dengeyi
emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na çevirin, kendisine içten bir
inanç ve bağlılıkla O'na yalvarın! İlkin sizi yarattığı gibi (yine O'na)
döneceksiniz." 30.0, bir grubu doğru yola iletti, bir grup da sapıklığa
müstahak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları kendüerine dost
edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar. [49]
28.
"Kötülük" diye çevirdiğimiz fahişe "çok kötü ve iğrenç
fiil" anlamına gelir. Müfessirlerin çoğu bunu putperestlerin
"Beytütharâm'ı kadınlı erkekli çıplak vaziyette tavaf etmeleri"
şeklinde yorumlamışlardır[50].
Ancak bunun her türlü büyük günahı ve çirkin davranışı kapsadığında kuşku
yoktur. Putperestler, kendilerine atalarından kaldığı, kendi gelenekleri olduğu
gerekçesine dayanarak işlediklerinin kötülük olduğunu kabul etmiyor; daha da
ileri giderek "Allah da bize bunu emretti" diyorlardı. Aslında bu
apaçık bir yalandı. Çünkü "Allah kötülüğü emretmez." Şu halde
gelenekleri körü körüne devam ettirmek yerine iyilerini kötülerinden ayırmak
gerekir. Bunun ölçüsü de Allah'ın emrine yani O'nun kitabına, peygamberinin
uygulamalarına ve Allah'ın İnsan varlığına doğuştan bahşettiği aklıselime uyup
uymadığıdır. Âyet şöyle bir hakikate de ışık tutmaktadır: Geçmişte ve günümüzde
nice insanların, İslâm'ın gerçekleri kendilerine ulaştığı halde, eski
geleneksel inanç ve yaşayışlarında ısrar etmelerinin temel sebebi kör
taklitçiliktir. Onlar, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi, aslı gerçek olsa da,
zamanla bozularak gerçeklik ve geçerlilik değerini büyük Ölçüde kaybetmiş ve
hakiki bir din olmaktan ziyade gelenekler manzumesinden ibaret kalmış telakkilere
dayanan inanç ve hayat tarzlarını, Allah'ın uygulanmasını emrettiği din zanneder,
bunu savunurlar. Bu büyük yanılgının asıl sebebi ise, bilinçli ve objektif düşünmek
yerine gelenek taassubuna saplanmaktır. [51]
29. Bir önceki âyette kendi yanlış inanç ve uygulamaları,
bâtıl gelenekleri hakkında "Allah bize bunu emretti" diyenler ve
böylece "Allah hakkında bilgisizce konuşanlar" kınanmıştı. Çünkü o
türlü geleneklere uymak gibi onları Allah'ın emri saymak da yanlış ve haksız
bir tutumdur. Oysa Allah peygamberine ve onun şahsında bütün insanlığa
"adaleti emretmiştir." Adalet, İnançta ve yaşayışta doğruluğu,
dengeli ve ölçülü olmayı gerektirir. Bunun için İbn Abbas bu âyetteki kist
(adalet) kelimesini "lâ ilahe illallah", yani "Allah'tan başka
tanrı bulunmadığını kabul ve ikrar etmek" şeklinde yorumlamıştır[52]. Bir
âyette de (Lokman 31/13) "O'na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır"
buyurulmuştur. Şu halde Allah adaleti yani doğruluk ve dürüstlüğü, gerçek ne
ise ona inanıp onu söylemeyi ve onu uygulamayı emretmiştir. Yine buyurmuştur
ki, insanlar atalarını putlaştırmasın; onlardan kalma çirkinlikleri, yanlış fikirleri,
bozuk gelenekleri din gibi kutsallaştırmasın; görünüşteki değerleri, varlık ve
mevkileri ne olursa olsun, yoldan sapmışlara kul olmasın; günah ve isyan yuvalarının
müdavimleri olmasın. Aksine, şöyle hitap etmiştir: "(Ey insanlar!) Her
secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na çevirin, kendisine içten bir inanç ve
bağlılıkla O'na yatvarın! tikin sizi yarattığı gibi (yine O'na)
döneceksiniz." Âyetin bu son kısmı, insanların tuttuğu yolun, Mekkeli putperestlerinki
gibi "fahişe" mi, yoksa "adalet" yolu mu olduğu hususunun
sonunda mutlaka ortaya çıkacağı ve herkesin hesabının da ona göre yapılacağı
uyarısını da içermektedir. [53]
30. Bu âyet
sûrenin buraya kadarki kısmının bir sonucu mahiyetindedir. Buna göre Allah'ın
indirdiği gerçeklere uyan, nimetine şükreden, İblîs gibi isyana kalkışmadan
O'nun buyruklarını yerine getiren, Âdem gibi hata işlediğinde tövbe eden, af ve
mağfiret dileyen, şeytanın vesvesesine kapılarak açıklık ve hayasızlığa
sapmayan, adaletli ve dürüst olan, Allah'ın birliğini tanıyıp ihlâsla O'na kul
olan, O'nun İçin namaz kılan ve dua eden zümreyi Allah hidayete kavuşturmuştur.
Buna mukabil Allah'ın gönderdiği vahye uymayan, nimetlerine şükretmeyen, İblîs
gibi kibre kapılıp emre âsi olan, insanlara kin tutup onları kıskanan ve kötülüğe
kışkırtan, açıklık ve hayasızlığa teşvik eden, şeytanın fitne tuzağına düşüp
ona dost olan; her türlü kötülük, İnkâr, isyan ve edepsizliği işleyip üstelik
bunların atalarından kalma gelenekler olduğunu, Allah'ın da böyle şeyler
buyurduğunu, yani bunların doğru ve iyi olduğunu savunan zümre için de dalâlet
hak olmuş; yani bunlar kaçınılmaz olarak sapıklığa düşmüşlerdir. Çünkü Allah'ı
ve müminleri bırakıp şeytanların dostluğunu seçmişler; buna rağmen asıl doğru
yoldan gidenlerin de kendileri olduğu vehmine kapılmışlardır. [54]
31. Ey Âdem oğulları:
Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyın, için; fakat israf
etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. 32. De ki: "Allah'ın kullan
için yarattığı süsü ve temiz rınklan kim haram kıldı?" De ki: "Onlar
dünya hayatında müminlere yaraşır; kıyamet gününde ise yalnız onlara mahsus
olacaktır." İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz. 33.
De ki: "Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere
sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmanızı
ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." [55]
31.
Müşrikler, başlıca kutsal mekânlarını çıplak ziyaret eder; ziyaret dönemlerinde
et, yağ, süt gibi değerli gıda maddelerini yemezler; diğerlerini ise çok az
yerler ve bunun dinî bir vecîbe olduğuna inanırlardı[56].
Âyet bu bâtıl uygulamayı ilga etmekte, ibadet sırasında örtünme zorunluluğu getirmektedir;
ayrıca haram olduğuna dair özel hüküm bulunmayan maddelerin yenilip içilmesine
de -İsrafa kaçmamak şartıyla- izin vermektedir. Âyetin özel maksadı, kutsal
mekânları çıplak vaziyette ziyaret veya tavaf etmeyi yasaklamaktır. Ancak bu
durum, hükmün genel olduğu anlamını çıkarmaya mâni değildir. Nitekim bütün
ilgili kaynaklarda âyetin, gerek ibadet sırasında gerekse sair zamanlarda
giyinmeyi farz kıldığı belirtilir. [57]
32. Bu ve
bundan önceki âyette elbiseye "ziynet" denilmesi, giyinmenin ahlâkî
bakımdan olduğu gibi estetik bakımdan da önemli ve gerekli olduğuna işaret
eder; ayrıca yine ziynet kelimesinden hareketle kaliteli ve değerli elbiseler
giyinmenin mubah olduğuna hükmedilmiştir. Taberî (VIII, 163-164), Şevkânî (H,
230) gibi önde gelen müfessirler bu âyeti açıklarken, haram olmayan güzel ve
değerli nimetlerden uzak kalmayı zühd ve fazilet sayanların hatalı olduklarını
belirtirler. Haram, dinî bir terim olarak, "Açık, kesin ve bağlayıcı bir
ifade ve üslûpla yapılması şer'an yasaklanmış olan tutum ve davranış"
anlamına gelir. Eğer bir İşin yapılmamasını isteyen bir ifade bulunmakla
birlikte, bunun anlamı yeterince açık veya kaynağı kesin değilse buna haram
değil mekruh denir. Hakkında yasaklayıcı hiçbir delil bulunmayan fiiller ise
ne haram ne de mekruh sayılmayıp mubah ve helâl kabul edilir. Bir fiilîn helâl
kabul edilmesi için dinî kaynaklarda bu yönde bir açıklama bulunması gerekli
değildir; çünkü "Eşyada asıl olan mubah olmasıdır". Buna göre ölçüsüz
dindarlık duygusu, şahsî tercihler, ortalıkta görülen kötülüklerle mücadele
arzusu gibi -iyi niyetli de olsa- kişisel hassasiyetlerin etkisiyle dinin izin
verdiği alan içinde kalan tutum ve davranışları, yiyecek, içecek, giyecek gibi
nesneleri haram, sakıncalı ve günah olarak nitelendirmek bu âyetin hükmüne
aykırı ve yanlıştır. Hatta Müfessirler, âyetin "De ki: O nimetler dünya
hayatında müminlere yaraşır" mealindeki kısmından hareketle, bunların esas
itibariyle müminlere lütuf olmak üzere yaratıldığını, fakat kâfirlerin de
onlar sayesinde bu nimetlerden yararlanmalarına imkân verildiğini belirtirler.
Âyetin anlatımına göre manevî kemal ve güzellikler gibi birey ve toplumun
refah, sağlık, güvenlik ve esenliğine katkıda bulunacak her türlü maddî
imkânlar da öncelikle müminlere yaraşır. Bu imkânlarda geri olan bir toplum,
Kur'an bakımından ideal bir toplum değildir. Zühde ve kanaate teşvik eden
açıklamalarla bu yöndeki uygulamalar ise, dünya nimetlerini araç olarak görmek
yerine amaç kılmayı hedefleyen eğilimleri önlemeye yöneliktir. [58]
33. Önceki
âyetlerde helâl nimetleri haram saymanın yanlışlığına işaret edildikten sonra
burada da Allah'ın asıl haram kıldığı şeylerin neler olduğu özetle belirtilmektedir.
Buna göre Allah yalnızca, başta zina ve fuhuş olmak üzere, açık ve gizli
kötülükleri, ahlâksızlıkları; başkalarının
malına, canına, namus ve şerefine karşı saldırıyı; Allah'ın, hakkında hiçbir
delilndirmediği şeyleri O'na ortak koşmayı yani aslı esası bulunmadığı apaçık
ortada olduğu halde birtakım varlıkları
tanrılaştırmayı ve nihayet Allah hakkında herhangi bir doğru bilgi ve delile
dayanmadığı halde "Allah şunu helâl kıldı, bunu haram kıldı" gibi
rastgele sözler sarfet-meyi yasaklamıştır.
Son iki âyet, bir
bakıma, 29. âyetteki "Rabbim dengeyi (kıstı) emretti" mealindeki
bölümün açıklamasıdır. Zira kist hem "adalet" hem de "itidal,
denge, ölçü" anlamına gelir. Böylece bu iki âyet, bir adalet ve itidal
dini olan islâm'ın, aşırı yasakçılığı da aşırı serbestliği de onaylamadığını;
esasen temiz fıtrath ve aklıselim sahibi her İnsanın doğru, iyi, hoş ve faydalı
bulduğu maddî ve manevî şeyleri kullandığını; yanlış, kötü, çirkin ve zararlı
bulduğu şeylerden de kaçındığını ortaya koymaktadır. Kur'an'da veya hadislerde
İslâm dininin "sırât-ı müstakim"[59],
"Hanîf dini"[60],
"semahat (hoşgörü ve kolaylık) dini"[61] gibi
denge, gerçekçilik ve kolaylık ifade eden niteliklerle anılması da buradan
ileri gelmektedir. [62]
34. Her ümmetin bir
eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bîr an ileri
gidebilirler. 35. Ey Âdem oğullan! İçinizden âyetlerimi size anlatacak
peygamberler gelir de kim kötülükten sakınıp kendini ıslah ederse, onlara korku
yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. 36. Âyetlerimizi yalanlayan ve büyüklenip
onlardan yüz çevirenlere gelince, işte onlar ateş ehlidir. Onlar orada ebedî
kalacaklardır. 37. Allah'a iftira eden veya O'nun âyetlerini yalanlayandan
daha zalim kim vardır! Onların kitaptaki nasipleri kendilerine erişecektir.
Sonunda elçilerimiz gelip canlarını alırken "Allah'ı bırakıp da tapmakta
olduğunuz tanrılarınız nerede!" derler, "Bizden sıvışıp
gittiler" diye cevap verirler. Ye kâfir olduklarına dair kendi
aleyhlerinde şahitlik ederler. 38. Allah buyuracak ki: "Sizden önce
geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin!" Her ümmet
girdikçe yoldaşlarına lanet edecektir. Hepsi birbiri ardından orada
(cehennemde) toplanınca, sonrakiler öncekiler için, "Ey rabbimiz! Bizi
işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha azap ver!"
diyecekler. Allah da, "Zaten hepiniz için bir kat daha azap vardır, fakat
siz bilmezsiniz" diyecektir. 39. Öncekiler de sonrakilere derler ki:
"Sizin bizden arta kalır bir tarafınız yok. O halde siz de yaptıklarınıza
karşılık azabı tadın!" [63]
34. Sûrede,
bu âyetle başlayıp 53. âyette son bulacak genişçe bir âhiret tasviri yer
almaktadır. İbn Âşûr'a göre sûrenin buraya kadarki bölümünün öncelikli muhatabı
Mekke putperestleri olduğu için bu âyetteki "her bir ümmeften de özellikle
Hz. Peygamber'i ve hak dini yalanlayan topluluklar kastedilmiş olup âyet
bunlara karşı bir uyan ve tehdit anlamı taşımaktadır. Aynı müfessire göre ecel
kelimelerinden ilki bu tür inkarcı topluluklara tanınan mühleti, ikincisi de
bu muhletin bittiği ve sonlarının geldiği vakti ifade etmektedir (VIII/2, s.
102-104). Buna göre -bu sûrenin geniş bir kısmının konusu olan bazı eski
kavimlerin hayat ve akıbetlerine dair ilerideki âyetlerden de anlaşılacağı
üzere- Allah Teâlâ, rahmetinin eseri olarak, inkarcı ve isyankâr topluluklara
hallerini düzeltmeleri için belli bir süre tanır. Eski inanç ve yaşayışlarında
ısrar edenler, tayin edilen sürenin sonunda mutlaka cezalandırılırlar;
hükümranlıkları veya varlıkları son bulur. Onlar bu akıbetlerini ne bir saat
öne alabilir ne de erteleyebilirler. Allah'ın bu kesin kanunu uyarınca,
tarihteki bütün inkarcı, isyankâr, azgın ve ahlâksız toplumların, bu arada
putperest Araplar'ın mâruz kaldıkları bu akıbet, şimdiki ve bundan sonraki inkarcı
ve zalim toplumların, devletlerin de Allah nezdinde bilinen vaktinde mutlaka
başlarına gelecektir. [64]
35-36.
Yukarıdaki âyette peygamberi ve hak dini yalanlayanların dünyadaki akıbetleri
bildirilmişti. Bu iki âyette de iyilerle kötülerin âhiretteki durumları karşılaştırılmaktadır.
Buna göre peygamberleri gelip de insanlara Allah'ın âyetlerini yani kutsal
kitabını, delillerini ve hükümlerini[65] açık
açık ortaya koyduğunda onlar ya peygamberi ve onun bildirdiklerini saygıyla
benimseyip durumlarım düzeltir veya Allah'ın âyetlerini yalan sayıp İblis gibi
kibre kapılarak İsyanlarını sürdürürler. Yüce Allah, âhirette bu zümrelerden
ilkinin, korku ve üzüntüden emin bir şekilde mutlu olacağını müjdelerken,
ikinci zümreyi "ateş ehli" (cehennem ashabı) diye nitelemekte ve
ebedî olarak ateşte kalacaklarını haber vermektedir. [66]
37. Allah'a
ortak koşmak ve "Şu helâldir, bu haramdır" gibi keyfî hükümler koymak
suretiyle Allah hakkında yalan uyduranlar veya Allah'ın âyetlerini yalan
sayanlar zalimlerin en zalimi, en haksızıdırlar. Onlar "kİtap"ta
(ilm-i ilâhîde) tayin edilmiş bulunan nasiplerini alır yani nziklannı ve
ömürlerini bitirirler; ardından Allah'ın "elçileri" (ölüm veya azap
melekleri) gelince güvendikleri her varlığın, bilhassa Allah'tan başka tanrı
diye inandıklarının kendilerini terkettiğini görür; o zaman, tam bir
çaresizlik içinde, inkarcı olduklarına yine kendileri şahitlik ederler. [67]
38-39.
İnsanlar ve cinler[68] âhiret
hayatına adım attıklarında, ilâhî ferman uyarınca, her "ümmet",
benzer inanç ve değerleri paylaşmış; benzer hayat felsefesini benimseyip
yaşamış ve yaşatmış olan eski topluluklara katılır. Böylece, İnsanlık tarihi boyunca
Allah'ın âyetlerini ve peygamberlerini yalanlayıp sapık inançlar ve ideolojiler
türetenlerle bunları benimseyip yaşatanlar âhirette bir araya gelince, artık inkarcıların
kendi kendilerinin aleyhlerinde şahitlik edecekleri ölçüde hak ve bâtıl,iyi ve
kötü apaçık ortaya çıktığı için sonrakiler öncekilere veya inkârları ve kötülükleri
yaşatanlar bunları türetenlere, kendilerini ayartıp saptırdıkları gerekçesiyle
lanet okuyup suçlarının iki katıyla cezalandırılmalarım isterler; diğerleri de
onların kendilerinden farklı yanlarının bulunmadığını yani onların da
kendileri kadar suçlu olduklarını belirtirler. Mutlak hâkim olan Allah da
buyurur ki: "Zaten hepiniz İçin bir kat daha azap vardır." Çünkü iki
kat suç işlemişlerdir; yani öncekiler ve önderler hem kötü oldukları hem de
kötülük yollarını açtıkları için, diğerleri ise onlara uymaları yanında,
fikirleri, mallan, güçleri, mevkileri, tutum ve davranışlarıyla onlan
destekleyip yüreklendirdikleri, güçlerine güç kattıkları, bâtıl ideolojilerini
yaşatıp yaydıkları ve sonrakilere kötü örnek oldukları için iki kat suçludurlar
ve iki kat ceza göreceklerdir.
Bu âyetler, aldatıcı
dünya zevk ve menfaatleri akıl ve basiretlerini bağladığı için nefislerinin
isteklerini akıllarının hükmü zannedenler, bu suretle ilâhî ve fıtrî
gerçeklerle bağdaşmayan inanç ve fikirleri hakikat diye kabul edip savunanlarla
aynı sebepler yüzünden onların bâtıl fikirlerini yaşatıp yaygınlaştırma
yönündeki emellerine alet olan kitleleri uyarma amacı taşıması bakımından özel
bir önem taşımaktadır. [69]
40. Bizim âyetlerimizi
yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmeye kalkışanlar var ya, işte onlara göğün
kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete
giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız! 41. Onlar için
cehennem ateşinden döşekler, üstlerine de örtüler vardır. İşte zalimleri böyle
cezalandırırız! 42. İnanıp da iyi işler yapanlara gelince, -ki hiç kimseye
gücünün üstünde bir vazife yüklemeyiz- işte onlar cennet ehlidir. Orada onlar
ebedî kalıcıdırlar. 43. (Cennette) onların altlarından ırmaklar akarken,
kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki:
"Bizi bu nimete kavuşturan Allah'a hamdolsun! Allah bize bahşetmedeydi
biz kendiliğimizden elde edemezdik. Hakikaten rabbimizin elçileri gerçeği
getirmişler." Onlara, "İşte size cennet. Yapmış olduğunuz iyi amellere
karşılık o size kaldı" diye seslenilir. [70]
40. Allah'ın
âyetlerini yalan ve asılsız saymak suretiyle ulûhiyyet, tevhid, nübüvvet,
âhiret gibi temet dinî öğretileri inkâr edenler içirt "göğün kapılan
açılmayacaktır. Fahreddin er-Râzî âyetin bu ifadesiyle ilgili muhtemel
anlamları şu şekilde sıralamaktadır: 1. Onların amelleri, duaları ve itaat
cinsinden diğer faaliyetleri kabul edilmez; 2, Gökler, müminlerin ruhlarına
açılırken onların ruhlarına açılmaz; 3. Onların göğe yükselmelerine ve cennete
girmelerine İzin verilmez; 4. Onlara bereket ve hayır inmez.
Râzî'nin düşüncesine
göre âyet şuna delâlet ediyor: Ruhlar, ya gökten üzerlerine türlü hayırlar
indirilmek ya da amelleri göklere yükseltilmek suretiyle mutlu olurlar. Bu da
göklerin, ruhlar için sevinç ve mutluluk yeri olduğunu, hayır ve bereketlerin
göklerden indiğini, ruhların da göklere yükselerek mutlulukların en mükemmeline
ulaşıp kurtuluşa ereceklerini gösterir. Şu halde "Onlara göğün kapılan
açılmayacak" ifadesi, uyarı ve tehditlerin en önemlisini oluşturmaktadır.
Devenin iğne deliğinden geçmesi nasıl imkânsız ise inkarcılara göğün
kapılarının açılması ve cennete ulaşmaları da Öylece imkânsızdır. Farklı bir
okunuşa göre mealinde "deve" anlamı verilen kelime "urgan"
mânasına geldiğinden bu mânayı esas alan müfessirlere göre meali, "urgan
iğne deliğinden geçinceye kadar..." şeklindedir.
Aynı müfessirin
verdiği bilgilere göre tenasüh (reenkarnasyon) inancını savunanlar bu âyeti
görüşlerine delil göstermişlerdir[71] .
Onlara göre âsi ruhlar, vücudun ölümünden sonra bedenden bedene geçerek azap
görmeye devam ederler; nihayet deve gibi iri bir bedende hayat sürdükten sonra
iğne deliğinden geçebilecek küçüklükteki bir canlının bedenine girerler ve o
zaman bütün günahlarından arınmış olarak cennete kavuşur, mutluluğa uiaşırlar.
Ancak, tenasüh bâtıl bir inanç olduğu gibi bu görüş de temelsizdir (XIV,
76-77).
Kur'an dilinde semâ kelimesi
bilinen anlamı yanında, yüksek âlemlerin tamamını kapsayacak bir genişlikte de
kullanılır. Bu âlemlerin türlü mertebeleri olup melekler, sâlih (iyi ve
faydalı) ruhlar orada bulunur; vahiy semadan gelir. Arz âlemine fışkıran
cismanî ve ruhanî hayır ve bereketlerin, musibet ve serlerin kaynağı o
âlemlerdedir[72]. "Onlara göğün
kapılan açılmayacak" cümlesi,bütün ilâhî ve saf hayırlardan mahrumiyeti
dile getiren kapsamlı bir ifadedir[73]
41-42.
Allah'ın âyetlerini yalanlayan, kibirlilik taslayıp bu âyetleri kabul etmemekte
direnen, ilâhî rahmet ve inayetten mahrum kalacak ve asla cennete giremeyecek
olan o mücrim ve zalimlerin varıp kalacakları yerin cehennem olduğu İfade
buyurulduktan sonra 42. âyette de iman edip hayırlı işler yapanların
"cennet ehli" olduğu ve orada ebedî kalacakları belirtilmektedir. Bu
arada, herkesin ancak gücünün yettiği kadarıyla mükellef tutulduğu belirtilerek
bir bakıma, müminlerin, istemelerine rağmen yapamadıkları hayırlı faaliyetler
sebebiyle ümitsizliğe düşmelerine gerek olmadığına, insanın cennet ehlinden
olabilmesi için yapabileceği kadarını yapmasının yeterli olduğuna işaret
edilmiştir. [74]
43. Allah
cennet ehlinin ruhlarını her türlü kötü duygulardan, bilhassa toplumsal sevgi
ve kardeşliğin en büyük engellerinden olan kin ve öfkeden arındıracaktır. Bu
sebeple cennet bir "barış ve esenlik yurdu"[75]olacak;
orada bulunanların ayaklarının altından cennet ırmakları akacak; onlar,
ruhlarını arındıran, kendilerini cennetin güzelliklerine kabul buyuran Allah'a
şükürlerini "Bizi bu nimete kavuşturan Allah'a hamdolsun! Allah bize bahşetmeseydi
biz kendiliğimizden elde edemezdik" diyerek dile getireceklerdir. Bu
ruhanî annmışlık ve cennet nimetleri kuşkusuz Allah'ın liitftıdur. Fakat o
lütfa ancak iman ve hayırlı işlerle liyakat kazanıldığı için Allah'a hamdeden
cennet ehline "İşte size cennet. Yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık o
size kaldı" diye ses-lenilecektir. [76]
44. Cennet ehli
cehennem ehline, "Biz rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk; siz de
rabbinizin size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?" diye seslenir.
"Evet!" derler. Ve aralarından bir çağrıcı, "Allah'ın laneti
zalimlerin üzerine olsun!" diye bağırır. 45. Onlar, Allah yolundan
alıkoyan ve onu eğip bükmek isteyenlerdir; onlar âhireti de inkâr edenlerdir.
46. İki taraf arasında bir perde ve A'râf üzerinde de herkesi simalarından
tanıyan adamlar vardır ki bunlar, henüz cennete girmedikleri halde (girmeyi)
uman cennet ehline, "Selâm size!" diye seslenirler. 47. Gözleri
cehennem ehli tarafına döndürülünce de, "Ey rabbimiz! Bizi zalimler
topluluğu ile beraber bulundurma!" derler.
44-45.
Yukarıdaki âyetlerde inkâr ve isyanda direnenlerin "cehennem ehli",
inananların da "cennet ehli" oldukları, her iki zümrenin
yaptıklarının karşılığını âhirette bulacakları bildirildikten sonra 44 ve 50.
âyetlerde iki zümre arasında, mahiyetini bilemeyeceğimiz bîr iletişimden
bahsedilmekte, bu suretle âhiretle ilgili vaad ve tehditlerin gerçekliği,
farklı bir anlatımla bir defa daha vurgulanmaktadır.
Her ne kadar bütün
inkarcılar cehenneme atılacaksa da, burada insanları Allah yolundan alıkoyma
ve bu dosdoğru yolu eğri büğrü göstermeye kalkışma suçunun özellikle
zikredilmesi, ayrıca bunu yapanların "zalimler" diye nitelendirilmesi
oldukça önemlidir. Bu bilgiler bize, ilâhî dine, onun öğretilerine, kutsal değerlerine,
kurumlarına ve bağlılarına karşı kin ve
düşmanlık besleyen; duruma göre yalan, iftira, hakaret, hile, tehdit, fiziksel
şiddet ve baskı gibi haksız ve zalimce yöntemlere başvurarak insanların İslâm'ı
ve onun ilkelerini benimsemelerine engel olan; bedenî, ilmî, malî, sosyal ve
siyasî gücünü hak dine karşı kullanıp onunla İlgili şüpheler uyandırmaya, onu
zaafa düşürmeye, zararlı göstermeye kalkışan "zalimler"in, lanete
uğramayı yani Allah'ın rahmet ve inayetinden büsbütün mahrum kalmayı
gerektiren bir suç işlediklerini göstermektedir. [78]
46-47. Hicab
sözlükte "perde" demek olup burada cennetle cehennem veya cennet
ehliyle cehennem ehli arasındaki bir engeli İfade eder. Fahreddin er-Râzî,
hicabın "Ve hemen aralarına kapısı da olan bir duvar çekilir..."[79] mealindeki
âyette geçen "sur" anlamını ifade ettiğini belirtmiştir (XIV, 86).
Sözlükte "Yüksek mekân, her şeyin en yüksek noktası" anlamındaki
a'râf ise cennetle cehennem arasındaki bir yerin adıdır. Tefsirlerde cennet ve
cehennemin yerleri, birbirine uzaklıktan, cennettekİlerle cehennemdekilerin
birbirlerine seslerini nasıl duyurdukları, cennetle cehennem arasındaki
"sur" ile "perde" ve "a'râf'in mahiyeti, a'râftakilerin
kimler olduğu hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de âhi-ret
meselelerini akıl ve tecrübeye dayanarak açıklayıp çözümlemek mümkün olmadığı
için bu konularda sadece nassın verdiği bilgilerle yetinip bunların gerçek olduğuna
iman etmek, hakikat ve mahiyetinin ne olduğunu ise Allah'ın ilmine havale
etmek en uygun tutumdur. Mümin için önemli olan, âhiretin hak olduğu, orada
mutlak, kesin ve en adaletli bir şekilde herkesin yargılanacağı, sonuçta
iyilerin cennetle ödüllendirileceği, kötülerin cehennemle cezalandırılacağıdır.
Âyetteki bilgilere
göre â'râfta bulunacak olanların bir kısmı, iyileri de kötüleri de
simalarından tanıyacak kadar yetkinlik sahibi kimselerdir. Bunlar, ya dereceleri
nispeten düşük olduğu veya üstün dereceli olmakla birlikte, herkesin gözetlenip
teşhis edilebileceği ar'âf denilen yüksek yerde bir süre bekleyerek İyileri ve
kötüleri birbirinden ayırmakla görevlendirildikleri için orada bekleyecekler;
cennet ehline esenlik dileyecek, başlarını cehennem ehline çevirince de
kendilerini onlarla birlikte bulundurmaması için Allah'a niyaz edeceklerdir. [80]
48-49.
Dünyanın bütün azgın ve despotları, toplayıp biriktirdikleri servetlerinin ve
emri altına aldıkları adamlarının çokluğundan cesaret alır; bu iki gücün
verdiği cüretle hem gerçeği kabul etmeyi kendilerine yediremez hem de insanları
küçük görür, kibir ve azamet duygusunun esiri olurlar; bu yüzden yoksul ve kimsesiz
olan inançlı ve dürüst insanların, Allah'ın rahmet ve sevgisini kazanacak düzeyde
değer taşıyacaklarına da inanmazlar. A'raftaki o güzide topluluk, bu gafillerin
ebedî hayatlarını mahveden büyük yanılgılarını kendilerine hatırlatırken, onların
küçümsediği müminlere de cenneti ve oradaki mutlu hayatı müjdelerler. [81]
50-51.
Cehennem ehli, belki bir ümitsizlik içinde, belki de A'râf ehlinin cennete
girdiğini görünce ümide kapılarak, yaşadıkları açlık ve susuzluğu yatıştırmak
için cennet ehlinden su ve nzık (yiyecek) isterler; fakat Allah'ın, kâfirleri
bu isteklerden mahrum kıldığı cevabını alırlar. Fahreddin er-Râzî'nin ifade
ettiği gibi (XIV, 93), bu cevap, inkarcılar için tam bir yıkım olacaktır. Çünkü
onlar dinlerini oyun ve alay konusu yapmışlar; dünyanın geçici zevklerine
aldanarak âhirette bütün bunların başlarına geleceğini unutmuşlar; kendilerini
uyaran âyetleri de inkâr etmişlerdir. Fakat Allah da onları unutmuş, yani
cehenneme terkedip bütün isteklerini, feryatlarını cevapsız bırakmıştır. [82]
52. Allah
inkarcıları habersiz cezalandıracak değildir; aksine insanları dünya hayatında
bilgilendiren, başlarına gelecekleri ayrıntılarıyla bildirmek suretiyle on-lan
aydınlatan, bu özellikleriyle inananlar zümresi için bir kurtuluş ve rahmet vesilesi
olan bir kitap indirmiştir. Âyetteki "alâ ilmin" kaydı bu kitabın
ilâhî ilme dayandığını, bu sebeple onda yer alan ayrıntılı bilgilerin,
haberlerin yanlışlık ihtimali taşımaktan uzak olduğunu vurgular. Âyette
Allah'ın inkarcıları cezalandırmadan önce, gönderdiği bir kitapla onları
başlarına gelecekler hususunda ayrıntılı bîr şekilde bilgilendirmesi, bilginin
bir yükümlülük ve sorumluluk şartı olduğunu gösterir. Nitekim bu husustaki
bilgisizliğin geçerli bir delil ve dolayısıyla mazeret olduğuna başka bir
yerde işaret edilmiştir[83]
53. Te'vil,
"bir bilgi veya olayın açıklanması, yorumlanması" anlamına gelir. Bir
bilginin açıklığa kavuşturulması, daha açık seçik ve ayrıntılı başka bilgilerle
olabileceği gibi o bilginin içerdiği olay veya olayların fiilen vuku bulması
suretiyle de olabilir. Bu bağlamda te'vil, "Allah'ın kitabında bildirilen
âhirete dair haberlerin gerçekleşmesi ve bu suretle açık seçik
anlaşılması" mânasına gelir. Buna göre âyetin mânası şöyledir:
Kendilerine bu kadar kesin ve ayrıntılı bilgiler veren bir kitap getirilmiş
olmasına rağmen o inkarcılar, bu kitabı tasdik edip gereğini yerine getirmek
için illâ da, onun âhirette vuku bulacağını bildirdiği mükâfat veya cezaların,
tehlike ve tehditlerin gerçekleşmesini mi bekliyorlar? Fakat o kitabın te'vil
gününde, yani İçerdiği haberlerin gerçekleşeceği kıyamet gününde iş işten
geçecek ve yaşarken kitabı unutup terkedenler o zaman çaresiz bir halde,
"Doğrusu rabbimizin elçileri gerçeği getirmiştir. Keşke bizim
şefaatçilerimiz olsa da bize şefaat etseler veya (dünyaya) geri döndürülsek de
yapmış olduğumuz amelleri başka türlü yapsak!" diye çirpınacaklar; fakat
ne bu umutları ne de dünyaya geri döndürülüp yapmadıklarını telâfi etme
istekleri yerine getirilecektir. Onlar gerçekten kendilerine yazık etmişler,
uydurdukları sözde kurtarıcılarından da eser kalmamıştır. [84]
54. Şüphesiz ki
rabbinîz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden; geceyi,
durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızlan
emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, halk da emir de
yalnız ona aittir. Âlemlerin rabbi olan Allah yüceler yücesidir. 55. Rabbinize
yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. 56.
Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a, korkuyla ve
ümitle dua edin. Muhakkak kî iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır.
57. Rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O'dur. Nihayet o
rüzgârlar ağır bir bulut yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada
suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte Ölüleri de böyle
çıkaracağız. Herhalde bundan ibret alırsınız. 58. Güzel memleketin bitkisi
rabbinin izniyle (güzel) çıkar; kötü olandan ise faydasız üründen başka bir şey
çıkmaz. İşte biz, şükreden bir kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz. [85]
54. Kur'ân-ı
Kerîm'de Allah'ın fiilleri için kullanılan yevm (gün) kavramını yirmi dört
saatlik zaman süresi şeklinde anlamamak gerekir. Nitekim başka âyetlerde O'nun
fiilleri hakkında yevm kelimesi "an" mânasında kullanıldığı gibi[86],
Allah'ın katındaki bir günün insanların hesaplarına göre 1000 yıl tuttuğu da
ifade edilmiştir[87]. Her ne kadar âyetteki
"altı gün"ü, dünya günüyle altı gün diye anlayanlar olmuşsa da,
gökler ve yer yaratılmadan önce günden söz edilemeyeceği için, bilhassa bazı
çağdaş tefsirlerde -kâinatın yaratılışıyla ilgili yeni teoriler dikkate
alınarak- bu altı günü, her birinin ne kadar süre devam ettiğini ancak Allah'ın
bildiği "altı devir" diye anlamanın daha münasip olduğu belirtilir.
Esasen an, nokta gibi boyutsuz bir zamandır; aynı şekilde sonsuzluk da boyutsuzdur.
Böylece sonsuz varlık için an da sonsuzluk da birdir. Buna göre sonlu ve
sınırlı varlıklar için düşünebildiğimiz boyutlu ve sınırlı zaman dilimlerini
Allah ve O'nun fiilleri hakkında düşünmemiz mümkün değildir. Bu sebeple
yaratıcı-yaratılan ilişkisinin söz konusu olduğu konumlarda zaman kavramlarını
daima yaratılan açısından dikkate almak gerekir.
Fahreddin er-Râzî,
Allah'ın gökleri ve yeri altı günde yarattığını bildiren ifadelerden özetle şu
sonuçlan çıkarmıştır:
a) Evrenin
altıdan daha az veya daha çok zaman diliminde yaratılması aklen mümkün olduğuna
göre, onun bu zaman dilimi içinde yaratılmasını tercih eden özgür bir
belirleyici vardır ki o Allah'tır. Evrendeki bütün varlıkların var oluşlarını,
diğer nitelik ve işlevlerini belirleyen de aynı güçtür.
b) Allah
Teâlâ her ne kadar eşyanın tamamını bir defada yaratmaya kadirsede, bu takdirde
bütünüyle oluşun tesadüfen vuku bulduğu düşünülebilirdi. Halbuki eşyanın,
maslahat ve hikmete uygun olarak peş peşe ve birbiriyle ilişki halinde yaratılması
ezelî, hikmetli, kudretli ve merhametli yaratıcının yaratma fiiline daha güçlü
bir şekilde delâlet eder.
c) Âyetteki
"gökler ve yer" ifadesi, onlardaki öteki varlıkları da kapsar. Nitekim
başka âyetlerde bu hususa işaret edilmiştir[88].
d) Her ne
kadar başka bîr âyette "Ve bizim buyruğumuz tektir, göz açıp kapayıncaya
kadar olup biter" (Kamer 54/50) buyurulmuşsa da bu, evrenin altı de-virlik
bir yaratılış sürecinden geçtiği ifadesine ters düşmez. Çünkü bu âyetteki bir
tek kelimelik buyruk, tek tek varlıkların oluş veya yok oluşuyla ilgilidir;
ayrıca bu, emrin mutlaka gerçekleşeceğine de işaret eden bir ifade tarzıdır.
e) Âyette
düşünen kimseler için şöyle bir uyan vardır: "Şüphesiz ki rabbiniz,
gökleri ve yeri altı günde yaratan ... Allah'tır." Yani sizi terbiye eden,
bedenen ve zihnen geliştiren, sizi iyilik ve faydalara ulaştıran, kötülüklerden
koruyan O'dur; O'nun güç ve bilgisinin, hikmet ve rahmetinin mükemmelliği bu
muazzam eşyayı yaratacak, o eşyaya her türlü fayda ve iyilikleri yerleştirecek
kadar üstündür. Buna rağmen insan nasıl olur da O'nu bırakıp da sıradan
varlıklardan İyilikler bekler ve mutluluğu başkasına yönelerek aramaya
kalkışır!
Sözlükte istiva
"bir konuda iki şeyin birbirine eşit olması", "alâ"
bağlacıyla kullanıldığında ise "karar kılmak, yükselmek, yüksek olmak,
yüksek bir yere kurulmak" gibi anlamlara gelir. Arş'm sözlük anlamı
"tavan"dır. Bu anlamdan hareketle bir zeminden, mekândan veya
makamdan daha üstte, daha yukarıda olan mekân veya makama arş denilmiştir.
Ancak istiva kelimesi istiare veya temsil yoluyla "üstün bir konumda
hükmedip yönetme"; arş ise yine aynı yolla "en üstün yönetim ve
hükümdarlık mevkii" anlamında kullanılır. Buna göre "İstevâ
ale'l-arş"ın anlamı "Arşa yükselip kuruldu" demekse de, bütün
müfesstrler bunu fiziksel ve cİsmanî mânada anlamamak gerektiğinde irtifak
etmişlerdir. Bununla birlikte, Selef denilen İlk dönem âlimleri, genel tefsir
metotlarının gereği olarak, âyetin verdiği bilgiye tartışmasız inanıp te'vil
ve yoruma gitmemek, asıl anlamını Allah'a havale etmek gerektiğini savunurlar.
Nitekim İmam Mâlik'e "arşa istivâ"nın ne anlama geldiği sorulduğunda
"İstiva malûm, keyfiyeti meçhul, buna inanmak zorunlu , soru sormak da
bid'attır" dediği rivayet olunur[89].
Ancak, sonraki müfessirler, müslümanlar arasında antropomorfik (cismanî ve
insan benzeri) bir tanrı anlayışının yaygınlaşmasından kaygı duydukları için "arşa
istivâ"yı "Allah'ın, bütün mevcudattan üstün ve aşkın bir hâkim-i
mutlak olarak evrene ve evrendeki her şeye hükmetmesi; evreni ve onda bulunanları
en üstün, en mükemmel bir şekilde düzenleyip yönetmesi; bilgisi, İradesi ve
gücüyle bütün varlık ve olayları kuşatması" gibi anlamlarda
yorumlamışlardır[90].
Âyetin devamında
Allah'ın arşa istivasının yani yücelerden yüce olup bütün evreni hüküm ve tasarrufunda
bulundurduğunun kozmolojik bir kanıtı olmak üzere, açık bir İfadeyle
(bi'1-ibâre) "O'nun geceyi, durmadan kendisim kovalayan gündüze bürüyüp
örttüğü", işaret yoluyla da (bi'1-işâre) gündüzü gecenin üzerine örttüğü;
keza güneşi, ayı ve yıldızlan buyruğuna boyun eğdirdiği belirtilmektedir.
Böylece dünyanın dönüşüyle gece ve gündüzün birbirini izlemesinin; güneş, ay ve
yıldızlardaki oluşma ve değişmelerin, bunlarla ilgili "tabiat
kanunları" denilen yasaların -determinist teorilerde ileri sürüldüğünün
aksine- tabiatın Özünden kaynaklanmadığı; aksine Allah'ın kusursuz bilgi,
irade, kudret ve hikmetinin eserleri olduğu ortaya konmaktadır. Çünkü
"halk da emir de yalnız O'na aittir." Bazı eski tefsirlerde âyetin bu
cümlesi dikkate alınarak, evrendeki bütün varlık ve olaylar "halk
âlemi" ve "emir âlemi" diye ikiye ayrılır. Cismanî varlıklarla
bunlar arasındaki fiziksel ilişkiler halk âlemi, melekler ve ruhlar gibi
manevî varlıklarla bunların ilişkileri de emir âlemi içinde değerlendirilir.
İslâm düşüncesinde bunların il-kİne "şehâdet âlemi", ikincisine
"melekût âlemi" de denmektedir. Ancak buradaki "halk ve
emir"i her İki âleme de genelleştirmek daha isabetli olur. Buna göre,
maddesiyle manasıyla her şeyi var eden de O'dur, buyuran da O'dur; yaratma ve
yönetme O'na aittir; varlık O'nun halkı, varlığın kanunları O'nun emridir;
madde ve mâna, beden ve ruh, mülkiyet ve tasarruf hep O'nun eseri ve
düzenlemesi olup O'nun eksiksiz ilmi, hür iradesi ve sınırsız kudretiyle varlık
ve işlerlik kazanmaktadır. Esasen âyetin başındaki rab ismi bütün bunları
içerecek kadar mâna zenginliği taşıdığından daha sonraki bilgiler bu ismin
açıklamalarından ibarettir. Ayetin sonundaki "Âlemlerin rabbi olan Allah
yüceler yücesidir!" mealindeki ilâhî beyan da bunu göstermektedir.
Tebâreke fiilinin aslı
olan bereket hem "devamlılık ve süreklilik" hem de "en üstün ve
en güzel eserler vücuda getirme" anlamına gelir. Buna göre âyetin son
cümlesi, Allah'ın yücelik ve ululuğu yanında, evrenin yaratıcısı, sahip ve mâliki
olduğunu; bundan önce geçen "lehü'1-halk" ifadesi Allah'ın evrendeki
hayır ve bereketlerle dolu olan nizamın kurucusu, "lehü'1-emr"
ifadesi de yine O'nun bütün bunların yöneticisi olduğunu; bu arada insanı da
O'nun yaratıp yükümlü kıldığını, dolayısıyla Allah'ın buyruğunun her şeyin
üstünde tutulması gerektiğini belirtir. Özellikle âyetin başında yer alan
"rabbiniz ..." şeklindeki hitapla Allah'ın bütün evren içinde yalnız
insanı muhatap almaya değer görmesi; ayrıca, "ela" ün-lemiyle
âyetteki hikmetlere insanların dikkatinin çekilmesi, donatıldığı özel nitelikleriyle
insanoğlunun evrendeki seçkinliğine delâlet eder. [91]
55-56.
Yukarıda bir tek âyette Kur'an'rn ulûhiyyet öğretisi veciz bir şekilde
verildikten sonra bu iki âyette, tam yeri gelmişken, İnsanlara çok önemli iki
hatırlatma yapılıyor: a) 55. âyette insanlardan, rablerine yakanr bir tarzda,
gizli gizli veya alçak sesle dua etmeleri İstenmekte; Allah'ın, aşırı gidip
buyruğundan çıkanları, bu cümleden olmak üzere duada yakarış ve gizlilik
sınırını aşanları sevmediği bildirilmekte; bu suretle, hadiste "ibadetin
özü" diye nitelenen (Tirmizî, "Du'â", 1) dua münasebetiyle
insanın rabbİ İle ilişkisine bir disiplin getirilmektedir. Nitekim bazı
müfessirler buradaki "Dua ediniz" buyruğunu "İbadet ediniz"
şeklinde açıklamışlardır[92]. b)
56. âyette ise, Allah arzı yani dünyayı veya ülkeyi ıslah etmiş, düzene
koymuşken, insanların orada fesat çıkarıp düzeni bozmaları yasaklanmakta;
böylece insanın ta-bü ve beşerî çevresiyle ilişkisi düzenlenmektedir. Râzî
âyetin bu bölümünü özetle şöyle açıklar: Dünyadaki hiçbir düzenli şeyi
bozmayın. Öldürme, yaralama, gasp ve hırsızlık gibi İnsana verilen zararlar;
inkâr ve bid'atlarla dine verilen zararlar; zina, livata, zina iftirası gibi
insan onuruna, namusuna ve aileye verilen zararlar; sarhoş edici şeylerle akla
verilen zararlar bu yasağın kapsamına girer. Çünkü dünya hayatında insanlara
ait beş temel hak ve menfaat konusu vardır: Can, mal, nesep, din ve akıl.
"Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!" buyruğu bütün bu hak ve menfaatlerle
bunların kapsamına giren diğer şeylerin korunmasını öngörür. Zira Allah
yeryüzünü ıslah ettiğini, düzene soktuğunu belirten ifade, Allah tarafından
dünyaya bütün yaratılmışların menfaatlerini en uygun biçimde karşılayacak
düzenlerin verildiğini bildirir. Öte yandan yüce Allah, peygamberler göndermek,
kitaplar indirmek ve hüküm ve yasalar koymak suretiyle de dünyayı ıslah etmiş
olup bu âyette, bir bakıma, insanlara "Peygamberleri yalanlamaya,
kitapları inkâr etmeye, yasalara karşı gelmeye kalkışmayın!" denilmiştir.
Zira bu isyanlar dünyada kanıklıklar çıkmasına, düzenin bozulmasına yol açar
(XIV, 133).
İnsanın çevresiyle
sağlıktı ilişkiler kurup fesattan korunması iyi bir kullukla mümkün olacağı
için âyetin sonunda tekrar dua konusuna dönülerek hem korku hem de ümit
duygularıyla dua edilmesi istenmiş; nihayet "Muhakkak ki iyilik edenlere
Allah'ın rahmeti çok yakındır" buyurulmuştur. Buradaki "iyilik
edenler" (muhsinîn) kelimesi hem Allah'a kulluk ve dua ödevini hem de her
türlü bozgunculuktan uzak durma, dünyanın düzenini yaşatma, kısaca iyi kul ve
iyi insan, iyi komşu, iyi ana-baba, iyi vatandaş... olma yükümlülüklerini
yerine getirenleri kapsar. [93]
57. Her biri
bir hârika olan, fakat devamlı tekerrür etmesi sebebiyle alıştığımız ve bu
yüzden dikkatten kaçırdığımız tabiat olaylarının arkasındaki yüce kudretin
tanıtılmasına devam edilmektedir. Bu arada âyetin sonuna, Allah'ın ölü topraktan
böyle canlı bitkiler çıkarması gibi kıyamet gününde ölüleri de kabirlerden
diriltip çıkaracağı şeklinde bir bilginin eklenmesi özellikle ilgi çekicidir.
Buna göre tabiattaki sürekli canlanma ve yenilenme bir yandan onu canlandıran
Allah'ın varlığına ve hükümranlığına, bir yandan da öldükten sonra yeniden
dirilmenin mümkün olduğuna delâlet etmektedir.
Âyetin sonunda bütün
bu bilgilerin, İnsanlar ibret alsınlar, düşünüp kendilerine gelsinler diye
verildiğine işaret buyurulmuştur. Çünkü Kur'an bir tabiat bilgisi veya
astronomi kitabı değildir; onun temel gayesi İnsana rehber olmak; onu, akıl ve
bilgi dünyasını sağlıklı temeller üzerine kurmaya, böylece itikadı ve amelî hayatını
her türlü sapmalardan korumaya yönlendirmektir. Bu bakımdan Kur'an'da verilen
çeşitli konulara dair bilgilerin, düzenlemelerin, uyarıların asıl hedefi, insanlığın,
Allah tarafından kendisine lâyık görülen seçkin konumuna ulaşacağı biçimde
eğitilmesi ve geliştirilmesidir. [94]
58. Kötü ve elverişsiz bir toprağın, bir yörenin
faydasız bitkiler vermesine karşılık iyi ve elverişli bir yörenin faydalı
bitkiler vermesi de O'nun izni ve irade-siyledir. Müfessirler çoğunlukla bu
âyetten şöyle bir mâna çıkarırlar: Akıllı, kavrayışlı ve erdemli bîr insan
verimli toprak gibi; ahmak ve erdemsiz İnsan da verimsiz toprak gibidir.
Müminin kalbi faydalı ürünler veren bereketli araziye, kâfirin yahut münafığın
kalbi zararlı bitkiler çıkaran değersiz araziye benzer[95].
Bazı Ehl-i sünnet
müfessirlerinin, bu âyeti yorumlarken, herkesin iyi veya kötü, mutlu veya
bedbaht olacağının Allah tarafından önceden takdir edildiğini, şu halde kötü
arazi gibi kötü nefislerin de iyileştirilmesinin mümkün olmadığını ileri
sürerek gerek dinî gerekse ahlâkî bakımdan tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir
görüşü benimsemeleri[96] yadırganacak
bir durumdur. Oysa âyetin şöyle bir uyan maksadı taşıdığı açıktır: "Güzel
ürünler veren bereketli topraklar gibi olun; faydasız bitkiler çıkaran işe
yaramaz topraklar gibi ol-mayın." Nitekim hem 57. hem de 58. âyetlerin son
cümleleri de bu yorumu desteklemektedir. Yani Allah insanlardan, bu hususları
dikkate alarak düşünüp taşınmalarını, gerçeği görmelerini ve nihayet müminler
olarak şükretmelerini istemektedir. Eğer söz konusu müfessirlerin belirtilen
kötümser yorumlan isabetli olsaydı, Allah'ın kullarından bunları istemesinin
anlamı kalmazdı. [97]
59. Andolsun ki Nuh'u
elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin;
sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, üzerinize gelecek büyük bir
günün azabından korkuyorum." 60. Kavminden ileri gelenler, "Biz seni
gerçekten apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz!" dediler. 61. Nuh şöyle
cevap verdi: "Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben
âlemlerin rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. 62, Size rabbhnin
vahyetiklerini duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi
Allah'tan (gelen vahiy ile) biliyorum, 63. Sakınıp da rahmete nail olmanız
ümidiyle, içinizden sizleri uyaracak bir adam vasıtasıyla size bir zikir
(kitap) gelmesine şaşırdınız mı?" 64. Onu yalanladılar. Biz de onu ve
onunla beraber gemide bulunanları kurtardık; âyetlerimizi yalanlayanları da
suda boğduk! Çünkü onlar kör bir kavim idiler.
[98]
59. Sûrenin
başlarında Hz. Âdem hakkında bilgi verilmişti. 59-93. âyetler-deyse Hz. Nûh ile
daha sonraki bazı peygamberlerin kendi toplumlarıyla ilişkileri ve dinlerini
tebliğ çabaları özetlenmekte; ardından değerlendirme mahiyetinde bazı
açıklamalar yapıldıktan sonra 103-156. âyetlerde Hz. Musa'nın tebliğ faaliyetleri,
kendi kavmiyle ilişkileri, Firavun ve yandaşlarına karşı verdiği mücadeleye
geniş olarak yer verilmekte; daha sonra yine İsrâiloğulian'nın dinî, ahlâkî ve
sosyal hayatlarıyla ilgili karakteristik özellikleri anlatılmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de
geçmiş peygamberler hakkında bilgiler verilirken olayla-nn -tarihî bakımdan
önem taşısa biledinî çerçeve dışındaki ayrıntılarına girilmediği, esas
itibariyle bu olayların ibret alınacak yönlerinin öne çıkarıldığı görülmektedir.
Bu suretle Hz. Muhammed'İn davetine muhatap olan kişilerin ve toplumla-nn eski
yanlışları tekrar etmemeleri istenmiş; aksi halde Allah'ın, inkarcılık ve kötülüklerde
direnen eski inkarcı topluluklara verdiği cezaların, belâ ve musibetlerin
benzerlerini İslâm'a karşı direnip düşmanlık gösterenlere de er geç dünyada
veya âhirette vereceği uyarısında bulunulmuştur.
Âyetin ilk cümlesinde
Nuh'un "resul" yani kendisine kitap indirilmiş bir peygamber olduğu
belirtilmekte[99]; Hz. Nuh'un burada
aktarılan ifadesinin ilk cümlesinde onun kavmini Allah'a ibadet etmeye
çağırdığı, ikinci cümlesinde bu ibadetin gerekçesi olarak Allah'tan başka ilâh
bulunmadığım, yani tevhid akidesini tebliğ ettiği, son cümlesinde de inkarcıları
"büyük bir günün azabı" ile tehdit ederek âhiretin gerçek olduğuna
işaret ettiği bildirilmektedir. Bu son cümledeki "azap" ile Nuh
tufanının kastedildiği de düşünülebilir. [100]
60.
Kur'an'da eski kavimlerden söz edilirken bunların, daha çok zenginler ve
soylulardan oluşan reis ve eşraf kesimini ifade etmek üzere sık sık mele'
kelimesi kullanılır. Nûh kavminin ileri gelenleri de onu yukarıdaki dört
konuda (risâlet, ibadet, tevhid, âhiret) yanlışa sapmakla suçladılar[101]
61-63. Bir
peygamber için en zor iş, peygamberliğini kabul ettirmektir. Nitekim birçok
âyette tenkitlerin sıklıkla peygamberlik kurumuna yöneltildiği ve peygamberlerin
yalancılıkla suçlandığı bildirilmiş; onların gerçek peygamber olduğuna ilişkin
aklî ve mucizevî delillerden söz edilmiş; buna rağmen yalanlamakta direnenler
eleştirilerek felâketlere uğradıkları, âhirette de azaba çarptırılacakları haber
verilmiştir. Hz. Nûh da kendisini yalan söylemek ve doğru yoldan sapmakla suçlayanlara
karşı, derin bir samimiyetle kendisinin asla bir yalancı ve yoldan sapmış
olmadığını, bir resul sıfatıyla onlara Allah'ın buyruk ve yasaklarını duyurduğunu,
öğütler verdiğini, bilgisinin' Allah'tan geldiğini ifade etmiştir,
"Bİr şeyi yerine
ulaştırma" anlamına gelen tebliğ, İstiare yoluyla "bilinmesi istenen
bir konuyu ilgilisine duyurma" mânasında da kullanılır; dinî terminolojide
özellikle "bir peygamberin Allah'tan gelen buyruk ve yasaklan ümmetine
bildirmesi" anlamına gelir. Nasihat ise "bir kimsenin, muhatabını
kendi faydasına veya zaranna olan hususlarda iyi niyetle uyarması"
mânasında kullanılır[102].
Hz, Nuh'un, "Ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiy ile) bîliyorum"
şeklindeki sözü, peygamberin Allah'tan gelen vahiy sayesinde tebliğ ve
nasihat etmeye lâyık
ve ehil bulunduğunu, tebliğ ve nasihatinin kusursuz olduğunu gösterir.
Nuh'un 63. âyetteki
sözüyle dört şeye işaret edilmektedir: a) Öncelikle ona Allah'tan bir kitap
gelmiştir; şu halde o bir resuldür ve "içlerinden biri"dir, yani
yakından tanıdıkları ve dürüst bildikleri bir insandır, b) Amacı insanları
uyarmaktır, c) Uyarının gayesi takvadır, ilâhî buyruklara uyup yasaklardan
sakınmaktır, d) Takvanın götüreceği sonuç ise Allah'ın rahmetine mazhar
olmaktır. Âyette böylesine yüksek amaçlar taşıyan bir peygamberin tebliğini
"şaşkınhk"la karşılamanın anlamsızlığı vurgulanmaktadır. [103]
64. Hz.
Nuh'un risâlet görevini eksiksiz yerine getirmesine ve içten çabalarına
rağmen, kavminin büyük çoğunluğu onu yalancılıkla suçlamakta direndiler ve
bunun dünyadaki cezasını büyük tufanda helak edilerek gördüler[104]
65. Âd kavmine de
kardeşleri Hûd'u (gönderdik). O dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin;
sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak misini/. 66. Kavminden
ileri gelen kâfirler, "Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde
görüyoruz ve gerçekten senin yalancılardan olduğunu düşünüyoruz." 67.
"Ey kavmim!" dedi, "Ben beyinsiz değilim; fakat ben, âlemlerin
rabbinin gönderdiği bir elçiyim." 68. "Size rabbimin vahyettiklerini
duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm." 69. "Sizi
uyarmak için, içinizden bir adam vasıtasıyla rabbînizden size bir zikir (kitap)
gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra onların yerine
getirdi ve yaratılışta sizi onlardan güçlü kıldı. O halde Allah'ın nimetlerini
hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz." 70. Dediler ki: "Sen bize tek
Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarım bırakmamız için mi
geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azabı) getir bize!"
71. Hûd şöyle cevap verdi: "Üzerinize rabbiniz tarafından bir öfke ve bir
kirlilik inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin
ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz?
Bekleyin öyleyse! Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!" 72.
Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalan
sayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik. [105]
65-69. Âd,
muhtemelen Yemen'in Uman ile Hadramut arasındaki Ahkaf denilen geniş çöl
bölgesinde yaşamış eski ve önemli bir Arap toplumudur[106] .
İsmini, Hz. Nuh'un oğlu Sâm'ın üçüncü kuşaktan torunu Âd'dan aldığı söylenir.
Bu kavim, İslâm'ın zuhurundan asırlarca önce ortadan kalkmakla birlikte
Araplar arasında bazı hatıraları anlatılmaktaydı.
Hûd aleyhisselâm ise
bir görüşe göre Âd'ın soyundan, başka bir görüşe göre Âd'ın dedesi Sâm'ın
diğer bir oğlunun soyundandır. İslâm kaynaklarında çoğunlukla şeceresi Nûh
oğlu Sâm oğlu İrem oğlu Avs (Us) oğlu, Âd oğlu Halud (veya Haris) oğlu Rebâh
(Reyâh) oğlu Abdullah oğlu Hûd şeklinde Hz. Nuh'a bağlanır. Kabrinin
Hadramût'ta, Kabe'nin civarında, Şam'da, Filistin'de bulunduğu yolunda değişik
rivayetler vardır. Bİr rivayete göre Hz. Hûd, kavminin cezalandırılması
üzerine Yemen'deki Şilır bölgesine göç etmiş, iki yıl sonra vefat etmiş ve
Hadramut'taki Berehût vadisine defnedilmiştir. Burada ona atfedilen kabir
önemli bir ziyaret merkezidir.
Hz. Nûh hakkındaki
âyetlerde yer alan diyalog ve tartışmaların benzeri, hemen hemen aynı
ifadelerle bu âyetlerde de geçmektedir. Burada ilgili peygamberlerin sözleri
aynen aktarılmış olabileceği gibi, sözler değişik olmakla birlikte, öz ve anlam
İtibariyle konulan birbirinden farklı olmadığı için benzer ifadelere döküldüğü
de düşünülebilir.
Hz. Hûd kavmini ikna
etmeye çalışırken Allah'ın onlara olan lütuflanndan bilhassa ikisini
hatırlatmaktadır: a) Allah'ın Nuh'tan sonra onları "halifeler" kılması,
b) Onları sağlam yapılı ve güçlü yaratması. Bunlardan ilki, Ad kavminin tufandan
sonra ilk teşkilâtlanan ve yeryüzünü İmar faaliyetlerine girişen nesil olduğunu;
ikincisi de Nûh soyundan gelen öteki kabilelere göre daha iri yapılı insanlardan
oluştuğunu gösterir. Ancak "Allah yaratılışta sizi onlardan üstün
kıldı" mealindeki cümleden, bu toplumun bireyleri arasında geniş bir
sevgi ve dayanışma bulunduğu anlamının çıkarılabileceği de düşünülmüştür[107].
Peygamberleri onlara, bu nimetlerin asıl sahibinin Allah olduğunu hatırlatarak
buna göre davranmaları gerektiğini, kurtuluşlarının buna bağlı olduğunu
bildirmiştir. [108]
70-72. Fakat
onlar bu uyarıyı dikkate alarak Allah'a şükran borçlarını eda etmeleri
gerekirken, aksine davranarak kendilerini yalnız Allah'a kulluk etmeye,
atalarının taptığı uydurma tanrıları bırakmaya çağırdığı için Hûd'u eleştirip
kınadılar; üstelik, nasıl olsa imkânsız olduğunu düşünerek ondan, doğruluğunu
kanıtlaması için kendilerini tehdit ettiği azabı veya felâketi başlarına
getirmesini isteyip akıllarınca kendisini güç durumda bırakmaya kalkıştılar.
Âd halkı bu tutumlarıyla
inkarcılıktan asla dönmeyeceklerini ortaya koymuşlardı. Bu sebeple peygamber,
onların içinde bulunduğu durumu "Üzerinize rabbi-niz tarafından bir öfke
ve bir kirlilik inmiştir (takdir edilmiş, gerçekleştirilmiştir)" şeklinde
özetlemiş; kendisi beklediği gibi onların da başlarına gelecek acı akıbeti
beklemelerini istemiştir. Sözlükte "kir, pislik" anlamına gelen rics
kelimesine mecazi olarak "azap" mânası verilmişse de, buradaki en
uygun anlamı "ruh kirliliği, bâtıl inançlar ve çirkin fıiller"dir[109];
gazab ise -Allah'a isnat edildiğinde- O'nun "inkarcı ve isyancıları
rahmetinden uzaklaştırıp alçaltması ve cezalandırması" anlamına gelir.
Ricsi Allah'ın inkarcılara öfkesi, gazabı ise onlara vereceği azap şeklinde
yorumlayanlar da vardır[110]. Yüce
Allah iyilere yani Hûd ve onunla birlikte inananlara rahmetiyle muamele edip
onları kurtarırken, peygamberi yalancılıkla suçlayıp iman etmemekte direnenlere
gazabıyla muamele edip büyük bir kasırga neticesinde toptan yok olmalarını sağladı.
Hz. Hûd, muhtemelen kavminin kesinlikle iman etmeyeceğini anlayınca diğer
müminlerle birlikte uzak bir yere hicret ederek bu kasırgadan kurtulmuştu.
Kabrinin Hadramut'ta bulunduğunu bildiren rivayet de bunu desteklemektedir[111]
73. Semûd'a da
kardeşleri Salih'i (gönderdik). Onlara, "Ey kavmim" dedi,
"Allah'a kulluk edin; sizin Ondan başka tanrınız yoktur. Size rabbiniz-den
açık bir deli) gelmiştir. O da, size bir mucize olarak Allah'ın şu devesidir.
Onu bırakın, Allah'ın arzında otlasın. Ona kötülük etmeyin; sonra sizi elem
verici bir azap yakalar." 74. "Düşünün ki Allah Âd kavminden sonra
yerlerine sizi getirdi ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. O'nun düzlüklerinde
saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler kuruyorsunuz. Artık Allah'ın
nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesadcılar olarak karışıklık
çıkarmayın," 75. Kavminin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar,
içlerinden zayıf görülenlerin inanan kesime dediler ki: "Siz Salih'in,
rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?" Onlar da,
"Şüphesiz biz onunla ne gÖnderilmişse ona inanırız" dediler. 76.
Büyüklük taslayanlar ise "Biz de sizin inandığınızı inkâr ediyoruz"
diye karşılık verdiler. 77. Derken, o dişi deveyi ayaklanın keserek öldürdüler,
böylece rablerinin emrinden dışarı çıktılar ve "Ey Salih! Eğer sen gerçekten
peygamberlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir!" dediler.78.
Bunun üzerine onları o dehşetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında yere serildiler.
79. Salih o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Andolsun
ki ben size rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim; fakat
siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz." [112]
73-74.
Semûd, Hz. Salih'in peygamber olarak gönderildiği eski bir Arap toplumunun
adıdır. Nuh'un oğlu Sâm'ın soyundan gelmiştir. Dedeleri Senıûd'un adıyla
anflırlar. Suriye ile Hicaz arasında bulunan Hicr'de yaşamışlardır. Kur'an'da
Ashâbü'1-Hicr diye de anılır[113].
Arap kaynaklı olmayan bazı vesikalarda da bu isimde bir kavmin varlığından ve
yaşadıkları bölgeden söz edilmektedir[114].Bunlar,
Vâdilkurâ'dakayaları oyarak evler (Fecr 89/9), düz arazide de saraylar yapan
bir Arap toplumu idi.
Salih peygamberin
şeceresi İslâm kaynaklarında Nuh oğlu Sâm oğlu İrem oğlu Âmir (Âbir) oğlu,
Semûd oğlu Hâzİr oğlu Ubeyd oğlu Mâşih (Mâsih) oğlu Esif (Âsif) oğlu Ubeyd oğlu
Salih şeklinde Hz. Nuh'a bağlanır. Kavminin helak edilmesi üzerine Salih ve ona
inanan topluluğun Mekke'ye göç ettikleri rivayet edilir.
Salih'in davetinin
özünü de Allah'a kulluk edip O'ndan başkasını tanrı tanımama ilkesi
oluşturuyordu. Zamanla tevhid inancından sapmış olan Semûd kavmi, kendilerini
yeniden hidayete kavuşturması için gönderilen Salih'i yalancılıkla suçlayarak
aksini kanıtlaması için mucize göstermesini istediler[115].
Salih de "Size rabbinİzden açık bir delil gelmiştir. O da size bir mucize
olarak Allah'ın şu devesidir" dedi. Kur'ân-ı Kerîm'de fazla bilgi
bulunmayan bu mucize hakkında tefsirlerde ayrıntılı bilgi veren uzun rivayetler
kaydedilirse de[116] Kur'ân-ı Kerîm'e, sahih hadislere ve güvenilir
vesikalara dayanmayan bu rivayetlerin doğruluğu şüphelidir. Hz. Salih, çok özel
bir yaratık olduğu anlaşılan bu deveye ilişmemeleri, kötülük etmemeleri hususunda
kavmini uyarmış; ayrıca Allah'ın kendilerine lütfettiği bazı nimetleri sıralayarak
bunları hatırda tutmalarını ve ülkede karışıklık çıkarmamalarını, zihinleri
bulandırmamalannı istemiştir. [117]
75-79.
Kur'an'da yeri geldikçe eski toplumların, gurur ve kibre kapılarak hak dini
kabul etmemekte direnip büyüklük taslayan zorbaları hakkında müstekbir;
bunların zayıf ve âciz gördüğü, baskı altına alıp yönlendirmek İstedikleri
kitle hakkında da müsted'af deyimleri kullanılır. İşte zorbalar kesimi,
Salih'e inananlar arasındaki yoksul ve kimsesiz müminleri inançları dolayısıyla
kınamış; onların inandığı şeyleri kendilerinin reddettiklerini açıkça bildirmişlerdir.
Sonunda kibir ve inatları yüzünden basireti bağlananlar, verdikleri sözü
çiğneyerek deveyi kestiler. Bu, onların asla yola gelmeyeceklerinin açık bir
ifadesiydi. Bu sebeple şiddetli bir depremle eski inkarcı kavimlerin akıbetine
mâruz kaldılar. Fahreddin er-Râ-zî, 79. âyetteki sözleri, inkarcıların helak
olması üzerine Salih peygamberin üzüntüsünden dolayı söylemiş olabileceğini
belirtir (XIV, 167).
Hz. Peygamber Tebük Gazvesi sırasında askerleriyle birlikte Semûd
kalıntılarının bulunduğu Hicr'e gelmiş, askerler Semûd halkının içtiği
kuyulardan su içmişler, ardından hamur yoğurup ekmek yapmışlar, yemek
hazırlamışlar; fakat Re-sûltıllah yemeği dökmelerini, ekmekleri develere
yedirmelerini emretmiş, sonra ontan konakladıkları yerden kaldırarak devenin su
içtiği kuyunun başına götürmüş; önceki davranışının sebebini açıklarken de,
"Onların yaşadığı felâketin sizin de başınıza gelmesinden
kaygılandım" buyurmuştur[118] .
Başka bir rivayette Resûlullah'ın yine Hicr'de bulunduğu bir sırada Hicr halkının
başına gelenlerden duyduğu üzüntüyü dile getiren ve yanındakileri, bu olaydan
ibret alıp ders çıkarmaya teşvik eden sözler söylediği belirtilmektedir[119] .
80. Lût'u da
(peygamber gönderdik). Kavmine dedi ki: "Sizden önceki milletlerden hiçbirinin
yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz!" 81. "Çünkü siz, kadınları bırakıp
da cinsel tatmin için erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın bir
milletsiniz." 82. Kavminin cevabı, "Onları (Lût ve arkadaşlarını)
memleketinizden çıkarın! Çünkü onlar fazla temizlik taslayan insanlar!" demelerinden
başka bir şey olmadı. 83. Biz de onu ve karısı dışındaki aile fertlerini
kurtardık. Karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi. 84. Ve üzerlerine
dehşetli bir yağmur (taş) yağdırdık. İşte gör günahkârların sonunun ne oldu. [120]
80-81. Lût
aleyhisselâm, Hz. İbrahim'in kardeşi Haran'ın oğludur. îslâmî kaynaklarda soy
kütüğü Tarah oğlu Haran oğlu Lût şeklinde geçmektedir. İbrahim ile birlikte
Irak'tan ayrılmış; Tevrat'ta bildirildiğine göre Ölüdeniz kıyısındaki So-dom ve
Gomore'de (Ammûre) peygamber olarak görevlendirilmiştir. Buralarda oturan halk,
inkarcılık yanında, livâtayı da meşru hale getirmişlerdi. Hz. Lût, erkeğin
erkeğe yaklaşması (homoseksüellik) şeklindeki bu fuhuş çeşidini, daha önce
hiçbir millette görülmemiş ölçüde yaygınlaştırmaları sebebiyle onları
eleştirdi; kendisinin güvenilir bir peygamber olduğunu, Allah'tan korkup
davetine icabet etmeleri, hallerini düzeltmeleri gerektiğini söyledi[121] ve
bu yaptıktan sebebiyle onları "müsrifler" şeklinde niteledi.
"Mâkul ve meşrii ölçüleri aşan" anlamına gelen müsrif kelimesinin
burada cinsel sapıklığı ifade ettiği anlaşılmaktadır.
Bugün elde bulunan
Tevrat'ta Hz. Lût'a kızlarının şarap içirerek sarhoş ettikleri ve onunla zina
ettikleri ve ondan gebe kaldıkları şeklindeki iddia[122],
peygamber bir yana, sıradan insanlara bile yakıştınlamayacak son derece çirkin
bir iftiradan ibarettir.
Kitap ve Sünnet'te
zinanın cezası belirlenmekle beraber, sapıklık ve çirkinlik sayılarak
yasaklanan eşcinselliğin cezası tayin edilmemiş; bu yüzden müslü-man âlimler bu
suçun cezası hakkında taşlama (recm), yakma, üstüne duvar yıkma, yüksek bir
yerden atmak suretiyle öldürme gibi farklı idam usulleri önermişlerdir. İmam
Ebû Hanîfe ve diğer bazı âlimler ise ta'zîri (hâkimin uygun göreceği öldürme
dışındaki bir cezayı) yeterli bulmuşlardır[123]
82.
Sapıklığa müptelâ olmuş bu kavim, Lût'un uyanlarını dikkate almak şöyle
dursun, peygamberi kendisine İnananlarla birlikte ülkelerinden kovmaya kalkıştılar;
kendilerinin işlediği fuhuştan uzak olmalarını buna gerekçe gösterdiler veya
"Çünkü onlar fazla temizlik taslayan insanlar!" diye akıllarınca
onlarla alay ettiler[124]
83-84.
Lût'un karısı geride kalıp kurtulma imkânını kaybetti. Çünkü o da inkarcılardandı[125] .
Beki de o, Sodom halkındandı ve bu yüzden Lût'un ailesiyle birlikte buradan
ayrılmak istememişti. Lût ve ailesi diğer inananlarla birlikte ülkeden
ayrıldıktan sonra geride kalanlar başlarına taş yağdırılmak suretiyle helak
edildiler[126]
85. Medyen'e
kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin;
sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Size rabbinizden açık bir delil gelmiştir.
Artık ölçüyü tartıyı tam yapın, insanların mallarının değerini düşürmeyin,
düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlar beniz
bunlar sizin için daha hayırlıdır." 86. "Tehdit ederek, inananları
Allah yolundan alıkoyarak ve onu eğip bükmek maksadıyla her yolun başında
oturmayın. Düşünün ki, siz az sayıdaydınız, sonra O sizi çoğalttı.
Bozguncuların sonunun nasıl olduğunu da düşünün!" 87. "Eğer içinizden
bir grup bana gönderilene inanmış, bir grup da inanmamışsa, artık Allah
aranızda hükmünü verinceye kadar sabredin! O, hükmedenlerin en iyisi-dir."
88. Kavminden büyüklük taslayan önderler kesimi şöyle dediler: "Ey Şuayb!
Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden kesinlikle çıkaracağız veya
mutlaka dinimize döneceksiniz!" Şuayb dedi ki: "İstemesek de
mi?" 89. "Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin
dininize dönersek Allah hakkında yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah
dilemedikçe sizin dininize dönmemiz bizim için olacak şey değildir! Rabbimizin
ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a dayanırız. Ey rabbimiz!
Kavmimizle bizim aramızda adaletli hükmünü ver. Sen hüküm verenlerin en
hayırlısısın." 90. Kavminin inkarcı ileri gelenleri, '*Eğer Şuayb'a
uyarsanız o takdirde siz mutlaka hüsrana uğrarsınız!" dediler. 91. Nihayet
o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında yere serildiler. 92.
Şuayb'ı yalanlayanlar sanki orada hiç yurt tutmamış gibi oldular. Böylece asıl
hüsrana uğrayanlar, Şuayb'ı yalanlayanlar oldu. 93. Şuayb onlardan ayrıldı ve
(bu arada) '*Ey kavmim!" dedi, "Ben size rabbimizin gönderdiği
gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl
acırını!" [127]
85-87. Medyen,
Mısır ile Filistin arasında, Sînâ yarımadasının kuzeyindeki bölgenin adıdır.
Hz. Şuayb döneminde buralarda Araplar'ın Emur (Amorite) koluna mensup
kabileler oturuyordu.
İslâmî kaynaklarda
Medyen'le ilgili daha farklı bilgiler de verilmektedir. Bir görüşe göre
Medyen'in, Hz. İbrahim'in oğlunun ismi olduğu, zamanla onun soyundan
gelenlerin de bu isimle anıldığı söylenir. Akabe körfezinin doğu kıyısındaki
Maan yakınlarında bulunan eski bir şehir bu adı taşımaktaydı[128]. İbn
Kesîr'e göre Medyen halkı "Eyke halkı" diye de anılırdı. Bunlar
ağaçlara taptıkları için gür ağaçları ifade etmek üzere kullanılan Eyke
ismiyle anılmışlardır (III, 443; VI, 168).
Medyen halkı Şuayb
aleyhisselâm döneminde Mısır krallarına bağlıydı. Araplar'la yakın ilişkileri
neticesinde zamanla Araplaşmalardır[129].
Aynı soydan gelen Şuayb'm şeceresi İslâm kaynaklarında İbrahim oğlu Medyen
oğlu Yeşcur oğlu Mîkâil oğlu Şuayb şeklinde verilir. Şeceresi hakkında farklı
bilgiler de vardır[130].
Tevrat'ta ismi, Çıkış, 2/18'de Re-uel; Çıkış, 3/1'de Midyan kâhini Yetro;
Sayılar 10/18'de Reuel oğlu Hobab gibi farklı şekillerde verilmektedir.
Tefsirlerde anlatıldığına göre Hz. Mûsâ Mısır'dan çıktıktan sonra Medyen'e
gelmiş, Hz. Şuayb ile tanışarak on yıl kadar onun işinde çalışmış; sonunda
Şuayb Musa'yı kızıyla evlendirmiştir.
Şuayb da Nuh'un
davetini tekrarlayarak Medyen halkını Allah'a kulluk etmeye ve O'ndan başka
tanrı tanımamaya çağırmış; ayrıca onlara, âyette mahiyeti hakkında bilgi
verilmeyen bir "beyyine" (mucize veya belge) göstermiştir.
Medyen'in,
inkarcılıkları yanında, başta gelen toplumsal hastalıkları ticaret ahlâkının
bozulması ve din hürriyetinin ortadan kalkmasıydı. Bu yüzden peygamberleri
onları bundan menetti; ölçü ve tartıda adaletli olmaya; insanların haklarını
nicelik veya nitelik olarak eksiltmeden, zarar vermeden ödemeye; ülkenin düzenini
bozup halkın huzurunu kaçırmaktan, gerçeği arayan insanların yollarını keserek
onları tehdit etmekten, Allah yolunda gitmelerini engellemekten ve içlerinde
kuşku uyandırmaktan vazgeçmeye çağırdı. Bu son ifadelerden anlaşıldığına göre
Medyen'in inkarcı insanları, Hz. Şuayb ile görüşüp onun mesajım öğrenmek üzere
huzuruna gelmek isteyen insanların yollarını kesiyor, onları tehdit ediyor,
içlerine kuşku salıyor, peygamberle görüşmelerini engelliyorlardı.
Fahreddin er-Râzî'ye
göre 85. âyetteki Allah'a ibadet buyruğu ile peygamberin getirdiği
"beyyine"yi ifade eden kısım "Allah'ın emrine saygı"
(et-ta'zîm li-emrillâh) ilkesinin; ardından gelen üç buyruk da "Allah'ın
yarattıklarına şefkat" (eş-şefkatü alâ halkıllâh) ilkesinin kapsamına
girer (XIV, 174). Ölçü ve tartıda dürüstlük buyruğu müşterinin haklarım,
"insanların mallarının değerini düşürmeyin" buyruğu da satıcının
haklarım korumayı hedefler[131].
Aynı âyetin sonunda, insanların bu buyruklara uymalarının bizatihi kendi
iyiliklerine olduğu da belirtilmek suretiyle gerek iman, gerekse ahlâk
kurallarının insanların yine kendilerine dünya ve âhiret saadeti
kazandıracağına işaret edilmiş; buna mukabil 86. âyetin sonunda da inkarcılık
ve haksız davranıştanyla din ve dünya düzenini bozanların uğradıkları kötü
akıbet hatırlatılmıştır. 87. âyette ise Şuayb'ın davetine İnananlardan da
inanmayanlardan da bir süre sabredip beklemeleri istenmekte; hüküm verenlerin
en iyisi olan yüce Allah'ın, mutlak adaletiyle kimin haklı olduğunu ortaya
çıkaracağı bildirilmektedir. [132]
88-89.
Millet kelimesi "din" anlamına gelir. Müşrikler Şuayb ve ona inananları,
kendi dinlerine dönmemeleri halinde ülkelerinden süreceklerini kesin bir dille
açıklayarak tehdit ettiler. Hz. Şuayb'ın "Biz İstemesek de mi?"
şeklindeki İfadesi, hiç kimsenin inancını değiştirmeye zorlanamayacağım,
inancında ısrar ettiği için yurdundan da sürülemeyeceğini göstermesi bakımından
özellikle ilgi çekicidir.
İnkarcı zorbaların
"... dinimize döneceksiniz!" şeklindeki tehdİtkâr sözleriyle Hz.
Şuayb'ın, "Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek..."
şeklindeki ifadesi, ilk bakışta Şuayb'ın daha önce onların dinine bağlı olduğu
gibi bir kanaat doğuruyorsa da; bütün müfessirler âyetten böyle anlamın çıkarılmaması
gerektiğini ısrarla vurgulamışlardır. Zira İslâm inancına göre peygamberlerin
hepsi, peygamber olmadan önce de şirk ve küfürden korunmuşlardı. Buna göre
Şuayb, kendi adına değil, ihtida etmiş olan arkadaşları adına böyle konuşmuş
olabilir. Söz konusu ifadeler yukarıdaki temel inanç çerçevesinde, daha başka
şekillerde de açddanmıştır[133].
89. âyetin son cümleleri, zorbalıklarını insanların vicdanları üzerinde baskı
kurmaya kadar götüren zalimler karşısında iyilerin Allah'a güven ve bağlılıklarını,
sebatkâr ve yürekli tavırlarını sergilemesi bakımından anlamlı ve yol gösterici
ifadelerdir. [134]
90-93.
Medyen'in inkarcı ve baskıcı eşraf takımı, halkı Şuayb'a inanmamaları
hususunda uyarıp tehdit ederken, asıl kendileri hak ettikleri büyük felâkete uğramışlar;
bu dünyada Öyle bir topluluk yaşamamış gibi yok olup gitmişlerdir. Şuayb, daha
önce onlan dalâletten kurtarmak ve böyle bir akıbete mânız kalmalarını önlemek
için elinden gelen her şeyi yaptığından, artık onlara acımanın da yersiz
olduğunu düşünmüştür.
Buraya kadarki
âyetlerde eski peygamberlerden beşinin, kendi toplumlarıyla ilişkileri,
davetlerinin mahiyeti, bu davet karşısında İnanan ve inanmayanların tutumları,
özellikle inkâr etmekle yetinmeyip inananlar üzerinde baskı kuran ve toplumda
türlü kötülüklerin yayılmasına öncülük edenlerin bu yüzden uğradıkları büyük
felâketler bir tarihî bilgi vermekten ziyade ders verme üslubuyla veciz bîr şekilde
özetlenmiştir. Aşağıda ise bütün bu toplumların uğradığı felâketlerin, zorlukların
insanları ıslah etmeye yönelik amaçlar taşıdığı bildirilmektedir. [135]
94. Biz hangi ülkeye
bir peygamber gönderdiysek mutlaka ora halkını, Allah'a yönelip yalvarsın
yakarsınlar diye dert ve sıkıntıya uğratmışızdır. 95. Sonra kötülüğü değiştirip
yerine iyilik getirdik. Nihayet çoğaldılar ve "Atalarımız da böyle
sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı" dediler. Biz de onları, kendileri
farkında olmadan ansızın yakaladık. 96.0 ülkelerin insanları inansalar ve günahtan
sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları
açardık. Fakat yalanladılar; biz de ettikleri yüzünden onlan yakala-yıverdik.
97. Yoksa o ülkenin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın
gemleyeceğinden emin mi idiler? 98. Veya o ülke halkının güpegündüz eğlenirlerken
kendilerine azabımızın gemleyeceği konusunda güvenceleri mi vardı? 99. Allah'ın
ansızın gelen azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan
başkası Allah'ın azabından emin olamaz. 100. (Eski) sahiplerinden sonra
yeryüzüne vâris olanlara hâlâ şu gerçek belli olmadı mı: Biz dileseydik onlan
da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık. Biz onların kalplerini
mühürleriz de onlar (gerçekleri) işitemezler. 101. İşte o ülkeler! Onların haberlerinden
bir kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun ki peygamberleri onlara apaçık deliller
getirmişti. Fakat onlar önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek
değillerdi. İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler. 102. Onların
çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulamadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu
yoldan çıkmış bulduk. [136]
94-95.
"Dert" diye çevirdiğimiz be'sâ' kelimesi tefsirlerde "bedensel
hastalıklar"; "sıkıntı" diye çevirdiğimiz darrâ' ise
"geçim sıkıntısı, yoksulluk" şeklinde açıklanır. Kur'ân-ı Kerîm'de
karye kelimesi çoğunlukla kendilerine peygamber gönderilen bir toplumun
yaşadığı küçük veya büyük yerleşim birimini yahut ülkeyi ifade eder ve söz
konusu toplumun yerleşik bir hayat yaşadığını gösterir.
Sûrenin 59. âyetten
buraya kadar geçen kısmındaNûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb peygamberlerin
kavimleriyle ilişkileri, mücadeleleri, tebliğ sırasında karşılaştıkları
güçlükler ve peygambere karşı koyarak inkâr ve isyanda direnenlerin uğradıkları
felâketlerin ibrete şayan kesitleri kısa fakat etkili ifadelerle özetlendikten
sonra burada da, bir bakıma bu anlatılanların birer örnek olduğuna işaretle,
esasen her devirde, kendilerine peygamberler gönderilen bütün ülkelerin
toplumlarının, inkâr ve isyandan vazgeçerek Allah'a yönelmelerini sağlamak
üzere hastalık veya yoksulluk gibi bazı sıkıntılara mânız bırakıldığı; daha
sonra kötülüğün yani hastalık ve yoksulluğun yerine iyilik (sağlık ve bolluk)
verildiği, böylece onların Allah'ı tanıyıp O'na şükretmeleri için imkân ve
fırsatlar yaratıldığı bildirilmektedir.
Kuşkusuz bu imkân ve
fırsatlardan yararlananlar bulunmuşsa da, bu âyetlerin asıl maksadı Hz.
Muhammed'in risâletine karşı direnen müşrik ve münkirler olduğu için, özellikle
onları alâkadar eden tutum ve davranışlar üzerinde durularak bir bakıma şöyle
denilmektedir: Daha önce sizin gibi inkâr edip kötülük işleyenlerin, hastalık
ve yoksulluk gibi sıkıntılarla İmtihan edildiklerinde, bundan Allah'ın
kendilerini cezalandırdığı anlamını çıkararak tövbe etmeleri; yahut sıkıntıdan
kurtulup sağlık ve bolluğa kavuştuklarında Allah'ın lütfü sayesinde bu durumdan
kurtulduklarını düşünerek O'na şükretmeleri gerekirdi. Halbuki onlar
"Hastalık ve yokluk, sağlık ve zenginlik gibi haller, bizim gibi geçmişte
atalarımızın da başına gelen, zamana bağlı, zamanın ortaya çıkardığı normal
olaylardır" diyerek İnkarcılıkta ısrar ettiler; Allah da onları hiç
ummadıkları bir zamanda ve ortamda ansızın yakalayıp belâlarını verdi. Eğer
sizler aklınızı kullanıp basiretli davranmaz, meşakkatlerin veya nimetlerin
temelindeki anlamlan ve hikmetleri gerektiği şekilde kavramaz, gerekli dersi
alarak iyiliklerin de kötülüklerin de kendisinden geldiği Allah'a yönelmez,
sapıklık ve kötülüklerinizden vazgeçmezseniz o eski inkarcılar gibi sizin de
bir şekilde cezalandırılacağınızı unutmayınız. Çünkü inançsızlık ve
isyankârlığın sonu hüsrandır, yıkımdır. [137]
96. O eski
kavimler, peygamberlerinin davetini ve Allah'ın türlü ikazlarım yeterince
değerlendirip iman etseler ve kötülüklerden sakmsalardı yüce Allah "elbette
onların üzerine gökten ve yerden nice bereket kapıları" açacaktı. Şu halde
iman ve takvanın sonu berekettir, bolluktur; mutluluk ve esenliktir.
Bazı tefsirlerde
"gökten gelen bereketler" yağmur, "yerden gelen bereket" de
ziraî mahsuller ve hayvansal ürünlerdeki bolluk diye açıklanmışsa da buradaki
"bereketlerin her türlü maddî ve manevî hayırları kapsadığını düşünmek
âyetin maksadına daha uygun düşer[138] .
Zemahşerî âyetteki
"açma" anlamına gelen feth kavramının "kolaylaştırma"
mânasında da kullanıldığım belirtmektedir. Buna göre söz konusu ifade "...
Onlar için bütün İyilik ve güzellikleri elde etme yollanın
kolaylaştırırdık" anlamına gelir (11,77). [139]
97-99.
Müfessirler genellikle ehlü'1-kurâ ifadesini "geçmiş milletler" diye
anlamışlarsa da; bunun, başta Mekkeliler olmak üzere bütün yerleşim
birimlerinin İnsanlarını kapsadığını düşünmek Kur'ân-ı Kerîm'in maksadına daha
uygun düşer (Elmalılı, m, 2220). Hatta göçebe İnsanları da bunun içinde
düşünmek gerekir. Böylece söz konusu âyetler bütün İnsanlar için bir uyan
anlamı taşımaktadır. Buna göre Allah, inkarcı ve isyankân vaktini haber
vererek cezalandırmaz. Nitekim sözlükte "hile, tuzak" anlamına gelen
mekr kelimesi, Allah'a nispet edildiğinde "O'nun günahkârlara mühlet
vermesi ve onlan farkında olmadan, beklenmedik bir anda cezalandırması"
veya bu şekilde "ansızın gelen ceza" mânasında kullanılır. Yukarıdaki
âyetlerde bu şekilde cezaya uğrayıp yok olan, yurtlan harabeye dönen, tarihe
kansan eski toplumlardan birkaç örnek verildi. Bu durum karşısında, fıtrat-lanndaki
akıl, fikir ve ibret alma yeteneklerini kullanmayıp hüsranı hak eden, kendilerine
kötülük eden İnkarcılar, sadece onlar, böyle bir ceza kaygısı ve beklentisi
içinde olmadan, temelsiz bir güvenlik duygusuyla her türlü kötülüğü rahatlıkla
işlerler. Bu âyetlerde açıkça belirtilmemekte birlikte, ifadenin gelişinden
anlaşıldığına göre, müminler ise, inkârcılann aksine, yüce Allah'ın rahmeti
gibi azabının da hak olduğuna inandıkları için, daima O'nun gazabına ve azabına
uğrama endişesi içinde yaşarlar. Kur'ân-ı Kerîm'deki takva, havf, haşyet,
rehbet, hazer gibi kelimelerle dile getirilen bu endişe, sarsılmaz imanın
ruhlarda meydana getirdiği olumlu, yapıcı, insanı her türlü kötülüklerden
alıkoyup iyilikler yapmaya sevkeden kaygı ve korku şeklindeki yüksek dinî ve
ahlâkî duyguyu ifade eder. İyi mümin ve iyi insan gibi iyi ümmet ve iyi toplum
da ancak bu yüce duygunun vicdanlara hâkim olmasıyla gerçekleşir. [140]
100-102.
"Arz"dan maksat, yukanda kıssalan anlatılan kavimlerin yaşadığı
topraklar; "yeryüzüne vâris olanlar" ise Kur'an'ın indiği dönemde o
topraklarda eski kavimlerin yerlerine yerleşip yurt kuran Arap topluluklandır,
bunların başında da Kur'an'ın ilk muhatabı olan' Mekkeliler geliyordu.
Önceki âyetlerde,
geçmişteki beş peygamberin (Nûh, Hûd, Salih, Lût, Şuayb) kavimlerinin
kıssalanndan örnekler verilerek, bu peygamberlerin getirdikleri açık seçik
mesajlara, belgelere veya mucizelere (beyyinât) rağmen, inkarcılıkta direnen
eski toplumlann mâruz kaldıklan felâketler anlatılmıştı. Bu âyetlerde ise İslâm
davetine muhatap olanlann, bu olup bitenlerden ders almalan istenmektedir.
100. âyette Hz. Peygamberin muhataplan iki tehlike karşısında uyanlmaktadır:
Onlar eğer iman etmezlerse ya herhangi bir yıkımla yok olup gidecekler veya –hayatta
kalsalar bile- küfürde ısrar ve inat etmeleri yüzünden Allah onların kalplerini
mü-hürleyecektir[141].
Burada iki defa geçen "kalplerin mühürlenmesi" Kur'an üslûbunda
genellikle, İnkâr ve kötülükte direnen insanların, zamanla akıllarım kullanma
ve sağlıklı düşünme yeteneklerini kaybetmeleri, giderek artan bir taassupla
sapık inanç ve yaşayışa şartlanmaları şeklindeki zihin ve ruh halini ifade
eder. Genel planda evrendeki bütün oluşlar Allah'ın kuşatıcı iradesiyle gerçekleştiği
İçin bu şartlanma "Allah'ın kalpleri mühürlemesi" şeklinde ifade
edilmiştir. Nitekim 101. âyetteki "Fakat onlar önceden yalanladıkları
gerçeklere iman edecek değillerdi" şeklinde çevrilen bölüm de insanın daha
önce inkâr ettiği şeyleri kabul etmesinin veya inanıp benimsediği şeyleri terk
ve reddetmesinin güçlüğüne işaret etmektedir.
Müfessirler, 102.
âyetteki and kelimesini çoğunlukla "Allah'ın Hz. Âdem'in sulbüne, soyuna
ve dolayısıyla bütün insanların fıtratına bahşettiği hakkı ve hakikati bulma,
kabul etme meyli, her insanın yaratılışının en başında potansiyel olarak sahip
kılındığı iman ve İyilik istidadı" anlamında açıklamışlardır. Kur'an'da,
insanın böyle bir olumlu eğilim ve istidadı varlığının özünde saklayarak
dünyaya gelmesi, onun Allah'a karşı olan bir tür ahdi ve borcu, buna karşılık
mükellef bir insan haline geldikten sonra fıtrat dinini tanımayarak bâtıl
inançlara, çirkin davranışlara sapması da "Allah'ın ahdini bozma"
şeklinde dile getirilir. [142]
103. Sonra onların
ardından Musa'yı mucizelerimizle Firavun ve çevresine gönderdik; onlar ise
mucizeleri inkâr ettiler; ama gör işte fesatçıların sonu ne oldu! 104. Mûsâ
dedi ki: "Ey Firavun! Ben âlemlerin rabbi tarafından gönderilmiş bir
elçiyim." 105. "Allah hakkında gerçek olandan başkasını söylememek
benim üzerime borçtur. Size rabbinizden açık bir delil getirdim. Artık
İsrâiloğulları'nı benimle birlikte serbest bırak." 106. O da şöyle dedi:
"Eğer bir mucize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüj orsan onu göster bakalım."
107. Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı. Bir de baktılar ki apaçık bir yılan!
108. Ve elini (cebinden) çıkardı. Bir de ne görsünler, o da bembeyaz oluvermiş!
109. Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: "Bu gerçekten çok
bilgili bir sihirbazdır;" 110. "Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor, ne
buyurursunuz?" 111. Dediler ki: "Onu da kardeşini de beklet;
şehirlere toplayıcılar (memurlar) yolla;" 112. "Bütün bilgili
sihirbazları sana getirsinler." 113. Sihirbazlar Firavun'a geldiler;
"Eğer üstün gelen biz olursak bize muhakkak bir mükâfat olmalıdır"
dediler. 114. O da "Tamam; ayrıca sizler mutlaka yakınlarımdan
olacaksınız" dedi. [143]
103. Bu
sûrenin 59. âyetinden 102. âyetine kadar olan bölümünde, daha önce yaşamış ve
risâleti sona ermiş bulunan bazı eski peygamberler ve onların tebliğlerinde yer
alan başlıca esaslar hakkında bilgiler verildikten sonra 103. âyetle, Kur'ân-ı
Kerîm'in inzali sırasında varlığını sürdüren İsrâiloğuüan'nm dinî tarihine
dair bilgilere geçilmektedir. 156. âyete kadar devam eden bu bilgilerden sonra
Hz. Muhammed'in risâletinin kesinliğini vurgulayan iki âyetin ardından
İsrâİlo-ğulları hakkındaki açıklamalar sürdürülecektir.
Eski Mısır dilinde
"büyük ev" anlamındaki per'ao (veya per'aâ) kelimesinden gelen
fir'avn (firavun) kelimesinin İbrânîce veya Süryânîce'den Arapça'ya geçtiği
sanılmaktadır. Kelime, milâttan önce 1370'lerde "kral" anlamında
kullanılmaya başlanmıştır. Eski Mısır inancında firavun hem kral hem de
tanrının oğlu ve dolayısıyla tanrı sayılıyordu.
Eski Ahid'de firavun
kelimesi otuz dokuz yerde yalın bir unvan olarak, iki yerde de Kral Neko ve
Kral Hofra'nın isimleriyle birlikte geçmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de yetmiş dört
defa tekrarlanan firavun kelimesi sadece Hz. Mûsâ dönemindeki Mısır kralını
ifade etmekle birlikte, asıl ismi verilmemektedir. Yahudi kaynaklarında,
İsrâiloğulları'na zulmeden firavunlar olarak I. Seti, onun oğlu II. Ramses ve
II. Ramses'in oğlu Menephtah'ın isimleri anılır. İslâmî kaynaklara göre ise
firavun Amelika krallarının unvanıdır. Bunlardan Reyyan b. Velîd, Hz. Yû-suFun
dinini kabul etmiş; fakat onun yerine geçen Kabus b. Mus'ab ve daha sonra
gelen Ebü'l-Abbas b. Velîd inkarcılığa sapmışlardır. Özellikle sonuncusu Hz.
Musa'nın mücadele ettiği kral olup firavunların en zalimi idi[144] .
Âyette, yukarıda
kıssaları anlatılan peygamberlerden sonra, onların temel Öğretilerini İhya
etmek üzere, mucizelerle desteklenmiş olarak Hz. Musa'nın gönderildiği; fakat
Firavun ve çevresindeki vezirler, kâhinler, kumandanlar, danışmanlar vb. ileri
gelenlerin, eski dönemlerdeki benzerleri gibi küfürde direndikleri bildirilmektedir.
Buradaki "zalemû" (zulmettiler) kelimesi çoğunlukla "Musa'nın
gösterdiği mucizeleri inkâr ettiler" mânasında açıklanmaktadır. Nitekim
Lokman sûresinin 13, âyetinde "Çünkü O'na ortak koşmak kesinlikle çok
büyük bir haksızlıktır" buyurulmuş; diğer birçok âyette de zulüm kelimesi
küfür veya şirk mânasında kullanılmıştır. Bununla birlikte âyet, "Firavun
ve önde gelen adamları, halkın Musa'ya ve onun peygamberliğini kanıtlayan
delillere inanmalarını engelleyerek onlara kötülük ettiler" anlamında da
yorumlanmıştır[145].
Âyetin sonunda Firavun ve adamlarının "fesatçılar" şeklinde
nitelenmesi de bu yorumu destekler mahiyettedir. Ancak âyette inkarcılığın,
hem bireylerin ruhlarını ve amelî hayatlarını hem de toplumsal düzeni ve değerler
dünyasını fesada uğratan en büyük bozgunculuk olduğuna işaret edildiği de
düşünülebilir. [146]
104-105. Hz.
Mûsâ, "Ben âlemlerin rabbi tarafından görevlendirilmiş bir el-Çiyim"
demekle hem risâletle görevlendirilmiş olduğunu ilân etmiş hem de -yüce Allah
âlemlerin rabbi olduğuna göre- Firavun'un tanrılık iddiasının geçersiz sayılması
gerektiğini İma etmiş oluyordu. Ayrıca o, bütün peygamberler gibi kendisinin
de ilk görevinin Allah hakkında gerçeği söylemek olduğunu; bildireceklerinin
kuru birer iddia olmayıp bu hususta açık bir "hüccef'e yani aklî kanıtlara
veya mucizelere dayandığım açıkladı[147] .
Hz. YûsuFun Mısır'da
bir üst düzey görevde bulunduğu sırada İsrail adıyla da bilinen Hz. Ya'kub ve
on bir oğlu da Mısır'a göçmüşler; uzun süre itibarlı bir topluluk olarak
yaşamışlardı. Ancak Mısır'da yönetimin el değiştirmesi üzerine, İsrâiloğullan,
giderek çoğalmaları yanında, geniş topraklara sahip olmaları ve savaşlar
sırasında Mısırlılar'ı arkadan vurmaları ihtimalinin bulunması gibi siyasî ve
ekonomik sebeplerle tehlikeli görülmeye başlayıp İtibar kaybına uğradılar ve zamanla
parya konumuna düşürülerek geri ve ağır İşlerde İstihdam edilir oldular. Erkek
çocuklarının öldürülmesi kararı da nüfus artışının önlenmesi amacına yönelikti[148].
İşte aynı soydan bir peygamber olan Hz. Mûsâ, Tevrat'ta bildirildiğine göre[149] 400
yılı aşkın bir zamandır Mısır'da yaşayan kavmini bu alçaltıcı durumlardan
kurtarmak İçin, Allah'ın buyruğu uyarınca[150],
Firavun'dan, kavmini serbest bırakıp kendisiyle birlikte Mısır'dan Sînâ'ya
dönmelerine izin vermesini istedi. [151]
106-108,
Firavun, Hz. Musa'nın tebliğinde gerçeği söylediği ve sağlam kanıtlara
dayandığı şeklindeki açıklamalarım yeterli bulmayıp kendisindea doğruluğunu
kanıtlayacak bir mucize göstermesini isteyince Hz. Mûsâ iki mucize sergiledi:
Asanın bir anda yılana dönüşmesi ve -esmer tenli olduğu halde- elini cebinden
çıkarınca renginin, olayı takip edenlerin gözleri önünde ve onları hayrete
düşürecek şekilde bembeyaz hale gelmesi. Aynı mucizeler Tevrat'ta da
zikredilmektedir (Çıkış, 4/2-8).
Her ne kadar bu
mucizeleri bildiren âyetler, kelâm âlimlerince "mülhidler" diye
nitelenen bir grup tarafından çeşitli şekillerde (meselâ elin beyazlanması mucizesi,
Mûsâ'mn güçlü ve açık seçik kanıtlar göstermesi tarzında) te'vil edilerek mucizenin
inkârı yoluna gidilmişse de, Sünnî müfessirler bu tür te'villeri, konuyla
ilgili mütevâtir bilgilerin kabul edilmemesi ve peygamberin yalanlanması anlamına
geldiğini savunarak reddetmişlerdir[152]
109-110.
Firavun'un erkânı, Hz. Musa'nın belirtilen iki mucizesini görünce, bunları
ancak çok bilgili ve usta bir sihirbazın yapabileceğini söyleyip onun gerçekte
Firavun ve çevresindekileri Mısır'dan çıkararak hâkimiyeti ele geçirme planı
İçinde olduğunu ileri sürdüler. Şuarâ sûresinde (26/34-35) bu fikirler doğrudan
doğruya Firavun'a isnat edilir. Şu halde, çevresindekiler gibi Firavun da Mûsâ
hakkında aynı asılsız kanaate sahipti. Zemahşerî'ye göre bu kanaate önce
Firavun varmış, bunu adamlarına anlatmış, daha sonra onlar da aynı kaygıyı
Firavun'un veya halkın huzurunda tekrar etmiş olabilirler (II, 139). Âyetlerin
üslûbundan anlaşıldığına göre gerek Firavun gerekse danışmadan, Mûsâ'mn ortaya
çıkışını hayli ciddiye almışlardı. Muhtemelen onlar, Musa'da, sıradan bir
yabancı olmasının ötesinde, Mısır'da Hz. Yûsuf döneminden sonra itibar
kaybedip parya durumuna düşürülen İsrâiloğullan'na kendisim kabul ettirecek,
onları bilinçlendirerek Firavun idaresinin siyasetine karşı harekete geçirecek
bir kabiliyet sezmişlerdi; hatta Hz. Mû-sâ'nın hükümdar sarayında yetiştiğini
öğrenmiş ve bu sayede bir liderlik vasfı kazandığını da düşünmüş
olabilirlerdi. Buna rağmen yine de başlangıçta onu öldürmeyi düşünmemeleri
ilgi çekicidir. Müfessirler genellikle bunu, Mûsâ'mn sihirbazlar karşısındaki
başarısından korkmalarına bağlarlar[153]
111-112.
Başka âyetlerde bildirildiğine göre Firavun'un sarayına Mûsâ ile birlikte
-ondan üç yaş büyük olan- kardeşi Hârûn da gitmişti[154].
Firavun'un danışmanları, Musa'nın bir sihirbaz olduğu kanıtlanırsa, halkının
gözünde itibar kazanmasının önlenebileceğini ve böylece bu meselenin
halledilebileceğini düşündükleri için Firavun'a, Musa'yı Harun'la birlikte bir
süre bekletmesini, kendi usta sihirbazlarını toplayarak onların marifetiyle Mûsâ'
mn bir şarlatandan başka bir şey olmadığını halka kanıtlamasını tavsiye
ettiler.
Bu âyetler, o dönemde
sihrin yaygın olduğunu ve insanların sihir yarışmalarına alışık bulunduğunu
göstermektedir. Kelâm bilginleri, çeşitli devirlerdeki peygamberlerin
gösterdikleri mucizelerin, daha çok o devirlerdeki toplumların değer verip ilgi
duydukları konulara ilişkin olduğunu belirtirler. Nitekim Hz. Mûsâ döneminde
sihir yaygın olduğu için onun mucizeleri sihirbazları mağlûp edecek hârikalar
şeklinde, Hz, îsâ'nın döneminde çeşitli hastalıklar yaygın olduğu için onun
mucizeleri iflah olmaz hastaları iyileştirmesi, Hz. Muhammed döneminde ise fesahat
ve belagata itibar edildiği için onun ortaya koyduğu en büyük mucize de Arap
şiirinin en seçkin örneklerinin bile yanında sönük kaldığı Kur'ân-ı Kerîm
şeklinde tezahür etmiştir[155]
113-114.
Danışmanlarının teklifi üzerine Firavun tarafından celbedilen sihirbazların
ondan ödül beklediklerini açıklamaları, onların hem yüksek bir itibara sahip
bulunduklarını hem de sihirdeki ustalıklanyla Musa'yı mağlûp edeceklerinden emin
olduklarını[156], Firavun'un onlara
beklediklerinden daha fazlasını vaad etmesi de onun her şeye rağmen Hz.
Musa'nın başarılı olmasından duyduğu endişeyi gösterir. [157]
115. Sihirbazlar
dediler ki: "Ey Mûsâ! Sen mi atacaksın yoksa (ilk) atan biz mi olalım?"
116. "Siz atın" dedi. Onlar atınca insanların gözlerim büyü-lediler,
içlerine korku saldılar ve böylece büyük bir büyü gösterdiler. 117. Biz de
Musa'ya "Asanı at!" diye vahyetük. Bir de baktılar ki bu, onların
uydurduklarını yakalayıp yutuyor! 118. Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların
yaptıkları yok olup gitti. 119. İşte Firavun ve kavmi orada yenildiler ve
küçük düşüp yarıştan çekildiler. 120. Sihirbazlar secdeye kapandılar. 121-123.
"Âlemlerin rabbine, Mûsâ ve Harun'un rabbine iman ettik" dediler.
Firavun dedi ki: "Ben size izin vermeden ona iman ettiniz öyle mi? Bu, hiç
şüphesiz halkım şehirden çıkarmak için orada kurduğunuz bir tuzaktır. Ama
yakında göreceksiniz!" 124. "Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı
çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım!" 125. Onlar, "Biz
zaten rabbimize döneceğiz" dediler; 126. "Sen sadece, rabbimizin
âyetleri bize geldiğinde onlara inandık diye bizden intikam alıyorsun. Ey
rabbimiz! Bize sabırlar ver ve müslüman olarak canımızı al!" [158]
115-116. Gösteri
alanına, sihir aletleri olan sopalan ve ipleriyle gelen sihirbazlar,
ustalıklarına güvendikleri ve kazanacaklarından emin oldukları için, gösteriye
kimin önce başlayacağı hususundaki seçme hakkını, kendileri gibi bir sihirbaz
olduğunu düşündükleri Hz. Musa'ya bıraktılar. Buna karşılık Musa'nın "Sİz
atın" şeklinde kesin bir cevapla mukabele etmesi de onun Allah'ın izniyle
başarılı olacağına güvendiğini göstermektedir.
Bazı tefsirlerde ve
kısas-ı enbiyâ kitaplarında büyücülerin sayıları hakkında, 72 İle 200 küsur bin
arasında değişen rakamlar verümekteyse de İbn Aüyye'nin de ifade ettiği gibi
(VII, 131) bu açıklamaların hepsi dayanaksızdır. Bununla birlikte 112. âyet
sihirbazların sayılarının çokluğuna işaret etmektedir. [159]
117-119. Hz.
Musa'ya Allah tarafından "Asanı at!" buyurulması, onun sergilediği
hadisenin, bizatihi kendisinin bir gösterisi veya bir büyüsü olmayıp Allah'ın
iradesi uyarınca gerçekleşen bir mucize olduğuna; ejderha haline dönüşen asanın
yuttuğu şeylerden "onların uydurdukları şeyler" diye söz edilmesi de
Firavun'un sihirbazlarınca sergilenen sihrin asılsızlığına işaret eder. Nitekim
118. âyette "Böylece gerçek ortaya çıktı..." buytırulmakla da
sihirbazların gösterilerinin asılsız, Musa'nın mucizesinin de gerçekten vuku
bulmuş bir hadise olduğu ifade edilmiştir. Âyetteki "batala" fiili de
sihirbazların yaptıklarının hem asılsız olduğunu, yani gerçekten vuku bulmuş
bir olay değil, aksine bir aldatmaca olduğunu hem de Firavun'un beklediği
sonucu vermediğini göstermektedir. 119. âyette bunun bir yenilgi olduğu,
Firavun ve adamlarının bu yenilgiyi kabul ederek küçük düşmüş bir vaziyette
gösteri alanından çekildikleri bildirilmektedir. [160]
120-122.
Sihirbazlar mağlûbiyetin ardından, sihrin bütün inceliklerini bilmelerine
rağmen kendilerini mağlûbiyete uğratan bu hadisenin bir sihir olamayacağını;
şu halde Musa'nın hak peygamber, gösterdiklerinin de ancak bir mucize olarak
kabul edilmesi gerektiğini anlayarak Allah için secdeye kapandılar. Kıptîler'de
âdet olduğu üzere, Firavun için yere kapandıkları sanılmasın diye de Mûsâ ve
Hâ-rûn'un rabbi olan Allah'a iman ettiklerini açık bir dille belirtme gereğini
duydular.
Tevrat'ta asâ mucizesi
Hz. Harun'a nispet edilmekte; Harun'un, bu mucizeyi sihirbazlardan önce
sergilediği bildirilmekte; ayrıca sihirbazların Musa'ya iman ettiklerine dair
de herhangi bir bilgi verilmemektedir [161]
123-124.
Sihirbazlar, Musa'ya iman edip onun tarafına geçtiklerini gayet açık olarak
göstermişlerdi. Bu sebeple Firavun'un, "Ben size izin vermeden ona iman
ettiniz öyle mi!" anlamına gelen sözü, bir soru olmayıp tehditten
ibadettir. Nitekim "Ama yakında göreceksiniz" deyip bunun ardından
vereceği cezalan sıralamasından da bu anlaşılmaktadır. "Ben size izin
vermeden..." şeklindeki sözü de Firavun'un, neye inanıp neye inanmayacaklarına
varıncaya kadar, onların her türlü tutum ve davranışlarına hükmettiğini,
vicdanlarını baskı altında tuttuğunu göstermektedir.
Fahreddin er-Râzî'ye
göre Firavun'un Mûsâ karşısındaki bu yenilgisi, onda aynı zamanda siyasî bir
endişe de doğurdu. Zira bu olay halkın huzurunda cereyan etmişti ve bu
gelişmeler karşısında halk da sihirbazları takip ederek Musa'nın peygamberliğine
inanıp onun peşine düşecekti. İşte bunu önlemek için onların Mûsâ'dan kuşku
duymalarını sağlayacak iddialar ortaya attı. Buna göre sihirbazlar bir
"tuzak" peşindeydi; yani Musa'nın tebliğini kabul etmeleri, onun
delilinin güçlü olmasından ileri gelmiyordu; aksine onlar, sihir gösterilerine
girişmeden önce "Şu şu şartlarımızı yerine getirirsen sana inanırız"
diye Mûsâ ile anlaşmışlardı. Aynca Mûsâ ile sihirbazlar, bir kısım insanları
ülkelerinden ayırmak hususunda da daha önce anlaşmış bulunuyorlardı. Bu ise
insanların vatanlarından kopmalarına ve bir yığın sıkıntılarla karşılaşmalarına
yol açacaktı. Şu halde olacakları düşünerek onun peşinden gitmemeleri
gerekiyordu (XIV, 208). [162]
125-126.
Firavun'un, öldürmeye kadar varan ağır tehditleri karşısında, eski sihirbazlar
ve yeni müminler, hakikat üzere sebat gösterip inancına bağlı kalarak ölmenin,
korkaklık göstererek münafıkça yaşamaktan daha şerefli bir tutum olduğunu
cesaretle dile getirdiler ve bütün olacak kötü şeylere karşı metanetle direnmelerini
sağlayacak bol sabırlar ihsan etmesi için Cenâb-ı Hakk'a niyazda bulundular.
Kur'an'ın vermek istediği mesajla doğrudan ilgisi bulunmadığı için, ilgili
âyetlerde, Firavun'un onlara açıkladığı cezalan uygulayıp uygulamadığı hakkında
bilgi verilmemiştir. [163]
127. Firavun'un
kavminden ileri gelenler dediler ki: "Seni ve tanrılarını bırakıp
yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar diye mi Musa'yı ve kavmini serbest
bırakacaksın!" Firavun, "Biz onların oğullarım sürekli öldürüp
kızlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz" dedi.
128. Mûsâ kavmine dedi ki: "Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz
ki yeryüzü Allah'ındır, O, kullarından dilediğini oraya hâkim kılar; (güzel)
sonuç, takva sahiplerinindir". 129. Onlar da "Sen bize gelmeden önce
de geldikten sonra da bize işkence edildi" dediler. Mûsâ, "Umulur ki
rabbiniz düşmanınızı helak eder ve nasıl hareket edeceğinizi görmesi için
onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılar" dedi. [164]
127.
"Kızlar" diye çevirdiğimiz kelime âyet metninde nisa (kadınlar)
şeklinde geçmekle birlikte bundan kız çocukların kastedildiği açıktır. Erkek
çocuklar öldürüldüğü ve dolayısıyla yetişmiş adam olma imkânını kaybettikleri
için onlar ebnâ (oğullar) kelimesiyle anılırken kız çocukları sağ bırakılmaları
sayesinde yetişip kadın olabildikleri için olacakları duruma itibar edilerek
onlar da "nisa" kelimesiyle anılmıştır.
Sihirbazlara karşı
savurduğu tehditlerin, onları inanç ve kararlarından döndü-remedİğini gören
Firavun, bu durum karşısında muhtemelen Musa'yı serbest bırakmak istedi[165]
veya danışmanlarıyla bundan sonra izlenmesi gereken tutumu görüştü.
Çevresindekiler, onun gelişmelerden etkilenerek Musa'yı serbest bırakacağını
düşündükleri ve belki de sonuçta kendi konumlarının sarsılmasından kaygı
duydukları için, Mûsâ ve ona inanan İsrâiloğulları'yla Kıptîler'in, ülkede
fesat çıkaracaklarını yani halkı eski dinlerinden döndüreceklerini, Fira-vun'un
kendisini de tanrılarını da reddeceklerini belirterek, sihirbazları cezalandırırken
onları serbest bırakmanın yanlış olacağı, şu halde onları da etkisiz hale getirmesi
gerektiği hususunda onu uyardılar. Çünkü, âyette de ifade buyurulduğu üzere, o
dönemde Mısırlılar çok tanrılı bir İnanca sahip idiler; Firavun da tanrının
oğlu sayılıyordu. Musa'nın serbest bırakılması ise hem Firavun'un bu itibarının
sarsılmasına hem de mevcut dinlerinden kopmalar olmasına yol açacaktı. Buna rağmen
danışmanların Mûsâ hakkındaki önerilerinin Firavun tarafından benimsen-memesi
ilgi çekicidir. Öyle görünüyor ki o, Musa'nın gösterdiği mucizeden son derece
etkilenmiş, şahsı adına kaygı ve korkuya kapılmıştır. Bununla birlikte görünüşte
Musa'dan korkmadığını ve onu ciddiye almadığını göstermek için[166] hapsetmek veya başka türlü bir işleme tâbi
tutmak yerine, onur tarafına geçecek olanların erkek çocuklarını öldürmeyi
düşündüğünü açıkladı. Bu suretle hem onları sürekli bir tehdit altında
bulunduracak hem de sayılarının artmasını önleyecekti. Firavun, "Elbette
biz onları ezecek güçteyiz" şeklindeki açıklamasıyla, esasen Mûsâ
olayının kendisi için önemli bir mesele teşkil etmediğini, kimsenin endişeye
kapılmasına da mahal olmadığını belirtmek istiyordu[167]
128. Hz.
Mûsâ, kendisine inananlara bir yandan Allah'a sığınıp dinleri ve özgürlükleri
uğrunda sabırlı ve metanetli olmalarını emrederken bir yandan da dünyanın
gerçek sahibinin Allah olduğunu, bütün zulümler gibi Firavun'un zulmünün de
mutlaka son bulacağını, sonunda üstünlük ve başarıyı, dünya ve âhiret saadetini
ancak takva sahiplerinin, yani Allah'a samimiyetle inanıp emirlerine karşı gelmekten
sakınanların hak edeceğini anlatıyor; ümitlerini yitirmemeleri gerektiğini
telkin ediyordu. [168]
129. İsrâiloğulları,
Musa'nın gelmesinden önceki dönemlerde uzun yıllar acı ve sıkıntılar
çektiklerini, Firavun'un tehditleri dikkate alındığında bu sıkıntılarım, Mûsâ
ile tanışmalarından sonra daha da artarak devam edeceğinin ortaya çıktığını
ifade ederek bu durum karşısında korku ve üzüntülerinin de arttığını dile getirdiler.
Hz. Mûsâ ise Allah Teâlâ'nın düşmanlarını kahrederek kendilerine hâkimiyet
kazandıracağı müjdesini verdi. Musa'nın bu müjde ifadesinde "Bundan sonra
Allah nasıl hareket edeceğinize bakar"
anlamına gelen "nasıl hareket edeceğinizi görmesi için" şeklindeki
kayıt, onların, kendisine uyup Allah'ın dinine bağlı kaldıkları sürece artık
Firavun düzeninde olduğu gibi haksızlığa uğratılmayacak-lanna, iyi veya kötü
davranışlarının karşılığını adaletli bir şekilde bulacaklarına işaret eder ve
İsrailoğullan için bağımsızlıklarını kazanmalarından sonraki hayatları
hakkında da bir uyan anlamı taşır. Nitekim onların daha sonraki isyankâr tutumları
Hz. Musa'nın bu uyarısında haklı olduğunu göstermiştir[169]
130. Andolsun ki biz
de Firavun'a uyanları, ders alsınlar diye kuraklık yılları ve ürün kıtlığı ile
cezalandırdık. 131. Onlara bir iyilik gelince "Bu bizim hakkımızdır"
derler, eğer kendilerine bir fenalık gelirse bunu Musa ve onunla beraber olanların
uğursuzluğuna bağlarlardı. Bilesiniz ki başlarına gelenler Allah kalındandır;
fakat onların çoğu bunu bilmez. 132. Ve dediler ki: "Bizi büyülemek için
ne işaret getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz." 133. Biz de açık
açık mucizeler olmak üzere onların üzerine tufan, çekirge, haşarat, kurbağalar
ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular.
134. Azap üzerlerine çökünce, "Ey Mûsâ! Sana verdiği söz hürmetine, bizim
için rabbine dua et! Eğer bizden azabı kaldinrsan mutlaka sana inanacağız ve
muhakkak İsrâiloğulları'nı seninle göndereceğiz" derlerdi. 135.
Ulaşacakları bir müddete kadar onlardan azabı kaldırdığımızda hemen
sözlerinden döndüler. 136. Nihayet, âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan
gafil kalmaları sebebiyle kendilerinden intikam aldık ve onları denizde
boğduk. 137. Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi de (İsrâiloğulla-n'm) içini
bereketlerle doldurduğumuz ülkenin doğu taraflarına ve batı taraflarına
mirasçı kıldık. Sabırlarına karşılık rabbinin İsrâiloğulları'na verdiği güzel
söz yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri
bahçeleri de helak ettik. [170]
130. Metinde
geçen sene kelimesi, başında belirlilik (el-) takısı bulunduğunda,
"kuraklık" anlamına da gelir. Bu âyette de İsrâiloğulları'nın,
peygamberleriy-le birlikte eski yurtlarına dönmelerine izin vermeyen Firavun ve
halkının -bu inatlarından vazgeçirmek üzere- şiddetli bir kuraklık ve ürün
düşüklüğüyle cezalandırıldığından söz edilmekte olup senenin çoğulu olan sinîn
kelimesi kuraklıkla ilişkili bir anlamda kullanılmıştır[171]; bu
sebeple anılan kelime mealinde "kuraklık yıllan" şeklinde çevrilmiştir. [172]
131.
Buradaki iyilikten (hasene) daha çok yağış, ürün bolluğu ve refah gibi maddî
nimetler; kötülükten de (seyyie) kuraklık, kıtlık ve geçim sıkıntısı gibi maddî
problemler anlaşılmıştır[173].
Âyetteki tetayyür,
tayr (uçma) kelimesinden türetilmiş olup bir olayı, nesneyi veya kişiyi
"uğursuz sayma" (teşe'üm, teşâüm) anlamına gelir. Câhiliye döneminde
oldukça yaygın bulunan bir hurafeye göre bir kimse yolculuğa çıktığında İlk
karşılaştığı bir kuşun, kendisine göre sağ tarafa doğru uçtuğunu görürse bunu
yolculuğu İçin uğurlu sayar, sol tarafa doğru uçtuğunu görürse bunu da uğursuz
kabul ederdi. Yolculuğa çıkana da "ale't-tâiri'l-meymûn" (Uğurlu
kuşla karşıfaş) diyerek iyi dilekte bulunurlardı. Böylece tetayyür ve tayra
kelimeleri aslında hem uğuru hem de uğursuzluğu ifade etmekle birlikte giderek
sadece uğursuzluk anlamında kullanılmaya başlandı. Aynı anlamda olmak üzere
teşe'üm kelimesi de kullanılmakta; bir olay, nesne veya kişinin uğurlu
sayılması ise tefe'ül kelimesiyle ifade edilmekteydi. Türkçe'de buna, bazı
hadislerdeki bir tabirle[174]
"fâl-i hasen" veya "fâi-i hayır" denilmektedir. Hz,
Peygamber, gelecek için iyimser olma imkânı sağladığı, ümit ve güven telkin
ettiği için tefe'ül veya fâl-i haseni yararlı görüp tavsiye ederken[175],
uğursuzluk telakkisinin Câhiliye müşrikliğinin bir kalıntısı olduğuna işaret
etmiş ve İslâm'da bunun yeri olmadığını açıklamıştır[176].
Firavun ve adamları,
130. âyetin sonunda da ifade buyurulduğu gibi, başlarına gelen felâketler
üzerinde düşünüp ders almaları, bu çektiklerinin kendi kötülük ve zulümleri
yüzünden olduğunu kabul etmeleri gerekirken, hâlâ eski idraksizliklerini sürdürerek,
nail oldukları iyiliğin zaten kendi haklan olduğunu İleri sürerken,
uğradıkları kötülüğü Hz, Mûsâ ve ona inananlardan kaynaklanan bir uğursuzluk
sayıyorlardı. [177]
132-133.
Daha önce {130. âyette), kuraklık sıkıntısından söz edilmişti. Anlaşıldığına
göre bu bir ilk uyarıydı. Ne var ki Firavun ve çevresi, bundan ders alacakları
yerde, inkâr ve inatlarını daha da pekiştirdiler; bu uğurda bütün sıkıntılara
katlanmaya hazır olduklarını açıklayarak âdeta Allah'a karşı meydan okudular.
Yüce Allah da onları 133. âyette özetle bildirilen felâketlere mâruz bıraktı.
Kur'ân-ı Kerîm'de
Firavun ve Mısırlılar'ın inkârları, İsrâiloğullan'na karşı haksız tutumları ve
onları serbest bırakmamaktaki ısrarları yüzünden başlarına türlü felâketler
geldiği özetle anlatılmış; ibret alınması için bu kadarı yeterli görülmüştür.
Tevrat'ta ise, Firavun'u İsrâiloğullan'nı serbest bırakmaya mecbur etmek için,
daha çok Harun'un değneği vasıtasıyla gerçekleştirilen ve İsrâiloğullan'na
isabet etmeyen çeşitli felâket mucizelerinin gerçekleştirildiği bildirilmiştir,
Mısırlılar'ın hayat damarlan olan Nil sularının kana dönüştürülmesi, bütün
ülkenin ve evlerin kurbağalarla dolup taşması, önce tatarcık, ardından at
sineği (kımıl) istilası, hayvanlann kırılması,
insanlann ve havanlann vücutlarını çıban kaplaması, dolu felâketiyle
dağdaki insanların ve önceki felâketlerden artakalan hayvanların kırılması,
büyük bir çekirge sürüsünün yeri göğü kaplaması şeklinde sıralanan mucizelerden
hiçbiri Firavun'u yola getirmeye yetmemiş; o, her felâket vuku bulduğunda,
Musa'ya kendilerini bu felâketten kurtarması halinde İsrâiloğullan'nı serbest
bırakacağına dair söz vermiş; fakat felâket geçince sözünden dönmüştür. Nihayet
"Rab,... Mısır diyarında bütün ilk doğanları vurdu... Ve Mısır'da büyük feryat
vardı; çünkü içinde ölü olmayan bir ev yoktu." Artık bu son felâket
üzerine Fİ-ravun, erkeklerinin sayısı 600.000 bulan İsrâiloğullan'nın 400
yıldır kalmakta oldukları Mısır'dan çıkmalarına izin verdi [178]
134. Ricz
kelimesi genellikle "azap" anlamında kullanılır. Bazı müfessirler,
veba hastalığının Arapça'daki isimlerinden birinin de ricz olduğunu dikkate alarak,
Mısırhlar'm böyle bir hastalıkla da cezalandırılmış olabileceğini belirtirler[179].
İbn Âşûr, Tevrat'ın Çıkış kitabının 12. babında verilen bilgileri de
hatırlatarak aynı görüşe katılır (IX, 71). Râzî'ye göre ise dil kuralları dikkate
alındığında ricz kelimesinden bir önceki âyette sıralanan belâları anlamak daha
uygun olur (XIV, 219).
Yukarıda özetlenen
Tevrat'taki bilgiler arasında Firavun'un ve Mısırlılar'm Hz. Musa'ya
inanacaklarına dair bir vaadlerinden söz edilmezken[180] bu
âyette onların, İsrâiloğullan'nın Mûsâ ile birlikte Mısır'dan ayrılmalarına
izin vermeleri yanında böyle bir iman vaadi de yer almaktadır. [181]
135-136. Hz.
Musa'nın duası üzerine başlarına gelen son musibet de kaldırılınca, Firavun ve
adamları daha önce Mûsâ ve İsrâiloğullan'nın Mısır'ı terketme-lerine izin
vermiş olmalarına rağmen yine sözlerinden döndüler. Ne var ki Hz Mûsâ ve
kavmi, bütün hazırlıklarını tamamlayarak geceleyin yola çıkmışlardı. Durumu
öğrenen Firavun askerleriyle birlikte onların peşine düştü[182] .
Tevrat'ta ayrıntılı bir şekilde anlatıldığına göre[183].Firavun
kuvvetleri onlara yetişmişti. Allah'ın buyruğu uyarınca Hz. Musa'nın, asasını
denize uzatması üzerine sular sağlı sollu iki duvar teşkil edecek şekilde
yarıldı ve bir koridor halinde yol açıldı. Bu suretle Hz. Mûsâ ve
beraberindekiler boğulmaktan korkmaksızın[184] hızla
ilerlemeye başladılar. Peşlerinden Firavun ve ya-nındakiler de aynı yola
girdiler. Hz. Mûsâ, kendi topluluğunun karşı tarafa geçmesi üzerine asasını
yine denize doğru uzattı ve suların tekrar eski halini almasıyla yol kapandı;
böylece Firavun ve askerleri Kızıldeniz'de boğuldu. "Onlardan bir nefer
bile kalmadı" (Çıkış, 12/28). Yûnus sûresinin 90-91. âyetlerinde
bildirildiğine göre Firavun boğulmak üzere iken iman etmiş, fakat yeis
halindeki (hayattan ümit kestiği sıradaki) bu imanı kabul edilmemiştir[185].
Eski tefsirlerin hemen
tamamında âyetteki "el-yemm" kelimesi Kızıldeniz diye anlaşılmıştır.
Tevrat'ın Çıkış bölümünde ise sadece "deniz" kelimesi geçmektedir.
Yine bu bölümde bazı coğrafî isimler verilmekteyse de bugün bu isimlerin
nerelere takabül ettiği kesinlik kazanmış değildir. M. Reşîd Rızâ ise Mûsâ ve
yanındakİlerin geçtiği, fakat Firavun ve askerlerinin boğulduğu denizin Nil
nehri olması gerektiği kanaatindedir (IX, 98).
[186]
137. Allah
Teâlâ, İsrâiloğullan'nı Hz. Mûsâ vasıtasıyla Firavun'ım zulmünden kurtardıktan
sonra onları "içini bereketle doldurduğumuz ülkenin doğu taraflarına ve
batı taraflarına mirasçı kıldık" buyuruyor. Burada işaret edilen bu bereketli
ve verimli ülkenin neresi olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bazı
mü-fessirler âyetteki "doğu tarafı" ile Diyânşam'ın
(Filistin-Suriye), "batı tarafı" ile de Mısır'ın kastedildiği[187] ;
bazıları da daha sonra İsrail soyundan gelen Dâvûd ve Süleyman'ın hâkim olduğu
ülkelerin kastedildiği kanaatindedirler[188].
Diğer bir görüşe göre ise burada sadece Diyânşam'a işaret edilmiştir. Nitekim
âyetin devamında yer alan "bereketlerle doldurduğumuz" şeklindeki
niteleme de bunu gösterir. Zira akarsu-lan ve bitki örtüsü gibi zenginlikleri
bakımından belirtilen nitelemeye yalnızca bu bölge uygun düşmektedir[189].
İsrâiloğullan'nın hâkimiyetine verilen bu yer, Mâide sûresinin 21. âyetinde
"Allah'ın size yazdığı kutsal toprak" diye anılıyor. İsrâ sûresinin
başında da Kudüs'teki Mescid-i Aksa'dan bahsedilirken, bu surede sözü edilen
yer hakkındaki aynı niteleme İle (bâreknâ) "çevresini mübarek (bereketli,
verimli) kıldığımız Mescid-i Aksa..." şeklinde söz edilmektedir. Şu halde
İsrâiloğullan'nın hâkimiyetine verilen yer sadece Filistin olmalıdır[190]
138. İsrâiloğulları'nı
denizden geçirdik; ardından kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir
kavimle karşılaştılar. Bunun üzerine, "Ey Mûsâ! Onların tanrıları olduğu
gibi, sen de bizim için bir tanrı yap" dediler. Mûsâ dedi ki:
"Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz!" 139. "Şüphesiz onların
tâbi oldukları şeyler yıkılmaya mahkûmdur; yapmakta oldukları da boştur."
140, "Ben" dedi, "Size Allah'tan başka bir tanrı mı arayayım?
Halbuki O sizi âlemlere üstün kılmıştır." 141. Hani Firavundun
adamlarından sizi kurtarmıştık. Onlar sizlere işkencenin en kötüsünü
yapıyorlardı; oğullarınızı öldürüyorlar, kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. İşte
bunda rabbinizden büyük bir imtihan vardır. [191]
138-139.
Müfessirler, 138. âyette sözü edilen putperest toplumun kimliği konusunda
farklı bilgiler vermişlerdir. Bir görüşe göre bu toplum, Lahm kabilesinin bir
boyu olup sığır heykellerine taparlardı. Diğer bir görüşe göre bunlar,
Araplar'ın Amâlika dedikleri ve Baal (sahip, efendi) adlı boğa heykeline tapan
Ken'anîler'dır. İsrâiloğullan da zaman zaman Baal'e tapınışlardır[192],
Mevdudî ise söz konusu putperest toplumun, Sînâ yarımadasında, Mafka denilen
askerî bîr garnizonda yaşayan Mısırlılar olması ihtimali üzerinde durmuştur.
Mafka'ya yakm başka bir yerde Sâmî kavimlerinin inancındaki ay tanrısına tahsis
edilmiş başka bir tapınak bulunuyordu. Belki de İsrâiloğullan'nm ilgisini çeken
topluluk bu tapmaktaki putlara tapıyordu (E, 85).
Hz. Mûsâ kavmini
Kızıldeniz'den sağ salim geçirince karşılaştıkları bu toplumun putperestlik
uygulamaları İsrâiloğullan'mn hoşlanna gitti ve Musa'dan, kendi dinlerinde de
böyle bir gelenek başlatmasını istediler. İbn Atıyye onların bu isteklerinin,
Allah'ı inkâr ederek O'nun yerine bu putları tann tanımaları anlamına
gelmediğini, sadece Allah'a yakınlaşmak için putları aracı olarak kullanma
maksadı taşıdığını belirtir (VE, 149). Fahreddin er-Râzî de, onların bu
tutumlarını "cehalet" ve "irtidad" olarak
değerlendirdikten sonra, İbn Attyye'nin görüşünü tekrar eder. Râzî ayrıca,
Allah'tan başka bir varlığa tapmanın, -ister o varlığı evrenin yaratıcısı
kabul ederek olsun, isterse ona ibadet etmenin Allah'a yaklaştıracağı
düşüncesiyle olsun- Allah'tan başka mâbudlar ve putlar ihdas etmenin küfür
olduğunu ifade eder. Çünkü ibadet en büyük saygıdır ve böyle bir saygı ancak,
en büyük nimet ve lütuftarın sahibi Allah'a yapılır (XIV, 222-223). Bu sebeple
Hz. Mûsâ, böyle bir teklifte bulunanları "Gerçekten siz cahil bir
toplumsunuz!" diyerek suçlamış; ayrıca özendikleri kavmin bu temelsiz din
ve inançlarının, bütün benzerleri gibi yıkılmaya mahkûm olduğunu, keza dinî
ibadet ve uygulamalarının da asılsız ve geçersiz olduğunu ifade ederek böyle
bir kavme özenmenin cahillikten başka bir şey olmadığını bildirmiştir.
Şu halde takarrub
(Allah'a yakınlaşma) maksadıyla da olsa, putlar türetip onlara tapanlar,
zamanla bu önemsiz varlıkları gerçek tanrı yerine koyup Allah'ı unutacak ve
inkâr edeceklerdir. Nitekim tarihteki birçok benzerleri gibi Câhiliye Arapları
da "Biz putlara, sadece bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz"[193]demelerine
rağmen gerçekte Allah'ı unutmuşlar, O'nun yerine putları koymuşlardı. Bazı
gelişmemiş toplamlarda görülen ve cismanî olmayan varlığı so-mutlaştırarak
algılama eğiliminin bir neticesi olan inkarcılık ve müşriklik şeklindeki bu
tür sapmalara, farklı biçimlerde de olsa, günümüzün gelişmiş toplumlarında
bile rastlanabilmektedir.
İsrâiloğullan'nın,
tevhid inancının hâkim olduğu İbrahim milletine mensup olmalarına rağmen, böyle
bir teklifte bulunmalarının, yüzyıllar boyunca putperest bir dinî geleneğin
hüküm sürdüğü Mısır kültürüyle dejenere olmalarından kaynaklandığı
düşünülebilir. Nitekim Kitâb-ı Mukaddes'te de bu duruma işaret edilmektedir Burada
Hz. Musa'nın ilk halefi olan Yeşû (Yûşa), İsrâilo-ğulları'na Allah'tan
korkmalarını ve yalnız O'na kulluk etmelerini, "ırmağın öte tarafında ve
Mısır'da" atalarının taptığı ilâhları bırakmalarım emretmekte; "...
Kime kulluk edeceğinizi bugün seçin; fakat ben ve evim halkı, biz rabbe kulluk
edeceğiz" demektedir. İlginçtir ki, Yûşa peygamber bu konuşmayı Mısır'dan
çıkıştan yetmiş yıl sonra yapmıştır ve bu konuşma, İsrâiloğullan'nın
"ırmağın ötesindeki" putperest tesirlerden, yetmiş yıl sonra bile
hâlâ kurtulamadıklarını göstermektedir. [194]
140. Bir
görüşe göre İsrâiloğullan'nın "âlemlere üstün kılınması" içlerinden
birçok peygamber çıkmasından ileri geliyordu[195].
Daha ağırlıklı olan başka bir yoruma göre ise buradaki üstünlük, İsrâiloğullan'nın
peygamberlerine ve onların tebliği olan hak dine inanıp düzgün ve erdemli bir
yaşayışa sahip oldukları dönemlerde küfür ve dalâlet içinde yaşayan milletlere
karşı sahip oldukları üstünlüktür. Buna karşılık, yine Kur'an'm açıklamasına
göre anılan özelliklerini kaybettikleri dönemlerde "alçaklık ve acizlikle
damgalanmışlar"; türlü yıkımlara mâruz kalmışlardır[196].
Esasen konumuz olan âyette de dolaylı olarak onlara, üstünlüklerinin tevhid
geleneğine sahip olmalarından ileri geldiğine, eğer putperestlik gibi bâtıl
inançlara saparlarsa bu üstünlüklerini kaybedeceklerine bir işaret vardır.
Nitekim Kur'an'da müslümanlar için "en hayırlı ümmet" tabiri
kullanıldığı halde[197],
bunun da onların -ne yaparlarsa yapsmlar-hiç değişmeden hep böyle değerli sayılacakları
anlamına gelmediğini gösteren yüzlerce âyet ve hadis vardır. [198]
141.Firavun
yönetimi İsrâiloğullan'nı çok çeşitli sıkıntılara mâruz bırakmakla birlikte,
erkek çocukların öldürülüp kız çocukların sağ bırakılması şeklindeki zulümleri
âyette özellikle zikredilmiştir[199].
Zira İsrâiloğullan bu suretle hem bir tür katliamla hem de nesillerinin
tüketilmesini hedefleyen korkunç bir planla karşı karşıya kalmışlardır. Âyette,
Allah Teâlâ'nın onları, bu son derece tehlikeli planla yok edilmekten kurtardığı
hatırlatılarak bunu şükürle karşılayacakları yerde başlan selâmete çıkar çıkmaz
putperestliğe özenmelerinin ağır bir suç ve nankörlük olduğuna işaret edilmektedir[200]
142. Mûsâ ile otuz
gece (için) vaadleştik ve buna on gece daha ekledik; böylece rabbinin tayin
ettiği vakit kırk geceyi buldu. Mûsâ, kardeşi Harun'a dedi ki: "Kavmimin
içinde benim yerime geç; onları ıslah et; bozguncuların tavin ettiğimiz vakitte
(Tûr'a) gelip de rabbi onunla konuştuğunda o, "Rabbim! Bana görün; sana
bakayım" dedi. Rabbi, "Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak;
eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin" buyurdu. Rabbi o dağa
tecelli edince onu paramparça etti; Mûsâ da bayibp düştü. Kendine gelince dedi
ki: "Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tövbe ettim; ben
inananların ilkiyim." 144. Allah, "Ey Mûsâ!" dedi, "Ben,
tebliğlerim ve konuşmam için seni seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden
ol." 145. Nasihat olarak ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini
Mûsâ için levhalara yazdık. (Ve dedik ki:) "Bunları kuvvetle tut; kavmine
de onların en güzelini almalarını emret. Yakında size yoldan çıkmışların
yurdunu göstereceğim." 146. "Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri
âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar, bütün mucizeleri görseler de iman etmezler;
doğruluk yolunu görseler onu yol edinirler. Fakat eğrilik yolunu görürlerse
hemen ona saparlar." Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve
onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir, 147. Halbuki âyetlerimizi ve
âhirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar, yapmakta
olduklarından başka bir şey sebebiyle cezalandırılmazlar. [201]
142. İsrail
halkı, Mısır esaretinden kurtulup Sînâ çölüne geçtikten sonra bu çölde kırk yıl
boyunca evsiz barksız dolaştılar. Bu yüzden Sînâ çölü "şaşkın vaziyette
dolaşmak" anlamına gelen Tîh adıyla da anılır. Tür dağı, bu çölün güneyinde,
Süveyş körfeziyle Akabe körfezi arasında bulunmaktadır. Yüce Allah, esaretten
kurtulan kavme şeriatını bildirmek üzere Musa'ya Tûrisînâ'ya gelmesini emretti.
Mûsâ, yerine kardeşi Harun'u bırakarak ondan sulh ve sükûnu korumasını,
bozgunculuk çıkarabileceklere karşı dikkatli olmasını istedi. Bu tedbirleri
aldıktan sonra Allah'ın emrine uyarak Tûr'a gitti.
Araplar genellikle gün
yerine gece kelimesini kullandıklarından; ayrıca ibadet, zikir, dua gibi dinî
faaliyetler için gündüze nispetle gecenin sükûneti daha elverişli olduğundan
âyette Musa'nın Tûr'da geçirdiği süre hakkında gün yerine gece kelimesi
zikredilmiştir. Bakara sûresinde (2/51) bu buluşma süresi sadece "kırk
gece" kaydıyla anılırken burada söz konusu sürenin otuz ve on gece olarak
iki bölümde anılması ve böylece Bakara süresindeki âyete bir ayrıntı ilâve
edilmesi çeşitli şekillerde yorumlanmış olup[202],
muhtemelen bu iki farklı süre, Hz. Musa'nın kırk gece içinde kaydettiği iki
ruhî ve manevî gelişmeye işaret etmektedir. Otuz gecenin İbadet süresi, on
gecenin ise Tevrat'ın inzal edildiği süre olduğu da düşünülebilir. [203]
143. Hz.
Mûsâ, Tûr'daki bu olağan üstü buluşma sırasında, üç vahiy şeklinden biri olan
vasıtasız vahiy ile yüce Allah'ın kelâmını alırken, aynı zamanda, kendisiyle
konuşma lütfunda bulunan Allah'ı müşahede etmeyi, O'nu beden gözüyle görmeyi
de diledi. Allah Teâlâ'nın, kullarına âhirette yüce zâtini göstereceği sahih hadislerle
sabit olmakla birlikte (aş. bk.), Hz. Mûsâ bunun dünyada da mümkün olduğunu
zannederek böyle bir dilekte bulundu. Fakat Allah, "Beni asla
göremezsin" buyurarak bunun (dünyada) imkânsız olduğuna işaret buyurdu.
Âyette, itikadı
mezhepler arasındaki önemli tartışmalara sebep olan kelâm (Allah'ın konuşması)
ve rü'yetuliah (Allah'ın beden gözüyle görülmesi) söz konusu edilmiş; Allah'ın
Musa'ya konuştuğu; Musa'nın O'nu görmek istemesi üzerine bunun asla mümkün
olmadığı belirtilmiştir. Buna göre Allah konuşur ve O'nun seçkin kullan
(peygamberler) bu konuşmayı işitebilir; fakat Allah asla görülmez. Âyetten
çıkan bu açık bilgiye rağmen İslâm âlimleri hem kelâm sıfatını hem de rii'yet
konusunu uzun uzun tartışmışlardır. Selef diye anılan ilk kelâma-lar ve onları
takip eden sonraki Selefîler Allah'ın, -insanların kullandıklarına benzemeyen-
harflerle ve sesle konuştuğunu ileri sürerken diğer kelâmcılar O'nun harfler ve
sesler gibi konuşma araçlarına muhtaç olmadan konuştuğunu savunmuşlardır. Öte
yandan, bütün İslâm bilginleri Allah'ın dünyada görülmesinin mümkün olmadığım
kabul ederler. Sünnî âlimler, bir şeyin görülebilir olmasını onun var olma
şartına bağlayarak varlığında şüphe bulunmayan Allah'ın âhirette görülmesinin
aklen mümkün olduğunu ve mümin kullarına görüneceğini kabul ederken Mu'tezİle
âlimleri aksini savunurlar[204] .
İbn Aüyye, "Rabbİ
onunla konuştu" ifadesini "Yani Allah Musa'da bir idrak yarattı ve o
bu idrakle Allah'ın zatî bir sıfatı olan kelâmını işitti" şeklinde yorumlar.
Kanaatimize göre bu, Allah'ın kelâmına İlişkin oldukça mâkul bir açıklamadır.
Zira yine İbn Atıyye'nin belirttiği üzere, Allah'ın kelâmı hiçbir şekilde yaratılmışların
sıfatına, yaratılmışlık özellikleri taşıyan hiçbir kelâma benzemez[205] .
Aynı müfessir Allah'ın
görülmesiyle ilgili Ehl-i sünnet görüşünü de şöyle özetler: Allah'ın görülmesi
aklen caizdir; çünkü O'nun, var olması İtibariyle görülmesi mümkündür. Bir
varlığın görülebilir olmasının yegâne şartı var olmaktır. Ancak dinî kaynaklar
O'nun dünyada değil, âhirette görüleceğini bildirmiştir. Sonuç olarak Mûsâ,
"Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım" derken imkânsız olanı
değil, caiz olanı istemiştir. Böyle olurica da, "Sen beni asla
göremezsin" şeklindeki ilâhî cevap, mutlak olarak imkânsız olan bir isteği
red anlamı taşıma-yıp, sadece Allah'ın dünyada görülemeyeceğini bildirir. Buna
karşılık birçok hadişte Allah'ın âhirette mümin kullan tarafından görüleceği
haber verilmiştir[206].
Allah'ın dağa tecelli
etmesiyle İlgili olarak tefsirlerde farklı açıklamalar yapılmıştır[207] .
Tecelli "perdenin veya örtünün açılması üzerine bir şeyin bütün
gerçekliğiyle ortaya çıkması" demektir. İbn Âşûr'a göre (IX, 93) âyetteki
bu kısım mecazi bir ifade olup muhtemelen bununla, dünya varlıkları ile aşkın
güçler arasına Allah tarafından konulmuş bulunan perdelerin kaldırılması
kastedilmiştir. Bu perdeler veya engeller kalkınca rabbani güç ile dağ arasında
bir İlişki doğmuş ve dağ paramparça olmuş; Allah'ın bir şekilde kendisini
göstermesi veya kendisinden bir görüntüyü dağa yansıtması şeklinde cereyan eden
bu olağan üstü olayı gören Hz. Mûsâ dehşete kapılarak kendinden geçip yere
yığılmıştır. Ayılınca anlamıştır ki böyle bir tecelli kendisini bu kadar
sarstığına göre, bu dünyanın şartlan içinde, bu bedenî, hissî ve psikolojik
yapısıyla Allah'ı görmeye asla tahammül edemeyecekti. Aynca, dağın bk bakıma
denek olarak kullanıldığı bu tecrübe kendisi üzerinde gerçekleşseydi
mahvolacaktı. Sonuç olarak Allah'tan, genel anlamda mümkün, fakat bu dünyada
imkânsız olan bir şeyi İstediği için tövbe etti ve kendi halkı veya o
dönemdeki insanlar içinde ilk mümin kişinin kendisi olduğunu belirterek bir
kez daha imanını Allah'a arzetti. [208]
144. Hz.
Musa'nın yüce Allah'ı görme dileğinin kabul edilmemesi karşısında, teselli
mahiyetinde olmak üzere, Allah Teâlâ ona, iki büyük nimetini ikram etmek üzere
onu seçtiğini, bu suretle kendisini diğer insanlardan üstün ve seçkin kıldığını
hatırlatmış; bu nimetlerin kadrini bilip şükrünü eda etmesini İstemiştir. Bu
nimetlerden biri Musa'ya tebliğler (risâlât) yani vahiyler gelmesi, diğeri de
Allah'ın onunla vasıtasız olarak konuşmasıdır (kelâm). [209]
145. Yukanda
geçen "risâletler"in açıklaması mahiyetindeki bu âyette Tevrat'ın,
"levhalar"da yazılı metinler halinde gönderildiğine ve onun içeriğine
yani Mûsâ şeriatına işaret edilmektedir, Elvâh "dörtgen biçimindeki
tahta" anlamına gelen levha kelimesinin çoğulu olup burada, Musa'ya
bildirilen vahiylerin yazılı olduğu taş levhalar kastedilmiştir. Tevrat'ın
Çıkış kitabında (24/12) Musa'ya bildirilen "şeriat ve emirler"in taş
üzerine yazılı olduğu bildirilir. Aynı kitabın 34. babında Mûsâ şeriatının
esasım teşkil eden on emir ile diğer bazı hükümlerin iki taş levha üzerine
yazılmasından söz edilir.
"Bunları
(levhalarda yazılı buyrukları) kuvvetle tut" emriyle Hz. Musa'dan, o
levhaları kararlılıkla, sabır ve metanetle koruyup kollaması, uygulaması istenmiştir.
"Kavmine de onların en güzelini almalarını emret" buyruğu ise Hz.
Mû-sâ'nın, -ikisi de meşru olan- iki şeyden daha güzel ve faziletli olanım
(meselâ kısas yerine affetmeyi) tercih etmesi veya kavminden, -biri
yasaklanmış, diğeri emredilmiş olan- iki İşten emredilmiş olanım yapmalarını
ya da Tevrat sayfalarındaki -hepsi de güzel olan- ahkâmı almalarını istemesi
gibi değişik şekillerde yorumlanmıştır[210] .
"Yoldan
çıkmışların yurdu" ifadesinde kimlerin veya hangi ülkenin kastedildiği
hususunda şu görüşler ileri sürülmüştür: a) Firavun yönetiminin hüküm sürdüğü
Mısır; b) Âd, Semûd v.b. toplulukların yaşadığı beldeler {Arap yarımadası); c)
Hz. Musa'nın peygamberliğini reddedenlere yurt olacak cehennem; d) Mû-sâ'mn
kendileriyle savaşmak görevini üslendiği Amâlika ve diğer kavimlerce yurt
edinilmiş olan Diyanşam[211]; e)
"Yurt" diye çevirdiğimiz dâr kelimesi helak kelimesiyle karşılanarak
ilgili cümle, "Size yoldan çıkmışların helak oluşunu göstereceğim"
şeklinde de açıklanmıştır[212] .
Âyetlerin siyak ve
sibakı (bağlamı) dikkate alındığında bunlar içinde tercihe şayan olanın son
görüş olduğu söylenebilir. İbn Âşûr'a göre bu âyette Hz. Mûsâ ve kavmine,
Allah'ın kendilerine vaad ettiği mukaddes topraklan fethedeceklerinin
müjdelendiği bildirilmektedir. Nitekim Tevrat'ta konuyla bilgili olarak şöyle
denilmektedir: "Ve Rab Musa'ya söyledi: ... Senin zürriyetİne vereceğim
diye ant ettiğim diyara buradan çık; Kenanlı ve Amori ve Hitti ve Perizzî ve
Hivî ve Ye-sûbîleri kovacağım..." [213]
146-147. Bîr
görüşe göre bu iki âyet (son cümle hariç), yüce Allah'ın Hz. Musa'ya yukarıdaki
hitabının devamıdır. Buna göre ilkindekî "âyetler"den maksat Mûsâ
şeriatı, "arz"dan maksat Şam ülkesi, "arzda haksız yere
böbürlenenler" de bu ülkede yaşayan Amâlika ve diğer kavimlerdir.
Âyetteki bilgiye göre
söz konusu topluluklar, gaflet ve dalâlete boğulmuş bir vaziyette Allah'ın
âyetlerini yalanladıktan İçin hiçbir mucizeye inanmaz, doğru yolu reddeder,
fakat azgınlık yolunu kolaylıkla benimserlerdi; böylece onlar fıtrattan ve
haktan sapmış bir topluluk idi. Bu toplumda böyle bir inkâr, fenalık, kibir ve
gafletin hâkim olması sebebiyle yüce Allah, değişmez yasalan uyarınca, onlan,
âyetlerinin doğruluğunu kavrayıp benimsemekten de mahrum bırakmıştır. İnsan,
iyi niyetli olur, hayır ve hakikat sevgisi taşır, bu yolda çaba harcarsa Allah
da ona hayır ve hakikatin yollarını açar[214];
aksine, kötü niyetli olur, kibir ve gurura kapılarak yanlış inançlarını ve
kötü gidişatını inatla sürdürme gafletini gösterirse Allah da onu
"âyetlerinden uzaklaştırır, iman edip halini düzeltmekten manrum bırakır.
Kur'an'ın birçok yerinde olduğu gibi burada da kibir ve inadı yüzünden
"doğru yol"u seçmekten imtina edip "azgınlık yolu"nda ısrar
eden kişi ve toplumların hidayetten yoksun bırakılmalarının ilâhî bir kanun
olduğu vurgulanmıştır.
Başka bir yoruma göre
bu iki âyet, Musa'nın faaliyetlerini anlatan bölüm içinde, Mekke toplumuyla
ilgili bir "mu'tarıza" yani ara açıklamadır. Buna göre, bir önceki
âyette fâsıklardan söz edilmişken, bu arada, Arap müşriklerinin doğru yolu
reddedip azgınlık yolunu tercih eden kibirli ve inatçı tutumları
hatırlatılarak, onların da aynı fâsıklar zümresinin bir parçası oldukları
anlatılmıştır[215] .
İlk âyetteki
"doğruluk yolu" (sebîle'r-rüşd), Kur'an'da sık sık iman ve sâlİh amel
kavramlarıyla özetlenen bütün İyilik ve güzellikleri; "azgınlık yolu"
(sebile '1-gayy) ise, başta inkarcılık, putperestlik ve münafıklık olmak
üzere, bütün dalâlet, fesad ve şer çeşitlerini kapsamaktadır. Buna göre
fıtratları dejenere olmamış kişiler ve toplumlar, bazı yanılgılar içinde
olsalar bile, inanç ve yaşayışta doğru yolun ne olduğu kendilerine
anlatıldığında, kibre kapılıp inatlaşmadan, anlatılanlar üzerinde düşünür
taşınır, gerçeği kabul ederler. Buna mukabil ilkel duygulan, tutkuları ve
çıkarları basiretlerini, vicdanlarının sesini bastırmış olanlar ise kör bîr
inkâr ve red psikolojisiyle doğrulara ve İyilere karşı çıkar, bu gerçekleri
kendilerine bildiren Allah'ın âyetlerini ve yaptıklarının karşılığını
bulacakları âhiret hakkındaki haberleri yalanlayıp inkâr ederler.
Bu iki âyette,
Kur'an'ın mahkûm ettiği bir toplumun temel özelliklerini görmek mümkündür. Bu
özellikler, üzerinde düşünülmesi gereken tebliğler konusunda tekebbüre
kapılmak, bunun sonucu olarak âyetlere yani ne kadar güçlü olursa olsun
delillere inanmamak, doğru yolu reddetmek, azgınlık yoluna sımsıkı sarılmak,
Allah'ın âyetlerini yalanlamak, sürekli gaflet halinde bulunmak yani aklı ve
zihni kullanmaktan ısrarla kaçınmak, hesapların görüleceği "âhiret
buluşması"nı İnkâr etmek şeklinde özetlenebilir. İnkarcıların, bütün bu
kötü hallerinin bir sonucu olarak, dıştan bakıldığında İyi ve yararlı
görünenleri de dahil olmak üzere, bütün amelleri, faaliyetleri tamamen boşa
gidecek, akıbetleri dünyada da âhirette de hüsran olacaktır; bu, onlar için bir
haksızlık değil, yalnızca yapıp ettiklerinin karşılığıdır. [216]
148. (Tur'a giden)
Musa'nın arkasından kavmi, ziynet takımlarından, böğürebilen bir buzağı
heykelim (tanrı) edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor ne de
onlara yol gösteriyor! Onu (tanrı olarak) benimsediler ve zalimler oldular.
149. Pişman olup kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını anlayınca da
dediler ki: "Eğer rabbani/ bize acımaz ve bizi bağışlamazsa mutlaka
ziyana uğrayanlardan olacağız! 150. Mûsâ kızgın ve üzgün olarak kavmine
dönünce, "Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rab-binizin
emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?" dedi. Tevrat levhalarını yere attı
Ye kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. Hârûn, "Ey anam
oğlu! Senin bu kavmin beni cidden zayıf gördüler; neredeyse beni öldüreceklerdi!
Sen de şimdi düşmanları bana güldürme ve beni zalim kavimle bir tutma!"
dedi. 151. Mûsâ da, "Ey rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine
garkeyle! Sen merhametlilerin en merhametlisisin" dedi. 152. Buzağıyı
(tann) edinenler yok mu, işte onlara mutlaka rablerinden bir gazap ve dünya
hayatında bir alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız. 153.
Kötülükler yaptıktan sonra ardından tövbekar olup da iman edenlere gelince,
şüphesiz ki, o tövbe ve imandan sonra rabbin elbette bağışlayan ve
esirgeyendir. 154. Musa'nın öfkesi yatışınca levhaları aldı. Bu tekrar yazılmış
metinlerde, rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet (haberi) vardı. 155.
Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte buluşmak için kavminden yetmiş adam seçti. Onları
o müthiş deprem yakalayınca Mûsâ dedi ki: "Ey rabbim! Dileseyduı onları ve
beni daha önce helak ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden
bizi helak edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir;
onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim
velîmizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iy isisin.
156. Bize bu dünyada da ahirette de iyilik yaz! Şüphesiz biz sana
yöneldik." Allah buyurdu ki: Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise
her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi Allah korkusu taşıyanlara, zekâtı
verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım; 157. Ki onlar, ellerindeki
Tevrat'ta ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyarlar.
Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten nıeneder; yine onlara
temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır,
üzerlerindeki zincirleri çözer. O Peygamber'e inanan, onu koruyup destekleyen,
ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura uyanlar, işte bunlardır
kurtuluşa erenler. 158. De ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben göklerin ve
yerin sahibi olan Allah'ın hepinize gönderdiği elçisiyim. O'ndım lııifkıı tının
yoktur. O lnıyııl verir ve öldürür. Öyleyse Allah'a ve ümmî peygamber olun
nsıılliiıc -ki o Allııh'a ve O'mın sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki
doğru yolu [217]
148. İsrâiloğullan
daha önce Hz. Musa'dan, kendilerine, tapmaları için bir put temin etmesini
istemişler, bu yüzden Mûsâ onları şiddetle eleştirmiş ve uyarmıştı. Bu defa
da, Musa'nın kırk gün süren Tûr'da bulunuşu sırasında, Hz. Harun'un ısrarla
karşı koymasına rağmen, böğürme şeklinde sesler de çıkarabilen bir buzağı
heykelini tann edinerek ona tapmaya başladılar. Bugünkü Tevrat nüshasında bu
buzağı heykelini yapanın Hârûn olduğu ileri sürülür. Tevrat'a göre, Musa'nın
gecikmesi üzerine kavmi Harun'un yanında toplanarak ondan kendileri için bir
tann yapmasını istemişler; o da herkesin evindeki altın küpeleri getirterek bunlardan
bir buzağı heykeli yapmıştır (Çıkış, 32/1 -2). Bir peygamberin, put yaparak
şirk inancına hizmet ettiğini ileri süren böyle bir iddia büyük bir iftira olup
Tevrat'taki bu ifadelerin bir tahrif eseri olduğunda kuşku yoktur. Nitekim Kur
ân-ı Kerîm, altın buzağıyı yapanın Sâmİrî adında biri olduğunu açıkça
bildirerek Hârûn aleyhİsselâmı böyle bir bühtandan kurtarmıştır[218].
Söz konusu altın buzağı
heykelini Sâmirî denilen bir kuyumcu icat ettiği halde, İsrâiloğuUarı da bunu
istedikleri, hatta belki de -Tevrat'taki bilgilere göre-onun malzemesini
kendileri temin ettikleri için âyette bu suç hepsine nispet edilmiştir. Bir
rivayete göre Hz. Mûsâ Tûr'a giderken, kavmine otuz gün sonra döneceğini
söylemiş; ancak on gün daha orada kalması gerekince, itibarlı bir kişi olan
Sâmirî, yanında Mısırhlar'dan kalma bir buzağı heykeli bulunduğunu bildirerek
halktan ona tapmalarını istemiş; onlar da bunu kabul etmişlerdir. Yüce Allah,
"Görmediler mi ki o (buzağı heykeli), onlarla ne konuşuyor ne de onlara
yol gösteriyor!" buyurarak böyle bir nesneyi tann sayıp ona tapmalarının
ahmakça bir tutum olduğuna işaret etmiştir. [219]
149. Hz.
Mûsâ Tûr'dan dönüp de kavminin bu tutumlarıyla dinden saptıklarını kendilerine
bildirdiğinde, onları azarlayıp buzağı heykelini ateşe attığında, kavmi
ettiklerine pişman olarak, Allah'ın merhametinden başka kurtuluş imkânları
olmadığını anladılar. [220]
150. İbn
İshak'tan nakledilen bir yoruma göre Hz. Mûsâ Tûr'dan dönünceye kadar kavminin
buzağı heykeline taptığını bilmiyordu. İbn Cerîr et-Taberî'ye göre ise Mûsâ
Tûr'da iken Allah onu, kavminin böyle bir fitneye bulaşmış olduğundan haberdar
etmişti. Tâhâ sûresinin 85. âyeti de Taberî'nin bu görüşünü desteklemektedir.
Tevrat'taki bilgiler de aynı yöndedir (Çıkış, 32/7-8). Mûsâ dııhn ümrkavmini
putperestlik konusunda sürekli uyardığı halde, kısa bir süre onlardan ayrılınca
bütün bu uyarılan unutarak tevhid inancından sapmaları onu son derece
sarsmıştı. Bu sebeple Tûr'dan öfkeli bir vaziyette döndü ve onlara, kendisinin
bulunmadığı süre içinde çok kötü bir iş yaptıklarım ifade ederek hem kavmini
hem de yerine bıraktığı Hz. Harun'u suçladı. Zira kavmi putperestliğe sapmış,
Hârûn da (Musa'nın kanaatine göre) vekâlet görevini yerine getirmekte ve
kavmini doğru dürüst yönetmekte kusur etmişti.
Âyetteki
"Rabbinizİn emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?" sorusu değişik
şekillerde açıklanmıştır: a) Allah'ın hükmünü, yasasını uygulamakta veya beklemekte
kusur ettiniz; acele davranarak O'nun yasasını değiştirip bozdunuz, b) Allah'ın
tehdidine ve gazabına uğramakta acele ettiniz.
Tâhâ sûresinin
"Ey ^kavmim! Rabbinİz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Peki size bu
süre çok mu uzun geldi, yoksa rabbinizin gazabına uğramak istediniz de onun
için mi bana verdiğiniz sözden döndünüz!" mealindeki 86. âye-tî de son
yorumu desteklemektedir.
Hz. Mûsâ bu suretle
kavmini suçlayarak, son derece sarsılmış bir hâletİrûhi-ye içinde elindeki
Tevrat levhalarını yere attı. Aynı duyguların tesiriyle, bu olayda kusurlu
olduğunu düşündüğü ve halkın, Sâmirî'ye aldanarak buzağı heykeline tapmasına
göz yumduğunu zannettiği[221] Harun'un
başından veya saçlarından tutup kendisine doğru çekti; Tâhâ sûresinin 92-93.
âyetlerinde bildirildiğine göre, en azından onun, kendisine gelerek durumu
haber vermesi gerektiği halde bunu bile yapmadığını söyleyerek onu görevini yapmamakla
suçladı. Hârûn da "Ey anam oğlu!..." diyerek merhamet duygusuna hitap
ettiği Musa'ya, görevini yapmaya çalıştığım, hatta bu uğurda hayatını bile
tehlikeye soktuğunu, fakat İs-râiloğullan'na söz geçiremediğini ifade etti.
Diğer bir âyette[222]
haber verildiğine göre Hârûn, kavmini altın buzağıya tapmaktan alıkoymak için
başka önlemler almayı da düşünmüş; fakat İşin İyice çığırından çıkarak halk
arasında bir parçalanmaya kadar varmasından, Musa'nın da kendisini, halkı
birbirine düşürmekle suçlamasından kaygı duymuştu. Hârûn, bütün bu
açıklamalardan sonra Mûsâ'dan, hareketi ve sözleriyle kendisini hırpalayarak,
yaptıklarına karşı çıktığı için ona kızgın olan "zalimler" (buzağı
heykeline tapanlar) karşısında kendisini gülünç duruma düşürmemesini, onlarla
aynı kefeye koymamasını istedi. [223]
151. Harun'un
duygusal bir üslûpla yaptığı bu açıklamalardan etkilenerek sakinlesin Mûsâ,
muhtemelen kendi öfkeli tavrından, ne yaptığını bilmeyerek Tevrat levha!arını
yere atmasından ve ayrıca Harun'un olabilecek bazı kusurlarından dolayı hem
kendisi hem de kardeşi için Allah af ve
mağfiret diledi. [224]
152. Allah
Teâlâ'nın altın buzağıya tapanlara gazap etmesi, onları cezalandırması
anlamına gelir; onların dünya hayatında zillete uğratılması ise, düşmanları
karşısında mağlûp duruma düşmeleri veya isyankârlıkları sebebiyle, kendilerine
vaad edilen kutsal topraklardan mahrum bırakılarak vatansız duruma düşürülmeleridir.
Âyetin "Biz iftiracıları böyle cezalandırırız" ifadesindeki
"iftira"dan maksat, bir kimsenin asılsız olduğunu bile bile bir
iddiada bulunmasıdır. İsrâiloğulla-rı, hiçbir aklî ve nakli delile dayanmadan,
âdi bir nesneden ibaret olan buzağı heykeline tanrılık vasfı yükleyip ona
taptıkları için, onların bu tutumları iftira olarak nitelendirilmiştir. Aynı
ifadeden, yüce Allah'ın yalnız İsrâiloğulları'm değil, Allah'ın dışında
tanrılar uyduran veya buna benzer yakıştırmalara kalkışan başka toplumları da
gazabtna ve zillete uğratmasının, O'nun mutlak bir kanunu olduğu
anlaşılmaktadır. [225]
153. İbn
Atıyye'nin kaydettiği bir yoruma göre (VII, 170) inkâr dışındaki günahlardan
dolayı yapılan tövbenin makbul sayılması için önce imana sahip olmak gerekir.
Halbuki âyette "iman" kelimesi "tövbe" kelimesinden sonra
gelmiştir. Şu halde buradaki tövbe ile, günahlardan tövbe değil, inkarcılıktan
tövbe etmek kastedilmiş; bu yüzden de önce tövbe, ardından da iman kelimesi
zikredilmiştir. Çünkü kâfir iken İman etme, inkarcılıktan dolayı tövbe edip
imana dönmek anlamını taşır. Buradaki "iman edenler"i "imanda
sebat edenler" diye anlamak da mümkündür. [226]
154. Nüsha
kelimesi, "bir asıl metinden çıkarılan kopya, o metnin yeniden yazılmış
şekli" anlamına gelir. İkisine birden kopya denildiği de olur. Bu sebeple
ilgili kısmı, "bu tekrar yazılmış metinlerde" diye çevirmeyi uygun
bulduk. Bu nüsha kelimesini dikkate alan müfessirler, Musa'ya vahyin taş
levhalar üzerine yazılmış olarak geldiğini, Mûsâ'nm yere atmasıyla bu levhalar
kırıldığı için yeni bir nüshasının yazılmış olabileceğini düşünmüşlerdir.
Tevrat'ın verdiği bilgiler de bu yöndedir[227]. Bu
levhalarda, yüce Allah'ın, kendisinden korkanlara, yani O'na iman edip
buyruklarıyla amel edenlere, hidayet ve rahmetini kazanmaları için gönderdiği
hükümler vardı. Buradaki "hidayet" (hüden) ve "rahmet"
kelimeleri, bir ilâhî kitabın ve onunla ortaya konan dinin bütün işlevlerini
özetler mahiyettedir. Zira hidayet ancak sahih iman ve sâlih amellerle gerçekleşir;
bu da insanların, fert ve toplum olarak rahmete yani yüce Allah'ın hidayet
üzere yaşayanlara bahşedeceği engin sevgisinin eseri olarak, dünya ve âhiret hayatında
huzurlu ve mutlu olmaya götürür.
Âyette, öfkenin
insanlara doğru olmayan işler yaptırdığına dolaylı bir işaret vardır. Nitekim
Musa'nın öfke sebebiyle Tevrat levhalarını yere atması, bilinçsizce yapılmış
yanlış bir iş olduğu için, öfkesi yatışınca bunun farkına vararak yerdeki
levhaları tekrar eline almış ve af dilemiştir,
[228]
155-156. Hz.
Mûsâ,İsrâiloğuılan'nın on iki oymağından (sıbt) seçtiği yetmiş kişiyi yanına
alarak, kavminin altın buzağıya tapmalarından dolayı af dilemeleri, dua ve
niyazda bulunmaları İçin, Allah'ın kendisiyle konuştuğu mekân olmasıyla
kutsallık kazanmış bulunan Tûrisînâ'ya ikinci defa gitti. Tevrat'ın bazı
bölümlerinde[229] verilen bilgilere göre
Rab, Mûsâ ile iki defa buluşma vakti tayin etmiş; Rabbin buyruğu uyarınca Mûsâ
birinci buluşmada yanına İsrailoğulları'nın ileri gelenlerinden yetmiş kişi
almıştır, Tevrat'ta Musa'nın ikinci buluşmada yanına yine yetmiş kişi alıp almadığına
ilişkin bilgi yoktur. İbn Âşûr, ikinci buluşmayı ilkinin tamamlayıcısı gibi
düşünerek, Musa'nın bu buluşmaya da yetmiş kişi götürmesinin Tevrat'a göre
mümkün olduğunu ifade eder; Kur'an'da ise bu husus sarahatle belirtilmiştir.
Kur'an'da Musa'nın, Tûr'daki ilk buluşmasında, dağın sallanmasıyla kendinden
geçip yere yığıldığı bildirilirken, söz konusu yetmiş kişinin orada bulunup
bulunmadığından ve onların da bu sarsıntıdan etkilendiğinden söz edilmemekte;
fakat bu durumun ikinci ziyaret sırasında gerçekleştiği bildirilmektedir, tbn
Âşûr, yine Tevrat ile Kur'an'daki bilgileri birleştirerek, yetmiş kişilik
topluluğun ilk ziyarette de Musa'nın yanında bulunduğunu, Mûsâ gibi onların da
sarsıntıdan yere yığıldıklarını kabul etmektedir
Fahreddin er-Râzî,
İkinci ziyaret esnasında söz konusu yetmiş kişinin müthiş bir sarsıntıyla
bayılıp düşmelerinin sebebine ilişkin olarak müfessirlerden şöyle bir bilgi
aktarır: Mûsâ yetmiş kişiyi Tûr'a götürdü. Dağa yaklaştıklarında bütün dağı bir
bulut sütunu kapladı. Mûsâ bu bulutun içine girdi; onun isteği üzerine diğerleri
de bulutun içine girerek hep birlikte secde ettiler; Allah'ın Musa'ya
"şunları yap, şunları yapma..." gibi emirlerini ve yasaklarını
duydular. Bulut çekilince, "Ey Mûsâ! Allah'ı apaçık görmedikçe sana
inanmayacağız" dediler [230].
İşte bu yüzden onları sarsıntı çarptı (XV, 17). Bu olay kısmen Tevrat'ta da
anlatılmakta, ancak orada olay ilk ziyaretin anlatıldığı bölümde geçmektedir
(Çıkış, 24/15-18).
Hz. Mûsâ, muhtemelen
kavmiyle birlikte yanındaki yetmiş kişinin de daha önce buzağı heykeline tapmak
suretiyle ağır bir suç işlediklerini; ayrıca kendisinin, Tûr'daki ilk bulunuşu
sırasında Allah'tan kendisini görmek istemesinin de bir kusur olduğunu dikkate
alarak, "Ey rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce hol âk
ederdin" dedi.
"Beyinsizler"
diye çevirdiğimiz 155. âyetteki süfehâ' kelimesi, "cahillik, ahmaklık,akılsızlık,beyinsizlik,malı
boş yere harcama veya barbarlık,küstahlık”gibi anlamlara gelen sefeh
kelimesinden sefih'in çoğuludur. Sefeh "akıllı, olgun ve ağır başlı
davranışlarıyla uygar olduğunu gösteren kişi" anlamındaki halım'in
zıddıdır. Türkçe'de sefihin karşılığı olarak genellikle "akılsız,
beyinsiz" deyimleri kullanılmaktadır. Âyette süfehâ' kelimesiyle, buzağı
heykeline taparak ahmak ve abisiz oldukları gibi tutum ve davranışlarıyla aynı
zamanda küstah, hoyrat ve barbar olduklarım da ortaya koyanlar kastedilmiştir.
Mûsâ'nm, "(Allahım!) İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi
helak edecek misin?" şeklindeki yakarışından, İsrâiloğullan arasında,
kendisiyle birlikte, buzağıya tapmayan daha başka kimselerin de bulunduğu
anlaşılmaktadır. Ancak Mûsâ, bunların söz konusu kötülüğü önlemek hususunda
yeterince çaba harcamadıklarını düşündüğü için Cenabı Hakk'a böyle bir
yakarışta bulunmuş olmalıdır.
Bu altın buzağı olayı
ve ona bağlı gelişmelerin hepsi temelde Allah'ın takdiriyle vuku bulduğu için
Hz. Mûsâ, "Bu İş senin imtihanından başka bir şey değildir" diyerek
olayı ilâhî bir imtihan olarak algılamış; son planda dalâletin de hidayetin de
Allah'tan geldiğini kabul ederek kendisi ve halkı için rahmet ve mağfiret niyaz
etmiş, dünyada ve âhirette iyilik dilemiştir. Bunun üzerine yüce Allah da,
"Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır"
buyurmuştur.
156. Âyette geçen
rahmet, "acınan kimseye İyilik etme sonucunu doğuran acıma hissi" şeklinde
tanımlanır. Buna göre rahmet kavramının kapsamında hem acıma hem de iyilik ve
ikramda bulunma vardır. Esasen rahmet ve merhamet temelde Allah'ın sıfatı olup
insan ve diğer canlılardaki merhamet duygusu da Allah'ın onlara rahmet veya
merhametinin bir sonucudur. Allah'ın rahman ve rahîm isimleri de rahmet
kelimesinden türetilmiş olup dünya ve âhirette bütün varlıklara olan lütuflannı
ifade eder[231]. İsfahanı, konumuz olan
âyetteki"... rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi Allah
korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara
yazacağım" şeklindeki ifadeden rahmetin dünyâda müminiyle kâfiriyle
herkesi kuşattığı, âhirette İse yalnızca müminleri kapsayacağı anlamının
çıktığını belirtir.
Buna göre 156. âyette
yüce Allah, kullarından ancak bir kısmının azaba mâruz kalacaklarını; buna
karşılık bütün mevcudatın, dünyada varlık sahnesine çıkışlarından itibaren
kendi rahmetinden pay aldıklarını ve liyakatlerine göre alacaklarını
bildirmiştir. Şu halde başlangıçta rahmetten pay almayan hiçbir şey yoktur ve
ancak azabı hak edenlere, ilâhî iradenin azaba müstahak gördüklerine, rahmetin
ardından azap isabet edecektir. Sonuç olarak rahmet asıl, azap talîdir. Nitekim
En'âm sûresinde (6/12) "O, kendi üzerine (kullan için) rahmeti yazmıştır"
buyu-rularak bu hususa işaret edilmiştir. İnsan da dahil olmak üzere her
varlık, var olmakla rahmete mazhar olmuştur. Fakat insan, özgür ve ahlâkî
varlık olarak, inanç ve eylemlerinin değerine göre azabı da rahmeti de hak
edebilir. Böylece Hz. Mû-sâ'nın, "Bize bu dünyada da âhİrette de iyilik
yaz" şeklindeki duasına karşılık Allah, "Azabıma dilediğimi
uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır" buyurmak suretiyle, bir
yandan ona, onun ümmetinden sâlih kişilere geniş bir rahmet ümidi vermekle
birlikte, bunun kendisi için bir zorunluluk olmadığını hatırlatma mahiyetinde,
azabının da dikkate alınmasını istemiş; ardından da azaptan koruyup rahmete
mazhariyet kazandıracak iyi hallere birkaç örnek olmak üzere, takva ehlinden
olmak, zekâtı vermek ve âyetlere inanmayı sürdürmek gerektiğine işaret buyurmuştur.
Zemahşerî, Allah
Teâlâ'nın kendileri için rahmet yazdığı zümrenin, ileride (âhir zamanda)
yaşayacak ve Hz. Muhammed'İn ümmetine katılacak İsrail oğulları olduğunu ifade
eder (II, 165). Aşağıdaki âyet bu görüşü desteklemektedir. Ancak bu anlayış,
âyetin hükmünün umumîliğine engel değildir. Yani yüce Allah, iman ve iyi
halleriyle rahmete lâyık olan herkes gibi Hz. Muhammed'e inanıp müslüman olan
İsrâiloğulları'm da rahmetinin kapsamına alacaktır. [232]
157. Bu ve
bundan sonra gelecek âyette Hz. Peygamber'İn niteliği olarak kullanılan ümmî
kelimesinin kökü ve anlamı hakkında üç farklı görüş ileri sürülmüştür: a)
Ümmülkurâ (Mekke) ismine nispetle "Mekkeli" anlamında; b) Ümmet
(millet) kelimesine nispetle "Arap milletinden" (çoğunluğu
okuma-yazma bilmeyen bir topluma mensup) anlamında; c) Ümm (anne) kelimesine
nispetle "annesinden doğduğu gibi" (okuma-yazma bilmeyen) anlamında[233].
Son görüş daha çok
benimsenmiştir. Zira İslâm öncesi Arap toplumunda erkekler arasında, az da
olsa, okur-yazarlar bulunmasına karşılık kadınlardan hemen hemen hiç kimse
okuma-yazma bilmezdi. Bundan dolayı ümmî kelimesi genellikle Hz. Peygamber'in
en azından başlangıçta okuma-yazma bilmediğini, dolayısıyla tebliğ ettiği din
İle İlgili bütün bilgilerini yalnızca Allah'tan almış olduğu gerçeğini ifade
eder.
Yine her iki âyette
yan yana zikredilen resul ve nebî kelimelerinin anlamları ve aralarında
farklılık bulunup bulunmadığı hususu, kelâm ilminin önemli meselelerinden olup
bu konuda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Nebî kelimesi, türetilmiş
olabileceği iki farklı köke göre iki ayrı anlama gelir. Nbv (ulu, üstün ve şerefli
olma) kökünden nebî (en-nebiyyü) "yüce, ulu ve şerefli kişi"; nbe
(haber alına, haber iletme) kökünden nebî' ise (en-nebîü, ki bu da
"en-nebiyyü" şekline dö-ııiişmuîlltı t "luıber alan, haber
ileten" anlamına gelir. Buna göre peygamberler, insanlar içinde en yüce ve
en şerefli kişiler oldukları veya Allah katından haberler getirdikleri ve
bunları ümmetlerine ilettikleri İçin nebî olarak adlandırılmışlardır,
Nebî kelimesinin
türetil işi ve kök anlamlarıyla ilgili bu farklılığa rağmen terim anlamı
konusunda önemli bir görüş ayrılığı yoktur. Bu hususta yapılan açıklamalardan
şu tanımı çıkarmak mümkündür: Nebî, "Allah tarafından seçilip gönderilen
yeni bir din bildirmeyip daha önceki peygamberin getirdiği dini yaşatmakla
görevlendirilen kİşf'dir.
Resul kelimesi ise
genellikle "bir kişinin veya makamın, bir görev yükleyerek kendisinden
bunu yerine getirmesini istediği veya önemli bir haber, mesaj ya da bilgi
vererek bunu başka kişi veya kişilere ulaştırmasını emrettiği elçi" anlamında
kullanılır. Nitekim kavram, bu genet anlamıyla Kur'ân-ı Kerîm'de geçmektedir[234];
ayrıca yine aynı anlamda melekler İçin de kullanılmıştır[235].
Resul kelimesinin İslâmî terminolojideki anlamlarına gelince, bu husustaki
tanımlar, "Allah tarafından kendisine bîr kitap indirilen, bu kitabın
içerdiği bilgi ve hükümleri insanlara tebliğ etmekle yükümlü kılınan kişi"
şeklinde özetlenebilir.
Başta Mu'tezile
ulemâsı olmak üzere bazı İslâm âlimleri nebî ile resul kavramları arasında
fark bulunmadığını iddia etmişlerse de çoğunluk bunların değişik anlamlarda
kullanıldığı kanaatindedir. Bu ayırımı yapanların iki kavram arasındaki
farklarla ilgili görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür: Resul kavramı
nebiden daha geneldir. Zira nebilerin sahip olduğu tebliğ özelliği resuller
için de geçerlidir; halbuki resullerin sahip olduğu risâlet (yeni kitap ve
hükümler getirme) özelliği nebilerde yoktur, Buna göre nebî sadece kendisinden
önceki bir peygambere indirilmiş olan kitap ve hükümleri yaşatıp devam ettiren
peygamber olduğu halde resul, kendisine özel bîr kitap vahyedilmiş olan ve
önceki şeriatların hükümlerini kısmen ortadan kaldıran peygamberdir. Şu halde
her resul nebî olduğu halde her nebî resul değildir. Meselâ Hz. Muhammed hem
resul hem de nebidir. Başka bir açıdan ona, Allah ile ilişkisi bakımından,
O'nun elçisi olduğu için resul; kullarla ilişkisi bakımından, onlara Allah'ın
hükümlerini ulaştırıp bildirdiği için nebî denilmiştir.
Âyette "O ümmî
Peygamber'e uyarlar" ifadesiyle Hz. Muhammed zamanında ve daha sonraki
devirlerde yaşayıp ona iman etmiş olan yahudiler ve hıristiyan-lar kastedilmiş;
bunların kutsal kitapları olan Tevrat ve İncil'de Hz. Muhammed hakkında
bilgiler bulunduğu belirtilmiştir. Eski kutsal kitaplarda Hz. Muhammed'in
peygamberliğini müjdeleyen bu bilgilere İslâm kaynaklarında beşâirü'n-nübüvve
veya kısaca beşâir denilmektedir. Bakara sûresinde (2/146) "Kendilerine
kitap verdiklerimiz onu kendi oğullarını tanıdıktan gibi tanırlar"
bııvurulrruış;
Saf sûresinde de
(61/6) Hz. îsâ'nm onu müjdelediği ifade edilmiştir. Bu sebeple müslüman
âlimler, ilk dönemlerden itibaren, Kufân-ı Kerîm'deki bu haberleri
belgelendirmek maksadıyla yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplanm incelemişler;
bunlarda Hz. Muhammed'in müjdelenmesiyle ilgili bilgiler bulunduğunu tespit etmişlerdir[236].
Bilhassa Barnaba İncili'nde Hz. Muhammed'in peygamberliğini müjdeleyen ve
niteliklerini anlatan oldukça ayrıntılı bilgiler mevcuttur[237].
Öte yandan Yahudilik
ve Hıristiyanlık dışındaki bazı dinlerin kutsal kitaplarında da beşâir
mahiyetinde açıklamalar bulunmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'deki "eskilerin
kitapları"[238] İfadesiyle bu kitapların kastedildiği
düşünülebilir. Meselâ Zerdüşt dininin kutsal kitabı Zend-Avesta'da,
"Saosyant" (âlemlere rahmet) isimli bir kurtarıcının geleceği ve onun
bütün insanlara rehberlik yapıp onları ıslah edeceği, putları kıracağı haber
verilmiştir (M. Hamîdullah, Le Saint Coran, s. 375). Hint kutsal kitaplarından
Veda ve Puranalar'da, çölden "Övülmüş" (Muhammed) adında bir bilgenin
çıkacağı, "araba"sınm semaya ulaşacağı (mi'rac), büyük zaferlerinden
birini 300 kişiyle (Bedir Savaşı),bîrini de 10.000 kişiyle (Mekke'nin fethi)
yapacağı bildirilmiştir. Kalnki Purana'da ise onun babasına "Allah'ın
kulu" (Abdullah), annesine "güvenilir" (Âmine) denileceği; bir
kum diyarında (çölde) dünyaya geleceği ve doğduğu şehrin kuzeyine sığınacağı
(Mekke'den Medine'ye hicret) belirtilmektedir (M. Hamîdullah, a.g.e., s. 375).
Budizm'in kurucusu Buda da "Mettaya" veya "Maitreya"
(merhamet, rahmet, sevimli) adında birinin geleceğini ve kendisinin başlattığı
İşi tamamlayacağını müjdelemiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de de Hz. Peygamber
"âlemlere rahmet" [239]
"müminlere karşı şefkat ve merhamet dolu" olarak tanıtılmıştır[240] .
Allah Teâlâ,
İsrâiloğulları'na gönderilmiş bulunan Tevrat ve İncil'de Hz. Peygamber'in
vasıflarının bildirildiğini ifade buyurduktan sonra onun tebliğinin, yahudileri
daha yakından İlgilendiren başlıca özelliklerini sıralamaktadır. Bunlar, M/.
Peygamber'in onlara iyiliği (ma'rûf) emretmesi, kötülüğü (münker) yasaklaması,
temiz şeyleri (tayyibât) helâl, pis şeyleri (habâis) haram kılması, üzerlerindeki
ağırlığı kaldırıp zincirlerini çözmesi yani Yahudiliğin onları cezalandırma!
üzere koyduğu ağır hükümleri kaldırması veya hafifletmesidir.
Âyette bütün
peygamberler gibi Hz, Muhammed'in de en temel görevlerin den birinin
"iyiliği (ma'rûf) emretme ve kötülüklerden (münker) menetme" faali
yeti olduğu bildirilmektedir. Ma'rûf, aklıselimin benimsediği, insanın aslî
tabi atıyla uyuşan, maşerî vicdanda beğenilip kabul gören, din tarafından da
tasvip edi lip meşruiyet kazanan iyi, güzel, faydalı tutum ve davranışlar;
münker ise bunuı zıddıdır[241] .
"Temiz şeyler"
diye çevirdiğimiz tayyibât, kısaca zararlı olmayan, tiksinti vermeyen ve dinin
helâl saydığı şeyler için kullanılan tayyibe kelimesinin çoğu lu; "pis
şeyler" diye çevirdiğimiz habâis de zararlı veya tiksinti verici olan, din
ta rafından da haram kılınan şeyler için kullanılan habise kelimesinin
çoğuludui Âyette ma'rûf-münker kelimeleri fiil ve davranışlar için,
tayyİbât-habâis kelime leri de yiyecek içecekler için kullanılmıştır. Fahreddin
er-Râzî'ye göre tayyibât kelimesini "Allah'ın helâl kıldığı şeyler"
şeklinde açıklayanlar bulunmuşsa da bt yanlıştır; zira o takdirde âyetten,
"Allah'ın helâl kıldığı şeyleri helâl kılar" gibi uygun olmayan bir
anlam çıkar. Keza bu açıklama kabul edilecek olursa âyetin bii anlamı kalmaz.
Çünkü Allah'ın neleri helâl kıldığını, bunların ne kadar olduğunu bilemeyiz. Şu
halde tayyibâttan maksat, haz verdiği için insan tabiatının hoş ve güzel
bulduğu şeyler olmalıdır. Yararlı işlerde kural helâllik olup, bu âyet kişinin
hoşlandığı ve yaratılışı icabı haz duyduğu şeylerin -aksi yönde özel bir delil
bulunmadıkça- helâl olduğunu göstermiştir (XV, 24).
Buna göre İslâm'ın
gerek fiillerle gerekse yiyecek ve içeceklerle ilgili emir ve yasaklan insanın
aklıselimi ve temiz tabiatıyla, fıtrî yönden bozulmamış toplumların genel yargılarıyla
bağdaşan hükümlerdir. Çünkü bu hükümler, anılan nitelikteki kişilerin ve
toplumların iyi, doğru ve güzel bulup hoşlandıkları şeyleri helâl veya mubah
kılma; kötü, yanlış ve zararlı bulup tiksinti duydukları şeyleri de haram kılma
özelliği taşır. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın insan tabiatına yaratılıştan
verdiği, sağlıklı yargı gücünü de kapsayan bu üstün özelliklere
"fıtratullah" (Allah'ın fıtratı) denilmiştir[242] .
İnsanın önce "ahsen-i takvîm" üzere yaratılıp sonra "esfel-İ
sâfilîn" seviyesine düşürülme- -si de onun esasen doğru hükümlere
varmasını sağlayacak yüksek melekelerle donatılmış bir fıtrata sahip olduğu;
fakat ilâhî bir imtihan olmak üzere kendilerince verilen -iyinin yanında-
kötüyü de tercih edebilme yeteneğini kullanması neticesinde bu fıtratın
bozulup doğru hüküm verme kabiliyetini tamamen veya kısıneı n kaybettiği
gerçeğini ifade etmektedir.
Âyetin "Peygamber
onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten nıeneder; yine onlara temiz
şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır, üzerlerindeki
zincirleri çözer" mealindeki kısmının ifade ettiği önemli bir husus da
Pey-gamber'in teşrî'deki yeridir. Buna göre Kur'ân-ı Kerîm Peygamber'in sadece
kalbine aktarılan vahyi seslendiren bir robot konumunda olmadığını, kuşkusuz ilâhî
iradeye bilinçli ve özgür bir şekilde bağlı kalmak şartıyla bu irade
istikametinde teşrî'de aktif bir role sahip olduğunu göstermektedir.
Daha önceki âyetlerde
İsrâiloğulları' nın, temiz fıtratlarını çeşitli bâtıl inanç ve çirkin
davranışlarla bozduklarına dair açıklamalar yapıldıktan sonra bu âyette de Hz.
Peygamber'in onları bu durumdan kurtarmak için kendilerine iyiliği emredip
kötülükten menettiği, teiniz şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kıldığı ve
böylece onun (diğer bütün insanlar gibi) İsrâiloğullan için de bir kurtarıcı ve
hidayet rehberi olduğu vurgulanmaktadır. Aynca Hz. Peygamber, Yahudilik'teki
bir kısım hükümleri neshetmek
(yürürlükten kaldırmak veya değiştirmek) suretiyle kendisine inanan ve tâbi
olan İsrâiloğulları'nı bazı hataların ölümle cezalandırılması, çeşitli temiz
yiyeceklerin ve sakıncasız davranışların haram sayılması, cumartesi günü çalışmanın
yasak olması, tövbe ve pişmanlığın kabul edilmemesi gibi eski dinlerin-deki
ağır hükümlerin baskısından da kurtarmıştır. Öte yandan İslâm'ın günümüzdeki
muharref (bozulmuş, değiştirilmiş) İnciller'in öngördüğü aşırı çileci ve
riyâ-zetçi hayat anlayışını kaldırması da bu çerçevede düşünülebilir. Ayette
Ehl-i kitabın bu nevi meşakkatli yükümlülüklerden kurtarılması
"ağırlıklarını kaldırma" şeklinde ifade buyurulmuştur. Aynca,
kaldırılan hükümlerin bir kısmı, aslında Allah'm koyduğu hükümler değil,
yahudilerin veya Hıristiyanların zaman içinde kendilerinin uydurup dinlerine
kattıkları hurafeler olduğu ve bunlar insanların hür ve rahat yaşamalarını
engellediği için bu hükümler âyette "üzerlerindeki zincirler" diye
nitelenmiştir. Buna göre İslâm dini, geleneksel Yahudilik'te bulunan ve insanları
bir nevi esir durumuna düşüren bu hurafî hükümleri kaldırarak kendisine uyan
İsrâiloğulları'nı ağır ve gereksiz yüklerden kurtarmış; esaret zincirlerini
çözmüştür. Böylece Hz. Peygamber ve onun getirdiği İslâm dini, bir önceki
âyette her şeyi kuşattığı bildirilen ilâhî rahmetin bir tezahürü olarak
gösterilmiş bulunmaktadır.
Âyetin özel maksadı,
Kur'an mesajının Ehl-i kitap için de bir kurtuluş ve özgürlük vesilesi
olduğunu onlara bildirmektir. Ancak burada dolaylı olarak Hz. Peygamber'in bir
kolaylık ve özgürlük dini getirdiği bildirilmekte; müslümanlann, dada önce
yahudiler ve hıristiyanlarca yapılan hatayı tekrarlayarak, insanları gereksiz
yük ve meşakkatler altına sokacak, onların özgürlüklerini daraltıp zincirlere
bağlaydık uydurma hükümler, hurafî inançlar türetmekten kaçınmaları
gerektiğine de işaret edilmektedir. Ne yazık ki bu uyarıya rağmen, zaman içinde
müslümanlar da din adına, fitneyi
önlemek, kötülükten sakındırmak, belli bir mezhep veya meşrebi ya da bir ırkı
kuvvetlendirmek gibi türlü niyetlerle bir kısım ma'rûfu münker (İyiyi kötü),
tayyibâtı habâis (güzel ve meşru şeyleri çirkin ve gayrı meşru) olarak göstermişler;
Allah'ın dinine onda olmayan şeyler katmışlar ve giderek onun âdeta yaşanması
mümkün olmayan; hayatın tabii seyrine, ihtiyaç ve zaruretlerine ay kın, gelişmeye
engel bir din gibi algılanmasına sebep olmuşlardır.
Daha önce
İsrâiloğullan dinlerine ilâveler yapma yanlışın] yaptıkları, ayrıca kutsal
kitapları da tahrif edildiği için -eski dinlerinde müjdelendiği gibi- Allah
Te-alâ Hz. Peygamber'i ve İslâm'ı göndermiş, böylece -hakkı bâtıldan ayırıp-
bildirmiştir. Ancak, bütün eski kutsal kitaplardan farklı olarak Kur'an'da
yeni bir peygamber geleceğine dair hiçbir bilgi yoktur; hatta Kur'an açıkça
Hz. Muhammed'i son peygamber olarak tanıtmıştır[243].
Yine eski dinlerin aksine, İslâm'ın orijinal kaynaklan elimizdedir. Bu sebeple
İslâm'ı Öz kaynaklarıyla yeniden çağın gündemine sokmak; müslümanların ve
genel olarak insanların, vahiy nurundan mahrum bırakılmaları neticesinde İçine
düştükleri karanlıktan, cehalet ve haksızlıklardan, türlü sapıklık ve
ahlâksızlıklardan kurtulmaları yolunda çaba göstermek; bunun için de -İslâm
kültür mirası ile çağdaş hayatın ihtiyaç ve zaruretlerini birlikte
değerlendirmek suretiyle- doğru, mâkul ve yeterli çözümler üretmek günümüz
müslüman âlimlerinin ertelenemez görevleridir. Âyetin son cümlesindeki
"Peygamber'e inanma, onu koruyup destekleme, ona yardım etme ve onun
getirdiği nura (Kur'an) uyma"nın anlamı da -tıpkı ashâb-ı kiramın yaptığı
gibi-Hz. Peygamber'in İslâm'ı bütün saflığı ve berraklığı ile hayata yansıtıp
hayatı onun ışığı ile aydınlatma davasını bugün de sürdürmektir. Âyet,
kurtuluşun yalnızca bu yolla gerçekleşeceğini bildirmektedir. [244]
158. Bu
âyet, Hz. Muhammed'in risâletinin, yalnız Araplar'ı değil, bütün insanları
kapsadığını gösteren en kesin delillerdendir. Bu husus, Sebe! sûresinin 28.
âyetinde de benzer bir üslûpla bildirilmiştir. Âyetin Mekke'de inmiş olması,
Hz. Peygamber'in daha o zaman böyle bir evrensel risâletle şereflendirilmiş
olduğu hususunda bilgilendirildiğini göstermektedir. Ayrıca burada, bazı yahudilerin,
"Muhammed gerçekten peygamberdir, ama sadece Araplar'in peygamberidir;
ya-hudilere gönderilmemiştir" diyerek onun bir millî peygamber olduğunu
ileri süren iddiaları da reddedilmektedir[245],
Esasen, Hz. Muhammed sadece son peygamber değil, aynı zamanda bütün
peygamberler içinde, tebliğ ettiği kitapta risâletinin evrensel olduğu açıkça
belirtilen tek peygamberdir; İslâmiyet de cihanşümul olduğu kesin İfadelerle
bildirilen tek dindir. Her ne kadar bugün Hıristiyanlık fiilen evrensel bir din
haline gelmişse de mevcut İncil metinlerinde î&â'nın evrensel peygamber
olup olmadığı konusunda çelişkili ifadeler bulunmaktadır. Nitekim İnriller'de
Hz. Mûsâ gibi Hz. îsâ da genellikle İsrâüoğuUan'na hitap eder; ayrıca Matta'da
(15/24) onun "Ben İsrail evinin kaybolmuş koyunlarından başkasına
gönderilmedim" şeklinde sarih bir ifadesi bulunmaktadır. Yine Matta'da
(10/5-6), havarilerini tebliğle görevlendirirken, "Milletler yoluna
gitmeyin ve Sâ-mirîyeliler'in şehirlerinden hiçbirine girmeyin; fakat daha
ziyade İsrail evinin kaybolmuş koyunlarına gidin" demesi Hz. îsâ'nın
yalnız İsrâiloğulları'na gönderilmiş bir peygamber olduğu kanaatini
güçlendirmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de de Hz. îsâ'dan söz edilirken "Onu
İsrâiloğullan'na bir elçi kılacak"[246] ifadesi
kullanılmakta ve onun İsrâiloğullan'na "Size Allah tarafından gönderilmiş
elçiyim" (Saf 61/6) şeklinde hitap ettiği bildirilmektedir, Bu açıklamalar
karşısında, mevcut İnciller'in son âyetlerinde yer alan "Bütün dünyaya
gidin, İncil'i bütün hilkate vazedin" şeklindeki ifadelerin mevsukiyeti,
yani bir tahrif ve ilâve sonucu olup olmadığı tartışmaya açık bulunmaktadır.
Ancak, Hıristiyanlığın evrensel bir din olup olmadığı tartışması bir yana,
yukarıdaki âyet karşısında Kur'an bakımından artık bütün eski dinler
geçerliliğini kaybetmiş olup, kitap ehli de dahil olmak üzere bütün insanlar
Allah'a ve O'nun resulü Hz. Muhammed'e iman edip hidayete erebilmek için o
resule tâbi olmaya çağırılmaktadır. Âyette Allah'ın birliği, kudret ve
hükümranlığının mutlaklığı vurgulanarak dolaylı bir şekilde, İslâm dininin,
diğer yönlerden olduğu gibi tevhid noktasından da, az çok tahrife uğrayan eski
kitabî dinlerden farklı bulunduğuna ve hak din olduğuna işaret edilmektedir. [247]
159. Musa'nın
kavminden hakka götüren ve onun sayesinde âdil davranan bir topluluk da vardı.
160, İsrâiloğulları'nı nesillere göre on iki topluluğa ayırdık. Halkı
kendisinden su istediğinde Musa'ya, "Asanı taşa vur!" diye vahyettik.
Taştan on iki göze fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belledi. Üzerlerine de buluttan
gölgelik yaptık; onlara kudret helvasıyla bıldırcın eti indirdik. "Size
verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin" (dedik). Onlar
(nankör-lükleriyle) bize değil fakat kendilerine kötülük ediyorlardı. 161.
Onlara, "Şu şehre yerleşin; orada dilediğiniz gibi yiyip için ve af
dileyin; kapıdan eğilerek girin ki hatalarınızı bağışlayalım. İyilik yapanlara
ileride ihsanlarımızı daha da arttıracağız" denildi. 162. Sonra içlerinden
haksızlık edenler, sözü değiştirip kendilerine söylenenden başka bir şekle soktular.
Biz de haksızlık etmelerinden ötürü üzerlerine gökten bir azap gönderdik. [248]
159.
Müfessirler, bu âyetin iki farklı anlamı ifade edebileceğini düşünmüşlerdir.
Bir İhtimale göre âyetteki "Mûsâ'nm kavminden bir topluluk"tan
maksat, Hz. Mûsâ döneminde ve daha sonraki devirlerde Mûsâ dininin tahrif
edilmemiş şeklini korumayı ve ona göre yaşamayı başarmış İsrâiloğulları olup
âyette onların gerçeği görüp kabul ettikleri ve bu sayede inanç ve yaşayışta
aşırılıklardan sakınarak âdil davrandıkları, adaletle hükmettikleri
bildirilmektedir. Daha zayıf görülen diğer ihtimale göre âyette Hz. Muhammed
döneminde yaşayıp onun tebliğini kabul etmiş olan Abdullah b. Selâm gibi
yahudi asıllı kimseler kastedilmiştir[249] .
Âyette
İsrâiloğlullan'nın bir kesiminden övgüyle söz edilirken bunlar hakkında
özellikle hak ve adalet kavramlarının seçilmesi ilgi çekicidir ve bu bakımdan
âyet son derece anlamlı bir uyan içermektedir. Aslında hak ontotojik alana,
adalet ise ahlâkî alana ait bir kavramdır. Bununla birlikte Kur'an bakımından
bu iki kavram büsbütün birbirinden farklı ve ayrı olmayıp, makrokozmostan
mikro-kozmasa (evrenden insana) kadar bütün varlıklar ve olaylar alemindeki
İlâhî hikmetin eseri olan kusursuz yapıyı, düzeni ve işleyişi ifade eder. Buna
göre en gerçek (hak) bilgi Allah'ın bilgisidir; en mükemmel düzen O'nun bilgi
ve hikmetin eseri olan düzendir; en doğru ve en adaletli İş de yine O'nun bilgi
ve hikmetinin tecellisi olan işleridir. Şu halde hak ve adalet ilâhî ilim ve
hikmetin nitelikleri ve bunların evrene yansımalarıdır. Sonuç itibariyle bunlar
evrensel değerlerdir, dolayısıyla insanın inanç, bilgi, ahlâk ve davranışları
için benimsemesi gereken mutlak ölçülerdir. Düşünce, inanç ve ahlâk planında
hak ve adalet ölçülerine aykırı davranan birey veya topluluk ilâhî düzenle
çelişmiş olacağı için mutlaka bunun bir zararını görür, acısını çeker. Bu
durumda hem bireysel hem de toplumsal planda izlenmesi gereken yol, hakkın
ışığında belirlenip seçilmeli; inanç ve bilgide gerçek ve doğru olanın ne olduğu
araştırılıp bulunarak din ve dünya hayatı buna göre düzenlenmelidir. Keza
insanın dinî davranışlarından diğer insanlarla ve hatta canlı-cansız tabiatla
ilişkilerine kadar her alanla ilgili niyet, söz ve hareketleri hem hakka uygun
olmalı, dolayısıyla gerçeğe aykırılığı ifade eden yalan, düzmece, sahte vb.
nitelemelerden arınmış olmalı hem de âdil olmalı, her türlü aşırılıklardan,
zulüm ve haksızlıklardan arınmış bulunmalıdır. İşte -Kur'ân-ı Kerîm'de
tsrâilo-ğullan yer yer yanlış inanç ve davranışları yüzünden eleştirilirken-
burada onların bir kesimi bilgileriyle, inançlarıyla, ahlâk ve davranışlarıyla
ilâhî yasa gereğince hak ve adalet ölçülerine uydukları için takdirle
anılmışlardır. [250]
160-162. İlk
âyetin metnindeki esbât kelimesi "torun" anlamındaki sıbt kelimesinin
çoğulu olup burada Hz. Ya'kub'un on iki oğlundan gelen nesilleri ifade etmek
üzere "boy, oymak" mânasında kullanılmıştır. Tevrat'ta verilen
bilgilere göre[251] .Ya'kub,
İsrail adıyla da anılmış; onun soyundan gelen bu on iki kuşağa İsrâiloğullan
denildiği gibi, Ya'kub'un on iki oğlundan dör-' düncüsü olan Yuda veya
Yahuda'nın ismine nispetle yahudi de denilmiştir. 161. âyetteki şehirden maksat
da Kudüs'tür.
Âyetlerde, Mûsâ
İsrâiloğullan'nı kendilerine vaad edilen topraklara götürürken kırk yıl
boyunca dolaştıkları Sînâ çölünde çektikleri sıkıntılarından, Allah'ın onlara
verdiği bazı nimetlerden söz edilmekte; onların bu nimetlere şükür mahiyeti
ııde iyilik etmeleri gerekirken içlerinden bir kısmının haksızlık ve nankörlük
yolunu tutup sözü değiştirdiklerine yani Allah'ın buyruklarını bozmaya
kalkışarak kendilerine söylenenlerin tersini yaptıklarına, sonuçta zulüm ve
günahkârlıkları vıi/iinden ağır bir musibetle cezalandırıldıklarına işaret
edilmektedir[252]
163. Onlara, deniz
kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. Onlar cumartesi gününe
saygısızlık gösterip (avlanmakla) haddi aşarlardı. Cumartesi tatili yaptıkları
gün balıklan sürüler halinde suyun yüzüne çıkarak onlara doğru gelirken, tatil
yapmadıkları günde ortalığa çıkmıyorlardı. Yoldan çıkmaları nedeniyle onları
işte böyle sınıyorduk. 164. İçlerinden bir topluluk, "Allah'ın helak
edeceği yahut şiddetli bir azapla cezalandıracağı kimselere ne diye öğüt
veriyorsunuz sanki!" deyince onlar, "Rabbiniz katında bir mazeretimiz
olsun diye; bir de sakınıp çekinirler ümidiyle" şeklinde cevap verdiler.
165. İşte böylece onlar kendilerine yapılan uyarılan göz ardı edince biz de
kötülüğü önlemeye çalışanları kurtardık, haksızlığa sapanları da yapmakta
olduktan kötülüklerden ötürü dehşetli bir azap ile cezalandırdık. 166.
Kendilerine yasak edilen şeylerde küstahça direndiklerinde onlara,
"Aşağılık maymunlar olun!" dedik. [253]
163. Deniz
kıyısındaki şehrin, Akabe körfezi sahilindeki Eyle (bugünkü Akabe), Taberiye
gölü civarındaki Taberiye, Akabe körfezinin batı kıyısındaki Med-yen veya aynı
bölgedeki Eyke şehri olduğu yolunda çeşitli görüşler vardır[254] Birçok
eski mufessir gibi Muhammed Hamdullah da buranın Eyle olduğu yolundaki görüşü
tercih etmiştir.
Cumartesi (sebt,
sabbat) yahudilerin kutsal günüdür. Yahudi şeriatında cumartesi haftalık tatil
günü olup o gün çalışmak ve dolayısıyla avlanmak yasaklanmıştır. Cumartesi
günleri balıklar avlanma yasağı dolayısıyla ürkütülmedikleri için diğer günlere
göre daha rahat hareket eder, sahile yaklaşır, su yüzüne çıkarlardı; çalışma
günlerinde ise derin sulara çekilirlerdi. Balıkların, insan davranışlarına ne
kadar kolay alıştıkları bilinmektedir. Âyette bu sahil beldesinin sakinleri
olan yahudiler, söz konusu geleneği ihlâl ederek cumartesi günleri de
avlandıkları için eleştirilmektedir. Çünkü onlar bu suretle dinlerinde on
emirin üçüncüsü olarak yer alan (Çıkış, 20/8-11) önemli bir kuralı ihlâl
etmişlerdir.
Balıkların avlanma
yasağının bulunmadığı pilnlerde uzaklara çekilirken cumartesi gününde akın akın
sahile doğru gelip görülmesi, nefislerine ve çıkarlarına düşkün kimselerin
iştahını kabarttığı ve avlanma yasağını çiğnemelerine yol açtığı için âyette
bu husus bir deneme, imtihan olarak değerlendirilmektedir. Nitekim müteakip
âyetten anlaşıldığına göre bazı iyi kimseler yasağı delmedikleri İçin bu
imtihanda başarılı olmuşlardır. [255]
164. Konu hakkında bilgileri bulunan Hz. Peygamber
dönemi yahudilerine hitap edildiği için oldukça muhtasar bir üslûp
kullanılmakla birlikte, anlaşıldığına göre, söz konusu sahil şehrinin halkı
içinde cumartesi tatilinde çalışma yasağına uyanlar da vardı. Onlardan bir
kısmı anılan yasağı ihlâl edenleri uyarırken bir bölümü de Allah'ın yıkıma
uğratacağı yahut şiddetli bir şekilde cezalandıracağı belli olan bir topluluğu
ikaz edip nasihatte bulunmanın boşuna bir çaba olduğunu söylüyor; diğerleri
ise, en azından uyan görevlerini yapmış sayılmak ve böylece Allah katında
sorumluluktan kurtulmak yanında, uyardıkları kişilerin hatalarını göstererek
durumlarını düzeltmelerine yardımcı olabilecekleri ümidiyle onları uyardıklarını
belirtiyorlardı.
Böylece anılan halkın
üç tip insan topluluğundan meydana geldiği görülmektedir: a) Allah'ın
yasaklarını çiğneyenler, b) Allah'ın hükümlerine uymakla birlikte günahkârların
ıslah edilmesi konusunda kötümser olup İrşadın yararsız olduğunu düşünenler,
c) İrşadın terkedilemez bir görev ve sorumluluk olduğunu, ayrıca bu hususta
ümitsiz ve karamsar olmamak gerektiğini düşünenler. Âyetin üslûbundan, en
ideal davranışın bu sonunculannki olduğu anlaşılmaktadır. Şu halde iyi
müminler, özellikle ilim irfan sahibi kişiler, kendileri Allah'ın buyruk ve
yasaklarına uyarak temiz bir hayat yaşadıkları gibi başkalarının da doğru yola
gelmelerini sağlamak için bıkıp usanmadan aydınlatma görevlerini yerine
getirirler. Gerçek bir eğitimci ve irşad edicinin kötümser bir yaklaşımla,
kötülükleri çaresiz ve şifasız kabul edip bir kenara çekilmesi doğru bir
davranış değildir; ayrıca bizzat peygamberler de dahil olmak üzere insanlar bu
hususta ne ölçüde başarılı olduklarından değil, bu yolda gerektiği kadar ve
gerektiği şekilde çaba gösterip göstermediklerinden sorumludurlar, hidayet ise
yalnız Allah'tandır[256]
165. Burada
Cenâb-ı Hakk'ın, yukarıda anılan üç grup insandan ikisi için uygun gördüğü
muamele zikredilmektedir. Buna göre kötülüğü engellemeye çalışan-liir kurtuluş
müjdesine mazhar olmuşlar; onların uyanlarını dikkate almayıp Allah'ın
hükümlerini çiğnemekte ısrar edenlerin de işledikleri kötülükler sebebiyle
"dehşetli bir azap"la cezalandırılacakları bildirilmiş; üçüncü grubun
yani kendileri iyi olmakla birlikte kötüleri uyarmayan, bunun yararlı
olacağına inanmayan kesimin durumu hakkında bilgi verilmemiştir, Müfessirler bu
hususta iki farklı görüş İleri sürmüşlerdir. Bir görüşe göre kötülüklerle
mücadele etmedikleri için bunlar da kötülerin akıbetini paylaşacaklar, onlar
gibi azaba çarptırılacaklardır. Tefsirlerde nakledildiğine göre Abdullah b.
Abbas bunlar hakkında görüş belirtmeme yolunu tutmuş (tevakkuf etmiş), başka
bir rivayete göre İse bunların da cezalandırılacaklarını söylemiştir. Hasan-ı
Basrî'nin de katıldığı söylenen ve bize göre daha mâkul.olan diğer bir görüşe
göre, "Allah'ın helak edeceği yahut şiddetli bir azapla cezalandıracağı
kimselere ne diye öğüt veriyorsunuz sanki!" diyerek diğerlerinin
İşlediklerinin kötülük olduğuna inandıkları için onlar da kurtuluşa ereceklerdir[257].
Râzî, bu görüşün doğruluğunu savunurken, kötülüklere -sözlü ve yazılı uyan
veya eleştirinin ötesinde- güç kullanarak karşı çıkma (nehiy ani'l-münker)
ödevinin farz-ı kİfâye olduğunu ifade eder. [258]
166. Burada
da kötülerin çarptırıldıkları cezaya sebep olarak onların kendi günahları
gösterilmektedir. Buna göre onlar, uyanlara rağmen kötülüklerinde küstahça
direnmişler, Allah da onlara "Aşağılık maymunlar olun!" buyurmuştur.
Allah, bir şey için "Şöyle olsun!" buyunnuşsa o şey kaçınılmaz
olarak öyle olur. Bu şekilde Allah'ın söz konusu zümreyi maymuna vb. şeylere
dönüştürmesine mesh denir. Kur'ân-ı Kerîm !de bu dönüşümün mahiyeti hususunda
açıklama yoktur. Müfessirler ise, burada Allah'ın bu buyruğunun, söz konusu
isyancı yahudi topluluğunu hem bedenen hem de ruhen gerçek maymun yapan bir
buyruk mu, yoksa sadece karakterlerini (tab') ve huylarını maymununkine
benzeten bir buyruk mu olduğu hususunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir.
Yaygın görüşe göre bu tam bir meshtir. Yani Allah, isyanda direnen bu yahudi
topluluğunu en sonunda tamamen maymunlar haline getirmek suretiyle
cezalandırmıştır. Ancak bu yorumu, ilmî olmaktan ziyade eski dönemlerin sosyal
psikolojisinin bir yansıması şeklinde değerlendirmek ve âyeti bir 'tür'
değişmesi olarak değil, bir ahlâk ve karakter dejenerasyonu olarak anlamak
daha uygun görünmektedir. Mâide süresinin 60. âyetinde aynı kavmin Allah
tarafından maymun ve domuzlara çevrildiği bildirilirken de böyle bir anlam
kastedilmiş olmalıdır. Buna göre âyet İsrâiloğulları'nın ahlâkî ve manevî
dejenerasyonuna işaret etmekte olup Kur'ân-ı Kerîm, hâkim üslûbu uyarınca,
diğer bütün olgular gibi onlardaki bu değişikliği de ilâhî iradeye bağlamaktadır.
Tabiîn âlimlerinden Mücâhid'e kadar götürülen bir yorumda da "Onların
kalpleri değişti; (yoksa bedenî olarak) maymunlara dönüşmediler" denmiş;
Bakara sûresinin 65. âyetinde geçen "Aşağılık maymunlar olun!"
ifadesinin de temsilî bir ifade olduğu belirtilmiştir[259].
Bize öyle geliyor ki,
burada olmayan bir şeyin İlâhî emirle ziyade, saygın ve erdemli insanlık yolunu
seçmek yerine, kendilerini maymunlar gibi aşağılık ve gülünç duruma düşürecek,
maskara yapacak davranışları seçmiş ve bunda ısrar etmiş bulunanlara,
"Madem böyle olmak istiyorsunuz o halde böyle olun ve böyle kalın!"
denmiş olmalıdır. [260]
167. Rabbin, kıyamet
gününe kadar onlara en ağır cezayı verecek kimseleri üzerlerine göndereceğini
bildirmişti. Şüphesiz rabbin cezayı çabuk verendir; yine O çok bağışlayan, çok
esirgeyendir. 168. Onları grup grup yeryüzüne dağıttık. İçlerinden bazıları iyi
kimselerdir, bazıları da böyle değildir. Bu sonuncuları, belki dönüş yaparlar
diye, iyi durumlarla da kötü durumlarla da imtihan ettik. [261]
167-168. Burada
genel olarak İsrâiloğulları'nın, Allah'a karşı isyanları ve insanlara karşı
zulüm ve haksızlıkları, bozgunculukları sebebiyle kendilerine düşman olan
başka insanlardan çektikleri ve çekecekleri sıkıntılara İşaret edilmektedir.
Taberî'nin kaydettiği rivayetlere göre yahudilere "en ağır ceza"yı
verecek olanlardan maksat, onlarla savaşıp müslüman olmayanları cizye vermeye
mecbur bırakan Araplar'dır. Bir toplumun bu şekilde düşmanı karşısında mağlûp
olup vergi vermek mecburiyetinde kalması "küçüklük ve aşağılık" bir
durum olduğu için âyette bu husus "en ağır ceza" şeklinde
değerlendirilmiştir (IX, 102-103).
Ancak İbn Kesîr'İn
aktardığı görüş ve açıklamalar daha isabetli görünmektedir. Buna göre
yahudiler, Allah'ın emrine aykm davranıp isyan etmek, haramları delmek
maksadıyla hileler uydurmak gibi kötülükler işledikleri için belirtilen sıkıntılara
mâruz kalmışlar, özellikle çeşitli vergi yükleri altına sokulmuşlardır. Ayın
müfessirin kaydettiği bir tespite göre önce Hz. Mûsâ yahudilere yedi veya on üç
yıl süreyle vergi yüklemiş, daha sonraki dönemlerde Yunan ve Kaide
(Keşdânî-Kddânî) krallarının, ardından hıristiyanlann boyunduruğu altına giren
yahudiler unlara vergi ödemişler; son olarak da inüslümanların yönetim ve
hükümranlığı altında bulunarak onlara haraç ve cizye
ödemişlerdir.(III,496-497).Zemahşeri ise yahudilerin Persler'e vergi
ödediklerini, sonra müslümanların yönetimine girdiklerini hatırlatır (II,
101). Esasen Nazi Almanyası'ndaki yahudi düşmanlığından kaynaklanan ceza ve
baskılara kadar dünyanın çeşitli yerlerinde ve çeşitli dönemlerde yahudüerin
mâruz kaldıkları her türlü sıkıntıları bu âyet çerçevesinde değerlendirmek
mümkündür. Tevrat'ta da İsrâiloğulları'mn doğru yoldan sapmaları halinde Tanrı
tarafından bu şekilde çetin sıkıntılara uğratılarak cezalandırılacaklarını
ifade eden yer yer çok ağır ithamlarla dolu açıklamalar bulunmaktadır[262]. Bazı
müfessirler, âyetteki "kıyamete kadar" İfadesini dikkate alarak
yahudüerin daima sıkıntılar çekeceklerine, müslümanlann boyunduruğu altında
yaşayacaklarına dair beyanlarda bulunmuşlarsa da buradaki 'kıyamete kadar"
kaydının sadece isyankârlık, fesatçılık gibi kötülüklerde ısrar edenlerle
ilgili olduğunda ve bunun "Günah ve isyan devam ettikçe ceza da devam edecektir"
anlamı taşıdığında kuşku yoktur. Nitekim âyetin sonundaki "O çok
bağışlayan çok esirgeyendir" ifadesi de buna işaret etmektedir. Esasen bir
toplumu bu şekilde toptan mahkûm etmek hem aklen ve ahlaken doğru değildir hem
de bizzat Kur'ân-ı Kerîm'in herkese ve her topluma hak ettiği şekilde muamele
edileceğini ve hiçbir kimseye hiçbir şekilde haksızlık yapılmayacağını
belirten açıklamalarına, keza İsrâ suresinde (17/4-8) aynı konuya değinen
âyetlerin devamında, İsrâiloğullan'mn, Allah'ın kendilerine merhamet edeceğini
umabüeceklerine ve eğer kötülüklere dönmezlerse Allah'ın da onları tekrar
cezalandırmayacağına işaret eden açıklamasına ters düşmektedir. Nitekim
iyilerle kötüler arasında bir ayırıma giden 168. âyet ile âhiretin daha hayırlı
olduğunu bildirerek insanları akıllarını kullanmaya, dolayısıyla âhirette kendilerine
yararlı olacak davranışlar yapmaya çağıran 169. âyet ve Allah'm, kitaba sarılıp
namazlarını kılanların ve genel olarak iyi halli kimselerin ecirlerini zayi etmeyeceğini
bildiren 170. âyet de yine ilâhî adaletin mutlak olduğunu, yahudiler de dahil
olmak üzere herkesi kucakladığını açıkça göstermektedir.
Yahudilerin
bozgunculukları sebebiyle yurtlarını kaybederek dünyanın çeşitli yerlerine
dağılmıghklannı ifade eden 168. âyette her topluluk gibi onların da İyilerinin
ve kötülerinin bulunduğu; kötü olanların, tuttukları yanlış yoldan dönsünler
diye İyi durumlarla da imtihan edildikleri bildirilmektedir. Bazı müfessirler
burada Hz. Mûsâ dönemi yahudilerinden söz edildiğini ileri sürmüşlerse de bu
pek mâkul gözükmemektedir. Zira dağılma süreci Hz. Musa'dan sonra başlamıştır.
169. âyetin başındaki "Onların ardından... bir kuşak geldi"
şeklindeki ifade de burada İslâm'dan önceki dönemde yaşamış yahudi zümrelerden
söz edildiğini jîös-termektedir. Eski müfessirlerin çoğunluğu, âyetteki
"iyi kimselerden” Yahudi iken İslamiyet'e girenlerin, böyle olmayanlarla
da Yahudiliğe bağlılığını sürdürenlerin kastedildiğini ileri sürmüşlerdir[263].
Ancak, Kur'an böyle bir belirleme yoluna gitmediği halde âyetin anlamını
sınırlamanın doğru olmadığı kanaatindeyiz. Nitekim Taberî böyle bir yorum
yapmak yerine, "iyi kimseler" mealindeki kısmı, "Allah'a ve
peygamberlere inananlar" şeklinde daha genel bir ifadeyle açıklamıştır
(IX, 104). Elmalılı da şu isabetli açıklamayı yapmaktadır: "Demek ki Benî
İsrail'in devletleri tarumar olup böyle dağılmaları, içlerinde iyiler hiç
bulunmadığından değil, kötülerin kesretinden ve hey'et-i umûmiyye-si kötüler
elinde bulunup fısku zulmü temsil etmesinden idi. Bunun için, parçalandıkları
zaman sâlihleri de vardı fâsıkları da" {IV, 2316).
Aynı âyette Allah'ın
verdiği her nimet ve her sıkıntının bir imtihan olduğu, diğer milletler gibi
yahud ilerin de böyle denemelere tâbi tutulduğu bildirilmektedir. Nimetin
değerini bilip onu verene şükreden ve kulluk borçlarını ödeme gayreti içinde
olanlar, sıkıntılar karşısında isyana sapmadan sabır ve metanet gösterip
kulluktaki sebatını sergileyenler bu imtihanda başarılı olurlar. Bu iki âyetin
genel muhtevasından anlaşıldığına göre nimetleri ve sıkıntıları böyle bir
imtihan bilinci ve sorumluluğu ile algılayıp değerlendirmek, insanları sadece
âhiret kurtuluşuna götürmekle kalmayacak, dünyevî faydalar da kazandıracak,
özellikle yurtlarında birlik ve beraberlik içinde iyi bir siyasal ve sosyal
hayat sürdürmelerini sağlayacaktır. [264]
169. Onların ardından
kitaba vâris olan, "Nasıl olsa bağışlanacağız" diyerek şu dünyanın
geçici menfaatine sarılan bir kuşak geldi. Önlerine, onun hlr ınfnfaat dahıı çıksa onu da alıyorlar.
Bunlardan, Allah hakkında gerçek olandan başka bir şey söylemeyeceklerine dair
kitabın öngördüğü bîr söz alınmamış mıydı? Üstelik onlar kitaptakini de okuyup
öğrenmişlerdi. Doğrusu âhiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ
aklınız ermiyor mu? 170. Kitaba sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var
ya, işte böyle iyiliğe çalışanların ecrini biz asla zayi etmeyiz. 171. Bir
zamanlar dağı İsrâ-Uoğullan'nm üzerine bir gölgelik gibi kaldırdık da üstlerine
düşecek sandılar. "Size verdiğimizi (kitabı) kuvvetle tutun ve içinde
olanı hatırlayın ki ko-runasınız" dedik. [265]
169.
Zemahşerî'ye göre buradaki "yeni kuşak"tan maksat, Hz. Peygamber
dönemindeki yahudiler, vâris oldukları kitap ise o günkü Tevrat'tır (II, 101);
aldıkları geçici dünya menfaatinin de mahkemelerde aldıkları rüşvet olduğu
söylenir. Taberî'nin kaydettiğine göre o dönemlerde yahudiler arasında rüşvet
o kadar yaygındı kî, rüşvet almak istemeyenleri suçlarlardı. Hâkim olarak
birine başvurulduğunda rüşvet isterdi; "Neden hüküm verirken rüşvet
alıyorsun?" denildiğinde de, "Nasıl olsa bağışlanacağım" derdi
(IX, 105-107, özellikle 106). Bazı rivayetlerde âyette sözü edilen bu kuşağın
hıristiyanlar olduğu ileri sürülmüşse de bu rivayetleri aktaran Taberî'ye göre
Kur'an'm yer vermediği bu fikri kabul etmek mümkün değildir; âyetin bağlamı
sadece yahudilerle ilgili olduğuna göre burada başka bir topluluğun
kastedildiğini düşünmek için elimizde hiçbir delil yoktur (IX, 105).
Yahudiler hem rüşvet
ve benzeri yollarla haram malları alırlar, yiyip içerler hem de bu
günahlarından dolayı tövbe edecekleri yerde, -muhtemelen Tann katında seçkin
bir millet oldukları yolundaki bâtıl inançlarından dolayı- nasıl olsa bağışlanacaklarını
ileri sürerler ve yeni haramlar işlemekten çekinmezlerdi. Halbuki Kitâb-ı
Mukaddes'te de birçok vesile ile bildirildiği üzere, bu şekilde günah işlemekten,
haram yemekten uzak duracaklarına, Allah'ı tanıyıp buyruklarını yerine
getireceklerine dair kendilerinden söz alınmış, Allah ile bu şekilde
ahidleşmişler-dî[266].
Kurtubî -haklı olarak-
rüşvet almak gibi haramlar işleyip sonra da "Nasıl olsa Allah
affeder" şeklinde boş ümitlere kapılmanın sadece yahudilere mahsus bir
hastalık olmadığını, müslümanlann da bu şekilde günahlar işlediklerini
belirtmektedir.[267]
Aynı müfessirin, ilâhî buyruklara uygun davranmanın sadece ya-hudİlerle sınırlı
bir görev olmadığını, bu ve benzeri âyetlerin müslümanları da bağladığını,
çünkü bu konularda dinler arasında bir farklılık bulunmadığını belirtmesi de
yerinde ve anlamlı bir tespittir.[268] M.
Reşîd Rızâ da müslümanların, özellikle din adamlarının aynı illete müptelâ
olmalarından yakınmakta; bu kuruntularla mağfiret, şefaat gibi yalnızca
Allah'ın hoşnut olduğu kullar için bir değer taşıyan kavramlara bel bağlayarak
haramlar irtikâp ettiklerini hatırlatmaktadır. Allah'ın İsrâiloğulları
hakkında bu bilgileri vermesİndekİ maksadı, müslümanlann bunlardan ibret ve
ders alarak hallerini düzeltmeleri, onların işlediği günahlardan uzak
durmalarıdır.[269]
Kuşkusuz insanlar bu
tür günahları dünyevî menfaat ve zevkleri
yüzünden İşledikleri için Allah onlara âhiret yurdunun daha hayırlı,
dolayısıyla "geçici menfaat ve zevkler" anlamındaki dünya ile âhiret
arasında bir tercih yapmak gerektiğinde âhireti tercih etmenin daha yararlı
olduğunu, bunu da ancak takva sahiplerinin, yani Allah'ın buyruklarını hiçe
saymak yerine onlara saygı duyarak günah işlemekten sakınanların anlayıp
gereğini yerine getireceklerini hatırlatmakta; nihayet muhataplarını Allah'ın
verdiği akıl nimetini kullanmaya davet etmekte; insanların, kendilerine
vahiyle bildirilen bu bilgi ve haberlerdeki hikmetleri ve yararlı sonuçları
akıllarıyla da kavrayabileceklerine işaret etmektedir. [270]
170.
Kitaptan maksat Tevrat, kitaba sarılıp namazı kılanlardan maksat da kutsal
kitaplarının hükümlerine uygun yaşayan yahudilerdir[271].
Buna göre, yukarıda ifade edildiği üzere, Ehl-i kitap içinde kutsal kitaplarına
sarılmayan, onu inceleyip öğrendikleri halde içindeki buyruklarla amel
etmeyenler bulunmakla birlikte, onlardan bir kesim de vardır ki bunlar kitaba
yani Tevrat' a sarılıp ondaki hükümlerle amel ederler; dinleriyle ilgili
meselelerde ona başvururlar. Âyette Allah'ın ecirlerini zayi etmeyeceğini
bildirdiği iyiler bunlardır[272].
Kuşkusuz namaz kılmak da kitabın buyruklarından olmakla birlikte âyette ayrıca
zikredilerek bu ibadetin önemine özellikle işaret edilmiştir[273].
İbn Âşûr, âyette namaz
ibadetinden bahsedildiğini, namazın ise Müslümanlığa mahsus bir ibadet
olduğunu ifade ederek burada, kutsal kitaplarındaki bilgiler uyarınca Hz.
îsâ'yı tanımakla birlikte, tahrife uğradığı için Hıristiyanlığı kabul etmeyen,
Hz. Muhammed gelince de onun peygamberliğine inanan yahudi asıllı kimselerin
kastedildiğini veya bu âyetin özellikle müslümanlar hakkında inmiş
olabileceğini düşünmektedir.[274]
Bununla birlikte salât kelimesinin burada "dua, âyin" şeklindeki
sözlük anlamında kullanıldığını, dolayısıyla âyette dinlerinin gereklerini
yerine getiren yahudilerin kastedildiğini düşünmenin mümkün olduğu
kanaatindeyiz. Esasen -Râgıb el-İsfahânî'nin de ifade ettiği gibi[275].-
namaz, şekli farklı da olsa bütün ilâhî dinlerde bulunan ibadetlerden biridir.
Dolayısıyla konunun akışına uygun olarak bu âyetin de yahudilerle ili okluğunu
düşünmek daha isabetli görünmektedir.
Bundan önceki
âyetlerde yahudilerin dünya malı konusundaki hırs ve zaafları ile dinlerinin
hükümlerinden uzaklaşıp kötülüklere sapmaları arasındaki ilişkiye işaret
edilmişti. Bu âyetin sonunda da "... iyiliğe çalışanların ecrini biz asla
zayi etmeyiz" buyurularak bu kavimde bozgunculuk temayülünün baskın
olduğuna imada bulunulmakta, bu temayüllerini yenerek iyilik ve sulh için
çalışmaları halinde bunun karşılığını yüce Allah'ın kendilerine eksiksiz
vereceği ifade buyurul-makta; fakat O'nun bu hükmü, gereğini yerine getiren
herkes İçin geçerli olduğu için âyette bu husus genel bir ifadeyle dile
getirilmektedir, [276]
171, Burada
da İsrâiloğulları'nın vaktiyle Hz. Mûsâ döneminde bile kendi kutsal kitaplarına
bağlanıp buyruklarını yerine getirmede isteksiz davrandıkları ve ancak mucizevî
bir şekilde dağ onların tepesine kaldırılarak ve bu suretle tehdit edilerek
itaata zorlandıkları bildirilmektedir[277]
172. Rabbin
Ademoğulları'ndan, unların sırtlarından zürriyetlerini alıp bunları kendileri
hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu: Ben sizin rabbi-niz değil miyim?
"Elbette öyle!" dediler. Böyle yaptık ki kıyamet gününde, "Bizim
bandan haberimiz yoktu" demeyesiniz; 173. Yahut, "Önce atalarımız
Allah'a ortak koştu. Biz de nihayet onların ardından gelen bir nesiliz. Şimdi
yanlışı türetenlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin!" demeye
kalkışmayasınız. 174, İşte böyle âyetleri açık açık bildiriyoruz. Umulur ki dönüş
yaparlar. [278]
172-173.
İslâm akidesine göre insanoğlunun bütün sorumluluklarının başında Allah'ın
varlık ve birliğini kabul etme ve yalnız O'nu Tanrı olarak tanıyıp kulluk etme
görevi gelmektedir. Fakat insanlar, sorumlulukları hakkında gerektiği biçimde
bilgi sahibi kılınmazlar yahut böyle bir bilgiye ulaşma yeteneği ile donanmış
olmazlarsa bu durumu bir mazeret veya bahane olarak ileri sürmekte haklı olurlar.
Bu sebeple söz konusu büyük sorumluluğun âdil bir temele dayanması için
insanların bu hususta yeterli donanıma sahip kılınmaları gerekmiştir. Bu iki
âyette İnsanların Allah tarafından böyle bir bilgi veya yetenekle donatıldığı
haber verilmekte ve bunun gerekçesi açıklanmaktadır.
Tefsirlerde bu
âyetlere başlıca iki farklı anlam verilmiştir:
a) Eski
tefsirlerde geniş yer tutan, çoğu birbirinin tekrarı mahiyetindeki rivayetlere
göre Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün insanların
ruhlarım -sonraları âyetin lafzından hareketle "rûz-İ elest, bezm-i
elest" şeklinde terimleşen- ruhlar âleminde bir araya getirerek onları
kendi varlığına tanık kılmış; kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara
onaylatmış; bu gerçeği tasdik ettikleri yönünde onlardan söz almış ve böylece
kendisi ile dünyaya gelecek bütün kullan arasında bir tür sözleşme akdetmiş;
ayrıca bu sözleşme yahut taahhüde onların bizzat kendilerini şahit tutmuş veya
bir kısmım diğerleri hakkında tanık göstermiş ya da -bir başka yoruma göre-
bizzat kendisinin ve meleklerin bu sözleşmeye şahit olduklarını onlara
bildirmiştir, Böylece insanların, "Bizim böyle bir sorumluluğumuz olduğunu
bilmiyorduk" diyerek yahut inkarcılık veya putperestliği kendilerinin icat
etmediğini, bunu atalarından miras aldıklarını, başka türlü bir bilgiye sahip
olmadıkları için kendilerinin de bu inancı sürdürdüklerini, dolayısıyla bu
hususta kendilerinin bir günahı ve sorumluluğu olmaması gerektiğini belirterek
sorumluluktan kurtulmaları da önlenmiştir. İlk dönem Selef âlimleriyle sûfî
âlimler, Sünnî ve Şiî kelâm bilginlerinin çoğunluğu âyeti böyle yorumlamışlardır,
b) Burada
belirtilen sözleşme mecazi anlamda olup bu olay, dünya yaratılmadan önce
değil, her insanın kendi bedeninin yaratılması sırasında gerçekleşmektedir.
Bir görüşe göre zürriyetlerin baba sulbünde yaratılışı esnasında, başka bir
görüşe göre anne rahmine yerleşip organik oluşumunu tamamlaması sürecinde Allah
Teâlâ insanoğlunun doğasına ya da fıtratına kendisinin varlık ve birliğini tanıma,
kavrama ve dolayısıyla kendisine inanma yeteneğini yerleştirmektedir. Şu halde
Allah, her insanı, iman etmesi için yeterli zihnî ve psikolojik donanıma sahip
kılmakta; iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok
kanıtlar yaratmaktadır; böylece O, sanki İnsanlara, "Ben sizin rabbiniz
değil miyim?" diye sormakta, onlar da "evet" diyerek bunu tasdik
etmektedirler. İnsanın doğasındaki iman kabiliyeti bu âyetlerde temsilî bir
dille anlatılmış bulunmakladır[279].
Nitekim başka âyetlerde de buna benzer anlatımlar mevcuttur, Meselâ Fussılet
sûresinin 11. âyetinde göğün ve yerin Allah'ın yasalarımı göre işleyişi.
"Dahası O. duman halimle olan semaya iradesini yöneltti; ardından ona ve
arza, 'İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!' buyurdu. 'Boyun
eğerek geldik' dediler" şeklinde anlatılmıştır. Mu'tezile ve Mâtürîdî
âlim-leriyle bazı Eş'arî ve Şiî âlimlerinin de bu görüşte oldukları
bildirilmekte, Fahred-din er-Râzî'nin de bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır (XV,
47). Başta İbn Teymiy-ye olmak üzere sonraki Selefiler, Allah'ın insandan ahİd
ve mîsâk almasını, insanın psikolojik muhtevasına kendi varlık ve birliğini
tanıma kapasitesi vermesi şeklinde anlamışlardır. Nitekim Hz. Peygamber'in,
"Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar" anlamındaki hadisi de[280] bunu
anlatmaktadır.
İlk görüş doğru kabul
edildiğinde ruhların bedenlerden önce yaratıldığını da kabul etmek
gerekmektedir. Ancak ikinci görüşü benimseyenler bunun doğru olmadığını
savunurlar. Konu insanın bilgi alanını aştığı ve gayb alanına girdiği için
âyetlerde bildirileni tasdik ederek insanlardan bir şekilde iman sözü
alındığına inandıktan sonra bunun mahiyetinin ne olduğu hususunda kesin bir
görüşü kabul etmek gerekli değildir. İşin hakikatini Allah bilir. 174. âyette
işaret buyurulduğu üzere insana düşen görev, Allah'ın rab olduğu gerçeğini
kavrayabilecek güçte yaratıldığına ve bu hususta kendisinden söz alındığına
iman edip verdiği söze sadık kalmaktır. [281]
175. Kendisine
kanıtlarımızı verdiğimiz, fakat onları bir kenara atan, bu yüzden şeytanın
peşine taktığı, nihayet azgınlardan olan kişinin haberini onlara anlat. 176.
Eğer biz isteseydik o kişiyi delillerimizle yüceltirdik. Fakat o dünyaya
saplanıp kaldı, hevesinin peşine düştü. İşte böylesiiıin hali, kovsan da
bıraksan da hep dilini çıkarıp soluyan köpeğin haline benzer. Âyetlerimi' zi
yalanlayan topluluğun durumu işte böyledir. Şimdi sen bu kıssayı anlat,umulur
ki iyice düşünürler. 177. Âyetlerimizi yalanlayan ve böylece yalnız kendilerine
fenalık etmiş bulunan kavmin durumu ne kötüdür! 178. Allah'ın doğru yola
yönelttiği kişi hidayete ermiştir; O kimi saptırırsa işte onlar da
kaybedenlerin ta kendileridir. [282]
175.
Kendisine deliller (âyetler) verildiği bildirilen kişinin kim olduğu hususunda
değişik yorumlar vardır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu kişi
İsrâiloğul-lan'ndan Bâûrâ (veya Eber) oğlu Bel'am'dır; buna göre âyetin asıl
muhatabı da yahudilerdir. Bu kişinin adı Tevrat'ta Beor'un oğlu Bal'am olarak
geçmektedir. Onun kâhin[283] veya peygamber olduğu (Petrus'un İkinci
Mektubu, 2/15) yönünde farklı bilgiler vardır, Kitâb-ı Mukaddes'te onun Hz.
Mûsâ ve İsrâ-iloğulları karşısındaki tutumu hakkında da çelişik bilgiler yer
almaktadır. Tevrat'taki bir kıssaya göre Hz. Mûsâ'nm ve İsrâiloğulları'nın
çölde Ken'ân diyarına doğru İlerlemesinden kaygılanan Moab kralının ısrarlı
talebine rağmen, Tanrı katında dilekleri geri çevrilmeyen Bel'am,
İsrâiloğulları aleyhinde dilekte bulunmayıp aksine onları mübarek kılar
(Sayılar, 23/7-10, 18-24; 24/3-9, 15-249). Fakat Kitâb-ı Mukaddes'te Bel'am,
İsrâiloğullan'na düşman olarak da tasvir edilir. Nitekim İsrâiloğulları'mn
Midyan kadınlarıyla zina etmeleri onun bir tuzağı olarak gösterilir (Sayılar,
31/16; Vahiy, 2/14).
Başta Taberî'nin
Câmiu'l-beyân'ı olmak üzere eski tefsirlerde bu âyet yorumlanırken Beram
hakkındaki rivayetlere geniş yer verilmektedir. Bu rivayetlerin birinde Hz.
Mûsâ'nm, bir ordu ile zorba bir kavmin üzerine gittiği, durumdan kaygılanan bu
kavmin, aslında iyi bir kişi olan Bel'am'dan yardım istedikleri, onun
başlangıçta bu isteği reddettiği, fakat bazı hediyelerle kandırıldığı; bunun
üzerine kendisinden yardım isteyenlere, Musa'nın askerlerine tuzak olarak kadınlarını
süsleyip onlarla zina ettirmelerini öğütlediği, İsrâİloğullan'nın bu tuzağa
düşmeleri üzerine Allah tarafından bir ceza olarak baş gösteren bir veba
salgınında 70.000 kişinin öldüğü bildirilir. Başka rivayetlerde de başlangıçta
sâlih bir kul veya bir peygamber olan Bel'am'in ism-i a'zamı okuyarak Hz.
Musa'ya beddua ettiğinden ve bu suretle yoldan çıktığından söz edilmektedir[284].
Bir görüşe göre bu kişi, Câhiliye döneminin tanınmış şair ve hakimlerinden
Ümeyye b. EbüVSalt'tır. Ümeyye kutsal kitapları okumakta, yeni bir peygamberin
geleceğini bilmekte, fakat o peygamber* ligi kendisi için beklemekteydi.
Muhammed aleyhisselâm peygamber olunca onu kıskanmış ve inkâr etmiştir. Hz.
Peygamber bu kişi hakkında, "Şiiri iman etti, kalbi inkâr etti"
demişlerdir[285].
Söz konusu kişiye
verildiği bildirilen "âyetler"le peygamberliğin veya tsm-i a'zamm
kastedildiği belirtilmektedir[286].
Ancak Râzî, bunun peygamberlik anlamına gelmesinin uzak bir ihtimal olduğunu
ifade ederek, Allah'ın lâyık olmayan birine peygamberlik vermeyeceğine işaret
eden âyeti[287] hatırlatır (XV; 54).
Taberî de haklı olarak buradaki "âyetler"i Allah'ın varlığına ve
birliğine dair "delil ve işaretler" şeklinde anlamanın daha doğru
olacağını; ayrıca söz konusu kişinin kim olduğu hakkında âyette bilgi verilmediğini,
bunun Bel'am veya Ümeyye olabileceğini, fakat bu hususta Allah'ın bildirdikleri
yle yetinip âyetin zahirine inanmanın yeterli olduğunu belirtmekte (IX, 123),
dolayısıyla yukarıdaki rivayetlerin kesinlik taşımadığına işaret etmektedir.
Bİzim için bu kişinin
kim olduğu değil, tutum ve davranışı önem taşımaktadır. Buna göre Allah bir
kişiye kendi varlık ve birliğinin kanıtlarını bildirmiş, yahut -172. âyette
bildirildiği şekilde- onun fıtratına kendi rubûbiyyetİni anlayıp kavrama
yeteneğini yerleştirmiş; fakat daha sonra o kişi fıtratındaki inanma yeteneğinden
sıyrılıp kopmuş; delilleri bir kenara bırakmış, inanmaktan vazgeçmiştir.
Böylece şeytan onu peşine takmış, onu da kâfirlere ve azgınlara katmıştır[288]
176-178.
Allah dileseydi o kişiyi âyetlerinden yararlandırarak yüceltirdi. Fakat o bunu
istemedi, bulunduğu yere saplanıp kaldı, kendini dünyaya kaptırdı, yükselmeyi
değil dünyaya saplanıp kalmayı tercih etti. Fıtratmdaki yüksek ruhî ve zihnî
melekeler onu imana çağırırken o nefsânî tutkularının peşinden gitti. Bu durumda
gerçek anlamda insanlık değerini ve ayrıcalığını da yitirdiği için 176. âyette
böyle bir insanın psikolojik durumu, sıcaktan veya başka herhangi bir
sıkıntıdan dolayı dilini sarkıtıp devamlı soluyan, kovulsa da kendi haline
bırakılsa da durumunu değiştirmeyen köpeğin haline benzetilmiştir. Bunca
işaretlere ve kanıtlara rağmen o gibi insanlar da durum ve tutumlarını
değiştirmemektedir. 177. âyette de bu tip insanların böyle bir aşağılık duruma
düşmelerinin, yüce Allah'ın âyetlerini yalanlamaktan, onları hiçe saymaktan
başka bir sebebinin bulunmadığı, yımi insanın İçine düştüğü kötülüğün sebebinin
yine onun kendisi olduğu ifade buyurul-muştur. Ama -178. âyette de işaret
edildiği gibi- en geniş planda hidayet de dalâlet de Allah'ın takdirine
bağlıdır. Onun İçin insan daima Allah'a yönelmeli, her zaman O'nun yardım ve
desteğine ihtiyacı olduğunun bilincinde olmalıdır. [289]
179. Andolsun biz,
cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri
vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler;
kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha
da akılsızdırlar. İşte asıl gafiller onlardır. 180. En güzel isimler
Allah'ındır; bu güzel isimlerle O'na dua edin, O'nun isimleri hakkında bıkara
sapanları kendi hallerine bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını çekecekler!
181. Yarattıklarımız arasında hakka götüren ve onun sayesinde âdil davranan
bir topluluk da vardır. [290]
179, Eski
Arapça'da kalb kelimesi genellikle "insanın kavrama, bilme ve algılama,
sağlıklı hüküm verme yeteneği", kısaca "akıl" anlamına gelir[291].
Birçok âyette olduğu gibi[292]
konumuz olan âyette de kelime bu anlamda kullanılmıştır. Buradaki kalp, göz ve
kulak kelimeleri, aslında duyma (his), algılama, düşünme, kavrama, bilme gibi
insanı bilgiye, tefekküre ve imana götüren temel insanî yetenekleri ifade
etmektedir. Nitekim, "kavrama" kelimesiyle çevirdiğimiz fıkıh da
sıradan bir bilmeden ziyade "bir şeyin mahiyetini temelden ve doğru olarak
anlayıp kavramak" demektir.
Kur'ân-ı Kerîm'de
insanın akıl sahibi, düşünen ve bilen bir varlık olmasına büyük Önem verilmiş,
her vesile ile insanın bu yönü harekete geçirilmeye, yararlı vo verimli
kılınmaya çalışılmıştır. Kur'an'da akıl kelimesi isim olarak geçmemekle
Ivraher -hepsi de "akletme, aklını kullanma, düşünüp taşınma"
anlamında olmak üzere- çeşitti fiil kalıplarıyla kırk dokuz âyette bu kavram
tekrar edilmiştir. Yüzlerce âyette geçen kalb (çoğulu kulûb) kelimesiyle
birlikte fuâd (çoğulu ef ide), lüb (çoğulu elbâb), basiret (çoğulu basâir)
kelimeleri de düşünme ve bilme melekelerini ifade eder. Ayrıca nazar, re'y,
tedebbür, tefekkür, i'tibar, zikir ve tezekkür masdarından fiillerle yine
insanın zihnî melekelerini doğru ve verimli bir şekilde kullanmasının
gerekliliği sık sık vurgulanmış; bu âyetlerde daha çok insanın derunî, vicdanî
âlemine ve gönül dünyasına hitap edilerek insanoğlu, en basitinden en
kompleksine, en somutundan en soyutuna kadar kendisini kuşatan bütün varlıklar
üzerinde; keza insanlığın var oluşundan akıbetinin ne olacağına varıncaya
kadar olmuş ve olacak şeyler üzerinde düşünüp taşınmaya ve bunlardan dersler
çıkarmaya çağırılmıştır. Fakat -konumuz olan âyet-i kerîmede de belirtildiği
gibi-Allah'tn insanlara gerçekleri, iyilik ve güzellikleri görme, işitme,
anlayıp kavrama yeteneklerini vermiş olmasına rağmen öyleleri vardır ki onlar
bu yeteneklerini yaratılış amacına uygun bir şekilde ve doğru olarak
kullanmazlar; bu sebeple de cehenneme atılmaları sonucunu doğuracak olan
yanlış inançlara sapar, kötü işler yaparlar. Âyet birinci derecede Hz.
Peygamber'in ilk muhatapları olan müşrikleri tehdit etmekle birlikte evrensel
anlam ve uyarılar da içermektedir.
Allah Teâlâ, akıllı,
dolayısıyla yükümlü yaratıklar olup gözle görülmedikleri içüı "cin"
adı verilen[293] bazı varlıklarla
birlikte İnsanların -bir kısmını cennet için yarattığı gibi- bir kısmını da
cehennem İçin yarattığını ifade buyurduktan sonra bunun sebebi olarak, onların
yükümlülük ve sorumluluğa temel teşkil eden akıl ve diğer bilgi yeteneklerini
doğru ve yerinde kullanmamalarını göstermektedir. Tek tek olayların fizikî ve
görünür taraflarını aşarak bütünündeki hikmetleri yakalamak, böylece varlığın
ve hayatın fizik ötesindeki tümel anlamını, hikmetini ve değerini kavramak; bu
sayede kalbimizi küfürden, nifaktan, bâtıl inanç ve hurafelerden arınarak doğru
bir imana ulaşmak; Câhiliye döneminde olduğu gibi günümüzde de sıkça görülen
her türlü fâni ve sıradan varlıklara kul olma seviyesizliğinden kendimizi
koruyup yalnız Allah'a kul olma ve yalnız O'nun yardımına güvenme onurunu
kazanmak (Fatiha 1/5); kalbimizi ve zihnimizi Hakk'ın nzâsına aykırı, insanın
ruhunu kirletici duygu ve düşüncelerden temizlemek; insanın hayatını
lekeleyen, Allah ve insanlar katında itibarını düşüren heT türlü kötü ve çirkin
işlerden uzak durmak; evrenin düzeni ve işleyişi gibi insanlar arası
ilişkilerin de Allah'ın yasaları uyarınca gerçekleştiğini anlayarak toplumsal,
millî ve milletlerarası ilişkilerde başarının, bu yasalara uygun şekilde
hazırlıklı ve birikimli olmaya bağlı bulunduğunu anlamak; varlık ve olayların
anlamlarını ve hikmetlerini kavrayarak buradan din ve dünya hayatımız için
hayırlı sonuçlar elde etmek; kalbimizi güzel duygu ve düşüncelerle, hayatımızı
iyi ve yararlı davranışlarla donatmak; bütün bunlar, Allah'ın bizi biyolojik
bakımdan büyük ölçüde müşterek olduğumuz öteki canlılardan onun sayesinde ayrı
ve seçkin kıldığı aklımızı ve diğer bilgi araçlarımızı doğru kullanmamıza
bağlıdır.
Bu sebepledir ki,
âyette söz konusu yeteneklerini doğru kullanmayanlar hayvan sürülerine
benzetilmiş, hatta onlardan daha şaşkın, daha akılsız oldukları bildirilmiştir.
Zira hayvanların da duyu araçları olmakla birlikte duyu verilerini kullanarak
bunlardan bilgi üretme, hükümler çıkarma, bilinenlerden yola çıkarak bilinmeyenlere
ulaşma gibi aklî ve zihinsel faaliyetler gösterme ve sonuçta zihnini doğru
bilgi ve inançlarla ve hayatını güzel davranışlarla süsleme imkânları bulunmamaktadır.
Böyle bir imkâna sahip olarak yaratıldıkları halde, bu imkânı doğru ve yerinde
kullanmayan insanlar âyette hayvanlardan daha akılsız olarak nitelenmiştir.
Eğer insanın dinî hayatını ve değerler dünyasını İlgilendiren görüş, düşünce
ve inancı, ahlâkı, tutum ve davranışları hayvanlarla ortak yanını oluşturan aşağı
duygu ve tutkularının tesiriyle yön değiştirmeye başlamışsa artık bu insan aklının
kontrolünden çıkmış, güdülerinin hâkimiyetine girmiştir; böyle bir insan artık
fiilen diğer canlılardan daha aşağı bir duruma düşmüş, gerçek mutluluk ve kurtuluş
sebeplerinden uzaklaşarak gaflet ve dalâlete sapmış demektir. Kur'ân-1 Kerîm'in
çeşitli vesilelerle bize bildirdiğine göre yüce Allah, böyle bir durumdan korunmaları
için insanlara inanç ve amel dünyasını belirlemek üzere başlıca iki imkân
vermiştir: Akıl ve vahiy. Râgıb el-İsfahânî'nin (ö. 502/1108) şu ifadeleri bu
konudaki İslâmî yaklaşımın bir özeti sayılabilir: "Aziz ve celîl olan
Allah'ın kullarına gönderdiği iki elçisi vardır. Biri içimizdeki elçidir ki bu
akıldır, diğeri de dışımızdaki elçi yani peygamberdir. Hiç kimse, içindeki
elçiden yararlanma işini öne almadıkça dışındaki elçiden yararlanamaz. Şu halde
akıl, peygamberin öğretisinin doğruluğunu öğretir... Sonuç olarak akıl
yönetici, din yol göstericidir. Akıl olmazsa din varlığını koruyamaz, din
olmayınca da akıl yolunu şaşırır. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi[294]
ikisinin birleşmesi ışık üstüne ışıktır"[295].
Böylece insanı hayvandan ayıran en büyük özellik akıl olduğu için âyetin
metninde insanı hayvanlarla karşılaştıran ifadede geçen ve edal (daha sapık,
daha şaşkın) kelimesini "daha akılsız" diye çevirmeyi uygun bulduk. [296]
180.
"En güzel İsimler" diye çevirdiğimiz esmâ-i hüsnâ (el-esmâü'1-hüsnâ),
"Allah Tcâlâ'nm hepsi de en güzel ve en mükemmel olan niteliklerine,
özelliklerine delâlet eden isimleri" anlamına gelir. Buna göre Allah'ın
sıfatlarını ifade eden ki'limdn de rsıtıfı i lıüsnfı içine girmekledir. Ru
imlamda sadece Kuranı Kerim'de Allah'ın 100'den fazla ismi yer almakta; ayrıca
hadislerde O'na başka isimler de nispet edilmektedir. Esrnâ-i hüsnâ deyimi
geniş anlamıyla bütün bu isimleri ve sıfatlan İçine almakla birlikte terim
olarak daha çok -bir hadiste topluca zikredilen- doksan dokuz ismi kapsadığı
kabul edilir[297].
Bu âyette ve
"el-esmâü'1-hüsnâ" deyiminin geçtiği diğer âyetlerde[298]
Allah'ın isimlerinin ve sıfatlarının güzellikle nitelendirilmesinin sebebi
konusunda Ebû Bekir İbnü'l-Arabî şu görüşleri ileri sürmektedir: 1. Bu
isimler, Allah hakkında yücelik ve aslanlık ifade eder, kullarda da saygı hissi
uyandırır. 2. Zikir ve dua olarak okunduğunda kabule vesile olur, sevap
kazandırır. 3. Kalplere huzur verir, rahmet ümidi aşılar. 4. En yüce varlık
olan Allah'ın isimlerini, anlamlarını kavrayarak okumak, okuyanının değerini de
yüceltir. 5. Bu isimler Allah hakkında zorunlu, mümkün ve imkânsız olan
inançları ve kanaatleri ifade ettiği için bu isimleri bilip okumak doğru inancın
oluşmasına da katkıda bulunur[299].
Kur'ân-ı Kerîm'de
Allah'ın zâtına -bazan ardarda sıralanarak- birçok isim nispet edilmiştir.
Ancak bu tür kelimeler ve kavramlar, hakkında kullanıldık]arı varlığın kendisi
değil, O'nun hatırlatıcısı ve kısmen tanıtıcısı durumundadır. İslâm
bilginlerinin birçoğu "İsim müsemmânın gayrıdır" derken bunu anlatmak
istemişlerdir. Bizim kullandığımız kelimeler Allah'ın yüce zâtını aynıyla
ifade etmez; esasen insan zihni Allah'ı kuşatıcı bir tamlıkta kavramaktan âciz
olduğu için O'nun hakkında kullandığı isimlerin ve sıfatların bize anlattıkları
da sınırlıdır. Ama bütün bu kelimelerle ifade edilmek istenen de hep O'dur.
Ayrıca Kur'an'da ve hadislerde yüce Allah özellikle bu isimlerle anıldığı için
bunlar Allah hakkında kullanıldığında daima aşkın anlamlar içerir; onun için
müminin bunları telaffuz etmesi zikir, teşbih, dua gibi kelimelerle ifade
edilen bir ibadet değeri taşır.
Birçok hadis
mecmuasında yer alan[300] bir hadîste Hz. Peygamber, Allah'ın doksan dokuz
İsminin bulunduğunu, bunları ezberleyip benimseyen (anlamlarını öğrenip bu
isimlerin telkin ettiği inancı özümseyen) kimselerin cennete gireceğini
müjdelemiştir. Esmâ-i hüs-nânın neler olduğu ve sayısı hakkında çeşitli
görüşler ileri sürülmüştür. Ayrıca Tir-mizî ve İbn Mâce'nin Simen'lerinde[301] bu açıklamadan sonra doksan dokuz ismin
listesi de verilmiştir[302].
Ancak bu rivayette
geçen isimlerin bazıları Kur!ân-ı Kerîm'de bulunmamaktadır, bu sebeple bazı
âlimler anılan iki kaynaktaki listenin hadisin tisi imlan olmayıp râvinin
kişisel tespiti ve eklemesi olduğunu savunmuşlardır. İbn Hacer el-Askalânî,
Kur'ân-ı Kerîm'deki isimlerden yeni bir doksan dokuz esmâ-i hiisnâ listesi
oluşturmuştur[303].
Konumuz olan âyette
kalbini yani aklını, diğer duyu ve bilgi vasıtalarını veriliş amacına uygun ve
sağlıklı kullananların ulaşacağı doğru tanrı inancının özet bir ifadesi yer
almaktadır. Buna göre "En güzel isimler Allah'ındır." Şu halde insan,
bu isimlerle Allah'a yakarışta bulunmalı, yalnız Allah'a verilebilecek olan bu
güzel İsimleri O'ndan başkasına vermemeli, yani başka hiçbir şeyi O'na denk tutmamalı,
Allah'tan başkasını tanrısal bir yücelikte görmemelidir. Fakat insanlar
arasında Allah'ın isimleri hakkında inkâra sapanlar da bulunmaktadır. Burada
"inkâr" kelimesiyle çevirdiğimiz ilhâd, "haktan sapmak,
itidalden ayrılmak" anlamına gelir. Kelimenin bu âyetteki anlamının üç
noktada yoğunlaştığı anlaşılmaktadır: a) Bu isimleri ancak Allah hakkında
kullanılması gereken anlamlarıyla Allah'tan başkası İçin kullanmak, b) Allah'ı,
baba oğul gibi sadece yaratılmışlara özgü isim ve sıfatlarla anmak, c) Allah'ın
isimlerini tamamen inkâr etmek veya böyle bir sonuç doğuracak şekilde te'vil ve
tahrif etmek[304].
Âyette bu şekilde
Allah'ın yetkinlik ve aşkınhğmın, zatına mahsus en üstün niteliklerinin
ifadeleri olan güzel isimlerini gerçek anlamlarından saptıranlar kınanmakta,
onların bu kötü niyetli tutumlarının cezasını görecekleri uyarısında
bulunulmaktadır. Bu âyet, İnkarcıların ve müşriklerin ulûhiyyetle ilgili inançlarının
bozukluğunu göstermesi yanında; bazı insanların riya, tabasbus, aşın hayranlık,
saygı, çıkar sağlama veya başka bir sebeple yönetici, lider, kahraman, şeyh
j^ibi bazı kişileri överken iltifatın dozunu kaçırarak, övdüğü kişiyi âdeta
tanrısal bir konumda gösteren ifadeler kullanılması konusunda da önemli ve
yararlı bir uyan değeri taşımaktadır, [305]
181.
İnsanlar arasında aklını ve duyu araçlarını olumlu yönde kullanmadık-kın için
gerçek anlamda insanlık değerini kaybederek cehenneme atılmayı hak edenler olduğu
gibi hakkı tanıyan ve hak ölçüsüne göre adaletli davranan bir üm-tııi't. bir
kesim de her zaman vardır. İlk zümredekilerin aksine bu ikinciler için .iyelik
ümmet kavramının kullanılması ilgi çekicidir. Çünkü birden fazla dalâlet
vı>llıırı olduğu için o yollara sapanlar ortak inançlar ve değerler
etrafında uyumlu Ihı birlik ve bütünlük oluşturamazlar. Halbuki hak ve hidayet
yolu sadece bir tanedir.Böyle olunca âyette buyurulduğu şekilde, başkalarını
hakka yönelttiği gibi kendileride hak kaygısı taşıyarak adalet ölçüsüne
uyanlar;dolayısıyla duygu,düşünce ve eylemlerinde doğruluk ve adalet ölçülerini
esas alanlar bu temel ölçüler etrafında bir birlik ve bütünlük oluştururlar.
Âyette bu birlik ve bütünlüğü oluşturan topluluk ümmet kelimesiyle ifade
edilmiştir. Böylece hak ve adalet kavramlarının, İslâm ümmetini birleştirip
bütünleştiren temel değerler, kurucu öğeler olarak gösterilmesi son derece
anlamlıdır. Hak kavramı varlığın bilgisine ve İnanç alanına, başka bîr deyişle
ontolojik alana, adalet ise ahlâk alanına ait bir kavramdır. Başka bir âyette
bizzat Allah'ın sözü de (kelime) "doğruluk" (sıdk) ve
"adalet" (adi) kavramlarıyla nitelenmiştir. Buradan, müslüman ümmetin
hem bilgi ve inançta gerçeğe ulaşmış hem de ahlâk alanında İyiye ve güzele
yönelmiş bir topluluk olduğu yahut olması gerektiği anlamı çıkmaktadır. 179.
âyette ise düşündüklerini doğru düşünmek, gördüklerini doğru görmek,
işittiklerini doğru işitip anlamak suretiyle doğruluk ve adalet gibi temel
değerleri kavrayıp zihin, kalp ve amel dünyalarını buna göre düzenleyecek bir
yol izlemedikleri için inkarcılar cehenneme lâyık görülmüştü. Çünkü hak (ve
sıdk) kavramı her türlü inkarcı anlayışlarla birlikte bâtıl inançları,
cahilliği ve yanlış bilgileri, hurafeleri vb. zihinsel sapmaları dışladığı gibi
adalet kavramı da Kur'an'daki deyimiyle "ahsen-i tak-vîm"İ bozan yani
insan olmanın ölçülerinden sapan, bundan dolayı da Kur'ân-ı Kerîm'de yer yer
zulüm kavramıyla nitelenen ahlâka aykırı davranışları dışlar. [306]
182. Âyetlerimizi
yalanlayanları hiç bilmedikleri yerden adım adım yıkıma götürürüz. 183. Onlara
mühlet veriyorum. Cezalandırmam çok çetindir! 184. Düşünmediler mi ki
aralarından biri olan o peygamberde delilik yoktur; o ancak kesin bir
uyarıcıdır, 185. Göklerin ve yerin egemenliği ile Allah'ın-yarattığı her bir
nesne üzerinde re kendi ecellerinin yaklaşmış olabileceği hususunda hiç kafa
yormadılar mı? Ona değilse hangi söze inanacaklar? 186. Allah kimi dalâlete
düşürürse artık onu hidayete erdirebilecek hiçbir kimse bulunamaz. Allah
böylelerini azgınlıktan içinde yollarını aşırın ıy olarak bırakır. [307]
182-183.
"Adım adım yıkıma götürürüz" şeklinde çevirdiğimiz fiilin masdan olan
istidrâc kelimesi, sözlükte "derece derece yükseltmek veya alçaltmak, azar
azar toplamak, katlamak" gibi anlamlara gelir. Bu kelime zamanla,
"Allah'ın bazı insanlara, kötü niyetlerinin ve davranışlarının ardından,
onların daha da şımarmaları, günahlarını daha da arttırmaları sonucunu
doğurabilecek maddî veya mânevi imkân ve fırsatlar vermesi" anlamında
terim haline gelmiştir. Meselâ peygamberlerde görülen olağan üstü hallere
"mucize", velîlerde görülene "keramet" denirken inancı veya
yaşayışı bozuk kimselerin zahiren mucize veya keramete benzer olaylar
sergilemelerine istidrâc denmektedir. "Cezalandırma" diye çevirdiğimiz
keyd kelimesi ise aslında "tuzak" mânasına gelmekle birlikte, Allah
için kullanıldığında İslâmiyet ve müslümanlar için bazı tuzaklar kurmaya ve
onlan çökertmeye çalışan inkarcıların bu planlarını boşa çıkaran Allah'ın
kusursuz, adaletli ve hikmetli planını ifade eder. Burada yüce Allah,
âyetlerini yalanlayan ve böylece onlan etkisiz kılmaya çalışan inkarcıları,
güçlü ve şaşmaz planı uyarınca hemen cezalandırmayıp onlara mühlet verdiğini,
bazı imkân ve fırsatlar tanıdığını, bu suretle onları derece derece yıkıma
doğru götürdüğünü veya alçalttığını İfade buyurmaktadır. Allah'ın onlara önce
mühlet verip sonra da helak etmesi zahiren tuzak kurmaya benzediği İçin âyette
buna "keyd" denmiştir. [308]
184.
"Aralarından biri olan o peygamberde..." şeklinde çevirdiğimiz
"bi-sahibinim" sözü müşriklerin Resûlullah'ı çocukluğundan beri
yakından tanıdıklarını, hatta vaktiyle onu sayıp sevdiklerini, dolayısıyla
kendisine delilik isnat etmelerinin haksızlık olduğunu çok iyi bilmeleri
gerektiğini anlatır. Gerek burada gerekse başka âyetlerde [309]
bildirildiği üzere Mekke müşriklerinin Hz. Muhammed'e yönelttikleri en yaygın
itham ve iftiralardan biri de onda delilik bulunduğu iddiası idi. Eski
dönemlerde diğer bazı peygamberler hakkında da aynı suçlamanın yapıldığına
bakılırsa[310] bunun, tarihin çeşitli
dönemlerinde inkarcıların Allah yolunun davetçilerini susturmak için
kullandıkları müşterek bir taktik ve İftira şekli olduğu anlaşılmaktadır.
Âyette müşriklerin bu iddiaları reddedilirken "düşünmediler mi?" sorusunun
sorulması ilgi çekicidir. Çünkü bir in-sunın akıllı veya deli olduğu, onun
davranışlarıyla, ortaya koyduğu fikirlerin doğru ve tutarlı olup olmadığı ile
ölçülebileceği gibi böyle birinin düşünce, görüş ve ıiKUKinı ölçebilmek için de
doğru ve tutarlı düşünebilmek gerekir. Bir insanın or-ı.ıv.ı koyduğu inanç ve
fikirleri (dolayısıyla peygamberin tebliğ ettiği ilkeleri) inim voIıl o insanı
(ve peygamberi) deli diye suçlamak olamaz.Çünkü bu suçlama boş, İçeriksiz,
dayanaksız bir iddiadır. Doğru dürüst düşünenler bunun böyle olduğunu bilir. Şu
halde Hz. Muhammed'i deli diye suçlayan müşrikler bu yargıya doğru düşünmek
suretiyle varmış değillerdi. Gerçekte onların bu tutumlarının arkasında
inatçılık, gurur ve kibir, düşmanlık duygulan, çıkar hesaplan gibi sübjektif
sebepler vardı. İşin aslı şu idi: Hz. Peygamber onların gerek inançları gerekse
yaşayışları bakımından yanlış yolda olduklarını söylüyor, zulümlerine ve
haksızlıklarına karşı çıkıyor, bu yoldan dönmemeleri halinde dünya ve âhirette
başlarına nelerin geleceğini bildirerek onları kesin ve açık seçik beyanlarla
ikaz ediyordu; onlar ise bu söylenenlerin doğruluğu ve haklılığı üzerine
düşünüp taşınacakları yerde onu delilikle itham ediyorlardı. Halbuki onu
çocukluğundan beri tanıyor ve takdir ediyorlardı. Ne zaman ki Hz. Peygamber
onlara gerçekleri tebliğ etmeye başladı, o zaman onların tutumları da değişti.
Sonuç olarak âyet-i kerîmede, insanların bir düşünceyi kabul veya reddederken
duygularını, menfaat ve sempatilerini veya antipatilerini değil, yine
düşüncelerini kullanmaları gerektiğine işaret edilmektedir. [311]
185-186.
"Egemenlik" diye çevirdiğimiz melekût kelimesi, yüce Allah'ın gökler
üzerindeki mutlak yönetimini, hükümranlığını ifade eder[312].
Bir önceki âyette Hz. Peygamber'in risâletinin hak olduğu, onun üstün kişiliği
kanıt gösterilerek ifade edilirken burada da insanların, yüce Allah'ın evren
üzerindeki mükemmel yönetimine bakıp düşünerek bundan Hz. Peygamber'in öğretisinin
gerçek olduğuna dair deliller çıkarmaları istenmektedir. Göklerin düzeninde
olduğu gibi Allah'ın yarattığı diğer bütün şeylere de -ibretle ve insafla
bakılırsa- Allah'ın varlığına, birliğine inanıp Hz. Muhammed'in bildirdiklerini
tasdik etmeye götüren kanıtların bulunduğu görülür. Aynca âyet, Hz. Peygamber'in
tebliğlerine karşı direnmeyi sürdürdükleri takdirde, -benzer şekilde davranan
eski inkarcı kavimler gibi- müşriklerin de sonlarının geleceği uyansında
bulunmaktadır. Onları gökler ve diğer yaratılmışlar üzerinde zihin yormaya, kendi
akıbetlerini düşünmeye çağıran bu sözler; yahut Hz. Peygamber'in uyanları,
açıklamalan, başta Kur'an âyetleri olmak üzere onun ağzından çıkan bütün sözler
insanlar için böylesine hayırlı ve yararlı uyanlardır. Şu halde insanlar bu
sözlere inanmayacaklarsa başka hangi söze inanacaklar? Allah'ın ve Resulü'nün
sözlerinden daha doğru, daha hayırlı ve yararlı başka bir söz olabilir mi?
Burada asıl muhatap
Hz, Peygamber'in dönemindeki müşrik Araplar olmakla birlikte, âyetin hükmü ve
uyarısı, İlâhî yasaları tanımayan bütün âsi topluluklar İçin geçerlidir. Bütün
bu uyanların amacı da insanlan hidayet?, yuf" minicin, yaşayışta,
insanlıkta en doğru ve en güzel olana ulaşmaktır.Fakat eğer insanlar Hz.
Peygamber'in bu yoldaki çağrısını iyi niyetle karşılayıp üzerinde düşünmek
yerine koyu bir inkâr psİkolojisiyle bunları peşinen reddederlerse Allah da
onları dalâlet çukuruna düşürür. Allah'a rağmen hiçbir şey yapılamayacağı için
bunları içine düştükleri bu çukurdan, bu sapkınlıktan kurtarıp doğru yolu
bulmalarını sağlayacak bir güç de asla yoktur. [313]
187. "Ne zaman
gelip çatacak?" diye sana kıyamet saatini sorarlar. De ki: "Onun
hakkındaki bilgi sadece rabbimin katodadır. Vakti geldiğinde onu açıklayacak
olan ancak Allah'ır. O, göklere de yere de ağır gelecektir! Sizi ansızın
yakalayacaktır!" Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki:
"Onun bilgisi Allah kalındadır, fakat insanların çoğu bunu
bilmezler." 188. De ki: "Ben kendim için, Allah'ın dilediği dışında
ne bir fayda elde edebilirim ne de zarardan kurtulabilirim. Eğer gaybı biliyor
olsaydım elbette bol bot fayda elde etmeye çalışırdım, başıma kötülük de
gelmezdi. Ben yalnızca inanan bir kavim için uyarıcı ve müjdeleyiciyim." [314]
187. Saat
kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de belli bir zaman dilimini belirten sözlük anlamı
yanında, sık sık kıyametin kopacağı vakti ifade etmek üzere de kullanılmaktadır.
Kaynaklarda ansızın gelip çattığı, amellerin hesabı çabuk olduğu veya uzun
sürdüğü ya da süresi uzun olmasına rağmen Allah Teâlâ bakımından insani ann
hesabındaki bir saatlik süre kadar kısa sürdüğü için kıyamete saat denil-diği
belirtilir[315]. Bir açıklamaya göre
saat, birinci sûr çalınca bütün canlıların ölmesi sürecini, kıyamet ise ikinci
sûr çalınca yeniden dirilmeyi ve sonrasında olup biterleri ifade eder; böylece
ahiret hayatı başlamış olur.
Bazı hadislerde
müslümanlarm da Resûlullah'a kıyametin zamaniyla ilgili sorular sordukları
bildirilmekle birlikte[316] ,
bilhassa müşriklerin Hz. Peygamber karşısındaki yaygın tavırlarından biri,
kıyameti inkâr etmek veya Resûlullah'ı güç durumda bırakmak maksadıyla bu
konuda sorular sormaktı. Bu âyette de onların böyle bir sorusundan ve -aslında
bu sorunun arkasında kötü niyet bulunmasına rağmen- Resûlullah'ın, aydınlatma
görevinin bir gereği olarak bu soruyu ciddiye alıp cevap vermesinden söz
edilmektedir. Bazı tefsirlerde buradaki sorunun yahudiler tarafından
sorulduğuna dair rivayetler yer aymak-taysa da[317],
A'râf sûresi Mekke'de indiğinden bu görüş isabetli görülmemektedir. Soru kimden
getirse gelsin, Hz. Peygamber kıyametin vaktiyle ilgili bütün sorulara karşı
bunu bilmediğini İfade etmiş, meselâ Cebrail tarafından yöneltilen,
"Kıyamet ne zaman kopacak?" şeklindeki bir soruyu, "Bu hususta
sorulan sorandan daha bilgili değildir" cevabını vermiştir [318].
Kıyamet vaktinin
"göklere de yerlere de ağır gelmesi" dünyanın kozmolojik düzeninin
bozulacağına, Kur'an'ın ifadesiyle[319] "yerin başka bir yere, göklerin de başka
göklere dönüştürüleceği" esnada vuku bulacak olayların dehşetine;
"Sizi ansızın yakalayacaktır" ifadesi de insanoğlunun, kıyamet saati
hakkındaki bilgisizliğinin son ana kadar süreceğine işaret etmektedir[320]
188. Burada
da Hz. Peygamber'e, kendisi için faydalı olanı elde edip zararlı olandan
korunmasının sadece Allah'ın dilemesine bağlı bulunduğunu açıkça ifade etmesi
emredilmekte olup Resûlullah bu buyruğun gereğini yerine getirmiş; bu suretle,
insan olması sebebiyle imkânlarının ve kabiliyetlerinin Allah'ın verdik-leriyle
sınırlı olduğunu, kendi başına olağan üstü hiçbir güce sahip olmadığını herhangi
bir komplekse kapılmadan insanlara açıklamıştır. Böylece o, dolaylı olarak
Allah'a olan içten bağlılığını da ortaya koymak suretiyle aslında, insanın
Allah karşısında nasıl bir kulluk bilincine sahip olması gerektiği hususunda
da örnek bir tavır sergiliyordu. Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek gaybı
bilmek demektir. Halbuki gaybı bilen insan, ileride kendisi için nelerin
iyilik, nelerin kötülük getireceğini bilme gücüne de sahip olabilir ve ona göre
davranabilir. Resûlullah, kendisinin böyle bir imkâna sahip olmadığını, temel
işlevinin inanan insanlara fayda sağlayacak şekilde miijdeleyici ve uyarıcı
bilgiler vermekten ibaret bulunduğunu ifade etmiştir. Burada da görüldüğü gibi
Peygamber aleyhîsselâm, kendisine Allah'ın lütuf ve ihsanından bağımsı/ aşkın
sıfatlsır izafe edilmesinden hoşlanmamış; görevinin elinden geldiğince iyi bir
kul olmak, Allah'ın kendisine yüklediği risâlet ve tebliğ görevini eksiksiz
bir şekilde yerine getirerek insanların hidayete erişmelerine gayret ve öncülük
etmek olduğunu her zaman vurgulamıştır. Âhiret hayatı, cennet, cehennem, melek,
şeytan gibi gayb alanına giren, dolayısıyla beşerin bilgi imkânlarını aşan
hususlarda Allah ona neyi ne kadar bildirnıişse o da o konuda bilgisini ortaya
koymuş ve Allah'ın iznine bağlı olarak insanlara bilgiler vermiş; fakat
kıyametin ne zaman kopacağı konusunda kendisine bilgi verilmediği için bu
hususta da bilgisi bulunmadığını belirtmesi emredilmiştir.
Âyette Hz.
Peygamber'in mutlak olarak gelecek hakkında hiçbir şey bilmediği değil,
Allah'ın bildirdikleri dışında gaybı bilmediği ifade edilmektedir. Çünkü
geleceğe dair her konu gayb sayılamaz; insan, tabiat kanunları denilen Allah'ın
evrendeki yasaları hakkındaki bilgisi, deneyimi ve aklı sayesinde gelecek
hakkında bazı kesin bilgilere sahip olmakta, bazı tespitler yapabilmektedir.
Âyette asıl vurgulanan nokta, geleceğin insanlar için büsbütün karanlık olduğu
değil, Allah imkân ve fırsat vermedikçe kulun varlık ve olaylar hakkında kendi
başına bilgi edinemeyeceği, neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu
göremeyeceğidir. [321]
189. Sizi bir tek
candan yaratan, kendisiyle mutlu olsun diye ondan da eşini yaratan ü'dur. Erkek
eşine yaklaşınca kadın hafif bir yük yüklenir, onu bir süre taşır; hamileliği
ağırlaşırca rableri olan Allah'a şu sözlerle yakarır-lar: "Andolsun, bize
kusursuz bir çocuk verirsen kesinlikle şükredenlerden olacağız!" 190.
Fakat Allah onlara kusursuz bir çocuk verince Allah'ın kendilerine verdiği
şeyler hususunda O'na ortaklar koşarlar. Allah, insanların ortak koştuğu
şeylerden münezzehtir. 191. Onlar, kendileri de yaratılmış olup hiçbir şeyi
yaratamayan şeyleri Allah'a ortak mı koşuyorlar? 192. Oysa bu varlıkların ne
onlara tapanlara yardımı dokunur ne de kendi kendilerine yardımcı olabilirler.
193. Doğru yola ulaşma hususunda onlara yalvarsanız size karşılık vermezler;
onlara ha yalvarmışsınız ha susmuşsunuz, sizin için değişen bir şey
olmayacaktır. 194. Gerçek şu ki Allah'ın dışında yalvarıp yakardıklanntz da
tıpkı sizin gibi birer kuldur. Eğer iddialarınızda doğruy-sanız haydi onlara
dua edin de karşılık versinler! 195. Yürüyebildikleri ayaklan mı var onların;
tutabilecekleri elleri, görebilecekleri gözleri, işitebilecekleri kulakları mı
var! De ki: "Haydi ortak olarak gördüğünüz o varlıkları çağırın, sonra
bana karşı planınızı kurun, göz açtırmayın bana! 196. Ama bilin ki benim velim,
kitabı indiren Allah'tır. O, iyileri koruyup kollar. 197. O'nun dışında
yalvarıp yakardıklannız ise ne size yardım edebilirler ne de bizzat kendilerine
yardımları dokunur. 198. Hidayete ulaşma hususunda onlara yalvarsanız sizi
duymazlar, sana bakıyorlar zannedersin, oysa görmezler." [322]
189-190.
"Can" diye çevirdiğimiz âyetteki nefs kelimesi eski tefsirlerde
genellikle Hz. Âdem olarak yorumlanmıştır[323]
Ancak Fahreddin er-Râzî'nin de geniş olarak açıkladığı gibi bu yorum önemli
problemlere yol açmaktadır, Her şeyden önce, eğer âyetteki nefis kelimesiyle
Hz. Âdem'in, ondan yaratılan "eş" ile de Havva'nın kastedildiği
kabul edilecek olursa, bu durumda âyetin devamındaki bilgiye göre onların
çocukları doğduktan sonra Allah'a ortak koşmuş oldukları sonucu çıkmaktadır.
Halbuki ne Kur'ân-ı Kerîm 'in başka bir yerinde ne hadislerde ne de diğer
İs-lâmî kaynaklarda Âdem ile Havva'nın şirke saptıklarına dair bilgi
bulunmaktadır; aksine onların yasaklanan meyveyi yemelerinin ardından, İslâmî
literatürde zelle dîye adlandırılan bu hatalarından ötürü bile ağır bir üzüntü
ve pişmanlık duyup hemen tövbe ettikleri ifade edilmektedir.
Bu durumda Râzî'nin,
Kaffâl'in görüşü olarak verdiği yorum ve buna dayanarak yaptığı açıklamalar
daha isabetli görünmektedir. Buna göre âyette gerçekten vuku bulmuş bir olaydan
değil, bir "temsirden söz edilmekte ve bununla da müşriklerin
cahilliklerine ve şirk iddialarına işaret edilmektedir. Buradan hareketle Râzî
âyete şöyle bir yorum getirmektedir: "O yüce Allah sizin her birinizi bir
candan yaratmış; insanlıkta erkeğe eşit bir insan olarak eşini de yine aynı
cinsten (özden) yaratmıştır (erkek bir asıldan, kadın ise başka bir asıldan
yaratılmış değildir). Erkek eşine yaklaştıktan sonra kadının hamile olduğu
anlaşılınca, rablerine,' An-dolsun, bize kusursuz bir çocuk verirsen (lütuf ve
ihsanından dolayı) kesinlikle (sana) şükredenlerden olacağız!' diyerek dua
ederler. Fakat Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, bu verilenle ilgili
olarak Allah'a ortaklar koşmaya kalkışırlar; çünkü bazan natüralistler gibi bu
çocuğun yaratılışını tabiat güçlerine, bazan müneccimler gibi yıldızlara, bazan
da putperestler gibi putlara nispet ederler" (XV, 86-87). Kuşkusuz burada,
aşağıda söz konusu edilecek olan şirk inancına ve putperestlerin yanlışlarına
dair âyetlere bir geçiş olmak üzere, özellikle müşriklerin tutumları
anlatılarak dolaylı bir üslûpla genel bir uyarıda bulunulmaktadır.
Bu iki âyette erkek
ile kadının yaratılıştaki eşitliği, erkeğin kadına karşı hissettiği duygusal
ilgi, bunun ardından gelen cinsel birleşme ve nihayet bu birleşmeden çocuğun
doğması kısaca anlatılmak suretiyle insan soyunun çoğalma süreci özetlenmiş
bulunmaktadır. Fakat bütün bunları yapıp yaratanın yüce Allah olduğunun bilinmesi
gerekir. Yaratılışta O'nu dışlayan veya başka yaratılış sebeplerini O'na denk
yahut O'nun üstündeymiş gibi gören her inanç bir şirktir. Kur'an'm ilk
muhatapları olan Mekke putperestleri çeşitli putlarını yüce Allah'a bu şekilde
ortak koştukları gibi dünyanın çeşitli kültürlerinde muhtelif kavimler de
birçok yer veya gök cisimlerini, ata nıhlannı vb, yaratılmışları tanrı tanımak
suretiyle şirke sapmışlardır. Fakat Allah bütün bu ortak koşulan şeylerden
münezzehtir, yücedir. Kimi insanların ihtiyaç duyunca Allah'a yakanp işi
bitince nankörlük ettiklerini bildiren başka âyetler de vardır. [324]
191-192,
Müşriklerin tevhid ilkesine aykırı her türlü inançlarım çürüten kmutların
ortaya konduğu bu iki âyette ulûhiyyetin en başta gelen üç özelliğinin söz konusu
edildiği görülmektedir: Yaratıcılık, lütufkârlık ve kendi kendine yeterlilik.
Öncelikle -başka bir şeyi yaratmak şöyle dursun- kendisi yaratılmış olan bir
v;ırlık Tanrı olamaz; ikinci olarak Allah, her türlü yardım taleplerine cevap
verecek kadar /.engin, lütufkâr, cömert ve merhametlidir. O'nun dışında hiçbir
varlık Itıı vı-lkitıliklcre siihipoluııiiKİıiı için tanrılımı dit lâyık olamaz.
Nihayet kendi kendine yeterli olup hiçbir yönden başka herhangi bir varlığın
yardım ve desteğine muhtaç olmayan tek varlık Allah Teâlâ olup O'nun dışında
her varlık bizzat kendisine bile yardım etmekten âciz olduğuna, şu halde kendi
kendine yeterli olmadığına göre bu varlıklara tanrılık vasfı da kesinlikle
yüklenemez. Böylece âyet-lerdeki bu üç kanıt ile putperestlik inancının tümüyle
akıl ve mantık temelinden yoksun olduğu açıkça ortaya konmuş bulunmaktadır. [325]
193-195. İlk
âyette kimlere hitap edildiği konusunda iki farklı görüş vardır: İbn Âşûr'un da
tercih ettiği bir yoruma göre âyette müslümanlara hitap edilmekte; onlardan
müşrikleri doğru yola çağırmaları istenmektedir (IX, 217-218). Ancak daha
yaygın olarak benimsenen görüşe göre burada müşriklere hitap edilmektedir. Bu
müfessirlerin çoğunluğu âyetin ilk cümlesine şu anlamı verirler. "Ey
müşrikler! Siz o tanrı diye taptığınız putlarınızı doğru yola çağırsanız
çağrınıza uymazlar..." Çünkü onlar doğru yol nedir, eğri yol nedir
bilmezler. Ancak Şevkânî, -müşriklerin tanrı (üye kandıkları putlarım doğru
yola çağırmalarını çok anlamlı bulmamış olmalı ki- daha farklı bir yaklaşımla
bu cümleyi şöyle anlamaktadır: "Bu putlarınızdan, sizi doğru yola ve
kurtuluşa erdirmelerini isteyerek onlara hidayet ve kurtuluş konusunda
yakarışta bulunsanız çağrınıza uyarak size karşılık veremezler" (0,316).
Sonuç olarak gerek
Arap putperestlerinin gerekse tarihin bütün dönemlerindeki müşriklerin
tanrısal nitelikler yükleyerek şu veya bu şekilde taptıkları her şey Allah'ın
yaratıklarıdır; "O'ndan başka tanrı yoktur," Şu halde putperestlerin
tann diye kabul ettikleri ve karşısına geçip dua ettikleri, takdis ettikleri,
kendilerine yol göstereceğmi, iyilikler kazandırıp kötülüklerden koruyacağını
umdukları şeyler, tanrılık niteliklerine sahip olup başkalarına hidayet vermek
bir yana, o cansız, şuursuz ve bilgisiz nesneler kendilerine yapılacak çağrıyı
bile duyma yeteneğinden yoksundurlar. Onlar da insanlar gibi "birer
kuldur"; yani Allah'ın mülk ve tasarrufunda bulunup O'nun kevnî yasalarına
boyun eğerler (Şevkânî, n, 317). Sonuç olarak sıradan bir canlıda bulunan
yürüyecek ayağa, tutacak ele, görecek göze bile sahip olmayan bu nesneleri
tanrı tanımak; insanların, kendilerinde bulunan duyu araçlarından bile yoksun
olan, dolayısıyla kendilerinden daha aşağı, daha kusurlu olan şeylere tapmaları
akıl kârı mıdır? [326]
196. Bir
önceki âyetin son cümlesinde, Hz. Peygamber'e, putlarda olağan üstü güçler
vehmeden müşriklerin bu inançlarının saçmalığını kanıtlamak üzere onlara
meydan okuması emredildikten sonra burada da ondan ve onun şahsında bütün
müminlerden, Allah'a inanç ve bağlılıklarını "Benim velîm...
Allah'tır" söz* leriyle ortaya koymaları istenmektedir. Vetî kelimesinin
kökü olan velayet kavramı Kur'ân-ı Kerîm'de -çeşitli mânaları yanında[327] yerine
göre hem Allah'ın kuluna dost olmasını, onu sevmesini ve her türlü
kötülüklerden esirgemesini hem de kulların Allah'a dost olmalarını ifade
etmektedir. Bu âyette ise -biri isim şekliyle, biri fiil kalıbında olmak
üzere-her iki anlamda da kullanılmıştır. Yukarıda Allah'tan başka tapılan
şeylerin, onlara tapanlara yardım edecek güçte olmadıkları, hatta tamamen âciz
nesneler oldukları belirtilmişti; burada ise özellikle velî kelimesi ve aynı
kökten gelen "yetevellâ" fiili kullanılarak müminlerin yüce Allah'a
olan sevgi ve bağlıhklany-la O'nun kendisine inanıp bağlanan iyi kullarına
(sâlihîn) olan sevgisi, koruyuculuğu ve lütufkârlığı dile getirilmektedir.
Buna göre Allah ile müminler arasında sıcak bir ilişki vardır; müminler Allah'a
gönülden inanıp bağlanmakta, O'nu dost bilmekte; Allah da onları sevmekte,
yollarını aydınlatan kitabı göndermek suretiyle doğru yolu bulup o yolda
yürümelerini sağlamaktadır. [328]
197-198.
Müşriklerin, birtakım nesneleri tanrılık vasıflarıyla niteleyip putlaş-tırarak
bunlardan medet ummalarının ne kadar saçma olduğunu bir kez daha vurgulayan bu
iki âyet, Mekke müşrikleri ve din konusunda onlara benzer bir yol izleyen her
dönemdeki insanlar için yeni bir uyan anlamı taşımaktadır. [329]
199. Kolaylığı seç,
iyi olanı emret, cahillere aldırma. 200. Eğer şeytandan fitleme seni
dürtüklerse hemen Allah'a sığın! Allah işitendir, bilendir, 201. Takva
sahipleri, içlerine şeytandan gelen bir saptırıcı fikir doğduğunda düşünüp
hemen gerçeği görürler. 202. Şeytan dostları o müşrikleri azgınlığa sürükler,
bir daha da yakalarını bırakmazlar. 203. Sen onlara bir mucize getirmediğin vakit,
"Onu da dcryclip toplasaydın ya!" derler. De ki: "Ben sadece
rabbimden bana vahyedilene uyarım. İşte bu Kur'an, rabbinizden gelen
kanıtlardır, inanan bir topluluk için hidayettir, rahmettir. 204, Kur'an
okunduğu zaman onu dinleyin ve sessiz durun kî rahmete nail olasınız. 205.
Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, alçak sesle sabah akşam rabbinl zikret,
gafillerden olma! 206. Rabbinin katında bulunanlar bile O'na kulluk etmek
hususunda kibre kapılmazlar, O'nu teşbih ederler ve yalnız O'na secde ederler. [330]
199.
Yukarıdaki âyetlerde (özellikle 189. âyetten itibaren) tevhid inancı üzerinde
durularak -başta Mekke müşrikleri olmak üzere- Allah'ın yarattığı varlık veya
nesnelere tanrısal nitelikler yüklemek suretiyle bu yaratıkları Allah'a ortak
koşanlar eleştirilip uyarıldıktan sonra bu âyette de ahlâk konusuna geçilmiş ve
bütün ilâhî dinlerin üç temel ahlâk kuralına yer verilmiştir:
1. Kolaylık.
Sözlükte "bir şeyin en yenisi, en saf olanı, fazlası; kolaylıkla verilebilen,
bağışlanabilen" gibi anlamlara gelen âyet metnindeki af kelimesi ahlâk
terimi olarak "kötülük ve haksızlık eden, suç veya günah işleyen birini
bağışlamak, cezalandırmaktan vazgeçmek" demektir[331].
Konumuz olan âyetteki af kelimesine ise tefsirlerde başlıca şu mânalar
verilmektedir:
a) İnsan ilişkilerinde kolaylık yolunu seçmek,
başkalarını külfet ve meşakkate sokacak tutum ve davranışlardan,
beklentilerden uzak kalmak[332].
Ahlâk terimi olarak az önce zikredilen anlamdan da esasen insanları suç ve
hataları sebebiyle cezalandırarak sıkıntıya sokmak yerine onları bağışlayarak
rahatlatmak demek olduğuna göre bu anlamdaki af da sonuçta kolaylık mânası
taşımaktadır.
b) Malın ihtiyaçtan fazlasını muhtaçlara vermek.
Bu anlamı tercih edenler âyetin, daha sonra gelen ve zekâtın farz olduğunu
bildiren başka âyetlerle nes-hedİldiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak, diğer
birçok müfessir gibi âyeti birinci mânada yorumlayan Fahreddin er-Râzî'ye göre
ikinci anlamı tercih etsek bile bundan nesih sonucuna varmak gerekmez; çünkü
zekât hakkındaki âyetler malî fedakârlığın asgari miktarıyla alâkalıdır; bu
âyette İse zekâtın da üzerinde mal bağışında bulunmak öğütlenmektedir[333] .
Başkaları karsısında
kolaylaştırıcı olmak, sın; vr kusurlumu hujışlavnmk nnlan affedip ceza
sıkmasından kurtarmak gibi başkalarına mal yardımında bulunmak da bir
fedâkârlıktır. Bu sebeple âyetteki af kelimesinin her iki anlamda da
fedakârlığı içerdiğini ve dolayısıyla burada hem insanlara mal yardımında bulunmanın
hem de sertlik yerine yumuşaklık ve kolaylaştırıcıhğın, Türkçe'deki anlamıyla
affın ve hoşgörünün öğütlendiğini düşünmek daha isabetli olacaktır. Râzî âyetin
bu kısmını -ilgili âyetlere göndermeler de yaparak[334]
şöyle açıklar: "Kolaylığı seç buyruğu, malî haklarla İlgili her konuda
cimrilikten sıyrılmak, insanlarla güzel ahlâka dayalı ilişkiler kurmak, katılık
ve sertlikten uzak durmak, işleri kolaylaştırmak, insanları hak dine çağırırken
de ince ve yumuşak bir üslûp kullanmak" (XV, 96).
2. İyiliği
emretme. "İyi olan" diye çevirdiğimiz ve Türkçe'de "örf'
şeklinde telaffuz edilen urf kelimesi, "bilme, tanıma" mânasmdaki
irfan kökünden bir terim olup, aynı kökten ma'rûf kelimesi gibi "iyilik
olarak bilinen ve benimsenen şey" anlamında kullanılır[335].
Râzî de bu terimi, genel bir ifadeyle, "yapılması gerekli olan, yapılması
yapümamasından daha iyi olan her türlü iş" şeklinde açıklamıştır (XV, 96).
Buna göre örf kelimesi, sadece yapılması farz olan tutum ve davranışları değil,
aynı zamanda mendup olan, dinin özel hükümlerine ve genel amaçlarına ters
düşmemek şartıyla aklıselimin ve kamu vicdanının hayırlı ve yararlı görüp âdet
haline getirdiği her türlü dinî ve dünyevî konulardaki iyilik ve güzellikleri
de içermektedir. Nitekim Taberî de "Allah'ın emrettiği veya mendup saydığı
bütün işler örf kapsamına girer. Allah âyette özel bir anlamı tahsis
etmemiştir. Doğrusu şudur ki Allah, elçisine -herhangi bir çeşidini
ayırmaksızın- genel olarak iyiliği emretme görevini yüklemiştir" diyerek
bu hususa işaret etmiştir (IX, 156).
3. Cahillere
aldırmamak. Âyetteki cahil kelimesi, bilgisizlikten ziyade saldırganlık,
barbarlık, zulüm, haksızlık, küstahlık, inatçılık gibi kötü huylardan oluşan
ahlâk bozukluğunu ifade etmektedir[336].
Cahillere aldırmamak, onların tuttukları yolun yanlışlığını göstermemek, bozuk
inançlarını düzeltme yönünde çaba harcamamak anlamına gelmez; Çünkü bu İslâm'ın
varlık sebebine ve genel olarak peygamberlerin gönderiliş hikmet lerine
aykırıdır. Şu halde cahillere aldırmamanın mânası, İnsanları hak ve hak ikat
çizgisine, iyilik ve doğruluk yoluna çağınrken kendini bilmezlerin edep ve
;ılılâkhı bağdaşmayan kötü ve çirkin davranışlarına, küstahça hareketlerine,
hak-sı/.hkhırına aynıyla karşılık vermemek, bu tür hareketler karşısında öfkeye
kapılarak affedici olmaktan, iyiliği emretmekten vazgeçmemek; aksine ısrarla sabırlı,hoşgörülü,kolaylaştırıcı
ve bağışlayıcı olmaktır.
Taberî'nin kaydettiği
bir rivayete göre bu âyet geldiğinde Resûlullah'ın bir sorusu üzerine Cebrail,
"Rabbin sana kötülük edene senin iyilik etmeni, sana vermeyene senin
vermeni ve senden uzak kalıp ilgileri koparanlarla senin dostluk ve akrabalık
ilişkini sürdürmeni emrediyor" diyerek âyete örnekleme yoluyla açıklama
getirmiştir. Aynı müfessİrin de belirttiği gibi her ne kadar yüce Allah bu
âyette peygamberine hitap etmişse de esasında bütün kullarını eğitmeyi amaçlamıştır
(IX, 156). [337]
200-201. Bir
önceki âyette Hz. Peygamber'e (onun şahsında ümmetine), İnsanlarla
ilişkilerinde kolaylık gösterme, affedici ve hoşgörülü olmaya dayalı bir tutum
sergilemesi emredildikten sonra burada da eğer Hz. Peygamber (dolayısıyla
herhangi bir mümin), kendini bilmezlerin uygunsuz davranışları karşısında öfkeye
kapılıp bu ince tutumunu terkederek sertleşmesine, cahillerin kötülüklerine
kötülükle karşılık vermesine yol açacak bir kışkırtma duygusuna kapılırsa,
bunun şeytandan gelen bir fitleme olduğunu bilerek şeytana kapılmaktan Allah'a
sığınması, bu Fitlemeye aldırmayıp sabırlı, affedici ve hoşgörülü olmaya devam
etmesi gerektiği bildirilmekte; nitekim takva sahiplerinin de böyle yaptıkları
yani içlerine şeytandan kaynaklanan kötü, zararlı ve yıkıcı bir duygu veya
düşünce doğduğunda hemen zihnî melekelerini harekete geçirerek doğru olanı
bulma yolunda düşünüp taşındıkları; Allah'ın böyle durumlar karşısında nasıl
davranmak gerektiğine dair uyanlarını, irşadlarmı hatırlayarak basiretli
yaklaşımlarıyla gerçeği, doğru ve isabetli tutumun ne olduğunu görüp ona göre
hareket ettikleri ifade buyurulmaktadır. Şu halde Kur'ân-ı Kerîm'in "en
yüksek şeref ve değer" kabul ettiği[338]
takva erdemine sahip olmanın şartlarından biri de kötülüğe kötülükle cevap
vermemek, cahillerin seviyesine düşmemek, aksine olabildiğince kolaylık,
özveri, barış ve uzlaşmadan yana olmaktır. [339]
202.
"Dostlar" diye çevirdiğimiz âyet metnindeki ihvan kelimesinin tekili
olan ah kelimesi sözlükte "kardeş" mânasına gelmekle birlikte mecazi
olarak "arkadaş, dost, insanın sevip saydığı, aynı dünya görüşünü, aynı
inanç ve değerleri paylaştığı kişi" anlamını da ifade eder. Kelime
Kur'ân-ı Kerîm'de (Hucurât 49/10, 12), hadislerde[340] ve
diğer İslâmî kaynaklarda bu manasıyla yani müslümanlar arasındaki inanç ve
ideal birliğinden doğan sevgi ve kaynaşmayı ifade etmek için geniş olarak
kullanıldığı gîbİ -konumuz olan âyette görüldüğü üzere- şeytan ile inkarcılar
arasındaki ve inkarcıların kendi aralarındaki birlik ve yakınlığı ifade etmek
İçin de kullanılmıştır.
Tefsirlerde âyetin
değişik şekillerde yorumlandığı görülmektedir, diğer müfessirlerce de geniş
ölçüde benimsenmiş olan yorumu şöyledir: "İnkarcılara gelince, dostları
olan şeytanlar onları azgınlığa sürükler; azgınlıklarını daha da arttırırlar ve
artık -içlerine şeytandan gelen bir saptırıcı fikir doğduğunda hemen düşünüp
gerçeği gören takva sahiplerinin aksine- bu günahkârlar (azgınlık yapmakta)
kusur etmez, bundan geri durmazlar." Aynı müfessire göre bu suretle Allah
Teâlâ bize şu hakikati bildirmektedir: Müminler topluluğu ve takva ehli, şeytan
kendilerine kötülük işletmek istediğinde yaptıklarının doğruluğu veya yanlışlığı
üzerinde düşünürler, Allah'ın azametini ve cezalandırmasını hatırlarlar, Allah'a
olan saygıları kendilerini O'na âsi olmaktan korur, hasbelbeşer işledikleri
hataların affı için Allah'a sığınıp tövbe etmeye yöneltir. (199. âyette
kendilerinden "cahiller" diye söz edilen) müşrikler ve inkarcılar
topluluğuna gelince, onlar bir defa Allah'a âsi olmaya başlayınca şeytanlar
onların günahkârlık, bozgunculuk ve azgınlık eğilimlerini daha da güçlendirir;
hevâ ve hevesleri akıl ve basîretlerine baskın geldiği için artık ne Allah
korkusu ne âhiret kaygısı azgınlıkta ısrar edip günahlarını daha da çoğaltmaktan
onları alıkoyamaz (IX, 159).
Âyetin "Bir daha
da yakalarım bırakmazlar" diye çevirdiğimiz bölümüne, "O isyankârlar
artık bir daha azgınlık ve günahkârlıktan geri durmazlar" veya "Şeytanlar
onlan azgınlığa, günaha sürüklemeye devam ederler" şeklinde değişik
mânalar verilmiştir, [341]
203. Önceki
âyette işaret buyurulan müşriklerin azgınlıklarına, bozgunculuk ve
küstahlıklarına bir örnek olmak üzere burada onların, peygamberliğini kanıtlamak
üzere Resûlullah'ın zaman zaman gösterdiği mucizeler karşısındaki inkarcı ve
alaycı tavırları hatırlatılmaktadır. Onlar, gerçekten Hz. Muhammed'in hak peygamber
olup olmadığını anlamak için değil, tamamen ciddiyetten uzak olarak sırf onu
rahatsız etmek,huzurunu bozmak, zor durumda bırakmak ve insanlar karşısında
küçük düşürmek gibi kötü niyete dayalı sebeplerle ondan mucize göstermesini
isterlerdi; Hz. Peygamber bu isteği yerine getiremeyeceğini belirtince de
"Onu da derleyip toplasaydın ya {bir şeyler uydursaydın ya!)" gibi
mucizelerin düzmece olduğunu ima eden alaycı sözler sarfederlerdi. Bu küstahça
tavra karşılık, "Cahillere
aldırma!" buyruğu gereğince Resûlullah'ın -onların seviyesine düşmeden,
olgun bir tavırla- "Ben sadece rabbimden bana vahyedilene uyarım..."
şeklinde cevap vermesi istenmiş ve bu suretle asıl güç ve yetkinin Allah'a ait
olduğu, peygamberin de onun hükümlerine bağlı bulunduğu, her kulun yapması
gereken şeyi onun da yaptığı yani Allah'tan kendisine indirilen vahye
(Kur'an'a, onun buyruk ve yasaklarına) uyduğu belirtilmiştir. Çünkü mucize,
peygamberin istediği zaman sergileyeceği bir marifeti değil, şartlara göre
peygamberleri aracılığıyla bizzat Allah Teâlâ'nın gerçekleştirmiş olduğu bir
olaydır. Aynı şekilde peygamberin görevi de mucize icat etmek değil, Allah'ın
kitabına uymak, hayatını ondaki hükümlere göre düzenlemektir.
Kuşkusuz hissî
(duyulara hitap eden) mucizelerin, onları sergileyenlerin peygamberliğini
kanıtlamak bakımından dinler tarihinde önemli bir yeri ve etkinliği olmuşsa da
konumuz olan âyet-i kerîmeye göre insanların asıl muhtaç oldukları ve
dolayısıyla asıl İlgilenmeleri gereken şey, bu mucizelerden ziyade kalbe ve
akla hitap eden, dolayısıyla Hz. Muhammed'in en büyük mucizesi olan Kur'ân-ı
Kerîm'dir. Nitekim bu gerçeğe işaret etmek üzere "İşte bu Kur'an,
rabbinizden gelen kanıtlardır, inanan bir topluluk için hidayettir,
rahmettir" buyurulması son derece anlamlıdır.
Âyetin metninde
Kur'ân-i Kerîm'in "basâir, hüdâ ve rahmet" şeklinde üç özelliği
sıralanmakta; böylece Kur'ân-t Kerîm'in, insanoğlunun üç büyük arayışına,
ihtiyacına cevap verdiğine işaret edilmektedir. "Kanıtlaf'diye
çevirdiğimiz besâir kelimesinin tekili olan basîret, genellikle "gerçeğin
ortaya çıkmasını, açıklığa kavuşmasını sağlayan şey, bilgi, kesinlik, delil,
kanıt" şeklinde açıklanmaktadır. Hüdâ "hidayet, doğru yol, kurtuluş
yolu'1, rahmet ise "acıma, şefkat gösterme, merhamet etme" anlamı
yanında "iyilik, nimet" ve daha genel olarak "mutluluk veren
şey" mânasına da gelir[342] Şu
halde Kur'ân-ı Kerîm bir yandan insanların din ve dünya hayatlarıyla ilgili
olarak doğru bilgiler İhtiva etmekte, bu hususta gerçeklerin kesin kanıtlarını
içermekte, aklı aydınlatmakta, itikadı düzeltmekte, doğru yolu göstermekte;
diğer yandan hem bireye hem de topluma yön vermekte, hidayet ve kurtuluş
sağlamakta; nihayet bireyleri ve toplumları gerçek hayra, nimete ve mutluluğa
götürmektedir. Âyetin sonunda Kur'ân-ı Kerîm'in getirdiği bu imkânlardan ancak
İnananlar kesiminin yararlanabileceğine işaret edilmektedir. [343]
204,
Yukarıda Kur'an'ın insanlık için hangi bakımlardan ve ne kadar büyük bir değer
ifade ettiği belirtildikten sonra burada da özetle kelâmullahı dinlemenin edep
ve erkânı gösterilmektedir. Buna göre Kur'an okunduğu sırada müslüman ona
ilgisiz kalmayacak, kulak verip dikkat kesilecek, saygıyla ve ilgiyle dinleyecektir;
çünkü o, her şeyden önce Allah'ın sözüdür, onda konuşan Allah'tır. Bu sebeple
Kur'an'a kulak vermemek Allah'ın konuşmasına kulak vermemek ve dolayısıyla bir
bakıma Allah'a karşı edepsizlikte bulunmak anlamına gelir. Ayrıca anlamları
üzerine düşünüp kavrayabilmek ve sonuçta rahmet ve bereketinden yararlanabilmek
için de onu yoğun bir dikkatle dinlemek gerekmekledir. İbn Âşûr'un da işaret
ettiği gibi (IX, 239) "... onu dinleyin ve sessiz durun" buyruğu,
beden kulaklarıyla Kur'an'ı dinlemeyi, tilâvet sırasında konuşmamayı, başka şeylerle
İlgİlenmemeyi ifade ettiği gibi mecazî mânada "Kur'an'ı dinlemek"
aynı zamanda "onun buyruklarına uyup yasaklarından kaçınmak" anlamına
da gelir. En iyisi, âyetin hem hakiki hem de mecazi anlamda Kur'an'a kulak
vermeyi emrettiğini kabul ederek, Kur'an okunurken başka şeylerle ilgilenmeden
onu saygıyla ve dikkatle dinlemek, bununla da yetinmeyip buyruklarını yerine
getirmek ve yasaklarından kaçınmaktır. İşte bu sayede Kur'ân-ı Kerîm'in -bir
önceki âyette İşaret edilen- "rahmet" Özelliğinin de hayatımıza
yansıyacağı, dünyamızı ve âhire-timizi güzelleştireceği âyetin sonunda İfade
edilmektedir. Müslüman, Kur'ân-ı Kerîm'i beden kulağı ile dinlemek, Allah'a ve
O'nun kelâmına saygı göstermekle Allah kelâmı karşısında takınmış, olduğu bu
edepli ve ahlâklı tavrının sevabını kazanacak, O'nun tarafından
ödüllendirilecek; Kur'an'ı can kulağıyla dinlediği gibi kalp ve aklı ile de
dinlemek suretiyle onun içeriği üzerinde düşünerek kalbini ve aklını
aydınlatacak, imanına güç katacak, yanlışlarını düzeltecek, doğrularını
arttıracaktır; böylece bu ve buna benzer kazanmalarıyla âyetin sonunda ifade
buyu-rulan rahmet ve merhamete ulaşmış olacaktır.
Bu âyetten dolaylı
olarak çıkarılması gereken bir ders de şudur: Çarşı, pazar, sokak, kahvehane,
lokanta gibi uygun olmayan ortamlarda, pratikte Kur'an'ı dinlemenin mümkün
olmadığı yerlerde açıktan Kur'an okumak veya -dışarıda namaz kılanlar bulunması
gibi bir zaruret olmadıkça- camilerde okunan Kur'an sesini cami dışına vermek
doğru değildir; böyle durumlarda insanların durup Kur1 an'ı dinlemeleri çeşitli
yönlerden sıkıntıya yol açacağı için Kur'an okuyacak kimse, insanların onu
dinleyebilecekleri yerlerde ve şartlarda okumalı ve böylece Kur'ân-ı Kerîm'e
saygısızlık görünümü veren davranışların sergilenmesine sebep olmaktan
sakınmalıdır.
Hz. Peygamber
döneminde inkarcıların elebaşıları halka, "Bu Kur'an'a kulak vermeyin,
okunurken gürültü yapın, belki bastırırsınız"[344] diyerek
Allah'a, O'nun kitabına ve peygamberine karşı düşmanlık ve saygısızlıklarını sergiliyorlardı.
Aynı yerde "Allah'ın düşmanları" olarak nitelenen bu inkarcıların
şiddetli bir azapla cezalandırılacakları bildirilmektedir. Konumuz olan âyette
ise -Allah'ın kelâmını susturmaya, tesirini önlemeye, sesini boğmaya kalkışan,
bu yüzden de "Allah'ın düşmanları" olarak nitelenmek suretiyle
alçaltılan o inkarcıların yaptıklarının tam aksine- müslümanlann da onu
dinleyerek saygı ve bağlılıklarını göstermeleri ve sonuçta ilâhî rahmete
liyakat kazanmaları gerektiği ifade buyurul-maktadır. Nitekim Kurtubî'nin
kaydettiği bir rivayette bu âyet, Fussılet sûresinin anılan âyetinden sonra ve
müşrik elebaşılarının orada bildirilen çağrılarına cevap olarak inmiştir (VII,
337-338).
Bu âyetten Kur'ân-ı
Kerîm okunurken müslüraanların konuşmayı bırakıp onu dinlemeleri istenmekle
birlikte bunun farz olup olmadığı, farz olması durumunda da bu hükmün mutlak
olup olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Hasan-ı Basrî'ye
dayandırılan bir görüşe göre Kur'an okunduğunda onu dinlemek her zaman farzdır;
Mâlikîler ise âyetin farziyet değil tavsiye (nedb) anlamı taşıdığını ileri
sürmüşlerdir. Ancak âlimlerin çoğunluğu bu âyetin sadece Hz. Peygamber Kur'an
okuduğunda onu dinlemeyi ve buna ek olarak -diğer zamanlarda değil- sadece
namaz ve hutbe esnasında imamın ve hatibin okuduklarını dinlemeyi farz
kıldığını belirtmişlerdir. Hanbelî ve Hanefî âlimleri, cemaatla namaz
esnasında imam açıktan veya gizli olarak Kur'an okurken cemaatin okumamaları
gerektiği yönündeki hükmü bu âyete dayandırmışlardır[345]
205. Bir önceki
âyette Kur'ân-ı Kerîm'i dinleme âdabından söz edildikten sonra burada da zikir
âdabı özetlenmektedir. Sözlükte "bir şeyi kalple veya dil ile anma,
hatırlama, akılda tutma" anlamına gelen zikir kelimesi, dinî bir terim
olarak "Allah'ı anmak, hatırlamak, dilde ve gönülde tutmak, O'nu
unutmamak, gaflet halinde olmamak" mânasında kullanılır; daha özel olarak
Allah ismini ve esmâ-i hüsnâyı, "lâ İlahe illallah" gibi diğer dinî
ifade kalıplarını dilde tekrar etmeye de zikir denir. Tarikat ehlinin Allah'ın
isimleriyle dinî mahiyetteki başka bazı kelime ve ibareleri belli zamanlarda ve
belli sayılarda düzenli olarak dilde tekrar etmeleri de zikir kelimesiyle ifade
edilir. Fakat Kur'ân-ı Kerîm'de[346] ve
hadislerde[347] zikir, genellikle herhangi
bir zaman veya sayı belirlemeksizin, müminin dilinde Allah ismini ve zihninde
Allah bilincini daima canlı tutmasını ve bu bilinçle yaşamasını ifade eder.
Konumuz olan âyette Allah'ı dil ile zikrederken aynı zamanda ruhen de zikir
halinde olmak, kulluk şuuru ve edebiyle, Allah'a saygıdan dolayı ürpererek
yakarış hali İçinde O'nu zikretmek gerektiği belirtilmektedir. Konuyu bütün yönleriyle
büyük bir vukufla inceleyen Gazzâlî {îhyâ', I, 293-304), zikrin bütün
ibadetlerin en yücesi ve en faydalısı olduğunu, fakat bu özelliği taşıyabilmesi
için zikreden kişinin kalbinde ünsiyet (kendini Allah ile beraber bilme) ve
sevgi duygusunun bulunması gerektiğini İfade etmekte; böyle bir ruhî halin
eşlik etmediği, sadece dilde kalan zikrin insanın manevî hayatına ve ahlâkî
gelişmesine hiçbir katkıda bulunmadığını belirtmektedir. Nitekim âyetin
sonundaki "Gafillerden olma!" uyarısı da bu hususa işaret
etmektedir. [348]
206. Mekke
müşrikleri Hz. Muhammed'in dinine uyarak Allah'a kulluk etmeyi ve özellikle
Allah'ı teşbih edip O'nun huzurunda secdeye kapanmayı nefislerine
yediremezler, kibirleri akıllarına galip gelirdi. Müfessirler çoğunlukla
"rab-binin katında bulunanlar" İfadesinde meleklerin kastedildiğini
düşünürler[349]. Şu halde Allah'a
yakınlıkları, "rabbinin katında bulunanlar" diye ifade edilecek kadar
ileri derecede olan melekler bile kulluk etmekten geri durmayıp teşbih ve secde
ederek kulluk faaliyetlerinde bulunduklarına göre her an günah işleme
durumunda bulunan insanların İbadete daha çok ihtiyaçları bulunduğu açıktır.
Öte yandan bu âyet bize ibadetin, behîmî sınırlan aşarak meleklerle ortak davranış
düzeyine ulaşmış insanlara mahsus bir makamı ifade ettiğini göstermektedir.
Nitekim burada meleklerin üç Özelliği sıralanmaktadır: İbadet, teşbih, secde.
İbadet, kulun Allah'ı rab tanıyıp O'nun huzurunda belli davranışlarla saygısını
ifade etmesi; teşbih, O'nu her türlü eksiklikten tenzih edip yüceltmesi; secde
ise herkese karşı dik tuttuğu başını sadece Allah'ın huzurunda eğmesi, yere koymasıdır.
Böylece A'râf sûresi,
dolaylı bir ifade ile bize, Allah'a kulluğu en büyük şeref bilip dilimizle ve
kalbimizle O'nu teşbih etmemizi, O'nun karşısında tam bir tevazu ile secdeye
kapanmamızı; Allah'ın rızâsını nefsimizin isteklerinden üstün bilip O'nun
İsteklerini nefsanî arzularımızdan daha önemli görmek suretiyle meleklere
yaraşır bir kulluk şuuruna ve yaşayışına ulaşmamızı, diğer bir ifade ile
yönümüzü insanlık düzeyinin aşağısına çevirerek sadece nefsimizin hayvanlarla
ortak tarafım oluşturan arzu ve ihtiraslarını tatmin peşinde koşmak yerine, zihnimizi
ve kalbimizi yukarılara çevirip Allah'a iman ve kulluk ederek meleklerle ortak
çizgiyi paylaşmamızı telkin eden âyetle son bulmaktadır. [350]
[1] İbn Âşûr, VIH/2, s. 5-6.
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez,
Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
II/395.
[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/395.
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/395.
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/395-396.
[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/396.
[6] bilgi için bk. Bakara 2/1.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/396.
[7] Şevkânî, II, 215.
[8] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/396.
[9] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/396-397.
[10] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/397.
[11] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/397
[12] İbn Aşûr, VITJ/2, s.
[13] a.g.e., VII1/2, s. 24.
[14] Lokman 31/13
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/397
[15] Râzî, XIV, 22-23.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/398.
[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/398.
[17] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/398.
[18] bilgi için bk. En'âm 6/160.
[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/398-399
[20] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/399.
[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/399-400.
[22] geniş bilgi için bk. Bakara 2/34.
[23] Ateş, III, 323.
[24] bk. Râzî, XTV, 30.
[25] bk. Şevkânî, I, 71.
[26] Elmalık, El, 2131; İbn Âşûr, VIII/2,39. Secdenin
anlamı ve mahiyeti hakkında bk. Bakara 2/34.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/400-401.
[27] Sıyrıntısı için bk. Etmalılı, III, 2130-2134.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/401.
[28] Râzî, XIV, 33; Şevkânî, II, 220.
[29] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/401-402.
[30] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/402.
[31] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/402.
[32] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/403.
[33] bu görüşü, savunanlar ve ileri sürdükleri deliller
için bk, Süleyman Hayri Bolay, "Âdem", DİA, I, 360-361.
[34] ayrı-cabk. Bakara 2/35.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/403.
[35] Taberî, VIII, 140; (Râzî, XIV, 45; İbn Âşûr, VIII/2,
s. 56-57.
[36] bk. Süleyman Hayri Bolay, "Âdem",Z>M,
1,361.
[37] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/403-404.
[38] Râzî, XIV, 25.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/404.
[39] bk. Bakara 2/36, 38; Tâhâ 20/123.
[40] Tekvîn, 3/16-19.
[41] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/404-405.
[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/405.
[43] Hadîd 57/25.
[44] Zümer 39/6.
[45] Râzî, XTV, 52.
[46] geniş bilgi için bk. Bakara 2/197.
[47] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/405-407.
[48] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/407.
[49] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/407-408.
[50] Râzî, XIV, 55; Şevkânî, II, 228.
[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/408.
[52] Râzî, XIV, 57; Şevkânî, II, 228.
[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/408-409.
[54] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/409.
[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/409-410.
[56] bk. Taberî, VIII, 159-163.
[57] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/410.
[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/410-411.
[59] En'âm 6/161; Tirmizî, "Fezâilü'l-Kur'ân", 14.
[60] Yûnus 10/105; Rûm 30/30.
[61] Buharı, "îmân", 29; Müsned, VI, 116, 233.
[62] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/411.
[63] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/412.
[64] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/412-413.
[65] Râzî, XIV, 69.
[66] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/413.
[67] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/413.
[68] yükümlülük altındaki gözle görülmeyen varlıklar; bk.
En'âm 6/100.
[69] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/413-414
[70] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/414-415.
[71] bk. Bakara 2/28.
[72] krş. Bakara 2/59; A'râf 7/96; İsrâ 17/95; Zâriyât
51/23; ayrıca bk. Bakara 2/29.
[73] İbn Âşûr, VIII/2, s. 126.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/415-416.
[74] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/416.
[75] bk. En'âm 6/127; Yûnus 10/25.
[76] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/416.
[77] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/417-418.
[78] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/418.
[79] Hadîd 57/13.
[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/418-419.
[81] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/419.
[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/419.
[83] Nisa 4/165
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/419-420.
[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/420.
[85] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/420-421.
[86] Rahman 55/29
[87] Hac 22/47; Secde 32/5; ayrıca bk. Meâric 70/4
[88] meselâ bk. Furkan 25/59; Rûm 30/8; DuhâTı 44/38.
[89] İbn Kudâme, Lüm 'atii '14 'îi-kadt nşr. Bekir
Topaloğlu [İlmi: Giriş içinde], İstanbul 1981, s. 15; Şevkânî, E, 243.
[90] altı gün" ve "arşa istiva" konusunda
daha geniş bilgi için bk. Râzî, XIV, 96-117; Elmalık, III, 2171-2185; İbn Âşûr,
VIII/2, s. 158-167.
[91] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/421-424
[92] Râzî, XIV, 128; dua hakkında bilgi için bk. Bakara
2/186.
[93] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/424-425.
[94] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/425.
[95] Râzt, XIV, 144; Şevkânî, II, 246,247.
[96] meselâ bk. Râzî, XIV, 144-145.
[97] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/425-426.
[98] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/426.
[99] Hz. Nüh hakkında bilgi için bk. Hûd 11/25-35
[100] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/426-427.
[101] Râzî, XIV, 61-63
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/427.
[102] İbn Âşûr, VIII/2, s. 193-194
[103] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/427-428
[104] tufan hakkında bilgi için bk.Hûd 11/3649.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/428.
[105] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/428-429.
[106] Kur'an'in 46. sûresi Ahkaf ismini taşır; ayrıca bk.
Fecr 89/6-9.
[107] bk. Râzî, XIV, 157-158.
[108] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/429-430.
[109] Râzî, XVI, 160.
[110] bk. İbn Âşûr, VIII/2, s. 210.
[111] İbnÂşÛr,Vm/2,s.214.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/430.
[112] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/431-432.
[113] Hicr 15/80.
[114] bk. H. H.Brau, "Semûd",İA,X,474-475.
[115] bk. Şuarâ 26/154.
[116] Taberî, VIII, 224-225; Râzî, XIV, 162.
[117] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/432.
[118] Müsned, II, 117.
[119] Buhârî, "Megazî", 80; Müslim,
"Zühd", 38; Müsned, II, 58,72.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/432-433.
[120] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/433.
[121] bk. Şuarâ 26/160-164.
[122] Tekvin, 19/32-37.
[123] bk. îbn Âşûr, VIH/2, s. 232-234.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/434.
[124] Şevkânî,II,255.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/434.
[125] ayrıca bk. Tahrîm 66/10.
[126] bk. Hûd 11/81-83.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/434.
[127] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/435-436.
[128] bk. Yakut, Mu'cemü'l-büldân, Beyrut 1410/1990, V,
92-93; Fr. Buhl, "Medyen Şuayb", İA, Vn, 473-474; a. mlf.,
"Şu'ayb", İA, XI, 579-580.
[129] İbn Âşûr, VIII, 239-240.
[130] bk. Şevkânî, II, 256.
[131] İbn Âşûr, VIII/2, s. 243-244.
[132] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/436-437.
[133] bk. Zemahşerî, II, 129-130; Râzî, XIV, 177; Şev-kânî,
II, 257.
[134] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/437-438.
[135] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/438.
[136] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/439.
[137] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/439-440.
[138] bk. Râzî, XIV, 185; Şevkânî, II, 260.
[139] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/440-441.
[140] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/441.
[141] Râzî, XIV, 187.
[142] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/441-442.
[143] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/443.
[144] ayrıntılı bilgi için bk. Ömer Faruk Harman,
"Firavun", Dİ A, XIII, 118-121; İsrâiloğullan için bk. Bakara 2/83
vd.; Mûsâ için bk. Kasas 28/ 7 vd.
[145] bk. Zemahşerî, II, 136; İbn Âşûr, IX, 35-36.
[146] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/443-444.
[147] İbn Âşûr, IX, 39.
[148] bk. Çıkış, 1/8-17,22.
[149] bk. Çıkış, 1/8-17,22.
[150] bk. Tâhâ 20/47.
[151] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/444-445.
[152] bk. Râzî, XIV, 196.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/445.
[153] aynca bk. 127. âyetin tefsiri.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/445.
[154] bk. Yûnus 10/75; Tâ-hâ 20/ 42-43.
[155] Râzî, XIV, 200. Sihir hakkında geniş bilgi için bk: Bakara
2/102.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin
Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/446.
[156] İbn Âşûr, IX, 46.
[157] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/446.
[158] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/447.
[159] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/447.
[160] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/447-448.
[161] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/448.
[162] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/448-449
[163] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/449.
[164] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/449.
[165] Râzî, XIV, 210.
[166] Râzî, XIV, 212.
[167] İbn Atıyye, VII, 138.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/449-450.
[168] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/450.
[169] meselâ bk. âyet 148-150,162-166
Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin
Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/450-451.
[170] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/451-452.
[171] Zemahserî, II, 144; İbn Atıyye, VII, 140; Râzî, XIV,
214.
[172] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/452.
[173] bk. Zemahşerî, II, 144; İbn Atıyye, VII, 141; Râzî,
XIV, 215.
[174] İbn Mâce "Tıb", 43; Müsned, II, 332.
[175] Buhârî, "Tıb", 43, 44; Müslim,
"Selâm", 110-113; İbn Mâce, "Tıb", 43; Müsned, II, 332.
[176] Buhârî, "Tıb", 17,19,43,44; Müslim,
"Selâm", 102,107; Ebû Dâvûd, "Tıb", 24; İbn Mâce,
"Nikâh", 55; "Tıb", 43.
[177] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/452-453.
[178] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/453-454.
[179] İbn Atıyye, VII, 144.
[180] bk. Çıkış, 12/31-32.
[181] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/454.
[182] bk. Tâhâ 20/77-78.
[183] bk. Çıkış, 14/1-31.
[184] Tâhâ 20/77.
[185] meselâ bk. Zemahşerî, II, 149; Şevkânî, II, 274.
[186] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/454-455.
[187] Firavun'un imanıyla ilgili farklı görüşler için bk.
Ömer Faruk Harman, "Firavun", DİA, XIII, 120-121.
[188] bk. Ateş.III, 385; Mevdûdî, 11,81; ayncabk. Mâide
5/21-26.
[189] meselâ bk. İbn Atıyye, VII, 147; İbn Kesîr, III, 464.
[190] bk. Ateş.III, 385; Mevdûdî, 11,81; ayncabk. Mâide
5/21-26.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/455.
[191] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/455-456.
[192] meselâ bk. Hâkimler, 2/11-13; I. Krallar, 16/30-33.
[193] Zii-mer 39/3.
[194] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/456-457.
[195] İbn Atıyye, VII, 151; Râzî, XIV, 225; İbn Âşûr, IX,
84.
[196] ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/61; İsrâ 17/4-8.
[197] Âl-i İmrân 3/110.
[198] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/457.
[199] aynı bilgiler Tevrat'ta da verilmektedir, bk. Çıkış,
1/16.
[200] nisa" kelimesinin "kadınlar" yerine
"kızlar" şeklinde çevrilmesi hakkında bk. 127. âyetin tefsiri.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/457-458.
[201] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/458-459.
[202] bk. İbn Atıyye, VII, 152-153; Râzî, XIV, 226.
[203] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/459.
[204] konu hakkındaki kelâmı tartışmalarla ilgili geniş
bilgi için bk. Râzî, XIV, 229-234.
[205] ayrıca bk. Bakara 2/253.
[206] Bu-hârî, "Mevâkıt", 16,26; "E/ân",
129; "Tefsîr", 50/2; "Rikak", 52; "Tevhîd", 24;
Müslim, "Fiten", 95; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 20; Tirmizî,
"Cennet", 16; Müsned, III, 16; IV, 11,12.
[207] bk. İbn Atıyye, VII, 154456.
[208] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/459-461.
[209] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/461.
[210] İbn Atıyye, VII, 160-161.
[211] İbn Atıyye, VII, 161.
[212] Şevkânî, II, 279.
[213] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/461-462.
[214] Ankebût 29/69
[215] İbn Âşûr, XI, 103-104.
[216] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/462-464.
[217] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/465-466.
[218] Tâhâ 20/85-97
[219] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/466.
[220] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/466.
[221]Şevkânî, II, 283
[222]Tâhâ 20/94
[223] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/466-467.
[224] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/467
[225] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/468.
[226] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/468.
[227]Tesniye, 9/10-11, 10/1-5.
[228] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/468-469.
[229]meselâ bk. Çıkış, 24/1 vd., 32/1 v.d.; Tesniye, 9/9,18;
10/10.
[230] Bakara 2/55.
[231] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "rhm" md.
[232] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/469-471.
[233] İbn Atıyye, VII, 177-178.
[234] Nemi 27/35.
[235] Hûd 11/69, 81; Tekvîr 81/19.
[236] bu hususta bk. yahudi kutsal metinlerinden Tekvin,
12/1-3; 17/20; 49/10; Tesniye, 18/17-18; 32/21; 33/2; Mezmûr, 45/3-18; 149;
İşaya, 21/6-9,13-16; 42/9-17; 43/1,6; 54; 60/1-7; 65/1-6; Daniel, 2/31-45;
7/13-14; Habakkuk, 3/3; Malki, 3/1; 4/5; hıristiyan kutsal metinlerinden Matta,
3/2; 4/17; 6/10; 10/7; 13/31-32; 20/1-16; 21/33-34; Luka, 9/2; 10/9; Yuhanna,
1/12; 14/15-16; 15/26-27 16/7, 13-14.
[237] geniş bilgi için bk. Osman Cilacı, "Baraaba
İncili", Dİ A, V, 76-81.
[238] Şuarâ 26/196.
[239] Enbiyâ 21/107.
[240] beşâir ile ilgili geniş bilgi için bk. Mehmet Aydın,
"Beşâirü'n-nübüvve", Dİ A, V, 549-550; a.mlf., "Faraklit",
a.g.e., XII, 165-166.
[241] geniş bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/104.
[242] fıtrat hakkında geniş bilgi için bk. Rûm 30/30
[243] Ahzâb 33/40
[244] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/471-476.
[245] bk. Râzî, XV, 26.
[246] Al-i İmrân 3/49.
[247] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/476-477.
[248] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/478.
[249] Ze-mahşerî, II, 98; Râzî, XV, 31-32; İbn Atıyye, VII,
183.
[250] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/478-479.
[251] Tekvîn, 32/28; 35/9-15.
[252] geniş bilgi bk. Bakara 2/57-61.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/479.
[253] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/480.
[254] îbn Atıyye, VII, 186; Zemahşerî, II, 170; Razı, XV,
36; İbn Âşûr, IX, 147-148.
[255] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/480-481.
[256] Bakara 2/272; Nahl 16/37; Kasas 28/56.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/481.
[257] İbn Kesîr, III, 494-495; Râzî, 15,39.
[258] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/481-482.
[259] Taberî, 1,332; ayrıca bk. Bakara 2/65.
[260] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/482-483.
[261] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/483.
[262] meselâ bk.Tesniye, 28/15-68,29/22-29, M/17-18; bilgi
için ayrıcabk. Bakara 2/159.
[263] Râzî, XV,42; Kurtubî, VII, 310.
[264] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/483-485.
[265] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/485-486.
[266] ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/40.
[267] VII, 311.
[268] VII, 312.
[269] IX, 384.
[270] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/486-487.
[271] Kurtubî, VII, 313
[272] Şevkânî, II, 298
[273] Râzî, XV, 44
[274] IX, 164.
[275] el-Müfre-dât, "slv" md
[276] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/487-488.
[277] bilgi için bk. Bakara 2/63
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/488.
[278] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/488.
[279] Zemahşerî, II, 103
[280] Buhârî, "Cenâiz", 93; Ebû Dâvûd,
"Sünnet", 18.
[281] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/488-490.
[282] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/490-491.
[283] Yeşu, 13/22.
[284] bk. Taberî, IX, 119-126; Kıırtubî, VII, 319-321. İsm-i
a'zam "Allah'ın en büyük ismi" demektir. Bunun hangi isim veya
isimler olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Bazı hadislerde Allah,
rahman, rahîm, el-hayyü'1-kayyûm veya zü'1-celâli ve'1-ikrâm, Ce-ıiiih-ı
Hakk'ın en büyük ismi olarak gösterilmekte, bu isimle yapılan duanın mut-Inkii
kabul edileceği belirtilmektedir; Tirmizî, "Da'vât", 65; Ebû Dâvûd,
"Salât",Âyette işaret edilen söz konusu kişinin kimliği konusunda
daha farklı görüşler de vardır (Râzî, XV, 54; Şevkânî, II, 303.
[285] Râzî, XV, 54; İbn Kuteybe, eş-Şi'ru-ve'ş-Şuarâ',
Le-iden 1902,s.279.
[286] bk. Taberî, IX, 122-123.
[287] En'âm 6/124.
[288] Râzî, XV, 55.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/491-492
[289] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/492-493.
[290] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/493
[291] Râgıb el-İs-fahânî, ez-Zerîa ilâ mekârimi'ş-şerîa, s.
176.
[292] meselâ bk. Âl-i İmrân 3/151; Enfâl 8/12; Hac 22/46;
Zümer 39/45; Nâalt 79/8.
[293] En'âm 6/100.
[294] Nur 24/35.
[295] ez-Zeria ilâ mekârimi'ş-şerîa, s. 207.
[296] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/493-495.
[297] Buhârî, "Tevhîd", 12; Müslim,
"Zikir", 5.
[298] İsrâ 17/110; Tâhâ 20/8; Haşr 59/24.
[299] bk. Bekir Topaloğlu, "Esmâ-i hüsnâ", Dİ A,
XI, 404.
[300] bk. Wensinck, Miftâhu künûzi's-sünne, "İsm"
md.
[301] Tirmizî, "Da'avât", 83; İbn Mâce,
"Duâ", 10.
[302] liste için bk. Bekir Topaloğlu, "Esmâ-i
hüsnâ", DİA, XI, 406-407.
[303] liste için bk. Bekir Topaloğlu, "Esmâ-i
hüsnâ",ö/A, XI, 408.
[304] Taberî, IX, 133-134; Râzî, XV, 71-72. Esmâ-i hüsnâ
hakkında geniş bilgi için bk. Topaloğlu, "Esmâ-i hüsnr^M, XI, 404-418.
[305] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/495-497.
[306] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/497-498.
[307] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/498.
[308] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/499.
[309] bk. Hicr 15/6; Mü'minûn 23/70; Sebe1 34/8,46.
[310] meselâ bk. Mü'minûn 23/25; Şuarâ 26/27; Kamer 54/9.
[311] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/499-500.
[312]aynca bk. En'âtn 6/75.
[313] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/500-501.
[314] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/501.
[315] Zemahşerî, II, 107; Şevkânî, II, 311; M. Reşîd Rızâ,
IX, 425.
[316] meselâ bk. Buhârî, "Fezâ'ilü ashâbi'n-nebî'\ 6;
"İlim", 2; "Ahkâm", 10; Müsned, II, 361; III, 322, 326.
[317] Zemahşerî, II, 107.
[318] Buhârî, "îmân", 37; Müslim,
"îmân", 1,5,7; EbÛ Dâvûd, "Sünnet", 17.
[319] brâhîm 14/48.
[320] Râzî, XV, 81.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/501-502.
[321] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/502-503.
[322] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/504.
[323] meselâ bk. Taberî, IX, 143; Kurtubî, VII, 337;
Şevkânî, II, 313.
[324] Yûnus 10/22; Ankebût 29/65; Rûm 30/33
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/504-505.
[325] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/505-506.
[326] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/506.
[327] meselâ bk. Bakara 2/257; Nisa 4/2,139-140,144.
[328] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/506-507.
[329] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/507.
[330] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/507-508.
[331] ayrıca bk. Bakara 2/109.
[332] Zemahşerî, II, 110.
[333] XV, 95-96. Her iki yorumlarla ilgili rivayetler için
bk. Taberî, IX, 153-155.
[334] bk. Âl-i İmrân 3/159; Nahl 16/125.
[335] Râgıb el-îsfahânî, el-Müfredât, "arf" md.
[336] kelimenin bu anlamı için bk. Mâide 5/50; Feth 48/26.
[337] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/508-510.
[338] Hucurât 49/13.
[339] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/510.
[340] Buharı, "İmân", 22, "Mezâlim", 3;
Müslim, "Eymân", 38, 40, "Birr", 32; Tirmizî,
"Birr", 29.
[341] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/510-511.
[342] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredâî, "bsr",
"rhm", "hdy" md.; İbn Âşûr, IX, 238.
[343] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/511-512.
[344] Fussılet 41/26.
[345] bu husustaki rivayetler için bk. Ebû Bekir
İbnü'l-Arabî, II, 827-828; Resîd Rızâ, IX, 508-509.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/512-514.
[346] Ra'd 13/28; Nûr 24/37.
[347] Tirmizî, "Dua", 4-8; İbn Mâce,
"Edeb", 53.
[348] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/514.
[349] Taberî, IX, 168.
[350] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/515.