A'RAF SÛRESİ 7

Meali: 7

Harfler Ve İşaretler. 7

Kur'ân'ın İki Ana Hedefi 8

Âyetler Arasında Bağlantı 8

Meali 8

İlgili Hadîsler. 8

Sünnetullah Ve Kahredici Azap. 9

Tebliğ Edilenden De, Tebliğ Edenden De Sorulacaktır. 9

Âyetler Arasında Bağlantı 9

Meali: 10

Yeryüzünün Yaşanır Hale Getirilmesi 10

Âyetler Arasında Bağlantı 10

Meali: 10

Adem İle İblîs Kıssası 11

Yaratmak Ve Şekillendirmek. 11

Meleklerin Âdem'e Secde Etmesi 12

İblîs Neden Secde Etmedi?. 12

Nefsin Değer Ölçüsü. 12

Kişisel Mantık Ve Kıyas. 12

Âdem'le İblîs'in Cennetten Çıkarılması 13

Neden Düşmanlık?. 13

Allah Mı İblisi Azdırdı?. 13

İblîs'in Pusu Kurması 14

Meali: 14

Memnu Meyva Ağacı 14

Utanç Yerlerini Gösterme Gayreti 15

İblis Daha Önce Cennet'ten Kovulmamış Mıydı?. 15

Biri Secde Etmedi, Diğeri Memnu Meyvadan Yedi 15

İlk İnsan Yeryüzüne İndirilmiştir. 15

Âyetler Arasında Bağlantı 15

Meali: 16

İlgili Hadîsler. 16

Örtünmek Vakar Ve Saygınlıktır. 16

İrtica Nedir, Ne Değildir?. 17

İndirilen Elbise Ve Süs Elbisesi 17

TAKVA ELBİSESİ 17

Allah, Adalet Ve İnsafı Emretmiştir. 18

Kabe'ye Yönelmek, Adalet Ve İnsafı İlham Eder. 18

Dini Allah'a Halis Kılmak. 18

Çıplak Doğduk Ve Çıplak Olarak Dirilip Allah'a Döneceğiz. 18

İlâhî Hidayet Lâyık Olana Tecelli Eder. 19

Âyetler Arasında Bağlanti 19

Meali 19

İniş Sebebi 19

İlgili Hadîsler. 19

Camilere Temiz Ve Güzel Elbiseyle Gitmek. 20

Yeyiniz, İçiniz/İsraf Etmeyiniz. 20

Allah'ın Lütfettiği Süs Ve Temiz Rızıklar. 21

Bilen Bir Millete Açıklama. 21

Allah'ın Haram Kıldığı Şeyler. 21

Âyetler Arasında Bağlantı 21

Meali : 22

İniş Sebebi 22

Milletlerin Eceli 22

Âyetler Arasında Bağlantı 22

Meali: 22

Akıl Yeterli Midir?. 23

Allah'ın Âyetlerini Kibir Ve Gururlarına Yediremeyenler. 23

Ezelî İlim Kendi Tesbitinde Yanılmaz Ve Hükmünü Kusursuz Yürütür. 24

Yoldaşlar O Gün Birbirlerine Düşman Olurlar. 24

Âyetler Arasında Bağlantı 24

Meali: 24

İlgili Hadîslered. 25

İlâhî Tablodan Müstesna Bir Görüntü. 25

Âyetler Arasında Bağlantı 26

Meali: 26

İniş Sebebi 26

İlgili Hadîsler. 27

Cennet İle Cehennem.. 27

A'raf Ve Orada Bulunanlar. 27

Zalim Bir Topluluğun Vasıfları 28

Âyetler Arasında Bağlanti 28

Meali: 28

Acık Belgeler Karşısında Özrün Yeri Yoktur. 29

İlâhî Kitabın Özellikleri 29

Âyetler Arasında Bağlantı 30

Meali: 30

Gökler İle Yerin Altı Dönemde Yaratılması 30

Arş Üzerinde İstiva. 30

Neden Arş?. 30

Güneş Ve Yıldızların Allah'ın Emrine Başeğmesi 32

Yaratma Ve Emir O'na Hastır. 32

Yalvarıp Duâ Etmek. 33

Yerkürede Kurulan Düzen Ve Denge. 33

Âyetler Arasında Bağlantı 33

Meali: 33

İlgili Hadîsler. 33

Rüzgarın Müjdeci Olmasi 34

Bitkilerin Yeniden Yeşermesi Ölülerin Dirilmesi 34

Toprağı Verimli Hale Getirmek. 35

Âyetler Arasında Bağlantı 35

Meali: 35

Olaylar Arasında Benzerlik. 36

Kur'ân'da Geçmiş Olayların Detayına İnilmez. 36

Tevrat'ta Nuh Tufanı Biraz Daha Detaylı Anlatılır. 36

Hayvanları Koruma. 37

Nuh Peygamber Hangi Asırlarda Yaşamıştır?. 37

İleri Gelenlerin Küfür Ve Azgınlığı 37

Âyetler Arasinda Bağlantı 38

Meali: 38

Âd Kavmi 38

Bazı Milletler Neden Yok Edilmişlerdir?. 38

Âyetler Arasında Bağlantı 39

Meali: 39

İlgili Hadîsler. 39

Neden Semûd Kavmi Misal Veriliyor?. 40

Mu'cize Olan Deve. 40

Peygamberlere İlk İman Edenler, Fakirler Ve Ortahallilerdir. 41

Âyetler Arasında Bağlantı 41

Meali: 41

İlgili Hadîs. 41

Lût Peygamber Ve Kavmi 42

Homoseksüel 42

Ahlakî Ve Sosyal Yönü. 43

Fıkhî Yönü. 43

Sahabe Devrindeki Uygulama. 43

Âyetler Arasında Bağlantı 43

Meali: 43

Şuayb Peygamber Ve Medyen. 44

Medyen Halkı 44

İnananlar Ve İnanmayanlar. 45

Din Ve İmanı Vatana Tercih Etmek. 45

Âyetler Arasında Bağlantı 46

Meali: 46

İlgili Hadîsler. 46

İnsanin İki Yönlü Eğilimi 46

Göğün Ve Yerin Bereketi 47

İnkarcıların Kalblerinin Mühürlenmesi 47

Âyetler Arasında Bağlantı 48

Meali: 48

Musa Peygamber Ve Fir'avn. 49

Peygamber Ve Mürşide Yakışan Ve Yaraşan Nedir?. 49

Hak İle Bâtılın Karşılaşması 50

Ölüm Tehdidi Karşısında Burçlaşan İmân. 50

Hakk'ı Savunanları Teselli Eden Güzel Bir Misal 51

Tarihî Bir Belge. 51

Değiştirilen Sözler. 51

Tahliller. 52

Meali: 52

Fir'avn'ın Musa Peygamberden İyice Korkması 52

Allah'ın Tecelli Eden Üstün Kudretini Gururuna Yediremiyenler. 52

İnsan Zayıf İradeli Ve Acelecidir. 53

İyi, Yararlı Ve Başarılı Sonuç Kimedir?. 53

Ashabın Durumu. 53

Meali : 54

İlgili Hadîsler. 54

Musibet Ve Hastalık Allah'ı Hatırlatır. 54

Azaptan Önce Uyarı 55

İnen Azap Çok Çeşitlidir. 56

Pişmanlık Duygusu. 57

Erişecekleri Mukadder Çizgi 57

Meali: 57

İlgili Hadîsler. 58

Tanrı'yı  Maddeleştirmek. 58

İnsan Unsuru Eşyadan Çok Üstündür. 58

Geçmişte Verilen İlâhî Lütufları Unutmamak Gerekir. 58

Meali: 59

İlgili Hadîsler. 59

Kırk Gece. 59

Allah'ı Görebilme İsteği 60

Neden Allah'ı Görmek Mümkün Değildir?. 61

Peygamber (A.S.) Efendimizin Mi'rac Gecesi Rabbını   Görme Olayı 61

VAHİY İNDİĞİNDE PEYGAMBERİMİZİN  BAYGINLIK GİBİ BİR HAL GEÇİRMESİNİN SEBEBİ 61

Âhiret Âleminde Allah'ı Görmek Mümkün Mü?. 62

Tevrat'ın Toptan İndirilmesi Ve Levhalara Yazılması 62

İndirilen Hükümlerin En Güzeli 63

Âyetler Arasında Bağlantı 63

Meali: 63

Allah'a Kul Olma Kanunu. 64

Fir'avn'ın Helakine Sebep Olan Gurur. 64

Ahlâkî Yönü. 64

Âyetler Arasında Bağlantı 64

Meali: 65

Altundan Buzağı 65

Tevbe Kapısı Açiktir. 66

Kırk Günün Tesiri 66

Hak Dini Tebliğde Hatır-Gönül Söz Konusu Olamaz. 66

Madde Putperestliğinin Sonu. 67

Levhaları İlka. 67

Musa Peygamber'in Öfkelenmesi 68

Anamın Oğlu! 68

Levhanın Nüshasında Hüdâ Ve Rahmet Yazili İdi 68

Meali: 69

İlgili Hadisler. 69

Yetmiş Kişinin Seçilmesi 69

Şiddetli Sarsıntı 70

İlâhî Rahmet Her Şeyi Kapsayıp Kuşatmıştır. 70

Tevrat Ve İncil'de Ümmî Peygamberin Vasıfları 71

Ümmî Peygamber. 72

Neden Ümmî?. 72

Ümmî Peygamberin Bazı Özellikleri 73

Âyetler Arasında Bağlantı 73

Meali: 73

İlgili Hadîsler. 73

Son Peygamberin Risaleti Umumîdir. 74

Mülk Ve Saltanat Allah'ındır. 74

Fetret Dönemi 74

Allah'a Ve O'nun Sözlerine İnanan Peygamber. 75

Ümmî Peygambere İman Edilmesi Emrediliyor. 75

Âyetler Arasında Bağlantı 75

Meali: 75

Hakkı Gösterip Doğruya İrşat Edenler. 75

Neden Oniki Pınar?. 76

Sina Çölünde Bunalma. 77

Âyetler Arasında Bağlantı 77

Meali: 77

İlgili  Hadîsler. 78

Deniz Sahilindeki Şehir. 78

Kur'ân'ın Emirlerine Uymayan  Müslümanların  Çetin Sınavlardan Geçirileceğine İşaret Ediliyor. 78

Vaaz Ve İrşadın Üç Ana Amaç! 78

Maymunlaşan Günahkârlar. 79

Âyetler Arasında Bağlantı 79

Meali 79

Yahudilere İşkence Yapılacağı Haberi 80

Oniki Kabileye Ayrılmaları 80

Davud Ve Süleyman'dan Sonra Hızlı Değişmeler. 80

Tûr Dağının Bir Gölgelik Anlamında Yükseltilmesi 81

Diğer  Bir Yorum.. 81

İlâhî Kudretin  Dağa Yönelmesi Aynı Zamanda Bir  Uyarı Niteliğindedir  81

Âyetler Arasında Bağlantı 81

Meali: 82

İlgili Hadîsler. 82

Elestü Hitabı 82

Elestü Hitabı Ses Ve Harfle Mi Olmuştur?. 83

Ruhların Hepsinin Elestü Hitabına Cevap Vermesi 83

Rabbınız Değil Miyim?. 83

Ruh Ve  Özelliği 84

Fıtrat, Her Türlü Özür Ve İtirazı Reddeder. 84

Âyetler Arasında Bağlantı 85

Meali: 85

İniş Sebebi 85

Dinini Dünyalıkla Değiştiren. 85

Dileşeydik Onu Âyetlerimizle Yükseltirdik. 86

Soluyan Köpeğin Misal Verilmesi 86

Allah'ın Doğru Yola İletmesi 86

Âyetler Arasında Bağlantı 86

Meali: 87

İlgili Hadîsler. 87

Cin Ve İns. 87

Cinler De İlâhi Hükümlerle Yükümlü Müdürler?. 88

Cehennemlikler. 88

Hayat Gemisini Rotasında Tutan Düşünce Ve Duygu. 89

Esmâ-İ Hüsnâ (Allah'ın Güzel İsimleri) 89

Hakk'a Giden Yolu Gösteren Bahtiyarlar. 90

Hakk'ı Yalanlayanlara İstidrac Kanunu Uygulanır. 90

Yorumlar - Rivayetler. 90

Âyetler Arasında Bağlantı 91

Meali: 91

İniş Sebebi 91

Hz. Muhammedi (A.S.) Akıl Hastası Sananlar. 91

Allah Kimi Doğru Yoldan Saptırırsa. 92

Âyetler Arasında Bağlantı 92

Meali: 92

İniş Sebebi 92

İlgili Hadîsler. 93

Kıyamet Ve Saat 93

Kıyametin Kopuş Zamanı Hakkında Bilgi 94

Tasavvufî Yönü Peygamberin Zahirî Vasıfları 94

Zahirî Sıfatları 94

Manevî Veya Ruhî Sıfatları 94

Âyetler Arasında Bağlantı 95

Meali : 95

Tek Bir Canlıdan Yaratılma. 95

Bakmak Başka, Görmek Daha Başkadır. 96

Âyetler Arasında Bağlantı 96

Meali; 97

İlgili Hadîsler Ve Rivayetler. 97

İslâm'ın Toplum Ahlakıyla İlgili Üç Esası 97

Şeytanın Dürtmesi 98

Peygamberler Günahlardan Korunmuşlardır. 98

Âyetler Arasında  Bağlantı 99

Meali: 99

İlgili Rivayet 99

Her Kişi Kendi Karakterinde Olanların Çoğalmasını İster. 99

İslâm'a Yeni Girenlere Peygamber Sünneti Öğretiliyor. 100

Âyetler Arasında Bağlantı 100

Meali: 100

İlgili Rivayetler. 100

İlgili Hadîsler. 101

İniş Sebebi 101

Fıkhî Yönü. 101

Kur'ân Okunduğu Zaman Susup Dinlemek. 101

A'raf Sûresi Biterken. 102

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

A'RAF SÛRESİ

 

Kur'ân'ın yedinci süresidir. Müfessirlerin çoğuna göre : 206 âyet, 3325 kelime ve 14010 harftir.

Mekke'de inmiştir. İbn Abbas (R.A.) ve ashaptan bazısına göre 163'-den 168'e kadar olan beş âyeti Medine'de inmiştir. Katade de aynı görüş ve tesbiti belirtmiştir. Mukatil ve Kurtubî'ye göre, 163'den 171'e kadar olan sekiz âyeti Medîne'de, gerisi Mekke'de inmiştir.

A'RAF, başta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak üzere mü'minlerin hak ve doğrulukta en yüce noktada bulunduklarına işarettir. Ayrıca Cen­net ile Cehennem arasındaki yüksekçe bir kesimin, ya da tepenin adıdır.

A'raf sûresi bir bakıma En'âm sûresini, yani ondaki mücmelleri açık­lar; ayrıca inanç esaslarını, dinin bazı genel kurallarını anlatır. Asıl ama­cın ne olduğuna dikkatleri çeker. Hz. Musa ile Hz. Muhammed (A.S.) ara­sındaki ortaklaşa niteliklere temas eder. Böylece semavî dinler arasında hem müşterek esaslara dokunur, hem olumlu ve ılımlı bir diyalogun sağ­lanmasını amaçlar.

Ayrıca son nebîye kadar gelip geçen peygamberlerden birkaçının kıs­sasını anlatarak örnekler sergiler. Sonra da insanın çamurdan yaratıldı­ğından bahseder ve böylece yegane yaratıcı kudretin yüceliğini çok du­yarlı bir anlatımla, gönül ve kafalara işler. [1]

 

 

Meali:

 

1—  Elif- Lâm- Mim- Sâd.

2—  Bu, uyarman ve mü'minlere öğütte bulunman için sana indirilen bir kitaptır. Artık bundan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın.

3—  Size Rabbınızdan indirilene uyun; O'ndan başka dostlar (edinip) uymayın. Ne de az öğüt tutarsınız!

 

Harfler Ve İşaretler

 

Birinci âyeti oluşturan Elif-Lâm-Mîm-Sad, ilim adamlarının çoğuna gö­re HURÛF-İ MUKATTA'Adandır, aynı zamanda müteşabih, yani ilâhî bil­giye bağlı olup kullarından hiç kimsenin mânasını bilemediği veya yoruma müsait, tasarrufa elverişli âyetlerdendir. [2]

Birincilerin tefsirine göre, bu harflerle neyi murat ettiğini Allah daha iyi bilir. Ancak müfessirlerimizin bir kısmı, bunlardan gelişigüzel, yersiz ve Kur'ân'ın yüceliğine ters düşen bir takım mânalar çıkarılmasın diye,

Kur'ân'ın özüne ve ruhuna uygun bazı yorumlarda bulunmuşlardır:

a)  Sûrede, insanlara indirilen ilâhî kelâmın yüceliğine, o nedenle işi­tenlerin dikkatlerini toplayıp çevirmeğe ve mânası belirsiz bu harflerin sû­reye bir anahtar, ya da kapak olduğuna ve şimdi bu kapağın açılacağına işarettir.

b)  Elif, dosdoğru olmanın; Lâm, el açıp yücelmenin; Mîm derlenip bir­leşmenin ve feyizli bir hayat sürmenin; Sâd, bu feyzi artırmanın sembolü­dür.

c)  İbn Abbas'a (R.A.) göre, bunlar şu mânaları kendinde taşımakta­dır: «Ben Allahım, bilirim ve açıklarım..» Veya «yemin edilen bir kutsallık­tır ki, Allah bunlarla yemin ediyor.» Veya «bu harfler biraraya gelince Al­lah'ın isimlerinden bir isim oluşturuyor.»

d)  Katade'ye göre, bunlar Kur'ân'ın isimlerinden bir isimdir.

e)  el-Hasen'e göre, sûrenin ismidir.

f)  Süddî'ye göre, Allah'ın musavver veya musavvir isimlerinden biridir.

g)  Ebû Aliye göre; Elif, Allah isminin anahtarı; Lâm, Latîf isminin; Mîm, Mecîd isminin; Sâd Sadık ve Sabûr isimlerinin anahtarıdır.

h) Bunlar İSM-İ A'ZAM'in harfleridir. [3]

 

Kur'ân'ın İki Ana Hedefi

 

«Bu, uyarman ve mü'minlere öğütte bulunman için sana indirilen bir kitaptır.»

İkinci âyetle Kur'ân'ın bir bakıma iki ana hedefi açıklanmaktadır: Doğ­ru yolda olmayanları hakkın sesiyle uyarmak; doğru yolda olup inananla­rın idrâkini hep uyanık tutmak için onlara öğüt vermek, hakkı sık sık hatır­latmak.

Ayrıca ilgili âyetlerle Kur'ân'ın bu iki ana hedefinin metodu yani bun­ları işlemenin usûl ve yöntemi belirtiliyor. Görevi yaparken,uyarı ve öğüt­te bulunurken kendini sıkmıyacaksın, sözler tesir etmedi diye kalbin da­ralmasın. Bu yüzden hiddete gelme, ölçüyü kaçırma. Sen ancak tebligat-çısın, hidâyet (doğru yola eriştirmek) Allah'a aittir. O halde Kur'ân'ın bu iki ana hedefini kalblere ve dimağlara işlerken çok usta ve o oranda duyarlı bir ressam gibi olmaya dikkat etmek gerekir; nasıl fırçanın hafif kay-masıyla yapılan resim bozulur, emek heder olursa, insanları uyarırken, öğüt verirken metot dışına çıkıp ölçüyü kaçırmak, hiddete gelip aklın yo­lunu kaybetmek de yapılan konuşmayı alt-üst eder, fayda yerine zarar ge­tirebilir.

Evet, mürşidin, vaizin ve eğitimcinin görevi, yüklendiği hizmeti,günün sosyal, ekonomik ve psikolojik şartlarını dikkâte alarak rahat ve sakin bir hava içinde uygulama alanına koymaktır. Gerisi Allah'a aittir..

Kur'ân burada diğer önemli bir hususa, daha doğrusu insan psikoloji­sine işarette bulunuyor: «Ne de az öğüt tutarsınız!.» diyor. Bununla insa­nın yaratılışı gereği pek az öğüt tutacağı, ya da öğüde pek az kulak ve­receği belirtiliyor. O nedenle uyarı ve hatırlatmanın kademeli, sabırlı ve sakin ölçülerle fakat ilâhî hakikatlerle yapılmasının lüzumu kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Çünkü insanların çoğu Allah'ı, O'nun buyruklarını bir tarafa itip ge­çici bir yarar sağlamak umuduyla başkalarını dost edinme temayülünde-dir. Bu yüzden peşin bir dostluk ve nîmeti, veresi bir nîmete; geçici bir mutluluğu kendilerince meçhul sayılan ebedî bir mutluluğa tercih etme eğilimindedir. İnsan karakter ve anlayışı bu olunca, dinî eğitimde cok du­yarlı, temkinli, metotlu ve de sakin olmak şarttır. Aksi halde arzulanan so­nucu elde etmek çok zordur. Hazreti Peygamber (A.S.)in 23 senelik teb­liği bu âyetin gösterdiği doğrultudan sapmadan sürmüştür. Başarısının sırrının bir ucu buna dayanır. Nitekim Âl-i İmrân 159. âyette bu husus çok açık şekilde belirtilmiştir. [4]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Kur'ân'ın okunup amel edilmek için indirildiği, öğüt alıp hayatı, onun esas ve prensipleriyle düzenlememiz için öğretildiği belirtildi. O nedenle Kur'ân'ın değişmeyen iki ana hedefinin bulunduğuna dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, indirilen ilâhî buyruklara kalb ve kafalarını açma­yan, inkâr ve inatlarında ısrar edip duran milletlerin yerlebir edildikleri bir uyarı ölçüsünde anlatılıyor; ilâhî azap gelip çattıktan sonra gerçeği anlayıp itiraf etmenin bir yararı olmayacağı hatırlatılıyor. [5]

 

Meali

 

4— Nice kasabaları bitik hale getirip yok etmişizdir ki, kahredici aza­bımız geceleyin veya öğle sıcağında dinlenirlerken onlara gelivermiştir.

Kahredici azabımız gelip çattığında, bağırıp çağırmaları sadece, «doğrusu biz zâlimler idik!» demeleri olmuştur,

6—  And olsun ki, kendilerine peygamberler gönderilenlerden soraca­ğız ve şüphesiz gönderilen peygamberlerden de soracağız.

7—  Ve and olsun ki, onlara (kesin) bir bilgi ile (olup bitenleri) bir bir anlatacağız ve biz onlardan (hiç bir an) gâib değildik.

8—  O gün (amellerin) tartısı haktır. Artık kimlerin tartıları ağır gelir­se, işte onlar korktuklarından kurtulup umduklarına kavuşanlardır,

9—  Kimlerin de tartıları hafif gelirse, işte onlar âyetlerimizi (hiçe sa­yıp) haksızlık etmeleri karşılığında kendilerine yazık edip, zarara uğrayanlardır.

 

İlgili Hadîsler

 

«Kıyamet günü yağlıca şişman bir adam getirilir de Allah katında bir

sivrisineğin kanadı karşılığında bile tartıya girmez.» [6]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz İbn Mes'ud'un (R.A.) incecik bacaklarını kasdederek şöyle buyurdu : «Siz onun bacaklarının inceliğine, sıskalığına mı hayret ediyorsunuz? Canımı kudret elinde bulundurana yemin ederim ki, onun iki bacağı terazide Uhud dağından daha ağırdır.» [7]

«Kıyamet günü bir adamın günahları, -her defterin uzunluğu gözün alabildiği büyüklükte olmak üzere- doksan dokuz defter halinde getirilir, terazinin bir kefesine, üzerinde Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlüllah yazılı bulunan etiket kadar bir kâğıt da diğer kefesine konulur, defterler hafif, o etiket ağır gelir.» [8]

 

Sünnetullah Ve Kahredici Azap

 

 «Nice kasabaları bitik hale getirip yok etmişizdir ki, kahredici azabımız geceleyin veya öğle sıcağında dinlenirler­ken onlara gelivermiştir.»

Kur'ân'ın bu ve diğer ilgili âyetlerinden, Hakk'a karşı başkaldınp in­kârda ısrar eden bazı milletlerin, peygamberlerin sesine ve çağrısına ku­lak tıkadıklarından dolayı gökten, ya da yerden gelen bir felâketle yok edildikleri anlaşılıyor.

Sünnetullah'ın bu yolda cereyan etmesinde bir incelik var-. Kâinat­ta şaşmadan hedefine giden ve amacına yönelik bulunan kanunlar ve bu kanunlara bağlı olaylar vardır. Şiddetli fırtınalar, kasırgalar, büyük seller, depremler ve yanardağların kükreyip lav püskürtmesi bu cümledendir. Bunların her birinin belli sebeplere yani illiyet kanununa dayandığı kesin­dir. Sebepsiz, illetsiz bir olay meydana gelmez, gelse bile o mucize sa­yılır.

İşte bu câri kanunlara ve bağlı bulundukları sebeplere biz Sünnetul-İah = Allah'ın koymuş olduğu şaşmaz kanunlar diyoruz. Kur'ân'ın iki ye­rinde açık biçimde ve birçok yerlerinde de işaret şeklinde Sünnetullah'ın değişmeyeceği belirtilmiştir. O halde daha önceki milletlerden bir kısmı nasıl olur da küfür ve tuğyanları sebebiyle,gecelediklerinde veya öğle sı­cağında dinlenmeye çekildiklerinde yok edici azaba, yani büyük bir felâ­kete mâruz kalmışlardır? Yoksa Sunnetullah onlar hakkında değişmiş mi­dir?

Önce şunu belirtelim ki, her olay bir sebep ve kanuna bağlanmıştır. Sebepler ve kanunların bir ucu Yüce Kudretin elinde bulunuyor; dilediği zaman sebepleri ve ilgili kanunları harekete geçirip umulmadık anlarda olağan olaylar meydana getirir. Bu durumda da meydana gelen olay bir bakıma sebebe bağlı ve Sunnetullah doğrultusundadır. Ne var ki, mutad seyrinde değildir, o bakımdan istisna teşkil eder ve genel kuralı bozmaz.

Allah'ın bu tür kahredici azabı daha çok gönderilen peygambere kar­şı gelen ve o yüzden inkâr ve inatlarını artıran bazı kasaba halkına yönel­miştir; genel ölçüde ve sürekli olmamıştır. Yaşamakta olanları ve gele­cek kuşakları bir bakıma uyarmaya yönelik bir anlam taşır. [9]

 

Tebliğ Edilenden De, Tebliğ Edenden De Sorulacaktır

 

«And olsun ki, kendilerine peygam­berler gönderilenlerden soracağız ve şüphesiz gönderilen peygamberler­den de soracağız.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den önce kendilerine peygamber gönde­rilen veya peygamber gönderildiğinden haberdar edilen her kavim ve mil­letten, Kıyamet gününde peygamberlerin tebliğ ve çağrısına ne cevap ver­diniz? Peygamberlere de ne cevap ile karşılaştınız? Diye sorulacaktır. Hz. Muhammed (A.S.), bütün kavim ve milletlere peygamber olarak gönderil­diği için, Onun teblîğ için ortaya çıkıp bir kitap getirdiğini işiten her kavim ve milletten, her aile ve fertten Onu nasıl karşıladıkları, nasıl cevap verdik­leri mutlaka sorulacak ve öylece ilâhî adalet yerini bulacaktır.

Bundan maksat, belirttiğimiz gibi, adaletin kusursuz tecelli edeceğini, hiç kimseye haksızlık edilmeyeceğini ve her türlü itiraz ve özür beyân et­melerin yersiz ve anlamsız olacağını bildirmektir.

Böylece her kulun, iyi olsun, kötü olsun amel ve işinin yazıldığına, ya­zanların duygusallıktan, kin ve nefretten, yalan ve iftiradan uzak bulun­duklarına; sadece emredileni kusursuz yerine getirdiklerine işaretle, yazı­lan her şeyin Âhiret'te ilâhî adalet terazisinde tartılacağı hatırlatılıyor.

İyiliği ağır gelenlerin kurtuluşa erecekleri, hafif gelenlerin ziyanda ka­lacakları en anlamlı tarzda haber veriliyor.

Tabii ki, bu bir imân ve irfan konusudur. İlâhî beyana inananlar için en şaşmaz kıstas veriliyor. Bu kıstası önünde bulundurup hayatını ona göre düzenleyenler, bu düzenlemeyle kâinattaki düzen ve dengeye uyan­lar elbette mutlu ve bahtiyar olacaklardır. [10]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, sayısı belirsiz belge karşısında Hakk'in varlık ve kudretini anlamayan ve bu hususta yapılan irşat ve uyarılara kulaklarını tıkayan kavim ve milletlerin yok edildiği hatırlatıldı. Onlar gibi kalbsiz, kör ve sağır kalmamaları için yaşamakta olan kuşaklara Allah ile Peygamber, Peygamber ile insanlar arasındaki ilginin olcu ve anlamı belirtilerek gereken uyarı yapıldı.

Aşağıdaki âyetle dikkatler bu defa insanların yeryüzünün şartlarına ve hayat ortamına uygun sağlamlıkta yaratıldığına ve geçim yollarının cok kademeli ve yaygın hazırlandığına çekiliyor. Hiçbir şeyin boşuna, ge­reksiz ve hikmetsiz yaratılmadığına işaretle O Yüoe Kudret karşısında mahviyetini dile getirip derin bir saygıyla eğilmenin, şükür duygusuyla O'na teslim olmanın gereğine parmak basılıyor. [11]

 

Meali:

 

10— And olsun ki, sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada sizin için ge­çim yollarını yaratıp düzenledik. Ne de az şükrediyorsunuz!

 

Yeryüzünün Yaşanır Hale Getirilmesi

 

«Ve orada sizin için geçim yollarını yaratıp düzenledik.»

Üç veya dört milyar yıl önce yaratıldığı tahmin edilen yeryüzünün bu­günkü duruma gelmesi, hiçbir yönüyle tesadüf eseri değildir ve olamaz. İnsan ve diğer canlıların yaşaması için bütün şartları plânlı, programlı ve düzenli şekilde kendinde taşıyan bu ihtiyar küre, dağıyla, ormanıyla, yer­altı ve yerüstü kaynaklarıyla, hava ve suyuyla sınırsız bir kudretin, yüksek hikmet sahibi bir varlığın eseri olduğunu anlatıyor. Çünkü bilimsel açıdan bakıldığında da dünyanın oluş şekli, her yönüyle mükemmel bir plân ve programın neticesi olduğunu gösterir. Yanardağların, denizlerin, akarsu­ların vp- esen rüzgarların, yağan yağmurların yeryüzünü şekillendirmede illiyet prensibi doğrultusunda birer âmil olduğunda şüphe yoktur.

Jeolojik dört veya beş devre içinde milyarlarca yıl geçtikten ve ilâhî plân insan ve canlıların rahat yaşamasına yöneldikten sonra bugünkü mü­kemmel yerküre -vücut bulmuştur.

Güneş'le olan ilgisinde, atmosfer tabakasının kalınlığında ve taşıdığı çeşitli gazlarda; dörtte üçünün denizle kaplı olmasında; yeraltında oluşan petrol, kömür ve diğer madenlerde; yerkabuğunun oluşmasında ve taşıdı­ğı çeşitli fosillerde akıllara durgunluk verecek en ince hesaplar, kimyasal ve fiziksel kanunlar, sonra da yüce amaçlar ve şaşmayan programlar hâ­kimdir. Bunca açık belgeleri, düzenlemeleri ve yükletilen programları gör­memek, anlamamak mümkün müdür?

İşte bütün bu fevkalâde plân ve programların taşıdığı sayısız nimet­leriyle yeryüzü, insan için elverişli şartlarla yaratıldığına delâlet ediyor. Her şeyde mutlak bir nizam, her yanında mükemmel bir denge kendini göstermektedir. Hepsi de insan aklına seslenmekte, O yüce ve sonsuz kud­retin karşısında secdeye kapanmamızı ilham etmektedir.

Kur'ân'da ilgili âyetle bu hakikatin ana fikri verilerek insan aklı kam­çılanmakta ve düşünebilen herkesin harekete geçmesi istenmektedir. «And olsun ki sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada sizin için hayat ve ge­çim yollarını yaratıp düzenledik. Ne de az şükrediyorsunuz!»

Bu âyetle, ilmin imanla birleşip aklın eşliğinde Yüce Yaratan'ın var­lığına, birliğine, kudretinin sınırsızlığına delâlet eden milyonlarca belge­leri iyice incelemeleri; eserden hakikî müessire geçiş sağlamaları insan-lara ilham edilerek düşünce ufukları genişletiliyor.

İlimle imân için hareket noktası olarak iki temel bilgi sunuluyor: Yer­yüzünün bugünkü şekliyle düzenlenip hazırlanması ve insan hayatına ya­rayan nesnelerin çok ölçülü ve programlı biçimde yaratılıp belli kanunla­ra bağlanması.. Böylece besleyici, sağlığı koruyucu protein, vitamin ve diğer gerekli mineralların, ilgili bulunduğu türün devamıyla sürüp gelmesi sağlanarak insanın hizmetine terkedilmiştir, [12]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle ilâhî kudret ve lûtfun birçok inceliklerini kendinde

taşıyan yeryüzünün yaratılışına ve hayat için elverişli şartların düzenlen­diğine dikkat çekilerek akla yardımcı bilgiler veriîdi.

Aşağıdaki âyetlerle, bütün bu nimetlere lâyık görülen insanın çok değerli bir canlı olarak yaratıldığı hatırlatılıyor; ayrıca olgunlaşıp, yaratıcı kudreti kendinde taşıyan Allah'ı bilip tanıması için her türlü bilgi ve bel­genin kusursuz ölçü ve anlamda sergilendiğine atıfta bulunuluyor. Son­ra da insanın yaratılışindaki asıl hikmetin gereği olarak nefis ve şeytan gibi onu aşırılığa sürükleyen, doğru yoldan sapmasına neden olabilen iki itici kuvvetle başbaşa bırakıldığı, onların tesir alanında bir ömür tüket­memek için yardımcı olarak akıl, idrâk gibi yeteneklerle birlikte kitap ve peygamber gönderildiği bildiriliyor ve bütün bunların biraraya getirilerek karşılaştırılmasının hayat dengesiyle çok yakından ilgili bulunduğuna işa­ret ediliyor. [13]

 

Meali:

 

11—  Ve and olsun ki, sizi yarattık, sonra sizi şekilendirdik, sonra da meleklere: «Âdem'e secde edin» diye buyurduk. Onlar da hemen secde ettiler; ancak   İ b I î s   secde edenlerden olmadı.

12—  (Allah ona :) «Sana emrettiğim halde seni secde etmekten alı­koyan şey nedir?» dedi. İblis: «Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın» diye cevap verdi.

13—  (Allah ona :) «İn oradan, sana orada büyüklük taslayıp gururlan­mak gerekmez; çık, çünkü elbette sen alçağın tekisin!» buyurdu.

14—  İblîs, «kabirlerden dirilip kalkılacağı güne kadar bana mühlet ver» dedi.

15—  Allah da : «Sen mühlet verilenlerdensin» buyurdu.

16-17— (İblîs): «Beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, onları saptırmak için senin dosdoğru yolun üzerinde oturacağım, sonra da onla­ra önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından (yaklaşıp) gelece­ğim ve Sen, onların çoğunu şükreder bufamıyacaksın» dedi.

18— (Allah ona;) «Yerilmiş ve kovulmuş bir halde çık oradan. And olsun ki, onlardan kim sana uyarsa, Cehennemi sizlerle (evet) hepinizle dolduracağım» buyurdu.

 

Adem İle İblîs Kıssası

 

İnsanın kâinat planındaki yeriyle ve iki hayatının mukadderatıyia ya­kından ilgili olan bu kıssa, aynı kelime ve cümleyle Kur'ân'ın tam yedi yerinde geçer. Ancak her biri yer aldığı konuya, bir önceki ve bir sonraki âyete göre, insan düşüncesine değişik fakat birbirine bağlı mana ve hü­kümler getirmektedir.

Bakara sûresinde İblîs'în gerçeği gizleyip, hakkı reddederek kâfirler­den olduğu açıklanırken, Âdem'in (A.S.) meleklerden bile üstün tutuldu­ğu ve eşyanın mahiyetiyle birlikte isimlerinin de ona öğretildiği vurgulanır ve sonra da bu iki ayrı türün birbirine düşman kalacakları belirtilir.

A'raf sûresinde, İblîs'in secde edenlerden olmadığı açıklanırken, onun melek türünden olmadığına işaret edilir. Ayrıca İblîs'in farklı bir kıyas yap­tığı, ateşin topraktan hayırlı olduğu, öylece ateşten yaratılan bir canlının, topraktan yaratılan bir canlıdan hayırlı olacağı sonucunu çıkardığı haber veriliyor.

Allah bu olayla, imân ve irfan ile birleşip bütünleşmeyen ilmin, insa­nı fasit bir kıyasla ve basit mantıkî yollarla haktan uzaklaştıracağına atıf­ta bulunuyor.

İsrâ sûresinde, İblîs'in, çamurdan yaratılan bir mahlûka secde etme­diği açıklanırken, ademoğullanna verilen üstünlük ve saygınlığı müthiş kıskandığı ve o yüzden Kıyâmet'e kadar -azı müstesna- onları saptıracağı­na yemin ettiği belirtiliyor.

Sonuç olarak da, insanların çoğunun nefsine yenileceği, İblîs'in ise, sadece nefsten yana olup, şerri temsil ettiğinden onları rahatlıkla saptı-rabileceği hatırlatılıyor. Bir bakıma insan karakterine, mayasına parmak basılarak bilgi veriliyor.

Kehf sûresinde, İbiîs'in cinlerden olduğu, kendisinde meleksel maya ve öz bulunmadığı çok açık bir anlatımla ifade ediliyor; sonra da İblîs'in geçmişteki ilâhî inayetleri dikkate almadan Rabbının buyruğu dışına çık­tığı açıklanıyor ve o yüzden onunla dostluk kurmanın çok tehlikeli netice­ler doğuracağı; onun gibi bilgisini imân ve irfanla birleştirmeyen, dünya hayatını tek amaç seçip kendini nefsinin buyruğuna veren kişilerle de dostluk kurmanın hayır getirmiyeçeği dolaylı şekilde anlatılıyor.

Tâ-Hâ sûresinde, İblîs'in aynı anlatım düzeyinde ilâhî buyruğa uyma­dığı açıklanırken mü'minlerin hem erkeğine, hem dişisine düşman olduğu ve bu düşmanlığın Kıyâmet'e kadar süreceği ifade ediliyor. Dolayısıyla in­sanları saptırıp azıtmada kadınların önemli yeri ve rolü bulunduğuna işa­ret ediliyor.

Hioir sûresinde, İblîs'in Hakk'a baş kaldırması değişik bir anlatımla işleniyor. Âdem'in kuru veya pişmedik bir balçıktan yaratıldığı, işlenmeye, şekillendirilmeye müsait bir kıvamda olduğu; iyi ellerde olumlu bir eğitim­le faydalı bir kişi; kötü ellerde, fena bir eğitimle zararlı ve tehlikeli bir ya­ratık hüviyetine girebileceği kapalı fakat düşündürücü cümlelerle bildiri­liyor.

Ayrıca cânn'in yani cin ve şeytanların Âdem'den önce dumansız ya­lın bir ateşten (ışından) yaratıldığı kaydedilerek daha değişik bir bilgi ve­riliyor.

Sâd sûresinde İblîs'in ilâhî emir dışına çıkması yine az değişik bir an­latımla belirtiliyor; bu arada Âdem'in balçıktan yaratılan bedeni insan şek­line sokulup düzenlendikten sonra ilâhî ruhun ona üflendiği açıklanıyor. Bununla insanın taşıdığı ruhun Allah'tan gelme ve O'na ait olduğu; bu açıdan da bakılınca insanın çok şerefli ve Allah yanında değerli bir canlı sayıldığı neticesi ortaya çıkıyor. Ayrıca İblîs'in, biri büyüklük taslama, di-

ğeri kendini çok yükseklerde görme hastalığına mübtelâ olduğuna ve bu iki sıfatın hemen her insanı iblisleştireceğine dikkatler çekiliyor.

Anlaşıldığı üzere, aynı konu az farkla ve çok çeşitli hükümlerle be­şer idrakini uyanık tutup hafızalarda derin, silinmez izler bırakması için yedi yerde tekrarlanmış ve her defasında insana ayrı bir ufuk açılmış ve yepyeni bir bilgi verilmiştir. Bunlar gereği gibi işlenecek olursa büyükçe bir kitap meydana getirecek kadar anlamlı ve detaylıdır. Tefsirimizin hac­mi elvermediği için kalın çizgileriyle özetleyip belirtmeye çalıştık. [14]

 

Yaratmak Ve Şekillendirmek

 

«And olsun ki, sizi yarattık, sonra sizi şekillendirdik.»

Bir şeyi yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkarmaya yaratmak ve icat etmek denildiği gibi, bir şeyin tohum ve mayasından belli kanun­larla onu meydana getirmek de bir çeşit yaratma ve icattır. -

Âdem Peygamberin ve soyunun yaratılışı «halk» kelimesiyle an­latılıyor. Çünkü bu tabirin aslı, bir şeyi var kılıp dosdoğru takdîr etmektir. Aynı zamanda bir şeyi örneksiz ve modelsiz icat etmektir veya bir şeyi diğer bir şeyden takdîren vücuda getirmektir.

O halde Âdem hiçbir şey değil iken, çamurdan örneksiz, modelsiz ve intikalsiz yaratıldığı gibi, onun zürriyeti de ondan yaratılmıştır ki bu iki değişik yaratma hakkında «halâkaküm» buyrulmuştur.

Âdem'in daha önce fizikötesi bir kanunla «kün emri»ne bağlı alarak şekilsiz bir balçıktan yaratıldığına dikkat çekiliyor; onun soyundan gelen­lerin de önceleri insan şeklinde olmayan «sperma»dan yaratılıp insan şek­line sokulduğu açıklanıyor,

Kur'ân'da, henüz mikroskop icat edilmeden, sperma ve gen nedir bi­linmeden, insanın asıl mayası veya çekirdeği sayılan sperma'nın önceleri insan şeklinde olmadığı, kuyruklu bir yumurta şeklini andırdığı, ama ana-rahmine intikal edip yumurtalıkla birleşince, tedrici bir tekâmül kanunuy­la şekillenip insan suretine girdiği bildiriliyor. Bu, Kur'ân'ın beşer sözü ol­madığının bir başka belgesi değil midir? [15]

 

Meleklerin Âdem'e Secde Etmesi

 

«Sonra da meleklere: Âdem'e secde edin, diye buyurduk.»

Aslında bu secde yalnız Âdem'in şahsına değil, onun şahsında bütün insanlaradır. Çünkü onun soyundan, ondan daha aziz, daha mükerrem ve daha kadri yüce peygamberler gelmiştir.

Bu azizlik ve şeref neyi ifade eder? Meleklerin secde ettiği bir yara­tık, her zaman saygıdeğer ve azizdir. O bakımdan insan ancak yaratanı­na, yani kendisini bu izzet ve iltifata lâyık gören Rabbına secde eder, baş­kasına değil..

Ancak sözü edilen secdenin asıl anlam ve mahiyeti veya nicelik ve na-sıllığı ne ölçüde idi? Bakara sûresinde de belirttiğimiz gibi, bu, ya saygı gösterme ve kadrini yüce tutma anlamınadır, ya da Âdem'in şahsında Al­lah'ın yüce kudret ve azametini müşahede edip Âdem'i kıble edinerek Al­lah'a secdedir veya ilâhî sanatın eşsizliğini kendinde toplayan Âdem'in önünde Âlemlerin Rabbına eğilmedir. [16]

 

İblîs Neden Secde Etmedi?

 

 «Ancak İblis secde edenlerden olmadı.»

Önce İblîs dumansız bir ateşten (ışından) yaratılmıştır. O bakımdan meleklik mertebesinden çok aşağıda bulunuyor. Çünkü melekler nurdan yaratılmıştır. Nur ile nar arasındaki fark çok büyüktür. Hem İblîs'te nefis var, melekte yoktur. Çünkü ateş maddeyle ilgilidir, nûr manâyla ilgilidir. Melek emredileni noksansız ve itirazsız yerine getirir. Çünkü onda isyan, günah, kin, kıskançlık, bıkkınlık ve yorgunluk gibi nefs ve maddeyle alâ­kalı sıfatlar yoktur; İblîs'te ise bu sıfatlar mevcuttur.

Bilindiği gibi, nefis ve ona bağlı sıfatlan taşıyan bir yaratık, her za­man günah işlemeye müsaittir. İblîs daha önce bir deneme ve imtihandan geçmediğinden ve meleklerle birlikte Melekût Âlemi'nde seyrettiğinden; nefsinin kötü arzularını açığa vuracak, rengini belli edecek bir olayla kar­şılaşmadığından melek tabiatlı olarak bir süre ilâhî buyruklar doğrultusun­da yerini aldı. Âdem'in yaratılması ve Melekût Âlemi'ndeki meleklerin ona secde etmekle emrolunmaları, melekle İblîs'i birbirinden ayıran mehenk oldu. Böylece hem meleklerden, hem ilâhî rahmetten kovuldu. Nefsinin özelliğine ve mayasına uygun bir yol tuttu. Bununla beraber melek gibi kalma vasıf ve yetenekleri de yok değildi. Ne \qx ki karşıt sıfatı, yani nef-sî temayül üstün geldi. [17]

 

Nefsin Değer Ölçüsü

 

İblîs ve Âdem olayı açıklanırken nefsin değer ölçüsü belirleniyor ve bu daha çok iki madde halinde ortaya konuyor: İblîs, Âdem'deki ilâhî nef-hanın eseri olan cevhere, ondaki kudret ve hikmete değil, maddî yapısına ve şekline bakarak bu ikisini değer ölçüsü olarak seçmiş ve o yüzden nef­sine yenilerek ilâhî emri yerine getirmemiştir. Tıpkı materyalistler gibi, maddeyi temel kabul edip onu düşüncenin yaratıcısı kabul ederken, diğer bütün değer ölçülerini göremez ve duyamaz olmuşlardır.

O nedenle ilâhî dinlerin hepsi de şekil ve maddeyi asıl amaca erişmek için birer araç kabul etmişlerdir. Amaç ise, Allah'a, tertemiz geldiğimiz gibi tertemiz kavuşmak için dünya hayatında iyi ve erdemli bir insan ol­mak ve âhirette de ilâhî hoşnutluğa erişmektir. Şüphesiz ki, ruhumuz Al­lah'tan pak ve nezih bir hüviyetle gelip bedenimize yerleşmiştir. Onu yi­ne ikinci beden elbisesi verilinceye kadar pak ve nezih tutup asıl sahibine teslim etmemiz gerekmektedir. Beden bir konak, ruh ise bir yolcudur. Ruh­lar âleminden yola çıkıp birçok konaklara uğraya uğraya beden konağına gelmiştir ve bu konaktan ayrılınca yine yolculuğu devam edecektir. [18]

 

Kişisel Mantık Ve Kıyas

 

 <<Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.»

İlâhî emirler daha çok cumhurun görüş ve mantığıyla uyum sağlar; ferdin mantığına gelinoe, o yanılabilir ve diğer bir ferdin mantığına ters düşebilir. O nedenle ilâhî buyruklar ve buyrukların mecmuu olan din, çoğu defa ferdin mantığıyla uyum sağlamaz.

Kur'ân, bu konuda İblîs'in kendi kişisel mantığına göre ileri sürdüğü kıyasla ilâhî emre ters düştüğünü örnek veriyor. Nitekim İblîs'in mantığına göre ateş topraktan hayırlıdır; ama başka birinin mantığına bakılırsa, top­rak ateşten hayırlıdır. Görülüyor ki, fertlerin mantığı birbirine pek uyma­maktadır. Bu açıdan konuya bakınca, dinde ve dinî konu ve meselelerde kişisel görüş ve mantığa değil, cumhurun görüş ve mantığına yer vardır, sonucu çıkar. Müçtehit imamların hayatına ve çalışma sistemine dikkat ettiğimizde, sürekli kişisel görüşle yetinmeyip Allah'ın Kitab'ından, Pey­gamberin Sünnet'inden çıkardıkları meseleleri yüzleroe yetişkin talebe hu­zurunda açık tartışmaya koyduklarını, kritiğini yaptırıp ekserin görüşü doğrultusunda bir netice çıkartmak istediklerini görürüz. Ashap ve Tabiîn'-in icma'ına devamlı yer vermeği ihmal etmeyerek onu dinde önemli bir esas

kabul etmişlerdir.

Günümüzün insanı zaman zaman «canım şu mesele, şu hüküm benim mantığıma uymuyor; oysa din bütünüyle mantık değil midir?» diyerek kişi­sel görüş ve mantığını ön plana almaktadır. Şüphesiz ki bu kabil itiraz ve çıkışlar biraz da bilgisizliğin, büyüklük veya âlimlik taslamanın; dinî hü­kümlerin insan ruhunun yüceliğiyle eşdeğerde olduğunu bilmemenin ürü­nüdür. Diğer bir deyimle, nefsin gurur ve ihtirasıdır. [19]

 

Âdem'le İblîs'in Cennetten Çıkarılması

 

 «in oradan, sana orada büyüklük taslayıp gururlanmak gerekmez.»

Daha basit ve aşağı nimetleri görmeyen, hayatın binbir meşakkat ve mihnetle tadını ve çilesini çekmeyenler, yüksek nimetlerin, sonsuz saadetin kadrini ve kıymetini anlayamazlar. İblîs ile Âdem'in durumu bunun en güzel örneğini oluşturur.

İblîs'te ruhla birlikte nefis de yaratılmıştır. Meleklerde ise, nurânî ruh vardır, iklimleri nefis sınırının çok ötesinde bulunuyor. Âdem'de ise, hem insanî, hem hayvanî ruh bulunmakla beraber hayvanî ruhun değişmeyen vasfı, nefisle birlikte yaratılmasıdır. Nefisle aynı yerde birleşmeyen, ona ar­kadaşlık etmeyen ruhlar -meleklerde olduğu gibi- her zaman yüce ve aziz­dirler; onlar için mevcut nimetler ve saadetler her zaman değerli ve anlam­lıdır. Ama nefse arkadaşlık eden, onunla beraber bir dönem geçirmek zo­runda bulunan ruhların durumu böyle değildir; onların birtakım denemeler­den, hayat cenderesinden, aşağı âleme ait nimetler ve külfetlerinden geç­meden, basiti mükemmelden, ednayı a'lâdan, hayrı serden, iyiyi kötüden, mutlak saadeti, geçici olanından ayırt etmeleri çok zor, hattâ bazan imkân­sız gibidir.

Nitekim Âdem ile İblîs, dünyaya ayak basmadan, sözünü ettiğimiz de­neme safhalarından geçmeden yüce ve sonsuz nimetleri kendinde toplayan Cennet'e konuldular. Biri isyan ederek, diğeri aldatılarak ilâhî emre muha­lefet ettiler. O yüzden Cenâb-ı Hak, ikisini de Cennet'ten çıkarıp, oraya oranla çok aşağı bir âlem olan ve hayatın hem zevkiyle, hem çilesiyle dop­dolu bulunan Dünya'ya indirdi.

Ve sonra da bu olay, «madem cenneti yarattı, bizi neden şu çileli dün­ya hayatına getirdi?» diyenlere en susturucu cevap oldu.. [20]

 

Neden Düşmanlık?

 

«Beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, onları saptırmak için senin dosdoğru yolun üzerinde oturacağım.»

İblîs gurur, kibir ve hasedinden; Âdem de nefsine uyup aldatıldığın­dan dolayı ilâhî emre karşı geldiler. O yüzden birbirlerine ebedî düşman olarak yeryüzüne indirildiler. Peki ama bu düşmanlığa ne gerek vardı? di­ye insanın aklına ister istemez bazı sorular gelmektedir, Dünya hayatını dikkatle incelediğimizde Cennet gibi hazır lokma halinde düzenlenmemiş­tir. Cennet'te her nîmet hazır ve istenilen ölçü ve anlamdadır. Dünya'da ise, ham maddesi hazırlanmış, bulup ortaya çıkarma, araştırıp istifade edi­lecek düzeye getirme işi bize bırakılmıştır. Buna paralel olarak insanın içi­ne nefisten yana mal ve servet, makam ve şöhret hırsı yerleştirilmiştir. Ayrıca insana melek kadar temiz bir ruh ve ona ilham eden rahmet me­lekleri verilmiştir. Melek iyilik ilham ederken onun karşıtı sayılan ve de­vamlı kötülüğü fısıldayan bulunmasaydi, O'nun ilhamı.bir bakıma hikmet-siz ve anlamsız kalırdı. Kötülüğe iten bir iç ve dış kuvvet yoksa, sadece iyiliği ilham eden meleğe gerek kalmaz. Gelişme, mücadele, hayat ile ha-şır-neşir olma, hayata canlılık kazandırma ancak bu iki zıt kuvvetin çar-pışmasıyla vücut bulur. O sebeple nefse kötülükleri fısıldayacak bir dış kuvvete ihtiyaç kendiliğinden beliriyor. İblîs bu kuvveti temsil ediyor.

Eğer bu zıt kuvvetler içimizde ve dışımızda yer almasaydı, yani hayat plânında buna yer verilmeseydi, içimizde ihtiras ve bencillik kalmaz, o se­beple de hayat duraklama devresine hemen girer, tam bir atalet başlardı. Bugünkü dünyayı görmek hayal olur, bir lokma, bir hırkaya rıza gösterip bir ömür tüketilirdi.

İşte İblîs'e ve soyuna Kıyâmet'e kadar mühlet verilmesinin hikmet­lerinden biri budur. [21]

 

Allah Mı İblisi Azdırdı?

 

«Beni azgınlığa itmene karşılık..,.»

Kur'ân'da, aklımızı iyice harekete geçirmemiz ve meseleyi dinin ge­nel kurallarına göre değerlendirmemiz hakkında bir bakıma çok kapalı ve şaşırtıcı bir ifade kullanılmıştır: «Beni azgınlığa itmene karşılık...» denil­miştir. Allah, tblîs'i azdırıp sapıklığa itmişse, İblîs'in ne günahı vardır? Hem Cennet ve rahmetten kovulsun, hem ebedî saadeti kaybetsin, hem de şer

ve kötülüğün baş mümessili olsun!.

Az yukarıda da belirttiğimiz gibi, İblis'te hem melekî, hem de nefsanî sıfatlar mevcuttu. Birincisi iyiliğe ve itaate; ikincisi kötülüğe ve isyana yat­kındır. Kişinin bilgi, görgü, imân, irfan ve idraki nefsine yenik düşer, duy­gusu gemi azıya alırsa, nefsanî kuvvet üstün gelir de kötülük ve isyana kapılar açılır. Sözü.edilen yetenekler nefse yenik düşmez de ruhla ve me­leğin ilhamiyla güçlenirse, bu sefer nefis yenik düşer de itaat ve fazilet­lere kapılar açılır.

İşte İblîs'in durumu, birinci şekilde tezahür etmiş ve Sünnetullah ge­reği ilâhî gazaba çarptırılmıştır. Kur'ân'da sözü edilen anlatım şekliyle bu gerçeğe ışık tutuluyor, «beni azgınlığa, sapıklığa itmen...» sözüyle Sünne-tullah'ın bu cilvesi hatırlatılıyor. Hem İblîs, emre itaatsizliğinden dolayı sor­guya çekildiğinde pişmanlık duymamış, fasit bir kıyas yaparak Allah'a kar­şı kendini haklı göstermeye çalışarak küstahlığın en fenasını ortaya koy­muştur. [22]

 

İblîs'in Pusu Kurması

 

İbîîs ve soyunun Âdemoğullarını doğru yoldan saptırmak için pusu kurarak önden, arkadan, sağdan ve soldan saldırmasının, dürtüklemesi-nin, fısıldayıp beyin merkezi üzerinde bir takım tesirler bırakmasının anla­mı nedir?

Bilindiği gibi, İblîs ışından yaratılmıştır, yani şeytanî ruh ışınla birle­şip vücut bulmuştur. İşın ile ruhun kaynaşması, ona ışık hızından çok üs­tün bir hız kazandırmıştır. Hem ışın, hem ruh için engel söz konusu da de­ğildir. O nedenle İblîs'in dört cihetten saldırısı, kalb ve beyne sinyaller ve­rip şüphe ve tereddütler uyandırması her zaman mümkündür. Kalb ve ka­fada doğan her şüphe ve tereddüt, inkâr ve inançsızlık süratle nefisle bir­leşmekte ve uygulama alanı aramaktadır.

Şüphe, inkâr ve tereddüdü, iman ve irfanıyla tesirsiz hale getirenler, kendilerini şeytanın hükümranlığından kurtarmış olurlar. Ona mağlup ola­rak uyanlar ise, bedbaht kalıp Cehennem'e yakıt olma tehlikesiyle yüz-yüze gelirler.. [23]

 

Meali:

 

19—  Ey Âdem! Sen ve eşin Cennet'te eylesin, dilediğiniz yerde (ki nîmetler)den yeyin; (yalnız) şu ağaca yaklaşmayın, sonra Hakk'a karşı gelip kendine yazık edenlerden olursunuz, (buyurdu).

20—  Bunun üzerine şeytan (harekete geçip) örtülmüş olan utanç yer­lerini kendilerine göstermek için ikisine vesvese verdi (fısıldadı, dürtüşlerde bulundu) ve: «Rabbınız bu ağaçtan sizi ancak melek olmanızı veya bura­da temelli kalıcılardan bulunmanızı önlemek için men'etmiştir» dedi.

21__ ve «herhalde ben size öğüt verenlerdenim» diyerek onlara ye­min  etti.                                                          

22—  Böylece ikisini de aldatıp saptırdı. Âdem ile eşi o ağaçtan ta­dınca, utanç yerleri açılıp ortaya çıktı. Cennet yapraklarından oralarının üzerine koymaya başladılar. Rabları da onlara şöyle seslendi: «Ben ikini­zi de o ağaçtan men'etmedi m mi ve size, «şeytan herhalde ikinize de açık bîr düşmandır.» demedim mi?»

23—  İkisi birden : «Ey Rabbımız! kendimize haksızlık ve yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen herhalde zarara uğrayanlar­dan oluruz» dediler.

24—  «Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süre-ya kadar yerleşip kalmak ve yararlanıp geçinmek vardır» buyurdu.

25—  «Orada yaşar, orada ölür ve oradan (tekrar dirilîp) çıkarılırsınız» dedi.

 

Memnu Meyva Ağacı

 

«(YaInız) ?U a9aca yaklaşmayın, sonra Hakk'a karşı gelip kendine yazık edenlerden olursunuz.»

İblîs, ilâhî buyruğa karşı geldi. Sebebi sorulunca da farklı bir kıyas yapıp karşı gelmekte ısrarlı olduğunu belirtti. O yüzden Allah'ın gazabına uğradı ve bulunduğu makamdan kovuldu. Âdem ile eşinin Cennet'te kal­maları ve bir ağaç dışında oranın bütün nimetlerinden yeyip yararlanabi­lecekleri kendilerine bildirildi. Ne var ki Allah'ın ilk insana böylesine yakın ilgi ve iltifatı İblîs'in büsbütün kıskançlık ve düşmanlığını artırdı. Onları ilâhî buyruğun, diğer bir tabirle koyduğu sınırın dışına kaydırmak için sin­sice harekete geçti; durmadan fısıldadı, men'edildikleri ağacın meyvasın-dan mahrum bırakılmalarının iki önemli nedeni bulunduğunu yeminle an­latarak onları inandırdı. Böylece Âdem ile Havva memnu' meyva ağacından yediler. O sebeple de üzerlerindeki nurdan örtü bir anda yok-oluverdi ve utanç yerleri ortaya çıktı.

Bu ağacın ne olduğu hakkında farklı tesbit ve görüşler vardır. Baka­ra sûresi 35. âyetin tefsirinde kısmen açıklamış bulunuyoruz. Burada da­ha fazla üzerinde durmayacağız. [24]

 

Utanç Yerlerini Gösterme Gayreti

 

üzerine şeytan (harekete geçip) örtülü bulunan utanç yerlerini kendilerine göstermeleri için ikisine vesvese verdi...»

Asıl önemli noktalardan biri, İblîs'in tek arzusu, onları hem ilâhî buy­ruğun dışına çıkartmak, hem de şehvetlerini tahrik etmekti. Çünkü insa­nın mayasında nefis ve şehvet gibi iki duygunun bulunduğunu biliyordu. Âdem ile Havva ise bu olaydan önce ne cinsel organlar, ne de cinsel iliş­ki hakkında bir bilgileri yoktu. Cennet yiyeceklerinin posası olmadığından ve üzerlerine de nurdan birer örtü konulduğundan içlerindeki mevcut cin­sel duyguları kapalı kalıyııştı. Zira Cennet üreme yeri değil, ebedî mutluluk yurdudur. O bakımdan Âdem ile Havva'nın men'edilen o meyvadan yeme­leri cinsel duygularını bir anda tahrîk etmiş ve üremenin ilk kapısı açılmış­tı. Üzerlerindeki perdenin kalkmasıyla belirginleşmiş, karşılıklı istek gün ışığına çıkmıştı. O halde artık Cennet'te kalmaları -Sünnetullah gereği ve çizilen plân, hazırlanan program uyarınca- mümkün değildi. İnsanların bel­li bir süre yaşayıp üremelerine uygun vasıf ve ortamda yaratılan Dünya'ya inmeleri gerekiyordu. Hem yedikleri meyva, Dünya nimetleri türünden ol­duğu için kısa zamanda onların bünyesini ve sindirim sistemini Dünya'da-ki hayat şartlarına uyum sağlayacak, Cennet'teki hayat ortamına ters dü­şecek bir düzeye getirdi. Sonunda ilâhî emir geldi: «Hepiniz de Cennet'-ten çıkın, Dünya'ya inin!» buyuruldu. [25]

 

İblis Daha Önce Cennet'ten Kovulmamış Mıydı?

 

«Birbirinize düşman olarak inin...»

Âyetin açık anlatımına bakılırsa, İblîs'in bu olaydan önce Cennet'ten çıkarıldığı anlaşılıyorsa da, o çıkış Cennet'te kendisine ayrılan makamdan düşürülme idi. Ama yine de Cennet'te dolaşma imkânı bulunuyor, ne var ki meleklerin nuranî derecesine artık yükselemiyordu. Onun daha yapacağı bazı işler vardı:

a) Haset ettiği Âdem ile eşini aldatıp günahkâr etmek,      

b) Meleklerin bile saygı  ile önünde eğildiği  insanoğlunu bulunduğu yüce nimetten mahrum etmek,

c) Cennet'ten kapıdışarı edilmelerini ve aşağı âleme indirilmelerini sağlamak..

Diğer bir ihtimal ise, İblîs'in Cennet'in dışında bulunması ve faaliye­tini oradan sürdürmesi olabilir. Yalın ateşten yaratıldığı için istediği an Âdem ile Havva'nın beyinlerine sinyaller gönderebiliyordu. Unutmayalım ki, Cennet'in dışı mutlaka Dünya demek değildir, Bir cennet varsa, her­halde onun içi ve sınırı, bir de dışı ve sınır harici vardır. İşte İblîs ilk kovu­lan olunca, sınır dışında kaldt, ama içiyle irtibatı kesilmedi. Sanırım ki bu ihtimal daha doğru ve ilâhî plâna daha uygundur. Sonra da hep birlikte

yeryüzüne indirildiklerini âyet gayet açık şekilde anlatmaktadır. Bundan da anlaşılıyor ki, İblîs Cennet'ten kovulunca hemen Dünya'ya indirilmemiş, Cennet sınırının dışına çıkarılıp ilâhî programın kusursuz neticelenmesi beklenmiştir. [26]

 

Biri Secde Etmedi, Diğeri Memnu Meyvadan Yedi

 

İlk bakışta bu iki ayrı günah ve bir bakıma isyan arasında fazla bir fark olmadığı görülürse de gerçek öyle değildir. İblîs kibir ve kıskançlı­ğından dolayı; Âdem ise Cennet'te ebedî kalıp bir bakıma melekleşme umuduyla aldatılarak günah işledi. Sorguya çekildiklerinde, İblîs emre mu­halefetinde direnmiş ve kendine göre kıyas ve yorumda bulunmuş; Âdem ile eşi kendi kendilerine haksızlık ettiklerini itiraf ederek Allah'ın mağfiret ve rahmetini dilemişlerdir. Böylece inat, inkâr ve kıskançlık mutsuzluğa; pişmanlık ve dönüş mutluluğa kapı açmıştır. Sonra da bu bir sünnetullah olarak Kıyâmet'e kadar devam edecektir. Âdem ile İblîs birer misal ve öl­çüdür. [27]

 

İlk İnsan Yeryüzüne İndirilmiştir

 

Âyetin açık anlatımından, Âdem'in hayat şartları değişince yeryüzü­ne indiği anlaşılırken diğer gezegen ve yıldızlarda insan türü bulunmadığı kesinlik kazanıyor. «Orada yaşar, orada ölür ve oradan (tekrar dirilip) çı­karılırsınız.» mealindeki âyet, belirtilen kapalılığı açıklıyor ve her türlü şüp­heyi kaldırıyor. Nitekim son birkaç yıl içindeki ciddi çalışmalarla, güneş ailesinde -dünya müstesna- insanların yaşamasına elverişli hayat şartla­rının olmadığı anlaşılmıştır. [28]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Âdem (A.S.) ile İbiîs kıssası ve birbirine düş­man olarak yeryüzüne indirilmeleri konu edinildi. Bu düzeyde ilâhî plân ve programın hikmeti anlatılarak insan aklına ışık tutuldu ve malzeme verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, İblîs'in yeryüzünde kıyamete kadar bir fitne, sap-tırıcı bir âmil olduğu belirtiliyor. O bakımdan onun fısıltı ve dürtüşlerini te­sirsiz hale getirecek kitap ve peygamberin gölgesi altında bir hayat prog­ramının uygulanmasının lüzumuna atıf yapılıyor. Sonra da Allah'ın edep­sizlik ve hayasızlıkla değil, adalet ve insafı emrettiği açıklanarak en doğru yolun Allah'ın açıp belirlediği yol olduğu hatırlatılıyor. [29]

 

Meali:

 

26_ Ev Âdem oğulları! Size utanç yerlerinizi örtecek, elbise ve d de süs elbisesi indirdik. Takva (Allah'tan korkup kötülüklerden sakınma elbisesi ise bunlardan daha hayırlıdır. İşte bu (nimetler) Allah in yuc kudretine delâlet eden) belgelerdendir. Olur ki, düşünür de ogut alırlar.

27_ Ey Âdem oğullan! Şeytan utanç yerlerini kendilerine gösterim için ana babanızın elbiselerini çekip çıkarmak suretiyle onları Cennet'tt çıkardığı gibi, sizi de fitneye sokup saptırmasın. Doğrusu o da, yandaşlc

da -onları görmediğiniz yerden- sizi görürler. Şüphesiz ki biz Şeytan'ı imân etmeyenlerin dostu kilmışızdır,

28—  Onlar (o şeytan'm dostu ve yandaşları) bîr terbiyesizlikte bulun­duklarında, «babalarımızı bu yol üzerinde bulduk, Allah da bize bunu em­retmiştir» dediler. De ki: Allah, edepsizlik ve terbiyesizlikle emretmez. Bil­mediğiniz şeyi Allah'a karşı mı (iftirada bulunup) söylüyorsunuz?!

29—  De ki: Rabbim adalet ve insafı emretmiştir. Her secde yerinde yüzlerinizi (O'na, O'nun kutsal evine) doğrultun; dini O'nun jçin katıksız kılarak duâ ve ibâdet edin. Sizi ilk yarattığı gibi, yine (O'na) döneceksiniz.

30—  Bir kısmını doğru yola iletti, bir kısmına da sapıklık hakkoidu. Çünkü bunlar Allah'ı bırakıp şeytanları dost edinmişlerdi de kendilerini doğru yolda sanmışlardı.

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Allah çok güzeldir, güzelliği sever.» [30]

«Doğrusu Şeytan, Âdemoğlunun kan kanalından içeri girer. Hem Âdemoğlunun göğsü şeytanlara konak kılınmıştır; ancak Allah'ın koruduk­ları müstesna..» [31]

«Her kul öldüğü hal üzere kaldırılıp hasredilir. Mü'min imân üzerine, kâfir de küfrü üzerine...» [32]

«Şüphesiz ki adam uzun bir süre Cennet ehlinin ameliyle amel eder, sonra ameli, Cehennem ehlinin ameliyle son bulur. Ve adam uzun zaman Cehennem ehlinin ameliyle amel ettikten sonra ameli, Cennet ehlinin ame­liyle son bulur.» [33]

İbn Abbas (R.A.) anlatıyor:

— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz aramızda bulunuyordu ki, birara aya­ğa kalkıp bize öğüt vermeğe başladı ve şöyle buyurdu : «Ey insanlar! Şüp­hesiz ki Aziz ve Celîl olan Allah'a yalınayak, çıplak ve sünnetsiz bir halde haşrolunacaksınız. Yaratmaya ilk başladığımız gibi -katımızdan verilmiş bir söz olarak- onları tekrar (diriltip) iade edeceğiz. Şüphesiz ki biz böyle yapıcılanzdır.» [34]

«Doğrusu Allah insanları yarattıktan hemen sonra üzerlerine kendi nu­rundan attı. O nur kime dokunduysa doğru yolu buldu, kime dokunmadıy-sa o sapıtıp kaldı.» [35]

Açıklama :

Bu nur, ilâhî ilmin geleceği tesbite göre ayarlanmıştır; kime dokunaca­ğı, kime dokunmayacağı ezelî ilimle belirlenip hükme bağlanmıştır. Böyle­ce Allah'ın ilmi malûmata tabi olarak plân ve programını hazırlamıştır.

«Şüphesiz ki her çocuk, İslâm fıtratı (Allah ve din duygusu) ile doğar. Sonra ana babası onu ya yahudileştirir, ya hıristiyanlaştırır, ya da mecusîleştirir..» [36]

 

Örtünmek Vakar Ve Saygınlıktır

 

«Ey   Âdemoğulları!   Size utanç yerlerinizi örtecek'elbise ve bir de süs elbisesi indirdik.»

İlgili âyetle Allah'ın insanlara lütfettiği nimetlerden birinin de elbise olduğuna dikkat çekiliyor. Hem utanç yerlerimizi örten, hem de bize bir süs ve güzellik veren elbisenin birçok yararlarından biri de, fert, aile ve toplum hayatımızda bize edep, terbiye, saygınlık, şeref ve vakar kazandır-masıdır.

Cennet elbiseleriyle utanç yerleri örtülü olan Âdem ile Havva'nın Al­lah yanındaki azizlik ve vakarlarını zedelemek ve onların Allah ve kutsî âlem iie meşgul bulunan kalblerini şehvete çevirmek için İblîs'in hazırladığı se­naryo ile oynadığı oyun son derece ibretli ve anlamlıdır. İki ayrı cins (er­kek ve kadın)ın utanç yerlerini birbirlerine göstermenin insanı Allah'tan uzaklaştıracağı çok duyarlı bir anlatımla haber verilmektedir.

İnsanoğlu, içinde taşıdığı nefis ve ona bağlı kötü sıfatlar nedeniyle açılmaya heveslidir. Şeytanın peşpeşe gönderdiği sinyallar da durmadan şehveti tahrike yöneliktir. Kişi, ruhundaki yüceliği, Allah yanındaki azizliği unutur da bu yöndeki hevesine yenilirse, hem Allah ve melekleri, hem de çevresindeki hemcinsleri yanında saygınlık ve vakarını kaybeder. Kadın ise, bu durumda azizlik ve iffet perdesinden sıyrılıp çıkarak bütün cazibe ve saygınlığını yitirir.

Dinle ilmin elele verip insan unsurunu eğiterek yetiştirmesinin gereği burada bir defa daha hissedilmektedir.

Karakteri ve psikolojik yapısı itibarıyla insan, iffetini örten, zînet yer­lerini teşhir etmeyen kadınlara karşı saygı; açılıp saçılanlara karşı sadece şehvet duyar. Birincisi aile ve toplumu huzur, güven, sevgi ve saygı hava­sına kavuşturur; ikincisi hayatı asıl amacından uzaklaştırıp insanı bayağı-laştırarak ruhun aradığı ve devamlı ihtiyaç duyduğu huzur ve güveni du­mura uğratır.

Onun için Allah, Âdemoğullarına şöyle sesleniyor: «Ey Âdemoğullan! size utanç yerlerinizi örtecek elbise ve bir de süs elbisesi indirdik,.,. Ey Âdemoğullan! Şeytan, utanç yerlerini kendilerine göstermek için ana ba­banızın elbiselerini çekip çıkarmak suretiyle onları Cennet'ten çıkardığı gibi, sizi de fitneye sokup saptırmasın...»

Allah cemal sıfatını ve sonsuz saadet yurdu Cennet'i, insanlığını unu­tup saygınlık ve vakarını yitirme pahasına da olsa utanç yerlerini açan ve hayatı behimîleştirenlere hiçbir zaman lâyık görmez. Nitekim Âdem'le Havva anamızın oradan çıkarılmasına sebeplerinden biri de ilâhî emre uymadıkları ve utanç yerlerinin açılması değil midir?

Cahiliye devrinin kötü âdetlerinden biri de, kadın ve erkeklerin çıplak bir vaziyette Kabe'yi tavaf etmeye özen göstermeleri ve yapılan uyarılara kulak vermeyip, «Dede ve babalarımızı bu yol üzerinde bulduk. Allah da bi­ze bunu emretmiştir», diyerek Allah'a iftira etmeleri Kur'ân'da konu edili­yor ve susturucu cevap olarak şöyle buyuruluyor: «De ki: Allah edepsiz lik ve terbiyesizlikle emretmez. Bilmediğiniz şeyi Allah'a karşı mı (iftirada bulunup) söylüyorsunuz?!» [37]

 

İrtica Nedir, Ne Değildir?

 

Sözlükte, geri dönme, eskiyi isteme anlamına gelir. Modernistler bu­na «gericilik» der. İslâm'a göre, eskiye özenmenin biri faydalı, diğeri zarar­lı iki yanı vardır: Gerçek imân, iyi ahlâk ve faziletten uzak kavimlerin il­kel yaşayışına ilgi duymak ve bunun için çırpınıp durmak gericiliktir. Fert, aile ve toplumu ahlâk ve fazilet, sağlam imân ve irfan düzeyinde tutan mil­lî ve dinî kültürü korumaya çalışmak; geçmişte abideleşen bu hasletlerle

yaşamaya özenmek ise, ilericilik ve şereftir, Cahiliye devri insanları gibi, yarı çıplak bir vaziyette gezip dolaşmaya özenmek, iffet perdesini atıp bikiniyle vücudu teşhir etmek gericiliktir. İkibin yıldan beridir insanları sö­mürmeye yönelik faiz sistemi gericilik; helâl kazanç, meşru' kâr; faizsiz ödünç, yardımlaşma ve dayanışma gibi toplumu sağlam esaslar üzerinde ayakta tutan her iyilik ve iyiniyet ilericiliktir. Bu misalleri çoğaltmak müm­kün. Konuyu özetleyecek olursak, efradını cami', ağyarını mani' bir tarifle şöyle diyebiliriz : Fert, aile ve toplumu sevgi, saygı, yardımlaşma, daya­nışma, kardeşlik ve dostluk bağlarıyla birbirine bağlayan; insan şeref, na­mus ve iffetini koruyan; ruhla beden, dünya ile ahıret, maddeyle mâna ara­sında denge sağlayan her bilgi, her düşünce, her inanç ve her iş ilericilik­tir. Bunun aksine bir tutum gericiliktir. [38]

 

İndirilen Elbise Ve Süs Elbisesi

 

 <<EV âdemoğullan! Size utanç yerlerinizi örtecek elbise ve bir de süs elbisesi indirdik.»

26. Âyetle insanoğlunun utanç yerlerini örtecek ve ona vakar ve say­gınlık sağlayacak, onu diğer canlılardan dış görünümüyle de ayıracak ve insanlığına yakışanı gerçekleştirecek iki türlü elbise indirildiği bildiriliyor. Kullanılan anlatım ve yer alan kelime ve cümlede iki husus belirtiliyor: Utanç yerlerini örtecek elbise ile süs elbisesi ve bunların indirilmesi..   .

Birinci tabir, insana her zaman iki ayrı elbisenin lüzumuna işarettir: utanç yerlerini örten ev kıyafeti, şeref ve vakar veren dış kıyafeti..

İkincisi, elbisenin ham maddesini teşkil eden pamuk, keten, yün ve ipeğin gökten yağan yağmurla, toprağa hareket \/eren güneş ışınlarıyla vücut bulduğuna işarettir. O bakımdan Resûlüilah (A.S.) Efendimiz evin­de bulunduğu zaman içinde de, sokağa çıktığında da en temiz elbisesini giymeyi ihmal etmez ve utanç yerlerinin açılmamasına özen gösterirdi. [39]

 

Takva Elbisesi

 

 «Takva elbisesi ise bunlardan daha hayırlıdır.»

Kur'ân böylece insana biri evde veya iş esnasında, diğeri toplum ara­sında giyinmek üzere iki ayrı elbise tavsiye ediyor. Birincisi insanı hayata karşı hareketli duruma getirir; ikincisi belli zamanlarda insana saygınlık, edep, terbiye, nezaket ve nezahat kazandırır; tıpkı kuşlara zerafet, güzel-

lik ve çekicilik veren renk renk tüyleri gibi..

Bu ikisinden birini veya ikisini bulamayan mü'miniere gelince, onlar gizli ve açık hallerde, «Allah utanılmaya daha lâyıktır» inancıyla hareket edip yaprak ve otla olsun utanç yerlerini örterler. Bu da onlara azizlik ve edep kazandırır. Çünkü daha önemlisi, ruhlarına takva (Allah'tan saygı ile korkup O'nun emirlerini yerine getirerek her türlü fenalıktan kaçınmak) elbisesini giydirmiş olmalarıdır.

Nitekim İbn Abbas (R.A.), takva elbisesini, «amel-i salih»le, el-Hasan, «edep ve terbiye» ile, Hz. Osman (R.A.) «yeri gelince susmasını bilmek»le, Urve b. Zübeyir «Allah'tan korkup alçakgönüllü olmak»la yo­rumlamışlardır. [40]

 

Allah, Adalet Ve İnsafı Emretmiştir

 

«De ki: Rabbim adalet ve insafı emretmiştir.»

Kıyafet konusunda adalet, giyim ve kuşamda, insanlığımıza, ekonomik durumumuza ve ruhumuzun yüceliğine yakışanı yapmak; lüks ve israftan kaçınmak^ utanç yerleri ve vücut hatları görünmeyecek şekilde örtünmek-tir. Bunun aksine bir giyim ve kuşama özenmek, adalet ve insaf sınırını aş­maktır.

İnsaf kavramına gelince, birçok konularda olduğu gibi, giyim ve ku­şamda da ortalama bir yol seçmek, israf ve cimrilikten kaçınmaktır. Böy­lece adaletle insaf birbirini tamamlayan birer kavram olarak ilgili âyette birarada anılmıştır. Zira «Kist» adalet ölçüsünde nasîp anlamına geldiği gibi, «iksat» da başkasının nasîbini vermektir ki, insaf manasına delâlet eder. [41]

 

Kabe'ye Yönelmek, Adalet Ve İnsafı İlham Eder

 

«Her secde yerinde yüzlerinizi (O'na, O'nun kutsal evine) doğrultun.»

Her secde yerinde Allah'a ve O'nun kutsal saydığı evine yönelmemiz emrediliyorken yukarıdaki konunun bir anda değiştirildiği   imajı veriliyorsa da, aslında bu, adalet ve insafın ilham kaynağını gönüllere işlemeyi amaçlamaktadır. Bir olan Allah'ın ilk mabedine yalnız başına veya toplu halde yüzçevirip ibâdet etmek, başımızı yerlere kadar eğip secdede bulun­mak, önce insanın içini dolduran manevî bir zevk verir, sonra insanla Al­lah arasındaki yolu işlek duruma getirir; sonra da insana edepli ve alçak­gönüllü olmayı öğretir. Önce Allah'tan, sonra da toplumdan utanmamızı telkinle lâyık olanı yapmamızı ilham eder. O nedenle dengeli bir hayat, ne­zih bir ömür, edepli bir yaşayış; saygınlık ve azizlik \/erer\ bir davranış ve giyiniş arzusu kendiliğinden belirir ve insan bu düzeyde hem adil, hem de insaflı olur. [42]

 

Dini Allah'a Halis Kılmak

 

{Dini O'nun için katıksız kılarak duâ ve ibâdet

edin.»

Din ve dindarlık samimiyet, anlayış, zevk ve bilgi ister. İbâdet yalnız Allah'a yapılacağına göre, başkasının onda bir payı söz konusu değildir. Aksi halde ibâdetteki adalet kalkar, insaf ölçüsü bozulur ve böylesine bir düşünce kişiyi şirke kadar götürebilir.

Bedenimizi örten elbise çevremize karşı saygımızı ve insanlığımızın bir bakıma ölçüsünü; Allah'a olan katkısız ibâdetimizle ruhumuzu ve kalbimizi giydirmemiz ise, yaratana karşı saygımızı ve bizi insan olarak yarattığının şükrünü sembolize eder. Artık böylesine asil bir yönelişte ne­fis ve şeytanın payı yoktur. Ruhun yüceliği, imânın paha biçilmezliği söz konusudur.. [43]

 

Çıplak Doğduk Ve Çıplak Olarak Dirilip Allah'a Döneceğiz

 

«Sizi ilk yarattığı gibi, yine O'na döneceksi­niz.»

İlgili 29. âyetle çok önemli bir hususa parmak basılıyor: Anamızdan çıplak olarak doğduğumuz gibi, yine çıplak olarak dirilip Allah'ın huzurun­da toplanacağımız hatırlatılıyor.

Bunun sebebi açıktır:

Dünya teklif, sorumluluk, mücadele, didinme, çabalama ve nesli de-

vam ettirmenin yanısıra Âhiret'e hazırlık dönemidir. Hayatın her anı ve safhası ya ruhumuzu kirletip karartır, ya da onu cilalayıp saydamlığını ko­rur veya bu ikisi arasında bir zigzag çizip gider. Ruhumuzu korumak ve ona gıda vermekle yükümlü bulunduğumuz gibi, bedenimizi de korumakla yükümlüyüzdür. Bedenimiz bir bakıma dünya şartlarına göre hazırlanıp ruhumuza sunulmuş bir elbisedir ve ruhun özelliğiyle uyum halindeajr. Onu bütünüyle açıp teşhîr etmek, yani çıplak bırakmak, sözünü ettiğimiz uyumluluğa ters düşer; ahlâkı bozar, saygınlığı zedeler. Nefis ve şehvet doğrultusunda hayatı berbat eder. Âhiret'te ise, teklif, sorumluluk, müca­dele, nesli idâme gibi kayıtlar olmayacağından saygınlık, ahlâk ve fazî-leti koruyup korumamak söz konusu değildir. O gün sadece hesap, amel­lerin açığa çıkması, hak ve hukukun yerine getirilmesi ve ilâhî adaletin te­cellisi vardır. Aynı zamanda herkes edep ve terbiyesini, ahlâk ve faziletini, din ve dindarlığını beraberinde taşır. Âhiret'te buna ilâve edeceği hiçbir şey yoktur. O nedenle orada elbise, süs ve benzen şeylerle uğraşılacak dönem ve devre çok gerilerde kalmış olacak, her kişinin kendine yetecek meşguliyeti bulunacak.. [44]

 

İlâhî Hidayet Lâyık Olana Tecelli Eder

 

Bir kısmmı doğru yola iletti, bir kısmına da sapıklık hakkoldu.»

Hidâyet, biri doğru yola eriştirmek, diğeri doğru yolu göstermek ol­mak üzere iki mânaya delâlet eder. Birincisi Aliah'a nisbetle, ikincisi pey­gamber ve mürşitlere nisbetledir.

Allah'ın rahmet ve gufranını, af ve inayetini yansıtan hidâyet, güneş veya nisan yağmuruna benzer. Güneş eşyaya ışık ve enerji gönderir; bu­lutlar ölü toprağı diriltmek için yağmur indirir. İsti'dadı olan toprak ve bit­ki bu iki rahmet kaynağından yeterince yararlanır. Çorak toprakla, kökü kesik bitkiler ise, isti'dadlan dumura uğradığından nasiplerini alamazlar. O halde kusur güneş ve yağmurda değil, eşyanın kendisindedir.

İlgili âyetle «Bir kısmını doğru yola iletti, bir kısmına da sapıklık hak oldu» buyurulmuştur. Birinci cümle rahmet ve hidayete lâyık ve ehil ki­şilere, ikinci cümle, kalbini, dimağını ve vicdanını nefis ve maddeyle ço-raklaştırıp sadece dünya hayatrnı amaç seçenlere işarettir. Kusur ilâhî rahmet ve hidayette değil, kusur o kişilerin aniayış ve tutumlarındadır. Çünkü Allah hiç kimseye haksızlık etmez. O, zulmü hem kendine, hem de insanlara haram kılmıştır. Ama insan kendine haksızlık eder.

İşte bu mânayla Kur'ân'da hidâyet ve delâlet Allah'a nisbet edilmiştir. [45]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle insana edep ve saygınlık kazandıran iki ayrı el­biseden ve arkasından da kalb ve ruhu süsleyen takva giysisinden söz edildi. Utanç ve edep yerlerini açmanın bir bakıma şeytana oyuncak ol­mayı ifâde ettiğine atıf yapıldı. İnsanlığımıza yakışanı giyinmemiz ve yap­mamızın insaf ve adalet olduğu belirtildi. İlâhî hidâyetin hedefine işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle camilere, toplantı yerlerine temiz ve güzel elbi­seyle gidilmesi emrediliyor. Helâl ve haram kılma yetkisinin Allah'a ait ol­duğu; Allah'ın her türlü edep ve terbiye dışı söz ve davranışı haram kıl­dığı açıklanıyor ve sonra da haksızlığı, tecavüzü yasakladığı bildiriliyor. [46]

 

Meali

 

31— Ey Âdem oğulları! Her mescîdde (namaz vakitlerinde orada bu­lunduğunuzda) güzel ve temiz elbisenizi alıp giyinin ve bir de yeyiniz, içi-

niz israf etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri gerçekten sevmez.

32—  De ki: Allah'ın kullarına çıkarıp sunduğu süsü ve rızıklardan te-miz-pâk olanlarını kim haram kılmıştır? De ki: O dünya hayatında imân edenler içindir, Kıyamette de yine onlara mahsustur. İşte böylece bilen bir millet için âyetlerimizi açıklıyoruz.

33—  De ki Rabbım ancak gizli-açık her türlü edep ve terbiye dışı şeyleri, günahı ve haksız yere tecâvüzü; hakkında hiç bir delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmanızı ve bir de Allah'a bilmediğiniz şeyleri (uy­durup) söylemenizi haram kılmıştır.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: Bedevilerden bazı kişiler çıplak bir vaziyet­te Kabe'yi tavaf ediyorlardı; öyle ki kadınların bile çıplak denilecek şekilde tavaf yaptıkları oluyordu. Bunun üzerine yukarıdaki 31. âyet indi. [47]

Kelbî diyor ki: Cahil Araplardan bazı kişiler hao günlerinde sadece açlıklarını giderecek kadar katıksız ekmek veya yalnızca hurma yerler; yağlı ve benzeri şeylerden kaçınırlardı. Böyle yapmakla da hac ibâdetine daha çok saygı duyduklarına inanırlardı. Bunun üzerine Müslümanlar on­ların bu haline gıpta edip, «Ya Resûlellah! Bizler hao ibâdetine onların gösterdiği saygı ve bağlılığı gösteremiyoruz, oysa buna onlardan daha lâyık bulunuyoruzdur!» dediler.

O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [48]

 

İlgili Hadîsler

 

«Beyaz elbisenizden giyinin; çünkü o, elbiselerinizin en hayırlısıdır. Ölülerinize de beyaz kefen kullanın. Sürmenizin en hayırlısı İ s m i d 'dir. Çünkü o, gözü cilalar (ferini artırır), kılları bitirir.» [49]

«Beyaz elbiseye gerekli olun, ondan giyinmeye çalışın. Çünkü beyaz elbise daha temiz ve daha güzeldir. Ölülerinizi de onunla kefenleyin.» [50]

«Kibir ve israfa kaçmaksızın yeyiniz, içiniz, giyininiz ve tasaddukta bulununuz. Çünkü Allah (verdiği) nimetlerini kulunun üzerinde görmeyi se­ver.» [51]

«Ademoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmuş değildir. Ademoğ-luna belini doğrultacak birkaç lokma yeter. Ama mutlaka birşeyler yeme­si gerekiyorsa, midesinin üçte birini yemek, üçtebirini meşrubat ve üçte birini de kendi (sağlık ve rahatı) için ayırsın.» [52]

«Her iştiha duyduğun şeyi yemen israftır.» [53]

 

 Camilere Temiz Ve Güzel Elbiseyle Gitmek

 

<{EV Ademoğulları! Her mescidde (na­maz vakitlerinde orada bulunduğunuzda) güzel ve temiz elbiselerinizi alıp giyinin.»

İlgili 31 ve 32. âyetlerle bu konuya dokunularak «zînet» tabiri kulla­nılmıştır. İslâm ilim adamlarının bu tabirle ilgili tesbit ve yorumları fark­lıdır:

a)  İbn Abbas'a (R.A.) göre, Arapların bazı kadınları çıplak bir vaziyet­te Kabe'yi tavaf ederlerdi. O sebeple utanç ve avret yerlerini örtünmeleri emredildi. O halde kadının tesettür mahiyetinde bedenini ve başını örten her elbise bir zînettir.Diğer bir rivayete göre, çıplak bir vaziyette erkekler gündüzleri, ka­dınlar da geceleri tavaf ibadetini yerine getirirlerdi. İlgili âyetlerle örtün­meleri emredildi.

b)  Mücahid'e göre avret yerlerini örtecek şekilde giyinmek zînettir.

c)  Kelbî'ye göre, zînet, her namaz ve tavafta avret yerlerini örtecek şekilde giyinmektir.

d)  Ebû Hüreyre'ye  (R.A.) göre, zînet, temiz ayakkabılardır.  Nitekim bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, ashabına, «namaz için zînetinizi giyi­nin!» buyurdu. Onlar da «namaz için zînet nedir?» diye sorunca, Efendi­miz, «ayakkabılarınızı giyinip öylece namaz kılın!» buyurmuştur. [54]

Açıklama : «Ayakkabılar» diye çevirisini yaptığımız «niâl» kelimesi, temiz olan mest, çok kalınca çorap, ayakkabı gibi ayağa giyilen eşyanın cins ismidir. Yoksa sokakta giyilen ayakkabı ile gelin namaz kılın, demek değildir.

e)  ei-Ebheri'ye göre, avret yerlerinin hem namazda, hem namaz dı­şında örtülmesi farzdır. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, Misver b. Mahre-me'ye, «Dön de elbiseni alıp giyin, çıplak bir vaziyette yürüme!» buyurdu­ğu sahîh rivayetle sabit olmuştur.

f)  Şevkanî'ye göre, bedenin süsü sayılan elbiseye «zînet» denir. Na­mazda da, namaz dışında da utanç ve avret yerlerini örtmenin vâcib ol­duğu bu âyetten istidlal edilmiştir.

g)  Zemahşarî'ye göre, «zinet» tabiri günlük ve bir de belli günlerde giyilen iki elbiseyi de kapsamına alır.

h) Genellikle bu tabir temiz elbise anlamına gelir. Çünkü ilâhî emir­lerde sebebin hususiyetine değil, lafzın umumiliğine bakılıp itibar edilir. [55]

 

Yeyiniz, İçiniz/İsraf Etmeyiniz

 

«Bir de yeyiniz, içiniz, israf etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri gerçekten sevmez.»

Bu âyetle toplum arasında kıyafetin, temizlik ve düzenliliğin önemi üzerinde durulmuş, sonra da biri beden sağlığıyla, diğeri aile ekonomisiy­le ilgili iki husus açıklanmıştır. İslâm dini, önce yararlı şeyleri helâl ve mu­bah; zararlı şeyleri haram veya mekruh sayar.. Sonra da yararlı şeylerden yararlanmada aşırı gidilmemesi, israfa kaçılmamasını emreder. Çünkü di­nin koyduğu emir ve yasakların altı ana amacı vardır:

1.  Aklı korumak,

2.  Canı korumak,

3.  Malı korumak,

4.  Nesli korumak,

5.  Sağlığı korumak,

6.  Ahlâkı korumak..

O nedenle insanlara sunulan güzel ve temiz rızıklardan faydalanır­ken, malın lüzumsuz harcanmasını, sağlığı bozacak şekilde gereğinden fazla yenilmesini mekruh kılmıştır. Bu hususta rivayet edilen hadîsler il­gili âyeti yeterince açıklamakta ve bizleri aydınlatmaktadır.

Rivayete göre, ünlü bir hiristiyan tabip, Harun Reşîd'in özel doktoru Ali b. Hüseyin'e : «Üstad! Kutsal kitabınızda tıpla ilgili bir kayıt bulama-

dım,» diyerek bu önemli konunun ihma! edildiğini yadırgadığını anlatmak istedi ve sonra da şunu ilâve etti: «Biri dinler, diğeri bedenler ilmi olarak iki önemli ilim dalı vardır. Bunlardan birisi kitabınızda yazılı değildir!»

Ali b. Hüseyin ona şu cevabı verdi: «Yanılıyorsun; Allah tıp ilmini ya­rım âyetle özetleyip kendi kitabına koymuştur!» Hıristiyan tabip: «O hangi âyettir?» diye sorunca, Ali b. Hüseyin şu âyeti okumuştur: «Yeyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz..»

Hıristiyan tabip bu defa sözü başka tarafa çekip, «iyi ama. Peygam­berinizden bu konuda bir rivayet yoktur, sanırım..» deyince Ali b. Hü­seyin ona : «Yine yanılıyorsun! Resûlüllah (A.S.) Efendimiz tıp ilminin ta­mamını birkaç satırla belirtmiştir..» Tabib, «Hangi satırlarla?..» diye sorun­ca Ali b. Hüseyin, «Mide hastalıklar yuvası, perhiz tedavinin başıdır. Her bedene âdet edindiği gıdaları ver!» mealindeki hadîsi okudu.

Bunun üzerine Hıristiyan tabip : «Sizin kitabınızla Peygamberiniz, ün­lü hekim Calinos'a bu konuda bir şey bırakmamış, hepsinin özetini verip açıklamıştır!» demekten kendini alamadı. [56]

 

Allah'ın Lütfettiği Süs Ve Temiz Rızıklar

 

«De ki: Allah'ın kullarına çıkarıp verdiği süsü ve rızıklardan temiz-pâk olanlarını kim haram kılmıştır?»

İlgili âyetle İslâm'ın bir lokma, bir hırka dini olmadığı, dünyadaki güzel fakat faydalı meşru şeylerin, temiz nzıkların daha çok mü'minlere has ol­duğu açıklanıyor. Bu anlatımdan çıkarılacak sonuç şudur: Allah'a, Pey-gamber'e ve Âhiret'e iman eden her mü'min bilmelidir ki, dünya hayatı da, âhiret saadeti de dosdoğru inananların istifadesine sunulmuştur. O halde her mü'min bu iki hayatı elde etmek için durmadan didinip çalışacak, dü­şünüp bulacak, okuyup öğrenecektir. Aksi halde dünya nimetlerinin çoğu­nu daha iyi çalışan inkarcılara, materyalistlerle sosyalistlere bırakmış ve kendini ekonomik alanda bağımlı hale getirmiş olur ki, bu her mü'min için zillet ve meskenet sayılır.

Meşru yollardan çalışıp iki hayatın nimetlerini kazanmayı engelleyen

kimse gerçek Müslüman değildir. Resûlüllah (A.S.) ve ashabının hayatı, mü'minleri hayata itmeye, meşru kazanç peşinde koşmaya yetecek kadar örneklerle doludur. Nitekim ashabdan Temim ed-Dârî (R.A.) bin dirhem kıymetindeki elbisesini giyip namaza çıkardı. Mâlik b. Dinar, o devirde çok değerli sayılan Aden'in hazır elbisesini giyinip toplantılara katılırdı. Ünlü müctehit İmam Ahmed b. Hanbel'in üzerindeki elbise birkaç dînar kıy­metinde idi. Ama bu zatların bir de giyindikleri takva elbisesi vardı ki onu hiçbir zaman içlerinden yani kalblerinden çıkarmazlardı. [57]

 

Bilen Bir Millete Açıklama

 

«İşte böylece bilen bir kavim (mil­let ve topluluk) için âyetlerimizi açıklıyoruz.»

Kur'ân, dünya ve âhiret hayatının yararlı bütün nimetlerinin kapısının dosdoğru imân edenlere açık bulunduğunu bildirerek onları devamlı bu kapıya çağırmaktadır. Ancak bunun için toplum ve milletlerin bilgili, kül­türlü ve imanlı olması gerektiğine işaret ederken konuyu şöyie noktalıyor: «İşte böylece bilen bir kavim (millet ve topluluk) için âyetlerimizi açıkla­rız.» [58]

 

Allah'ın Haram Kıldığı Şeyler

 

 (De ki: Rabbım ancak gizli-açık her türlü edep ve terbiye dışı şeyleri...... haram kılmıştır.»

Kur'ân'da temiz ve yararlı şeylerin helâl kılındığı açıklandıktan, dün­yanın da, âhiretin de gerçek mü'minlere lâyık olduğuna dikkatler çekil­dikten sonra Allah'ın neleri yasakladığı, beş maddede özetlenerek ana kural halinde bildiriliyor:

1—  Açık ve gizli her çeşit hayasızlığı; edep ve terbiye dışı söz ve davranışları,

2—  Dinin günah saydığı şeyleri,

3—  Haksız yere başkasının malına, canına, namus ve şerefine teca­vüzü,

4—  Allah'a eş-ortak, denk ve benzer koşmayı.

Bilmediğimiz şeyleri Allah'a isnat edip kendi basit mantığımıza

göre dinde hüküm vermemizi haram kılmıştır.

Dikkat edildiğinde, bu beş maddede dinin hemen hemen bütün hüküm­leri icmalî olarak yansıtılmıştır. Zaten Kur'ân'ın ilâhî metotlarından biri de budur, yani önemli her konunun önoe özetini, sonra da yer yer açıklaması­nı yaparak anlamamızı ve hafızalarımızda iyice iz bırakıp tutmamızı ko­laylaştırır. [59]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle dünya hayatının da, âhiret saadetinin de mü'min-ler için hazırlandığı belirtildi. Böylece her iki hayatı elde etmek için mü'-minlerin bilerek, inanarak çok sistemli ve istekli çalışmalarının farz oldu­ğuna işaret edildi. Sonra da bir şeyi helâl ya da haram kılma yetkisinin münhasıran Allah'a ait olduğu ve insan fıtratındaki mayaya ters düşme­yen faydalı her türlü süs ve nimetten -israfa kaçmaksızın, ilâhî sınırları aş-maksızın meşru şekilde- yararlanmanın mubah olduğu bildirildi. Arkasın­dan Allah'ın neleri haram kıldığı beş madde halinde özetlenerek açıklandı.

Aşağıdaki âyetle haram ve gayri meşru şeyleri kendine mubah sayan bir topluluk veya milletin bu sebeple uzun ömürlü olamiyaoağı, bilâkis ken­di felâketlerini kendi elleriyle hazırlamış olacakları bildiriliyor, sonra da her millet için belirlenmiş bir ecelden söz edilerek özellikle idareci kadro uya­rılıyor. [60]

 

Meali :

 

34— Her ümmetin (her milletin) son bulması için belirlenmiş bir vak­ti vardır, o gelince ne bir an geri kalırlar, ne de ileri geçerler.

 

İniş Sebebi

 

.Mekke putperestleri kendilerine ne zaman bir azabın ineceğini alaylı bîr tavırla sorup duruyorlardı. Bunun üzerine milletler, kavimler ve ümmet­ler hakkında ezelde tesbit edilip hazırlanan ilâhî kanunun şaşmayacağına, inecek hükmünün geri çevrilemiyeceğine işaretle yukarıdaki âyet indi. [61]

 

Milletlerin Eceli

 

«Her ümmetin (her milletin) son bulması için belirlen­miş bir vakti vardır.»

Bilindiği gibi ecel tabiri, belirlenmiş vakit, ömür için konulmuş sü­re, borç için verilen va'de gibi manalara delâlet eder. Fertlerin belirlenmiş bir hayat süresi ve sonu olduğu gibi, milletlerin ve ümmetlerin de belirlen­miş bir devresi ve tarihten silinecek, ya da bölünüp parçalanacak; istiklâl ve hürriyetini kaybedecek bir devresi vardır.

Ünlü sosyolog İbn Haldun'un dediği gibi, insan ömrünün üç devresi bulunduğu gibi milletlerin de ömrünün üç devresi vardır: Çocukluk, genç­lik ve yaşlılık. Yaşlılık devresine giren bir insanı gençlik çağına geri dön­dürmek nasıl mümkün değilse; ahlâk, inanç, ekonomi, düzen ve güç ba­kımından yaşlanan bir milletin de eceli pek yakın sayılır. İlâhî ilim önce­den bu dönem ve devreleri bilip tesbit etmiş ve ona göre takdîr edip yaz­mıştır. Vakti gelince ne bir an geri kalır, ne de ileri geçer.

Yukarıdaki âyetle bilhassa Mekke halkı uyarılıyor ve ecellerinin ya­kın olduğu, putperestliğin yıkılıp silineceği haber veriliyordu. Nitekim çok sürmedi onbir ytl sonra Hz. Peygamber (A.S.) Allah yolunda savaşın farziyetine inanan güçlü bir orduyla Mekke üzerine yürüdü ve şehri fethe­derek müşriklerin saltanatına son verdi. Kutsal Kabe'yi Allah'a ibâdet ye­ri olarak tekrar ilk hüviyetine kavuşturdu. Böylece ezelî plân ve program kusursuz gerçekleşti. [62]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle milletlerin de fertler gibi ömür süreleri bulunduğu, Allah'a dosdoğru imân edip iyi-yararlı hizmetlerde bulunan bir milletin uzun ömürlü olacağına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle gönderilen peygambere inanıp kendini onun lîğ ettiği esas ve prensiplere göre düzeltenlere dünyada da, âhirette de korku ve üzüntü olmayacağı belirtiliyor. Sonra da bilir, bilmez Allah'a kar­şı yalan uyduranların büyük bir gaflet ve haksızlık içinde ömürlerini ber­bat ettikleri haber veriliyor ve arkasından böylelerine âhirette verilecek ce­za çok duyarlı bir anlatımla hatırlatılıyor. [63]

 

Meali:

 

35—  Ey Âdem oğulları! Size sizden, âyetlerimizi bir bir açıklayıp an­latan peygamberlerimiz gelir de kim (onlara karşı gelmekten, muhalefet etmekten) sakınır ve kendini düzeltirse, artık onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.

36—  Âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı   büyüklük   taslayanlar   yok mu, işte onlardır Cehennem yaranları, onlardır orada ebedî kalıcılar.

37—  Allah'a karşı yalan uydurandan ve bir de O'nun âyetlerini ya­lanlayandan daha zâlim kim vardır? İşte onlara kitapta (yazılı bulunan­dan) nasipleri ne ise erişecektir; tâ ki, canların, alacak olan elçilerimiz kendilerine gelince, «Allah'tan başka yalvarıp taptıklarınız nerede?» diye­cekler. Onlar da, «Bizden kaçıp ortadan kayboldular» diyecekler ve küfre sapanlardan olduklarına dair (kendi aleyhlerine) şahitlikte bulunacaklar.

38—  (Allah da onlara): Sizden önce gelip geçen cin ve insanlardan olan ümmetler arasında siz de Cehennem'e girin, buyuracak. Ne kadar bir ümmet ateşe girse yoldaşına lanet edecek. Sonunda hepsi orada top­lanıp b.raraya gelince, sonrakiler öncekiler için, «Ey Rabbimiz! İşte bun-ar b.zı saptırdılar, o nedenle bunlara ateşten kat kat azap ver» diyecek­ler. (Allah da:) Her birinize kat kat vardır, ama bilmiyor, anlamıyorsunuz buyuracak.                                                                                                             

39— Öncekiler sonrakilere, «Sizin bize karşı bir üstünlüğünüz yok­tur. Kazandığınıza karşılık azabı tadın!» diyecekler.

 

Akıl Yeterli Midir?

 

<<Ey Adem °9ullan! Size âyetlerimizi bir bir açıklayıp anlatan Peygamberlerimiz gelir de..»

Kâinatı bir plâna göre yaratanı sıfat ve tezahürleriyle bilmek ve inan­makta akıl yeterli değildir. O nedenle yol gösteren, akla ışık tutan peygam­ber ve kitaba ihtiyaç vardır. Akıl yalnız başına icmalî olarak bir yaratıcının varlığıni anlayabilirse de dinin getirdiği esaslar ölçüsünde anlayıp idrâk etmesi çok zor ve hattâ bazan imkânsızdır. Çünkü dinin iki yüzü vardır: Biri Dünya'ya, diğeri Âhiret'e; diğer bir tabirle, biri fizik âlemine, diğeri fi-zikötesine yöneliktir. Fizikötesi veya Âhiret sadece akıl yeteneğiyle gerçek anlamda kavranamaz. Çünkü akıl da diğer yetenekler gibi sınırlıdır, alanı namütenahi değildir. O bakımdan peygamber ve kutsal kitap bu konular­da aklın en önde gelen yardımcısıdır. O bakımdan ilâhî buyruklar bütünüy­le akıl sahiplerine gönderilmiştir, sadece onlara seslenmektedirler.

Kur'ân-ı Kerîm'de, gönderilen her peygamberin insanlardan seçildiği­ne dikkatler çekilir ve özellikle yer yer bu husus tekrarlanıp her türlü şüp­he ve tereddütler kaldırılır. Sebebi gayet açıktır: Peygamberler melekler­den seçilip gönderilseydi, insan aklının ve idrâkinin değer ölçüsü ve fark­lı yanı kalmaz, ister istemez bu olağanüstü belge karşısında imân ederdi. Oysa her insanın Allah'a dosdoğru imân etme düzeyinde gerçek ölçüsü­nün belirlenmesi, içyapisındaki cevherin asıl vasfının ve kıymetinin ortaya çıkmasıyla mümkündür. Böylece peygamberin irşat doğrultusunda akıl ve irâdenin işler halde bulunması ve bir kıstas anlamında kullanılması şart­tır. Hem peygamber meleklerden seçilip gönderilseydi, meleğin nasıl bir görünümde tecelli etmesi gerekecekti? İnsan suretinde inse, melek oldu­ğu anlaşılmazdı; başka bir surete girse yadırganıp cin ve şeytanlarla onu karıştıranlar olacaktı. Kendi hüviyetinde kalsa, gözle görülemeyecekti. O yüzden birçok şüpheler ve farklı yorumlar ortaya çıkacak, istenilen sonuç yine gerçekleşmeyecekti.

İşte peygamberlerin insanlar arasından seçilip gönderilmesinin hik­metlerinden biri ve başta geleni budur..

Kim aklını hür iradesi doğrultusunda kullanır da kendisine ışık tutup yol gösteren peygambere inanır ve onun getirdiği esas ve prensiplere gö­re içyapısını ve günlük hayatını düzeltip düzenlerse artık ona korku yok-

tur ve üzülmesi de söz konusu değildir. Zira bu durumda her iki hayatın da hikmet ve amacını anlayıp idrâk etmiş bulunuyor. [64]

 

Allah'ın Âyetlerini Kibir Ve Gururlarına Yediremeyenler

 

«Âyetlerimizi   yalanlayıp onlara karşı bü­yüklük taslayanlar yok mu,......»

İnsan yalnız aklına güvenir, kişisel mantığına göre hayatını tanzim et­mek ister, başka hiçbir yol göstericiye ihtiyaç duymazsa, nefsine geniş bir serbesti alanı hazırlamış olur. Bu alanda nefis sınırsız hürriyet ister; karşısına çıkan maddî ve manevî müeyyide ve engelleri aşmak ister;aynı zamanda bunlara karşı içinde bir nefret ve infial duyar. İblîs de aralıksız .-gönderdiği sinyallarla onun bu nefretini körükler, duygusunu kamçılar-derken nefis gemi azıya alır. Önüne geçilmediği takdirde sonu felâketle noktalanır.

Nefsi meşru sınırlar içinde tutan iki faktör vardır: Birincisi Allah'a, Peygambere ve Âhiret'e dosdoğru imân ve bunun tabii ürünü olan sâlih ameldir; diğeri ise, ahlâk ve fazileti kalb ve kafalara işleyip ferdi yönlen­diren eiddi bir öğretim ve eğitimdir.

Birinci faktörle arasına engel konulup ikinci faktör de belirttiğimiz ölçü ve anlamda tutulmaz, ferdin kafası hep dünyalığa ve maddî çıkarlara çevrilir; hayatın asıl hikmetinden uzak tutularak madde cenderesine so­kulursa, ruhu safiyetini kaybeder. O yüzden kendisinde dinî emir ve ya­sakları küçümseme hastalığı başgösterir, önü alınmazsa bu, tedavisi zor bir maraza dönüşür.

Oysa insan aklını nefsinin ve duygusunun emrine .vermeyip, onları ak­lının kumandası altında tutar, aklını Allah'a ve Âhiret'e imânla birleştirip güçlendirirse, meseleleri iyi ve kötü yanlarıyla daha iyi inceleyip değerlen­dirme imkânı bulur. Helâl ve haramın hikmetini kavramakta zorluk çekmez. Sınırsız hürriyet arzu ve duygusunu sınırlayan ilâhî emir ve yasakların fay­dalarını idrâk eder. Bunları fert, aile ve toplumdan yana değerlendirirse, çok olumlu ve kalıcı neticeler elde eder.

Böylece dinin lüzumunu hikmetiyle kavrar da nefis ve duygudan kay­naklanan kibir ve gururun aklı ve ruhu köreltici âmiller olduğunu anlama­ya başlar.

Kur'ân'da ilgili âyetie aklını hür iradesiyle peygamber beyânı istikame-

tinde kullanmayıp onu nefis ve duygunun uydusu haline getirenler uyarı-larak buyuruiuyor ki: «Âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük tas­layanlar yok mu? İşte onlardır Cehennem yaranları; onlardır orada temel­li kalıcılar.»

Bunu bir misal ile açıklayalım : «Dağları yerinde durur görürsün, oy­sa onlar bulutların geçişi gibi geçmektedirler. Her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır bu. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan haberlidir.» [65]

Mealindeki ayeti okuduktan sonra, bunun 1400 yıl önce indiğini ve o asırlarda Dünya'nın hem kendi ekseni, hem Güneş etrafında döndüğünü bilenlerin olmadığını düşünmeden, Batılı ilim adamları bunu daha bilimsel ve doyurucu biçimde açıklamışlardır, der de ilâhî sese kulak vermezse, herhalde bu yargı veya iddiası aklının değil, hissinin ürünü olur. Ama on-beş asır önce açıklanan bu anafikir veya temel bilgi söylenirken dünyanın iki ayrı hareketi hakkında ciddi ve ilmî hiçbir buluş ve bilgi mevcut değil­di ve Arap Yanmadası'nda ortaya çıkan ümmî (okur-yazar olmayan) bir zatın bilimsel araştırmaya esas teşkil edecek böylesine bir gerçeği düşü­nüp söyleyebilmesi mümkün müdür? der ve bu açıdan bakarak konuyu değerlendirirse, artık o nefis ve hissin değil, aklın elde ettiği müsbet bir sonuç olur.

Birincinin görüş ve iddiası ne kadar haksız ve dayanaksızsa, ikinci-ninki o kadar haklı ve dayanaklıdır. Kur'ân bunu şöyle açıklıyor: «Allah'a karşı yalan uydurandan ve O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır?» Çünkü bu zulüm akıl, irâde, idrâk, açık belge ve hak aleyhine iş­lenmiştir; o bakımdan korkunçtur. [66]

 

Ezelî İlim Kendi Tesbitinde Yanılmaz Ve Hükmünü Kusursuz Yürütür

 

«İ?te onlara kitapta (yazılı bulunanlar­dan) nasipleri ne ise, erişecektir.»

Allah'ın ezelî ve ebedi ilmi, hayat sahnesinde bir ömür tüketen kişi­lerin akı! ve irâdelerini veya nefis ve hislerini ne ölçüde kullanacaklarını tesbit edip kader defterine yazarak hazırlamıştır. Günü, vakti ve saati ge­lince onlar tesbit edilip yazıldığı gibi bir bir tecelli eder. İlgili âyette: «İşte onlara kitapta {yazılı bulunandan) nasipleri rie ise erişecektir,» buyurul-ması bir bakıma bu önemli hususa işaret etmektedir.

Ölüm meleği gelip,  «Allah'tan başka yalvarıp taptıklarınız nerede?» diye sorunca hakikati kısmen olsun anla­yacaklar ve doğru yoldan saptıklarını itiraf edecekler, ama neden sonra.. [67]

 

Yoldaşlar O Gün Birbirlerine Düşman Olurlar

 

«Ne kadar bir ümmet ateşe girse yoldaşına lanet edecek..»

Allah'ı ve O'nun mutluluk va'deden dinini bırakıp küfür vadisinde sa­pık ideolojilerin kurbanı olanlar, dünyada kendi düşünce ve ideolojilerini benimseyecek kişileri avlamakta çok başarılıdırlar. Bu yolda maddenin ca­zibesinde sınırstz hürriyet teraneleriyle yoldaşlarını çoğaltıp hakka karşı bir güç oluşturanlar, hürriyet adına hürriyeti; madde adına kutsal değer­leri, halk adına yine halkı katlederler. Böylesine çarpık bir tuğyan belli bir sınıra kadar hareketini sürdürür; ama zulüm, inkâr, fesat ve azgınlık ba­şarıya ulaşmaz; birara erişmiş gibi görünse bile o, başarısızlığın Ük belir­tisi veya ilk adımıdır.

Onlardan ne kadar bir grup Cehennem'e girerse, oradaki yoldaşları­na lanet eder. Bir araya   gelip   toplanınca da sonrakiler   öncekiler için :

«Ey Rabbımız! İşte bunlar bizi sap­tırdılar, o nedenle bunlara ateşten kat kat azap ver..» diyecekler ve ora­da buna benzer suçlamalar ve lânetleşmeler sürüp gidecek, ceza amelle­rinin cinsinden olduğu için dünyadaki haksız tartışma ve suçlamaları ora.-da da devam edecek..

Kur'ân ilgili âyetlerle, dünyada insanlara şer kapısını açıp onun dâ-vetçiliğini yapanların âhiretteki hazîn manzaralarını tasvir edip, ibretli bir tablo halinde akl-ı selîm sahiplerinin gözleri önüne getirerek gerçek yolu gösteriyor. [68]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, hayatın hikmet ve amacının ancak peygamber­lerin yaptıkları tebliğ ve irşatla anlaşılabileceği bildiriliyor. O bakımdan Peygamberlere uyanların mutlaka her iki hayatta da mutlu ve bahtiyar olacakları hatırlatılıyor. Sonra da Allah'a karşı yalan uydurup O'nun âyet­lerini yalanlayanlara ezelî kitapta belirlenen nasiplerinin erişeceği haber veriliyor.

Aşağıdaki âyetlerle Allah'ın âyetlerini gururlarına yediremeyenleri çok elim bir azabın beklediğine dikkatler çekiliyor. Sonra da imân edip iyi, ya­rarlı amellerde bulunanlara hazırlanan ebedî nimetler anlatılıyor. [69]

 

Meali:

 

40—  Şüphesiz ki âyetlerimizi yalanlayıp onları kabul etmeyi (bir türlü) gururlarına yediremeyenlere elbette göklerin (rahmet) kapıları açılmaz ve deve iğne deliğinden geçmedikçe, onlar da Cennet'e giremeyeceklerdir. İşte günahkâr suçluları biz böyle cezalandırırız.

41—  Onlara Cehennem'den (hazırlanmış) bir döşek ve üstlerinde de (ateşten) örtüler vardır ve işte zâlimleri biz böyle cezalandırırız.

42—  Onlar ki imân edip güzel-yararfı amellerde bulunurlar, -ki biz her kişiye ancak güç getirebileceğini yükleriz- işte onlardır Cennet yaran­ları ve onlardır orada ebedî kalıcılar!

43—  Öyle ki, göğüslerinde kinden ne varsa söküp atarız; altlarından da (ferahlatıcı) ırmaklar akıp durur da onlar şöyle derler: «Bizi bu (yüce saadete) eriştiren Allah'a hamd olsun; eğer Allah bizi buna eriştir meşey­di, kendiliğimizden doğruyu bulup erişmiş olamazdık. And olsun ki Rabbi-mizin peygamberleri hak ile (bize) geldiler, (onlar sadece hakkı ve doğru olanı söylediler). Onlara :  «İşleyegeldiğiniz (iyi-yararlı) amellerinize kar­şılık işte vâris kılındığınız Cennet!» diye seslenilecek.

44—  Cennet yaranları, Cehennem yaranına şöyle seslenirler: «Ger­çekten biz Rabblmlzin bize va'dettiğini hak olarak bulduk. Siz de Rabbini-zin size va'dettiğini hak olarak buldunuz mu?» Onlar, «evet...» derler ve hemen sonra aralarında bir çağrıcı, «Allah'ın laneti zâlimler üzerine!» di­ye seslenir.

45—  Âhiret hayatını inkâr eden (bu zâlîm)ler, insanları Allah yolun­dan çevirir ve o (yolun) doğruluğunu bozmağa çalışırlar.

 

İlgili Hadîslered

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hakk'ın yolundan sapmış kişinin ölüm anında ruhunun alınmasını ve göğe yükseltilmesini açıklarken şöyle bu­yurmuştur:

«Melekler, bu habis ruh nedir? diye sorarlar. Onu dünyada anılan en kötü ismiyle anıp falan kimsedir, derler ve dünya semasına doğru yüksel­tirler de onun için göğün kapısının açılmasını isterler, ama kapı ona açıl­maz.»

Peygamberimiz (A.S.) sonra da 40. âyeti okudu. [70]

«Mümin kimse (cezası nisbetinde ateşte yanıp) Cehennem'den kurtu­lunca, onu Cennetle Cehennem arasındaki bir köprüde (bir süre) tutuk-larlar. Dünyada kiminle aralarında haksızlıklar, zulümler meydana gelmiş­se, haklar alınıp sahiplerine verilerek takas ve misilleme yapılır da (hak ve günahlardan) arınıp paklandıktan sonra Cennet'e girmesine izin verilir. Canımı kudret elinde tutan zata yemin ederim ki onlardan herbiri Cennet'-teki yerini dünyadaki evinden daha iyi bilir ve yolunu daha iyi bulur.» [71]

«Cennet ehlinin hepsi Cehennem'deki yerini görür de, eğer Allah ba­na doğru yolu göstermeseydi, (şimdi orada olurdum) der ve bu onun için bir şükür sayılır, Cehennem ehlinin hemen hepsi Cennet'teki yerini görür de, ah keşke, Allah beni doğru yola eriştirseydi (şimdi elbette o güzel yer­de olurdum)! der ve bu onun için (ıstırap kaynağı, sınırsız bir üzüntü ve sonu gelmeyen) bir hasret olur.» [72]

Bu hadîsten kesin anlaşılıyor ki: Ne kadar insan varsa, hepsi için hem Cennet'te, hem de Cehennem'de yer ayrılmıştır. Kişi dünyada iken, kendi aklı ve hür iradesiyle bu iki konaktan birini seçer ve seçmekte serbesttir. Peygamber ve kitap ancak doğru olanı, saadete uzanan yolu gösterir.

«Biliniz ki, sizden hiçbirinizin ameli onu Cennet'e sokmaz!» Bunun üzerine soruldu:

  Ey Allah'ın Peygamberi! Sizin de mi? Cevap verdi;

  Evet, ben de.. Meğer ki Cenâb-ı Hak kendi rahmet ve fazlıyla be­ni örtmüş ola.. [73]

«Cennet ehli Cennet'e girince bir çağrıcı şöyle seslenir: Artık sizin için hep yaşamak var, bir daha ölmeyeceksiniz. Sizin için sağlık vardır, bir daha hastalanmayacaksınız. Sizin için gençleşmek vardır, bir daha yaş­lanmayacaksınız. Sizin için hep nîmetlenme vardır, bir daha sıkıntıya düş­meyeceksiniz.» [74]

«SİZDEN herbirinizin mutlaka bir konağı Cennet'te, bîr konağı da Cehennem'de vardır. Kâfire gelince, o, mü'minin Cehennem'deki yerine vâris olur; mü'min de onun Cennet'teki yerine vâris olur.» [75]

Hadîsin açık delâletinden, kâfirin Cehennem'den, mü'minin de Cen-net'ten hiç çıkmayacağı anlaşılıyor. [76]

 

İlâhî Tablodan Müstesna Bir Görüntü

 

Mealini sunduğumuz altı âyet, ilâhî kudret ve azametin, rabbanî fü-yuzat ve nimetin, celâli şiddet ve saltanatın müstesna bir tablosunu çizip gözler önüne sermektedir. Başka bir açıklama ve yoruma gerek bırakma­yacak kadar açık ve seçiktir. Sözler arasındaki ahenk, renkler arasındaki uyum her türlü düşünce sanatının üstündedir. Şöyle ki:

  İlahî âyet ve belgeleri yalanlayarak akıl ve ilmin rehberliğinin dışı­na çıkıp inanmayı sahte gururuna yediremeyen nankörler, çok geçmeden inanmadıkları o yüce kudretin önünde eğiiip bir hiç olduklarını anlayacak­lar.

  Kendilerine tertemiz olarak gönderilen  ruhlarını  nefis ve ondan kaynaklanan inkâr, inat ve büyüklük taslama ile kirletip kararttıkları için göklerin rahmet kapıları onlara açılmaz. Böylece Allah'tan gelen ruhları­nın O'ndan çok uzak kaldığının farkına varıp derin bir pişmanlık ve Hak'­tan ayrılık ateşinde yanmaya başlayacaklar. Bu hal kıyamet kopuncaya kadar sürüp gidecek, dönüşü mümkün olmayan berzahta bekleyecekler.

  Deve ya da kalınca bir halat iğne deliğinden geçmedikçe Cennet'e giremeyecekler. Oysa ne deve veya kalınca halat iğne deliğinden geçer, ne de onlar Cennet'e girer. Çünkü Cennet, Allah'ın yüksek kudretine ina­nan, mülkün asıl sahibinin O olduğunu idrâk edip yegâne tasarruf sahibi bulunduğunu kabul eden mü'minlerin yurdudur.

İncil'de de Hz. İsa (A.S.), «Devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin (mağrur) adamın Allah'ın melekûtuna girmesinden daha kolaydır!» demiş­tir. [77]

— Suçlu günahkârlar işte böyle cezalandırılır: Altlarında ateşten bir döşek, üstlerinde ateşten örtüler bulunur. Onlar böyle bir yatağı, dünya cennetinde nefis, madde ve şehvet otlağında bir ömür tüketirken hazırla­mışlardır.

İşte yaratılışındaki yücelik, hikmet ve amaoa; ruhundaki ilâhî cevhere ve ruha gıda veren ilâhî emirlere ters düşen, diğer bir tabirle aklını ve irâ­desini nefis ve şehvetin kumandasına veren zâlimleri, dönüş yapmadık­ları takdirde böyle bir ceza beklemektedir.

  İmân edip salih amellerle (iyi, güzel, faydalı işlerle ve ibâdetlerle) mülkün gerçek sahibine inanıp teslimiyet gösterenler ise, Allah'a konuk olma şerefine erişeoek ve sonsuz mutluluk yurdunda ebedî kalacaklardır. Fıtratlarındaki mayaya ve hılkatlarındaki hikmet ve gayeye uygun bir ha­yat sürdüklerinden Cenâb-ı Hak rahmet fırçasıyla kalbierinde kinden, kıs­kançlıktan, ihtiras ve intikamdan eser bırakmayıp temizler, değişmeyen ilâhî boyasıyla boyayarak sohbetine lâyık bir düzeye getirir. Artık rahat bir beden, cilalanmış bir ruh, sjbğatullah ile boyanmış bir kalb huzuru için­de, altlarından ırmaklar akan Cennetlerde ferahlık duyarak ebedileşirler. Çünkü onlar bu ırmakları dünya hayatında salih amellerle, hayır ve iyi­liklerle, sadaka-i cariyelerle akıtmışlardı. Şimdi ise ilâhî rahmet ve guf­rana, atıfet ve ihsana eriştirilmenin hamdini yapıp, dünyadaki şükürleri ile birleştirip bütünleştirirler. İşledikleri iyilikler karşılığında Cennetin vâ­risleri olma şerefine erişirler.

  Sonra cennetlikler cehennemliklere seslenerek, «Rabbtmızın dün­yada bize va'dettiğini gerçek olarak bulduk. Siz de size va'dedilen (azabı) hak olarak buldunuz mu?» derler. Onlar da : «Evet» diye cevap verip ses­lerini yükseltirken ikinci bir ses onu bastırır: «Allah'ın laneti zâlimlere ol­sun!.»

Çünkü küfür ve ahlâksızlık; madde ve şehvet ruha sıkıntı, kalbe yük, vicdana leke, hakka karşı perdedir. Hakk'in varlığını, birliğini, azamet ve saltanatını lisan-i hal ve lisan-i kal ile natik olan her zerrenin hakkına te­cavüzdür ve aynı zamanda insanı yaratıldığı gayenin dışına itmektir. O yüzden kâfir, hem kendine, hem denge ve düzende yerini alan diğer var­lıklara zulmetmektedir. Lanete lâyık görülmesi bundandır. [78]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle gerek eşyada kendini gösteren belgeleri, gerekse Peygamber'in {A.S.) tebliğ ettiği âyetleri akıl ve idrak süzgecinden geçir-meyip ret ve inkâr edenlere göklerin rahmet kapıları açılmayacağı açıklan­dı. Ölmeden önce dönüş yapmadıkları takdirde ebedî bir azaba kendileri­ni lâyık gördükleri haber verildi. Dosdoğru imân edenlerin dünyalarının huzurlu, âhiretlerinin sonsuz mutluluklarla dolu olduğu müjdelendi.

Aşağıdaki âyetlerle Cennetliklerle Cehennemlikler arasında geçecek önemli iki safha anlatılıyor, A'raf üzerinde durup iki taraftan da bir kısım kimseleri tanıyanlar konu ediliyor ve sonra da küfür üzere ölenlerin âhirette amelleriyle başbaşa bırakılacakları haber veriliyor. [79]

 

Meali:

 

46—  İki taraf arasında bir perde vardır ve  A'raf  üzerinde bunla­rın hepsini simalarıyia tanıyan   adamlar   bulunuyor ki Cennet yararına : «Selâm size!» diye seslenirler. Bunlar Cennet'e girmemişlerdir, ama gir­meyi umuyorlardır.

47—  Gözleri Cehennem yaranına doğru çevrilince, «Ey Rabbimiz! bizi zâlim bir toplulukla beraber bulundurma» derler.

48—  A' r a f 'dakîler simalarından tanıdıkları   adamlara   seslenerek, «Ne topluluğunuz ve topladığınız, ne de büyüklenip gururlandığınız şeyler sizi müstağni kılmıştır; size bir yarar da sağlamamıştır (derler).

49—  Allah'ın rahmetine eriştirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kim­seler bunlar mıdır? derler. Derken onlara: «Girin Cennet'e, size hiçbir kor­ku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz de!» (diye ilâhî buyruk tecelli eder).

50—  Cehennem yaranı Cennet yaranına, «o sudan veya Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden biraz da bize döküp akıtın!» diye seslenirler. Cennet yârânı onlara: «Doğrusu Allah bu suyu ve bu rızıkları kâfirlere ha­ram kılmıştır» diye cevap verirler.

51—  O kâfirler ki, dinlerini oyun ve eğlence edindiler ve dünya ha­yatı onları aldattı da aldattı; onlar bu günle karşılaşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi inatla inkâr ettikleri gibi, bugün de biz onları unuturuz (rah­metimize lâyık görmeyiz),

 

İniş Sebebi

 

İslam düşmanı Velit b. Muğîre, Ebû Cehl, As b. Vâil ve yandaşlarının, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in sohbetine lâyık görülen, yüce meclisinde ken­dilerine yer verilen fakir ve kölelere böylesine itibar gösterilmesine hiç ta­hammülleri yoktu. O bakımdan zaman zaman, «Allah, Selman, Bilâl, Am-mar ve benzerlerini Cennet'e koyacak da bizi Cehennem'e atacak öyle mi? Olur şey değil.. Aliah bizim hizmetçilerimizi, çoban ve kölelerimizi biz­den üstün tutmaz» derlerdi. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [80]

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimize soruldu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! Kimler A'raf ehlidir? Cevap verdi:

  Babalarına karşı âsi ve günahkâr oldukları halde öldürülen (şe-hît edilenlerdir. Allah yolunda öldürülmeleri Cehennem'e girmelerine; ba­balarına karşı âsi olmaları Cennet'e girmelerine engel olur.» [81]

Diğer bir rivayette naklettiğimiz hadîsin sonunda şu cümleye de yer

verilmiştir: «Bunlar, Cennet'e en son girenlerdir.»

Bedir savaşında öldürülen müşriklere seslenen Allah Resulünün (A.S.) şöyle buyurduğu sahîh rivayetle sabit olmuştur:

«Ey Ebû Cehl, ey Utbe, ey Rabi'a, ey Şeybe! Rabbınızın (ceza olarak) size va'dettiğini hak olarak buldunuz mu? Doğrusu ben Rabbımın bana va'dettiği (zaferi) hak olarak buldum.»

Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.):

  Ya Resûlellah! Leş haline gelmiş kişilere mi hitap ediyorsun? diye sorunca, Resûlüllah şöyle buyurdu :

  Canımı kudret elinde tutan zata and olsun ki, sizler benim söy­lediklerimi onlardan daha iyi işitir değifsinizdir; ne var ki onlar cevap ver­meye güç getirememektedirler.. [82]

«Sadakanın en üstünü sudur. Duymadınız mı? Cehennem ehli Cennet ehline seslenip, bize biraz su lütfedin veya Allah'ın size verdiği rızıktan verin, diyecekler.» [83]

 

Cennet İle Cehennem

 

<(Cennet Yarâniarı Cenen" nem yaranlarına şöyle seslenirler....»

Bu iki karargahın niteliğini ve niceliğini bilmemiz mümkün değildir. Ancak âyetlerin açık anlatımından bu iki yerin birbirine yakın, yani komşu oldukları; aralarında bir köprü (Sırat) ile irtibatlı bulundukları ve birinin yüce ve sonsuz nimetlerini, diğerinin elîm azabını birbirlerine geçirmeye-cek, hissettirmeyecek kadar aralarında sağlam bir perdenin yeraldığı ve bazan bu perdenin aralanıp ilâhî rahmet ve adaletin nasıl tecelli ettiğinin mutlu ve mutsuz sonuçlarının gösterileceği anlaşılmaktadır.

Nitekim Hadîd sûresinde bu hususa temasla Duyuruluyor ki: rina kapısı bulunan bir sûr çekilir; iç tarafında rahmet, dış tarafında o ci hetten yana azap vardır.» [84]

 

A'raf Ve Orada Bulunanlar

 

<A'raf üzerinde bunların hepsini simalarıyla ta­nıyan adamlar bulunuyor...»

A'raf, Cennet ile Cehennem arasında, her iki tarafa da nazır yüksek­çe bir yerin adıdır. Nitekim bir canlının veya cismin en yüksek noktasına ve bu manayla horozun ibiğine, atın yelesine Arapların ARF dedikleri bilinmektedir.

Ancak bu isim üzerinde ilim adamlarının farklı tesbit ve yorumları ol­muştur :

a)  Müfessir Süddî'ye göre, o yüksekçe yerdeki adamlardan bir kıs­mını Cennet ve Cehennem'dekiler tanıyacakları için onlara «ashab-ı a'raf» denilmiştir.

b)  İbn Abbas'a göre, başkasına nisbetle yüksekçe görünüm arzettiği için bu isim verilmiştir. Aynı zamanda horozun ibiğine benzer bir sûr gö­rünümündedir. İnsanlardan bir kısmı bu sûrda bir süre tutuklanır ki onlar hem Cennet, hem de Cehennem ehli sayılırlar.

c)  Huzayfe'ye göre, A'raf ehli, iyilikleriyle kötülükleri eşit gelenlerdir ki, o yüzden bir süre orada bekletilirler. Sonra Cenâb-ı Hak onları kendi faz! ü keremiyle, lütuf ve insanıyla Cennet'e koyar.

d)  İbn Mes'ud'a göre, kıyamet günü insanlar hesaba çekilirler, iyiliği ağır gelenler Cennet'e girer, kötülüğü ağır basanlar ise Cehennem'e atı­lırlar. İyilik ve kötülüğü eşit gelenler ise, A'raf'ta bekletilirler. Bunlar Cen­netliklere bakınca, «selâm size» derler. Cehennemliklere bakınca, «Rabbı-mız! Bizi zâlim bir toplulukla beraber Cehennemde bulundurma» derler.

e)  Şurahbif b. Sa'd'e göre, babalarından izin almaksızın savaşa ka­tılanlar A'raf ehli sayılırlar.

f)  Diğer bazı ilim adamlanna göre, bunlar zinadan doğanlardır.

g} paşka bir kısmına göre, bunlar fetret döneminde (Hz. İsa ile Hz. Muhammed {A.S.) arasında) gelip geçenlerdir.

h) Bazısına göre ise bunlar müşriklerin ergen olmadan ölen çocuk­larıdır.

i) Tabiînden Mücahid'e göre, bunlar, salih kişiler, dinde bilgili ilim sa­hipleridirler ki, bir süre iki tarafı da görüp seyretsinler diye Cenab-ı Hak onlara bu imkânı bahşeder.

İ) İbn Embarî'ye göre, bunlar peygamberlerdir. Kıyamet ehlinden ay­rılıp tanınmaları için bir süre o yüksekçe yerde bulunurlar.

k} Ebû Miclez'e göre, bunlar meleklerdir; her iki taraf ehlini simata-rıyla tanırlar. Rical tabiri, Allah'ın askerleri sayıldıklarından melekler hakkında da kullanılmıştır.

Ancak Ebû Miclez'in bu görüşüne pek itibar eden olmamıştır. Çünkü Arap dilinde rical kelimesi mutlaka insandan olan erkekler hakkında kullanılır. [85]

Bütün bu rivayetlerin ve yorumların sağlam dayanağı yoktur. Hadîs­ler ise, tek kanaldan (haber-i vahid olarak) geldiği ve bir kısmı zayıf kabul edildiği için farklı yorumlara imkân vermiştir.

İbn Abbas (R.A.)nın görüşü ise ağırlık kazanmıştır. [86]

 

Zalim Bir Topluluğun Vasıfları

 

<<Ev Rabbımız! Bizi zâlim bir toplulukla beraber bulundurma, derler.»

A'raf'ta bulunanların cehennemlikleri, «zâlim bir topluluk» diyerek ta­şıdıkları ve dünyada edindikleri en kötü vasıflarıyla anacakları belirtili­yor. Bundan önceki âyette ise, «Allah'ın laneti zâlimlere olsun», denilerek zulüm ve azgınlıklar içinde bir ömür tüketenlere dikkatler çekildi.

Zuiüm beraberinde birçok kötü vasıfları da taşır; o bakımdan Kur'ân'-da Cehennemliklere zâlimler denilince, icmal yapılarak diğer kötü vasıf­larının da bulunduğuna İşaret edilir. Başka âyetlerle o kötü vasıflan açık­lanarak tafsile doğru gidilir. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz :

1—  Ruh ve vicdanlarını inkâr, inat ve haksızlıkla kirletip kendilerine haksızlık edenler.

2—  Dini, ilâhî emirleri ciddiye almayıp onu gericiliğin, kör taassubun sebebi sayıp Allah'ın hakkına tecavüz edenler.

3—  Dinde maksatlı olarak şu veya bu milletin hesabına yeni şeyler uydurup onu aslından uzaklaştırmaya çalışarak dinî esasları çok dindar görünerek yıkanlar.

4— Dinin hayat damarlarını bile bile kesip onu şekle bağlı kuru bir ibâdet kalıbına sokarak dinî ahlâkı yıkanlar.

5__Dinî kendi kişisel mantığına göre yorumlayıp Allah ve Peygam ziftirada bulunup din adına dini tahrîp edenler.

6—  Dini bazı dindarların söz ve davranışlarıyla değerlendirip asıl kay-âıpa inmeyerek onu küçümseyen ve kötüleyenler.

7—  Maddeyi esas kabul edip her olayı ekonomik açıdan değerlendi­ği* din ve Allah duygu ve düşüncesini afyon sayanlar.

8—  Âhiret'e. inanmayıp dünyada her şeyin zıddına dönüşeceğini var-vıp her türlü sorumluluk duygusunu, vicdan muhasebesini, merhamet

^e şefkati temelinden yıkanlar ve insanı bir robot gibi görüp sonunda pa­ntere dönüşeceğini, ikinci bir hayatın söz konusu olmadığını iddia eden-

9—  İlâhî dinlerin tekâmüle, gelişmeye, ilmî hamlelere, fikir hürriyeti-e ters düştüğünü iddia edip dinin lüzumsuzluğuna, hattâ zararlı oiduğu-a jnananlar.

İşte Kur'ân asıi zalim, zararlı, yıkıcı, bölücü, ahlâk bozucu, insanı ama-, saptırıcı, ruhundaki Allah ve din duygusunu körelticilerin bunlar açıklayarak A'raf'ta yer alanların seslenişindeki hakikati gözle-"jmjzin önüne seriyor. [87]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle Cennetliklerle Cehennemlikler arasında cereyan sek iki önemli safha üzerinde durularak insan duygu ve düşüncesine seS|enildi. Sonra da her iki tarafı görme düzeyinde bulunan A'raf ehlin­den söz edildi. Aşağıdaki âyetlerle insanları ebedî hüsran ve azaptan kurtaracak ve filetlere doğruyu gösterecek bir kitap gönderildiğine dikkatler çekilerek paraların her şeyden önce Kur'ân'ı iyice incelemelerine işaret ediliyor ve Kur'ân'ın inkarcı sapıklar için haber verdiği o elim gün gelmeden dö-nüş yapmalarının mümkün olduğu belirtiliyor. O gün gelince de pişman-l,ğıfi, dönüş yapmanın hiç bir anlamı olmayacağı hatırlatılıyor. [88]

 

Meali:

 

52—  And olsun ki onlara öyle bir kitap getirdik ki, imân edecek bir millete doğru yolu göstermek ve rahmet olmak üzere onu kusursuz bir bilgi ile bir bir açıklayıp (yerli yerince indirdik).

53—  O inatla inkâr edenler O'nun ancak haber verdiği elîm sonucu beklerler. Onun haber verdiği elim sonuç geldiği gün daha önce onu unu­tanlar diyecekler ki: «Gerçekten Rabbımızın peygamberleri hak ile gel­mişlerdi. Bize şefaat edecek şefaatçiler acaba (ortada) var mı ki şefaat etsinler?! Veya geri döndürülürmüyüz ki daha önce yaptıklarımızın baş­kasını yapalım». Onlar cidden zararda kalıp kendilerine yazık ettiler. İf­tira edip durdukları (putlar ve ilâhlaştırdıkları) şeyler yan çizip onlardan uzaklaşmışlardır.

 

Acık Belgeler Karşısında Özrün Yeri Yoktur

 

 <And oJsun ki- onlara öyle bir kitap getir­dik ki,.......... kusursuz bir bilgi ile bir bir açıkladık.»

İlgili âyetlerle kıyametten üçüncü bir tablo gösteriliyor. Dünyada ku­sursuz bir bilgi ile insanın dünya ve âhiret hayatının önemli bölümünü bir bir açıklayan ilâhî kitabın indirildiğini duyabilen, duyma imkânına sahip olan fert, toplum ve milletlerin kıyamette özür beyân etmelerinin hiçbir an­lam ve değeri olmayacaktır. Çünkü fizikötesinden haber veren, insan ru-

hunun açlığını ve boşluğunu giderip dolduran ve insan hayatının anlam ve hikmetini, amaç ve maksadını öğreten ilâhî belgeler noksansız ve ku­sursuz bir bilgi halinde indirilerek insan aklına ve idrâkine ışık tutulmuş­tur. Bu belge ve taşıdığı bilgilere kulak vermeyip kendini bir bakıma iç­güdüsünün emrine terkedenler, bilmelidirler ki en büyük fırsatı zamanında değerlendirmemenin acısını için için çekecekler ve Allah'ın adalet diva­nında itirazların yeri olmadığını anlayacaklar, ama  neden sonra..

Kur'ân'in haber verdiği ikinci hayatın başlamasıyla, ilâhî program ge­reği âhiretle ilgili safhalar bir bir gerçekleşmeye başlar ve işte o zaman İnsanoğulları, peygamberlerin hak ile gönderildiklerini ve ancak hakkı ve doğruyu söylediklerini anlayacak ve o zaman inkârlarından vazgeçip baş­larını eğecekler, itirafta bulunacaklar.

Dünyada putları şefaatçi, ilâhlaştırdıklarını tek kurtarıcı sayanlar bü­yük bir yanılgı içinde bulunduklarını farkedecekler. Şefaatçi sandıkları şe-Kİllendirilmiş taşların, madenlerin o âlemde yeri, yurdu, anlam ve değeri olmadiğınas şahit olacaklar. Allah'a tapar gibi taptıkları fanilerin kendileri­ne bile sahip çıkamadıklarını, ayaklar altında zelil ve hakir kaldıklarını göz­leriyle görüp o çok değerli dünya hayatını berbat ettiklerine hayıflanacak­lar.. [89]

 

İlâhî Kitabın Özellikleri

 

«And olsun ki onlara öyle bir kitap getirdik ki, imân edecek bir millete doğru yolu göstermek ve rahmet olmak üzere onu kusursuz bir bilgi ile bir bir açıklayıp (indir­dik).»

Allah'ın insanlara en son mesajı mahiyetinde olan Kur'ân-ı Kerîm her çağın ilmî buluşlarına, sosyal gelişmelerine, kokuşan toplumların derlenip toparlanmasına, ahlâkan büyük sarsıntı geçiren milletlerin kendilerine ge­lip varlıklarını sürdürebilmelerine ışık tutar, yol gösterir. Duygulara ses­lenir, aklı harekete geçirmeye yönelir, bunun için esaslar, prensipler ge­tirir; ilâhî murada uygun bir düzen kurmaları için gerekli bütün yolları gös­terir.

Kur'ân ilimle, irfanla, yüksek ahlâkla konuşur. Kesin bilgi verir. O ba­kımdan asırların geçmesiyle tazeliğini daha çok korur. Ölçüleri sağlam, fikirleri kusursuzdur. İleride hakikati ayne'l-yakîn görünce mazeret beyân etmeye imkân bırakmayacak açıklıktadır.

Doğru yolu gösterip insanlığa rahmet havası estiren ve kusursuz bilgileri taşıyan Kur'ân'ın bu üç ana vasfını incelediğimizde karşımıza sekiz maddelik bir hayat beyannamesi çıkıyor:

1—  Aileyi sağlam temele oturtan o\\e hukukuyla ilgili esas ve pren­sipler.

2—  Sosyal yapının, din kardeşliği, dayanışma, yardımlaşma ve karcı-tıklı güven duyguları  içinde devamını  sağlayacak emirler, tavsiyeler ve öğütler.

3—  Millî bünyeyi manevî mikrop ve parazitlerden temizleyip koruma yöntemleri; otorite varlığının, idare etme siyasetinin şartlarını ve esasla­rını belirleyen hükümler.

4—  Dine ve sağlam örfe dayalı güzel ahlâkın korunması, ilmî araş­tırmaların hızlandırılması, ilim adamlarına yeterince değer verilmesi için ciddi bir öğretim ve eğitim sisteminin işler hafde olmasıyla ilgili yollar ve yöntemler.

5—  Ay ve güneşin  birer hesap dahilinde bulunduğunu, her birinin kendine has yörüngesinde belirlenmiş bir hızla hareket ettiğini belirten te­me! fikirler.

6—  Göklerin önce gaz halinde olduğuna, sonra yoğunlaşıp katılaştı-ğına delâlet eden belgeler.

7—  Dağların hareket halinde olduğuna, bulutlar gibi geçip gitmekte bulunduğuna dikkat çeken ve bununla yerkürenin dönmekte olduğuna işa­ret eden âyetler.

8—  Her canlının sudan yaratıldığını açıklayan temel bilgiler.

Kur'ân'ın bu ve benzeri yönlerini incelemeden, araştırıp getirdiği ger çekleri öğrenmeden  inkâra  kalkışan bir kişinin cehaleti nasıl paravana edindiğini anlatmaya gerek var mıdır? Artık kıyamet günü böylesinin özür dilemesinin, mazeret beyan etmesinin bir yaran elbette ki olmaz.

Bu, her yönüyle peyzaj mimarinin müstesna güzelliğini kendinde top­layan bir bahçeye, ya da sanat harikası sayılan bir saraya girip oradc sanat güzelliğini göremeyen ve sadece eşyaya kapalı bir gözle bakıp ( kan kimsenin haline benzer. [90]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Kur'ân'ın ilimle sarmaş-dolaş olduğu. Kes bilgiler verdiği ve ilâhî muradı bir bir açıklayıp şüpheleri giderici bir ilik taşıdığı açıklandı. Sonra da Kur'ân'ın hem dünya, hem de âhiret kitabı olduğunun anlaşılabilmesi için mutlaka ilim ve insaf gözüyle incelenme­sinin gereğine işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle insanı hakikatle yüzyüze getirmek için akla ışık tutulup yeterli bilimsel malzeme veriliyor. Astronominin önemi üzerinde durularak kurulu düzenin her parçasında ilâhî patenti görmenin mümkün olduğuna işaretle yaratmanın Allah'a hâs olduğu belirtiliyor. Hayatımızı düzen ve dengede tutmamız emredilerek aşırı gidenlerin Allah tarafından sevilmediği açıklanıyor. Sonra da yeryüzünde bozgunculuk yapmanın ilâ­hî rahmete ters düştüğü ifade edilerek fitne ve fesattan sakınmamız bil­diriliyor. [91]

 

Meali:

 

54— Şüphesiz ki Rabbımiz, gökleri ve yeri altı gün (devir)de yaratan, sonra Arş üzerine saltanatını kurup (şaşmayan kanunlarıyla varlık âlemi­ni belli düzende yaratan); birbirlerini aralıksız izleyip gelen gündüzü gece

ile bürüyen Allah'tır. Güneş, ay ve yıldızları buyruğuna başeğdirerek ya­ratmıştır.

Dikkat edin, yaratma da O'na hastır, emir de O'na hastır. Âlemlerin Rabbı olan Allah ne yüce, ne uludur!

55__ Rabbinize, için için yalvarıp yakararak duâ edin. Çünkü gerçek­ten O, aşırı gidenleri sevmez.

56__ Yeryüzünde -düzeni kurup yörüngesine oturttuktan sonra- boz­gunculuk yapmayın. Allah'a,hem için için korkarak, hem de derin bir umut bağlayarak duâ edin. Şüphesiz ki, Allah'ın rahmeti iyilik üzere davranan­lara pek yakındır.

 

Gökler İle Yerin Altı Dönemde Yaratılması

 

«Şüphesiz ki Rabbınız, gök-leri ve yeri altı gün (devir)de yaratan Allah'tır.»

Kur'ân'da «dönem» veya «devir» diye çevirisini yaptığımız «yevm» ke­limesi kullanılmıştır. Bu, güneşin doğuşundan batışına kadar gecen zaman parçası hakkında kullanıldığı gibi, zamandan kesin belli olmayan önemli bir dönemi veya devreyi de ifade eden bir tabirdir. Rağıb el-Asbahanî de aynı tesbitte bulunarak yevm lafzının birkaç mânaya delâlet ettiğini açıklamıştır. [92]

O bakımdan müfessirlerimizin de çoğu yevm tabirini süresi kesin belli olmayan dönem veya devre olarak yorumlamışlardır. O halde gökle­rin ve yerin altı günde değil, altı uzun dönemde yaratıldığı kesindir. Nite­kim jeolojik araştırmalar da günümüzde buna yakın tesbitler yaparak Kur'ân'ı tasdîka yönelmiştir.

Aslında yukarıdaki âyet Fussilet sûresi 9. âyetle açıklanarak her tür­lü yanlış görüş ve yorum bir tarafa itilmiştir. Göklerin ve yerin altı döne­minin ilk iki devresi yerküreyle ilgilidir. Toprak ve suyun oluşması, sonra da canlılar ve bitkilerin vücut bulması dört ayrı dönemde gerçekleşmiştir.

Allah'ın varlığını ve birliğini isbat, kudretinin benzersizliğini kanıtla­mak üzere akıl sahiplerine bilimsel açıdan araştırma yapmaları için kâi­natın yaratılışı hakkında ipuçları veriliyor, temel bilgiler sergilenerek ko­nuya nereden başlanılacağına ışık tutuluyor ve böylece Fussilet süresin­deki ilgili âyetle göklerin birinci ve ikinci dönemi belirtilirken hepsinin de gaz halinde bulunduğuna dikkat çekiliyor ve üçüncü bir dönemde bunun yoğunlaştığına işaret ediliyor.

Özetleyecek olursak, Kur'ân'ın jeologlarla astronomlara kâinatın (ev­ren) oluşumu hakkında en sağlam temel bilgi verdiğini görüyoruz. Gerek güneş ve yıldızların, gerekse yerküre ve onun uydusu ay'ın oluşumu hak­kında bu açıdan hareket edilmesi hatırlatılıyor. [93]

 

Arş Üzerinde İstiva

 

 «Sonra Arş üzerine saltanatını kurup (şaşmayan kanunlarla varlık âlemini belli düzende yaratmıştır.)»

«İstivâ»tabiri üzerinde hayli durulmuş ve farklı yorumlar yaprfmıştır. Kelime olarak iki, ya da daha fazla şeyin aynı seviyede olduğunu bildir­mek ve bir de bir şeyin dimdik, dengede durmasını anlatmak üzere kullanı­lır. Allah'ın Arş üzerinde istivası, saltanat ve kudretinden kaynaklanıp yük­selen sünnetullah'ın kâinatın her parçasıyla yakından ilgili bulunduğuna ve o nedenle her şeyi, yaratılışındaki özelliğine göre denge ve düzende tut­tuğuna işarettir.

0 halde varlığın her zerresi O'nun koymuş olduğu sünnetle karar kıl­mış, denge sağlamış, düzene ermiştir. Bu bakımdan âyette bir kinaye söz konusudur. [94]

 

Neden Arş?

 

Sahîh hadîslerden edindiğimiz bilgiye göre, göklerle yeryüzü Kürsî'ye oranla çöle atılan bir halka gibidir. Arş'ın Kürsî'ye oranla büyüklüğünü de böyle açıklayabiliriz. Nasıl dünyadan milyonlarca, hatta milyarlarca defa büyük olan yıldızlar varsa, o yıldızlardan milyonlarca, milyarlarca defa bü­yük olan Arş vardır. Allah'ın saltanat ve üstün kudretiyle Arş üzerinde hü­kümran olması bir bakıma kâinat üzerinde hükümranlığını ifade eder. Kâi­natın en büyük parçası üzerinde mutlak tasarrufa sahip olan Allah, en kü­çük parçası üzerinde de elbette tasarrufa sahiptir, demektir.

Göklerle yerkürenin altı dönemde yaratıldığı Kur'ân'ın yedi yerinde tekrarlanmıştır. Dört anlatım arasında az bir fark vardır. Öyle ki A'raf, Yu­nus, Hud ve Hadîd sûrelerinde sadece göklerle yerkürenin altı dönemde yaratıldığı belirtiliyor. Furkan, Secde ve Kaf sûrelerinde ise, göklerle ye­rin ve ikisi arasındaki şeylerin altı devrede yaratıldığı açıklanıyor. Böylece son üç âyet, önceki dört âyeti biraz daha açıklıyor.

Ayrıca her âyet, kendisinden bir önceki ve bir sonraki âyetlere göre değişik bir mana ve uyarı taşır:

1—  A'raf sûresinde kıyametten muhteşem bir tablo çizildikten sonra Kur'ân'ın kesinlik arzeden ilmî ölçülerle indirildiği, doğru yolu göstermede, ilâhî rahmeti gönüllere yansıtmada bilimsel ölçüler içinde açıklayıcı bel­geler taşıdığı belirtildikten sonra İslâm ve Kur'ân'ın ilim ve irfan neşrede­rek parça parça indirildiğine dikkat çekiliyor ve insan aklını harekete ge­çirmek için jeoloji ile astronomi konularında temel bilgiler veriliyor.

2—  Yûnus sûresinde insanlardan bir peygamber gönderilmesinin şa­şılacak şey olmadığı anlatılıyor ve sonra insan aklının ancak bu yolda de­ğer taşıyacağına, meleklerden veya cinlerden peygamber gönderilmiş ol­saydı, akıl, idrâk ve irâdenin değer ölçüsünün kaldırılmış olacağına işaret ediliyor ve hemen sonra göklerin ve yerin altı dönemde yaratıldığı açıkla­narak akla ve irâdeye lâyık oldukları yerin verildiği belirtiliyor. Arş üzeri­ne hükümran olup kâinatı şaşmayan mükemmel bir plânla düzen ve den­gede tutan Allah'ın eşsiz kudretini iyice düşünmemiz ilham ediliyor. Bu düzeyde insan aklının jeoloji ve astronomide gerçeği kavrayabileceği bil­hassa vurgulanıyor.

3—  Hûd sûresinde, her canlının günlük ve anlık yaşayışının ilâhî kud­ret ve onun aralıksız tecellileriyle yönlendirildiği konu ediliyor ve sonra bu­nun ancak akıl yoluyla ve bilimsel araştırma ile anlaşılabileceğine işaret ediliyor ve hemen sonra da ilâhî kudret ve sünnetin gökleri ve yeri altı devrede yarattığına temas edilerek jeoloji ve astronomi açısından ciddi araştırma yapılması için temel bilgi veriliyor.

4 -Furkan sûresinde insanın sudan yaratıldığı veya ondan meydana geldiği ilmî bir esas olarak açıklandıktan sonra kendilerine ne bir yarar, ne de bir zarar vermeye kudreti olmayan putlara tapanların nasıl aptalca bir yol tuttukları açıklanarak gerekli uyarı yapılıyor; sonra bunun aklıse­lim ile bağdaşır yanı olmadığına atıflarda bulunuluyor ve göklerle yerkü­renin ve bu ikisi arasındaki her şeyin altı dönemde yaratıldığı belirtilerek ilmî araştırmaya temel  malzeme veriliyor ve yönlendirici  ışık tutuluyor.

5— Secde sûresinde şüphe götürmeyen kitabın Allah tarafından in­dirildiği açıklanırken bu kitabın özelliklerinin çok ciddi araştırmalarla an­laşılabileceğine işaret ediliyor. Sonra Hz. Peygamber'in (A.S.) böyle bir kitap uydurmasının mümkün olmadığı belirtilirken aklı erenlerin o çağı ve Arap kültür tarihini, ümmi olan (okur-yazar olmayan) Muhammed'in {A.S.) hayatını ve yetiştiği çağı ve çevreyi iyice tetkik etmeleri isteniliyor ve he­men sonra insan aklına ışık tutan göklerle yerkürenin ve bu ikisi arasında-

son üç âyet, önceki dört âyeti biraz daha açıklıyor.

Ayrıca her âyet, kendisinden bir önceki ve bir sonraki âyetlere göre değişik bir mana ve uyarı taşır:

1—  A'raf sûresinde kıyametten muhteşem bir tablo çizildikten sonra Kur'ân'ın kesinlik arzeden ilmî ölçülerle indirildiği, doğru yolu göstermede, ilâhî rahmeti gönüllere yansıtmada bilimsel ölçüler içinde açıklayıcı bel­geler taşıdığı belirtildikten sonra İslâm ve Kur'ân'ın ilim ve irfan neşrede­rek parça parça indirildiğine dikkat çekiliyor ve insan aklını harekete ge­çirmek için [eoloji ile astronomi konularında temel bilgiler veriliyor.

2—  Yûnus sûresinde insanlardan bir peygamber gönderilmesinin şa­şılacak şey olmadığı anlatılıyor ve sonra insan aklının anoak bu yolda de­ğer taşıyacağına, meleklerden veya cinlerden peygamber gönderilmiş ol­saydı, akıl, idrâk ve irâdenin değer ölçüsünün kaldırılmış olacağına işaret ediliyor ve hemen sonra göklerin ve yerin altı dönemde yaratıldığı açıkla­narak akla ve irâdeye lâyık oldukları yerin verildiği belirtiliyor. Arş üzeri­ne hükümran olup kâinatı şaşmayan mükemmel bir plânla düzen ve den­gede tutan Allah'ın eşsiz kudretini iyice düşünmemiz ilham ediliyor. Bu düzeyde insan aklının jeoloji ve astronomide gerçeği kavrayabileceği bil­hassa vurgulanıyor.

3—  Hûd sûresinde, her canlının günlük ve anlık yaşayışının ilâhî kud­ret ve onun aralıksız tecellileriyle yönlendirildiği konu ediliyor ve sonra bu­nun ancak akıl yoluyla ve bilimsel araştırma ile anlaşılabileceğine işaret ediliyor ve hemen sonra da ilâhî kudret ve sünnetin gökleri ve yeri altı devrede yarattığına temas edilerek jeoloji ve astronomi açısından ciddi araştırma yapılması için temel bilgi veriliyor.

Furkan sûresinde insanın sudan yaratıldığı veya ondan meydana geldiği ilmî bir esas olarak açıklandıktan sonra kendilerine ne bir yarar, ne de bir zarar vermeye kudreti olmayan putlara tapanların nasıl aptalca bir yo! tuttukları açıklanarak gerekli uyarı yapılıyor; sonra bunun aklıse­lim ile bağdaşır yanı olmadığına atıflarda bulunuluyor ve göklerle yerkü­renin ve bu ikisi arasındaki her şeyin attı dönemde yaratıldığı belirtilerek ilmî araştırmaya temel malzeme veriliyor ve yönlendirici ışık tutuluyor.

5— Secde sûresinde şüphe götürmeyen kitabın Allah tarafından in­dirildiği açıklanırken bu kitabın özelliklerinin çok ciddi araştırmalarla an­laşılabileceğine işaret ediliyor. Sonra Hz. Peygamber'in (A.S.) böyle bir kitap uydurmasının mümkün olmadığı belirtilirken aklı erenlerin o çağı ve Arap kültür tarihini, ümmi olan (okur-yazar olmayan) Muhammed'in {A.S.) hayatını ve yetiştiği çağı ve çevreyi iyice tetkik etmeleri isteniliyor ve he­men sonra insan aklına ışık tutan göklerle yerkürenin ve bu ikisi arasındg-:

ki şeylerin altı devrede yaratıldığı hatırlatılarak Allah'ın yüce kudretinin kâinat plânında mutlak uygulayıcı ve düzenleyici olduğu çok anlamlı bir ifadeyle işleniyor.

6—  Kaf sûresinde daha güdü bazı milletlerin küfür ve azgınlıkta ıs­rar etmeleri sebebiyle yıkılıp yok edildiklerinin hazîn manzarasını görme­miz için yer yer bir çağın kültürünü yansıtan kalıntılara uğramamız, ha­rabelerin her köşesinde öğüt ve İbret dolu levhaları okumamız tavsiye edi­liyor. Sonra da kalbi, yani akıl ve idraki olanlara; gerçeği öğrenmek için kulak verenlere bunlardan alınacak çok ders ve ibretlerin bulunduğu ha­tırlatılıyor. Hemen arkasından Allah'ın kudret ve kanunlarını, plân ve prog­ramını her parçasıyla yansıtıp birer belge halinde gözlerimizin önüne se­rilen göklerle yeryüzünün ve bu ikisi arasındaki şeylerin altı uzun devrede yaratıldığına, tedrici bir tekâmül kanununun kâinatta hükümran bulundu­ğuna atıflar yapılıyor.

7—  Hadîd sûresinde göklerde ve yerde canlı, cansız her şeyin Allah'ı tesbîh ettiği açıklanıyor. Bununla kâinatın her an bütün atomlarıyla hare­ket halinde bulunduğu belirtiliyor. Her hareketin bir başlangıcına ve bir de hareket ettiricisinin mevcudiyetine işaretle aklımıza malzeme veriliyor. Sonra da düzenli, plânlı hareketin, mutlak bir kudreti isbatladığı dolaylı bir anlatımla işleniyor. Arkasından göklerle yerin altı dönemde tekâmül ede ede vüout bulduğu açıklanıyor.

Kur'ân'ın diğer birkaç yerinde ise, aynı konuya değişik lafız ve anlatım­la değinilerek insan hafızasında silinmez izler bırakılmak isteniyor.

Gündüz ile geçenin birbirini izleyip birbirine bürünmesine gelince : Bu hem dünyanın kendi ekseni etrafında, hem de güneşin çevresinde döndü­ğüne işarettir. Aynı zamanda dünyanın yuvarlak olduğu, gece ile gündü­zün birbirine dolanıp bürünmesi anlatımıyla bildiriliyor. Ancak ifade tarzı açık değil, biraz kapalı ve düşündürücüdür. İnsan aklına değer veren Ce-nâb-ı Hak çoğu zaman konuları yarı kapalı bir üslûp ve anlatımla işler; böylece insana düşünme ve araştırıp inceleme imkânı lütfeder. [95]

 

Güneş Ve Yıldızların Allah'ın Emrine Başeğmesi

 

«Güneş, ay ve yıldızları buyruğuna başeğdirerek yaratmıştır.»

İlgili âyetle fezada bize göre belirgin olan güneş, ay ve yıldızların ilâ­hî emre başeğdikleri açıklanıyor. Bunun anlamı açıktır: Allah'ın kurduğu denge ve düzen şaşmayan kanunlara bağlanmıştır. Gelişigüzel hiçbir şey söz konusu değildir. Kâinatta küçük, büyük her varlık bu düzende yerini almış ve yaratıldığı amaca yönelmiştir. Kâinata hâkim olan O'nun «ol!» emridir. Bu, ezelî plâna göre eşyayı var kılıp tedricen oluşturmayı anlatır. O bakımdan bu emrin kapsamı dışında kalan hiçbir şey düşünülemez. Çün­kü «ol!» emri kudretten kaynaklanır ve kudret ise bütün kâinatı kapsayıp kucaklar..

Güneş'in belli ve belirli ölçü ve nisbette ışık ve enerji yayması da bu emrin gereğidir. Diğer gezegen ve yıldızlar da öyle.. Âyette geçen «mu-sahharat» tabiri, «ol!» emrinin oluşturduğu kanunların kusursuz işleyişini, o kanunlara bağlanan eşyanın yaratıldığı gayeye yönelerek istenilen hiz­meti verdiğini, hiçbirinin bu emrin dışına çıkmadığını, çıkamayacağını ifa­de eder. Biz onu «Başeğmişlerdir» şeklinde kısaltıp çevirisini yaptık. [96]

 

Yaratma Ve Emir O'na Hastır

 

«Dikkat edin, yaratma da O'na hastır, emir de O'na hastır. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yüce, ne ulu­dur!»

Yaratma da O'na hastır, emir de O'na hastır! Yaratmak, bir şeyi yok­luk karanlığından varlık aydınlığına örneksiz ve modelsiz çıkarmak anla­mına geldiği gibi, örneği ve benzeri olanı vücuda getirmek mânasına da gelir. Burada her iki mânaya da delâlet etmektedir.

Birinci manayla yaratma Allah'a mahsustur. İnsanoğlu yoktan hiçbir şeyi var kılamaz. Âyette ifadesini bulduğu gibi, önemsemediğimiz bir siv­risineği bile yaratmaya muktedir değilizdir. İnsan ancak kâinatta mevcut olup üstünde hikmet perdesi bulunan şeyleri icat edebilir. Nitekim çok ya­kın dostunun Edison'a «sen büyük bir dahisin» demesine karşılık, onun, «yanlış düşünüyorsun, ben büyük bir dahi delilim, en büyük dahi O cok Yüce Tann'dır. Biz ancak onun koyduğu kanunları araştırıp ortaya çıkart­maktayız. Olmayan, kâinata konulmayan bir şeyi nasıl icat edebiliriz?» di­yerek beşerin ilâhî azamet karşısındaki aczini dile getirmesi çok anlamlı­dır.

Allah kâinatta milyarlarca canlı, cansız eşyayı yokluk karanlığından yaratıp meydana getirmekle kalmamış, onların herbirinin özelliğine göre, «ol!» emrinin tecellisiyle belli kanunlar koyup eşyayı onlara bağlayarak başıboşluktan kurtarmıştır. Böylece her şey o emre başeğip râm olmuştur. Atom çekirdeğinin etrafında başdöndürücü bir hızla dönen elektronlar na­sıl Allah'ın hilkat kanununa başeğerek hareketlerini kusursuz, fakat programlı şekilde sürdürüyorlarsa, bal ansı da çiçeklerde fotosentez sonucu meydana gelen balozunu emerek midesinde bazı kimyevi değişikliklere uğ­ratıp imal etmekle sünnetullah'a başeğmiştir ve her canlının durumu ken­di hilkat özelliği doğrultusunda böyle sürüp gitmektedir.

Kur'ân'ın açıkladığı gibi, Allah, güneş, ay ve yıldızları; varlıkta var olan her şeyi kendi buyruğuna başeğdirerek yaratmıştır. Çünkü O, âlem­lerin Rabbıdır; her şeyi yaratıp terbiye eden, tekâmül kanununa bağlayıp kemale erdiren, her şeyi türünün özelliğine göre belli bir amaca döndüren yegâne terbiyecidir. [97]

 

Yalvarıp Duâ Etmek

 

«Rabbımza için için yalva­rıp yakararak duâ edin..»

O halde kâinatta mevcut eşyayı yoktan var kılıp denge ve mutlak dü­zen içinde insan oğlunun hizmetine çeviren ve böylece kâinatı kendi buy­ruğuna baş eğdiren, terbiye edip kemale erdiren Aliah, elbette ibâdet edil­meye çok lâyıktır. Hayır ve bereketin, yücelik ve kudretin kaynağı O'dur.. Görebildiğimiz eşyayı bizim için yarattığı kesindir. O halde kâinattan mak­sat insandır. Kâinat insan ile değer ölçüsünü buluyor. İnsanın yaratılma­sından maksat da Allah'ı bilip tanıması, O'na ibâdet edip kudreti önünde eğilmesidir. Her varlık nasıl yaratıldığı gayeye yönelmişse, insan da ya­ratıldığı gayeye yönelmekle yükümlüdür. Aksi halde düzen ve denge dışı­na çıkıp hayatını düzensizliğe itmiş olur. O bakımdan insanoğlu önce vü­cudunun her parçasında o eşsiz kudretin sanatını, hilkat damgasını görüp O'nun huzurunda eğilmelidir. Hem kendi yapısında, hem de milyonlarca halk ve ioat karşısında hayranlık duymamak, gerçeği görmemek körlü­ğün, idraksizliğin tâ kendisi değil midir? [98]

 

Yerkürede Kurulan Düzen Ve Denge

 

«Yeryüzünde düzeni kurup yö­rüngesine oturttuktan sonra bozgunculuk yapmayın.»

Allah'ın yeryüzünde kurduğu düzen, sağladığı denge, her türlü ilmî buluş ve görüşün üstünde bir mükemmellik taşır. Canlılar ve bitkiler ale­mindeki düzen ve dengeyi biz insanlar bozmaktayız. Dünyanın dörtte üçü­nü kaplayan denizleri kirletip ölüdeniz haline getiren yine insanların bilgisizliği değil midir? Bazı hayvanların neslini tüketip dengeyi bozan yine insanlardır.

Görüldüğü gibi hiçbir varlık boşuna yaratılmamıştır. En azından za­rarlı gibi görünen sivrisinek ve karasinek, sağlığımızı tehdit eden batak­lıkları kurutup zararsız hale getirmemize; sokak ve çevremizi temiz tutma­mıza zorlamaktadır. Bunun dışında kuşlardan birçoğu bunlarla günlük gı­dasını elde etmektedir. Daha ne gibi faydaları vardır, bilemiyoruz. Belki yakın geleeekte ilmî araştırmalar bize yeni biigiler, buluşlar ve tesbitler getirecektir.

O halde yeryüzünde bilgisizce hareket edip Allah'ın kurduğu denge sınırlarını aşacak olursak kendi dünyamızın hayat damarlarını kendi aley­himize kesmiş oluruz. Allah ise, hemen her konuda aşın gidenleri sevmez.

Avcılıkta, balıkçılıkta, yeryüzündeki nimetlerden yararlanmada, or­manları kesip ham maddesini kullanmada bilerek hareket etmek,ve öylece ilâhî düzen ve dengeyi korumak zorundayız. Aksi halde cennetimizi cehen­neme çeviririz.

Kur'ân hepimizi şu âyetle uyarmaktadır:

«Yeryüzünde -düzeni kurup yörüngesine oturttuktan sonra- bozgun­culuk yapmayın.» [99]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Allah'ı inkâr etmenin büyük bir haksızlık ve idraksizlik olduğuna işaretle O'nun varlığını isbat eden göklerle yerin ya-ratılışındaki denge, düzen ve mükemmel plân ile programa dikkatler çekil­di. Asıl yalvarıp yakarılaeak, el açılıp istenilecek tek kudretin Allah olduğu hatırlatıldıktan sonra yeryüzünde kurulan denge ve düzeni korumamız emredildi.

Aşağıdaki âyetlerle temelde ciddi eğitim görmenin lüzumu, yeryüzün­deki faydalı bitkiler misal verilerek belirtiliyor. Sonra da öldükten sonra di­rilmenin gerçekleşeceği, yağmur ile yeşeren bitkiler misal verilerek anla­tılıyor. [100]

 

Meali:

 

57—  Ve O Allah ki, (yağmur) rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderir. Nihayet rüzgârlar (yağmur yüklü) ağır bulutları taşır da biz onu ölü bir memlekete sevkedip onunla su indirir ve onunla her çeşit meyvaları, ürünleri çıkarırız. İşte bunun gibi, ölüleri de (diriltip) çıkaraca­ğız. Olur ki, (bunu yeterince) düşünür de öğüt ve ibret alırsınız.

58—  (Toprağı verimli) hoş memleketin bitkisi Rabbının izniyle (ye-şerip) çıkar. Kötü yerin bitkisi ise, işe yaramaz, çıksa da hayırsız çıkar. İşte şükreden bir millet için âyetlerimizi böylece açık seçik bildiririz.

 

İlgili Hadîsler

 

Ebû Hüreyre (R.A.)den yapılan rivayette, demiştir ki: «Mekke yolun­da bulunuyorduk. Şiddetli bir rüzgar çıktı. Hz. Ömer (R.A.), çevresindeki insanlara, rüzgar hakkında size ulaşan bir hadîs var mıdır? diye sordu. Kimseden ses çıkmayınca, ben ona yaklaşıp dedim ki: Ey mü'minlerin emîri! Resûlüllah (A.S.) Efendimizden rüzgarla ilgili şu hadîsi işittim : «Doğ­rusu rüzgar, Allah'ın rahmet ve selâmetindendir. Rahmet İle geldiği gibi azap ile de gelir. Şiddetli rüzgar gördüğünüzde ona sövüp saymayın, Al­lah'tan onun hayırlı olmasını dileyin ve şer olanından Allah'a sığının..» [101]

Diğer bir hadîs :

«Allah'ın benimle gönderdiği doğru yol ve ilim, bol yağmura benzer; araziye isabet eder de onun bir kısmı o suyu kabul eder ve bu sayede bol çayır ve çokça ot yetiştirir. Bir kısmı ise kuru ve sert olur, suyu (emmeyip) üstünde tutar; Allah onunla halkı yararlandırır, ondan hem içerler, hem davarlarını sularlar, hem de ekinlerine su verirler. Bir kısmı ise kaygan­dır, üstünde su tutmaz ve çayır çimen de yetiştirmez. İşte Allah'ın dinini anlayıp da Allah'ın benimle gönderdiğiyle yararlanan ve bunu öğrenip başkasına öğreten kimse île, (onu okuyup) gururundan başını bile kaldır­mayan ve Allah'ın benimle gönderdiği hidayeti kabul etmeyen kimseler de böyledir.» [102]

 

Rüzgarın Müjdeci Olmasi

 

«O Allah ki (yağmur) rahmeti-nin önünde rüzgarları müjdeci olarak gönderir.»

Rüzgar genellikle atmosferde yüksek basınçla alçak basınç alanları­nın yer değiştirmesinden meydana gelir. Öyle ki hava sıcaklığındaki de­ğişmeler rüzgara neden olur. Sıcak bölgeler «alçak basınç», soğuk bölge­ler «yüksek basınç» alanlarını doğurur. İki bölge arasında basınç farkı meydana gelince hava, yüksek basınç bölgesinden alçak basınç bölgesi­ne doğru akar. Şüphesiz ki, bu fiziksel olayı kör bir tesadüf değil, herşeyi bilip takdîr eden Allah'ın ezelî ve ebedî ilim ve kudreti oluşturmaktadır.

Rüzgar bazan rahmet, bazan da azap getirir. Her fiziksel olayda bel­li kanunlar cari olmakla beraber o kanunları sevk ve idare eden görevli meleklerin bulunduğu muhakkaktır. Ne var ki, insanoğlu ancak gözleriyle görebildiğine, deney ve gözlemle elde ettiğine inanır da onun ötesindeki gizli kuvvetleri idrâk edemez. Onun için kâinattaki düzeni, cereyan eden olayların hikmet ve esrarını az-çok bilmeye ve bunun da ötesine inanmaya ihtiyaç vardır. Sadece rüzgarların şiddetini, saniyedeki hızına göre derece­lendirmesini bilmek kâfi değildir. Örneğin, 7 derece 12-14 metre hızla ese­ne «fırtınalı rüzgar» denilir. 8 ve 9 dereceler «hafif bora» diye anılır. 10 derecede olup hızı saniyede 20-25 metreyi bulan şiddetli hava akımı «bora» diye tarif edilir. Fırtına ise, 25-30 metre hızia esenidir. Saniyede 30 metre­den yukarısı «tayfun» ya da «kasırga» diye adlandırılır. Bu, ağaçları kö­künden sökecek bir güçtedir. Kur'ân yer yer rüzgarın getireceği rahmet­ten söz ederken meydana getireceği azaba da dikkatleri çeker.

Peygamber (A.S.) okulunun seçkin talebesi İbn Ömer (R.A.) bu konu­da şöyle demiştir ■: «Rüzgarlar (riyah) sekiz türlüdür; Dördü azap, dördü de rahmettir. Azap olanları: Kasıt, âsıf, sarsar, akıym adıyla anılmıştır. Rahmet olanları: Naşitat, mübeşşirat, murselat ve zariyat diye zikredil­miştir.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz rahmet ve azap getiren rüzgarlara temas­la şöyle buyurmuştur: «Ben saba rüzgarı ile yardım gördüm. Âd (kavmi) debur rüzgarı (batıdan esen kasırga) ile helak edildi. Cenub da Cennet rüzgarındandır.» [103]

Atmosferdeki nemin yağmur haline gelmesine, nemli rüzgarların dağ­lar boyunoa yükselirken soğuk hava ile teması; alçak basınç alanlarında yükselen havanın, yükseldikçe soğuması; havanın rüzgarla sıcak bölge­den soğuk bölgelere sürüklenmesi sebep olur.

O halde bulutlarla temas sağlayan rüzgarın yağmurdan önoe esip gelmesi, yağmur yağacağının habercisi sayılır. İlgili âyette bu olay ilâhî rahmet olarak vasıflandırılıyor ve üzerinde düşünüp O'nun kudretini iyi ta­nımamız isteniliyor. [104]

 

Bitkilerin Yeniden Yeşermesi Ölülerin Dirilmesi

 

«İşte bunun gibi, ölüleri de (diriltip) çıkarırız!»

Kur'ân burada dikkat çekici bir benzetme yapmaktadır. Hayatın sırrı, özü ve mayası nasıl tohum ve çekirdeğin içinde gizlenmiş ve şartlar, or­tamlar elverdiğinde fışkırıp ikinoi bir hayata dönüş başlıyorsa, insanın da ruhundaki hayat nüvesi beden kabuğuna bürünmekte ve kabuk iyice ol­gunlaşıp duraklama ve sonra da ölme devresine geldikten sonra ruhtan miras kalan hayat sırrından bir kıvılcımı kuyruk sokumundaki hardal ta­nesi kadar küçük kemik kendinde gizlemektedir. Bu kemiğin toprağa inti­kali ve Allah'ın dilediği kadar orada kalıp şartlar ve ortam elverdiği za­man yeniden yeşerip ikinci hayata başlaması, bitkilerin yeşerip dirilmesine pek yakın bir anlam taşır.

Buna işaretle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in şöyle buyurduğu tesbtt edilmiştir:

«İnsanın her şeyi çürür, ancak kuyruk sokumundaki küçücük kürem-si kemik çürümez. Yaratma ondan oluşup meydana gelir.»

«Ademoğlunun tamamını toprak yiyip bitirir, ancak acbü'z-zeneb (kuy­ruk sokumundaki küçücük yuvarlak kemik) müstesna. Âdemoğlu ondan yaratılmıştır ve ondan oluşup meydana geiir.» [105]

İkinci hadîste «ademoğlu ondan yaratılmıştır» cümlesi üzerinde du­ran Münâvî diyor ki: «Kıyamette yaratılacağı, yani ademoğlu Kıyâmet'te o kemikten yaratılacaktır, ihtimali daha zahirdir.» Çünkü Allah'a göre geç­miş, gelecek diye bir zaman ayrımı söz konusu değildir. İlmi, kudreti ve rahmeti ezelle ebedi kapsayıp kuşatmıştır. Onun katında aerçekleşeceği kesin olan bir olay, gerçekleşmiş kabul edilir. O bakımdan Kur'ân'd" birkaç yerde İsrafil'in Sur'a üflemesi konu edilirken geçmiş zamanla ilgili fiil kullanılmıştır.

Sözünü ettiğimiz benzetme, daha iyi düşünmemizi ilham ediyor. Mev-lâna'nın dediği gibi, tohumun yeniden hayata dönmesi, toprağa düşmekle gerçekleşir. İşte insan da öyle...

İlim, bitkilerin kendilerine has şartları ve ortamları içinde yeniden ye-şerip hayat bulmasının neden ve niçinini,(sebep ve illetini) keşfetmiştir. Ama insanoğlunun ölüp topraklaştıktan sonra dirileceği hakkındaki ilâhî plân ve programı henüz anlayamadığı gibi reddi hususunda doyurucu, tat­min edici delil de getirememiştir. O yüzden bazan şüpheci, bazan da in­karcı olmuştur. Zira bitkilerin yeniden yeşermesi hakkındaki deney ve gözlem kesin sonuç vermiştir. İnsanın dirilmesi hakkında ne deney, ne de gözlem imkânı vardır. Bunun bağlı bulunduğu kanunları bilemediği için de bir sonuç elde edememiştir.

Kur'ân, bitkilerin kuruduktan sonra yeniden yeşermesini misal verir­ken tohum ve çekirdeğin kendinde nasıl bir hayat taşıdığına ve vasatı bu­lunca gizlediği bu hayatın nasıl açığa çıktığına parmak basarak tohum hücreleri üzerinde durmamızı ve bu acıdan incelememizi hatırlatıyor.

Yukarıda sahîh kaynakların tesbit ettiği kuyruk sokumundaki boncuk kadar kemikte de bir hayat sırrının bulunduğu, vakti gelip şartlar elverince o hayatın ortaya çıkacağı temel bilgi olarak veriliyor. Tohum nasıl topra­ğın altında çürümüyorsa, o kemik de çürümüyor veya uzun bir süre geç­tikten sonra yeniden oluşup insan nüvesini bizim henüz bilmediğimiz şe­kilde muhafaza ediyor. O bakımdan ilim adamlarının bu konu üzerinde ciddi ve yorucu bir araştırma yapması çok yerinde olur, kanaatmdayım. [106]

 

Toprağı Verimli Hale Getirmek

 

«(Toprağı verimli) hoş memleketin bit­kisi Rabbıntn izniyle (yeşerip) çıkar.»

Mealindeki âyetle hayat için sadece yağmurun yeterli olmayacağı, onunla birlikte toprağın da elverişli olmasının gereği belirtiliyor. Burada Al­lah'ın kendi kudretine düşeni kusursuz yapmasına karşılık olumlu sonuç elde edebilmek için insan da kendine düşeni yapmak zorundadır, hikmeti ortaya çıkıyor. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanların güç ve kudretinin yetmiye-ceğini kendi üzerine almış, onların kudretinin yeteceğini onlara bırakarak kullarıyla kendi arasına bir kudret, imkân ve irâde sınırı koymuştur. O hal­de insan kendi güç ve kudretinin yeteceği sınıra vardığı takdirde ilâhî kud-retin hazırlayıp verdiği nimetlerden yararlanabilir.

Toprağı çoraklıktan kurtarmak, onu verimli hale getirmek insanın güç ve kudreti dahilindedir. Sebepleri oluşturup yağmur yağdırmak ise Allah'a aittir.

Çalışıp şükretmesini bilen bir millet için hayat yolunu aydınlatan ilâhî âyetler çok açık bilgi vermekte, insana yol göstermektedir. [107]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Allah'ın insanlardan yana olan geniş rah­metinden ve onun açık belirtilerinden biri olan yağmur ve bitkiden söz edildi. Sonra da nefis bir benzetme yapılarak ölülerin dirilmesine bitkile­rin yeniden yeşermesi misal verildi. Arkasından iyi huylu insan ile kötü huylu insana işaretle verimli toprakla verimsiz toprak konu edildi ve yağmurdan yararlanabilmek için toprağın ıslâhı cihetine gidilmesinin lü­zumuna işaret edildi. Böylece insanların da ilâhî rahmetten yararlanabil­meleri için ciddi bir eğitimle ıslâh edilmelerinin gereğine atıf yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle inkâr ve azgınlıkta ısrar edip ijâhî rahmete ken­dini hazırlamayan Nuh kavminin elim sonucu üzerinde durularak, ferdin ıslaha ihtiyacı olduğu gibi, aile ve toplumların da ıslahına büyük ihtiyaç bulunduğu belirtiliyor ve gereken uyarı yapılıyor. [108]

 

Meali:

 

59—  And olsun ki Nuh'u, kavmine peygamber olarak gönderdik;«ey kavmim, dedi, Allah'a ibâdet edin. Sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben üzerinize büyük bir günün azabının (inmesinden) endişe du­yuyorum.

60—  Kavminden ileri gelenler ona : «Doğrusu biz seni açık bir sapık­lık içinde görüyoruz,» dediler.

61—  O, ey kavmim, dedi, bende hiçbir sapıklık yoktur; ama ben âlem­lerin Rabbından (size) gönderilen bir peygamberim.

62—  Rabbimin vahyettiği buyrukları size teblîğ ediyor, size öğüt ve­riyorum ve ben sizin bilmediğinizi Allah'tan (vahiy yoluyla alıp) biliyorum.

63—  (Allah'tan) korkup kötülüklerden sakınmanız ve merhamete eriş­meniz için sizi uyaran sizden bir adam aracılığıyla Rabbınızdan bir haber gelmesine mi hayret edip şaşıyorsunuz?

64—  Buna rağmen onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide berabe­rinde bulunanları kurtardık ve bizim âyetlerimizi yalanlayanları (tufanda) boğduk. Çünkü onlar kör bir topluluktu.

 

Olaylar Arasında Benzerlik

 

«Tarih tekerrürden ibarettir» sözünde hakikat payı büyüktür. Kur'ân1-da ilgili âyetlerle değişik zamanlarda peygamberlere karşı gelenlerin sah­neye koydukları oyunlar arasında benzerlik bulunduğu açıklanıyor.

Önce insan vicdanına seslenen, sonra duygusunu kamçılayan, sonra da aklına ışık tutan peygamberler, bu üç kademeli eğitim metoduna göre, ilâhî nimetlerin düzenli ve dengeli sergilendiğini, hayatın asıl anlam ve amacının neler olduğunu, âhiret hayatının lüzum ve hikmetini belirterek sorumluluk duygusunu harekete geçirmeyi cok duyarlı şekilde kalblere iş­lemekle görevlidirler. Sonra da Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin sı­nırsızlığına, koyduğu kanunların şaşmazlığına aklî ölçüde belgeler sunar­lar; böylece vicdanla duyguyu ve aklı birleştirip hakikata yöneltirler.

İşte bu yüce amaçlar doğrultusunda yapılan uyanlara kulak ve gö­nüllerini vermeyen topluluk ve milletlerin kendilerini nasıl bir felâkete sü­rükledikleri anlatılıyor ve olaylar arasındaki benzerlik söz konusu ediliyor. Nuh Peygamber'in (A.S.) karşısına çıkan küfür ve şarlatanlığın bir benze­ri ve hatta daha beteri Hz. Muhammed'in (A.S.) karşısına çıkmıştır. [109]

 

Kur'ân'da Geçmiş Olayların Detayına İnilmez

 

Kur'ân'da, ilâhî metotlardan biri de şudur: Gelmiş geçmiş bütün peygamberler ve hükümdarların hayatı, yaşadıkları tarih ve çağ, uygula­dıkları kanunlar ve yöntemler üzerinde durulmaz. Milletleri yükselten ve­ya düşürüp yok eden ana sebepler üzerinde durulur ve olayların can alıcı noktalarına atıflar yapılarak ibret ve öğüt alınacak safhalarına yer verilir. Çünkü Kur'ân bir tarih kitabı değildir. Daha çok Asya ve Afrika kıtaların­da ismi duyulan ve kalıntıları henüz silinmeyen bazı peygamberlerin ve hükümdarların mücadelesinden, insanların nasıl köleleştirildiğinden ve ve baştaki liderlerin idareleri altındaki kitleyi nasıl uçuruma sürüklediğin-

den önemli pasajlar seçilerek verilir ve Hz. Muhammed'in (A.S.) dün ve bugün karşısına çıkan küfür, cehalet, inat ve şiddetin daha önceki pey­gamberlerin de karşılarına çıktığı, olaylar arasında büyük bir benzerliğin bulunduğu ve tarihin tekerrürden ibaret olduğu çok açık ve net hatlarıy­la gözlerimizin önüne serilir.

O halde gelip geçen peygamberlerin ve ünlü hükümdarların hayat hi­kâyeleri Kur'ân'da teferruatıyla aranmamalıdır. Çünkü o bir hikâye kitabı da değildir. Geçmişte cereyan eden önemli olayların ibretli safhalarını ha­tırlatıp onlardan ders ve ibret almamızı emreder. Geçmişi bilip geleceğe hazırlanmamızı isterken, muhtaç olduğumuz bilgiyi vermekle yetinir. Yıkı­lıp yok edjlen bazı kavimleri misal verirken yer yer tarihin ayrı bir döne­minin ağıtını söyleyen harabeleri gezip görmemizi teikîne çalışır. [110]

 

Tevrat'ta Nuh Tufanı Biraz Daha Detaylı Anlatılır

 

Tevrat, geçen asırlarda insan elinin maksatlı ve bilgisizce uzanma­sından dolayı yer yer değişikliğe uğratılmış ve bazı bölümleri anlaşılmaz hale sokulmuştur. O sebeple ilâhî sözlere insan sözü karışarak sadeliği zedelenmiştir. Bununla beraber yer yer ilâhî beyanlar hâlâ boncuklar ara­sında bulunan kıymetli bir taş misali kendini göstermektedir. Nuh tufa­nıyla ilgili Tevrat'ın açıklamalarını şöyle özetleyebiliriz :

1—  Allah insanları, işledikleri küfür ve tuğyan sebebiyle yarattığına pişman olmuştur.

2—  Yeryüzündeki insanların hepsi   bozulmuştu.   Yeryüzü   zorbalarla dolmuştu.

3—  Allah insanların ve canlıların hepsini yeryüzüyle birlikte yok et­meyi dilemişti.

4—  Nuh'a gemi yapması emredilmişti. Geminin uzunluğu üçyüz ar­şın, genişliği elli arşın, yüksekliği otuz arşın idi ve üç kattan ibaretti. İçi dışı ziftlenmişti.

5—  Nuh ve hanedanı, sonra da her canlı hayvandan birer çift veya yedişer çift gemiye alınmıştı.

6— Yağmurlar boşalmaya başlamış, kısa zamanda sular dağların te­pesine erişmişti. Kırk gün kırk gece yağmur yağmıştı. Sular onbeş arşın daha yükselmişti. Yeryüzünde hareket eden her canlı helak olmuştu.

7— Yüzelli gün sonra sular çekilmeye başlamış ve gemi ARARAT da­ğı üzerine karar kılmıştı.

8—  Nuh, suların çekilip çekilmediğini tesbit etmek için güvercini sa­lıvermiş, ikinci salıvermesinde güvercin, ağzında yeşil zeytin dalı iie gel­mişti.

9—  Rab, bir daha böyle helak edici bir tufan vermeyeceğini söyledi.

10_ Yeryüzündeki insan dahil bütün canlılar helak olduktan sonra insanlar yeniden Nuh'un oğullarından üreyip çoğalmışlardır.

11— o sırada Nuh 600 yaşında bulunuyordu.

Tevrat'ın Tekvin bölümünden Nuh Peygamber hakkında özetle­diğimiz onbir maddeyi Kur'ân'ın ışığında incelediğimizde, aradaki farkı ve konuyla ilgili gerçeği daha iyi anlamış oluruz :

Önce pişmanlık duygusu insana has bir sıfattır. Allah hakkında kul­lanılması caiz değildir. Çünkü Allah beşerî bütün sıfatlardan münezzehtir.

Sonra, Nuh Peygamber bütün insanlara ve milletlere gönderilen bir resul değildir. O, sadece yaşadığı muhit ve bağlı bulunduğu bölge sakin­lerine gönderilmiştir. Kur'ân bunu kavim tabiriyle açıklıyor. Nuh Pey-gamber'e baş kaldırıp küfür ve azgınlığını artıran sadece bu kavim veya millettir. Yeryüzündeki bütün kavim ve milletlere o günkü şartlar karşısın­da bir peygamberin sesini duyurması mümkün değildi. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimizden yapılan sahîh tesbite göre şöyle buyurmuştun «Bana beş şey verildi ki onlar benden önceki peygamberlerden hiçbirine verilme­miştir: 1. Bir aylık mesafede korkum (düşmanlarımın kalbine atılmak)fa yar­dım gördüm. 2. Yeryüzü bana mescid ve temiz (ve temizleyici) kılındı; üm­metimden hangi adama (nerede) namaz vakti gelip ulaşırsa (orada) na­maz kılsın. 3. Ganimetler bana helâl kılındı, benden önce hiç kimseye helâl kılınmadı.. 4. Şefaat bana verildi. 5. (Benden önce) peygamber sadece kendi kavmine gönderilmiştir; ben ise bütün insanlara gönderildim.» [111]

O halde tufan Tevrat'ta belirtildiği gibi, yeryüzünü kaplayacak ve bü­tün kavim ve milletleri yok edecek, umumi şekilde değil, Kur'ân'da işaret edildiği gibi bölgeseldir; sadece Nuh Peygamber'in kavmi tufan felâketine uğramıştır. Bu da önemli bir bölgeyi kapsar genişlikte idi. Çünkü Nuh Pey­gamber 950 yıl yaşamıştır. Onun bu uzun ömrüne bakılınca belli bir böl­geyi Hakk'a davetle görevli olduğu kendiliğinden anlaşılır.

Hem Allah'ın değişmeyen sünnetullah'ından biri de, peygamber gön­dermedikçe azap etmemesidir. Kur'ân'da İsra sûresi 15. âyette bu sünnet şöyle açıklanmıştır: «Ve biz peygamber göndermedikçe azap ediciler de değiliz..»

Tevrat'ın bu kısmına da insan eli dokunup tahrif edildiği rahatlıkla anlaşılıyor.

Aynı zamanda bir kavmin veya milletin küfür ve azgınlığı sebebiyle yeryüzündeki bütün canlıları yok etmenin makul bir yanı yoktur. Tufan felâketinin meydana geldiği bölgede yaşayan canlıların yok olması kesin­dir. O bakımdan gemiye alınan birer çift hayvan, sular çekildikten sonra salıverilerek üremeleri sağlanmıştır. Tevrat'ın «Allah canlıların hepsini yer­yüzüyle birlikte yok etmeyi dilemişti» beyânı da tahrife uğrayan belgeler­den biridir. [112]

 

Hayvanları Koruma

 

Ayrıca Nuh tufanıyla ilgili âyetlerin delâletinden şu önemli husus da anlaşılmakta, Cenâb-ı Hakk'ın hayvan türlerinin korunmasını, nesillerinin tükenmemesini her zaman istediğine işarette bulunulmaktadır. Çünkü an-latıian her kıssadan alacağımız birçok öğüt, ibret ve dersler söz konusu­dur.

Tufandan sonra suiar çekilmeye başlayınca geminin ARARAT dağın­da karar kıldığına gelince, bu, Kur'ân'da belirtilen Cudi dağının diğer bir adı veya Ağrı dağına o gün için verilen bir isim olabilir. [113]

 

Nuh Peygamber Hangi Asırlarda Yaşamıştır?

 

Nuh Peygamberin, Kur'ân'da isimleri açıklanan peygamberler dizisine bakılınca Adem (A.S.)den sonra dördüncü peygamber olduğu sanılırsa da bu kesin değildir. Çünkü Kur'ân'da sadece az-çok yeryüzünde kalıntıları bulunan ve daha çok dünya nüfusunun önemli kısmını kendinde barındı­ran Asya kıtasında yaşayıp isimleri duyulan kavimlerden ve onlara gönde­rilen peygamberlerden yer yer bahsedilir ve her millet ve her kavma bir peygamber gönderildiği açıklanarak, yol gösterici gönderilmedik bir böl­ge bulunmadığı hatırlatılır.

Ancak Nuh Peygamber'in İbrahim Peygamber'den çok önce gelip geç­tiği bilinmektedir. Hangi asırlarda geldiği kesin tesbit edilememiştir. Tev­rat tufan koptuğunda Nuh'un 600 yaşında olduğundan söz ederken Kur'­ân'da onun 950 yi! yaşadığı yazılıdır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur'ân'da tarih, hatta çoğu zaman coğrafya üzerinde durulmaz, meydana gelen önemli olayların ibret ve öğüt dolu safhalarına yer verilerek, tarihî araştırma tarihçilere bırakılır. [114]

 

İleri Gelenlerin Küfür Ve Azgınlığı

 

Kavminden ileri gelenler ona: Doğrusu biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz, dediler.»

Nuh kıssasında ilâhî beyândan anlıyoruz ki, gönderilen her peygam­berin karşısına daha çok refah içinde olan ülkenin ileri gelenleri çıkmıştır. Zira ciddi ve seviyeli dini, ahlâkî eğitim görmeyen servet ve makam sa­hiplerinin yaşayıştan, peygamberlerin getirip teblîğe çalıştıkları esas ve prensiplere ters düşmekte ve bu yüzden ilk muhalefet sesi onlardan gel­mektedir.

Diyebiliriz ki, maddeyi ön plâna alanlar hemen her devirde ahlâksızlı­ğı, bozgunculuğu körükleyenlerin öncüleridirler. Kur'ân'da geçmiş millet­lerin küfür ve tuğyanından söz edilirken özellikle bu şımarıklara dikkatler çekilir ve halk tabakasını saptıranların bunlar olduğu çeşitli ifadelerle be­lirtilir. Böylece her cağda ortaya çıkan önemli meseleleri biraz da bu açı­dan inceleyip değerlendirmemiz istenilir. Gerek Mekke'de, gerekse Medi­ne'de Hz. Muhammed'in (A.S.) karşısına dikilen ve Hakk'ın amansız düş­manı olma hüviyetine girenlerin biyografisine baktığımızda, çoğunun refah içinde yüzen servet ve makam sahipleri olduğunu görürüz. [115]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkâr, azgınlık ve ahlâksızlığı kendine şiar edi­nen Nûh kavminin hazin sonu, kalblere neşter vururcasına işlendi. Kalble-ri körelmiş bir milletin kendi akibetini tayin ettiğine işaretle, yaşamakta olan toplum ve milletlere ibret alınacak tarihî bir tablo gösterildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Nuh kavminin uğradığı feci azaptan ibret alma­yan Âd kavminden söz ediliyor. Hûd Peygamberin bütün uyarı ve irşatla­rına kulaklarını tıkayan o milletin de sonunda haritadan silindiği açıklana­rak ibret ve öğüt dolu ikinci bir tablo gafillerin gözleri önüne seriliyor. [116]

 

Meali:

 

65—  Âd Kavmine de kardeşleri Hûd'u (peygamber olarak) gönderdik. «Ey kavmim! dedi, Allah'a ibâdet edin; sizin O'ndan başka tanrınız yok­tur. Artık (Allah'ın buyruklarına karşı gelip azgınlıkta bulunmaktan) sa­kınmaz mısınız?»

66—  Kavminden inkarcı ileri gelenler, ona : «Doğrusu biz seni bir be­yinsizlik ve çılgınlık içinde (bocalar) görüyor ve gerçekten seni yalancı­lardan biri sanıyoruz» dediler.

67—  «Ey kavmim! dedi, bende beyinsizlik ve çılgınlık yoktur; ama ben gerçekten âlemlerin yegâne Rabbından   (görevlendirilip   gönderilen)   bir peygamberim.

68—  Size Rabbımın vahiy ile inen buyruklarını tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm,

69—  Sîzi uyarmak için aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbınızdan bir haber gelmesine mi hayret ediyorsunuz?! Allah'ın Nûh kavminden son­ra sizi onların yerine getirdiğini ve yaratılışta size güç, beden yapınızda fazlalık verdiğini bir düşünün! Allah'ın nimetlerini hatırlayın. Olur ki, kur­tuluşa erişirsiniz.»

70—  Onlar,   «Yalnız  Allah'a   ibâdet   etmemiz  ve   babalarımızın ibâ­det edip taptıklarını terketmemiz   için   mi   geldin!   Haydi   eğer   doğrular­dan isen bizi tehdit edip durduğun azabı getir» dediler.

71—  O da, «şüphesiz ki Rabbınızdan üzerinize bir murdarlık ve bir de gazap inmesine lâyık oldunuz. Siz, sizin ve babalarınızın ad taktığınız putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz?! Allah o putlara hiç de böyle bir  tapma   hususunda   belge ve kanıt indirmemiştir.     Artık gelecek ka­zayı bekleyin; çünkü ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.»

72—  O sebeple biz Hûd'u da, onunla beraber olanları da katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayıp iman etmemiş olanların kökünü kestik.

 

Âd Kavmi

 

Âd kavminin Umman ile Dahraman veya Umman ile Aden'in doğusu­na düşen Hadramut arasındaki kesimde yaşadığı sanılmaktadır. Tarihi ke­sin olarak bilinmemektedir. Ancak son yarım asır içinde elde edilen kalın­tılar bazı ipuçları vermektedir.

Siyerci İbn İshak'ın Kelbî'den yaptığı rivayete göre, Âd kavmi putpe­rest bir millettir. Semûd ve Hetar adında iki de büyük putları bulunuyor­muş. Allah onları uyarmak için, soyca kendilerine kardeş sayılan Hud Pey­gamberi göndermiştir.

Sözü edilen kavmin insanlarının fiziksel yapıları itibariyle iriyarı ol­duğuna Kur'ân'da yer yer temas edilir. Anlaşılan odur ki, Âd kavminin ge­rek irsî özellikleri, gerekse iklim şartları vücut yapılarının gelişmesinin baş­lıca nedeni gösterilebilir.

Batılı tarihçilere ve araştırmacılara göre, bu milletin dört ayrı tanrısı varmış: Sakiye, Hafize, Razıka, Salime. Birincisinin yağmur verdiğine, ikin­cisinin tehlikelere karşı koruyucu olduğuna, üçüncüsünün rızık verdiğine, dördüncüsünün hastalıklara karşı şifa dağıttığına inanılırmış..

Kur'ân'da Nuh olayından sonra Âd kavminden ve putperest olan hal­kının iri cüsseli, güçlü kuvvetli bulunduklarından söz edilmesi çok anlam­lıdır.

Nuh Peygamber devrinde küfürde ısrar eden azgınları yok etmek için kopan tufan nasıl büyük bir ilâhî uyarı ise, sekiz gün aralıksız esen şiddet­li kasırganın evleri yıkıp ağaçlan kökünden söküp koparması; güçlü, boylu ve mağrur inkarcıların birer tüy gibi yerlerinden alınıp taştan taşa çarptırıl­maları da geride kalanlara ve yaşamakta olan milletlere düşündürücü bi­rer ibret ve öğüttür.

Mekkeli putperestlerin zaman zaman dikkatleri Âd kavminin kalın­tılarına çekilerek kendilerinden daha geniş nimetlere erişen, daha güçlü ve yetenekli olan bir milletten geriye sadece acı hatıraların kaldığı ve kur­dukları medeniyetten (!) taş yığınlarından başka bir şeyin kalmadığı hatır­latılıyor. Aynı inkâr, aynı azgınlık ve ahlâksızlığın tarihte hiçbir millete ve topluluğa hayır ve mutluluk getirmediğine işaretle Mekkeli'lerin saltana­tının yıkılıp yok olma günlerini^ yaklaştığı dolaylı şekilde anlatılıyor. [117]

 

Bazı Milletler Neden Yok Edilmişlerdir?

 

İlk bakışta gerek Nuh Peygamber'in, gerekse Hud Peygamber'in ka-

vitnleri, inanmadıkları, azgınlık gösterip kötülüklere daldıkları, ileri gelen­lerinin ölçüsüz şımarıklıkları ve kendilerini uyaran peygamberleri yalanla­dıkları için ilâhî gazaba uğratıldıkları anlaşılıyor. Ama gerek tufan, ge­rekse sekiz günlük kasırga olayı, belli nedenlerle oluşur ve hâlen de dün­yanın bazı bölgelerinde zaman zaman, yer yer meydana gelmektedir. Bun­ların çoğunu araştırdığımızda ilâhî gazapla ilgili olduğu sonucuna bizi gö­türmüyor. O halde Kur'ân'da bununla ilgili acık anlatımın asıl anlamı ne­dir?

Önce şunu .belirtelim ki, kâinatta meydana gelen bu ve benzeri her olayın daha cok fiziksel acıdan birtakım sebepleri vardır. Mu'cize ve ke­ramet dışında hiçbir olay illet-malûl düzeyinde sebepsiz meydana gelmez. Gerçek bu olunca, sebep ve illetleri, hedefinden saptırmadan belli kanun­lara bağlayıp idare eden kimdir? Diğer bir tabirle sebep ve illetlerin bir ucu hangi kudrete bağlı bulunuyor?

Bunları idare eden ve belli kanunlara bağlayıp tasarrufu altında tutan bir kudret yoktur dersek, o zaman bu sebep ve illetlerin kendiliğinden olu­şup düzene girdiğini, hedefinden şaşmayan belli kanunları vücuda getir­diğini iddia etmiş oluruz ki, bu bizi müsbet bir yargıya götürmez. Çünkü her olayın birtakım sebep ve illetlere, onların da cari bazı kanunlara da­yanması ve cok düzenli, ölçülü ve dengeli sürüp gelmesi tesadüflere bağ­lanamaz, yani tesadüfler hata yapmadan bir dizi sebepleri oluşturup mü­kemmel fiziksel sistemler ve olaylar meydana getiremez.

O halde olayların sebep ve illetlere sistematik bağlılığı ve sebeple il­letlerin şaşmadan hedefine yönelmesi, mükemmel bir plân ve programın varlığına delâlet eder. Ortada tesadüflerin oluşturamayacağı mükemmel bir plân ve program varsa, mutlaka bir planlayıcı ve proğramlayıcı da var­dır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, sebep ve illetleri oluşturan Allah, ezelde belli kanunları plânlayıp hayat çarkının belli ölçüler içinde dönmesini sağ­lamıştır. Ancak gerektiğinde genel kurai ölçüsü dışında sebep ve illetleri harekete geçirir. Umulmadık bir zamanda bir milleti uyarabilir.

İşte peygamberlerin ardarda gönderildiği çağlarda Allah'ın bu gibi is­tisna teşkil eden müdahaleleri olmuştur. Unutmayalım ki, her olayı sevk ve idare eden görevli melekler vardır ve onlar aldıkları emir gereği hare­kete geçerler ve sebepleri harekete geçirirler. O bakımdan Kur'ân'da yer yer bu inceliğe dikkat çekilerek geçmiş milletlerden bir kısmının kalıntıları­nı inceleyip ibret ve öğüt almamız öğütleniyor. Her olayın sünnetullah doğ­rultusunda meydana geldiği açıklanarak insan aklına ışık tutar anlamda temel bilgiler, ana fikirler veriliyor. [118]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Hakk'a baş kaldırıp inkârda ısrar eden ve gönderilen peygamberi yalanlayıp hayvanı bir hayat sürmeyi tercih eden Âd kavminin ibretli safhalarından bir kaçı açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, geçmiş milletlerin hayatından ve silinip yok edil­melerinden ibret ve öğüt almayan Semûd kavminin ve kendilerine peygam­ber olarak gönderilen Salih Peygamberin kıssasından ibret alınacak safha­lar anlatılıyor ve Hakk'ın sesine kulak vermeyen bir milletin eninde so­nunda yıkılıp yok olacağı hatırlatılıyor. [119]

 

Meali:

 

73—  Semûd  kavmine de kardeşleri Salih'i (uyarıcı peygamber ola­rak) gönderdik. O da, «Ey Kavmim!» dedi, «Allah'a ibâdet edin; sizin O'n: dan başka tanrınız yoktur. Size Rabbımz tarafından açık bir belge (mu'ci-ze) geldi: Allah'ın (bir süre için kutsal ve dokunulmaz kıldığı) bu dişi de­ve sizin için açık bir alâmettir. Bırakın da onu Allah'ın arzında otlasın ve sakın ona kötülükle dokunmayın, sonra sizi elem verici bir azap yakalayi-verir de (bir daha kurtulamazsınız).

74—  Allah'ın Âd Kavmi'nden sonra sizi onların yerine getirdiğini ve sizi bu topraklara yerleştirdiğini bir hatırlayın; bu toprakların ovalarında köşkler ediniyor, dağlarındaki (kayaları) yontup evler yapıyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini anın, yeryüzünde bozgunculuk yapıp, fesat çıkarma­yın.»

75—  Onun kavminden büyüklük taslayan ileri   gelenleri,   içlerinden küçümseyip hor gördükleri mü'minlere : «Siz, Salih'in   Rabbı   tarafından gönderildiğini sahi biliyor musunuz?» dediler. Onlar da, «şüpheden uzak bir inançla biz O'nunla gönderilene inanıyoruz» diye cevap verdiler.

76-77— Büyüklük taslayanlar, «biz sizin imân ettiğiniz şeyi inkâr edi­yoruz» dediler ve o yüzden devenin bacaklarını kesip onu yere devirdiler de Rablannın buyruğuna baş kaldırıp tuğyan ettiler ve : «Ey Salih! eğer (cidden) peygamberlerden isen bizi tehdit edip durduğun azabı haydi ge­tir görelim» dediler.

78—  Bunun üzerine onları ansızın bir sarsıntı  (müthiş bir deprem) yakalayıverdi, derken bulundukları yerde dizüstü çöküp kaldılar,

79—  Salih de onlardan yüzçevirip ayrıldı ve :  «Ey Kavmim! and ol­sun ki, ben size Rabbımın buyruklarını tebliğ ettim ve size öğütte bulun­dum, ama siz öğüt verenleri hiç de sevmediniz,» dedi.

 

İlgili Hadîsler

 

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hicretin 9. yılında Tebük seferinde Hicir denilen yöreden geçerken Semûd kavminin kalıntılarına yakın bir yerde bir süre mola verdiler. Ashab oradaki kuyulardan su ihtiyaçlarını karşıla­dı ve hamurlarını yoğurup tencerelerini hazırladılar. Bunun üzerine Resû­lüllah (A.S.) onlara tencerelere doldurdukları suyu dökmelerini, yoğurduk-ları hamurun develere yedirilmesini emretti. Sonra kalkıp Salih Peygam-ber'in devesinin nöbetleşe su içtiği kuyunun başına geldiler.» [120]

«Peygamberimiz (A.S.) (Tebük seferinde) Semûd kavminin kalıntıları­na yakın yere gelince ashabına şu emri verdi: «Azaba uğramışların ara­sına girmeyin, ancak ağlayarak girebilirsiniz. Ağlamayacak olursanız gir­meyin; aksi halde onların başına gelen musibetin bir benzeri sizin başınıza gelebilir.» [121]

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Hicir bölgesinden geçerken, ashabına şöyle buyurdu : «Mu'cizeler istemeyin. Çünkü Salih Peygamberin kavmi mu'cize istedi. (Neticesinin ne kadar elim olduğunu biliyorsunuz!). Onun devesi şu iki dağın arasındaki yoldan gelir ve şu yoldan dönüp çıkardı. Semûd kavmi Rabbm emrine başkaldırıp devenin bacaklarını keserek onu yere devirdiler. Oysa o deve onların suyundan nöbetleşe içerdi. Su içece­ği gün onlar onun sütünden içerlerdi. Ama onu kesip yere devirdiler, o yüzden azaba uğradılar. Onlardan ancak bir adam, Allah'ın hareminde bu­lunduğu için helak olmadı. Dışarı çıkınca o da helak oldu.»

O adam kimdi? diye sorulunca, Efendimiz (A.S.), «Ebû Riğal» adında biri idi» diye cevap verdi. [122]

Âd kavmi helak edildikten sonra Semûd kavmi ortaya çıkmış ve Âd kavminin topraklarına da sahip olmuşlardı. İki kavim hem zaman, hem de toprak bakımından birbirine yakın sayılırdı. Çünkü Âd kavmi Umman ile Dahraman veya Umman ile Hadramut arasında; Semûd kavmi Hicaz ya­kınlarında Hicir'de ve Vadilkura'da yaşamışlardır. Semûd kavminin ASUR hakimiyetinde bulunduğu söylenir. Nitekim o bölgelere yapılan kazılarda bunu kanıtlayan birtakım belgelere rastlanmıştır.

Milattan önce V-VM yy.lar arasında LİHYAN krallığı ortadan kalkınca bu bölgede önce bir uğultu ve gürültü, sonra da büyük bir deprem mey­dana gelmiş ve o sebeple ülkeleri insanlarıyla birlikte yerlebir edilmiştir ki, bunu Kur'ân'da yazılı bulunan ilgili kıssadan anlıyoruz. [123]

 

Neden Semûd Kavmi Misal Veriliyor?

 

Hicaz yakınlarında kendilerine ve o günkü imkânlara göre köşkler ya­pan, dağlardaki kayaları yontup evler ve barınaklar meydana getiren Se­mûd kavmi, geriye anılmaya değer eser ve kalıntılar bırakmıştır. Arap Ya-rımadası'nda ve Mezopotamya'da yurt edinen birçok kavim ve milletlerin, diğer ülke ve kıtalarda yaşayanlara nisbetle daha zengin ve daha bilgili oldukları; başkalarıyla kıyas edildiklerinde daha sağlam binalar inşa et­tikleri bir gerçektir. O nedenle de Kur'ân'da daha çok Asya kıtasında ya­şayan ve onlara gönderilen peygamberler misal veriliyor. Semûd kavmi de aşırı putperest olmalarına rağmen o günün ölçülerine göre biraz olsun me­denice yaşamasını bilen bir kavimdi. Nitekim yer yer boynu bükük mah­zun duruşlu harabeleri onların sosyal durumunu kısmen yansıtmaktadır.

Kur'ân'da ilgili âyetle putperest, zâlim ve azgın Araplar, uyarılmak, bu­nun için de gelip geçen benzeri kavimlerin hayatından, yıkılıp yok edilme sebeplerinden bol misal verilmek suretiyle yönlendirilmek istenmiştir. Zira A'raf sûresinin 5 ve 8. âyetleri dışında tamamının Mekke'de indiğini ve o bakımdan Mekkeli'lerin Arap Yarımadasfnda kalıntıları bulunan kavim ve milletler hakkında az-çok bilgileri olduğunu düşünürsek, Âd ve Semûd ka­vimlerinin ve onlardan önce yok edilen Nuh kavminin neden misal verildi­ğini rahatlıkla anlarız.

Kur'ân sadece Asya kıtasında yaşayanları muhatab edinmemiş ve yalnız onlara peygamber gönderilmediğini, yeryüzündeki bütün kavim ve milletlere uyarıcı, yol gösterici, hakka davet edici peygamberler gönderil­diğini münasebet düştükçe açıklamış ve tarihten öğüt ve ibret almamız için yeryüzünde gezip dolaşmamızı, yıkılıp yok olan medeniyetlerden arta­kalan harabeleri görmemizi emretmiştir: NahJ 36, Âl-i tmrân 137, En'âm 11, Nemi 169, Ankebut 20 ve Rum sûresi 12. âyetlerle bu hususlar her türlü şüpheyi giderecek şekilde açıklanmıştır.

Böylece Kur'ân'da, yeryüzünde yaşayan bütün milletler uyarılıp Hakk'a davet edilirken gene! tabirler kullanılır ve kıtalarda birçok kalıntıların bu­lunduğu söylenerek onları görmemiz, görüp de ibret ve öğüt almamız tav­siye edilir. Hakk'a başkaldırıp onu yalanlayanların'sonunun ne olduğunu iyice araştırıp incelememiz emredilerek tarihî misallere ağırlık verilir. [124]

 

Mu'cize Olan Deve

 

«Bu dişi deve sizin için açık bir alâmettir..»

Semûd kavmi, Salih Peygamberin uyarılarına kulak vermeyerek ona karşı geldiler. Israrlı tebliğ ve irşadı durdurmak ve Salih Peygamber'! hem âciz, hem de yalancı durumuna düşürmek için ondan bir mu'cize göster­mesini istediler. O da Allah'ın kendisine vermiş olduğu kudreti izhar ede­rek, içtiği sudan kat kat fazla süt verip insanları doyuracak bir deveyi pey­gamberliğine belge olmak üzere gösterdi.

Böylesine önemli bir konuda devenin mu'cize aracı seçilmesinin se­bebine gelince : Hicaz ile Şam arasında yaşayan bu kavmin deveye karşı büyük ilgi duyduğunu söyleyebiliriz. En çok süt veren deve, onların en kıy­metli malı sayılırdı., Salih Peygamber'in, normal bir devenin günde verdiği sütün 15-20 misli süt veren bir deveyi ilâhi âyet olarak göstermesi, cidden çok açık bir mu'cize idi. Buna rağmen kavmi her teblîğ ve buyruğa karşı geldikleri gibi, mu'cizeyle de yola gelmediler, verdikleri sözde durmadılar. Yapılacak başka birşey kalmamıştı. O yüzden ilâhî emir Celâl ve Kahhar sıfatlarıyla tecelli etti ve böylece inkâr ve azgınlık felâketle neticelendi.

Müfessirlerimizin çoğu Salih Peygamber'in mu'cize sayılan devesi hak­kında dayanağı olmayan birçok kıssa ve hikâyeler nakletmişlerdir. Salih Peygamber büyükçe bir kayaya işarette bulunmuş, kaya yarılınca mu'cize olarak içinden bîr dişi deve çıkmış gibi birtakım gayr-i sahîh rivayetlere de yer vermişlerdir. Kur'ân'da ise, bu deveden birkaç yerde bahsedilirken mevcut suyu bir gün o devenin içtiği, bir gün de Semûd kavminin içtiği ve sonra da ayaklan kesilmek veya kırılmak suretiyle devenin öldürüldüğü açıklanır. Hadislerde ise, devenin su nöbetinde içtiği sudan kat kat fazla süt verdiği belirtilir. [125]

 

Peygamberlere İlk İman Edenler, Fakirler Ve Ortahallilerdir

 

«Onun kavminden büyüklük taslayan ileri gelenleri, içlerinden küçümseyip

hor gördükleri mü'minlere, siz Salih'in Rabbı tarafından gönderildiğini sahi biliyor musunuz? dediler.»

Gerek Nuh Peygamber, gerek Hud Peygamber ve gerekse Salih Pey­gamber kıssalarından ve Kur'ân'ın bu hususla ilgili âyetlerinden, anlatım ve beyânından, peygamberlere ilk imân edenlerin daha çok fakirler ve hor­lanıp küçümsenen kişiler olduğunu anlıyoruz. Musa Peygamber'in de du­rumu buna yakın bir tablo oluşturur. İsa Peygamber'e de ancak balıkçılık veya kassarlıkla geçinen 12 kadar fakir inanıp uymuştur ki, onlar Kur'ân'­da «havariler» diye anılır.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e ise, risaletinin ilk yıllarında Mekke'de imân edenlerin yüzde doksanını fakirler ve köleler oluşturuyordu.

Bu olayın sebebini düşündüğümüzde, karşımıza mal, makam, şöhret ve servet çıkar. Hayata daha çok hareket sağlayan bu dört nesneyi amaç değil, araç edindiğimizde kalbimiz ve vicdanımız Hakk'a ve hakikata an­cak açılabilir. Bunları amaç edindiğimiz gün, mânevi ve kutsal değerler küçümsenip çiğnenir.

İşte her milletin sosyal yapısındaki çalkantı, azgınlık, ahlâksızlık ve haklara tecavüzün kaynağı budur. Peygamberlerin bir görevi de, insan­ları bu dört şeyin bataklığından kurtarıp meşru sınırlar içinde herbirinin asıl gaye ve amaca ulaşabilmenin birer aracı olduğunu öğretmektir. Ne yazık ki, refah içinde yüzen şımarıkların çoğu bu gerçeği kabul etmek iste­mez. Zira ölçüsüz ve amaçsız başıboş hürriyetlerini sınırlamak istemezler de ondan.. Semûd kavminin ileri gelenleri de böyle bir tavır ve anlayış içinde yaşantılarını sürdürmeyi tercih ettiler; Hakk'a gönül verecekleri yerde azgınlık ve inkârlarını artırdılar...

Büyüklük taslayanlar: «Biz sizin imân ettiğiniz şeyi inkâr ediyoruz» dediler, âyeti bu gerçeği çok açık biçimde yansıtmaktadır. [126]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle gelip geçen kavimlerden, peygamberin getirdiği ilâhi buyrukları inkâr edip azgınlığını artıran Semûd kavminin yok edildiği misal verildi.

Aşağıdaki âyetlerle boğazlarına kadar küfür ve ahlâksızlığa girip hiç­bir uyarıya kulak vermeyen Lût kavminin hazin akibetinden ibretli bir tab­lo verilerek yaşamakta olan milletler uyarılıyor. [127]

 

Meali:

 

80-81— Lût'u da {uyarıcı bir peygamber olarak) gönderdik. Hani bir ara kavmine, «sizden önce yeryüzünde yaşayan milletlerden hiç birinin yapmadığı ahlâksızlığı ve hayâsızlığı mı işliyorsunuz? Doğrusu siz kadın­ları bırakıp erkeklere şehvetle yanaşıyorsunuz. Şüphesiz ki, siz azgın ve aşırı giden bir kavimsiniz» demişti.

82—  Kavminin ise cevabı ancak şu oldu :  «Çıkarın  bunları kasaba­nızdan, çünkü temizlenmeye özen gösteren İnsanlarmış bunlar!»

83—  Bunun üzerine biz Lût'u da, onun ev halkını da kurtardık, ancak karısını değil, o geriye kalıp {gazaba uğrayanlardan) oldu.

84—  Üzerlerine bir (azap ve gazaplı taş) yağmuru yağdırdık. {Azgın­lık ve taşkınlık içinde olan) suçluların bir bak sonları ne oldu!

 

İlgili Hadîs

 

«Lût kavminin fiili gibi fiilde bulunan kimseyi görürseniz, hem faili, hem de mef'ulü öldürünüz!» [128]

Açıklama :

Hadîsteki «öldürünüz» emri, fiilin çirkinliğine karşı kayıtsız kalınmama-sınt tenbîh içindir. Aynı zamanda hadîs tek kanaldan rivayet edildiğinden müctehitlerin çoğu, bunun zahiriyle istidlal etmemişlerdir. Daha çok tec­ziye edilmesi üzerinde durulmuştur. [129]

 

Lût Peygamber Ve Kavmi

 

Lût isminin Arapça olmadığı üzerinde durulmuştur. İbranice olması kuvvetle muhtemeldir. Rivayete göre, Lût Peygamber, İbrahim Peygamber'-in öz kardeşi Harân'ın oğludur. Gençliğinde İbrahim Peygamber'le beraber Babil ülkesinde Irak'ın güneyinde bir süre bulunduktan sonra İbrahim pey­gamber onu o çağda Asur'İarın hakimiyeti altında bulunan Ürdün'ün doğu­sundaki -o günkü adıyla- Sadûm veya Sodom yöresine, yani Lût Gölü'nün yakınına yerleştirdi. Tabii bu, ilâhî vahyin bir gereği idi; azıp sapıtan bir kavmi doğru yola çağırmak ve yıkılan inanç ve ahlâkı ihya etmek gereki­yordu. Bunun için Lût Peygamber görevlendirilmiştir. [130]

 

Homoseksüel

 

«Doğrusu siz kadınları bırakıp erkeklere şehvetle yanaşıyorsunuz!»

Homoseksüel tabiri Fransizcadır (homosexuel). Aynı cinsten kimsenin birbirine karşı cinsel tutku duyması anlamına gelir. Buna «cinsel sapıklık» da denilebilir. Arapça «Lûtî», «lûtiyye» denilerek Lût Peygamber'e yani onun kavmine nisbet edilerek bu cinsel sapıklık ifade edilir.

Tarihçilerin yukarıda naklettiğimiz tesbitinden, Lût Peygamber'in Sa­dûm (veya Sodom) kavmine gönderildiği anlaşılıyor. Kur'ân, tarihe geçen bu çirkin olayın yeri ve tarihi üzerinde durmaz, sadece onun ibretli safha­larını ve öğüt alınacak bölümlerini birer misal şeklinde açıklar. Çünkü önemli olan, üzerinde durulması gereken şey, olayın kendisidir. Onun ce­reyan ettiği yer ve tarih tarihçilerle coğrafyacılara bırakılır.

Ancak unutmamak gerekir ki, Lût Peygamber ve kavmi hakkındaki bilgi Arap Yarımadası'nda çok yaygındı ve olayın cereyan ettiği yöre çok iyi biliniyordu.

Kur'ân'da tam 27 yerde Lût ismi anılır. Bunun sebebi açıktır: Hayvan­ların bile yapmadığı şehevî, cinsel bir hayasızlığı yaygınlaştıran bir mille­tin din ve ahlâk yönünden nasıl bir çöküntü içinde bulunduğunu, kurtul­ması çok zor, hattâ imkânsız olan elîm bir bataklığa nasıl düştüğünü an­latmakta, yaşayan milletler ve toplumlar için sayısız ders ve ibretler ve­rilmektedir.

Günümüzde medenî (uygar) geçinen milletlerin sosyal hayatında bu tür oinsel sapıklıkların gün geçtikçe artıp yaygınlaştığı bir gerçektir. Hattâ başta İngiltere olmak üzere bazı batılı ülkelerde buna yasal yönden cevaz verildiğini gazetelerden okumaktayız. Hem batılı, hem de doğulu bazı ülkele­rin semavî dinleri birer fantezi kabul etmeleri, devre dışı bırakıp maddeye yönelmeleri, yetişmekte olan genç kuşağın aklını ve zekâsını geliştirip ruh­sal yapılarını aç ve susuz bırakıp ihmal ettiklerini, fiziksel yapılarını geliş­tirmek için her türlü sportif imkânlar hazırladıkları halde, kalblerini ve ruh­larını geliştirmek için hiçbir şey yapmadıklarını kim inkâr edebilir? Yeni ku­şakların tek yönlü bir eğitimle yetiştirilip hayata itilmeleri, onları denge­sizliğin ve bazan da anarşizmin ve cinsel sapıklığın kurbanları olma düze­yine getirmiştir.

O yüzden dünyada huzur, güven, sevgi, saygı, kardeşlik bağları kop­muş; aileler birer temel taşı olmaktan çıkmıştır. İslâm ülkelerinde bile ma­neviyat yer yer ağır yara almış; yetiştirilen genç kuşaklar yabancı kültürün istilasına uğratılıp asıl benliklerini kaybetme bedbahtlığına itilmişlerdir.

Yakın gelecekte bir uyanma, silkinme ve son Peygamber Hz. Muham-med'in (A.S.) yüksek ahlâkına bir dönüş başlamazsa, dünyanın sonu fe­lâket olacak; Allah'ın Nuh, Âd, Semûd ve Lût kavimleri hakkında inen hük­mü inecek ve işte o zaman dönüşü mümkün olmayan bir noktaya gelinmiş olacaktır. Bir üçüncü cihan harbi, nükleer bir savaş azıp tuğyan eden mil­letleri terbiye edecek, geriye kalan olursa belki onlar bir arayış ve gerçeği buluş basîretiyle yeniden bir hayat düzeni kurmaya çalışacaklar..

Böylece bir nükleer savaş, hem Nuh tufanından, hem de Âd ve Se­mûd kavimlerini yerlebir eden şiddetli kasırga ve depremlerden; harekete geçip kasabaları silen volkanlardan daha beter olacaktır. Gemi azıya alan bugünkü tuğyan ve ahlâksızlığı, Allah'ın inayeti tecelli etmezse, durduracak başka bîr şey düşünemiyoruz.

Kur'ân, Lût kavminin cinsel sapıklığı sürdürmelerinde başta Lût Pey-gamber'in eşi olmak üzere kadınların çok nâzım rol oynadığına işarette bulunarak, ortaya çıkacak cinsel sapıklık, ahlaksızlık ve başıboşluğun te-

melinde kadının da bulunduğunu unutmamamızı tenbîh ediyor.

Tarihte ahlâksızlığa pas veren, din ve faziletle alay eden ve bu değer­leri küçümseyen milletlerin çok geçmeden -sünnetullah gereği- büyük bir felâketle karşılaştıkları, o yüzden birçok milletlerin ve kavimlerin yeryü­zünden silindiği bir gerçektir. Geçmişten ders ve ibret almayan bir millet geleceğini sağlam temeller üzerine mümkün değil oturtamaz ve o bakım­dan ömrü de pek kısa olur.

Sünnetullah dediğimiz ilâhî hüküm, bazı şartlaç.-ortaya çıkıp azgınlık, cinsel sapıklık ve ahlâksızlık belli bir kerteye gelince iner. Bu, ezelde ha­zırlanan ilâhî plân ve programın gereğidir. İnecek hükmün getireceği azap çok çeşitli ve farklıdır: Bazan şiddetli bir deprem, bazan önüne geçilmesi mümkün olmayan tayfun, bazan bir yanardağın harekete geçmesi, bazan felâkete dönüşen bir savaş ve bazan da salgın bir hastalık şeklinde ortaya çıkar. Tek taraflı yetişen yarım aydınlar bütün bu olayları, tabii birer hâ­dise kabul edip sebepleri ve onların bağlı bulunduğu kanunları harekete geçireni hesaba katmazlar. Oysa sık sık belirttiğimiz gibi, Allah kâinatta cereyan eden olayları bir takım kanunlara ve sebeplere bağlamış, ama kanunları ve sebepleri kendi tasarrufunun dışında tutmamıştır. Sebepler, illetler hep O'nun kudret elinin altında bulunuyor, bazan olaylar, sebeple­rin bağlı bulunduğu kanunlar gereği, bazan da Allah'ın o sebepleri oluş­turup harekete geçirmesiyle meydana gelir. [131]

 

Ahlakî Ve Sosyal Yönü

 

Cinsel sapıklık, kadının şehvet meta'ı haline getirilmesi ve hemen ha­yatın her kesim ve safhasında kadının ticari reklâm aracı olarak kullanıl­ması ve mevcut neşriyatın çoğunun belden aşağıya seslenip şehevî duy­guları durmadan tahrik etmesi; eğitim sisteminin tek yanlı olması, önce ferdi, sonra aileyi ve sonra da bütün bir milleti dejenere edip ahlâkî çö­küntünün kurbanı ycpar.

Lût kavmi bunun en acık örneklerinden biridir. Kur'ân bilhassa bu çir­kin olayı münasebet düştükçe çeşitli yönleriyle anlatıp birer ibret levhası halinde gözlerimizin önüne serer. Tabii denilen ilâhî kanunları biz kendi arzumuza göre değiştirmek istiyoruz, oysa bu mümkün değildir. Bir kadın erkek olamaz ve erkeğin yaptığı işi yapamaz. Hiçbir cinsel sapıklık, evlili­ğin yerini dolduramaz. Din ve ahlâk dışı yapılan işlerde ve ekonomik reka­bet ve çalkantıda; faiz ve sömürüde hiçbir kutsal değer yoktur. Şüphe edil­memelidir ki, mâbedier de okullar ve hastaneler kadar önemlidir. Birini bı­rakıp diğeriyle meşgul oimak bizi mutiu yarınlara götürmez. Sodom'da re­fah, neşe, hayat, kadın, mal ve mülk herşey vardı; mâbed, ibâdet, ahlâk

ve fazîlet yoktu. İşte Kur'ân bu gerçeğe parmak basıp biz insanları aydın­latıyor ve yarınlara daha imanlı, daha ahlâklı hazırlanmamızı, yetiştirdiği­miz nesillere çok iyi bir ahlâkî miras bırakmamızı emrediyor. [132]

 

Fıkhî Yönü

 

Kur'ân'da Lût kavmi'nin cinsel sapıklıkları açıklanırken olay «fahişe» tabiriyle belirtilmiştir. İsrâ ve diğer sûrelerde ise, bu tabir «zina» anlamı­na kullanılmıştır. O nedenle konumuzla ilgili âyeti tefsir edenlerin çoğu er­keğin erkekle cinsel temasta bulunmasını zina hükmü kapsamına almışlar­dır.

Ancak ilim adamlarımız böylesine şeni ve hayasızca cinsel sapıklıkta bulunana nasıl bir ceza verilmesi gereği üzerinde durmuş ve iki ana kay­nağın ışığı altında farklı içtihat ve görüşler ortaya koymuşlardır:

a)  İmam Mâlik'e göre, böyle bir suç işleyen adam ister evli, ister be­kâr olsun, recmedilir. Mef'ûl ise, ergen olmuşsa recmedilir.

b)  Atâ' ve Nahaî'ye göre, fail ile mef'ûl evli iseler recmedilir; bekâr iseler hapis cezasıyla tecziye edilir. Medine'li İbn Müseyyeb de aynı gö­rüştedir.

c)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, bu hususta evli olan da, olmayan da ta'zîr edilir, o fiile bir daha dönmemesi için gereken bazı eezalar verilir,

ama recmedilmez.

d)  İmam Şafiî'ye göre, bunlar da zina haddiyle cezalandırılırlar, yani bekâr iseler, yüzer değnek vurulur; evli iseler recmedilirler. [133]

 

Sahabe Devrindeki Uygulama

 

1—  Birinci halîfe Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) devrinde, bu çirkin suçu iş­leyen Fücâe adında bir adam, Hz. Ali'nin (R.A.) de görüş ve tasvibi alına­rak yakılmıştır.

2—  İbn Zübeyir, Mekke'de emîr iken, aynı suçu işleyen bir adam ate­şe atılıp yakılmıştır.

3—  Emevîlerden Hişam b. Velîd de aynı uygulamayı uygun görerek, bir iki kişiyi cezalandırmıştır. [134]

Müctehit imamlar, hiçbir canlının yakılarak tecziye edilmesinin doğru olmayacağını, bu hususta Peygamber (A.S.) Efendimiz'den rivayet edilen hadîslerin ışığında başka başka tecziye yollarına başvurulmasını söyle­mişlerdir. [135]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, cinsel sapıklığın en çirkinini işleyen ve gönde­rilen peygamberi dinlemeyip ona karşı azgınlık ve nefretle çıkan Lût kav­minin ibretli akibeti açıklandı ve ahlâksızlığa pas veren kadrolar, idareciler uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, ahlâksızlığın bir başka şeklini inkâr ve tuğyan po­tasında şekillendirip toplum yapısında güven, sevgi, saygı ve dayanışma duygularını yıkan Medyen halkından söz ediliyor; ölçü ve tartıda .hile yap­maları konu edilerek, insan haklarına hileli yoldan el uzatan bir milletin yerlebir edildiği haber veriliyor. [136]

 

Meali:

 

85—  Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb'ı (uyarıcı bir peygamber olarak) gönderdik. «Ey kavmim, dedi, Allah'a ibâdet edin, O'ndan başka sizin tanrınız yoktur. Doğrusu Rabbınızdan size açık bir belge geldi. Artık ölçü ve tartıyı tam tutun; insanların eşyasını (ölçüp tartarken onlara) hak­sızlık etmeyin ve bir de yeryüzünde düzen sağlanmışken bozgunculuk edip fesat çıkarmayın. Eğer cidden inanıyorsanız, bu (haber verdiğim husus) herhalde sizin için hayırlıdır.

86—  Allah'a imân edenleri tehdit ederek ve Allah'ın yolundan alıko­yarak öyle her yolda -o yolun eğriliğini arzu ederek- oturmayın. Bir düşü­nün, bir zamanlar az idiniz, O sizi çoğalttı, bozgunculuk yapıp fesat çıka­ranların sonunun ne olduğuna bir bakın!

87—  İçinizden bir kısmı benimle gönderilen (ilâhi vahye) inanmış ve bir kısmı da inanmamişsa, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. Allah hükmedenlerin en hayirlısıdır.

88—  Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: «Ey Şu-ayb! ya milletimize (dinimize) dönersiniz, ya da and olsun ki seni de, senin­le beraber imân edenleri de kasabamızdan çıkarırız.» O da : «İstemesek de mi?» dedi.

89—  Allah bizi kurtardıktan sonra dininize dönecek olursak, elbette Allah'a yalan ile iftira etmiş oluruz. Dininize dönmemiz artık bize yakış­maz ve uygun olmaz; meğer ki Allah dilemiş olsun... Rabbimiz ilim yönün­den her şeyi kapsayıp kuşatmıştır. Biz ancak Allah'a güvenip dayanmışız-dır. Ey Rabbimiz! bizimle kavmimiz arasında hak ile fetihte bulun; sen fe­tihte bulunup hükmedenlerin en hayırlisısın.

90—  Kavminden inkâra sapan ileri gelenler: «Şuâyb'e inanıp uyar­sanız and olsun ki o takdirde ziyana uğrayanlardan olursunuz!» diyerek (tehdîdde bulundular).

91-92— Bunun üzerine onları müthiş sarsıntı yakalayıverdi ve (böy­lece) kendi yurtlarında oldukları yerde dizüstü çöküp kaldılar; Şuayb'ı ya­lanlayanlar sanki orada hiç şen-şatır yaşamamış gibi oldular. Şuayb'ı ya­lanlayanlar ziyana uğrayanların tâ kendileri oldular.

93— Ve artık Şuâyb onlardan yüzçevîrip uzaklaşırken ey kavmim, de­di, yemin ederim ki ,size Rabbimin buyruklarını tebliğ ettim ve sîze (gere­ken uyarı ve) öğütte bulundum. Bu durumda küfürde (ısrar edip kafan) bir kavim için ne diye tasalanayım.

 

Şuayb Peygamber Ve Medyen

 

Müfessirlerle tarihçilerin tesbitine göre, kuvvetli bir ihtimalle, Şuayb Peygamber, baba tarafından İbrahim Peygamber'e, ona tarafından Lût Peygamber'e ulaşır; böylece iki cihetle peygamber torunudur.

Medyen, Filistin ile Hicaz arasında Kızıldeniz sahilinde bir bölgenin ve o bölgede yer alan en büyük şehrin ismidir.

Tevrat'ın Tekvin bölümünde İbrahim Peygamberin Ketura adındaki hanımından Medan ile Miden adında iki oğlu daha dünyaya geldiğinden söz edilir ki, Medyen yöresine yerleştikleri için o bölge onların ismiyle tanınıp anılmıştır. [137]

 

Medyen Halkı

 

Yine hem yakınlık, hem tarih, hem de kalıntı bakımından Araplarca bi­linen Medyen bölgesine gönderilen Şuayb Peygamber ve hak dine yaptığı davet misal veriliyor. Âd ve Semûd kavimlerinin helakine sebep olan kü­für, azgınlık ve ahlâksızlığın bir benzerinin de Medyen halkında bulunduğu konu ediliyor. Lût kavminden sonra gönderilen peygamberlere karşı gelen­lerle, son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) karşı gelenler arasında da benzerlik bulunduğu hatırlatılıyor. Bu benzerliği özetleyip maddeleştire-cek olursak konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı oluruz; şöyle ki:

1—  Peygamberlerin getirip tebliğe çalıştıkları ilâhî emirleri ve açık belgeleri yalanlamak.

2—  Haklara tecavüz edip ölçü ve tartıyı noksan kullanmak.

3— Dünyalığı amaç seçip iradeyi nefis ve İblîs'in eline bırakmak.

4— Peygambere imân eden zayıfları, köle ve kimsesizleri tehdit et­mek.

Yollan ve kavşak noktaları işgal edip peygamberle görüşmek is­teyenlere engel olmak.

6—  Peygamber ve ona uyanları küfre döndürmek için bazı çirkin ter­tiplere başvurmak.

7—  Peygamber ve arkadaşlarını öz yurtlarından çıkarmayı düşünüp bunun için zorlayıcı müeyyideler uygulamak..

Medyen putperestlerinin daha çok üzerinde durdukları bu yedi mad­denin bir benzerinin Mekke putperestleri arasında da câri olduğunu görüyoruz. Çünkü küfrün amacı ve hedefi birdir; vasıta ve metodu değişiktir.

Kur'ân geçmiş milletlerden dört kavmin hakka, doğruya, ahlâk ve fa­zilete karşı başkaldırmalarını on kadar özlü ve ibretli safhalarıyla açık­larken, cehalet ve inkârın kavim ve milletleri nasıl kemirip tükettiğini, Ce-nâb-ı Hakk'ın kendisini tanımayanları nasıl silip yok ettiğini; iman edip imanını akıl ve idrâkiyle birleştirenleri sonunda başarıya eriştirerek fazilet dolu bir hayat yaşattığını tarihî belgelerle insan aklına seslenip açıkla­maktadır.

Kur'ân'daki ilâhî metoda göre, tarihte meydana gelen önemli olayla­rın tarihi, olayları oluşturanların listesi ve olayın detayı önemli değildir. Önemli olan, geçmişten öğüt ve ibret alınacak safhalardır.

Kur'ân'ın katıksız Allah sözü olduğunu, Tevrat ve İncil'in bugünkü hal­leriyle bu özelliklerinin önemli bir kısmının kaybolduğunu isbat için sözü edilen tarihî kıssaların anlatım ve işleniş metoduna bakmak kâfidir.

Kur'ân yedi maddelik bir açıklama ile yıkılıp yok olan bir milletin sos­yal, ekonomik, psikolojik, dini, ahlâkî, ticarî ve beşerî ölçülerini birer komprime halinde sergiler. Bu usûl ve üslûbun; anlatım ve özetlemenin bir benzerini başka bir kitapta görmek pek mümkün değildir.

Kur'ân'ın Medyen halkı hakkında belirttiğimiz ölçüler çerçevesinde verdiği bilgileri maddeleştirelim :

1.  Medyenli'ier katıksız putperesttirler. Tevhît inancı o bölgede de bo­zulup yerini çok ilâhlı bâtıl bir inanca bırakmıştır.

2.  Allah'ı tanımadıkları, O'na ibâdet etmedikleri kesindir.

3.  Peygamberle birlikte onlara çok açık belgeler ve mu'cizeler gön­derilmiştir. Buna rağmen önyargı haline gelen çok tanrı inançlarını de­ğiştirmek mümkün olmamıştır.

4.  Tioarî ahlâkları son derece bozuktur. Çevre kabile-ve milletlerle ir­tibatları tam bir güvensizliğe dönüşmüştür.

5.  İnsan haklarına tecavüzü sanat veya âdet haline getirmişlerdir.

6.  Din ve vicdan hürriyeti tek yanlıdır. Putperest olmayanların hiçbir değer ve itibarı yoktur.

7.  Allah'ın koymuş olduğu düzen ve dengeyi durmadan bozmaktadır­lar.

8.  Halkı hakka inanmaktan alıkoyanlar daha çok makam ve servet sahipleridir.

9.  Ülkenin mukadderatını elinde tutanlar durmadan kötü örnekler ser­gilemektedirler. O yüzden halkta bir salah alâmeti görmek mümkün de­ğildir.

10.  Kendilerini bu noktaya getirenleri Allah affetmez. O yüzden Med-yenli'ler en ağır tokatı kâinatta hâkim olan ilâhî denge ve düzen kanunun­dan yeyip herşeylerini kaybetmişlerdir.

11.  Geçmişten ders ve ibret almadıkları için sonları hüsran olmuştur.

12.  Halen yeryüzünde yaşamakta olan milletler de kendilerini onların eriştiği kerteye getirdikleri takdirde ilâhî hükmün tecellisinden kurtulamı-yacaklardır. Nitekim Mekkeli'lerin sonu da bir başka oldu, üzerlerine mad­dî bir azap inmedi, mağrur başlarını eğecek, sahte gururlarını kıracak, Ka­be sahipliğine lâyık olmadıklarını anlatacak, eğitilip öğretilmeye çok muh­taç bulunduklarını gösterecek bir fetih ordusu gönderildi. Bu, inen şama­rın en hafifi sayılır. [138]

 

İnananlar Ve İnanmayanlar

 

İçinizden bir kısmı benimle gönderilen (ilâhî vahye) inanmış ve bir kısmı da inanmamışsa...»

Mealindeki âyetle, sonunda kimlerin başarılı olacağı üzerinde duru­larak, hakkın eninde sonunda üstün geleceği haber veriiiyor.

İlkel bir milletin yapısında yeralan insanların bir kısmı inanır, bir kıs­mı inanmazsa, tartışma, sürtüşme, vuruşma kaçınılmaz olur; kin ve nefret kabarıp huzursuzluk için en uygun ortamı oluşturur. Hele inanmayan­lar çoğunlukta ise, durum daha da vahimleşir ve böylece din ve vicdan hürriyeti ayaklar altına alınıp insan haysiyeti sıfıra düşürülür.

Kur'ân, ilgili âyetlerle Şuayb Peygamber'in iiâhî vahye dayanarak böylesine bozuk ve karışık bir ortamda nasıl bir metot uyguladığını çok kısa, fakat anlamlı birkaç cümleyle açıklamaktadır: İmân eden ahlâklılar çoğunlukta ise, inanmayanlara karşı bir tecavüz söz konusu değildir. Çün­kü gerçek din; akıl, irade, idrâk ve vicdan işidir. Zorla din ve dindarlık ol­maz. İnanmayanlar çoğunlukta ise, onlardan her ân bir tecavüz ve hak­sızlık beklenebilir. Çünkü küfür seviyesizdir, şarlatandır, mütecavizdir. O durumda günün şartlarını dikkate alarak dini ve güzel ahlâkı en uygun ve en çekici bir metotla yavaş yavaş öğretmeye çalışmak ve karşıdan gelen hezeyan ve sataşmalara misliyle cevap vermeyip olgunluk göstermek ge­rekir.

İşte Kur'ân bize bu metodu verirken sünnetullah gereği, inananlarla inanmayanlar arasında Cenâb-ı Hak adaletiyle hükmedinceye, dengeyi sağlayıp hakkı üstün kılıncaya kadar sabırlı olmayı öğütlüyor: «İçinizden bir kısmı benimle gönderilen (ilâhî vahye), inanmış ve bir kısmı da inanma-mtşsa, Allah aranızda hükmedinceye kadar sabredin. Allah hükmedenle­rin en hayırhsıdır.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, 13 yıllık Mekke devrinde bu metottan ay­rılmamış, her zaman sabretmesini bilmiş ve sabretmeyi tavsiye etmiştir. _Sonunda Allah "hükmünü verdi. Medine'ye hicret emri geldi ve dokuz, on yıl sonra mü'minler güçlenip Mekke'yi kansız fethetmeye muvaffak kılın­dılar. [139]

 

Din Ve İmanı Vatana Tercih Etmek

 

«Ey Şuayb ya milletimize (dinimize) dönersiniz, ya da and olsun ki, seni de, seninle beraber iman edenleri de kasabamızdan çıkarırız.»

Şuayb Peygamber'le Medyenlİ'lerin ileri gelenleri arasında geçen çe­tin tartışma, bize bir başka önemli hususu öğretmektedir: Allah'a ve Pey­gamberine imân eden bir mü'min, dini terkle yurdunu terk arasında bir tercihe zorlanırsa, o takdirde inanç ve vicdan, din ve fazîlet hürriyeti ve hakkı verilmeyen bir vatanı terketmesi hayırlıdır. Çünkü insan kendi top­raklarında din, düşünce, ibâdet hürriyeti içinde bağımsız yaşama şansına sahip bulunduğu ölçüde vatandaştır. Bunlardan biri haksız ve yersiz kısıl­dığı veya yasaklandığı gün vatandaşlık hakları zedelenir ve üzerinde ya­şanılan toprak vatan olma ölçü ve anlamını yitirir. Son yıllarda Bulgaristan ve Yunanistan'da Müslümanlara yapılan baskı ve işkence bunun hazin ör­neklerinden biridir.

Şuayb Peygamber'in kendi yurdundan çıkarılma tehdidine karşılık, inandığı yoldan ayrılmayacağı, gerektiğinde vatanını terkedeceği çok ve­ciz bir anlatımla belirtilmekte ve bu açıdan mü'minlere miras kalan bir metot gösterilmektedir. Ondan önoe İbrahim Peygamber'in kendi ülkesi­ni terketme zorunda kalması, Musa Peygamber'in Mısır'dan göçetmesi ve son olarak Hz. Muhammed'in (A.S.) Mekke'den Medine'ye hicreti, hep küf­rün saldırı ve baskısından; din ve vicdan, düşünce ve inanç hürriyeti tanı­mamasından kaynaklanmıştır. [140]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, kendilerini bütünüyle dünyalığa verip nefis ve şehvetleri doğrultusunda yaratıldıkları yüksek gayeden uzaklaşan in­karcı azgın milletlerin sonlarının felâketle noktalandığı belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, sözü edilen kavim ve milletler bâtılda ısrar edin­ce, doğru yolu seçerler diye bir takım sıkıntılara uğratıldıkları, bunaldık­tan sonra sıkıntının kaldırılıp ferahlatıcı bir havanın estirüdiği konu edini­liyor ve Mekkeli'lerin açlıktan ağızları kokacak kadar kıtlıkla yüzyüze gel­diklerine ve böylece bir denemeye tabi tutulduklarına işaret ediliyor. Buna rağmen dönüş yapmadıkları takdirde ilâhî hükmün ineceği haber verilerek, gereken uyarı -ilâhî rahmet gereği- yapılıyor. [141]

 

Meali:

 

94_ Hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek mutlaka ora hal­kını, yalvarıp yakarsınlar (gafletten uyansınlar) diye bir takım sıkıntı, dar­lık ve şiddete (tâbi) tutup (hırpalamışadır),

95—  Sonra da bu tür kötülüğü iyiliğe çevîrmişizdir, o kadar ki, çoğal­mışlar ve «doğrusu atalarımıza da (bu gibi) sıkıntı ve darlık dokunmuş, bolluk ve ferahlığa kavuşmuşlardı» demişlerdi de o sebepten haberleri ol­madan ansızın onları tutup (mahvetmiştik).

96—  Eğer o kasabaların halkı (dosdoğru) inanıp (inkâr, inat ve az­gınlıktan) sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereket (kapı)-larını açardık; ama ne yazık ki (Hakk'ı) yalanladılar, biz de onları kazan­dıkları (kötülük ve haksızlıktan dolayı kahrımızla) yakaladık.

97—  Kasabalar halkı geceleyin uykuda iken azabımızın (ansızın) ken­dilerine gelmesinden güvende midirler?

98—  Veya kasabalar halkı, oynayıp eğlenirlerken kuşluk vakti kendi­lerine gelecek azabımızdan emin midirler?

99—  Yoksa onlar Allah'ın kurduğu düzen ve tedbirden güvende mi­dirler? Oysa Allah'ın kurduğu düzen ve tedbirden ancak kendilerine yazık edenler güvende olurlar.

100—  Önceki (yaşayan) yerlilerinden sonra yeryüzüne vâris olanlar şu gerçeği hâlâ anlayamadılar mı? Dilemiş olsaydık onları da günahları karşı­lığında felâkete uğratır ve kalbleri üzerine mühür basardık. (Böylece) işit­mez ve anlamaz duruma gelirlerdi.

101—  İşte bu kasabaların haberlerinden ve durumlarından bir kısmı­nı sana anlatıyoruz. And olsun ki peygamberleri, onlara acık belgelerle (mu'cizelerle) geldiler, ama daha önce yalanladıkları şeye inanmak iste­mediler. İşte böylece Allah inkâra saplanıp kalanların kalblerini mühürler.

102—  Biz onların çoğunda ahde vefanın (izini) bulamadık. Çoğunu, şüphe yok ki fâstk (ilâhî buyruk ve sınırın dışına çıkmış) bulduk.

 

İlgili Hadîsler

 

«Mü'minin (herhali) hayret uyandırıcıdır: Allah onun hakkında ne ka­dar kaza (ve kader) meydana getirirse, mutlaka onun için hayırlı olur. Ba­şına bir sıkıntı ve darlık gelir de ona sabrederse, yine onun için hayırlı olur; bir ferahlık ve genişliğe kavuşur da şükrederse, yine onun için hayırlı olur.» [142]

Kudsî hadîs :

Allah (C.C.) buyurdu : «Doğrusu ben kullarımı bâtıldan uzak, Hakk'a yönelik yarattım. Sonra şeytanlar gelip onları saptırıp dinlerinden uzaklaş­tırdılar; benim onlara helâl kıldıklarımı haram saydılar.» [143]

«Doğan her çocuk fıtrat (Allah ve din duygusu) üzere doğar. Sonra ana-babasi onu ya yahudileştirir, ya hıristiyanlaştırır, ya da mecûsileşti-rir.» [144]

 

İnsanin İki Yönlü Eğilimi

 

«Hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek mutlaka oranın halkını, yalvarıp yakarsınlar di­ye bir takım sıkıntı, darlık ve şiddete (tabi) tutup (hırpalamışızdır).»

İnsan, kendinde hem hayvanî, hem melekî sıfatları taşıyan ve hayatı boyunca bu sıfatların çizdiği zikzaklı yolda yürüyen bir canlıdır. Hangi sı­fatın eğilimi ağır basarsa, insan o sıfatla ilgili varlığa daha çok yaklaşmış olur.

Refah artar da mutluluk güleryüzünü gösterdiği zamanlarda insan yü­ce âleme İlgisiz kalır ve melekî yanı iyice zayıflar veya o sıfatı kaybede­cek kadar plândaki yerinden kayarsa, yaratıldığı gaye ve hikmete arka çe­virmiş olur. Bu durumda hayvanî sıfatlar akla ve mantığa üstünlük sağlar; kutsal değerler unutulur ve sonunda insan nefis ve şehvetin esiri haline gelir.

Bir süre sonra felâket zili çalıp dert ve belâ ardarda kendisini izledi­ğinde ise, düştüğü bataklığın, daldığı gafletin farkına az veya çok varmaya başlar. Felâketler ve sıkıntılar dört yandan kendisini kuşatıp umut ışığının söndüğünü veya sönmek üzere olduğunu görünce, en büyük umut olan ve her ân kullarına rahmet kapısını açık tutan âlemlerin Rabbına yönelme ih­tiyacını duyar. Günkü yaratılışında bu maya mevcuttur; Allah ve din duy­gusu onun ruhuna işlenmiştir. Şehevî duygular, geçici mutluluklar, mal ve makam sarhoşluğu o mayayı küllemiş durumdadır. Küller kalkınca o or­taya çıkma imkânını bulur.

İşte ondan dolayı bir ülke halkı kutsal değerlerden uzaklaşır, hayvanî sı­fatların tesirinde kalır ve böylece yüce âlemden ilgisini keserek eriştiği ni­metin sarhoşluğu içinde Allah'a başkaldırırsa, Allah onları bu sakıncalı yol­dan çevirmek için uyarıcı, yol gösterici, hakkı tebliğ edici peygamberler ve­ya peygamber ilmine vâris olan mürşitler gönderir. Bu arada fıtratlarındaki Allah ve din duygusunu örten nefis ve şehvet perdesini kaldırmak için şid­det, sıkıntı, üzüntü, açlık ve hastalık gibi sebepleri harekete geçirir.

Bu durumda kimin ruhundaki cevher ilâhî hidâyet güneşinden yarar­lanma isti'dadında ise, gönderilen uyarıcıya inanıp bağlanır. İsa Peygam-ber'e inanan havarîler gibi.. Sonuç olarak, gönderilen peygamber veya vâ­risinin hikmeti belirginleşir; ilâhî rahmet gazabının önünde yürüyerek saa­det havasını estirir. O sonsuz kudret, inen sıkıntı ve kötülükleri sevince ve iyiliğe döndürür.

Aradan uzun yıllar geçer, yeni kuşaklar ortaya çıkar; nüfus ve servet artışı göz ve gönül dolduracak dereceye ulaşır,- derken yine Hak'tan uzak­laşma, azgınlık,şımarıklık ve inkâr fırtınasıkendini hissettirir. Gaflet bulut­ları milletin ufuklarını kaplayıp karartır ve ardından yine sıkıntı, ıstırap, felâket ve musibetler peşpeşe sıralanır. Aklı ermeyenler, intibahe gelme­yenler, «eh ne yapalım, atalarımız da bu gibi zikzaklı yollardan gelip geç­mişlerdi..» diyerek kendilerini avutmaya çalışırlar da Hakk'a yüzçevirme-yi bir türlü akıllarından geçirmezler. O sebeple sünnetullah gereği o kavim, ya da millet üzerine ilâhî emrin inmesi kaçınılmaz olur.

O halde kâinatta bilinen ve bilinmeyen câri kanunlara, diğer bir de­yimle sünnetullah'a uymak ve dejenere olmaya, yozlaşıp sapıtmaya yol aça­cak bir çevre oluşturmamak bir zarurettir. [145]

 

Göğün Ve Yerin Bereketi

 

«Eğer o ka­sabaların halkı inanıp sakınsalardı, herhalde üzerlerine gökten ve yerden bereket (kapı)larını açardık.»

Kur'ân'da ilgili âyetle söz konusu edilen   bereket,   maddî refahla birlikte kalblerde fışkıran sağlam imân, vicdanları geliştiren kanaat, insan­cıl duygu; ruhlara gıda veren Allah ve din sevgisidir. Gerçek bereket bu­dur; tek yönlü bereket yeterli değildir. O halde sadece ekonomik yapısını geliştirip düzene sokan, -fakat kutsal değerlere lâyık olduğu yeri ve öne­mi vermeyerek maddeyi heykelleştiren kavim ve milletler, her şeye rağ­men huzursuz ve güvensizdirler.Çünkü ölümüve ötesini fısıldayan ne bir ha­ber, ne de ebediyen mutlu olmayı va'deden bir.ses onların ülkesinde du­yulmamaktadır. Allah'a ve Âhiret'e bilerek inanan  insanın  ruh  ikliminde oluşturduğu ölçü ve denge onlarda sağlanmadığı için de mal ve servetin bolluğu feyizli, huzurlu ve güvenli bir ortam getirememiştir. O bakımdan kazanılan servet, elde edilen refah bir hiç uğruna akıp gitmekte, inanma­yanların bir dereceye kadar umudu ve ondan sonra umutsuzluğu olmaya devam etmektedir.

İlgili âyetle, dünya ile âhiretin, maddeyle mânanın, bedenle ruhun pa­ralel ilgi görmesi telkin edilirken, ilâhî dini gönülden benimseyip gereğin­ce amel etmenin mutluluk, feyiz, bereket ve umut kaynağı olduğu ilham ediliyor. Dinsiz bir hayatın ruh ve vicdan için bir işkence, kalb için bir ağır­lık ve yük olacağı dolaylı şekilde anlatılıyor. [146]

 

İnkarcıların Kalblerinin Mühürlenmesi

 

«İşte böylece Allah inkâra saplanıp kalanların kalblerini mühürler.»

İlgili âyetle gelip geçen milletlerin yanlış tutumlarının, inkârda inat ve ısrar etmelerinin faturasının çok ağır olduğuna işaretle Mekke halkı uya­rılıyor. Sonra da gözler önüne serilen belgelere, açık mu'cîzelere rağmen daha önce yalanladıkları şeye inanmak istemediklerine atıfta bulunularak çoğunda ahde vefanın izine rastlanmadığı, o yüzden kalblerinin mühür­lendiği bildiriliyor.

Önce şunu belirtelim ki, bir kalb mühürlenecek düzeye gelmedikçe Al­lah onu mühürlemez. Bir hayvan yemekten ve içmekten kesilip can çekiş­tirme durumuna, kısırlaşıp yararsız hale gelmedikçe kolay kolay kasabın bıçağına teslim edilmez. Bir insan da kalbini ve ruhunu yüce âlemden inen her türlü feyiz ve rahmete kapalı tutmadıkça, gösterilen ilâhî belge­lere kayıtsız ve ilgisiz kalmadıkça kalbi mühürlenmez. Dönüşün, ahde ve­fanın eseri kalmayınca, ilâhî hüküm iner. Ve işte o zaman ne hidâyet gü­neşi o kalbe doğar, ne de Peygamber sünnetinin nuru yansır. Kör olarak yaşar, kör olarak kabrinden kalkar.

Tarihte isimleri anılan birçok kavim ve milletlerin Allah'a ve Peygam­berlere karşı olumsuz tutumlarıyla Mekkeli'lerin son dine karşı tutumları arasındaki benzerlik o kadar açıktır ki, Kur'ân yer yer bunu belirtmekte ve tarihin tekerrür edeceğine işarette bulunmaktadır. Nitekim tarih Mek-keli'ler hakkında da tekerrür etti, aradan birkaç yıl geçince mağrur başla­rı yerlere kadar eğildi. Düne kadar alaya aldıkları, küçümseyip hakîr gör­dükleri mü'minlere uymaktan başka çareleri kalmadı. Kabe'ye yaklaştır­madıkları Bilâl, onların gözlerinin önünde Hz. Muhammed'in (A.S.) em­riyle Kabe'nin damına çıkarılarak Allah'ın birliğini, Muhammed'in (A,S.) hak resul olduğunu ilân etti.

Keza bu günlerin çok yakın olduğuna işaretle bir yandan Mekkeli'-lere son uyarılar yapılıyor, bir yandan da mü'minler teselli edilerek ilâhî nusratın pek yakın olduğu müjdesi veriliyordu,

Allah'ın plân ve programını bilen Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, müşrik­lerin her türlü azgınlık, taşkınlık, şarlatanlık ve ölçüsüzlüklerine karşı sab­rediyor; İslâm'ın ebediyete uzanan nurunu kalb ve kafalara yansıtmaya ça­lışıyordu. O gün için bundan daha güzel bir yol ve metot söz konusu de­ğildir. Hz. Peygamber (A.S.) nasıl suyun bölünmezliğini, onu oksijen ve hidrojene ayırınca su olmaktan çıkacağını biliyorduysa, insanın da beden

ile ruhunu birbirinden ayırmanın onu insanlıktan çıkaracağını öylece bili­yor ve her sıkıntıya göğüs gerip insanın bu iki ayrı varlığı arasında en sağ­lam irtibatı eğitim yoluyla sağlamaya çalışıyordu. O bakımdan kavga ye­rine barışı, kan dökme yerine insan hayatının önemini, bölünme yerine bir­leşmeyi, sınıf farkı yerine eşitlik ve kardeşliği telkin ederek günün şartla­rına ve mevcut ortama göre bir strateji uyguluyordu.

İşte bu, her çağda dikkatten uzak bulundurulmayacak bir metottur ki, Kur'ân birçok âyetlerle onu anlatıyor. [147]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, insanların nefis ve İblîs'in şer ikliminden uzaklaştırılıp kutsî âlemin ferahlatıcı, umut ve huzur, güven ve kalb yatış-kanlığı verici iklimine eriştirmek için her kavim ve millete birer uyarıcı ve yüce âlemden saadet müjdesini haber veren bir peygamber gönderildiği konu edildi. Sonra da inkâr ve tuğyanda ısrar edenlerin, dönüş yaparlar diye bir takım sıkıntılarla denendikleri anlatıldı.

İmân edip ahlâkını güzelleştiren her milletin maddî ve manevî alan­larda göklerin ve yerin bereketlerine lâyık oldukları belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle çok ibretli ve önemli tarihî bir misal veriliyor: Mu­sa Peygamber ile Fir'avn kıssası detaylı biçimde anlatılarak hakkın enin­de sonunda başarıya erişeceği, bâtılın ise, yıkılıp yok olacağı ana hatla­rıyla gözler önüne seriliyor ve böylece önce Mekkeli putperestler, sonra da yaşamakta olan inkarcı kavim ve milletler uyarılıyor. [148]

 

Meali:

 

103—  Sonra da onların ardından Musa'yı âyetlerimizle Fir'avn'a ve (onun meclisinde yer alan, itibar gören) ileri gelenlerine gönderdik. Âyet­lerimize karşı haksızlıkta bulundular ama (sen) fesat çıkarıp (Hakk'a kar­şı gelenlerin) sonunun nasıl olduğuna bir bak!

104—  Musa dedi ki: Ey Fir'avn! Şüphesiz ki ben, âlemlerin Rabbin-den (görevlendirilip gönderilen) bir peygamberim.

105—  Bana yakışıp yaraşan, Allah'a karşı ancak gerçeği söylemekli-ğimdir. Doğrusu size Rabbinizden açık bir belge (mu'cize) ile geldim; ar­tık İsrâiloğulları'nı benimle beraber gönder.

106—  Fir'avn ona : Bir âyet (mu'cîze) ile gelmiş bulunuyorsan hemen onu getir de (ortaya koy), eğer doğrulardan isen, dedi.

107—  Bunun üzerine Musa, Asa'sım bırakıverdi, derken ansızın o açık ortada büyükçe bir yılan oluverdi.

108—  Ve elini (koynuna sokup) çıkarıverdi de o, bakanlara bembe­yaz (ışık saçan, pırıl pırıl) oluverdi.

109—  Fir'avn'ın  kavminden  ileri  gelenler,  (mu'cizeyi  inkâr edip), bu çok bilgili bir sihirbazdır;

110—  Sizi yurdunuzdan çıkarmak ister, dediler. Bunun üzerine Fir'avn onlara : «Peki ama ne tavsiye edersiniz?» diye sordu,

111—  Onlar da : «Musa ile kardeşini alıkoy ve şehirlere toplayıcı gö­revliler gönder de,"

112—  Sana uzman olan bütün sihirbazları getirsinler,» diye cevap ver­diler.

113—  Sihirbazlar  Fir'avn'a gelip,  eğer  üstün  gelirsek  bize  mükâfat var, (değil mi?) dediler.

114—  O da, evet ve hem de (bana) yakınlardan olursunuz, dedi.

115—  Ey Musa! dediler, ya sen (önce marifetini) ortaya atıver, ya da biz (hünerimizi) atıverenlerden olalım?

116—  (Musa onlara:) Önce siz atıverin, dedi. Bunun üzerine onlar hü­nerlerini ortaya atıverince, halkın gözlerini büyülediler ve onları hayli kor­kuttular da büyük bir sihir sergilediler.

117—  Musa'ya, Asâ'nı bırakıver! diye vahyettik, derken Asâ onların uydurduklarım (bir bir) yutmaya başladı.

118—  Böylece hak  (bütün açıklığıyla)  gerçekleşti; onların yapagel-dikleri (sihir, gözboyacılık ve elçabukluğu) boşa çıkıp hükümsüz kaldı.

119—  Artık sihirbazlar orada yenilgiye uğradılar ve alçalmış, küçül­müş olarak gerisin geri döndüler.

120-122— Ve sihirbazlar secdeye kapandılar da «Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine imân ettik» dediler.

123—  Fir'avn onlara : «Ben size izin vermeden ona imân mı ettiniz? Doğrusu bu, halkını çıkarmak için ülkede kurduğunuz bir hiledir; ama ya­kında (neler yapacağımı) göreceksiniz.

124—  And olsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve (sonra da) hepinizi herhalde asacağım» dedi,

125—  Onlar, (o takdirde) biz (can verip) Rabbimize dönücüleriz.

126—  Rabbimizin âyetleri bize gelince sırf onlara inandığımız için biz­den intikam (öc) almak istiyorsun! dediler. (Ve sonra şöyle duada bulun-

dular):  «Ey Rabbimiz! üzerimize sabır (ve dayanma gücünü) boşalt ve müslimler (Hakk'a teslimiyet gösterenler) olarak canımızı al!»

 

Musa Peygamber Ve Fir'avn

 

Kur'ân'da, son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) inanmayıp hakkı ret ve inkâr edenleri uyarmak; inanan bahtiyarları hem müjdelemek, hem kalb yatışkanlığına eriştirmek için yaklaşık 42 yerde, küfrü bütün yönleriy­le temsil eden Fir'avn'dan ve Hakk'a karşı tutumunun değişik safhaların­dan; 22 yerde de Musa Peygamber ve Fir'avn arasında geçen çetin mü­cadelenin çok renkli bölümlerinden söz edilir.

Bunun bir diğer önemli sebebi de, daha önce gönderilen peygamber­lere de inananların az olduğunu; çoğunun ise Hakk'ın dâvetine başkaldı-rıp tuğyan ettiğini hatırlatmak ve hemen her dönemde küfürle sürtüşme ve tartışma halinde olan mü'minieri teselli etmektir.

Musa Peygamber'in ise durumu peygamberler zincirinde bir farklılık arzeder: Kendisi hem Ulû'l-azm sayılan bir resuldür; hem İsrâiloğulları gi­bi dönek bir kavmi Mısır'da Fir'avn'ın zulmünden kurtarmakla görevlidir; hem de nüfuzlu olan ve insanları köle gibi kullanmaktan derin zevk alıp ilâhlık iddiasında bulunan haddini bilmez şımarık bir hükümdarı Al­lah'ın varlığını ve birliğini tasdike çağırmakla gönderilmiştir. O bakımdan teblîğ, irşat ve aralıksız mücadele safhaları Mısır'dan Sina Çölüne, ora­dan Filistin ve çevresine kadar uzamıştır. Aynı zamanda ilâhî ahkâmı için­de taşıyan Tevrat'ın hükümlerini İsrailoğullan'nın hayatına çevirip onları ilâhî düzene kavuşturmanın bütün zorluklarını yüklenmiş bulunuyordu. Böylece İsrailoğullan'nın tutuculuğunu, maddeye bağlılığını, Mısır'da uzun yıllar edindikleri âdet ve gelenekleri de dikkate alırsak kıssa bütün haş­metiyle karşımıza çıkar ve işte o zaman Kur'ân'da neden onlara bu kadar geniş yer verildiği anlaşılabilir.

Musa Peygamber ne zaman yaşamıştır? Tarihçilerimiz bu hususta ke­sin bir tesbit ortaya koyamamışlardır. Ancak M.Ö. XIII. yy. ortalarında ya­şadığı sanılmaktadır.

Fir'avn, genellikle Mısır krallarına verilen bir isimdir. Musa Peygam­ber'in uyarıcı, Hakk'a dâvetçi olarak gönderildiği fir'avn'ın ya Tutankha-ma, ya da II, Ramses olduğu söylenir. Son yıllarda İngiliz arkeologların Kızıldeniz sahilinde yaptıkları kazı sonucu yarı mumyalanmış secde ha­linde bir iskelet bulmaları bazı ihtimallerin doğmasına, yeni birtakım yo­rumlara neden olmuştur.

Müfessir  Merağî'nin  tesbitine  göre, fir'avnlar döneminde Mısırlı'ların

adı geçen iki hükümdarı veya birini «Selîl-i İlâh = Tanrı'nın kınından sıy­rılmış kılıcı» diye vasıflandırdıkları tesbit edilmiştir. Ayrıca müzede teşhir edilen mumyalanmış fir'avnların iskeletlerinin yanıbaşına sonraları şu âyet yazılmıştır: «Senden sonrakilere (ibret ve öğüt alınacak tarihî) bir belge olmak için bugün senin bedenini kıyıya yüksekçe bir yere atacağız. Çünkü insanların çoğu bizim âyetlerimizden cidden gafildirler.» [149]

Tanrılık iddiasında bulunan Fir'avn, ister şu, ister bu olsun, önemli değildir, asıl önemli olan ©layın kendisidir. Musa Peygamber'! ummadığı bir zamanda karşısında bulan Fir'avn'ın, Onun getirdiği ilâhî belgeleri ve hakkın susturucu beyanını görünce sarsılması, ilâhlığını bir tarafa atıp çevresindeki dalkavuklarına : «Ne tavsiye edersiniz veya ne buyurursu­nuz?» diyecek kadar küçülmesi, ilâhî inayetin haktan yana tecellilerinden biridir. [150]

 

Peygamber Ve Mürşide Yakışan Ve Yaraşan Nedir?

 

Kur'ân yukarıdaki âyetlerle Musa Peygamber'le Fir'avn arasında ge­çen mücadelenin ibret ve öğüt dolu safhalarından birkaçını sıralarken, son peygamber Hz, Muhammed'in (A.S.) ümmetinden irşat görevini yük­lenenlerin önünü aydınlatıp yollarını açmakta ve bâtıl ile mücadelede ba­şarılı olmanın metot ve anahtarını vermektedir.

«Bana yakışıp yaraşan,   Allah'a   karşı ancak gerçeği söylemekliğimdir..» Musa Peygamber'in bu sözü çok anlam­lı ve yol göstericidir. Öyle ki : Hak adına insanları irşat edip öğüt veren mürşitler, her şeyden önce peygamberlerin vârisleridirler. Allah ve Pey­gamber adına konuşurken yalan uydurmak hiçbir mü'mine yakışmaz. O bakımdan Hz. Muhammed (A.S.), zaman zaman sorulan soruları, Allah'­tan o hususta bir bilgi almadığı için «bilmiyorum..» diyerek Allah adına kendiliğinden konuşamtyacağını belirtmiştir. Zira Hak adına yalan uydu­rup irşatta bulunmak insanı davadan uzaklaştırıp ilâhî gazabın eşiğine götürür. O bakımdan çok tehlikeli bir yoldur.

Din ve Allah adına konuşup halkı irşat eden kişiler, ele aldıkları ko­nularda istedikleri şekilde tasarruf hakkına sahip değillerdir. Çünkü İslâm dini yalnız bir çağın, bir milletin değil, kıyamete kadar gelecek bütün çağ ve insanların ortak hakkıdır. İnsan kafasının ürünü olan hükümler ve sis­temler, kuşaklar değiştikçe değişmeye mahkûmdur. Allah tarafından in­dirilen sistem ise kalıcıdır. Hem,dinler, İslâmiyetle tekâmül edip doruğuna yükseldiğine, son noktasına ulaştığına göre, artık onu olduğu gibi kabul­lenmek gerekir. Taşıdığı esaslar ve prensipler çağların, milletlerin ve me­deniyetlerin çok önünde yürümektedir. Son birkaç yıl içinde başta Fran­sa'da olmak üzere batı ülkelerinin bir kısmında dünya çapında haklı şöh­rete sahip olan Mauice BUCAILLE, Roger GARAUDY ve emsali kişiler, Kur'ân'i ilim gözüyle inceleyince, her kelimesiyle ilâhî olduğuna ve taşıdığı hükümlerin, ilme ışık tutan temel bilgilerinin, gerçeği bulan ilim­le hiçbir zaman çatışmıyacağına inandıklarını bütün dünyaya duyurdular. [151]

 

Hak İle Bâtılın Karşılaşması

 

Fir'avn'ın kavminden  ileri gelenler,  (mu'cizeyi inkâr edip) bu çok bilgili bir sihirbazdır, dediler.»

Sihir, Bakara sûresinde de açıkladığımız gibi, daha çok büyü, göz­bağcılık, gözboyacılık anlamında kullanılır. Ayrıca eşyanın veya olayın dış görünümünü^kendine has bir bilgi ve beceriyle,değiştirilmiş gibi gösterme sanatı da diyebiliriz. O bakımdan bir eğitim ve öğretim konusudur. Aneak unutmayalım ki, sihirbaz marifetiyle meydana gelen hiçbir olay gerçek de­ğildir; temelde ve mahiyette bir değişiklik yoktur; sadece görünüşte ve gö­rüntüde bir değişme söz konusudur ve o da geçicidir.

Mısır fir'avnlan ve özellikle II. Ramses devrinde sihir ve büyü-, cülüğün çok yaygın olduğu anlaşılıyor. Musa Peygamber'e karşı ilim ve irfanla; akıl ve mantıkla karşı koyamıyacağını anlayan Fir'avn ve ileri gelen­ler, onun göstereceği açık belge ve mu'cizeye sihirle karşı koymayı ter-cîh etmişlerdir. Sihrin mu'cize karşısında tutunması mümkün değildir. Biri inanmayan bir ruhun marifeti, diğeri sonsuz kudretin bir tezahürüdür.

Peygamberler vasıtasıyla izhar edilen olağanüstü şeylere mu'cize; bü­yük velîler vasıtasıyla ortaya konulan olağanüstü şeylere ise keramet de­nir. Her iki durumda da Cenâb-ı Hak, sebep ve illetleri ortadan kaldırıp kud­retini izhar ederek, sebep ve illetleri de kendi tasarrufu altında tuttuğunu gösterir. Gerçi insan ruhu da bu kudretten gelme, bir harikadır; ama be­dene girdiğinde yetkileri azalır ve tasarrufu sınırlanır. Yüce âlemden ken­disine inayet edilence güçlenir ve bazı ibreleri faal duruma geçmeye baş­lar. Bu hal peygamberlerlejvefâyetin üst derecelerinde bulunan velîlerde çok daha belirgindir.

İşte Musa Peygamber'e «Asâ'nı yere atıver!» emri, üstün bir kudretle tecelli ederek, A s â 'nın atomları bir anda ölçü ve plânını değiştirerek çok k*ıvrak bir yılana dönüşmüştür. Bu bir gözboyacılık veya gözboyama, el-

çabukluğu değil, doğrudan İlâhî emrin, «kün hitabının» nüfuz ve tesiridir. Böyleoe ortaya konan sihri boşa çıkarmış ve tesirini bir anda silivermiştir.

«Sihirbaz ise, nereden gelirse gefsin umduğuna eri­şip başarılı olamaz.» [152] Şüphesiz ki, insanoğlunun sergilediği büyü, sihir ve benzeri marifetleri, kendi kudreti ve ölçüsü nisbetindedir. Allah'ın kud­reti ise, sonsuz ve sınırsızdır.

Kur'ân-ı Kerîm'de sihir olayı ve neticesi açıklanırken,Hz. Muhammed'e (A.S.) ve O'nun ümmetine hakkın eninde sonunda üstün geleceği haber veriliyor; yeter ki Hak'tan yana olanlar, ilâhî kudretin yüceliğine inanıp sabırla ve bilerek çalışsınlar; insanlıktan yana en hayırlı ve en yararlı hiz­metlerde bulunma aşkı içinde Hakk'a güvenip dayansınlar, aşamıyacak-ları engel, çözemiyecekieri mesele yoktur. [153]

 

Ölüm Tehdidi Karşısında Burçlaşan İmân

 

«Ve sihirbazlar secdeye kapandılar da âlemlerin Rabbına, Musa ve Harun'un Rabbına imân ettik, dediler.»

Musa ve Fir'avn kıssasının en önemli yanlarından biri de, sihirbazla­rın Hakk'ın kudretini görüp anlayınca secdeye kapanmaları olayıdır. Dev­rin en mahir sihirbazları, gösterilen mu'cizenin sihir ve büyü olmadığını hemen anlamışlar, sihirle mu'cize arasındaki bariz farkı görerek Musa'nın haklı bir davayı savunduğuna inanmışlardı. Zira sihir ve gözbağcılığın te­siri geçici olmakla birlikte hakikatle hiç ilgisi yoktur. Mu'cize ise, tesiri ka­lıcı ve hakikatle ilgisi kesindir. O bakımdan büyük bir yılan olan Asâ, si­hirbazların ortaya yılan ve haşere şeklinde sergiledikleri urgan ve ben­zeri şeyleri yutup ortadan kaldırırken, bir tahyîl anlamında değil, hakikati yansıtır niteliktedir. Nitekim yutulan yılan ve benzeri eşya bir daha eski haline dönememiş ve ortadan tamamıyla silinip yok olmuştur. Sihirbazlar bu gerçek karşısında inanmaktan başka bir yolun bulunmadığını anlaya­rak secdeye kapanmışlardır.

Sihirbazların, Musa ve Harun'un Rabbına imân ettiğini gören Fir'avn, büsbütün paniğe kapılmış, kudret ve saltanatının sarsılıp ağır bir yara al­dığını anlamakta gecikmemiş ve tehdîde başvurarak : «Ben size izin ver­meden ona imân mı ettiniz? Doğrusu bu, halkını çıkarmak için ülkede kur­duğunuz   bir   hiledir; ama   yakında   (neler   yapacağımı)   göreceksiniz..»

elemiştir. Onların ise, «O takdirde biz Rabbımıza dönücüleriz..» diye karşılık vermeleri, Fir'avn'ın «And olsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz­lama keseceğim ve (sonra da) hepinizi asacağım..» demesi, sihirbazların sonunun geldiğini gösteren açık bir delildi. Buna rağmen Hakk'a imânın bir anda burçlaşıp hayatı ve geçici zevklerini küçümsemesi, kelimeyle anla-tılamıyacak kadar anlamlıdır.

Fir'avn, çevresinin ve halkının güvenini ve kendisine bağlılıklarını de­vam ettirebilmek için, Musa ile sihirbazların gizliden anlaştıklarını ve Kıbt kavmini Mısır'dan çıkarmayı plânladıklarını söyleyerek, halkı onların aley­hine döndürmeyi plânladı. Bu çok kurnazca bir buluştu ki, Fir'avn'ın tek tutunacak dalı sayılırdı. Hakk'a inanıp teslimiyet göstereceği yerde, yala­na başvurup siyaset yapmak ne kötü şey!. Eline geçen en büyük fırsatı kaçırıyor, sonu ebedî hüsran olan yoldan dönmemeye and içiyordu. Sihir­bazlar ise, «Ey Rabbımız! üzerimize sabır (ve dayanma gücü) boşalt ve müslimler (Hakk'a teslimiyet gösterenler) olarak canımızı al!» diye duâ ediyorlardı.. [154]

 

Hakk'ı Savunanları Teselli Eden Güzel Bir Misal

 

Mekke'de binbir işkence altında imân ve irfanını ayakta tutmaya ve Allah'ın dinine hizmet etmeye çalışan ilk müslümanlar, iyice bunalmışlardı. Ama Resûlüllah (A.S.) Efendimizin sağlam bir kale gibi yükselen azm-u irâdesi, sabr-u metaneti, mü'minlere güç ve cesaret veriyor; Allah ve din sevgisinin filizlenen tohumları bütün gönülleri istilâ ederek,, tahammülü zor işkence ve saldırıların tesirini hafifletiyordu.

Kur'ân, gerek Musa Peygamber'in azimli ve kararlı mücadelesini, ge­rekse hakikati anlayan sihirbazların, mutlak ölüm karşısında şahlanan imânlarını misal vererek, sıkıntılı günlerin yakında çok gerilerde kalaca­ğına, bâtılın başaşağı gelip yıkılacağına işarette bulunuyor ve hemen her devir ve dönemde sıkıntıya uğrayan mü'minlere nasıl hareket etmeleri ge­rektiğinin ölçüsünü veriyor. Sihirbazların, «Hakk'a teslimiyet gösterenler olarak canımızı al!» demeleri ne güze! yalvarış ve ne üstün bağlılıktır! Böy­le bir imânın değeri bütün takdirlerin üstündedir. [155]

 

Tarihî Bir Belge

 

Eski Mısır'ın, Britanya müzesinde korunan papirüslerinde Fir'avn ve Hz. Musa ile ilgili şu fıkralar okunarak tesbit edilmiştir:

«Sihirler onlar için  ekmekleri  gibidir.  Onların  alçaklığı  gibi  alçaklık

yoktur. Başkanları onları arkasına takmakta ve korku boyunduruğu altında eğerek murdar kanuna doğru sürüklemektedir. Karısı hakimiyetinin önün­de titrer, çocukları en aşağı bir haldedir. Ama arkadaşları ona göre dünya­nın en ileri kavmidir.»

Altı numaralı papirusta da Fir'avn'ın askerlerinin Kızıldeniz'i geçerken uğradıkları musîbet ve felâket şu şekilde anlatılıyor:

«Sarayın beyaz odasının muhafızı, kitapların baş koruyucusu Amena-moni'den kâtip Pentenhor'a : Bu mektup elinize ulaştığı zaman ve noktası noktasına okunduğu zaman kalbini müteessir edecek bir halde olan elem verici felâketi, girdaba yakalanıp boğulma felâketlerini öğrenerek kalbini kasırga önündeki yaprak gibi en şiddetli ıstıraba teslim et. Hükümdarın musîbet gününde esirlere merhamet edilmesi düşüncesi kendisi için uğur­suz oldu. Esir hizmetçi, kudreti altında bulunduğu kavmin başkanı oldu. Kötü hareketine karşı olan engel, ileriden mahvedildiği gibi, isyana karşı olan engel de geriden mahvedildi. Artık güç hal ile su getirmeye veya ek­mek için öğütmeye çalışılabiliyor. Kralın muhafızları kalblerinden sakatlan­mış gibidirler, sesleri kuvvetsizdir. Kuvvetli, esirin durup beklediğini göre­rek kalbinde galebe ediyordu. Gözü ona dokunuyordu, yüzü onların yüzü üzerinde idi. İftiharı da kemal derecesinde idi. Musîbet, şiddetli zaruret birdenbire onu yakaladı. Sular içinde uyudu...... Gençliklerin evvelinde bi­çilmiş olan gençleri, başkanlarının ölümü, kavimlerin efendisinin, doğula­rın ve batıların kralının mahvolmasını tasavvur et.. Sana gönderdiğim ha­ber, hangi habere kıyas edilebilir?»

«Horosun yüzünün nuruna and olsun ki, bu adam (Musa) bir sihir­bazdır. İradelerin hepsinin de mukavemeti imkânsızdır. O, kanun çizmek (koymak)ta ne kadar uzmandır!. Sam kavmi sefilini sürüklemekte ne ka­dar mahirdir!. Kuvvetliyi koyulmuşların, mazlumu kuvvetlilerin arasına ko­yuyor. Bu varlığını (kudret ve yeteneğini) daha anasının göğsünü emdi­ğinden beri, kendisini kurtaranlara borçlu olan çocuktur. Bununla beraber insanları kendisine alet yapmaya çalışıyor ve atılıyor..»

İşte bu fıkralar Musa Peygamber'İn mu'cizeler göstermiş ve kendisi­ne düşman olan Mısırlı'lara bile büyük bir sihirbaz olarak tanıtılmış oldu­ğuna delâlet etmektedir. O bakımdan sözü edilen fıkralar,çok önemlidir.

Soru : Görüyorsunuz ki, Musa Peygamber'İn mu'cizelerinden bazısının meydana gelmesi böylece gerçekleşmiş oluyor. O halde diğer mu'cizelerin de meydana gelmesi niçin mümkün olmasın?

Cevap : Ben, İsa Peygamber'İn insan temas etmeksizin doğduğunu akıllarına sığdıramayan birçok kimselere rastladım.. [156][157]

 

Değiştirilen Sözler

 

Tevrat'ın Çıkış bölümünde Musa Peygamber ile Fir'avn olayına çok geniş ve detaylı yer verilmişse de çoğunun insan eliyle değiştirildiği, Al­lah sözlerine insan sözü karıştırıldığı ilk bakışta anlaşılıyor ve Kur'ân'ın kelimesi kelimesine mahfuz beyân ve belâğatiyle Tevrat'ın bu kısmı da tashih ediliyor. [158]

 

Tahliller

 

«Mele1» tabiri Kur'ân'ın tam otuz yerinde değişik cümleler içinde ge­çer. Sözlük ve terim yönünden mânası hem birbirine çok yakın, hem de hayli geniştir. Özetliyecek olursak şöyle maddeleştirebiliriz :

a} Ülke veya kavmin ileri gelenleri.

b)  Aristokratlar.

c)  Danışma kurulu.

d)  Söz bilir bir topluiuk.

e)  Ülkede cereyan eden önemli meseleleri görüşen vazifeli bir kurul.

f)  Bir amaç için biraraya gelenler.

g)  Sağlıklı bir görüş ortaya koyabilen bir oemaat. h)  Huy ve karakter.

i) Açgözlülük, doymazlık ve zan. İ) Biraraya gelip toplanmak. [159][160]

 

Meali:

 

127—  Fir'avn kavminin ileri gelenleri (görüşlerini ortaya koyup), «Yer­yüzünde fesat çıkarsınlar ve seninle llâhtorım terkedip (bir tarafa itsin­ler) diye mi Musa ile kavmini (serbest)      akacaksın?» dediler. Fir'avn, «Onların erkek çocuklarını öldüreceğiz, kadm-armı (kız çocuklarını) sağ bırakacağız. Herhalde biz onların üstünde kahrsdici güce sâhibîzdir» dedi.

128—  Musa, kavmine dedi ki: «Allah'tan yardım dileyin ve sabredin; şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır, kullarından dilediğir i ona vâris kılar; iyi ve hayırlı sonuç (Allah'tan korkup kötülüklerden) sakınanlarındır.»

129—  Kavmi ona : «Ey Musa! Sen bize (peygamber olarak) gelmeden önce de ve bize geldikten sonra da hep eziyete uğradık» diye (sızlandılar). Musa onlara: «Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı yok eder ve sizi yeryüzün­de onların yerine geçirir de nasıl amel (hareket) edeceğinize bakar» dedi.

 

Fir'avn'ın Musa Peygamberden İyice Korkması

 

Fir'avn: Onların erkek çocuklarını öldüreceğiz, kadınlarım (kız çocuklarını) sağ bırakaca­ğız. Elbette biz onların üstünde kahredici güce sahibizdir, dedi.»

Âyetin acık delâletinden anlıyoruz ki, Musa Peygamber'in gösterdiği mu'cizeler karşısında sarsılan ve için için korkmaya başlayan Fir'avn, kud­ret ve saltanatını eski ihtişamında tutmanın yol ve çarelerini düşünmeye başlamıştı. Musa Peygamber'e iki sebepten dolayı dokunamıyordu : Bi­rincisi, dediklerinin doğru olabileceği endişesi idi. İkincisi, sihirbazlar da­hil birçok kimseler Musa'ya saygı duymaya başlamışlardı. O bakımdan Fir'avn, hem Musa'nın te'sirini azaltmak, hem ona saygı duyanları korkut­mak, hem de Musa'ya bir gözdağı vermek için ona inanan ünlü sihirbaz­ları idama karar vermişti. Gerekçe olarak da şunu söylüyordu : «Sihirbaz­larla Musa gizlice anlaşıp ülkeyi ele geçirmeye karar vermişler. Sihir ya­rışmasına girmeleri bir oyundur.»

Danışma kurulu, az-çok işin farkındaydı. Kraldan ziyade kralcı geçin­meyi uygun görüp Fir'avn'tn dikkatini daha çok Musa ve kavmi üzerinde toplamayı kararlaştırmışlardı. Çünkü ihmal edildiği takdirde ülkelerinde iki büyük tehlike, önü alınmayacak noktaya varabilirdi: Halkın iyice bölünüp bir grubun bozguncu hüviyetiyle ortaya çıkması; Fir'avn ve putlarının ha­karet görüp saygınlıklarını yitirmesi söz konusu idi.

Danışma kurulu, ya da meclisin sözcüleri, ülkelerinin mutlak bir teh­likenin eşiğine geldiğini anlatarak en zecrî tedbirin alınmasını istiyorlardı. Ama Allah'ın yüce kudretine mazhar olan Musa Peygamber'e dokunma cesaretini kendilerinde bulamıyorlardı. Fir'avn, hissettiği bu korkuyu açı­ğa vurmamaya dikkat ediyor ve Musa'ya önem vermediğini ima eder an­lamda konuşmalar yapıyor, daha tesirli tedbirler düşündüğünü hatırlata­rak plân ve programını şöyle açıklıyordu : «Üzülmeyin, biz bir soy kırımı­na başlayacağız. Bundan böyle İsrailoğulları'nın doğacak erkek çocukla­rını öldüreceğiz, kız çocuklarını diri bırakacağız.»Nitekim daha önce de böyle bir tedbire başvurup İsrailoğulları'ndan sayısı cok kabarık erkek ço­cuklarını öldürmüştü ki bu, Musa Peygamberin yeni doğduğu bir döneme rastlamış ve Allah'ın yüksek inayetiyfe Musa o katliamdan kurtulabilmişti. [161]

 

Allah'ın Tecelli Eden Üstün Kudretini Gururuna Yediremiyenler

 

 (<And olsun ki, Fir'avn taraftarlarını, öğüt ve ibret alsınlar diye kıtlık yılları ve ürünle­rinin noksanlığıyla tutup (sıkıntıya uğrattık).»

Kendi fasit ve ,gayr-i âdil düzenini ne pahasına olursa olsun devam et­tirmeye azmedip makam ve otoritesini, kendisini her iki âlemde de bahti­yar edecek imân cevherine tercîh eden nice körler ve sağırlar vardır. Şüp­hesiz ki, Fir'avn da onlardan biridir. Farklı tarafı ise, o kendini ilâh olarak tanıtmış ve halkını, özellikle İsrailoğulları'nı köle gibi kullanmış, Kıbt kav­mi dışında kalan vatandaşlarına ikinci, üçüncü sınıf insan muamelesi yap­mıştır.

İlâhî rahmet, inayet, vahiy ve mu'cizeye mazhar kılınmış büyük bir peygamberin sergilediği açık belgeler karşısında şaşkına dönen Fir'avn, azçok meselenin ciddiyetini ve Musa'nın yüce âlemden güç ve haber al­dığını anlıyordu, ama kendini ilâhlaştırıp milletinin önemli bir kısmını bu­na inandırması ve geçiei bir hayatın makam ve şöhreti, imân etmesini en­gelliyordu.

İşte bile bile kendini bu tehlikeli sınıra getiren mağrurlar hakkında Al­lah'ın hükmü mutlaka tecelli eder, kahredici emri iner. Çünkü bütün açık belgelere, akla ve vicdana ışık tutan delillere rağmen hâlâ inkârda ısrar edip küfür ve tuğyanını artıran hiçbir hükümdar ve millet, belli çizgiye gel­dikten sonra kurtulamamıştır. Nitekim Fir'avn ve zalim ordusu hakkında da öyle oldu,* denizin amansız dalgaları arasında can vererek her şeyleri­ni kaybetmişlerdir. Bundan önee de uyarıcı, vicdanlara neşter vurucu bir sürü dert, felâket, kıtlık birbirini izlemişti,' fakat anlayan bir kalb ve kafa mevcut değildi. [162]

 

İnsan Zayıf İradeli Ve Acelecidir

 

«Musa kavmine dedi ki: Allah'tan yardım dileyin ve sabredin....»

İsrailoğulları durmadan sızlanıyor ve biran önce bu sıkıntıdan, hürri­yetsizlikten kurtulmak istiyorlardı. İlâhî vahye nail olan Musa Peygamber ise, kutsi kuvvetle işin nereye varacağını anlıyor ve sabırla bu neticeyi bekliyordu.  İsrailoğulları  ise, yıllarca  Mısır'da  fir'avnların zulmü  altında

mihnet ve meşakkat çekmiş, köle muamelesi görmüştü. Bir kurtarıcıyı sa­bırsızlıkla bekleyip duruyorlardı. Fir'avn'ın zulmü belli kerteye gelip daya­nınca, ilâhî inayet tecelli etti ve Musa'yı kurtarıcı lider olarak nübüvvet şerefiyle şereflendirip onlara gönderdi. Hareket başladı, millî şuur kımıl­dandı. Allah'ın va'di kalb ve kafalara telkinle işlendi; derken çetin müca­deleler ba.şgösterdi. Çünkü herşey karşıtıyla bilinip gelişebilir. Hemyyük-sek nimetlerin ağır külfetim gerektirdiğini unutmamak lâzımdır. İsrailoğul-ları bu hikmeti pek bilmediKieri veya düşünemedikleri için artan sıkıntı ve İşkenceye tahammül edemiyerek sabırsızlık gösteriyorlardı. Zaten acele­cilik insanın mayasında vardır, olaylar peşkeşe gelince'o duygu hemen alevlenmeye yüztutar.

Sızlanmalar sürüp gitti. T; inip Musa Peygamber'e geldiler ve : «Ey Musa sen bize gelmeden önce ûe ve bize geldikten sonra da hep eziyete uğradık..» diyerek, Musa'nın peygamber olarak gönderilmesinin hiçbir se­meresini görmediklerini anlatmak istediler.

Musa Peygamber hem oniarı teselli edip umut veriyor, hem de Allah'ın va'dinin yakında gerçekleşeceğine kesinlikle inanıyordu. O bakımdan mo­rali yüksek, cesareti yerinde ve mücadeleye kararlılığı ortadaydı. Sünne-tullah'ı biliyor, ilâhî plân ve programın şaşmayacağını, mutlaka hedefine ulaşacağını, vakti saati gelince hükmünü yürüteceğini bütün mevcudiye­tiyle bekliyordu. O bakımdan kavmine : «Umulur ki Rabbımz düşmanınızı yok eder ve sizi yeryüzünde onların yerine geçirir de nasıl amel (hareket) edeceğinize bakar»diyerek kurtuluşun pek yakın olduğuna, o günlere ka­vuşunca da şımarmayıp Allah'a dosdoğru kulluk etmelerinin gereğine işa­rette bulundu. Va'dolunan topraklara kavuşacaklarını müjdeleyerek sabret­melerini tavsiye etti.. [163]

 

İyi, Yararlı Ve Başarılı Sonuç Kimedir?

 

«İyi ve hayırlı sonuç, (Allah'tan korkup kötülüklerden) sakınanlar içindir.»

İlgili 128. âyetle ilâhî programın çok önemli bir noktası açıklanarak mü'minlere bilgi veriliyor: İmanla küfrün karşıkarşıya gelip amansız bir tartışma, sürtüşme ve hattâ vuruşmaya başlaması, hangi tarafın lehine bir'sonuç doğurur? İmân ve hak cephesi, sabrı, Allah'a güvenip dayan­mayı elden bırakmaz, Allah korkusuyla hareket edip herşeye rağmen kö­tülüklerden, zulüm ve işkenceden kaçınıp hakkı savunursa, mutlu sonuç, başarılı netice onlardan yana tecelli eder.

Kur'ân bunu ilân ediyor ve Musa Peygamber ile Ffr'avn'ın amansız çatışmalarının sonucunu ibretli bir misal olarak hatırlatıyor.

Mü'minierin önce şu iki maddeyi kafalarına nakşetmeleri gerekir:

a)  Allah'tan yardım dileyip O'na büyük bir umutla bağlanmak.

b)  Olaylar karşısında dayanma gücünü ortaya koyup Kur'ân'ın tabi­riyle sabretmek.

Başarının şifresi bu iki maddede gizlenmiştir. Hareket noktası olarak buradan başlanıldığı takdirde, geriye daha önemli bir husus kalır ki onu her zaman manevî bir silah ve güç olarak gönüllerde taşımak gerekir; o da takva'dır. Fırtınalı, zulümlü, işkenceli bir ortamda bu tabirin delâ­let ettiği mâna nedir? İşte Kur'ân da ilgili âyetlerle bu mânayı öğretiyor: Allah'a karşı korku ve saygıyı, ümit ve güveni bir an olsun elden bırakma­mak; kötülüklerden kaçınıp düşmana karşı bile olsa, adalet ve insaftan ay­rılmamak; Allah'a imân etmenin insanı nasıl olgunlaştırıp kâmil insan yap­tığını dosta ve düşmana göstermektir. «İyi ve hayırlı sonuç (Allah'tan kor­kup fenalıklardan) sakınanlar içindir.» [164]

 

Ashabın Durumu

 

Mekke'de iyice sıkılan mü'minlerden bir kısmının, beşerî duygu ve zaafla bazan göğüsleri daralırdı. Müşrikler, İslâm cephesine katılanlar olun­ca büsbütün işkence ve azgınlıklarını artırır ve böylece bir yıldırma ve cay­dırma politikası uygularlardı. Cenâb-ı Hak, Musa Peygamber kıssasını bir teselli ve aynı zamanda ilâhî programı yansıtır anlamda bir müjde olarak hatırlattı ve kurtuluşun, zafer ve hürriyetin yakın olduğuna işarette bu­lundu. [165]

 

Meali :

 

130—  And olsun ki Fir'avn taraftarlarını, öğüt ve ibret alsınlar diye kıtlık yıllarıyla ve ürünlerinin noksanlığıyla tutup (sıkıntıya uğrattık).

131—  Kendilerine iyilik geldiği zaman, «bu bize lâyıktır» derlerdi. Bir kötülük dokununca, Musa ve onunla beraber olanların uğursuzluğuna yo­rarlardı.     Haberiniz olsun ki,   onların   uğursuzlukları Allah katındadır, ne var ki çoğu bunu bilmezler.

132—  Musa'ya dediler ki : «Bizi büyülemek için ne kadar âyet (muf-cize) getirirsen getir, sana inanıctlar değiliz!»

133—  O nedenle (kudretimizin yüceliğinin) ayrı ayrı belgeleri olmak üzere başlarına tufan (sel baskını), çekirge, haşere, kurbağa ve kan gön­derdik; buna rağmen gurur ve kibir gösterdiler. Zaten onlar suçlu günah­kâr bir kavim idiler.

134—  Üzerlerine (bu gibi) azap ve murdarlık çökünce, «Ey Musa, de­diler, sana verdiği söze karşılık Rabbine bizim İçin duâ et. Eğer bizden bu azap ve murdarlığı kalJırırsan and olsun ki sana kesinlikle inanırız ve İsrâ-iloğulları'm seninle beraber (serbest bırakıp) göndeririz.»

135—  Ne vakit ki, erişecekleri (mukadder) süreye kadar azabı ken­dilerinden kaldırdık, bir de ne bakarsın yeminlerini yerine getirtiliyorlardı.

136—  Biz.de âyetlerimizi yalanladıkları ve onlardan,gaflet içinde bu­lundukları sebebiyle intikam aldık da denizde boğduk onları.

137—  Ve küçümsenip hırpalanan kavmi de feyiz ve bereketli kıldığı­mız yerin (arz-ı mev'ûd'un) doğularına, batılarına vâris kıldık. Rabbin, İs-râiloğulları'na olan o güzel sözü, sabretmelerine karşılık tam anlamıyla gerçekleştirdi. Fir'avn ile kavminin yapageldikleri eserlerini ve yükselttik­leri köşklerini yıkıp yok ettik.

 

İlgili Hadîsler

 

«Tâûn (veba-kolera) bir azâbdır ki, İsrâiloğulları'ndan bir topluluk üze­rine ve sizden öncekiler üzerine gönderilmiştir. Bunun (salam, bulaşıcı has-

taliğın) bir yerde bulunduğunu duyduğunuzda sakın oraya gitmeyin; sizin bulunduğunuz yerde ortaya çıkarsa, sakın oradan kaçmak suretiyle başka bir tarafa çıkmayın!» [166]

Hz. Câbir (R.A.) diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, çekirgeye bed­dua ederken şöyle dedi: «Allahım! Onların büyüklerini yok et, küçüklerini öldür, yumurtalarım boz, köklerini kes, ağızlarını bizim geçimliğimize ve rızkımıza uzanmaktan alıkoy. Şüphesiz ki sen duaları işitip kabul eden­sin.» [167]

 

Musibet Ve Hastalık Allah'ı Hatırlatır

 

«Üzerlerine (bu gibi) azap ve murdarlık çökünce, Ey Musa! dediler, sana verdiği söze karşılık Rabbına bizim için duâ et.»

Allah insan hayatını harekete geçirmek, ilmî araştırmalara ağırlık ka­zandırmak ve insanın hayat ile mücadelesini devam ettirmek için itici ve zorlayıcı birtakım sünnetler ve sebepler koymuştur. Felâket, musîbet, has­talık, sıkıntı, kıtlık, kuraklık ve benzeri şeyler o sebeplerden bir kısmıdır. Yeterince her tarafa yağmur yağdırsaydı, yeraltı ve yerüstü sularından ya­rarlanma yolları ve çareleri düşünülmezdi. Her toprağı, her çeşit ürün elde etmeye uygun kalite ve evsafta kılsöydı, araştırma, inceleme, lüzumlu gübreleme konuları olmazdı. Hastalık ve sıkıntılar olmasaydı, tıbbî araş­tırma olmazdı. Böylece birçok ilim dalları ortaya çıkmaz, araştırma olmaz, buluş ve keşifler yapılmazdı. O nedenle de atalet başlar,{mmet, külfet kar­şılığı) hikmeti ortadan kalkardı. Sonra da insanoğlu derin bir gaflet içinde Allah'ı hatırlamaz ve aslında çoğu bu ihtiyacı duymazdı.

İnsanoğlu fıtratındaki maya gereği, bencildir, acelecidir; kendinden yana yontucu, mal ve makama karşı oldukça hırslıdır. Yukarıda sözünü ettiğimiz musîbet ve sıkıntılar onun bu aşırılıklarını kısmen olsun frenler. Din" ve ahlâk; ciddi ve seviyeli bir öğretim ve eğitim onun bu eğilimlerini belli ve meşru sınırlar içine almayı öğütler ve öğretir. Allah sevgisi ve kor­kusu, Âhiretteki hesap, ceza ve mükâfat inancı onu yönlendirir.

Köklü, sağlam millî kültür de bu hususlarda dinin ve ahlâkın en yakın yardımcılarıdır; Nitekim İslâm dini tebliğe başlanırken,  iyi-yararlı örf ve âdetlere dokunulmamış, aile ve toplumun dengeli ve düzenli ayakta dur­masına yardımcı olan millî ve manevî değerlere lâyık olduğu yer verilmiş­tir.

Mısır fir'üvnlarının o günkü durumu dikkate alınınca, her yönüyle bu değerlerin çok gerisinde bulundukları anlaşılır. Üstelik kendi kanlarından saymadıkları İsrâiloğulları'na tam köle ve esir muamelesi yaptıkları, her türlü düşünce ve inanç hürriyetini kıstıkları bir gerçektir. Bâtılın peşinde koşup kendi ideal ve inancının ötesinde ve üstünde başka hiçbir ideal ve inanca saygı duymayan, üstelik beşerin hakkı olan din ve vicdan hürriye­tini kökünden yasaklayıp kaldıran kadroların ömrü çok uzun olmamıştır ve olamaz. Korktukları eninde sonunda başlarına gelmiş ve yaptıkları zul­mün cezasını en ağır şekilde ödemişlerdir. Fir'avn (M. Ramses) bunun sa­dece misallerinden biridir.

O halde kitleleri sürükleyip güden Fir'avn ve yandaşlarını doğru yola çağırmak ve işleyegeldikleri kötülüklerden, zulüm ve azgınlıktan, kendile­rini alıkoymak için ilâhî vahye gerek vardı. İşte Musa Peygamber'in gön­derilmesi bu gereğin tabii neticesidir.

Ne var ki, büyük bir peygamberin getirdiği hayat düzeni, yozup sapıt­mış inkarcılara ters gelmekte idi. O yüzden çetin mücadeleler, bir takım deneme ve imtihanlar sürüp giderken, Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve inayeti doğrultusundaki sünnetullah'ı tecelli etti; öğüt ve ibret alıp hakkı kabul­lenirler hikmetiyle kıtlık ve sıkıntı yıllan başlatıldı; ürünlerde noksanlık en­dişe verecek boyutlara ulaştı. Allah bu husustaki sebeplen ve kanunları harekete geçirip olayları hazırladı. Darlık, açlık, sıkıntı ve ıstıraplar birbiri­ni izledi. Ülke insanının azı Hakk'a yöneldiyse de çoğu inkâr ve murdar­lığını sürdürdü. Sünnetullah farklı görüntülerle perde perde aksetmeye de­vam etti. Derken o sıkıntılar arasında zaman zaman uyanırlar umuduyla ferahlatıcı bazı ortamlar oluşturuldu, ama inkarcıların yorumu hiç de müs-bet olmadı. Kendilerine iyilik geldiği zaman, biz zaten buna lâyığız, dedi­ler. Bir fenalık veya musîbet başlarına inince, Musa'nın ve ona inanan­ların uğursuzluğunun neticesidir, diyerek hatalı yorumlarda bulundular.

Oysa uğursuzluklarını kendileri hazırlamışlardı. Aralıksız işler halde olan ilâhî programa sırt çevirmeleri sebebiyle yaratıldıkları hikmete ters düşmüşler, yöneltilmek istendikleri amaçtan sapmışlardı. Bir insan için bundan daha büyük uğursuzluk düşünülebilir mi? Hırslarıyla yetenekleri; arzularıyla akılları arasında denge sağlayamamanın sıkıntısı içinde bulu­nuyorlardı.

Bilmiyorlardı ki, tarihin haktan yana büyük olayları, çoğu defa imân­larından başka dayanakları olmayan isimsiz mü'minler tarafından aksiyon

alanına çıkarılmıştır. Küçümsedikieri yabancı ırkın bir gün üstünlük sağ­layacağı, kaderin cilvelerinden biridir. Yine düşünemiyorlardı ki, halk ta­bakası, kuvvetli irâde ve azim sahibi kişileri hayranlıkla dinler. Musa Pey­gamber, irade ve azmin doruğuna yükselmişti.

Böylece uğursuzluk damgasını kendileri hazırlayıp kendi kalb ve di­mağlarına vurmuşlardı. Çünkü her fert ve toplum, ya da millet kendi ka­derini, uğurlu veya uğursuz geleceğini hazırlar. O bakımdan Allah'ın ilmi önceden onların neler yapacağını, nasıl bir yolda yürüyeceklerini ve ka­derlerini nasıl çizeceklerini tesbit edip belirlemiştir. Artık O'nun ilminin ve tesbitinin yanılması söz konusu olamaz..

Beşer hayatı için ezelde hazırlanan bir plân vardır. Her fert ve her millet o plâna uyduğu ölçüde mutlu, uymadığı ölçüde mutsuz ve uğursuz olur. Ama hiçbir zaman o plân değişmez ve hedefinden şaşmaz. İşte o plân gereği, azgınlık gösterip hakkı yalanlamaya devam edenler önce uyarılır, akıllarına ışık tutularak doğru yo! gösterilir. Kulak vermedikleri takdirde, başlarına, gafletten uyansınlar diye dert ve musibet çöker. Felâketler peş-peşe sıralanır. Bu arada kendilerini biraz olsun toparlayanlar görülür ve pişmanlık alâmetleri zaman zaman kendini hissettirir, derken geçici olarak dert ve musibet ya kaldırılır, ya da hafifletilir. Geçen günler unutulur da yine inkâr ve zulümde ısrar edilir ve felâketin tekrar dönmesiyle ciddi bir uyanma olmazsa, ilâhî emir iner, inince de onu geri çevirecek bir kuvvet bulunmaz.

Fir'avn ve yandaşları bu kademelerden geçtiler,- çetin sınavlarla kar­şılaştırıldılar,- ama her defasında kaybettiler ve sonunda inkârlarını büs­bütün artırıp İsrailoğulları'nı, din ve vicdan hürriyeti istediklerinden, Fir'-avn'ın gayr-i âdil sistemine uymayıp başka bir ülkeye göçetmeye karar verdiklerinden dolayı topyekûn imhaya yöneldiler. Başlarına gelen felâket ve musibetleri çarçabuk unuttular, istemedikleri, sevmedikleri halde Mu­sa'nın duâ etmesini talep edecek noktaya gelip dayandılar. Felâket ve mu-sîbet hafifleyince verdikleri sözü yerine getirmediler; böylece ilâhî plâna uymamanın cezasını canlarıyla, mülk ve saltanatlarıyla ödediler..

Musa Peygamber ise, onları yeri ve zamanı gelince uyarmış, Allah'ın buyruğuna dönmedikleri takdirde kendilerini büyük bir azabın beklediğini haber vererek görevini lâyıkıyla yapmıştı. Çünkü Cenâb-i Hakk'ın âdetle­rinden biri de, bir kavmi veya milleti uyarmadıkça, uyarıcı peygamber ve mürşit göndermedikçe azap etmemektir. Günkü beşer aklı. Peygamberle­rin getirdiği esasları bilip anlamaya yeterli değildir, mutlaka yol göstere­ne, ışık tutana muhtaçtır. [168]

 

Azaptan Önce Uyarı

 

«Ne vakit ki, erişe­cekleri (mukadder) süreye kadar azabı kendilerinden kaldırdık, bir de ne bakarsın yeminlerini yerine getirmiyorlar!»

Genel bir ölçü vardır: Acı ve ıstırap çeken, iyice düşünür. İyice düşü­nen de aklını en iyi şekilde kullanmanın yolunu ve yöntemini bulur. Hem insanın ruhuna ve mayasına Allah ve din duygusu enjekte edilmiştir. Fe­lâket ve sıkıntılı anlarda, bütün dallar bir bir kopup umutlar kesilince, o duygu harekete geçer, kişi daha önceleri inanmadığı, ret ve inkâr ettiği O Yüce Kudret'e el açıp yardım ister.

O bakımdan bir toplum ya da kavim ve millete yok edici azap gelme­den önce, uyarıcılar, irşat ediciler gönderilir. Sonra da ruhlarındaki Allah duygusunu harekete geçirecek felâket ve musîbetler indirilir.

Fir'avn ile milleti hakkında Allah'ın bu sünneti aynen uygulanmıştır. Önce Musa Peygamber'le kardeşi Harun Peygamber onları Hakk'a davet için gönderilmiş ve onlar da tebliğ ve irşadı, uyarı ve inzarı şartlar elver­diği nisbette yerine getirmişlerdir. Ayrıca akıl ve vicdanlarının doğruyu bu­labilmesi, hakkın sesini işitebilmesi için de mu'cizeler göstermişlerdir. Bu­nunla da yetinmeyip, inkâr ve azgınlıkta ısrar ederlerse, başlarına bir sürü felâketlerin geleceğini de en duyarlı sözlerle önceden haber vermişler ve Allah'ın verdiği sözün mutlaka gerçekleşeceğine dikkatlerini çekmişlerdir.

Uyarı ve irşat gereği, bütün bu yollara baş vurulup peygambere dü­şen görev kusursuz yerine getirilince, uyarılanlar yine de küfürlerinde ıs­rarlı olup Hakk'ın sesine kulak vermezlerse, söz yerine gelir ve çok geçme­den kıtlık, hastalık ve benzeri musîbetler başgösterir. Bununla da olumlu bir sonuç alınmadığı takdirde felâket ve azabın şiddetleneceği haber ve­rilir ve yine gereken uyarı yapılır. Hiç biri kâr etmeyince yok edici azap iner, ilâhî emir yerini bulur.

Artık bu durumda Allah'ın insanlara zulmettiği asla söylenemez. An­cak insanın kendine zulmettiği gerçeği ortaya çıkar. Peygamber, kitap, uyarı, teblîğ, irşat, inzar ve müjde hepsi Allah'ın insanlardan yana olan rahmetinin birer tezahürüdür. [169]

 

İnen Azap Çok Çeşitlidir

 

Ortaya  çıkan felâket ve musibetlerin   herbiri  görünürde tabii   birer olaydır; birtakım zahirî sebeplere dayandığı kesindir. Ancak bildiğimiz se­bepleri o ölçüde oluşturan veya harekete geçiren bir kudret vardır; işte onu görmemiz mümkün değildir. Nuh tufanının zahiri sebepleri, şiddetli ve aralıksız yağmurun kırk gün, kırk gece testiden boşalırcasına yağması ve bazı yeraltı su kaynaklarının yerüstüne çıkması ve bir kısmının mecra de­ğiştirmesidir. Ama bulutları böylesine yağmur yüklü hale getiren ve onu kırk gün gibi uzun bir süre aralıksız devam ettiren ve ayrıca yeraltı sula­rını harekete geçiren bir kudret söz konusudur. Biz ancak olayın dış gö­rünümünü ve zahirî sebeplerini bilebiliyor ve görebiliyoruz. Perde arkasın­da ilâhî program gereği görevli melekler bulunmaktadır.

O halde bir azap şeklinde ortaya çıkan felâket hep aynı değildir; çok çeşitlidir; ona müstahik olan kavim veya milletin küfür, günah, azgınlık ve zulümlerine göre tezahür eder. Bunu Kur'ân'da belirtildiği şekilde şöyle sıralayabiliriz :

1— Ürünlerde verimsizliğin başgöstermesi ve uzun bir kuraklık neti­cesinde kıtlık ve sıkıntının ortaya çıkması.

Bu, ürün yetişmesini engelleyen sebeplerin bir dizi halinde oluşturul­masıyla gerçekleşir.

2— Aralıksız şiddetli yağmurlar neticesinde yağan yağmurun sel fe­lâketi haline gelmesi. Nuh Tufan'ı gibi.. Tevrat'ta, «müthiş ve aralıksız dolu yağmasıyla tufan başlamıştır,» yazılıysa da, Kur'ân onun bu kısmını da   tashîh edip en doğru bilgiyi verir.

Araplar, veba gibi öldürücü niteliği olan salgın hastalıklara da «tufan» derler. Ancak Nuh Tufan'ı yukarıda belirttiğimiz gibi kırk gün aralıksız ya­ğan yağmurlar neticesi oluşmuştur.

Tufan ve veba gibi, büyük zararlara, kitle ölümüne sebebiyet veren afetler ikiye ayrılır: Biri tabii, diğeri istisnaî... Birincisine sık sık rastlanır. İkincisi ise, bir ilâhî uyarı özelliğini taşiyarak zalim ve azgın kavimlerin ve­ya milletlerin başına gelir.

Unutmamak gerekir ki, bu istisnaî afete sebep olan zulüm ve azgın­lığın belli bir kerteye gelip dayanması gerekir.

3— Ekin kıran çekirgenin bulut misali bir bölge veya yörenin ekinleri­ni istila etmesi. Bunların sayısı milyarları aşar ve toplu halde, ilâhî sünnet gereği sevkedildiği yerin ürünlerini yiyip bitirirler. Bu afetin de biri tabii, diğeri istisnaî olmak üzere iki ayrı türü vardır.

Kummef istilası. Kummel, çekirgeden küçük, uğur böceği şeklinde fakat ondan biraz

büyükçe bir böcektir. Bunlar da istisnaî olarak sayıları milyarları aşar şe-kiide gelip bir yörenin ekinlerini mahveder.

Bundan başka «kummebin birkaç ayrı haşere hakkında da kullanıldı­ğı olmuştur:

a)  Buğday ve diğer tahıla musallat olan güve.

b)  Yumurtasından yeni çıkmış çekirge veya keneye benzer küçük si­nek.

c)  Ekine zarar veren her türlü haşere.

Bu ve benzeri haşerenin sürüler halinde büyük bir bulut parçası gö­rünümünde bazan umulmadık anda ortaya çıkması ve belli bir kesimin eki­nini mahvetmesi, istisnaî anlamdadır. Âyette bilhassa buna işaret ediliyor.

d)  Tevrat'a göre, küçük sinek, sivrisinek, demektir.

5—  Kurbağa yağması.

Bu, büyük bir kasırganın kurbağaların çok ürediği bir gölden geçmesi veya bir hortumun o gibi bir göle uzanması neticesi ortaya çıkan bir olay­dır. Fazla zararlı değilse de, bir ihtar mahiyetindedir. Çok şiddetli bir ka­sırga gelebilir veya hortum o kesime de uzanabilir imajını taşır.

6—  Kan zuhur etmesi.

Bu, birkaç şekilde yorumlanabilir: Büyük bir savaşın ortaya çıkması, Nil nehrindeki canlıların bir sebepten dolayı ölmesiyle suyun bulanip kan rengini alması, salgın bir hastalık şeklinde bir bölge halkının vücudunda kanlı çıbanların meydana gelmesi bu cümledendir.

Aynı konuyla ilgili Tevrat'ta geçen sözlerin özeti şöyledir:

1—  Ve Rab Musa'ya dedi: Fir'avn'ın yanına gir ve ona de ki; Rab şöyle diyor: Kavmimi salıver ki bana ibâdet etsinler. Ve eğer salıvermek istemezsen işte ben senin bütün sınırlarını kurbağalarla vuracağım ve ır­mak kurbağalarla kaynayacak..

2—  Ve Rab, Musa'ya dedi ki; Harun'a söyle, değneğini uzat ve yerin tozuna vur, tâki bütün Mısır diyarında tatarcık olsun..

3—  Ve Rab, Musa'ya dedi: Sabahleyin erken kalk ve Fir'avn'ın önün­de dur; işte o suya çıkıyor ve ona de : Rab şöyle diyor: Kavmimi salıver ki bana ibâdet etsinler. Yoksa kavmimi salıvermezsen işte ben senin üze­rine ve kullarımın üzerine ve kavminin üzerine ve senin evlerinin içine at sinekleri göndereceğim..

4—  Ve Rab, Musa'ya eledi: Fir'avn'ın yanına gir ve ona söyle : İbranî-lerin Allah'ı Rab şöyle diyor: Kavmimi salıver ki bana ibâdet etsinler, yok­sa işte Rabbın eli kırda olan hayvanların üzerinde.... çok ağır kırgın ola­cak..

5—  Ve Rab,  Musa  ile  Harun'a  dedi. Yanınıza  avuçlarınızın dolusu ocak külü aiın ve Musa, Fir'avn'ın gözü önünde göğe doğru saçsın ve bü­tün Mısır diyarı üzerine ince bir toz olacak ve bütün Mısır diyarında in­san ve hayvan üzerine irin çıkaran çiban olacak..

6—  Çünkü şimdi elimi uzatmış olsa idim   ve seni ve kavmini veba (kolera) ile vurmuş olsa idim...

7—  ve dolu Mısır diyarında olan her şeyi vurdu ve kırın bütün otunu vurdu ve kırda olan her ağacı kırdı.

8— .Kavmimi salıvermezsen, işte senin hududuna ben yarın çe­kirgeler getireceğim ve yeryüzünü örtecekler. [170]

Tevrat'ın Çıkış bölümünde bu sekiz maddeden çok uzun söz edilmek­tedir. Dikkatle incelendiğinde Allah sözüyle insan sözünün birbirine karış­tığı rahatlıkla anlaşılır. Kur'ân, Tevrat'ın bu kısmını da tashih edip en özlü ve anlamlı bilgiyi veriyor. [171]

 

Pişmanlık Duygusu                    

 

«Üzerlerine (bu gibi) azap ve murdarlık çökünce, ey Musa, dediler, sana verdiği söze kar­şılık Rabbına bizim için duâ et..»

Böylece âyette belirtildiği gibi, bütün âyet, mu'cize ve sonra da baş­larına gelen afet ve sıkıntılardan sonra bunalan Fir'avn ve kavmi pişman­lık duydular; üzerlerine çöken belâ ve sıkıntı kalktığı takdirde Musa'ya inanacaklarına ve İsrâiloğulları'nı salıvereceklerine söz verdiler. Belâ kal­kınca döneklik yaptılar.

Tevrat'ta da bu husus şöyle açıklanmıştır:

«Fir'avn gönderip Musa'yı ve Harun'u çağırdı ve onlara dedi ki: Bu defa suç ettim; Rab âdildir ve ben ve kavmim kötüyüz. Rabbe yalvarın bu kuvvetli gök gürlemesi ve dolu yeter ve sizi salıvereceğim...»[172]

 

Erişecekleri Mukadder Çizgi

 

«Ne vakit ki, erişe­cekleri (mukadder) süreye kadar azabı kendilerinden kaldırdık, bir de ba­karsın yeminlerini yerine getirmiyorlardi.»

Fir'avn ve kavmi verdikleri sözü tutmadılar, döneklik yaptılar. Böyle­ce mukadder sonuca gelmiş oldular. Âdil olan Allah, onlardan mazlumların intikamını aldı, hepsini denizde boğdu. Medeniyetleri de yerlebir edildi. İbret alınsın diye Fir'avn'ın cesedi bir kenara atıldı ve geriye bazı kalıntı­ları kaldı..

Tevrat'ta bu konu şöyle belirtilmiştir:

  Musa, Fir'avn'a dedi ki: Şehirden çıkınca ellerimi Rabbe uzataca­ğım; dünya Rabbın olduğunu bilesin diye bu gök gürlemeleri duracak ve artık dolu yağmayacak. Fakat sana ve senin kullarına gelince, Rab Al­lah'tan daha korkmayacağınızı bilirim. [173]

  Ve İsrailoğulları, Allah'ın o güzel va'dı olarak Arz-ı Mevûd'a gelip yerleşme lûtfu doğdu....

Yine Tevrat'ta Allah'ın güzel va'di şöyle açıklanmıştır:

  Allah, İbrahim Peygamber'e dedi ki: Ve senin gurbet diyarın^ bü­tün Kenan diyarını, sana ve senden sonra zürriyetine ebedî mülk olarak vereceğim.. [174][175]

 

Meali:

 

138—  Ve İsrâiloğullari'nın denizden  (salimen) geçmelerini  sağladık. Az sonra kendilerine mahsûs putlarına, üzerlerine kapanırcasına tapmak­ta olan bir kavme rastladılar. «Ey Musa! dediler, bunların ilâhları olduğu gibi bize de bir ilâh yap!» Musa, onlara dedi ki: «Siz gerçekten cahillik eden bir topluluksunuz.

139—  Şüpheniz olmasın ki bunlar içinde bulundukları (dinle birlikte) yok olacaklardır ve yapageldikleri şeyler boş ve anlamsızdır.

140—  Allah'ın sizi (çağınızdaki) milletlere (veya diğer canlılara) üs­tün kıldığı halde O'ndan başka ilâh mı arayayım?!

141—  Hatırlayın ki, sizi Fir'avn hanedanından kurtardık; öyle ki on-far size azabın kötüsünü uyguluyor; erkek çocuklarınızı öldürüyor  kadın­larınızı diri bırakıyorlardı ve bütün bunlarda Rabbinizden size büyük bir

imtihan vardı.»

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Huneyn savaşına giderken büyükçe yem­yeşil bir sidre ağacına rastladı. O yörede Arap müşrikleri bu ağacı uğur sayar, etrafında bir süre toplanıp silahlarını ona asarlardı. O bakımdan ağaca «Zat- envat» yani silah asılmaya mahsus ağaç, derlerdi. Ashab-ı Kiram'dan bazı zatlar da cahiliye devrinin bu âdetine özenerek, «Ya Resû-lellah! müşriklerin savaşlara giderken silahlarını asmaya mahsus ağaçlan bulunduğu gibi, bize de silahlarımızı asmaya mahsus bir ağaç belirleseniz olmaz mı?» diyerek teklifte bulundular. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) onlara : «Onların birkaç ilâhı bulunduğu gibi, sen de bize bir ilâh yap! de­melerine benziyor sizin bu teklifiniz!» buyurdu. Sonra da ilgili âyet indi. [176]

 

Tanrı'yı  Maddeleştirmek

 

«Ey Musa! dediler, bunların ilâh­ları olduğu gibi, bize de bir İlâh yap!»

Maddeye ve dünya saltanatına lüzumundan fazla özenip önem veren İsrâtloğulları, bunca âyetler, mu'cizeler ve başlarına gelen musîbet ve sıkıntılara rağmen ilâhî kudretin sonsuzluğunu, sınırsızlığını, yüceliğini tam anlamıyla kavrayamamış; Allah'ın eş ve ortaktan, denk ve benzerden, mad­de ve eşyadan pâk ve münezzeh bulunduğunu anlayamamış olacaklar ki, altun ve benzeri madenden ilâh yapmasını Musa Peygamber'e teklîf etme cüretini göstererek ne kadar basiretsiz olduklarını ortaya koymuşlardı.

Huneyn savaşına gidilirken, Ashab-ı Kiram'dan bir kısmının sırf uğur getirsin diye sidre ağacına silahlarını asmaları için Resûlüliah'tan mü­saade istemeleri, İslâm nazarında büyük bir olaydır. Çünkü kutsallık an­cak Allah'a mahsustur. Uğur ve uğursuzluk insanın kendi düşünce ve dav­ranışlarında mevcuttur. Taş ve ağaçta uğur ve kudsiyet yoktur; meğer ki Allah bir eşyayı mukaddes olarak tanıtsın, o bir istisna teşkil eder. Mese­lâ, Kabe'nin duvarına yerleştirilen ve tavaf başlangıcı olarak belirlenen Hacer-i Esved (siyoh taş) ile Zemzem, Allah ve Resulü tarafından müba­rek ve kutsal olarak belirlenmiştir ve artık Kıyâmet'e kadar onların kut­sallığı devam edecektir. Beşere, eşyaya kutsallık izafe etme veya belirle­me yetkisi verilmemiştir.

Günümüzde materyalistlerle komünistlerin maddeyi bir bakıma ya­ratıcı güç olarak kabul edip onun ötesinde ve üstünde başka bir temel kavram ve esas olmadığını iddia etmeleri, iyice araştırıldığında bu teorinin bir ucunun Yahudilere dayandığı anlaşılır. O bakımdan maddeyi tlâhlaştır-mak o milletin huyunda, mayasında yer etmiştir.

İslâm dini ise, bütün büyüklük, kutsiyet ve üstünlüğü Allah'a nisbet edip eşyada bir kutsallık bulunmadığını açıklar ve bu hususta o kadar du­yarlı davranır ki, bir ağacın veya canlının uğurlu, ya da uğursuz sayılma­sına-bile cevaz vermez. O bu yanıyla da Allah'ın insanlara en son mesajı olduğunu isbatlar.. [177]

 

İnsan Unsuru Eşyadan Çok Üstündür

 

«Allah'ın sizi (çağınızdaki) milletlere (veya diğer bütün canlılara) üstün kıldığı halde Ondan başka ilâh mı arayayım!?»

İlgili âyetle çok önemli bir hususa parmak basılıyor: O da, insan un­surunun kâinattaki diğer canlı ve cansız eşyadan çok üstün ve çok say­gıdeğer olduğudur. Bu durumda insanın kendinden aşağı bir şeye tapma­sı veya önünde eğilmesi şaşılacak şeydir; aynı zamanda koyu bir cehale­tin eseridir.

Gerçi ilgili âyeti, «İsrâiloğullan'nın kendi çağlarında diğer milletlerden j üstün olduğu» şeklinde yorumlayanlar çoğunluktadır,- ama üzerinde dik­katle durup incelediğimizde, diğer eşyadan da üstün olduğu anlaşılmakta [ve insanın yaratılışındaki hikmete uygun düşmektedir. [178]

 

Geçmişte Verilen İlâhî Lütufları Unutmamak Gerekir

 

«Hatırlayın ki, sizi Fir'avn hanedanından îUriaraiK....»

İnsan hem bencil, hem de aceleci ve hırslı olduğu kadar, nankör ve jnutkandır da.. Peygamber ve İlâhî kitap, insanın bu sıfatlarını ifratla tef-hîtten kurtarıp faydah bir çizgiye getirip kanalize eder. O bakımdan da in­hanın hemen her çağda Allah'ın rahmet eseri olan bu iki yol göstericiye ıtiyacı vardır. Tarihte, gönderilen peygamberlere kuiak vermeyen kavim |e milletlerin sözü edilen sıfatlarının tesiri altında herşeylerini kaybettik-

lerini hem kutsal kitaplar, hem de yapılan tarihî tesbitler haber vermekte­dir.

Nitekim İsrailoğullan'nın uzun yıllar üzerlerine çöken kâbustan kur­tulmanın yol ve çarelerini arayıp durduklarını biliyoruz. Allah'ın lûtfu te­celli edince Musa Peygamber onlara kurtarıcı bir rehber olarak gönderildi. Çok üzücü ve kaygılandırıcı olaylar birbirini izledikten sonra yine Allah'ın" lütuf ve keremiyle, inayet ve rahmetiyle her türlü belâ ve sıkıntıdan kur-tuiup selâmete erdiler. Refah kapıları açılıp nefsin arzuları ön plâna ge­çince, geçmişteki sıkıntı ve dertleri unuttular. Kur'ân-ı Kerîm onların bu halini, idraklara neşter vururcasına bir misal anlamında nakleder.

Geçmişteki olayları, Allah'a yalvarıp yakarmaları, güvenip dayanma­ları ve arkasından tecelli eden yardım ve nusratlan unutmak, insanı çarça­buk eski azgınlık ve çılgınlık bataklığına itebilir: O bakımdan nefsin sesine değil, aklın, tarihin, olayların ve hepsinin üstünde ilâhî uyarıların sesine kulak vermek kadar kurtarıcı, yönlendirici bir başka otorite düşünülemez..

O sese kulak verilmediği takdirde, sadece bataklığa düşmekle kalın­maz, verilen nimetler bir bir geri alınabilir ki, Mevlânâ'nın da dediği gibi, dünyada insanı kahreden en kötü azaplardan biri, belki de başta geleni budur.. İsrâiloğullan'nın Arz-ı Mev'ûd'dan çıkarılıp bir asra yakın esaret kaydı altında inletilmesi bunun canlı örneklerinden sadece biridir.

Kur'ân böylece hem yaşamakta olan Yahudileri, hem de diğer millet­leri uyararak tarihî çok iyi okuyup hayatlarını ve kaderlerini ona göre çiz­meleri gereğine işarette bulunuyor; özellikle mü'minleri eğiterek hayırlı bir toplum olma düzeyinde bulunmalarını istiyor. [179]

 

Meali:

 

142— Musa ile otuz geceye sözleştik ve onu bir on gün ile tamamla-

dık. Böylece Rabbinin belirlediği (ibâdet ve Tevrat'ı almaya hazırlanmak içîn) vakit kırk gece olarak tamamlandı. Musa, kardeşi Harun'a, «Kavmim arasında benim yerime gec; işleri düzene koy ve fesatçıların yoluna uy­ma!» dedi.

143—  Ne vakit ki Musa belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi onunla konuştu. Musa: «Ey Rabbim! dedi, kendini bana göster de sana baka­yım». Rabbi ona: «Sen elbette beni göremezsin; ama dağa dikkatle bak, eğer yerinde durursa beni görebileceksin demektir», buyurdu. Rabbi da­ğa tecelli edince onu paramparça etti ve Musa da bayılıp düştü. Kendine gelince, «Seni tenzih ve tesbîh ederim. Sana tevbe ile yöneldim ve ben mü'minlerin ilkiyim» dedi.

144—  (Rabbi ona:) «Ey Musa! dedi, şüphesiz ki seni risâletimle (pey­gamberlik göreviyle) ve sözümle diğer insanlar arasından seçip üstün kıl­dım. O halde sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!» buyurdu.

145—  biz onun için Levhalar'da (dinî bir hayat düzenlemesi için) her şeyden bir öğüt ve her şeyin hükmünü açıklar mahiyette yazdık. (Artık ey Musa!) bunları çok ciddi olarak tut ve kavmine de bunların en güzelini (derleyip) tutmalarını emret. İlâhî sınırları aşıp azgınlık gösterenlerin yur­dunu size göstereceğim.

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı Kirâm'dan Ebû Saîd el-Hudrî (R.A.) anlatıyor:

— Yüzüne tokat vurulmuş bir yahudî, Resûlüliah (A,S.) Efendimiz'e gelerek dedi ki: «Ya Muhammedi senin ashabından Ansar'a mensup bir adam yüzüme tokat vurdu.» Bunun üzerine Resûlüliah (A.S.), «O adamı bana çağırın» diye emretti. Adam gelince, Resûlüliah (A.S.) sordu: «Neden buna tokat vurdun?» Cevap verdi: «Ey Allah'ın Peygamberi! Bu yahudinin yanından geçtiğim bir sırada «Musa Peygamberi insanlara üstün kılana hamd olsun» diyordu. Ben de, «Muhammed'den de mi üstün kılmıştır?» diye sorduğumda, «Evet, ondan da üstündür» diye cevap verdi. Bunun üzerine öfkelendim ve bir tokat vurdum.»

Resûlüliah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu :

«Beni peygamberler arasından ayırt edip seçmeyin. Çünkü insanlar kıyamet günü kendilerinden geçip düşeceklerdir. İlk kendine gelen ben olacağım ve ansızın Musa ile birlikte Arş'ın ayağına tutunmuş olacağız. Ancak onun benden önce mi kendine geldiğini, yoksa Tûr'daki baygınlıklamı karşılık gördüğünü bilemiyorum.» [180]

 

Kırk Gece

 

«Böylece Rabbinin belirlediği vakit kırk gece olarak tamamlandı.»

Kırk gün, kırk gece ve kırk yıl, insan ruhunun gıda alabilmesi ve ol­gunlaşması bakımından çok önemlidir ve oldukça tesirlidir. O nedenle Mu­sa Peygamber'in Tevrat'ı telakki edip alabilmesi için kırk gün oruç tutup kendini  bütünüyle  ibâdete vererek  hazırlanması  emredilmiştir.  Aynı  za­manda ilâhî lütuf ve nimetleri kısa zamanda unutup buzağıya tapacak ka­dar alçalan ve Tevrat'ın emirlerinin çoğunu hayatlarına uygulamıyan îs-railoğullan'nın yeni bir ruh, yeni bir imân ve sağlam bir irfan kazanabilme­leri ve Tevhîd'in esasına ciddiyetle dönebilmeleri için kırk yıl yurtsuz, başı­boş ve şaşkın bir halde Arz-ı Mevûd'dan da uzak bir bekleme dönemleri takdir edilmiştir.

Nitekim bir genoin, ana-babasının gerçek kıymetini bilip takdir etmesi ve onlar için duâ edip Allah'a gönülden şükretmesi de daha çok kırk ya­şına gelince kendini hissettirir, yani bu şuur iyice o çağda gelişir. Ahkaf sûresinde özellikle buna işaret edilmektedir, Sevgili Peygamberimiz (A.S.) kırk yaşına girdikten sonra risalet göreviyle taltif edilmiştir ve O da kırk gün ara vermeden ibâdeti tavsiye etmiştir. Çünkü başlanılan bir ibâdetin zevkine ancak böyle bir süre muntazam devam edildikten sonra varılabi­lir,   

Bu hususta hadîslerde geniş bilgi verilmiştir. Biz birkaç tanesini te-berrüken naklediyoruz :

«Cenaze namazını kırk kişinin kılmasında ayrı bir rahmet vardır.» [181] «İki nefha arası kırktır..» [182]

Açıklama : Bu, ya kırk .gün, ya da kırk yıldır.                                            

«Deccal'ın yeryüzünde eyleşmesi ne kadardır?» sorusuna Peygamberimiz (A.S.) «Kırk gün» diye cevap vermiştir. [183]

«Kur'ân'ı her kırk günde bir okuyup (hatmedin)» [184] «Mü'minlerden her kırk kişi bir mü'min için şefaat ederler.» [185] «İnsanın hilkati anarahminde kırk günde biraraya gelip (oluşur).» [186]

«Kim kırk gece yiyecek maddesini stok edip satmayarak ihtikârda bu­lunursa Allah ve Resulünden ilgisi kesilir.» [187]

«Kim kırk gün ilk tekbire ulaşarak cemaatle namaz kılarsa, kendisine iki berat yazılır: Ateşten berat, nifaktan berat.» [188]

Bakara sûresi 51. âyetin tefsirinde de bu konuya geniş yer vermiş bu­lunuyoruz.

Tevrat'ta Musa Peygamber'in kırk gece beklemesiyle ilgili şu sözler yer almaktadır: «Ve Rab Musa'ya dedi: Bu sözleri yaz; çünkü seninle ve İsraille bu sözlere göre ahdettim. Ve orada Rab ile kırk gün, kırk gece kaldı; ekmek yemedi ve su içmedi. Ve ahdin sözlerini, on emri levhalar üzerine yazdı.» [189]

Müfessirlerimizin çoğuna göre, Musa Peygamber, zilkade ayında ve zilhiccenin ilk on gününde ilâhi emre uyarak ibâdete kendini verip dünyevî bütün işlerden uzak kalmış ve böylece Tevrat'ı telakki etme düzeyine gel­miştir ki, bu süre olgunlaşıp ruhen iyice arınma dönemi sayılır.

Diğer bir rivayete göre, Musa Peygamber otuz gün oruç tutup ibâdet etmiş ve on gün de inen Tevrat'ı alıp hıfzetmiştir.

Aynı ayda, yani zilhicce'nin ilk on gününde İslâm dininin hükümleri­nin tamamlandığı hakKında Arafat'ta Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz'e ilâhi vahiy indiği bilinmektedir. O bakımdan zilhicce'nin ilk on gününün kendine has ayrı bir feyiz, rahmet ve bereket havası vardır. [190]

 

Allah'ı Görebilme İsteği

 

EV Rabbım! dedi, kendini göster de sana bakay ı m..»

Peygamberlerin kalbinde kök salan Allah sevgisi, aşk derecesinde bü­tün hücrelerine sızmış ve ruhî yapılarını bütünüyle kaplamıştır. O neden­le çocuk, anasını görmeye nasıl çırpınıp can atarsa, Allah'tan gelen pey­gamber ruhu da öylece Allah'ı görmeyi arzular. Bu, o dereceye varır ki, bazan ölçü ve kıstasları, kural ve programı aşar. Nitekim Musa Peygam­ber de ilâhî hitabın inayet ve feyzine mazhar olunca, ruhundaki aşk kay­nayıp ölçü ve kıstası bir anda unutuverdi-ve bu manevî ruh haleti içinde seslenerek «Ey Rabbım! kendini bana göster de sana bakayım..» arzusu­nu dile getirdi. Tamamen ruhiaşamadiğı için de, dağa akseden ilâhî tecelli karşısında bayılıp düştü.

Tevrat'ta bu olay şöyle yazılıdır: «Ve Musa dedi: Niyaz ederim, ken­di izzetini bana göster. Ve dedi: Ben bütün iyiliğimi senin önünden geçi­receğim, ve Rabbın ismini senin önünde ilân edeceğim ve lütfedeceğim adama lütfedeceğim ve acıyacağım adama acıyacağım. Ve dedi: Yüzümü göremezsin; çünkü insan beni görüp de yaşıyamaz. Ve Rab dedi: İşte, ya­nımda bir yer var, ve kaya üzerinde duracaksın ki, izzetim geçtiği zaman seni kayanın bir kovuğuna koyacağım ve ben geçinceye kadar elimle se­ni örteceğim ve elimi kaldıracağım ve arkamı göreceksin, fakat vüzüm gö­rülmeyecek.» [191]

Görüldüğü gibi, Tevrat'a insan sözü karıştığından Allah bir bakıma cismanîleştirilmiş ve asıl olay mecrasından kaydırılmıştır. Kur'ân ilâhî be­yanıyla hem konunun özünü vermekte, hem de Tevrat'ı tashîh etmektedir. [192]

 

Neden Allah'ı Görmek Mümkün Değildir?                         

 

«Rabbı ona, sen elbette beni göremezsin... buyurdu.»

Allah, her türlü zaman, mekân, suret, yön ve düşüncenin ötesinde, mahiyeti bizce bilinmeyen ve bilinmesi mümkün olmayan öncesiz, sonra­sız en yüce kudrettir. Ancak sıfatlarının tecelli ve tezahürleriyle bilinebi­lir. Gözler O'nu idrâk edemez, O bütün gözleri ilmiyle, kudretiyle, rahmet ve inâyetiyle kapsayıp kuşatmıştır. İnsan ise, önce sonsuz bir kudret de­ğildir; başlangıcı, sonu, sınırı vardır. Zaman, mekân, suret ve düşünce sı­nırlan içindedir. Küçücük bir karıncanın yerküreyi bir top gibi görmesi na­sıl mümkün değilse, insanın da Allah'ı, O sonsuz ve sınırsız kudreti gör­mesi öylece imkânsızdır. Sınırı ve büyüklüğü kesin ölçülerle bilinmeyen,

fakat sınırı olan kâinatı bilip bir bütün halinde göremiyor, kapsayamıyoruz. Nerede kaldı Allah'ı görebilmemiz..

Allah'ın ilim ve kudretinin tecelli ve tezahürlerinden bir kısmını görüp anlamamıza gelince, şöyle bir misal verebiliriz; Kentin her ev ve sokağına uzanan elektrik akımını ancak belli cihazlarla anlamak mümkün oluyor. Akımı bizzat göremiyoruz. Onun gibi Allah'ın tecelli eden ilim ve kudre­tinin tezahürlerini görebiliyor, ama o kudretin kendisini göremiyoruz.

Ancak âyette bir ii.çelik var: Cenâb-ı Hak, Musa'ya; «Elbette sen be­ni göremezsin!» buyurmuş da, «Ben görülmem veya görüiemem» buyurma-mıştır. Bundan anlıyoruz ki, Âhiret âleminde O'nun cemalini keyfiyeti biz­ce meçhul bir anlamda görmek mümkündür. [193]

 

Peygamber (A.S.) Efendimizin Mi'rac Gecesi Rabbını   Görme Olayı

 

Sözü edilen her iki mesele de farklı rivayet ve yorumlara konu olmuş, ciltlerle kitap yazılmıştır. Biz onları bir bir nakletmeyi uygun bulmuyoruz. Çünkü hacmimiz ve konumuz buna müsait değildir. Sadece meseleyi di­nî, ilmî ve aklî yönden ele alıp özetlemeyi yararlı görüyoruz.

Peygamberimiz (A.S.), Mi'rac gecesi Rabbını görebilmişse, Onun gibi «ulû'l-azim»den sayılan Musa Peygamber neden görememiştir? Bunun cevabı gayet açıktır:

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, Mi'rac gecesinde maddî yapısı ruhî ya­pısına dönüşmüş ve bütünüyle ruhlaşmıştı. Böylece o, bir bakıma zaman ve mekân kaydından sıyrılarak fizikötesinde Rabbının dilediği manevî ma­kama yükselip ilâhî kudretin azamet ve esrarını müşahede bahtiyarlığına erişmiştir. Kâinat bir tepsi görünümünde gözlerinin önüne serilmiş, ilâhî sanatın bedi' örneklerinden birine daha şahit olmuştur. Ve özel bir tecelli eseri Rabbını keyfiyetsiz olarak görüp O'nun Cemal sıfatının füyuzatına mazhar kılınmıştır.

Şüphesiz ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin şerefli ruhları, ezelde il-tifat-i sübhaniyeye lâyık görüldüğünden yüksek bir kudreti kendinde ta­şıyordu. O bakımdan onun için sözü edilen tecelliler, ilk yaratılan Kalem ile Levh-i Mahfuz'a yazılmıştı. Sırası gelince aynen gerçekleşti. Artık ilâhî Cemal sıfatının tecellisi karşısında bayılması, kendinden geçip şuursuz kesilmesi söz konusu değildir. Hem Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz, pey­gamberler zincirinin eh son, fakat en büyük halkasıdır. Peygamberlerin herbiri birer inci, o, onların ortasında büyük bir pırlantadır. Bütün milletlere ve çağlara seslenme görevini yüklenmiştir, O halele şerefli ruhları Kı-yâmet'e kadar kâinatın üstünde bulunup yer ve gökleri nuruyla aydınlat­maya devam edecektir. Çünkü kâinat o nurdan yaratılmıştır, yani Onun nuru, kâinatın özü ve mayasıdır.

İşte Musa Peygamber (A.S.) bu mazhariyetlerle taltif edilmediğinden kendine has bir sınırda bulunuyordu. Bütün insanlara değil, sadece İsrâ-iloğulları'na gönderilen bir peygamberdi. Hem ilâhî tecellilere, Cemal sı­fatının ezelî nurunun dağa yansımasına şahit olurken, bedeni ruhuna dö­nüşmemiş, sadece beden bütünüyle ruhuna tabi olarak maddî alemle bir süre ilgisini kesip beşeri ihtiyaçlarını tatil etmiştir. O bakımdan Cemal sı­fatının yansıyan tecellisine bile tahammül edememiştir. Aynı zamanda Musa Peygamber, Tur dağında, zaman, mekân, suret ve düşünce sınırlan içinde bulunarak Rabbısıyla, Onun surette tecelli eden Kelâmıyla konuş­muştur.

İlâhî kelâm veya vahiy önce, bir nur şeklinde ağaçta tecelli etmişti. Bu, suretten surete seslenme, konuşma kolaylığını getiriyordu. O bakım­dan vahyin bu ilk döneminde Musa Peygamber fazla bir sarsıntı geçirme-miştir. Eğer Allah doğrudan Musa'ya hitap etmiş olsaydı, mümkün değil Musa dayanamaz, bir anda erir ve tükenirdi. Çünkü O çok Yüce Kudret'in doğrudan hitabını ancak tamamen ruhlaşıp her türlü maddî kayıtlardan, zaman ve mekân kavramlarından sıyrılan bahtiyarlar kaldırmaya güç ge­tirebilirler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Mi'rac gecesindeki durumu işte bu esrara bürünmüş bir derecede idi. Konuyu dikkatle incelediğimizde, Mekke'deki yatağı henüz soğumadan Mi'rac'dan dönmüş bulunuyordu. Bu da O'nun o gece tamamen ruhlaştığını isbatlayan belgelerden biridir. [194]

 

Vahiy İndiğinde Peygamberimizin  Baygınlık Gibi Bir Hal Geçirmesinin Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e vahiy indiğinde, durumu bir anda değişi-verir, baygınlık geçirir gibi bir hal alırdı. Sebebine gelince: Risaletin taşıdı­ğı yüksek hikmetin ışığında şöyle bir açıklamada bulunabiliriz : Vahiy, Al­lah'ın Kelâm sıfatının bir tecellisidir. Onu getiren melek ise en büyük Ruh'tur, yani melekût âleminde ondan daha büyük bir melek ve ruh yok­tur. Böylece insanın kaldırmaya takat getiremiyeceği iki büyük kudret "bir-den inmiş oluyordu. O bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in sözü edi­len iki kudretle uyum haline girmesi gerekiyordu. Bedenî ruhuna dönüşür­ken madde alemiyle ilgisi kesiliyor ve bütünüyle mânaya yönelmiş oluyor­du. Renginin değişmesi, yerinde hareketsiz kalması bu dönüşme ve oluş­manın tabii neticesi idi.

Musa Peygamber'e gelince, o, yukarıda da belirttiğimiz gibi, inen kud­retin önce surette tecellisiyle telâkkisi mümkün ve kolay bir düzeye geli­yor, sonra da suretten surete geçiş sağlanıyordu. O nedenle bedeni ruh-laşmadığmdan kendisinde fazla bir değişiklik müşahede edilmiyordu. Ama Tur'da Allah'ın Cemal sıfatının dağa yansıması, her ne kadar ilk anda baş­ka bir surette teceili etmişse de, tarifi gayr-i mümkün bir nur görünümün­de olup madde kesafetini eritip tuz-buz edecek yüksek bir kudreti hâiz olduğundan Musa Peygamber'in maddî varlığı tahammül edememiş, ru­hundaki peygamberlik nuru sayesinde eriyip yok olmaktan kurtulmuştur.

Nitekim Şeyh Muhyiddin el-Arabî (K.S.) bu hususu, Fütuhat-i Mekki-ye'nin üçüncü cildinde çok doyurucu bir anlatımla açıklamıştır. O bakımdan bu önemli konuyu daha çok Şura sûresi 51. âyette açıklamış bulunuyoruz. [195]

 

Âhiret Âleminde Allah'ı Görmek Mümkün Mü?

 

Naklî deliller bunun mümkün olduğunu belirtmektedir ki doğrudur. Çünkü insanoğlu dünyada eskiyen ve yaşadığı âlemin şartlarına göre ha­zırlanan beden denilen elbiseyi ölüm olayı ile attıktan sonra bir süre Berzah âleminde ruhî bir tekâmül geçirir ve böylece ruh, ikinci âlemin şart­larına elverişli ve oradaki şartlarla uyum sağlayacak yeni bir bedene gir­meye hazırlanır. O beden artık eskimiyecek, yıpranmıyacak ve ölmeyecek bir özelliktedir. Âhirette ruhla birleşip bir bakıma ruhlaşması, ona ayrı bir nitelik ve hususiyet kazandırır. Cennet'te aldığı gıdalar da onun bu ya­pısıyla uyum sağlar vasıftadır; oradaki yiyecek maddelerinin posası yoktur,-yenilince hemen enerjiye dönüşür ve kendine has artığı buharlaşarak be­denden ayrılır.

O halde insan, Âhiret'te daha çok ruhlaştığı ve Dünya'daki câri birçok kayıtlardan kurtulduğu, meleklerle birarada bulunduğu, onları rahatlıkla gördüğü ve her an kaynaşma halinde bulunduğu için Allah'ın Cemal sıfatı­nın tecellisini çok net biçimde müşahede etmeye elverişlidir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Âhiret âleminde Cennet'e girenler, Allah'ın Cemal'ini veya O'nun tecellisini ayan-beyân görürler. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ümmetine bu müjdeyi vererek şöyle buyurmuştur:

«Şüphesiz ki sizler, şu bedir gecesinde ay'ı gördüğünüz gibi, Rabbı-nızı göreceksiniz...» [196]

 

Tevrat'ın Toptan İndirilmesi Ve Levhalara Yazılması

 

«Biz onlar için Levhalar'da (dinî bir hayat düzenlemesi için) herşeyden bir öğüt ve her-şeyin hükmünü açıklar mahiyette yazdık.»

Gerek bu âyetten, gerekse aynı sûrenin 150 ve 154. âyetlerinden ve Tevrat'taki anlatım şeklinden bu kitabın parça parça değil de bir defada bütünüyle indirildiğini ve Musa Peygamber tarafından papirüs kil levha­lar üzerine yazıldığını anlıyoruz. Ancak Şeyh Muhyiddin el-Arabî, kendi ke­şif ve müşahedelerine dayanarak Fütuhatta şöyle diyor; «Allah, Tevrat'ı kendi eliyle (kudret kalemiyle) yazdı.» [197]

Müfessirlerden çoğuna göre, Musa Peygamber'e indirilen ilk hüküm­ler iki levha üzerinde konular özetlenmiş şekilde bulunuyordu. On emir de bu hükümler arasında yer alıyordu. Sonra diğer hükümler ihtiyaç duyulduk­ça indirilmiştir.

Bu yorumun sahîh olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü müfessirîer Tev­rat'ın Çıkış bölümünde kapalı bir şekilde anlatılanı bir bakıma dikkate ala­rak böyle bir sonuca varmışlardır. Oysa biz Tevrat'ın o kısmının değiştiri­lip değiştirilmediğini kesin olarak bilmiyoruz.

Ünlü İngiliz ilim adamlarından James CHURCHVVAR bu konuda bilim­sel bir araştırmasına dayanarak diyor ki

«Musa, derin bilgili ve bir üstad idi. Dinde ve bilimde yüksek derece­lere erişmişti. Tevrat'taki hataların kaynağı ise başkadır. Musa Tevrat'ı doğru yazmıştı ve sembollerle ifade etmişti. Sonraki tercemeler bunları bozmuştur. Musa'nın yazıları Mısır hiyeroglifi ve hiyaretikleriyle yazılmış­tır. Papirüs kil tabletler üzerine yazmıştı. İsrâiloğulları'nın Mısır'dan çıkma­larından sekiz asır sonra Ezra bir grupla beraber İsrail tarihiyle ilgili bütün tabletler ve yazılan biraraya toplayarak bunları bir kitap şekline soktu, Tevrat meydana geldi. Ezra ve yardımcılarının Mısır yazısı hakkında de­rin bilgileri olmadığından bu yanlışlıkların olması tabiidir. O yazıları yalnız bir üstad anlayabilirdi. Bunların yetersizliklerini Mısır, Kaide, Hindu ve Ma­ya belgelerinde gördüğümüz orijinallarıyla karşılaştırdığımızda anlıyoruz. Musa'nın yazdıkları makuldür. Onlar ise saçmaladılar, çok yerde anlama­dıkları sembollere rastlayınca oraya tarihî hikâyeler, efsaneler sıkıştırdı­lar.» [198]

Ezra kimdir?

Yahudilikle ilgili kuralları biraraya getiren büyük haham (M.Ö. V. yüz­yıl) Babil ülkesinde Pers sarayının çevresinde yaşadı ve yahudilikle ilgili işlerle görevlendirildi. [199]

Ayrıca Tevrat'ta ayrı bir bölüm oluşturan EZRA kitabı yer almaktadır. Bu bölümde Fars ve Babil krallarından, İsrâiloğulları'ndan; sonra da İsra­il kavminin soy itibariyle sayılarından ve soy ağaçlarından söz edilir. Ez­ra'nın İsrâiloğulları'nın başına geçip onları yeniden irşad edip Rabba çe­virdiği anlatılır. [200]

Sözünü ettiğimiz bölümde BaDM kralı Nebukadnetsar'dan bahsedildiği­ne bakılırsa, bu ismin aslının Nabukodooser olduğu (M.Ö. VI. yy.)da yaşa­dığı ortaya çıkıyor ki, James CHURCHVVAR'ın tesbitinin isabetli olduğu an­laşılıyor.

Ayrıca Musa'ya (A.S.) indirilen kutsal kitabın levhalar üzerine yazılı olduğu Tevrat'ta geniş şekilde bahsedilmiştir. Onlardan bir bölümünü nak­letmek suretiyle bir netice çıkarmak istiyoruz:

«Musa Peygamber dağdan inince İsrâiloğulları'nın altundan bir bu­zağı yapıp tapındıklarını görmüş ve öfkesi alevlenerek elindeki levhaları atıp dağın eteğinde onları kırdığı, sonra da Rabbın Musa'ya ; «Kendin için evvelkiler gibi iki taş levha yont ve kırdığın levhalar üzerinde olan sözleri bu levhalar üzerine yazacağım.» dediği belirtilmektedir. Kanaatımızca bu da bir terceme hatasıdır. Çünkü Musa Peygamber'in levhaları kırılıp par­çalanacak şekilde yere çarpması düşünülemez. Ayrıca kırılan levhaların yerine yeni levhaları yontup hazırladıktan sonra Tevrat metinlerini Allah'ın değil, Musa'nın yazması söz konusudur. O kısımda da bir hata sırıtmak­tadır. [201]

 

İndirilen Hükümlerin En Güzeli

 

«Ve kavmine de bunların en güzelini (der­leyip) tutmalarını emret.»

Âyetin zahirine bakılınca, Allah kelâmı olan Tevrat'ın güzel ve en gü­zel diye bazı kısımlara ayrıldığı anlaşılıyor. Oysa Allah sözünün hepsi güzelin en güzelidir. Hepsi de son derece yararlı ve yol göstericidir. Ancak .konunun biraz derinliğine indiğimizde görürüz ki, ilâhî hükümlerden ahlâ­kî, itikadı ve sosyal anlamda öyleleri vardır ki, insan ruhunu cilalar, vic­danları geliştirir; uygulanınca da insanı olgunlaştırır; meselâ gösterişten uzak sırf Allah'ın hoşnutluğuna erişmek için yapılan ibâdet, Allah yolun­da mal ve canı vakfederek hizmete koyulmak; karşılığını yalnız âlemlerin Rabbından bekleyerek insanlara yardımcı olmak o hükümlerin en güzelle­ridir. Ancak unutmayalım ki, bu, biz insanlara nisbetledir. Ailenin veya toplumun önemli bir ihtiyacının karşılanmasını sağlayan, açılan bir yara­yı kapamayı gerçekleştiren bir hüküm o aile ve o topluma göre, hüküm­lerin en güzelleridir. Bir başka hüküm, başka bir millet ve kavimden yana birçok faziletlere kaynak teşkil ediyorsa, o da onların yapısına göre, en gü­zel hükümlerden biridir, Böylece ilâhî hükümler uygulandıkları aile, top­lum, kavim ve milletlerin ihtiyaç, yarar ve saadetlerine oranla güzellik ve daha güzellik vasfını alır. Yoksa aslında Allah'ın bütün hükümleri, hüküm­lerin en güzeli, sözleri de sözlerin en güzelidir. Tıpkı yeryüzünde insanlara verilen gıda maddeleri gibi, onların hepsi de ilâhî nîmetin hüviyet ve dam­gasını taşıdığı için son derece güzeldir, ama insanlara nisbetle, kişilerin zevk ve ihtiyacına, iştiha ve arzusuna göre değer ölçüsü sınıflandırılır.

İşte Tevrat'ın taşıdığı ilâhî hükümlerin «   en   güzelinin ve en  iyisinin dinlenip tutulması,» sözü bu hususlara işaretle söylenmiştir.

Kur'ân'da Allah sözünün en güzel söz olduğu şöyle ifade edilir: «Allah sözün en güzelini indirdi,.,.» [202]

Âyetin son kısmında ise, «Rabbından saygı ile korkanların ondan de­rileri ürperir, sonra da hem derileri, hem kalbleri Allah'ın zikrine yumuşar»

sözleri yer almakta, ilâhî kelâmın ne kadar güzel, faydalı, yönlendirici ol­duğu istisnasız belirtilmektedir. [203]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, İsrâiloğullan'nın düzenli, disiplinli dinî bir hayat yaşamaları için Tevrat'ın indirildiği belirtildi. Sonra da bununla amel et­tikleri takdirde, ilâhî sınırları aşan bir kavmin yurduna yerleştirilecekleri müjdelendi.

Aşağıdaki âyetlerle, imân nimetine erişen ve ilâhî inayete lâyık görü­lenlerin her geçen gün tevazuiarının artmasına işaret ediliyor, büyüklük taslayanların  imân  nimetinden  yoksun   kalacakları   haber veriliyor;   ilâhî

âyetlere ve âhirete inanmayanların amellerinin boşa gideceğine dikkatler çekilerek hem İsrâiloğulları, hem de inkârı sanat edinen maddeciler uya­rılıyor. Mü'minlerin bu hususta çok dikkatli olmaları kapalı bir anlatımla işleniyor. [204]

 

Meali:

 

146—  Yeryüzünde haksız^ yere büyüklük taslayanları âyetlerimizden çevireceğim. Onlar her âyeti (ve açık belgeyi) de görseler yine inanmaz­lar ona. İyilik, doğruluk ve düzenlik yolunu da görseler, onu (kendilerine) yol edinmezler; azgınlık ve sapıklık yolunu görürlerse, onu hemen (benim­seyip) yol edinirler. Bu böyle; çünkü onlar âyetlerimizi yalanlamayı sanat edinmişler ve hep ondan gaflet edegelmişlerdir.

147—  Âyetlerimizi ve Âhiret'e kavuşmayı yalanlayanlar var ya, onla­rın amelleri boşa gitmiştir. Onlar ancak, amel edegeldiklerinin karsılığıyla cezalandırılırlar.

 

Allah'a Kul Olma Kanunu

 

«Onlar her âyeti (ve açık belgeyi) de gör­seler yine inanmazlar.»

Nasıl sevgi kanunu her ferde iki emir verir: Birincisi başkalarına iyi­lik yapmak, ikincisi de başkalarının kendisine iyilik yapmasını önleyen ku­sur ve zaaflarını düzeltmek.. Onun gibi, Allah'a kul olma kanunu da her fert ve aileye iki emir verir: Birincisi, bütün mevcudiyetiyle Hakk'ın irâde­sine teslim olmak; ikincisi karşılaştığı her insana inanç ve yaşına, bilgi ve irfanına göre ilgi ve saygı gösterip, mü'min ise, kendisinden daha az günah işlemiş ve daha çok iyilikte bulunmuş olabileceğini düşünerek te­vazu kanadını yere sermek..

Sevgi, saygı ve Allah'a kul olma kanunlarından kaynaklanan emirle­rin dışına çıkanların üç önemli hastalığa yakalanacakları ve tedavisinin çok zor olabileceği ilgili âyetle şöyle sıralanıyor:

1—  Açık âyet ve belgeyi görseler yine inanmazlar.

2—  İyilik, düzenlik yolunu görseler yine de kendilerine yol edinmezler.

3—  Azgınlık ve sapıklık yolunu görürlerse, onu hemen yol edinirler.

Böylece sıraladığımız üç manevî hastalığın kaynağı, bencillik, kendini beğenmişlik, büyüklük taslamak, başkalarını hep küçük görmektir. Kur'ân Fır'avn'ı tipik bir misal olarak veriyor ve sonra Mekkeli mağrur müşriklere attfta bulunarak her çağda ve hemen her ülkede bu gibilere rastlamanın mümkün olduğuna işaret ederek o gibilerin karakter yapısını belirliyor. [205]

 

Fir'avn'ın Helakine Sebep Olan Gurur

 

  «Yeryüzünde   haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimizden çevireceğiz.»

İlâhhk iddiasında bulunacak kadar büyüklük taslama hastalığına ya­kalanan Fir'avn ve yandaşlarının helakim hazırlayan sebeplerin başında bu hastalığın geldiği dolaylı şekilde ifade ediliyor. Musa Peygamber'in gös­terdiği bir çok belgelere ve mu'cizelere rağmen Allah'a kul olmayıbir tür­lü sahte gururuna yediremiyen Fir'avn, sadece kendi helakine değil birçok insanların ilâhî hükmün altında can vermesine de sebep olmuştur'O ba kımdan Kur'ân, M.s.r'daki müşriklere dikkatleri çekerken daha çok onla-

rı idare edip yöneten Fir'avn üzerinde durur ve mağrur bir hükümdarın bir milleti de kendisiyle birlikte uçuruma yuvarlayacağını çok duyarlı söz­lerle anlatarak İnsanları ve milletleri uyarır.

O halde sapıklık, kibir ve gurur zulümle birleşip, herşeye rağmen Hak'­tan yüzçevirince, sünnetullah harekete geçer; o, belirlenen noktaya gelin­ce ilâhî emir iner. [206]

 

Ahlâkî Yönü

 

Toplum ve milletlerin manevî zırhı, hakiki din ve o dinden kaynaklanıp iyi-yararlı örf ve âdetle birleşen ahlâktır. Bu zırhtan milletini mahrum eden­ler, yavaş yavaş kendilerini tasfiyeye tabi tutmuş olurlar. Çöken aile ve kavimlerin çöküş sebepleri araştırıldığında temelinde ahlâksızlığın yattı­ğı görülür.

Rahatlıkla diyebiliriz ki, ahlâksızlığı doğuran faktörler arasında, bü­yüklük taslamanın, başkalarını küçümsemenin payı çok büyüktür. Çünkü kibir ve gurur, Hakk'ı ret ve inkâr, kalbi örten kesif bir tabaka oluşturur; vicdanı köreltip ruhu safiyetinden uzaklaştırarak karartır. Böylece nefis denilen iç kuvvet, İblîs denilen dış kuvvetle birleşmenin ve dörtnala gitmek için alanı boş bulmanın bütün imkânlarına kavuşmuş olurlar. Artık hayat dizginini nefis ve İblîs'in eline teslim edip ruhî yapısını kibir ve gurur tok­mağı altında tanınmaz hale sokan bir kişiye ne ilâhî âyetler, nede akla ve vicdana seslenen semavî belgeler tesir eder. Fir'avn ve ülkesinin ileri ge­lenleri bu dereceye düşenlerden bir kısmıdır.

Allah ile yarışmaya kalkışan, tabir caizse, O'nunla boy ölçmek iste­yen gafiller hemen her ülkede bulunabilir. Kur'ân bunlarla ilgili ezelî me­saj ve uyarıyı şu cümlelerle ifade ediyor: «Âyetlerimizi ve âhiret'e kavuş­mayı yalan sayanlar var ya, onların amelleri boşa gitmiştir. Onlar ancak işleyegeldiklerinin karşılığıyJa cezalandırılırlar.»

Bu ceza iki türlüdür: Birincisi, dünyadan ayrılmadan ulaştıkları küfür ve ahlâksızlık grafiğinin üst çizgisinde yakalanıp başaşağı edilmeleri; ikin­cisi, Ahiret'te en âdil terazi başında hesap verip lâyık olduğu yere sevke-dilmeleridir. Çünkü ceza amelin cinsindendir; büyüklük taslayıp yeryü­zünde azgınlık gösterenler, Cehennemde ayaklar altında çiğnenip rezil ve rüsvay edilirler. Saf sûresinde bu âdil ölçü şöyle belirtiliyor: «Ne vakit*ki, onlar (haktan bâtıla) meyledip saptılar, Allah da onların kalblerini (hakkı kabulden uzak tutup) eğik hale getirdi. Allah, hakkın sınırlarını çiğneyip yozan (fisk u fücur işleyen) milleti doğru yola çıkarmaz.» [207]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayıp İn­kâr, azgınlık ve ahlâksızlığı şiar edinenlerin her türlü ilâhî rahmet ve fü-yüzattan kendilerini marhum edecekleri belirtildi. Sonra da Allah'ın indir­diği kitaba inanmayıp Âhiret'i inkâr edenlerin hiçbir amelinin Allah yanın­da bir değer taşımıyacağı, yaptıklarının boş ve anlamsız olacağı hatırla­tıldı.

Aşağıdaki âyetlerle Fir'avn'ın gurur ve zulmünden kurtulan Isrâiloğul-ları'nın Allah'ı maddeleştirme eğilimleri konu ediliyor ve o yüzden büyük bir haksızlık işledikleri anlatılarak günah ve inkârdan sonra dönüş yapıp Hakk'a yönelmenin mümkün olduğuna işaret ediliyor. Tur'dan inip gelen Musa Peygamberin onların şirke heveslendiklerine çok üzüldüğü tasvîr edilerek olayın üç önemli safhası üz_erinde duruluyor. [208]

 

Meali:

 

148—  Musa'nın (belirlenen vakitte Tûr   Dağı'na   çıkması)   ardından kavmi, kendi zînetlerinden üç boyutlu böğüren bir buzağı heykeli yapıp (ilâh) edindiler. O buzağının kendileriyle konuşamıyacağıni ve bir yol da göstere m iveceğin i görmediler mi?! Onu kendilerine ilâh edindiler; zaten onlar zâlimler idiler.

149—  Ne vakit ki, yaptıklarına için için pişmanlık duydular ve kendi­lerini cidden sapıtmış gördüler, «and olsun ki Rabbimiz bize merhamet et­mez ve bizi bağışlamazsa elbette zarara uğrayanlardan oluruz!» diyerek (günahkâr âsî olduklarını dile getirdiler).

150—  Musa (Tûr Dağı'ndaki görevini tamamlayıp) kavmine öfkeli ve üzgün bir halde dönünce, (Harun'a): «Benden sonra yerime geçip ne kö­tü işler işlemişsiniz! Rabbimizin emrini (size vereceği azabı) mı acele bek­lediniz?» dedi ve elindeki (Tevrat âyetleri yazılı) Levhaları bırakıverdi de kardeşinin başından tutup kendine doğru çekmeğe başladı. Kardeşi ona : «Anamın oğlu! doğrusu bu kavim beni küçümseyip hırpaladılar ve nere­deyse beni öldürüyorlardı; artık sen de bana karşı düşmanları sevindirme ve beni bu zâlim kavimle bir tutma» dedi.

151—  (Musa:) «Ey Rabbim! beni ve kardeşimi bağışla ve bizi rahme­tine sok; sen merhamet edenlerin en çok merhamet edenisin» diye duâ

etti.

152—  Buzağıyı ilâh edinenlere gelince : Şüphesiz ki, Rablerinden bir gazap ve Dünya hayatında da bir aşağılık ve alçaklık onlara erişecektir. İşte yalan atıp iftira edenleri böyle cezalandırırız.

153—  Kötülükleri işledikten sonra tevbe edip dosdoğru imân eden­lere gelince : Şüphesiz ki Rabbın tevbelerinden sonra (onlar hakkında) çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

154—  Musa'nın öfkesi yatışınca, Levhaları koyduğu yerden aldı; on­ların bir nüshasında, Rablarından korkanlar için doğru yolu gösterir bel­geler ve rahmet (yazılı) idi,

 

Altundan Buzağı                        

 

«Musa'nın (belirlenen vakitte Tûr'a çıkması) ardından kavmi kendi zînetlerinden üç boyutlu bö-ğüren bir buzağı heykeli yapıp (ilâh) edindiler.»

Isrâiloğullan, Mısır'da uzun süre bulundukları için ora halkının inek ve benzeri hayvanları kutsal sayıp putperestliğin değişik çalkantıları için­de hem canlısına, hem de maden veya taştan yontulmuş şekillerine ibâdet ettiklerini görmüş ve bunu kısmen de olsun benimsemişlerdi. Ruhlarına işleyen putperestliği bütünüyle söküp atamıyor, Musa Peygamber'den ayrı kaldıkları zamanlarda bu temayülleri bazan söze, bazan da tatbik alanına kayıyordu.

Diğer yandan İsrâiloğulları'nın değer ölçülen madde ve dünya salta­natı idi. O bakımdan Allah'ı hem millî tanrı sayar, hem de Onu maddeleş-tirmek isterlerdi. Musa Peygamber'in kırk gün aralarında bulunmayışından yararlanarak, daha doğrusu bunu fırsat sayarak putperestlik özlemlerini gidermeye çalıştılar. Üzerlerinde taşıdıkları altun süs eşyasını toplayıp bir-araya getirerek Samirî adında bir kuyumcu marifetiyle böğüren bir buza­ğı heykeli yaptırdılar ve onu kendilerine ilâh edindiler.

«Onu kendilerine ilâh edindiler; zaten on­lar zâlimler idiler.»

Kur'ân bu âyetle, İsrâiloğulları'nın doğru yolu seçtikten sonra kendi­lerine haksızlık ederek tekrar küfre dönmelerini zalimlik olarak açıklarken, hem Yahudilerin irsi karakteri hakkında bilgi veriyor, hem onlar kadar zen­gin olmayan Mekke putperestlerini uyarıyor, hem de Müslümanlara Hakk'a

ibâdeti her şeyin üstünde tutup maddeyle mâna arasında ciddi bir denge kurmalarına işarette bulunarak en doğru yolu gösteriyor. Şöyle ki:

1—  Yahudiler daha çok maddî değerleri amaç edinen bir millettir. Bu, onların ruhuna öylesine işlemiştir ki, altundan buzağı yapıp ilâh edinecek ve Harun Peygamber'in hiçbir uyarısına kulak vermeyecek kadar şaşkın­lık göstermişlerdir.

Böylece Yahudiler görünmeyen bir ilâhtan çok görünen ve elle tutula­bilen bir İlâha ihtiyaç duymuşlardır.

2—  Buzağının altundan imal edilmesi, aracın amaç edinildiğinin bir başka belgesidir.

3—  Buzağının üç boyutlu bir heykel şeklinde yapılması, daha çok tat­min olmaya yönelik bir arzunun ürünüdür.

4— Buzağının içinde birkaç kanal açık bırakılarak rüzgara karşı tu­tulmasıyla böğürür gibi ses çıkarması, sığıra tapınmanın içten dışa vuran bir başka görünümüdür. Aynı zamanda yetişmekte olan kuşakların kalbve kafasında silinmez izler bırakmaya ve Allah'a ortak koşmakta bir sakınca olmadığı imajın! vermeye yönelik bir sapıklıktır.

5— O çağda altun ve benzeri madenlerin çok iyi işlendiği, kuyumcu­luğun çok ileri olduğu ve el sanatlarının rağbet gördüğü anlaşılıyor.

Müslümanların bu tarihî olaydan alacağı öğüt ve ibreti de şöyle özetli-yebiliriz :

a)  Gerçek değer ölçüsü, kişilerin kalb ve vicdanında hâkim olup, iç otorite kuran Allah sevgisi ve korkusudur. Madde ve makam birer araçtır. Asıl amaca erişebilmek için kullanıldıkları ve değerlendirildikleri ölçüde kıymetlidirler.    . .

b)  Sanatı, bugünkü tabirle ilim ve tekniği kötü yolda kullanmak ve bunlarla diğer milletleri ve toplumları sindirip sömürmek, hiçbir millete hayır ve rahmet kapılarını açmaz; yetişmekte olan kuşaklan olumsuz yön­de tesir altına alıp ruhen dejenere eder. O halde İslâm'a göre, sanat ve sanatkâr her yönüyle eğitici, öğretici, ruh ve mâna, ahlâk ve fazîlet aşı­layıcı olmalıdır.

c)  Maddeyi gerçek ve son kıymet ölçüsü kabul edip ilâhlaştıran mil­let ve toplulukların, ruhları silik hale getiren, beyinleri yıkayan kültürünün tesirinden korunmak şarttır. Aksi halde yabancı kültüre karşı insanda za­manla bir eğilim başlayabilir ki, sonu çok tehlikeli olabilir. O bakımdan Re, sûlüllah (AS.) Efendimiz : «Kim bir kavme (topluluk ve millete) benzemeye

özenirse, o da onlardan sayılır.» [209] «Bizden başkasına benzemeye öze nen kimse, bizden değildir.» [210] buyurarak ümmetini uyarmıştır.

d)  Her şeyi lâyık olduğu yere koymak ve yaratıldığı amaca yönelt­mek, adalettir. Bunun aksini yapmak zulümdür. İslâm'a göre, her şey kâi­nat planında layık olduğu yere konulmuş ve insanlara hizmet için belii bir gayeye çevirilmiştir. Bunu değiştirmek veya yok etmek, dengesizlik ve dü­zensizlik doğurur. Yahudiler Tevrat'ı lâyık olduğu yere ve indirildiği amaca çevirmedikleri için zillet ve meskenete duçar oldular, asırlarca bunun sı­kıntısını çektiler. O bakımdan alınlarına «zâlim» damgası vuruldu.

e)  Kıymetli madenler, servet ve makamlar, tapınmak, ilahlaştınlmak için değil, Yüce Yaratan'ın rızası doğrultusunda  kullanılmak ve istifade edilmek için var kılınmışlardır. [211] 

 

Tevbe Kapısı Açiktir

 

 >>Ne vakit kiyaptıklarına için için pişmanlık duydular ve kendilerini cidden sapıtmış gördüler, and olsun ki

Rabbımız bize merhamet etmez ve bizi bağışlamaz­sa, elbette zarara uğrayanlardan oluruz» diyerek, yeniden doğru yola dön­düler. Tevhit dinini benimseyip Musa ve Harun peygamberleri kendilerine önder ve lider kabul ettiler. Musa Peygamber'in ciddi müdahalesi ve ta­vizsiz kararı olmasaydı, İsrailoğulları putperestliğin içine kayıp kurtulma­sı zor bir girdaba yakalanacaklardı. İşledikleri günah küfrü gerektiren bir «şirk» idi. Ama her günahtan olduğu gibi, «şirk» günahından da kurtul­manın yolu, ciddi bir pişmanlık ve samimi bir dönüşle Hakk'a teslim ol­maktır, İsrailoğulları da işledikleri büyük hatâyı anlamakta gecikmediler ve derin bir pişmanlık içinde tevbe ve istiğfarda bulundular. Cenâb-ı Hak, tevbeleri çokça kabul edendir. O bakımdan onları bağışladı.

Ayetten alacağımız öğüt şudur: Küfrü gerektiren bir günaha girmek çok tehlikelidir. Bir peygamber veya Ona vâris olan büyük bir mürşidin müdahalesi olmazsa, sonuç ebedî azapla noktalanabilir. O halde hemen her çağ ve toplumda din ve ahlâk mürşitlerine büyük ihtiyaç vardır. [212]

 

Kırk Günün Tesiri

 

Görüİdüğü gibi, insanın önemli bir konuyu, çetin bir meseleyi hazmetmeye hazırlanabilmesi, ya da ruhî olgunluğa erişebilmesi için kırk yaşına, kırk güne ihtiyacı olduğunu daha önce belirtmiş bulunuyoruz. Bir milletin de bozulmasında, yozup sapıtmasında kırk yıllık bir sürenin, kırk günlük bir başıboşluğun, nemelâzımcılığın ve ihmalin tesiri çok büyüktür. Aynı zamanda bir milletin veya toplumun gerçeği bulup olgunlaşması için de kırk yıllık bir süreye ihtiyaç söz konusudur.

Ekonomik çalkantı içinde bocalayan, kapitalist sistem gereği, günlük hayat düzeyinde sinirleri iyice gerilen bir gencin veya ailenin kırk gün kendi haline terkedilmesi, ruhunda derin boşluklar meydana getirir; din, ahlâk ve ekonomik sıkıntı arasında bocalama başlar; ihmal edildiği takdirde, ekonomiye yenilerek gayr-i meşru yollara düşebilir. Günümüzde bunun örneklerini hemen her gün gazetelerde görüp okumaktayız.

Sağlam inançlı, faziletli ve dürüst bir cemaat arasına katılan ahlâkan düşük, inanç bakımından fakir bir kişinin kendini düzeltmesi mümkündür.

İsrailoğullan'nın kırk gün kısmen de olsa din ve ahlâk kontrolünden mahrum kalmaları sonucu saptıkları bir gerçektir. [213]

 

Hak Dini Tebliğde Hatır-Gönül Söz Konusu Olamaz

 

Ve kardeşlnin başından   tutup   kendine doğru çekmeğe başladı.»

Kur'ân'da Musa Peygamber'le Harun Peygamber olayı en duyarlı ve ibretli noktalarıyla açıklanırken bize şu ölçü ve metot verilmektedir:

1—  Hak din en değerli varliğımızdır.

2—  Bu uğurda  hizmet verip teblîğ  görevini yerine getirirken, ana-baba dahil hiç kimsenin hatırı söz konusu değildir. Allah'ın hatırı her şe­yin üstündedir. İbrahim Peygamber'in kendini, müşrik olan babasından be­ri kılıp yurdundan hicret etmesi, Lût Peygamber'in ahlâksızlardan yana olan eşine ilâhî azabın inmek üzere olduğunu haber vermeyip mü'minleri çevresinde toplayarak şehri terketmesi, Musa Peygamber'in kırk güniük bir ayrılıktan sonra dönüşünde görevini yeterince yapmadığını sanarak kardeşi Harun'un saç ve sakalından tutup çekmesi ve son olarak Resû-lüllah (A.S.) Efendimiz'in yaptığı uyarıya kulak vermeyip putperestlikte ıs­rar eden yakın hısımlarıyia ilgisini kesmesi birer tarihî misal olarak kutsai kitaplarda yer almıştır.

3—0 halde doğru yolu gösterirken önce en yakın hısımlardan işe başlamak, onları eğitip yetiştirmek şarttır.

4—  Din adına tavız vermeye kimsenin hakkı yoktur. Çünkü kim doğru yolu seçerse kendi lehine, kim de eğri yolda yürümekte ısrar ederse ken­di aleyhine bir tercih yapmış olur. Allah ne buyurmuşsa, ancak onu eksik­siz tebliğ etmekle hem peygamberler, hem de mü'minler mükelleftirler.

5—  Doğru yol, iyi ahlâk, sağlam terbiye esaslarını işleyip insanları eğitirken asıl âiie reisi durumunda bulunanların sorumluluğu  paylaşma­ları çok önemlidir ve herbiri kendini sorumlu kabul ederek hizmete ver­melidir. Aksi halde sorumluluğun tamamı tek kişinin omuzlarına yükletil­miş olur ki, bu çoğu zaman müsbet sonuca götürmekte yeterli olmaz.

6—  Fazilet düzeyinde doğru yolu kalb ve kafalara işlerken kendileri­ni manen de görevli sayanların birbirlerine karşı anne sevgi ve şefkatıylo bağlanıp saygılı olmaları gerekir, Harun Peygamber'in kardeşi Musa Pey-gamber'in sert ve acımasız davranmasına  karşılık «anamın oğlu!.» diye yumuşak bir sesle hitap etmesi, bu terbiyeyi yansıtır. Aynı zamanda düş­manları kahredecek kadar anlamlı ve hedefe ulaştırıcıdır. [214]

 

Madde Putperestliğinin Sonu

 

«Buza­ğıyı ilâh edinenlere gelince, şüphesiz ki, Rablarından bir gazap ve dünya hayatında da bir aşağılık ve alçaklık onlara erişecektir.»

Maddeyi ilâhlaştırmak, insan ruhunu öldürüp yönlendirici olan kutsal mananın iç disiplininden mahrumiyeti gerektirir. Bu, oksijenle hidrojenden oluşan suya benzer, bu iki molekül belli nisbette (H..O) biraraya gelip bir­leştiği takdirde su vardır,- birbirinden ayrıldığı takdirde su artık yoktur. Be-denle ruhun birleşmesi de böyledir; birarada uyumlu, dengeli bulunduğu sürece gerçek anlamda insan vardır. Denge ve uyum kalkınca ortada sa­dece suret kalır.

Bedenle ruh arasında en sağlam ve en düzenli denge sağlayan Al­lah'a ve Âhiret'e imânın, birçok yararları arasında iki büyük yararı vardir: Birincisi, insana umut verip düzenli, uyumlu ve huzurlu bir ömür yaşatma­sı; ikincisi önümüzdeki sonsuz hayata hazırlanmayı ve onu bütünüyle mut­luluğa çevirmemizi sağlamasıdır.

Kur'ân'da ilgili âyetle bu iki büyük yarardan kendini mahrum eden İsrâiloğulları hem misal veriliyor, hem de ibret alınacak bazı safhaların­dan tablolar çizilerek gözlerimizin önüne seriliyor. O bakımdan maddeyi ilâhlaştiranlar için biri dünyada, diğeri âhirette olmak üzere iki büyük aza­bın hazırlandığı haber veriliyor. Dünya'da iç ve dış düşmanların başarıya erişmesine uygun bir ortam oluştururlar. Cok geçmeden ummadıkları bir tarihte başaşağı gelerek her şeylerini kaybetme bedbahtlığına uğrarlar. İsrâiloğullan'nm birkaç defa bu akibete uğraması gibi.. Resûiüllah (A.S.) Efendimiz'le dört halîfesinden sonra Arapların başlattığı iç savaş ve bö­lünmeler de buna bir misal gösterilebilir. Âhiret'te ise, Allah'ın vereceği azap çok daha elîm olaoak, Allah'ı inkâr eden her milletin ameline uygun bir ceza verilecektir. [215]

 

Levhaları İlka

 

«Levhaları   bırakıverdi de kardeşinin   başından   tutup kendine doğru çekmeye başladı...»

Tevrat hükümlerinin yazılı bulunduğu levhalar konusunda, halen mev­cut Tevrat'ta yanlış derleme ve dikkatsiz terceme sebebiyle birtakım farklı ve hatalı bilgi verildiğini az yukarıda belirtmiştik. Kur'ân-ı Kerîm birçok konularda olduğu gibi levha hususunda da Tevrat'ın değiştirilmiş söz­lerini düzelterek en doğru bilgiyi veriyor.

Kur'ân'da «ilka» tabiri kullanılmıştır ki bu, az farklarla birden fazla mânaya delâlet eder: «Atmak» ile çevirisi uyumlu ve sıhhatli olmaz. Vah­yin ilkası, ilâhî nezaket ölçüsünde inen âyetlerin kalbe konulmasıdır. Mu­sa Peygamber'in elindeki Levhaları ilkası, onları saygı ile bir yere hemen koyuvermesidir. Elindeki Asâ'yi ilkası da öyle, onu usulea belli bir yere koyması anlamını ifade eder. Altundan buzağı imal eden Samiri'nin ilkası, elindekini, içine çekerek, hayıflanarak bir tarafa usulca atmasıdır. Sihir­bazların ellerindeki urganları likaları, onları rastgele etrafa atıp yayma­larıdır. Kâfirlerin Cehennem'e ilkası, şiddetle tutulup atılmalarıdır.

Görüldüğü gibi, «ilka» tabiri, faile, mef'ûle ve duruma göre birbirine yakın az farklı manalara delâlet ediyor. Kur'ân'da bu gibi inceliklere çok dikkat etmek gerekir. Aksi halde fahiş hatâlara sebebiyet verilir. Örneğin, «Musa elindeki levhaları attı veya atıverdi, fırlattı veya fırlatıverdi» diye yapılan Tevrat çevirileri. Peygambere vâcib veya sünnet olan sıfatlara ters düşer. [216]

 

Musa Peygamber'in Öfkelenmesi

 

«Musa öfkeli ve üzgün bir halde kavmi­ne dönünce.,..»               

Peygamberler genellikle sabırlı, yumuşak huylu, alçakgönüllü, ağır­başlı, terbiyeli ve nezaketlidirler. Kırıcı, incitici, küçümseyici, aşağılayıcı değildirler. Böyle olmakla beraber, ilgili âyetin acık anlatımından Musa Peygamber'in öfkelendiğini ve kardeşi Harun'un başından tutup çektiğini öğreniyoruz. Bunun sebebi hem mâkul, hem de açıktır:

a)  Tevhit inancım kavminin kalbine ve dimağına işlemek için yıllar­ca çetin mücadeleler verip olumlu sonuç elde ettikten sonra, kırk gün için­de bu imân ve irfanın yıkıldığını görmesi, şüphesiz ki bir peygamberi çok, hem de çok üzer.

b)  Yerine vekîl koyduğu kardeşi Harun'un görevini layıkıyla yapma­dığı kanısına vararak öfkelenmesi çok normaldir ve ona vâcib olan sıfat­ları zedelememektedir. Sonra gerçeğin sandığı gibi olmadığını anlayınca, Allah'a yönelip duâ ederek mağfiret dilemesi, vâcib olan sıfatların tabii neticesidir,

c)  Allah için sevmek ve yine Allah için sevmemek; Allah için öfkelen­mek ve yine Onun için öfkelenmemek de birer ibâdettir; yeter ki bu, hak­sızlığa yol açmamış olsun..

d)  Musa Peygamber'in doğuştan, Hz. Ömer (R.A.) gibi biraz sert mi­zaçlı olduğu bilinmektedir. İsrâiloğulları'nın selâmeti için Fir'avn ve kav-miyle bir sürtüşme ve tartışmaya mecbur kalması ve bu arada birçok üzü­cü olayların peşpeşe birbirini kovalaroasına Onu takip etmesi, ister iste­mez sert ve hiddetli olmasını gerektiriyordu. Çünkü ortama göre tavır ta­kınmak, metot uygulamak başarılı olmanın şartlarından biridir. Musa Pey­gamber de öyle yaptı.. Harun Peygamber'in saç ve sakalından veya sade­ce başından hiddetle tutup çekmesi, İsrâiloğulları'na bir gözdağı vermek ve ilâhî emirleri uygulamada müsamahanın yeri olmadığını anlatmak için­di..

Tevrat'ın Çıkış bölümünde aynı olay detaylı anlatılır. AStundan buza­ğıyı Harun'un yaptığı belirtilerek, Onun Tevhît dininden saptığına işaret edilir. Oysa Harun, aynı zamanda peygamberdir. Hiçbir peygamber hak dini bırakıp putperest olmamıştır. Çünkü onlara vâcib olan sıfatlardan biri de «ismet»tir; bu, günahlardan, haklara tecavüzden korunulmuşluğu ifade eder. Kur'ân-ı Kerim, ilgili âyetlerle, Tevrat'ta insan elinin müdahalesiyle meydana gelen bu fahiş hatâyı düzeltir ve Harun Peygamber'in, buzağı konusunda İsrâiloğuİlan'na söz geçiremediğini açıklar. [217]

Kur'ân'da nakledilen bu olay, dinde taviz verilemiyeceğini; hakkı ayakta tutup bâtılı tesirsiz hale getirmek için uzun yıllar sistemli, şuurlu ve du­yarlı çalışmanın, bilerek hareket etmenin gerektiğini bize öğretmektedir. Toplumu bir amaca yöneltmek için de çok bilgili, güçlü, sabırlı ve iradeli liderlere ihtiyaç bulunduğunu hatırlatıyor. Aynı zamanda liderin becerikli, liyakatli yardımcılarının bulunmasının lüzumunu Harun Peygamber'in Mu­sa Peygamber'e yardımcı tayin edilmesini misal vererek bildiriyor. [218]

 

Anamın Oğlu!

 

Kur'ân'da altundan imal edilen buzağı olayının önemli ve ibretli saf­haları anlatılırken, Musa Peygamber'in öfkelenerek, yerine vekîl bıraktı­ğı kardeşi Harun Peygamber'i, görevini lâyıkıyla yerine getirmediğini sa­narak hırpalaması karşısında Harun'un ona «Anamın oğlu!» diye seslen­mesinde bir incelik söz konusudur: Ana, genellikle merhamet ve şefkatin sembolüdür. Aynı zamanda Musa Peygamber'in anası Allah'a imân eden sâliha kadınlardan biri idi. O bakımdan her ikisini emzirip büyütmede bü­yük fedakârlıklara katlanmış, hattâ kendini tehlikeye atmıştı. Harun Pey­gamber, anasından gördüğü şefkat ve merhameti kardeşi Musa Peygam-ber'den de bekliyordu. O bakımdan «Anamın oğlu!» diyerek hitap etme­siyle bu inceliği hatırlatmak istemiştir. [219]

 

Levhanın Nüshasında Hüdâ Ve Rahmet Yazili İdi

 

«Onların nüshasında doğru yolu gösterir bel-geler ve rahmet (yazılı) idi.»

Önce, «nüsha» tabiri bize şunu öğretiyor: Tevrat hükümleri Musa Peygamber'e öğretildikten sonra, sözü edilen levhalara yazılması emredil­miştir. Çünkü bu tabir, Kamus'un da açıkladığı gibi, bir yerden naklolu­nan yazılı şeyin ismidir.Tevrat da levhalara, Musa'nın kalb ve hafızasından nakledilerek yazılmıştır. Böylece Tevrat'ın gökten levhalara yazılı olduğu halde inmediği, Musa Peygamber'in kalbine nakşedildikten sonra papirüs killi levhalara yazıldığı anlaşılıyor.

Levhcda iki önemli şeyin yazılı bulunduğu açıklanıyor: Hûda ve Rah­met.. Hüdâ, sözlükte, doğru yola gitmek, doğru yolu göstermektir. Doğru yol üzerinde bulunan için «O hüdâ üzeredir» denilir. Gündüzün aydınlığı­na da denildiği vakidir. Terim olarak, insanın kâinat planındaki yerini, yo­lunu ve görevini lûtf ile göstermek; böylece onu doğru yola irşat etmektir.

Tevrat'ta işte bu hidâyete geniş yer verildiği ve onunla birlikte ilâhî rahmeti yansıtan belgelerin bulunduğu belirtiliyor. [220]

 

Meali:                                                                                    

 

155—  Musa belirlediğimiz vakitte nbâdet yerine (gelmek üzere) kav­minden yetmiş kişi seçip ayırdı. Ne vakit ki, onları şiddetli sarsıntı tuttu, Musa dedi ki: «Ey Rabbim! dileseydin bundan önce onları da, beni de yok ederdin. Bizden birtakım beyinsizlerin yaptıkları (kötülükten) dolayı bizi helak-mı edersin? Doğrusu bu senin bir denemendir ki, dilediğini onunla saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirirsin. Bizim Velîmiz (yegâne sahi­bimiz, koruyucumuz ve dostumuz) sensin. Bizi bağışla, bize merhamet ey­le; sen bağışlayanların en hayırlısısın.

156—  Bizim için şu dünyada da, âhirette de iyilik yaz. Doğrusu biz sana yönelip geldik.» Allah da : «Azabıma kimi dilersem onu uğratırım; rahmetim ise her şeyi kapsayıp kuşatmıştır. Onu Allah'tan korkup kötülük­lerden sakınanlara, zekâtını verip âyetlerimize dosdoğru  imân edenlere yazacağım.

157—  Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları Üm-mî Peygamber'e uyarlar. O Ümmi Peygamber ki, onlara iyiliği emreder, on­ları kötülükten men'eder; iyi ve temiz olan yararlı şeyleri onlara helâl kı­lar; kötü ve murdar şeyleri onlara haram kılar; onların ağır yükünü ve üzer­lerinde bulunagelen bağları, zincirleri indirir. Artık onlar ki Peygamber'e (gönülden) inandılar, saygı gösterip O'nu aziz tuttular ve O'na yardımda bulundular ve O'nunla beraber indirilen nura uydular, işte kurtuluşa ve mutluluğa erenler onlardır.»

 

İlgili Hadisler

 

«Benden önce hiç kimseye verilmeyen beş şey bana verildi:

1.  Her peygamber sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Ben ise, kızı­lı, siyahı (dahil) her millete gönderildim.

2.  Ganimet bana helâl kılındı; benden önce hiçbirine helâl kılınmadı.

3.  Yeryüzü bana temiz ve mescid kılındı. Kime nerede namaz vakti erişirse, orada namaz kılar.

4.  Bir aylık mesafeden düşmana karşı korku ve dehşet salmakla yar­dım gördüm.

5.  Şefaat (yetkisi) bana verildi. [221]                                                    

«Peygamberler üzerine altı şeyle üstün kılındım :

1.  Bana «cevâmiu'l-kelim (mânası ve taşıdığı hükümler çok, kelimesi az ilâhî beyân) verildi.

2.  (Düşmanlarıma karşı) korku ve endişe salmakla yardım gördüm.

3.  Ganimetler bana helâl kılındı.

4.  Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim,

5.  Yeryüzü bana temiz ve mescid kılındı.                                  

6.  Peygamberlik benimle son bulup mühürlendi.» [222]

«Bedevinin biri (Medine'ye) geldi; devesini çökertip bağladıktan son­ra Resûlüllah (A.S.) Efendimizin arkasında namaz kıldı. Namaz bitince, Bedevi dönüp devesinin bağını çözdü ve sonra ona binip şöyle duâ etti: Allahım! bana ve Muhammed'e merhamet et; bize o rahmetinde kimseyi ortak etme!.

Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz : «Ne dersiniz, bu adam mı sapıtmıştır, yoksa devesi mi? Ne dediğini duymadınız mı?» buyurdu. As-hab : «Duyduk, ya Resûlellah!» deyince, buyurdu ki: «Ey bedevi! cidden geniş rahmeti daralttın (dar çerçeve içine aldın). Şüphesiz ki Allah yüz rah­met yaratmış, yarattığı insanlar, cinler ve hayvanlar birbirlerine (ve kendi cins ve türlerine) şefkatli ve merhametli davransınlar diye o yüz rahmet­ten birini (yeryüzüne) indirmiştir. Doksan dokuzunu kendi yanında tut­muştur. Ne dersiniz, o Bedevi mi daha sapıktır, yoksa devesi mi?» [223]

«Şüphesiz ki Allah'ın yüz rahmeti vardır; doksan dokuzunu kendi ya­nında tutmuş; bir tanesini, cinler, insanlar ve diğer yaratıklar arasında bir­birlerine merhametli ve şefkatli davranmaları için size indirmiştir. Kıya­met günü olunca, o doksan dokuz rahmeti, bu bir rahmete ekleyecek­tir.»[224]

 

Yetmiş Kişinin Seçilmesi

 

«Musa belirlediğimiz vakitte ibâdet yerine (gelmek üzere) kavminden yetmiş kişi seçip ayırdı.»

Yetmiş sayısı bir bakıma çokluğun sembolü sayılır. Yetmişbin hicab, yedi ve yetmiş sevap gibi sayılar bu cümledendir. Ancak buradaki yetmiş, belli bir sayıyı ifade ediyor.

Neden yetmiş kişi seçilmiştir? Bilindiği gibi, İsrâiloğulları 12 sibta ay­rılıyor, her sibt, Yakup Peygamber'in bir oğlunun soyundan oluşuyordu. Böylece her sibt altı kişi tarafından temsîi ediliyor, onlar adına sözsâhibi ve vekîl sayılıyordu. Arzulanan nitelikte iki kişinin olmayışı veya bir işten dolayı geri kalışları, sayının yetmişte kalmasına sebep olduğu sanılıyor.

Bu yetmiş kişiden Tevrat'ta şöyle söz edilmektedir:

«Ve Rab Musa'ya dedi : Kavmin ihtiyarları, onların ileri gelenleri oldu­ğunu bildiğin İsrail ihtiyarlarından yetmiş kişiyi bana topla; onları toplan­ma çadırına getir ve orada seninle dursunlar. Ve ineceğim ve seninle ora­da söyleyeceğim ve senin üzerinde olan Ruhtan alacağım ve onların üze­rine koyacağım ve yalnız sen taşımayacaksın diye kavmin yükünü senin­le beraber taşıyacaklar..»[225]

Yukarıdaki acık anlatımdan, Musa Peygamber'in verdiği haberleri ba-zan şüphe ile karşılayanların bulunduğu, yetmiş ihtiyara ilâhî kudretin te-cellisiyle tasdik yeteneği verildiği, böylece Musa Peygamber'in yükünün hafifletildiği anlaşılıyor.

Görüldüğü gibi, konu asıl mecrasından saptırılmıştır. Allah sözüne in­san sözünün karıştırıimasıyla hükümlerde de bazı farklar ortaya çıkmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de bahsi gecen 70 kişinin ne maksatla biraraya getirilip Tür dağına çıkarıldığı çok acık biçimde belirtilerek Musa Peygamber'in ilahî vahiy ile ilgili verdiği ve vereceği haberlerin doğruluğunun artık tar­tışılmayacağı neticeye bağlanmış, sözlerine güvenilir 70 ihtiyarın yalan üzerine birleşmelerinin mümkün olamıyacağı kesinlik kazanmıştır. Ayrıca Isrâiloğutları'nın günahlarının  bağışlanması söz konusudur.

Nitekim Kur'ân'da bu yetmiş kişinin «mîkat» için seçildikleri belirtili­yor ve bunun İsrâiloğulları'nın altundan buzağıyı ilâh edinmelerinden do­layı pişmanlık duyup dönüş yaptıklarına bir şahit olmak üzere, belirlenen tevbe ve duâ makamına delâlet eden bir tabir olduğuna işarette bulunulu­yor. Ancak Musa Peygamber'in daha önce Tevrat'ı telakki etmek için git­tiği Tür dağındaki mîkat mıdır, yoksa başka bir yer midir? Fahruddin Râ-zî, bu hususta iki ayrı yorumdan söz etmiştir. Ancak Musa Peygamber'in ilâhî hitaba mazhar kılındığı ve Allah'ı görmek istediği mîkata yakın bir yer olduğu âyetin delâletinden anlaşılıyor. Çünkü her iki olay da Tûr da­ğında cereyan etmiştir. Tevrat'ta bunun «Toplanma Cadın» olduğunu az yukarıda nakletmiştik. Kur'ân «Mîkat» tabirini kullanarak araştırmacılara sadece ipucu veriyor. [226]

 

Şiddetli Sarsıntı                                                                    

 

«Ne vakit ki, onları şiddetli sarsıntı tuttu..»     

İşledikleri büyük günahtan temizlenmek üzere belirlenen yere götü­rülen yetmiş kişinin gönlünde az da olsa bir şüphe kıvılcımının pırıltısı za­man zaman dönüp dolaşıyordu. Musa Peygamber cidden Tûr dağının be­lirlenen yerinde Rabbıyla konuşmuş muydu, levhalara yazılı olan sözler Allah'tan mı inmişti? Onların bu gibi şüphelerini gidermek için Cenâb-ı Hak, Tûr dağını salladı, müthiş bir sarsıntı meydana geldi. Musa Peygam­ber'in tabiriyle, bu bir denemeydi; hem yetmiş kişiye ilâhî kelâmın bu dağ üzerine tecelli ettiğini, hem de ilâhî kudretin herşeye yettiğini bildirmek ;çindi.

Ayrıca Musa Peygamber'in peygamberliğini kanıtlayan mu'cizelerden biri de sayılabilir. Yetmiş kişinin olağanüstü bir olaya şahit olması, inkârı mümkün olmayan tevatür derecesine ulaşıyordu, yani bu kadar kişinin bir olay hakkında yalan üzerine birleşip anlaşmalarının muhal olduğu ortaya çıkıyordu.

Birçok lûtuflara mazhar olan İsrâiloğulları'nın, Tevrat'taki tabirle «sert enseli bir millet» olarak, bazan da Allah'ın Celâl sıfatının tecellisine hedef olmaları gerekiyordu. Ancak böylece madde iîe mâna, dünya ile âhiret, lütuf ile kahır arasında denge sağlamaları gerçekleşebilirdi. [227]

 

İlâhî Rahmet Her Şeyi Kapsayıp Kuşatmıştır

 

«Rahmetim her şeyi kapsayıp kuşatmıştır.»

İlgili âyetle, toplum, ya da millet yapısında insanlığın ölçüsünü, Ya-ratan'ın yüce kudretini idrâk etmeyen bazı kişiler her zaman bulunabilir. Ancak onlara uyulmadığı ve sahanın da onların lehine boş bırakılmadığı takdirde, Allah'ın rahmet ve inayetinin o toplum veya milletten eksik olma­yacağına işaret ediliyor. Musa Peygamber ile Harun Peygamber'in İsra-iloğulları'ndan Hakk'a sırt çevirenlerle mücadelesine katılanlar, peygam­berlerden yana ciddi hizmet verenler pek az bulunuyordu. Bir bakıma za-

man zaman saha o gibilere bırakılıyor ve mü'minler yalnızlığa itiliyordu. Unutmayalım ki, azabın inmesi bazı sebep ve illetlere dayanır. İnsanlar kendi tutum, inanç ve düşünceleriyle kendilerini azap sınırına getirme­dikleri sürece, azaba uğratılmazlar. Mayın döşeli bir sınırı aşmaya gelin­medikçe tehlike söz konusu değildir. «Azabıma kimi dilersem onu uğratı­rım» mealindeki cümle, ilâhî meşiet sınınnı hatırlatmaktadır. O sınıra ge­linmedikçe, sünnetullah gereği, azap inmez..

Allah'ın rahmeti ise, her şeyi bütünüyle kapsayıp kuşatmıştır; zira her-şey O'nun rahmet ve kudretinin eseri ve tezahürüdür. Ancak bu rahmet güneşinden, kalb ve kafasını Hakk'a çevirenler, gönül toprağını çoraklık­tan kurtarmasını bilenler yararlanır. Tıpkı sulak ve humuslu bir toprakta yeşeren bitki misali, güneşten yeterince nasîbini alma istidadını kendinde taşımaktadır. Çorak-tuzlu toprakta, güneş ne kadar ona ışık ve enerji ve­rirse versin, yararlı bir bitki yeşermez.

Kur'ân ilgili âyetle, kalb ve kafalarını Hakk'a çevirenlerin ve o sebep­le ilâhî rahmetten nasîplerini alanların vasıflarını şöyle belirtiyor:

1.  Allah'a dosdoğru inanırlar.

2.  Zekâtlarını gönül rahatlığıyla verirler.

3.  Allah'tan indirilen âyetlere imân edip şüpheye düşmezler.

4.  Tevrat ve İncil'de geleceği haber verilen «ümmî peygamber»e uyar­lar.

5.  Allah'tan korkup kötülüklerden sakınırlar.

Belirttiğimiz vasıflar arasında namaz, oruç, haç, helâl, haram gibi esaslar ve prensipler zikredilmemiştir. Çünkü üçüncü vasıf ile beşinci va­sıf dinin bütün esas ve prensiplerini kapsamaktadır. Zekât'tan tahsisan söz edilmesi, İslâm'ın omurgasını ve Müslümanlar arasında sosyal adaleti oluşturduğu içindir.

İşte bu vasıflar, ilâhî rahmetten nasîp alma istidadını doğurmakta ve kulu lâyık olduğu sınıra ulaştırmaktadır. [228]

 

Tevrat Ve İncil'de Ümmî Peygamberin Vasıfları

 

«Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları Ümmî Peygamber'e uyarlar...»

Birçok tercüme yanlışları ve insan sözleri karışmakla beraber hâlen elimizde bulunan Tevrat ve İncil nüshalarında Hz. Muhammed'in (A.S.) geleceğiyle ilgili bazı belgelere ve işaretlere rastlamaktayız.

Tevrat'taki belge ve işaretler:

«Allah'ın Rab senin için aranızdan, kardeşlerinden benim için bir pey­gamber çıkaracak; onu dinleyeceksin.» [229]

«Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi Onun ağzına koyacağım ve Ona emredeceğim, her şeyi onla­ra söyleyecek..» [230]

İsrâiloğulları İshak Peygamber'in soyundan, Hz. Muhammed (A.S.) ise, İshak'ın kardeşi İsmail'in soyundandır. O bakımdan Tevrat'ta «kardeşleri arasından..» sözü kullanılmıştır.

«İşte kendisine destek olduğum kulum; canımın kendisinden razı ol­duğu seçme kulum : Ruhumu onun üzerine koydum; milletler için hakkı meydana çıkaracaktır. Bağırmayacak ve sesini yükseltmiyecek ve onu sokakta işittirmeyecek. Ezilmiş kamışı kırmayacak ve tüten fitili söndür­meyecek; hakkı hakikate erdirecek ve dünyada hakkı pekiştirinceye ka­dar zayıflamayacak ve cesareti kırılmayacak ve adalar onun şeriatını bek­leyecek..» [231]

İşaya bölümünde yazılı olan bu vasıfları ancak Hz. Muhammed'in (A.S.) taşıdığını görmekteyiz.

İncil'deki belge ve işaretler;

«Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutarsınız. Ben de babaya (Rab) yalvaracağım, ve o size başka bir Tesellici, hakikat Ruhunu, verecektir; tâ ki, daima sizinle beraber olsun...» [232]

«Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem, Tesellici gelmez; fakat gidersem, onu si­ze gönderirim. Ve o geldiği zaman, günah için, salâh için ve hüküm için dünyayı ilzam, edecektir ...» [233]

«Size söyleyecek daha çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o, hakikat Ruhu, gelince, size her hakikate yol gösterecek; zira ken­ti)

diliğinden söylemeyecektir; fakat her ne işitirse söyleyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir. O beni taziz edecektir. Çünkü benimkinden ala­cak ve size bildirecektir.» [234]

«Bundan dolayı size derim, Allah'ın melekûtu sizden alınacak ve onun meyvalarını yetiştirecek bir millete verilecektir. Ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak, o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır.» [235]

Yuhanna İncil'i 16/12-14 belgelerdeki haber, özellikle Necm sûresin­de geçen ; «Battığı zaman yıldıza and olsun ki, arkadaşınız (Muhammed) ne sapıttı, ne de azıttı. O, kendi hevesine de uyarak söz söylemez. O, an­cak kendisine vahyolunan bir vahiydir. Onu O'na, çok çetin güce sahip olan melek (Cebrail) öğretti...» [236]mealindeki âyetle daha da açıklığa ka­vuşturulmuştur.

Bernaba İncil'indeki belgeler çok daha acık ve nettir:

«Allah, Âdem'i yaratınca, Âdem iki ayağı üzerine kalkıp doğruldu. Ba­şını göğe doğru çevirdi. Güneş kadar parlak iki satır yazı gördü: LÂ İLAHE İLLALLAH - MUHAMMED'ÜN RESÛLÜLLAH (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Muhammed Onun peygamberidir.) Âdem ağzını açıp dedi ki: «Ey Rabbim ve İlâhım! Sana şükrediyorum, çünkü beni fazl-ü kereminle ya­rattın. Huzurunda eğilir, yalvarırım; bu sözün (Muhammed Resûlüllah cüm­lesinin) anlamını bana bildirmeni dilerim.» Rab ona cevap verdi: «Ey ku­lum Âdem! Güvenle, esenlikle bana yaklaş, Sana derim ki, ilk yarattığım insan sensin. Şu ismini gördüğün nur, senin soyundan ve evlâdındandır. Yıllar sonra dünyaya gönderilecektir. O benim peygamberim olacaktır. Her şeyi onun (hatırı) için yarattım. O geldiğinde varlık âlemini aydınlata­caktır. Ben henüz hiçbir şeyi yaratmadan altmış bin yıl önce onun nurunu ve ruhunu yarattım.»

Bunun üzerine Âdem tekrar Allah'a yalvarıp dedi ki : «Ya Rab şu iki sözün tırnaklarım üzerine nakşedilmesini lütfet.» Allah ilk insanın bu di­leğini kabul etti ve onun sağ elinin baş parmağı üzerine LÂ İLAHE İLLAL­LAH (Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur) cümlesini; sol elinin baş parma­ğının tırnağı üzerine MUHAMMED'ÜN RESÛLÜLLAH (Muhammed, Allah'ın Peygamberidir) cümlesini nakşetti. İlk insan Âdem baş parmaklan üze­rindeki bu iki cümleyi öptü, sonra da gözlerine sürdü. Ve şöyle dedi: «Sen şu âleme ayak basacağın gün, ne mübarek gün olacak!» [237]

«İsa onlara dedi ki: Ben size hakkı söylerim; bugüne kadar gelen her peygamber ancak bir kavme veya bir millete gönderilmiştir. Her peygam­ber Allah'ın rahmetinin belirtisidir. Ancak her peygamberin gözü, gönde­rildiği kabile veya milletin dışına taşmamıştır. Ama o Allah'ın Resulü ge­lince, yüzük taşı misali olacak, Allah ona verecek de verecek.. O yeryü­zündeki milletler için kurtuluş ve rahmet taşıyacak, onun talimini kabul edenler kurtulup rahmete erişecek. O zalim zorbalar üzerine kuvvetle yü­rüyecek, putlara tapınmayı kökünden yıkaeak; öyle ki şeytanı perişan ve rüsvay edecektir. Çünkü Allah o son peygamber hakkında İbrahim Pey­gambere böylece va'detmiştir: «Dikkat ya İbrahim! Ben senin soyunla yeryüzündeki kabile ve milletleri mübarek kılacağım. Sen nasıl putlarla savaştın, onları devirdinse, o da öylece savaşıp devirecektir.» [238]

«İşte bunun için size derim ki : Şüphesiz Allah'ın Peygamberi Ahmed ile yakında Allah'ın yarattığı her şey sevinecektir. Çünkü o, anlayış ve da­nışma ruhudur. O, hikmet ve kuvvet ruhudur. O, sevgi ve rahmet ruhudur. O, adalet ve takva ruhudur. O, lütuf ve sabır ruhudur, Allah ona verdiğini hiç kimseye vermemiştir. O, âleme geldiği zaman, ne mutlu zaman ola­cak! Beni tasdik edin, Onu (yani ruhunu) her peygamberin gördüğü gibi ben de gördüm, saygı ve ta'zimde bulundum.» [239]

Kur'ân-ı Kerîm, Tevrat ve İncil'in son peygamberin geleceğini bazı va­sıflarıyla haber verip müjdelediğini açıkladıktan sonra Kitap ehli olan Ya­hudi ve Hıristiyanlar! insaf ve iz'âna davet ediyor. Gerçek kurtuluş ve mut­luluğa ancak Ümmî Peygamber'e uyanların erişeceğini bildiriyor. [240]

 

Ümmî Peygamber   

 

«Ummî Peygamber.»

Ümmî   tabiri üzerinde farklı yorumlar ve tesbitler yapılmıştır:

1—  İbn Abbas'a  göre,  Peygamber (A.S.)   Efendimiz  ümmî  idi, yani okur-yazar değildi ve hesap da bilmezdi.

2—  Zeccac'a göre. Peygamber (A.S.) ümmî idi, yani ümmetinin sıfatı üzereydi. Çünkü Arapların çoğu okuma-yazma ve hesap bilmezlerdi. Pey­gamber de (A.S.) onlar gibiydi. Nitekim sahîh hadîste Allah Resulü şöyle buyurmuştur: «Doğrusu biz ümmî bir ümmetiz; yazı yazmasını, hesap yap-

masını bilmeyiz.» [241] «Şüphesiz ki ben, ümmî olan ümmete (peygamber olarak) gönderildim.» [242]

3—  Lûgatçilere göre, ümmîdir, yani anasına mensuptur; doğduğu gibi kalmış, fıtratı değişmemiştir.

4—  Nuhas'a göre, ümmîdir, «ümmu'l-kura» sayılan Mekke'ye mensup­tur. [243]

Her dört yorumda da Resûlüllah'ın (A.S.) okur-yazar olmadığı ifade ediliyor ki bu, Ankebut sûresinde belirtilen şu beyâna uygun gelmektedir: «(Ey Peygamber!) Sen bundan önce de bir kitaptan okur değildin ve elin­le de yazı yazar değildin; öyle olsaydın bâtılı savunanlar şüpheye düşer­lerdi.» [244]

 

Neden Ümmî?

 

Bu sorunun cevabı yukarıda mealini yazdığımız Ankebut sûresi 48. âyetle verilmiş bulunuyor. O halde, ümmîlik, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'-in mu'cizelerinden biridir. İlim çevresinden uzak ve habersiz, mektep ve medreseden yoksun, okur-yazar olmayan, hesap bilmeyen bir bölgede do­ğup büyüyen bir zatın, Kıyâmet'e kadar ilme ışık tutan, akla yol gösteren, hukukî sistemin en mükemmelini koyan; fizik ve fizikötesinden en doğ­ru haberi veren; Allah'ı kemal sıfatlarıyla tanıtan,- insan ruhunun muh­taç olduğu gıdayı veren,- Yaratan ile yaratılanlar arasındaki yolu işlek du­ruma getiren; iyi ahlâkın, medenice yaşamanın bütün yol ve yöntemlerini, kural ve adabını öğreten, mükemmelin de ötesinde bir kitap yazması ve bu kitabın asırların geçmesiyle eskiyeceği yerde her geçen gün cilalanma, tazeliğini koruma kudretini taşıması mümkün mü? Onbeş asra yakın bir zamandan beri, bütün gelişmelere, ilmî buluşlara, hukukî anlayışlara rağ­men Kur'ân hâlâ ilmin, medeniyetin ve çağın önünde yürüyor ve yürümeye devam edecektir. Dünya'nın döndüğünü, Ay'ın Güneş'ten ışık alıp yansıî-. tığını, Ay ve Güneş'in birer hesap dahilinde hareket ettiklerini, herbirinin kendine has yörüngesinin bulunduğunu, kâinatın önce gaz halinde olduğu­nu, sonradan yoğunlaşıp bugünkü duruma geldiğini, göklerin ve yerin tek parça halinde iken bölündüğünü 1400 yıl önce haber veren bir insanın ancak peygamber olabileceği, getirdiği kitabın da ancak Allah katından ine­bileceği düşünülebilir. Aksini iddia ve isbat mümkün değildir. [245]

 

Ümmî Peygamberin Bazı Özellikleri

 

İlgili 157. âyetle Ümmî Peygamber'in yedi kadar özelliğinden söz edi­lerek insanlığa nasıl bir rahmet getirdiği açıklanıyor:

1—  Dine, akla, sağlam örfe ve insanlığın huzur ve güvenine uygun olanı emreder; ilme layık olduğu yeri verir.

2—  Bunlara ters düşen,  insanı   Allah'tan   uzaklaştıran,   fıtratındaki imân cevherini külleyen ve kardeşlik bağlarını kesen her şeyi yasaklar.

3—  Ferdin, aile ve toplumun sağlığını korur; ruhlarını ilâhi füyuzatla gıdalandırır ve onlar için iyi, temiz, yararlı olan şeyleri helâl kılar.

4—  Zararlı olan, sağlığı bozan, ruhu dejenere eden her türlü fenalığı haram kılar. İnsanın maddî ve manevî yapısını olumsuz yönde törpüleyen murdar şeylerin kullanılmasına cevaz vermez.

5—  Ümitsizlik, doymazlık, açgözlülük,  ihtiras gibi  kalbe ve vicdana devamlı yük olan düşünce ve duyguları terbiye edip fazîlete çevirir.

6—  Ruhu, ondaki fıtratı (doğuştan mevcut olan Allah ve din duygusu) bağlayıp hareketsiz kılan madde ve şehvet zincirini koparır ve böylece her ikisini de hilkatin bağlı bulunduğu amaca yöneltir.

7—  Ve gerçek kurtuluşun, asıl hürriyetin, getirdiği ilâhî nura uymak­ta olduğunu insan aklına ve düşüncesine yeterince malzeme vererek açık­lar; Allah'ın varlığına ve kudretinin yüceliğine delâlet eden yüzlerce bel­geyi gözler önüne sererken, her şeyi kâinat planındaki yerine ve yaratılış hikmetine göre açıklar.

O bakımdan Allah'a ve Peygamberine imân etme basiretini ortaya ko­yup, kendilerini küfrün, ruhu ve vicdanı boğucu, sıkıcı dehlizinden kurtaran mü'minlerden, Resûlüliah (A.S.) Efendimizin yedi maddelik hizmetine kar­şılık dört şey beklenmekte ve öylece felaha erecekleri müjdelenmek-tedir:

a)  Hz. Peygamber'e ve getirdiği şeylere gönülden inanmak,

b)  Ona derin bir saygı duyup ta'zîmatın en duyarlısını göstermek,

c)  İnsanlıktan yana attığı her adımında Ona yardımcı olmak, davası­nın başarıya erişmesinde gereken fedakârlığı esirgememek,

d) Beraberinde getirdiği Kur'ân'a, yani Allah'ın nuruna uyup hayatı ona göre düzenlemek., [246]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, İsrâiloğulları'nın maddeyi ilâhlaştırıp Allah'a or­tak koşmak suretiyle işledikleri büyük günahın bağışlanması için araların­dan 70 kişinin duâ ve niyazda bulunmak üzere Tûr dağına götürüldüğü konu edinildi. Sonra da Allah'ın geniş rahmetinin kendinde dört vasfı ta­şıyanlara yazılacağı haber verilerek Yahudi ve Hıristiyanların son olarak gönderilen Ümmî Peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) mutlaka uymaları­nın gereği belirtildi.

Aşağıdaki âyetle, o Ümmî Peygamber'in bütün insanlara gönderildiği, Allah'ın insanlara olan son mesajını tebliğ ettiği, doğru yolun ancak Mu-hammed'in (A.S.) gösterdiği yol olduğu açıklanıyor. Böylece bütün sema­vî dinlerin neshedildiğine, İslâmiyet ile son bulup hükümlerinin kaldırıldı­ğına işarette bulunuluyor. [247]

 

Meali:

 

158— (Ey Peygamber!) De ki: Ey insanlar! şüphesiz ki ben hepinize gönderilen Allah'ın peygamberiyim; o Allah ki, göklerin ve yerin mülkü O'nundur; O'ndan başka ilâh yoktur; diriltir ve öldürür. Artık Allah'a imân edin; Allah'a ve Onun sözlerine imân eden Ümmî Peygamberine,Resû-

lüne inanın; O'na uyun ki doğru yolu bulaşınız.

 

İlgili Hadîsler

 

«Beş şey ile peygamberlere üstün kılındım :

1.  Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim.

2.  Şefaatimi ümmetim için (Kıyâmet'e) sakladım.

3.  (Düşmanlarıma karşı), bir aylık mesafe önümden, bir aylık mesafe arkamdan korkumu hissetmeleriyfe yardım görüp başarılı kılındım.

4.  Yeryüzü bana mescid ve temiz kılındı.

5.  Ganimet bana helâl kılındı, benden önce hiç kimseye helâl kılınma­dı.» [248]

«Dört hasletle üstün kılındım :

1—  Ben ve ümmetim, meleklerin saf bağladığı gibi, namazda saf bağ­lamakla (emrolundum).

2—  Yeryüzü bana, abdest suyu yerine (temizleyici olarak) verildi.

3—  Yeryüzü bana mescid ve temiz kılındı.

4—  Ganimetler bana helâl kılındı.» [249]

 

Son Peygamberin Risaleti Umumîdir

 

«Ey insanlar! Şüphesiz ki ben hepinize gönderilen, Allah'ın peygamberiyim..»

Bernaba İncil'inde de belirtildiği gibi, daha önce gönderilen her pey­gamber sadece bir kavme, bir kasabaya veya bir millete gönderilmiştir. Çünkü o devir ve dönemlerde ilim uykuda, teknik ilkel, vasıta deve ve at idi; haberleşme köyden köye, kasabadan kasabaya özel ulaklarla sağla­nırdı. Gönderilen bir peygamberin sesi ancak bulunduğu kasaba ve köy­lerinde işitüebilirdi. Yeryüzü coğrafyası pek bilinmezdi. Son Peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) gönderilaiği asırda ise, Asya ile Afrika, hattâ Asya ile Avrupa arasında ticarî kervanlar hızlanmış; az da olsa haberleşme imkânları doğmuştu. Demek ki bir gelişme, uyanma ve hareket birçok kesim ve bölgelerde kendini hissettiriyordu. Kıtalar arasında ilmî, ticarî ve kültü­rel alış-veriş az-çok belirginleşmiş bir düzeye gelmişti.

Kur'ân, geçmiş ümmetlerden Asya ve Afrika kıtalarında yaşayanların geriye ibret alınacak belge bırakanlarından altı, yedi kavmi ve onlara gön­derilen peygamberlerin karşılaştıkları zorlukları, sergiledikleri çetin mü­cadeleleri ve Allah yolunda yaptıkları hizmetleri ve sonunda tecelli eden sünnetullahı birer doyurucu ve öğüt verici misal halinde açıkladiKtan son­ra. Hz. Muhammed'in (A.S.) yeryüzünde yaşayan ve kıyamete kadar ya­şayacak olan insanlara son peygamber olarak gönderildiğini ilân eder. Artık O'nun gönderilmesiyle diğer semavi dinlerin ve kitapların yürürlük­ten kaldırıldığını söyleyerek Tevrat ile İncil'deki son nebiyle ilgili belgeleri hatırlatır; dinlerdeki tekâmüle dikkatlerini çekerek ilâhî dinlerin İslâmiyet ile kemal bulup son noktasına eriştiğini belirtir. [250]

 

Mülk Ve Saltanat Allah'ındır

 

«O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü O'nundur.»

Allah, milattan yaklaşık onüç asır önce Musa Peygamber'i risalet gö­reviyle teçhiz edip gönderdi. İsrâiloğulları'nı kendi çağiarındaki milletler­den üstün tuttu. Zalim ve zorbaları yok edip Hakk'a ibâdet eden bir mil­leti onlara vâris kıldı, Sonra sosyal alanda hayli gelişmeler meydana ge­lince, Tevrat'ın bazı hükümlerini hafifletmek, bazı yeni hükümler ilâve et­mek ve Tevhît inancını yeniden pekiştirmek için İsa Peygamber'i İncil ile gönderdi. O dönemde İsrâiloğulları'nın yüzü iyice dünyaya dönmüş bulu­nuyordu. İsa Peygamber'in ise, yüzü ve himmeti daha çok âhirete yönelik idi. O bakımdan çok üzücü olaylar meydana geldi ve sonunda Cenâb-ı Hak, yaratılışı bile bir mu'cize olan İsa Peygamber'i göğe yükselterek zâ­limlerin tecavüzünden koruyup kurtardı.

Sonra fetret devri başladı; peygamberlerin bir süre ardı-arkası kesildi. Tek Tanrı inancı birçok bölgelerde yerini çok tanrı inancına bırak­tı. Böylece kavimler, milletler azıp sapıttı, dünyalık ve şehvet tek amaçları haline geldi. Zâlimler ve zorbalar sahayı doldurdu. Kutsî âlemden ferahla­tıcı hava esmez oldu. İnsanlık bunaldı, bir kurtarıcı aramaya başladı. Her millet muhtaç oldukları kurtarıcının kendi arasından çıkacağını umuyor­du. Derken mülkün sahibi, risalet görevini Hz. Muhammed'e (A.S.) verdi. O'nu ve ümmetini mülke vâris kılmayı diledi..

Şüphesiz ki bu, ezelde yazılıp çiziimiş bir programdır ki, değişmesi söz konusu değildir. Mülk-ü saltanat Allah'ındır, kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Kimsenin buna itiraz hakkı yoktur. Bir çiftlik sahibi bile, ken­di mülkünde istediği gibi tasarruf hakkını kullanabiliyor, başkalarının ona itiraz hakkı olamıyorsa, Allah'ın bütün insanlara doğru yolu göstermek, dünyaya getiriliş hikmet ve amacını kendilerine öğretmek için Mekke'den Kureyş kabilesinden doğruluğuyla tanınmış bir adamı peygamber olarak görevlendirmesini yadırgamaya veya beğenmemezlik etmeye kimin ne hak­kı olabilir? Böyie bir düşünceye sahip olmak küstahlığın tâ kendisi değil midir? Ne var ki, böyle küstahlar her çağda ortaya çıkıp halkı saptırmaya çalışmışlardır. [251]                

 

Fetret Dönemi

 

Fetret dönemi altı asır kadar sürmüştür. Bu süre içinde peygamber gönderilmemişse de, İbrahim Peygamber'in Hanîf dini; Musa ve İsa pey­gamberlerin getirip tebliğ ettikleri ilâhî nizam -biraz değişikliğe uğratılsa bile- yaşıyordu. Tevrat ve İncil nüshaları birçok yerlerde bulunuyordu. Ne var ki, zamanın tahribatına uğrayıp yer yer yıkılmaya yüztutan bir binayı tamir etmektense, onu tamamen yıkıp yerine, günün şartlarına ve imkân­larına göre yenisini yapmak çok daha hayırlıdır. O halde öyle bir binayı bir sûre kendi haline bırakıp iyice işe yaramaz hale gelmesini ve her gören kişinin, bunu tamamen neden yıkıp yenisini yapmıyorlar? diye düşünme­sini beklemek bir bakıma daha tesirli olur. Nitekim inançsızlık fırtınasına tutulup iyice bunalan kavim ve milletler, yepyeni ve ruhlara şifa, insanlığa huzur verecek bir ilâhî sistemin ortaya çıkmasını sabırsızlıkla bekliyorlardı.

Kur'ân'da ilgili âyetle bu hikmet özetlenerek deniliyor ki: «Ey Pey­gamber! De ki: Ey insanlar! şüphesiz ben hepinize gönderilen, Allah'ın peygamber iyim. O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Ondan baş­ka ilâh yoktur, Diriltir ve öldürür...» [252]

 

Allah'a Ve O'nun Sözlerine İnanan Peygamber

 

«Allah'a ve O'nun sözlerine imân eden resul...»

Kur'ân, kimlere uyulacağım açıklarken iki önemli noktayı belirtiyor: Birincisi, Allah'a dosdoğru inanan; ikincisi, O'nun indirdiği hayat verici söz­lerini kabul edip uygulayan peygamber örnek gösteriliyor. Bununla, Allah'a inanmayan veya inandığı halde O'nun indirdiği sözleri kabul etmeyen ve

kabul etmediği için de uygulamayan kimselere uymanın caiz olmayacağı­na işaret ediliyor. Bu, mü'minler için her çağda ve her yerde geçerli bir ölçüdür. [253]

 

Ümmî Peygambere İman Edilmesi Emrediliyor

 

«O'na uyun ki doğru yolu bulaşınız.»

Kur'ân bu emirle, Hz. Muhammed'in (A.S.) risalet göreviyle ortaya çık­tığı andan itibaren artık başka bir peygamberin peşine takılmanın, onun getirdikleriyle amel etmenin yasak kılındığını dolaylı şekilde bildirerek en sağlam kıstası veriyor; «Ümmî Peygamber..» Cüneyd el-Bağdadî'nin de­diği gibi, «Hz. Muhammed'in (A.S.) yolundan başka bütün yollar kapalıdir.» Hidayet, yani doğru yolu bulmak, Allah'a kavuşmak ancak o Ümmî Pey-gamber'e uymakla mümkündür. Zira eski düzen kaldırılmış, yepyeni bir düzen getirilmiştir. Eski düzen kaldırılırken bütün yol ve yöntemleri de kal­dırılmıştır.

O bakımdan ilgili âyetin sonunda : «Ona uyun ki doğru yolu bulaşı­nız..» buyuruimaktadır. [254]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, İsrâiloğulları'nın bir daha maddeyi ilâhlaştirmama-tarı için son peygamber'e uymaları gereği üzerinde duruldu ve son pey­gamberin bazı özellikleri anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle İsrâiloğulları arasında hakka, doğruya irşat eden kişilerin bulunduğu hatırlatılıyor, hepsinin aynı düzeyde olmadığına işaret ediliyor. Sonra da İsrâiloğulları'nın ilâhî emirleri değiştirerek kendilerine haksızlık ettikleri konu edilerek onların zikzaklı hayatının bir bölümüne dikkatler çekiliyor. [255]

 

Meali:

 

159— Musa'nın kavminden bir topluluk var ki, hakkı doğruyu göste­rip irşatta bulunurlur ve onunla adaleti yansıtırlar.

160_ biz, İsrâiloğulları'nı ayrı ayrı topluluk halinde on iki boy'a ayır­dık. Kavmi kendisinden su istediği zaman Musa'ya «Asa'nı taşa vur,» diye vahyettik. Böylece taştan on iki pınar fışkırmaya başladı. Her boy'dan in­san, içeceği pınarı bilip belledi. Onların üzerinde bulutları gölge yaptık, ayrıca kendilerine kudret helvası ile bıldırcın kuşu indirdik. Sunduğumuz rızikların iyi ve temizinden yeyin, dedik; ama onlar (tuttukları yanlış yol sebebiyle) bize haksızlık etmediler, kendilerine zulmettiler.

161—  Bir zaman onlara : Şu kasabaya yerleşin ve dilediğiniz yerde dilediğiniz gibi yeyin; «günahlarımızı ve ağırlıklarımızı kaldırıp at!» deyin ve kapıdan eğilerek tevazu ile girin ki, hatâlarınızı bağışlayalım, denildi. İyilik edenlere mükâfatlarını artıracağız.

162—  İçlerinden haksızlığı âdet edinenler kendilerine söyleneni baş­ka bir söze çevirip değiştirdiler. Bu yüzden biz de onlara işledikleri hak­sızlığa karşılık gökten murdar bir azap gönderdik.

 

Hakkı Gösterip Doğruya İrşat Edenler

 

Kur'ân'da İsrâiloğulları'na geniş yer verilmiş ve asırları içine alan ha­yatları hakkında detaylı bilgiler sıralanmış ve öğüt, ibret alınacak safha­ları yer yer anılmıştır. Zira hâlâ yaşamakta olan bu milletin uzun tarih hi­kâyesine bakılınca, nereden nereye geldikleri, nasıl zikzaklı bir yol çizdik­leri rahatlıkla anlaşılır. İsrâiloğulları'nın imân temeli üzerinde yükselen fa­ziletli dönemleri olduğu gibi, maddeyi ön plâna alıp zulüm ve haksızlıkta bulundukları dönemleri de var. Cenâb-ı Hakk'ın lûtuflarına mazhar kılın­dıkları ve O'nun kahrına uğradıkları devreleri de olmuştur. Bütün bunlar bize şunu öğretir: Bir millet kendini değiştirmedikçe Cenâb-ı Hak onlar hakkındaki hükmünü değiştirmiyor.

«Musa'nın kavminden bir topluluk var ki, hakkı, doğruyu gösterip irşatta bulunurlar ve onunla adaleti yansıtırlar.»

Sözü edilen topluluktan kimler kasdediliyor? Müfessirlerin farklı yo­rumları olmuştur. Bu, sadece bir çağa mahsus değildir, hemen her çağda o milletin bünyesinde doğruyu gösteren din adamları ve ilim adamları fi­lizlenip  çıkmıştır.  Aynı  zamanda   İsrâiloğulları'ndan   birçok   peygamberler

ve veliler de zuhur etmiştir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz zamanında Abdul­lah b. Selâm ve emsali birkaç ilim adamının gerçeği görüp son Peygam-ber'e imân etmekte tereddüt etmediklerini görüyoruz. İlgili âyetle daha çok bu şuurlu kişilere dikkatler çekilerek bir milletin bütünüyle kötü veya iyi oiamıyacağı hatırlatılıyor,

Böyleae İsrâiloğullan'nın hepsini terazinin aynı kefesine koymamız doğru olmaz. Nitekim Âl-i İmrân sûresi 199. âyetle de onların bu özellik­lerinden çok anlamlı bir ifadeyle bahsedilir: «Şüphesiz ki Kitap EhM'nden Allah'a imân edip size ve kendilerine indirilene inanan, Allah'a karşı üs­tün saygı duyup O'nun yüce huzurunda kalbi ürpererek eğilenler ve Al­lah'ın âyetlerini az ve önemsiz bir değere değiştirmeyenler vardır...» [256]

 

Taştan Oniki Pınarın Fışkırması

 

Böylece taştan oniki pınar fışkırmaya başladı.»

Musa Peygamberin gösterdiği bu mu'çize, Bakara sûresinin 60. âye-tiyle az değişik sözlerle açıklanmıştır. Burada geçmiş milletlerin hayatı söz konusu edilirken yine İsrâiloğullan'nın çok renkli ve zikzaklı tarihle­rinden birkaç önemli safhaya dikkat çekiliyor ve Allah'ın onlara verdiği ni­metler sıralanarak dosdoğru şükretmediklerine işarette bulunuluyor. Hak­sızlığı âdet edinen ve verdikleri sözü çarçabuk unutup Hakk'a karşı dö­neklik yapan bu millet çölde susuz kalınoa, Allah tarafından büyük bir mu'oize daha ortaya konulmuş, yeniden imân ve güvenlerini sağlamlaştır­maları istenmiştir. Aynı zamanda o dönemde Sina çölünü mu'cize dışında başka bir şeyle aşmanın mümkün olmadığı onlara açık şekilde gösteril­miştir.

Bakara sûresinde taştan oniki pınar fışkırma mu'cizesinin çeşitli yön­lerini açıkladık. Burada ise değişik bazı yönleri üzerinde durup Allah'ın sonsuz kudretini tanıtmaya çalışacağız :

a) İlâhî kudretin, diğer bir tabirle «kün» yani «ol» emri Musa'nın Asâ'-sında tecelli etmiş, onu ası! yapısından alıp çok yüksek bir ruhun imdadıy-la donatmıştır. Öyle ki o ruhî kudret ve onun imdat ve inayeti toprağa do-kununaa hemen yeşerir; ölüye dokununca hemen dirilir. Nitekim aynı ru­hun bir başka tezahürüne mazhar kılınan İsa Peygamber, Allah'ın izniyle birkaç ölü dirilttikten sonra tekrar onları kabirlerine döndürmüştür. Yine bu ruhî kudret taşa dokununca pınarlar fışkırır; değneğe dokununca ona bir bakıma ayrı bir hayat verir. Bir iletimin içindeki enerji gücünü nasıl he-

men görmek mümkün değilse, Asâ'daki kudretin tecellisini ve taşıdığı enerjiyi görmek mümkün değildir; tamamıyla bir iman konusudur. Elektri­ği fiziksel kanunlarla bulup çözdüğümüz ve tezahürlerini gördüğümüz için şüpheye düşmeden kabul ediyor ve varlığına inanıyoruz.

b)  O bakımdan Asâ'da ve Peygamber elinde veya dilinde tecelli eden yüae kudretin o tecellisini fiziksel yollardan çözmek mümkün değildir; çün­kü bu kudret ve enerji, fizikötesinden gelmedir. Sadece ortada belirgin ve kalıcı tezahürü vardır ve bir yönüyle kabulü, sağlam bir imâna dayanır.

c)  Neden Asâ taşa vurulmuş da rastgele bir toprağa vurulmamıştır? Suyun taştan fışkırıp akmasına pek az rastlanır; ama topraktan kaynayıp çıktığı çok yaygındır. Kudsî kudretin taşları delip pınar akıtması, mu'çize olarak daha çok dikkat çekici ve hayret uyandırıcıdır. Aynı zamanda katı kalbleri daha çok inceltip yumuşatıcı ve onlara yatkınlık sağlayıcıdır. Sonra da, Sina çölünü geçebilmenin ancak bu gibi mu'çizelerle mümkün olduğu­na işarettir.

d)  Hayat sırrının bütün özelliklerini kendinde taşıyan ruhî kuvvet, di­ğer bir tabirle kudsî kudret, bilindiği gibi Allah'tan gelmedir. Canlı bildiği­miz yaratıklara hareket ve yetenek sağlayan odur. Her canlıya fıtrî özel­liğine göre bir güç ve enerji kaynağı olur. Bu kudretin daha güçlü anlamda ve değişik mahiyette Asö'ya girmesi daha başka sırları doğurmuş ve taş­lardan pınarlar fışkırtmıştır. [257]

 

Neden Oniki Pınar?

 

Mu'cize neticesi taştan bir değil, tam oniki pınar fışkırması neye de­lâlet eder? Bilindiği gibi, Yakup Peygamber'in oniki oğlu bulunuyordu. İs-râiloğulları onlara ulaşmaktadırlar ve böylece oniki sibta ayrılıyorlardı. Herbirine bir pınarın tahsisi, hem onları onore etmek, hem de aralarında izdihamı önleyip birlik ve beraberliklerini korumak içindi. Sibt, torun, evlâdın evlâdı anlamınaysa da burada Yakup Peygamber'in oniki oğulla­rının torunları demektir ve daha çok kabile mânasında kullanılmıştır. Aynı isim, Bakara 136, 140, Al-i İmrân 84 ve Nisa 163. âyetlerde de geçmektedir,

Tevrat'ın Sayılar kitabının birkaç yerinde İsrâiloğullan'nın 12 sibtinden söz edilir. Her sibti bir bey temsil ediyordu. Ancak İsrâiloğulları'nı birinci derecede temsil edecek olan beyin değneğinin Şehadeî çadırında yeşerip tomurcuk vermesi söz konusudur. O bakımdan üzerinde ismi yazılı olmak üzere her beyden bir değnek, Harun'un da adının yazılı bulunduğu Levi değneği de dahil olmak üzere 12 değnek alınıp şehadet çadırına konulmuş ve sadece Levi değneğinin tomurcuk verdiği görülmüştür. [258] Bunun için İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerin daha çok bu soydan seçildiği söylenir.

Tevrat'taki ilgili bilgilere dayanan bazı tarihçiler, 12 sibtin onunun Ya-kup Peygamberin on oğlunun soyundan, iki sibtinin de Yusuf Peygamberin iki oğlunun soyundan geldiğini belirtmişlerdir.  [259]                             ;

 

Sina Çölünde Bunalma

 

Eskiden Tîh adıyla anılan bu çöle sonraları Sina çölü denilmiştir. İs-râiloğulları'nın, Arz-imevFûd'a yerleşmek üzere Mısır'dan ayrıldıktan sonra Sina çölünü geçmeleri zorunluydu. Süveyş ile Akabe körfezleri arasında üç­gen şeklindeki yarımadanın uzunluğu 225 km. dir. Çoğu kısmı çöldür.

Uzun ve yoruou, yıpratıcı ve üzücü süren çöl yolculuğunda imânı za­yıf olanların çoğu canından bezebilir; büyük nimetlerin büyük külfetler karşılığında gerçekleşeceğini düşünmeyerek kutsal değerleri inkâr ve red­de yeltenebilirler. Nitekim böyle olanlar zaman zaman Musa Peygamber'e başvurarak Mısır'da kalmalarının daha hayırlı olacağını çekinmeden söy­leyerek o büyük peygamberi üzmüşlerdi. Musa Peygamber, o güne kadar uyguladığı plân ve programın neticesiz kalmasından endişelenerek Ce-nâb-ı Hak'tan ferahlatıcı ve gönülleri yatıştırıcı nîmetler istemiş ve o ne­denle ilâhî rahmet bir defa daha tecelli ederek bulutlar gölge yapmış; yi­yecek olarak kudret helvası ile bıldırcın kuşları hazır bir nîmet olarak ve­rilmiştir.

«Arz-ı mev'ud»a şükür ve minnet duygularıyla gelip yerleşmeleri ge­rekiyordu. Bu, ister Kudüs olsun, isterse Şittim veya Eriha olsun, onların asırlarca özlemini duydukları bir ülkeydi. O bakımdan bunca mu'cize ve ilâhî lûtuflar sayesinde birçok zorluklar geride bırakılıyor, yavaş yavaş va'dedilen ülkeye yaklaşıyorlardı. Yapacakları ilk iş, Allah'ın verdiği nus-rat ve nîmeti hatırlayarak secde etmek ve «günahlarımızın ağır yükünü üzerimizden kaldır» diyerek tevazu, mahviyet ve Hakk'a teslimiyetle şehre girmekti. Ne var ki, içlerinde nîmeti görüp fakat onu lûtfedeni unutan ve haksızlığı âdet edinenler, Allah'ın sözünü kelime oyununa getirerek alaya aldılar. O yüzden üzerlerine sıkıntı, üzüntü ve hattâ ümitsizlik doğuran bir­takım azaplar inmiştir.

Tevrat'ta o azabın taun, veba ve kolera olduğu ve 24.000 kişinin o yüz­den öldüğü yazılıdır. [260]

Bakara sûresinde azaba sebep olarak fiskleri, yani ilâhî sınırları aşıp azgınlık etmeleri gösterilirken, burada zulümleri, yani haksızlığı âdet edin­meleri sebep olarak belirtilir. Kur'ân'da aynı konu birkaç yerde anlatılırken bazı kelime değişikliklerine ve nüanslara rastlanır. Önce bu, Kur'ân'da uy­gulanan ilâhî üslûbun gereğidir. Sonra da İsrâiloğullan'nın felâket ve mes­kenetine daha çok bu iki günahın sebep olduğunu belirtmek söz konusu­dur.

Tevrat'ta onların bu iki günahı, Moab kızlarına tecavüzde bulunup zina ettikleri ve Moab ilâhlarına, yani putlara secde ettikleri şeklinde açıkla­nır. [261]

Diğer yandan Tevrat'ta, kayadan su fışkırma olayı şöyle anlatılır:

«İsrâiloğullan'nın bütün cemaati Rabbın emrine göre Sina çölünden konaktan konağa göç edip Refidim'de kondular; ve kavma içecek su yok­tu. Ve kavm Musa ile çekişip dediler: Bize su ver de içelim. Ve Musa on­lara dedi: Niçin benimle çekişiyorsunuz? Niçin Rabbı deniyorsunuz? Ve kavm orada susadi; ve kavm Musa'ya karşı söylenip dedi: Bizi, oğullarımı­zı ve hayvanlarımızı susuzlukla öldürmek için, niye bizi Mısır'dan çıkardın? Ve Musa RABBE feryat edip dedi : Bu kavma ne yapayım? Az daha beni taşlayacaklar. Ve Rab, Musa'ya dedi: Kavmin önüne geç ve İsrail ihti­yarlarından birkaçını seninle beraber al; ırmağa vurduğun değneği eline al ve yürü. İşte, ben orada, Horeb'de kaya üzerinde, senin önünde dura­cağım ve kayaya vuracaksın ve kavm içsin diye ondan sular çıkacak. Ve Musa, İsrail ihtiyarlarının gözü önünde böyle yaptı. Ve o yerin adını Massa (deneme) koydu ve Meriba (Yehova bayrağımdır) koydu, çünkü İsrâiloğul-ları çekiştiler ve çünkü: Acaba RAB aramızda mı yoksa değil mi? diyerek RABBI denediler.» [262]

Böylece taştan su fışkırtma mu'cizesi, Tevrat'ta farklı ve detaylı şe­kilde anlatılır. Tercüme hatasından dolayı Allah'a cismaniyet yakıştırılır anlamda bir ifade kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'de konunun özeti ana çizgi­siyle açıklanarak Allah'a nisbet edilen cismaniyet tashih edilir. [263]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, İsrâiloğulları arasında insanları doğru yola irşat edenlerin de bulunduğu belirtilerek hepsini terazinin aynı kefesine koyma­nın doğru olmayacağına işaret edildi.

Sonrada İsrâiloğullan'nın ciddi bir otorite altına alınıp disiplinli ve düzenli bir ordu kurmaları ve Musa'dan (A.S.) sonra da dağınıklıktan kurtul­maları için oniki aşirete ayrıldıkları ve her aşireti Yakup soyundan bir be­yin temsil ettiği anlatıldı. Sina çölünde indirilen mu'cizeierle, aşılması müm­kün olmayan öldürücü çölü aştıkları hatırlatıldı. Sonra da va'dedilen ka­sabaya gelip yerleştiklerinde Allah'a verdikleri sözü unuttuklarına dikkat çekildi. Nankör bir milletin başına gelen felâketlerden ibret ve öğüt alın­ması üzerinde duruldu.

Aşağıdaki âyetlerle İsrâiloğulları'nın bir zamanlar cumartesi yasağına uymadıkları, benzeri bazı kötülüklere daldıkları, bu sebeple şiddetli aza­ba uğratıldıkları hatırlatılıyor. Allah'ın verdiği bunca nimetlerin şükrünü yerine getirmeyen bu milletin maymun karakterli kimseler oldukları belir­tilerek onların zikzaklı hayatlarından ve dönemlerinden ibret alınmasının gereğine işaret ediliyor, [264]

 

Meali:

 

163—  Ey Muhammedi Bir de onlara şu deniz sahilindeki şehrin du­rumunu sor. Hani bir zamanlar Cumartesi yasağına saygısızlık gösterip ilâhı sınırı aşıyorlardı; hani Cumartesi günü balıklar sürü hâlinde akın akın onlara doğru geliyordu; diğer günlerde ise onlara gelmiyorlardı. Biz onla­rı günah işleyip ilâhî sınırları aştıklarından dolayı böylece denedik.

164—  İçlerinden bir topluluk, «Allah'ın yok edeceği veya şiddetli bir azap ile azâplandıracağı bir kavme neden öğüt veriyorsunuz?» demişlerdi de, onlar da : «Rabbımıza bir özür (beyan edelim) ve bir de belki Allah'tan korkup kötülüklerden sakınırlar diye (öğüt verme  ihtiyacını duyuyoruz), cevabında bulunmuşlardı.

165—  Ne vakit ki kendilerine yapılan uyarı ve öğüdü unuttular; kötü­lükten  alıkoymaya  çalışanları  kurtardık;  baş  kaldırıp  haksızlığa  devam edenleri -ilâhî sınırları aşmaları sebebiyle- şiddetli bir azaba uğrattık.

166—  Onlar, men'edildikleri şeyleri dikbaşlık ve   inatla yapmaya de­vam edince; onlara : «Rahmetten kovulup uzaklaştırılmış aşağılık maymun­lar olun!» dedik.

 

İlgili  Hadîsler

 

«Yahudilerin yapageldikleri kötülükleri siz yapmayın; sonra Allah'ın haram kıldıkları şeyleri en değersiz ve en basit hilelerle helâl kılmaya yeltenirsiniz,» [265]

«Şüphesiz ki Allah meshi (suret değiştirmeyi) soy üreme şeklinde yap­mamıştır. Hem maymunlarla domuzlar bu olaydan önce de varlardı.» [266]

 

Deniz Sahilindeki Şehir

 

<<Bîr de °n|ara su deniz sahilindeki şehrin durumunu sor.»

Müfessirlerin çoğuna göre,  Mısır'la  Medine arasında bir kent veya Medyen ile Tür arasında Şap denizinin yakınında bir kasabadan söz edi­ci)

liyor. Zühriye göre, Şam Taberiye'sidir. Sahih tesbitlere göre, Eyle olduğu söylenir ki bu, Medyen ile Tûr arasında deniz kıyısında meşhur bir kasa­badır. Orada oturan Yahudiler, cumartesi yasaklarına uymadılar, dikbaşlık ettiler, Allah da onları çetin bir denemeden geçirdi : Cumartesi günleri ba­lıklar kıyıya doğru akın akın gelir, diğer günierde ise gelmezlerdi. Yahudi­lerden bir kısmı ilâhî yasağa rağmen balıkları avlamaya devam ettiler; bir kısmı ise, onları bu gibi günah ve saygısızlıktan alıkoymak için öğüt ver­meyi kendilerine görev saydılar. Bir üçüncüsü ise, fazilet düzeyinde olup sapık şaşkınlara öğüt vermenin bir yararı olmadığını savundular. Sonun­da ilâhî sınırı aşıp büyük günah işleyen ve aynı zamanda verilen öğütle­re, yapılan uyarılara kulak tıkayanlar üzerine şiddetli sıkıntı, üzüntü ve bunalıma sebep olan azap indi. [267]

 

Kur'ân'ın Emirlerine Uymayan  Müslümanların  Çetin Sınavlardan Geçirileceğine İşaret Ediliyor

 

İlgili âyetle, Yahudiier'den, Cumartesi gününde konan yasaklara uyma­yanların, o gün balıkların sürü halinde kıyıya doğru akın akın gelmele­riyle çetin bir sınavdan geçirildikleri, Allah'ın emirlerine uymak ile Cumar­tesi gününde avlanması yasaklanan balıkları avlama arasında nasıl bir tercih yapacakları denendi. Çoğu bu sınavı kaybetti. Müslümanların da za­man zaman Allah'ın emirlerine uymak ile dünyalık arasında birtakım sı­navlardan geçirileceklerine işarette bulunuluyor ve kendilerine ulaşan her nimete cok dikkat etmeleri; nereden geldiğini, nasıl ve ne yolda kullanıl­masının uygun olacağını; Allah'a karşı bir günaha sebep olup olmayaca­ğını iyice araştırmaları üzerinde duruluyor. Yahudilerin, günahı gerektiren anlayış ve tutumları ibret ve öğüt alınacak bir misal şeklinde naklediliyor. Diyebiliriz ki, Allah'a imân eden herkes hayatı boyunca bu gibi deneme ve sınavlarla sık sık yüzyüze gelir. Kur'ân'ı, ondaki ilâhî uyarıları ve tarihî misalleri cok iyi bilenler ve bildikleriyle amel edenler o sınavları başarıy­la atlatırlar. Dünyalığı ön plâna alanlar ise hep kaybederler. [268]

 

Vaaz Ve İrşadın Üç Ana Amaç!

 

Kitleyi belii bir amaca yöneltmek, toplumu eğitip sağlıklı bir düzeye getirmek, şüphesiz ki sıradan kişilerin işi değildir. Özel yetenekle birlikte geniş kültür, sağlam imân ve sonra da kitle psikolojisini çok iyi bilmek gerekiyor.

O halde, bu vasıf ve ölçüde veya ona yakın bir seviyede bulunan mü'-minlerin vaaz ve irşat hizmetinde bulunurken üç ana amacın hâkim olma-

sı bildirilmektedir:

1.  Allah'ın insanlar için seçtiği hak dini yaymak, onun esas ve prensip­lerini günün teknik araçlarından, gelişen sanatından ve uygulanan metodun­dan yararlanarak kalb ve kafalara, akl-ı selîmin kabul edebileceği şekilde işlemek.

2.  Bilgi, görgü ve küttür seviyesi elverişli her mü'mine, iyilikle emret­mek, kötülükten men'etmek vâcib olduğuna göre, bu vecibeyi, Allah rıza­sını gözeterek yerine getirmeye çalışmak.

3.  Yozup sapıtan, kötülüğü sanat edinen bir topluluktan umut kesme­mek; doğru yoİu seçerler diye onlara ilâhî emirleri -anlayabilecekleri bir anlatım biçimiyle- tebliğ etmek.

Nitekim İsrâiloğulları'ndan iyilikle emretmeyi, fenalıktan alıkoymayı kendine görev kabul edenler bu üç ana amaç etrafında hizmetlerini sür­dürmüşlerdir. 164. âyetle onların bu güzel tutumu şöyle açıklanmıştır: «İç­lerinden bir topluluk, Allah'ın yok edeceği veya şiddetli bir azap ile azâp-landıracağı bir kavme neden öğüt veriyorsunuz? demişlerdi de onlar da Rabbımıza bir özür (beyan edelim) ve bir de belki Allah'tan korkup kötü­lüklerden sakınırlar diye (öğüt verme ihtiyacını duyuyoruz) cevabında bu­lunmuşlardı.» [269]

 

Maymunlaşan Günahkârlar

 

«Onlara: rahmetten   kovulup   uzaklaştırıl­mış aşağılık maymunlar olun! dedik.»

Bakara, Mâide ve A'raf sûrelerinde olmak üzere, iki yerde «aşağılık maymunlar olun!», bir yerde de «Allah'ın lanetlediği, gazap edip kendile­rinden maymunlar ve domuzlar meydana getirdiği kimseler» diye söz edil­mektedir. Her üç âyet de azgınlık gösteren Yahudilerle ilgilidir.

Haber-i vâhid (tek kişinin rivayet ettiği hadîs)ten onların maymun su­retine döndürüldüğü anlaşılıyorsa da, ilim adamlarımızın bir kısmı hadîsi sahîh bulmadığı için âyeti, ruh ve karakter bakımından maymunlaşma şek­linde yorumlamıştır. Tabiînden Mücahit de aynı görüştedir.

Gerçi, tekvini bir emirle insan maymuna veya domuza dönüşe­bilir. İlâhî emir ve kudret mutlaka nafizdir. «Kün = ol! emri»yle derhal se­bepler oluşur ve irâde edilen aynen gerçekleşir. Ancak bu yolda cari bir sünnetullah yoktur. Sadece Yahudilerden bir zümrenin mesha uğraması ise, cari bir sünnetin varlığına delâlet etmez. Ama bir mu'cize anlamında

düşünecek olursak, o takdirde cari bir sünneîullah söz konusu olmaya­bilir. Çünkü mu'cize, âyet ve cari sünneti kesip aşar; o ölçünün dışında ka­lır.

Konunun başında Müslim'in rivayet ettiği hadîs ise, maymun ve domuzların, insanların meshedilmesiyle vücut bulmadığını, daha önce­leri de bu iki hayvanın mevcut olduğunu net biçimde açıklamaktadır. O halde Yahudilerden isyan ve azgınlık gösterip ilâhî emirlere sırt çevirmek­te ısrar edenler hakkında «aşağılık maymunlar olun!» emri, daha çok may­mun tabiatlı olun demektir. Nitekim Yahudilerin, sözü edilen iki hayvanın bazı vasıflarını benimseyenleri olmuştur.

Ayrıca bu konuyla ilgili açıklamaları Bakara sûresi 65. âyetin tef-sîrinde yapmış bulunuyoruz. [270]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inandıktan sonra günahlara dalıp ilâhî sınırlan aşan kavim ve milletlerin birtakım üzücü olaylarla denemeden geçirildik­leri anlatıldı ve İsrâiloğulları'nın cumartesi yasağına uymadıkları ve o se­beple sıkıntı ve üzüntülere uğratıldıkları bir misal olarak verildi. Sonra da İsrâiloğulları'nın birkaç gruba ayrıldıkları bir grubun her şeye rağmen öğüt ve irşada devam ettiği kapalı şekilde övülerek belirtildi. Baş kaldırıp zulüm ve isyanda ısrar edenlerin ise azaba uğratılacaklarına atıf yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, İsrâiloğulları'ndan çoğunun kıyamete kadar gü­nah ve haksızlıklarını sürdürecekleri ve o yüzden zaman zaman onları kah­redecek savaşçı güçlerin gönderileceği haber veriliyor. Aynı zamanda bu milletin kıyamete kadar ırklarının devam edeceğine açık işarette bulunu­luyor.

Sonra da, Tevrat'a sahip çıkan, fakat onun hükümlerini geçici dünya­lık karşılığında değiştirenlerin ortaya çıkacakları haber veriliyor ve böylece Yahudi din adamlarının çok dikkatli olmaları ve Müslüman bilginlerinin de Kur'ân hükümleri hakkında çok duyarlı ve dikkatli bulunmaları hatırlatılı­yor. [271]

 

Meali

 

167— Hani Rabbin kıyamete kadar onlar» kötü azaba uğratacak kim­seleri üzerlerine mutlaka göndereceğini bildirmişti. Şüphesiz ki, Rabbin ce­zayı çok çabuk verendir ve O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

168—  Onları yeryüzünde parça parça edip birkaç topluluğa ayırdık : Kimileri iyiler ve düzenli, kimileri de bundan aşağı düzensiz; iyilik ve düze­ne dönerler diye onları birtakım iyilikler ve kötülüklerle denedik.

169—  Arkalarından onların yerine birtak'm bozuk kimseler geldiler de kitaba vâris (sahip) oldular; (hükümlerini değiştirme karşılığında) şu de­ğersiz aşağılık dünyanın geçici malını almaya başladılar ve «nasılsa ileri­de bağışlanırız» dediler; buna benzer geçici bir mal (ve menfaat) gelse yi­ne de almakta tereddüt etmezler. Allah'a karşı haktan (ve doğruluktan) başka bir şey söylemîyeceklerine dair kitabda (mevcut hükümler uyarın­ca) söz alınmamış mıydı? Ve kitabdakini ders olarak okumuşlardı. (Allah'­tan korkup, kötülüklerden) sakınanlar için âhiret yurdu hayırlıdır. Artık aklınızı kullanmaz mısınız?

170—  Kitaba (şuurlu) sarılıp namazı dosdoğru kılanlara gelince: Şüp­hesiz ki biz iyi yararlı amellerde bulunanların mükâfatını zayi etmeyiz.

171—  Ve bir vakit biz (Tür) dağını onların  üzerine bir gölgelik gibi kaldırıp tutmuştuk da, üzerlerine düşecek sanmışlardı.  Size verdiğimizi bütün gücünüzle tutun ve içindekini düşünüp hatırınızdan çıkarmayın; olur ki (Allah'tan saygı ile korkup kötülüklerden) sakınırsınız.

 

Yahudilere İşkence Yapılacağı Haberi

 

«Hani Rabbın kıyamete kadar onları kötü azaba uğratacak kimseleri mutlaka üzer­lerine göndereceğini bildirmişti..»

Musa Peygamber zamanında ve ondan sonra İsrâiloğulları'ndan ço­ğunun, Allah'ın kendilerine birçok lütuf ve yardımlarına rağmen isyan, gü­nah, azgınlık ve ahlâksızlıkta ısrar etmelerine karşılık, kıyamete kadar bü­tün yahudilerin cezalandırılacağı anlaşılıyorsa da, âyetin asıl delâlet etti­ği mâna böyle değildir. Kıyamete kadar bu milletin yaşayacağına ve irsî karakterlerinin pek değişmiyeceğine, zaman zaman aynı günah ve azgın­lığa sapıp Hakk'a baş kaldıracaklarına, o yüzden sık sık azâbâ uğratıla­caklarına delâlet eder mahiyette bir anlatım tarzı söz konusudur,

Dünkü ve bugünkü Yahudilerin tutum ve tabiatı arasında pek fark yok­tur. Hemen her çağda onlardan önemli bir kısmı ilâhî emirleri değiştirir, onun karşılığında çok değersiz şeyleri elde etmeyi mubah görürler de uyarı, öğüt ve inzariara rağmen bu huylarından vazgeçmezler. O yüzden ilâhî gazabın kendilerine inmesini bir bakıma çabuklaştınrlar.

Süleyman Peygamber'in vefatından sonra Tevrat ile dosdoğru amel edenlerle, kendi çıkarlarını üstün tutup amel etmeyenler arasında tartışma, sürtüşme ve hattâ çatışmalar çıkmış, onların bu tutumu Asûr ve Kaldeli'-lerin işine yaramıştı. Böylece Filistin halkının çoğu kılıçtan geçirilmiş, sağ bırakılanlar zincire vurularak Babil'e sürülmüştür.

Yetmiş yıllık veya daha fazla süren Babil esaretinden sonra bu defa Romalıların baskı ve hakimiyeti başlamıştır. Bu da uzun bir süre İsrail-oğulları'na kölelik devri yaşatmıştır. Böylece Kur'ân'da ilgili âyetlerle açık­landığı gibi azaplar aralıklı da olsa, Yahudilerin yakasını koyuvermemiştir. Kıyamet kopuncaya kadar da süreceğinde hiç şüphe olmasın.. Yakın geç­mişte Nazîlerin zulmüne uğramaları da bu misallerden biridir. [272]

 

Oniki Kabileye Ayrılmaları

 

«Onları yeryüzünde parça parça edip birkaç topluluğa ayırdık..»

Daha önce de belirtildiği gibi, Yakup Peygamber'in oniki oğluna uza­nan oniki kabile bir arada anlaşamayınca, ayrıldılar ve iç çekişme başla­mış oldu. TALÛT ile CALÛT tarafdarlarının vuruşması, o bölünmenin ta­bii sonuçlarından sadece biridir. Sonra Davud Peygamber'in duruma ha­kim olup başa geçmesiyle ciddi bir disiplin sağlanabilmişti.

Âyetlerin açıklamasından da anlaşıldığı gibi, Allah o milleti birtakım iyilikler ve arkasından sıkıntı ve felâketlerle zikzaklı yollardan geçirerek bir elemeye tabi tuttu. İyiler kötülerden, haktan yana olanlar, bâtılı benim­seyenlerden ayırt edildi. TALÛT'un kumandasındaki ordu savaşa giderken Şeria ırmağına yaklaştığında, ayrı bir denemeye tabi tutuldular «Kim bu­gün bu ırmaktan su içerse benden değildir!.» uyarısına pek azı uymuş, ço­ğu ise su içerek itaatsizlik etmişti. O durumda baştaki kumandan ve lide­re itaat etmeyen bir orduyla düşmana karşı çıkıp savaşmak pek akıllıca olmazdı. Talût da öyle yaptı, itaatsızları ayırdı, Allah'a gönülden inanıp sa­vaşa katılanlarla düşman üzerine yürüdü.. [273]

 

Davud Ve Süleyman'dan Sonra Hızlı Değişmeler

 

«Onları, yeryüzünde parça parça edip birkaç topluluğa ayırdık: Kimileri iyiler ve düzenli, kimileri de  bundan aşağı düzensiz..»

İsrâiloğulları bu iki peygamber devrinde altın çağını yaşamıştır. Üs­tün nimetlere erişmiş ve Allah'ın büyük lûtfuna lâyık görülmüşlerdi. Sü­leyman Peygamber'den sonra (M.Ö. 900 yy.) otorite sarsılmış, iç huzur­suzluk tekrar başgöstermişti. Toplumu sürükleyen din adamları ve devlet büyükleri, Tevrat'ın hükümlerinin halka ağır geldiğini ileri sürerek değiştir­meye ve birçok kısmını uygulamamaya yöneldiler. Dede ve babalarımız Rabbımız tarafından bağışlandığı gibi biz de bağışlanırız diyerek iyice azıt­tılar. Dünya malını ve saltanatını dinî inançlarından üstün tuttular; değer­siz menfaatlar karşılığında iman ve irfanlarını sattılar. Tabii, hepsi bu yol­da değildi, karşı çıkanlar da vardır. Geçmişten ibret aldıkları için, bu gidişin bir felâketle noktalanacağından çok endişe duyuyor ve uyarılarına devam ediyorlardı. Ama ne çare, maddenin kalbler ve vicdanlar üzerinde oluştur­duğu kalın siyah tabakayı gidermek mümkün olmuyordu.

Kendilerine verilen ve birçok milletlere verilmeyen kutsal kitap Tev­rat'ın değerini, uygulandığı takdirde sağlayacağı huzur ve düzeni anlaya­madılar. Haksızlık ve azgınlığı huy edindiler. Kendi anlayışlarına göre, kur­dukları terbiye sistemi, faziletli, hakbilir, hukuktanır adam yetiştirmekten çok uzaktı.

İşte Babil esareti, bu tuğyanın; Romalıların baskını bu şuursuzluğun birer cezası idi.. O bakımdan 167. âyette, «Onları kötü azaba uğratacak kimseleri üzerlerine mutlaka göndereceğini bildirmişti..» sözleriyle İsrâil­oğulları'nın tarihine bakılması bildirilirken Yahudilerin tarihte geçirdiği ıs­tıraplı dönemleri, ibret ve öğüt alınacak safhaları yaşamakta olan millet­lerin gözleri önüne serilmek isteniyor. İlâhî sünnetin değişmeyeceğine, o bakımdan tarihin tekerrür edeceğine işarette bulunuluyor. [274]

 

Tûr Dağının Bir Gölgelik Anlamında Yükseltilmesi

 

«ve bir vakit biz Tur dağını onların üzerine bir gölgelik gibi kaldırıp tutmuştuk..»

Tûr dağının bir gölgelik gibi kaldırılıp İsrâiloğulları'nın üzerinde tutul­ması olayı Kur'ân'ın dört ayrı yerinde geçer. Âyetlerin zahirinden* bu ola­yın hem ilâhî kudreti yansıtan bir mu'oize, hem İsrâiloğulları'nı sıcaktan koruyan bir gölge, hem de Allah'a ve Peygamberine verdikleri sözü tut­malarına, döneklik yaptıkları takdirde ilâhı hükmün tekrarlanacağına dair uyan olduğu anlaşılmaktadır. Bakara ve Nisa sûrelerinde de, belirttiğimiz gibi, Tûr dağının İsrâiloğulları üzerine yükseltilip gölge kılınması cidden

bir mu'cize midir, yoksa mecazî bir deyim olup dağın serin ve verimli ete­ğine yerleşme imkânına eriştirilmeyi hatırlatma mıdır? Bazı müfessirler da­ğın yükseltilmesinin bir tehdît olduğunu söyleyerek, Allah'a karşı kesin söz verdikten sonra ahde vefa etmelerini sağlamaya yönelik bulunduğunu ifa­de etmişlerdir. Şüphesiz ki, bu ve benzeri görüşler birer yorum niteliğinde­dir. İsrâiloğulları'nın Tin sahrasından {Sina Çölü) kurtulup Filistin dolay­larına gelip yerleşmelerine bakılınca âyetteki ifadenin mecazî bir anlam ta­şıdığı akla daha yakın kabul edilir. Allah ise, daha iyisini bilir.. [275] Mevcut Tevrat'ta ise bu hususta ancak şu açıklamaya rastlayabildik;

Çıkış bölümünde Sina çölünde dağın karşısında Musa (A.S.) vasıta­sıyla İsrâiloğullan'ndan, Allah'ın emirlerini tutacaklarına dair kesin söz alındığı ve o bakımdan üç gün sonra Rabbın Sina dağı üzerine ineceği (kudretiyle tecelli edeceği)nin haber verildiği anlatıldıktan sonra konu şu sözlerle tamamlanır; «Ve vaki oldu ki, üçüncü günde sabah olunoa gök gürlemeleri ve şimşekler ve dağ üzerinde koyu bir bulut ve çok kuvvetli boru sesi oldu; ve ordugâhta olan bütün kavim titredi. Ve Allah'ı karşıla­mak için Musa, kavmi ordugâhtan çıkardı ve dağın eteğinde durdular. Ve Sina dağı, hep tütüyordu, çünkü RAB onun üzerine ateş içinde inmişti; ve onun dumanı ocak dumanı gibi çıkıyordu ve bütün dağ çok titredi. Ve bo­ru sesi gitgide kuvvetlenince, Musa söyledi ve Allah ona sesle cevap ver­di. Ve Rab Sina dağı üzerine, dağın tepesine indi ve Rab Musa'yı dağın tepesine çağırdı. Musa da çıktı......» [276]

 

Diğer  Bir Yorum

 

Tûr dağının yükseltilmesi bir mu'cize midir? Burada iki ihtimal var: Birincisi, Musa Peygamber'in hak resû! olduğunu bir defa daha kanıtla­mak ve ilâhî kudretin her şeye nüfuz ettiğini, her şeyin üstünde mutlak hükümran bulunduğunu göstermek için ortaya konulmuş bir mu'çizedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, mu'cize hem fiziksel kanunların üstünde, hem de câri olan ilâhî sünnetin dışında âdet ve illet zincirini koparıp belli kanunları aşan bir olaydır. İkincisi, Musa Peygamber, Tûr dağına yetmiş kişiyle çıktığında, Allah'ın KELÂM sıfatı surete intikal edip bulutta tecelli etti. Böylece ilâhî vahiy suretten surete geçiş sağladığı anlarda Tûr dağı sanki yerinden kopup büyük bir gölgelik gibi onların üzerine düşüyormuş görünümünü verdi. Kudreti remzeden kesif bulut her tarafı kaplamış, dağ üstüne dağ oluşturmuş ve eteklere doğru yer yer sarkmış bulunuyor-

du. Bu muhteşem manzara karşısında Tûr yerinden kopmuş, yükselmiş gi­biydi..

İşte bu iki yorumda yer alan iki ihtimal de Kur'ân'ın anlatımına uygun gelmekte, ifadede bir mecaz söz konusu olduğunu kuvvetlendirmektedir. [277]

 

İlâhî Kudretin  Dağa Yönelmesi Aynı Zamanda Bir  Uyarı Niteliğindedir

 

Gerek fiziksel, gerekse fizikötesi olaylar ve mu'cizelerden her birinin bir hikmeti ve yönlendirici, uyarıcı özelliği vardır. Hiçbir mu'cizeyi veya ola­yı hikmet dışı düşünmemiz mümkün değildir. Çünkü Allah mutlak hikmet sahibidir; boş, anlamsız ve amaçsız bir iş yapmaz, bir olay mey­dana getirmez. O halde Tûr dağında kendini gösteren ilâhî kudretin d muh­teşem manzarası ve kalbleri yerinden oynatan o heybetli görünümü önem­li bir hikmete yönelik bulunuyordu. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hikmet şöyle açık­lanıyor :

«Size verdiğimiz (Tevrat'ı ve diğer nîmetler)i bütün gücünüzle tutun ve içindekini düşünüp hatırınızdan çıkarmayın. Olur ki (Allah'tan saygı ile korkup kötülüklerden) sakınırsınız..»

Nitekim Tevrat, Tûr dağına indirilmiş, Musa Peygamber, onu o dağda telâkki edip levhalar üzerine yazmıştı. O bakımdan Tûr dağıyla Tevrat ara­sında unutulmaz bağlar bulunuyordu.. [278]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Musa Peygamber'e indirilen kutsal kitaba dos­doğru uymayan İsrâiloğulları'nın yeryüzünde o yüzden nasıl bölünüp par­çalandıkları ve iyiliklerle kötülüklerin birbirini izleyerek o milleti devamlı yoklayıp çetin sınavlardan geçirdiği anlatıldı.

Sonradan, onların yerine gelen nesillerinin ise, Tevrat'ın hükümlerini dünya menfaatleri karşılığında değiştirdikleri ve yapılan uyarılara, «atala­rımız bağışlandığı gibi, biz de bağışlanırız» diye cevap verdikleri konu edi­liyor. Kitaba bağlı kalanların ise, mutlaka mükâfatlandırılacakları müjde­leniyor ve arkasından Tûr dağının İsrâiloğullan üzerine bir gölge gibi yük­seltildiği hatırlatılarak tarihlerinden öğüt ve ibret almaları isteniliyor. Aşa­ğıdaki âyetlerle ruhların Allah inancıyla yaratıldığı ve kendilerinden söz alındığı bildiriliyor. [279]

 

Meali:

 

172-Hani Rabbın ademoğullarından, onların sırtlarından soylarını alıp, onları kendilerine karşı şahit tutmuştu da : Rabbiniz değil miyim? (buyur­muştu). Onlar da «Evet şahidiz» diye cevap vermişlerdi. Bu da kıyamet günü « bizim bundan haberimiz yoktu» dememeniz,

173—  ya da «babalarımız daha önce Allah'a ortak koşmuşlardı, biz ise onlardan sonraki soy idik; haksız ve boş bir düzen kuranların yaptı­ğından dolayı bizi helak mı ediyorsunuz?» dememeniz içindir.

174—  İşte böylece biz âyetleri bir bir açıklıyoruz, belki (iyice düşü­nürler de inkâr ve isyandan) dönerler.

 

İlgili Hadîsler

 

«Doğan her çocuk, fıtrat (veya İslâm fıtratı) üzere doğar. Sonra ana-babast.onu ya yahudileştirir, ya hıristiyanlaştırır, ya da mecusîleştirir. Ni­tekim organları yerliyerince bir hayvan doğar da, kulak, burun ve benzeri bir organında kesikliği, noksanlığı görebilir miyiz?» [280]

«Ruhlar (ruhlar âleminde) teçhiz edilip bölüklere ayrılan askerler (gi-bi)dir. Onlardan (o âlemde) birbirleriyle tanışanlar, (dünyada da) anlaşir-

far; birbirlerini tanımayanlar ise, (dünyada pek) anlaşamazlar..» [281]

Birinci hadîsin râvisi Ebû Hüreyre (R.A.) hadîsi naklettikten sonra şu âyeti okumuştur: «Bu, Allah'ın sağladığı bir mayadır ki insanları onun üze­rine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değişme, değiştirme bulun­maz.» [282]

Kudsî hadîs :

Allah buyuruyor: «Doğrusu ben kullarımı bâtıldan uzak, hakka yöne­lik {Tevhit inancı üzere) yarattım. Sonra şeytanlar onlara üstün gelip ken­dilerini dinlerinden saptırarak onlara helâl kıldığımı haram saydılar.» [283]

Beni Sa'd kabilesinden Esved b. Süreyi' (R.A.) anlatıyor:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimizle beraber dört savaşta bulundum. İslâm mücahitlerinden bazısı ellerini savaşan müşriklerin çocuklarına da uzat­tılar. Bunun üzerine Peygamber (A.S.} şöyle buyurdu : «Bazı bölüklere ne oluyor da ellerini zürriyete (çocuklara) uzatıyorlar?!» Bir adam : «Onlar müşrik çocukları değil midir?» deyince Peygamber (A.S.) ona : «Sizin iyi­leriniz ve seçkinleriniz de müşrik çocukları değiller midir? Ne kadar bir insan doğarsa, mutlaka fıtrat (Allah ve din duygusu) üzere doğar. Dili açı­lıp ana-babası onu yahudileştirip hiristiyanlaştırıncaya kadar öyle devam eder.» [284]

 

Elestü Hitabı

 

«Rabbınız değil miyim? (buyurmuştu). On­lar da, evet şahidiz, diye cevap vermişlerdi.»

Cenâb-ı Hak, ruhları belli sayıda yaratıp ait oldukları ruhlar âlemine yerleştirdikten sonra hepsine birden şöyle seslenip sormuştur: «Ben sizin Rabbınız değil miyim?» Akıl denilen cevheri birçok yeteneklerle kendinde taşıyan ruhlar şu cevabı vermişlerdir: «Evet, Sen bîzim Rabbımızsın..»

Kur'ân'daki tabiriyle Allah'ın bu takrir mahiyetindeki sorusuna, «Eles-tü bi-Rabbiküm?», Ruhların cevabına da, «belâ, ente Rabbunâ» denir.

Bu iki tabir üzerinde cok şeyler yazılmış ve birçok yorumlar yapılmış-

tır. Kur'ân'da takip edilen ilâhî âdet ise, bu gibi önemli konuların çoğu de­taylı anlatılmaz, temel bilgi verilir ve öylece insan aklına, düşünce ve id­râkine, araştırma ve incelemesine imkân tanınır.

 «Hani Rabbın âdem-oğullarının sırtlarından soylarını alıp,........şahit tutmuştu..»

Soyların sırtlardan alınmasının ve ilâhî hitaba muhatab tutulmasının anlamı nedir? Bize göre, konuyu açıklığa kavuşturan önemli ipuçları var­dır. Önce şunu belirtelim ki, Kur'ân ve hadîsin açık anlatım ve işaretinden, ruhların bedenlerden önce yaratıldığı anlaşılıyor. Oda Cenâb-ı Hakk'ın eze­lî plân ve programı gereği, yeryüzüne ne kadar insan yaratıp getirecekse, onların sayısına göre ruh yaratmış olması ve onları yine belli bir progra­ma göre sıraya koyması demektir. Sırasına göre, vakti saati gelen ruh, kendi âleminden Dünya'ya inmekte ve bir süre kendisine ait bedende ey-leşmektedir, O bakımdan TENASÜH yani bedeni terkeden bir ruhun dünya­ya gelecek başka başka bedenlere girmesi söz konusu olamaz. Bu tür iddialar yersiz, mesnetsiz ve hikmetsizdir.

Ruhlar, ilâhî kudretin tecelli ve tezahürleridir. Kâinatta var olan her şey de öyle. Aradaki fark, o kudretin değişik anlamda ortaya çıkmasıdır.

Bu tarife göre, insanî ruhlar, bedenlere gelip girmeden, ruhlar alemiy­le melekût âlemi, sonra da Allah'ın varlığı ve birliği; kudret ve azameti hakkında birtakım bilgilerle donatılmışlardır. Yukarıda konunun başında fıtrat ile ilgili hadîsin bir anlamı da bu gerçeğe kapı açmaktadır. Ruhlar sırası gelince, kendine ait bedene girince, ondaki bilgiler alınmakta, sadece bir maya ve öz bırakılmaktadır. Her insanın akıl, irâde ve idrakinin değer ölçüsü ortaya çıksın diye, o mayayla bir tekâmül dönemine sokulmaktadır. Beden bir bakıma ruhun yetenek ve kudretini açığa çıkaran bir alet kabul edilebilir. Ruhu elektriğe benzetirsek, beden onun için bir ampul veya bir elektronik araç sayılır. Sonra da ruh, eskiyen bedeni terkedince, ruhlar âle­minde edindiği bilgiler de kendisine yeniden verilir ve Dünya'da edindik­leri bilgilerle birleşerek takdîr edilen seviyesine erişmiş olur.

O halde ruhlar yaratıldıktan sonra her ruhun hangi bedene gireceği veya her bedenin hangi ruh için yaratıldığı bellidir, bir yanlışlık asla düşü­nülemez. Ancak ikisi arasındaki irtibat ve imtizacın keyfiyeti bizce meç­huldür. Ruh kendine ait bedeni terkettikten sonra tâ kıyamete kadar onun­la olan ilgi ve irtibatı bazı yönleriyle devam eder. Bu arada beden ister ya­nıp kül olsun, ister toprağa dönüşsün o irtibat kopmaz. Tabii bunu fiziksel bir yöntemle anlamak veya açıklamak mümkün değildir.

Unutmayalım ki, ruh yaratıldığı andan İtibaren hem Allah'ı bilir, hem de O'nun hitabını anlar ve o hitaba cevap verir bir özelliktedir. O mayayı beraberinde taşıyarak Dünya'ya iner ve umutların kesildiği bir anda ma­yayı örten kılıf sıyrılır, Allah! diye seslenip O'ndan imdat ve inayet beklenir. [285]

 

Elestü Hitabı Ses Ve Harfle Mi Olmuştur?                 

 

«Rabbınız değil miyim?»

Âyetin açık anlatımına bakılınca bunun sözlü olduğu anlaşılıyor. An­cak Allah, zaman, mekân, organ, araç, hava ve sınır kavramlarının üstün­de ve ötesindedir. Ruhlar da O'nun kudretinin tecellisi veya bir tezahürü olduğuna göre, belirtilen kavramların çoğunun ötesinde bulunuyorlar. O halde ELESTÜ dile, sese ve havaya bağlı bulunan sözlü bir hitap şeklin­de değildir. Kudretten kudretin tezahürüne intikal eden bir duyuştur. Tıp­kı Allah'ın meleklere olan hitabı ve meleğin Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e seslenişi gibi.. Melek Cebrail, aynı zamanda büyük bir ruh ve kudrettir; ilâhî emri Peygamberimizin (A.S.) bedensel kulağına değil, ruhuna ve onun kulağı anlamında olan kalbine ilka ediyordu. Bu durumda Peygamber (A.S.) Efendimiz'in bedensel duygularının faaliyeti bir süre duruyor, daha doğrusu bedeni o sırada bir bakıma ruhlaşıyor ve öylece Melek Cebrail ile yine ilâ­hî kudrete mensup Peygamberimizin ruhu irtibat sağlıyor ve ilâhî vahyi kalbinde duyup anlıyor ve koruyordu. O nedenle yanında hazır bulunan arkadaşlarından hiçbiri Cebrail'in sesini işitemiyor ve onu göremiyordu.

Bu konuda Ahmed b. Hanbei, İbn Cerîr Taberî, Taberânî ve diğer bazı hadîs âlimleri, «Cenab-ı Hak kudret eliyle Adem'in sırtını sıvazlayıp onun soyunun zerrelerini meydana getirdi.»

«Allah, Adem'in soyunu onların sırtlarından aldı, sonra onları kendi nefislerine şahit tuttu; sonra da onları iki avucuna aktarıp, şunlar cennet­liktir, şunlar da cehennemliktir, buyurdu. O nedenle Cennet ehli olanlar, ona uygun amele yönelirler; Cehennem ehli de ona uygun amele yönelir­ler....» mealindeki rivayetler üzerinde durmuş ve bunların hep temsilî ve bazısının da mecazî olduğunu; insanların anlayış ve kavrayışlarına göre bir anlatım şekli kullanıldığını belirtmişlerdir. Allah'ın ilmi ezelde, yarataca­ğı insanların nasıl amel edeceğini önceden tesbit edip yazmıştır; O'nun ilmi yanıltmayacağına göre, yazıldığı gibi cereyan edecek ve böylece her­kes kendi kaderini çizip ona yönelmiş olacaktır.. [286]

 

Ruhların Hepsinin Elestü Hitabına Cevap Vermesi

 

«Evet şahidiz» diye cevap vermişlerdi.»

Az yukarıda da belirttiğimiz gibi, insanî ruhlar, ilâhî kudretin nefhası, mecazî anlamda o denizin dalgasıdır. Hepsi de derecelerine göre, o kudre­ti yansıtfr. Her ruhun mayasına Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretinin yü­celiğini yansıtan bir cevher yerleştirilmiştir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu cevheri «fıtrat» diye isimlendirmiştir. Kendi âleminde bu cevherle kay­naşıp bütünleşen ruhların, Allah'ın « e 1 e s t ü » hitabına o bakımdan cevap­ları müsbet olmuş, yani hepsi de tereddütsüz «Evet Rabbımızsın, şahidiz» demişlerdir. Ve işte doğan her çocuk «fıtrat üzere, İslâm fıtratı üzerine do­ğar» hadisinin anlamı budur. Öyle ki her ruh, içinde, özünde, mayasında Al­lah ve din duygusunun yansıtıcı cevheri bulunduğu halde, kendisi için ya­ratılan bedene girer. Sonra gelişip konuşmaya başlayınca ana-babanın, çevre ve okulun tesiri altında kalıp yolunu çizer..

Bu hikmet dikkate alındığı içindir ki, savaşta çocukların öldürülmesi dinimizce yasaklanmıştır. Çünkü her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. [287]

 

Rabbınız Değil Miyim?

 

Elestü hitabında, Allah'ınız veya Yaradan'ınız, ilâhınız, denilmemişte, Rabbınız denilmiştir. Çünkü bu sıfat kâinatın her zerresiyle içiçedir ve bir­çok ilâhî sıfatların anlam ve kudretini de beraberinde taşımaktadır. Ya­ratma, belli programa göre büyütme, eğitip geliştirme, amaca yöneltme; her şeyin türünün ve menşeinin özelliğini koruma, her varlığa Hakk'i tes-bîh ve tenzîh etmeyi öğretme, her canlının ihtiyacını bağlı kılındığı hilkat kanununa göre ayarlama gibi birçok yüce manalar ve hikmetler bu sıfatın tecellileri arasında bulunur. Ruhlar bu sıfatın tecellilerine mazhar kılındık­ları gibi, bedenler de aynı mazhariyetin belirgin eserleridir.

O nedenle Kur'ân'ın dokuzyüzden fazla yerinde bu sıfat anılmıştır. [288]

 

Ruh Ve  Özelliği

 

Filozofların, ilim adamlarının ruh hakkında doyurucu, hakikati, yansıtı­cı görüş ve tesbitleri olmamıştır. Ruhun varlığını kabul edenler bulunduğu gibi, onu reddedenler de eksik değildir. Çoğunun ise, biri hayvanî, diğeri insanî olmak üzere iki ruhun mevcudiyetinden haberi yoktur. «Can» kavramında ifadesini bulan ruhun mahiyetini anlamak şöyle dursun, onun nasıl bir kudret ve faktör olduğunu bile dosdoğru keşfedememişlerdir. Kimi, maddesel olmayan eylemli bir prensip diye tanımlarken; kimi de onu bir iç eylem prensibi olarak tarîf etmiştir. Daha da kısa bir tanımlamada buluna­rak «can, bir yaratılıştır» diyenler olmuştur.

Demek istiyoruz ki, maddeye canlılık vasfını veren hayvanî ruhun ne olduğu dosdoğru bilimsel olarak çözülememiştir. Nerede kaldı, iiâhî kud­retin ayrı bir tecelli ve tezahürüyle var olan insanî ruhun ne olduğunu çö­zebilsinler..

O bakımdan rahatlıkla diyebiliriz ki, hayvanî ruhu da, insanî ruhu da en iyi anlatan ve ilim adamlarına temel bilgi veren Kur'ân ve hadîslerdir. Çünkü ilâhî kudretin nefhaya dayalı tecellisini fizik, ya da kimya ma­rifetiyle tesbit etmek ve açıklamak pek mümkün değildir. Kur'ön ve hadî­sin, kudsî âlemden sunduğu bilgi ve ipuçlarıyla bir dereceye kadar bilgi sa­hibi olabiliyoruz.

Konuyu özetleyecek olursak, diyebiliriz ki : Hayvanî ruh da ilâhî kud­retin ayrı bir tecellisidir. Nitelik ve nasıllığını bütünüyle kavramamız cok zordur. Meselâ, biz hücreyi, yapısını ve asıl canlı ile olan ilgisini biliyoruz; fakat taşıdığı canlılık vasfını izah edemiyoruz. Hücre hakikaten hayat bi­rimidir; onu meydana getiren madde, protoplâzmadır. O bakımdan protop-lâzmaya hayatı yapan madde diyebiliriz. Ancak bu maddedeki canlılık vas­fı nereden, nasıl geliyor? Zira biz yine biliyoruz ki, bütün protoplazmalar birbirine benzer. Hepsinde de şu elemanlar bulunur: Oksijen, azot, hidro­jen, karbon, kalsiyum, sodyum, magnezyum, sülfür, klor, fosfor, potasyum ve iyot..

Ne var ki, bu maddeleri ve bunların bir araya gelip protoplazmayı oluş­turmasını bilmek yeterli değildir. Zira bir kimya laboratuvarında bunları belli nisbette biraraya getirmek mümkündür. Canlılık vermek ise mümkün değildir. Görülüyor ki, ondaki canlılık, diğer bir tabirle hayvanî ruh. Yüce Kudretin akıl almaz bir tezahürüdür. İlmî araştırmalar ve buluşlar bir nok­taya kadar varabiliyor. Fizik-kimya alanında dönüp dolaşıyor, onun ötesi­ne nüfuz edemiyor. Her olayı birtakım sebeplere ve kanunlara bağlarken, canlılık vasfına gelince, duraklayıp kalıyor. Kur'ân onu, her olayı sebep ve illet kanunlarına bağlayan Allah'a irca' ederek olayın asıl kaynağını gösteriyor.

Nitekim insanî ruh söz konusu olunca Kur'ân şu bilgiyi veriyor: «De ki, ruh Rabbımın emrindendir.,»[289]

 

Fıtrat, Her Türlü Özür Ve İtirazı Reddeder

 

Her doğan çocuk, fıtrat, yani Allah'ın varlığını, birliğini, kudre­tini ve O'na teslimiyeti yansıtan bir cevher ile doğar. Akıl, zekâ, yetenek, aile, çevre ve okul, bu cevheri kabuğundan çıkarıp daha iyi geliştirmeye yarayan birtakım araçlardır.

Cenâb-ı Hak, insan ruhuna, mayasına sadece bu cevheri yerleştir­mekle kalmamış, onu ortaya çıkarıp yaratıldığı amaca yöneltilmesi için yardımcı faktörler göndermiştir. Peygamberler, semavî kitaplar ve en son olarak Hz. Muhammed (A.S.) ve Kur'ân-ı Kerîm kıyamete kadar yardımcı faktörler olarak insanları irşada, doğru yolu göstermeye deVam edecek bir güç ve muhtevadadırlar. İnsanın sorumluluğu da bu çizgiden itibaren baş­lamakta ve Âhirette hiç itiraz ve özür beyân etmesine gerek kalmayacak kadar imkânlarla donatıldığı haber verilmektedir.

O halde, «bizim bunlardan haberimiz yoktu» veya «başkaları bizi al­datıp doğru yoldan uzaklaştırdılar» veya «baba ve dedelerimiz daha önce Allah'a ortak, denk ve benzer koşmuşlardı veya Allah'ı doğrudan inkâr et­mişlerdi. Biz de onlara uyduk. O çevrede yetiştik» gibi özür ve itirazların hiçbir mâkul anlamı yoktur. Zira her insana veya her aile ve topluma bir peygamber gönderilmez. Son Peygamber'in gönderildiğinin işitilmesi kâ­fidir. Akıl ve idrâk onun getirdikleriyle ilgilenmekle yükümlüdür. Ruha en-jekte edilen maya (fıtrat) böyle bir haberi beklemektedir.

«İslâm ülkesinde doğan kimse ister istemez müslüman; hıristiyan ül­kesinde doğan kimse ister istemez hıristiyan olur» sözü, ilk bakışta makul ve mantıkî sayılabilir. Ama gerçek hiç de öyle değildir. Zira her insana hakikati arayıp bulma yeteneği ve doğru yolu görme basireti, ve idraki verilmiştir. Ayrıca yardımcı olacak faktörler de mevcuttur. Bir de bu duyguyu verecek fıtrat söz konusudur.

Bu nedenle hatırlatalım ki, insanların çoğu oanlı organizma üzerinde sarfettikleri zaman, enerji ve uğraşıları; seferber ettikleri yetenekleri fıtrat üzerinde de sarfetmiş olsalardı, herhalde Allah'ı daha iyi anlar, indirdiği dinleri inceleyip son dinin getirdiği hayat ve memat nizamını da­ha iyi kavrar ve Hakk'a bağlılık gösterme idrâkine erişirlerdi.

Allah ne güzel açıklıyor:

«İşte böylece biz âyetleri bir bir açıklıyoruz, belki (iyice düşünürler de inkâr ve isyandan) dönerler.» [290]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ruhların bedenlerden önce yaratıldığı, hepsinin de Allah'ı bilip tasdîk etme idrâkinde bulunduğu açıklandı. Böylece insa­nın, Allah ve din duygusunu, diğer bir tabirle o mayayı ruhunda taşıyarak yaratıldığına işaret edildi. O bakımdan kıyamette hic kimsenin «Bizim Al­lah'tan ve dinden haberimiz olmadı» diyerek bir itiraz hakkı olmayacağı vurgulandı.

Aşağıdaki âyetlerle, ilâhî âyet ve belgelere mazhar olup ruhundaki cevheri kılıfından çıkardıktan sonra nefsine uyup sapıtan bir kimse misal veriliyor. Allah'ın âyetlerini yalanlayan milletlerin de fertler gibi sapıtıp sonunda zillet ve meskenete düşecekleri hatırlatılıyor. Sonra da kutsal değerlere, ilâhî beyanlara sırt çevirip maddeyi tek kurtarıcı ilâh sayarak tercih edenlerin durumu, dilini çıkartıp soluyan köpeğe benzetiliyor. [291]

 

Meali:

 

175__ (Ey Muhammedi) Kendisine âyetlerimizi   verdiğimiz   kimsenin

haberini (olayını) anlat: O verdiğimiz âyetlerden sıyrılıp çıktı; şeytan da onu kendi peşine takıp sürükledi ve böylece o azgınlardan oldu.

176—  Dileseydik onu âyetlerimizle yükseltir (kadrini yüce kılar)dık; ne var ki o maddeye yönelip aşağılığa bağlı kalmayı (tercih etti), hevesine uydu. Onun hali ve tutumu, üzerine varsan da, kendi durumuna bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin haline benzer. İşte bu, âyetlerimizi ya­lanlayan topluluğun misâlidir. Artık sen olayı onlara nakledip anlat, olur ki düşünürler.

177—  Âyetlerimizi yalanlayıp kendilerine haksızlık   eden   topluluğun misâli ne kötüdür!

178—  Allah kime doğru yolu gösterirse, o doğru yolu bulur; kimi de saptırırsa, işte onlar da, evet onlar zarara uğrayanlardır.

 

İniş Sebebi

 

İbn Mes'ud (R.A.) diyor ki: «Bu âyetler İsrâiloğullarından Bel'am b. Bâûra adında duası makbul kişinin dikkat çekici olayını, hem Ya­hudilere, hem de Müslümanlara hatırlatmak üzere inmiştir.»

Rivayete göre, bu âbit (cok ibâdet eden adam) zorbaların en çok yaşadığı Kenanîlere ait bir bölgede oturuyordu. Musa Peygamber ordusuy­la o bölgeyi fethetmeye geldiğinde, halk toplanıp Bei'âm'a gitmiş ve Musa Peygamber aleyhine duâ etmesini rica etmişlerdi. O da onlara, «olmaz; çünkü Musa bir peygamberdir, ordusu da vardır» diyerek reddetmişti. Is­rarlar fayda vermeyince kendisine dünyalıktan çok şeyler, paha biçilmez hediyeler getirmişler ve öylece beddua etmesini sağlamışlardı. Ne var ki, yaptığı beddua geri dönmüş ve Bel'âm'ın dili sarkmıştı. Bu yüzden o âbit hem dünyasını, hem de âhiretini kaybetmişti. [292]

Tevrat'ta de bu adamdan geniş şekilde bahsedilir.

Ashab-ı kiramdan Abdullah b. Amr'e (R.A.) göre bu âyet, Sakıfli Ümey-ye b. Ebî Salt hakkında inmiştir. Adı geçen, kutsal kitapları okumuş, son peygamberin gelmek üzere olduğunu anlamış ve kendisini bu paye ve gö-

reve lâyık göferek birtakım hayallere kapılmıştı,- derken Hz. Muhammed {A.S.) nübüvvet güneşiyle doğup risalet göreviyle ortaya çıkınca, onu kıs­kanmaya başlamış ve o yüzden irfan ve inoncını kaybetmişti. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onun hakkında şu cümleyi sarfetmiştir: «Ümeyye b. Ebî Sait'in kılları imân etti, kalbi ise inkârda bulundu..» [293]

 

Dinini Dünyalıkla Değiştiren

 

«Şeytan da onu peşine takıp sürükledi.»

İlgili âyetle ilâhî feyiz ve keramete eriştirilen, duası makbul bir ada­mın acıklı hali misai veriliyor. Hani «bir tutam ot deveyi yardan atlatır» der­ler ya, işte İsrâifoğullan'ndan Beİ'âm'ın da durumu öyle olmuştur. Geçici bir dünyalık uğruna ahlâk ve fazileti çiğneyip dininden, imân ve irfan kaf­tanından sıyrılarak İblfs'e oyuncak olmak ne hazîn şey! Pırlantayı boncuk­la, kalıcı olanı geçici olanla değiştiren bir âbidin berbat olan son ömrün­den ibret ve öğüt almamak daha hazîn değil midir?

Değer mi birkaç günlük şatafat ve konfor için, erişilen mânevi değer­lerden sıyrılmaya? Hayat su gibi akmaktadır; onu temiz tuîsan da, bulan-dırsan da akıp gitmektedir. Zamanı geri çevirmek mümkün müdür? Mev-lâna Ceiâlettin ne güzel söylemiştir:

«Yolcu, kendine gel, kendine., vakit geçti, ömür güneşi kuyuya doğ­ruldu. Bu iki günceğizinde olsun, kuvvetin varken, kocalığını Hak yoluna sarfet. Elinde kalan şu kadarcık tohumu olsun ek de bu iki anlık müddet­ten uzun bir ömür bitsin. Bu aydın çırağ sönmeden kendine gel de hemen fitilini düzelt, yağını tazele. Yarın yaparım deme. Nice yarınlar geçti. Ekin zamanı tamamıyla geçmesin, uyanık ol!»

Allah, kullarını daldıkları dünyalıktan biraz olsun geri çekip ebediye­tin kokusunu ulaştırmak için tarihe geçmiş bir âbidin ömrünün son yılları­nın nasıl berbat olduğunu misal vererek rahmetinin İnsanlara çok yakın bulunduğunu hatırlatıyor ve bâtıldan hakka, günahtan sevaba, gafletten intibaha çağırıyor.. [294]

 

Dileşeydik Onu Âyetlerimizle Yükseltirdik                     

 

«Dileseydik onu âyetlerimizle yükseltir (kadri­ni yüce kılar)dık.»

İlgili âyetle Allah bize, insan irâdesi hakkında bilgi veriyor. O, kullarını hayatın başlangıç noktasıyla bitiş noktası arasında -sünnetullah ge­reği- iyi ve kötü, doğru ve yanlış, sevap ve günah yollarını göstererek ser­best bırakıyor. Ancak ezelî ilmiyle onların bu iki nokta arasında kendi hür iradeleriyle nasıl bir yol seçeceklerini, nasıl bir hayat tablosu hazırlaya­caklarını önceden tesbit edip yazmıştır. İstisnaî bazı haller dışında müda­halede bulunması söz konusu değildir. Az-çok doğru yolu bulanları ve ilâ­hî füyuzata erişenleri, dilerse o doğrultuda tutar. Bu, O'nun câri sünnetine uygun geldiğinden hidâyetiyle tecelli eder. Maddeye gönül verip kendini onun gözalıcı nesneleriyle avutarak ömür sermayesini geçici bir hic uğruna harcamakta azimli olanı da kendi haline terkeder. Sadece Peygamber ve Kitap aracılığıyla onu uyarıp yo! gösterir. Bu da O'nun tak­dirinin ayrı bir yanıdır.. [295]

 

Soluyan Köpeğin Misal Verilmesi

 

«Onun hali ve tutumu, üzerine varsan da, kendi durumuna bıraksan da, dilini sarkıtıp so­luyan köpeğin haline benzer.»

Aşağılığa bağlı kalıp nefsine esir olanlar hakkında çok dikkat çekici bir misal veriliyor. Köpeğin çoğu zaman soluması, ona daha da çirkinlik getirmektedir. Ama ne yapsın ki, onun nefsi hep kemik hayaliyle meşgul­dür, O bakımdan salıversen de, tutup bağlasan da dili dişarda, soluyup durur. Mevlâna, kendini nefsin emrine verip onun hayal kurduğu şeyler peşinde aziz ömrünü harcamaya devam edenlere şöyle seslenerek, bir bakıma yukarıdaki âyeti tefsîr ediyor: «Köpek değilsen neden kemiğe âşık­sın, sülük gibi neden kanı seviyorsun? Ey başkalarına ağlayan göz, gel, bir müddetcik otur da kendine ağla!» [296]

 

Allah'ın Doğru Yola İletmesi

 

«Al'an kime doğru yolu gösterirse, o doğru yo­lu bulur,»

Allah, indirdiği kitaplar, gönderdiği peygamberler aracılığıyla insan­lara doğru yolu göstermiş; doğru yolu seçip onda yürümeleri için de gere­ken yetenekleri vermiştir. Artık kim aklını ve irâdesini sıhhatli şekilde kul­lanır da kendi irâdesini Hakk'ın iradesiyle birleştirirse, o doğru yolu seç­miş olur. Yalnız kendi iradesiyle yetinip Hakk'ın irâdesinin rahmet âyetlerine iltifat etmeyenler ise, sonu felâket olacak bir yolu tercih etmiş sayılır­lar.

Âyetin bir başka yorumu : Allah kimi doğruya eriştirmekle vasfetmiş-se, o, cidden doğru yolu bulmuştur. Kimi de küfür ve dalâletle vasfetmişse, o da gerçekten sapıtmıştır. Çünkü kullarının içini, dışını, niyet ve amacını O daha iyi bilir. Bu bakımdan Allah'ın kullarını iyi veya kötü şekilde vasıf-laması, ezelî ilmine dayalı bir kıstastır ki asiâ şaşmaz.

Bir başka yorum : Allah kime fazla lûtufta bulunur da doğru yola yö­nelmesini artırırsa, o doğru yola girmiş olur. Kime de, kötü tutum, yanlış inancı nedeniyle lûtufta bulunmazsa, o da sapıtıp zarara uğrayanlardan olur. [297]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, geçici hayatı ebedî saadete tercih edip doğru yoldan ayrılan bir âbit misal verildi. Düşünce ve duygusu sadece dünya­lık olup nefsine yenik düşen kimsenin hali, hayali hep kemik olup dilini sar­kıtarak soluyan köpeğin bu haline benzetildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kalbleriyle hakkı anlamayan, gözleriyle gerçeği görmeyen, kulaklarıyla doğruyu işitmeyen kimseler, hayvanlara benzetili­yor. Fıtratlarındaki cevheri belirsiz duruma getiren bu insanlar hem kınanı­yor, hem uyarılıyor. Hilkat kanunundaki yerlerine dönmeleri ve yaratıldık­ları  amaç ve hikmete yönelmeleri isteniliyor.

Böylece «en güzel isimler Allah'ındır», denilerek ilâhî sıfatlarla O'nu da­ha iyi tanımamız ilham ediliyor. Sonra da Allah'ın âyetlerini yalanlayan­ların adım adım hüsrana gittikleri hatırlatılıyor. [298]

 

Meali:

 

179—  Şanıma and olsun ki, cin ve İnsanlardan birçoğunu Cehennem için yarattık; kalbleri vardır onunla (hakkı) anlamazlar; gözleri vardır onun­la (hakikati) görmezler; kulakları vardır, onunla (doğruyu) işitmezler, İşte bunlar (bu şuursuzlar) hayvanlar gibidir; belki daha da sapık ve şaşkın­dırlar. İşte gafiller ancak bunlardır».

180—  En güzel isimler Allah'ındır. O halde siz O'nu o güzel.isimle­riyle çağırın (duâ ve ibâdet edin); O'nun isimleri hakkında sapıtıp yanlış yolu seçenleri bırakın.  İleride onlar yapageldiklerinin cezasını görecek­lerdir.

181—  Yarattıklarımızdan bir ümmet de var ki, onlar hakka giden yolu gösterir, ona doğru irşat ederler; yine onunla adaleti uygularlar.

182—  Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, onları farkına varmayacak­ları şekilde yavaş yavaş, basamak basamak (kahrolacakları) sonuca yak­laştıracağız.

183— Onlara mühlet veririm. Doğrusu benim onlarla ilgili düzenim çok metindir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Allah, henüz gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl önce insanların kaderlerini takdîr etmiştir. Arş'ı da su üzerinde bulunuyor­du.» [299]               

Açıklama:         

Hadîste geçen ellibin yıl, bizim sun'î zamanımıza göre değildir. Kur'-ân'da Haç sûresi 47. âyette belirtildiği gibi, gerek âhirette, gerekse yüce âlemdeki bir gün bizim sayı ve ölçümüze göre ellibin yıldır. Bu rakam da sırf bizim anlayışımıza kolay gelsin diye yapılan bir takdirdir,   

Hz. Aîşe (R.A.) Validemiz anlatıyor:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Ansar'dan birinin ölen çocuğunun ce­nazesine çağırıldı. Ben de, «ne mutlu o çocuğa. Cennet kuşlarından bir kuştur o; ne kötülük işlemiştir, ne de (yaşı kötülük işleme) çağına yetiş­miştir!.» dedim. Bunun üzerine Resûlüliah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu: «Bundan başka bir sonuç mu olacaktı, ya Aîşe?! Doğrusu Allah Cennet'i yarattı ve onun için, henüz babalarının sulhlarında iken ehlini de ya­rattı. Cehennem'! de yarattı ve onun için de henüz babalarının sulhlarında iken  ehlini de yarattı..» [300]

«Çocuk anarahminde teşekkül edince Allah ona bir melek gönderir ki, o melek şu dört kelimeyle emrolunmuştur: O da, çocuğun rızkını, ecelini ve saîd mi, yoksa şakıy mi olacak(la ilgili) amelini yazar.» [301]

«Allah'ın doksandokuz ismi vardır. Kim onları sayıp anarsa, Cennet'e girer. Allah tek'dir, tek'i sever.» [302]

«Sizden birinize ne kadar bir sıkıntı ve üzüntü dokunur, o da şu dua­yı yaparsa, şüphesiz ki Allah onun sıkıntı ve üzüntüsünü giderir ve onun yerine ferahlık getirir: AHahım! Şüphesiz ben senin kulunum, kulunun oğ­luyum ve senin cariyenin oğluyum. Alnım (dizginim) senin elindedir,- hük­mün, hakkımda mutlaka geçerlidir. Hakkımdaki kazan (takdirin) âdildir.

Kendini andığın veya kitabında indirdiğin veya kullarından herhangi biri­ne öğrettiğin veya gayb ilminde kendine seçip beğendiğin bütün isimle­rinle senden diliyorum : Kur'ân'ı kalbimin baharı, göğsümün nuru, üzüntü­mün kalkması, sıkıntımın gitmesi eyle.,»

Bunun üzerine soruldu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! bunu öğrenelim mi?

  Evet, işiten herkesin öğrenmesi gerektir, diye cevap verdi. [303]

«Ümmetimden bir taife (güçlü bir cemaat) kıyamet Kopuncaya kadar devamlı surette hak üzere olup üstünlük sağlayacak; rüsvay etmek iste­yenler ve muhalefette bulunanlar onlara zarar vermeyecek..» [304]

 

Cin Ve İns

 

Şanırna ancl olsun ki, cin ve insanlar­dan birçoğunu Cehennem için yarattık..»

Kur'ân-ı Kerîm'de bu iki kelime hayli yerlerde birarada geçer. Cin sözü 22, ins sözü 18 âyette anılmıştır.

Cenn ve cünnûn, sözlükte : Bir şeyi gizlemek, örtmek manasına ge­lir. Meselâ, «cenne aleyhi'lleylü» cümlesi Türkçemize şöyle çevrilir: «Ge­cenin karanlığı onu örtüp gizledi.» Anarahmindeki çocuğa bu manayla «cenin» denilmiştir. «Cünne falânün = falan adam cinnet getirdi» yani aklı ve şuuru örtülüp dengesini kaybetti. C i n de buna yakın bir manaya delâlet eder. İsim olarak, insan duyu organlarının hepsinden gizli, gözler­den örtülü kaldıkları için, ışından yaratılan şuurlu ve fakat değişik bir ya­ratık kasdedilir.

Cin ismi, daha çok ins tabiriyle birlikte kullanılır, âyetlerde zikredil-diği gibi.. Zira yeryüzünde Hakk'a ibâdette bulunmak üzere yaratılan akıl, irade ve şuur sahibi sadece bu iki ayrı cins mahlûk söz konusudur. Nite­kim Kur'ân'da Zâriyat sûresinin 56. âyetinde bu husus şöyle belirtilmek­tedir : «Cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler diye yarat­tım.»

İkinci bir yorumla cin, ruhanîlerden bir kısmına verilen isimdir. Bi­lindiği gibi, ruhanîler genel anlamda üç kısımdır:

1.  Hayırlılar, seçkinler.

2.  Şerri ve kötülükleri temsil edenler.

3.  Bu ikisi arasında, her iki kısmın da sıfatını kendinde taşıyanlar.

Birinciler, meleklerdir. İkinciler, şeytanlardır. Üçüncüler, cinlerdir.

Ancak önemli bir hususu daha açıklamadan geçmek istemiyoruz. Ha­dîslerin açık delâletinden, cin ve şeytan sadece ruhanîlere isim olarak ko­nulmamış, bu arada gözle görülmeyecek kadar küçük olan mikroplar, bak­teriler ve çok küçük haşere hakkında da kullanılmıştır:

«Azız ve Celîi olan Allah, cinleri üç sınıf olarak yaratmıştır: Bir sınıfı, yılanlar, akrepler ve yerdeki küçük canlılardır. Diğer bir sınıfı, boşluktaki rüzgar gibidir. Bir sınıfı da, üzerlerine hesap ve ceza terettüp edenlerdir.»

«Allah insi de üç sınıf olarak yaratmıştır: Bir sınıfı hayvanlar gibidir. Bir sınıfın ise bedenleri ademoğuNarının bedenleri gibi, ruhları ise, şey­tanların ruhları gibidir. Diğer bir sınıfı ise, Allah'ın gölgesinden başka hiç­bir gölgenin olmadığı bir günde Allah'ın gölgesinde olanlardır.» [305]

«Cinler üç sınıftır: Bir sınıfın kanatları vardır, onlarla havada uçarlar. Bir diğer sınıfı yılanlar ve akrepler ve köpeklerdir. Bir sınıfı ise, (istedikleri şeye ve yere) hülûf ederler ve uğrayıp göçerler.» [306]

Yerdeki küçük haşere, yılan ve akrepler çarçabuk çıplak gözle görü­lemedikleri ve yerdeki çatlaklara, çukurlara gizlendikleri için onlara da bir bakıma «cin» denilmiştir. Boşlukta rüzgar gibi uçuşanları ise, mikrop­lar ve bakterilerdir, Üçüncü sınıf ise, insanlar gibi, İlâhî tekliflerle mükel­lef bulunuyorlar ve o bakımdan hesaba çekilecekler, amellerine göre kar­şılık göreceklerdir.

İbn Arabî diyor ki :

«Cinlerin de bizim gibi, itaatkârları ve âsîleri vardır. Melekler gibi bazı suretlere girip şekillenebilirler. Ne var ki, Allah gözlerimizi onlardan çekip almıştır; bir kısmımız ancak onları keşf-i ilâhî sayesinde görebiliriz.

Cinler letafet âleminden oldukları için, gördükleri güzel suretlere gir­me kabiliyetleri vardır. Ruhanîlerin nisbet edildiği asıl suret ise, Allah'ın onları ilk yarattığı surettir. Sonra da istekleri doğrultusunda muhtelif su­retlerde tezahür edebilirler.» [307]

İ n s, cinnin hilafı sayılır. Çoğulu «enâsî»dir ki beşer anlamına gelir. Aynı zamanda cin ve melek mukabilinde kullanılır. İnsan kelimesi de er­kek ve dişiyi kapsayan aynı mânada bir kelimedir. Bazı lûgatçılar bu keli­menin tesnrye (ikil) olduğunu iddia etmişlerse de uzmanlara göre, doğru değildir. İnsan'ın kelime olarak çoğulu, nâs, ünas ve ünasî gelir. İlim adam­larının çoğuna göre, insan, cins isimdir ve sonundaki (n) harfi fazladır. [308]

 

Cinler De İlâhi Hükümlerle Yükümlü Müdürler?

 

Az yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kur'ân ve hadîslerin açık delâletin­den, onların da ilâhî hükümlerle yükümlü bulundukları; Kur'ân'ın onlara da hitap ettiği ve o bakımdan onlara da indirildiği; Hz. Muhammed'in (A.S.) insanlara peygamber olarak gönderildiği gibi, onlara da gönderildiği an­laşılıyor. Nitekim Cin sûresinde bu husus biraz daha açıklığa kavuşturul­muştur. Ancak cinlerin aile ve sosyal hayatlarını, taşıdıkları nefsanî duy­guların ölçü ve mahiyetini bilmediğimiz için, ilâhî hükümlerden hangileriy­le mükellef tutulduklarını belli çizgileriyle ortaya koymamız bir bakıma mümkün değildir, Bilinen en önemli husus, Allah'a ve Peygamberine inan­mak, Kur'ân'ı dinleyip anlamak gibi esasların başta geldiğidir.

Cinlerin de insanlar gibi, Hakk'ı ve hakikati anlayacak akıl ve idrâk-, leri, doğruyu ve iyiyi görecek gözleri, hakkın sesini işitecek kulakları var­dır. Onlara yönelen ilâhî buyrukları bu üç yoldan almaları emredilmektedir.

Daha önce En'âm sûresinde açıkladığımız gibi, cinler dumansız ateş­ten, diğer bir yorumla ışınlardan yaratılmışlardır. Nitekim Rahman sûre­sinde bu konu açıklanmaktadır. Onlara ait cinnî ruhlar da daha önce ruh­lar âleminde yaratılmıştır. Sonra da vakti ve saati gelince inip kendileri için yaratılan kalıplara girerler.

İnsanoğlu nasıl melekle hayvan arasında, her ikisinden de bazı sıfat­ları kendinde toplayarak üçüncü bir canlı olarak yaratilmışsa, cinler de melekle şeytan arasında orta kademede her ikisinden bazı sıfatları ken­dinde taşıyarak yaratılmışlardır. Hangi sıfata ağırlık verip güçlendirirlere, o sıfatın bağlı bulunduğu varlığa daha çok yaklaşmış olurlar. İşte ilâhî emirler onları şeytanlardan uzaklaştırıp meleklere yaklaştıracak özellik ve muhtevadadır, diyebiliriz. [309]

 

Cehennemlikler

 

«Şanıma and olsun ki, cin ve insanlardan birçoğunu Cehennem için yarattık..»

Âyetin açık anlatımından, cin ve insanlardan birçoğunun Cehennem için belirlenip yaratıldığı anlaşılıyor. İlk bakışta, bu iki ayrı cinsin henüz Dün­yaya ayak basmadan cennetlik ve cehennemlik olanları belirlenmiş de öy­lece madde âlemine getirilmişlerdir. Konu bu olunca, iyilik ve kötülüğün, imân ve inkârın, ibâdet ve isyanın anlamı ve değeri nedir? İnsanoğlu henüz Dünya'ya gözlerini açmadan nereye varacağı kesin ölçülerle tesbit edil­diğine göre Âhiret âleminde neden hesaba çekilecektir?

Bu ve benzeri soruları çoğaltmak mümkün; ama hakikat hiç de öyle değildir. Hiç kimsenin irâdesine zincir vurulup eli-kolu bağlanarak iyiliğe veya kötülüğe itildiği ve itileceği düşünülemez. Allah, ezelî ve ebedi il­miyle herşeyi kapsayıp kuşatmıştır. Ona göre geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman kavramı söz konusu değildir. O. takdir edip yaratacağı cinlerle in­sanları birtakım sıfatlar, yetenekler ve araçlarla donatmayı, herbirini bel­li bir ortamda mükellef tutacağını önceden plânlayıp tesbit etmiştir. Cin ve insden herbirinin dünya hayatına adım attığı andan itibaren ölüm anı­na kadar -kendi irade ve yetenekleriyle- neler yapacaklarını, hangi yolu seçip yürüyeceklerini, yine o sonsuz, sınırsız ilmiyle bilip ona göre cennet­lik, ya da cehennemlik olanları belirliyerek yazmıştır. Önceden yazıldığı için insan veya cin iyilik veya kötülük işlemeye zorlanmamaktadır. İşleye­ceği için yazılmıştır ve Allah'ın ilmi asiâ yanılmaz..

Görülüyor ki, her cin ve insan, ezelde kaderinin çizilip yazıldığı için cennetlik, ya da cehennemlik olmuyor; olacağı için takdîr edilmiştir. Ö ba­kımdan sorumluluk, yükümlülük; hesaba çekilme ve karşılık görme gibi, hayatımızı düzene sokacak safhalar önümüze konulmuştur.

Âyetteki kelimelere bir bir dikkatle baktığımızda, belirtmek istediği­miz hususlar ZEREE fiilinden rahatlıkla anlaşılıyor. Çünkü bu fiil, ruhlar yaratılıp belli düzeye getirildikten, yani insaniyet mayası ile irtibat sağla­dıktan sonra henüz dünya'ya indirilmeden, başlatılanı izhar etmek, kişilik­lerini tesbitte bulunmak demektir. Âyette HALAKNA denilmeyip ZERE'NA denilmesinin hikmetlerinden biri budur. HALAKA, daha önceleri de belirt­tiğimiz gibi, daha çok, yokluk karanlığından varlık aydınlığına misalsiz ve örneksiz yaratıp getirmektir. Ayrıca bu, icad etmek, yeni bir şey bulma mânalarında da kullanılmıştır. Böylece HALAKA ile ZEREE arasında bir yönlü umum-husus vardır: Her halk aynı zamanda zer'dir; ama her zer' halk değildir. O bakımdan Rağıb kendi Müfredat'ında zer' kelime­sini şöyle açıklamıştır: «Allah'ın vücuda getirmek istediğini izhar etmesi­dir..»

Müfessir Zemahşerî  konumuzu  oluşturan  âyetin  tefsirinde  şöyle  bir

açıklamada bulunmuştur: «Cehennemlik olan cin ve ins, o kimselerdir ki, Allah onların (kalblerinde) letafet bulunmadığını (ilmiyle önceden) bilmiş­tir ve o bakımdan kalbleri mühürlenmiştir. Öyle ki, onlar zihinlerini Hakk'ın marifetine açmazlar ve çevirmezler, Allah'ın yarattığı eşyaya ibret bakı­şıyla bakmazlar; karşılarında okunan Allah'ın âyetlerini derinden derine düşünme dinleyişiyle dinlemezler. Sanki onlar, kalblerin anlayışını, gözle­rin görmesini, kulakların işitmesini kaybetmişlerdir,... Ve onlardan aneak cehennemliklerin fiilleri sadır olur..» [310]

 

Hayat Gemisini Rotasında Tutan Düşünce Ve Duygu

 

«Kalbleri vardır, (onunla) hakkı anlamazlar.»

İlgili âyetle, cehennemliklerin kalb, göz ve kulağı söz konusu edilerek bu üç organı yaratıldıkları amaç ve hedefe yöneltmiyenlerin kendilerine büyük haksızlık ettikleri bildiriliyor. Radar sistemi, dümeni ve farları bo­zuk bir gemi veya uçağı düşünecek olursak, o vaziyette sonunun nereye varacağını anlamakta gecikmeyiz. İnsanların durumu da öyle..

Kalb, insan şuurunun ve idrâkinin bir diğer adıdır. Radar cihazından çok daha önemlidir. Yolu, yöntemi, tehlikeyi ve mutlu sonucu belirlemeye yarar. Kulak onun dümeni, gözler ise, farları mesabesindedir.

Her organda ve özellikle dış dünyamızla ilgi ve irtibatımızı sağlayan bu üç organda Allah'ın kudretini, O'nun sanatındaki inceliği ve varlığının belgelerini görüp idrâk etmiyen bir cin veya ins, nereden geldiğini, nere­de niçin bulunduğunu, daha sonra nereye neden gittiğini bilmeyen bir aşa­ğı canlıdan farksızdır.

Âyetteki sıralama : Kalb, göz ve kulak. Bu, gelişigüzel bir anlatım de­ğil, insan hayatını bir üçgen üstünde tutan ve biri diğerini tamamlayan ni­metlerdir. Kalb, düşünüp hakikati idrâke yarar. İdrâk başlayınca, göz ona yardımcı olur. Görebildiklerinin gerçek veçhesini tesbit etme işini kalbe havale eder. İdrâk görülen şeylerle birleşince, kulak hakkın sesini işitme­ye yönelir. Duyunca da kalb ve göz ile birleşip bütünleşir. Böylece asıl maksat gerçekleşme safhasına gelmiş olur. [311]

 

Esmâ-İ Hüsnâ (Allah'ın Güzel İsimleri)

 

«En güzel isimler Allah'ındır..»

Allah'ın isimleri tevkifidir, yani Cenâb-ı Hak tarafından belli sayıda

tutulup belirlenmiştir.  Artık  biz  kendiliğimizden  ona  ne  ilâve  yapabiliriz, ne de değiştirebiliriz.

O'nun her ismi ve sıfatı, sonsuz, sınırsız yüce kudretinin ayrı bir te­zahürünün remzidir. Nitekim Tirmizî'nin Ebû Hüreyre'den (R.A.) yaptığı rivayette, «Allah'ın doksandokuz ismi vardır. Birinde olan (ilâhî sünnet, kudret, hikmet ve esrar) diğerinde yoktur.» buyurulmuştur.

Allah, kâinatı ilmiyle olduğu gibi, kudretiyle de kapsayıp kuşatmıştır. O bakımdan O'nun bu ihatası bütün sıfatlarıyla tecelli eder. Hemen canlı cansız her şeyde onların tesir ve damgası bulunmaktadır. Bir cismi elimi­ze aldığımız, bir canlıyı incelediğimiz ve bir sisteme dikkatle baktığımız zaman, ondaki esmâ-i hüsnâ'nın tecelli ve tezahürlerini görebildiğimiz öl­çüde onu anlamış oluruz. Hazreti Peygamberin (A.S.) her vesileyle eşya­nın hakikatini görmek isteğinin bir ucu bu hikmete dayanmaktadır.

Kâinatta insanoğlunun, Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellisine en çok mazhar kılınan bir varlık olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Esmâ-i Hüsnâ'nın ayrı ayrı sır ve hikmetinin izleri insanda toplanmış ve daha çok belirgin hale gelmiştir. Bunu görüp gönülden inanan bir mü'minin, şartlar ve ihtiyaçlar doğrultusunda Allah'ın isim ve sıfatlarından mevcut duruma uygun düşenini seçerek duâ etmesi, o ismin yüksek feyiz ve rahmetine lâyık olmanın en uygun yolu ve en açık kapısıdır..

«Zat-i Hak'tan talep vukuunda, Sineden mâsiva silinmelidir. Her duâ müstecap olur amma, Talebin sureti bilinmelidir.»

Mısra'ları bu gerçeği dile getirmektedir. Müfessirlerden Mukatil ve birkaç zat bu âyetin iniş sebebini şöyle tesbit etmişlerdir: «Müslümanlar­dan bir adam, namaz duasında YA RAHMAN, YA RAHÎM!. diye niyaz edi­yordu. Müşriklerden biri onun sesini duyunca, Muhammed ve arkadaşları bir tek Rabb'e kulluk ettiklerini iddia ediyorlar; oysa bu adam iki Rabb'e birden duâ edip yalvarıyor, diyerek İslâm'a yeni ısınanların kalblerine şüp­he sokmaya çalıştı. O sebeple «En güzel isimler Allah'ındır. O halde siz O'nu o güzel isimleriyle çağırın..» mealindeki âyet indi. [312][313]

 

Hakk'a Giden Yolu Gösteren Bahtiyarlar

 

«Yarattıklarımızdan bir ümmet de var ki, onlar Hakk'a  giden  yolu  gösterir,  ona  doğru  irşat ederler;  yine onunla adaleti uygularlar.»

Âyetin ve hadîslerin delâletinden anlaşılıyor ki, her devirde, kendi­ni Allah yoluna adayan, Hakk'a giden yolu gösteren, doğruya irşat eden bir cemaat vardır. Dini tazeliğiyle yaşayıp ayakta tutanlar da onlardır. Di­ğer bir tabirle, onlar 73 fırkadan biri, ama kurtuluşa erenleridir. Bu, «Kur'-ân'ı gerçekten biz indirdik ve elbette biz onun koruyucularıyızdır.» mea­lindeki âyette va'dedilen dini koruma hakkındaki beyânın ayrı bir teza­hürüdür. [314]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrinden günümüze kadar, ilâhî ema­netlerin en büyüğü olan Kur'ân ve İslâm'ın ışığını söndürmek isteyenler hemen her asırda çoğunlukta olmuş, bu emaneti koruyanlar ise azınlıkta kalmış, buna rağmen Kur'ân ve İslâm yaşamış, yaşamaya devam etmiş ve hâlâ yaşamaktadır ve yaşamaya devam edecektir. Zira Allah'ın ezelde koyduğu sünnetullah gereği, o emaneti koruyup Hakk'a giden yolu göste­renler her devirde sahnede olacaklar ve irşat görevi kesintisiz devam ede­cektir.

Beşlerin rivayet ettiği, «Ümmetimden bir taife (güçlü bir cemaat) kı­yamet kopuncaya kadar devamlı surette hak üzere olup üstünlük sağlaya­cak; rüsvay etmek isteyenler ve muhalefette bulunanlar onlara zarar ve-remiyecek!» mealindeki hadîs, yukarıda mealini naklettiğimiz Hicir sûresi 9. âyeti tefsir etmektedir. [315]

 

Hakk'ı Yalanlayanlara İstidrac Kanunu Uygulanır

 

«Âyetlerimizi yalanla­yanlara gelince, onları farkına varmayacakları şekilde yavaş yavaş, basa­mak basamak (kahrolacakları) sonuca yaklaştıracağız.»

Hakk'a karşı gelmenin, ilâhî emir ve sünnete sırt çevirmenin cezası, farkına varmadan adım adım kahredici bir sonuca sürüklenip gitmektir. Bu, ilâhî programda yer almış bir hükümdür, inkarcıların azgınlık ve şıma­rıklığı belli bir noktaya gelince mutlaka gerçekleşir.

İnkâr ve azgınlık müzminieşince, tedavisi zor bir hastalık hâlini alır; kalb ve dimağda kök salıp ilâhî marifete yer bırakmaz olur. Böylece derin bir gaflet ve irâde dışı bir sarhoşluk başgösterir. Zaman denilen törpü hem ondan yana gibi görünür, hem de onu törpüleyip tüketme marifetini sürdürür. Her nefes alıp verdikçe, her adım attıkça uçuruma biraz daha yaklaşmış olur; derken sünnetullah «istidraç» hükmünü yürütür.

Kur'ân'ın bu açıklaması, hem insan psikolojisi hakkında bir bilgi ver­meye, hem insanların çoğunu uyarmaya, hem de Allah'ın cari sünnetlerin­den birini hatırlatmaya yönelik bulunuyor. [316]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

İstidraç:

a) Derece derece, basamak basamak sürükleyip elim sonuca götürmek.

b} Yukarıdan aşağıya doğru basamak basamak indirmek,

c)  Yenilenen her nimete karşı farkına varmadan veya neticesini dü­şünmeden, günah, azgınlık, inkâr ve haksızlığı yenilemek ve böylece ne­fes nefes, ilâhî ilimle belirlenmiş elim sonuca doğru gitmek veya götürül­mek.

d)   Nimetler içinde yüzüp nîmeti vereni hatırlamayanı, ya da onu in­kâr edip nankörlükte bulunanı, nîmetin sarhoşluğu içinde bocalar bir hal­de bırakmak ve öylece belirlenmiş âkibete kademe kademe sürüklemek.

e) Eriştiği makam ve serveti kendi adına büyük bir başarı sayan inkar­cı gafili, başaşağı varacağı yere, hissettirmeden yavaş yavaş çekip götür­mek., gibi manalara gelir.

Kur'ân iomalî anlamda zikredilen   istidracı   şöyle açıklıyor: «On­lara mühlet veririm. Doğrusu benim onlarla ilgili düzenim çok metindir,» [317]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

karıda gecen âyetlerle, Allah'ın ezeli ve ebedî ilmiyle, cin ve insan-çoğunun cehennemlik olduğunu tesbit ettiği belirtildi ve bunun bir

zorlama anlamında değil, ilmin malûmata tabi olma sünneti doğrultusun­da düşünülmesinin gereğine işaret edildi.

En güzel isimlerin Allah'ın olduğu ifade edilerek, eşyada O'nun isim­lerinin, sıfatlarının tecellilerini görmemiz istenildi. Sonra da hemen her çağda dini tebliğ edip irşat görevini yürütenlerin bulunacağı müjdelendi ve Allah'ın âyetlerini yalanlayanların tedricen, kahrolacakları sonuca yak­laştırılacakları haber verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Hz. Muhammed'in (A.S.) aklî dengesinin, ruhî yeteneğinin kusursuz anlamda yerinde olduğu ve inkarcıların tuttukları yo­lun tehlikesine karşı Peygamberin (A.S.) uyarma görevini yerine getirdiği hatırlatılıyor. Sonra da yer ve göklerdeki mükemmel düzen ve dengeye dikkatler çekilerek beşer aklına ışık tutuluyor. [318]

 

Meali:

 

184—  Hiç düşünmediler mi, vatandaşları (Hz. Muhammed'de) cinnet eseri yoktur. O ancak açık-seçik (ilerideki tehlikeli uçurumu haber veren) bir uyarıcıdır.

185—  Onlar göklerin ve yerin ve Allah'ın yarattığı herhangi bir şeyin varlık ve düzeninin nasıf yüksek, dengeli ve ahenkli bir kanunla yürütüldü­ğüne bakmıyorlar mı? Ve umulur ki ecellerinin de pek yakın olduğunu hiç düşünmediler mi? Bundan sonra artık hangi söze inanırlar?!

186— Allah kimi doğru yoldan saptırırsa, onu doğru yola iletecek yok­tur. Allah onları azgınlıkları içinde bocalayıp şaşkın şaşkın dururken bıra-kıverir.

 

İniş Sebebi

 

Katade'nin yaptığı tesbite göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Mek­ke'de akşam üzeri Safa tepesine çıkıp Kureyş ailelerine bir bir seslenerek şöyle uyarı ve irşatta bulundu :

«Ey falan aile! şüphesiz ki ben size önünüzdeki tehlikeyi haber veren apaçık bir uyarıcıyım..»

Kureyş'ten bir adam O'nun bu çağrısına karşılık havayı bozarak şöy­le dedi : «Sizin hemşehriniz Muhammed galiba cinnet getirmiş, öyle gö­rünüyor ki sabahlara kadar böyle ötüp duracak..»

O nedenle yukarıdaki âyetler indi. [319]

 

Hz. Muhammedi (A.S.) Akıl Hastası Sananlar               

 

«Hiç düşünmediler mi, vatandaşları (Hz. Muhammed'de) cinnet eseri yoktur.»                                                  

Kureyş putperestleri aşırı bir taassup içinde Hz. Muhammed'e (A.S.) deli, şâir, eskilerin masallarını nakleden şaşkın gibi, bir sürü yakışıksız sözler kullanıp yakıştırmalarda bulunuyorlardı.

Asırlarca sonra Hıristiyanlık taassubu da iyice kabardt, o yüzden birçok gerçekleri aşacak kadar körleştiler. Onlarda putperestler gibi birtakım yer­siz yakıştırmalara yöneldiler. Bizdeki bazı dinsizler de mal bulmuş mağribî gibi, kollan sıvadılar ve Hollandalı Dr. Dozy'nin (1820-1883) dümen suyu­na kendilerini salıverip Peygamberimiz için Epileptik (sar'âiı) diye­cek kadar ileri gittiler ve bunu 1951'de ülkemizde basılan Adlî Tıp'ın ikinci cilt 813. sahifesine koydular. Şüphesiz ki, din ve ilim adına bu bir cinayet­ti ki, pervasızca işlenmişti. Sonra doğumunun 1400. yılı dolayısıyla Fransız Tıp Akademisi, Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz hakkında ilmî bir araştır­ma yaptılar ve lütfen, «Muhammed (A.S.) epileptik ve histerik (duyu bo­zukluğuna, ruh şaşkınlığına yakalanıp çırpınmalar ve kasılmalar gösteren bir hasta) değildir» diye rapor hazırladılar. Şüphesiz ki, bu da ayrı bir kurnazlık.. [320] İslâm ülkeleriyle olan ilişkilerini ve sömürülerini kesintiye uğra­tacak bu kabil yanlışları bilimsel olarak kabul etmediklerini ima etmeye yönelik ve bütünüyle politik bir kurnazlık olarak yorumlayabiliriz.

Kur'ân, Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed'de (A.S.) cinnet ve sar'â eseri bulunmadığını açıklarken, meseleyi kelimenin dar kalıbında bırak­mıyor, insan aklını ve idrâkini harekete geçirecek üc ayrı delil ve belge sı­ralıyor :

1—  Önlerindeki tehlikeli uçurumu haber veren mükemmel bir uyarıcı.

2—  Göklerin ve yerin mükemmelin de ötesinde bir plâna göre yara­tılmasından; denge ve düzenin bütün inceliklerini kendinde bulunduran bir sistemden kusursuz şekilde haber veren kâmil ve ekmel insan..

3—  Eşyanın her parçasında Allah'ın mutlak kudret ve rahmetinin ese­rini gösteren, hiçbir şeyin boş, anlamsız ve amaçsız yaratılmadığını, akla ışık tutarak açıklayan, ilmî araştırma hevesinde olanlara temel bilgi veren ve bu bilgisinde yanılmayan ve kendisine inen vahyi olduğu gibi muhafaza eden fevkalâde bir hafıza..

Bütün bunlar Hz. Muhammed'in (A.S.) ilâhî vahye mazhar kılındığını göstermekte, inkarcıları insaf ve izana davet etmekte ve insanlık tarihin­de bir benzerinin bulunmadığını isbat etmektedir.

Vahyin ve onu getiren büyük meleğin nasıl bir kudreti temsil ettikleri­ni anlamadan, ilâhî kelâmın kalbe likasının hikmetini kavramadan, vahyi telâkki esnasında beşer ruhunun duyduğu lâhutî sesi düşünmeden, Hz. Muhammed'in (A.S.) büyük melek, diğer bir tabirle büyük ruh Cibril'le bir-araya geldiği andaki halet-i ruhiyesini anlayıp tasvir etmek elbetteki müm­kün değildir.

Vahyi getiren melek, sonsuz kudretin temsilcisidir ve üstün bir gü­ce sahip en büyük ruhtur. Vahiy ise, Allah sözünün tarîf çerçevesine sığ­mayan beyânıdır. O bakımdan sözü edilen meleğe muhatab olan, ilâhî sö­zü kalbiyle alan zatın, o esnada bedenî yapısının duygularıyla birlikte ru­huna tabi olması, hattâ bir bakıma ruhuna dönüşmesi kaçınılmaz bir olay­dır. Aksi halde vahyi telakkiye imkân yoktur.

Vahyin, ruhun, meleğin ve ilâhî kelâm sıfatının tecellisinin ne demek olduğunu bilmeyenlerin bu konuda konuşması hatalı ve çok sakıncalıdır. Onun için Kur'ân, Hz. Muhammed'de (A.S.) cinnet bulunmadığını belirtir­ken, insan aklını ve idrâkini önce kâinattaki mutlak düzene çeviriyor; bu düzen hakkında bilimsel araştırmaya temel teşkîl edecek ana fikirleri ve­rip Peygamber'in kendiliğinden konuşmadığını, verdiği yüksek ve doğru bilgilerin vahye dayandığını bildiriyor. [321]

 

Allah Kimi Doğru Yoldan Saptırırsa

 

<<A"an kimi doğru yoldan saptırırsa, onu doğru yola iletecek yoktur.»

Doğru yolu görmeyen, doğru yolun varlığını ilham eden kâinat kita­bına kalb ve kafa gözünü çevirmeyen; eşyaya aklıyla, vicdanıyla ve bütün yetenekleriyle bakmayan, kulaktan dolma basit bilgilerle Hakk'i inkâr eden­leri, Kur'ân'ın yüksek anlatımı, akla ışık tutan hikmeti, iime ışık tutan be­yânları doğru yola sokmaya kâfi gelmiyorsa, artık hangi söz onlarda olum lu tesir uyandırabilir? Kendini bu çizgiye getirip inkâr ve şaşkınlığı içinde bocalayan kimseyi, artık Allah, bulunduğu noktada kendi haline bırakır. Bu, onu doğru yoldan saptırma şeklinde ifade edilerek iyice düşünüp hik­metini anlamamız içindir.

Unutmayalım ki, kul ile Allah arasında imkân ve irâde sınırı vardır. Bu sınıra aklıyla, idrâkiyle ve vicdanıyla gelmeyen bir insana ilâhî hidâ­yet tecelli etmez. O yüzden kişi sapıklık içinde bocalayarak ömür serma­yesini bir hiç uğruna tüketmiş olur. Kendini o sınıra ulaştırana ise, Allah dilediği takdirde hidâyet yolunu açar.. [322]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Hz. Muhammed'e (A.S.) deli diyecek kadar ak­lını, vicdanını kaybeden putperestler hem kınandı, hem de akıl ve idrâkle­rini harekete geçirmeleri için kâinatta hâkim olan mutlak düzen ve den­geye bakmaları tavsiye edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kıyametin kopuş saati hakkındaki bilginin Ailah yanında tutulduğu, beşere böyle bir bilgi kapısının açılmadığı hakkında açıklama yapılıyor. Sonra da kıyametin mutlaka kopacağı üzerinde duru­larak mevcut düzenin bozulacağı ve yerine yeni bir düzenin kurulacağı kapalı bir anlatımla hatırlatılıyor. Arkasından Peygamber {A.S.) Efendi-miz'in görev sının çizilerek bilgi veriliyor. [323]

 

Meali:

 

187—  Sana Kıyametin kopuş saatından soruyorlar, ne zaman sübut bulacak (meydana gelecek)? De ki: Onunla ilgili ilim Rabbimin katında-dır. Onun vaktini Rabbimden başkası açıklayamaz. O saat göklerde de, yerde de ağır basmıştır; o size ancak ansızın gelecektir. Sen onu araştırıp bilmiyormuşsun gibi senden soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah'­ın yanındadır; ama ne var ki (bu gerçeği) insanların çoğu bilmezler.

188—  De ki: Ben -Allah'ın dilediği dışında- kendi kendime bir yarar ya da bir zarar vermeye sahip değilim. Eğer gaybı bilmiş olsaydım, iyilik yapmayı daha da çoğaltırdım ve bana kötülük de dokunmazdı. Ama ben ancak imân eden bir milleti (tehlikeye karşı) uyaran, (onları sonsuz bir saadet ile} müjdeleyen bir peygamberim,

 

İniş Sebebi

 

Katade'nin îesbitine göre, Kureyş'ten bazı kişiler, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek, «aramızda yakınlık ve hısımlık vardır. Kıyametin ne zaman  kopacağını  bize gizlice söylersen  çok  seviniriz»  dediler.  Bunun

üzerine yukarıdaki âyetler indi. [324]

İbn Abbas (R.A.) dan yapılan rivayete göre, Yahudilerden iki adam Resûlülldh (A.S.) Efendimiz'e gelerek : «Ya Muhammedi eğer peygamber isen bize kıyametin ne zaman kopacağını haber ver; çünkü biz onu bili­yoruz.» dediler. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [325]

 

İlgili Hadîsler

 

Melek Cebrail'in genç bir adam şekline girip Resûlüllah'a {A.S.) gel­mesi, İslâm ve İhsan'dan scup cevap aldıktan sonra kıyametin ne zaman kopacağını sormaya geçmesi. Peygamber (A.S.) Efendimiz'in de, «Bu hu­susta sorulan sorandan daha bilgili değildir» diye cevap vermesi pek meş­hurdur. [326]

«And olsun ki, kıyamet kopacaktır. O kadar ki, alıcı ile satıcı araların­daki elbiseyi açacaklar, ama alıın-satım henüz tamamlanmadan ansızın kıyamet kopacak da açık kalan o elbiseyi katlayıp dürmek mümkün olma­yacaktır.

Yemin ederim ki, elbette kıyamet kopacaktır. Öyle kr, sağmal deve­sinin sütünü sağıp gelen kişiye ondan içmek nasip olmadan (ansızın) ko­pacaktır.

Yine hiç şüphe yok ki, kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle ki, kişi ha­vuzunu sıvayıp onaracak, ama kıyamet ansızın kopacak da havuzun suyu­nu kullanmak mümkün olmayacaktır.

Kıyamet elbette ki kopacaktır; o kadar ki, yemek yemeğe başlayan kişi lokmasını ağzına götürecek, derken ansızın kıyamet kopacak, o lok­mayı yemek nasip olmayacaktır.» [327]

 

Kıyamet Ve Saat

 

«Sana kıyametin kopuş saatından soruyorlar.»

Kıyamet olayının meydana geleceğine dair birçok âyet ve sahih ha­fi) dîs vardır. Bu olay şüpheden uzak, kesinlik arzeden bir ifadeyle açıklandı­ğından imân esaslarından biri kabul edilmiş, inkârı küfrü gerektiren se­bepler arasında anılmıştır.

Enbiyâ sûresi 104. âyetle kıyametin kopma olayının sadece Dünya'da değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini içine alacak ölçüde olacağı, ku­rulu düzenin bozulacağı, sonra da yeni bir düzenin kurulacağı hakkında kısa bilgi verilmektedir.

Şöyle ki : «Göğü kitap dürer gibi düreceğimiz gün, yaratmaya ilk baş­ladığımız gibi onu tekrar meydana getireceğiz. Bu, üzerimize gerekli olan bir sözdür. Şüphesiz ki biz (bunu mutlaka) yapacağız.» [328] mealindeki âyet'in, kıyamet olayı hakkında en özlü ve doyurucu bilgiyi verdiğinde şüp­he yoktur.

Kâinat sisteminin, diğer bir tabirle mevcut düzenin bozulup alt-üst olması, bazan «saat», bazan «kıyamet», bazan «zilzal», bazan «kariâ» gi­bi deyim ve kavramlarla anlatılmıştır. Tabii her deyimin kendine has bir anlam ve kavramı vardır, ama hepsi de bir noktada birleşir, o da kurulu düzenin bütünüyle yıkılıp darmadağın olmasıdır. Yeri gelince bu tabirleri bir bir taşıdıkları özelliklerine göre elbette açıklayacağız. Burada «saat» tabiri geçtiğinden önce onu açıklamamızda fayda vardır.

Saat, sözlük olarak zamandan, belli olmayan az bir parça demek­tir. Astronomlara göre, yirmidört eşit zaman parçalarından biridir. İçinde bulunulan hazır vakta da bazan bu isim verilir. Kıyametin kopuş anı hak­kında ise bu isim çok kullanılır. Ancak Kur'ân'da «saat» kelimesi, (elif-lâm)sız kullanıldığı yerlerde zamandan bir parça anlamına gelir; (elif-lâm) ile kullanılan yerlerde ise, kâinatın mevcut kurulu düzeninin bozulup kı­yamet olayının meydana gelmesini ifade eder. Bu iki mânayı bir arada şu âyette görüyoruz : «Beklenen kıyamet saati gelip gerçekleşeceği gün, suçlu günahkârlar (Dünya'da veya kabirde) bir saattan fazla kalmadıkla­rına yemin ederler..» [329]

O halde kıyametle birlikte anılan saat, kıyametin başlangıcını, «kı­yamet» tabiri ise, kopuşun safha ve sonunu anlatır.

Kurulu her düzenin, mevcut her hareketin mutlaka bir başlangıcı var­dır. O halde sonu da vardır. Kur'ân'da kâinatın sonradan yaratılıp ilâhî plân gereği tekâmül ede ede bugünkü sistemlerin oluştuğu, Dünya'nın da sonradan yaratılıp birkaç jeolojik devir geçirdikten sonra insanoğlunun hizmetine ve yaşamasına elverişli kılındığı açıklanır. Böylece her başlangıcın bir sonu olacağı, kıyamet ve saat tabirleriyle bildirilir. Her hareketin bir başlangıcı ve bir başlatıcısı olduğuna işaretle temel bilgiler verilir. Din­den destek ve ışık almayan bir ilim, hiçbir şeyin yoktan varedilemiyeceği-ni, var olan şeyin de artık yok olmayacağını, ancak zıddına dönüşeceğini iddia eder ve ölen bir canlının parazitlere dönüşmesini misal verir. Kur'-ân'a göre, madde önceleri mevcut değildi. Cenâb-ı Hak ise hep mevcuttur ve sonsuz, sınırsız kudret sahibidir. Kâinatı belirlediği plâna göre yarat­mayı murat edince muazzam bir enerji meydana getirdi. Sonra bu enerjiyi bazı fiziksel ve kimyasal kanunlara bağlayıp gaz haline soktu. Zamanla yine kendine has bir kanunla gaz yoğunlaşıp maddeye dönüştü. Sonraları o madde bölünerek bugünkü düzen yavaş yavaş oluştu. Günümüzde ato­mun parçalanmasıyla maddenin enerjiye dönüştüğünü biliyoruz.

«Sonra gaz halinde (veya duman halinde) bulunan göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne, ister istemez gelin, buyurdu. İkisi de, isteyerek, boyun eğe­rek geldik, dediler.» [330] mealindeki âyet, o muazzam enerjinin yoğunlaşıp gaz halini aldığını ve sonra da yoğunlaşıp göklerin ve yerin meydana gel­diğini haber veriyor.

Bunun aksini iddia ise, hem bizi olumlu bir sonuca götürmemekte, hem de fasit bir daire içinde döndürüp bocalatmaktadır.

Ayrıca Kur'ân'da kâinatın, kıyamet kopmasıyla bozulup ilk yaratıldığı hale getirileceğine dikkatler çekiliyor. Ancak bu ifade iki yorum istemek­tedir: Birincisi, tekrar gaz haline gelmesidir. İkincisi, bozulduktan sonra birleşip tek parça halini alması ve ondan sonra âhiret düzeninin kurulma­sıdır. Allah daha iyisini bilir. [331]

 

Kıyametin Kopuş Zamanı Hakkında Bilgi

 

Bu bilgi Allah'a has ve O'nun yanındadır; kimseye bildirilmemiştir. Ne­den bildirilmediğinin birçok hikmetleri vardır. İlk akla geleni ise, Allah'a dosdoğru imân eden kavim ve milletlerde çalışma azmi kırılabilir; yer yer atalet başlardı. Oysa İslâm'a göre, hayat bütünüyle harekettir. Sonra da kıyamet her an kopabilir korkusu olmaz ye bu yüzden dünya ile âhiret ara­sında İslâm'ın kurduğu denge bozulabilirdi. [332]

 

Tasavvufî Yönü Peygamberin Zahirî Vasıfları

 

«De ki: Ben -Allah'ın dilediği dışında- kendi kendime bir yarar, ya da bir zarar vermeye sahip değilim.»

Peygamberler zincirinin son halkası ve ilâhî mesajın son tebligatçısı Hz. Muhammed (A.S.), şüphesiz kî beşer için takdîr edilen manevî ba­samakların en yüksek noktasında bulunuyordu. Ruhî cevherinin eriştiği füyuzat ve inayet kelimeyle anlatılmayacak kadar büyüktür. Buna rağmen O, risalet görevini sürdürürken Allah'ın kendisine verdiği zahirî sıfatları doğrultusunda hareket etmiş, manevî sıfatlarını çoğu zaman harekete ge-çirmemiştir. Tabii bunun birçok sebep ve hikmetleri vardır. Biz önce özet­le O'nun zahirî sıfatlarını maddeler halinde sıralamayı, sonra da sözü edi­len sebep ve hikmetlerden bir kısmını belirtmeyi uygun bulduk. [333]

 

Zahirî Sıfatları

 

1—  Resûlüllah (A.S.) kendi kendine bir yarar, ya da zarar verme hür­riyetine sahip değildi. Allah'ın yüksek irâdesine bağlı bulunuyordu. Böylece O'nun cüz'î irâdesi küllî irâdeye tabi' idi.

2—  Allah bildirmediği takdirde gaybı  bilmezdi.  Eğer bilmiş olsaydı, durmadan hayır ve iyiliği çoğaltır ve kendisine kötülük de dokunmazdı.

3—  O ancak Hakk'a gitmeyen yolun tehlikesine karşı insanları uya-nrdı.

4—  İkinci hayatı haber veren, sonsuz saadeti müjdeleyen, ebedî aza­bı hatırlatan bir beşîr ve nezîr idi.

Müjdeleme ve uyarma düzeyinde teblîğ görevini kusursuz yerine getirirdi. [334]

 

Manevî Veya Ruhî Sıfatları

 

1—  Ruhundaki nur, kâinatın özü ve mayasıdır.

2—  Ruhî cevheri ilâhî iltifatlarla; melekût ve misal âlemleriyle irtibat halindeydi. Levh-i mahfuzdaki bilgilerle donatılıydı. O bakımdan sözü edi­len âlemlerdeki birçok hikmetlere vakıftı.

3—  Her an ilâhî tecellilere mazhardı.

4—  Maddî yapısı ruhî yapısına tabi' idi. Zaman zaman ruhlaşıp mâna âlemine intikal ederdi.

5— Bu inayetle geçmiş ve gerecekten kendisine bildirilenleri bilir ve ancak açıklaması emredileni açıklardı.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, dini tebliğ edip yayarken mânevi sıfatla­rından ziyade zahirî sıfatlarını kullanmıştır. Çünkü O'nun, biri yüce âleme, diğeri beşer âlemine yönelik iki yüzü bulunuyordu. İnsanlar arasında yol gösterirken, Allah'ın emirlerini tebliğe colışırken beşerden yana yüzünü faal duruma getirir, bunun dışındaki zamanlarda diğer yüzünü faaliyete geçirirdi. Ancak bir mu'cize gösterme anında Allah'ın izniyle bu ikinci yü­zünü beşere gösterirdi.

Eğer Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, yüce âleme yönelik olan yüzünü in­sanlara çevirip faaliyete geçirmekle emrolunsaydı, o durumda insan aklı­nın, irâde ve idrâkinin hiçbir ölçü ve değeri kalmazdı. Onda tecelli eden ilâhî kudret iyilerle kötüleri hemen birbirinden ayırt eder, olayların seyir ve neticesini bildirir ve meleklerden yardım görmek suretiyle her müşkülü aşar, her zorluğu anında yenerdi.

Onun için diyebiliriz ki, Resûlüllah (A.S.} Efendimiz beşere dönük bu­lunan zahirî sıfatlarıyla kıyamet saatim bilmiyordu. Yüce âleme yönelik bulunan manevî yüzü ise beşere yönelmiş değildi.

İşte 188. âyetle bu hususa işaret edilerek buyuruluyor ki : «De ki, ben -Allah'ın dilediği dışında- kendi kendime bir yarar, ya da bir zarar verme­ye sahip değilim. Eğer gaybı bilmiş olsaydım, iyilik yapmayı daha da ço-ğaltırdım ve bana kötülük de dokunmazdı. Ama ben ancak imân eden bir milleti (tehlikeye karşı) uyaran, (onları sonsuz bir saadet ile) müjdeleyen bir peygamberim..» [335]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kıyametin kopuş tarihini ancak Allah'ın bildiği açıklandı. Peygamber'in (A.S.) ise, sadece Allah'ın bildirdiğini bildiğine işa­ret edildi ve sonra da Peygamber'in {A.S.} görevinin ve yetkisinin bir ba­kıma sının çizilerek ümmetine bu hususta en sağlam bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'a ortak koşanlar uyarılıyor. Önce akılları­na, sonra öo düşünce ve duygularına seslenilerek manevî körlük ve sa­ğırlıktan kurtulmaları için birkaç mantıkî yoi ve çare gösteriliyor. [336]

 

Meali :

 

189—  Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da gönlünün ısınıp yatış­ması için eşini vücuda getiren Allah'tır. Ne vakit ki, o eşine sarmaş-dolaş olup yaklaştı, derken eşi hafif bir yük yüklendi ve bir süre böyle geçip gitti de ağırlaştı. Karı koca, Rableri olan Allah'a duâ ettiler: Eğer bize dü­zenli, elverişli, uygun bir çocuk verirsen herhalde şükredenlerden oluruz, dediler.

190—  Ne vakit ki, Rabları onlara (dileklerine karşılık) düzenli uygun bir çocuk  verdi;  kendilerine verdiği  bu  nimet  hakkında  (ölçüyü  kaçırıp) Allah'a  (bilmeden  gizli ve  örtülü  anlamda)  ortaklar  koşmaya  yöneldiler, Allah ise onların koşageldikleri ortaklıktan çok yücedir.

191—  Hiçbir şey yaratamıyan şeyleri mi ortak koşuyorlar? Oysa on­ların kendileri yaratılmıştır.

192—  Hem o ortaklar onlara hiçbir şekilde yardıma güç getiremez­ler ve kendi kendilerine de yardımcı olamazlar.

193—  Onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. Onları ha çağırmışsınız, ha susup ses çıkarmamışsınız, sizin aleyhinize (olan tutum­ları) aynıdır, değişmez.

194—  (Ey Allah'a ortak koşanlar!) Doğrusu Allah'ı bırakıp tapındığı­nız şeyler, sizin gibi kullardır. Eğer iddianızda doğru iseniz, haydi onlara dua edip çağırın da size cevap versinler, görelim.

195—  Onların yürüyecekleri ayakları mı var? Tutacak elleri mi var? Görecek gözleri mi var? İşitecek kulakları mı var? De ki : Haydi ortak koş­tuklarınızı çağırın, sonra da bana tuzak ve bir takım düzenler kurun, bir an bile gözaçtırmayın.

196—  Çünkü benim Velim (sahibim, dostum ve işlerimi düzene koyup yürütenim) O kitabı indirendir ve O, hep iyi kullarına yakınlık kurup dost­luk eder.

197—  Sizin O'ndan başka taptıklarınız, ne size yardıma güç getirebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler.

198— Onları doğru yola çağırsanız duymazlar; sana bakıp (hayâsız­ca) durduklarını görürsün; oysa onlar (gerçeği hiç de) görmezler,

 

Tek Bir Canlıdan Yaratılma

 

«Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da gönlünün ısınıp yatışması için eşini vücuda getiren Allah'tır.»

İlgili âyetle, önce insan türünün başlangıç noktası hatırlatılıyor; son­ra da erkek ve dişinin nasıl vücuda getirildiği bildiriliyor. Kâinatta henüz eserimiz, misalimiz, modelimiz, aslımız ve mayamız yok iken Rabbımtz biz insanları yaratmayı diledi. Onun için yüce kudreti insan suretinde tecelli ederek Adem'i yarattı. Allah Rab ve Hâlık sıfatlarıyla her türün ilk menşei hakkında bir defa tecelli eder, ikinci tecelli söz konusu değildir. O bakım­dan Havva'yı Adem'den vücuda getirdi, ikinci bir tecelliyle onu da toprak­tan yaratmadı.

Bu iki ayrı yaratma, iki ayrı kanuna bağlıdır ki, dünyamızdaki cari ka­nunlardan, biyolojik ölçülerden ayrıdır; devam edegelen bir sünnet değil­dir. Erkek ve dişi yaratıldıktan, yani bu iki canlı ortaya konduktan sonra, cari kanun konulmuş ve kıyamete kadar sürüp gidecektir. Ancak İsa Pey-gamber'in yaratılması bir istisnadır ki, Allah'ın hilkat hususunda da her şeye kadir olduğunu gösterir.

İlgili âyetle hilkatin başlangıcı açıklandıktan sonra üreyip çoğalan ka­dın erkek çifti konu edilerek cinsel duygunun ilk insanla başladığı hatır­latılıyor; şöyle ki: Erkek genellikle evlenme ihtiyacı duyan, gönül huzu­runu bir bakıma daha çok evleneceği kadında arayan bir canlıdır. Evlen­dikten sonra çiftlerin kafasında ve kalbinde çocuk sevgi ve arzusu doğar. Anne gebe kalır, önce hafif bir yük taşır derken bir süre sonra yükü ağır­laşır da doğum günü yaklaşır. Bu defa ana-baba olacak çiftler organları tam teşekkül etmiş kusursuz bir çocuk beklerler ve aksi bir durum olma­sın diye Allah'ı sık sık hatırlayıp dilekte bulunurlar. Dilekleri yerine geldi­ği takdirde Allah'ı daha çok hatırlayıp O'na şükredeceklerini adarlar.

Çoğunun arzusu doğrultusunda çocukları doğunca bilerek veya bil­meyerek Rablarına ortak koşmaya başlarlar. Kimi çocuk sevgisini Allah sevgisinin üstüne çıkarmakla, kimi Allah'a tapar gibi, çocuğa aşırı ilgi göstermekle, kimi yatırlara kurban adayıp kesmekle, kimi yatırlara mum dikip birtakım dilekler izhar etmekle, kimi de çocuğunu din ve Allah dü­şüncesinden  uzak,  maddeci  yetiştirmekle  Yüce  Yaratan'a  ortak  koşar.

Oysa ortak koştukları şeyler hiçbir şey yaratmaya muktedir değildirler. Kaldı ki, kendileri yaratılmışlardır.

İşte çocukları olup da o derece şaşkınlaşan zavallıları, Allah'a ortak koşan şuursuzları doğru yola çağırsan sana uymazlar. Oysa Allah'tan baş­ka çeşitli yollardan tapınmak için yaptıkları şeyler, onlar gibi birer yara­tıktırlar. Sonra yavaş yavaş iş iyice putperestliğe döner; dili, gözü ve ku­lağı olmayan cisimler ilâhlaştırılır.

Adem Peygamber, Tevhit inancıyla gözlerini hayata açtı ve o inancı kendi nesline aşılayıp öğreterek dünya'dan ayrıldı. Bu, kıyamete kadar her ailenin temel görevi ve değişmeyen inancıdır. Ne yazık ki, ilk insanın topraktan ayrı bir hilkat kanunuyla yaratıldığını ve Allah'a imân esasıyla donatıldığını, eşyanın isimleri kendisine öğretilmek suretiyle bilgili ve me­denî bir hayat sürdüğünü henüz kabul etmiyen birçok ilim adamları bulun­maktadır. Bunlar hem doğru bir tesbit yapamadılar; hem de nesli bozup sapıtmalarına sebep oldular.

İşte Resûlüllah (A.S.) Efendimiz dünyayı şereflendirdiği tarihlerde Mekkeli'lerin durumu ve tutumu böylesine bozula bozula gelip putperest­liğe dayanmış ve o yüzden bütün hınç ve azgınlıklarıyla Tevhît inancı kar­şısına dikilerek hakkı reddetmişlerdi.

İnsan sıkıntıya düşüp sebep ve çarelerin bir bir yok olduğunu gördü­ğü zaman ister istemez fıtratındaki Allah ve din duygusu harekete geçer ve kalbinde tek umut kaynağı olan Allah'ı hatırlama doğar... Kadın gebe kalınca korkulu rüyalar görmeye, birtakım endişelere kapılmaya başlar. Ook geçmeden kocası da kısmen olsun bu havaya girer. Ne yazık ki, çoğu doğum yapıp bir bebeğe kavuşunca Allah'ı unutmaya yüztutar. Ciddi bir eğitim görmeyen, Allah ve din hakkında geniş bilgiye sahip olmayan aile­lerde bu unutma ve eşyayı kutsallaştırma adım adım nesilden nesile de­vam ederken çeyrek asır geçmeden putperestlik veya ona benzer bâtıl inançlar kalb ve kafalara iyice yerleşmiş olur.

Mealini ve açıklamasını sunduğumuz âyetlerin yorumunu yapanlar, isrâiliyata geniş yer vermiş ve birtakım asılsız rivayetleri nakîeîmişlerdir. Biz onların hiçbirine itibar etmedik ve tefsîri, Kur'ân'ın genel ölçüleri çer­çevesinde yapmaya çalıştık.

Kur'ân'ın uyarı anlamında sergilediği ölçüler, aklı, vicdanı, irâde ve id­râki kamçılayıp harekete geçirir özelliktedir. Bu ölçüleri bir bir dikkatle inceleyen her toplum, yakalandığı maddecilik veya putperestlik hastalığı­nı tedavi edecek ilâcı bulabilir; aklın ve imânın yolunu seçme düzeyine gelebilir.. [337]

 

Bakmak Başka, Görmek Daha Başkadır

 

«Onları doğru yola çağırsanız duymazlar; sana bakıp (hayasızca) durduklarını görürsün; oysa onlar (gerçeği hiç de) görmezler.»

İslâm'ın kendine has bir eğitim sistemi vardır; buna özel eğitim de diyebiliriz. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Mekke'de Allah'ın varlığı ve birli­ği esasına dayalı yepyeni bir kültür ve irfan ufkunu açarken özel eğitimle işe başladı. Mescid-i Saadet yapılmadan ve henüz Medine'ye hicret edil­meden önce Mekke'de Erkam'ın evinde inen Kur'ân âyetlerini kalblere ve kafalara işlemiş, Medine'ye hicret edince Mescid-i Saadet'i özel eğitim merkezi yapmıştı. Öyle ki yeni dine ilgi duyanları bir bir karşısına alıp Kur'ân öğretir ve sonra da din ve dünya bilgileriyle donatırdı. O bakımdan tarih boyunca Müslümanlar camileri birer eğitim merkezleri halinde kul­lanırken işe daima Kur'ân ile başlamışlar ve bu özel eğitimle dinin esasını kalb ve kafalara, bir daha sökülmemesiye nakşetmişlerdir.

Mekkeli azgın putperestler, bu özel dersaneye girmedikleri, ilk mual­lim Hz. Muhammed'in (A.S.) önünde dizçöküp oturmadıkları için cami kül­türünü alamadılar ve böylece işiten sağırlar, gören körler, yürüyen ölüler misali dalâlet vadisinde kaldılar.

Yukarıdaki 198. âyet, onların İslâm'ın özel eğitim havasının dışında kalıp doğru yola çağıran sesi işitmediklerini, Hz. Muhammed'in (A.S.) yü­züne bakıp gerçeği hiç göremediklerini çok veciz bir anlatımla tasvir edi­yor.

Garaudy'in şu sözü, cami kültüründen habersiz birçok aydınların kulak­larını çınlatsın! «İslâm'da özel eğitim sisteminin, hareket noktası olarak oami'de Kur'ân ile başlaması bu açıdan izah edilmelidir.' Dinin özü orga­nik bir bütünlük içinde bütün ilimleri biraraya getirmektedir. Zira herşeyin maddesi, bütünü ile bir «Tanrı hazinesinin» malıdır. Allah'tan gelen bir «işarettir». Kâinat bir olanın «bin» sembolle kendisini kesret içinde açtığı bir «tasvîr»dir.» [338]

İşte bu ilk temel bilgiyi camide alamayanlar veya almak is'temiyenler o bilgiye bir bakıma düşmandırlar. [339]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, insanın ilk menşei hakkında bilgi verildi. Dindar bir ailenin önemi üzerinde duruldu. İbâdet edilmeye, daha çok sevilmeye ancak Allah'ın lâyık olduğu açıklandı. Sonra da ilâhlaştırılan canlı-cansız varlıkların sonradan yaratılmış birer cisim oldukları anlatılarak çok şeref­li ve mükerrem olan insanın o gibi şeylere tapmasının makul hiçbir yanı olmadığına işaret edildi.

Aşağıdaki ayetlerle, hakka karşı kin ve düşmanlık besleyen müşrikle­ri affetme yolunu seçmesi Peygamber'e (A.S.) emrediliyor. Tebliğ ve ir­şadın iyilikle, güzellikle işlenmesi isteniliyor. Bu arada İblisin vesvese sin­yaline kapılmamak için ondan hemen Allah'a sığınmamız en uygun çare olarak gösteriliyor. [340]

 

Meali;

 

199—  (Ey Şanlı Peygamber!) Sen affetme yolunu seç; iyilikle, güzel davranışla emret ve câhillerden yüzçevir.

200—  Şeytandan seni dürtecek bir vesvese duyacak olursan hemen Allah'a sığın. Çünkü Allah, şüphesiz ki işiten ve bilendir.

 

İlgili Hadîsler Ve Rivayetler

 

Abdullah b. Zübeyir (R.A.) diyor ki : «Sen affetme yolunu seç, iyilikle emret...» âyeti insanların ahlakıyla ilgilidir ve o nedenle indirilmiştir. [341]

Cafer es-Sadık diyor ki:

«Allah, peygamberine bu âyetle mekârim-i ahlâkı emretmiştir. Kur'-ân'da, övgüdeğer güzel ahlâkı bütünüyle kendinde toplayan bu âyetten daha cami' (toplayrcı) başka bir âyet yoktur.» [342]

Hz. Aişe (R.A.) diyor ki :

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, terbiye dışı söz söylemez, edep dışt davranmazdı. Sokak ve caddelerde sesini yükseltmez, bağırıp çağırmazdı. Kötülüğe kötülükle karşılık vermez; her hal-ü kârda insanları bağışlardı. O hep hoşgörülü davranır, kalb kırmaz, gönüi incitmezdi.» [343]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buyurdu :

«Sizden hiçbir kimse yoktur ki, onun biri cinden, biri de melekten ya­kını bulunmasın.» Bunun üzerine soruldu: «Sizin de mi ya Resûlellah?» Cevap verdi: «Evet, benim de... Ancak ne var ki, Allah ona karşı bana yardımda bulundu da o İslâm'a girdi. (Veya ben ondan selâmette kaldım). O nedenle bana ancak hayır ile tavsiyede bulunur.» [344]

«Yukarıdaki âyet inince Peygamber (A.S.) Efendimiz Cebrail'e sordu :

  Bu nedir? Ey Allah'ın elçisi! Cevap verdi;

  Allah, sana haksızlık edeni affetmeni, seni mahrum edene verme­ni, senden ilgisini kesenle ilgi kurmanı emrediyor.» [345]

 

İslâm'ın Toplum Ahlakıyla İlgili Üç Esası

 

«Sen affetme yolunu seç; iyi­likle, güzel davranışla emret ve câhillerden yüzçevir.»

İlgili âyetle, dinin aile ve toplum yapısında ahlâkı sağlamaya yönelik üç esas icmâlî (öz ve özetti) olarak belirtilmektedir.

1—  Affedip bağışlamak,

2—  Dine, akla ve sahîh örfe uygun olanı emretmek,

3—  Cahillerden (Allah'ı, dinî ve âhireti bilmeyenlerden) yüzçevirmek.

Birincisi, her hususta kolaylık göstermek; ş.er'î bir sakınca ve engei olmadığı takdirde hoşgörülü olup bağışlamayı âdet edinmek; kusur ve ha­tâları görmezlikten gelmek; kötülüğe kötülükle karşılık vermemek; kamu vicdanını rahatsız edecek, hakları çiğnene'cek, umumun zararlarıyla so­nuçlanacak bir durum yoksa, suçluyu affetmek gibi toplayıcı, barıştırıcı, birleştirip kardeşlik bağlarını sıklaştırıcı, kin ve öfkeyi yatıştırıcı güzel has­letleri kapsamaktadır.

İkincisi, Allah'ın hoş karşılayacağı, dinî ölçü ve kurallara ters düşme­yen, halkın kökleşmiş güzel âdet ve geleneklerine saygı göstermek; aklı selimin hayır ve iyilik saydığı, gelişmiş kalblerin yatışkanlık duyduğu söz ve davranışları -dinî bir sakınca yoksa- toplum arasında yaşatmak; insan­ları birbirlerine karşı saygılı olmaya sevkeden töreleri korumak gibi has­letleri kendinde taşımaktadır.

Üçüncüsü, bilgisiz, nefsine esir olmuş kaba kişilerle zorunlu bir sebep olmadıkça arkadaşlık etmemek, onlarla seviyesiz meclislerde oturmamak ve o gibileri muhatap edinmemek; kırıcı, üzücü, ürkütücü ve endişelendi­rici söz ve davranışlarına hedef olmamaya dikkat etmek; düzelip doğru yolu seçmelerini sağlamak için -günün şartları elverdiği nisbette- çeşitli yayım vasıtalarından yararlanarak eğitmeyi bir ödev saymak gibi haslet­leri toplamaktadır.

O bakımdan son din, ilâhî buyrukların gönüllerde yeretmesi için önoe bu üç esasın işlenmesini, uygulanmasını emretmiştir. A'raf sûresi Mekke'­de indiğine göre, bu üç esasa henüz şer'î hükümlerin çoğu inmeden çok önce dikkatler çekilmiş, ortamın bu doğrultuda hazırlanmasına işarette bulunulmuştur.

Toplumu, düzeltip dinî ahlâk istikametinde eğitmek için, önce Kur'ân'-m verdiği bu yüksek ve o nisbette anlamlı esaslarla eğitmek gerekir. Ne yazık ki, İslâm'ı tebliğ ve yayma metodu hakkında ciddi bir araştırma ya­pılmadığı ve bu önemli konu bir eğitim meselesi halinde ele alınmadığı için, İslâm âleminin birçok bölgelerinde irşat hizmetleri yetersiz kalmıştır. [346]

 

Şeytanın Dürtmesi     

 

«Şeytandan seni dürtecek bir vesvese duyacak olursan, hemen Allah'a sığın..»

Kur'ân, İslâm ahlâkını yayma metodunu üç madde halinde Peygam-ber'e (A.S.) sunduktan sonra, bu arada şeytanın ve o tıynetteki insanların boş durmayacağına dikkatleri çekerek, öfkeyi yenme, vesvese alanının dı-

şında kalma yolunu gösteriyor.

Şeytandan sana bir dürtüş gelecek olursa, ondan Allah'a sığın, diye emredilmesi, bütünüyle bir imân ve irfan konusudur. «Dürtüş» ile çe­virisini yaptığımız nezğ kelimesi, daha geniş bir anlam taşımaktadır. Onları şöyle özetleyebiliriz .

a)  Râğıb el-Esbahani'ye göre, ifsat etmek için bir işe burnunu sok­maktır.

b)   Kurtubî'ye   göre,   şeytanın   vesvı   (vesvesesi)dir.   Nitekim Zeoçac, az bir hareketin de   nezğ   olduğunu, şeytandan ise az bir vesvese an­lamını taşıdığını söylemiştir.

c)   Fahruddin Râzî'ye göre, şeytanın nezğ i, onun kalbe olan vesve­se ve sinyalidir.

d)   Kötülüğe iten fısıltı da bu anlamdadır.

e)  Aldatma, yanıltma manasında da kutlanıîdığı görülmüştür. [347]

 

Peygamberler Günahlardan Korunmuşlardır

 

Sahîh hadîslerden her insanın bir şeytanı bulunduğunu, peygamber­lerin de bu genellemenin dışında tutulmadığını anlıyoruz. Ne var ki, pey­gamberler ilâhî siyanet altında günah ve isyandan korunmuşlardır. O ba­kımdan onlara musallat şeytanların dürtüş, fısıltı ve sinyalleri neticesiz kalmakta, kalbleri üzerinde herhangi ciddi bir tesir meydana getireme­mektedir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in. «Benim de yakınım bir cin vardır, ama Allah ona karşı bana yardımda bulundu da o İslâm'a girdi (ve­ya ben ondan selâmette kaldım)» buyurması, konuyu daha çok açıkla­maktadır.

Gerçek bu olunca, âyetin zahiriyle, ilgili hadîsi nasıl bağdaştırmak ge­rekir. Hadîste «cin» tabiri kullanılmış, âyette ise «şeytan» tabirine yer verilmiştir. Aslında şeytan da cinlerden, yani o türden ayrı bir koldur. Cin-ıeraen önce yaratılıp birtakım ilâhî lûtuflara mazhar kılınmış, sonra da is­yan ettıgı ,çın ilâhî rahmetten kovulmuştur. O bakımdan şeytanlar denilin­ce, o ilk şeytanın zürriyeti anlaşılır. Cinlere gelince, onlar da şeytanlar gi-m w? m Vey° '?tndan varatlimıS!ard'r. Aradaki fark, onlar şeytandan son-a yarat,iarak birtakım ilâhî teklîflerle yükümlü tutulmuşlardır. Şeytanlar ise, tık döndürücü vas.flar.n, hep koruduklar, için, ar-"K "ahi teklifle yükümlü tutulmalarına gerek kalmamıştır.

O halde hadîste geçen «cinden bir yakın» tabirinden, insanlara yakın

olan şeytandan başka bir de cinnin bulunduğu, anlaşılıyor. Cinlerin ise, İs­lâm'a girdikleri, yani onlardan bir kısmının imân ettikleri zaten Kur'ân'da belirtilmiştir. Peygamber'e (A.S.) yakın olan cin de öylece İslâm'a girip şeytandan yana hizmette bulunma bedbahtlığından kurtulmuştur.

Hadîs-i Şerifte belirtilen cin'den, şeytan kasdediliyorsa -ki bazı riva­yetlerde şeytan tabiri kullanılmıştır-, o takdirde bütün güç ve tesirini kay­betmesi ve Peygamber'in de ondan tamamıyla selâmette kalması demek­tir.

Konuyu bu açıdan incelediğimizde bazı yorumlarda daha bulunma­mıza ihtiyaç duyulmaktadır ki, onları şöyle açıklayabiliriz:

a)  Önce kelimenin başındaki  (elif-iâm) cins için olabilir. O takdirde belli bir şeytan değil de şeytan cinsi kasdedilmiş manası ortaya çıkar. Onu «ahd-i haricî» anlamda düşünürsek, büyük şeytan ihtimali doğar ki, bu her kişiyle ilgili şeytan demek olur.

b)  Şeytan tabiri, Adem'e secde etmediği için ilâhî rahmetten   kovu­lan İblîs hakkında yaygın bir isim olmakla beraber, insanı yoldan çıkaran, fitne ve fesat doğuran insan ve mikrop hakkında da mecazen kullanılmış­tır. Nitekim el-Hatîb ve İbn Asâkir'in tesbît ve rivayet ettikleri zayıf bir ha­diste, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur. «Sakalınızı iyice ara­layıp temizleyin  (tarayıp temiz tutun); tırnaklarınızı  kesin.  Çünkü şeytan gerçekten etle tırnak arasına girip faaliyet gösterir.» Günümüzdeki  ilmî araştırmalar, tırnakla et arasının mikrop ve kolibasili yuvası olduğunu or­taya koymuştur. Görülüyor ki, insanı ifsat eden, maddî ve manevî sağlığı­nı bozan her şey bir şeytandır. Tabii mecazî anlamda bu böyledir. O halde dini yayarken, ilâhî emirleri teblîğ ederken Peygamberimiz'i  (A.S.)  üzüp öfkelendiren, rencide eden her şey mecazî mânayla birer şeytandır.

c)  Şeytanın Peygamber (A.S.) Efendimiz'i tahrik edici fısıltı ve sinyal­leri, onu günaha sokacak, şüphelere düşürecek demek değildir. Hani Zü-mer sûresinde mü'minlere bir ölçü ve kıstas vermek için Peygamber'e şöy­le hitap edilmiştir: «And olsun ki, sana da, senden öncekilere de şöyle vahyolundu: Eğer Allah'a ortak koşarsan, şüphen olmasın ki, amelin bo­şa gider ve zarara uğrayanlardan olursun.» Bu, Peygamber (A.S.) Efendi-miz'in Allah'a ortak koşma temayülü içinde olduğunu göstermez; sadece «Tevhît İnaneı»nın hiçbir zaman ve hiçbir kimse hakkında müsamahalı ol­madığını ve Allah'ın ancak böyle bir inanç sahibinden razı olacağını iş'âr eder. O halde şeytan, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e vesvese veremez, onu şüpheye düşüremez; ama fırsat buldukça sinyal göndermeye devam eder. Öyle durumlarda ise, başta Peygamber (A.S.) Efendimiz olmak üzere her mü'minin Allah'a sığınması, yegâne koruyucunun O olduğunu bilip O'na

güvenip dayanması emredilmiştir. Daha doğrusu Resûlüllah (A.S.) Efen-dimiz'in şahsında ümmetine bir tavsiyedir.

d)  Şeytanın dürtüşünden maksat, hadîs-i şerifte ifadesini bulan «1e-yuğanu»dur ki, bunun anlamı «nefisten yükselip kalb üzerine az da olsa hafif bir perde veya bir buğu gelmek»tir. Peygamber (A.S.) Efendimiz'de bu hissedilmeyecek kadar az olurdu. Bununla beraber günde yetmiş defa Al­lah'a yönelip istiğfarda bulunurdu. Resûlüllah (A,S.) bir bakıma şeytanın «nezğ»ıne işarette bulunmak istemiştir. Şeytanın dürtüşü, nefsi az ve­ya çok kıpırdatır. O halde, her defasında Allah'a yönelmek, O'na sığınmak suretiyle, meydana gelen tesirin sıfıra düşmesini sağlamak en güzel ted­birdir. Kur'ân bu tedbirden söz ederek bize en sağlam bilgiyi veriyor.

e)  Hem kötülük ve vesveselerden Allah'a sığınmak kulluğumuzun ge­reği, terbiyemizin amacıdır. Nitekim Kur'ân'da bu terbiye hatırlatılarak de­niliyor ki, «Kur'ân okuduğun zaman koğulup lanetlenen şeytandan Allah'a sığın. Şüphesiz ki şeytanın, iman edip Rablerine güvenip dayananlar üze­rinde sultası yoktur.» [348]

 

Âyetler Arasında  Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, günün şartlarına ve mevcut ortama göre, İslâm'a karşı olanları affedip teblîğ ve irşatta yapıcı olmamız, kırıcı ve aradaki mesafeyi açıcı şekilde davranmamamız emredildi. Her zaman iyiliği ve gü­zelliği ön plânda tutmamız istenildi. Şeytanın vesvesesinden Allah'a sı­ğınmamız en iyi çare olarak belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'tan korkan mü'minlerin, şeytanın vesvese­sine karşı silah olarak Allah'ı anmaları telkin ediliyor. Sonra da her çeşit kötülük ve vesveseden kendini uzak tutan Hz. Peygamberin kendiliğinden bir âyet uydurup Allah'a nisbet etmesinin hiçbir zaman söz konusu ola­mayacağı haber verilerek, müslümanları şüpheye sokmak isteyenlerin bu gibi sözlerine kulak verilmemesi hatırlatılıyor. [349]

 

Meali:                       

 

201—  Doğrusu (Allah'tan korkup fenalıklardan) sakınanlara şeytan­dan vesvese (azıcık bir hayâl sinyali) dokunduğunda Allah'ı anarlar ve hemen (doğruyu ve gerçeği) görürler.

202—  (Şeytan'ın) kardeşleri ise, bunları (müşrikleri) sapıklığa çekip sürüklerler, sonra da bir daha peşlerini bırakmazlar.

203—  Sen onlara (istedikleri) bir âyet getirmediğinde ise, «Sen bir tane derleyip meydana getirseydin ya!» derler. De ki: Ben ancak Rabbim-den bana vahyedilene uyarım. Bu (kitap), Rabbinizden kalb gözlerinizi aça­cak belgelerdir ve inanan bir millet için doğru yolun ve rahmetin kendisi­dir.

 

İlgili Rivayet

 

Muâviye'nin aşırı taraftarlarından sayılan İsâm b. Mustalık anlatıyor: «Medine'ye gittiğimde Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'la karşılaştım. Yüzü ve vücut yapısının güzelliği, edep ve terbiyesi, ağır başlılığı dikkatimi çekti. Babasına olan kinimden dolayı haset kıvılcımı bir anda içimde parıldadi; derken hem ona, hem de babasına ağır sözlerle hakarette bulundum. Beni dikkatle dinledi ve sonra merhametli ve şefkat dolu bir çehreyle yüzüme baktı ve: «Eûzü billahi mîne'şşeytani'r-recîm Bismillahi'r-Rahmâni'r-Rahîm, diyerek,affetme yolunu seç; iyilikle, güzel davranışlarla emret ve câhiller­den yüzçevir» mealindeki âyeti okudu. Sonra da «Şüphesiz Allah'tan kor-

kup kötülüklerden sakınanlara şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman Allah'ı anarlar ve hemen doğruyu, gerçeği görürler» mealindeki âyeti ona ekledi. Arkasından bana şöyle dedi : «Alçak gönüllü olmaya çalış ve beni dinle ki hem kendim için, hem de senin için Allah'a istiğfarda bulunayım. Bizden yardım beklersen ederiz. Bizden bir arzun olursa yerine getiririz. Bizden doğru yolu sorarsan seni doğruya irşat ederiz.»

Onun bu nazik ve edep dolu sözleri beni yaptığıma pişman etti. Özür diledim. Bunun üzerine şöyle dedi: «Hayır, bugün asla kınanmıyacaksın. Allah sizi affetsin. Şüphesiz ki O, merhamet edenlerin en çok merhametli-sidir.» Onun bu sözleri bana güven verdi. İçimdeki kini sevgiye dönüştür­dü. O andan itibaren yeryüzünde Hz. Hasan'dan (R.A.) benim için daha sevgili ve saygın bir kimse yoktu..» [350]

 

Her Kişi Kendi Karakterinde Olanların Çoğalmasını İster

 

«Kardeşleri ise bunları sapıklığa çekip sürük­lerler.»

İnsan karakterinin pek az istisna ile değişmeyen yanlarından biri de, kendi meşrebinde olanların çoğalmasını istemesi ve bunun için bazı mü­cadeleler vermesidir. Zira her insan toplum arasında yalnızlıktan hoşlan­maz ve kendisiyle birçok, ya da bazı hususlarda olsun uyum sağlayacak kişileri bulmaya, onlarla kaynaşıp dostluk kurmaya çalışır.

Gerçek bu olunca, her grup veya fertten kim erken davranır, sahayı doidurursa, daha çok başarılı olur. Haktan yana olanlar hareketsiz kalır­larsa, o takdirde sahayı bâtıldan yana olanlara bırakmakla kendilerini pa-sifize etmiş olurlar. Kendilerine düşeni yapmadıkları için ilâhî inayete eri­şemez ve o yüzden kendilerini bâtılın yumruğuna itmiş olurlar.

Kur'an bu inceliklere dokunarak mü'minleri şöyle uyarıyor: «Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlara şeytandan bir vesvese (ve azıcık bir ha­yal sinyali) dokunduğunda, Allah'ı anarlar ve hemen (doğruyu ve gerçeği) görürler.»

Şeytanın vesvese ve hayal sinyallerinin ardı-arkası kesilmiyeceğine gö­re, inanıp sakınanların her ân uyanık ve ölçülü hareket halinde bulunma-an gerekir. Böylece zıtların içimizde sürtüşüp tartışması hayatımıza hız ve hareket kazandırır, Mü'min pasiflikten kurtulup sosyal alanı devamlı aoidurma gayreti içinde mücadelesini sürdürür.

Kur'ân, karşıt inanç ve düşüncede olanların faaliyetini hatırlatıyor; çoğunun, Allah'tan korkup fenalıklardan sakınan mü'minleri de doğru yol­dan ayırıp sapıklık bataklığına sürüklemeyi sanat edindiklerine dikkatleri çekiyor. [351]

 

İslâm'a Yeni Girenlere Peygamber Sünneti Öğretiliyor

 

«Sen onlara (istedikleri) bir âyet ge­tirmediğinde ise, sen bir tane derleyip meydana getirsen ya! derler.»

Vahyin, peygamberliğin gerçek ölçü ve anlamını henüz kavrayamıyan-ları, Kur'ân, kademeli ve sistemli biçimde eğitip yetiştiriyor. İslâm'a yeni girenler ve bir de münafıklar hemen her olay karşısında Peygamber'in (A.S.) bir âyet getirebileceğini düşünüyor, kendilerince önemli saydıkları bir mesele hakkında âyet inmeyince, Peygamber'e (A.S.) «Bir âyet derleyip meydana getirsen ya!» diyor ve böylece Hz. Muhammed'in (A.S.) zaman zaman kendisinin âyetleri derleyip söylediğini sanıyorlardı. Haliyle bu, çok sakat ve o nisbette tehlikeli bir anlayıştı ve her yönüyle tashihe muhtaç bulunuyordu. Onun için Cenâb-ı Hak, onlara yanlış düşünüp hatalı değer­lendirme yaptıklarını hatırlatarak, şöyle buyurdu : «De ki, ben ancak Rab-bimdan bana vahyedilene uyarım. Bu (kitap) Rabbınızdan kalb gözlerinizi açacak belgelerdir ve inanan bir millet için doğru yolun ve rahmetin ken­disidir.»

Bu kitap, Muhammed'in (A,S.) eseri değildir ve olamaz da. Çünkü in­san eseri, kalb ve kafayı bu derece açacak, doğruyu gösterecek, ilim adı­na hatalı bilgi ve fikir vermeyecek, asırların geçmesine rağmen getirdiği her temel bilginin doğruluğu ilmî araştırma ve buluşlarla isbat edilecek güçte ve muhtevada olamaz. Kaldı ki bu temel bilgiler, ana fikirler 1400 yıl önce ortaya konmuştur ki, o çağda ilme temel teşkil eden esasları bi­lenler yoktu. [352]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, sağlam imânın, şeytanın vesvese sinyalleri önün­de aşılması zor bir engel teşkii ettiği anlatıldı. Sonra da Hz. Peygambere (A.S.) indirilen âyetlerin O'nun derlemesi olmadığı ifade edilerek şeytanın ve o tiynette olan kimselerin şüphe uyandıran sözlerine itibar edilmemesine işaretle, her âyetin mutlak surette Allah'tan indiği açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, Kur'ân'ın ilâhî feyzine erişebilmek için, kalb ve

kafaları açıp aydınlatan beyanlarını dikkatle, anlayışla ve saygıyla dinle­menin gereği üzerinde duruluyor. Sonra da bu feyiz ve rahmete erişebil­me arzu ve şuuruyla sabah-akşam Cenab-ı Hakk'a huşu ile el açıp alçak sesle, edep ve saygı havası içinde duâ ederek yalvarmamız emrediliyor. Allah'a kul olmanın kimseyi küçültmeyeceği, fakat mutlaka şeref, izzet, vakar ve saygınlık kazandıracağı hatırlatılarak melekler misal veriliyor. [353]

 

Meali:

 

204—  Kur'ân okunduğu zaman ona kulak verip dinleyin ve  susun. Ola ki merhamete erdirilirsiniz.

205—  Hem Rabbini sabah-akşam, içinden yalvarıp yakararak, ürpe-rerek yükseğin altında bir sesle an, gafillerden olma.

206—  Şüphesiz ki, Rabbin katında olanlar (melekler) O'na kulluk edip tapmaktan asla (küçüklük duyup) büyüklük taslamazlar; O'nu hep tesbîh ve tenzih ederler ve ancak O'na secde ederler.

 

İlgili Rivayetler

 

Ibn Mes'ûd (R.A.) diyor ki : Önceleri biz namaz kılarken birbirimize selâm verirdik, yani namazda oimayan kişi, namaz kılmakta olana selâm verir, o da onun selâmını alıp karşılığını verirdi. Sonro «Kur'ân okunduğu

zaman ona kulak verip dinleyin ve susun..» âyeti inince artık namazda selâm verip almadık. [354]

 

İlgili Hadîsler

 

«İmam ancak kendisine uyulmak için öne geçirilmiştir. O halde o tek­bîr getirdiğinde siz de tekbir getirin; o okumaya başlayınca siz susun.» [355]

«Bir yolculukta ashab-ı kiram duâ ederken seslerini yükselttiler. O se­beple Resûiüilah (A.S.) Efendimiz onları uyararak şöyle buyurdu : «Ey in­sanlar! kendinize gelin; çünkü siz ne sağıra, ne de gaibe sesleniyorsunuz. Sizin duâ ile seslendiğiniz zat, her şeyi mutlaka işitir ve size, bineğinizin boynundan daha yakındır.» [356]

 

İniş Sebebi

 

Zührî'nin tesbitine göre, Ansardan bir genç. Peygamber (A,S.) Efen­dimiz Kur'ân okumaya başlayınca, o da onunla beraber okumaya başladı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.

Yine yapılan sahîh rivayete göre, Ebû Hüreyre (R.A.) şöyle anlatmış­tır: «Resûiüilah (A.S.) Efendimiz kıraati aşikâr okunan bir namazı kıldır­dıktan sonra ashabına dönüp sordu :

  Az önce benimle birlikte Kur'ân'ı okuyan oldu mu?

Adamın biri :

  Evet, ben okudum, dedi.

Bunun üzerine Resûiüilah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu : «Namazda okuduğum zaman bana ortak olmayın, diyorum.» Bu uyarıdan sonra as­hab-ı kiram namazda Kur'ân aşikâr okunduğunda susup Peygamberi (A.S.) dinlemeye başladılar. [357]

«Kim bir namaz kılar da onda Ümmu'l-Kur'ân'ı (Fatiha) okumazsa, o namaz noksandır, o namaz noksandır, tam değildir.» [358]

«Kimin imamı varsa, imamın kıraati onun için de kıraattir.» [359]

 

Fıkhî Yönü

 

İmam Şafiî Kavl-i Kadîm'inde, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Han­bel kendi müsnedlerinde bu hadîslere dayanarak aşikâr okunan kıraatler­de cemaat bir şey okumaz, sadece dinler demişlerdir. Sonra İmam Şafiî Kavl-i Cedîd'inde, cemaat imamla birlikte yalnız Fâtiha'yı okur, diyerek ilk görüş ve içtihadından dönmüştür. Çünkü Fâtihasız kılınan bir nama­zın noksan sayılacağı ve diğer bazı rivayetlerde o namazın sahîh kabul edilmiyeceği hakkında sağlam ve sıhhatli beyânlar varit olmuştur.

Hanefîler ise, yukarıdaki 2 noiu hadîsi daha sahih görüp onunla is­tidlal etmişlerdir. O bakımdan bu mezhepte, ne gizli, ne de aşikâr kıraat­lerde cemaat bir şey okumaz. [360]

 

Kur'ân Okunduğu Zaman Susup Dinlemek

 

«Kur'ân okunduğu zaman ona kulak verip dinleyin ve susun. Ola ki merhamete erdirifirsiniz.»

Kur'ân okunduğu zaman susup onu dinlemek vacib midir? Âyetin za­hirî delâletinden bu hüküm anlaşılmaktadır. Ancak ilini adamlarının görüş ve yorumları farklıdır:

a)  Ali b. Talha'nın İbn Abbas'dan  (R.A.) yaptığı rivayete göre, farz namazlarda okunan Kur'ân'ı dinlemek vâcipdir. Zira İbn Abbas'a (R.A.) gö­re, ilgili âyetle buna işaret edilmektedir. îbn Cerîr de aynı görüştedir. Süf-yan es-Sevrî'nin de içtihadı bu doğrultudadır. Mücahit'ten buna yakın bir rivayet yapılmıştır. O halde bunlara göre, namaz dışında Kur'ân okunur­ken dinleyenlerden birinin veya birkaçının konuşmasında bir sakınca yok­tur. Nitekim İbrahim en-Nahâî, Katade ve Şa'bî de aynı görüştedirler.

b)  Tabiînden Saîd b. Cübeyr'e göre, bu. Ramazan ve Kurban bayram­ları namazlarında ve bir de cuma ve aşikâr okunan namazlarda cemaatin susup dinlemeleriyle ilgili bir emirdir. O bakımdan sözünü ettiğimiz namazlarda Kur'ân okunmaya başlayınca susup dinlemek vaciptir.

c) Namaz dışında okunan Kur'ân'ı dinlemenin kifayet yollu vacip ol­duğunu söyleyenler varsa da, ilim adamlarınca pek benimsenmemiştir. Bir miktar dinledikten sonra vacip yerine gelmiş olacağından ayrılmakta bir sakınca yoktur, diyenler de olmuştur. Bu görüş diğerine nisbetle biraz benimsenmiştir. Cumhura göre ise, âyet, namazda okunan kıraatle ilgili­dir. Sahîh olan da budur. Allah daha iyisini bilir.

A'raf sûresine Kur'ân'ın bir hatırlatma, bir öğüt olduğu belirtilerek başlandı ve Allah'ın her ân tesbîh ve tenzihe lâyık olduğu bildirilerek sec­de âyetiyle noktalandı. [361]

 

A'raf Sûresi Biterken

 

Mekke'de inen bu sûrenin kapsadığı başlıca konuları şöyle özetliye-biliriz :

a)  Tevhît İnancı'na ağırlık verilmiştir.

b)  Vahiy ve semavî kitaplar hakkında, bazan kısa, bazan da geniş öl­çüde bilgiler serpiştirilerek mü'minler aydınlatılmıştır.

c)  Peygamberler ve peygamberlik hakkında aydınlatıcı bilgiler veril­miş ve Hz. Muhammed'in (A.S.) risâletinin umumî bir özellik taşıdığı, akla ve vicdana neşter vururcasına işlenmiştir.

d)  Âhiret hakkında, öldükten sonra dirilme ve kâinat düzeninin bozul­duktan sonra yeniden kurulmasıyla ilgili açıklamalar yapılarak insan aklı ve idrâki harekete geçirilmek istenmiştir.

e)  Kur'ân hükümleri hakkında kısa, fakat özlü bilgiler verilerek ha­ram ve helâl konusu işlenerek şüpheler giderilmiştir.

f)  İlâhî sünnete, kâinat düzenine sık sık dikkatler çekilerek akla ve ilme temel bilgi teşkil edecek malzeme sunulmuştur.

g)  Mü'minlere kendi yüce davalarını yayma metodu verilerek, tebliğ ve irşat yolları gösterilmiştir.

h) Şeytan ve o tiynetteki insanların tuzağına düşmemek için iyi bir hayat düzeni kurup sürdürmenin plân ve programı açıklanarak sosyal aia-nı inanmışların doldurması istenmiştir.

Hamd u sena Allah'a; salât ü selâm hâtemü'l-enbiya Hz. Muhammed'e (A.S.) ve O'nun gönül dostlarına, yakın arkadaşlarına olsun.. [362]

 

 



[1] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2075.

[2] Bu hususta fazla bilgi için bak : Âl-i tmrân Sûresi yedinci âyetin tef­sirine..

[3] Fazla bilgi için bak : Bakara sûresinin birinci âyetinin tefsirine..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2076-2077.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2077-2078.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2078.

[6] Buhari-Müsllm :  Ebû Hüreyre  (R.A.)den.

[7] Ahmed b. Hanbel :   1/420-421

[8] *               »         Tirmİzî :   Değişik ifadelerle.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2079-2080.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2080-2081.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2081.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2082.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2082-2083.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2083-2084.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2085-2087.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2087.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2087-2088.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2088.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2089.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2089-2090.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2090.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2091.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2091-2092.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2092.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2094.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2094-2095.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2095-2096.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2096.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2096.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2096.

[30] Müslim/iman :   147- îbn Mace/duâ :   10-  Ahmed:   4/133,  134,  151

[31] Buharı/ahkâm :   21,  bed'i halk :   11, i'tikaf :   11, 12- EbÛ Dâvud/siyam : 78, sünnet :  17, edeb :  81- İbn Mâce :  65- Dârekutnî/rikak :  66- Ahmed :  3/156, 283,  309-  6/337

[32] Müslim/cennet :  83

[33] Buharî/kader:   1, 5, cihad :  77, tevhîd :  28, enbiya :   1, rikak :  33- Müs­lim/kader :   1, 12 Ahmed :   1/382, 414, 430- 2/287- 5/332, 335- 6/107, 108

[34] Müslim/cennet:   56-  Buharî/enbiya:   8,  48,  tefsir :   5,   14,   21-  Tirmizî/ kıyamet:   3, tefsir:   80-  Nesâî/cenâiz:   118,   119-  Ahmed:   1/223,  229,  233,  253-3/495 - 6/53

[35] Tirmizî: Abdullah b. Amr (R.A.)dan

[36] Buharî/cenâiz : 80, tefsîr : 30, kader : 3- Müslim/kader : 22, 23, 24- Ah­med :  2/315, 346

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2098-2099.

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2099-2100.

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2100-2101.

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2101.

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2101-2102.

[41] Fazla bilgi için bak : el-Müfredat Fi-garibi'1-Kur'ân.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2102.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2102-2103.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2103.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2103-2104.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2104.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2105.

[47] Esbab-ı  Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-te'vîl - İbn  Kesir - Kurtubî.

[48] Esbab-ı Nüzul - Kurtubî - îbn Cerîr - Lübabu't-te'vîl.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2106.

[49] Ebû Dâvud/libas :   13, tıb :   14- Tirmizî/cenâiz :   18, edeb :  46- Nesâî/ce-nâiz : 38 Ahmed : 5/10, 13, 17, 18, 19- Ismid : kurşunî renkte antimon

[50] Ahmed :  5/12, 21, 25

[51] Buharî/libas: 1- Nesâî/zekât : 66- İbn Mâce/libas: 23- Ahmed: 2/181, 182

[52] Tirmizî/zühd :  47- Ahmed:   4/132

[53] tbn Mâce/et'ime: 51- Dârekutnî - Ebû Ya'lâ: Enes b. Mâlik (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2106-2107.

[54] Tefsîr-i Kurtubî: 7/190 - Kahire:  1967-1387

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2107-2108.

[56] Harun Reşîd'in özel doktoru Ali b. Hüseyin'in tbn Sina olduğu sanılırsa da bu yanlıştır. Çünkü Harun Reşîd M: 766-809'da İbn Sina ise M: 980-1037'de yaşamıştır. Aralarında bir asırdan fazla zaman vardır. O bakımdan Ali b. Hüse­yin başka önemli bir tabiptir. Hem İbn Sina'nın künyesi Ebû Ali Hüseyin'dir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2108-2109.

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2109-2110.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2110.

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2110-2111.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2111.

[61] Lübabu't-te'vîl:  ilgili âyet..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2112.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2112-2113.

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2113.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2115-2116.

[65] Nemi sûresi :

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2116-2117.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2117-2118.

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2118.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2118-2119.

[70] Ebû Dâvud-Nesâî - tbn Mâce - Müsned-i Ahmed. Hadîs hayli uzundur. Biz sadece ilgili bölümünü nakletmekle yetindik.

[71] Buharî/mezâlİm:   1-  Müslim/iman:   302

[72] Nesâl: îbn Murdeveyh'den - Ahmed : 2/512 - 4/131, 200 - 6/89

[73] Buharİ- Müslim -Ahmed :  2/466

[74] Müslim :  Ebû Said el-Hudrî  (R.AJden.

[75] îtm Mace/zühd: 39

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2110-2122.

[77] Matta  İncil'i :   19/25

[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2122-2123.

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2123.

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2125.

[81] Taberânî : Yahya tankıyla rivayet etmiştir.

[82] Lübabu't-te'vîl,  ilgili  âyetin tefsiri.

[83] îbn Ebî Hatim:  İbn Abbas  (R.A.)dan.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2125-2126.

[84] Hadid sûresi:   13

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2126.

[85] Fazla bilgi için bak: tbn Cerîr, Kurtubî, Âlûsî, tbn Kesîr, Mefatihü'1-gayb tefsirlerinde ilgili âyetlerin açıklamasına..

[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2127-2128.

[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2128-2129.

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2129.

[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2130-2131.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2131-2132.

[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2132-2133.

[92] Müfredat-i Rağıb/YEVM maddesi.

[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2134-2135.

[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2135.

[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2135-2137.

[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2137-25138.

[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2138-2139.

[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2139.

[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2139-2140.

[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2140.

[101] Ebû Dâvud/edeb: 104- tbn Mâce/edeb: 29- Tirmizî/daâvat: 48- Ahmed: 5/123

[102] Buharî/rikak:   26, i'tisam:   2-Müslim:  Ebû Musa el-Eş'ârî   (R.A.)dan.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2141-2142.

[103] Buharî/istiska :  26, mağazî:   29, bed'ülhalk :   5,  enbiya:   1- Müslim /is tis-ka:  17_Ahmed:  1/223, 228, 324, 341, 355, 373.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2142-2143.

[105] Buharî/tefsîr : 39-78_Müslim/fiten:  141-143_Ebû Davud/sÜnnef 22_Ne-sâî/cenâiz:   117_İbn Mâce/zühd:   32_Taberânî/cenâiz:   49_Ahmed:   2/322,  428,

[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2143-2144.

[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2145.

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2145.

[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2147.

[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2147-2148.

[111] Buharî/teyemmüm: 1, salat: 56, cihad: 122, ta'bîr: 11, 12, i'tisam: l.Müs-lim/mesacid: 3, 5, 7, 8. Tirmizî/siyer: 5. Nesâî/gusül: 26, cihad: 1. Daremî/salat: 111. Ahmed:   1/301.  3/222,  264,  268,  314.  3/304. 4/416.  5/162,   248,  256

[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2148-2150.

[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2150.

[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2150-2151.

[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2151.

[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2151.

[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2154.

[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2154-2155.

[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2156.

[120] Müsned-i Ahmed b. Hanbel: 2/117

[121] Sahîh-i Müsİim/zühd:  38, 39 - Buharî/salât:  53, enbiyâ:   17, tefsir:   15-Ahmed:  2/9, 58, 66, 72, 74, 113,  117, 137

[122] Müsned-i Ahmed b. Hanbel.

[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2158-2159.

[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/21592160.

[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2160.

[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2160-2161.

[127] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2161.

[128] Ebû Davud/hudud : 28- Nesâî/hudud : 24- îbn Mâce/hudud:  12

[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2163.

[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2163.

[131] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2163-2165.

[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2165-2166.

[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2166.

[134] Fazla  bilgi  için  bak:   Tefsîr-i Kurtubî :   7/244 - İlgili âyetin  tefsiri..

[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2166-2167.

[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2167.

[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2170.

[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2170-2172.

[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2172-2173.

[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2173.

[141] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2174.

[142] Müslim/zühd :  64_Daremî/rıkak :  61-Ahmed:   5/24.

[143] Müslim.

[144] Buharî/cenaiz :  80, tefsir:   30, kader:  3_ Müslim/kader:   22, 23, 24_ Ah-med :  2/315, 346.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2176.

[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2177-2178.

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2178.

[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2179-2180.

[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2180.

[149] Yûnus sûresi :  92.

[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2184-2185.

[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2185-2186.

[152] Tâhâ sûresi :  69

[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2186-2187.

[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2187-2188.

[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2188.

[156] İsmail Fennî ERTUĞRUL / İman Hakikatleri Etrafında Sualler.

[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2188-2189.

[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2190.

[159] Fazla bilgi için bak : Mufredat-ı Hagıb - «Mele'» maddesi; ayrıca Ka-us tercemesi/ aynı madde.

[160] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2190.

[161] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2192.

[162] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2193.

[163] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2193-2194.

[164] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/21994-2195.

[165] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2195.

[166] Buharî/enbiyâ : 54. Müslim/selâm : 92, 94, 95 - Taberânî/Medine: 23. Ah-med:   1/182-5/213

[167] Tirmizî/et'ime : 23 - İbn Mâce/sayd : 9

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2197-2198.

[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2198-2200.

[169] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2201.

[170] Tevrat/çıkış :   9/8-26

[171] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2201-2204.

[172] Tevrat/çıkış :  9/27-29

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2204.

[173] Tevrat-Çıkış :   9/30,   31

[174] İşte İbranî'lere vaadedilen «Arz-ı Mev'ûd» budur. Kenan diyarı, yani Filistin ve çevresi.. Bu, Nuh Peygamber'in dört oğlundan biri olan Kenan'a izafe edilir.

[175] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2205.

[176] îbn Cerîr et-Taberî - Ahmed b. Hanbel : Ebû Vâkıd el-Leysî'den.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2207.

[177] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2207-2208.

[178] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2208.

[179] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2208-2209.

[180] Buharî/tefsîr :  7, diyat :   32

Bu hadîs, kitap ehliyle peygamberlerin hangisinin üstün olduğu hakkında t tartışmaya gidilmesinin uygun olmayacağına yönelik bir anlatım belirtmek-dir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2211-2212.

[181] Bak :  Ebû Dâvud/Cenâiz :  41

[182] Buharî/tefsîr :   78.  Müslim/fiten :   141.  Nesâî/mesacid :   3

[183] Ebû Davud/melahim :   14

[184] Tirmizî/Kur'ân :   11

[185] İbn Mâce/cenâiz :   19

[186] Buharî/bedü'1-halk :  6, enbiyâ :   1- Ebû Dâvud/sünnet:  16- Ahmed: 4/7.

[187] Ahmed ;   3/33

[188] Tirmizî/salat:  64

[189] Tevrat-Çıkış :  34/27, 28

[190] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2212-2213.

[191] Tevrat-Çıkış : 33/17-23

[192] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2213-2214.

[193] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2214-2215.

[194] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2215-2216.

[195] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2216-2217.

[196] Buharı/mevakıyt. :  16, tevhîd : 24- Müslim/raesacid : 211, 212- îbn Mace/ mukaddeme :  13- Ahmed : 4/360, 365

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2217.

[197] el-Fütuhatü'I-Mekkiyye/VasI-el-Kalem   ve'1-Levh :   3/221

[198] MU-TariJı Öncesi Evrensel Uygarlık ;  1978/61

[199] Mu-1978/61

[200] Tevrat-Ezra :   466-476

[201] Geniş bilgi için bak : Tevrat-Çıkış/32

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2218-2219.

[202] Zümer sûresi : 23

[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2219-2220.

[204] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2220-2221.

[205] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2222.

[206] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2222-2223.

[207] Saf sûresi :   5

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2223.

[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2224.

[209] Ebû Davud/Libas :  4. Ahmed :  2/50

[210] Tirmizî/İsti'zan ;   7

[211] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2226-2228.

[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2228.

[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2228-2229.

[214] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2229-2230.

[215] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2230-2231.

[216] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2231.

[217] Geniş bilgi için bak : Tevrat-Çıkış :  1/6 ve Tâhâ sûresi : 85-97. âyetlerin tefsirine

[218] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2231-2233.

[219] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2233.

[220] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2233.

[221] Buharî/teyemmüm :  1, salât: 56- Müslim/mesacid :' 3- Nesâİ/gusül-  26-Dâremi/siyer:  28, salât :   111.

[222] MUslim/mesacid :  5- Tirmizî/siyer :  5- Ahmed:  2/412

MUslim/mesacid :  5- Tirmizî/siyer :  5- Ahmed:  2/412

[223] Buhari/edeb:   27-  Bbû  Dâvud/taharet :   136,  salat:   149,  edeb :   36-  Tir-mizi/taharet:   112- Nesâî/sehv:  20- îbn Mâce/taharet :  75- Ahmed :  2/239-4/312

[224] Buhari/edeb :   19. tevbe:   17,  19. Müslim/tevbe:   21- İbn Mâce/zühd:   35Tirmizî/daavat:   99

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/1135-2236.

[225] Sayılar:   11   16.   17

 

[226] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2236-2238.

[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2238.

[228] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2238-2239.

[229] Tevrat-Tesniye :   18/15

[230] »               »        :  18/18

[231] »       -îşaya     :  42/1-5

[232] Incil-Yuhanna :  14/15-16

[233] »         »          ;   16/7-8

[234] Încil-Yuhanna:     16/12-14

[235] Încil-Matta :   21/43.  44

[236] Necm sûresi :   1-7

[237] Bernaba  İncil'i : 39/14-28/Kahire :   1908

[238] Bernaba İncil'i: 43/13-29

[239] »          t,         :   44/19-31

[240] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2239-2242.

[241] Buharî/savm :   13-  Müslim/siyam :   15-  Ebû  Dâvud/savm:  4-  Nesâî/si-yam:   17-  Ahmed:  2/43. 52,  122,  129

[242] Tirmizî/kur'ân : 9- Ahmed : 5/132

[243] Fazla  bilgi  için  bak:   Kurtubî :   7/268-   Lübabu't-te'vîl:   2/136-   FethÜI-kadîr;   2/252

[244] Ankebut sûresi :  48

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2242-2243.

[245] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2243-2244.

[246] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2244-2245.

[247] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2245.

[248] Taberânî/Sahîh rivayetle:   Sâib  b.  Yezîd'den..

[249] Ahmed b, Hanbel: 5/256. Taberânî ; Ebû Derdâ  (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2246.

[250] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2246-2247.

[251] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2247-2248.

[252] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2248.

[253] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2248-2249.

[254] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2249.

[255] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2249.

[256] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2251-2252.

[257] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2252-2253.

[258] Sayılar ;   17/1-11

[259] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2253-2254.

[260] Tevrat-Sayılar : 5/9

[261] Tevrat-Sayılar :   25/1-2

[262] »     -Çıkış:   17/1-7

[263] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2254-2255.

[264] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2255-2256.

[265] Ibn Kesîr : Ahmed b. Muhammed'den isnad-i ceyyid ile.. 2/257

[266] Müslim/kader :  32- Ahmed:  1/390, 433

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2257.

[267] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2257-2258.

[268] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2258.

[269] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2258-2259.

[270] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2259-2260.

[271] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2260.

[272] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2262-2263.

[273] Geniş bilgi için bak : Bakara sûresi 249. âyetin tefsîri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2263.

[274] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2263-2264.

[275] Bakara sûresi :  63-93., Nisa sûresi:   154- âyetlerin tefsirine bakılması

[276] Tevrat-Çıkış ;   19/1-25

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2264-2265.

[277] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2265-2266.

[278] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2266.

[279] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2266.

[280] Buharî/cenaiz :  80, tefsir :  30, kader:  3- Müslim/kader :  22. 23, 24- Ah-med :   2/315,  346

[281] Buharî/enbiya :   2-  Müslim/birr :   159,   160-  Ebû  Dâvud/edeb :   16-   Ah-med :   2/295,  527,  537

[282] Rum sûresi :   30

[283] Sahîh-i Müslim :  Iyaz   (R.A.)den

[284] Nesâî - Abmed - İbn Cerîr et-TaberL.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2267-2268.

[285] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2268-2270.

[286] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2270.

[287] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2271.

[288] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2271.

[289] İsrâ sûresi ; 85

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2271-2272.

[290] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2273.

[291] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2274.

[292] Lübabu't-te'vü - Esbabü'n-nüzul/Nisabûrî - İbn Kesir - İbn Cerîr-Kur-tubî - Mefatihü'I-gayb tefsirleri, ilgili âyet..

[293] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2275-2276.

[294] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2276.

[295] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2276-2277.

[296] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2277.

[297] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2277-2278.

[298] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2278.

[299] Buhari/bed'-i halk :  1- Tirmizî/tefsîr :  5/3- Ahmed :  2/313, 501- 4/431

[300] Müslim/kader: 31. Ebû Dâvud/sünnet :  17- Nesâî/cenâiz : 58- îbn Mâce/ mukaddeme:  10- Ahmed :  6/41, 208.

[301] Buharî/kader:  1- Müslim/kader :  1. 2.

[302] Buharî/daâvat: 69- Müsiim/zikir :  5, 6- İbn Mâce/duâ :   10.

[303] Müslim-Ebû   Hatim   -   Ahmed:   1/391,   452

[304] Buharî/i'tisam :  10- Müslim/imân :  247, imaret:  170, 173,  174- Ebû Dâ-vud/fiten:  1. Tirmizi/fiten :  27, 51- Ahmed :  5/34, 269, 278, 279.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2280-2281.

[305] el-Hâkîm - tbn Ebî Dünya/mekâyidi'ş-şeytan - Ebû Şeyh/el-azame - İbn Murdeveyh: Ebû Derda (R.A.)dan. Hadîs zayıftır.

[306] Taberânî -el-Hâkim- Beyhakî : Ebû Sa'lebe el-Huşeni'den.. Hadîs sahih­tir.

[307] Feyzü'l-Kadîr/el-Allâme Münâvî :   3/364'den  özetlenerek..

[308] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2281-2283.

[309] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2283.

[310] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2283-2285.

[311] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2285.

[312] Kurtubî/7/325.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2285-2286.

[313] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/

[314] Hicir sûresi :   9

[315] Buharî/i'tisam : 10- Müslim,iman : 247, imaret: 170, 173, 174- Ebû Dâ-vud/fiten: 1- Tirmizî/fiten : 27, 51- İbn Mâre/mukaddeme: 1, fiten: 9- Ahmed: 5/34.   269    278 279

[316] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2287-2288.

[317] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2288.

[318] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2288-2289.

[319] LÜbabu't-te'vîl/İlgili âyetin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2290.

[320] Bilgi için bak : Fransız Tıp Akademisine göre, Hz. Muhammed'in (A,S.) Şuuru Tamdır/Çeviren :  Prof. Feridun Nafiz UZLUK  - Ankara :   1970

[321] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2290-2292.

[322] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2292.

[323] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2292.

[324] Lübabu't-te'vîl - Esbabu'n-nüzul li-Nisaburi.

[325] s>                       »                       »                          »                          »

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2293-2294.

[326] Bilgi için bak :  Buharİ/imân;   34, 38, şahadat :   26,  tefsir:   31-  Müslim/ imân:   5, 7, 8- Ebû Dâvud/sünnet:   16-  Tirmizî/imân :   4-  Nesâî/imân:   56-  İbn Mâce/makaddeme : 9- Ahmed : 1/27, 52.

[327] Buharı - Müslim :  Ebû Hüreyre   (R,A.)den.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2294.

[328] Enbiyâ Süresi :   104

[329] Rum         »      ;  55

[330] Fussilet sûresi :   11

[331] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2294-2296.

[332] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2296.

[333] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2297.

[334] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2297.

[335] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2297-2298.

[336] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2298.

[337] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2301-2302.

[338] İslâm'ın Vaadettikleri/Tstanbul-:   1983

[339] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2303.

[340] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2304.

[341] Buharı -Müslim

[342] Lübabu't-te'vîl :   2/158

[343] Bağavî - Tirmizî  (Rivayetler arasında lâfız farkı var).

[344] Müslim/müsafirîn:   69- Dâremî/rikak :   25-  Ahmed:   1/385,  397, 401, 460

[345] İbn Ebî Hatim  -  İbn Cerîr et-Taberî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2304-2305.

[346] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2305-2306.

[347] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2306-2307.

[348] Nahl  sûresi :   98.  99

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2307-2309.

[349] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2309.

[350] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2310-2311.

[351] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2311-2312.

[352] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2312.

[353] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2312-2313.

[354] Tefsîr-i İbn Kesir:  2/280  - Müsned-i Ahmed – Nesâî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2313-2314.

[355] Buharî/salat:   13, ezan:  51, 74. 82, 128, taksîr-i salât:   17, sehv:  9, mer-dâ: 12- Müslim/salat: 77, 82, 86, 89- Ebû Dâvud/salat: 68- Tirmizî/salat: 150- Ne-sâî/eimme :  16, 38, 40, iftitah : 30, tatbik: 22- îbn Mâce/ikamet:  13, 144- Dâre-mi/salat: 44, 71- Taberânî/nida: 56, cemaat:  16, 17- Ahmed: 2/230, 314, 341, 378, 411, 420.3/110, 154.4/401, 450.6/51, 58, 68,  148,  194

[356] Buharî/mağazî : 38, cihat: 131, deâvat: 50, 68, kader: 7, tevtıîd: 9- Müs­lim/zikir : 44, 45- Ebû Dâvud/vitir:  26- Tirraizî/deâvat:  57- Ahmed:  4/394, 402, 403, 407, 418, 419

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2314.

[357] Tirmi2Î-Ahmed b. Hanbel : Ebû Saîd (R.A.)den

[358] Tirmizî : Ebû Hüreyre (R.A.)den

[359] MÜsned-i Ahmed :  3/339 - îbn Mâce/ikamet:  13

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2314-2315.

[360] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2315.

[361] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2315-2316.

[362] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2316.