Tebliğ Edilenden De, Tebliğ Edenden De Sorulacaktır
Yeryüzünün Yaşanır Hale Getirilmesi
Meleklerin Âdem'e Secde Etmesi
Âdem'le İblîs'in Cennetten Çıkarılması
Utanç Yerlerini Gösterme Gayreti
İblis Daha Önce Cennet'ten Kovulmamış Mıydı?
Biri Secde Etmedi, Diğeri Memnu Meyvadan Yedi
İlk İnsan Yeryüzüne İndirilmiştir
Örtünmek Vakar Ve Saygınlıktır
İndirilen Elbise Ve Süs Elbisesi
Allah, Adalet Ve İnsafı Emretmiştir
Kabe'ye Yönelmek, Adalet Ve İnsafı İlham Eder
Çıplak Doğduk Ve Çıplak Olarak Dirilip Allah'a Döneceğiz
İlâhî Hidayet Lâyık Olana Tecelli Eder
Camilere Temiz Ve Güzel Elbiseyle Gitmek
Yeyiniz, İçiniz/İsraf Etmeyiniz
Allah'ın Lütfettiği Süs Ve Temiz Rızıklar
Allah'ın Âyetlerini Kibir Ve Gururlarına Yediremeyenler
Ezelî İlim Kendi Tesbitinde Yanılmaz Ve Hükmünü Kusursuz Yürütür
Yoldaşlar O Gün Birbirlerine Düşman Olurlar
İlâhî Tablodan Müstesna Bir Görüntü
Zalim Bir Topluluğun Vasıfları
Acık Belgeler Karşısında Özrün Yeri Yoktur
Gökler İle Yerin Altı Dönemde Yaratılması
Güneş Ve Yıldızların Allah'ın Emrine Başeğmesi
Yerkürede Kurulan Düzen Ve Denge
Bitkilerin Yeniden Yeşermesi Ölülerin Dirilmesi
Kur'ân'da Geçmiş Olayların Detayına İnilmez
Tevrat'ta Nuh Tufanı Biraz Daha Detaylı Anlatılır
Nuh Peygamber Hangi Asırlarda Yaşamıştır?
İleri Gelenlerin Küfür Ve Azgınlığı
Bazı Milletler Neden Yok Edilmişlerdir?
Neden Semûd Kavmi Misal Veriliyor?
Peygamberlere İlk İman Edenler, Fakirler Ve Ortahallilerdir
Din Ve İmanı Vatana Tercih Etmek
İnkarcıların Kalblerinin Mühürlenmesi
Peygamber Ve Mürşide Yakışan Ve Yaraşan Nedir?
Ölüm Tehdidi Karşısında Burçlaşan İmân
Hakk'ı Savunanları Teselli Eden Güzel Bir Misal
Fir'avn'ın Musa Peygamberden İyice Korkması
Allah'ın Tecelli Eden Üstün Kudretini Gururuna Yediremiyenler
İnsan Zayıf İradeli Ve Acelecidir
İyi, Yararlı Ve Başarılı Sonuç Kimedir?
Musibet Ve Hastalık Allah'ı Hatırlatır
İnsan Unsuru Eşyadan Çok Üstündür
Geçmişte Verilen İlâhî Lütufları Unutmamak Gerekir
Neden Allah'ı Görmek Mümkün Değildir?
Peygamber (A.S.) Efendimizin Mi'rac Gecesi Rabbını Görme Olayı
VAHİY İNDİĞİNDE PEYGAMBERİMİZİN
BAYGINLIK GİBİ BİR HAL GEÇİRMESİNİN SEBEBİ
Âhiret Âleminde Allah'ı Görmek Mümkün Mü?
Tevrat'ın Toptan İndirilmesi Ve Levhalara Yazılması
İndirilen Hükümlerin En Güzeli
Fir'avn'ın Helakine Sebep Olan Gurur
Hak Dini Tebliğde Hatır-Gönül Söz Konusu Olamaz
Levhanın Nüshasında Hüdâ Ve Rahmet Yazili İdi
İlâhî Rahmet Her Şeyi Kapsayıp Kuşatmıştır
Tevrat Ve İncil'de Ümmî Peygamberin Vasıfları
Ümmî Peygamberin Bazı Özellikleri
Son Peygamberin Risaleti Umumîdir
Allah'a Ve O'nun Sözlerine İnanan Peygamber
Ümmî Peygambere İman Edilmesi Emrediliyor
Hakkı Gösterip Doğruya İrşat Edenler
Kur'ân'ın Emirlerine Uymayan
Müslümanların Çetin Sınavlardan
Geçirileceğine İşaret Ediliyor.
Yahudilere İşkence Yapılacağı Haberi
Davud Ve Süleyman'dan Sonra Hızlı Değişmeler
Tûr Dağının Bir Gölgelik Anlamında Yükseltilmesi
İlâhî Kudretin Dağa Yönelmesi Aynı
Zamanda Bir Uyarı Niteliğindedir
Elestü Hitabı Ses Ve Harfle Mi Olmuştur?
Ruhların Hepsinin Elestü Hitabına Cevap Vermesi
Fıtrat, Her Türlü Özür Ve İtirazı Reddeder
Dileşeydik Onu Âyetlerimizle Yükseltirdik
Soluyan Köpeğin Misal Verilmesi
Cinler De İlâhi Hükümlerle Yükümlü Müdürler?
Hayat Gemisini Rotasında Tutan Düşünce Ve Duygu
Esmâ-İ Hüsnâ (Allah'ın Güzel İsimleri)
Hakk'a Giden Yolu Gösteren Bahtiyarlar
Hakk'ı Yalanlayanlara İstidrac Kanunu Uygulanır
Hz. Muhammedi (A.S.) Akıl Hastası Sananlar
Allah Kimi Doğru Yoldan Saptırırsa
Kıyametin Kopuş Zamanı Hakkında Bilgi
Tasavvufî Yönü Peygamberin Zahirî Vasıfları
Bakmak Başka, Görmek Daha Başkadır
İslâm'ın Toplum Ahlakıyla İlgili Üç Esası
Peygamberler Günahlardan Korunmuşlardır
Her Kişi Kendi Karakterinde Olanların Çoğalmasını İster
İslâm'a Yeni Girenlere Peygamber Sünneti Öğretiliyor
Kur'ân Okunduğu Zaman Susup Dinlemek
Kur'ân'ın yedinci
süresidir. Müfessirlerin çoğuna göre : 206 âyet, 3325 kelime ve 14010 harftir.
Mekke'de inmiştir. İbn
Abbas (R.A.) ve ashaptan bazısına göre 163'-den 168'e kadar olan beş âyeti
Medine'de inmiştir. Katade de aynı görüş ve tesbiti belirtmiştir. Mukatil ve
Kurtubî'ye göre, 163'den 171'e kadar olan sekiz âyeti Medîne'de, gerisi
Mekke'de inmiştir.
A'RAF, başta
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak üzere mü'minlerin hak ve doğrulukta en yüce
noktada bulunduklarına işarettir. Ayrıca Cennet ile Cehennem arasındaki
yüksekçe bir kesimin, ya da tepenin adıdır.
A'raf sûresi bir
bakıma En'âm sûresini, yani ondaki mücmelleri açıklar; ayrıca inanç
esaslarını, dinin bazı genel kurallarını anlatır. Asıl amacın ne olduğuna
dikkatleri çeker. Hz. Musa ile Hz. Muhammed (A.S.) arasındaki ortaklaşa
niteliklere temas eder. Böylece semavî dinler arasında hem müşterek esaslara
dokunur, hem olumlu ve ılımlı bir diyalogun sağlanmasını amaçlar.
Ayrıca son nebîye kadar gelip
geçen peygamberlerden birkaçının kıssasını anlatarak örnekler sergiler. Sonra
da insanın çamurdan yaratıldığından bahseder ve böylece yegane yaratıcı
kudretin yüceliğini çok duyarlı bir anlatımla, gönül ve kafalara işler. [1]
1— Elif- Lâm- Mim- Sâd.
2— Bu, uyarman ve mü'minlere öğütte bulunman
için sana indirilen bir kitaptır. Artık bundan dolayı göğsünde bir sıkıntı
olmasın.
3— Size Rabbınızdan indirilene uyun; O'ndan
başka dostlar (edinip) uymayın. Ne de az öğüt tutarsınız!
Birinci âyeti
oluşturan Elif-Lâm-Mîm-Sad, ilim adamlarının çoğuna göre HURÛF-İ
MUKATTA'Adandır, aynı zamanda müteşabih, yani ilâhî bilgiye bağlı olup
kullarından hiç kimsenin mânasını bilemediği veya yoruma müsait, tasarrufa
elverişli âyetlerdendir. [2]
Birincilerin tefsirine
göre, bu harflerle neyi murat ettiğini Allah daha iyi bilir. Ancak
müfessirlerimizin bir kısmı, bunlardan gelişigüzel, yersiz ve Kur'ân'ın
yüceliğine ters düşen bir takım mânalar çıkarılmasın diye,
Kur'ân'ın özüne ve
ruhuna uygun bazı yorumlarda bulunmuşlardır:
a) Sûrede, insanlara indirilen ilâhî kelâmın
yüceliğine, o nedenle işitenlerin dikkatlerini toplayıp çevirmeğe ve mânası
belirsiz bu harflerin sûreye bir anahtar, ya da kapak olduğuna ve şimdi bu
kapağın açılacağına işarettir.
b) Elif, dosdoğru olmanın; Lâm, el açıp
yücelmenin; Mîm derlenip birleşmenin ve feyizli bir hayat sürmenin; Sâd, bu
feyzi artırmanın sembolüdür.
c) İbn Abbas'a (R.A.) göre, bunlar şu mânaları
kendinde taşımaktadır: «Ben Allahım, bilirim ve açıklarım..» Veya «yemin
edilen bir kutsallıktır ki, Allah bunlarla yemin ediyor.» Veya «bu harfler
biraraya gelince Allah'ın isimlerinden bir isim oluşturuyor.»
d) Katade'ye göre, bunlar Kur'ân'ın isimlerinden
bir isimdir.
e) el-Hasen'e göre, sûrenin ismidir.
f) Süddî'ye göre, Allah'ın musavver veya
musavvir isimlerinden biridir.
g) Ebû Aliye göre; Elif, Allah isminin anahtarı;
Lâm, Latîf isminin; Mîm, Mecîd isminin; Sâd Sadık ve Sabûr isimlerinin
anahtarıdır.
h) Bunlar
İSM-İ A'ZAM'in harfleridir. [3]
«Bu, uyarman ve
mü'minlere öğütte bulunman için sana indirilen bir kitaptır.»
İkinci âyetle
Kur'ân'ın bir bakıma iki ana hedefi açıklanmaktadır: Doğru yolda olmayanları
hakkın sesiyle uyarmak; doğru yolda olup inananların idrâkini hep uyanık
tutmak için onlara öğüt vermek, hakkı sık sık hatırlatmak.
Ayrıca ilgili
âyetlerle Kur'ân'ın bu iki ana hedefinin metodu yani bunları işlemenin usûl ve
yöntemi belirtiliyor. Görevi yaparken,uyarı ve öğütte bulunurken kendini
sıkmıyacaksın, sözler tesir etmedi diye kalbin daralmasın. Bu yüzden hiddete
gelme, ölçüyü kaçırma. Sen ancak tebligat-çısın, hidâyet (doğru yola
eriştirmek) Allah'a aittir. O halde Kur'ân'ın bu iki ana hedefini kalblere ve
dimağlara işlerken çok usta ve o oranda duyarlı bir ressam gibi olmaya dikkat
etmek gerekir; nasıl fırçanın hafif kay-masıyla yapılan resim bozulur, emek
heder olursa, insanları uyarırken, öğüt verirken metot dışına çıkıp ölçüyü
kaçırmak, hiddete gelip aklın yolunu kaybetmek de yapılan konuşmayı alt-üst
eder, fayda yerine zarar getirebilir.
Evet, mürşidin, vaizin
ve eğitimcinin görevi, yüklendiği hizmeti,günün sosyal, ekonomik ve psikolojik
şartlarını dikkâte alarak rahat ve sakin bir hava içinde uygulama alanına
koymaktır. Gerisi Allah'a aittir..
Kur'ân burada diğer
önemli bir hususa, daha doğrusu insan psikolojisine işarette bulunuyor: «Ne de
az öğüt tutarsınız!.» diyor. Bununla insanın yaratılışı gereği pek az öğüt
tutacağı, ya da öğüde pek az kulak vereceği belirtiliyor. O nedenle uyarı ve
hatırlatmanın kademeli, sabırlı ve sakin ölçülerle fakat ilâhî hakikatlerle
yapılmasının lüzumu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Çünkü insanların çoğu
Allah'ı, O'nun buyruklarını bir tarafa itip geçici bir yarar sağlamak umuduyla
başkalarını dost edinme temayülünde-dir. Bu yüzden peşin bir dostluk ve nîmeti,
veresi bir nîmete; geçici bir mutluluğu kendilerince meçhul sayılan ebedî bir
mutluluğa tercih etme eğilimindedir. İnsan karakter ve anlayışı bu olunca, dinî
eğitimde cok duyarlı, temkinli, metotlu ve de sakin olmak şarttır. Aksi halde
arzulanan sonucu elde etmek çok zordur. Hazreti Peygamber (A.S.)in 23 senelik
tebliği bu âyetin gösterdiği doğrultudan sapmadan sürmüştür. Başarısının
sırrının bir ucu buna dayanır. Nitekim Âl-i İmrân 159. âyette bu husus çok açık
şekilde belirtilmiştir. [4]
Yukarıdaki âyetlerle
Kur'ân'ın okunup amel edilmek için indirildiği, öğüt alıp hayatı, onun esas ve
prensipleriyle düzenlememiz için öğretildiği belirtildi. O nedenle Kur'ân'ın
değişmeyen iki ana hedefinin bulunduğuna dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
indirilen ilâhî buyruklara kalb ve kafalarını açmayan, inkâr ve inatlarında
ısrar edip duran milletlerin yerlebir edildikleri bir uyarı ölçüsünde anlatılıyor;
ilâhî azap gelip çattıktan sonra gerçeği anlayıp itiraf etmenin bir yararı
olmayacağı hatırlatılıyor. [5]
4— Nice
kasabaları bitik hale getirip yok etmişizdir ki, kahredici azabımız geceleyin
veya öğle sıcağında dinlenirlerken onlara gelivermiştir.
Kahredici azabımız
gelip çattığında, bağırıp çağırmaları sadece, «doğrusu biz zâlimler idik!»
demeleri olmuştur,
6— And olsun ki, kendilerine peygamberler
gönderilenlerden soracağız ve şüphesiz gönderilen peygamberlerden de
soracağız.
7— Ve and olsun ki, onlara (kesin) bir bilgi ile
(olup bitenleri) bir bir anlatacağız ve biz onlardan (hiç bir an) gâib
değildik.
8— O gün (amellerin) tartısı haktır. Artık
kimlerin tartıları ağır gelirse, işte onlar korktuklarından kurtulup
umduklarına kavuşanlardır,
9— Kimlerin de tartıları hafif gelirse, işte
onlar âyetlerimizi (hiçe sayıp) haksızlık etmeleri karşılığında kendilerine
yazık edip, zarara uğrayanlardır.
«Kıyamet günü yağlıca
şişman bir adam getirilir de Allah katında bir
sivrisineğin kanadı
karşılığında bile tartıya girmez.» [6]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz İbn Mes'ud'un (R.A.) incecik bacaklarını kasdederek şöyle buyurdu :
«Siz onun bacaklarının inceliğine, sıskalığına mı hayret ediyorsunuz? Canımı
kudret elinde bulundurana yemin ederim ki, onun iki bacağı terazide Uhud
dağından daha ağırdır.» [7]
«Kıyamet günü bir
adamın günahları, -her defterin uzunluğu gözün alabildiği büyüklükte olmak
üzere- doksan dokuz defter halinde getirilir, terazinin bir kefesine, üzerinde
Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlüllah yazılı bulunan etiket kadar bir kâğıt
da diğer kefesine konulur, defterler hafif, o etiket ağır gelir.» [8]
«Nice kasabaları bitik hale getirip yok etmişizdir
ki, kahredici azabımız geceleyin veya öğle sıcağında dinlenirlerken onlara
gelivermiştir.»
Kur'ân'ın bu ve diğer
ilgili âyetlerinden, Hakk'a karşı başkaldınp inkârda ısrar eden bazı
milletlerin, peygamberlerin sesine ve çağrısına kulak tıkadıklarından dolayı
gökten, ya da yerden gelen bir felâketle yok edildikleri anlaşılıyor.
Sünnetullah'ın bu
yolda cereyan etmesinde bir incelik var-. Kâinatta şaşmadan hedefine giden ve
amacına yönelik bulunan kanunlar ve bu kanunlara bağlı olaylar vardır. Şiddetli
fırtınalar, kasırgalar, büyük seller, depremler ve yanardağların kükreyip lav
püskürtmesi bu cümledendir. Bunların her birinin belli sebeplere yani illiyet
kanununa dayandığı kesindir. Sebepsiz, illetsiz bir olay meydana gelmez, gelse
bile o mucize sayılır.
İşte bu câri kanunlara
ve bağlı bulundukları sebeplere biz Sünnetul-İah = Allah'ın koymuş olduğu
şaşmaz kanunlar diyoruz. Kur'ân'ın iki yerinde açık biçimde ve birçok
yerlerinde de işaret şeklinde Sünnetullah'ın değişmeyeceği belirtilmiştir. O
halde daha önceki milletlerden bir kısmı nasıl olur da küfür ve tuğyanları
sebebiyle,gecelediklerinde veya öğle sıcağında dinlenmeye çekildiklerinde yok
edici azaba, yani büyük bir felâkete mâruz kalmışlardır? Yoksa Sunnetullah
onlar hakkında değişmiş midir?
Önce şunu belirtelim
ki, her olay bir sebep ve kanuna bağlanmıştır. Sebepler ve kanunların bir ucu
Yüce Kudretin elinde bulunuyor; dilediği zaman sebepleri ve ilgili kanunları
harekete geçirip umulmadık anlarda olağan olaylar meydana getirir. Bu durumda
da meydana gelen olay bir bakıma sebebe bağlı ve Sunnetullah doğrultusundadır.
Ne var ki, mutad seyrinde değildir, o bakımdan istisna teşkil eder ve genel
kuralı bozmaz.
Allah'ın bu tür
kahredici azabı daha çok gönderilen peygambere karşı gelen ve o yüzden inkâr
ve inatlarını artıran bazı kasaba halkına yönelmiştir; genel ölçüde ve sürekli
olmamıştır. Yaşamakta olanları ve gelecek kuşakları bir bakıma uyarmaya
yönelik bir anlam taşır. [9]
«And olsun ki,
kendilerine peygamberler gönderilenlerden soracağız ve şüphesiz gönderilen
peygamberlerden de soracağız.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'den önce kendilerine peygamber gönderilen veya peygamber
gönderildiğinden haberdar edilen her kavim ve milletten, Kıyamet gününde
peygamberlerin tebliğ ve çağrısına ne cevap verdiniz? Peygamberlere de ne
cevap ile karşılaştınız? Diye sorulacaktır. Hz. Muhammed (A.S.), bütün kavim ve
milletlere peygamber olarak gönderildiği için, Onun teblîğ için ortaya çıkıp
bir kitap getirdiğini işiten her kavim ve milletten, her aile ve fertten Onu
nasıl karşıladıkları, nasıl cevap verdikleri mutlaka sorulacak ve öylece ilâhî
adalet yerini bulacaktır.
Bundan maksat,
belirttiğimiz gibi, adaletin kusursuz tecelli edeceğini, hiç kimseye haksızlık
edilmeyeceğini ve her türlü itiraz ve özür beyân etmelerin yersiz ve anlamsız
olacağını bildirmektir.
Böylece her kulun, iyi
olsun, kötü olsun amel ve işinin yazıldığına, yazanların duygusallıktan, kin
ve nefretten, yalan ve iftiradan uzak bulunduklarına; sadece emredileni
kusursuz yerine getirdiklerine işaretle, yazılan her şeyin Âhiret'te ilâhî
adalet terazisinde tartılacağı hatırlatılıyor.
İyiliği ağır
gelenlerin kurtuluşa erecekleri, hafif gelenlerin ziyanda kalacakları en
anlamlı tarzda haber veriliyor.
Tabii ki, bu bir imân
ve irfan konusudur. İlâhî beyana inananlar için en şaşmaz kıstas veriliyor. Bu
kıstası önünde bulundurup hayatını ona göre düzenleyenler, bu düzenlemeyle
kâinattaki düzen ve dengeye uyanlar elbette mutlu ve bahtiyar olacaklardır. [10]
Yukarıdaki âyetlerle,
sayısı belirsiz belge karşısında Hakk'in varlık ve kudretini anlamayan ve bu
hususta yapılan irşat ve uyarılara kulaklarını tıkayan kavim ve milletlerin yok
edildiği hatırlatıldı. Onlar gibi kalbsiz, kör ve sağır kalmamaları için
yaşamakta olan kuşaklara Allah ile Peygamber, Peygamber ile insanlar arasındaki
ilginin olcu ve anlamı belirtilerek gereken uyarı yapıldı.
Aşağıdaki âyetle
dikkatler bu defa insanların yeryüzünün şartlarına ve hayat ortamına uygun
sağlamlıkta yaratıldığına ve geçim yollarının cok kademeli ve yaygın
hazırlandığına çekiliyor. Hiçbir şeyin boşuna, gereksiz ve hikmetsiz
yaratılmadığına işaretle O Yüoe Kudret karşısında mahviyetini dile getirip
derin bir saygıyla eğilmenin, şükür duygusuyla O'na teslim olmanın gereğine parmak
basılıyor. [11]
10— And
olsun ki, sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada sizin için geçim yollarını
yaratıp düzenledik. Ne de az şükrediyorsunuz!
«Ve orada sizin için
geçim yollarını yaratıp düzenledik.»
Üç veya dört milyar
yıl önce yaratıldığı tahmin edilen yeryüzünün bugünkü duruma gelmesi, hiçbir
yönüyle tesadüf eseri değildir ve olamaz. İnsan ve diğer canlıların yaşaması
için bütün şartları plânlı, programlı ve düzenli şekilde kendinde taşıyan bu
ihtiyar küre, dağıyla, ormanıyla, yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla, hava ve
suyuyla sınırsız bir kudretin, yüksek hikmet sahibi bir varlığın eseri olduğunu
anlatıyor. Çünkü bilimsel açıdan bakıldığında da dünyanın oluş şekli, her
yönüyle mükemmel bir plân ve programın neticesi olduğunu gösterir.
Yanardağların, denizlerin, akarsuların vp- esen rüzgarların, yağan yağmurların
yeryüzünü şekillendirmede illiyet prensibi doğrultusunda birer âmil olduğunda
şüphe yoktur.
Jeolojik dört veya beş
devre içinde milyarlarca yıl geçtikten ve ilâhî plân insan ve canlıların rahat
yaşamasına yöneldikten sonra bugünkü mükemmel yerküre -vücut bulmuştur.
Güneş'le olan
ilgisinde, atmosfer tabakasının kalınlığında ve taşıdığı çeşitli gazlarda;
dörtte üçünün denizle kaplı olmasında; yeraltında oluşan petrol, kömür ve diğer
madenlerde; yerkabuğunun oluşmasında ve taşıdığı çeşitli fosillerde akıllara
durgunluk verecek en ince hesaplar, kimyasal ve fiziksel kanunlar, sonra da
yüce amaçlar ve şaşmayan programlar hâkimdir. Bunca açık belgeleri,
düzenlemeleri ve yükletilen programları görmemek, anlamamak mümkün müdür?
İşte bütün bu
fevkalâde plân ve programların taşıdığı sayısız nimetleriyle yeryüzü, insan
için elverişli şartlarla yaratıldığına delâlet ediyor. Her şeyde mutlak bir
nizam, her yanında mükemmel bir denge kendini göstermektedir. Hepsi de insan
aklına seslenmekte, O yüce ve sonsuz kudretin karşısında secdeye kapanmamızı
ilham etmektedir.
Kur'ân'da ilgili
âyetle bu hakikatin ana fikri verilerek insan aklı kamçılanmakta ve düşünebilen
herkesin harekete geçmesi istenmektedir. «And olsun ki sizi yeryüzüne
yerleştirdik ve orada sizin için hayat ve geçim yollarını yaratıp düzenledik.
Ne de az şükrediyorsunuz!»
Bu âyetle, ilmin
imanla birleşip aklın eşliğinde Yüce Yaratan'ın varlığına, birliğine,
kudretinin sınırsızlığına delâlet eden milyonlarca belgeleri iyice
incelemeleri; eserden hakikî müessire geçiş sağlamaları insan-lara ilham
edilerek düşünce ufukları genişletiliyor.
İlimle imân için
hareket noktası olarak iki temel bilgi sunuluyor: Yeryüzünün bugünkü şekliyle
düzenlenip hazırlanması ve insan hayatına yarayan nesnelerin çok ölçülü ve
programlı biçimde yaratılıp belli kanunlara bağlanması.. Böylece besleyici,
sağlığı koruyucu protein, vitamin ve diğer gerekli mineralların, ilgili
bulunduğu türün devamıyla sürüp gelmesi sağlanarak insanın hizmetine
terkedilmiştir, [12]
Yukarıdaki âyetle
ilâhî kudret ve lûtfun birçok inceliklerini kendinde
taşıyan yeryüzünün
yaratılışına ve hayat için elverişli şartların düzenlendiğine dikkat çekilerek
akla yardımcı bilgiler veriîdi.
Aşağıdaki âyetlerle,
bütün bu nimetlere lâyık görülen insanın çok değerli bir canlı olarak
yaratıldığı hatırlatılıyor; ayrıca olgunlaşıp, yaratıcı kudreti kendinde
taşıyan Allah'ı bilip tanıması için her türlü bilgi ve belgenin kusursuz ölçü
ve anlamda sergilendiğine atıfta bulunuluyor. Sonra da insanın yaratılışindaki
asıl hikmetin gereği olarak nefis ve şeytan gibi onu aşırılığa sürükleyen,
doğru yoldan sapmasına neden olabilen iki itici kuvvetle başbaşa bırakıldığı,
onların tesir alanında bir ömür tüketmemek için yardımcı olarak akıl, idrâk
gibi yeteneklerle birlikte kitap ve peygamber gönderildiği bildiriliyor ve
bütün bunların biraraya getirilerek karşılaştırılmasının hayat dengesiyle çok
yakından ilgili bulunduğuna işaret ediliyor. [13]
11— Ve and olsun ki, sizi yarattık, sonra sizi
şekilendirdik, sonra da meleklere: «Âdem'e secde edin» diye buyurduk. Onlar da
hemen secde ettiler; ancak İ b I î s secde edenlerden olmadı.
12— (Allah ona :) «Sana emrettiğim halde seni
secde etmekten alıkoyan şey nedir?» dedi. İblis: «Ben ondan hayırlıyım, beni
ateşten, onu ise çamurdan yarattın» diye cevap verdi.
13— (Allah ona :) «İn oradan, sana orada büyüklük
taslayıp gururlanmak gerekmez; çık, çünkü elbette sen alçağın tekisin!»
buyurdu.
14— İblîs, «kabirlerden dirilip kalkılacağı güne
kadar bana mühlet ver» dedi.
15— Allah da : «Sen mühlet verilenlerdensin»
buyurdu.
16-17—
(İblîs): «Beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, onları saptırmak için
senin dosdoğru yolun üzerinde oturacağım, sonra da onlara önlerinden,
arkalarından, sağlarından ve sollarından (yaklaşıp) geleceğim ve Sen, onların
çoğunu şükreder bufamıyacaksın» dedi.
18— (Allah
ona;) «Yerilmiş ve kovulmuş bir halde çık oradan. And olsun ki, onlardan kim
sana uyarsa, Cehennemi sizlerle (evet) hepinizle dolduracağım» buyurdu.
İnsanın kâinat
planındaki yeriyle ve iki hayatının mukadderatıyia yakından ilgili olan bu
kıssa, aynı kelime ve cümleyle Kur'ân'ın tam yedi yerinde geçer. Ancak her biri
yer aldığı konuya, bir önceki ve bir sonraki âyete göre, insan düşüncesine
değişik fakat birbirine bağlı mana ve hükümler getirmektedir.
Bakara sûresinde
İblîs'în gerçeği gizleyip, hakkı reddederek kâfirlerden olduğu açıklanırken,
Âdem'in (A.S.) meleklerden bile üstün tutulduğu ve eşyanın mahiyetiyle
birlikte isimlerinin de ona öğretildiği vurgulanır ve sonra da bu iki ayrı
türün birbirine düşman kalacakları belirtilir.
A'raf sûresinde,
İblîs'in secde edenlerden olmadığı açıklanırken, onun melek türünden olmadığına
işaret edilir. Ayrıca İblîs'in farklı bir kıyas yaptığı, ateşin topraktan
hayırlı olduğu, öylece ateşten yaratılan bir canlının, topraktan yaratılan bir
canlıdan hayırlı olacağı sonucunu çıkardığı haber veriliyor.
Allah bu olayla, imân
ve irfan ile birleşip bütünleşmeyen ilmin, insanı fasit bir kıyasla ve basit
mantıkî yollarla haktan uzaklaştıracağına atıfta bulunuyor.
İsrâ sûresinde,
İblîs'in, çamurdan yaratılan bir mahlûka secde etmediği açıklanırken,
ademoğullanna verilen üstünlük ve saygınlığı müthiş kıskandığı ve o yüzden
Kıyâmet'e kadar -azı müstesna- onları saptıracağına yemin ettiği belirtiliyor.
Sonuç olarak da,
insanların çoğunun nefsine yenileceği, İblîs'in ise, sadece nefsten yana olup,
şerri temsil ettiğinden onları rahatlıkla saptı-rabileceği hatırlatılıyor. Bir
bakıma insan karakterine, mayasına parmak basılarak bilgi veriliyor.
Kehf sûresinde,
İbiîs'in cinlerden olduğu, kendisinde meleksel maya ve öz bulunmadığı çok açık
bir anlatımla ifade ediliyor; sonra da İblîs'in geçmişteki ilâhî inayetleri
dikkate almadan Rabbının buyruğu dışına çıktığı açıklanıyor ve o yüzden onunla
dostluk kurmanın çok tehlikeli neticeler doğuracağı; onun gibi bilgisini imân
ve irfanla birleştirmeyen, dünya hayatını tek amaç seçip kendini nefsinin
buyruğuna veren kişilerle de dostluk kurmanın hayır getirmiyeçeği dolaylı
şekilde anlatılıyor.
Tâ-Hâ sûresinde,
İblîs'in aynı anlatım düzeyinde ilâhî buyruğa uymadığı açıklanırken
mü'minlerin hem erkeğine, hem dişisine düşman olduğu ve bu düşmanlığın
Kıyâmet'e kadar süreceği ifade ediliyor. Dolayısıyla insanları saptırıp
azıtmada kadınların önemli yeri ve rolü bulunduğuna işaret ediliyor.
Hioir sûresinde,
İblîs'in Hakk'a baş kaldırması değişik bir anlatımla işleniyor. Âdem'in kuru
veya pişmedik bir balçıktan yaratıldığı, işlenmeye, şekillendirilmeye müsait
bir kıvamda olduğu; iyi ellerde olumlu bir eğitimle faydalı bir kişi; kötü
ellerde, fena bir eğitimle zararlı ve tehlikeli bir yaratık hüviyetine girebileceği
kapalı fakat düşündürücü cümlelerle bildiriliyor.
Ayrıca cânn'in yani
cin ve şeytanların Âdem'den önce dumansız yalın bir ateşten (ışından)
yaratıldığı kaydedilerek daha değişik bir bilgi veriliyor.
Sâd sûresinde İblîs'in
ilâhî emir dışına çıkması yine az değişik bir anlatımla belirtiliyor; bu arada
Âdem'in balçıktan yaratılan bedeni insan şekline sokulup düzenlendikten sonra
ilâhî ruhun ona üflendiği açıklanıyor. Bununla insanın taşıdığı ruhun Allah'tan
gelme ve O'na ait olduğu; bu açıdan da bakılınca insanın çok şerefli ve Allah
yanında değerli bir canlı sayıldığı neticesi ortaya çıkıyor. Ayrıca İblîs'in,
biri büyüklük taslama, di-
ğeri kendini çok
yükseklerde görme hastalığına mübtelâ olduğuna ve bu iki sıfatın hemen her
insanı iblisleştireceğine dikkatler çekiliyor.
Anlaşıldığı üzere,
aynı konu az farkla ve çok çeşitli hükümlerle beşer idrakini uyanık tutup
hafızalarda derin, silinmez izler bırakması için yedi yerde tekrarlanmış ve her
defasında insana ayrı bir ufuk açılmış ve yepyeni bir bilgi verilmiştir. Bunlar
gereği gibi işlenecek olursa büyükçe bir kitap meydana getirecek kadar anlamlı
ve detaylıdır. Tefsirimizin hacmi elvermediği için kalın çizgileriyle
özetleyip belirtmeye çalıştık. [14]
«And olsun ki, sizi yarattık,
sonra sizi şekillendirdik.»
Bir şeyi yokluk
karanlığından varlık aydınlığına çıkarmaya yaratmak ve icat etmek denildiği
gibi, bir şeyin tohum ve mayasından belli kanunlarla onu meydana getirmek de
bir çeşit yaratma ve icattır. -
Âdem Peygamberin ve
soyunun yaratılışı «halk» kelimesiyle anlatılıyor. Çünkü bu tabirin aslı, bir
şeyi var kılıp dosdoğru takdîr etmektir. Aynı zamanda bir şeyi örneksiz ve
modelsiz icat etmektir veya bir şeyi diğer bir şeyden takdîren vücuda
getirmektir.
O halde Âdem hiçbir
şey değil iken, çamurdan örneksiz, modelsiz ve intikalsiz yaratıldığı gibi,
onun zürriyeti de ondan yaratılmıştır ki bu iki değişik yaratma hakkında
«halâkaküm» buyrulmuştur.
Âdem'in daha önce
fizikötesi bir kanunla «kün emri»ne bağlı alarak şekilsiz bir balçıktan
yaratıldığına dikkat çekiliyor; onun soyundan gelenlerin de önceleri insan
şeklinde olmayan «sperma»dan yaratılıp insan şekline sokulduğu açıklanıyor,
Kur'ân'da, henüz
mikroskop icat edilmeden, sperma ve gen nedir bilinmeden, insanın asıl mayası
veya çekirdeği sayılan sperma'nın önceleri insan şeklinde olmadığı, kuyruklu
bir yumurta şeklini andırdığı, ama ana-rahmine intikal edip yumurtalıkla
birleşince, tedrici bir tekâmül kanunuyla şekillenip insan suretine girdiği
bildiriliyor. Bu, Kur'ân'ın beşer sözü olmadığının bir başka belgesi değil
midir? [15]
«Sonra da meleklere:
Âdem'e secde edin, diye buyurduk.»
Aslında bu secde
yalnız Âdem'in şahsına değil, onun şahsında bütün insanlaradır. Çünkü onun
soyundan, ondan daha aziz, daha mükerrem ve daha kadri yüce peygamberler
gelmiştir.
Bu azizlik ve şeref
neyi ifade eder? Meleklerin secde ettiği bir yaratık, her zaman saygıdeğer ve
azizdir. O bakımdan insan ancak yaratanına, yani kendisini bu izzet ve
iltifata lâyık gören Rabbına secde eder, başkasına değil..
Ancak sözü edilen
secdenin asıl anlam ve mahiyeti veya nicelik ve na-sıllığı ne ölçüde idi?
Bakara sûresinde de belirttiğimiz gibi, bu, ya saygı gösterme ve kadrini yüce
tutma anlamınadır, ya da Âdem'in şahsında Allah'ın yüce kudret ve azametini
müşahede edip Âdem'i kıble edinerek Allah'a secdedir veya ilâhî sanatın
eşsizliğini kendinde toplayan Âdem'in önünde Âlemlerin Rabbına eğilmedir. [16]
«Ancak İblis secde edenlerden olmadı.»
Önce İblîs dumansız
bir ateşten (ışından) yaratılmıştır. O bakımdan meleklik mertebesinden çok
aşağıda bulunuyor. Çünkü melekler nurdan yaratılmıştır. Nur ile nar arasındaki
fark çok büyüktür. Hem İblîs'te nefis var, melekte yoktur. Çünkü ateş maddeyle
ilgilidir, nûr manâyla ilgilidir. Melek emredileni noksansız ve itirazsız
yerine getirir. Çünkü onda isyan, günah, kin, kıskançlık, bıkkınlık ve
yorgunluk gibi nefs ve maddeyle alâkalı sıfatlar yoktur; İblîs'te ise bu
sıfatlar mevcuttur.
Bilindiği gibi, nefis
ve ona bağlı sıfatlan taşıyan bir yaratık, her zaman günah işlemeye müsaittir.
İblîs daha önce bir deneme ve imtihandan geçmediğinden ve meleklerle birlikte
Melekût Âlemi'nde seyrettiğinden; nefsinin kötü arzularını açığa vuracak,
rengini belli edecek bir olayla karşılaşmadığından melek tabiatlı olarak bir
süre ilâhî buyruklar doğrultusunda yerini aldı. Âdem'in yaratılması ve Melekût
Âlemi'ndeki meleklerin ona secde etmekle emrolunmaları, melekle İblîs'i
birbirinden ayıran mehenk oldu. Böylece hem meleklerden, hem ilâhî rahmetten
kovuldu. Nefsinin özelliğine ve mayasına uygun bir yol tuttu. Bununla beraber
melek gibi kalma vasıf ve yetenekleri de yok değildi. Ne \qx ki karşıt sıfatı,
yani nef-sî temayül üstün geldi. [17]
İblîs ve Âdem olayı
açıklanırken nefsin değer ölçüsü belirleniyor ve bu daha çok iki madde halinde
ortaya konuyor: İblîs, Âdem'deki ilâhî nef-hanın eseri olan cevhere, ondaki
kudret ve hikmete değil, maddî yapısına ve şekline bakarak bu ikisini değer
ölçüsü olarak seçmiş ve o yüzden nefsine yenilerek ilâhî emri yerine
getirmemiştir. Tıpkı materyalistler gibi, maddeyi temel kabul edip onu
düşüncenin yaratıcısı kabul ederken, diğer bütün değer ölçülerini göremez ve
duyamaz olmuşlardır.
O nedenle ilâhî
dinlerin hepsi de şekil ve maddeyi asıl amaca erişmek için birer araç kabul
etmişlerdir. Amaç ise, Allah'a, tertemiz geldiğimiz gibi tertemiz kavuşmak için
dünya hayatında iyi ve erdemli bir insan olmak ve âhirette de ilâhî hoşnutluğa
erişmektir. Şüphesiz ki, ruhumuz Allah'tan pak ve nezih bir hüviyetle gelip
bedenimize yerleşmiştir. Onu yine ikinci beden elbisesi verilinceye kadar pak
ve nezih tutup asıl sahibine teslim etmemiz gerekmektedir. Beden bir konak, ruh
ise bir yolcudur. Ruhlar âleminden yola çıkıp birçok konaklara uğraya uğraya
beden konağına gelmiştir ve bu konaktan ayrılınca yine yolculuğu devam
edecektir. [18]
<<Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten, onu
ise çamurdan yarattın.»
İlâhî emirler daha çok
cumhurun görüş ve mantığıyla uyum sağlar; ferdin mantığına gelinoe, o
yanılabilir ve diğer bir ferdin mantığına ters düşebilir. O nedenle ilâhî
buyruklar ve buyrukların mecmuu olan din, çoğu defa ferdin mantığıyla uyum
sağlamaz.
Kur'ân, bu konuda
İblîs'in kendi kişisel mantığına göre ileri sürdüğü kıyasla ilâhî emre ters
düştüğünü örnek veriyor. Nitekim İblîs'in mantığına göre ateş topraktan
hayırlıdır; ama başka birinin mantığına bakılırsa, toprak ateşten hayırlıdır.
Görülüyor ki, fertlerin mantığı birbirine pek uymamaktadır. Bu açıdan konuya
bakınca, dinde ve dinî konu ve meselelerde kişisel görüş ve mantığa değil,
cumhurun görüş ve mantığına yer vardır, sonucu çıkar. Müçtehit imamların
hayatına ve çalışma sistemine dikkat ettiğimizde, sürekli kişisel görüşle
yetinmeyip Allah'ın Kitab'ından, Peygamberin Sünnet'inden çıkardıkları
meseleleri yüzleroe yetişkin talebe huzurunda açık tartışmaya koyduklarını,
kritiğini yaptırıp ekserin görüşü doğrultusunda bir netice çıkartmak
istediklerini görürüz. Ashap ve Tabiîn'-in icma'ına devamlı yer vermeği ihmal
etmeyerek onu dinde önemli bir esas
kabul etmişlerdir.
Günümüzün insanı zaman
zaman «canım şu mesele, şu hüküm benim mantığıma uymuyor; oysa din bütünüyle
mantık değil midir?» diyerek kişisel görüş ve mantığını ön plana almaktadır.
Şüphesiz ki bu kabil itiraz ve çıkışlar biraz da bilgisizliğin, büyüklük veya
âlimlik taslamanın; dinî hükümlerin insan ruhunun yüceliğiyle eşdeğerde
olduğunu bilmemenin ürünüdür. Diğer bir deyimle, nefsin gurur ve ihtirasıdır. [19]
«in oradan, sana orada büyüklük taslayıp
gururlanmak gerekmez.»
Daha basit ve aşağı
nimetleri görmeyen, hayatın binbir meşakkat ve mihnetle tadını ve çilesini
çekmeyenler, yüksek nimetlerin, sonsuz saadetin kadrini ve kıymetini
anlayamazlar. İblîs ile Âdem'in durumu bunun en güzel örneğini oluşturur.
İblîs'te ruhla
birlikte nefis de yaratılmıştır. Meleklerde ise, nurânî ruh vardır, iklimleri
nefis sınırının çok ötesinde bulunuyor. Âdem'de ise, hem insanî, hem hayvanî
ruh bulunmakla beraber hayvanî ruhun değişmeyen vasfı, nefisle birlikte
yaratılmasıdır. Nefisle aynı yerde birleşmeyen, ona arkadaşlık etmeyen ruhlar
-meleklerde olduğu gibi- her zaman yüce ve azizdirler; onlar için mevcut
nimetler ve saadetler her zaman değerli ve anlamlıdır. Ama nefse arkadaşlık
eden, onunla beraber bir dönem geçirmek zorunda bulunan ruhların durumu böyle
değildir; onların birtakım denemelerden, hayat cenderesinden, aşağı âleme ait
nimetler ve külfetlerinden geçmeden, basiti mükemmelden, ednayı a'lâdan, hayrı
serden, iyiyi kötüden, mutlak saadeti, geçici olanından ayırt etmeleri çok zor,
hattâ bazan imkânsız gibidir.
Nitekim Âdem ile
İblîs, dünyaya ayak basmadan, sözünü ettiğimiz deneme safhalarından geçmeden
yüce ve sonsuz nimetleri kendinde toplayan Cennet'e konuldular. Biri isyan
ederek, diğeri aldatılarak ilâhî emre muhalefet ettiler. O yüzden Cenâb-ı Hak,
ikisini de Cennet'ten çıkarıp, oraya oranla çok aşağı bir âlem olan ve hayatın
hem zevkiyle, hem çilesiyle dopdolu bulunan Dünya'ya indirdi.
Ve sonra da bu olay,
«madem cenneti yarattı, bizi neden şu çileli dünya hayatına getirdi?»
diyenlere en susturucu cevap oldu.. [20]
«Beni azgınlığa itmene
karşılık, and olsun ki, onları saptırmak için senin dosdoğru yolun üzerinde
oturacağım.»
İblîs gurur, kibir ve
hasedinden; Âdem de nefsine uyup aldatıldığından dolayı ilâhî emre karşı
geldiler. O yüzden birbirlerine ebedî düşman olarak yeryüzüne indirildiler.
Peki ama bu düşmanlığa ne gerek vardı? diye insanın aklına ister istemez bazı
sorular gelmektedir, Dünya hayatını dikkatle incelediğimizde Cennet gibi hazır
lokma halinde düzenlenmemiştir. Cennet'te her nîmet hazır ve istenilen ölçü ve
anlamdadır. Dünya'da ise, ham maddesi hazırlanmış, bulup ortaya çıkarma,
araştırıp istifade edilecek düzeye getirme işi bize bırakılmıştır. Buna
paralel olarak insanın içine nefisten yana mal ve servet, makam ve şöhret
hırsı yerleştirilmiştir. Ayrıca insana melek kadar temiz bir ruh ve ona ilham
eden rahmet melekleri verilmiştir. Melek iyilik ilham ederken onun karşıtı
sayılan ve devamlı kötülüğü fısıldayan bulunmasaydi, O'nun ilhamı.bir bakıma
hikmet-siz ve anlamsız kalırdı. Kötülüğe iten bir iç ve dış kuvvet yoksa,
sadece iyiliği ilham eden meleğe gerek kalmaz. Gelişme, mücadele, hayat ile
ha-şır-neşir olma, hayata canlılık kazandırma ancak bu iki zıt kuvvetin
çar-pışmasıyla vücut bulur. O sebeple nefse kötülükleri fısıldayacak bir dış
kuvvete ihtiyaç kendiliğinden beliriyor. İblîs bu kuvveti temsil ediyor.
Eğer bu zıt kuvvetler
içimizde ve dışımızda yer almasaydı, yani hayat plânında buna yer verilmeseydi,
içimizde ihtiras ve bencillik kalmaz, o sebeple de hayat duraklama devresine
hemen girer, tam bir atalet başlardı. Bugünkü dünyayı görmek hayal olur, bir
lokma, bir hırkaya rıza gösterip bir ömür tüketilirdi.
İşte İblîs'e ve soyuna
Kıyâmet'e kadar mühlet verilmesinin hikmetlerinden biri budur. [21]
«Beni azgınlığa itmene
karşılık..,.»
Kur'ân'da, aklımızı
iyice harekete geçirmemiz ve meseleyi dinin genel kurallarına göre
değerlendirmemiz hakkında bir bakıma çok kapalı ve şaşırtıcı bir ifade
kullanılmıştır: «Beni azgınlığa itmene karşılık...» denilmiştir. Allah,
tblîs'i azdırıp sapıklığa itmişse, İblîs'in ne günahı vardır? Hem Cennet ve
rahmetten kovulsun, hem ebedî saadeti kaybetsin, hem de şer
ve kötülüğün baş
mümessili olsun!.
Az yukarıda da
belirttiğimiz gibi, İblis'te hem melekî, hem de nefsanî sıfatlar mevcuttu.
Birincisi iyiliğe ve itaate; ikincisi kötülüğe ve isyana yatkındır. Kişinin
bilgi, görgü, imân, irfan ve idraki nefsine yenik düşer, duygusu gemi azıya
alırsa, nefsanî kuvvet üstün gelir de kötülük ve isyana kapılar açılır.
Sözü.edilen yetenekler nefse yenik düşmez de ruhla ve meleğin ilhamiyla
güçlenirse, bu sefer nefis yenik düşer de itaat ve faziletlere kapılar açılır.
İşte İblîs'in durumu,
birinci şekilde tezahür etmiş ve Sünnetullah gereği ilâhî gazaba
çarptırılmıştır. Kur'ân'da sözü edilen anlatım şekliyle bu gerçeğe ışık
tutuluyor, «beni azgınlığa, sapıklığa itmen...» sözüyle Sünne-tullah'ın bu
cilvesi hatırlatılıyor. Hem İblîs, emre itaatsizliğinden dolayı sorguya
çekildiğinde pişmanlık duymamış, fasit bir kıyas yaparak Allah'a karşı kendini
haklı göstermeye çalışarak küstahlığın en fenasını ortaya koymuştur. [22]
İbîîs ve soyunun
Âdemoğullarını doğru yoldan saptırmak için pusu kurarak önden, arkadan, sağdan
ve soldan saldırmasının, dürtüklemesi-nin, fısıldayıp beyin merkezi üzerinde
bir takım tesirler bırakmasının anlamı nedir?
Bilindiği gibi, İblîs
ışından yaratılmıştır, yani şeytanî ruh ışınla birleşip vücut bulmuştur. İşın
ile ruhun kaynaşması, ona ışık hızından çok üstün bir hız kazandırmıştır. Hem
ışın, hem ruh için engel söz konusu da değildir. O nedenle İblîs'in dört
cihetten saldırısı, kalb ve beyne sinyaller verip şüphe ve tereddütler
uyandırması her zaman mümkündür. Kalb ve kafada doğan her şüphe ve tereddüt,
inkâr ve inançsızlık süratle nefisle birleşmekte ve uygulama alanı
aramaktadır.
Şüphe, inkâr ve
tereddüdü, iman ve irfanıyla tesirsiz hale getirenler, kendilerini şeytanın hükümranlığından
kurtarmış olurlar. Ona mağlup olarak uyanlar ise, bedbaht kalıp Cehennem'e
yakıt olma tehlikesiyle yüz-yüze gelirler.. [23]
19— Ey Âdem! Sen ve eşin Cennet'te eylesin,
dilediğiniz yerde (ki nîmetler)den yeyin; (yalnız) şu ağaca yaklaşmayın, sonra
Hakk'a karşı gelip kendine yazık edenlerden olursunuz, (buyurdu).
20— Bunun üzerine şeytan (harekete geçip)
örtülmüş olan utanç yerlerini kendilerine göstermek için ikisine vesvese verdi
(fısıldadı, dürtüşlerde bulundu) ve: «Rabbınız bu ağaçtan sizi ancak melek
olmanızı veya burada temelli kalıcılardan bulunmanızı önlemek için
men'etmiştir» dedi.
21__ ve
«herhalde ben size öğüt verenlerdenim» diyerek onlara yemin etti.
22— Böylece ikisini de aldatıp saptırdı. Âdem ile
eşi o ağaçtan tadınca, utanç yerleri açılıp ortaya çıktı. Cennet
yapraklarından oralarının üzerine koymaya başladılar. Rabları da onlara şöyle
seslendi: «Ben ikinizi de o ağaçtan men'etmedi m mi ve size, «şeytan herhalde
ikinize de açık bîr düşmandır.» demedim mi?»
23— İkisi birden : «Ey Rabbımız! kendimize
haksızlık ve yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen herhalde
zarara uğrayanlardan oluruz» dediler.
24— «Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için
yeryüzünde bir süre-ya kadar yerleşip kalmak ve yararlanıp geçinmek vardır»
buyurdu.
25— «Orada yaşar, orada ölür ve oradan (tekrar
dirilîp) çıkarılırsınız» dedi.
«(YaInız) ?U a9aca
yaklaşmayın, sonra Hakk'a karşı gelip kendine yazık edenlerden olursunuz.»
İblîs, ilâhî buyruğa
karşı geldi. Sebebi sorulunca da farklı bir kıyas yapıp karşı gelmekte ısrarlı
olduğunu belirtti. O yüzden Allah'ın gazabına uğradı ve bulunduğu makamdan
kovuldu. Âdem ile eşinin Cennet'te kalmaları ve bir ağaç dışında oranın bütün
nimetlerinden yeyip yararlanabilecekleri kendilerine bildirildi. Ne var ki
Allah'ın ilk insana böylesine yakın ilgi ve iltifatı İblîs'in büsbütün
kıskançlık ve düşmanlığını artırdı. Onları ilâhî buyruğun, diğer bir tabirle
koyduğu sınırın dışına kaydırmak için sinsice harekete geçti; durmadan
fısıldadı, men'edildikleri ağacın meyvasın-dan mahrum bırakılmalarının iki
önemli nedeni bulunduğunu yeminle anlatarak onları inandırdı. Böylece Âdem ile
Havva memnu' meyva ağacından yediler. O sebeple de üzerlerindeki nurdan örtü
bir anda yok-oluverdi ve utanç yerleri ortaya çıktı.
Bu ağacın ne olduğu
hakkında farklı tesbit ve görüşler vardır. Bakara sûresi 35. âyetin tefsirinde
kısmen açıklamış bulunuyoruz. Burada daha fazla üzerinde durmayacağız. [24]
üzerine şeytan
(harekete geçip) örtülü bulunan utanç yerlerini kendilerine göstermeleri için
ikisine vesvese verdi...»
Asıl önemli
noktalardan biri, İblîs'in tek arzusu, onları hem ilâhî buyruğun dışına çıkartmak,
hem de şehvetlerini tahrik etmekti. Çünkü insanın mayasında nefis ve şehvet
gibi iki duygunun bulunduğunu biliyordu. Âdem ile Havva ise bu olaydan önce ne
cinsel organlar, ne de cinsel ilişki hakkında bir bilgileri yoktu. Cennet
yiyeceklerinin posası olmadığından ve üzerlerine de nurdan birer örtü
konulduğundan içlerindeki mevcut cinsel duyguları kapalı kalıyııştı. Zira
Cennet üreme yeri değil, ebedî mutluluk yurdudur. O bakımdan Âdem ile Havva'nın
men'edilen o meyvadan yemeleri cinsel duygularını bir anda tahrîk etmiş ve
üremenin ilk kapısı açılmıştı. Üzerlerindeki perdenin kalkmasıyla
belirginleşmiş, karşılıklı istek gün ışığına çıkmıştı. O halde artık Cennet'te
kalmaları -Sünnetullah gereği ve çizilen plân, hazırlanan program uyarınca-
mümkün değildi. İnsanların belli bir süre yaşayıp üremelerine uygun vasıf ve
ortamda yaratılan Dünya'ya inmeleri gerekiyordu. Hem yedikleri meyva, Dünya
nimetleri türünden olduğu için kısa zamanda onların bünyesini ve sindirim
sistemini Dünya'da-ki hayat şartlarına uyum sağlayacak, Cennet'teki hayat
ortamına ters düşecek bir düzeye getirdi. Sonunda ilâhî emir geldi: «Hepiniz
de Cennet'-ten çıkın, Dünya'ya inin!» buyuruldu. [25]
«Birbirinize düşman
olarak inin...»
Âyetin açık anlatımına
bakılırsa, İblîs'in bu olaydan önce Cennet'ten çıkarıldığı anlaşılıyorsa da, o
çıkış Cennet'te kendisine ayrılan makamdan düşürülme idi. Ama yine de Cennet'te
dolaşma imkânı bulunuyor, ne var ki meleklerin nuranî derecesine artık yükselemiyordu.
Onun daha yapacağı bazı işler vardı:
a) Haset
ettiği Âdem ile eşini aldatıp günahkâr etmek,
b)
Meleklerin bile saygı ile önünde
eğildiği insanoğlunu bulunduğu yüce
nimetten mahrum etmek,
c)
Cennet'ten kapıdışarı edilmelerini ve aşağı âleme indirilmelerini sağlamak..
Diğer bir ihtimal ise,
İblîs'in Cennet'in dışında bulunması ve faaliyetini oradan sürdürmesi
olabilir. Yalın ateşten yaratıldığı için istediği an Âdem ile Havva'nın
beyinlerine sinyaller gönderebiliyordu. Unutmayalım ki, Cennet'in dışı mutlaka
Dünya demek değildir, Bir cennet varsa, herhalde onun içi ve sınırı, bir de
dışı ve sınır harici vardır. İşte İblîs ilk kovulan olunca, sınır dışında
kaldt, ama içiyle irtibatı kesilmedi. Sanırım ki bu ihtimal daha doğru ve ilâhî
plâna daha uygundur. Sonra da hep birlikte
yeryüzüne
indirildiklerini âyet gayet açık şekilde anlatmaktadır. Bundan da anlaşılıyor
ki, İblîs Cennet'ten kovulunca hemen Dünya'ya indirilmemiş, Cennet sınırının
dışına çıkarılıp ilâhî programın kusursuz neticelenmesi beklenmiştir. [26]
İlk bakışta bu iki
ayrı günah ve bir bakıma isyan arasında fazla bir fark olmadığı görülürse de
gerçek öyle değildir. İblîs kibir ve kıskançlığından dolayı; Âdem ise
Cennet'te ebedî kalıp bir bakıma melekleşme umuduyla aldatılarak günah işledi.
Sorguya çekildiklerinde, İblîs emre muhalefetinde direnmiş ve kendine göre
kıyas ve yorumda bulunmuş; Âdem ile eşi kendi kendilerine haksızlık ettiklerini
itiraf ederek Allah'ın mağfiret ve rahmetini dilemişlerdir. Böylece inat, inkâr
ve kıskançlık mutsuzluğa; pişmanlık ve dönüş mutluluğa kapı açmıştır. Sonra da
bu bir sünnetullah olarak Kıyâmet'e kadar devam edecektir. Âdem ile İblîs birer
misal ve ölçüdür. [27]
Âyetin açık
anlatımından, Âdem'in hayat şartları değişince yeryüzüne indiği anlaşılırken
diğer gezegen ve yıldızlarda insan türü bulunmadığı kesinlik kazanıyor. «Orada
yaşar, orada ölür ve oradan (tekrar dirilip) çıkarılırsınız.» mealindeki âyet,
belirtilen kapalılığı açıklıyor ve her türlü şüpheyi kaldırıyor. Nitekim son
birkaç yıl içindeki ciddi çalışmalarla, güneş ailesinde -dünya müstesna-
insanların yaşamasına elverişli hayat şartlarının olmadığı anlaşılmıştır. [28]
Yukarıda geçen
âyetlerle Âdem (A.S.) ile İbiîs kıssası ve birbirine düşman olarak yeryüzüne
indirilmeleri konu edinildi. Bu düzeyde ilâhî plân ve programın hikmeti
anlatılarak insan aklına ışık tutuldu ve malzeme verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
İblîs'in yeryüzünde kıyamete kadar bir fitne, sap-tırıcı bir âmil olduğu
belirtiliyor. O bakımdan onun fısıltı ve dürtüşlerini tesirsiz hale getirecek
kitap ve peygamberin gölgesi altında bir hayat programının uygulanmasının
lüzumuna atıf yapılıyor. Sonra da Allah'ın edepsizlik ve hayasızlıkla değil,
adalet ve insafı emrettiği açıklanarak en doğru yolun Allah'ın açıp belirlediği
yol olduğu hatırlatılıyor. [29]
26_ Ev Âdem
oğulları! Size utanç yerlerinizi örtecek, elbise ve d de süs elbisesi indirdik.
Takva (Allah'tan korkup kötülüklerden sakınma elbisesi ise bunlardan daha
hayırlıdır. İşte bu (nimetler) Allah in yuc kudretine delâlet eden)
belgelerdendir. Olur ki, düşünür de ogut alırlar.
27_ Ey Âdem
oğullan! Şeytan utanç yerlerini kendilerine gösterim için ana babanızın elbiselerini
çekip çıkarmak suretiyle onları Cennet'tt çıkardığı gibi, sizi de fitneye sokup
saptırmasın. Doğrusu o da, yandaşlc
da -onları
görmediğiniz yerden- sizi görürler. Şüphesiz ki biz Şeytan'ı imân etmeyenlerin
dostu kilmışızdır,
28— Onlar (o şeytan'm dostu ve yandaşları) bîr
terbiyesizlikte bulunduklarında, «babalarımızı bu yol üzerinde bulduk, Allah
da bize bunu emretmiştir» dediler. De ki: Allah, edepsizlik ve terbiyesizlikle
emretmez. Bilmediğiniz şeyi Allah'a karşı mı (iftirada bulunup) söylüyorsunuz?!
29— De ki: Rabbim adalet ve insafı emretmiştir.
Her secde yerinde yüzlerinizi (O'na, O'nun kutsal evine) doğrultun; dini O'nun
jçin katıksız kılarak duâ ve ibâdet edin. Sizi ilk yarattığı gibi, yine (O'na)
döneceksiniz.
30— Bir kısmını doğru yola iletti, bir kısmına da
sapıklık hakkoidu. Çünkü bunlar Allah'ı bırakıp şeytanları dost edinmişlerdi de
kendilerini doğru yolda sanmışlardı.
«Şüphesiz ki Allah çok
güzeldir, güzelliği sever.» [30]
«Doğrusu Şeytan,
Âdemoğlunun kan kanalından içeri girer. Hem Âdemoğlunun göğsü şeytanlara konak
kılınmıştır; ancak Allah'ın korudukları müstesna..» [31]
«Her kul öldüğü hal
üzere kaldırılıp hasredilir. Mü'min imân üzerine, kâfir de küfrü üzerine...» [32]
«Şüphesiz ki adam uzun
bir süre Cennet ehlinin ameliyle amel eder, sonra ameli, Cehennem ehlinin
ameliyle son bulur. Ve adam uzun zaman Cehennem ehlinin ameliyle amel ettikten
sonra ameli, Cennet ehlinin ameliyle son bulur.» [33]
İbn Abbas (R.A.)
anlatıyor:
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz aramızda bulunuyordu ki, birara ayağa kalkıp bize öğüt vermeğe
başladı ve şöyle buyurdu : «Ey insanlar! Şüphesiz ki Aziz ve Celîl olan
Allah'a yalınayak, çıplak ve sünnetsiz bir halde haşrolunacaksınız. Yaratmaya
ilk başladığımız gibi -katımızdan verilmiş bir söz olarak- onları tekrar
(diriltip) iade edeceğiz. Şüphesiz ki biz böyle yapıcılanzdır.» [34]
«Doğrusu Allah
insanları yarattıktan hemen sonra üzerlerine kendi nurundan attı. O nur kime
dokunduysa doğru yolu buldu, kime dokunmadıy-sa o sapıtıp kaldı.» [35]
Açıklama :
Bu nur, ilâhî ilmin
geleceği tesbite göre ayarlanmıştır; kime dokunacağı, kime dokunmayacağı ezelî
ilimle belirlenip hükme bağlanmıştır. Böylece Allah'ın ilmi malûmata tabi
olarak plân ve programını hazırlamıştır.
«Şüphesiz ki her
çocuk, İslâm fıtratı (Allah ve din duygusu) ile doğar. Sonra ana babası onu ya
yahudileştirir, ya hıristiyanlaştırır, ya da mecusîleştirir..» [36]
«Ey Âdemoğulları! Size utanç yerlerinizi örtecek'elbise ve bir
de süs elbisesi indirdik.»
İlgili âyetle Allah'ın
insanlara lütfettiği nimetlerden birinin de elbise olduğuna dikkat çekiliyor.
Hem utanç yerlerimizi örten, hem de bize bir süs ve güzellik veren elbisenin
birçok yararlarından biri de, fert, aile ve toplum hayatımızda bize edep,
terbiye, saygınlık, şeref ve vakar kazandır-masıdır.
Cennet elbiseleriyle
utanç yerleri örtülü olan Âdem ile Havva'nın Allah yanındaki azizlik ve
vakarlarını zedelemek ve onların Allah ve kutsî âlem iie meşgul bulunan
kalblerini şehvete çevirmek için İblîs'in hazırladığı senaryo ile oynadığı
oyun son derece ibretli ve anlamlıdır. İki ayrı cins (erkek ve kadın)ın utanç
yerlerini birbirlerine göstermenin insanı Allah'tan uzaklaştıracağı çok duyarlı
bir anlatımla haber verilmektedir.
İnsanoğlu, içinde
taşıdığı nefis ve ona bağlı kötü sıfatlar nedeniyle açılmaya heveslidir.
Şeytanın peşpeşe gönderdiği sinyallar da durmadan şehveti tahrike yöneliktir.
Kişi, ruhundaki yüceliği, Allah yanındaki azizliği unutur da bu yöndeki
hevesine yenilirse, hem Allah ve melekleri, hem de çevresindeki hemcinsleri
yanında saygınlık ve vakarını kaybeder. Kadın ise, bu durumda azizlik ve iffet
perdesinden sıyrılıp çıkarak bütün cazibe ve saygınlığını yitirir.
Dinle ilmin elele
verip insan unsurunu eğiterek yetiştirmesinin gereği burada bir defa daha
hissedilmektedir.
Karakteri ve
psikolojik yapısı itibarıyla insan, iffetini örten, zînet yerlerini teşhir
etmeyen kadınlara karşı saygı; açılıp saçılanlara karşı sadece şehvet duyar.
Birincisi aile ve toplumu huzur, güven, sevgi ve saygı havasına kavuşturur;
ikincisi hayatı asıl amacından uzaklaştırıp insanı bayağı-laştırarak ruhun
aradığı ve devamlı ihtiyaç duyduğu huzur ve güveni dumura uğratır.
Onun için Allah,
Âdemoğullarına şöyle sesleniyor: «Ey Âdemoğullan! size utanç yerlerinizi
örtecek elbise ve bir de süs elbisesi indirdik,.,. Ey Âdemoğullan! Şeytan,
utanç yerlerini kendilerine göstermek için ana babanızın elbiselerini çekip
çıkarmak suretiyle onları Cennet'ten çıkardığı gibi, sizi de fitneye sokup
saptırmasın...»
Allah cemal sıfatını
ve sonsuz saadet yurdu Cennet'i, insanlığını unutup saygınlık ve vakarını
yitirme pahasına da olsa utanç yerlerini açan ve hayatı behimîleştirenlere
hiçbir zaman lâyık görmez. Nitekim Âdem'le Havva anamızın oradan çıkarılmasına
sebeplerinden biri de ilâhî emre uymadıkları ve utanç yerlerinin açılması değil
midir?
Cahiliye devrinin kötü
âdetlerinden biri de, kadın ve erkeklerin çıplak bir vaziyette Kabe'yi tavaf
etmeye özen göstermeleri ve yapılan uyarılara kulak vermeyip, «Dede ve
babalarımızı bu yol üzerinde bulduk. Allah da bize bunu emretmiştir», diyerek
Allah'a iftira etmeleri Kur'ân'da konu ediliyor ve susturucu cevap olarak
şöyle buyuruluyor: «De ki: Allah edepsiz lik ve terbiyesizlikle emretmez.
Bilmediğiniz şeyi Allah'a karşı mı (iftirada bulunup) söylüyorsunuz?!» [37]
Sözlükte, geri dönme,
eskiyi isteme anlamına gelir. Modernistler buna «gericilik» der. İslâm'a göre,
eskiye özenmenin biri faydalı, diğeri zararlı iki yanı vardır: Gerçek imân,
iyi ahlâk ve faziletten uzak kavimlerin ilkel yaşayışına ilgi duymak ve bunun
için çırpınıp durmak gericiliktir. Fert, aile ve toplumu ahlâk ve fazilet,
sağlam imân ve irfan düzeyinde tutan millî ve dinî kültürü korumaya çalışmak;
geçmişte abideleşen bu hasletlerle
yaşamaya özenmek ise,
ilericilik ve şereftir, Cahiliye devri insanları gibi, yarı çıplak bir
vaziyette gezip dolaşmaya özenmek, iffet perdesini atıp bikiniyle vücudu teşhir
etmek gericiliktir. İkibin yıldan beridir insanları sömürmeye yönelik faiz
sistemi gericilik; helâl kazanç, meşru' kâr; faizsiz ödünç, yardımlaşma ve
dayanışma gibi toplumu sağlam esaslar üzerinde ayakta tutan her iyilik ve
iyiniyet ilericiliktir. Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Konuyu özetleyecek
olursak, efradını cami', ağyarını mani' bir tarifle şöyle diyebiliriz : Fert,
aile ve toplumu sevgi, saygı, yardımlaşma, dayanışma, kardeşlik ve dostluk
bağlarıyla birbirine bağlayan; insan şeref, namus ve iffetini koruyan; ruhla
beden, dünya ile ahıret, maddeyle mâna arasında denge sağlayan her bilgi, her
düşünce, her inanç ve her iş ilericiliktir. Bunun aksine bir tutum
gericiliktir. [38]
<<EV âdemoğullan! Size utanç yerlerinizi
örtecek elbise ve bir de süs elbisesi indirdik.»
26. Âyetle
insanoğlunun utanç yerlerini örtecek ve ona vakar ve saygınlık sağlayacak, onu
diğer canlılardan dış görünümüyle de ayıracak ve insanlığına yakışanı
gerçekleştirecek iki türlü elbise indirildiği bildiriliyor. Kullanılan anlatım
ve yer alan kelime ve cümlede iki husus belirtiliyor: Utanç yerlerini örtecek
elbise ile süs elbisesi ve bunların indirilmesi.. .
Birinci tabir, insana
her zaman iki ayrı elbisenin lüzumuna işarettir: utanç yerlerini örten ev
kıyafeti, şeref ve vakar veren dış kıyafeti..
İkincisi, elbisenin
ham maddesini teşkil eden pamuk, keten, yün ve ipeğin gökten yağan yağmurla,
toprağa hareket \/eren güneş ışınlarıyla vücut bulduğuna işarettir. O bakımdan
Resûlüilah (A.S.) Efendimiz evinde bulunduğu zaman içinde de, sokağa
çıktığında da en temiz elbisesini giymeyi ihmal etmez ve utanç yerlerinin
açılmamasına özen gösterirdi. [39]
«Takva elbisesi ise bunlardan daha
hayırlıdır.»
Kur'ân böylece insana
biri evde veya iş esnasında, diğeri toplum arasında giyinmek üzere iki ayrı
elbise tavsiye ediyor. Birincisi insanı hayata karşı hareketli duruma getirir;
ikincisi belli zamanlarda insana saygınlık, edep, terbiye, nezaket ve nezahat
kazandırır; tıpkı kuşlara zerafet, güzel-
lik ve çekicilik veren
renk renk tüyleri gibi..
Bu ikisinden birini
veya ikisini bulamayan mü'miniere gelince, onlar gizli ve açık hallerde, «Allah
utanılmaya daha lâyıktır» inancıyla hareket edip yaprak ve otla olsun utanç
yerlerini örterler. Bu da onlara azizlik ve edep kazandırır. Çünkü daha
önemlisi, ruhlarına takva (Allah'tan saygı ile korkup O'nun emirlerini yerine
getirerek her türlü fenalıktan kaçınmak) elbisesini giydirmiş olmalarıdır.
Nitekim İbn Abbas
(R.A.), takva elbisesini, «amel-i salih»le, el-Hasan, «edep ve terbiye» ile,
Hz. Osman (R.A.) «yeri gelince susmasını bilmek»le, Urve b. Zübeyir «Allah'tan
korkup alçakgönüllü olmak»la yorumlamışlardır. [40]
«De ki: Rabbim adalet
ve insafı emretmiştir.»
Kıyafet konusunda
adalet, giyim ve kuşamda, insanlığımıza, ekonomik durumumuza ve ruhumuzun
yüceliğine yakışanı yapmak; lüks ve israftan kaçınmak^ utanç yerleri ve vücut
hatları görünmeyecek şekilde örtünmek-tir. Bunun aksine bir giyim ve kuşama
özenmek, adalet ve insaf sınırını aşmaktır.
İnsaf kavramına
gelince, birçok konularda olduğu gibi, giyim ve kuşamda da ortalama bir yol
seçmek, israf ve cimrilikten kaçınmaktır. Böylece adaletle insaf birbirini
tamamlayan birer kavram olarak ilgili âyette birarada anılmıştır. Zira «Kist»
adalet ölçüsünde nasîp anlamına geldiği gibi, «iksat» da başkasının nasîbini
vermektir ki, insaf manasına delâlet eder. [41]
«Her secde yerinde
yüzlerinizi (O'na, O'nun kutsal evine) doğrultun.»
Her secde yerinde
Allah'a ve O'nun kutsal saydığı evine yönelmemiz emrediliyorken yukarıdaki
konunun bir anda değiştirildiği imajı
veriliyorsa da, aslında bu, adalet ve insafın ilham kaynağını gönüllere
işlemeyi amaçlamaktadır. Bir olan Allah'ın ilk mabedine yalnız başına veya
toplu halde yüzçevirip ibâdet etmek, başımızı yerlere kadar eğip secdede bulunmak,
önce insanın içini dolduran manevî bir zevk verir, sonra insanla Allah
arasındaki yolu işlek duruma getirir; sonra da insana edepli ve alçakgönüllü
olmayı öğretir. Önce Allah'tan, sonra da toplumdan utanmamızı telkinle lâyık
olanı yapmamızı ilham eder. O nedenle dengeli bir hayat, nezih bir ömür,
edepli bir yaşayış; saygınlık ve azizlik \/erer\ bir davranış ve giyiniş arzusu
kendiliğinden belirir ve insan bu düzeyde hem adil, hem de insaflı olur. [42]
{Dini O'nun için katıksız
kılarak duâ ve ibâdet
edin.»
Din ve dindarlık
samimiyet, anlayış, zevk ve bilgi ister. İbâdet yalnız Allah'a yapılacağına
göre, başkasının onda bir payı söz konusu değildir. Aksi halde ibâdetteki
adalet kalkar, insaf ölçüsü bozulur ve böylesine bir düşünce kişiyi şirke kadar
götürebilir.
Bedenimizi örten
elbise çevremize karşı saygımızı ve insanlığımızın bir bakıma ölçüsünü; Allah'a
olan katkısız ibâdetimizle ruhumuzu ve kalbimizi giydirmemiz ise, yaratana
karşı saygımızı ve bizi insan olarak yarattığının şükrünü sembolize eder. Artık
böylesine asil bir yönelişte nefis ve şeytanın payı yoktur. Ruhun yüceliği,
imânın paha biçilmezliği söz konusudur.. [43]
«Sizi ilk yarattığı
gibi, yine O'na döneceksiniz.»
İlgili 29. âyetle çok
önemli bir hususa parmak basılıyor: Anamızdan çıplak olarak doğduğumuz gibi,
yine çıplak olarak dirilip Allah'ın huzurunda toplanacağımız hatırlatılıyor.
Bunun sebebi açıktır:
Dünya teklif,
sorumluluk, mücadele, didinme, çabalama ve nesli de-
vam ettirmenin
yanısıra Âhiret'e hazırlık dönemidir. Hayatın her anı ve safhası ya ruhumuzu
kirletip karartır, ya da onu cilalayıp saydamlığını korur veya bu ikisi
arasında bir zigzag çizip gider. Ruhumuzu korumak ve ona gıda vermekle yükümlü
bulunduğumuz gibi, bedenimizi de korumakla yükümlüyüzdür. Bedenimiz bir bakıma
dünya şartlarına göre hazırlanıp ruhumuza sunulmuş bir elbisedir ve ruhun
özelliğiyle uyum halindeajr. Onu bütünüyle açıp teşhîr etmek, yani çıplak
bırakmak, sözünü ettiğimiz uyumluluğa ters düşer; ahlâkı bozar, saygınlığı
zedeler. Nefis ve şehvet doğrultusunda hayatı berbat eder. Âhiret'te ise,
teklif, sorumluluk, mücadele, nesli idâme gibi kayıtlar olmayacağından
saygınlık, ahlâk ve fazî-leti koruyup korumamak söz konusu değildir. O gün
sadece hesap, amellerin açığa çıkması, hak ve hukukun yerine getirilmesi ve
ilâhî adaletin tecellisi vardır. Aynı zamanda herkes edep ve terbiyesini,
ahlâk ve faziletini, din ve dindarlığını beraberinde taşır. Âhiret'te buna
ilâve edeceği hiçbir şey yoktur. O nedenle orada elbise, süs ve benzen şeylerle
uğraşılacak dönem ve devre çok gerilerde kalmış olacak, her kişinin kendine
yetecek meşguliyeti bulunacak.. [44]
Bir kısmmı doğru yola
iletti, bir kısmına da sapıklık hakkoldu.»
Hidâyet, biri doğru
yola eriştirmek, diğeri doğru yolu göstermek olmak üzere iki mânaya delâlet
eder. Birincisi Aliah'a nisbetle, ikincisi peygamber ve mürşitlere
nisbetledir.
Allah'ın rahmet ve
gufranını, af ve inayetini yansıtan hidâyet, güneş veya nisan yağmuruna benzer.
Güneş eşyaya ışık ve enerji gönderir; bulutlar ölü toprağı diriltmek için
yağmur indirir. İsti'dadı olan toprak ve bitki bu iki rahmet kaynağından
yeterince yararlanır. Çorak toprakla, kökü kesik bitkiler ise, isti'dadlan
dumura uğradığından nasiplerini alamazlar. O halde kusur güneş ve yağmurda
değil, eşyanın kendisindedir.
İlgili âyetle «Bir
kısmını doğru yola iletti, bir kısmına da sapıklık hak oldu» buyurulmuştur.
Birinci cümle rahmet ve hidayete lâyık ve ehil kişilere, ikinci cümle,
kalbini, dimağını ve vicdanını nefis ve maddeyle ço-raklaştırıp sadece dünya
hayatrnı amaç seçenlere işarettir. Kusur ilâhî rahmet ve hidayette değil, kusur
o kişilerin aniayış ve tutumlarındadır. Çünkü Allah hiç kimseye haksızlık
etmez. O, zulmü hem kendine, hem de insanlara haram kılmıştır. Ama insan
kendine haksızlık eder.
İşte bu mânayla
Kur'ân'da hidâyet ve delâlet Allah'a nisbet edilmiştir. [45]
Yukarıdaki âyetlerle
insana edep ve saygınlık kazandıran iki ayrı elbiseden ve arkasından da kalb
ve ruhu süsleyen takva giysisinden söz edildi. Utanç ve edep yerlerini açmanın
bir bakıma şeytana oyuncak olmayı ifâde ettiğine atıf yapıldı. İnsanlığımıza
yakışanı giyinmemiz ve yapmamızın insaf ve adalet olduğu belirtildi. İlâhî
hidâyetin hedefine işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
camilere, toplantı yerlerine temiz ve güzel elbiseyle gidilmesi emrediliyor.
Helâl ve haram kılma yetkisinin Allah'a ait olduğu; Allah'ın her türlü edep ve
terbiye dışı söz ve davranışı haram kıldığı açıklanıyor ve sonra da
haksızlığı, tecavüzü yasakladığı bildiriliyor.
[46]
31— Ey Âdem
oğulları! Her mescîdde (namaz vakitlerinde orada bulunduğunuzda) güzel ve
temiz elbisenizi alıp giyinin ve bir de yeyiniz, içi-
niz israf etmeyiniz.
Çünkü Allah müsrifleri gerçekten sevmez.
32— De ki: Allah'ın kullarına çıkarıp sunduğu
süsü ve rızıklardan te-miz-pâk olanlarını kim haram kılmıştır? De ki: O dünya
hayatında imân edenler içindir, Kıyamette de yine onlara mahsustur. İşte böylece
bilen bir millet için âyetlerimizi açıklıyoruz.
33— De ki Rabbım ancak gizli-açık her türlü edep
ve terbiye dışı şeyleri, günahı ve haksız yere tecâvüzü; hakkında hiç bir delil
indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmanızı ve bir de Allah'a bilmediğiniz
şeyleri (uydurup) söylemenizi haram kılmıştır.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki: Bedevilerden bazı kişiler çıplak bir vaziyette Kabe'yi tavaf ediyorlardı;
öyle ki kadınların bile çıplak denilecek şekilde tavaf yaptıkları oluyordu.
Bunun üzerine yukarıdaki 31. âyet indi. [47]
Kelbî diyor ki: Cahil
Araplardan bazı kişiler hao günlerinde sadece açlıklarını giderecek kadar
katıksız ekmek veya yalnızca hurma yerler; yağlı ve benzeri şeylerden
kaçınırlardı. Böyle yapmakla da hac ibâdetine daha çok saygı duyduklarına
inanırlardı. Bunun üzerine Müslümanlar onların bu haline gıpta edip, «Ya
Resûlellah! Bizler hao ibâdetine onların gösterdiği saygı ve bağlılığı
gösteremiyoruz, oysa buna onlardan daha lâyık bulunuyoruzdur!» dediler.
O sebeple yukarıdaki
âyetler indi. [48]
«Beyaz elbisenizden
giyinin; çünkü o, elbiselerinizin en hayırlısıdır. Ölülerinize de beyaz kefen
kullanın. Sürmenizin en hayırlısı İ s m i d 'dir. Çünkü o, gözü cilalar (ferini
artırır), kılları bitirir.» [49]
«Beyaz elbiseye gerekli
olun, ondan giyinmeye çalışın. Çünkü beyaz elbise daha temiz ve daha güzeldir.
Ölülerinizi de onunla kefenleyin.» [50]
«Kibir ve israfa
kaçmaksızın yeyiniz, içiniz, giyininiz ve tasaddukta bulununuz. Çünkü Allah
(verdiği) nimetlerini kulunun üzerinde görmeyi sever.» [51]
«Ademoğlu karnından
daha kötü bir kap doldurmuş değildir. Ademoğ-luna belini doğrultacak birkaç
lokma yeter. Ama mutlaka birşeyler yemesi gerekiyorsa, midesinin üçte birini
yemek, üçtebirini meşrubat ve üçte birini de kendi (sağlık ve rahatı) için
ayırsın.» [52]
«Her iştiha duyduğun
şeyi yemen israftır.» [53]
<{EV Ademoğulları!
Her mescidde (namaz vakitlerinde orada bulunduğunuzda) güzel ve temiz
elbiselerinizi alıp giyinin.»
İlgili 31 ve 32.
âyetlerle bu konuya dokunularak «zînet» tabiri kullanılmıştır. İslâm ilim
adamlarının bu tabirle ilgili tesbit ve yorumları farklıdır:
a) İbn Abbas'a (R.A.) göre, Arapların bazı
kadınları çıplak bir vaziyette Kabe'yi tavaf ederlerdi. O sebeple utanç ve
avret yerlerini örtünmeleri emredildi. O halde kadının tesettür mahiyetinde
bedenini ve başını örten her elbise bir zînettir.Diğer bir rivayete göre,
çıplak bir vaziyette erkekler gündüzleri, kadınlar da geceleri tavaf ibadetini
yerine getirirlerdi. İlgili âyetlerle örtünmeleri emredildi.
b) Mücahid'e göre avret yerlerini örtecek
şekilde giyinmek zînettir.
c) Kelbî'ye göre, zînet, her namaz ve tavafta
avret yerlerini örtecek şekilde giyinmektir.
d) Ebû Hüreyre'ye (R.A.) göre, zînet, temiz
ayakkabılardır. Nitekim bir gün
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, ashabına, «namaz için zînetinizi giyinin!»
buyurdu. Onlar da «namaz için zînet nedir?» diye sorunca, Efendimiz,
«ayakkabılarınızı giyinip öylece namaz kılın!» buyurmuştur. [54]
Açıklama :
«Ayakkabılar» diye çevirisini yaptığımız «niâl» kelimesi, temiz olan mest, çok
kalınca çorap, ayakkabı gibi ayağa giyilen eşyanın cins ismidir. Yoksa sokakta
giyilen ayakkabı ile gelin namaz kılın, demek değildir.
e) ei-Ebheri'ye göre, avret yerlerinin hem
namazda, hem namaz dışında örtülmesi farzdır. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin,
Misver b. Mahre-me'ye, «Dön de elbiseni alıp giyin, çıplak bir vaziyette
yürüme!» buyurduğu sahîh rivayetle sabit olmuştur.
f) Şevkanî'ye göre, bedenin süsü sayılan
elbiseye «zînet» denir. Namazda da, namaz dışında da utanç ve avret yerlerini
örtmenin vâcib olduğu bu âyetten istidlal edilmiştir.
g) Zemahşarî'ye göre, «zinet» tabiri günlük ve
bir de belli günlerde giyilen iki elbiseyi de kapsamına alır.
h)
Genellikle bu tabir temiz elbise anlamına gelir. Çünkü ilâhî emirlerde sebebin
hususiyetine değil, lafzın umumiliğine bakılıp itibar edilir. [55]
«Bir de yeyiniz,
içiniz, israf etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri gerçekten sevmez.»
Bu âyetle toplum
arasında kıyafetin, temizlik ve düzenliliğin önemi üzerinde durulmuş, sonra da
biri beden sağlığıyla, diğeri aile ekonomisiyle ilgili iki husus
açıklanmıştır. İslâm dini, önce yararlı şeyleri helâl ve mubah; zararlı
şeyleri haram veya mekruh sayar.. Sonra da yararlı şeylerden yararlanmada aşırı
gidilmemesi, israfa kaçılmamasını emreder. Çünkü dinin koyduğu emir ve
yasakların altı ana amacı vardır:
1. Aklı korumak,
2. Canı korumak,
3. Malı korumak,
4. Nesli korumak,
5. Sağlığı korumak,
6. Ahlâkı korumak..
O nedenle insanlara
sunulan güzel ve temiz rızıklardan faydalanırken, malın lüzumsuz harcanmasını,
sağlığı bozacak şekilde gereğinden fazla yenilmesini mekruh kılmıştır. Bu
hususta rivayet edilen hadîsler ilgili âyeti yeterince açıklamakta ve bizleri
aydınlatmaktadır.
Rivayete göre, ünlü
bir hiristiyan tabip, Harun Reşîd'in özel doktoru Ali b. Hüseyin'e : «Üstad!
Kutsal kitabınızda tıpla ilgili bir kayıt bulama-
dım,» diyerek bu
önemli konunun ihma! edildiğini yadırgadığını anlatmak istedi ve sonra da şunu
ilâve etti: «Biri dinler, diğeri bedenler ilmi olarak iki önemli ilim dalı
vardır. Bunlardan birisi kitabınızda yazılı değildir!»
Ali b. Hüseyin ona şu
cevabı verdi: «Yanılıyorsun; Allah tıp ilmini yarım âyetle özetleyip kendi
kitabına koymuştur!» Hıristiyan tabip: «O hangi âyettir?» diye sorunca, Ali b.
Hüseyin şu âyeti okumuştur: «Yeyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz..»
Hıristiyan tabip bu
defa sözü başka tarafa çekip, «iyi ama. Peygamberinizden bu konuda bir rivayet
yoktur, sanırım..» deyince Ali b. Hüseyin ona : «Yine yanılıyorsun! Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz tıp ilminin tamamını birkaç satırla belirtmiştir..» Tabib,
«Hangi satırlarla?..» diye sorunca Ali b. Hüseyin, «Mide hastalıklar yuvası,
perhiz tedavinin başıdır. Her bedene âdet edindiği gıdaları ver!» mealindeki
hadîsi okudu.
Bunun üzerine
Hıristiyan tabip : «Sizin kitabınızla Peygamberiniz, ünlü hekim Calinos'a bu
konuda bir şey bırakmamış, hepsinin özetini verip açıklamıştır!» demekten
kendini alamadı. [56]
«De ki: Allah'ın
kullarına çıkarıp verdiği süsü ve rızıklardan temiz-pâk olanlarını kim haram
kılmıştır?»
İlgili âyetle İslâm'ın
bir lokma, bir hırka dini olmadığı, dünyadaki güzel fakat faydalı meşru
şeylerin, temiz nzıkların daha çok mü'minlere has olduğu açıklanıyor. Bu
anlatımdan çıkarılacak sonuç şudur: Allah'a, Pey-gamber'e ve Âhiret'e iman eden
her mü'min bilmelidir ki, dünya hayatı da, âhiret saadeti de dosdoğru
inananların istifadesine sunulmuştur. O halde her mü'min bu iki hayatı elde
etmek için durmadan didinip çalışacak, düşünüp bulacak, okuyup öğrenecektir.
Aksi halde dünya nimetlerinin çoğunu daha iyi çalışan inkarcılara,
materyalistlerle sosyalistlere bırakmış ve kendini ekonomik alanda bağımlı hale
getirmiş olur ki, bu her mü'min için zillet ve meskenet sayılır.
Meşru yollardan
çalışıp iki hayatın nimetlerini kazanmayı engelleyen
kimse gerçek Müslüman
değildir. Resûlüllah (A.S.) ve ashabının hayatı, mü'minleri hayata itmeye,
meşru kazanç peşinde koşmaya yetecek kadar örneklerle doludur. Nitekim ashabdan
Temim ed-Dârî (R.A.) bin dirhem kıymetindeki elbisesini giyip namaza çıkardı.
Mâlik b. Dinar, o devirde çok değerli sayılan Aden'in hazır elbisesini giyinip
toplantılara katılırdı. Ünlü müctehit İmam Ahmed b. Hanbel'in üzerindeki elbise
birkaç dînar kıymetinde idi. Ama bu zatların bir de giyindikleri takva
elbisesi vardı ki onu hiçbir zaman içlerinden yani kalblerinden çıkarmazlardı. [57]
«İşte böylece bilen
bir kavim (millet ve topluluk) için âyetlerimizi açıklıyoruz.»
Kur'ân, dünya ve
âhiret hayatının yararlı bütün nimetlerinin kapısının dosdoğru imân edenlere
açık bulunduğunu bildirerek onları devamlı bu kapıya çağırmaktadır. Ancak bunun
için toplum ve milletlerin bilgili, kültürlü ve imanlı olması gerektiğine
işaret ederken konuyu şöyie noktalıyor: «İşte böylece bilen bir kavim (millet
ve topluluk) için âyetlerimizi açıklarız.» [58]
(De ki: Rabbım ancak gizli-açık her türlü edep
ve terbiye dışı şeyleri...... haram kılmıştır.»
Kur'ân'da temiz ve
yararlı şeylerin helâl kılındığı açıklandıktan, dünyanın da, âhiretin de
gerçek mü'minlere lâyık olduğuna dikkatler çekildikten sonra Allah'ın neleri
yasakladığı, beş maddede özetlenerek ana kural halinde bildiriliyor:
1— Açık ve gizli her çeşit hayasızlığı; edep ve
terbiye dışı söz ve davranışları,
2— Dinin günah saydığı şeyleri,
3— Haksız yere başkasının malına, canına, namus
ve şerefine tecavüzü,
4— Allah'a eş-ortak, denk ve benzer koşmayı.
Bilmediğimiz şeyleri
Allah'a isnat edip kendi basit mantığımıza
göre dinde hüküm
vermemizi haram kılmıştır.
Dikkat edildiğinde, bu
beş maddede dinin hemen hemen bütün hükümleri icmalî olarak yansıtılmıştır.
Zaten Kur'ân'ın ilâhî metotlarından biri de budur, yani önemli her konunun önoe
özetini, sonra da yer yer açıklamasını yaparak anlamamızı ve hafızalarımızda
iyice iz bırakıp tutmamızı kolaylaştırır. [59]
Yukarıdaki âyetlerle
dünya hayatının da, âhiret saadetinin de mü'min-ler için hazırlandığı
belirtildi. Böylece her iki hayatı elde etmek için mü'-minlerin bilerek,
inanarak çok sistemli ve istekli çalışmalarının farz olduğuna işaret edildi.
Sonra da bir şeyi helâl ya da haram kılma yetkisinin münhasıran Allah'a ait
olduğu ve insan fıtratındaki mayaya ters düşmeyen faydalı her türlü süs ve
nimetten -israfa kaçmaksızın, ilâhî sınırları aş-maksızın meşru şekilde-
yararlanmanın mubah olduğu bildirildi. Arkasından Allah'ın neleri haram
kıldığı beş madde halinde özetlenerek açıklandı.
Aşağıdaki âyetle haram
ve gayri meşru şeyleri kendine mubah sayan bir topluluk veya milletin bu
sebeple uzun ömürlü olamiyaoağı, bilâkis kendi felâketlerini kendi elleriyle
hazırlamış olacakları bildiriliyor, sonra da her millet için belirlenmiş bir
ecelden söz edilerek özellikle idareci kadro uyarılıyor. [60]
34— Her
ümmetin (her milletin) son bulması için belirlenmiş bir vakti vardır, o
gelince ne bir an geri kalırlar, ne de ileri geçerler.
.Mekke putperestleri
kendilerine ne zaman bir azabın ineceğini alaylı bîr tavırla sorup
duruyorlardı. Bunun üzerine milletler, kavimler ve ümmetler hakkında ezelde
tesbit edilip hazırlanan ilâhî kanunun şaşmayacağına, inecek hükmünün geri
çevrilemiyeceğine işaretle yukarıdaki âyet indi. [61]
«Her ümmetin (her
milletin) son bulması için belirlenmiş bir vakti vardır.»
Bilindiği gibi ecel
tabiri, belirlenmiş vakit, ömür için konulmuş süre, borç için verilen va'de
gibi manalara delâlet eder. Fertlerin belirlenmiş bir hayat süresi ve sonu
olduğu gibi, milletlerin ve ümmetlerin de belirlenmiş bir devresi ve tarihten
silinecek, ya da bölünüp parçalanacak; istiklâl ve hürriyetini kaybedecek bir
devresi vardır.
Ünlü sosyolog İbn
Haldun'un dediği gibi, insan ömrünün üç devresi bulunduğu gibi milletlerin de
ömrünün üç devresi vardır: Çocukluk, gençlik ve yaşlılık. Yaşlılık devresine
giren bir insanı gençlik çağına geri döndürmek nasıl mümkün değilse; ahlâk,
inanç, ekonomi, düzen ve güç bakımından yaşlanan bir milletin de eceli pek
yakın sayılır. İlâhî ilim önceden bu dönem ve devreleri bilip tesbit etmiş ve
ona göre takdîr edip yazmıştır. Vakti gelince ne bir an geri kalır, ne de
ileri geçer.
Yukarıdaki âyetle
bilhassa Mekke halkı uyarılıyor ve ecellerinin yakın olduğu, putperestliğin
yıkılıp silineceği haber veriliyordu. Nitekim çok sürmedi onbir ytl sonra Hz.
Peygamber (A.S.) Allah yolunda savaşın farziyetine inanan güçlü bir orduyla
Mekke üzerine yürüdü ve şehri fethederek müşriklerin saltanatına son verdi.
Kutsal Kabe'yi Allah'a ibâdet yeri olarak tekrar ilk hüviyetine kavuşturdu.
Böylece ezelî plân ve program kusursuz gerçekleşti. [62]
Yukarıdaki âyetle
milletlerin de fertler gibi ömür süreleri bulunduğu, Allah'a dosdoğru imân edip
iyi-yararlı hizmetlerde bulunan bir milletin uzun ömürlü olacağına işaret
edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
gönderilen peygambere inanıp kendini onun lîğ ettiği esas ve prensiplere göre
düzeltenlere dünyada da, âhirette de korku ve üzüntü olmayacağı belirtiliyor.
Sonra da bilir, bilmez Allah'a karşı yalan uyduranların büyük bir gaflet ve
haksızlık içinde ömürlerini berbat ettikleri haber veriliyor ve arkasından
böylelerine âhirette verilecek ceza çok duyarlı bir anlatımla hatırlatılıyor. [63]
35— Ey Âdem oğulları! Size sizden, âyetlerimizi
bir bir açıklayıp anlatan peygamberlerimiz gelir de kim (onlara karşı
gelmekten, muhalefet etmekten) sakınır ve kendini düzeltirse, artık onlar için
korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.
36— Âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük
taslayanlar yok mu, işte
onlardır Cehennem yaranları, onlardır orada ebedî kalıcılar.
37— Allah'a karşı yalan uydurandan ve bir de
O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim vardır? İşte onlara kitapta
(yazılı bulunandan) nasipleri ne ise erişecektir; tâ ki, canların, alacak olan
elçilerimiz kendilerine gelince, «Allah'tan başka yalvarıp taptıklarınız
nerede?» diyecekler. Onlar da, «Bizden kaçıp ortadan kayboldular» diyecekler
ve küfre sapanlardan olduklarına dair (kendi aleyhlerine) şahitlikte
bulunacaklar.
38— (Allah da onlara): Sizden önce gelip geçen
cin ve insanlardan olan ümmetler arasında siz de Cehennem'e girin, buyuracak.
Ne kadar bir ümmet ateşe girse yoldaşına lanet edecek. Sonunda hepsi orada toplanıp
b.raraya gelince, sonrakiler öncekiler için, «Ey Rabbimiz! İşte bun-ar b.zı
saptırdılar, o nedenle bunlara ateşten kat kat azap ver» diyecekler. (Allah
da:) Her birinize kat kat vardır, ama bilmiyor, anlamıyorsunuz buyuracak.
39—
Öncekiler sonrakilere, «Sizin bize karşı bir üstünlüğünüz yoktur.
Kazandığınıza karşılık azabı tadın!» diyecekler.
<<Ey Adem
°9ullan! Size âyetlerimizi bir bir açıklayıp anlatan Peygamberlerimiz gelir
de..»
Kâinatı bir plâna göre
yaratanı sıfat ve tezahürleriyle bilmek ve inanmakta akıl yeterli değildir. O
nedenle yol gösteren, akla ışık tutan peygamber ve kitaba ihtiyaç vardır. Akıl
yalnız başına icmalî olarak bir yaratıcının varlığıni anlayabilirse de dinin
getirdiği esaslar ölçüsünde anlayıp idrâk etmesi çok zor ve hattâ bazan
imkânsızdır. Çünkü dinin iki yüzü vardır: Biri Dünya'ya, diğeri Âhiret'e; diğer
bir tabirle, biri fizik âlemine, diğeri fi-zikötesine yöneliktir. Fizikötesi
veya Âhiret sadece akıl yeteneğiyle gerçek anlamda kavranamaz. Çünkü akıl da
diğer yetenekler gibi sınırlıdır, alanı namütenahi değildir. O bakımdan
peygamber ve kutsal kitap bu konularda aklın en önde gelen yardımcısıdır. O
bakımdan ilâhî buyruklar bütünüyle akıl sahiplerine gönderilmiştir, sadece
onlara seslenmektedirler.
Kur'ân-ı Kerîm'de,
gönderilen her peygamberin insanlardan seçildiğine dikkatler çekilir ve
özellikle yer yer bu husus tekrarlanıp her türlü şüphe ve tereddütler
kaldırılır. Sebebi gayet açıktır: Peygamberler meleklerden seçilip
gönderilseydi, insan aklının ve idrâkinin değer ölçüsü ve farklı yanı kalmaz,
ister istemez bu olağanüstü belge karşısında imân ederdi. Oysa her insanın
Allah'a dosdoğru imân etme düzeyinde gerçek ölçüsünün belirlenmesi,
içyapisındaki cevherin asıl vasfının ve kıymetinin ortaya çıkmasıyla mümkündür.
Böylece peygamberin irşat doğrultusunda akıl ve irâdenin işler halde bulunması
ve bir kıstas anlamında kullanılması şarttır. Hem peygamber meleklerden
seçilip gönderilseydi, meleğin nasıl bir görünümde tecelli etmesi gerekecekti?
İnsan suretinde inse, melek olduğu anlaşılmazdı; başka bir surete girse
yadırganıp cin ve şeytanlarla onu karıştıranlar olacaktı. Kendi hüviyetinde
kalsa, gözle görülemeyecekti. O yüzden birçok şüpheler ve farklı yorumlar
ortaya çıkacak, istenilen sonuç yine gerçekleşmeyecekti.
İşte peygamberlerin
insanlar arasından seçilip gönderilmesinin hikmetlerinden biri ve başta geleni
budur..
Kim aklını hür iradesi
doğrultusunda kullanır da kendisine ışık tutup yol gösteren peygambere inanır
ve onun getirdiği esas ve prensiplere göre içyapısını ve günlük hayatını
düzeltip düzenlerse artık ona korku yok-
tur ve üzülmesi de söz
konusu değildir. Zira bu durumda her iki hayatın da hikmet ve amacını anlayıp
idrâk etmiş bulunuyor. [64]
«Âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük
taslayanlar yok mu,......»
İnsan yalnız aklına
güvenir, kişisel mantığına göre hayatını tanzim etmek ister, başka hiçbir yol
göstericiye ihtiyaç duymazsa, nefsine geniş bir serbesti alanı hazırlamış olur.
Bu alanda nefis sınırsız hürriyet ister; karşısına çıkan maddî ve manevî
müeyyide ve engelleri aşmak ister;aynı zamanda bunlara karşı içinde bir nefret
ve infial duyar. İblîs de aralıksız .-gönderdiği sinyallarla onun bu nefretini
körükler, duygusunu kamçılar-derken nefis gemi azıya alır. Önüne geçilmediği
takdirde sonu felâketle noktalanır.
Nefsi meşru sınırlar
içinde tutan iki faktör vardır: Birincisi Allah'a, Peygambere ve Âhiret'e
dosdoğru imân ve bunun tabii ürünü olan sâlih ameldir; diğeri ise, ahlâk ve
fazileti kalb ve kafalara işleyip ferdi yönlendiren eiddi bir öğretim ve
eğitimdir.
Birinci faktörle
arasına engel konulup ikinci faktör de belirttiğimiz ölçü ve anlamda tutulmaz,
ferdin kafası hep dünyalığa ve maddî çıkarlara çevrilir; hayatın asıl
hikmetinden uzak tutularak madde cenderesine sokulursa, ruhu safiyetini
kaybeder. O yüzden kendisinde dinî emir ve yasakları küçümseme hastalığı
başgösterir, önü alınmazsa bu, tedavisi zor bir maraza dönüşür.
Oysa insan aklını
nefsinin ve duygusunun emrine .vermeyip, onları aklının kumandası altında
tutar, aklını Allah'a ve Âhiret'e imânla birleştirip güçlendirirse, meseleleri
iyi ve kötü yanlarıyla daha iyi inceleyip değerlendirme imkânı bulur. Helâl ve
haramın hikmetini kavramakta zorluk çekmez. Sınırsız hürriyet arzu ve duygusunu
sınırlayan ilâhî emir ve yasakların faydalarını idrâk eder. Bunları fert, aile
ve toplumdan yana değerlendirirse, çok olumlu ve kalıcı neticeler elde eder.
Böylece dinin lüzumunu
hikmetiyle kavrar da nefis ve duygudan kaynaklanan kibir ve gururun aklı ve
ruhu köreltici âmiller olduğunu anlamaya başlar.
Kur'ân'da ilgili
âyetie aklını hür iradesiyle peygamber beyânı istikame-
tinde kullanmayıp onu
nefis ve duygunun uydusu haline getirenler uyarı-larak buyuruiuyor ki:
«Âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlar yok mu? İşte
onlardır Cehennem yaranları; onlardır orada temelli kalıcılar.»
Bunu bir misal ile
açıklayalım : «Dağları yerinde durur görürsün, oysa onlar bulutların geçişi
gibi geçmektedirler. Her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır bu. Şüphesiz
ki O, yaptıklarınızdan haberlidir.» [65]
Mealindeki ayeti
okuduktan sonra, bunun 1400 yıl önce indiğini ve o asırlarda Dünya'nın hem
kendi ekseni, hem Güneş etrafında döndüğünü bilenlerin olmadığını düşünmeden,
Batılı ilim adamları bunu daha bilimsel ve doyurucu biçimde açıklamışlardır,
der de ilâhî sese kulak vermezse, herhalde bu yargı veya iddiası aklının değil,
hissinin ürünü olur. Ama on-beş asır önce açıklanan bu anafikir veya temel
bilgi söylenirken dünyanın iki ayrı hareketi hakkında ciddi ve ilmî hiçbir
buluş ve bilgi mevcut değildi ve Arap Yanmadası'nda ortaya çıkan ümmî
(okur-yazar olmayan) bir zatın bilimsel araştırmaya esas teşkil edecek
böylesine bir gerçeği düşünüp söyleyebilmesi mümkün müdür? der ve bu açıdan
bakarak konuyu değerlendirirse, artık o nefis ve hissin değil, aklın elde
ettiği müsbet bir sonuç olur.
Birincinin görüş ve
iddiası ne kadar haksız ve dayanaksızsa, ikinci-ninki o kadar haklı ve
dayanaklıdır. Kur'ân bunu şöyle açıklıyor: «Allah'a karşı yalan uydurandan ve
O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır?» Çünkü bu zulüm akıl,
irâde, idrâk, açık belge ve hak aleyhine işlenmiştir; o bakımdan korkunçtur. [66]
«İ?te onlara kitapta
(yazılı bulunanlardan) nasipleri ne ise, erişecektir.»
Allah'ın ezelî ve
ebedi ilmi, hayat sahnesinde bir ömür tüketen kişilerin akı! ve irâdelerini
veya nefis ve hislerini ne ölçüde kullanacaklarını tesbit edip kader defterine
yazarak hazırlamıştır. Günü, vakti ve saati gelince onlar tesbit edilip
yazıldığı gibi bir bir tecelli eder. İlgili âyette: «İşte onlara kitapta
{yazılı bulunandan) nasipleri rie ise erişecektir,» buyurul-ması bir bakıma bu
önemli hususa işaret etmektedir.
Ölüm meleği
gelip, «Allah'tan başka yalvarıp
taptıklarınız nerede?» diye sorunca hakikati kısmen olsun anlayacaklar ve
doğru yoldan saptıklarını itiraf edecekler, ama neden sonra.. [67]
«Ne kadar bir ümmet
ateşe girse yoldaşına lanet edecek..»
Allah'ı ve O'nun
mutluluk va'deden dinini bırakıp küfür vadisinde sapık ideolojilerin kurbanı
olanlar, dünyada kendi düşünce ve ideolojilerini benimseyecek kişileri
avlamakta çok başarılıdırlar. Bu yolda maddenin cazibesinde sınırstz hürriyet
teraneleriyle yoldaşlarını çoğaltıp hakka karşı bir güç oluşturanlar, hürriyet
adına hürriyeti; madde adına kutsal değerleri, halk adına yine halkı
katlederler. Böylesine çarpık bir tuğyan belli bir sınıra kadar hareketini
sürdürür; ama zulüm, inkâr, fesat ve azgınlık başarıya ulaşmaz; birara erişmiş
gibi görünse bile o, başarısızlığın Ük belirtisi veya ilk adımıdır.
Onlardan ne kadar bir
grup Cehennem'e girerse, oradaki yoldaşlarına lanet eder. Bir araya gelip
toplanınca da sonrakiler
öncekiler için :
«Ey Rabbımız! İşte
bunlar bizi saptırdılar, o nedenle bunlara ateşten kat kat azap ver..»
diyecekler ve orada buna benzer suçlamalar ve lânetleşmeler sürüp gidecek,
ceza amellerinin cinsinden olduğu için dünyadaki haksız tartışma ve
suçlamaları ora.-da da devam edecek..
Kur'ân ilgili
âyetlerle, dünyada insanlara şer kapısını açıp onun dâ-vetçiliğini yapanların
âhiretteki hazîn manzaralarını tasvir edip, ibretli bir tablo halinde akl-ı
selîm sahiplerinin gözleri önüne getirerek gerçek yolu gösteriyor. [68]
Yukarıdaki âyetlerle,
hayatın hikmet ve amacının ancak peygamberlerin yaptıkları tebliğ ve irşatla
anlaşılabileceği bildiriliyor. O bakımdan Peygamberlere uyanların mutlaka her
iki hayatta da mutlu ve bahtiyar olacakları hatırlatılıyor. Sonra da Allah'a
karşı yalan uydurup O'nun âyetlerini yalanlayanlara ezelî kitapta belirlenen
nasiplerinin erişeceği haber veriliyor.
Aşağıdaki âyetlerle
Allah'ın âyetlerini gururlarına yediremeyenleri çok elim bir azabın beklediğine
dikkatler çekiliyor. Sonra da imân edip iyi, yararlı amellerde bulunanlara
hazırlanan ebedî nimetler anlatılıyor. [69]
40— Şüphesiz ki âyetlerimizi yalanlayıp onları
kabul etmeyi (bir türlü) gururlarına yediremeyenlere elbette göklerin (rahmet)
kapıları açılmaz ve deve iğne deliğinden geçmedikçe, onlar da Cennet'e
giremeyeceklerdir. İşte günahkâr suçluları biz böyle cezalandırırız.
41— Onlara Cehennem'den (hazırlanmış) bir döşek
ve üstlerinde de (ateşten) örtüler vardır ve işte zâlimleri biz böyle
cezalandırırız.
42— Onlar ki imân edip güzel-yararfı amellerde
bulunurlar, -ki biz her kişiye ancak güç getirebileceğini yükleriz- işte
onlardır Cennet yaranları ve onlardır orada ebedî kalıcılar!
43— Öyle ki, göğüslerinde kinden ne varsa söküp
atarız; altlarından da (ferahlatıcı) ırmaklar akıp durur da onlar şöyle derler:
«Bizi bu (yüce saadete) eriştiren Allah'a hamd olsun; eğer Allah bizi buna
eriştir meşeydi, kendiliğimizden doğruyu bulup erişmiş olamazdık. And olsun ki
Rabbi-mizin peygamberleri hak ile (bize) geldiler, (onlar sadece hakkı ve doğru
olanı söylediler). Onlara :
«İşleyegeldiğiniz (iyi-yararlı) amellerinize karşılık işte vâris
kılındığınız Cennet!» diye seslenilecek.
44— Cennet yaranları, Cehennem yaranına şöyle
seslenirler: «Gerçekten biz Rabblmlzin bize va'dettiğini hak olarak bulduk.
Siz de Rabbini-zin size va'dettiğini hak olarak buldunuz mu?» Onlar, «evet...»
derler ve hemen sonra aralarında bir çağrıcı, «Allah'ın laneti zâlimler
üzerine!» diye seslenir.
45— Âhiret hayatını inkâr eden (bu zâlîm)ler,
insanları Allah yolundan çevirir ve o (yolun) doğruluğunu bozmağa çalışırlar.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Hakk'ın yolundan sapmış kişinin ölüm anında ruhunun alınmasını ve
göğe yükseltilmesini açıklarken şöyle buyurmuştur:
«Melekler, bu habis
ruh nedir? diye sorarlar. Onu dünyada anılan en kötü ismiyle anıp falan
kimsedir, derler ve dünya semasına doğru yükseltirler de onun için göğün
kapısının açılmasını isterler, ama kapı ona açılmaz.»
Peygamberimiz (A.S.)
sonra da 40. âyeti okudu. [70]
«Mümin kimse (cezası
nisbetinde ateşte yanıp) Cehennem'den kurtulunca, onu Cennetle Cehennem
arasındaki bir köprüde (bir süre) tutuk-larlar. Dünyada kiminle aralarında
haksızlıklar, zulümler meydana gelmişse, haklar alınıp sahiplerine verilerek
takas ve misilleme yapılır da (hak ve günahlardan) arınıp paklandıktan sonra
Cennet'e girmesine izin verilir. Canımı kudret elinde tutan zata yemin ederim
ki onlardan herbiri Cennet'-teki yerini dünyadaki evinden daha iyi bilir ve
yolunu daha iyi bulur.» [71]
«Cennet ehlinin hepsi
Cehennem'deki yerini görür de, eğer Allah bana doğru yolu göstermeseydi,
(şimdi orada olurdum) der ve bu onun için bir şükür sayılır, Cehennem ehlinin
hemen hepsi Cennet'teki yerini görür de, ah keşke, Allah beni doğru yola
eriştirseydi (şimdi elbette o güzel yerde olurdum)! der ve bu onun için
(ıstırap kaynağı, sınırsız bir üzüntü ve sonu gelmeyen) bir hasret olur.» [72]
Bu hadîsten kesin
anlaşılıyor ki: Ne kadar insan varsa, hepsi için hem Cennet'te, hem de
Cehennem'de yer ayrılmıştır. Kişi dünyada iken, kendi aklı ve hür iradesiyle bu
iki konaktan birini seçer ve seçmekte serbesttir. Peygamber ve kitap ancak
doğru olanı, saadete uzanan yolu gösterir.
«Biliniz ki, sizden
hiçbirinizin ameli onu Cennet'e sokmaz!» Bunun üzerine soruldu:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Sizin de mi? Cevap
verdi;
— Evet, ben de.. Meğer ki Cenâb-ı Hak kendi
rahmet ve fazlıyla beni örtmüş ola.. [73]
«Cennet ehli Cennet'e
girince bir çağrıcı şöyle seslenir: Artık sizin için hep yaşamak var, bir daha
ölmeyeceksiniz. Sizin için sağlık vardır, bir daha hastalanmayacaksınız. Sizin
için gençleşmek vardır, bir daha yaşlanmayacaksınız. Sizin için hep nîmetlenme
vardır, bir daha sıkıntıya düşmeyeceksiniz.» [74]
«SİZDEN herbirinizin
mutlaka bir konağı Cennet'te, bîr konağı da Cehennem'de vardır. Kâfire gelince,
o, mü'minin Cehennem'deki yerine vâris olur; mü'min de onun Cennet'teki yerine
vâris olur.» [75]
Hadîsin açık
delâletinden, kâfirin Cehennem'den, mü'minin de Cen-net'ten hiç çıkmayacağı
anlaşılıyor. [76]
Mealini sunduğumuz
altı âyet, ilâhî kudret ve azametin, rabbanî fü-yuzat ve nimetin, celâli şiddet
ve saltanatın müstesna bir tablosunu çizip gözler önüne sermektedir. Başka bir
açıklama ve yoruma gerek bırakmayacak kadar açık ve seçiktir. Sözler
arasındaki ahenk, renkler arasındaki uyum her türlü düşünce sanatının
üstündedir. Şöyle ki:
— İlahî âyet ve belgeleri yalanlayarak akıl ve
ilmin rehberliğinin dışına çıkıp inanmayı sahte gururuna yediremeyen
nankörler, çok geçmeden inanmadıkları o yüce kudretin önünde eğiiip bir hiç
olduklarını anlayacaklar.
— Kendilerine tertemiz olarak gönderilen ruhlarını
nefis ve ondan kaynaklanan inkâr, inat ve büyüklük taslama ile kirletip
kararttıkları için göklerin rahmet kapıları onlara açılmaz. Böylece Allah'tan
gelen ruhlarının O'ndan çok uzak kaldığının farkına varıp derin bir pişmanlık
ve Hak'tan ayrılık ateşinde yanmaya başlayacaklar. Bu hal kıyamet kopuncaya
kadar sürüp gidecek, dönüşü mümkün olmayan berzahta bekleyecekler.
— Deve ya da kalınca bir halat iğne deliğinden
geçmedikçe Cennet'e giremeyecekler. Oysa ne deve veya kalınca halat iğne
deliğinden geçer, ne de onlar Cennet'e girer. Çünkü Cennet, Allah'ın yüksek
kudretine inanan, mülkün asıl sahibinin O olduğunu idrâk edip yegâne tasarruf
sahibi bulunduğunu kabul eden mü'minlerin yurdudur.
İncil'de de Hz. İsa
(A.S.), «Devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin (mağrur) adamın Allah'ın
melekûtuna girmesinden daha kolaydır!» demiştir. [77]
— Suçlu günahkârlar
işte böyle cezalandırılır: Altlarında ateşten bir döşek, üstlerinde ateşten
örtüler bulunur. Onlar böyle bir yatağı, dünya cennetinde nefis, madde ve
şehvet otlağında bir ömür tüketirken hazırlamışlardır.
İşte yaratılışındaki
yücelik, hikmet ve amaoa; ruhundaki ilâhî cevhere ve ruha gıda veren ilâhî
emirlere ters düşen, diğer bir tabirle aklını ve irâdesini nefis ve şehvetin
kumandasına veren zâlimleri, dönüş yapmadıkları takdirde böyle bir ceza
beklemektedir.
— İmân edip salih amellerle (iyi, güzel,
faydalı işlerle ve ibâdetlerle) mülkün gerçek sahibine inanıp teslimiyet
gösterenler ise, Allah'a konuk olma şerefine erişeoek ve sonsuz mutluluk
yurdunda ebedî kalacaklardır. Fıtratlarındaki mayaya ve hılkatlarındaki hikmet
ve gayeye uygun bir hayat sürdüklerinden Cenâb-ı Hak rahmet fırçasıyla
kalbierinde kinden, kıskançlıktan, ihtiras ve intikamdan eser bırakmayıp
temizler, değişmeyen ilâhî boyasıyla boyayarak sohbetine lâyık bir düzeye
getirir. Artık rahat bir beden, cilalanmış bir ruh, sjbğatullah ile boyanmış
bir kalb huzuru içinde, altlarından ırmaklar akan Cennetlerde ferahlık duyarak
ebedileşirler. Çünkü onlar bu ırmakları dünya hayatında salih amellerle, hayır
ve iyiliklerle, sadaka-i cariyelerle akıtmışlardı. Şimdi ise ilâhî rahmet ve
gufrana, atıfet ve ihsana eriştirilmenin hamdini yapıp, dünyadaki şükürleri
ile birleştirip bütünleştirirler. İşledikleri iyilikler karşılığında Cennetin
vârisleri olma şerefine erişirler.
— Sonra cennetlikler cehennemliklere
seslenerek, «Rabbtmızın dünyada bize va'dettiğini gerçek olarak bulduk. Siz de
size va'dedilen (azabı) hak olarak buldunuz mu?» derler. Onlar da : «Evet» diye
cevap verip seslerini yükseltirken ikinci bir ses onu bastırır: «Allah'ın
laneti zâlimlere olsun!.»
Çünkü küfür ve
ahlâksızlık; madde ve şehvet ruha sıkıntı, kalbe yük, vicdana leke, hakka karşı
perdedir. Hakk'in varlığını, birliğini, azamet ve saltanatını lisan-i hal ve
lisan-i kal ile natik olan her zerrenin hakkına tecavüzdür ve aynı zamanda
insanı yaratıldığı gayenin dışına itmektir. O yüzden kâfir, hem kendine, hem
denge ve düzende yerini alan diğer varlıklara zulmetmektedir. Lanete lâyık
görülmesi bundandır. [78]
Yukarıdaki âyetlerle
gerek eşyada kendini gösteren belgeleri, gerekse Peygamber'in {A.S.) tebliğ
ettiği âyetleri akıl ve idrak süzgecinden geçir-meyip ret ve inkâr edenlere
göklerin rahmet kapıları açılmayacağı açıklandı. Ölmeden önce dönüş
yapmadıkları takdirde ebedî bir azaba kendilerini lâyık gördükleri haber
verildi. Dosdoğru imân edenlerin dünyalarının huzurlu, âhiretlerinin sonsuz
mutluluklarla dolu olduğu müjdelendi.
Aşağıdaki âyetlerle
Cennetliklerle Cehennemlikler arasında geçecek önemli iki safha anlatılıyor,
A'raf üzerinde durup iki taraftan da bir kısım kimseleri tanıyanlar konu
ediliyor ve sonra da küfür üzere ölenlerin âhirette amelleriyle başbaşa
bırakılacakları haber veriliyor. [79]
46— İki taraf arasında bir perde vardır ve A'raf
üzerinde bunların hepsini simalarıyia tanıyan adamlar
bulunuyor ki Cennet yararına : «Selâm size!» diye seslenirler. Bunlar
Cennet'e girmemişlerdir, ama girmeyi umuyorlardır.
47— Gözleri Cehennem yaranına doğru çevrilince,
«Ey Rabbimiz! bizi zâlim bir toplulukla beraber bulundurma» derler.
48— A' r a f 'dakîler simalarından
tanıdıkları adamlara seslenerek, «Ne topluluğunuz ve
topladığınız, ne de büyüklenip gururlandığınız şeyler sizi müstağni kılmıştır;
size bir yarar da sağlamamıştır (derler).
49— Allah'ın rahmetine eriştirmeyeceğine dair yemin
ettiğiniz kimseler bunlar mıdır? derler. Derken onlara: «Girin Cennet'e, size
hiçbir korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz de!» (diye ilâhî buyruk tecelli
eder).
50— Cehennem yaranı Cennet yaranına, «o sudan
veya Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden biraz da bize döküp akıtın!»
diye seslenirler. Cennet yârânı onlara: «Doğrusu Allah bu suyu ve bu rızıkları
kâfirlere haram kılmıştır» diye cevap verirler.
51— O kâfirler ki, dinlerini oyun ve eğlence
edindiler ve dünya hayatı onları aldattı da aldattı; onlar bu günle
karşılaşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi inatla inkâr ettikleri gibi,
bugün de biz onları unuturuz (rahmetimize lâyık görmeyiz),
İslam düşmanı Velit b.
Muğîre, Ebû Cehl, As b. Vâil ve yandaşlarının, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
sohbetine lâyık görülen, yüce meclisinde kendilerine yer verilen fakir ve
kölelere böylesine itibar gösterilmesine hiç tahammülleri yoktu. O bakımdan
zaman zaman, «Allah, Selman, Bilâl, Am-mar ve benzerlerini Cennet'e koyacak da
bizi Cehennem'e atacak öyle mi? Olur şey değil.. Aliah bizim hizmetçilerimizi,
çoban ve kölelerimizi bizden üstün tutmaz» derlerdi. O sebeple yukarıdaki
âyetler indi. [80]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimize soruldu :
— Ey Allah'ın Peygamberi! Kimler A'raf ehlidir?
Cevap verdi:
— Babalarına karşı âsi ve günahkâr oldukları
halde öldürülen (şe-hît edilenlerdir. Allah yolunda öldürülmeleri Cehennem'e
girmelerine; babalarına karşı âsi olmaları Cennet'e girmelerine engel olur.» [81]
Diğer bir rivayette
naklettiğimiz hadîsin sonunda şu cümleye de yer
verilmiştir: «Bunlar,
Cennet'e en son girenlerdir.»
Bedir savaşında
öldürülen müşriklere seslenen Allah Resulünün (A.S.) şöyle buyurduğu sahîh
rivayetle sabit olmuştur:
«Ey Ebû Cehl, ey Utbe,
ey Rabi'a, ey Şeybe! Rabbınızın (ceza olarak) size va'dettiğini hak olarak
buldunuz mu? Doğrusu ben Rabbımın bana va'dettiği (zaferi) hak olarak buldum.»
Bunun üzerine Hz. Ömer
(R.A.):
— Ya Resûlellah! Leş haline gelmiş kişilere mi
hitap ediyorsun? diye sorunca, Resûlüllah şöyle buyurdu :
— Canımı kudret elinde tutan zata and olsun ki,
sizler benim söylediklerimi onlardan daha iyi işitir değifsinizdir; ne var ki
onlar cevap vermeye güç getirememektedirler.. [82]
«Sadakanın en üstünü
sudur. Duymadınız mı? Cehennem ehli Cennet ehline seslenip, bize biraz su
lütfedin veya Allah'ın size verdiği rızıktan verin, diyecekler.» [83]
<(Cennet Yarâniarı
Cenen" nem yaranlarına şöyle seslenirler....»
Bu iki karargahın
niteliğini ve niceliğini bilmemiz mümkün değildir. Ancak âyetlerin açık
anlatımından bu iki yerin birbirine yakın, yani komşu oldukları; aralarında bir
köprü (Sırat) ile irtibatlı bulundukları ve birinin yüce ve sonsuz nimetlerini,
diğerinin elîm azabını birbirlerine geçirmeye-cek, hissettirmeyecek kadar
aralarında sağlam bir perdenin yeraldığı ve bazan bu perdenin aralanıp ilâhî
rahmet ve adaletin nasıl tecelli ettiğinin mutlu ve mutsuz sonuçlarının
gösterileceği anlaşılmaktadır.
Nitekim Hadîd
sûresinde bu hususa temasla Duyuruluyor ki: rina kapısı bulunan bir sûr
çekilir; iç tarafında rahmet, dış tarafında o ci hetten yana azap vardır.» [84]
<A'raf üzerinde
bunların hepsini simalarıyla tanıyan adamlar bulunuyor...»
A'raf, Cennet ile
Cehennem arasında, her iki tarafa da nazır yüksekçe bir yerin adıdır. Nitekim
bir canlının veya cismin en yüksek noktasına ve bu manayla horozun ibiğine,
atın yelesine Arapların ARF dedikleri bilinmektedir.
Ancak bu isim üzerinde
ilim adamlarının farklı tesbit ve yorumları olmuştur :
a) Müfessir Süddî'ye göre, o yüksekçe yerdeki
adamlardan bir kısmını Cennet ve Cehennem'dekiler tanıyacakları için onlara
«ashab-ı a'raf» denilmiştir.
b) İbn Abbas'a göre, başkasına nisbetle yüksekçe
görünüm arzettiği için bu isim verilmiştir. Aynı zamanda horozun ibiğine benzer
bir sûr görünümündedir. İnsanlardan bir kısmı bu sûrda bir süre tutuklanır ki
onlar hem Cennet, hem de Cehennem ehli sayılırlar.
c) Huzayfe'ye göre, A'raf ehli, iyilikleriyle
kötülükleri eşit gelenlerdir ki, o yüzden bir süre orada bekletilirler. Sonra
Cenâb-ı Hak onları kendi faz! ü keremiyle, lütuf ve insanıyla Cennet'e koyar.
d) İbn Mes'ud'a göre, kıyamet günü insanlar
hesaba çekilirler, iyiliği ağır gelenler Cennet'e girer, kötülüğü ağır basanlar
ise Cehennem'e atılırlar. İyilik ve kötülüğü eşit gelenler ise, A'raf'ta
bekletilirler. Bunlar Cennetliklere bakınca, «selâm size» derler.
Cehennemliklere bakınca, «Rabbı-mız! Bizi zâlim bir toplulukla beraber
Cehennemde bulundurma» derler.
e) Şurahbif b. Sa'd'e göre, babalarından izin
almaksızın savaşa katılanlar A'raf ehli sayılırlar.
f) Diğer bazı ilim adamlanna göre, bunlar
zinadan doğanlardır.
g} paşka bir
kısmına göre, bunlar fetret döneminde (Hz. İsa ile Hz. Muhammed {A.S.)
arasında) gelip geçenlerdir.
h) Bazısına
göre ise bunlar müşriklerin ergen olmadan ölen çocuklarıdır.
i) Tabiînden
Mücahid'e göre, bunlar, salih kişiler, dinde bilgili ilim sahipleridirler ki,
bir süre iki tarafı da görüp seyretsinler diye Cenab-ı Hak onlara bu imkânı
bahşeder.
İ) İbn
Embarî'ye göre, bunlar peygamberlerdir. Kıyamet ehlinden ayrılıp tanınmaları
için bir süre o yüksekçe yerde bulunurlar.
k} Ebû
Miclez'e göre, bunlar meleklerdir; her iki taraf ehlini simata-rıyla tanırlar.
Rical tabiri, Allah'ın askerleri sayıldıklarından melekler hakkında da
kullanılmıştır.
Ancak Ebû Miclez'in bu
görüşüne pek itibar eden olmamıştır. Çünkü Arap dilinde rical kelimesi mutlaka
insandan olan erkekler hakkında kullanılır. [85]
Bütün bu rivayetlerin
ve yorumların sağlam dayanağı yoktur. Hadîsler ise, tek kanaldan (haber-i
vahid olarak) geldiği ve bir kısmı zayıf kabul edildiği için farklı yorumlara
imkân vermiştir.
İbn Abbas (R.A.)nın
görüşü ise ağırlık kazanmıştır. [86]
<<Ev Rabbımız!
Bizi zâlim bir toplulukla beraber bulundurma, derler.»
A'raf'ta bulunanların
cehennemlikleri, «zâlim bir topluluk» diyerek taşıdıkları ve dünyada
edindikleri en kötü vasıflarıyla anacakları belirtiliyor. Bundan önceki âyette
ise, «Allah'ın laneti zâlimlere olsun», denilerek zulüm ve azgınlıklar içinde
bir ömür tüketenlere dikkatler çekildi.
Zuiüm beraberinde
birçok kötü vasıfları da taşır; o bakımdan Kur'ân'-da Cehennemliklere zâlimler
denilince, icmal yapılarak diğer kötü vasıflarının da bulunduğuna İşaret
edilir. Başka âyetlerle o kötü vasıflan açıklanarak tafsile doğru gidilir.
Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz :
1— Ruh ve vicdanlarını inkâr, inat ve
haksızlıkla kirletip kendilerine haksızlık edenler.
2— Dini, ilâhî emirleri ciddiye almayıp onu
gericiliğin, kör taassubun sebebi sayıp Allah'ın hakkına tecavüz edenler.
3— Dinde maksatlı olarak şu veya bu milletin
hesabına yeni şeyler uydurup onu aslından uzaklaştırmaya çalışarak dinî
esasları çok dindar görünerek yıkanlar.
4— Dinin
hayat damarlarını bile bile kesip onu şekle bağlı kuru bir ibâdet kalıbına
sokarak dinî ahlâkı yıkanlar.
5__Dinî
kendi kişisel mantığına göre yorumlayıp Allah ve Peygam ziftirada bulunup din
adına dini tahrîp edenler.
6— Dini bazı dindarların söz ve davranışlarıyla
değerlendirip asıl kay-âıpa inmeyerek onu küçümseyen ve kötüleyenler.
7— Maddeyi esas kabul edip her olayı ekonomik
açıdan değerlendiği* din ve Allah duygu ve düşüncesini afyon sayanlar.
8— Âhiret'e. inanmayıp dünyada her şeyin zıddına
dönüşeceğini var-vıp her türlü sorumluluk duygusunu, vicdan muhasebesini,
merhamet
^e şefkati temelinden
yıkanlar ve insanı bir robot gibi görüp sonunda pantere dönüşeceğini, ikinci
bir hayatın söz konusu olmadığını iddia eden-
9— İlâhî dinlerin tekâmüle, gelişmeye, ilmî
hamlelere, fikir hürriyeti-e ters düştüğünü iddia edip dinin lüzumsuzluğuna,
hattâ zararlı oiduğu-a jnananlar.
İşte Kur'ân asıi
zalim, zararlı, yıkıcı, bölücü, ahlâk bozucu, insanı ama-, saptırıcı, ruhundaki
Allah ve din duygusunu körelticilerin bunlar açıklayarak A'raf'ta yer alanların
seslenişindeki hakikati gözle-"jmjzin önüne seriyor. [87]
Yukarıdaki âyetlerle
Cennetliklerle Cehennemlikler arasında cereyan sek iki önemli safha üzerinde
durularak insan duygu ve düşüncesine seS|enildi. Sonra da her iki tarafı görme
düzeyinde bulunan A'raf ehlinden söz edildi. Aşağıdaki âyetlerle insanları
ebedî hüsran ve azaptan kurtaracak ve filetlere doğruyu gösterecek bir kitap
gönderildiğine dikkatler çekilerek paraların her şeyden önce Kur'ân'ı iyice
incelemelerine işaret ediliyor ve Kur'ân'ın inkarcı sapıklar için haber verdiği
o elim gün gelmeden dö-nüş yapmalarının mümkün olduğu belirtiliyor. O gün
gelince de pişman-l,ğıfi, dönüş yapmanın hiç bir anlamı olmayacağı
hatırlatılıyor. [88]
52— And olsun ki onlara öyle bir kitap getirdik
ki, imân edecek bir millete doğru yolu göstermek ve rahmet olmak üzere onu
kusursuz bir bilgi ile bir bir açıklayıp (yerli yerince indirdik).
53— O inatla inkâr edenler O'nun ancak haber
verdiği elîm sonucu beklerler. Onun haber verdiği elim sonuç geldiği gün daha
önce onu unutanlar diyecekler ki: «Gerçekten Rabbımızın peygamberleri hak ile
gelmişlerdi. Bize şefaat edecek şefaatçiler acaba (ortada) var mı ki şefaat
etsinler?! Veya geri döndürülürmüyüz ki daha önce yaptıklarımızın başkasını
yapalım». Onlar cidden zararda kalıp kendilerine yazık ettiler. İftira edip
durdukları (putlar ve ilâhlaştırdıkları) şeyler yan çizip onlardan
uzaklaşmışlardır.
<And oJsun ki- onlara öyle bir kitap getirdik
ki,.......... kusursuz bir bilgi ile bir bir açıkladık.»
İlgili âyetlerle
kıyametten üçüncü bir tablo gösteriliyor. Dünyada kusursuz bir bilgi ile
insanın dünya ve âhiret hayatının önemli bölümünü bir bir açıklayan ilâhî
kitabın indirildiğini duyabilen, duyma imkânına sahip olan fert, toplum ve
milletlerin kıyamette özür beyân etmelerinin hiçbir anlam ve değeri
olmayacaktır. Çünkü fizikötesinden haber veren, insan ru-
hunun açlığını ve
boşluğunu giderip dolduran ve insan hayatının anlam ve hikmetini, amaç ve
maksadını öğreten ilâhî belgeler noksansız ve kusursuz bir bilgi halinde
indirilerek insan aklına ve idrâkine ışık tutulmuştur. Bu belge ve taşıdığı
bilgilere kulak vermeyip kendini bir bakıma içgüdüsünün emrine terkedenler,
bilmelidirler ki en büyük fırsatı zamanında değerlendirmemenin acısını için
için çekecekler ve Allah'ın adalet divanında itirazların yeri olmadığını
anlayacaklar, ama neden sonra..
Kur'ân'in haber
verdiği ikinci hayatın başlamasıyla, ilâhî program gereği âhiretle ilgili
safhalar bir bir gerçekleşmeye başlar ve işte o zaman İnsanoğulları,
peygamberlerin hak ile gönderildiklerini ve ancak hakkı ve doğruyu
söylediklerini anlayacak ve o zaman inkârlarından vazgeçip başlarını
eğecekler, itirafta bulunacaklar.
Dünyada putları
şefaatçi, ilâhlaştırdıklarını tek kurtarıcı sayanlar büyük bir yanılgı içinde
bulunduklarını farkedecekler. Şefaatçi sandıkları şe-Kİllendirilmiş taşların,
madenlerin o âlemde yeri, yurdu, anlam ve değeri olmadiğınas şahit olacaklar.
Allah'a tapar gibi taptıkları fanilerin kendilerine bile sahip çıkamadıklarını,
ayaklar altında zelil ve hakir kaldıklarını gözleriyle görüp o çok değerli
dünya hayatını berbat ettiklerine hayıflanacaklar.. [89]
«And olsun ki onlara
öyle bir kitap getirdik ki, imân edecek bir millete doğru yolu göstermek ve
rahmet olmak üzere onu kusursuz bir bilgi ile bir bir açıklayıp (indirdik).»
Allah'ın insanlara en
son mesajı mahiyetinde olan Kur'ân-ı Kerîm her çağın ilmî buluşlarına, sosyal
gelişmelerine, kokuşan toplumların derlenip toparlanmasına, ahlâkan büyük
sarsıntı geçiren milletlerin kendilerine gelip varlıklarını sürdürebilmelerine
ışık tutar, yol gösterir. Duygulara seslenir, aklı harekete geçirmeye yönelir,
bunun için esaslar, prensipler getirir; ilâhî murada uygun bir düzen kurmaları
için gerekli bütün yolları gösterir.
Kur'ân ilimle,
irfanla, yüksek ahlâkla konuşur. Kesin bilgi verir. O bakımdan asırların
geçmesiyle tazeliğini daha çok korur. Ölçüleri sağlam, fikirleri kusursuzdur.
İleride hakikati ayne'l-yakîn görünce mazeret beyân etmeye imkân bırakmayacak
açıklıktadır.
Doğru yolu gösterip
insanlığa rahmet havası estiren ve kusursuz bilgileri taşıyan Kur'ân'ın bu üç
ana vasfını incelediğimizde karşımıza sekiz maddelik bir hayat beyannamesi
çıkıyor:
1— Aileyi sağlam temele oturtan o\\e hukukuyla
ilgili esas ve prensipler.
2— Sosyal yapının, din kardeşliği, dayanışma,
yardımlaşma ve karcı-tıklı güven duyguları
içinde devamını sağlayacak
emirler, tavsiyeler ve öğütler.
3— Millî bünyeyi manevî mikrop ve parazitlerden
temizleyip koruma yöntemleri; otorite varlığının, idare etme siyasetinin
şartlarını ve esaslarını belirleyen hükümler.
4— Dine ve sağlam örfe dayalı güzel ahlâkın
korunması, ilmî araştırmaların hızlandırılması, ilim adamlarına yeterince
değer verilmesi için ciddi bir öğretim ve eğitim sisteminin işler hafde
olmasıyla ilgili yollar ve yöntemler.
5— Ay ve güneşin
birer hesap dahilinde bulunduğunu, her birinin kendine has yörüngesinde
belirlenmiş bir hızla hareket ettiğini belirten teme! fikirler.
6— Göklerin önce gaz halinde olduğuna, sonra
yoğunlaşıp katılaştı-ğına delâlet eden belgeler.
7— Dağların hareket halinde olduğuna, bulutlar
gibi geçip gitmekte bulunduğuna dikkat çeken ve bununla yerkürenin dönmekte
olduğuna işaret eden âyetler.
8— Her canlının sudan yaratıldığını açıklayan
temel bilgiler.
Kur'ân'ın bu ve
benzeri yönlerini incelemeden, araştırıp getirdiği ger çekleri öğrenmeden inkâra
kalkışan bir kişinin cehaleti nasıl paravana edindiğini anlatmaya gerek
var mıdır? Artık kıyamet günü böylesinin özür dilemesinin, mazeret beyan
etmesinin bir yaran elbette ki olmaz.
Bu, her yönüyle peyzaj
mimarinin müstesna güzelliğini kendinde toplayan bir bahçeye, ya da sanat
harikası sayılan bir saraya girip oradc sanat güzelliğini göremeyen ve sadece
eşyaya kapalı bir gözle bakıp ( kan kimsenin haline benzer. [90]
Yukarıda geçen
âyetlerle Kur'ân'ın ilimle sarmaş-dolaş olduğu. Kes bilgiler verdiği ve ilâhî
muradı bir bir açıklayıp şüpheleri giderici bir ilik taşıdığı açıklandı. Sonra
da Kur'ân'ın hem dünya, hem de âhiret kitabı olduğunun anlaşılabilmesi için
mutlaka ilim ve insaf gözüyle incelenmesinin gereğine işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
insanı hakikatle yüzyüze getirmek için akla ışık tutulup yeterli bilimsel
malzeme veriliyor. Astronominin önemi üzerinde durularak kurulu düzenin her
parçasında ilâhî patenti görmenin mümkün olduğuna işaretle yaratmanın Allah'a
hâs olduğu belirtiliyor. Hayatımızı düzen ve dengede tutmamız emredilerek aşırı
gidenlerin Allah tarafından sevilmediği açıklanıyor. Sonra da yeryüzünde
bozgunculuk yapmanın ilâhî rahmete ters düştüğü ifade edilerek fitne ve
fesattan sakınmamız bildiriliyor. [91]
54— Şüphesiz
ki Rabbımiz, gökleri ve yeri altı gün (devir)de yaratan, sonra Arş üzerine
saltanatını kurup (şaşmayan kanunlarıyla varlık âlemini belli düzende
yaratan); birbirlerini aralıksız izleyip gelen gündüzü gece
ile bürüyen Allah'tır.
Güneş, ay ve yıldızları buyruğuna başeğdirerek yaratmıştır.
Dikkat edin, yaratma
da O'na hastır, emir de O'na hastır. Âlemlerin Rabbı olan Allah ne yüce, ne
uludur!
55__
Rabbinize, için için yalvarıp yakararak duâ edin. Çünkü gerçekten O, aşırı
gidenleri sevmez.
56__
Yeryüzünde -düzeni kurup yörüngesine oturttuktan sonra- bozgunculuk yapmayın.
Allah'a,hem için için korkarak, hem de derin bir umut bağlayarak duâ edin.
Şüphesiz ki, Allah'ın rahmeti iyilik üzere davrananlara pek yakındır.
«Şüphesiz ki Rabbınız,
gök-leri ve yeri altı gün (devir)de yaratan Allah'tır.»
Kur'ân'da «dönem» veya
«devir» diye çevirisini yaptığımız «yevm» kelimesi kullanılmıştır. Bu, güneşin
doğuşundan batışına kadar gecen zaman parçası hakkında kullanıldığı gibi,
zamandan kesin belli olmayan önemli bir dönemi veya devreyi de ifade eden bir
tabirdir. Rağıb el-Asbahanî de aynı tesbitte bulunarak yevm lafzının birkaç
mânaya delâlet ettiğini açıklamıştır. [92]
O bakımdan
müfessirlerimizin de çoğu yevm tabirini süresi kesin belli olmayan dönem veya
devre olarak yorumlamışlardır. O halde göklerin ve yerin altı günde değil, altı
uzun dönemde yaratıldığı kesindir. Nitekim jeolojik araştırmalar da günümüzde
buna yakın tesbitler yaparak Kur'ân'ı tasdîka yönelmiştir.
Aslında yukarıdaki
âyet Fussilet sûresi 9. âyetle açıklanarak her türlü yanlış görüş ve yorum bir
tarafa itilmiştir. Göklerin ve yerin altı döneminin ilk iki devresi yerküreyle
ilgilidir. Toprak ve suyun oluşması, sonra da canlılar ve bitkilerin vücut
bulması dört ayrı dönemde gerçekleşmiştir.
Allah'ın varlığını ve
birliğini isbat, kudretinin benzersizliğini kanıtlamak üzere akıl sahiplerine
bilimsel açıdan araştırma yapmaları için kâinatın yaratılışı hakkında ipuçları
veriliyor, temel bilgiler sergilenerek konuya nereden başlanılacağına ışık
tutuluyor ve böylece Fussilet süresindeki ilgili âyetle göklerin birinci ve
ikinci dönemi belirtilirken hepsinin de gaz halinde bulunduğuna dikkat
çekiliyor ve üçüncü bir dönemde bunun yoğunlaştığına işaret ediliyor.
Özetleyecek olursak,
Kur'ân'ın jeologlarla astronomlara kâinatın (evren) oluşumu hakkında en sağlam
temel bilgi verdiğini görüyoruz. Gerek güneş ve yıldızların, gerekse yerküre ve
onun uydusu ay'ın oluşumu hakkında bu açıdan hareket edilmesi hatırlatılıyor. [93]
«Sonra Arş üzerine saltanatını kurup (şaşmayan
kanunlarla varlık âlemini belli düzende yaratmıştır.)»
«İstivâ»tabiri
üzerinde hayli durulmuş ve farklı yorumlar yaprfmıştır. Kelime olarak iki, ya
da daha fazla şeyin aynı seviyede olduğunu bildirmek ve bir de bir şeyin
dimdik, dengede durmasını anlatmak üzere kullanılır. Allah'ın Arş üzerinde
istivası, saltanat ve kudretinden kaynaklanıp yükselen sünnetullah'ın kâinatın
her parçasıyla yakından ilgili bulunduğuna ve o nedenle her şeyi,
yaratılışındaki özelliğine göre denge ve düzende tuttuğuna işarettir.
0 halde varlığın her
zerresi O'nun koymuş olduğu sünnetle karar kılmış, denge sağlamış, düzene
ermiştir. Bu bakımdan âyette bir kinaye söz konusudur. [94]
Sahîh hadîslerden
edindiğimiz bilgiye göre, göklerle yeryüzü Kürsî'ye oranla çöle atılan bir
halka gibidir. Arş'ın Kürsî'ye oranla büyüklüğünü de böyle açıklayabiliriz.
Nasıl dünyadan milyonlarca, hatta milyarlarca defa büyük olan yıldızlar varsa,
o yıldızlardan milyonlarca, milyarlarca defa büyük olan Arş vardır. Allah'ın
saltanat ve üstün kudretiyle Arş üzerinde hükümran olması bir bakıma kâinat
üzerinde hükümranlığını ifade eder. Kâinatın en büyük parçası üzerinde mutlak
tasarrufa sahip olan Allah, en küçük parçası üzerinde de elbette tasarrufa
sahiptir, demektir.
Göklerle yerkürenin
altı dönemde yaratıldığı Kur'ân'ın yedi yerinde tekrarlanmıştır. Dört anlatım
arasında az bir fark vardır. Öyle ki A'raf, Yunus, Hud ve Hadîd sûrelerinde
sadece göklerle yerkürenin altı dönemde yaratıldığı belirtiliyor. Furkan, Secde
ve Kaf sûrelerinde ise, göklerle yerin ve ikisi arasındaki şeylerin altı
devrede yaratıldığı açıklanıyor. Böylece son üç âyet, önceki dört âyeti biraz
daha açıklıyor.
Ayrıca her âyet,
kendisinden bir önceki ve bir sonraki âyetlere göre değişik bir mana ve uyarı
taşır:
1— A'raf sûresinde kıyametten muhteşem bir tablo
çizildikten sonra Kur'ân'ın kesinlik arzeden ilmî ölçülerle indirildiği, doğru
yolu göstermede, ilâhî rahmeti gönüllere yansıtmada bilimsel ölçüler içinde
açıklayıcı belgeler taşıdığı belirtildikten sonra İslâm ve Kur'ân'ın ilim ve
irfan neşrederek parça parça indirildiğine dikkat çekiliyor ve insan aklını
harekete geçirmek için jeoloji ile astronomi konularında temel bilgiler
veriliyor.
2— Yûnus sûresinde insanlardan bir peygamber
gönderilmesinin şaşılacak şey olmadığı anlatılıyor ve sonra insan aklının
ancak bu yolda değer taşıyacağına, meleklerden veya cinlerden peygamber
gönderilmiş olsaydı, akıl, idrâk ve irâdenin değer ölçüsünün kaldırılmış
olacağına işaret ediliyor ve hemen sonra göklerin ve yerin altı dönemde
yaratıldığı açıklanarak akla ve irâdeye lâyık oldukları yerin verildiği
belirtiliyor. Arş üzerine hükümran olup kâinatı şaşmayan mükemmel bir plânla
düzen ve dengede tutan Allah'ın eşsiz kudretini iyice düşünmemiz ilham
ediliyor. Bu düzeyde insan aklının jeoloji ve astronomide gerçeği
kavrayabileceği bilhassa vurgulanıyor.
3— Hûd sûresinde, her canlının günlük ve anlık
yaşayışının ilâhî kudret ve onun aralıksız tecellileriyle yönlendirildiği konu
ediliyor ve sonra bunun ancak akıl yoluyla ve bilimsel araştırma ile
anlaşılabileceğine işaret ediliyor ve hemen sonra da ilâhî kudret ve sünnetin
gökleri ve yeri altı devrede yarattığına temas edilerek jeoloji ve astronomi
açısından ciddi araştırma yapılması için temel bilgi veriliyor.
4 -Furkan
sûresinde insanın sudan yaratıldığı veya ondan meydana geldiği ilmî bir esas
olarak açıklandıktan sonra kendilerine ne bir yarar, ne de bir zarar vermeye
kudreti olmayan putlara tapanların nasıl aptalca bir yol tuttukları açıklanarak
gerekli uyarı yapılıyor; sonra bunun aklıselim ile bağdaşır yanı olmadığına
atıflarda bulunuluyor ve göklerle yerkürenin ve bu ikisi arasındaki her şeyin
altı dönemde yaratıldığı belirtilerek ilmî araştırmaya temel malzeme veriliyor ve yönlendirici ışık tutuluyor.
5— Secde
sûresinde şüphe götürmeyen kitabın Allah tarafından indirildiği açıklanırken
bu kitabın özelliklerinin çok ciddi araştırmalarla anlaşılabileceğine işaret
ediliyor. Sonra Hz. Peygamber'in (A.S.) böyle bir kitap uydurmasının mümkün
olmadığı belirtilirken aklı erenlerin o çağı ve Arap kültür tarihini, ümmi olan
(okur-yazar olmayan) Muhammed'in {A.S.) hayatını ve yetiştiği çağı ve çevreyi
iyice tetkik etmeleri isteniliyor ve hemen sonra insan aklına ışık tutan
göklerle yerkürenin ve bu ikisi arasında-
son üç âyet, önceki
dört âyeti biraz daha açıklıyor.
Ayrıca her âyet,
kendisinden bir önceki ve bir sonraki âyetlere göre değişik bir mana ve uyarı
taşır:
1— A'raf sûresinde kıyametten muhteşem bir tablo
çizildikten sonra Kur'ân'ın kesinlik arzeden ilmî ölçülerle indirildiği, doğru
yolu göstermede, ilâhî rahmeti gönüllere yansıtmada bilimsel ölçüler içinde
açıklayıcı belgeler taşıdığı belirtildikten sonra İslâm ve Kur'ân'ın ilim ve
irfan neşrederek parça parça indirildiğine dikkat çekiliyor ve insan aklını
harekete geçirmek için [eoloji ile astronomi konularında temel bilgiler
veriliyor.
2— Yûnus sûresinde insanlardan bir peygamber
gönderilmesinin şaşılacak şey olmadığı anlatılıyor ve sonra insan aklının
anoak bu yolda değer taşıyacağına, meleklerden veya cinlerden peygamber
gönderilmiş olsaydı, akıl, idrâk ve irâdenin değer ölçüsünün kaldırılmış
olacağına işaret ediliyor ve hemen sonra göklerin ve yerin altı dönemde
yaratıldığı açıklanarak akla ve irâdeye lâyık oldukları yerin verildiği
belirtiliyor. Arş üzerine hükümran olup kâinatı şaşmayan mükemmel bir plânla
düzen ve dengede tutan Allah'ın eşsiz kudretini iyice düşünmemiz ilham
ediliyor. Bu düzeyde insan aklının jeoloji ve astronomide gerçeği kavrayabileceği bilhassa vurgulanıyor.
3— Hûd sûresinde, her canlının günlük ve anlık
yaşayışının ilâhî kudret ve onun aralıksız tecellileriyle yönlendirildiği konu
ediliyor ve sonra bunun ancak akıl yoluyla ve bilimsel araştırma ile
anlaşılabileceğine işaret ediliyor ve hemen sonra da ilâhî kudret ve sünnetin
gökleri ve yeri altı devrede yarattığına temas edilerek jeoloji ve astronomi
açısından ciddi araştırma yapılması için temel bilgi veriliyor.
Furkan sûresinde
insanın sudan yaratıldığı veya ondan meydana geldiği ilmî bir esas olarak
açıklandıktan sonra kendilerine ne bir yarar, ne de bir zarar vermeye kudreti
olmayan putlara tapanların nasıl aptalca bir yo! tuttukları açıklanarak gerekli
uyarı yapılıyor; sonra bunun aklıselim ile bağdaşır yanı olmadığına atıflarda
bulunuluyor ve göklerle yerkürenin ve bu ikisi arasındaki her şeyin attı
dönemde yaratıldığı belirtilerek ilmî araştırmaya temel malzeme veriliyor ve
yönlendirici ışık tutuluyor.
5— Secde
sûresinde şüphe götürmeyen kitabın Allah tarafından indirildiği açıklanırken
bu kitabın özelliklerinin çok ciddi araştırmalarla anlaşılabileceğine işaret
ediliyor. Sonra Hz. Peygamber'in (A.S.) böyle bir kitap uydurmasının mümkün
olmadığı belirtilirken aklı erenlerin o çağı ve Arap kültür tarihini, ümmi olan
(okur-yazar olmayan) Muhammed'in {A.S.) hayatını ve yetiştiği çağı ve çevreyi
iyice tetkik etmeleri isteniliyor ve hemen sonra insan aklına ışık tutan
göklerle yerkürenin ve bu ikisi arasındg-:
ki şeylerin altı
devrede yaratıldığı hatırlatılarak Allah'ın yüce kudretinin kâinat plânında
mutlak uygulayıcı ve düzenleyici olduğu çok anlamlı bir ifadeyle işleniyor.
6— Kaf sûresinde daha güdü bazı milletlerin
küfür ve azgınlıkta ısrar etmeleri sebebiyle yıkılıp yok edildiklerinin hazîn
manzarasını görmemiz için yer yer bir çağın kültürünü yansıtan kalıntılara
uğramamız, harabelerin her köşesinde öğüt ve İbret dolu levhaları okumamız
tavsiye ediliyor. Sonra da kalbi, yani akıl ve idraki olanlara; gerçeği
öğrenmek için kulak verenlere bunlardan alınacak çok ders ve ibretlerin
bulunduğu hatırlatılıyor. Hemen arkasından Allah'ın kudret ve kanunlarını,
plân ve programını her parçasıyla yansıtıp birer belge halinde gözlerimizin
önüne serilen göklerle yeryüzünün ve bu ikisi arasındaki şeylerin altı uzun
devrede yaratıldığına, tedrici bir tekâmül kanununun kâinatta hükümran bulunduğuna
atıflar yapılıyor.
7— Hadîd sûresinde göklerde ve yerde canlı,
cansız her şeyin Allah'ı tesbîh ettiği açıklanıyor. Bununla kâinatın her an
bütün atomlarıyla hareket halinde bulunduğu belirtiliyor. Her hareketin bir
başlangıcına ve bir de hareket ettiricisinin mevcudiyetine işaretle aklımıza
malzeme veriliyor. Sonra da düzenli, plânlı hareketin, mutlak bir kudreti
isbatladığı dolaylı bir anlatımla işleniyor. Arkasından göklerle yerin altı
dönemde tekâmül ede ede vüout bulduğu açıklanıyor.
Kur'ân'ın diğer birkaç
yerinde ise, aynı konuya değişik lafız ve anlatımla değinilerek insan
hafızasında silinmez izler bırakılmak isteniyor.
Gündüz ile geçenin
birbirini izleyip birbirine bürünmesine gelince : Bu hem dünyanın kendi ekseni
etrafında, hem de güneşin çevresinde döndüğüne işarettir. Aynı zamanda
dünyanın yuvarlak olduğu, gece ile gündüzün birbirine dolanıp bürünmesi
anlatımıyla bildiriliyor. Ancak ifade tarzı açık değil, biraz kapalı ve
düşündürücüdür. İnsan aklına değer veren Ce-nâb-ı Hak çoğu zaman konuları yarı
kapalı bir üslûp ve anlatımla işler; böylece insana düşünme ve araştırıp
inceleme imkânı lütfeder. [95]
«Güneş, ay ve
yıldızları buyruğuna başeğdirerek yaratmıştır.»
İlgili âyetle fezada
bize göre belirgin olan güneş, ay ve yıldızların ilâhî emre başeğdikleri
açıklanıyor. Bunun anlamı açıktır: Allah'ın kurduğu denge ve düzen şaşmayan
kanunlara bağlanmıştır. Gelişigüzel hiçbir şey söz konusu değildir. Kâinatta
küçük, büyük her varlık bu düzende yerini almış ve yaratıldığı amaca
yönelmiştir. Kâinata hâkim olan O'nun «ol!» emridir. Bu, ezelî plâna göre
eşyayı var kılıp tedricen oluşturmayı anlatır. O bakımdan bu emrin kapsamı
dışında kalan hiçbir şey düşünülemez. Çünkü «ol!» emri kudretten kaynaklanır
ve kudret ise bütün kâinatı kapsayıp kucaklar..
Güneş'in belli ve
belirli ölçü ve nisbette ışık ve enerji yayması da bu emrin gereğidir. Diğer
gezegen ve yıldızlar da öyle.. Âyette geçen «mu-sahharat» tabiri, «ol!» emrinin
oluşturduğu kanunların kusursuz işleyişini, o kanunlara bağlanan eşyanın
yaratıldığı gayeye yönelerek istenilen hizmeti verdiğini, hiçbirinin bu emrin
dışına çıkmadığını, çıkamayacağını ifade eder. Biz onu «Başeğmişlerdir»
şeklinde kısaltıp çevirisini yaptık. [96]
«Dikkat edin, yaratma
da O'na hastır, emir de O'na hastır. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yüce, ne uludur!»
Yaratma da O'na
hastır, emir de O'na hastır! Yaratmak, bir şeyi yokluk karanlığından varlık
aydınlığına örneksiz ve modelsiz çıkarmak anlamına geldiği gibi, örneği ve
benzeri olanı vücuda getirmek mânasına da gelir. Burada her iki mânaya da
delâlet etmektedir.
Birinci manayla
yaratma Allah'a mahsustur. İnsanoğlu yoktan hiçbir şeyi var kılamaz. Âyette
ifadesini bulduğu gibi, önemsemediğimiz bir sivrisineği bile yaratmaya
muktedir değilizdir. İnsan ancak kâinatta mevcut olup üstünde hikmet perdesi
bulunan şeyleri icat edebilir. Nitekim çok yakın dostunun Edison'a «sen büyük
bir dahisin» demesine karşılık, onun, «yanlış düşünüyorsun, ben büyük bir dahi
delilim, en büyük dahi O cok Yüce Tann'dır. Biz ancak onun koyduğu kanunları
araştırıp ortaya çıkartmaktayız. Olmayan, kâinata konulmayan bir şeyi nasıl
icat edebiliriz?» diyerek beşerin ilâhî azamet karşısındaki aczini dile
getirmesi çok anlamlıdır.
Allah kâinatta milyarlarca
canlı, cansız eşyayı yokluk karanlığından yaratıp meydana getirmekle kalmamış,
onların herbirinin özelliğine göre, «ol!» emrinin tecellisiyle belli kanunlar
koyup eşyayı onlara bağlayarak başıboşluktan kurtarmıştır. Böylece her şey o
emre başeğip râm olmuştur. Atom çekirdeğinin etrafında başdöndürücü bir hızla
dönen elektronlar nasıl Allah'ın hilkat kanununa başeğerek hareketlerini
kusursuz, fakat programlı şekilde sürdürüyorlarsa, bal ansı da çiçeklerde
fotosentez sonucu meydana gelen balozunu emerek midesinde bazı kimyevi
değişikliklere uğratıp imal etmekle sünnetullah'a başeğmiştir ve her canlının
durumu kendi hilkat özelliği doğrultusunda böyle sürüp gitmektedir.
Kur'ân'ın açıkladığı
gibi, Allah, güneş, ay ve yıldızları; varlıkta var olan her şeyi kendi
buyruğuna başeğdirerek yaratmıştır. Çünkü O, âlemlerin Rabbıdır; her şeyi
yaratıp terbiye eden, tekâmül kanununa bağlayıp kemale erdiren, her şeyi
türünün özelliğine göre belli bir amaca döndüren yegâne terbiyecidir. [97]
«Rabbımza için için
yalvarıp yakararak duâ edin..»
O halde kâinatta
mevcut eşyayı yoktan var kılıp denge ve mutlak düzen içinde insan oğlunun
hizmetine çeviren ve böylece kâinatı kendi buyruğuna baş eğdiren, terbiye edip
kemale erdiren Aliah, elbette ibâdet edilmeye çok lâyıktır. Hayır ve
bereketin, yücelik ve kudretin kaynağı O'dur.. Görebildiğimiz eşyayı bizim için
yarattığı kesindir. O halde kâinattan maksat insandır. Kâinat insan ile değer
ölçüsünü buluyor. İnsanın yaratılmasından maksat da Allah'ı bilip tanıması,
O'na ibâdet edip kudreti önünde eğilmesidir. Her varlık nasıl yaratıldığı
gayeye yönelmişse, insan da yaratıldığı gayeye yönelmekle yükümlüdür. Aksi
halde düzen ve denge dışına çıkıp hayatını düzensizliğe itmiş olur. O bakımdan
insanoğlu önce vücudunun her parçasında o eşsiz kudretin sanatını, hilkat
damgasını görüp O'nun huzurunda eğilmelidir. Hem kendi yapısında, hem de
milyonlarca halk ve ioat karşısında hayranlık duymamak, gerçeği görmemek körlüğün,
idraksizliğin tâ kendisi değil midir? [98]
«Yeryüzünde düzeni
kurup yörüngesine oturttuktan sonra bozgunculuk yapmayın.»
Allah'ın yeryüzünde
kurduğu düzen, sağladığı denge, her türlü ilmî buluş ve görüşün üstünde bir
mükemmellik taşır. Canlılar ve bitkiler alemindeki düzen ve dengeyi biz
insanlar bozmaktayız. Dünyanın dörtte üçünü kaplayan denizleri kirletip
ölüdeniz haline getiren yine insanların bilgisizliği değil midir? Bazı
hayvanların neslini tüketip dengeyi bozan yine insanlardır.
Görüldüğü gibi hiçbir
varlık boşuna yaratılmamıştır. En azından zararlı gibi görünen sivrisinek ve
karasinek, sağlığımızı tehdit eden bataklıkları kurutup zararsız hale
getirmemize; sokak ve çevremizi temiz tutmamıza zorlamaktadır. Bunun dışında
kuşlardan birçoğu bunlarla günlük gıdasını elde etmektedir. Daha ne gibi
faydaları vardır, bilemiyoruz. Belki yakın geleeekte ilmî araştırmalar bize
yeni biigiler, buluşlar ve tesbitler getirecektir.
O halde yeryüzünde
bilgisizce hareket edip Allah'ın kurduğu denge sınırlarını aşacak olursak kendi
dünyamızın hayat damarlarını kendi aleyhimize kesmiş oluruz. Allah ise, hemen
her konuda aşın gidenleri sevmez.
Avcılıkta,
balıkçılıkta, yeryüzündeki nimetlerden yararlanmada, ormanları kesip ham
maddesini kullanmada bilerek hareket etmek,ve öylece ilâhî düzen ve dengeyi
korumak zorundayız. Aksi halde cennetimizi cehenneme çeviririz.
Kur'ân hepimizi şu
âyetle uyarmaktadır:
«Yeryüzünde -düzeni
kurup yörüngesine oturttuktan sonra- bozgunculuk yapmayın.» [99]
Yukarıda geçen
âyetlerle Allah'ı inkâr etmenin büyük bir haksızlık ve idraksizlik olduğuna
işaretle O'nun varlığını isbat eden göklerle yerin ya-ratılışındaki denge,
düzen ve mükemmel plân ile programa dikkatler çekildi. Asıl yalvarıp
yakarılaeak, el açılıp istenilecek tek kudretin Allah olduğu hatırlatıldıktan
sonra yeryüzünde kurulan denge ve düzeni korumamız emredildi.
Aşağıdaki âyetlerle
temelde ciddi eğitim görmenin lüzumu, yeryüzündeki faydalı bitkiler misal
verilerek belirtiliyor. Sonra da öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceği,
yağmur ile yeşeren bitkiler misal verilerek anlatılıyor. [100]
57— Ve O Allah ki, (yağmur) rahmetinin önünde
rüzgârları müjdeci olarak gönderir. Nihayet rüzgârlar (yağmur yüklü) ağır
bulutları taşır da biz onu ölü bir memlekete sevkedip onunla su indirir ve
onunla her çeşit meyvaları, ürünleri çıkarırız. İşte bunun gibi, ölüleri de
(diriltip) çıkaracağız. Olur ki, (bunu yeterince) düşünür de öğüt ve ibret
alırsınız.
58— (Toprağı verimli) hoş memleketin bitkisi
Rabbının izniyle (ye-şerip) çıkar. Kötü yerin bitkisi ise, işe yaramaz, çıksa
da hayırsız çıkar. İşte şükreden bir millet için âyetlerimizi böylece açık
seçik bildiririz.
Ebû Hüreyre (R.A.)den
yapılan rivayette, demiştir ki: «Mekke yolunda bulunuyorduk. Şiddetli bir
rüzgar çıktı. Hz. Ömer (R.A.), çevresindeki insanlara, rüzgar hakkında size
ulaşan bir hadîs var mıdır? diye sordu. Kimseden ses çıkmayınca, ben ona
yaklaşıp dedim ki: Ey mü'minlerin emîri! Resûlüllah (A.S.) Efendimizden
rüzgarla ilgili şu hadîsi işittim : «Doğrusu rüzgar, Allah'ın rahmet ve
selâmetindendir. Rahmet İle geldiği gibi azap ile de gelir. Şiddetli rüzgar
gördüğünüzde ona sövüp saymayın, Allah'tan onun hayırlı olmasını dileyin ve
şer olanından Allah'a sığının..» [101]
Diğer bir hadîs :
«Allah'ın benimle
gönderdiği doğru yol ve ilim, bol yağmura benzer; araziye isabet eder de onun
bir kısmı o suyu kabul eder ve bu sayede bol çayır ve çokça ot yetiştirir. Bir
kısmı ise kuru ve sert olur, suyu (emmeyip) üstünde tutar; Allah onunla halkı
yararlandırır, ondan hem içerler, hem davarlarını sularlar, hem de ekinlerine
su verirler. Bir kısmı ise kaygandır, üstünde su tutmaz ve çayır çimen de
yetiştirmez. İşte Allah'ın dinini anlayıp da Allah'ın benimle gönderdiğiyle
yararlanan ve bunu öğrenip başkasına öğreten kimse île, (onu okuyup) gururundan
başını bile kaldırmayan ve Allah'ın benimle gönderdiği hidayeti kabul etmeyen
kimseler de böyledir.» [102]
«O Allah ki (yağmur)
rahmeti-nin önünde rüzgarları müjdeci olarak gönderir.»
Rüzgar genellikle
atmosferde yüksek basınçla alçak basınç alanlarının yer değiştirmesinden
meydana gelir. Öyle ki hava sıcaklığındaki değişmeler rüzgara neden olur.
Sıcak bölgeler «alçak basınç», soğuk bölgeler «yüksek basınç» alanlarını doğurur.
İki bölge arasında basınç farkı meydana gelince hava, yüksek basınç bölgesinden
alçak basınç bölgesine doğru akar. Şüphesiz ki, bu fiziksel olayı kör bir
tesadüf değil, herşeyi bilip takdîr eden Allah'ın ezelî ve ebedî ilim ve
kudreti oluşturmaktadır.
Rüzgar bazan rahmet,
bazan da azap getirir. Her fiziksel olayda belli kanunlar cari olmakla beraber
o kanunları sevk ve idare eden görevli meleklerin bulunduğu muhakkaktır. Ne var
ki, insanoğlu ancak gözleriyle görebildiğine, deney ve gözlemle elde ettiğine
inanır da onun ötesindeki gizli kuvvetleri idrâk edemez. Onun için kâinattaki
düzeni, cereyan eden olayların hikmet ve esrarını az-çok bilmeye ve bunun da
ötesine inanmaya ihtiyaç vardır. Sadece rüzgarların şiddetini, saniyedeki
hızına göre derecelendirmesini bilmek kâfi değildir. Örneğin, 7 derece 12-14
metre hızla esene «fırtınalı rüzgar» denilir. 8 ve 9 dereceler «hafif bora»
diye anılır. 10 derecede olup hızı saniyede 20-25 metreyi bulan şiddetli hava
akımı «bora» diye tarif edilir. Fırtına ise, 25-30 metre hızia esenidir.
Saniyede 30 metreden yukarısı «tayfun» ya da «kasırga» diye adlandırılır. Bu,
ağaçları kökünden sökecek bir güçtedir. Kur'ân yer yer rüzgarın getireceği
rahmetten söz ederken meydana getireceği azaba da dikkatleri çeker.
Peygamber (A.S.)
okulunun seçkin talebesi İbn Ömer (R.A.) bu konuda şöyle demiştir ■:
«Rüzgarlar (riyah) sekiz türlüdür; Dördü azap, dördü de rahmettir. Azap
olanları: Kasıt, âsıf, sarsar, akıym adıyla anılmıştır. Rahmet olanları:
Naşitat, mübeşşirat, murselat ve zariyat diye zikredilmiştir.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz rahmet ve azap getiren rüzgarlara temasla şöyle buyurmuştur: «Ben
saba rüzgarı ile yardım gördüm. Âd (kavmi) debur rüzgarı (batıdan esen kasırga)
ile helak edildi. Cenub da Cennet rüzgarındandır.» [103]
Atmosferdeki nemin
yağmur haline gelmesine, nemli rüzgarların dağlar boyunoa yükselirken soğuk
hava ile teması; alçak basınç alanlarında yükselen havanın, yükseldikçe
soğuması; havanın rüzgarla sıcak bölgeden soğuk bölgelere sürüklenmesi sebep
olur.
O halde bulutlarla
temas sağlayan rüzgarın yağmurdan önoe esip gelmesi, yağmur yağacağının
habercisi sayılır. İlgili âyette bu olay ilâhî rahmet olarak vasıflandırılıyor
ve üzerinde düşünüp O'nun kudretini iyi tanımamız isteniliyor. [104]
«İşte bunun gibi,
ölüleri de (diriltip) çıkarırız!»
Kur'ân burada dikkat
çekici bir benzetme yapmaktadır. Hayatın sırrı, özü ve mayası nasıl tohum ve
çekirdeğin içinde gizlenmiş ve şartlar, ortamlar elverdiğinde fışkırıp ikinoi
bir hayata dönüş başlıyorsa, insanın da ruhundaki hayat nüvesi beden kabuğuna
bürünmekte ve kabuk iyice olgunlaşıp duraklama ve sonra da ölme devresine
geldikten sonra ruhtan miras kalan hayat sırrından bir kıvılcımı kuyruk
sokumundaki hardal tanesi kadar küçük kemik kendinde gizlemektedir. Bu kemiğin
toprağa intikali ve Allah'ın dilediği kadar orada kalıp şartlar ve ortam
elverdiği zaman yeniden yeşerip ikinci hayata başlaması, bitkilerin yeşerip
dirilmesine pek yakın bir anlam taşır.
Buna işaretle
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in şöyle buyurduğu tesbtt edilmiştir:
«İnsanın her şeyi
çürür, ancak kuyruk sokumundaki küçücük kürem-si kemik çürümez. Yaratma ondan
oluşup meydana gelir.»
«Ademoğlunun tamamını
toprak yiyip bitirir, ancak acbü'z-zeneb (kuyruk sokumundaki küçücük yuvarlak
kemik) müstesna. Âdemoğlu ondan yaratılmıştır ve ondan oluşup meydana geiir.» [105]
İkinci hadîste
«ademoğlu ondan yaratılmıştır» cümlesi üzerinde duran Münâvî diyor ki:
«Kıyamette yaratılacağı, yani ademoğlu Kıyâmet'te o kemikten yaratılacaktır,
ihtimali daha zahirdir.» Çünkü Allah'a göre geçmiş, gelecek diye bir zaman
ayrımı söz konusu değildir. İlmi, kudreti ve rahmeti ezelle ebedi kapsayıp
kuşatmıştır. Onun katında aerçekleşeceği kesin olan bir olay, gerçekleşmiş
kabul edilir. O bakımdan Kur'ân'd" birkaç yerde İsrafil'in Sur'a üflemesi
konu edilirken geçmiş zamanla ilgili fiil kullanılmıştır.
Sözünü ettiğimiz
benzetme, daha iyi düşünmemizi ilham ediyor. Mev-lâna'nın dediği gibi, tohumun
yeniden hayata dönmesi, toprağa düşmekle gerçekleşir. İşte insan da öyle...
İlim, bitkilerin
kendilerine has şartları ve ortamları içinde yeniden ye-şerip hayat bulmasının
neden ve niçinini,(sebep ve illetini) keşfetmiştir. Ama insanoğlunun ölüp
topraklaştıktan sonra dirileceği hakkındaki ilâhî plân ve programı henüz
anlayamadığı gibi reddi hususunda doyurucu, tatmin edici delil de
getirememiştir. O yüzden bazan şüpheci, bazan da inkarcı olmuştur. Zira
bitkilerin yeniden yeşermesi hakkındaki deney ve gözlem kesin sonuç vermiştir.
İnsanın dirilmesi hakkında ne deney, ne de gözlem imkânı vardır. Bunun bağlı
bulunduğu kanunları bilemediği için de bir sonuç elde edememiştir.
Kur'ân, bitkilerin
kuruduktan sonra yeniden yeşermesini misal verirken tohum ve çekirdeğin
kendinde nasıl bir hayat taşıdığına ve vasatı bulunca gizlediği bu hayatın
nasıl açığa çıktığına parmak basarak tohum hücreleri üzerinde durmamızı ve bu
acıdan incelememizi hatırlatıyor.
Yukarıda sahîh
kaynakların tesbit ettiği kuyruk sokumundaki boncuk kadar kemikte de bir hayat
sırrının bulunduğu, vakti gelip şartlar elverince o hayatın ortaya çıkacağı
temel bilgi olarak veriliyor. Tohum nasıl toprağın altında çürümüyorsa, o
kemik de çürümüyor veya uzun bir süre geçtikten sonra yeniden oluşup insan
nüvesini bizim henüz bilmediğimiz şekilde muhafaza ediyor. O bakımdan ilim
adamlarının bu konu üzerinde ciddi ve yorucu bir araştırma yapması çok yerinde
olur, kanaatmdayım. [106]
«(Toprağı verimli) hoş
memleketin bitkisi Rabbıntn izniyle (yeşerip) çıkar.»
Mealindeki âyetle
hayat için sadece yağmurun yeterli olmayacağı, onunla birlikte toprağın da
elverişli olmasının gereği belirtiliyor. Burada Allah'ın kendi kudretine
düşeni kusursuz yapmasına karşılık olumlu sonuç elde edebilmek için insan da
kendine düşeni yapmak zorundadır, hikmeti ortaya çıkıyor. Çünkü Cenâb-ı Hak,
insanların güç ve kudretinin yetmiye-ceğini kendi üzerine almış, onların
kudretinin yeteceğini onlara bırakarak kullarıyla kendi arasına bir kudret,
imkân ve irâde sınırı koymuştur. O halde insan kendi güç ve kudretinin
yeteceği sınıra vardığı takdirde ilâhî kud-retin hazırlayıp verdiği nimetlerden
yararlanabilir.
Toprağı çoraklıktan
kurtarmak, onu verimli hale getirmek insanın güç ve kudreti dahilindedir.
Sebepleri oluşturup yağmur yağdırmak ise Allah'a aittir.
Çalışıp şükretmesini
bilen bir millet için hayat yolunu aydınlatan ilâhî âyetler çok açık bilgi
vermekte, insana yol göstermektedir. [107]
Yukarıda geçen
âyetlerle Allah'ın insanlardan yana olan geniş rahmetinden ve onun açık
belirtilerinden biri olan yağmur ve bitkiden söz edildi. Sonra da nefis bir
benzetme yapılarak ölülerin dirilmesine bitkilerin yeniden yeşermesi misal
verildi. Arkasından iyi huylu insan ile kötü huylu insana işaretle verimli
toprakla verimsiz toprak konu edildi ve yağmurdan yararlanabilmek için toprağın
ıslâhı cihetine gidilmesinin lüzumuna işaret edildi. Böylece insanların da
ilâhî rahmetten yararlanabilmeleri için ciddi bir eğitimle ıslâh edilmelerinin
gereğine atıf yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
inkâr ve azgınlıkta ısrar edip ijâhî rahmete kendini hazırlamayan Nuh kavminin
elim sonucu üzerinde durularak, ferdin ıslaha ihtiyacı olduğu gibi, aile ve
toplumların da ıslahına büyük ihtiyaç bulunduğu belirtiliyor ve gereken uyarı
yapılıyor. [108]
59— And olsun ki Nuh'u, kavmine peygamber olarak
gönderdik;«ey kavmim, dedi, Allah'a ibâdet edin. Sizin O'ndan başka tanrınız
yoktur. Doğrusu ben üzerinize büyük bir günün azabının (inmesinden) endişe duyuyorum.
60— Kavminden ileri gelenler ona : «Doğrusu biz
seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz,» dediler.
61— O, ey kavmim, dedi, bende hiçbir sapıklık
yoktur; ama ben âlemlerin Rabbından (size) gönderilen bir peygamberim.
62— Rabbimin vahyettiği buyrukları size teblîğ
ediyor, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediğinizi Allah'tan (vahiy
yoluyla alıp) biliyorum.
63— (Allah'tan) korkup kötülüklerden sakınmanız
ve merhamete erişmeniz için sizi uyaran sizden bir adam aracılığıyla
Rabbınızdan bir haber gelmesine mi hayret edip şaşıyorsunuz?
64— Buna rağmen onu yalanladılar. Biz de onu ve
gemide beraberinde bulunanları kurtardık ve bizim âyetlerimizi yalanlayanları
(tufanda) boğduk. Çünkü onlar kör bir topluluktu.
«Tarih tekerrürden
ibarettir» sözünde hakikat payı büyüktür. Kur'ân1-da ilgili âyetlerle değişik
zamanlarda peygamberlere karşı gelenlerin sahneye koydukları oyunlar arasında
benzerlik bulunduğu açıklanıyor.
Önce insan vicdanına
seslenen, sonra duygusunu kamçılayan, sonra da aklına ışık tutan peygamberler,
bu üç kademeli eğitim metoduna göre, ilâhî nimetlerin düzenli ve dengeli
sergilendiğini, hayatın asıl anlam ve amacının neler olduğunu, âhiret hayatının
lüzum ve hikmetini belirterek sorumluluk duygusunu harekete geçirmeyi cok
duyarlı şekilde kalblere işlemekle görevlidirler. Sonra da Allah'ın varlığına,
birliğine, kudretinin sınırsızlığına, koyduğu kanunların şaşmazlığına aklî
ölçüde belgeler sunarlar; böylece vicdanla duyguyu ve aklı birleştirip
hakikata yöneltirler.
İşte bu yüce amaçlar
doğrultusunda yapılan uyanlara kulak ve gönüllerini vermeyen topluluk ve
milletlerin kendilerini nasıl bir felâkete sürükledikleri anlatılıyor ve
olaylar arasındaki benzerlik söz konusu ediliyor. Nuh Peygamber'in (A.S.)
karşısına çıkan küfür ve şarlatanlığın bir benzeri ve hatta daha beteri Hz.
Muhammed'in (A.S.) karşısına çıkmıştır. [109]
Kur'ân'da, ilâhî
metotlardan biri de şudur: Gelmiş geçmiş bütün peygamberler ve hükümdarların
hayatı, yaşadıkları tarih ve çağ, uyguladıkları kanunlar ve yöntemler üzerinde
durulmaz. Milletleri yükselten veya düşürüp yok eden ana sebepler üzerinde
durulur ve olayların can alıcı noktalarına atıflar yapılarak ibret ve öğüt
alınacak safhalarına yer verilir. Çünkü Kur'ân bir tarih kitabı değildir. Daha
çok Asya ve Afrika kıtalarında ismi duyulan ve kalıntıları henüz silinmeyen
bazı peygamberlerin ve hükümdarların mücadelesinden, insanların nasıl
köleleştirildiğinden ve ve baştaki liderlerin idareleri altındaki kitleyi nasıl
uçuruma sürüklediğin-
den önemli pasajlar
seçilerek verilir ve Hz. Muhammed'in (A.S.) dün ve bugün karşısına çıkan küfür,
cehalet, inat ve şiddetin daha önceki peygamberlerin de karşılarına çıktığı,
olaylar arasında büyük bir benzerliğin bulunduğu ve tarihin tekerrürden ibaret
olduğu çok açık ve net hatlarıyla gözlerimizin önüne serilir.
O halde gelip geçen
peygamberlerin ve ünlü hükümdarların hayat hikâyeleri Kur'ân'da teferruatıyla
aranmamalıdır. Çünkü o bir hikâye kitabı da değildir. Geçmişte cereyan eden
önemli olayların ibretli safhalarını hatırlatıp onlardan ders ve ibret
almamızı emreder. Geçmişi bilip geleceğe hazırlanmamızı isterken, muhtaç
olduğumuz bilgiyi vermekle yetinir. Yıkılıp yok edjlen bazı kavimleri misal
verirken yer yer tarihin ayrı bir döneminin ağıtını söyleyen harabeleri gezip
görmemizi teikîne çalışır. [110]
Tevrat, geçen
asırlarda insan elinin maksatlı ve bilgisizce uzanmasından dolayı yer yer
değişikliğe uğratılmış ve bazı bölümleri anlaşılmaz hale sokulmuştur. O sebeple
ilâhî sözlere insan sözü karışarak sadeliği zedelenmiştir. Bununla beraber yer
yer ilâhî beyanlar hâlâ boncuklar arasında bulunan kıymetli bir taş misali
kendini göstermektedir. Nuh tufanıyla ilgili Tevrat'ın açıklamalarını şöyle
özetleyebiliriz :
1— Allah insanları, işledikleri küfür ve tuğyan
sebebiyle yarattığına pişman olmuştur.
2— Yeryüzündeki insanların hepsi bozulmuştu.
Yeryüzü zorbalarla dolmuştu.
3— Allah insanların ve canlıların hepsini
yeryüzüyle birlikte yok etmeyi dilemişti.
4— Nuh'a gemi yapması emredilmişti. Geminin
uzunluğu üçyüz arşın, genişliği elli arşın, yüksekliği otuz arşın idi ve üç
kattan ibaretti. İçi dışı ziftlenmişti.
5— Nuh ve hanedanı, sonra da her canlı hayvandan
birer çift veya yedişer çift gemiye alınmıştı.
6— Yağmurlar
boşalmaya başlamış, kısa zamanda sular dağların tepesine erişmişti. Kırk gün
kırk gece yağmur yağmıştı. Sular onbeş arşın daha yükselmişti. Yeryüzünde
hareket eden her canlı helak olmuştu.
7— Yüzelli
gün sonra sular çekilmeye başlamış ve gemi ARARAT dağı üzerine karar kılmıştı.
8— Nuh, suların çekilip çekilmediğini tesbit
etmek için güvercini salıvermiş, ikinci salıvermesinde güvercin, ağzında yeşil
zeytin dalı iie gelmişti.
9— Rab, bir daha böyle helak edici bir tufan
vermeyeceğini söyledi.
10_
Yeryüzündeki insan dahil bütün canlılar helak olduktan sonra insanlar yeniden
Nuh'un oğullarından üreyip çoğalmışlardır.
11— o sırada
Nuh 600 yaşında bulunuyordu.
Tevrat'ın Tekvin
bölümünden Nuh Peygamber hakkında özetlediğimiz onbir maddeyi Kur'ân'ın
ışığında incelediğimizde, aradaki farkı ve konuyla ilgili gerçeği daha iyi
anlamış oluruz :
Önce pişmanlık duygusu
insana has bir sıfattır. Allah hakkında kullanılması caiz değildir. Çünkü
Allah beşerî bütün sıfatlardan münezzehtir.
Sonra, Nuh Peygamber
bütün insanlara ve milletlere gönderilen bir resul değildir. O, sadece yaşadığı
muhit ve bağlı bulunduğu bölge sakinlerine gönderilmiştir. Kur'ân bunu kavim
tabiriyle açıklıyor. Nuh Pey-gamber'e baş kaldırıp küfür ve azgınlığını artıran
sadece bu kavim veya millettir. Yeryüzündeki bütün kavim ve milletlere o günkü
şartlar karşısında bir peygamberin sesini duyurması mümkün değildi. Nitekim
Resûlüllah (A.S.) Efendimizden yapılan sahîh tesbite göre şöyle buyurmuştun
«Bana beş şey verildi ki onlar benden önceki peygamberlerden hiçbirine verilmemiştir:
1. Bir aylık mesafede korkum (düşmanlarımın kalbine atılmak)fa yardım gördüm.
2. Yeryüzü bana mescid ve temiz (ve temizleyici) kılındı; ümmetimden hangi
adama (nerede) namaz vakti gelip ulaşırsa (orada) namaz kılsın. 3. Ganimetler
bana helâl kılındı, benden önce hiç kimseye helâl kılınmadı.. 4. Şefaat bana
verildi. 5. (Benden önce) peygamber sadece kendi kavmine gönderilmiştir; ben
ise bütün insanlara gönderildim.» [111]
O halde tufan
Tevrat'ta belirtildiği gibi, yeryüzünü kaplayacak ve bütün kavim ve milletleri
yok edecek, umumi şekilde değil, Kur'ân'da işaret edildiği gibi bölgeseldir;
sadece Nuh Peygamber'in kavmi tufan felâketine uğramıştır. Bu da önemli bir
bölgeyi kapsar genişlikte idi. Çünkü Nuh Peygamber 950 yıl yaşamıştır. Onun bu
uzun ömrüne bakılınca belli bir bölgeyi Hakk'a davetle görevli olduğu
kendiliğinden anlaşılır.
Hem Allah'ın
değişmeyen sünnetullah'ından biri de, peygamber göndermedikçe azap
etmemesidir. Kur'ân'da İsra sûresi 15. âyette bu sünnet şöyle açıklanmıştır:
«Ve biz peygamber göndermedikçe azap ediciler de değiliz..»
Tevrat'ın bu kısmına
da insan eli dokunup tahrif edildiği rahatlıkla anlaşılıyor.
Aynı zamanda bir
kavmin veya milletin küfür ve azgınlığı sebebiyle yeryüzündeki bütün canlıları
yok etmenin makul bir yanı yoktur. Tufan felâketinin meydana geldiği bölgede
yaşayan canlıların yok olması kesindir. O bakımdan gemiye alınan birer çift
hayvan, sular çekildikten sonra salıverilerek üremeleri sağlanmıştır. Tevrat'ın
«Allah canlıların hepsini yeryüzüyle birlikte yok etmeyi dilemişti» beyânı da
tahrife uğrayan belgelerden biridir. [112]
Ayrıca Nuh tufanıyla
ilgili âyetlerin delâletinden şu önemli husus da anlaşılmakta, Cenâb-ı Hakk'ın hayvan
türlerinin korunmasını, nesillerinin tükenmemesini her zaman istediğine
işarette bulunulmaktadır. Çünkü an-latıian her kıssadan alacağımız birçok öğüt,
ibret ve dersler söz konusudur.
Tufandan sonra suiar
çekilmeye başlayınca geminin ARARAT dağında karar kıldığına gelince, bu,
Kur'ân'da belirtilen Cudi dağının diğer bir adı veya Ağrı dağına o gün için
verilen bir isim olabilir. [113]
Nuh Peygamberin,
Kur'ân'da isimleri açıklanan peygamberler dizisine bakılınca Adem (A.S.)den
sonra dördüncü peygamber olduğu sanılırsa da bu kesin değildir. Çünkü Kur'ân'da
sadece az-çok yeryüzünde kalıntıları bulunan ve daha çok dünya nüfusunun önemli
kısmını kendinde barındıran Asya kıtasında yaşayıp isimleri duyulan kavimlerden
ve onlara gönderilen peygamberlerden yer yer bahsedilir ve her millet ve her
kavma bir peygamber gönderildiği açıklanarak, yol gösterici gönderilmedik bir
bölge bulunmadığı hatırlatılır.
Ancak Nuh Peygamber'in
İbrahim Peygamber'den çok önce gelip geçtiği bilinmektedir. Hangi asırlarda
geldiği kesin tesbit edilememiştir. Tevrat tufan koptuğunda Nuh'un 600 yaşında
olduğundan söz ederken Kur'ân'da onun 950 yi! yaşadığı yazılıdır.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, Kur'ân'da tarih, hatta çoğu zaman coğrafya üzerinde
durulmaz, meydana gelen önemli olayların ibret ve öğüt dolu safhalarına yer
verilerek, tarihî araştırma tarihçilere bırakılır. [114]
Kavminden ileri
gelenler ona: Doğrusu biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz, dediler.»
Nuh kıssasında ilâhî
beyândan anlıyoruz ki, gönderilen her peygamberin karşısına daha çok refah
içinde olan ülkenin ileri gelenleri çıkmıştır. Zira ciddi ve seviyeli dini,
ahlâkî eğitim görmeyen servet ve makam sahiplerinin yaşayıştan, peygamberlerin
getirip teblîğe çalıştıkları esas ve prensiplere ters düşmekte ve bu yüzden ilk
muhalefet sesi onlardan gelmektedir.
Diyebiliriz ki,
maddeyi ön plâna alanlar hemen her devirde ahlâksızlığı, bozgunculuğu
körükleyenlerin öncüleridirler. Kur'ân'da geçmiş milletlerin küfür ve
tuğyanından söz edilirken özellikle bu şımarıklara dikkatler çekilir ve halk
tabakasını saptıranların bunlar olduğu çeşitli ifadelerle belirtilir. Böylece
her cağda ortaya çıkan önemli meseleleri biraz da bu açıdan inceleyip
değerlendirmemiz istenilir. Gerek Mekke'de, gerekse Medine'de Hz. Muhammed'in
(A.S.) karşısına dikilen ve Hakk'ın amansız düşmanı olma hüviyetine girenlerin
biyografisine baktığımızda, çoğunun refah içinde yüzen servet ve makam
sahipleri olduğunu görürüz. [115]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkâr, azgınlık ve ahlâksızlığı kendine şiar edinen Nûh kavminin hazin sonu,
kalblere neşter vururcasına işlendi. Kalble-ri körelmiş bir milletin kendi
akibetini tayin ettiğine işaretle, yaşamakta olan toplum ve milletlere ibret
alınacak tarihî bir tablo gösterildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Nuh kavminin uğradığı feci azaptan ibret almayan Âd kavminden söz ediliyor.
Hûd Peygamberin bütün uyarı ve irşatlarına kulaklarını tıkayan o milletin de
sonunda haritadan silindiği açıklanarak ibret ve öğüt dolu ikinci bir tablo
gafillerin gözleri önüne seriliyor. [116]
65— Âd Kavmine de kardeşleri Hûd'u (peygamber
olarak) gönderdik. «Ey kavmim! dedi, Allah'a ibâdet edin; sizin O'ndan başka
tanrınız yoktur. Artık (Allah'ın buyruklarına karşı gelip azgınlıkta
bulunmaktan) sakınmaz mısınız?»
66— Kavminden inkarcı ileri gelenler, ona :
«Doğrusu biz seni bir beyinsizlik ve çılgınlık içinde (bocalar) görüyor ve
gerçekten seni yalancılardan biri sanıyoruz» dediler.
67— «Ey kavmim! dedi, bende beyinsizlik ve
çılgınlık yoktur; ama ben gerçekten âlemlerin yegâne Rabbından (görevlendirilip gönderilen)
bir peygamberim.
68— Size Rabbımın vahiy ile inen buyruklarını
tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm,
69— Sîzi uyarmak için aranızdan bir adam
aracılığıyla Rabbınızdan bir haber gelmesine mi hayret ediyorsunuz?! Allah'ın
Nûh kavminden sonra sizi onların yerine getirdiğini ve yaratılışta size güç,
beden yapınızda fazlalık verdiğini bir düşünün! Allah'ın nimetlerini
hatırlayın. Olur ki, kurtuluşa erişirsiniz.»
70— Onlar,
«Yalnız Allah'a ibâdet
etmemiz ve babalarımızın ibâdet edip taptıklarını
terketmemiz için mi
geldin! Haydi eğer
doğrulardan isen bizi tehdit edip durduğun azabı getir» dediler.
71— O da, «şüphesiz ki Rabbınızdan üzerinize bir
murdarlık ve bir de gazap inmesine lâyık oldunuz. Siz, sizin ve babalarınızın
ad taktığınız putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz?! Allah o putlara hiç
de böyle bir tapma hususunda
belge ve kanıt indirmemiştir.
Artık gelecek kazayı bekleyin; çünkü ben de sizinle beraber
bekleyenlerdenim.»
72— O sebeple biz Hûd'u da, onunla beraber
olanları da katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayıp iman
etmemiş olanların kökünü kestik.
Âd kavminin Umman ile
Dahraman veya Umman ile Aden'in doğusuna düşen Hadramut arasındaki kesimde
yaşadığı sanılmaktadır. Tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak son yarım
asır içinde elde edilen kalıntılar bazı ipuçları vermektedir.
Siyerci İbn İshak'ın
Kelbî'den yaptığı rivayete göre, Âd kavmi putperest bir millettir. Semûd ve
Hetar adında iki de büyük putları bulunuyormuş. Allah onları uyarmak için,
soyca kendilerine kardeş sayılan Hud Peygamberi göndermiştir.
Sözü edilen kavmin
insanlarının fiziksel yapıları itibariyle iriyarı olduğuna Kur'ân'da yer yer
temas edilir. Anlaşılan odur ki, Âd kavminin gerek irsî özellikleri, gerekse
iklim şartları vücut yapılarının gelişmesinin başlıca nedeni gösterilebilir.
Batılı tarihçilere ve
araştırmacılara göre, bu milletin dört ayrı tanrısı varmış: Sakiye, Hafize,
Razıka, Salime. Birincisinin yağmur verdiğine, ikincisinin tehlikelere karşı
koruyucu olduğuna, üçüncüsünün rızık verdiğine, dördüncüsünün hastalıklara
karşı şifa dağıttığına inanılırmış..
Kur'ân'da Nuh
olayından sonra Âd kavminden ve putperest olan halkının iri cüsseli, güçlü
kuvvetli bulunduklarından söz edilmesi çok anlamlıdır.
Nuh Peygamber devrinde
küfürde ısrar eden azgınları yok etmek için kopan tufan nasıl büyük bir ilâhî
uyarı ise, sekiz gün aralıksız esen şiddetli kasırganın evleri yıkıp ağaçlan
kökünden söküp koparması; güçlü, boylu ve mağrur inkarcıların birer tüy gibi
yerlerinden alınıp taştan taşa çarptırılmaları da geride kalanlara ve
yaşamakta olan milletlere düşündürücü birer ibret ve öğüttür.
Mekkeli putperestlerin
zaman zaman dikkatleri Âd kavminin kalıntılarına çekilerek kendilerinden daha
geniş nimetlere erişen, daha güçlü ve yetenekli olan bir milletten geriye
sadece acı hatıraların kaldığı ve kurdukları medeniyetten (!) taş
yığınlarından başka bir şeyin kalmadığı hatırlatılıyor. Aynı inkâr, aynı
azgınlık ve ahlâksızlığın tarihte hiçbir millete ve topluluğa hayır ve mutluluk
getirmediğine işaretle Mekkeli'lerin saltanatının yıkılıp yok olma günlerini^
yaklaştığı dolaylı şekilde anlatılıyor. [117]
İlk bakışta gerek Nuh
Peygamber'in, gerekse Hud Peygamber'in ka-
vitnleri,
inanmadıkları, azgınlık gösterip kötülüklere daldıkları, ileri gelenlerinin
ölçüsüz şımarıklıkları ve kendilerini uyaran peygamberleri yalanladıkları için
ilâhî gazaba uğratıldıkları anlaşılıyor. Ama gerek tufan, gerekse sekiz günlük
kasırga olayı, belli nedenlerle oluşur ve hâlen de dünyanın bazı bölgelerinde
zaman zaman, yer yer meydana gelmektedir. Bunların çoğunu araştırdığımızda
ilâhî gazapla ilgili olduğu sonucuna bizi götürmüyor. O halde Kur'ân'da
bununla ilgili acık anlatımın asıl anlamı nedir?
Önce şunu .belirtelim
ki, kâinatta meydana gelen bu ve benzeri her olayın daha cok fiziksel acıdan
birtakım sebepleri vardır. Mu'cize ve keramet dışında hiçbir olay illet-malûl
düzeyinde sebepsiz meydana gelmez. Gerçek bu olunca, sebep ve illetleri,
hedefinden saptırmadan belli kanunlara bağlayıp idare eden kimdir? Diğer bir
tabirle sebep ve illetlerin bir ucu hangi kudrete bağlı bulunuyor?
Bunları idare eden ve
belli kanunlara bağlayıp tasarrufu altında tutan bir kudret yoktur dersek, o
zaman bu sebep ve illetlerin kendiliğinden oluşup düzene girdiğini, hedefinden
şaşmayan belli kanunları vücuda getirdiğini iddia etmiş oluruz ki, bu bizi
müsbet bir yargıya götürmez. Çünkü her olayın birtakım sebep ve illetlere,
onların da cari bazı kanunlara dayanması ve cok düzenli, ölçülü ve dengeli
sürüp gelmesi tesadüflere bağlanamaz, yani tesadüfler hata yapmadan bir dizi
sebepleri oluşturup mükemmel fiziksel sistemler ve olaylar meydana getiremez.
O halde olayların
sebep ve illetlere sistematik bağlılığı ve sebeple illetlerin şaşmadan
hedefine yönelmesi, mükemmel bir plân ve programın varlığına delâlet eder.
Ortada tesadüflerin oluşturamayacağı mükemmel bir plân ve program varsa,
mutlaka bir planlayıcı ve proğramlayıcı da vardır.
Sonuç olarak
diyebiliriz ki, sebep ve illetleri oluşturan Allah, ezelde belli kanunları
plânlayıp hayat çarkının belli ölçüler içinde dönmesini sağlamıştır. Ancak
gerektiğinde genel kurai ölçüsü dışında sebep ve illetleri harekete geçirir.
Umulmadık bir zamanda bir milleti uyarabilir.
İşte peygamberlerin
ardarda gönderildiği çağlarda Allah'ın bu gibi istisna teşkil eden
müdahaleleri olmuştur. Unutmayalım ki, her olayı sevk ve idare eden görevli
melekler vardır ve onlar aldıkları emir gereği harekete geçerler ve sebepleri
harekete geçirirler. O bakımdan Kur'ân'da yer yer bu inceliğe dikkat çekilerek
geçmiş milletlerden bir kısmının kalıntılarını inceleyip ibret ve öğüt almamız
öğütleniyor. Her olayın sünnetullah doğrultusunda meydana geldiği açıklanarak
insan aklına ışık tutar anlamda temel bilgiler, ana fikirler veriliyor. [118]
Yukarıda geçen
âyetlerle Hakk'a baş kaldırıp inkârda ısrar eden ve gönderilen peygamberi
yalanlayıp hayvanı bir hayat sürmeyi tercih eden Âd kavminin ibretli
safhalarından bir kaçı açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
geçmiş milletlerin hayatından ve silinip yok edilmelerinden ibret ve öğüt
almayan Semûd kavminin ve kendilerine peygamber olarak gönderilen Salih
Peygamberin kıssasından ibret alınacak safhalar anlatılıyor ve Hakk'ın sesine
kulak vermeyen bir milletin eninde sonunda yıkılıp yok olacağı hatırlatılıyor. [119]
73— Semûd
kavmine de kardeşleri Salih'i (uyarıcı peygamber olarak) gönderdik. O
da, «Ey Kavmim!» dedi, «Allah'a ibâdet edin; sizin O'n: dan başka tanrınız
yoktur. Size Rabbımz tarafından açık bir belge (mu'ci-ze) geldi: Allah'ın (bir
süre için kutsal ve dokunulmaz kıldığı) bu dişi deve sizin için açık bir
alâmettir. Bırakın da onu Allah'ın arzında otlasın ve sakın ona kötülükle
dokunmayın, sonra sizi elem verici bir azap yakalayi-verir de (bir daha
kurtulamazsınız).
74— Allah'ın Âd Kavmi'nden sonra sizi onların
yerine getirdiğini ve sizi bu topraklara yerleştirdiğini bir hatırlayın; bu
toprakların ovalarında köşkler ediniyor, dağlarındaki (kayaları) yontup evler
yapıyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini anın, yeryüzünde bozgunculuk yapıp, fesat
çıkarmayın.»
75— Onun kavminden büyüklük taslayan ileri gelenleri,
içlerinden küçümseyip hor gördükleri mü'minlere : «Siz, Salih'in Rabbı
tarafından gönderildiğini sahi biliyor musunuz?» dediler. Onlar da,
«şüpheden uzak bir inançla biz O'nunla gönderilene inanıyoruz» diye cevap
verdiler.
76-77—
Büyüklük taslayanlar, «biz sizin imân ettiğiniz şeyi inkâr ediyoruz» dediler
ve o yüzden devenin bacaklarını kesip onu yere devirdiler de Rablannın
buyruğuna baş kaldırıp tuğyan ettiler ve : «Ey Salih! eğer (cidden)
peygamberlerden isen bizi tehdit edip durduğun azabı haydi getir görelim»
dediler.
78— Bunun üzerine onları ansızın bir
sarsıntı (müthiş bir deprem)
yakalayıverdi, derken bulundukları yerde dizüstü çöküp kaldılar,
79— Salih de onlardan yüzçevirip ayrıldı ve
: «Ey Kavmim! and olsun ki, ben size
Rabbımın buyruklarını tebliğ ettim ve size öğütte bulundum, ama siz öğüt
verenleri hiç de sevmediniz,» dedi.
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz hicretin 9. yılında Tebük seferinde Hicir denilen yöreden geçerken
Semûd kavminin kalıntılarına yakın bir yerde bir süre mola verdiler. Ashab
oradaki kuyulardan su ihtiyaçlarını karşıladı ve hamurlarını yoğurup
tencerelerini hazırladılar. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) onlara tencerelere
doldurdukları suyu dökmelerini, yoğurduk-ları hamurun develere yedirilmesini
emretti. Sonra kalkıp Salih Peygam-ber'in devesinin nöbetleşe su içtiği kuyunun
başına geldiler.» [120]
«Peygamberimiz (A.S.)
(Tebük seferinde) Semûd kavminin kalıntılarına yakın yere gelince ashabına şu
emri verdi: «Azaba uğramışların arasına girmeyin, ancak ağlayarak
girebilirsiniz. Ağlamayacak olursanız girmeyin; aksi halde onların başına
gelen musibetin bir benzeri sizin başınıza gelebilir.» [121]
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Hicir bölgesinden geçerken, ashabına şöyle buyurdu : «Mu'cizeler
istemeyin. Çünkü Salih Peygamberin kavmi mu'cize istedi. (Neticesinin ne kadar
elim olduğunu biliyorsunuz!). Onun devesi şu iki dağın arasındaki yoldan gelir
ve şu yoldan dönüp çıkardı. Semûd kavmi Rabbm emrine başkaldırıp devenin
bacaklarını keserek onu yere devirdiler. Oysa o deve onların suyundan nöbetleşe
içerdi. Su içeceği gün onlar onun sütünden içerlerdi. Ama onu kesip yere
devirdiler, o yüzden azaba uğradılar. Onlardan ancak bir adam, Allah'ın
hareminde bulunduğu için helak olmadı. Dışarı çıkınca o da helak oldu.»
O adam kimdi? diye
sorulunca, Efendimiz (A.S.), «Ebû Riğal» adında biri idi» diye cevap verdi. [122]
Âd kavmi helak
edildikten sonra Semûd kavmi ortaya çıkmış ve Âd kavminin topraklarına da sahip
olmuşlardı. İki kavim hem zaman, hem de toprak bakımından birbirine yakın
sayılırdı. Çünkü Âd kavmi Umman ile Dahraman veya Umman ile Hadramut arasında;
Semûd kavmi Hicaz yakınlarında Hicir'de ve Vadilkura'da yaşamışlardır. Semûd
kavminin ASUR hakimiyetinde bulunduğu söylenir. Nitekim o bölgelere yapılan
kazılarda bunu kanıtlayan birtakım belgelere rastlanmıştır.
Milattan önce V-VM
yy.lar arasında LİHYAN krallığı ortadan kalkınca bu bölgede önce bir uğultu ve
gürültü, sonra da büyük bir deprem meydana gelmiş ve o sebeple ülkeleri
insanlarıyla birlikte yerlebir edilmiştir ki, bunu Kur'ân'da yazılı bulunan
ilgili kıssadan anlıyoruz. [123]
Hicaz yakınlarında
kendilerine ve o günkü imkânlara göre köşkler yapan, dağlardaki kayaları
yontup evler ve barınaklar meydana getiren Semûd kavmi, geriye anılmaya değer
eser ve kalıntılar bırakmıştır. Arap Ya-rımadası'nda ve Mezopotamya'da yurt
edinen birçok kavim ve milletlerin, diğer ülke ve kıtalarda yaşayanlara
nisbetle daha zengin ve daha bilgili oldukları; başkalarıyla kıyas
edildiklerinde daha sağlam binalar inşa ettikleri bir gerçektir. O nedenle de
Kur'ân'da daha çok Asya kıtasında yaşayan ve onlara gönderilen peygamberler
misal veriliyor. Semûd kavmi de aşırı putperest olmalarına rağmen o günün
ölçülerine göre biraz olsun medenice yaşamasını bilen bir kavimdi. Nitekim yer
yer boynu bükük mahzun duruşlu harabeleri onların sosyal durumunu kısmen
yansıtmaktadır.
Kur'ân'da ilgili
âyetle putperest, zâlim ve azgın Araplar, uyarılmak, bunun için de gelip geçen
benzeri kavimlerin hayatından, yıkılıp yok edilme sebeplerinden bol misal
verilmek suretiyle yönlendirilmek istenmiştir. Zira A'raf sûresinin 5 ve 8.
âyetleri dışında tamamının Mekke'de indiğini ve o bakımdan Mekkeli'lerin Arap
Yarımadasfnda kalıntıları bulunan kavim ve milletler hakkında az-çok bilgileri
olduğunu düşünürsek, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan önce yok edilen Nuh
kavminin neden misal verildiğini rahatlıkla anlarız.
Kur'ân sadece Asya
kıtasında yaşayanları muhatab edinmemiş ve yalnız onlara peygamber
gönderilmediğini, yeryüzündeki bütün kavim ve milletlere uyarıcı, yol
gösterici, hakka davet edici peygamberler gönderildiğini münasebet düştükçe
açıklamış ve tarihten öğüt ve ibret almamız için yeryüzünde gezip dolaşmamızı,
yıkılıp yok olan medeniyetlerden artakalan harabeleri görmemizi emretmiştir:
NahJ 36, Âl-i tmrân 137, En'âm 11, Nemi 169, Ankebut 20 ve Rum sûresi 12.
âyetlerle bu hususlar her türlü şüpheyi giderecek şekilde açıklanmıştır.
Böylece Kur'ân'da,
yeryüzünde yaşayan bütün milletler uyarılıp Hakk'a davet edilirken gene!
tabirler kullanılır ve kıtalarda birçok kalıntıların bulunduğu söylenerek
onları görmemiz, görüp de ibret ve öğüt almamız tavsiye edilir. Hakk'a
başkaldırıp onu yalanlayanların'sonunun ne olduğunu iyice araştırıp incelememiz
emredilerek tarihî misallere ağırlık verilir. [124]
«Bu dişi deve sizin
için açık bir alâmettir..»
Semûd kavmi, Salih
Peygamberin uyarılarına kulak vermeyerek ona karşı geldiler. Israrlı tebliğ ve
irşadı durdurmak ve Salih Peygamber'! hem âciz, hem de yalancı durumuna
düşürmek için ondan bir mu'cize göstermesini istediler. O da Allah'ın
kendisine vermiş olduğu kudreti izhar ederek, içtiği sudan kat kat fazla süt
verip insanları doyuracak bir deveyi peygamberliğine belge olmak üzere
gösterdi.
Böylesine önemli bir
konuda devenin mu'cize aracı seçilmesinin sebebine gelince : Hicaz ile Şam
arasında yaşayan bu kavmin deveye karşı büyük ilgi duyduğunu söyleyebiliriz. En
çok süt veren deve, onların en kıymetli malı sayılırdı., Salih Peygamber'in,
normal bir devenin günde verdiği sütün 15-20 misli süt veren bir deveyi ilâhi
âyet olarak göstermesi, cidden çok açık bir mu'cize idi. Buna rağmen kavmi her
teblîğ ve buyruğa karşı geldikleri gibi, mu'cizeyle de yola gelmediler,
verdikleri sözde durmadılar. Yapılacak başka birşey kalmamıştı. O yüzden ilâhî
emir Celâl ve Kahhar sıfatlarıyla tecelli etti ve böylece inkâr ve azgınlık
felâketle neticelendi.
Müfessirlerimizin çoğu
Salih Peygamber'in mu'cize sayılan devesi hakkında dayanağı olmayan birçok
kıssa ve hikâyeler nakletmişlerdir. Salih Peygamber büyükçe bir kayaya işarette
bulunmuş, kaya yarılınca mu'cize olarak içinden bîr dişi deve çıkmış gibi
birtakım gayr-i sahîh rivayetlere de yer vermişlerdir. Kur'ân'da ise, bu
deveden birkaç yerde bahsedilirken mevcut suyu bir gün o devenin içtiği, bir
gün de Semûd kavminin içtiği ve sonra da ayaklan kesilmek veya kırılmak
suretiyle devenin öldürüldüğü açıklanır. Hadislerde ise, devenin su nöbetinde
içtiği sudan kat kat fazla süt verdiği belirtilir. [125]
«Onun kavminden
büyüklük taslayan ileri gelenleri, içlerinden küçümseyip
hor gördükleri
mü'minlere, siz Salih'in Rabbı tarafından gönderildiğini sahi biliyor musunuz?
dediler.»
Gerek Nuh Peygamber,
gerek Hud Peygamber ve gerekse Salih Peygamber kıssalarından ve Kur'ân'ın bu
hususla ilgili âyetlerinden, anlatım ve beyânından, peygamberlere ilk imân
edenlerin daha çok fakirler ve horlanıp küçümsenen kişiler olduğunu anlıyoruz.
Musa Peygamber'in de durumu buna yakın bir tablo oluşturur. İsa Peygamber'e de
ancak balıkçılık veya kassarlıkla geçinen 12 kadar fakir inanıp uymuştur ki,
onlar Kur'ân'da «havariler» diye anılır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e ise, risaletinin ilk yıllarında Mekke'de imân edenlerin yüzde
doksanını fakirler ve köleler oluşturuyordu.
Bu olayın sebebini
düşündüğümüzde, karşımıza mal, makam, şöhret ve servet çıkar. Hayata daha çok
hareket sağlayan bu dört nesneyi amaç değil, araç edindiğimizde kalbimiz ve
vicdanımız Hakk'a ve hakikata ancak açılabilir. Bunları amaç edindiğimiz gün,
mânevi ve kutsal değerler küçümsenip çiğnenir.
İşte her milletin
sosyal yapısındaki çalkantı, azgınlık, ahlâksızlık ve haklara tecavüzün kaynağı
budur. Peygamberlerin bir görevi de, insanları bu dört şeyin bataklığından
kurtarıp meşru sınırlar içinde herbirinin asıl gaye ve amaca ulaşabilmenin
birer aracı olduğunu öğretmektir. Ne yazık ki, refah içinde yüzen şımarıkların
çoğu bu gerçeği kabul etmek istemez. Zira ölçüsüz ve amaçsız başıboş
hürriyetlerini sınırlamak istemezler de ondan.. Semûd kavminin ileri gelenleri
de böyle bir tavır ve anlayış içinde yaşantılarını sürdürmeyi tercih ettiler;
Hakk'a gönül verecekleri yerde azgınlık ve inkârlarını artırdılar...
Büyüklük taslayanlar:
«Biz sizin imân ettiğiniz şeyi inkâr ediyoruz» dediler, âyeti bu gerçeği çok
açık biçimde yansıtmaktadır. [126]
Yukarıdaki âyetlerle
gelip geçen kavimlerden, peygamberin getirdiği ilâhi buyrukları inkâr edip
azgınlığını artıran Semûd kavminin yok edildiği misal verildi.
Aşağıdaki âyetlerle
boğazlarına kadar küfür ve ahlâksızlığa girip hiçbir uyarıya kulak vermeyen
Lût kavminin hazin akibetinden ibretli bir tablo verilerek yaşamakta olan
milletler uyarılıyor. [127]
80-81— Lût'u
da {uyarıcı bir peygamber olarak) gönderdik. Hani bir ara kavmine, «sizden önce
yeryüzünde yaşayan milletlerden hiç birinin yapmadığı ahlâksızlığı ve
hayâsızlığı mı işliyorsunuz? Doğrusu siz kadınları bırakıp erkeklere şehvetle
yanaşıyorsunuz. Şüphesiz ki, siz azgın ve aşırı giden bir kavimsiniz» demişti.
82— Kavminin ise cevabı ancak şu oldu : «Çıkarın
bunları kasabanızdan, çünkü temizlenmeye özen gösteren İnsanlarmış
bunlar!»
83— Bunun üzerine biz Lût'u da, onun ev halkını
da kurtardık, ancak karısını değil, o geriye kalıp {gazaba uğrayanlardan) oldu.
84— Üzerlerine bir (azap ve gazaplı taş) yağmuru
yağdırdık. {Azgınlık ve taşkınlık içinde olan) suçluların bir bak sonları ne
oldu!
«Lût kavminin fiili
gibi fiilde bulunan kimseyi görürseniz, hem faili, hem de mef'ulü öldürünüz!» [128]
Açıklama :
Hadîsteki «öldürünüz»
emri, fiilin çirkinliğine karşı kayıtsız kalınmama-sınt tenbîh içindir. Aynı
zamanda hadîs tek kanaldan rivayet edildiğinden müctehitlerin çoğu, bunun
zahiriyle istidlal etmemişlerdir. Daha çok tecziye edilmesi üzerinde
durulmuştur. [129]
Lût isminin Arapça
olmadığı üzerinde durulmuştur. İbranice olması kuvvetle muhtemeldir. Rivayete
göre, Lût Peygamber, İbrahim Peygamber'-in öz kardeşi Harân'ın oğludur.
Gençliğinde İbrahim Peygamber'le beraber Babil ülkesinde Irak'ın güneyinde bir
süre bulunduktan sonra İbrahim peygamber onu o çağda Asur'İarın hakimiyeti
altında bulunan Ürdün'ün doğusundaki -o günkü adıyla- Sadûm veya Sodom yöresine,
yani Lût Gölü'nün yakınına yerleştirdi. Tabii bu, ilâhî vahyin bir gereği idi;
azıp sapıtan bir kavmi doğru yola çağırmak ve yıkılan inanç ve ahlâkı ihya
etmek gerekiyordu. Bunun için Lût Peygamber görevlendirilmiştir. [130]
«Doğrusu siz kadınları
bırakıp erkeklere şehvetle yanaşıyorsunuz!»
Homoseksüel tabiri
Fransizcadır (homosexuel). Aynı cinsten kimsenin birbirine karşı cinsel tutku
duyması anlamına gelir. Buna «cinsel sapıklık» da denilebilir. Arapça «Lûtî»,
«lûtiyye» denilerek Lût Peygamber'e yani onun kavmine nisbet edilerek bu cinsel
sapıklık ifade edilir.
Tarihçilerin yukarıda
naklettiğimiz tesbitinden, Lût Peygamber'in Sadûm (veya Sodom) kavmine
gönderildiği anlaşılıyor. Kur'ân, tarihe geçen bu çirkin olayın yeri ve tarihi
üzerinde durmaz, sadece onun ibretli safhalarını ve öğüt alınacak bölümlerini
birer misal şeklinde açıklar. Çünkü önemli olan, üzerinde durulması gereken
şey, olayın kendisidir. Onun cereyan ettiği yer ve tarih tarihçilerle
coğrafyacılara bırakılır.
Ancak unutmamak
gerekir ki, Lût Peygamber ve kavmi hakkındaki bilgi Arap Yarımadası'nda çok
yaygındı ve olayın cereyan ettiği yöre çok iyi biliniyordu.
Kur'ân'da tam 27 yerde
Lût ismi anılır. Bunun sebebi açıktır: Hayvanların bile yapmadığı şehevî,
cinsel bir hayasızlığı yaygınlaştıran bir milletin din ve ahlâk yönünden nasıl
bir çöküntü içinde bulunduğunu, kurtulması çok zor, hattâ imkânsız olan elîm
bir bataklığa nasıl düştüğünü anlatmakta, yaşayan milletler ve toplumlar için
sayısız ders ve ibretler verilmektedir.
Günümüzde medenî
(uygar) geçinen milletlerin sosyal hayatında bu tür oinsel sapıklıkların gün
geçtikçe artıp yaygınlaştığı bir gerçektir. Hattâ başta İngiltere olmak üzere
bazı batılı ülkelerde buna yasal yönden cevaz verildiğini gazetelerden okumaktayız.
Hem batılı, hem de doğulu bazı ülkelerin semavî dinleri birer fantezi kabul
etmeleri, devre dışı bırakıp maddeye yönelmeleri, yetişmekte olan genç kuşağın
aklını ve zekâsını geliştirip ruhsal yapılarını aç ve susuz bırakıp ihmal
ettiklerini, fiziksel yapılarını geliştirmek için her türlü sportif imkânlar
hazırladıkları halde, kalblerini ve ruhlarını geliştirmek için hiçbir şey
yapmadıklarını kim inkâr edebilir? Yeni kuşakların tek yönlü bir eğitimle
yetiştirilip hayata itilmeleri, onları dengesizliğin ve bazan da anarşizmin ve
cinsel sapıklığın kurbanları olma düzeyine getirmiştir.
O yüzden dünyada
huzur, güven, sevgi, saygı, kardeşlik bağları kopmuş; aileler birer temel taşı
olmaktan çıkmıştır. İslâm ülkelerinde bile maneviyat yer yer ağır yara almış;
yetiştirilen genç kuşaklar yabancı kültürün istilasına uğratılıp asıl
benliklerini kaybetme bedbahtlığına itilmişlerdir.
Yakın gelecekte bir
uyanma, silkinme ve son Peygamber Hz. Muham-med'in (A.S.) yüksek ahlâkına bir
dönüş başlamazsa, dünyanın sonu felâket olacak; Allah'ın Nuh, Âd, Semûd ve Lût
kavimleri hakkında inen hükmü inecek ve işte o zaman dönüşü mümkün olmayan bir
noktaya gelinmiş olacaktır. Bir üçüncü cihan harbi, nükleer bir savaş azıp
tuğyan eden milletleri terbiye edecek, geriye kalan olursa belki onlar bir
arayış ve gerçeği buluş basîretiyle yeniden bir hayat düzeni kurmaya
çalışacaklar..
Böylece bir nükleer
savaş, hem Nuh tufanından, hem de Âd ve Semûd kavimlerini yerlebir eden
şiddetli kasırga ve depremlerden; harekete geçip kasabaları silen volkanlardan
daha beter olacaktır. Gemi azıya alan bugünkü tuğyan ve ahlâksızlığı, Allah'ın
inayeti tecelli etmezse, durduracak başka bîr şey düşünemiyoruz.
Kur'ân, Lût kavminin
cinsel sapıklığı sürdürmelerinde başta Lût Pey-gamber'in eşi olmak üzere
kadınların çok nâzım rol oynadığına işarette bulunarak, ortaya çıkacak cinsel
sapıklık, ahlaksızlık ve başıboşluğun te-
melinde kadının da
bulunduğunu unutmamamızı tenbîh ediyor.
Tarihte ahlâksızlığa
pas veren, din ve faziletle alay eden ve bu değerleri küçümseyen milletlerin
çok geçmeden -sünnetullah gereği- büyük bir felâketle karşılaştıkları, o yüzden
birçok milletlerin ve kavimlerin yeryüzünden silindiği bir gerçektir.
Geçmişten ders ve ibret almayan bir millet geleceğini sağlam temeller üzerine
mümkün değil oturtamaz ve o bakımdan ömrü de pek kısa olur.
Sünnetullah dediğimiz
ilâhî hüküm, bazı şartlaç.-ortaya çıkıp azgınlık, cinsel sapıklık ve
ahlâksızlık belli bir kerteye gelince iner. Bu, ezelde hazırlanan ilâhî plân
ve programın gereğidir. İnecek hükmün getireceği azap çok çeşitli ve farklıdır:
Bazan şiddetli bir deprem, bazan önüne geçilmesi mümkün olmayan tayfun, bazan
bir yanardağın harekete geçmesi, bazan felâkete dönüşen bir savaş ve bazan da
salgın bir hastalık şeklinde ortaya çıkar. Tek taraflı yetişen yarım aydınlar
bütün bu olayları, tabii birer hâdise kabul edip sebepleri ve onların bağlı
bulunduğu kanunları harekete geçireni hesaba katmazlar. Oysa sık sık
belirttiğimiz gibi, Allah kâinatta cereyan eden olayları bir takım kanunlara ve
sebeplere bağlamış, ama kanunları ve sebepleri kendi tasarrufunun dışında
tutmamıştır. Sebepler, illetler hep O'nun kudret elinin altında bulunuyor,
bazan olaylar, sebeplerin bağlı bulunduğu kanunlar gereği, bazan da Allah'ın o
sebepleri oluşturup harekete geçirmesiyle meydana gelir. [131]
Cinsel sapıklık,
kadının şehvet meta'ı haline getirilmesi ve hemen hayatın her kesim ve
safhasında kadının ticari reklâm aracı olarak kullanılması ve mevcut
neşriyatın çoğunun belden aşağıya seslenip şehevî duyguları durmadan tahrik
etmesi; eğitim sisteminin tek yanlı olması, önce ferdi, sonra aileyi ve sonra
da bütün bir milleti dejenere edip ahlâkî çöküntünün kurbanı ycpar.
Lût kavmi bunun en
acık örneklerinden biridir. Kur'ân bilhassa bu çirkin olayı münasebet düştükçe
çeşitli yönleriyle anlatıp birer ibret levhası halinde gözlerimizin önüne
serer. Tabii denilen ilâhî kanunları biz kendi arzumuza göre değiştirmek
istiyoruz, oysa bu mümkün değildir. Bir kadın erkek olamaz ve erkeğin yaptığı
işi yapamaz. Hiçbir cinsel sapıklık, evliliğin yerini dolduramaz. Din ve ahlâk
dışı yapılan işlerde ve ekonomik rekabet ve çalkantıda; faiz ve sömürüde
hiçbir kutsal değer yoktur. Şüphe edilmemelidir ki, mâbedier de okullar ve
hastaneler kadar önemlidir. Birini bırakıp diğeriyle meşgul oimak bizi mutiu
yarınlara götürmez. Sodom'da refah, neşe, hayat, kadın, mal ve mülk herşey
vardı; mâbed, ibâdet, ahlâk
ve fazîlet yoktu. İşte
Kur'ân bu gerçeğe parmak basıp biz insanları aydınlatıyor ve yarınlara daha
imanlı, daha ahlâklı hazırlanmamızı, yetiştirdiğimiz nesillere çok iyi bir
ahlâkî miras bırakmamızı emrediyor. [132]
Kur'ân'da Lût
kavmi'nin cinsel sapıklıkları açıklanırken olay «fahişe» tabiriyle
belirtilmiştir. İsrâ ve diğer sûrelerde ise, bu tabir «zina» anlamına
kullanılmıştır. O nedenle konumuzla ilgili âyeti tefsir edenlerin çoğu erkeğin
erkekle cinsel temasta bulunmasını zina hükmü kapsamına almışlardır.
Ancak ilim adamlarımız
böylesine şeni ve hayasızca cinsel sapıklıkta bulunana nasıl bir ceza verilmesi
gereği üzerinde durmuş ve iki ana kaynağın ışığı altında farklı içtihat ve
görüşler ortaya koymuşlardır:
a) İmam Mâlik'e göre, böyle bir suç işleyen adam
ister evli, ister bekâr olsun, recmedilir. Mef'ûl ise, ergen olmuşsa recmedilir.
b) Atâ' ve Nahaî'ye göre, fail ile mef'ûl evli
iseler recmedilir; bekâr iseler hapis cezasıyla tecziye edilir. Medine'li İbn
Müseyyeb de aynı görüştedir.
c) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, bu hususta evli olan
da, olmayan da ta'zîr edilir, o fiile bir daha dönmemesi için gereken bazı
eezalar verilir,
ama recmedilmez.
d) İmam Şafiî'ye göre, bunlar da zina haddiyle
cezalandırılırlar, yani bekâr iseler, yüzer değnek vurulur; evli iseler
recmedilirler. [133]
1— Birinci halîfe Ebû Bekir Sıddîk (R.A.)
devrinde, bu çirkin suçu işleyen Fücâe adında bir adam, Hz. Ali'nin (R.A.) de
görüş ve tasvibi alınarak yakılmıştır.
2— İbn Zübeyir, Mekke'de emîr iken, aynı suçu
işleyen bir adam ateşe atılıp yakılmıştır.
3— Emevîlerden Hişam b. Velîd de aynı uygulamayı
uygun görerek, bir iki kişiyi cezalandırmıştır. [134]
Müctehit imamlar,
hiçbir canlının yakılarak tecziye edilmesinin doğru olmayacağını, bu hususta
Peygamber (A.S.) Efendimiz'den rivayet edilen hadîslerin ışığında başka başka
tecziye yollarına başvurulmasını söylemişlerdir. [135]
Yukarıdaki âyetlerle,
cinsel sapıklığın en çirkinini işleyen ve gönderilen peygamberi dinlemeyip ona
karşı azgınlık ve nefretle çıkan Lût kavminin ibretli akibeti açıklandı ve
ahlâksızlığa pas veren kadrolar, idareciler uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
ahlâksızlığın bir başka şeklini inkâr ve tuğyan potasında şekillendirip toplum
yapısında güven, sevgi, saygı ve dayanışma duygularını yıkan Medyen halkından
söz ediliyor; ölçü ve tartıda .hile yapmaları konu edilerek, insan haklarına
hileli yoldan el uzatan bir milletin yerlebir edildiği haber veriliyor. [136]
85— Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb'ı
(uyarıcı bir peygamber olarak) gönderdik. «Ey kavmim, dedi, Allah'a ibâdet
edin, O'ndan başka sizin tanrınız yoktur. Doğrusu Rabbınızdan size açık bir
belge geldi. Artık ölçü ve tartıyı tam tutun; insanların eşyasını (ölçüp
tartarken onlara) haksızlık etmeyin ve bir de yeryüzünde düzen sağlanmışken
bozgunculuk edip fesat çıkarmayın. Eğer cidden inanıyorsanız, bu (haber
verdiğim husus) herhalde sizin için hayırlıdır.
86— Allah'a imân edenleri tehdit ederek ve
Allah'ın yolundan alıkoyarak öyle her yolda -o yolun eğriliğini arzu ederek-
oturmayın. Bir düşünün, bir zamanlar az idiniz, O sizi çoğalttı, bozgunculuk
yapıp fesat çıkaranların sonunun ne olduğuna bir bakın!
87— İçinizden bir kısmı benimle gönderilen (ilâhi
vahye) inanmış ve bir kısmı da inanmamişsa, Allah aramızda hükmedinceye kadar
sabredin. Allah hükmedenlerin en hayirlısıdır.
88— Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler
dediler ki: «Ey Şu-ayb! ya milletimize (dinimize) dönersiniz, ya da and olsun
ki seni de, seninle beraber imân edenleri de kasabamızdan çıkarırız.» O da :
«İstemesek de mi?» dedi.
89— Allah bizi kurtardıktan sonra dininize
dönecek olursak, elbette Allah'a yalan ile iftira etmiş oluruz. Dininize
dönmemiz artık bize yakışmaz ve uygun olmaz; meğer ki Allah dilemiş olsun...
Rabbimiz ilim yönünden her şeyi kapsayıp kuşatmıştır. Biz ancak Allah'a
güvenip dayanmışız-dır. Ey Rabbimiz! bizimle kavmimiz arasında hak ile fetihte
bulun; sen fetihte bulunup hükmedenlerin en hayırlisısın.
90— Kavminden inkâra sapan ileri gelenler:
«Şuâyb'e inanıp uyarsanız and olsun ki o takdirde ziyana uğrayanlardan
olursunuz!» diyerek (tehdîdde bulundular).
91-92— Bunun
üzerine onları müthiş sarsıntı yakalayıverdi ve (böylece) kendi yurtlarında
oldukları yerde dizüstü çöküp kaldılar; Şuayb'ı yalanlayanlar sanki orada hiç
şen-şatır yaşamamış gibi oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar ziyana uğrayanların tâ
kendileri oldular.
93— Ve artık
Şuâyb onlardan yüzçevîrip uzaklaşırken ey kavmim, dedi, yemin ederim ki ,size
Rabbimin buyruklarını tebliğ ettim ve sîze (gereken uyarı ve) öğütte bulundum.
Bu durumda küfürde (ısrar edip kafan) bir kavim için ne diye tasalanayım.
Müfessirlerle
tarihçilerin tesbitine göre, kuvvetli bir ihtimalle, Şuayb Peygamber, baba
tarafından İbrahim Peygamber'e, ona tarafından Lût Peygamber'e ulaşır; böylece
iki cihetle peygamber torunudur.
Medyen, Filistin ile
Hicaz arasında Kızıldeniz sahilinde bir bölgenin ve o bölgede yer alan en büyük
şehrin ismidir.
Tevrat'ın Tekvin
bölümünde İbrahim Peygamberin Ketura adındaki hanımından Medan ile Miden adında
iki oğlu daha dünyaya geldiğinden söz edilir ki, Medyen yöresine yerleştikleri
için o bölge onların ismiyle tanınıp anılmıştır. [137]
Yine hem yakınlık, hem
tarih, hem de kalıntı bakımından Araplarca bilinen Medyen bölgesine gönderilen
Şuayb Peygamber ve hak dine yaptığı davet misal veriliyor. Âd ve Semûd
kavimlerinin helakine sebep olan küfür, azgınlık ve ahlâksızlığın bir
benzerinin de Medyen halkında bulunduğu konu ediliyor. Lût kavminden sonra
gönderilen peygamberlere karşı gelenlerle, son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.)
karşı gelenler arasında da benzerlik bulunduğu hatırlatılıyor. Bu benzerliği
özetleyip maddeleştire-cek olursak konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı
oluruz; şöyle ki:
1— Peygamberlerin getirip tebliğe çalıştıkları
ilâhî emirleri ve açık belgeleri yalanlamak.
2— Haklara tecavüz edip ölçü ve tartıyı noksan
kullanmak.
3— Dünyalığı
amaç seçip iradeyi nefis ve İblîs'in eline bırakmak.
4—
Peygambere imân eden zayıfları, köle ve kimsesizleri tehdit etmek.
Yollan ve kavşak
noktaları işgal edip peygamberle görüşmek isteyenlere engel olmak.
6— Peygamber ve ona uyanları küfre döndürmek
için bazı çirkin tertiplere başvurmak.
7— Peygamber ve arkadaşlarını öz yurtlarından
çıkarmayı düşünüp bunun için zorlayıcı müeyyideler uygulamak..
Medyen
putperestlerinin daha çok üzerinde durdukları bu yedi maddenin bir benzerinin
Mekke putperestleri arasında da câri olduğunu görüyoruz. Çünkü küfrün amacı ve
hedefi birdir; vasıta ve metodu değişiktir.
Kur'ân geçmiş
milletlerden dört kavmin hakka, doğruya, ahlâk ve fazilete karşı başkaldırmalarını
on kadar özlü ve ibretli safhalarıyla açıklarken, cehalet ve inkârın kavim ve
milletleri nasıl kemirip tükettiğini, Ce-nâb-ı Hakk'ın kendisini tanımayanları
nasıl silip yok ettiğini; iman edip imanını akıl ve idrâkiyle birleştirenleri
sonunda başarıya eriştirerek fazilet dolu bir hayat yaşattığını tarihî
belgelerle insan aklına seslenip açıklamaktadır.
Kur'ân'daki ilâhî
metoda göre, tarihte meydana gelen önemli olayların tarihi, olayları
oluşturanların listesi ve olayın detayı önemli değildir. Önemli olan, geçmişten
öğüt ve ibret alınacak safhalardır.
Kur'ân'ın katıksız
Allah sözü olduğunu, Tevrat ve İncil'in bugünkü halleriyle bu özelliklerinin
önemli bir kısmının kaybolduğunu isbat için sözü edilen tarihî kıssaların
anlatım ve işleniş metoduna bakmak kâfidir.
Kur'ân yedi maddelik
bir açıklama ile yıkılıp yok olan bir milletin sosyal, ekonomik, psikolojik,
dini, ahlâkî, ticarî ve beşerî ölçülerini birer komprime halinde sergiler. Bu
usûl ve üslûbun; anlatım ve özetlemenin bir benzerini başka bir kitapta görmek
pek mümkün değildir.
Kur'ân'ın Medyen halkı
hakkında belirttiğimiz ölçüler çerçevesinde verdiği bilgileri maddeleştirelim :
1. Medyenli'ier katıksız putperesttirler. Tevhît
inancı o bölgede de bozulup yerini çok ilâhlı bâtıl bir inanca bırakmıştır.
2. Allah'ı tanımadıkları, O'na ibâdet
etmedikleri kesindir.
3. Peygamberle birlikte onlara çok açık belgeler
ve mu'cizeler gönderilmiştir. Buna rağmen önyargı haline gelen çok tanrı
inançlarını değiştirmek mümkün olmamıştır.
4. Tioarî ahlâkları son derece bozuktur. Çevre
kabile-ve milletlerle irtibatları tam bir güvensizliğe dönüşmüştür.
5. İnsan haklarına tecavüzü sanat veya âdet
haline getirmişlerdir.
6. Din ve vicdan hürriyeti tek yanlıdır.
Putperest olmayanların hiçbir değer ve itibarı yoktur.
7. Allah'ın koymuş olduğu düzen ve dengeyi
durmadan bozmaktadırlar.
8. Halkı hakka inanmaktan alıkoyanlar daha çok
makam ve servet sahipleridir.
9. Ülkenin mukadderatını elinde tutanlar
durmadan kötü örnekler sergilemektedirler. O yüzden halkta bir salah alâmeti
görmek mümkün değildir.
10. Kendilerini bu noktaya getirenleri Allah
affetmez. O yüzden Med-yenli'ler en ağır tokatı kâinatta hâkim olan ilâhî denge
ve düzen kanunundan yeyip herşeylerini kaybetmişlerdir.
11. Geçmişten ders ve ibret almadıkları için
sonları hüsran olmuştur.
12. Halen yeryüzünde yaşamakta olan milletler de
kendilerini onların eriştiği kerteye getirdikleri takdirde ilâhî hükmün
tecellisinden kurtulamı-yacaklardır. Nitekim Mekkeli'lerin sonu da bir başka oldu,
üzerlerine maddî bir azap inmedi, mağrur başlarını eğecek, sahte gururlarını
kıracak, Kabe sahipliğine lâyık olmadıklarını anlatacak, eğitilip öğretilmeye
çok muhtaç bulunduklarını gösterecek bir fetih ordusu gönderildi. Bu, inen
şamarın en hafifi sayılır. [138]
İçinizden bir kısmı
benimle gönderilen (ilâhî vahye) inanmış ve bir kısmı da inanmamışsa...»
Mealindeki âyetle,
sonunda kimlerin başarılı olacağı üzerinde durularak, hakkın eninde sonunda
üstün geleceği haber veriiiyor.
İlkel bir milletin
yapısında yeralan insanların bir kısmı inanır, bir kısmı inanmazsa, tartışma,
sürtüşme, vuruşma kaçınılmaz olur; kin ve nefret kabarıp huzursuzluk için en
uygun ortamı oluşturur. Hele inanmayanlar çoğunlukta ise, durum daha da vahimleşir
ve böylece din ve vicdan hürriyeti ayaklar altına alınıp insan haysiyeti sıfıra
düşürülür.
Kur'ân, ilgili
âyetlerle Şuayb Peygamber'in iiâhî vahye dayanarak böylesine bozuk ve karışık
bir ortamda nasıl bir metot uyguladığını çok kısa, fakat anlamlı birkaç
cümleyle açıklamaktadır: İmân eden ahlâklılar çoğunlukta ise, inanmayanlara
karşı bir tecavüz söz konusu değildir. Çünkü gerçek din; akıl, irade, idrâk ve
vicdan işidir. Zorla din ve dindarlık olmaz. İnanmayanlar çoğunlukta ise,
onlardan her ân bir tecavüz ve haksızlık beklenebilir. Çünkü küfür
seviyesizdir, şarlatandır, mütecavizdir. O durumda günün şartlarını dikkate
alarak dini ve güzel ahlâkı en uygun ve en çekici bir metotla yavaş yavaş
öğretmeye çalışmak ve karşıdan gelen hezeyan ve sataşmalara misliyle cevap
vermeyip olgunluk göstermek gerekir.
İşte Kur'ân bize bu
metodu verirken sünnetullah gereği, inananlarla inanmayanlar arasında Cenâb-ı
Hak adaletiyle hükmedinceye, dengeyi sağlayıp hakkı üstün kılıncaya kadar
sabırlı olmayı öğütlüyor: «İçinizden bir kısmı benimle gönderilen (ilâhî
vahye), inanmış ve bir kısmı da inanma-mtşsa, Allah aranızda hükmedinceye kadar
sabredin. Allah hükmedenlerin en hayırhsıdır.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, 13 yıllık Mekke devrinde bu metottan ayrılmamış, her zaman
sabretmesini bilmiş ve sabretmeyi tavsiye etmiştir. _Sonunda Allah
"hükmünü verdi. Medine'ye hicret emri geldi ve dokuz, on yıl sonra
mü'minler güçlenip Mekke'yi kansız fethetmeye muvaffak kılındılar. [139]
«Ey Şuayb ya
milletimize (dinimize) dönersiniz, ya da and olsun ki, seni de, seninle beraber
iman edenleri de kasabamızdan çıkarırız.»
Şuayb Peygamber'le
Medyenlİ'lerin ileri gelenleri arasında geçen çetin tartışma, bize bir başka
önemli hususu öğretmektedir: Allah'a ve Peygamberine imân eden bir mü'min,
dini terkle yurdunu terk arasında bir tercihe zorlanırsa, o takdirde inanç ve
vicdan, din ve fazîlet hürriyeti ve hakkı verilmeyen bir vatanı terketmesi
hayırlıdır. Çünkü insan kendi topraklarında din, düşünce, ibâdet hürriyeti
içinde bağımsız yaşama şansına sahip bulunduğu ölçüde vatandaştır. Bunlardan
biri haksız ve yersiz kısıldığı veya yasaklandığı gün vatandaşlık hakları
zedelenir ve üzerinde yaşanılan toprak vatan olma ölçü ve anlamını yitirir.
Son yıllarda Bulgaristan ve Yunanistan'da Müslümanlara yapılan baskı ve işkence
bunun hazin örneklerinden biridir.
Şuayb Peygamber'in
kendi yurdundan çıkarılma tehdidine karşılık, inandığı yoldan ayrılmayacağı,
gerektiğinde vatanını terkedeceği çok veciz bir anlatımla belirtilmekte ve bu
açıdan mü'minlere miras kalan bir metot gösterilmektedir. Ondan önoe İbrahim
Peygamber'in kendi ülkesini terketme zorunda kalması, Musa Peygamber'in
Mısır'dan göçetmesi ve son olarak Hz. Muhammed'in (A.S.) Mekke'den Medine'ye
hicreti, hep küfrün saldırı ve baskısından; din ve vicdan, düşünce ve inanç
hürriyeti tanımamasından kaynaklanmıştır. [140]
Yukarıda geçen
âyetlerle, kendilerini bütünüyle dünyalığa verip nefis ve şehvetleri
doğrultusunda yaratıldıkları yüksek gayeden uzaklaşan inkarcı azgın
milletlerin sonlarının felâketle noktalandığı belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
sözü edilen kavim ve milletler bâtılda ısrar edince, doğru yolu seçerler diye
bir takım sıkıntılara uğratıldıkları, bunaldıktan sonra sıkıntının kaldırılıp
ferahlatıcı bir havanın estirüdiği konu ediniliyor ve Mekkeli'lerin açlıktan
ağızları kokacak kadar kıtlıkla yüzyüze geldiklerine ve böylece bir denemeye
tabi tutulduklarına işaret ediliyor. Buna rağmen dönüş yapmadıkları takdirde ilâhî
hükmün ineceği haber verilerek, gereken uyarı -ilâhî rahmet gereği- yapılıyor. [141]
94_ Hangi
memlekete bir peygamber gönderdiysek mutlaka ora halkını, yalvarıp yakarsınlar
(gafletten uyansınlar) diye bir takım sıkıntı, darlık ve şiddete (tâbi) tutup
(hırpalamışadır),
95— Sonra da bu tür kötülüğü iyiliğe
çevîrmişizdir, o kadar ki, çoğalmışlar ve «doğrusu atalarımıza da (bu gibi)
sıkıntı ve darlık dokunmuş, bolluk ve ferahlığa kavuşmuşlardı» demişlerdi de o
sebepten haberleri olmadan ansızın onları tutup (mahvetmiştik).
96— Eğer o kasabaların halkı (dosdoğru) inanıp
(inkâr, inat ve azgınlıktan) sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden
bereket (kapı)-larını açardık; ama ne yazık ki (Hakk'ı) yalanladılar, biz de
onları kazandıkları (kötülük ve haksızlıktan dolayı kahrımızla) yakaladık.
97— Kasabalar halkı geceleyin uykuda iken
azabımızın (ansızın) kendilerine gelmesinden güvende midirler?
98— Veya kasabalar halkı, oynayıp eğlenirlerken
kuşluk vakti kendilerine gelecek azabımızdan emin midirler?
99— Yoksa onlar Allah'ın kurduğu düzen ve
tedbirden güvende midirler? Oysa Allah'ın kurduğu düzen ve tedbirden ancak
kendilerine yazık edenler güvende olurlar.
100— Önceki (yaşayan) yerlilerinden sonra
yeryüzüne vâris olanlar şu gerçeği hâlâ anlayamadılar mı? Dilemiş olsaydık
onları da günahları karşılığında felâkete uğratır ve kalbleri üzerine mühür
basardık. (Böylece) işitmez ve anlamaz duruma gelirlerdi.
101— İşte bu kasabaların haberlerinden ve
durumlarından bir kısmını sana anlatıyoruz. And olsun ki peygamberleri, onlara
acık belgelerle (mu'cizelerle) geldiler, ama daha önce yalanladıkları şeye
inanmak istemediler. İşte böylece Allah inkâra saplanıp kalanların kalblerini
mühürler.
102— Biz onların çoğunda ahde vefanın (izini) bulamadık.
Çoğunu, şüphe yok ki fâstk (ilâhî buyruk ve sınırın dışına çıkmış) bulduk.
«Mü'minin (herhali)
hayret uyandırıcıdır: Allah onun hakkında ne kadar kaza (ve kader) meydana
getirirse, mutlaka onun için hayırlı olur. Başına bir sıkıntı ve darlık gelir
de ona sabrederse, yine onun için hayırlı olur; bir ferahlık ve genişliğe
kavuşur da şükrederse, yine onun için hayırlı olur.» [142]
Kudsî hadîs :
Allah (C.C.) buyurdu :
«Doğrusu ben kullarımı bâtıldan uzak, Hakk'a yönelik yarattım. Sonra şeytanlar
gelip onları saptırıp dinlerinden uzaklaştırdılar; benim onlara helâl
kıldıklarımı haram saydılar.» [143]
«Doğan her çocuk
fıtrat (Allah ve din duygusu) üzere doğar. Sonra ana-babasi onu ya
yahudileştirir, ya hıristiyanlaştırır, ya da mecûsileşti-rir.» [144]
«Hangi memlekete bir peygamber
gönderdiysek mutlaka oranın halkını, yalvarıp yakarsınlar diye bir takım
sıkıntı, darlık ve şiddete (tabi) tutup (hırpalamışızdır).»
İnsan, kendinde hem
hayvanî, hem melekî sıfatları taşıyan ve hayatı boyunca bu sıfatların çizdiği
zikzaklı yolda yürüyen bir canlıdır. Hangi sıfatın eğilimi ağır basarsa, insan
o sıfatla ilgili varlığa daha çok yaklaşmış olur.
Refah artar da
mutluluk güleryüzünü gösterdiği zamanlarda insan yüce âleme İlgisiz kalır ve
melekî yanı iyice zayıflar veya o sıfatı kaybedecek kadar plândaki yerinden
kayarsa, yaratıldığı gaye ve hikmete arka çevirmiş olur. Bu durumda hayvanî
sıfatlar akla ve mantığa üstünlük sağlar; kutsal değerler unutulur ve sonunda
insan nefis ve şehvetin esiri haline gelir.
Bir süre sonra felâket
zili çalıp dert ve belâ ardarda kendisini izlediğinde ise, düştüğü bataklığın,
daldığı gafletin farkına az veya çok varmaya başlar. Felâketler ve sıkıntılar
dört yandan kendisini kuşatıp umut ışığının söndüğünü veya sönmek üzere
olduğunu görünce, en büyük umut olan ve her ân kullarına rahmet kapısını açık
tutan âlemlerin Rabbına yönelme ihtiyacını duyar. Günkü yaratılışında bu maya
mevcuttur; Allah ve din duygusu onun ruhuna işlenmiştir. Şehevî duygular, geçici
mutluluklar, mal ve makam sarhoşluğu o mayayı küllemiş durumdadır. Küller
kalkınca o ortaya çıkma imkânını bulur.
İşte ondan dolayı bir
ülke halkı kutsal değerlerden uzaklaşır, hayvanî sıfatların tesirinde kalır ve
böylece yüce âlemden ilgisini keserek eriştiği nimetin sarhoşluğu içinde
Allah'a başkaldırırsa, Allah onları bu sakıncalı yoldan çevirmek için uyarıcı,
yol gösterici, hakkı tebliğ edici peygamberler veya peygamber ilmine vâris
olan mürşitler gönderir. Bu arada fıtratlarındaki Allah ve din duygusunu örten
nefis ve şehvet perdesini kaldırmak için şiddet, sıkıntı, üzüntü, açlık ve
hastalık gibi sebepleri harekete geçirir.
Bu durumda kimin
ruhundaki cevher ilâhî hidâyet güneşinden yararlanma isti'dadında ise,
gönderilen uyarıcıya inanıp bağlanır. İsa Peygam-ber'e inanan havarîler gibi..
Sonuç olarak, gönderilen peygamber veya vârisinin hikmeti belirginleşir; ilâhî
rahmet gazabının önünde yürüyerek saadet havasını estirir. O sonsuz kudret,
inen sıkıntı ve kötülükleri sevince ve iyiliğe döndürür.
Aradan uzun yıllar
geçer, yeni kuşaklar ortaya çıkar; nüfus ve servet artışı göz ve gönül
dolduracak dereceye ulaşır,- derken yine Hak'tan uzaklaşma,
azgınlık,şımarıklık ve inkâr fırtınasıkendini hissettirir. Gaflet bulutları
milletin ufuklarını kaplayıp karartır ve ardından yine sıkıntı, ıstırap,
felâket ve musibetler peşpeşe sıralanır. Aklı ermeyenler, intibahe gelmeyenler,
«eh ne yapalım, atalarımız da bu gibi zikzaklı yollardan gelip geçmişlerdi..»
diyerek kendilerini avutmaya çalışırlar da Hakk'a yüzçevirme-yi bir türlü
akıllarından geçirmezler. O sebeple sünnetullah gereği o kavim, ya da millet
üzerine ilâhî emrin inmesi kaçınılmaz olur.
O halde kâinatta
bilinen ve bilinmeyen câri kanunlara, diğer bir deyimle sünnetullah'a uymak ve
dejenere olmaya, yozlaşıp sapıtmaya yol açacak bir çevre oluşturmamak bir
zarurettir. [145]
«Eğer o kasabaların
halkı inanıp sakınsalardı, herhalde üzerlerine gökten ve yerden bereket
(kapı)larını açardık.»
Kur'ân'da ilgili
âyetle söz konusu edilen bereket, maddî refahla birlikte kalblerde fışkıran
sağlam imân, vicdanları geliştiren kanaat, insancıl duygu; ruhlara gıda veren
Allah ve din sevgisidir. Gerçek bereket budur; tek yönlü bereket yeterli
değildir. O halde sadece ekonomik yapısını geliştirip düzene sokan, -fakat
kutsal değerlere lâyık olduğu yeri ve önemi vermeyerek maddeyi heykelleştiren
kavim ve milletler, her şeye rağmen huzursuz ve güvensizdirler.Çünkü ölümüve
ötesini fısıldayan ne bir haber, ne de ebediyen mutlu olmayı va'deden bir.ses
onların ülkesinde duyulmamaktadır. Allah'a ve Âhiret'e bilerek inanan insanın
ruh ikliminde oluşturduğu ölçü ve
denge onlarda sağlanmadığı için de mal ve servetin bolluğu feyizli, huzurlu ve
güvenli bir ortam getirememiştir. O bakımdan kazanılan servet, elde edilen
refah bir hiç uğruna akıp gitmekte, inanmayanların bir dereceye kadar umudu ve
ondan sonra umutsuzluğu olmaya devam etmektedir.
İlgili âyetle, dünya
ile âhiretin, maddeyle mânanın, bedenle ruhun paralel ilgi görmesi telkin
edilirken, ilâhî dini gönülden benimseyip gereğince amel etmenin mutluluk,
feyiz, bereket ve umut kaynağı olduğu ilham ediliyor. Dinsiz bir hayatın ruh ve
vicdan için bir işkence, kalb için bir ağırlık ve yük olacağı dolaylı şekilde
anlatılıyor. [146]
«İşte böylece Allah
inkâra saplanıp kalanların kalblerini mühürler.»
İlgili âyetle gelip
geçen milletlerin yanlış tutumlarının, inkârda inat ve ısrar etmelerinin
faturasının çok ağır olduğuna işaretle Mekke halkı uyarılıyor. Sonra da gözler
önüne serilen belgelere, açık mu'cîzelere rağmen daha önce yalanladıkları şeye
inanmak istemediklerine atıfta bulunularak çoğunda ahde vefanın izine
rastlanmadığı, o yüzden kalblerinin mühürlendiği bildiriliyor.
Önce şunu belirtelim ki,
bir kalb mühürlenecek düzeye gelmedikçe Allah onu mühürlemez. Bir hayvan
yemekten ve içmekten kesilip can çekiştirme durumuna, kısırlaşıp yararsız hale
gelmedikçe kolay kolay kasabın bıçağına teslim edilmez. Bir insan da kalbini ve
ruhunu yüce âlemden inen her türlü feyiz ve rahmete kapalı tutmadıkça,
gösterilen ilâhî belgelere kayıtsız ve ilgisiz kalmadıkça kalbi mühürlenmez.
Dönüşün, ahde vefanın eseri kalmayınca, ilâhî hüküm iner. Ve işte o zaman ne
hidâyet güneşi o kalbe doğar, ne de Peygamber sünnetinin nuru yansır. Kör
olarak yaşar, kör olarak kabrinden kalkar.
Tarihte isimleri
anılan birçok kavim ve milletlerin Allah'a ve Peygamberlere karşı olumsuz
tutumlarıyla Mekkeli'lerin son dine karşı tutumları arasındaki benzerlik o
kadar açıktır ki, Kur'ân yer yer bunu belirtmekte ve tarihin tekerrür edeceğine
işarette bulunmaktadır. Nitekim tarih Mek-keli'ler hakkında da tekerrür etti,
aradan birkaç yıl geçince mağrur başları yerlere kadar eğildi. Düne kadar
alaya aldıkları, küçümseyip hakîr gördükleri mü'minlere uymaktan başka
çareleri kalmadı. Kabe'ye yaklaştırmadıkları Bilâl, onların gözlerinin önünde
Hz. Muhammed'in (A.S.) emriyle Kabe'nin damına çıkarılarak Allah'ın birliğini,
Muhammed'in (A,S.) hak resul olduğunu ilân etti.
Keza bu günlerin çok
yakın olduğuna işaretle bir yandan Mekkeli'-lere son uyarılar yapılıyor, bir
yandan da mü'minler teselli edilerek ilâhî nusratın pek yakın olduğu müjdesi
veriliyordu,
Allah'ın plân ve
programını bilen Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, müşriklerin her türlü azgınlık,
taşkınlık, şarlatanlık ve ölçüsüzlüklerine karşı sabrediyor; İslâm'ın
ebediyete uzanan nurunu kalb ve kafalara yansıtmaya çalışıyordu. O gün için
bundan daha güzel bir yol ve metot söz konusu değildir. Hz. Peygamber (A.S.)
nasıl suyun bölünmezliğini, onu oksijen ve hidrojene ayırınca su olmaktan
çıkacağını biliyorduysa, insanın da beden
ile ruhunu birbirinden
ayırmanın onu insanlıktan çıkaracağını öylece biliyor ve her sıkıntıya göğüs
gerip insanın bu iki ayrı varlığı arasında en sağlam irtibatı eğitim yoluyla
sağlamaya çalışıyordu. O bakımdan kavga yerine barışı, kan dökme yerine insan
hayatının önemini, bölünme yerine birleşmeyi, sınıf farkı yerine eşitlik ve
kardeşliği telkin ederek günün şartlarına ve mevcut ortama göre bir strateji
uyguluyordu.
İşte bu, her çağda
dikkatten uzak bulundurulmayacak bir metottur ki, Kur'ân birçok âyetlerle onu
anlatıyor. [147]
Yukarıda geçen
âyetlerle, insanların nefis ve İblîs'in şer ikliminden uzaklaştırılıp kutsî
âlemin ferahlatıcı, umut ve huzur, güven ve kalb yatış-kanlığı verici iklimine
eriştirmek için her kavim ve millete birer uyarıcı ve yüce âlemden saadet
müjdesini haber veren bir peygamber gönderildiği konu edildi. Sonra da inkâr ve
tuğyanda ısrar edenlerin, dönüş yaparlar diye bir takım sıkıntılarla
denendikleri anlatıldı.
İmân edip ahlâkını
güzelleştiren her milletin maddî ve manevî alanlarda göklerin ve yerin
bereketlerine lâyık oldukları belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle
çok ibretli ve önemli tarihî bir misal veriliyor: Musa Peygamber ile Fir'avn
kıssası detaylı biçimde anlatılarak hakkın eninde sonunda başarıya erişeceği,
bâtılın ise, yıkılıp yok olacağı ana hatlarıyla gözler önüne seriliyor ve
böylece önce Mekkeli putperestler, sonra da yaşamakta olan inkarcı kavim ve
milletler uyarılıyor. [148]
103— Sonra da onların ardından Musa'yı
âyetlerimizle Fir'avn'a ve (onun meclisinde yer alan, itibar gören) ileri
gelenlerine gönderdik. Âyetlerimize karşı haksızlıkta bulundular ama (sen)
fesat çıkarıp (Hakk'a karşı gelenlerin) sonunun nasıl olduğuna bir bak!
104— Musa dedi ki: Ey Fir'avn! Şüphesiz ki ben,
âlemlerin Rabbin-den (görevlendirilip gönderilen) bir peygamberim.
105— Bana yakışıp yaraşan, Allah'a karşı ancak
gerçeği söylemekli-ğimdir. Doğrusu size Rabbinizden açık bir belge (mu'cize)
ile geldim; artık İsrâiloğulları'nı benimle beraber gönder.
106— Fir'avn ona : Bir âyet (mu'cîze) ile gelmiş
bulunuyorsan hemen onu getir de (ortaya koy), eğer doğrulardan isen, dedi.
107— Bunun üzerine Musa, Asa'sım bırakıverdi,
derken ansızın o açık ortada büyükçe bir yılan oluverdi.
108— Ve elini (koynuna sokup) çıkarıverdi de o,
bakanlara bembeyaz (ışık saçan, pırıl pırıl) oluverdi.
109— Fir'avn'ın
kavminden ileri gelenler,
(mu'cizeyi inkâr edip), bu çok
bilgili bir sihirbazdır;
110— Sizi yurdunuzdan çıkarmak ister, dediler.
Bunun üzerine Fir'avn onlara : «Peki ama ne tavsiye edersiniz?» diye sordu,
111— Onlar da : «Musa ile kardeşini alıkoy ve
şehirlere toplayıcı görevliler gönder de,"
112— Sana uzman olan bütün sihirbazları
getirsinler,» diye cevap verdiler.
113— Sihirbazlar
Fir'avn'a gelip, eğer üstün
gelirsek bize mükâfat var, (değil mi?) dediler.
114— O da, evet ve hem de (bana) yakınlardan
olursunuz, dedi.
115— Ey Musa! dediler, ya sen (önce marifetini)
ortaya atıver, ya da biz (hünerimizi) atıverenlerden olalım?
116— (Musa onlara:) Önce siz atıverin, dedi. Bunun
üzerine onlar hünerlerini ortaya atıverince, halkın gözlerini büyülediler ve
onları hayli korkuttular da büyük bir sihir sergilediler.
117— Musa'ya, Asâ'nı bırakıver! diye vahyettik,
derken Asâ onların uydurduklarım (bir bir) yutmaya başladı.
118— Böylece hak
(bütün açıklığıyla) gerçekleşti;
onların yapagel-dikleri (sihir, gözboyacılık ve elçabukluğu) boşa çıkıp
hükümsüz kaldı.
119— Artık sihirbazlar orada yenilgiye uğradılar
ve alçalmış, küçülmüş olarak gerisin geri döndüler.
120-122— Ve
sihirbazlar secdeye kapandılar da «Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine
imân ettik» dediler.
123— Fir'avn onlara : «Ben size izin vermeden ona
imân mı ettiniz? Doğrusu bu, halkını çıkarmak için ülkede kurduğunuz bir
hiledir; ama yakında (neler yapacağımı) göreceksiniz.
124— And olsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı
çaprazlama keseceğim ve (sonra da) hepinizi herhalde asacağım» dedi,
125— Onlar, (o takdirde) biz (can verip) Rabbimize
dönücüleriz.
126— Rabbimizin âyetleri bize gelince sırf onlara
inandığımız için bizden intikam (öc) almak istiyorsun! dediler. (Ve sonra
şöyle duada bulun-
dular): «Ey Rabbimiz! üzerimize sabır (ve dayanma
gücünü) boşalt ve müslimler (Hakk'a teslimiyet gösterenler) olarak canımızı
al!»
Kur'ân'da, son
peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) inanmayıp hakkı ret ve inkâr edenleri uyarmak;
inanan bahtiyarları hem müjdelemek, hem kalb yatışkanlığına eriştirmek için
yaklaşık 42 yerde, küfrü bütün yönleriyle temsil eden Fir'avn'dan ve Hakk'a
karşı tutumunun değişik safhalarından; 22 yerde de Musa Peygamber ve Fir'avn
arasında geçen çetin mücadelenin çok renkli bölümlerinden söz edilir.
Bunun bir diğer önemli
sebebi de, daha önce gönderilen peygamberlere de inananların az olduğunu;
çoğunun ise Hakk'ın dâvetine başkaldı-rıp tuğyan ettiğini hatırlatmak ve hemen
her dönemde küfürle sürtüşme ve tartışma halinde olan mü'minieri teselli
etmektir.
Musa Peygamber'in ise
durumu peygamberler zincirinde bir farklılık arzeder: Kendisi hem Ulû'l-azm
sayılan bir resuldür; hem İsrâiloğulları gibi dönek bir kavmi Mısır'da
Fir'avn'ın zulmünden kurtarmakla görevlidir; hem de nüfuzlu olan ve insanları
köle gibi kullanmaktan derin zevk alıp ilâhlık iddiasında bulunan haddini
bilmez şımarık bir hükümdarı Allah'ın varlığını ve birliğini tasdike
çağırmakla gönderilmiştir. O bakımdan teblîğ, irşat ve aralıksız mücadele
safhaları Mısır'dan Sina Çölüne, oradan Filistin ve çevresine kadar uzamıştır.
Aynı zamanda ilâhî ahkâmı içinde taşıyan Tevrat'ın hükümlerini
İsrailoğullan'nın hayatına çevirip onları ilâhî düzene kavuşturmanın bütün
zorluklarını yüklenmiş bulunuyordu. Böylece İsrailoğullan'nın tutuculuğunu,
maddeye bağlılığını, Mısır'da uzun yıllar edindikleri âdet ve gelenekleri de
dikkate alırsak kıssa bütün haşmetiyle karşımıza çıkar ve işte o zaman
Kur'ân'da neden onlara bu kadar geniş yer verildiği anlaşılabilir.
Musa Peygamber ne
zaman yaşamıştır? Tarihçilerimiz bu hususta kesin bir tesbit ortaya
koyamamışlardır. Ancak M.Ö. XIII. yy. ortalarında yaşadığı sanılmaktadır.
Fir'avn, genellikle
Mısır krallarına verilen bir isimdir. Musa Peygamber'in uyarıcı, Hakk'a
dâvetçi olarak gönderildiği fir'avn'ın ya Tutankha-ma, ya da II, Ramses olduğu
söylenir. Son yıllarda İngiliz arkeologların Kızıldeniz sahilinde yaptıkları
kazı sonucu yarı mumyalanmış secde halinde bir iskelet bulmaları bazı
ihtimallerin doğmasına, yeni birtakım yorumlara neden olmuştur.
Müfessir Merağî'nin
tesbitine göre, fir'avnlar
döneminde Mısırlı'ların
adı geçen iki
hükümdarı veya birini «Selîl-i İlâh = Tanrı'nın kınından sıyrılmış kılıcı»
diye vasıflandırdıkları tesbit edilmiştir. Ayrıca müzede teşhir edilen
mumyalanmış fir'avnların iskeletlerinin yanıbaşına sonraları şu âyet
yazılmıştır: «Senden sonrakilere (ibret ve öğüt alınacak tarihî) bir belge
olmak için bugün senin bedenini kıyıya yüksekçe bir yere atacağız. Çünkü
insanların çoğu bizim âyetlerimizden cidden gafildirler.» [149]
Tanrılık iddiasında
bulunan Fir'avn, ister şu, ister bu olsun, önemli değildir, asıl önemli olan
©layın kendisidir. Musa Peygamber'! ummadığı bir zamanda karşısında bulan
Fir'avn'ın, Onun getirdiği ilâhî belgeleri ve hakkın susturucu beyanını görünce
sarsılması, ilâhlığını bir tarafa atıp çevresindeki dalkavuklarına : «Ne
tavsiye edersiniz veya ne buyurursunuz?» diyecek kadar küçülmesi, ilâhî
inayetin haktan yana tecellilerinden biridir. [150]
Kur'ân yukarıdaki
âyetlerle Musa Peygamber'le Fir'avn arasında geçen mücadelenin ibret ve öğüt
dolu safhalarından birkaçını sıralarken, son peygamber Hz, Muhammed'in (A.S.)
ümmetinden irşat görevini yüklenenlerin önünü aydınlatıp yollarını açmakta ve
bâtıl ile mücadelede başarılı olmanın metot ve anahtarını vermektedir.
«Bana yakışıp
yaraşan, Allah'a karşı ancak gerçeği söylemekliğimdir..» Musa
Peygamber'in bu sözü çok anlamlı ve yol göstericidir. Öyle ki : Hak adına
insanları irşat edip öğüt veren mürşitler, her şeyden önce peygamberlerin
vârisleridirler. Allah ve Peygamber adına konuşurken yalan uydurmak hiçbir
mü'mine yakışmaz. O bakımdan Hz. Muhammed (A.S.), zaman zaman sorulan soruları,
Allah'tan o hususta bir bilgi almadığı için «bilmiyorum..» diyerek Allah adına
kendiliğinden konuşamtyacağını belirtmiştir. Zira Hak adına yalan uydurup
irşatta bulunmak insanı davadan uzaklaştırıp ilâhî gazabın eşiğine götürür. O
bakımdan çok tehlikeli bir yoldur.
Din ve Allah adına
konuşup halkı irşat eden kişiler, ele aldıkları konularda istedikleri şekilde
tasarruf hakkına sahip değillerdir. Çünkü İslâm dini yalnız bir çağın, bir
milletin değil, kıyamete kadar gelecek bütün çağ ve insanların ortak hakkıdır.
İnsan kafasının ürünü olan hükümler ve sistemler, kuşaklar değiştikçe
değişmeye mahkûmdur. Allah tarafından indirilen sistem ise kalıcıdır.
Hem,dinler, İslâmiyetle tekâmül edip doruğuna yükseldiğine, son noktasına
ulaştığına göre, artık onu olduğu gibi kabullenmek gerekir. Taşıdığı esaslar
ve prensipler çağların, milletlerin ve medeniyetlerin çok önünde yürümektedir.
Son birkaç yıl içinde başta Fransa'da olmak üzere batı ülkelerinin bir
kısmında dünya çapında haklı şöhrete sahip olan Mauice BUCAILLE, Roger GARAUDY
ve emsali kişiler, Kur'ân'i ilim gözüyle inceleyince, her kelimesiyle ilâhî
olduğuna ve taşıdığı hükümlerin, ilme ışık tutan temel bilgilerinin, gerçeği
bulan ilimle hiçbir zaman çatışmıyacağına inandıklarını bütün dünyaya
duyurdular. [151]
Fir'avn'ın
kavminden ileri gelenler, (mu'cizeyi inkâr edip) bu çok bilgili bir
sihirbazdır, dediler.»
Sihir, Bakara
sûresinde de açıkladığımız gibi, daha çok büyü, gözbağcılık, gözboyacılık
anlamında kullanılır. Ayrıca eşyanın veya olayın dış görünümünü^kendine has bir
bilgi ve beceriyle,değiştirilmiş gibi gösterme sanatı da diyebiliriz. O
bakımdan bir eğitim ve öğretim konusudur. Aneak unutmayalım ki, sihirbaz
marifetiyle meydana gelen hiçbir olay gerçek değildir; temelde ve mahiyette
bir değişiklik yoktur; sadece görünüşte ve görüntüde bir değişme söz konusudur
ve o da geçicidir.
Mısır fir'avnlan ve
özellikle II. Ramses devrinde sihir ve büyü-, cülüğün çok yaygın olduğu
anlaşılıyor. Musa Peygamber'e karşı ilim ve irfanla; akıl ve mantıkla karşı
koyamıyacağını anlayan Fir'avn ve ileri gelenler, onun göstereceği açık belge
ve mu'cizeye sihirle karşı koymayı ter-cîh etmişlerdir. Sihrin mu'cize
karşısında tutunması mümkün değildir. Biri inanmayan bir ruhun marifeti, diğeri
sonsuz kudretin bir tezahürüdür.
Peygamberler
vasıtasıyla izhar edilen olağanüstü şeylere mu'cize; büyük velîler vasıtasıyla
ortaya konulan olağanüstü şeylere ise keramet denir. Her iki durumda da
Cenâb-ı Hak, sebep ve illetleri ortadan kaldırıp kudretini izhar ederek, sebep
ve illetleri de kendi tasarrufu altında tuttuğunu gösterir. Gerçi insan ruhu da
bu kudretten gelme, bir harikadır; ama bedene girdiğinde yetkileri azalır ve
tasarrufu sınırlanır. Yüce âlemden kendisine inayet edilence güçlenir ve bazı
ibreleri faal duruma geçmeye başlar. Bu hal peygamberlerlejvefâyetin üst
derecelerinde bulunan velîlerde çok daha belirgindir.
İşte Musa Peygamber'e
«Asâ'nı yere atıver!» emri, üstün bir kudretle tecelli ederek, A s â 'nın
atomları bir anda ölçü ve plânını değiştirerek çok k*ıvrak bir yılana
dönüşmüştür. Bu bir gözboyacılık veya gözboyama, el-
çabukluğu değil,
doğrudan İlâhî emrin, «kün hitabının» nüfuz ve tesiridir. Böyleoe ortaya konan
sihri boşa çıkarmış ve tesirini bir anda silivermiştir.
«Sihirbaz ise, nereden
gelirse gefsin umduğuna erişip başarılı olamaz.» [152]
Şüphesiz ki, insanoğlunun sergilediği büyü, sihir ve benzeri marifetleri, kendi
kudreti ve ölçüsü nisbetindedir. Allah'ın kudreti ise, sonsuz ve sınırsızdır.
Kur'ân-ı Kerîm'de
sihir olayı ve neticesi açıklanırken,Hz. Muhammed'e (A.S.) ve O'nun ümmetine
hakkın eninde sonunda üstün geleceği haber veriliyor; yeter ki Hak'tan yana
olanlar, ilâhî kudretin yüceliğine inanıp sabırla ve bilerek çalışsınlar;
insanlıktan yana en hayırlı ve en yararlı hizmetlerde bulunma aşkı içinde
Hakk'a güvenip dayansınlar, aşamıyacak-ları engel, çözemiyecekieri mesele
yoktur. [153]
«Ve sihirbazlar
secdeye kapandılar da âlemlerin Rabbına, Musa ve Harun'un Rabbına imân ettik,
dediler.»
Musa ve Fir'avn
kıssasının en önemli yanlarından biri de, sihirbazların Hakk'ın kudretini
görüp anlayınca secdeye kapanmaları olayıdır. Devrin en mahir sihirbazları,
gösterilen mu'cizenin sihir ve büyü olmadığını hemen anlamışlar, sihirle
mu'cize arasındaki bariz farkı görerek Musa'nın haklı bir davayı savunduğuna
inanmışlardı. Zira sihir ve gözbağcılığın tesiri geçici olmakla birlikte
hakikatle hiç ilgisi yoktur. Mu'cize ise, tesiri kalıcı ve hakikatle ilgisi
kesindir. O bakımdan büyük bir yılan olan Asâ, sihirbazların ortaya yılan ve
haşere şeklinde sergiledikleri urgan ve benzeri şeyleri yutup ortadan
kaldırırken, bir tahyîl anlamında değil, hakikati yansıtır niteliktedir.
Nitekim yutulan yılan ve benzeri eşya bir daha eski haline dönememiş ve ortadan
tamamıyla silinip yok olmuştur. Sihirbazlar bu gerçek karşısında inanmaktan
başka bir yolun bulunmadığını anlayarak secdeye kapanmışlardır.
Sihirbazların, Musa ve
Harun'un Rabbına imân ettiğini gören Fir'avn, büsbütün paniğe kapılmış, kudret
ve saltanatının sarsılıp ağır bir yara aldığını anlamakta gecikmemiş ve
tehdîde başvurarak : «Ben size izin vermeden ona imân mı ettiniz? Doğrusu bu,
halkını çıkarmak için ülkede kurduğunuz
bir hiledir; ama yakında
(neler yapacağımı) göreceksiniz..»
elemiştir. Onların
ise, «O takdirde biz Rabbımıza dönücüleriz..» diye karşılık vermeleri,
Fir'avn'ın «And olsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve
(sonra da) hepinizi asacağım..» demesi, sihirbazların sonunun geldiğini
gösteren açık bir delildi. Buna rağmen Hakk'a imânın bir anda burçlaşıp hayatı
ve geçici zevklerini küçümsemesi, kelimeyle anla-tılamıyacak kadar anlamlıdır.
Fir'avn, çevresinin ve
halkının güvenini ve kendisine bağlılıklarını devam ettirebilmek için, Musa
ile sihirbazların gizliden anlaştıklarını ve Kıbt kavmini Mısır'dan çıkarmayı
plânladıklarını söyleyerek, halkı onların aleyhine döndürmeyi plânladı. Bu çok
kurnazca bir buluştu ki, Fir'avn'ın tek tutunacak dalı sayılırdı. Hakk'a inanıp
teslimiyet göstereceği yerde, yalana başvurup siyaset yapmak ne kötü şey!.
Eline geçen en büyük fırsatı kaçırıyor, sonu ebedî hüsran olan yoldan dönmemeye
and içiyordu. Sihirbazlar ise, «Ey Rabbımız! üzerimize sabır (ve dayanma gücü)
boşalt ve müslimler (Hakk'a teslimiyet gösterenler) olarak canımızı al!» diye
duâ ediyorlardı.. [154]
Mekke'de binbir
işkence altında imân ve irfanını ayakta tutmaya ve Allah'ın dinine hizmet
etmeye çalışan ilk müslümanlar, iyice bunalmışlardı. Ama Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin sağlam bir kale gibi yükselen azm-u irâdesi, sabr-u metaneti,
mü'minlere güç ve cesaret veriyor; Allah ve din sevgisinin filizlenen tohumları
bütün gönülleri istilâ ederek,, tahammülü zor işkence ve saldırıların tesirini
hafifletiyordu.
Kur'ân, gerek Musa
Peygamber'in azimli ve kararlı mücadelesini, gerekse hakikati anlayan sihirbazların,
mutlak ölüm karşısında şahlanan imânlarını misal vererek, sıkıntılı günlerin
yakında çok gerilerde kalacağına, bâtılın başaşağı gelip yıkılacağına işarette
bulunuyor ve hemen her devir ve dönemde sıkıntıya uğrayan mü'minlere nasıl
hareket etmeleri gerektiğinin ölçüsünü veriyor. Sihirbazların, «Hakk'a
teslimiyet gösterenler olarak canımızı al!» demeleri ne güze! yalvarış ve ne
üstün bağlılıktır! Böyle bir imânın değeri bütün takdirlerin üstündedir. [155]
Eski Mısır'ın, Britanya
müzesinde korunan papirüslerinde Fir'avn ve Hz. Musa ile ilgili şu fıkralar
okunarak tesbit edilmiştir:
«Sihirler onlar
için ekmekleri gibidir.
Onların alçaklığı gibi
alçaklık
yoktur. Başkanları
onları arkasına takmakta ve korku boyunduruğu altında eğerek murdar kanuna
doğru sürüklemektedir. Karısı hakimiyetinin önünde titrer, çocukları en aşağı
bir haldedir. Ama arkadaşları ona göre dünyanın en ileri kavmidir.»
Altı numaralı
papirusta da Fir'avn'ın askerlerinin Kızıldeniz'i geçerken uğradıkları musîbet
ve felâket şu şekilde anlatılıyor:
«Sarayın beyaz
odasının muhafızı, kitapların baş koruyucusu Amena-moni'den kâtip Pentenhor'a :
Bu mektup elinize ulaştığı zaman ve noktası noktasına okunduğu zaman kalbini
müteessir edecek bir halde olan elem verici felâketi, girdaba yakalanıp boğulma
felâketlerini öğrenerek kalbini kasırga önündeki yaprak gibi en şiddetli
ıstıraba teslim et. Hükümdarın musîbet gününde esirlere merhamet edilmesi
düşüncesi kendisi için uğursuz oldu. Esir hizmetçi, kudreti altında bulunduğu
kavmin başkanı oldu. Kötü hareketine karşı olan engel, ileriden mahvedildiği
gibi, isyana karşı olan engel de geriden mahvedildi. Artık güç hal ile su
getirmeye veya ekmek için öğütmeye çalışılabiliyor. Kralın muhafızları
kalblerinden sakatlanmış gibidirler, sesleri kuvvetsizdir. Kuvvetli, esirin
durup beklediğini görerek kalbinde galebe ediyordu. Gözü ona dokunuyordu, yüzü
onların yüzü üzerinde idi. İftiharı da kemal derecesinde idi. Musîbet, şiddetli
zaruret birdenbire onu yakaladı. Sular içinde uyudu...... Gençliklerin
evvelinde biçilmiş olan gençleri, başkanlarının ölümü, kavimlerin efendisinin,
doğuların ve batıların kralının mahvolmasını tasavvur et.. Sana gönderdiğim haber,
hangi habere kıyas edilebilir?»
«Horosun yüzünün
nuruna and olsun ki, bu adam (Musa) bir sihirbazdır. İradelerin hepsinin de
mukavemeti imkânsızdır. O, kanun çizmek (koymak)ta ne kadar uzmandır!. Sam
kavmi sefilini sürüklemekte ne kadar mahirdir!. Kuvvetliyi koyulmuşların,
mazlumu kuvvetlilerin arasına koyuyor. Bu varlığını (kudret ve yeteneğini)
daha anasının göğsünü emdiğinden beri, kendisini kurtaranlara borçlu olan
çocuktur. Bununla beraber insanları kendisine alet yapmaya çalışıyor ve
atılıyor..»
İşte bu fıkralar Musa
Peygamber'İn mu'cizeler göstermiş ve kendisine düşman olan Mısırlı'lara bile
büyük bir sihirbaz olarak tanıtılmış olduğuna delâlet etmektedir. O bakımdan
sözü edilen fıkralar,çok önemlidir.
Soru : Görüyorsunuz
ki, Musa Peygamber'İn mu'cizelerinden bazısının meydana gelmesi böylece
gerçekleşmiş oluyor. O halde diğer mu'cizelerin de meydana gelmesi niçin mümkün
olmasın?
Cevap : Ben, İsa
Peygamber'İn insan temas etmeksizin doğduğunu akıllarına sığdıramayan birçok
kimselere rastladım.. [156][157]
Tevrat'ın Çıkış
bölümünde Musa Peygamber ile Fir'avn olayına çok geniş ve detaylı yer
verilmişse de çoğunun insan eliyle değiştirildiği, Allah sözlerine insan sözü
karıştırıldığı ilk bakışta anlaşılıyor ve Kur'ân'ın kelimesi kelimesine mahfuz
beyân ve belâğatiyle Tevrat'ın bu kısmı da tashih ediliyor. [158]
«Mele1» tabiri
Kur'ân'ın tam otuz yerinde değişik cümleler içinde geçer. Sözlük ve terim
yönünden mânası hem birbirine çok yakın, hem de hayli geniştir. Özetliyecek
olursak şöyle maddeleştirebiliriz :
a} Ülke veya
kavmin ileri gelenleri.
b) Aristokratlar.
c) Danışma kurulu.
d) Söz bilir bir topluiuk.
e) Ülkede cereyan eden önemli
meseleleri görüşen vazifeli bir kurul.
f) Bir amaç için biraraya
gelenler.
g) Sağlıklı bir görüş ortaya
koyabilen bir oemaat. h) Huy ve
karakter.
i) Açgözlülük, doymazlık ve zan. İ) Biraraya gelip toplanmak. [159][160]
127— Fir'avn kavminin ileri
gelenleri (görüşlerini ortaya koyup), «Yeryüzünde fesat çıkarsınlar ve seninle
llâhtorım terkedip (bir tarafa itsinler) diye mi Musa ile kavmini (serbest) akacaksın?» dediler. Fir'avn, «Onların
erkek çocuklarını öldüreceğiz, kadm-armı (kız çocuklarını) sağ bırakacağız.
Herhalde biz onların üstünde kahrsdici güce sâhibîzdir» dedi.
128— Musa, kavmine dedi ki:
«Allah'tan yardım dileyin ve sabredin; şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır,
kullarından dilediğir i ona vâris kılar; iyi ve hayırlı sonuç (Allah'tan korkup
kötülüklerden) sakınanlarındır.»
129— Kavmi ona : «Ey Musa! Sen bize
(peygamber olarak) gelmeden önce de ve bize geldikten sonra da hep eziyete uğradık»
diye (sızlandılar). Musa onlara: «Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı yok eder ve
sizi yeryüzünde onların yerine geçirir de nasıl amel (hareket) edeceğinize
bakar» dedi.
Fir'avn: Onların erkek
çocuklarını öldüreceğiz, kadınlarım (kız çocuklarını) sağ bırakacağız. Elbette
biz onların üstünde kahredici güce sahibizdir, dedi.»
Âyetin acık
delâletinden anlıyoruz ki, Musa Peygamber'in gösterdiği mu'cizeler karşısında
sarsılan ve için için korkmaya başlayan Fir'avn, kudret ve saltanatını eski
ihtişamında tutmanın yol ve çarelerini düşünmeye başlamıştı. Musa Peygamber'e
iki sebepten dolayı dokunamıyordu : Birincisi, dediklerinin doğru olabileceği
endişesi idi. İkincisi, sihirbazlar dahil birçok kimseler Musa'ya saygı
duymaya başlamışlardı. O bakımdan Fir'avn, hem Musa'nın te'sirini azaltmak, hem
ona saygı duyanları korkutmak, hem de Musa'ya bir gözdağı vermek için ona
inanan ünlü sihirbazları idama karar vermişti. Gerekçe olarak da şunu
söylüyordu : «Sihirbazlarla Musa gizlice anlaşıp ülkeyi ele geçirmeye karar
vermişler. Sihir yarışmasına girmeleri bir oyundur.»
Danışma kurulu, az-çok
işin farkındaydı. Kraldan ziyade kralcı geçinmeyi uygun görüp Fir'avn'tn
dikkatini daha çok Musa ve kavmi üzerinde toplamayı kararlaştırmışlardı. Çünkü
ihmal edildiği takdirde ülkelerinde iki büyük tehlike, önü alınmayacak noktaya
varabilirdi: Halkın iyice bölünüp bir grubun bozguncu hüviyetiyle ortaya
çıkması; Fir'avn ve putlarının hakaret görüp saygınlıklarını yitirmesi söz
konusu idi.
Danışma kurulu, ya da
meclisin sözcüleri, ülkelerinin mutlak bir tehlikenin eşiğine geldiğini
anlatarak en zecrî tedbirin alınmasını istiyorlardı. Ama Allah'ın yüce
kudretine mazhar olan Musa Peygamber'e dokunma cesaretini kendilerinde
bulamıyorlardı. Fir'avn, hissettiği bu korkuyu açığa vurmamaya dikkat ediyor
ve Musa'ya önem vermediğini ima eder anlamda konuşmalar yapıyor, daha tesirli
tedbirler düşündüğünü hatırlatarak plân ve programını şöyle açıklıyordu :
«Üzülmeyin, biz bir soy kırımına başlayacağız. Bundan böyle İsrailoğulları'nın
doğacak erkek çocuklarını öldüreceğiz, kız çocuklarını diri
bırakacağız.»Nitekim daha önce de böyle bir tedbire başvurup
İsrailoğulları'ndan sayısı cok kabarık erkek çocuklarını öldürmüştü ki bu,
Musa Peygamberin yeni doğduğu bir döneme rastlamış ve Allah'ın yüksek
inayetiyfe Musa o katliamdan kurtulabilmişti. [161]
(<And olsun ki, Fir'avn taraftarlarını,
öğüt ve ibret alsınlar diye kıtlık yılları ve ürünlerinin noksanlığıyla tutup
(sıkıntıya uğrattık).»
Kendi fasit ve ,gayr-i
âdil düzenini ne pahasına olursa olsun devam ettirmeye azmedip makam ve
otoritesini, kendisini her iki âlemde de bahtiyar edecek imân cevherine tercîh
eden nice körler ve sağırlar vardır. Şüphesiz ki, Fir'avn da onlardan biridir.
Farklı tarafı ise, o kendini ilâh olarak tanıtmış ve halkını, özellikle
İsrailoğulları'nı köle gibi kullanmış, Kıbt kavmi dışında kalan vatandaşlarına
ikinci, üçüncü sınıf insan muamelesi yapmıştır.
İlâhî rahmet, inayet,
vahiy ve mu'cizeye mazhar kılınmış büyük bir peygamberin sergilediği açık
belgeler karşısında şaşkına dönen Fir'avn, azçok meselenin ciddiyetini ve
Musa'nın yüce âlemden güç ve haber aldığını anlıyordu, ama kendini
ilâhlaştırıp milletinin önemli bir kısmını buna inandırması ve geçiei bir
hayatın makam ve şöhreti, imân etmesini engelliyordu.
İşte bile bile kendini
bu tehlikeli sınıra getiren mağrurlar hakkında Allah'ın hükmü mutlaka tecelli
eder, kahredici emri iner. Çünkü bütün açık belgelere, akla ve vicdana ışık
tutan delillere rağmen hâlâ inkârda ısrar edip küfür ve tuğyanını artıran
hiçbir hükümdar ve millet, belli çizgiye geldikten sonra kurtulamamıştır.
Nitekim Fir'avn ve zalim ordusu hakkında da öyle oldu,* denizin amansız dalgaları
arasında can vererek her şeylerini kaybetmişlerdir. Bundan önee de uyarıcı,
vicdanlara neşter vurucu bir sürü dert, felâket, kıtlık birbirini izlemişti,'
fakat anlayan bir kalb ve kafa mevcut değildi.
[162]
«Musa kavmine dedi ki:
Allah'tan yardım dileyin ve sabredin....»
İsrailoğulları
durmadan sızlanıyor ve biran önce bu sıkıntıdan, hürriyetsizlikten kurtulmak
istiyorlardı. İlâhî vahye nail olan Musa Peygamber ise, kutsi kuvvetle işin
nereye varacağını anlıyor ve sabırla bu neticeyi bekliyordu. İsrailoğulları ise, yıllarca
Mısır'da fir'avnların zulmü altında
mihnet ve meşakkat
çekmiş, köle muamelesi görmüştü. Bir kurtarıcıyı sabırsızlıkla bekleyip
duruyorlardı. Fir'avn'ın zulmü belli kerteye gelip dayanınca, ilâhî inayet
tecelli etti ve Musa'yı kurtarıcı lider olarak nübüvvet şerefiyle şereflendirip
onlara gönderdi. Hareket başladı, millî şuur kımıldandı. Allah'ın va'di kalb
ve kafalara telkinle işlendi; derken çetin mücadeleler ba.şgösterdi. Çünkü
herşey karşıtıyla bilinip gelişebilir. Hemyyük-sek nimetlerin ağır külfetim
gerektirdiğini unutmamak lâzımdır. İsrailoğul-ları bu hikmeti pek bilmediKieri
veya düşünemedikleri için artan sıkıntı ve İşkenceye tahammül edemiyerek
sabırsızlık gösteriyorlardı. Zaten acelecilik insanın mayasında vardır,
olaylar peşkeşe gelince'o duygu hemen alevlenmeye yüztutar.
Sızlanmalar sürüp
gitti. T; inip Musa Peygamber'e geldiler ve : «Ey Musa sen bize gelmeden önce
ûe ve bize geldikten sonra da hep eziyete uğradık..» diyerek, Musa'nın
peygamber olarak gönderilmesinin hiçbir semeresini görmediklerini anlatmak
istediler.
Musa Peygamber hem
oniarı teselli edip umut veriyor, hem de Allah'ın va'dinin yakında
gerçekleşeceğine kesinlikle inanıyordu. O bakımdan morali yüksek, cesareti
yerinde ve mücadeleye kararlılığı ortadaydı. Sünne-tullah'ı biliyor, ilâhî plân
ve programın şaşmayacağını, mutlaka hedefine ulaşacağını, vakti saati gelince
hükmünü yürüteceğini bütün mevcudiyetiyle bekliyordu. O bakımdan kavmine :
«Umulur ki Rabbımz düşmanınızı yok eder ve sizi yeryüzünde onların yerine
geçirir de nasıl amel (hareket) edeceğinize bakar»diyerek kurtuluşun pek yakın
olduğuna, o günlere kavuşunca da şımarmayıp Allah'a dosdoğru kulluk
etmelerinin gereğine işarette bulundu. Va'dolunan topraklara kavuşacaklarını
müjdeleyerek sabretmelerini tavsiye etti.. [163]
«İyi ve hayırlı sonuç,
(Allah'tan korkup kötülüklerden) sakınanlar içindir.»
İlgili 128. âyetle
ilâhî programın çok önemli bir noktası açıklanarak mü'minlere bilgi veriliyor:
İmanla küfrün karşıkarşıya gelip amansız bir tartışma, sürtüşme ve hattâ
vuruşmaya başlaması, hangi tarafın lehine bir'sonuç doğurur? İmân ve hak
cephesi, sabrı, Allah'a güvenip dayanmayı elden bırakmaz, Allah korkusuyla hareket
edip herşeye rağmen kötülüklerden, zulüm ve işkenceden kaçınıp hakkı
savunursa, mutlu sonuç, başarılı netice onlardan yana tecelli eder.
Kur'ân bunu ilân
ediyor ve Musa Peygamber ile Ffr'avn'ın amansız çatışmalarının sonucunu ibretli
bir misal olarak hatırlatıyor.
Mü'minierin önce şu
iki maddeyi kafalarına nakşetmeleri gerekir:
a) Allah'tan yardım dileyip O'na büyük bir
umutla bağlanmak.
b) Olaylar karşısında dayanma gücünü ortaya
koyup Kur'ân'ın tabiriyle sabretmek.
Başarının şifresi bu
iki maddede gizlenmiştir. Hareket noktası olarak buradan başlanıldığı takdirde,
geriye daha önemli bir husus kalır ki onu her zaman manevî bir silah ve güç
olarak gönüllerde taşımak gerekir; o da takva'dır. Fırtınalı, zulümlü,
işkenceli bir ortamda bu tabirin delâlet ettiği mâna nedir? İşte Kur'ân da
ilgili âyetlerle bu mânayı öğretiyor: Allah'a karşı korku ve saygıyı, ümit ve
güveni bir an olsun elden bırakmamak; kötülüklerden kaçınıp düşmana karşı bile
olsa, adalet ve insaftan ayrılmamak; Allah'a imân etmenin insanı nasıl
olgunlaştırıp kâmil insan yaptığını dosta ve düşmana göstermektir. «İyi ve
hayırlı sonuç (Allah'tan korkup fenalıklardan) sakınanlar içindir.» [164]
Mekke'de iyice sıkılan
mü'minlerden bir kısmının, beşerî duygu ve zaafla bazan göğüsleri daralırdı.
Müşrikler, İslâm cephesine katılanlar olunca büsbütün işkence ve
azgınlıklarını artırır ve böylece bir yıldırma ve caydırma politikası
uygularlardı. Cenâb-ı Hak, Musa Peygamber kıssasını bir teselli ve aynı zamanda
ilâhî programı yansıtır anlamda bir müjde olarak hatırlattı ve kurtuluşun,
zafer ve hürriyetin yakın olduğuna işarette bulundu. [165]
130— And olsun ki Fir'avn taraftarlarını, öğüt ve
ibret alsınlar diye kıtlık yıllarıyla ve ürünlerinin noksanlığıyla tutup
(sıkıntıya uğrattık).
131— Kendilerine iyilik geldiği zaman, «bu bize
lâyıktır» derlerdi. Bir kötülük dokununca, Musa ve onunla beraber olanların
uğursuzluğuna yorarlardı. Haberiniz
olsun ki, onların uğursuzlukları Allah katındadır, ne var ki
çoğu bunu bilmezler.
132— Musa'ya dediler ki : «Bizi büyülemek için ne
kadar âyet (muf-cize) getirirsen getir, sana inanıctlar değiliz!»
133— O nedenle (kudretimizin yüceliğinin) ayrı
ayrı belgeleri olmak üzere başlarına tufan (sel baskını), çekirge, haşere,
kurbağa ve kan gönderdik; buna rağmen gurur ve kibir gösterdiler. Zaten onlar
suçlu günahkâr bir kavim idiler.
134— Üzerlerine (bu gibi) azap ve murdarlık
çökünce, «Ey Musa, dediler, sana verdiği söze karşılık Rabbine bizim İçin duâ
et. Eğer bizden bu azap ve murdarlığı kalJırırsan and olsun ki sana kesinlikle
inanırız ve İsrâ-iloğulları'm seninle beraber (serbest bırakıp) göndeririz.»
135— Ne vakit ki, erişecekleri (mukadder) süreye
kadar azabı kendilerinden kaldırdık, bir de ne bakarsın yeminlerini yerine getirtiliyorlardı.
136— Biz.de âyetlerimizi yalanladıkları ve
onlardan,gaflet içinde bulundukları sebebiyle intikam aldık da denizde boğduk
onları.
137— Ve küçümsenip hırpalanan kavmi de feyiz ve
bereketli kıldığımız yerin (arz-ı mev'ûd'un) doğularına, batılarına vâris
kıldık. Rabbin, İs-râiloğulları'na olan o güzel sözü, sabretmelerine karşılık
tam anlamıyla gerçekleştirdi. Fir'avn ile kavminin yapageldikleri eserlerini ve
yükselttikleri köşklerini yıkıp yok ettik.
«Tâûn (veba-kolera) bir
azâbdır ki, İsrâiloğulları'ndan bir topluluk üzerine ve sizden öncekiler
üzerine gönderilmiştir. Bunun (salam, bulaşıcı has-
taliğın) bir yerde
bulunduğunu duyduğunuzda sakın oraya gitmeyin; sizin bulunduğunuz yerde ortaya
çıkarsa, sakın oradan kaçmak suretiyle başka bir tarafa çıkmayın!» [166]
Hz. Câbir (R.A.) diyor
ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, çekirgeye beddua ederken şöyle dedi:
«Allahım! Onların büyüklerini yok et, küçüklerini öldür, yumurtalarım boz,
köklerini kes, ağızlarını bizim geçimliğimize ve rızkımıza uzanmaktan alıkoy.
Şüphesiz ki sen duaları işitip kabul edensin.» [167]
«Üzerlerine (bu gibi)
azap ve murdarlık çökünce, Ey Musa! dediler, sana verdiği söze karşılık Rabbına
bizim için duâ et.»
Allah insan hayatını
harekete geçirmek, ilmî araştırmalara ağırlık kazandırmak ve insanın hayat ile
mücadelesini devam ettirmek için itici ve zorlayıcı birtakım sünnetler ve
sebepler koymuştur. Felâket, musîbet, hastalık, sıkıntı, kıtlık, kuraklık ve
benzeri şeyler o sebeplerden bir kısmıdır. Yeterince her tarafa yağmur
yağdırsaydı, yeraltı ve yerüstü sularından yararlanma yolları ve çareleri
düşünülmezdi. Her toprağı, her çeşit ürün elde etmeye uygun kalite ve evsafta
kılsöydı, araştırma, inceleme, lüzumlu gübreleme konuları olmazdı. Hastalık ve
sıkıntılar olmasaydı, tıbbî araştırma olmazdı. Böylece birçok ilim dalları
ortaya çıkmaz, araştırma olmaz, buluş ve keşifler yapılmazdı. O nedenle de
atalet başlar,{mmet, külfet karşılığı) hikmeti ortadan kalkardı. Sonra da
insanoğlu derin bir gaflet içinde Allah'ı hatırlamaz ve aslında çoğu bu
ihtiyacı duymazdı.
İnsanoğlu fıtratındaki
maya gereği, bencildir, acelecidir; kendinden yana yontucu, mal ve makama karşı
oldukça hırslıdır. Yukarıda sözünü ettiğimiz musîbet ve sıkıntılar onun bu
aşırılıklarını kısmen olsun frenler. Din" ve ahlâk; ciddi ve seviyeli bir
öğretim ve eğitim onun bu eğilimlerini belli ve meşru sınırlar içine almayı
öğütler ve öğretir. Allah sevgisi ve korkusu, Âhiretteki hesap, ceza ve
mükâfat inancı onu yönlendirir.
Köklü, sağlam millî
kültür de bu hususlarda dinin ve ahlâkın en yakın yardımcılarıdır; Nitekim
İslâm dini tebliğe başlanırken,
iyi-yararlı örf ve âdetlere dokunulmamış, aile ve toplumun dengeli ve
düzenli ayakta durmasına yardımcı olan millî ve manevî değerlere lâyık olduğu
yer verilmiştir.
Mısır fir'üvnlarının o
günkü durumu dikkate alınınca, her yönüyle bu değerlerin çok gerisinde
bulundukları anlaşılır. Üstelik kendi kanlarından saymadıkları
İsrâiloğulları'na tam köle ve esir muamelesi yaptıkları, her türlü düşünce ve
inanç hürriyetini kıstıkları bir gerçektir. Bâtılın peşinde koşup kendi ideal
ve inancının ötesinde ve üstünde başka hiçbir ideal ve inanca saygı duymayan,
üstelik beşerin hakkı olan din ve vicdan hürriyetini kökünden yasaklayıp
kaldıran kadroların ömrü çok uzun olmamıştır ve olamaz. Korktukları eninde
sonunda başlarına gelmiş ve yaptıkları zulmün cezasını en ağır şekilde
ödemişlerdir. Fir'avn (M. Ramses) bunun sadece misallerinden biridir.
O halde kitleleri
sürükleyip güden Fir'avn ve yandaşlarını doğru yola çağırmak ve
işleyegeldikleri kötülüklerden, zulüm ve azgınlıktan, kendilerini alıkoymak
için ilâhî vahye gerek vardı. İşte Musa Peygamber'in gönderilmesi bu gereğin
tabii neticesidir.
Ne var ki, büyük bir
peygamberin getirdiği hayat düzeni, yozup sapıtmış inkarcılara ters gelmekte
idi. O yüzden çetin mücadeleler, bir takım deneme ve imtihanlar sürüp giderken,
Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve inayeti doğrultusundaki sünnetullah'ı tecelli etti;
öğüt ve ibret alıp hakkı kabullenirler hikmetiyle kıtlık ve sıkıntı yıllan
başlatıldı; ürünlerde noksanlık endişe verecek boyutlara ulaştı. Allah bu
husustaki sebeplen ve kanunları harekete geçirip olayları hazırladı. Darlık,
açlık, sıkıntı ve ıstıraplar birbirini izledi. Ülke insanının azı Hakk'a
yöneldiyse de çoğu inkâr ve murdarlığını sürdürdü. Sünnetullah farklı
görüntülerle perde perde aksetmeye devam etti. Derken o sıkıntılar arasında
zaman zaman uyanırlar umuduyla ferahlatıcı bazı ortamlar oluşturuldu, ama
inkarcıların yorumu hiç de müs-bet olmadı. Kendilerine iyilik geldiği zaman,
biz zaten buna lâyığız, dediler. Bir fenalık veya musîbet başlarına inince,
Musa'nın ve ona inananların uğursuzluğunun neticesidir, diyerek hatalı
yorumlarda bulundular.
Oysa uğursuzluklarını
kendileri hazırlamışlardı. Aralıksız işler halde olan ilâhî programa sırt
çevirmeleri sebebiyle yaratıldıkları hikmete ters düşmüşler, yöneltilmek
istendikleri amaçtan sapmışlardı. Bir insan için bundan daha büyük uğursuzluk
düşünülebilir mi? Hırslarıyla yetenekleri; arzularıyla akılları arasında denge
sağlayamamanın sıkıntısı içinde bulunuyorlardı.
Bilmiyorlardı ki,
tarihin haktan yana büyük olayları, çoğu defa imânlarından başka dayanakları
olmayan isimsiz mü'minler tarafından aksiyon
alanına çıkarılmıştır.
Küçümsedikieri yabancı ırkın bir gün üstünlük sağlayacağı, kaderin
cilvelerinden biridir. Yine düşünemiyorlardı ki, halk tabakası, kuvvetli irâde
ve azim sahibi kişileri hayranlıkla dinler. Musa Peygamber, irade ve azmin
doruğuna yükselmişti.
Böylece uğursuzluk
damgasını kendileri hazırlayıp kendi kalb ve dimağlarına vurmuşlardı. Çünkü
her fert ve toplum, ya da millet kendi kaderini, uğurlu veya uğursuz
geleceğini hazırlar. O bakımdan Allah'ın ilmi önceden onların neler yapacağını,
nasıl bir yolda yürüyeceklerini ve kaderlerini nasıl çizeceklerini tesbit edip
belirlemiştir. Artık O'nun ilminin ve tesbitinin yanılması söz konusu olamaz..
Beşer hayatı için
ezelde hazırlanan bir plân vardır. Her fert ve her millet o plâna uyduğu ölçüde
mutlu, uymadığı ölçüde mutsuz ve uğursuz olur. Ama hiçbir zaman o plân değişmez
ve hedefinden şaşmaz. İşte o plân gereği, azgınlık gösterip hakkı yalanlamaya
devam edenler önce uyarılır, akıllarına ışık tutularak doğru yo! gösterilir.
Kulak vermedikleri takdirde, başlarına, gafletten uyansınlar diye dert ve
musibet çöker. Felâketler peş-peşe sıralanır. Bu arada kendilerini biraz olsun
toparlayanlar görülür ve pişmanlık alâmetleri zaman zaman kendini hissettirir,
derken geçici olarak dert ve musibet ya kaldırılır, ya da hafifletilir. Geçen
günler unutulur da yine inkâr ve zulümde ısrar edilir ve felâketin tekrar
dönmesiyle ciddi bir uyanma olmazsa, ilâhî emir iner, inince de onu geri
çevirecek bir kuvvet bulunmaz.
Fir'avn ve yandaşları
bu kademelerden geçtiler,- çetin sınavlarla karşılaştırıldılar,- ama her
defasında kaybettiler ve sonunda inkârlarını büsbütün artırıp
İsrailoğulları'nı, din ve vicdan hürriyeti istediklerinden, Fir'-avn'ın gayr-i
âdil sistemine uymayıp başka bir ülkeye göçetmeye karar verdiklerinden dolayı
topyekûn imhaya yöneldiler. Başlarına gelen felâket ve musibetleri çarçabuk
unuttular, istemedikleri, sevmedikleri halde Musa'nın duâ etmesini talep
edecek noktaya gelip dayandılar. Felâket ve mu-sîbet hafifleyince verdikleri
sözü yerine getirmediler; böylece ilâhî plâna uymamanın cezasını canlarıyla,
mülk ve saltanatlarıyla ödediler..
Musa Peygamber ise,
onları yeri ve zamanı gelince uyarmış, Allah'ın buyruğuna dönmedikleri takdirde
kendilerini büyük bir azabın beklediğini haber vererek görevini lâyıkıyla
yapmıştı. Çünkü Cenâb-i Hakk'ın âdetlerinden biri de, bir kavmi veya milleti
uyarmadıkça, uyarıcı peygamber ve mürşit göndermedikçe azap etmemektir. Günkü
beşer aklı. Peygamberlerin getirdiği esasları bilip anlamaya yeterli değildir,
mutlaka yol gösterene, ışık tutana muhtaçtır.
[168]
«Ne vakit ki, erişecekleri
(mukadder) süreye kadar azabı kendilerinden kaldırdık, bir de ne bakarsın
yeminlerini yerine getirmiyorlar!»
Genel bir ölçü vardır:
Acı ve ıstırap çeken, iyice düşünür. İyice düşünen de aklını en iyi şekilde
kullanmanın yolunu ve yöntemini bulur. Hem insanın ruhuna ve mayasına Allah ve
din duygusu enjekte edilmiştir. Felâket ve sıkıntılı anlarda, bütün dallar bir
bir kopup umutlar kesilince, o duygu harekete geçer, kişi daha önceleri
inanmadığı, ret ve inkâr ettiği O Yüce Kudret'e el açıp yardım ister.
O bakımdan bir toplum
ya da kavim ve millete yok edici azap gelmeden önce, uyarıcılar, irşat
ediciler gönderilir. Sonra da ruhlarındaki Allah duygusunu harekete geçirecek
felâket ve musîbetler indirilir.
Fir'avn ile milleti
hakkında Allah'ın bu sünneti aynen uygulanmıştır. Önce Musa Peygamber'le
kardeşi Harun Peygamber onları Hakk'a davet için gönderilmiş ve onlar da tebliğ
ve irşadı, uyarı ve inzarı şartlar elverdiği nisbette yerine getirmişlerdir.
Ayrıca akıl ve vicdanlarının doğruyu bulabilmesi, hakkın sesini işitebilmesi
için de mu'cizeler göstermişlerdir. Bununla da yetinmeyip, inkâr ve azgınlıkta
ısrar ederlerse, başlarına bir sürü felâketlerin geleceğini de en duyarlı
sözlerle önceden haber vermişler ve Allah'ın verdiği sözün mutlaka
gerçekleşeceğine dikkatlerini çekmişlerdir.
Uyarı ve irşat gereği,
bütün bu yollara baş vurulup peygambere düşen görev kusursuz yerine
getirilince, uyarılanlar yine de küfürlerinde ısrarlı olup Hakk'ın sesine
kulak vermezlerse, söz yerine gelir ve çok geçmeden kıtlık, hastalık ve
benzeri musîbetler başgösterir. Bununla da olumlu bir sonuç alınmadığı takdirde
felâket ve azabın şiddetleneceği haber verilir ve yine gereken uyarı yapılır.
Hiç biri kâr etmeyince yok edici azap iner, ilâhî emir yerini bulur.
Artık bu durumda
Allah'ın insanlara zulmettiği asla söylenemez. Ancak insanın kendine
zulmettiği gerçeği ortaya çıkar. Peygamber, kitap, uyarı, teblîğ, irşat, inzar
ve müjde hepsi Allah'ın insanlardan yana olan rahmetinin birer tezahürüdür. [169]
Ortaya çıkan felâket ve musibetlerin herbiri
görünürde tabii birer olaydır;
birtakım zahirî sebeplere dayandığı kesindir. Ancak bildiğimiz sebepleri o
ölçüde oluşturan veya harekete geçiren bir kudret vardır; işte onu görmemiz
mümkün değildir. Nuh tufanının zahiri sebepleri, şiddetli ve aralıksız yağmurun
kırk gün, kırk gece testiden boşalırcasına yağması ve bazı yeraltı su
kaynaklarının yerüstüne çıkması ve bir kısmının mecra değiştirmesidir. Ama
bulutları böylesine yağmur yüklü hale getiren ve onu kırk gün gibi uzun bir
süre aralıksız devam ettiren ve ayrıca yeraltı sularını harekete geçiren bir
kudret söz konusudur. Biz ancak olayın dış görünümünü ve zahirî sebeplerini
bilebiliyor ve görebiliyoruz. Perde arkasında ilâhî program gereği görevli
melekler bulunmaktadır.
O halde bir azap
şeklinde ortaya çıkan felâket hep aynı değildir; çok çeşitlidir; ona müstahik
olan kavim veya milletin küfür, günah, azgınlık ve zulümlerine göre tezahür
eder. Bunu Kur'ân'da belirtildiği şekilde şöyle sıralayabiliriz :
1— Ürünlerde
verimsizliğin başgöstermesi ve uzun bir kuraklık neticesinde kıtlık ve
sıkıntının ortaya çıkması.
Bu, ürün yetişmesini
engelleyen sebeplerin bir dizi halinde oluşturulmasıyla gerçekleşir.
2— Aralıksız
şiddetli yağmurlar neticesinde yağan yağmurun sel felâketi haline gelmesi. Nuh
Tufan'ı gibi.. Tevrat'ta, «müthiş ve aralıksız dolu yağmasıyla tufan başlamıştır,»
yazılıysa da, Kur'ân onun bu kısmını da
tashîh edip en doğru bilgiyi verir.
Araplar, veba gibi
öldürücü niteliği olan salgın hastalıklara da «tufan» derler. Ancak Nuh Tufan'ı
yukarıda belirttiğimiz gibi kırk gün aralıksız yağan yağmurlar neticesi
oluşmuştur.
Tufan ve veba gibi,
büyük zararlara, kitle ölümüne sebebiyet veren afetler ikiye ayrılır: Biri
tabii, diğeri istisnaî... Birincisine sık sık rastlanır. İkincisi ise, bir
ilâhî uyarı özelliğini taşiyarak zalim ve azgın kavimlerin veya milletlerin
başına gelir.
Unutmamak gerekir ki,
bu istisnaî afete sebep olan zulüm ve azgınlığın belli bir kerteye gelip
dayanması gerekir.
3— Ekin
kıran çekirgenin bulut misali bir bölge veya yörenin ekinlerini istila etmesi.
Bunların sayısı milyarları aşar ve toplu halde, ilâhî sünnet gereği
sevkedildiği yerin ürünlerini yiyip bitirirler. Bu afetin de biri tabii, diğeri
istisnaî olmak üzere iki ayrı türü vardır.
Kummef istilası.
Kummel, çekirgeden küçük, uğur böceği şeklinde fakat ondan biraz
büyükçe bir böcektir.
Bunlar da istisnaî olarak sayıları milyarları aşar şe-kiide gelip bir yörenin
ekinlerini mahveder.
Bundan başka «kummebin
birkaç ayrı haşere hakkında da kullanıldığı olmuştur:
a) Buğday ve diğer tahıla musallat olan güve.
b) Yumurtasından yeni çıkmış çekirge veya keneye
benzer küçük sinek.
c) Ekine zarar veren her türlü haşere.
Bu ve benzeri
haşerenin sürüler halinde büyük bir bulut parçası görünümünde bazan umulmadık
anda ortaya çıkması ve belli bir kesimin ekinini mahvetmesi, istisnaî anlamdadır.
Âyette bilhassa buna işaret ediliyor.
d) Tevrat'a göre, küçük sinek, sivrisinek,
demektir.
5— Kurbağa yağması.
Bu, büyük bir
kasırganın kurbağaların çok ürediği bir gölden geçmesi veya bir hortumun o gibi
bir göle uzanması neticesi ortaya çıkan bir olaydır. Fazla zararlı değilse de,
bir ihtar mahiyetindedir. Çok şiddetli bir kasırga gelebilir veya hortum o
kesime de uzanabilir imajını taşır.
6— Kan zuhur etmesi.
Bu, birkaç şekilde
yorumlanabilir: Büyük bir savaşın ortaya çıkması, Nil nehrindeki canlıların bir
sebepten dolayı ölmesiyle suyun bulanip kan rengini alması, salgın bir hastalık
şeklinde bir bölge halkının vücudunda kanlı çıbanların meydana gelmesi bu
cümledendir.
Aynı konuyla ilgili
Tevrat'ta geçen sözlerin özeti şöyledir:
1— Ve Rab Musa'ya dedi: Fir'avn'ın yanına gir ve
ona de ki; Rab şöyle diyor: Kavmimi salıver ki bana ibâdet etsinler. Ve eğer
salıvermek istemezsen işte ben senin bütün sınırlarını kurbağalarla vuracağım
ve ırmak kurbağalarla kaynayacak..
2— Ve Rab, Musa'ya dedi ki; Harun'a söyle,
değneğini uzat ve yerin tozuna vur, tâki bütün Mısır diyarında tatarcık olsun..
3— Ve Rab, Musa'ya dedi: Sabahleyin erken kalk
ve Fir'avn'ın önünde dur; işte o suya çıkıyor ve ona de : Rab şöyle diyor:
Kavmimi salıver ki bana ibâdet etsinler. Yoksa kavmimi salıvermezsen işte ben
senin üzerine ve kullarımın üzerine ve kavminin üzerine ve senin evlerinin
içine at sinekleri göndereceğim..
4— Ve Rab, Musa'ya eledi: Fir'avn'ın yanına gir
ve ona söyle : İbranî-lerin Allah'ı Rab şöyle diyor: Kavmimi salıver ki bana
ibâdet etsinler, yoksa işte Rabbın eli kırda olan hayvanların üzerinde.... çok
ağır kırgın olacak..
5— Ve Rab,
Musa ile Harun'a
dedi. Yanınıza avuçlarınızın
dolusu ocak külü aiın ve Musa, Fir'avn'ın gözü önünde göğe doğru saçsın ve bütün
Mısır diyarı üzerine ince bir toz olacak ve bütün Mısır diyarında insan ve
hayvan üzerine irin çıkaran çiban olacak..
6— Çünkü şimdi elimi uzatmış olsa idim ve seni ve kavmini veba (kolera) ile vurmuş
olsa idim...
7— ve dolu Mısır diyarında olan her şeyi vurdu
ve kırın bütün otunu vurdu ve kırda olan her ağacı kırdı.
8— .Kavmimi
salıvermezsen, işte senin hududuna ben yarın çekirgeler getireceğim ve
yeryüzünü örtecekler. [170]
Tevrat'ın Çıkış
bölümünde bu sekiz maddeden çok uzun söz edilmektedir. Dikkatle incelendiğinde
Allah sözüyle insan sözünün birbirine karıştığı rahatlıkla anlaşılır. Kur'ân,
Tevrat'ın bu kısmını da tashih edip en özlü ve anlamlı bilgiyi veriyor. [171]
«Üzerlerine (bu gibi)
azap ve murdarlık çökünce, ey Musa, dediler, sana verdiği söze karşılık
Rabbına bizim için duâ et..»
Böylece âyette
belirtildiği gibi, bütün âyet, mu'cize ve sonra da başlarına gelen afet ve
sıkıntılardan sonra bunalan Fir'avn ve kavmi pişmanlık duydular; üzerlerine
çöken belâ ve sıkıntı kalktığı takdirde Musa'ya inanacaklarına ve
İsrâiloğulları'nı salıvereceklerine söz verdiler. Belâ kalkınca döneklik
yaptılar.
Tevrat'ta da bu husus
şöyle açıklanmıştır:
«Fir'avn gönderip
Musa'yı ve Harun'u çağırdı ve onlara dedi ki: Bu defa suç ettim; Rab âdildir ve
ben ve kavmim kötüyüz. Rabbe yalvarın bu kuvvetli gök gürlemesi ve dolu yeter
ve sizi salıvereceğim...»[172]
«Ne vakit ki, erişecekleri
(mukadder) süreye kadar azabı kendilerinden kaldırdık, bir de bakarsın
yeminlerini yerine getirmiyorlardi.»
Fir'avn ve kavmi
verdikleri sözü tutmadılar, döneklik yaptılar. Böylece mukadder sonuca gelmiş
oldular. Âdil olan Allah, onlardan mazlumların intikamını aldı, hepsini denizde
boğdu. Medeniyetleri de yerlebir edildi. İbret alınsın diye Fir'avn'ın cesedi
bir kenara atıldı ve geriye bazı kalıntıları kaldı..
Tevrat'ta bu konu
şöyle belirtilmiştir:
— Musa, Fir'avn'a dedi ki: Şehirden çıkınca
ellerimi Rabbe uzatacağım; dünya Rabbın olduğunu bilesin diye bu gök
gürlemeleri duracak ve artık dolu yağmayacak. Fakat sana ve senin kullarına
gelince, Rab Allah'tan daha korkmayacağınızı bilirim. [173]
— Ve İsrailoğulları, Allah'ın o güzel va'dı
olarak Arz-ı Mevûd'a gelip yerleşme lûtfu doğdu....
Yine Tevrat'ta Allah'ın
güzel va'di şöyle açıklanmıştır:
— Allah, İbrahim Peygamber'e dedi ki: Ve senin
gurbet diyarın^ bütün Kenan diyarını, sana ve senden sonra zürriyetine ebedî
mülk olarak vereceğim.. [174][175]
138— Ve İsrâiloğullari'nın denizden (salimen) geçmelerini sağladık. Az sonra kendilerine mahsûs
putlarına, üzerlerine kapanırcasına tapmakta olan bir kavme rastladılar. «Ey
Musa! dediler, bunların ilâhları olduğu gibi bize de bir ilâh yap!» Musa,
onlara dedi ki: «Siz gerçekten cahillik eden bir topluluksunuz.
139— Şüpheniz olmasın ki bunlar içinde
bulundukları (dinle birlikte) yok olacaklardır ve yapageldikleri şeyler boş ve
anlamsızdır.
140— Allah'ın sizi (çağınızdaki) milletlere (veya
diğer canlılara) üstün kıldığı halde O'ndan başka ilâh mı arayayım?!
141— Hatırlayın ki, sizi Fir'avn hanedanından
kurtardık; öyle ki on-far size azabın kötüsünü uyguluyor; erkek çocuklarınızı
öldürüyor kadınlarınızı diri
bırakıyorlardı ve bütün bunlarda Rabbinizden size büyük bir
imtihan vardı.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Huneyn savaşına giderken büyükçe yemyeşil bir sidre ağacına
rastladı. O yörede Arap müşrikleri bu ağacı uğur sayar, etrafında bir süre
toplanıp silahlarını ona asarlardı. O bakımdan ağaca «Zat- envat» yani silah
asılmaya mahsus ağaç, derlerdi. Ashab-ı Kiram'dan bazı zatlar da cahiliye
devrinin bu âdetine özenerek, «Ya Resû-lellah! müşriklerin savaşlara giderken
silahlarını asmaya mahsus ağaçlan bulunduğu gibi, bize de silahlarımızı asmaya
mahsus bir ağaç belirleseniz olmaz mı?» diyerek teklifte bulundular. Bunun
üzerine Resûlüllah (A.S.) onlara : «Onların birkaç ilâhı bulunduğu gibi, sen de
bize bir ilâh yap! demelerine benziyor sizin bu teklifiniz!» buyurdu. Sonra da
ilgili âyet indi. [176]
«Ey Musa! dediler, bunların
ilâhları olduğu gibi, bize de bir İlâh yap!»
Maddeye ve dünya
saltanatına lüzumundan fazla özenip önem veren İsrâtloğulları, bunca âyetler,
mu'cizeler ve başlarına gelen musîbet ve sıkıntılara rağmen ilâhî kudretin
sonsuzluğunu, sınırsızlığını, yüceliğini tam anlamıyla kavrayamamış; Allah'ın
eş ve ortaktan, denk ve benzerden, madde ve eşyadan pâk ve münezzeh
bulunduğunu anlayamamış olacaklar ki, altun ve benzeri madenden ilâh yapmasını
Musa Peygamber'e teklîf etme cüretini göstererek ne kadar basiretsiz
olduklarını ortaya koymuşlardı.
Huneyn savaşına
gidilirken, Ashab-ı Kiram'dan bir kısmının sırf uğur getirsin diye sidre
ağacına silahlarını asmaları için Resûlüliah'tan müsaade istemeleri, İslâm
nazarında büyük bir olaydır. Çünkü kutsallık ancak Allah'a mahsustur. Uğur ve
uğursuzluk insanın kendi düşünce ve davranışlarında mevcuttur. Taş ve ağaçta
uğur ve kudsiyet yoktur; meğer ki Allah bir eşyayı mukaddes olarak tanıtsın, o
bir istisna teşkil eder. Meselâ, Kabe'nin duvarına yerleştirilen ve tavaf
başlangıcı olarak belirlenen Hacer-i Esved (siyoh taş) ile Zemzem, Allah ve
Resulü tarafından mübarek ve kutsal olarak belirlenmiştir ve artık Kıyâmet'e
kadar onların kutsallığı devam edecektir. Beşere, eşyaya kutsallık izafe etme
veya belirleme yetkisi verilmemiştir.
Günümüzde
materyalistlerle komünistlerin maddeyi bir bakıma yaratıcı güç olarak kabul
edip onun ötesinde ve üstünde başka bir temel kavram ve esas olmadığını iddia
etmeleri, iyice araştırıldığında bu teorinin bir ucunun Yahudilere dayandığı
anlaşılır. O bakımdan maddeyi tlâhlaştır-mak o milletin huyunda, mayasında yer
etmiştir.
İslâm dini ise, bütün
büyüklük, kutsiyet ve üstünlüğü Allah'a nisbet edip eşyada bir kutsallık
bulunmadığını açıklar ve bu hususta o kadar duyarlı davranır ki, bir ağacın
veya canlının uğurlu, ya da uğursuz sayılmasına-bile cevaz vermez. O bu
yanıyla da Allah'ın insanlara en son mesajı olduğunu isbatlar.. [177]
«Allah'ın sizi
(çağınızdaki) milletlere (veya diğer bütün canlılara) üstün kıldığı halde Ondan
başka ilâh mı arayayım!?»
İlgili âyetle çok
önemli bir hususa parmak basılıyor: O da, insan unsurunun kâinattaki diğer
canlı ve cansız eşyadan çok üstün ve çok saygıdeğer olduğudur. Bu durumda
insanın kendinden aşağı bir şeye tapması veya önünde eğilmesi şaşılacak
şeydir; aynı zamanda koyu bir cehaletin eseridir.
Gerçi ilgili âyeti,
«İsrâiloğullan'nın kendi çağlarında diğer milletlerden j üstün olduğu» şeklinde
yorumlayanlar çoğunluktadır,- ama üzerinde dikkatle durup incelediğimizde,
diğer eşyadan da üstün olduğu anlaşılmakta [ve insanın yaratılışındaki hikmete
uygun düşmektedir. [178]
«Hatırlayın ki, sizi
Fir'avn hanedanından îUriaraiK....»
İnsan hem bencil, hem
de aceleci ve hırslı olduğu kadar, nankör ve jnutkandır da.. Peygamber ve İlâhî
kitap, insanın bu sıfatlarını ifratla tef-hîtten kurtarıp faydah bir çizgiye
getirip kanalize eder. O bakımdan da inhanın hemen her çağda Allah'ın rahmet
eseri olan bu iki yol göstericiye ıtiyacı vardır. Tarihte, gönderilen
peygamberlere kuiak vermeyen kavim |e milletlerin sözü edilen sıfatlarının
tesiri altında herşeylerini kaybettik-
lerini hem kutsal
kitaplar, hem de yapılan tarihî tesbitler haber vermektedir.
Nitekim
İsrailoğullan'nın uzun yıllar üzerlerine çöken kâbustan kurtulmanın yol ve
çarelerini arayıp durduklarını biliyoruz. Allah'ın lûtfu tecelli edince Musa
Peygamber onlara kurtarıcı bir rehber olarak gönderildi. Çok üzücü ve
kaygılandırıcı olaylar birbirini izledikten sonra yine Allah'ın" lütuf ve
keremiyle, inayet ve rahmetiyle her türlü belâ ve sıkıntıdan kur-tuiup selâmete
erdiler. Refah kapıları açılıp nefsin arzuları ön plâna geçince, geçmişteki
sıkıntı ve dertleri unuttular. Kur'ân-ı Kerîm onların bu halini, idraklara neşter
vururcasına bir misal anlamında nakleder.
Geçmişteki olayları,
Allah'a yalvarıp yakarmaları, güvenip dayanmaları ve arkasından tecelli eden
yardım ve nusratlan unutmak, insanı çarçabuk eski azgınlık ve çılgınlık
bataklığına itebilir: O bakımdan nefsin sesine değil, aklın, tarihin, olayların
ve hepsinin üstünde ilâhî uyarıların sesine kulak vermek kadar kurtarıcı,
yönlendirici bir başka otorite düşünülemez..
O sese kulak
verilmediği takdirde, sadece bataklığa düşmekle kalınmaz, verilen nimetler bir
bir geri alınabilir ki, Mevlânâ'nın da dediği gibi, dünyada insanı kahreden en
kötü azaplardan biri, belki de başta geleni budur.. İsrâiloğullan'nın Arz-ı
Mev'ûd'dan çıkarılıp bir asra yakın esaret kaydı altında inletilmesi bunun
canlı örneklerinden sadece biridir.
Kur'ân böylece hem
yaşamakta olan Yahudileri, hem de diğer milletleri uyararak tarihî çok iyi
okuyup hayatlarını ve kaderlerini ona göre çizmeleri gereğine işarette
bulunuyor; özellikle mü'minleri eğiterek hayırlı bir toplum olma düzeyinde
bulunmalarını istiyor. [179]
142— Musa
ile otuz geceye sözleştik ve onu bir on gün ile tamamla-
dık. Böylece Rabbinin
belirlediği (ibâdet ve Tevrat'ı almaya hazırlanmak içîn) vakit kırk gece olarak
tamamlandı. Musa, kardeşi Harun'a, «Kavmim arasında benim yerime gec; işleri
düzene koy ve fesatçıların yoluna uyma!» dedi.
143— Ne vakit ki Musa belirlediğimiz vakitte geldi
ve Rabbi onunla konuştu. Musa: «Ey Rabbim! dedi, kendini bana göster de sana
bakayım». Rabbi ona: «Sen elbette beni göremezsin; ama dağa dikkatle bak, eğer
yerinde durursa beni görebileceksin demektir», buyurdu. Rabbi dağa tecelli
edince onu paramparça etti ve Musa da bayılıp düştü. Kendine gelince, «Seni
tenzih ve tesbîh ederim. Sana tevbe ile yöneldim ve ben mü'minlerin ilkiyim»
dedi.
144— (Rabbi ona:) «Ey Musa! dedi, şüphesiz ki seni
risâletimle (peygamberlik göreviyle) ve sözümle diğer insanlar arasından seçip
üstün kıldım. O halde sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!» buyurdu.
145— biz onun için Levhalar'da (dinî bir hayat
düzenlemesi için) her şeyden bir öğüt ve her şeyin hükmünü açıklar mahiyette
yazdık. (Artık ey Musa!) bunları çok ciddi olarak tut ve kavmine de bunların en
güzelini (derleyip) tutmalarını emret. İlâhî sınırları aşıp azgınlık
gösterenlerin yurdunu size göstereceğim.
Ashab-ı Kirâm'dan Ebû
Saîd el-Hudrî (R.A.) anlatıyor:
— Yüzüne tokat
vurulmuş bir yahudî, Resûlüliah (A,S.) Efendimiz'e gelerek dedi ki: «Ya
Muhammedi senin ashabından Ansar'a mensup bir adam yüzüme tokat vurdu.» Bunun
üzerine Resûlüliah (A.S.), «O adamı bana çağırın» diye emretti. Adam gelince,
Resûlüliah (A.S.) sordu: «Neden buna tokat vurdun?» Cevap verdi: «Ey Allah'ın
Peygamberi! Bu yahudinin yanından geçtiğim bir sırada «Musa Peygamberi
insanlara üstün kılana hamd olsun» diyordu. Ben de, «Muhammed'den de mi üstün
kılmıştır?» diye sorduğumda, «Evet, ondan da üstündür» diye cevap verdi. Bunun
üzerine öfkelendim ve bir tokat vurdum.»
Resûlüliah (A.S.)
Efendimiz şöyle buyurdu :
«Beni peygamberler
arasından ayırt edip seçmeyin. Çünkü insanlar kıyamet günü kendilerinden geçip
düşeceklerdir. İlk kendine gelen ben olacağım ve ansızın Musa ile birlikte
Arş'ın ayağına tutunmuş olacağız. Ancak onun benden önce mi kendine geldiğini,
yoksa Tûr'daki baygınlıklamı karşılık gördüğünü bilemiyorum.» [180]
«Böylece Rabbinin
belirlediği vakit kırk gece olarak tamamlandı.»
Kırk gün, kırk gece ve
kırk yıl, insan ruhunun gıda alabilmesi ve olgunlaşması bakımından çok
önemlidir ve oldukça tesirlidir. O nedenle Musa Peygamber'in Tevrat'ı telakki edip
alabilmesi için kırk gün oruç tutup kendini
bütünüyle ibâdete vererek hazırlanması
emredilmiştir. Aynı zamanda ilâhî lütuf ve nimetleri kısa
zamanda unutup buzağıya tapacak kadar alçalan ve Tevrat'ın emirlerinin çoğunu
hayatlarına uygulamıyan îs-railoğullan'nın yeni bir ruh, yeni bir imân ve
sağlam bir irfan kazanabilmeleri ve Tevhîd'in esasına ciddiyetle dönebilmeleri
için kırk yıl yurtsuz, başıboş ve şaşkın bir halde Arz-ı Mevûd'dan da uzak bir
bekleme dönemleri takdir edilmiştir.
Nitekim bir genoin,
ana-babasının gerçek kıymetini bilip takdir etmesi ve onlar için duâ edip
Allah'a gönülden şükretmesi de daha çok kırk yaşına gelince kendini
hissettirir, yani bu şuur iyice o çağda gelişir. Ahkaf sûresinde özellikle buna
işaret edilmektedir, Sevgili Peygamberimiz (A.S.) kırk yaşına girdikten sonra
risalet göreviyle taltif edilmiştir ve O da kırk gün ara vermeden ibâdeti
tavsiye etmiştir. Çünkü başlanılan bir ibâdetin zevkine ancak böyle bir süre
muntazam devam edildikten sonra varılabilir,
Bu hususta hadîslerde
geniş bilgi verilmiştir. Biz birkaç tanesini te-berrüken naklediyoruz :
«Cenaze namazını kırk
kişinin kılmasında ayrı bir rahmet vardır.» [181]
«İki nefha arası kırktır..» [182]
Açıklama : Bu, ya kırk
.gün, ya da kırk yıldır.
«Deccal'ın yeryüzünde
eyleşmesi ne kadardır?» sorusuna Peygamberimiz (A.S.) «Kırk gün» diye cevap
vermiştir. [183]
«Kur'ân'ı her kırk günde
bir okuyup (hatmedin)» [184]
«Mü'minlerden her kırk kişi bir mü'min için şefaat ederler.» [185] «İnsanın
hilkati anarahminde kırk günde biraraya gelip (oluşur).» [186]
«Kim kırk gece yiyecek
maddesini stok edip satmayarak ihtikârda bulunursa Allah ve Resulünden ilgisi
kesilir.» [187]
«Kim kırk gün ilk
tekbire ulaşarak cemaatle namaz kılarsa, kendisine iki berat yazılır: Ateşten
berat, nifaktan berat.» [188]
Bakara sûresi 51.
âyetin tefsirinde de bu konuya geniş yer vermiş bulunuyoruz.
Tevrat'ta Musa
Peygamber'in kırk gece beklemesiyle ilgili şu sözler yer almaktadır: «Ve Rab
Musa'ya dedi: Bu sözleri yaz; çünkü seninle ve İsraille bu sözlere göre
ahdettim. Ve orada Rab ile kırk gün, kırk gece kaldı; ekmek yemedi ve su
içmedi. Ve ahdin sözlerini, on emri levhalar üzerine yazdı.» [189]
Müfessirlerimizin
çoğuna göre, Musa Peygamber, zilkade ayında ve zilhiccenin ilk on gününde ilâhi
emre uyarak ibâdete kendini verip dünyevî bütün işlerden uzak kalmış ve böylece
Tevrat'ı telakki etme düzeyine gelmiştir ki, bu süre olgunlaşıp ruhen iyice
arınma dönemi sayılır.
Diğer bir rivayete
göre, Musa Peygamber otuz gün oruç tutup ibâdet etmiş ve on gün de inen
Tevrat'ı alıp hıfzetmiştir.
Aynı ayda, yani
zilhicce'nin ilk on gününde İslâm dininin hükümlerinin tamamlandığı hakKında
Arafat'ta Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz'e ilâhi vahiy indiği bilinmektedir. O
bakımdan zilhicce'nin ilk on gününün kendine has ayrı bir feyiz, rahmet ve
bereket havası vardır. [190]
EV Rabbım! dedi,
kendini göster de sana bakay ı m..»
Peygamberlerin
kalbinde kök salan Allah sevgisi, aşk derecesinde bütün hücrelerine sızmış ve
ruhî yapılarını bütünüyle kaplamıştır. O nedenle çocuk, anasını görmeye nasıl
çırpınıp can atarsa, Allah'tan gelen peygamber ruhu da öylece Allah'ı görmeyi
arzular. Bu, o dereceye varır ki, bazan ölçü ve kıstasları, kural ve programı
aşar. Nitekim Musa Peygamber de ilâhî hitabın inayet ve feyzine mazhar olunca,
ruhundaki aşk kaynayıp ölçü ve kıstası bir anda unutuverdi-ve bu manevî ruh
haleti içinde seslenerek «Ey Rabbım! kendini bana göster de sana bakayım..»
arzusunu dile getirdi. Tamamen ruhiaşamadiğı için de, dağa akseden ilâhî
tecelli karşısında bayılıp düştü.
Tevrat'ta bu olay
şöyle yazılıdır: «Ve Musa dedi: Niyaz ederim, kendi izzetini bana göster. Ve
dedi: Ben bütün iyiliğimi senin önünden geçireceğim, ve Rabbın ismini senin
önünde ilân edeceğim ve lütfedeceğim adama lütfedeceğim ve acıyacağım adama
acıyacağım. Ve dedi: Yüzümü göremezsin; çünkü insan beni görüp de yaşıyamaz. Ve
Rab dedi: İşte, yanımda bir yer var, ve kaya üzerinde duracaksın ki, izzetim
geçtiği zaman seni kayanın bir kovuğuna koyacağım ve ben geçinceye kadar elimle
seni örteceğim ve elimi kaldıracağım ve arkamı göreceksin, fakat vüzüm görülmeyecek.»
[191]
Görüldüğü gibi,
Tevrat'a insan sözü karıştığından Allah bir bakıma cismanîleştirilmiş ve asıl
olay mecrasından kaydırılmıştır. Kur'ân ilâhî beyanıyla hem konunun özünü
vermekte, hem de Tevrat'ı tashîh etmektedir. [192]
«Rabbı ona, sen
elbette beni göremezsin... buyurdu.»
Allah, her türlü
zaman, mekân, suret, yön ve düşüncenin ötesinde, mahiyeti bizce bilinmeyen ve
bilinmesi mümkün olmayan öncesiz, sonrasız en yüce kudrettir. Ancak
sıfatlarının tecelli ve tezahürleriyle bilinebilir. Gözler O'nu idrâk edemez,
O bütün gözleri ilmiyle, kudretiyle, rahmet ve inâyetiyle kapsayıp kuşatmıştır.
İnsan ise, önce sonsuz bir kudret değildir; başlangıcı, sonu, sınırı vardır.
Zaman, mekân, suret ve düşünce sınırlan içindedir. Küçücük bir karıncanın
yerküreyi bir top gibi görmesi nasıl mümkün değilse, insanın da Allah'ı, O
sonsuz ve sınırsız kudreti görmesi öylece imkânsızdır. Sınırı ve büyüklüğü
kesin ölçülerle bilinmeyen,
fakat sınırı olan
kâinatı bilip bir bütün halinde göremiyor, kapsayamıyoruz. Nerede kaldı Allah'ı
görebilmemiz..
Allah'ın ilim ve
kudretinin tecelli ve tezahürlerinden bir kısmını görüp anlamamıza gelince,
şöyle bir misal verebiliriz; Kentin her ev ve sokağına uzanan elektrik akımını
ancak belli cihazlarla anlamak mümkün oluyor. Akımı bizzat göremiyoruz. Onun
gibi Allah'ın tecelli eden ilim ve kudretinin tezahürlerini görebiliyor, ama o
kudretin kendisini göremiyoruz.
Ancak âyette bir
ii.çelik var: Cenâb-ı Hak, Musa'ya; «Elbette sen beni göremezsin!» buyurmuş
da, «Ben görülmem veya görüiemem» buyurma-mıştır. Bundan anlıyoruz ki, Âhiret
âleminde O'nun cemalini keyfiyeti bizce meçhul bir anlamda görmek mümkündür. [193]
Sözü edilen her iki
mesele de farklı rivayet ve yorumlara konu olmuş, ciltlerle kitap yazılmıştır.
Biz onları bir bir nakletmeyi uygun bulmuyoruz. Çünkü hacmimiz ve konumuz buna
müsait değildir. Sadece meseleyi dinî, ilmî ve aklî yönden ele alıp özetlemeyi
yararlı görüyoruz.
Peygamberimiz (A.S.),
Mi'rac gecesi Rabbını görebilmişse, Onun gibi «ulû'l-azim»den sayılan Musa
Peygamber neden görememiştir? Bunun cevabı gayet açıktır:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin, Mi'rac gecesinde maddî yapısı ruhî yapısına dönüşmüş ve bütünüyle
ruhlaşmıştı. Böylece o, bir bakıma zaman ve mekân kaydından sıyrılarak
fizikötesinde Rabbının dilediği manevî makama yükselip ilâhî kudretin azamet
ve esrarını müşahede bahtiyarlığına erişmiştir. Kâinat bir tepsi görünümünde
gözlerinin önüne serilmiş, ilâhî sanatın bedi' örneklerinden birine daha şahit
olmuştur. Ve özel bir tecelli eseri Rabbını keyfiyetsiz olarak görüp O'nun Cemal
sıfatının füyuzatına mazhar kılınmıştır.
Şüphesiz ki,
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin şerefli ruhları, ezelde il-tifat-i sübhaniyeye
lâyık görüldüğünden yüksek bir kudreti kendinde taşıyordu. O bakımdan onun
için sözü edilen tecelliler, ilk yaratılan Kalem ile Levh-i Mahfuz'a
yazılmıştı. Sırası gelince aynen gerçekleşti. Artık ilâhî Cemal sıfatının
tecellisi karşısında bayılması, kendinden geçip şuursuz kesilmesi söz konusu
değildir. Hem Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz, peygamberler zincirinin eh son,
fakat en büyük halkasıdır. Peygamberlerin herbiri birer inci, o, onların
ortasında büyük bir pırlantadır. Bütün milletlere ve çağlara seslenme görevini
yüklenmiştir, O halele şerefli ruhları Kı-yâmet'e kadar kâinatın üstünde
bulunup yer ve gökleri nuruyla aydınlatmaya devam edecektir. Çünkü kâinat o
nurdan yaratılmıştır, yani Onun nuru, kâinatın özü ve mayasıdır.
İşte Musa Peygamber
(A.S.) bu mazhariyetlerle taltif edilmediğinden kendine has bir sınırda
bulunuyordu. Bütün insanlara değil, sadece İsrâ-iloğulları'na gönderilen bir
peygamberdi. Hem ilâhî tecellilere, Cemal sıfatının ezelî nurunun dağa
yansımasına şahit olurken, bedeni ruhuna dönüşmemiş, sadece beden bütünüyle
ruhuna tabi olarak maddî alemle bir süre ilgisini kesip beşeri ihtiyaçlarını
tatil etmiştir. O bakımdan Cemal sıfatının yansıyan tecellisine bile tahammül
edememiştir. Aynı zamanda Musa Peygamber, Tur dağında, zaman, mekân, suret ve
düşünce sınırlan içinde bulunarak Rabbısıyla, Onun surette tecelli eden
Kelâmıyla konuşmuştur.
İlâhî kelâm veya vahiy
önce, bir nur şeklinde ağaçta tecelli etmişti. Bu, suretten surete seslenme,
konuşma kolaylığını getiriyordu. O bakımdan vahyin bu ilk döneminde Musa
Peygamber fazla bir sarsıntı geçirme-miştir. Eğer Allah doğrudan Musa'ya hitap
etmiş olsaydı, mümkün değil Musa dayanamaz, bir anda erir ve tükenirdi. Çünkü O
çok Yüce Kudret'in doğrudan hitabını ancak tamamen ruhlaşıp her türlü maddî
kayıtlardan, zaman ve mekân kavramlarından sıyrılan bahtiyarlar kaldırmaya güç
getirebilirler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Mi'rac gecesindeki durumu işte
bu esrara bürünmüş bir derecede idi. Konuyu dikkatle incelediğimizde,
Mekke'deki yatağı henüz soğumadan Mi'rac'dan dönmüş bulunuyordu. Bu da O'nun o
gece tamamen ruhlaştığını isbatlayan belgelerden biridir. [194]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e vahiy indiğinde, durumu bir anda değişi-verir, baygınlık geçirir
gibi bir hal alırdı. Sebebine gelince: Risaletin taşıdığı yüksek hikmetin
ışığında şöyle bir açıklamada bulunabiliriz : Vahiy, Allah'ın Kelâm sıfatının
bir tecellisidir. Onu getiren melek ise en büyük Ruh'tur, yani melekût âleminde
ondan daha büyük bir melek ve ruh yoktur. Böylece insanın kaldırmaya takat
getiremiyeceği iki büyük kudret "bir-den inmiş oluyordu. O bakımdan
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in sözü edilen iki kudretle uyum haline girmesi
gerekiyordu. Bedenî ruhuna dönüşürken madde alemiyle ilgisi kesiliyor ve
bütünüyle mânaya yönelmiş oluyordu. Renginin değişmesi, yerinde hareketsiz
kalması bu dönüşme ve oluşmanın tabii neticesi idi.
Musa Peygamber'e
gelince, o, yukarıda da belirttiğimiz gibi, inen kudretin önce surette
tecellisiyle telâkkisi mümkün ve kolay bir düzeye geliyor, sonra da suretten
surete geçiş sağlanıyordu. O nedenle bedeni ruh-laşmadığmdan kendisinde fazla
bir değişiklik müşahede edilmiyordu. Ama Tur'da Allah'ın Cemal sıfatının dağa
yansıması, her ne kadar ilk anda başka bir surette teceili etmişse de, tarifi
gayr-i mümkün bir nur görünümünde olup madde kesafetini eritip tuz-buz edecek
yüksek bir kudreti hâiz olduğundan Musa Peygamber'in maddî varlığı tahammül
edememiş, ruhundaki peygamberlik nuru sayesinde eriyip yok olmaktan
kurtulmuştur.
Nitekim Şeyh Muhyiddin
el-Arabî (K.S.) bu hususu, Fütuhat-i Mekki-ye'nin üçüncü cildinde çok doyurucu
bir anlatımla açıklamıştır. O bakımdan bu önemli konuyu daha çok Şura sûresi
51. âyette açıklamış bulunuyoruz. [195]
Naklî deliller bunun
mümkün olduğunu belirtmektedir ki doğrudur. Çünkü insanoğlu dünyada eskiyen ve
yaşadığı âlemin şartlarına göre hazırlanan beden denilen elbiseyi ölüm olayı
ile attıktan sonra bir süre Berzah âleminde ruhî bir tekâmül geçirir ve böylece
ruh, ikinci âlemin şartlarına elverişli ve oradaki şartlarla uyum sağlayacak
yeni bir bedene girmeye hazırlanır. O beden artık eskimiyecek, yıpranmıyacak
ve ölmeyecek bir özelliktedir. Âhirette ruhla birleşip bir bakıma ruhlaşması,
ona ayrı bir nitelik ve hususiyet kazandırır. Cennet'te aldığı gıdalar da onun
bu yapısıyla uyum sağlar vasıftadır; oradaki yiyecek maddelerinin posası
yoktur,-yenilince hemen enerjiye dönüşür ve kendine has artığı buharlaşarak bedenden
ayrılır.
O halde insan,
Âhiret'te daha çok ruhlaştığı ve Dünya'daki câri birçok kayıtlardan kurtulduğu,
meleklerle birarada bulunduğu, onları rahatlıkla gördüğü ve her an kaynaşma
halinde bulunduğu için Allah'ın Cemal sıfatının tecellisini çok net biçimde
müşahede etmeye elverişlidir.
Sonuç olarak
diyebiliriz ki, Âhiret âleminde Cennet'e girenler, Allah'ın Cemal'ini veya
O'nun tecellisini ayan-beyân görürler. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
ümmetine bu müjdeyi vererek şöyle buyurmuştur:
«Şüphesiz ki sizler,
şu bedir gecesinde ay'ı gördüğünüz gibi, Rabbı-nızı göreceksiniz...» [196]
«Biz onlar için Levhalar'da
(dinî bir hayat düzenlemesi için) herşeyden bir öğüt ve her-şeyin hükmünü
açıklar mahiyette yazdık.»
Gerek bu âyetten,
gerekse aynı sûrenin 150 ve 154. âyetlerinden ve Tevrat'taki anlatım şeklinden
bu kitabın parça parça değil de bir defada bütünüyle indirildiğini ve Musa
Peygamber tarafından papirüs kil levhalar üzerine yazıldığını anlıyoruz. Ancak
Şeyh Muhyiddin el-Arabî, kendi keşif ve müşahedelerine dayanarak Fütuhatta
şöyle diyor; «Allah, Tevrat'ı kendi eliyle (kudret kalemiyle) yazdı.» [197]
Müfessirlerden çoğuna
göre, Musa Peygamber'e indirilen ilk hükümler iki levha üzerinde konular
özetlenmiş şekilde bulunuyordu. On emir de bu hükümler arasında yer alıyordu.
Sonra diğer hükümler ihtiyaç duyuldukça indirilmiştir.
Bu yorumun sahîh
olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü müfessirîer Tevrat'ın Çıkış bölümünde kapalı bir
şekilde anlatılanı bir bakıma dikkate alarak böyle bir sonuca varmışlardır.
Oysa biz Tevrat'ın o kısmının değiştirilip değiştirilmediğini kesin olarak
bilmiyoruz.
Ünlü İngiliz ilim
adamlarından James CHURCHVVAR bu konuda bilimsel bir araştırmasına dayanarak
diyor ki
«Musa, derin bilgili
ve bir üstad idi. Dinde ve bilimde yüksek derecelere erişmişti. Tevrat'taki
hataların kaynağı ise başkadır. Musa Tevrat'ı doğru yazmıştı ve sembollerle
ifade etmişti. Sonraki tercemeler bunları bozmuştur. Musa'nın yazıları Mısır
hiyeroglifi ve hiyaretikleriyle yazılmıştır. Papirüs kil tabletler üzerine
yazmıştı. İsrâiloğulları'nın Mısır'dan çıkmalarından sekiz asır sonra Ezra bir
grupla beraber İsrail tarihiyle ilgili bütün tabletler ve yazılan biraraya
toplayarak bunları bir kitap şekline soktu, Tevrat meydana geldi. Ezra ve
yardımcılarının Mısır yazısı hakkında derin bilgileri olmadığından bu
yanlışlıkların olması tabiidir. O yazıları yalnız bir üstad anlayabilirdi.
Bunların yetersizliklerini Mısır, Kaide, Hindu ve Maya belgelerinde gördüğümüz
orijinallarıyla karşılaştırdığımızda anlıyoruz. Musa'nın yazdıkları makuldür.
Onlar ise saçmaladılar, çok yerde anlamadıkları sembollere rastlayınca oraya
tarihî hikâyeler, efsaneler sıkıştırdılar.» [198]
Ezra kimdir?
Yahudilikle ilgili
kuralları biraraya getiren büyük haham (M.Ö. V. yüzyıl) Babil ülkesinde Pers
sarayının çevresinde yaşadı ve yahudilikle ilgili işlerle görevlendirildi. [199]
Ayrıca Tevrat'ta ayrı
bir bölüm oluşturan EZRA kitabı yer almaktadır. Bu bölümde Fars ve Babil
krallarından, İsrâiloğulları'ndan; sonra da İsrail kavminin soy itibariyle
sayılarından ve soy ağaçlarından söz edilir. Ezra'nın İsrâiloğulları'nın
başına geçip onları yeniden irşad edip Rabba çevirdiği anlatılır. [200]
Sözünü ettiğimiz
bölümde BaDM kralı Nebukadnetsar'dan bahsedildiğine bakılırsa, bu ismin
aslının Nabukodooser olduğu (M.Ö. VI. yy.)da yaşadığı ortaya çıkıyor ki, James
CHURCHVVAR'ın tesbitinin isabetli olduğu anlaşılıyor.
Ayrıca Musa'ya (A.S.)
indirilen kutsal kitabın levhalar üzerine yazılı olduğu Tevrat'ta geniş şekilde
bahsedilmiştir. Onlardan bir bölümünü nakletmek suretiyle bir netice çıkarmak
istiyoruz:
«Musa Peygamber dağdan
inince İsrâiloğulları'nın altundan bir buzağı yapıp tapındıklarını görmüş ve
öfkesi alevlenerek elindeki levhaları atıp dağın eteğinde onları kırdığı, sonra
da Rabbın Musa'ya ; «Kendin için evvelkiler gibi iki taş levha yont ve kırdığın
levhalar üzerinde olan sözleri bu levhalar üzerine yazacağım.» dediği
belirtilmektedir. Kanaatımızca bu da bir terceme hatasıdır. Çünkü Musa
Peygamber'in levhaları kırılıp parçalanacak şekilde yere çarpması düşünülemez.
Ayrıca kırılan levhaların yerine yeni levhaları yontup hazırladıktan sonra
Tevrat metinlerini Allah'ın değil, Musa'nın yazması söz konusudur. O kısımda da
bir hata sırıtmaktadır. [201]
«Ve kavmine de
bunların en güzelini (derleyip) tutmalarını emret.»
Âyetin zahirine bakılınca,
Allah kelâmı olan Tevrat'ın güzel ve en güzel diye bazı kısımlara ayrıldığı
anlaşılıyor. Oysa Allah sözünün hepsi güzelin en güzelidir. Hepsi de son derece
yararlı ve yol göstericidir. Ancak .konunun biraz derinliğine indiğimizde
görürüz ki, ilâhî hükümlerden ahlâkî, itikadı ve sosyal anlamda öyleleri
vardır ki, insan ruhunu cilalar, vicdanları geliştirir; uygulanınca da insanı
olgunlaştırır; meselâ gösterişten uzak sırf Allah'ın hoşnutluğuna erişmek için
yapılan ibâdet, Allah yolunda mal ve canı vakfederek hizmete koyulmak;
karşılığını yalnız âlemlerin Rabbından bekleyerek insanlara yardımcı olmak o
hükümlerin en güzelleridir. Ancak unutmayalım ki, bu, biz insanlara
nisbetledir. Ailenin veya toplumun önemli bir ihtiyacının karşılanmasını sağlayan,
açılan bir yarayı kapamayı gerçekleştiren bir hüküm o aile ve o topluma göre,
hükümlerin en güzelleridir. Bir başka hüküm, başka bir millet ve kavimden yana
birçok faziletlere kaynak teşkil ediyorsa, o da onların yapısına göre, en güzel
hükümlerden biridir, Böylece ilâhî hükümler uygulandıkları aile, toplum, kavim
ve milletlerin ihtiyaç, yarar ve saadetlerine oranla güzellik ve daha güzellik
vasfını alır. Yoksa aslında Allah'ın bütün hükümleri, hükümlerin en güzeli,
sözleri de sözlerin en güzelidir. Tıpkı yeryüzünde insanlara verilen gıda
maddeleri gibi, onların hepsi de ilâhî nîmetin hüviyet ve damgasını taşıdığı
için son derece güzeldir, ama insanlara nisbetle, kişilerin zevk ve ihtiyacına,
iştiha ve arzusuna göre değer ölçüsü sınıflandırılır.
İşte Tevrat'ın
taşıdığı ilâhî hükümlerin « en güzelinin ve en iyisinin dinlenip tutulması,» sözü bu
hususlara işaretle söylenmiştir.
Kur'ân'da Allah
sözünün en güzel söz olduğu şöyle ifade edilir: «Allah sözün en güzelini
indirdi,.,.» [202]
Âyetin son kısmında
ise, «Rabbından saygı ile korkanların ondan derileri ürperir, sonra da hem
derileri, hem kalbleri Allah'ın zikrine yumuşar»
sözleri yer almakta,
ilâhî kelâmın ne kadar güzel, faydalı, yönlendirici olduğu istisnasız
belirtilmektedir. [203]
Yukarıdaki âyetlerle,
İsrâiloğullan'nın düzenli, disiplinli dinî bir hayat yaşamaları için Tevrat'ın
indirildiği belirtildi. Sonra da bununla amel ettikleri takdirde, ilâhî
sınırları aşan bir kavmin yurduna yerleştirilecekleri müjdelendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
imân nimetine erişen ve ilâhî inayete lâyık görülenlerin her geçen gün
tevazuiarının artmasına işaret ediliyor, büyüklük taslayanların imân
nimetinden yoksun kalacakları
haber veriliyor; ilâhî
âyetlere ve âhirete
inanmayanların amellerinin boşa gideceğine dikkatler çekilerek hem
İsrâiloğulları, hem de inkârı sanat edinen maddeciler uyarılıyor. Mü'minlerin
bu hususta çok dikkatli olmaları kapalı bir anlatımla işleniyor. [204]
146— Yeryüzünde haksız^ yere büyüklük taslayanları
âyetlerimizden çevireceğim. Onlar her âyeti (ve açık belgeyi) de görseler yine
inanmazlar ona. İyilik, doğruluk ve düzenlik yolunu da görseler, onu
(kendilerine) yol edinmezler; azgınlık ve sapıklık yolunu görürlerse, onu hemen
(benimseyip) yol edinirler. Bu böyle; çünkü onlar âyetlerimizi yalanlamayı
sanat edinmişler ve hep ondan gaflet edegelmişlerdir.
147— Âyetlerimizi ve Âhiret'e kavuşmayı
yalanlayanlar var ya, onların amelleri boşa gitmiştir. Onlar ancak, amel
edegeldiklerinin karsılığıyla cezalandırılırlar.
«Onlar her âyeti (ve
açık belgeyi) de görseler yine inanmazlar.»
Nasıl sevgi kanunu her
ferde iki emir verir: Birincisi başkalarına iyilik yapmak, ikincisi de
başkalarının kendisine iyilik yapmasını önleyen kusur ve zaaflarını
düzeltmek.. Onun gibi, Allah'a kul olma kanunu da her fert ve aileye iki emir
verir: Birincisi, bütün mevcudiyetiyle Hakk'ın irâdesine teslim olmak;
ikincisi karşılaştığı her insana inanç ve yaşına, bilgi ve irfanına göre ilgi
ve saygı gösterip, mü'min ise, kendisinden daha az günah işlemiş ve daha çok
iyilikte bulunmuş olabileceğini düşünerek tevazu kanadını yere sermek..
Sevgi, saygı ve
Allah'a kul olma kanunlarından kaynaklanan emirlerin dışına çıkanların üç
önemli hastalığa yakalanacakları ve tedavisinin çok zor olabileceği ilgili
âyetle şöyle sıralanıyor:
1— Açık âyet ve belgeyi görseler yine
inanmazlar.
2— İyilik, düzenlik yolunu görseler yine de
kendilerine yol edinmezler.
3— Azgınlık ve sapıklık yolunu görürlerse, onu
hemen yol edinirler.
Böylece sıraladığımız
üç manevî hastalığın kaynağı, bencillik, kendini beğenmişlik, büyüklük
taslamak, başkalarını hep küçük görmektir. Kur'ân Fır'avn'ı tipik bir misal
olarak veriyor ve sonra Mekkeli mağrur müşriklere attfta bulunarak her çağda ve
hemen her ülkede bu gibilere rastlamanın mümkün olduğuna işaret ederek o
gibilerin karakter yapısını belirliyor. [205]
«Yeryüzünde
haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimizden çevireceğiz.»
İlâhhk iddiasında bulunacak
kadar büyüklük taslama hastalığına yakalanan Fir'avn ve yandaşlarının helakim
hazırlayan sebeplerin başında bu hastalığın geldiği dolaylı şekilde ifade
ediliyor. Musa Peygamber'in gösterdiği bir çok belgelere ve mu'cizelere rağmen
Allah'a kul olmayıbir türlü sahte gururuna yediremiyen Fir'avn, sadece kendi
helakine değil birçok insanların ilâhî hükmün altında can vermesine de sebep
olmuştur'O ba kımdan Kur'ân, M.s.r'daki müşriklere dikkatleri çekerken daha çok
onla-
rı idare edip yöneten
Fir'avn üzerinde durur ve mağrur bir hükümdarın bir milleti de kendisiyle
birlikte uçuruma yuvarlayacağını çok duyarlı sözlerle anlatarak İnsanları ve
milletleri uyarır.
O halde sapıklık,
kibir ve gurur zulümle birleşip, herşeye rağmen Hak'tan yüzçevirince, sünnetullah
harekete geçer; o, belirlenen noktaya gelince ilâhî emir iner. [206]
Toplum ve milletlerin
manevî zırhı, hakiki din ve o dinden kaynaklanıp iyi-yararlı örf ve âdetle
birleşen ahlâktır. Bu zırhtan milletini mahrum edenler, yavaş yavaş kendilerini
tasfiyeye tabi tutmuş olurlar. Çöken aile ve kavimlerin çöküş sebepleri
araştırıldığında temelinde ahlâksızlığın yattığı görülür.
Rahatlıkla diyebiliriz
ki, ahlâksızlığı doğuran faktörler arasında, büyüklük taslamanın, başkalarını
küçümsemenin payı çok büyüktür. Çünkü kibir ve gurur, Hakk'ı ret ve inkâr,
kalbi örten kesif bir tabaka oluşturur; vicdanı köreltip ruhu safiyetinden
uzaklaştırarak karartır. Böylece nefis denilen iç kuvvet, İblîs denilen dış
kuvvetle birleşmenin ve dörtnala gitmek için alanı boş bulmanın bütün
imkânlarına kavuşmuş olurlar. Artık hayat dizginini nefis ve İblîs'in eline
teslim edip ruhî yapısını kibir ve gurur tokmağı altında tanınmaz hale sokan
bir kişiye ne ilâhî âyetler, nede akla ve vicdana seslenen semavî belgeler tesir
eder. Fir'avn ve ülkesinin ileri gelenleri bu dereceye düşenlerden bir
kısmıdır.
Allah ile yarışmaya
kalkışan, tabir caizse, O'nunla boy ölçmek isteyen gafiller hemen her ülkede
bulunabilir. Kur'ân bunlarla ilgili ezelî mesaj ve uyarıyı şu cümlelerle ifade
ediyor: «Âyetlerimizi ve âhiret'e kavuşmayı yalan sayanlar var ya, onların
amelleri boşa gitmiştir. Onlar ancak işleyegeldiklerinin karşılığıyJa
cezalandırılırlar.»
Bu ceza iki türlüdür:
Birincisi, dünyadan ayrılmadan ulaştıkları küfür ve ahlâksızlık grafiğinin üst
çizgisinde yakalanıp başaşağı edilmeleri; ikincisi, Ahiret'te en âdil terazi
başında hesap verip lâyık olduğu yere sevke-dilmeleridir. Çünkü ceza amelin
cinsindendir; büyüklük taslayıp yeryüzünde azgınlık gösterenler, Cehennemde
ayaklar altında çiğnenip rezil ve rüsvay edilirler. Saf sûresinde bu âdil ölçü
şöyle belirtiliyor: «Ne vakit*ki, onlar (haktan bâtıla) meyledip saptılar,
Allah da onların kalblerini (hakkı kabulden uzak tutup) eğik hale getirdi.
Allah, hakkın sınırlarını çiğneyip yozan (fisk u fücur işleyen) milleti doğru
yola çıkarmaz.» [207]
Yukarıdaki âyetlerle,
yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayıp İnkâr, azgınlık ve ahlâksızlığı şiar
edinenlerin her türlü ilâhî rahmet ve fü-yüzattan kendilerini marhum edecekleri
belirtildi. Sonra da Allah'ın indirdiği kitaba inanmayıp Âhiret'i inkâr
edenlerin hiçbir amelinin Allah yanında bir değer taşımıyacağı, yaptıklarının
boş ve anlamsız olacağı hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
Fir'avn'ın gurur ve zulmünden kurtulan Isrâiloğul-ları'nın Allah'ı
maddeleştirme eğilimleri konu ediliyor ve o yüzden büyük bir haksızlık
işledikleri anlatılarak günah ve inkârdan sonra dönüş yapıp Hakk'a yönelmenin
mümkün olduğuna işaret ediliyor. Tur'dan inip gelen Musa Peygamberin onların
şirke heveslendiklerine çok üzüldüğü tasvîr edilerek olayın üç önemli safhası
üz_erinde duruluyor. [208]
148— Musa'nın (belirlenen vakitte Tûr Dağı'na
çıkması) ardından kavmi, kendi
zînetlerinden üç boyutlu böğüren bir buzağı heykeli yapıp (ilâh) edindiler. O
buzağının kendileriyle konuşamıyacağıni ve bir yol da göstere m iveceğin i
görmediler mi?! Onu kendilerine ilâh edindiler; zaten onlar zâlimler idiler.
149— Ne vakit ki, yaptıklarına için için pişmanlık
duydular ve kendilerini cidden sapıtmış gördüler, «and olsun ki Rabbimiz bize
merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa elbette zarara uğrayanlardan oluruz!»
diyerek (günahkâr âsî olduklarını dile getirdiler).
150— Musa (Tûr Dağı'ndaki görevini tamamlayıp)
kavmine öfkeli ve üzgün bir halde dönünce, (Harun'a): «Benden sonra yerime
geçip ne kötü işler işlemişsiniz! Rabbimizin emrini (size vereceği azabı) mı
acele beklediniz?» dedi ve elindeki (Tevrat âyetleri yazılı) Levhaları
bırakıverdi de kardeşinin başından tutup kendine doğru çekmeğe başladı. Kardeşi
ona : «Anamın oğlu! doğrusu bu kavim beni küçümseyip hırpaladılar ve neredeyse
beni öldürüyorlardı; artık sen de bana karşı düşmanları sevindirme ve beni bu
zâlim kavimle bir tutma» dedi.
151— (Musa:) «Ey Rabbim! beni ve kardeşimi bağışla
ve bizi rahmetine sok; sen merhamet edenlerin en çok merhamet edenisin» diye
duâ
etti.
152— Buzağıyı ilâh edinenlere gelince : Şüphesiz
ki, Rablerinden bir gazap ve Dünya hayatında da bir aşağılık ve alçaklık onlara
erişecektir. İşte yalan atıp iftira edenleri böyle cezalandırırız.
153— Kötülükleri işledikten sonra tevbe edip
dosdoğru imân edenlere gelince : Şüphesiz ki Rabbın tevbelerinden sonra (onlar
hakkında) çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
154— Musa'nın öfkesi yatışınca, Levhaları koyduğu
yerden aldı; onların bir nüshasında, Rablarından korkanlar için doğru yolu
gösterir belgeler ve rahmet (yazılı) idi,
«Musa'nın (belirlenen vakitte
Tûr'a çıkması) ardından kavmi kendi zînetlerinden üç boyutlu bö-ğüren bir
buzağı heykeli yapıp (ilâh) edindiler.»
Isrâiloğullan,
Mısır'da uzun süre bulundukları için ora halkının inek ve benzeri hayvanları
kutsal sayıp putperestliğin değişik çalkantıları içinde hem canlısına, hem de
maden veya taştan yontulmuş şekillerine ibâdet ettiklerini görmüş ve bunu
kısmen de olsun benimsemişlerdi. Ruhlarına işleyen putperestliği bütünüyle
söküp atamıyor, Musa Peygamber'den ayrı kaldıkları zamanlarda bu temayülleri
bazan söze, bazan da tatbik alanına kayıyordu.
Diğer yandan İsrâiloğulları'nın
değer ölçülen madde ve dünya saltanatı idi. O bakımdan Allah'ı hem millî tanrı
sayar, hem de Onu maddeleş-tirmek isterlerdi. Musa Peygamber'in kırk gün
aralarında bulunmayışından yararlanarak, daha doğrusu bunu fırsat sayarak
putperestlik özlemlerini gidermeye çalıştılar. Üzerlerinde taşıdıkları altun
süs eşyasını toplayıp bir-araya getirerek Samirî adında bir kuyumcu marifetiyle
böğüren bir buzağı heykeli yaptırdılar ve onu kendilerine ilâh edindiler.
«Onu kendilerine ilâh
edindiler; zaten onlar zâlimler idiler.»
Kur'ân bu âyetle,
İsrâiloğulları'nın doğru yolu seçtikten sonra kendilerine haksızlık ederek
tekrar küfre dönmelerini zalimlik olarak açıklarken, hem Yahudilerin irsi
karakteri hakkında bilgi veriyor, hem onlar kadar zengin olmayan Mekke
putperestlerini uyarıyor, hem de Müslümanlara Hakk'a
ibâdeti her şeyin
üstünde tutup maddeyle mâna arasında ciddi bir denge kurmalarına işarette
bulunarak en doğru yolu gösteriyor. Şöyle ki:
1— Yahudiler daha çok maddî değerleri amaç
edinen bir millettir. Bu, onların ruhuna öylesine işlemiştir ki, altundan
buzağı yapıp ilâh edinecek ve Harun Peygamber'in hiçbir uyarısına kulak
vermeyecek kadar şaşkınlık göstermişlerdir.
Böylece Yahudiler
görünmeyen bir ilâhtan çok görünen ve elle tutulabilen bir İlâha ihtiyaç
duymuşlardır.
2— Buzağının altundan imal edilmesi, aracın amaç
edinildiğinin bir başka belgesidir.
3— Buzağının üç boyutlu bir heykel şeklinde
yapılması, daha çok tatmin olmaya yönelik bir arzunun ürünüdür.
4— Buzağının
içinde birkaç kanal açık bırakılarak rüzgara karşı tutulmasıyla böğürür gibi
ses çıkarması, sığıra tapınmanın içten dışa vuran bir başka görünümüdür. Aynı
zamanda yetişmekte olan kuşakların kalbve kafasında silinmez izler bırakmaya ve
Allah'a ortak koşmakta bir sakınca olmadığı imajın! vermeye yönelik bir
sapıklıktır.
5— O çağda
altun ve benzeri madenlerin çok iyi işlendiği, kuyumculuğun çok ileri olduğu
ve el sanatlarının rağbet gördüğü anlaşılıyor.
Müslümanların bu
tarihî olaydan alacağı öğüt ve ibreti de şöyle özetli-yebiliriz :
a) Gerçek değer ölçüsü, kişilerin kalb ve
vicdanında hâkim olup, iç otorite kuran Allah sevgisi ve korkusudur. Madde ve
makam birer araçtır. Asıl amaca erişebilmek için kullanıldıkları ve
değerlendirildikleri ölçüde kıymetlidirler.
. .
b) Sanatı, bugünkü tabirle ilim ve tekniği kötü
yolda kullanmak ve bunlarla diğer milletleri ve toplumları sindirip sömürmek,
hiçbir millete hayır ve rahmet kapılarını açmaz; yetişmekte olan kuşaklan
olumsuz yönde tesir altına alıp ruhen dejenere eder. O halde İslâm'a göre,
sanat ve sanatkâr her yönüyle eğitici, öğretici, ruh ve mâna, ahlâk ve fazîlet
aşılayıcı olmalıdır.
c) Maddeyi gerçek ve son kıymet ölçüsü kabul
edip ilâhlaştıran millet ve toplulukların, ruhları silik hale getiren,
beyinleri yıkayan kültürünün tesirinden korunmak şarttır. Aksi halde yabancı
kültüre karşı insanda zamanla bir eğilim başlayabilir ki, sonu çok tehlikeli
olabilir. O bakımdan Re, sûlüllah (AS.) Efendimiz : «Kim bir kavme (topluluk ve
millete) benzemeye
özenirse, o da onlardan
sayılır.» [209] «Bizden başkasına
benzemeye öze nen kimse, bizden değildir.» [210]
buyurarak ümmetini uyarmıştır.
d) Her şeyi lâyık olduğu yere koymak ve
yaratıldığı amaca yöneltmek, adalettir. Bunun aksini yapmak zulümdür. İslâm'a
göre, her şey kâinat planında layık olduğu yere konulmuş ve insanlara hizmet
için belii bir gayeye çevirilmiştir. Bunu değiştirmek veya yok etmek,
dengesizlik ve düzensizlik doğurur. Yahudiler Tevrat'ı lâyık olduğu yere ve
indirildiği amaca çevirmedikleri için zillet ve meskenete duçar oldular,
asırlarca bunun sıkıntısını çektiler. O bakımdan alınlarına «zâlim» damgası
vuruldu.
e) Kıymetli madenler, servet ve makamlar,
tapınmak, ilahlaştınlmak için değil, Yüce Yaratan'ın rızası doğrultusunda kullanılmak ve istifade edilmek için var
kılınmışlardır. [211]
>>Ne vakit kiyaptıklarına için için
pişmanlık duydular ve kendilerini cidden sapıtmış gördüler, and olsun ki
Rabbımız bize merhamet
etmez ve bizi bağışlamazsa, elbette zarara uğrayanlardan oluruz» diyerek,
yeniden doğru yola döndüler. Tevhit dinini benimseyip Musa ve Harun
peygamberleri kendilerine önder ve lider kabul ettiler. Musa Peygamber'in ciddi
müdahalesi ve tavizsiz kararı olmasaydı, İsrailoğulları putperestliğin içine
kayıp kurtulması zor bir girdaba yakalanacaklardı. İşledikleri günah küfrü
gerektiren bir «şirk» idi. Ama her günahtan olduğu gibi, «şirk» günahından da
kurtulmanın yolu, ciddi bir pişmanlık ve samimi bir dönüşle Hakk'a teslim olmaktır,
İsrailoğulları da işledikleri büyük hatâyı anlamakta gecikmediler ve derin bir
pişmanlık içinde tevbe ve istiğfarda bulundular. Cenâb-ı Hak, tevbeleri çokça
kabul edendir. O bakımdan onları bağışladı.
Ayetten alacağımız
öğüt şudur: Küfrü gerektiren bir günaha girmek çok tehlikelidir. Bir peygamber veya
Ona vâris olan büyük bir mürşidin müdahalesi olmazsa, sonuç ebedî azapla
noktalanabilir. O halde hemen her çağ ve toplumda din ve ahlâk mürşitlerine
büyük ihtiyaç vardır. [212]
Görüİdüğü gibi,
insanın önemli bir konuyu, çetin bir meseleyi hazmetmeye hazırlanabilmesi, ya
da ruhî olgunluğa erişebilmesi için kırk yaşına, kırk güne ihtiyacı olduğunu
daha önce belirtmiş bulunuyoruz. Bir milletin de bozulmasında, yozup
sapıtmasında kırk yıllık bir sürenin, kırk günlük bir başıboşluğun, nemelâzımcılığın
ve ihmalin tesiri çok büyüktür. Aynı zamanda bir milletin veya toplumun gerçeği
bulup olgunlaşması için de kırk yıllık bir süreye ihtiyaç söz konusudur.
Ekonomik çalkantı
içinde bocalayan, kapitalist sistem gereği, günlük hayat düzeyinde sinirleri
iyice gerilen bir gencin veya ailenin kırk gün kendi haline terkedilmesi,
ruhunda derin boşluklar meydana getirir; din, ahlâk ve ekonomik sıkıntı
arasında bocalama başlar; ihmal edildiği takdirde, ekonomiye yenilerek gayr-i
meşru yollara düşebilir. Günümüzde bunun örneklerini hemen her gün gazetelerde
görüp okumaktayız.
Sağlam inançlı,
faziletli ve dürüst bir cemaat arasına katılan ahlâkan düşük, inanç bakımından
fakir bir kişinin kendini düzeltmesi mümkündür.
İsrailoğullan'nın kırk
gün kısmen de olsa din ve ahlâk kontrolünden mahrum kalmaları sonucu saptıkları
bir gerçektir. [213]
Ve kardeşlnin
başından tutup kendine doğru çekmeğe başladı.»
Kur'ân'da Musa
Peygamber'le Harun Peygamber olayı en duyarlı ve ibretli noktalarıyla
açıklanırken bize şu ölçü ve metot verilmektedir:
1— Hak din en değerli varliğımızdır.
2— Bu uğurda
hizmet verip teblîğ görevini
yerine getirirken, ana-baba dahil hiç kimsenin hatırı söz konusu değildir.
Allah'ın hatırı her şeyin üstündedir. İbrahim Peygamber'in kendini, müşrik
olan babasından beri kılıp yurdundan hicret etmesi, Lût Peygamber'in
ahlâksızlardan yana olan eşine ilâhî azabın inmek üzere olduğunu haber vermeyip
mü'minleri çevresinde toplayarak şehri terketmesi, Musa Peygamber'in kırk
güniük bir ayrılıktan sonra dönüşünde görevini yeterince yapmadığını sanarak
kardeşi Harun'un saç ve sakalından tutup çekmesi ve son olarak Resû-lüllah
(A.S.) Efendimiz'in yaptığı uyarıya kulak vermeyip putperestlikte ısrar eden
yakın hısımlarıyia ilgisini kesmesi birer tarihî misal olarak kutsai kitaplarda
yer almıştır.
3—0 halde
doğru yolu gösterirken önce en yakın hısımlardan işe başlamak, onları eğitip
yetiştirmek şarttır.
4— Din adına tavız vermeye kimsenin hakkı
yoktur. Çünkü kim doğru yolu seçerse kendi lehine, kim de eğri yolda yürümekte
ısrar ederse kendi aleyhine bir tercih yapmış olur. Allah ne buyurmuşsa, ancak
onu eksiksiz tebliğ etmekle hem peygamberler, hem de mü'minler mükelleftirler.
5— Doğru yol, iyi ahlâk, sağlam terbiye
esaslarını işleyip insanları eğitirken asıl âiie reisi durumunda bulunanların
sorumluluğu paylaşmaları çok önemlidir
ve herbiri kendini sorumlu kabul ederek hizmete vermelidir. Aksi halde
sorumluluğun tamamı tek kişinin omuzlarına yükletilmiş olur ki, bu çoğu zaman
müsbet sonuca götürmekte yeterli olmaz.
6— Fazilet düzeyinde doğru yolu kalb ve kafalara
işlerken kendilerini manen de görevli sayanların birbirlerine karşı anne sevgi
ve şefkatıylo bağlanıp saygılı olmaları gerekir, Harun Peygamber'in kardeşi
Musa Pey-gamber'in sert ve acımasız davranmasına karşılık «anamın oğlu!.» diye yumuşak bir
sesle hitap etmesi, bu terbiyeyi yansıtır. Aynı zamanda düşmanları kahredecek
kadar anlamlı ve hedefe ulaştırıcıdır. [214]
«Buzağıyı ilâh
edinenlere gelince, şüphesiz ki, Rablarından bir gazap ve dünya hayatında da
bir aşağılık ve alçaklık onlara erişecektir.»
Maddeyi ilâhlaştırmak,
insan ruhunu öldürüp yönlendirici olan kutsal mananın iç disiplininden
mahrumiyeti gerektirir. Bu, oksijenle hidrojenden oluşan suya benzer, bu iki
molekül belli nisbette (H..O) biraraya gelip birleştiği takdirde su vardır,-
birbirinden ayrıldığı takdirde su artık yoktur. Be-denle ruhun birleşmesi de
böyledir; birarada uyumlu, dengeli bulunduğu sürece gerçek anlamda insan
vardır. Denge ve uyum kalkınca ortada sadece suret kalır.
Bedenle ruh arasında
en sağlam ve en düzenli denge sağlayan Allah'a ve Âhiret'e imânın, birçok
yararları arasında iki büyük yararı vardir: Birincisi, insana umut verip
düzenli, uyumlu ve huzurlu bir ömür yaşatması; ikincisi önümüzdeki sonsuz
hayata hazırlanmayı ve onu bütünüyle mutluluğa çevirmemizi sağlamasıdır.
Kur'ân'da ilgili
âyetle bu iki büyük yarardan kendini mahrum eden İsrâiloğulları hem misal
veriliyor, hem de ibret alınacak bazı safhalarından tablolar çizilerek
gözlerimizin önüne seriliyor. O bakımdan maddeyi ilâhlaştiranlar için biri
dünyada, diğeri âhirette olmak üzere iki büyük azabın hazırlandığı haber
veriliyor. Dünya'da iç ve dış düşmanların başarıya erişmesine uygun bir ortam
oluştururlar. Cok geçmeden ummadıkları bir tarihte başaşağı gelerek her
şeylerini kaybetme bedbahtlığına uğrarlar. İsrâiloğullan'nm birkaç defa bu
akibete uğraması gibi.. Resûiüllah (A.S.) Efendimiz'le dört halîfesinden sonra
Arapların başlattığı iç savaş ve bölünmeler de buna bir misal gösterilebilir.
Âhiret'te ise, Allah'ın vereceği azap çok daha elîm olaoak, Allah'ı inkâr eden
her milletin ameline uygun bir ceza verilecektir. [215]
«Levhaları bırakıverdi de kardeşinin başından
tutup kendine doğru çekmeye başladı...»
Tevrat hükümlerinin
yazılı bulunduğu levhalar konusunda, halen mevcut Tevrat'ta yanlış derleme ve
dikkatsiz terceme sebebiyle birtakım farklı ve hatalı bilgi verildiğini az
yukarıda belirtmiştik. Kur'ân-ı Kerîm birçok konularda olduğu gibi levha
hususunda da Tevrat'ın değiştirilmiş sözlerini düzelterek en doğru bilgiyi
veriyor.
Kur'ân'da «ilka»
tabiri kullanılmıştır ki bu, az farklarla birden fazla mânaya delâlet eder:
«Atmak» ile çevirisi uyumlu ve sıhhatli olmaz. Vahyin ilkası, ilâhî nezaket
ölçüsünde inen âyetlerin kalbe konulmasıdır. Musa Peygamber'in elindeki
Levhaları ilkası, onları saygı ile bir yere hemen koyuvermesidir. Elindeki
Asâ'yi ilkası da öyle, onu usulea belli bir yere koyması anlamını ifade eder.
Altundan buzağı imal eden Samiri'nin ilkası, elindekini, içine çekerek,
hayıflanarak bir tarafa usulca atmasıdır. Sihirbazların ellerindeki urganları
likaları, onları rastgele etrafa atıp yaymalarıdır. Kâfirlerin Cehennem'e
ilkası, şiddetle tutulup atılmalarıdır.
Görüldüğü gibi, «ilka»
tabiri, faile, mef'ûle ve duruma göre birbirine yakın az farklı manalara
delâlet ediyor. Kur'ân'da bu gibi inceliklere çok dikkat etmek gerekir. Aksi
halde fahiş hatâlara sebebiyet verilir. Örneğin, «Musa elindeki levhaları attı
veya atıverdi, fırlattı veya fırlatıverdi» diye yapılan Tevrat çevirileri.
Peygambere vâcib veya sünnet olan sıfatlara ters düşer. [216]
«Musa öfkeli ve üzgün
bir halde kavmine dönünce.,..»
Peygamberler
genellikle sabırlı, yumuşak huylu, alçakgönüllü, ağırbaşlı, terbiyeli ve
nezaketlidirler. Kırıcı, incitici, küçümseyici, aşağılayıcı değildirler. Böyle
olmakla beraber, ilgili âyetin acık anlatımından Musa Peygamber'in
öfkelendiğini ve kardeşi Harun'un başından tutup çektiğini öğreniyoruz. Bunun
sebebi hem mâkul, hem de açıktır:
a) Tevhit inancım kavminin kalbine ve dimağına
işlemek için yıllarca çetin mücadeleler verip olumlu sonuç elde ettikten
sonra, kırk gün içinde bu imân ve irfanın yıkıldığını görmesi, şüphesiz ki bir
peygamberi çok, hem de çok üzer.
b) Yerine vekîl koyduğu kardeşi Harun'un
görevini layıkıyla yapmadığı kanısına vararak öfkelenmesi çok normaldir ve ona
vâcib olan sıfatları zedelememektedir. Sonra gerçeğin sandığı gibi olmadığını
anlayınca, Allah'a yönelip duâ ederek mağfiret dilemesi, vâcib olan sıfatların
tabii neticesidir,
c) Allah için sevmek ve yine Allah için
sevmemek; Allah için öfkelenmek ve yine Onun için öfkelenmemek de birer
ibâdettir; yeter ki bu, haksızlığa yol açmamış olsun..
d) Musa Peygamber'in doğuştan, Hz. Ömer (R.A.)
gibi biraz sert mizaçlı olduğu bilinmektedir. İsrâiloğulları'nın selâmeti için
Fir'avn ve kav-miyle bir sürtüşme ve tartışmaya mecbur kalması ve bu arada
birçok üzücü olayların peşpeşe birbirini kovalaroasına Onu takip etmesi, ister
istemez sert ve hiddetli olmasını gerektiriyordu. Çünkü ortama göre tavır takınmak,
metot uygulamak başarılı olmanın şartlarından biridir. Musa Peygamber de öyle
yaptı.. Harun Peygamber'in saç ve sakalından veya sadece başından hiddetle
tutup çekmesi, İsrâiloğulları'na bir gözdağı vermek ve ilâhî emirleri
uygulamada müsamahanın yeri olmadığını anlatmak içindi..
Tevrat'ın Çıkış
bölümünde aynı olay detaylı anlatılır. AStundan buzağıyı Harun'un yaptığı belirtilerek,
Onun Tevhît dininden saptığına işaret edilir. Oysa Harun, aynı zamanda
peygamberdir. Hiçbir peygamber hak dini bırakıp putperest olmamıştır. Çünkü
onlara vâcib olan sıfatlardan biri de «ismet»tir; bu, günahlardan, haklara
tecavüzden korunulmuşluğu ifade eder. Kur'ân-ı Kerim, ilgili âyetlerle,
Tevrat'ta insan elinin müdahalesiyle meydana gelen bu fahiş hatâyı düzeltir ve
Harun Peygamber'in, buzağı konusunda İsrâiloğuİlan'na söz geçiremediğini
açıklar. [217]
Kur'ân'da nakledilen
bu olay, dinde taviz verilemiyeceğini; hakkı ayakta tutup bâtılı tesirsiz hale
getirmek için uzun yıllar sistemli, şuurlu ve duyarlı çalışmanın, bilerek
hareket etmenin gerektiğini bize öğretmektedir. Toplumu bir amaca yöneltmek
için de çok bilgili, güçlü, sabırlı ve iradeli liderlere ihtiyaç bulunduğunu
hatırlatıyor. Aynı zamanda liderin becerikli, liyakatli yardımcılarının
bulunmasının lüzumunu Harun Peygamber'in Musa Peygamber'e yardımcı tayin
edilmesini misal vererek bildiriyor. [218]
Kur'ân'da altundan
imal edilen buzağı olayının önemli ve ibretli safhaları anlatılırken, Musa
Peygamber'in öfkelenerek, yerine vekîl bıraktığı kardeşi Harun Peygamber'i,
görevini lâyıkıyla yerine getirmediğini sanarak hırpalaması karşısında
Harun'un ona «Anamın oğlu!» diye seslenmesinde bir incelik söz konusudur: Ana,
genellikle merhamet ve şefkatin sembolüdür. Aynı zamanda Musa Peygamber'in
anası Allah'a imân eden sâliha kadınlardan biri idi. O bakımdan her ikisini
emzirip büyütmede büyük fedakârlıklara katlanmış, hattâ kendini tehlikeye
atmıştı. Harun Peygamber, anasından gördüğü şefkat ve merhameti kardeşi Musa
Peygam-ber'den de bekliyordu. O bakımdan «Anamın oğlu!» diyerek hitap etmesiyle
bu inceliği hatırlatmak istemiştir. [219]
«Onların nüshasında
doğru yolu gösterir bel-geler ve rahmet (yazılı) idi.»
Önce, «nüsha» tabiri
bize şunu öğretiyor: Tevrat hükümleri Musa Peygamber'e öğretildikten sonra,
sözü edilen levhalara yazılması emredilmiştir. Çünkü bu tabir, Kamus'un da
açıkladığı gibi, bir yerden naklolunan yazılı şeyin ismidir.Tevrat da
levhalara, Musa'nın kalb ve hafızasından nakledilerek yazılmıştır. Böylece
Tevrat'ın gökten levhalara yazılı olduğu halde inmediği, Musa Peygamber'in
kalbine nakşedildikten sonra papirüs killi levhalara yazıldığı anlaşılıyor.
Levhcda iki önemli
şeyin yazılı bulunduğu açıklanıyor: Hûda ve Rahmet.. Hüdâ, sözlükte, doğru
yola gitmek, doğru yolu göstermektir. Doğru yol üzerinde bulunan için «O hüdâ
üzeredir» denilir. Gündüzün aydınlığına da denildiği vakidir. Terim olarak,
insanın kâinat planındaki yerini, yolunu ve görevini lûtf ile göstermek;
böylece onu doğru yola irşat etmektir.
Tevrat'ta işte bu
hidâyete geniş yer verildiği ve onunla birlikte ilâhî rahmeti yansıtan
belgelerin bulunduğu belirtiliyor. [220]
155— Musa belirlediğimiz vakitte nbâdet yerine
(gelmek üzere) kavminden yetmiş kişi seçip ayırdı. Ne vakit ki, onları
şiddetli sarsıntı tuttu, Musa dedi ki: «Ey Rabbim! dileseydin bundan önce
onları da, beni de yok ederdin. Bizden birtakım beyinsizlerin yaptıkları
(kötülükten) dolayı bizi helak-mı edersin? Doğrusu bu senin bir denemendir ki,
dilediğini onunla saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirirsin. Bizim
Velîmiz (yegâne sahibimiz, koruyucumuz ve dostumuz) sensin. Bizi bağışla, bize
merhamet eyle; sen bağışlayanların en hayırlısısın.
156— Bizim için şu dünyada da, âhirette de iyilik
yaz. Doğrusu biz sana yönelip geldik.» Allah da : «Azabıma kimi dilersem onu
uğratırım; rahmetim ise her şeyi kapsayıp kuşatmıştır. Onu Allah'tan korkup
kötülüklerden sakınanlara, zekâtını verip âyetlerimize dosdoğru imân edenlere yazacağım.
157— Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de
yazılı buldukları Üm-mî Peygamber'e uyarlar. O Ümmi Peygamber ki, onlara
iyiliği emreder, onları kötülükten men'eder; iyi ve temiz olan yararlı şeyleri
onlara helâl kılar; kötü ve murdar şeyleri onlara haram kılar; onların ağır
yükünü ve üzerlerinde bulunagelen bağları, zincirleri indirir. Artık onlar ki
Peygamber'e (gönülden) inandılar, saygı gösterip O'nu aziz tuttular ve O'na
yardımda bulundular ve O'nunla beraber indirilen nura uydular, işte kurtuluşa
ve mutluluğa erenler onlardır.»
«Benden önce hiç
kimseye verilmeyen beş şey bana verildi:
1. Her peygamber sadece kendi kavmine
gönderilmiştir. Ben ise, kızılı, siyahı (dahil) her millete gönderildim.
2. Ganimet bana helâl kılındı; benden önce
hiçbirine helâl kılınmadı.
3. Yeryüzü bana temiz ve mescid kılındı. Kime
nerede namaz vakti erişirse, orada namaz kılar.
4. Bir aylık mesafeden düşmana karşı korku ve
dehşet salmakla yardım gördüm.
5. Şefaat (yetkisi) bana verildi. [221]
«Peygamberler üzerine
altı şeyle üstün kılındım :
1. Bana «cevâmiu'l-kelim (mânası ve taşıdığı
hükümler çok, kelimesi az ilâhî beyân) verildi.
2. (Düşmanlarıma karşı) korku ve endişe salmakla
yardım gördüm.
3. Ganimetler bana helâl kılındı.
4. Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim,
5. Yeryüzü bana temiz ve mescid kılındı.
6. Peygamberlik benimle son bulup mühürlendi.» [222]
«Bedevinin biri
(Medine'ye) geldi; devesini çökertip bağladıktan sonra Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin arkasında namaz kıldı. Namaz bitince, Bedevi dönüp devesinin bağını
çözdü ve sonra ona binip şöyle duâ etti: Allahım! bana ve Muhammed'e merhamet
et; bize o rahmetinde kimseyi ortak etme!.
Bunun üzerine
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz : «Ne dersiniz, bu adam mı sapıtmıştır, yoksa devesi
mi? Ne dediğini duymadınız mı?» buyurdu. As-hab : «Duyduk, ya Resûlellah!»
deyince, buyurdu ki: «Ey bedevi! cidden geniş rahmeti daralttın (dar çerçeve
içine aldın). Şüphesiz ki Allah yüz rahmet yaratmış, yarattığı insanlar,
cinler ve hayvanlar birbirlerine (ve kendi cins ve türlerine) şefkatli ve
merhametli davransınlar diye o yüz rahmetten birini (yeryüzüne) indirmiştir.
Doksan dokuzunu kendi yanında tutmuştur. Ne dersiniz, o Bedevi mi daha
sapıktır, yoksa devesi mi?» [223]
«Şüphesiz ki Allah'ın
yüz rahmeti vardır; doksan dokuzunu kendi yanında tutmuş; bir tanesini,
cinler, insanlar ve diğer yaratıklar arasında birbirlerine merhametli ve
şefkatli davranmaları için size indirmiştir. Kıyamet günü olunca, o doksan
dokuz rahmeti, bu bir rahmete ekleyecektir.»[224]
«Musa belirlediğimiz
vakitte ibâdet yerine (gelmek üzere) kavminden yetmiş kişi seçip ayırdı.»
Yetmiş sayısı bir
bakıma çokluğun sembolü sayılır. Yetmişbin hicab, yedi ve yetmiş sevap gibi
sayılar bu cümledendir. Ancak buradaki yetmiş, belli bir sayıyı ifade ediyor.
Neden yetmiş kişi
seçilmiştir? Bilindiği gibi, İsrâiloğulları 12 sibta ayrılıyor, her sibt,
Yakup Peygamber'in bir oğlunun soyundan oluşuyordu. Böylece her sibt altı kişi
tarafından temsîi ediliyor, onlar adına sözsâhibi ve vekîl sayılıyordu.
Arzulanan nitelikte iki kişinin olmayışı veya bir işten dolayı geri kalışları,
sayının yetmişte kalmasına sebep olduğu sanılıyor.
Bu yetmiş kişiden
Tevrat'ta şöyle söz edilmektedir:
«Ve Rab Musa'ya dedi :
Kavmin ihtiyarları, onların ileri gelenleri olduğunu bildiğin İsrail
ihtiyarlarından yetmiş kişiyi bana topla; onları toplanma çadırına getir ve
orada seninle dursunlar. Ve ineceğim ve seninle orada söyleyeceğim ve senin
üzerinde olan Ruhtan alacağım ve onların üzerine koyacağım ve yalnız sen
taşımayacaksın diye kavmin yükünü seninle beraber taşıyacaklar..»[225]
Yukarıdaki acık
anlatımdan, Musa Peygamber'in verdiği haberleri ba-zan şüphe ile
karşılayanların bulunduğu, yetmiş ihtiyara ilâhî kudretin te-cellisiyle tasdik
yeteneği verildiği, böylece Musa Peygamber'in yükünün hafifletildiği
anlaşılıyor.
Görüldüğü gibi, konu
asıl mecrasından saptırılmıştır. Allah sözüne insan sözünün karıştırıimasıyla
hükümlerde de bazı farklar ortaya çıkmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de bahsi gecen 70
kişinin ne maksatla biraraya getirilip Tür dağına çıkarıldığı çok acık biçimde
belirtilerek Musa Peygamber'in ilahî vahiy ile ilgili verdiği ve vereceği
haberlerin doğruluğunun artık tartışılmayacağı neticeye bağlanmış, sözlerine
güvenilir 70 ihtiyarın yalan üzerine birleşmelerinin mümkün olamıyacağı
kesinlik kazanmıştır. Ayrıca Isrâiloğutları'nın günahlarının bağışlanması söz konusudur.
Nitekim Kur'ân'da bu
yetmiş kişinin «mîkat» için seçildikleri belirtiliyor ve bunun
İsrâiloğulları'nın altundan buzağıyı ilâh edinmelerinden dolayı pişmanlık
duyup dönüş yaptıklarına bir şahit olmak üzere, belirlenen tevbe ve duâ
makamına delâlet eden bir tabir olduğuna işarette bulunuluyor. Ancak Musa
Peygamber'in daha önce Tevrat'ı telakki etmek için gittiği Tür dağındaki mîkat
mıdır, yoksa başka bir yer midir? Fahruddin Râ-zî, bu hususta iki ayrı yorumdan
söz etmiştir. Ancak Musa Peygamber'in ilâhî hitaba mazhar kılındığı ve Allah'ı
görmek istediği mîkata yakın bir yer olduğu âyetin delâletinden anlaşılıyor.
Çünkü her iki olay da Tûr dağında cereyan etmiştir. Tevrat'ta bunun «Toplanma
Cadın» olduğunu az yukarıda nakletmiştik. Kur'ân «Mîkat» tabirini kullanarak
araştırmacılara sadece ipucu veriyor. [226]
«Ne vakit ki, onları
şiddetli sarsıntı tuttu..»
İşledikleri büyük
günahtan temizlenmek üzere belirlenen yere götürülen yetmiş kişinin gönlünde
az da olsa bir şüphe kıvılcımının pırıltısı zaman zaman dönüp dolaşıyordu.
Musa Peygamber cidden Tûr dağının belirlenen yerinde Rabbıyla konuşmuş muydu,
levhalara yazılı olan sözler Allah'tan mı inmişti? Onların bu gibi şüphelerini
gidermek için Cenâb-ı Hak, Tûr dağını salladı, müthiş bir sarsıntı meydana
geldi. Musa Peygamber'in tabiriyle, bu bir denemeydi; hem yetmiş kişiye ilâhî
kelâmın bu dağ üzerine tecelli ettiğini, hem de ilâhî kudretin herşeye
yettiğini bildirmek ;çindi.
Ayrıca Musa
Peygamber'in peygamberliğini kanıtlayan mu'cizelerden biri de sayılabilir.
Yetmiş kişinin olağanüstü bir olaya şahit olması, inkârı mümkün olmayan tevatür
derecesine ulaşıyordu, yani bu kadar kişinin bir olay hakkında yalan üzerine
birleşip anlaşmalarının muhal olduğu ortaya çıkıyordu.
Birçok lûtuflara
mazhar olan İsrâiloğulları'nın, Tevrat'taki tabirle «sert enseli bir millet»
olarak, bazan da Allah'ın Celâl sıfatının tecellisine hedef olmaları
gerekiyordu. Ancak böylece madde iîe mâna, dünya ile âhiret, lütuf ile kahır
arasında denge sağlamaları gerçekleşebilirdi. [227]
«Rahmetim her şeyi
kapsayıp kuşatmıştır.»
İlgili âyetle, toplum,
ya da millet yapısında insanlığın ölçüsünü, Ya-ratan'ın yüce kudretini idrâk
etmeyen bazı kişiler her zaman bulunabilir. Ancak onlara uyulmadığı ve sahanın
da onların lehine boş bırakılmadığı takdirde, Allah'ın rahmet ve inayetinin o
toplum veya milletten eksik olmayacağına işaret ediliyor. Musa Peygamber ile
Harun Peygamber'in İsra-iloğulları'ndan Hakk'a sırt çevirenlerle mücadelesine
katılanlar, peygamberlerden yana ciddi hizmet verenler pek az bulunuyordu. Bir
bakıma za-
man zaman saha o
gibilere bırakılıyor ve mü'minler yalnızlığa itiliyordu. Unutmayalım ki, azabın
inmesi bazı sebep ve illetlere dayanır. İnsanlar kendi tutum, inanç ve
düşünceleriyle kendilerini azap sınırına getirmedikleri sürece, azaba
uğratılmazlar. Mayın döşeli bir sınırı aşmaya gelinmedikçe tehlike söz konusu
değildir. «Azabıma kimi dilersem onu uğratırım» mealindeki cümle, ilâhî meşiet
sınınnı hatırlatmaktadır. O sınıra gelinmedikçe, sünnetullah gereği, azap
inmez..
Allah'ın rahmeti ise,
her şeyi bütünüyle kapsayıp kuşatmıştır; zira her-şey O'nun rahmet ve
kudretinin eseri ve tezahürüdür. Ancak bu rahmet güneşinden, kalb ve kafasını
Hakk'a çevirenler, gönül toprağını çoraklıktan kurtarmasını bilenler
yararlanır. Tıpkı sulak ve humuslu bir toprakta yeşeren bitki misali, güneşten
yeterince nasîbini alma istidadını kendinde taşımaktadır. Çorak-tuzlu toprakta,
güneş ne kadar ona ışık ve enerji verirse versin, yararlı bir bitki yeşermez.
Kur'ân ilgili âyetle,
kalb ve kafalarını Hakk'a çevirenlerin ve o sebeple ilâhî rahmetten
nasîplerini alanların vasıflarını şöyle belirtiyor:
1. Allah'a dosdoğru inanırlar.
2. Zekâtlarını gönül rahatlığıyla verirler.
3. Allah'tan indirilen âyetlere imân edip
şüpheye düşmezler.
4. Tevrat ve İncil'de geleceği haber verilen
«ümmî peygamber»e uyarlar.
5. Allah'tan korkup kötülüklerden sakınırlar.
Belirttiğimiz vasıflar
arasında namaz, oruç, haç, helâl, haram gibi esaslar ve prensipler
zikredilmemiştir. Çünkü üçüncü vasıf ile beşinci vasıf dinin bütün esas ve
prensiplerini kapsamaktadır. Zekât'tan tahsisan söz edilmesi, İslâm'ın
omurgasını ve Müslümanlar arasında sosyal adaleti oluşturduğu içindir.
İşte bu vasıflar,
ilâhî rahmetten nasîp alma istidadını doğurmakta ve kulu lâyık olduğu sınıra
ulaştırmaktadır. [228]
«Yanlarındaki Tevrat
ve İncil'de yazılı buldukları Ümmî Peygamber'e uyarlar...»
Birçok tercüme
yanlışları ve insan sözleri karışmakla beraber hâlen elimizde bulunan Tevrat ve
İncil nüshalarında Hz. Muhammed'in (A.S.) geleceğiyle ilgili bazı belgelere ve
işaretlere rastlamaktayız.
Tevrat'taki belge ve
işaretler:
«Allah'ın Rab senin
için aranızdan, kardeşlerinden benim için bir peygamber çıkaracak; onu
dinleyeceksin.» [229]
«Onlar için kardeşleri
arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi Onun ağzına
koyacağım ve Ona emredeceğim, her şeyi onlara söyleyecek..» [230]
İsrâiloğulları İshak
Peygamber'in soyundan, Hz. Muhammed (A.S.) ise, İshak'ın kardeşi İsmail'in soyundandır.
O bakımdan Tevrat'ta «kardeşleri arasından..» sözü kullanılmıştır.
«İşte kendisine destek
olduğum kulum; canımın kendisinden razı olduğu seçme kulum : Ruhumu onun
üzerine koydum; milletler için hakkı meydana çıkaracaktır. Bağırmayacak ve
sesini yükseltmiyecek ve onu sokakta işittirmeyecek. Ezilmiş kamışı kırmayacak
ve tüten fitili söndürmeyecek; hakkı hakikate erdirecek ve dünyada hakkı
pekiştirinceye kadar zayıflamayacak ve cesareti kırılmayacak ve adalar onun
şeriatını bekleyecek..» [231]
İşaya bölümünde yazılı
olan bu vasıfları ancak Hz. Muhammed'in (A.S.) taşıdığını görmekteyiz.
İncil'deki belge ve
işaretler;
«Eğer beni
seviyorsanız, emirlerimi tutarsınız. Ben de babaya (Rab) yalvaracağım, ve o
size başka bir Tesellici, hakikat Ruhunu, verecektir; tâ ki, daima sizinle
beraber olsun...» [232]
«Bununla beraber ben
size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem,
Tesellici gelmez; fakat gidersem, onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman,
günah için, salâh için ve hüküm için dünyayı ilzam, edecektir ...» [233]
«Size söyleyecek daha
çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o, hakikat Ruhu, gelince,
size her hakikate yol gösterecek; zira kenti)
diliğinden
söylemeyecektir; fakat her ne işitirse söyleyecek ve gelecek şeyleri size
bildirecektir. O beni taziz edecektir. Çünkü benimkinden alacak ve size
bildirecektir.» [234]
«Bundan dolayı size
derim, Allah'ın melekûtu sizden alınacak ve onun meyvalarını yetiştirecek bir
millete verilecektir. Ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak, o da kimin
üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır.» [235]
Yuhanna İncil'i
16/12-14 belgelerdeki haber, özellikle Necm sûresinde geçen ; «Battığı zaman
yıldıza and olsun ki, arkadaşınız (Muhammed) ne sapıttı, ne de azıttı. O, kendi
hevesine de uyarak söz söylemez. O, ancak kendisine vahyolunan bir vahiydir.
Onu O'na, çok çetin güce sahip olan melek (Cebrail) öğretti...» [236]mealindeki
âyetle daha da açıklığa kavuşturulmuştur.
Bernaba İncil'indeki
belgeler çok daha acık ve nettir:
«Allah, Âdem'i
yaratınca, Âdem iki ayağı üzerine kalkıp doğruldu. Başını göğe doğru çevirdi.
Güneş kadar parlak iki satır yazı gördü: LÂ İLAHE İLLALLAH - MUHAMMED'ÜN
RESÛLÜLLAH (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Muhammed Onun peygamberidir.)
Âdem ağzını açıp dedi ki: «Ey Rabbim ve İlâhım! Sana şükrediyorum, çünkü beni
fazl-ü kereminle yarattın. Huzurunda eğilir, yalvarırım; bu sözün (Muhammed
Resûlüllah cümlesinin) anlamını bana bildirmeni dilerim.» Rab ona cevap verdi:
«Ey kulum Âdem! Güvenle, esenlikle bana yaklaş, Sana derim ki, ilk yarattığım
insan sensin. Şu ismini gördüğün nur, senin soyundan ve evlâdındandır. Yıllar
sonra dünyaya gönderilecektir. O benim peygamberim olacaktır. Her şeyi onun
(hatırı) için yarattım. O geldiğinde varlık âlemini aydınlatacaktır. Ben henüz
hiçbir şeyi yaratmadan altmış bin yıl önce onun nurunu ve ruhunu yarattım.»
Bunun üzerine Âdem
tekrar Allah'a yalvarıp dedi ki : «Ya Rab şu iki sözün tırnaklarım üzerine
nakşedilmesini lütfet.» Allah ilk insanın bu dileğini kabul etti ve onun sağ
elinin baş parmağı üzerine LÂ İLAHE İLLALLAH (Allah'tan başka hiçbir tanrı
yoktur) cümlesini; sol elinin baş parmağının tırnağı üzerine MUHAMMED'ÜN
RESÛLÜLLAH (Muhammed, Allah'ın Peygamberidir) cümlesini nakşetti. İlk insan
Âdem baş parmaklan üzerindeki bu iki cümleyi öptü, sonra da gözlerine sürdü.
Ve şöyle dedi: «Sen şu âleme ayak basacağın gün, ne mübarek gün olacak!» [237]
«İsa onlara dedi ki:
Ben size hakkı söylerim; bugüne kadar gelen her peygamber ancak bir kavme veya
bir millete gönderilmiştir. Her peygamber Allah'ın rahmetinin belirtisidir.
Ancak her peygamberin gözü, gönderildiği kabile veya milletin dışına
taşmamıştır. Ama o Allah'ın Resulü gelince, yüzük taşı misali olacak, Allah
ona verecek de verecek.. O yeryüzündeki milletler için kurtuluş ve rahmet
taşıyacak, onun talimini kabul edenler kurtulup rahmete erişecek. O zalim
zorbalar üzerine kuvvetle yürüyecek, putlara tapınmayı kökünden yıkaeak; öyle
ki şeytanı perişan ve rüsvay edecektir. Çünkü Allah o son peygamber hakkında
İbrahim Peygambere böylece va'detmiştir: «Dikkat ya İbrahim! Ben senin soyunla
yeryüzündeki kabile ve milletleri mübarek kılacağım. Sen nasıl putlarla
savaştın, onları devirdinse, o da öylece savaşıp devirecektir.» [238]
«İşte bunun için size
derim ki : Şüphesiz Allah'ın Peygamberi Ahmed ile yakında Allah'ın yarattığı
her şey sevinecektir. Çünkü o, anlayış ve danışma ruhudur. O, hikmet ve kuvvet
ruhudur. O, sevgi ve rahmet ruhudur. O, adalet ve takva ruhudur. O, lütuf ve
sabır ruhudur, Allah ona verdiğini hiç kimseye vermemiştir. O, âleme geldiği
zaman, ne mutlu zaman olacak! Beni tasdik edin, Onu (yani ruhunu) her
peygamberin gördüğü gibi ben de gördüm, saygı ve ta'zimde bulundum.» [239]
Kur'ân-ı Kerîm, Tevrat
ve İncil'in son peygamberin geleceğini bazı vasıflarıyla haber verip müjdelediğini
açıkladıktan sonra Kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlar! insaf ve iz'âna
davet ediyor. Gerçek kurtuluş ve mutluluğa ancak Ümmî Peygamber'e uyanların
erişeceğini bildiriyor. [240]
«Ummî Peygamber.»
Ümmî tabiri üzerinde farklı yorumlar ve tesbitler
yapılmıştır:
1— İbn Abbas'a
göre, Peygamber (A.S.) Efendimiz
ümmî idi, yani okur-yazar değildi
ve hesap da bilmezdi.
2— Zeccac'a göre. Peygamber (A.S.) ümmî idi,
yani ümmetinin sıfatı üzereydi. Çünkü Arapların çoğu okuma-yazma ve hesap
bilmezlerdi. Peygamber de (A.S.) onlar gibiydi. Nitekim sahîh hadîste Allah
Resulü şöyle buyurmuştur: «Doğrusu biz ümmî bir ümmetiz; yazı yazmasını, hesap
yap-
masını bilmeyiz.» [241]
«Şüphesiz ki ben, ümmî olan ümmete (peygamber olarak) gönderildim.» [242]
3— Lûgatçilere göre, ümmîdir, yani anasına
mensuptur; doğduğu gibi kalmış, fıtratı değişmemiştir.
4— Nuhas'a göre, ümmîdir, «ümmu'l-kura» sayılan
Mekke'ye mensuptur. [243]
Her dört yorumda da
Resûlüllah'ın (A.S.) okur-yazar olmadığı ifade ediliyor ki bu, Ankebut
sûresinde belirtilen şu beyâna uygun gelmektedir: «(Ey Peygamber!) Sen bundan
önce de bir kitaptan okur değildin ve elinle de yazı yazar değildin; öyle
olsaydın bâtılı savunanlar şüpheye düşerlerdi.» [244]
Bu sorunun cevabı
yukarıda mealini yazdığımız Ankebut sûresi 48. âyetle verilmiş bulunuyor. O
halde, ümmîlik, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'-in mu'cizelerinden biridir. İlim
çevresinden uzak ve habersiz, mektep ve medreseden yoksun, okur-yazar olmayan,
hesap bilmeyen bir bölgede doğup büyüyen bir zatın, Kıyâmet'e kadar ilme ışık
tutan, akla yol gösteren, hukukî sistemin en mükemmelini koyan; fizik ve
fizikötesinden en doğru haberi veren; Allah'ı kemal sıfatlarıyla tanıtan,-
insan ruhunun muhtaç olduğu gıdayı veren,- Yaratan ile yaratılanlar arasındaki
yolu işlek duruma getiren; iyi ahlâkın, medenice yaşamanın bütün yol ve
yöntemlerini, kural ve adabını öğreten, mükemmelin de ötesinde bir kitap
yazması ve bu kitabın asırların geçmesiyle eskiyeceği yerde her geçen gün
cilalanma, tazeliğini koruma kudretini taşıması mümkün mü? Onbeş asra yakın bir
zamandan beri, bütün gelişmelere, ilmî buluşlara, hukukî anlayışlara rağmen
Kur'ân hâlâ ilmin, medeniyetin ve çağın önünde yürüyor ve yürümeye devam
edecektir. Dünya'nın döndüğünü, Ay'ın Güneş'ten ışık alıp yansıî-. tığını, Ay
ve Güneş'in birer hesap dahilinde hareket ettiklerini, herbirinin kendine has
yörüngesinin bulunduğunu, kâinatın önce gaz halinde olduğunu, sonradan
yoğunlaşıp bugünkü duruma geldiğini, göklerin ve yerin tek parça halinde iken
bölündüğünü 1400 yıl önce haber veren bir insanın ancak peygamber olabileceği,
getirdiği kitabın da ancak Allah katından inebileceği düşünülebilir. Aksini
iddia ve isbat mümkün değildir. [245]
İlgili 157. âyetle Ümmî
Peygamber'in yedi kadar özelliğinden söz edilerek insanlığa nasıl bir rahmet
getirdiği açıklanıyor:
1— Dine, akla, sağlam örfe ve insanlığın huzur
ve güvenine uygun olanı emreder; ilme layık olduğu yeri verir.
2— Bunlara ters düşen, insanı
Allah'tan uzaklaştıran, fıtratındaki imân cevherini külleyen ve
kardeşlik bağlarını kesen her şeyi yasaklar.
3— Ferdin, aile ve toplumun sağlığını korur;
ruhlarını ilâhi füyuzatla gıdalandırır ve onlar için iyi, temiz, yararlı olan
şeyleri helâl kılar.
4— Zararlı olan, sağlığı bozan, ruhu dejenere
eden her türlü fenalığı haram kılar. İnsanın maddî ve manevî yapısını olumsuz
yönde törpüleyen murdar şeylerin kullanılmasına cevaz vermez.
5— Ümitsizlik, doymazlık, açgözlülük, ihtiras gibi
kalbe ve vicdana devamlı yük olan düşünce ve duyguları terbiye edip
fazîlete çevirir.
6— Ruhu, ondaki fıtratı (doğuştan mevcut olan
Allah ve din duygusu) bağlayıp hareketsiz kılan madde ve şehvet zincirini
koparır ve böylece her ikisini de hilkatin bağlı bulunduğu amaca yöneltir.
7— Ve gerçek kurtuluşun, asıl hürriyetin,
getirdiği ilâhî nura uymakta olduğunu insan aklına ve düşüncesine yeterince
malzeme vererek açıklar; Allah'ın varlığına ve kudretinin yüceliğine delâlet
eden yüzlerce belgeyi gözler önüne sererken, her şeyi kâinat planındaki yerine
ve yaratılış hikmetine göre açıklar.
O bakımdan Allah'a ve
Peygamberine imân etme basiretini ortaya koyup, kendilerini küfrün, ruhu ve
vicdanı boğucu, sıkıcı dehlizinden kurtaran mü'minlerden, Resûlüliah (A.S.)
Efendimizin yedi maddelik hizmetine karşılık dört şey beklenmekte ve öylece
felaha erecekleri müjdelenmek-tedir:
a) Hz. Peygamber'e ve getirdiği şeylere gönülden
inanmak,
b) Ona derin bir saygı duyup ta'zîmatın en
duyarlısını göstermek,
c) İnsanlıktan yana attığı her adımında Ona
yardımcı olmak, davasının başarıya erişmesinde gereken fedakârlığı
esirgememek,
d)
Beraberinde getirdiği Kur'ân'a, yani Allah'ın nuruna uyup hayatı ona göre
düzenlemek., [246]
Yukarıdaki âyetlerle,
İsrâiloğulları'nın maddeyi ilâhlaştırıp Allah'a ortak koşmak suretiyle
işledikleri büyük günahın bağışlanması için aralarından 70 kişinin duâ ve
niyazda bulunmak üzere Tûr dağına götürüldüğü konu edinildi. Sonra da Allah'ın
geniş rahmetinin kendinde dört vasfı taşıyanlara yazılacağı haber verilerek
Yahudi ve Hıristiyanların son olarak gönderilen Ümmî Peygamber Hz. Muhammed'e
(A.S.) mutlaka uymalarının gereği belirtildi.
Aşağıdaki âyetle, o
Ümmî Peygamber'in bütün insanlara gönderildiği, Allah'ın insanlara olan son
mesajını tebliğ ettiği, doğru yolun ancak Mu-hammed'in (A.S.) gösterdiği yol
olduğu açıklanıyor. Böylece bütün semavî dinlerin neshedildiğine, İslâmiyet
ile son bulup hükümlerinin kaldırıldığına işarette bulunuluyor. [247]
158— (Ey
Peygamber!) De ki: Ey insanlar! şüphesiz ki ben hepinize gönderilen Allah'ın
peygamberiyim; o Allah ki, göklerin ve yerin mülkü O'nundur; O'ndan başka ilâh
yoktur; diriltir ve öldürür. Artık Allah'a imân edin; Allah'a ve Onun sözlerine
imân eden Ümmî Peygamberine,Resû-
lüne inanın; O'na uyun
ki doğru yolu bulaşınız.
«Beş şey ile
peygamberlere üstün kılındım :
1. Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim.
2. Şefaatimi ümmetim için (Kıyâmet'e) sakladım.
3. (Düşmanlarıma karşı), bir aylık mesafe
önümden, bir aylık mesafe arkamdan korkumu hissetmeleriyfe yardım görüp
başarılı kılındım.
4. Yeryüzü bana mescid ve temiz kılındı.
5. Ganimet bana helâl kılındı, benden önce hiç
kimseye helâl kılınmadı.» [248]
«Dört hasletle üstün
kılındım :
1— Ben ve ümmetim, meleklerin saf bağladığı
gibi, namazda saf bağlamakla (emrolundum).
2— Yeryüzü bana, abdest suyu yerine (temizleyici
olarak) verildi.
3— Yeryüzü bana mescid ve temiz kılındı.
4— Ganimetler bana helâl kılındı.» [249]
«Ey insanlar! Şüphesiz
ki ben hepinize gönderilen, Allah'ın peygamberiyim..»
Bernaba İncil'inde de
belirtildiği gibi, daha önce gönderilen her peygamber sadece bir kavme, bir
kasabaya veya bir millete gönderilmiştir. Çünkü o devir ve dönemlerde ilim
uykuda, teknik ilkel, vasıta deve ve at idi; haberleşme köyden köye, kasabadan
kasabaya özel ulaklarla sağlanırdı. Gönderilen bir peygamberin sesi ancak
bulunduğu kasaba ve köylerinde işitüebilirdi. Yeryüzü coğrafyası pek
bilinmezdi. Son Peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) gönderilaiği asırda ise, Asya
ile Afrika, hattâ Asya ile Avrupa arasında ticarî kervanlar hızlanmış; az da
olsa haberleşme imkânları doğmuştu. Demek ki bir gelişme, uyanma ve hareket
birçok kesim ve bölgelerde kendini hissettiriyordu. Kıtalar arasında ilmî,
ticarî ve kültürel alış-veriş az-çok belirginleşmiş bir düzeye gelmişti.
Kur'ân, geçmiş
ümmetlerden Asya ve Afrika kıtalarında yaşayanların geriye ibret alınacak belge
bırakanlarından altı, yedi kavmi ve onlara gönderilen peygamberlerin
karşılaştıkları zorlukları, sergiledikleri çetin mücadeleleri ve Allah yolunda
yaptıkları hizmetleri ve sonunda tecelli eden sünnetullahı birer doyurucu ve
öğüt verici misal halinde açıkladiKtan sonra. Hz. Muhammed'in (A.S.)
yeryüzünde yaşayan ve kıyamete kadar yaşayacak olan insanlara son peygamber
olarak gönderildiğini ilân eder. Artık O'nun gönderilmesiyle diğer semavi
dinlerin ve kitapların yürürlükten kaldırıldığını söyleyerek Tevrat ile
İncil'deki son nebiyle ilgili belgeleri hatırlatır; dinlerdeki tekâmüle dikkatlerini
çekerek ilâhî dinlerin İslâmiyet ile kemal bulup son noktasına eriştiğini
belirtir. [250]
«O Allah ki, göklerin
ve yerin mülkü O'nundur.»
Allah, milattan
yaklaşık onüç asır önce Musa Peygamber'i risalet göreviyle teçhiz edip
gönderdi. İsrâiloğulları'nı kendi çağiarındaki milletlerden üstün tuttu. Zalim
ve zorbaları yok edip Hakk'a ibâdet eden bir milleti onlara vâris kıldı, Sonra
sosyal alanda hayli gelişmeler meydana gelince, Tevrat'ın bazı hükümlerini
hafifletmek, bazı yeni hükümler ilâve etmek ve Tevhît inancını yeniden
pekiştirmek için İsa Peygamber'i İncil ile gönderdi. O dönemde
İsrâiloğulları'nın yüzü iyice dünyaya dönmüş bulunuyordu. İsa Peygamber'in
ise, yüzü ve himmeti daha çok âhirete yönelik idi. O bakımdan çok üzücü olaylar
meydana geldi ve sonunda Cenâb-ı Hak, yaratılışı bile bir mu'cize olan İsa
Peygamber'i göğe yükselterek zâlimlerin tecavüzünden koruyup kurtardı.
Sonra fetret devri
başladı; peygamberlerin bir süre ardı-arkası kesildi. Tek Tanrı inancı birçok
bölgelerde yerini çok tanrı inancına bıraktı. Böylece kavimler, milletler azıp
sapıttı, dünyalık ve şehvet tek amaçları haline geldi. Zâlimler ve zorbalar
sahayı doldurdu. Kutsî âlemden ferahlatıcı hava esmez oldu. İnsanlık bunaldı,
bir kurtarıcı aramaya başladı. Her millet muhtaç oldukları kurtarıcının kendi
arasından çıkacağını umuyordu. Derken mülkün sahibi, risalet görevini Hz.
Muhammed'e (A.S.) verdi. O'nu ve ümmetini mülke vâris kılmayı diledi..
Şüphesiz ki bu, ezelde
yazılıp çiziimiş bir programdır ki, değişmesi söz konusu değildir. Mülk-ü
saltanat Allah'ındır, kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Kimsenin buna
itiraz hakkı yoktur. Bir çiftlik sahibi bile, kendi mülkünde istediği gibi
tasarruf hakkını kullanabiliyor, başkalarının ona itiraz hakkı olamıyorsa,
Allah'ın bütün insanlara doğru yolu göstermek, dünyaya getiriliş hikmet ve
amacını kendilerine öğretmek için Mekke'den Kureyş kabilesinden doğruluğuyla
tanınmış bir adamı peygamber olarak görevlendirmesini yadırgamaya veya beğenmemezlik
etmeye kimin ne hakkı olabilir? Böyie bir düşünceye sahip olmak küstahlığın tâ
kendisi değil midir? Ne var ki, böyle küstahlar her çağda ortaya çıkıp halkı
saptırmaya çalışmışlardır. [251]
Fetret dönemi altı
asır kadar sürmüştür. Bu süre içinde peygamber gönderilmemişse de, İbrahim
Peygamber'in Hanîf dini; Musa ve İsa peygamberlerin getirip tebliğ ettikleri
ilâhî nizam -biraz değişikliğe uğratılsa bile- yaşıyordu. Tevrat ve İncil
nüshaları birçok yerlerde bulunuyordu. Ne var ki, zamanın tahribatına uğrayıp
yer yer yıkılmaya yüztutan bir binayı tamir etmektense, onu tamamen yıkıp
yerine, günün şartlarına ve imkânlarına göre yenisini yapmak çok daha
hayırlıdır. O halde öyle bir binayı bir sûre kendi haline bırakıp iyice işe
yaramaz hale gelmesini ve her gören kişinin, bunu tamamen neden yıkıp yenisini
yapmıyorlar? diye düşünmesini beklemek bir bakıma daha tesirli olur. Nitekim
inançsızlık fırtınasına tutulup iyice bunalan kavim ve milletler, yepyeni ve
ruhlara şifa, insanlığa huzur verecek bir ilâhî sistemin ortaya çıkmasını
sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Kur'ân'da ilgili
âyetle bu hikmet özetlenerek deniliyor ki: «Ey Peygamber! De ki: Ey insanlar!
şüphesiz ben hepinize gönderilen, Allah'ın peygamber iyim. O Allah ki, göklerin
ve yerin mülkü O'nundur. Ondan başka ilâh yoktur, Diriltir ve öldürür...» [252]
«Allah'a ve O'nun
sözlerine imân eden resul...»
Kur'ân, kimlere
uyulacağım açıklarken iki önemli noktayı belirtiyor: Birincisi, Allah'a
dosdoğru inanan; ikincisi, O'nun indirdiği hayat verici sözlerini kabul edip
uygulayan peygamber örnek gösteriliyor. Bununla, Allah'a inanmayan veya
inandığı halde O'nun indirdiği sözleri kabul etmeyen ve
kabul etmediği için de
uygulamayan kimselere uymanın caiz olmayacağına işaret ediliyor. Bu, mü'minler
için her çağda ve her yerde geçerli bir ölçüdür. [253]
«O'na uyun ki doğru
yolu bulaşınız.»
Kur'ân bu emirle, Hz.
Muhammed'in (A.S.) risalet göreviyle ortaya çıktığı andan itibaren artık başka
bir peygamberin peşine takılmanın, onun getirdikleriyle amel etmenin yasak
kılındığını dolaylı şekilde bildirerek en sağlam kıstası veriyor; «Ümmî
Peygamber..» Cüneyd el-Bağdadî'nin dediği gibi, «Hz. Muhammed'in (A.S.)
yolundan başka bütün yollar kapalıdir.» Hidayet, yani doğru yolu bulmak,
Allah'a kavuşmak ancak o Ümmî Pey-gamber'e uymakla mümkündür. Zira eski düzen
kaldırılmış, yepyeni bir düzen getirilmiştir. Eski düzen kaldırılırken bütün
yol ve yöntemleri de kaldırılmıştır.
O bakımdan ilgili
âyetin sonunda : «Ona uyun ki doğru yolu bulaşınız..» buyuruimaktadır. [254]
Yukarıdaki âyetle,
İsrâiloğulları'nın bir daha maddeyi ilâhlaştirmama-tarı için son peygamber'e
uymaları gereği üzerinde duruldu ve son peygamberin bazı özellikleri
anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
İsrâiloğulları arasında hakka, doğruya irşat eden kişilerin bulunduğu
hatırlatılıyor, hepsinin aynı düzeyde olmadığına işaret ediliyor. Sonra da
İsrâiloğulları'nın ilâhî emirleri değiştirerek kendilerine haksızlık ettikleri
konu edilerek onların zikzaklı hayatının bir bölümüne dikkatler çekiliyor. [255]
159—
Musa'nın kavminden bir topluluk var ki, hakkı doğruyu gösterip irşatta
bulunurlur ve onunla adaleti yansıtırlar.
160_ biz,
İsrâiloğulları'nı ayrı ayrı topluluk halinde on iki boy'a ayırdık. Kavmi
kendisinden su istediği zaman Musa'ya «Asa'nı taşa vur,» diye vahyettik.
Böylece taştan on iki pınar fışkırmaya başladı. Her boy'dan insan, içeceği
pınarı bilip belledi. Onların üzerinde bulutları gölge yaptık, ayrıca
kendilerine kudret helvası ile bıldırcın kuşu indirdik. Sunduğumuz rızikların
iyi ve temizinden yeyin, dedik; ama onlar (tuttukları yanlış yol sebebiyle)
bize haksızlık etmediler, kendilerine zulmettiler.
161— Bir zaman onlara : Şu kasabaya yerleşin ve
dilediğiniz yerde dilediğiniz gibi yeyin; «günahlarımızı ve ağırlıklarımızı
kaldırıp at!» deyin ve kapıdan eğilerek tevazu ile girin ki, hatâlarınızı
bağışlayalım, denildi. İyilik edenlere mükâfatlarını artıracağız.
162— İçlerinden haksızlığı âdet edinenler
kendilerine söyleneni başka bir söze çevirip değiştirdiler. Bu yüzden biz de
onlara işledikleri haksızlığa karşılık gökten murdar bir azap gönderdik.
Kur'ân'da
İsrâiloğulları'na geniş yer verilmiş ve asırları içine alan hayatları hakkında
detaylı bilgiler sıralanmış ve öğüt, ibret alınacak safhaları yer yer
anılmıştır. Zira hâlâ yaşamakta olan bu milletin uzun tarih hikâyesine
bakılınca, nereden nereye geldikleri, nasıl zikzaklı bir yol çizdikleri
rahatlıkla anlaşılır. İsrâiloğulları'nın imân temeli üzerinde yükselen faziletli
dönemleri olduğu gibi, maddeyi ön plâna alıp zulüm ve haksızlıkta bulundukları
dönemleri de var. Cenâb-ı Hakk'ın lûtuflarına mazhar kılındıkları ve O'nun
kahrına uğradıkları devreleri de olmuştur. Bütün bunlar bize şunu öğretir: Bir
millet kendini değiştirmedikçe Cenâb-ı Hak onlar hakkındaki hükmünü
değiştirmiyor.
«Musa'nın kavminden bir
topluluk var ki, hakkı, doğruyu gösterip irşatta bulunurlar ve onunla adaleti
yansıtırlar.»
Sözü edilen
topluluktan kimler kasdediliyor? Müfessirlerin farklı yorumları olmuştur. Bu,
sadece bir çağa mahsus değildir, hemen her çağda o milletin bünyesinde doğruyu
gösteren din adamları ve ilim adamları filizlenip çıkmıştır.
Aynı zamanda İsrâiloğulları'ndan birçok
peygamberler
ve veliler de zuhur
etmiştir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz zamanında Abdullah b. Selâm ve emsali
birkaç ilim adamının gerçeği görüp son Peygam-ber'e imân etmekte tereddüt
etmediklerini görüyoruz. İlgili âyetle daha çok bu şuurlu kişilere dikkatler
çekilerek bir milletin bütünüyle kötü veya iyi oiamıyacağı hatırlatılıyor,
Böyleae
İsrâiloğullan'nın hepsini terazinin aynı kefesine koymamız doğru olmaz. Nitekim
Âl-i İmrân sûresi 199. âyetle de onların bu özelliklerinden çok anlamlı bir
ifadeyle bahsedilir: «Şüphesiz ki Kitap EhM'nden Allah'a imân edip size ve
kendilerine indirilene inanan, Allah'a karşı üstün saygı duyup O'nun yüce
huzurunda kalbi ürpererek eğilenler ve Allah'ın âyetlerini az ve önemsiz bir
değere değiştirmeyenler vardır...» [256]
Böylece taştan oniki
pınar fışkırmaya başladı.»
Musa Peygamberin
gösterdiği bu mu'çize, Bakara sûresinin 60. âye-tiyle az değişik sözlerle
açıklanmıştır. Burada geçmiş milletlerin hayatı söz konusu edilirken yine
İsrâiloğullan'nın çok renkli ve zikzaklı tarihlerinden birkaç önemli safhaya
dikkat çekiliyor ve Allah'ın onlara verdiği nimetler sıralanarak dosdoğru
şükretmediklerine işarette bulunuluyor. Haksızlığı âdet edinen ve verdikleri
sözü çarçabuk unutup Hakk'a karşı döneklik yapan bu millet çölde susuz
kalınoa, Allah tarafından büyük bir mu'oize daha ortaya konulmuş, yeniden imân
ve güvenlerini sağlamlaştırmaları istenmiştir. Aynı zamanda o dönemde Sina
çölünü mu'cize dışında başka bir şeyle aşmanın mümkün olmadığı onlara açık
şekilde gösterilmiştir.
Bakara sûresinde
taştan oniki pınar fışkırma mu'cizesinin çeşitli yönlerini açıkladık. Burada
ise değişik bazı yönleri üzerinde durup Allah'ın sonsuz kudretini tanıtmaya
çalışacağız :
a) İlâhî
kudretin, diğer bir tabirle «kün» yani «ol» emri Musa'nın Asâ'-sında tecelli
etmiş, onu ası! yapısından alıp çok yüksek bir ruhun imdadıy-la donatmıştır.
Öyle ki o ruhî kudret ve onun imdat ve inayeti toprağa do-kununaa hemen yeşerir;
ölüye dokununca hemen dirilir. Nitekim aynı ruhun bir başka tezahürüne mazhar
kılınan İsa Peygamber, Allah'ın izniyle birkaç ölü dirilttikten sonra tekrar
onları kabirlerine döndürmüştür. Yine bu ruhî kudret taşa dokununca pınarlar
fışkırır; değneğe dokununca ona bir bakıma ayrı bir hayat verir. Bir iletimin
içindeki enerji gücünü nasıl he-
men görmek mümkün
değilse, Asâ'daki kudretin tecellisini ve taşıdığı enerjiyi görmek mümkün
değildir; tamamıyla bir iman konusudur. Elektriği fiziksel kanunlarla bulup
çözdüğümüz ve tezahürlerini gördüğümüz için şüpheye düşmeden kabul ediyor ve
varlığına inanıyoruz.
b) O bakımdan Asâ'da ve Peygamber elinde veya
dilinde tecelli eden yüae kudretin o tecellisini fiziksel yollardan çözmek
mümkün değildir; çünkü bu kudret ve enerji, fizikötesinden gelmedir. Sadece
ortada belirgin ve kalıcı tezahürü vardır ve bir yönüyle kabulü, sağlam bir
imâna dayanır.
c) Neden Asâ taşa vurulmuş da rastgele bir
toprağa vurulmamıştır? Suyun taştan fışkırıp akmasına pek az rastlanır; ama
topraktan kaynayıp çıktığı çok yaygındır. Kudsî kudretin taşları delip pınar
akıtması, mu'çize olarak daha çok dikkat çekici ve hayret uyandırıcıdır. Aynı
zamanda katı kalbleri daha çok inceltip yumuşatıcı ve onlara yatkınlık
sağlayıcıdır. Sonra da, Sina çölünü geçebilmenin ancak bu gibi mu'çizelerle
mümkün olduğuna işarettir.
d) Hayat sırrının bütün özelliklerini kendinde
taşıyan ruhî kuvvet, diğer bir tabirle kudsî kudret, bilindiği gibi Allah'tan
gelmedir. Canlı bildiğimiz yaratıklara hareket ve yetenek sağlayan odur. Her
canlıya fıtrî özelliğine göre bir güç ve enerji kaynağı olur. Bu kudretin daha
güçlü anlamda ve değişik mahiyette Asö'ya girmesi daha başka sırları doğurmuş
ve taşlardan pınarlar fışkırtmıştır. [257]
Mu'cize neticesi
taştan bir değil, tam oniki pınar fışkırması neye delâlet eder? Bilindiği
gibi, Yakup Peygamber'in oniki oğlu bulunuyordu. İs-râiloğulları onlara
ulaşmaktadırlar ve böylece oniki sibta ayrılıyorlardı. Herbirine bir pınarın
tahsisi, hem onları onore etmek, hem de aralarında izdihamı önleyip birlik ve
beraberliklerini korumak içindi. Sibt, torun, evlâdın evlâdı anlamınaysa da
burada Yakup Peygamber'in oniki oğullarının torunları demektir ve daha çok
kabile mânasında kullanılmıştır. Aynı isim, Bakara 136, 140, Al-i İmrân 84 ve
Nisa 163. âyetlerde de geçmektedir,
Tevrat'ın Sayılar
kitabının birkaç yerinde İsrâiloğullan'nın 12 sibtinden söz edilir. Her sibti
bir bey temsil ediyordu. Ancak İsrâiloğulları'nı birinci derecede temsil edecek
olan beyin değneğinin Şehadeî çadırında yeşerip tomurcuk vermesi söz konusudur.
O bakımdan üzerinde ismi yazılı olmak üzere her beyden bir değnek, Harun'un da
adının yazılı bulunduğu Levi değneği de dahil olmak üzere 12 değnek alınıp
şehadet çadırına konulmuş ve sadece Levi değneğinin tomurcuk verdiği
görülmüştür. [258] Bunun için İsrâiloğulları'na
gönderilen peygamberlerin daha çok bu soydan seçildiği söylenir.
Tevrat'taki ilgili
bilgilere dayanan bazı tarihçiler, 12 sibtin onunun Ya-kup Peygamberin on
oğlunun soyundan, iki sibtinin de Yusuf Peygamberin iki oğlunun soyundan
geldiğini belirtmişlerdir. [259] ;
Eskiden Tîh adıyla
anılan bu çöle sonraları Sina çölü denilmiştir. İs-râiloğulları'nın,
Arz-imevFûd'a yerleşmek üzere Mısır'dan ayrıldıktan sonra Sina çölünü geçmeleri
zorunluydu. Süveyş ile Akabe körfezleri arasında üçgen şeklindeki yarımadanın
uzunluğu 225 km. dir. Çoğu kısmı çöldür.
Uzun ve yoruou,
yıpratıcı ve üzücü süren çöl yolculuğunda imânı zayıf olanların çoğu canından
bezebilir; büyük nimetlerin büyük külfetler karşılığında gerçekleşeceğini
düşünmeyerek kutsal değerleri inkâr ve redde yeltenebilirler. Nitekim böyle
olanlar zaman zaman Musa Peygamber'e başvurarak Mısır'da kalmalarının daha
hayırlı olacağını çekinmeden söyleyerek o büyük peygamberi üzmüşlerdi. Musa
Peygamber, o güne kadar uyguladığı plân ve programın neticesiz kalmasından
endişelenerek Ce-nâb-ı Hak'tan ferahlatıcı ve gönülleri yatıştırıcı nîmetler
istemiş ve o nedenle ilâhî rahmet bir defa daha tecelli ederek bulutlar gölge
yapmış; yiyecek olarak kudret helvası ile bıldırcın kuşları hazır bir nîmet
olarak verilmiştir.
«Arz-ı mev'ud»a şükür
ve minnet duygularıyla gelip yerleşmeleri gerekiyordu. Bu, ister Kudüs olsun,
isterse Şittim veya Eriha olsun, onların asırlarca özlemini duydukları bir
ülkeydi. O bakımdan bunca mu'cize ve ilâhî lûtuflar sayesinde birçok zorluklar
geride bırakılıyor, yavaş yavaş va'dedilen ülkeye yaklaşıyorlardı. Yapacakları
ilk iş, Allah'ın verdiği nus-rat ve nîmeti hatırlayarak secde etmek ve
«günahlarımızın ağır yükünü üzerimizden kaldır» diyerek tevazu, mahviyet ve
Hakk'a teslimiyetle şehre girmekti. Ne var ki, içlerinde nîmeti görüp fakat onu
lûtfedeni unutan ve haksızlığı âdet edinenler, Allah'ın sözünü kelime oyununa
getirerek alaya aldılar. O yüzden üzerlerine sıkıntı, üzüntü ve hattâ
ümitsizlik doğuran birtakım azaplar inmiştir.
Tevrat'ta o azabın
taun, veba ve kolera olduğu ve 24.000 kişinin o yüzden öldüğü yazılıdır. [260]
Bakara sûresinde azaba
sebep olarak fiskleri, yani ilâhî sınırları aşıp azgınlık etmeleri
gösterilirken, burada zulümleri, yani haksızlığı âdet edinmeleri sebep olarak
belirtilir. Kur'ân'da aynı konu birkaç yerde anlatılırken bazı kelime
değişikliklerine ve nüanslara rastlanır. Önce bu, Kur'ân'da uygulanan ilâhî
üslûbun gereğidir. Sonra da İsrâiloğullan'nın felâket ve meskenetine daha çok
bu iki günahın sebep olduğunu belirtmek söz konusudur.
Tevrat'ta onların bu
iki günahı, Moab kızlarına tecavüzde bulunup zina ettikleri ve Moab ilâhlarına,
yani putlara secde ettikleri şeklinde açıklanır. [261]
Diğer yandan
Tevrat'ta, kayadan su fışkırma olayı şöyle anlatılır:
«İsrâiloğullan'nın
bütün cemaati Rabbın emrine göre Sina çölünden konaktan konağa göç edip
Refidim'de kondular; ve kavma içecek su yoktu. Ve kavm Musa ile çekişip
dediler: Bize su ver de içelim. Ve Musa onlara dedi: Niçin benimle
çekişiyorsunuz? Niçin Rabbı deniyorsunuz? Ve kavm orada susadi; ve kavm Musa'ya
karşı söylenip dedi: Bizi, oğullarımızı ve hayvanlarımızı susuzlukla öldürmek
için, niye bizi Mısır'dan çıkardın? Ve Musa RABBE feryat edip dedi : Bu kavma
ne yapayım? Az daha beni taşlayacaklar. Ve Rab, Musa'ya dedi: Kavmin önüne geç
ve İsrail ihtiyarlarından birkaçını seninle beraber al; ırmağa vurduğun
değneği eline al ve yürü. İşte, ben orada, Horeb'de kaya üzerinde, senin önünde
duracağım ve kayaya vuracaksın ve kavm içsin diye ondan sular çıkacak. Ve
Musa, İsrail ihtiyarlarının gözü önünde böyle yaptı. Ve o yerin adını Massa
(deneme) koydu ve Meriba (Yehova bayrağımdır) koydu, çünkü İsrâiloğul-ları
çekiştiler ve çünkü: Acaba RAB aramızda mı yoksa değil mi? diyerek RABBI
denediler.» [262]
Böylece taştan su
fışkırtma mu'cizesi, Tevrat'ta farklı ve detaylı şekilde anlatılır. Tercüme
hatasından dolayı Allah'a cismaniyet yakıştırılır anlamda bir ifade kullanılır.
Kur'ân-ı Kerîm'de konunun özeti ana çizgisiyle açıklanarak Allah'a nisbet
edilen cismaniyet tashih edilir. [263]
Yukarıdaki âyetlerle,
İsrâiloğulları arasında insanları doğru yola irşat edenlerin de bulunduğu belirtilerek
hepsini terazinin aynı kefesine koymanın doğru olmayacağına işaret edildi.
Sonrada
İsrâiloğullan'nın ciddi bir otorite altına alınıp disiplinli ve düzenli bir
ordu kurmaları ve Musa'dan (A.S.) sonra da dağınıklıktan kurtulmaları için
oniki aşirete ayrıldıkları ve her aşireti Yakup soyundan bir beyin temsil
ettiği anlatıldı. Sina çölünde indirilen mu'cizeierle, aşılması mümkün olmayan
öldürücü çölü aştıkları hatırlatıldı. Sonra da va'dedilen kasabaya gelip
yerleştiklerinde Allah'a verdikleri sözü unuttuklarına dikkat çekildi. Nankör
bir milletin başına gelen felâketlerden ibret ve öğüt alınması üzerinde
duruldu.
Aşağıdaki âyetlerle
İsrâiloğulları'nın bir zamanlar cumartesi yasağına uymadıkları, benzeri bazı
kötülüklere daldıkları, bu sebeple şiddetli azaba uğratıldıkları
hatırlatılıyor. Allah'ın verdiği bunca nimetlerin şükrünü yerine getirmeyen bu
milletin maymun karakterli kimseler oldukları belirtilerek onların zikzaklı
hayatlarından ve dönemlerinden ibret alınmasının gereğine işaret ediliyor, [264]
163— Ey Muhammedi Bir de onlara şu deniz
sahilindeki şehrin durumunu sor. Hani bir zamanlar Cumartesi yasağına
saygısızlık gösterip ilâhı sınırı aşıyorlardı; hani Cumartesi günü balıklar
sürü hâlinde akın akın onlara doğru geliyordu; diğer günlerde ise onlara
gelmiyorlardı. Biz onları günah işleyip ilâhî sınırları aştıklarından dolayı
böylece denedik.
164— İçlerinden bir topluluk, «Allah'ın yok
edeceği veya şiddetli bir azap ile azâplandıracağı bir kavme neden öğüt
veriyorsunuz?» demişlerdi de, onlar da : «Rabbımıza bir özür (beyan edelim) ve
bir de belki Allah'tan korkup kötülüklerden sakınırlar diye (öğüt verme ihtiyacını duyuyoruz), cevabında
bulunmuşlardı.
165— Ne vakit ki kendilerine yapılan uyarı ve
öğüdü unuttular; kötülükten alıkoymaya çalışanları
kurtardık; baş kaldırıp
haksızlığa devam edenleri -ilâhî
sınırları aşmaları sebebiyle- şiddetli bir azaba uğrattık.
166— Onlar, men'edildikleri şeyleri dikbaşlık
ve inatla yapmaya devam edince; onlara
: «Rahmetten kovulup uzaklaştırılmış aşağılık maymunlar olun!» dedik.
«Yahudilerin
yapageldikleri kötülükleri siz yapmayın; sonra Allah'ın haram kıldıkları
şeyleri en değersiz ve en basit hilelerle helâl kılmaya yeltenirsiniz,» [265]
«Şüphesiz ki Allah
meshi (suret değiştirmeyi) soy üreme şeklinde yapmamıştır. Hem maymunlarla
domuzlar bu olaydan önce de varlardı.» [266]
<<Bîr de °n|ara
su deniz sahilindeki şehrin durumunu sor.»
Müfessirlerin çoğuna
göre, Mısır'la Medine arasında bir kent veya Medyen ile Tür
arasında Şap denizinin yakınında bir kasabadan söz edici)
liyor. Zühriye göre,
Şam Taberiye'sidir. Sahih tesbitlere göre, Eyle olduğu söylenir ki bu, Medyen
ile Tûr arasında deniz kıyısında meşhur bir kasabadır. Orada oturan Yahudiler,
cumartesi yasaklarına uymadılar, dikbaşlık ettiler, Allah da onları çetin bir
denemeden geçirdi : Cumartesi günleri balıklar kıyıya doğru akın akın gelir,
diğer günierde ise gelmezlerdi. Yahudilerden bir kısmı ilâhî yasağa rağmen
balıkları avlamaya devam ettiler; bir kısmı ise, onları bu gibi günah ve
saygısızlıktan alıkoymak için öğüt vermeyi kendilerine görev saydılar. Bir
üçüncüsü ise, fazilet düzeyinde olup sapık şaşkınlara öğüt vermenin bir yararı
olmadığını savundular. Sonunda ilâhî sınırı aşıp büyük günah işleyen ve aynı
zamanda verilen öğütlere, yapılan uyarılara kulak tıkayanlar üzerine şiddetli
sıkıntı, üzüntü ve bunalıma sebep olan azap indi. [267]
İlgili âyetle,
Yahudiier'den, Cumartesi gününde konan yasaklara uymayanların, o gün
balıkların sürü halinde kıyıya doğru akın akın gelmeleriyle çetin bir sınavdan
geçirildikleri, Allah'ın emirlerine uymak ile Cumartesi gününde avlanması
yasaklanan balıkları avlama arasında nasıl bir tercih yapacakları denendi. Çoğu
bu sınavı kaybetti. Müslümanların da zaman zaman Allah'ın emirlerine uymak ile
dünyalık arasında birtakım sınavlardan geçirileceklerine işarette bulunuluyor
ve kendilerine ulaşan her nimete cok dikkat etmeleri; nereden geldiğini, nasıl
ve ne yolda kullanılmasının uygun olacağını; Allah'a karşı bir günaha sebep
olup olmayacağını iyice araştırmaları üzerinde duruluyor. Yahudilerin, günahı
gerektiren anlayış ve tutumları ibret ve öğüt alınacak bir misal şeklinde
naklediliyor. Diyebiliriz ki, Allah'a imân eden herkes hayatı boyunca bu gibi
deneme ve sınavlarla sık sık yüzyüze gelir. Kur'ân'ı, ondaki ilâhî uyarıları ve
tarihî misalleri cok iyi bilenler ve bildikleriyle amel edenler o sınavları başarıyla
atlatırlar. Dünyalığı ön plâna alanlar ise hep kaybederler. [268]
Kitleyi belii bir
amaca yöneltmek, toplumu eğitip sağlıklı bir düzeye getirmek, şüphesiz ki
sıradan kişilerin işi değildir. Özel yetenekle birlikte geniş kültür, sağlam
imân ve sonra da kitle psikolojisini çok iyi bilmek gerekiyor.
O halde, bu vasıf ve
ölçüde veya ona yakın bir seviyede bulunan mü'-minlerin vaaz ve irşat
hizmetinde bulunurken üç ana amacın hâkim olma-
sı bildirilmektedir:
1. Allah'ın insanlar için seçtiği hak dini
yaymak, onun esas ve prensiplerini günün teknik araçlarından, gelişen
sanatından ve uygulanan metodundan yararlanarak kalb ve kafalara, akl-ı
selîmin kabul edebileceği şekilde işlemek.
2. Bilgi, görgü ve küttür seviyesi elverişli her
mü'mine, iyilikle emretmek, kötülükten men'etmek vâcib olduğuna göre, bu
vecibeyi, Allah rızasını gözeterek yerine getirmeye çalışmak.
3. Yozup sapıtan, kötülüğü sanat edinen bir
topluluktan umut kesmemek; doğru yoİu seçerler diye onlara ilâhî emirleri
-anlayabilecekleri bir anlatım biçimiyle- tebliğ etmek.
Nitekim
İsrâiloğulları'ndan iyilikle emretmeyi, fenalıktan alıkoymayı kendine görev
kabul edenler bu üç ana amaç etrafında hizmetlerini sürdürmüşlerdir. 164.
âyetle onların bu güzel tutumu şöyle açıklanmıştır: «İçlerinden bir topluluk,
Allah'ın yok edeceği veya şiddetli bir azap ile azâp-landıracağı bir kavme
neden öğüt veriyorsunuz? demişlerdi de onlar da Rabbımıza bir özür (beyan
edelim) ve bir de belki Allah'tan korkup kötülüklerden sakınırlar diye (öğüt
verme ihtiyacını duyuyoruz) cevabında bulunmuşlardı.» [269]
«Onlara:
rahmetten kovulup uzaklaştırılmış aşağılık maymunlar olun!
dedik.»
Bakara, Mâide ve A'raf
sûrelerinde olmak üzere, iki yerde «aşağılık maymunlar olun!», bir yerde de
«Allah'ın lanetlediği, gazap edip kendilerinden maymunlar ve domuzlar meydana
getirdiği kimseler» diye söz edilmektedir. Her üç âyet de azgınlık gösteren
Yahudilerle ilgilidir.
Haber-i vâhid (tek
kişinin rivayet ettiği hadîs)ten onların maymun suretine döndürüldüğü
anlaşılıyorsa da, ilim adamlarımızın bir kısmı hadîsi sahîh bulmadığı için
âyeti, ruh ve karakter bakımından maymunlaşma şeklinde yorumlamıştır.
Tabiînden Mücahit de aynı görüştedir.
Gerçi, tekvini bir
emirle insan maymuna veya domuza dönüşebilir. İlâhî emir ve kudret mutlaka
nafizdir. «Kün = ol! emri»yle derhal sebepler oluşur ve irâde edilen aynen
gerçekleşir. Ancak bu yolda cari bir sünnetullah yoktur. Sadece Yahudilerden
bir zümrenin mesha uğraması ise, cari bir sünnetin varlığına delâlet etmez. Ama
bir mu'cize anlamında
düşünecek olursak, o
takdirde cari bir sünneîullah söz konusu olmayabilir. Çünkü mu'cize, âyet ve
cari sünneti kesip aşar; o ölçünün dışında kalır.
Konunun başında
Müslim'in rivayet ettiği hadîs ise, maymun ve domuzların, insanların
meshedilmesiyle vücut bulmadığını, daha önceleri de bu iki hayvanın mevcut
olduğunu net biçimde açıklamaktadır. O halde Yahudilerden isyan ve azgınlık
gösterip ilâhî emirlere sırt çevirmekte ısrar edenler hakkında «aşağılık
maymunlar olun!» emri, daha çok maymun tabiatlı olun demektir. Nitekim
Yahudilerin, sözü edilen iki hayvanın bazı vasıflarını benimseyenleri olmuştur.
Ayrıca bu konuyla
ilgili açıklamaları Bakara sûresi 65. âyetin tef-sîrinde yapmış bulunuyoruz. [270]
Yukarıdaki âyetlerle,
inandıktan sonra günahlara dalıp ilâhî sınırlan aşan kavim ve milletlerin
birtakım üzücü olaylarla denemeden geçirildikleri anlatıldı ve
İsrâiloğulları'nın cumartesi yasağına uymadıkları ve o sebeple sıkıntı ve
üzüntülere uğratıldıkları bir misal olarak verildi. Sonra da İsrâiloğulları'nın
birkaç gruba ayrıldıkları bir grubun her şeye rağmen öğüt ve irşada devam
ettiği kapalı şekilde övülerek belirtildi. Baş kaldırıp zulüm ve isyanda ısrar
edenlerin ise azaba uğratılacaklarına atıf yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
İsrâiloğulları'ndan çoğunun kıyamete kadar günah ve haksızlıklarını
sürdürecekleri ve o yüzden zaman zaman onları kahredecek savaşçı güçlerin
gönderileceği haber veriliyor. Aynı zamanda bu milletin kıyamete kadar
ırklarının devam edeceğine açık işarette bulunuluyor.
Sonra da, Tevrat'a
sahip çıkan, fakat onun hükümlerini geçici dünyalık karşılığında
değiştirenlerin ortaya çıkacakları haber veriliyor ve böylece Yahudi din
adamlarının çok dikkatli olmaları ve Müslüman bilginlerinin de Kur'ân hükümleri
hakkında çok duyarlı ve dikkatli bulunmaları hatırlatılıyor. [271]
167— Hani
Rabbin kıyamete kadar onlar» kötü azaba uğratacak kimseleri üzerlerine mutlaka
göndereceğini bildirmişti. Şüphesiz ki, Rabbin cezayı çok çabuk verendir ve O,
çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
168— Onları yeryüzünde parça parça edip birkaç
topluluğa ayırdık : Kimileri iyiler ve düzenli, kimileri de bundan aşağı
düzensiz; iyilik ve düzene dönerler diye onları birtakım iyilikler ve
kötülüklerle denedik.
169— Arkalarından onların yerine birtak'm bozuk
kimseler geldiler de kitaba vâris (sahip) oldular; (hükümlerini değiştirme
karşılığında) şu değersiz aşağılık dünyanın geçici malını almaya başladılar ve
«nasılsa ileride bağışlanırız» dediler; buna benzer geçici bir mal (ve
menfaat) gelse yine de almakta tereddüt etmezler. Allah'a karşı haktan (ve
doğruluktan) başka bir şey söylemîyeceklerine dair kitabda (mevcut hükümler
uyarınca) söz alınmamış mıydı? Ve kitabdakini ders olarak okumuşlardı. (Allah'tan
korkup, kötülüklerden) sakınanlar için âhiret yurdu hayırlıdır. Artık aklınızı
kullanmaz mısınız?
170— Kitaba (şuurlu) sarılıp namazı dosdoğru
kılanlara gelince: Şüphesiz ki biz iyi yararlı amellerde bulunanların mükâfatını
zayi etmeyiz.
171— Ve bir vakit biz (Tür) dağını onların üzerine bir gölgelik gibi kaldırıp tutmuştuk
da, üzerlerine düşecek sanmışlardı. Size
verdiğimizi bütün gücünüzle tutun ve içindekini düşünüp hatırınızdan
çıkarmayın; olur ki (Allah'tan saygı ile korkup kötülüklerden) sakınırsınız.
«Hani Rabbın kıyamete
kadar onları kötü azaba uğratacak kimseleri mutlaka üzerlerine göndereceğini
bildirmişti..»
Musa Peygamber
zamanında ve ondan sonra İsrâiloğulları'ndan çoğunun, Allah'ın kendilerine
birçok lütuf ve yardımlarına rağmen isyan, günah, azgınlık ve ahlâksızlıkta
ısrar etmelerine karşılık, kıyamete kadar bütün yahudilerin cezalandırılacağı
anlaşılıyorsa da, âyetin asıl delâlet ettiği mâna böyle değildir. Kıyamete
kadar bu milletin yaşayacağına ve irsî karakterlerinin pek değişmiyeceğine,
zaman zaman aynı günah ve azgınlığa sapıp Hakk'a baş kaldıracaklarına, o
yüzden sık sık azâbâ uğratılacaklarına delâlet eder mahiyette bir anlatım
tarzı söz konusudur,
Dünkü ve bugünkü
Yahudilerin tutum ve tabiatı arasında pek fark yoktur. Hemen her çağda
onlardan önemli bir kısmı ilâhî emirleri değiştirir, onun karşılığında çok
değersiz şeyleri elde etmeyi mubah görürler de uyarı, öğüt ve inzariara rağmen
bu huylarından vazgeçmezler. O yüzden ilâhî gazabın kendilerine inmesini bir
bakıma çabuklaştınrlar.
Süleyman Peygamber'in
vefatından sonra Tevrat ile dosdoğru amel edenlerle, kendi çıkarlarını üstün
tutup amel etmeyenler arasında tartışma, sürtüşme ve hattâ çatışmalar çıkmış,
onların bu tutumu Asûr ve Kaldeli'-lerin işine yaramıştı. Böylece Filistin
halkının çoğu kılıçtan geçirilmiş, sağ bırakılanlar zincire vurularak Babil'e
sürülmüştür.
Yetmiş yıllık veya
daha fazla süren Babil esaretinden sonra bu defa Romalıların baskı ve
hakimiyeti başlamıştır. Bu da uzun bir süre İsrail-oğulları'na kölelik devri
yaşatmıştır. Böylece Kur'ân'da ilgili âyetlerle açıklandığı gibi azaplar
aralıklı da olsa, Yahudilerin yakasını koyuvermemiştir. Kıyamet kopuncaya kadar
da süreceğinde hiç şüphe olmasın.. Yakın geçmişte Nazîlerin zulmüne uğramaları
da bu misallerden biridir. [272]
«Onları yeryüzünde
parça parça edip birkaç topluluğa ayırdık..»
Daha önce de
belirtildiği gibi, Yakup Peygamber'in oniki oğluna uzanan oniki kabile bir
arada anlaşamayınca, ayrıldılar ve iç çekişme başlamış oldu. TALÛT ile CALÛT
tarafdarlarının vuruşması, o bölünmenin tabii sonuçlarından sadece biridir.
Sonra Davud Peygamber'in duruma hakim olup başa geçmesiyle ciddi bir disiplin
sağlanabilmişti.
Âyetlerin
açıklamasından da anlaşıldığı gibi, Allah o milleti birtakım iyilikler ve
arkasından sıkıntı ve felâketlerle zikzaklı yollardan geçirerek bir elemeye
tabi tuttu. İyiler kötülerden, haktan yana olanlar, bâtılı benimseyenlerden
ayırt edildi. TALÛT'un kumandasındaki ordu savaşa giderken Şeria ırmağına
yaklaştığında, ayrı bir denemeye tabi tutuldular «Kim bugün bu ırmaktan su
içerse benden değildir!.» uyarısına pek azı uymuş, çoğu ise su içerek
itaatsizlik etmişti. O durumda baştaki kumandan ve lidere itaat etmeyen bir
orduyla düşmana karşı çıkıp savaşmak pek akıllıca olmazdı. Talût da öyle yaptı,
itaatsızları ayırdı, Allah'a gönülden inanıp savaşa katılanlarla düşman
üzerine yürüdü.. [273]
«Onları, yeryüzünde
parça parça edip birkaç topluluğa ayırdık: Kimileri iyiler ve düzenli, kimileri
de bundan aşağı düzensiz..»
İsrâiloğulları bu iki
peygamber devrinde altın çağını yaşamıştır. Üstün nimetlere erişmiş ve
Allah'ın büyük lûtfuna lâyık görülmüşlerdi. Süleyman Peygamber'den sonra (M.Ö.
900 yy.) otorite sarsılmış, iç huzursuzluk tekrar başgöstermişti. Toplumu
sürükleyen din adamları ve devlet büyükleri, Tevrat'ın hükümlerinin halka ağır
geldiğini ileri sürerek değiştirmeye ve birçok kısmını uygulamamaya
yöneldiler. Dede ve babalarımız Rabbımız tarafından bağışlandığı gibi biz de
bağışlanırız diyerek iyice azıttılar. Dünya malını ve saltanatını dinî
inançlarından üstün tuttular; değersiz menfaatlar karşılığında iman ve
irfanlarını sattılar. Tabii, hepsi bu yolda değildi, karşı çıkanlar da vardır.
Geçmişten ibret aldıkları için, bu gidişin bir felâketle noktalanacağından çok
endişe duyuyor ve uyarılarına devam ediyorlardı. Ama ne çare, maddenin kalbler
ve vicdanlar üzerinde oluşturduğu kalın siyah tabakayı gidermek mümkün
olmuyordu.
Kendilerine verilen ve
birçok milletlere verilmeyen kutsal kitap Tevrat'ın değerini, uygulandığı
takdirde sağlayacağı huzur ve düzeni anlayamadılar. Haksızlık ve azgınlığı huy
edindiler. Kendi anlayışlarına göre, kurdukları terbiye sistemi, faziletli,
hakbilir, hukuktanır adam yetiştirmekten çok uzaktı.
İşte Babil esareti, bu
tuğyanın; Romalıların baskını bu şuursuzluğun birer cezası idi.. O bakımdan
167. âyette, «Onları kötü azaba uğratacak kimseleri üzerlerine mutlaka
göndereceğini bildirmişti..» sözleriyle İsrâiloğulları'nın tarihine bakılması
bildirilirken Yahudilerin tarihte geçirdiği ıstıraplı dönemleri, ibret ve öğüt
alınacak safhaları yaşamakta olan milletlerin gözleri önüne serilmek
isteniyor. İlâhî sünnetin değişmeyeceğine, o bakımdan tarihin tekerrür
edeceğine işarette bulunuluyor. [274]
«ve bir vakit biz Tur
dağını onların üzerine bir gölgelik gibi kaldırıp tutmuştuk..»
Tûr dağının bir
gölgelik gibi kaldırılıp İsrâiloğulları'nın üzerinde tutulması olayı Kur'ân'ın
dört ayrı yerinde geçer. Âyetlerin zahirinden* bu olayın hem ilâhî kudreti
yansıtan bir mu'oize, hem İsrâiloğulları'nı sıcaktan koruyan bir gölge, hem de
Allah'a ve Peygamberine verdikleri sözü tutmalarına, döneklik yaptıkları
takdirde ilâhı hükmün tekrarlanacağına dair uyan olduğu anlaşılmaktadır. Bakara
ve Nisa sûrelerinde de, belirttiğimiz gibi, Tûr dağının İsrâiloğulları üzerine
yükseltilip gölge kılınması cidden
bir mu'cize midir,
yoksa mecazî bir deyim olup dağın serin ve verimli eteğine yerleşme imkânına
eriştirilmeyi hatırlatma mıdır? Bazı müfessirler dağın yükseltilmesinin bir
tehdît olduğunu söyleyerek, Allah'a karşı kesin söz verdikten sonra ahde vefa
etmelerini sağlamaya yönelik bulunduğunu ifade etmişlerdir. Şüphesiz ki, bu ve
benzeri görüşler birer yorum niteliğindedir. İsrâiloğulları'nın Tin
sahrasından {Sina Çölü) kurtulup Filistin dolaylarına gelip yerleşmelerine
bakılınca âyetteki ifadenin mecazî bir anlam taşıdığı akla daha yakın kabul
edilir. Allah ise, daha iyisini bilir.. [275]
Mevcut Tevrat'ta ise bu hususta ancak şu açıklamaya rastlayabildik;
Çıkış bölümünde Sina
çölünde dağın karşısında Musa (A.S.) vasıtasıyla İsrâiloğullan'ndan, Allah'ın
emirlerini tutacaklarına dair kesin söz alındığı ve o bakımdan üç gün sonra
Rabbın Sina dağı üzerine ineceği (kudretiyle tecelli edeceği)nin haber
verildiği anlatıldıktan sonra konu şu sözlerle tamamlanır; «Ve vaki oldu ki,
üçüncü günde sabah olunoa gök gürlemeleri ve şimşekler ve dağ üzerinde koyu bir
bulut ve çok kuvvetli boru sesi oldu; ve ordugâhta olan bütün kavim titredi. Ve
Allah'ı karşılamak için Musa, kavmi ordugâhtan çıkardı ve dağın eteğinde
durdular. Ve Sina dağı, hep tütüyordu, çünkü RAB onun üzerine ateş içinde
inmişti; ve onun dumanı ocak dumanı gibi çıkıyordu ve bütün dağ çok titredi. Ve
boru sesi gitgide kuvvetlenince, Musa söyledi ve Allah ona sesle cevap verdi.
Ve Rab Sina dağı üzerine, dağın tepesine indi ve Rab Musa'yı dağın tepesine
çağırdı. Musa da çıktı......» [276]
Tûr dağının
yükseltilmesi bir mu'cize midir? Burada iki ihtimal var: Birincisi, Musa
Peygamber'in hak resû! olduğunu bir defa daha kanıtlamak ve ilâhî kudretin her
şeye nüfuz ettiğini, her şeyin üstünde mutlak hükümran bulunduğunu göstermek
için ortaya konulmuş bir mu'çizedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, mu'cize
hem fiziksel kanunların üstünde, hem de câri olan ilâhî sünnetin dışında âdet
ve illet zincirini koparıp belli kanunları aşan bir olaydır. İkincisi, Musa
Peygamber, Tûr dağına yetmiş kişiyle çıktığında, Allah'ın KELÂM sıfatı surete
intikal edip bulutta tecelli etti. Böylece ilâhî vahiy suretten surete geçiş
sağladığı anlarda Tûr dağı sanki yerinden kopup büyük bir gölgelik gibi onların
üzerine düşüyormuş görünümünü verdi. Kudreti remzeden kesif bulut her tarafı
kaplamış, dağ üstüne dağ oluşturmuş ve eteklere doğru yer yer sarkmış
bulunuyor-
du. Bu muhteşem
manzara karşısında Tûr yerinden kopmuş, yükselmiş gibiydi..
İşte bu iki yorumda
yer alan iki ihtimal de Kur'ân'ın anlatımına uygun gelmekte, ifadede bir mecaz
söz konusu olduğunu kuvvetlendirmektedir. [277]
Gerek fiziksel,
gerekse fizikötesi olaylar ve mu'cizelerden her birinin bir hikmeti ve
yönlendirici, uyarıcı özelliği vardır. Hiçbir mu'cizeyi veya olayı hikmet dışı
düşünmemiz mümkün değildir. Çünkü Allah mutlak hikmet sahibidir; boş, anlamsız
ve amaçsız bir iş yapmaz, bir olay meydana getirmez. O halde Tûr dağında
kendini gösteren ilâhî kudretin d muhteşem manzarası ve kalbleri yerinden
oynatan o heybetli görünümü önemli bir hikmete yönelik bulunuyordu. Kur'ân-ı
Kerîm'de bu hikmet şöyle açıklanıyor :
«Size verdiğimiz
(Tevrat'ı ve diğer nîmetler)i bütün gücünüzle tutun ve içindekini düşünüp
hatırınızdan çıkarmayın. Olur ki (Allah'tan saygı ile korkup kötülüklerden)
sakınırsınız..»
Nitekim Tevrat, Tûr
dağına indirilmiş, Musa Peygamber, onu o dağda telâkki edip levhalar üzerine
yazmıştı. O bakımdan Tûr dağıyla Tevrat arasında unutulmaz bağlar
bulunuyordu.. [278]
Yukarıdaki âyetlerle,
Musa Peygamber'e indirilen kutsal kitaba dosdoğru uymayan İsrâiloğulları'nın
yeryüzünde o yüzden nasıl bölünüp parçalandıkları ve iyiliklerle kötülüklerin
birbirini izleyerek o milleti devamlı yoklayıp çetin sınavlardan geçirdiği
anlatıldı.
Sonradan, onların
yerine gelen nesillerinin ise, Tevrat'ın hükümlerini dünya menfaatleri
karşılığında değiştirdikleri ve yapılan uyarılara, «atalarımız bağışlandığı
gibi, biz de bağışlanırız» diye cevap verdikleri konu ediliyor. Kitaba bağlı
kalanların ise, mutlaka mükâfatlandırılacakları müjdeleniyor ve arkasından Tûr
dağının İsrâiloğullan üzerine bir gölge gibi yükseltildiği hatırlatılarak
tarihlerinden öğüt ve ibret almaları isteniliyor. Aşağıdaki âyetlerle ruhların
Allah inancıyla yaratıldığı ve kendilerinden söz alındığı bildiriliyor. [279]
172-Hani
Rabbın ademoğullarından, onların sırtlarından soylarını alıp, onları
kendilerine karşı şahit tutmuştu da : Rabbiniz değil miyim? (buyurmuştu).
Onlar da «Evet şahidiz» diye cevap vermişlerdi. Bu da kıyamet günü « bizim
bundan haberimiz yoktu» dememeniz,
173— ya da «babalarımız daha önce Allah'a ortak
koşmuşlardı, biz ise onlardan sonraki soy idik; haksız ve boş bir düzen
kuranların yaptığından dolayı bizi helak mı ediyorsunuz?» dememeniz içindir.
174— İşte böylece biz âyetleri bir bir
açıklıyoruz, belki (iyice düşünürler de inkâr ve isyandan) dönerler.
«Doğan her çocuk,
fıtrat (veya İslâm fıtratı) üzere doğar. Sonra ana-babast.onu ya yahudileştirir,
ya hıristiyanlaştırır, ya da mecusîleştirir. Nitekim organları yerliyerince
bir hayvan doğar da, kulak, burun ve benzeri bir organında kesikliği,
noksanlığı görebilir miyiz?» [280]
«Ruhlar (ruhlar
âleminde) teçhiz edilip bölüklere ayrılan askerler (gi-bi)dir. Onlardan (o
âlemde) birbirleriyle tanışanlar, (dünyada da) anlaşir-
far; birbirlerini
tanımayanlar ise, (dünyada pek) anlaşamazlar..» [281]
Birinci hadîsin râvisi
Ebû Hüreyre (R.A.) hadîsi naklettikten sonra şu âyeti okumuştur: «Bu, Allah'ın
sağladığı bir mayadır ki insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah'ın
yaratışında hiçbir değişme, değiştirme bulunmaz.» [282]
Kudsî hadîs :
Allah buyuruyor:
«Doğrusu ben kullarımı bâtıldan uzak, hakka yönelik {Tevhit inancı üzere)
yarattım. Sonra şeytanlar onlara üstün gelip kendilerini dinlerinden
saptırarak onlara helâl kıldığımı haram saydılar.» [283]
Beni Sa'd kabilesinden
Esved b. Süreyi' (R.A.) anlatıyor:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimizle beraber dört savaşta bulundum. İslâm mücahitlerinden bazısı
ellerini savaşan müşriklerin çocuklarına da uzattılar. Bunun üzerine Peygamber
(A.S.} şöyle buyurdu : «Bazı bölüklere ne oluyor da ellerini zürriyete
(çocuklara) uzatıyorlar?!» Bir adam : «Onlar müşrik çocukları değil midir?»
deyince Peygamber (A.S.) ona : «Sizin iyileriniz ve seçkinleriniz de müşrik
çocukları değiller midir? Ne kadar bir insan doğarsa, mutlaka fıtrat (Allah ve
din duygusu) üzere doğar. Dili açılıp ana-babası onu yahudileştirip
hiristiyanlaştırıncaya kadar öyle devam eder.» [284]
«Rabbınız değil miyim?
(buyurmuştu). Onlar da, evet şahidiz, diye cevap vermişlerdi.»
Cenâb-ı Hak, ruhları
belli sayıda yaratıp ait oldukları ruhlar âlemine yerleştirdikten sonra hepsine
birden şöyle seslenip sormuştur: «Ben sizin Rabbınız değil miyim?» Akıl denilen
cevheri birçok yeteneklerle kendinde taşıyan ruhlar şu cevabı vermişlerdir:
«Evet, Sen bîzim Rabbımızsın..»
Kur'ân'daki tabiriyle
Allah'ın bu takrir mahiyetindeki sorusuna, «Eles-tü bi-Rabbiküm?», Ruhların
cevabına da, «belâ, ente Rabbunâ» denir.
Bu iki tabir üzerinde
cok şeyler yazılmış ve birçok yorumlar yapılmış-
tır. Kur'ân'da takip
edilen ilâhî âdet ise, bu gibi önemli konuların çoğu detaylı anlatılmaz, temel
bilgi verilir ve öylece insan aklına, düşünce ve idrâkine, araştırma ve
incelemesine imkân tanınır.
«Hani Rabbın âdem-oğullarının sırtlarından
soylarını alıp,........şahit tutmuştu..»
Soyların sırtlardan
alınmasının ve ilâhî hitaba muhatab tutulmasının anlamı nedir? Bize göre,
konuyu açıklığa kavuşturan önemli ipuçları vardır. Önce şunu belirtelim ki,
Kur'ân ve hadîsin açık anlatım ve işaretinden, ruhların bedenlerden önce
yaratıldığı anlaşılıyor. Oda Cenâb-ı Hakk'ın ezelî plân ve programı gereği,
yeryüzüne ne kadar insan yaratıp getirecekse, onların sayısına göre ruh
yaratmış olması ve onları yine belli bir programa göre sıraya koyması
demektir. Sırasına göre, vakti saati gelen ruh, kendi âleminden Dünya'ya
inmekte ve bir süre kendisine ait bedende ey-leşmektedir, O bakımdan TENASÜH
yani bedeni terkeden bir ruhun dünyaya gelecek başka başka bedenlere girmesi
söz konusu olamaz. Bu tür iddialar yersiz, mesnetsiz ve hikmetsizdir.
Ruhlar, ilâhî kudretin
tecelli ve tezahürleridir. Kâinatta var olan her şey de öyle. Aradaki fark, o
kudretin değişik anlamda ortaya çıkmasıdır.
Bu tarife göre, insanî
ruhlar, bedenlere gelip girmeden, ruhlar alemiyle melekût âlemi, sonra da
Allah'ın varlığı ve birliği; kudret ve azameti hakkında birtakım bilgilerle
donatılmışlardır. Yukarıda konunun başında fıtrat ile ilgili hadîsin bir anlamı
da bu gerçeğe kapı açmaktadır. Ruhlar sırası gelince, kendine ait bedene
girince, ondaki bilgiler alınmakta, sadece bir maya ve öz bırakılmaktadır. Her
insanın akıl, irâde ve idrakinin değer ölçüsü ortaya çıksın diye, o mayayla bir
tekâmül dönemine sokulmaktadır. Beden bir bakıma ruhun yetenek ve kudretini
açığa çıkaran bir alet kabul edilebilir. Ruhu elektriğe benzetirsek, beden onun
için bir ampul veya bir elektronik araç sayılır. Sonra da ruh, eskiyen bedeni
terkedince, ruhlar âleminde edindiği bilgiler de kendisine yeniden verilir ve
Dünya'da edindikleri bilgilerle birleşerek takdîr edilen seviyesine erişmiş
olur.
O halde ruhlar
yaratıldıktan sonra her ruhun hangi bedene gireceği veya her bedenin hangi ruh
için yaratıldığı bellidir, bir yanlışlık asla düşünülemez. Ancak ikisi arasındaki
irtibat ve imtizacın keyfiyeti bizce meçhuldür. Ruh kendine ait bedeni
terkettikten sonra tâ kıyamete kadar onunla olan ilgi ve irtibatı bazı
yönleriyle devam eder. Bu arada beden ister yanıp kül olsun, ister toprağa
dönüşsün o irtibat kopmaz. Tabii bunu fiziksel bir yöntemle anlamak veya
açıklamak mümkün değildir.
Unutmayalım ki, ruh
yaratıldığı andan İtibaren hem Allah'ı bilir, hem de O'nun hitabını anlar ve o
hitaba cevap verir bir özelliktedir. O mayayı beraberinde taşıyarak Dünya'ya
iner ve umutların kesildiği bir anda mayayı örten kılıf sıyrılır, Allah! diye
seslenip O'ndan imdat ve inayet beklenir. [285]
«Rabbınız değil
miyim?»
Âyetin açık anlatımına
bakılınca bunun sözlü olduğu anlaşılıyor. Ancak Allah, zaman, mekân, organ,
araç, hava ve sınır kavramlarının üstünde ve ötesindedir. Ruhlar da O'nun
kudretinin tecellisi veya bir tezahürü olduğuna göre, belirtilen kavramların
çoğunun ötesinde bulunuyorlar. O halde ELESTÜ dile, sese ve havaya bağlı
bulunan sözlü bir hitap şeklinde değildir. Kudretten kudretin tezahürüne
intikal eden bir duyuştur. Tıpkı Allah'ın meleklere olan hitabı ve meleğin
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e seslenişi gibi.. Melek Cebrail, aynı zamanda
büyük bir ruh ve kudrettir; ilâhî emri Peygamberimizin (A.S.) bedensel kulağına
değil, ruhuna ve onun kulağı anlamında olan kalbine ilka ediyordu. Bu durumda
Peygamber (A.S.) Efendimiz'in bedensel duygularının faaliyeti bir süre duruyor,
daha doğrusu bedeni o sırada bir bakıma ruhlaşıyor ve öylece Melek Cebrail ile
yine ilâhî kudrete mensup Peygamberimizin ruhu irtibat sağlıyor ve ilâhî vahyi
kalbinde duyup anlıyor ve koruyordu. O nedenle yanında hazır bulunan
arkadaşlarından hiçbiri Cebrail'in sesini işitemiyor ve onu göremiyordu.
Bu konuda Ahmed b.
Hanbei, İbn Cerîr Taberî, Taberânî ve diğer bazı hadîs âlimleri, «Cenab-ı Hak
kudret eliyle Adem'in sırtını sıvazlayıp onun soyunun zerrelerini meydana
getirdi.»
«Allah, Adem'in soyunu
onların sırtlarından aldı, sonra onları kendi nefislerine şahit tuttu; sonra da
onları iki avucuna aktarıp, şunlar cennetliktir, şunlar da cehennemliktir,
buyurdu. O nedenle Cennet ehli olanlar, ona uygun amele yönelirler; Cehennem
ehli de ona uygun amele yönelirler....» mealindeki rivayetler üzerinde durmuş
ve bunların hep temsilî ve bazısının da mecazî olduğunu; insanların anlayış ve
kavrayışlarına göre bir anlatım şekli kullanıldığını belirtmişlerdir. Allah'ın
ilmi ezelde, yaratacağı insanların nasıl amel edeceğini önceden tesbit edip
yazmıştır; O'nun ilmi yanıltmayacağına göre, yazıldığı gibi cereyan edecek ve
böylece herkes kendi kaderini çizip ona yönelmiş olacaktır.. [286]
«Evet şahidiz» diye
cevap vermişlerdi.»
Az yukarıda da
belirttiğimiz gibi, insanî ruhlar, ilâhî kudretin nefhası, mecazî anlamda o
denizin dalgasıdır. Hepsi de derecelerine göre, o kudreti yansıtfr. Her ruhun
mayasına Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretinin yüceliğini yansıtan bir
cevher yerleştirilmiştir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu cevheri «fıtrat» diye
isimlendirmiştir. Kendi âleminde bu cevherle kaynaşıp bütünleşen ruhların,
Allah'ın « e 1 e s t ü » hitabına o bakımdan cevapları müsbet olmuş, yani
hepsi de tereddütsüz «Evet Rabbımızsın, şahidiz» demişlerdir. Ve işte doğan her
çocuk «fıtrat üzere, İslâm fıtratı üzerine doğar» hadisinin anlamı budur. Öyle
ki her ruh, içinde, özünde, mayasında Allah ve din duygusunun yansıtıcı
cevheri bulunduğu halde, kendisi için yaratılan bedene girer. Sonra gelişip
konuşmaya başlayınca ana-babanın, çevre ve okulun tesiri altında kalıp yolunu
çizer..
Bu hikmet dikkate
alındığı içindir ki, savaşta çocukların öldürülmesi dinimizce yasaklanmıştır.
Çünkü her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. [287]
Elestü hitabında,
Allah'ınız veya Yaradan'ınız, ilâhınız, denilmemişte, Rabbınız denilmiştir.
Çünkü bu sıfat kâinatın her zerresiyle içiçedir ve birçok ilâhî sıfatların
anlam ve kudretini de beraberinde taşımaktadır. Yaratma, belli programa göre
büyütme, eğitip geliştirme, amaca yöneltme; her şeyin türünün ve menşeinin
özelliğini koruma, her varlığa Hakk'i tes-bîh ve tenzîh etmeyi öğretme, her
canlının ihtiyacını bağlı kılındığı hilkat kanununa göre ayarlama gibi birçok
yüce manalar ve hikmetler bu sıfatın tecellileri arasında bulunur. Ruhlar bu
sıfatın tecellilerine mazhar kılındıkları gibi, bedenler de aynı mazhariyetin
belirgin eserleridir.
O nedenle Kur'ân'ın
dokuzyüzden fazla yerinde bu sıfat anılmıştır.
[288]
Filozofların, ilim
adamlarının ruh hakkında doyurucu, hakikati, yansıtıcı görüş ve tesbitleri
olmamıştır. Ruhun varlığını kabul edenler bulunduğu gibi, onu reddedenler de
eksik değildir. Çoğunun ise, biri hayvanî, diğeri insanî olmak üzere iki ruhun
mevcudiyetinden haberi yoktur. «Can» kavramında ifadesini bulan ruhun
mahiyetini anlamak şöyle dursun, onun nasıl bir kudret ve faktör olduğunu bile
dosdoğru keşfedememişlerdir. Kimi, maddesel olmayan eylemli bir prensip diye
tanımlarken; kimi de onu bir iç eylem prensibi olarak tarîf etmiştir. Daha da
kısa bir tanımlamada bulunarak «can, bir yaratılıştır» diyenler olmuştur.
Demek istiyoruz ki,
maddeye canlılık vasfını veren hayvanî ruhun ne olduğu dosdoğru bilimsel olarak
çözülememiştir. Nerede kaldı, iiâhî kudretin ayrı bir tecelli ve tezahürüyle
var olan insanî ruhun ne olduğunu çözebilsinler..
O bakımdan rahatlıkla
diyebiliriz ki, hayvanî ruhu da, insanî ruhu da en iyi anlatan ve ilim
adamlarına temel bilgi veren Kur'ân ve hadîslerdir. Çünkü ilâhî kudretin
nefhaya dayalı tecellisini fizik, ya da kimya marifetiyle tesbit etmek ve
açıklamak pek mümkün değildir. Kur'ön ve hadîsin, kudsî âlemden sunduğu bilgi
ve ipuçlarıyla bir dereceye kadar bilgi sahibi olabiliyoruz.
Konuyu özetleyecek
olursak, diyebiliriz ki : Hayvanî ruh da ilâhî kudretin ayrı bir tecellisidir.
Nitelik ve nasıllığını bütünüyle kavramamız cok zordur. Meselâ, biz hücreyi,
yapısını ve asıl canlı ile olan ilgisini biliyoruz; fakat taşıdığı canlılık
vasfını izah edemiyoruz. Hücre hakikaten hayat birimidir; onu meydana getiren
madde, protoplâzmadır. O bakımdan protop-lâzmaya hayatı yapan madde
diyebiliriz. Ancak bu maddedeki canlılık vasfı nereden, nasıl geliyor? Zira
biz yine biliyoruz ki, bütün protoplazmalar birbirine benzer. Hepsinde de şu
elemanlar bulunur: Oksijen, azot, hidrojen, karbon, kalsiyum, sodyum,
magnezyum, sülfür, klor, fosfor, potasyum ve iyot..
Ne var ki, bu
maddeleri ve bunların bir araya gelip protoplazmayı oluşturmasını bilmek
yeterli değildir. Zira bir kimya laboratuvarında bunları belli nisbette
biraraya getirmek mümkündür. Canlılık vermek ise mümkün değildir. Görülüyor ki,
ondaki canlılık, diğer bir tabirle hayvanî ruh. Yüce Kudretin akıl almaz bir
tezahürüdür. İlmî araştırmalar ve buluşlar bir noktaya kadar varabiliyor.
Fizik-kimya alanında dönüp dolaşıyor, onun ötesine nüfuz edemiyor. Her olayı
birtakım sebeplere ve kanunlara bağlarken, canlılık vasfına gelince, duraklayıp
kalıyor. Kur'ân onu, her olayı sebep ve illet kanunlarına bağlayan Allah'a
irca' ederek olayın asıl kaynağını gösteriyor.
Nitekim insanî ruh söz
konusu olunca Kur'ân şu bilgiyi veriyor: «De ki, ruh Rabbımın emrindendir.,»[289]
Her doğan çocuk,
fıtrat, yani Allah'ın varlığını, birliğini, kudretini ve O'na teslimiyeti
yansıtan bir cevher ile doğar. Akıl, zekâ, yetenek, aile, çevre ve okul, bu
cevheri kabuğundan çıkarıp daha iyi geliştirmeye yarayan birtakım araçlardır.
Cenâb-ı Hak, insan
ruhuna, mayasına sadece bu cevheri yerleştirmekle kalmamış, onu ortaya çıkarıp
yaratıldığı amaca yöneltilmesi için yardımcı faktörler göndermiştir.
Peygamberler, semavî kitaplar ve en son olarak Hz. Muhammed (A.S.) ve Kur'ân-ı
Kerîm kıyamete kadar yardımcı faktörler olarak insanları irşada, doğru yolu
göstermeye deVam edecek bir güç ve muhtevadadırlar. İnsanın sorumluluğu da bu
çizgiden itibaren başlamakta ve Âhirette hiç itiraz ve özür beyân etmesine
gerek kalmayacak kadar imkânlarla donatıldığı haber verilmektedir.
O halde, «bizim
bunlardan haberimiz yoktu» veya «başkaları bizi aldatıp doğru yoldan
uzaklaştırdılar» veya «baba ve dedelerimiz daha önce Allah'a ortak, denk ve
benzer koşmuşlardı veya Allah'ı doğrudan inkâr etmişlerdi. Biz de onlara
uyduk. O çevrede yetiştik» gibi özür ve itirazların hiçbir mâkul anlamı yoktur.
Zira her insana veya her aile ve topluma bir peygamber gönderilmez. Son
Peygamber'in gönderildiğinin işitilmesi kâfidir. Akıl ve idrâk onun
getirdikleriyle ilgilenmekle yükümlüdür. Ruha en-jekte edilen maya (fıtrat)
böyle bir haberi beklemektedir.
«İslâm ülkesinde doğan
kimse ister istemez müslüman; hıristiyan ülkesinde doğan kimse ister istemez
hıristiyan olur» sözü, ilk bakışta makul ve mantıkî sayılabilir. Ama gerçek hiç
de öyle değildir. Zira her insana hakikati arayıp bulma yeteneği ve doğru yolu
görme basireti, ve idraki verilmiştir. Ayrıca yardımcı olacak faktörler de
mevcuttur. Bir de bu duyguyu verecek fıtrat söz konusudur.
Bu nedenle
hatırlatalım ki, insanların çoğu oanlı organizma üzerinde sarfettikleri zaman,
enerji ve uğraşıları; seferber ettikleri yetenekleri fıtrat üzerinde de sarfetmiş
olsalardı, herhalde Allah'ı daha iyi anlar, indirdiği dinleri inceleyip son
dinin getirdiği hayat ve memat nizamını daha iyi kavrar ve Hakk'a bağlılık
gösterme idrâkine erişirlerdi.
Allah ne güzel
açıklıyor:
«İşte böylece biz
âyetleri bir bir açıklıyoruz, belki (iyice düşünürler de inkâr ve isyandan)
dönerler.» [290]
Yukarıdaki âyetlerle,
ruhların bedenlerden önce yaratıldığı, hepsinin de Allah'ı bilip tasdîk etme
idrâkinde bulunduğu açıklandı. Böylece insanın, Allah ve din duygusunu, diğer
bir tabirle o mayayı ruhunda taşıyarak yaratıldığına işaret edildi. O bakımdan
kıyamette hic kimsenin «Bizim Allah'tan ve dinden haberimiz olmadı» diyerek
bir itiraz hakkı olmayacağı vurgulandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
ilâhî âyet ve belgelere mazhar olup ruhundaki cevheri kılıfından çıkardıktan
sonra nefsine uyup sapıtan bir kimse misal veriliyor. Allah'ın âyetlerini
yalanlayan milletlerin de fertler gibi sapıtıp sonunda zillet ve meskenete
düşecekleri hatırlatılıyor. Sonra da kutsal değerlere, ilâhî beyanlara sırt
çevirip maddeyi tek kurtarıcı ilâh sayarak tercih edenlerin durumu, dilini
çıkartıp soluyan köpeğe benzetiliyor. [291]
175__ (Ey
Muhammedi) Kendisine âyetlerimizi
verdiğimiz kimsenin
haberini (olayını)
anlat: O verdiğimiz âyetlerden sıyrılıp çıktı; şeytan da onu kendi peşine takıp
sürükledi ve böylece o azgınlardan oldu.
176— Dileseydik onu âyetlerimizle yükseltir
(kadrini yüce kılar)dık; ne var ki o maddeye yönelip aşağılığa bağlı kalmayı
(tercih etti), hevesine uydu. Onun hali ve tutumu, üzerine varsan da, kendi
durumuna bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin haline benzer. İşte bu,
âyetlerimizi yalanlayan topluluğun misâlidir. Artık sen olayı onlara nakledip
anlat, olur ki düşünürler.
177— Âyetlerimizi yalanlayıp kendilerine
haksızlık eden topluluğun misâli ne kötüdür!
178— Allah kime doğru yolu gösterirse, o doğru
yolu bulur; kimi de saptırırsa, işte onlar da, evet onlar zarara uğrayanlardır.
İbn Mes'ud (R.A.)
diyor ki: «Bu âyetler İsrâiloğullarından Bel'am b. Bâûra adında duası makbul
kişinin dikkat çekici olayını, hem Yahudilere, hem de Müslümanlara hatırlatmak
üzere inmiştir.»
Rivayete göre, bu âbit
(cok ibâdet eden adam) zorbaların en çok yaşadığı Kenanîlere ait bir bölgede
oturuyordu. Musa Peygamber ordusuyla o bölgeyi fethetmeye geldiğinde, halk
toplanıp Bei'âm'a gitmiş ve Musa Peygamber aleyhine duâ etmesini rica
etmişlerdi. O da onlara, «olmaz; çünkü Musa bir peygamberdir, ordusu da vardır»
diyerek reddetmişti. Israrlar fayda vermeyince kendisine dünyalıktan çok
şeyler, paha biçilmez hediyeler getirmişler ve öylece beddua etmesini
sağlamışlardı. Ne var ki, yaptığı beddua geri dönmüş ve Bel'âm'ın dili
sarkmıştı. Bu yüzden o âbit hem dünyasını, hem de âhiretini kaybetmişti. [292]
Tevrat'ta de bu
adamdan geniş şekilde bahsedilir.
Ashab-ı kiramdan
Abdullah b. Amr'e (R.A.) göre bu âyet, Sakıfli Ümey-ye b. Ebî Salt hakkında
inmiştir. Adı geçen, kutsal kitapları okumuş, son peygamberin gelmek üzere
olduğunu anlamış ve kendisini bu paye ve gö-
reve lâyık göferek
birtakım hayallere kapılmıştı,- derken Hz. Muhammed {A.S.) nübüvvet güneşiyle
doğup risalet göreviyle ortaya çıkınca, onu kıskanmaya başlamış ve o yüzden
irfan ve inoncını kaybetmişti. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onun hakkında şu
cümleyi sarfetmiştir: «Ümeyye b. Ebî Sait'in kılları imân etti, kalbi ise
inkârda bulundu..» [293]
«Şeytan da onu peşine
takıp sürükledi.»
İlgili âyetle ilâhî
feyiz ve keramete eriştirilen, duası makbul bir adamın acıklı hali misai veriliyor.
Hani «bir tutam ot deveyi yardan atlatır» derler ya, işte İsrâifoğullan'ndan
Beİ'âm'ın da durumu öyle olmuştur. Geçici bir dünyalık uğruna ahlâk ve fazileti
çiğneyip dininden, imân ve irfan kaftanından sıyrılarak İblfs'e oyuncak olmak
ne hazîn şey! Pırlantayı boncukla, kalıcı olanı geçici olanla değiştiren bir
âbidin berbat olan son ömründen ibret ve öğüt almamak daha hazîn değil midir?
Değer mi birkaç günlük
şatafat ve konfor için, erişilen mânevi değerlerden sıyrılmaya? Hayat su gibi
akmaktadır; onu temiz tuîsan da, bulan-dırsan da akıp gitmektedir. Zamanı geri
çevirmek mümkün müdür? Mev-lâna Ceiâlettin ne güzel söylemiştir:
«Yolcu, kendine gel,
kendine., vakit geçti, ömür güneşi kuyuya doğruldu. Bu iki günceğizinde olsun,
kuvvetin varken, kocalığını Hak yoluna sarfet. Elinde kalan şu kadarcık tohumu
olsun ek de bu iki anlık müddetten uzun bir ömür bitsin. Bu aydın çırağ
sönmeden kendine gel de hemen fitilini düzelt, yağını tazele. Yarın yaparım
deme. Nice yarınlar geçti. Ekin zamanı tamamıyla geçmesin, uyanık ol!»
Allah, kullarını
daldıkları dünyalıktan biraz olsun geri çekip ebediyetin kokusunu ulaştırmak
için tarihe geçmiş bir âbidin ömrünün son yıllarının nasıl berbat olduğunu
misal vererek rahmetinin İnsanlara çok yakın bulunduğunu hatırlatıyor ve
bâtıldan hakka, günahtan sevaba, gafletten intibaha çağırıyor.. [294]
«Dileseydik onu
âyetlerimizle yükseltir (kadrini yüce kılar)dık.»
İlgili âyetle Allah
bize, insan irâdesi hakkında bilgi veriyor. O, kullarını hayatın başlangıç
noktasıyla bitiş noktası arasında -sünnetullah gereği- iyi ve kötü, doğru ve
yanlış, sevap ve günah yollarını göstererek serbest bırakıyor. Ancak ezelî
ilmiyle onların bu iki nokta arasında kendi hür iradeleriyle nasıl bir yol
seçeceklerini, nasıl bir hayat tablosu hazırlayacaklarını önceden tesbit edip
yazmıştır. İstisnaî bazı haller dışında müdahalede bulunması söz konusu
değildir. Az-çok doğru yolu bulanları ve ilâhî füyuzata erişenleri, dilerse o
doğrultuda tutar. Bu, O'nun câri sünnetine uygun geldiğinden hidâyetiyle
tecelli eder. Maddeye gönül verip kendini onun gözalıcı nesneleriyle avutarak
ömür sermayesini geçici bir hic uğruna harcamakta azimli olanı da kendi haline
terkeder. Sadece Peygamber ve Kitap aracılığıyla onu uyarıp yo! gösterir. Bu da
O'nun takdirinin ayrı bir yanıdır.. [295]
«Onun hali ve tutumu,
üzerine varsan da, kendi durumuna bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin
haline benzer.»
Aşağılığa bağlı kalıp
nefsine esir olanlar hakkında çok dikkat çekici bir misal veriliyor. Köpeğin
çoğu zaman soluması, ona daha da çirkinlik getirmektedir. Ama ne yapsın ki,
onun nefsi hep kemik hayaliyle meşguldür, O bakımdan salıversen de, tutup
bağlasan da dili dişarda, soluyup durur. Mevlâna, kendini nefsin emrine verip
onun hayal kurduğu şeyler peşinde aziz ömrünü harcamaya devam edenlere şöyle
seslenerek, bir bakıma yukarıdaki âyeti tefsîr ediyor: «Köpek değilsen neden
kemiğe âşıksın, sülük gibi neden kanı seviyorsun? Ey başkalarına ağlayan göz,
gel, bir müddetcik otur da kendine ağla!» [296]
«Al'an kime doğru yolu
gösterirse, o doğru yolu bulur,»
Allah, indirdiği
kitaplar, gönderdiği peygamberler aracılığıyla insanlara doğru yolu göstermiş;
doğru yolu seçip onda yürümeleri için de gereken yetenekleri vermiştir. Artık
kim aklını ve irâdesini sıhhatli şekilde kullanır da kendi irâdesini Hakk'ın
iradesiyle birleştirirse, o doğru yolu seçmiş olur. Yalnız kendi iradesiyle
yetinip Hakk'ın irâdesinin rahmet âyetlerine iltifat etmeyenler ise, sonu
felâket olacak bir yolu tercih etmiş sayılırlar.
Âyetin bir başka
yorumu : Allah kimi doğruya eriştirmekle vasfetmiş-se, o, cidden doğru yolu
bulmuştur. Kimi de küfür ve dalâletle vasfetmişse, o da gerçekten sapıtmıştır.
Çünkü kullarının içini, dışını, niyet ve amacını O daha iyi bilir. Bu bakımdan
Allah'ın kullarını iyi veya kötü şekilde vasıf-laması, ezelî ilmine dayalı bir
kıstastır ki asiâ şaşmaz.
Bir başka yorum :
Allah kime fazla lûtufta bulunur da doğru yola yönelmesini artırırsa, o doğru
yola girmiş olur. Kime de, kötü tutum, yanlış inancı nedeniyle lûtufta
bulunmazsa, o da sapıtıp zarara uğrayanlardan olur. [297]
Yukarıdaki âyetlerle,
geçici hayatı ebedî saadete tercih edip doğru yoldan ayrılan bir âbit misal
verildi. Düşünce ve duygusu sadece dünyalık olup nefsine yenik düşen kimsenin
hali, hayali hep kemik olup dilini sarkıtarak soluyan köpeğin bu haline
benzetildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kalbleriyle hakkı anlamayan, gözleriyle gerçeği görmeyen, kulaklarıyla doğruyu
işitmeyen kimseler, hayvanlara benzetiliyor. Fıtratlarındaki cevheri belirsiz
duruma getiren bu insanlar hem kınanıyor, hem uyarılıyor. Hilkat kanunundaki
yerlerine dönmeleri ve yaratıldıkları
amaç ve hikmete yönelmeleri isteniliyor.
Böylece «en güzel
isimler Allah'ındır», denilerek ilâhî sıfatlarla O'nu daha iyi tanımamız ilham
ediliyor. Sonra da Allah'ın âyetlerini yalanlayanların adım adım hüsrana
gittikleri hatırlatılıyor. [298]
179— Şanıma and olsun ki, cin ve İnsanlardan
birçoğunu Cehennem için yarattık; kalbleri vardır onunla (hakkı) anlamazlar;
gözleri vardır onunla (hakikati) görmezler; kulakları vardır, onunla (doğruyu)
işitmezler, İşte bunlar (bu şuursuzlar) hayvanlar gibidir; belki daha da sapık
ve şaşkındırlar. İşte gafiller ancak bunlardır».
180— En güzel isimler Allah'ındır. O halde siz
O'nu o güzel.isimleriyle çağırın (duâ ve ibâdet edin); O'nun isimleri hakkında
sapıtıp yanlış yolu seçenleri bırakın.
İleride onlar yapageldiklerinin cezasını göreceklerdir.
181— Yarattıklarımızdan bir ümmet de var ki, onlar
hakka giden yolu gösterir, ona doğru irşat ederler; yine onunla adaleti
uygularlar.
182— Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, onları
farkına varmayacakları şekilde yavaş yavaş, basamak basamak (kahrolacakları)
sonuca yaklaştıracağız.
183— Onlara
mühlet veririm. Doğrusu benim onlarla ilgili düzenim çok metindir.
«Şüphesiz ki Allah,
henüz gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl önce insanların kaderlerini takdîr
etmiştir. Arş'ı da su üzerinde bulunuyordu.» [299]
Açıklama:
Hadîste geçen ellibin
yıl, bizim sun'î zamanımıza göre değildir. Kur'-ân'da Haç sûresi 47. âyette
belirtildiği gibi, gerek âhirette, gerekse yüce âlemdeki bir gün bizim sayı ve
ölçümüze göre ellibin yıldır. Bu rakam da sırf bizim anlayışımıza kolay gelsin
diye yapılan bir takdirdir,
Hz. Aîşe (R.A.)
Validemiz anlatıyor:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Ansar'dan birinin ölen çocuğunun cenazesine çağırıldı. Ben de, «ne
mutlu o çocuğa. Cennet kuşlarından bir kuştur o; ne kötülük işlemiştir, ne de
(yaşı kötülük işleme) çağına yetişmiştir!.» dedim. Bunun üzerine Resûlüliah
(A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu: «Bundan başka bir sonuç mu olacaktı, ya Aîşe?!
Doğrusu Allah Cennet'i yarattı ve onun için, henüz babalarının sulhlarında iken
ehlini de yarattı. Cehennem'! de yarattı ve onun için de henüz babalarının
sulhlarında iken ehlini de yarattı..» [300]
«Çocuk anarahminde
teşekkül edince Allah ona bir melek gönderir ki, o melek şu dört kelimeyle
emrolunmuştur: O da, çocuğun rızkını, ecelini ve saîd mi, yoksa şakıy mi
olacak(la ilgili) amelini yazar.» [301]
«Allah'ın doksandokuz
ismi vardır. Kim onları sayıp anarsa, Cennet'e girer. Allah tek'dir, tek'i
sever.» [302]
«Sizden birinize ne
kadar bir sıkıntı ve üzüntü dokunur, o da şu duayı yaparsa, şüphesiz ki Allah
onun sıkıntı ve üzüntüsünü giderir ve onun yerine ferahlık getirir: AHahım!
Şüphesiz ben senin kulunum, kulunun oğluyum ve senin cariyenin oğluyum. Alnım
(dizginim) senin elindedir,- hükmün, hakkımda mutlaka geçerlidir. Hakkımdaki
kazan (takdirin) âdildir.
Kendini andığın veya
kitabında indirdiğin veya kullarından herhangi birine öğrettiğin veya gayb
ilminde kendine seçip beğendiğin bütün isimlerinle senden diliyorum : Kur'ân'ı
kalbimin baharı, göğsümün nuru, üzüntümün kalkması, sıkıntımın gitmesi eyle.,»
Bunun üzerine soruldu
:
— Ey Allah'ın Peygamberi! bunu öğrenelim mi?
— Evet, işiten herkesin öğrenmesi gerektir,
diye cevap verdi. [303]
«Ümmetimden bir taife
(güçlü bir cemaat) kıyamet Kopuncaya kadar devamlı surette hak üzere olup
üstünlük sağlayacak; rüsvay etmek isteyenler ve muhalefette bulunanlar onlara
zarar vermeyecek..» [304]
Şanırna ancl olsun ki,
cin ve insanlardan birçoğunu Cehennem için yarattık..»
Kur'ân-ı Kerîm'de bu
iki kelime hayli yerlerde birarada geçer. Cin sözü 22, ins sözü 18 âyette
anılmıştır.
Cenn ve cünnûn,
sözlükte : Bir şeyi gizlemek, örtmek manasına gelir. Meselâ, «cenne
aleyhi'lleylü» cümlesi Türkçemize şöyle çevrilir: «Gecenin karanlığı onu örtüp
gizledi.» Anarahmindeki çocuğa bu manayla «cenin» denilmiştir. «Cünne falânün =
falan adam cinnet getirdi» yani aklı ve şuuru örtülüp dengesini kaybetti. C i n
de buna yakın bir manaya delâlet eder. İsim olarak, insan duyu organlarının
hepsinden gizli, gözlerden örtülü kaldıkları için, ışından yaratılan şuurlu ve
fakat değişik bir yaratık kasdedilir.
Cin ismi, daha çok ins
tabiriyle birlikte kullanılır, âyetlerde zikredil-diği gibi.. Zira yeryüzünde
Hakk'a ibâdette bulunmak üzere yaratılan akıl, irade ve şuur sahibi sadece bu
iki ayrı cins mahlûk söz konusudur. Nitekim Kur'ân'da Zâriyat sûresinin 56.
âyetinde bu husus şöyle belirtilmektedir : «Cinleri ve insanları ancak beni
tanıyıp ibâdet etsinler diye yarattım.»
İkinci bir yorumla
cin, ruhanîlerden bir kısmına verilen isimdir. Bilindiği gibi, ruhanîler genel
anlamda üç kısımdır:
1. Hayırlılar, seçkinler.
2. Şerri ve kötülükleri temsil edenler.
3. Bu ikisi arasında, her iki kısmın da sıfatını
kendinde taşıyanlar.
Birinciler,
meleklerdir. İkinciler, şeytanlardır. Üçüncüler, cinlerdir.
Ancak önemli bir
hususu daha açıklamadan geçmek istemiyoruz. Hadîslerin açık delâletinden, cin
ve şeytan sadece ruhanîlere isim olarak konulmamış, bu arada gözle
görülmeyecek kadar küçük olan mikroplar, bakteriler ve çok küçük haşere
hakkında da kullanılmıştır:
«Azız ve Celîi olan
Allah, cinleri üç sınıf olarak yaratmıştır: Bir sınıfı, yılanlar, akrepler ve
yerdeki küçük canlılardır. Diğer bir sınıfı, boşluktaki rüzgar gibidir. Bir
sınıfı da, üzerlerine hesap ve ceza terettüp edenlerdir.»
«Allah insi de üç
sınıf olarak yaratmıştır: Bir sınıfı hayvanlar gibidir. Bir sınıfın ise
bedenleri ademoğuNarının bedenleri gibi, ruhları ise, şeytanların ruhları
gibidir. Diğer bir sınıfı ise, Allah'ın gölgesinden başka hiçbir gölgenin
olmadığı bir günde Allah'ın gölgesinde olanlardır.» [305]
«Cinler üç sınıftır:
Bir sınıfın kanatları vardır, onlarla havada uçarlar. Bir diğer sınıfı yılanlar
ve akrepler ve köpeklerdir. Bir sınıfı ise, (istedikleri şeye ve yere) hülûf
ederler ve uğrayıp göçerler.» [306]
Yerdeki küçük haşere,
yılan ve akrepler çarçabuk çıplak gözle görülemedikleri ve yerdeki çatlaklara,
çukurlara gizlendikleri için onlara da bir bakıma «cin» denilmiştir. Boşlukta
rüzgar gibi uçuşanları ise, mikroplar ve bakterilerdir, Üçüncü sınıf ise,
insanlar gibi, İlâhî tekliflerle mükellef bulunuyorlar ve o bakımdan hesaba
çekilecekler, amellerine göre karşılık göreceklerdir.
İbn Arabî diyor ki :
«Cinlerin de bizim
gibi, itaatkârları ve âsîleri vardır. Melekler gibi bazı suretlere girip
şekillenebilirler. Ne var ki, Allah gözlerimizi onlardan çekip almıştır; bir
kısmımız ancak onları keşf-i ilâhî sayesinde görebiliriz.
Cinler letafet
âleminden oldukları için, gördükleri güzel suretlere girme kabiliyetleri
vardır. Ruhanîlerin nisbet edildiği asıl suret ise, Allah'ın onları ilk
yarattığı surettir. Sonra da istekleri doğrultusunda muhtelif suretlerde
tezahür edebilirler.» [307]
İ n s, cinnin hilafı
sayılır. Çoğulu «enâsî»dir ki beşer anlamına gelir. Aynı zamanda cin ve melek
mukabilinde kullanılır. İnsan kelimesi de erkek ve dişiyi kapsayan aynı mânada
bir kelimedir. Bazı lûgatçılar bu kelimenin tesnrye (ikil) olduğunu iddia
etmişlerse de uzmanlara göre, doğru değildir. İnsan'ın kelime olarak çoğulu,
nâs, ünas ve ünasî gelir. İlim adamlarının çoğuna göre, insan, cins isimdir ve
sonundaki (n) harfi fazladır. [308]
Az yukarıda da
belirttiğimiz gibi, Kur'ân ve hadîslerin açık delâletinden, onların da ilâhî
hükümlerle yükümlü bulundukları; Kur'ân'ın onlara da hitap ettiği ve o bakımdan
onlara da indirildiği; Hz. Muhammed'in (A.S.) insanlara peygamber olarak
gönderildiği gibi, onlara da gönderildiği anlaşılıyor. Nitekim Cin sûresinde
bu husus biraz daha açıklığa kavuşturulmuştur. Ancak cinlerin aile ve sosyal
hayatlarını, taşıdıkları nefsanî duyguların ölçü ve mahiyetini bilmediğimiz
için, ilâhî hükümlerden hangileriyle mükellef tutulduklarını belli
çizgileriyle ortaya koymamız bir bakıma mümkün değildir, Bilinen en önemli
husus, Allah'a ve Peygamberine inanmak, Kur'ân'ı dinleyip anlamak gibi
esasların başta geldiğidir.
Cinlerin de insanlar
gibi, Hakk'ı ve hakikati anlayacak akıl ve idrâk-, leri, doğruyu ve iyiyi
görecek gözleri, hakkın sesini işitecek kulakları vardır. Onlara yönelen ilâhî
buyrukları bu üç yoldan almaları emredilmektedir.
Daha önce En'âm
sûresinde açıkladığımız gibi, cinler dumansız ateşten, diğer bir yorumla
ışınlardan yaratılmışlardır. Nitekim Rahman sûresinde bu konu açıklanmaktadır.
Onlara ait cinnî ruhlar da daha önce ruhlar âleminde yaratılmıştır. Sonra da
vakti ve saati gelince inip kendileri için yaratılan kalıplara girerler.
İnsanoğlu nasıl
melekle hayvan arasında, her ikisinden de bazı sıfatları kendinde toplayarak
üçüncü bir canlı olarak yaratilmışsa, cinler de melekle şeytan arasında orta
kademede her ikisinden bazı sıfatları kendinde taşıyarak yaratılmışlardır.
Hangi sıfata ağırlık verip güçlendirirlere, o sıfatın bağlı bulunduğu varlığa
daha çok yaklaşmış olurlar. İşte ilâhî emirler onları şeytanlardan uzaklaştırıp
meleklere yaklaştıracak özellik ve muhtevadadır, diyebiliriz. [309]
«Şanıma and olsun ki,
cin ve insanlardan birçoğunu Cehennem için yarattık..»
Âyetin açık
anlatımından, cin ve insanlardan birçoğunun Cehennem için belirlenip
yaratıldığı anlaşılıyor. İlk bakışta, bu iki ayrı cinsin henüz Dünyaya ayak
basmadan cennetlik ve cehennemlik olanları belirlenmiş de öylece madde âlemine
getirilmişlerdir. Konu bu olunca, iyilik ve kötülüğün, imân ve inkârın, ibâdet
ve isyanın anlamı ve değeri nedir? İnsanoğlu henüz Dünya'ya gözlerini açmadan
nereye varacağı kesin ölçülerle tesbit edildiğine göre Âhiret âleminde neden
hesaba çekilecektir?
Bu ve benzeri soruları
çoğaltmak mümkün; ama hakikat hiç de öyle değildir. Hiç kimsenin irâdesine
zincir vurulup eli-kolu bağlanarak iyiliğe veya kötülüğe itildiği ve itileceği
düşünülemez. Allah, ezelî ve ebedi ilmiyle herşeyi kapsayıp kuşatmıştır. Ona
göre geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman kavramı söz konusu değildir. O. takdir
edip yaratacağı cinlerle insanları birtakım sıfatlar, yetenekler ve araçlarla
donatmayı, herbirini belli bir ortamda mükellef tutacağını önceden plânlayıp
tesbit etmiştir. Cin ve insden herbirinin dünya hayatına adım attığı andan
itibaren ölüm anına kadar -kendi irade ve yetenekleriyle- neler yapacaklarını,
hangi yolu seçip yürüyeceklerini, yine o sonsuz, sınırsız ilmiyle bilip ona
göre cennetlik, ya da cehennemlik olanları belirliyerek yazmıştır. Önceden
yazıldığı için insan veya cin iyilik veya kötülük işlemeye zorlanmamaktadır.
İşleyeceği için yazılmıştır ve Allah'ın ilmi asiâ yanılmaz..
Görülüyor ki, her cin
ve insan, ezelde kaderinin çizilip yazıldığı için cennetlik, ya da cehennemlik
olmuyor; olacağı için takdîr edilmiştir. Ö bakımdan sorumluluk, yükümlülük;
hesaba çekilme ve karşılık görme gibi, hayatımızı düzene sokacak safhalar
önümüze konulmuştur.
Âyetteki kelimelere
bir bir dikkatle baktığımızda, belirtmek istediğimiz hususlar ZEREE fiilinden
rahatlıkla anlaşılıyor. Çünkü bu fiil, ruhlar yaratılıp belli düzeye
getirildikten, yani insaniyet mayası ile irtibat sağladıktan sonra henüz
dünya'ya indirilmeden, başlatılanı izhar etmek, kişiliklerini tesbitte
bulunmak demektir. Âyette HALAKNA denilmeyip ZERE'NA denilmesinin
hikmetlerinden biri budur. HALAKA, daha önceleri de belirttiğimiz gibi, daha
çok, yokluk karanlığından varlık aydınlığına misalsiz ve örneksiz yaratıp
getirmektir. Ayrıca bu, icad etmek, yeni bir şey bulma mânalarında da
kullanılmıştır. Böylece HALAKA ile ZEREE arasında bir yönlü umum-husus vardır:
Her halk aynı zamanda zer'dir; ama her zer' halk değildir. O bakımdan Rağıb
kendi Müfredat'ında zer' kelimesini şöyle açıklamıştır: «Allah'ın vücuda
getirmek istediğini izhar etmesidir..»
Müfessir
Zemahşerî konumuzu oluşturan
âyetin tefsirinde şöyle
bir
açıklamada
bulunmuştur: «Cehennemlik olan cin ve ins, o kimselerdir ki, Allah onların
(kalblerinde) letafet bulunmadığını (ilmiyle önceden) bilmiştir ve o bakımdan
kalbleri mühürlenmiştir. Öyle ki, onlar zihinlerini Hakk'ın marifetine açmazlar
ve çevirmezler, Allah'ın yarattığı eşyaya ibret bakışıyla bakmazlar;
karşılarında okunan Allah'ın âyetlerini derinden derine düşünme dinleyişiyle
dinlemezler. Sanki onlar, kalblerin anlayışını, gözlerin görmesini, kulakların
işitmesini kaybetmişlerdir,... Ve onlardan aneak cehennemliklerin fiilleri
sadır olur..» [310]
«Kalbleri vardır,
(onunla) hakkı anlamazlar.»
İlgili âyetle,
cehennemliklerin kalb, göz ve kulağı söz konusu edilerek bu üç organı
yaratıldıkları amaç ve hedefe yöneltmiyenlerin kendilerine büyük haksızlık
ettikleri bildiriliyor. Radar sistemi, dümeni ve farları bozuk bir gemi veya
uçağı düşünecek olursak, o vaziyette sonunun nereye varacağını anlamakta
gecikmeyiz. İnsanların durumu da öyle..
Kalb, insan şuurunun ve
idrâkinin bir diğer adıdır. Radar cihazından çok daha önemlidir. Yolu, yöntemi,
tehlikeyi ve mutlu sonucu belirlemeye yarar. Kulak onun dümeni, gözler ise,
farları mesabesindedir.
Her organda ve
özellikle dış dünyamızla ilgi ve irtibatımızı sağlayan bu üç organda Allah'ın
kudretini, O'nun sanatındaki inceliği ve varlığının belgelerini görüp idrâk
etmiyen bir cin veya ins, nereden geldiğini, nerede niçin bulunduğunu, daha
sonra nereye neden gittiğini bilmeyen bir aşağı canlıdan farksızdır.
Âyetteki sıralama :
Kalb, göz ve kulak. Bu, gelişigüzel bir anlatım değil, insan hayatını bir
üçgen üstünde tutan ve biri diğerini tamamlayan nimetlerdir. Kalb, düşünüp
hakikati idrâke yarar. İdrâk başlayınca, göz ona yardımcı olur.
Görebildiklerinin gerçek veçhesini tesbit etme işini kalbe havale eder. İdrâk
görülen şeylerle birleşince, kulak hakkın sesini işitmeye yönelir. Duyunca da
kalb ve göz ile birleşip bütünleşir. Böylece asıl maksat gerçekleşme safhasına
gelmiş olur. [311]
«En güzel isimler
Allah'ındır..»
Allah'ın isimleri
tevkifidir, yani Cenâb-ı Hak tarafından belli sayıda
tutulup
belirlenmiştir. Artık biz
kendiliğimizden ona ne
ilâve yapabiliriz, ne de
değiştirebiliriz.
O'nun her ismi ve
sıfatı, sonsuz, sınırsız yüce kudretinin ayrı bir tezahürünün remzidir.
Nitekim Tirmizî'nin Ebû Hüreyre'den (R.A.) yaptığı rivayette, «Allah'ın
doksandokuz ismi vardır. Birinde olan (ilâhî sünnet, kudret, hikmet ve esrar)
diğerinde yoktur.» buyurulmuştur.
Allah, kâinatı ilmiyle
olduğu gibi, kudretiyle de kapsayıp kuşatmıştır. O bakımdan O'nun bu ihatası
bütün sıfatlarıyla tecelli eder. Hemen canlı cansız her şeyde onların tesir ve
damgası bulunmaktadır. Bir cismi elimize aldığımız, bir canlıyı incelediğimiz
ve bir sisteme dikkatle baktığımız zaman, ondaki esmâ-i hüsnâ'nın tecelli ve
tezahürlerini görebildiğimiz ölçüde onu anlamış oluruz. Hazreti Peygamberin
(A.S.) her vesileyle eşyanın hakikatini görmek isteğinin bir ucu bu hikmete
dayanmaktadır.
Kâinatta insanoğlunun,
Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellisine en çok mazhar kılınan bir varlık
olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Esmâ-i Hüsnâ'nın ayrı ayrı sır ve
hikmetinin izleri insanda toplanmış ve daha çok belirgin hale gelmiştir. Bunu
görüp gönülden inanan bir mü'minin, şartlar ve ihtiyaçlar doğrultusunda
Allah'ın isim ve sıfatlarından mevcut duruma uygun düşenini seçerek duâ etmesi,
o ismin yüksek feyiz ve rahmetine lâyık olmanın en uygun yolu ve en açık
kapısıdır..
«Zat-i Hak'tan talep
vukuunda, Sineden mâsiva silinmelidir. Her duâ müstecap olur amma, Talebin
sureti bilinmelidir.»
Mısra'ları bu gerçeği
dile getirmektedir. Müfessirlerden Mukatil ve birkaç zat bu âyetin iniş
sebebini şöyle tesbit etmişlerdir: «Müslümanlardan bir adam, namaz duasında YA
RAHMAN, YA RAHÎM!. diye niyaz ediyordu. Müşriklerden biri onun sesini duyunca,
Muhammed ve arkadaşları bir tek Rabb'e kulluk ettiklerini iddia ediyorlar; oysa
bu adam iki Rabb'e birden duâ edip yalvarıyor, diyerek İslâm'a yeni ısınanların
kalblerine şüphe sokmaya çalıştı. O sebeple «En güzel isimler Allah'ındır. O
halde siz O'nu o güzel isimleriyle çağırın..» mealindeki âyet indi. [312][313]
«Yarattıklarımızdan
bir ümmet de var ki, onlar Hakk'a
giden yolu gösterir,
ona doğru irşat ederler; yine onunla adaleti uygularlar.»
Âyetin ve hadîslerin
delâletinden anlaşılıyor ki, her devirde, kendini Allah yoluna adayan, Hakk'a
giden yolu gösteren, doğruya irşat eden bir cemaat vardır. Dini tazeliğiyle
yaşayıp ayakta tutanlar da onlardır. Diğer bir tabirle, onlar 73 fırkadan
biri, ama kurtuluşa erenleridir. Bu, «Kur'-ân'ı gerçekten biz indirdik ve
elbette biz onun koruyucularıyızdır.» mealindeki âyette va'dedilen dini koruma
hakkındaki beyânın ayrı bir tezahürüdür. [314]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz devrinden günümüze kadar, ilâhî emanetlerin en büyüğü olan Kur'ân ve
İslâm'ın ışığını söndürmek isteyenler hemen her asırda çoğunlukta olmuş, bu
emaneti koruyanlar ise azınlıkta kalmış, buna rağmen Kur'ân ve İslâm yaşamış,
yaşamaya devam etmiş ve hâlâ yaşamaktadır ve yaşamaya devam edecektir. Zira
Allah'ın ezelde koyduğu sünnetullah gereği, o emaneti koruyup Hakk'a giden yolu
gösterenler her devirde sahnede olacaklar ve irşat görevi kesintisiz devam edecektir.
Beşlerin rivayet
ettiği, «Ümmetimden bir taife (güçlü bir cemaat) kıyamet kopuncaya kadar
devamlı surette hak üzere olup üstünlük sağlayacak; rüsvay etmek isteyenler ve
muhalefette bulunanlar onlara zarar ve-remiyecek!» mealindeki hadîs, yukarıda
mealini naklettiğimiz Hicir sûresi 9. âyeti tefsir etmektedir. [315]
«Âyetlerimizi yalanlayanlara
gelince, onları farkına varmayacakları şekilde yavaş yavaş, basamak basamak
(kahrolacakları) sonuca yaklaştıracağız.»
Hakk'a karşı gelmenin,
ilâhî emir ve sünnete sırt çevirmenin cezası, farkına varmadan adım adım
kahredici bir sonuca sürüklenip gitmektir. Bu, ilâhî programda yer almış bir
hükümdür, inkarcıların azgınlık ve şımarıklığı belli bir noktaya gelince
mutlaka gerçekleşir.
İnkâr ve azgınlık
müzminieşince, tedavisi zor bir hastalık hâlini alır; kalb ve dimağda kök salıp
ilâhî marifete yer bırakmaz olur. Böylece derin bir gaflet ve irâde dışı bir
sarhoşluk başgösterir. Zaman denilen törpü hem ondan yana gibi görünür, hem de
onu törpüleyip tüketme marifetini sürdürür. Her nefes alıp verdikçe, her adım
attıkça uçuruma biraz daha yaklaşmış olur; derken sünnetullah «istidraç»
hükmünü yürütür.
Kur'ân'ın bu
açıklaması, hem insan psikolojisi hakkında bir bilgi vermeye, hem insanların
çoğunu uyarmaya, hem de Allah'ın cari sünnetlerinden birini hatırlatmaya
yönelik bulunuyor. [316]
İstidraç:
a) Derece
derece, basamak basamak sürükleyip elim sonuca götürmek.
b} Yukarıdan
aşağıya doğru basamak basamak indirmek,
c) Yenilenen her nimete karşı farkına varmadan
veya neticesini düşünmeden, günah, azgınlık, inkâr ve haksızlığı yenilemek ve
böylece nefes nefes, ilâhî ilimle belirlenmiş elim sonuca doğru gitmek veya
götürülmek.
d) Nimetler içinde yüzüp nîmeti vereni
hatırlamayanı, ya da onu inkâr edip nankörlükte bulunanı, nîmetin sarhoşluğu
içinde bocalar bir halde bırakmak ve öylece belirlenmiş âkibete kademe kademe
sürüklemek.
e) Eriştiği
makam ve serveti kendi adına büyük bir başarı sayan inkarcı gafili, başaşağı
varacağı yere, hissettirmeden yavaş yavaş çekip götürmek., gibi manalara
gelir.
Kur'ân iomalî anlamda
zikredilen istidracı şöyle açıklıyor: «Onlara mühlet veririm.
Doğrusu benim onlarla ilgili düzenim çok metindir,» [317]
karıda gecen
âyetlerle, Allah'ın ezeli ve ebedî ilmiyle, cin ve insan-çoğunun cehennemlik
olduğunu tesbit ettiği belirtildi ve bunun bir
zorlama anlamında
değil, ilmin malûmata tabi olma sünneti doğrultusunda düşünülmesinin gereğine
işaret edildi.
En güzel isimlerin
Allah'ın olduğu ifade edilerek, eşyada O'nun isimlerinin, sıfatlarının
tecellilerini görmemiz istenildi. Sonra da hemen her çağda dini tebliğ edip
irşat görevini yürütenlerin bulunacağı müjdelendi ve Allah'ın âyetlerini
yalanlayanların tedricen, kahrolacakları sonuca yaklaştırılacakları haber
verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Hz. Muhammed'in (A.S.) aklî dengesinin, ruhî yeteneğinin kusursuz anlamda
yerinde olduğu ve inkarcıların tuttukları yolun tehlikesine karşı Peygamberin
(A.S.) uyarma görevini yerine getirdiği hatırlatılıyor. Sonra da yer ve
göklerdeki mükemmel düzen ve dengeye dikkatler çekilerek beşer aklına ışık
tutuluyor. [318]
184— Hiç düşünmediler mi, vatandaşları (Hz.
Muhammed'de) cinnet eseri yoktur. O ancak açık-seçik (ilerideki tehlikeli
uçurumu haber veren) bir uyarıcıdır.
185— Onlar göklerin ve yerin ve Allah'ın yarattığı
herhangi bir şeyin varlık ve düzeninin nasıf yüksek, dengeli ve ahenkli bir
kanunla yürütüldüğüne bakmıyorlar mı? Ve umulur ki ecellerinin de pek yakın
olduğunu hiç düşünmediler mi? Bundan sonra artık hangi söze inanırlar?!
186— Allah
kimi doğru yoldan saptırırsa, onu doğru yola iletecek yoktur. Allah onları
azgınlıkları içinde bocalayıp şaşkın şaşkın dururken bıra-kıverir.
Katade'nin yaptığı
tesbite göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Mekke'de akşam üzeri Safa tepesine
çıkıp Kureyş ailelerine bir bir seslenerek şöyle uyarı ve irşatta bulundu :
«Ey falan aile!
şüphesiz ki ben size önünüzdeki tehlikeyi haber veren apaçık bir uyarıcıyım..»
Kureyş'ten bir adam
O'nun bu çağrısına karşılık havayı bozarak şöyle dedi : «Sizin hemşehriniz
Muhammed galiba cinnet getirmiş, öyle görünüyor ki sabahlara kadar böyle ötüp
duracak..»
O nedenle yukarıdaki
âyetler indi. [319]
«Hiç düşünmediler mi,
vatandaşları (Hz. Muhammed'de) cinnet eseri yoktur.»
Kureyş putperestleri
aşırı bir taassup içinde Hz. Muhammed'e (A.S.) deli, şâir, eskilerin
masallarını nakleden şaşkın gibi, bir sürü yakışıksız sözler kullanıp
yakıştırmalarda bulunuyorlardı.
Asırlarca sonra
Hıristiyanlık taassubu da iyice kabardt, o yüzden birçok gerçekleri aşacak
kadar körleştiler. Onlarda putperestler gibi birtakım yersiz yakıştırmalara
yöneldiler. Bizdeki bazı dinsizler de mal bulmuş mağribî gibi, kollan sıvadılar
ve Hollandalı Dr. Dozy'nin (1820-1883) dümen suyuna kendilerini salıverip
Peygamberimiz için Epileptik (sar'âiı) diyecek kadar ileri gittiler ve bunu
1951'de ülkemizde basılan Adlî Tıp'ın ikinci cilt 813. sahifesine koydular.
Şüphesiz ki, din ve ilim adına bu bir cinayetti ki, pervasızca işlenmişti.
Sonra doğumunun 1400. yılı dolayısıyla Fransız Tıp Akademisi, Hz. Muhammed
(A.S.) Efendimiz hakkında ilmî bir araştırma yaptılar ve lütfen, «Muhammed
(A.S.) epileptik ve histerik (duyu bozukluğuna, ruh şaşkınlığına yakalanıp
çırpınmalar ve kasılmalar gösteren bir hasta) değildir» diye rapor
hazırladılar. Şüphesiz ki, bu da ayrı bir kurnazlık.. [320]
İslâm ülkeleriyle olan ilişkilerini ve sömürülerini kesintiye uğratacak bu
kabil yanlışları bilimsel olarak kabul etmediklerini ima etmeye yönelik ve
bütünüyle politik bir kurnazlık olarak yorumlayabiliriz.
Kur'ân, Rahmet
Peygamberi Hz. Muhammed'de (A.S.) cinnet ve sar'â eseri bulunmadığını
açıklarken, meseleyi kelimenin dar kalıbında bırakmıyor, insan aklını ve
idrâkini harekete geçirecek üc ayrı delil ve belge sıralıyor :
1— Önlerindeki tehlikeli uçurumu haber veren
mükemmel bir uyarıcı.
2— Göklerin ve yerin mükemmelin de ötesinde bir
plâna göre yaratılmasından; denge ve düzenin bütün inceliklerini kendinde
bulunduran bir sistemden kusursuz şekilde haber veren kâmil ve ekmel insan..
3— Eşyanın her parçasında Allah'ın mutlak kudret
ve rahmetinin eserini gösteren, hiçbir şeyin boş, anlamsız ve amaçsız
yaratılmadığını, akla ışık tutarak açıklayan, ilmî araştırma hevesinde olanlara
temel bilgi veren ve bu bilgisinde yanılmayan ve kendisine inen vahyi olduğu
gibi muhafaza eden fevkalâde bir hafıza..
Bütün bunlar Hz.
Muhammed'in (A.S.) ilâhî vahye mazhar kılındığını göstermekte, inkarcıları
insaf ve izana davet etmekte ve insanlık tarihinde bir benzerinin
bulunmadığını isbat etmektedir.
Vahyin ve onu getiren
büyük meleğin nasıl bir kudreti temsil ettiklerini anlamadan, ilâhî kelâmın
kalbe likasının hikmetini kavramadan, vahyi telâkki esnasında beşer ruhunun
duyduğu lâhutî sesi düşünmeden, Hz. Muhammed'in (A.S.) büyük melek, diğer bir
tabirle büyük ruh Cibril'le bir-araya geldiği andaki halet-i ruhiyesini anlayıp
tasvir etmek elbetteki mümkün değildir.
Vahyi getiren melek,
sonsuz kudretin temsilcisidir ve üstün bir güce sahip en büyük ruhtur. Vahiy
ise, Allah sözünün tarîf çerçevesine sığmayan beyânıdır. O bakımdan sözü
edilen meleğe muhatab olan, ilâhî sözü kalbiyle alan zatın, o esnada bedenî
yapısının duygularıyla birlikte ruhuna tabi olması, hattâ bir bakıma ruhuna
dönüşmesi kaçınılmaz bir olaydır. Aksi halde vahyi telakkiye imkân yoktur.
Vahyin, ruhun, meleğin
ve ilâhî kelâm sıfatının tecellisinin ne demek olduğunu bilmeyenlerin bu konuda
konuşması hatalı ve çok sakıncalıdır. Onun için Kur'ân, Hz. Muhammed'de (A.S.)
cinnet bulunmadığını belirtirken, insan aklını ve idrâkini önce kâinattaki
mutlak düzene çeviriyor; bu düzen hakkında bilimsel araştırmaya temel teşkîl
edecek ana fikirleri verip Peygamber'in kendiliğinden konuşmadığını, verdiği
yüksek ve doğru bilgilerin vahye dayandığını bildiriyor. [321]
<<A"an kimi
doğru yoldan saptırırsa, onu doğru yola iletecek yoktur.»
Doğru yolu görmeyen,
doğru yolun varlığını ilham eden kâinat kitabına kalb ve kafa gözünü
çevirmeyen; eşyaya aklıyla, vicdanıyla ve bütün yetenekleriyle bakmayan,
kulaktan dolma basit bilgilerle Hakk'i inkâr edenleri, Kur'ân'ın yüksek
anlatımı, akla ışık tutan hikmeti, iime ışık tutan beyânları doğru yola
sokmaya kâfi gelmiyorsa, artık hangi söz onlarda olum lu tesir uyandırabilir?
Kendini bu çizgiye getirip inkâr ve şaşkınlığı içinde bocalayan kimseyi, artık
Allah, bulunduğu noktada kendi haline bırakır. Bu, onu doğru yoldan saptırma
şeklinde ifade edilerek iyice düşünüp hikmetini anlamamız içindir.
Unutmayalım ki, kul
ile Allah arasında imkân ve irâde sınırı vardır. Bu sınıra aklıyla, idrâkiyle
ve vicdanıyla gelmeyen bir insana ilâhî hidâyet tecelli etmez. O yüzden kişi
sapıklık içinde bocalayarak ömür sermayesini bir hiç uğruna tüketmiş olur.
Kendini o sınıra ulaştırana ise, Allah dilediği takdirde hidâyet yolunu açar.. [322]
Yukarıdaki âyetlerle,
Hz. Muhammed'e (A.S.) deli diyecek kadar aklını, vicdanını kaybeden
putperestler hem kınandı, hem de akıl ve idrâklerini harekete geçirmeleri için
kâinatta hâkim olan mutlak düzen ve dengeye bakmaları tavsiye edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kıyametin kopuş saati hakkındaki bilginin Ailah yanında tutulduğu, beşere böyle
bir bilgi kapısının açılmadığı hakkında açıklama yapılıyor. Sonra da kıyametin
mutlaka kopacağı üzerinde durularak mevcut düzenin bozulacağı ve yerine yeni
bir düzenin kurulacağı kapalı bir anlatımla hatırlatılıyor. Arkasından
Peygamber {A.S.) Efendi-miz'in görev sının çizilerek bilgi veriliyor. [323]
187— Sana Kıyametin kopuş saatından soruyorlar, ne
zaman sübut bulacak (meydana gelecek)? De ki: Onunla ilgili ilim Rabbimin
katında-dır. Onun vaktini Rabbimden başkası açıklayamaz. O saat göklerde de,
yerde de ağır basmıştır; o size ancak ansızın gelecektir. Sen onu araştırıp
bilmiyormuşsun gibi senden soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah'ın
yanındadır; ama ne var ki (bu gerçeği) insanların çoğu bilmezler.
188— De ki: Ben -Allah'ın dilediği dışında- kendi
kendime bir yarar ya da bir zarar vermeye sahip değilim. Eğer gaybı bilmiş
olsaydım, iyilik yapmayı daha da çoğaltırdım ve bana kötülük de dokunmazdı. Ama
ben ancak imân eden bir milleti (tehlikeye karşı) uyaran, (onları sonsuz bir
saadet ile} müjdeleyen bir peygamberim,
Katade'nin îesbitine
göre, Kureyş'ten bazı kişiler, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek, «aramızda
yakınlık ve hısımlık vardır. Kıyametin ne zaman
kopacağını bize gizlice söylersen çok
seviniriz» dediler. Bunun
üzerine yukarıdaki
âyetler indi. [324]
İbn Abbas (R.A.) dan
yapılan rivayete göre, Yahudilerden iki adam Resûlülldh (A.S.) Efendimiz'e
gelerek : «Ya Muhammedi eğer peygamber isen bize kıyametin ne zaman kopacağını
haber ver; çünkü biz onu biliyoruz.» dediler. O sebeple yukarıdaki âyetler
indi. [325]
Melek Cebrail'in genç
bir adam şekline girip Resûlüllah'a {A.S.) gelmesi, İslâm ve İhsan'dan scup
cevap aldıktan sonra kıyametin ne zaman kopacağını sormaya geçmesi. Peygamber
(A.S.) Efendimiz'in de, «Bu hususta sorulan sorandan daha bilgili değildir»
diye cevap vermesi pek meşhurdur. [326]
«And olsun ki, kıyamet
kopacaktır. O kadar ki, alıcı ile satıcı aralarındaki elbiseyi açacaklar, ama
alıın-satım henüz tamamlanmadan ansızın kıyamet kopacak da açık kalan o
elbiseyi katlayıp dürmek mümkün olmayacaktır.
Yemin ederim ki,
elbette kıyamet kopacaktır. Öyle kr, sağmal devesinin sütünü sağıp gelen
kişiye ondan içmek nasip olmadan (ansızın) kopacaktır.
Yine hiç şüphe yok ki,
kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle ki, kişi havuzunu sıvayıp onaracak, ama
kıyamet ansızın kopacak da havuzun suyunu kullanmak mümkün olmayacaktır.
Kıyamet elbette ki
kopacaktır; o kadar ki, yemek yemeğe başlayan kişi lokmasını ağzına götürecek,
derken ansızın kıyamet kopacak, o lokmayı yemek nasip olmayacaktır.» [327]
«Sana kıyametin kopuş
saatından soruyorlar.»
Kıyamet olayının
meydana geleceğine dair birçok âyet ve sahih hafi) dîs vardır. Bu olay
şüpheden uzak, kesinlik arzeden bir ifadeyle açıklandığından imân esaslarından
biri kabul edilmiş, inkârı küfrü gerektiren sebepler arasında anılmıştır.
Enbiyâ sûresi 104.
âyetle kıyametin kopma olayının sadece Dünya'da değil, mevcut sistemlerin hemen
hepsini içine alacak ölçüde olacağı, kurulu düzenin bozulacağı, sonra da yeni
bir düzenin kurulacağı hakkında kısa bilgi verilmektedir.
Şöyle ki : «Göğü kitap
dürer gibi düreceğimiz gün, yaratmaya ilk başladığımız gibi onu tekrar meydana
getireceğiz. Bu, üzerimize gerekli olan bir sözdür. Şüphesiz ki biz (bunu
mutlaka) yapacağız.» [328]
mealindeki âyet'in, kıyamet olayı hakkında en özlü ve doyurucu bilgiyi
verdiğinde şüphe yoktur.
Kâinat sisteminin,
diğer bir tabirle mevcut düzenin bozulup alt-üst olması, bazan «saat», bazan
«kıyamet», bazan «zilzal», bazan «kariâ» gibi deyim ve kavramlarla
anlatılmıştır. Tabii her deyimin kendine has bir anlam ve kavramı vardır, ama
hepsi de bir noktada birleşir, o da kurulu düzenin bütünüyle yıkılıp darmadağın
olmasıdır. Yeri gelince bu tabirleri bir bir taşıdıkları özelliklerine göre
elbette açıklayacağız. Burada «saat» tabiri geçtiğinden önce onu açıklamamızda
fayda vardır.
Saat, sözlük olarak
zamandan, belli olmayan az bir parça demektir. Astronomlara göre, yirmidört
eşit zaman parçalarından biridir. İçinde bulunulan hazır vakta da bazan bu isim
verilir. Kıyametin kopuş anı hakkında ise bu isim çok kullanılır. Ancak
Kur'ân'da «saat» kelimesi, (elif-lâm)sız kullanıldığı yerlerde zamandan bir
parça anlamına gelir; (elif-lâm) ile kullanılan yerlerde ise, kâinatın mevcut
kurulu düzeninin bozulup kıyamet olayının meydana gelmesini ifade eder. Bu iki
mânayı bir arada şu âyette görüyoruz : «Beklenen kıyamet saati gelip
gerçekleşeceği gün, suçlu günahkârlar (Dünya'da veya kabirde) bir saattan fazla
kalmadıklarına yemin ederler..» [329]
O halde kıyametle
birlikte anılan saat, kıyametin başlangıcını, «kıyamet» tabiri ise, kopuşun
safha ve sonunu anlatır.
Kurulu her düzenin,
mevcut her hareketin mutlaka bir başlangıcı vardır. O halde sonu da vardır.
Kur'ân'da kâinatın sonradan yaratılıp ilâhî plân gereği tekâmül ede ede bugünkü
sistemlerin oluştuğu, Dünya'nın da sonradan yaratılıp birkaç jeolojik devir
geçirdikten sonra insanoğlunun hizmetine ve yaşamasına elverişli kılındığı
açıklanır. Böylece her başlangıcın bir sonu olacağı, kıyamet ve saat
tabirleriyle bildirilir. Her hareketin bir başlangıcı ve bir başlatıcısı
olduğuna işaretle temel bilgiler verilir. Dinden destek ve ışık almayan bir
ilim, hiçbir şeyin yoktan varedilemiyeceği-ni, var olan şeyin de artık yok
olmayacağını, ancak zıddına dönüşeceğini iddia eder ve ölen bir canlının
parazitlere dönüşmesini misal verir. Kur'-ân'a göre, madde önceleri mevcut
değildi. Cenâb-ı Hak ise hep mevcuttur ve sonsuz, sınırsız kudret sahibidir.
Kâinatı belirlediği plâna göre yaratmayı murat edince muazzam bir enerji
meydana getirdi. Sonra bu enerjiyi bazı fiziksel ve kimyasal kanunlara bağlayıp
gaz haline soktu. Zamanla yine kendine has bir kanunla gaz yoğunlaşıp maddeye
dönüştü. Sonraları o madde bölünerek bugünkü düzen yavaş yavaş oluştu.
Günümüzde atomun parçalanmasıyla maddenin enerjiye dönüştüğünü biliyoruz.
«Sonra gaz halinde
(veya duman halinde) bulunan göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne, ister istemez
gelin, buyurdu. İkisi de, isteyerek, boyun eğerek geldik, dediler.» [330]
mealindeki âyet, o muazzam enerjinin yoğunlaşıp gaz halini aldığını ve sonra da
yoğunlaşıp göklerin ve yerin meydana geldiğini haber veriyor.
Bunun aksini iddia
ise, hem bizi olumlu bir sonuca götürmemekte, hem de fasit bir daire içinde
döndürüp bocalatmaktadır.
Ayrıca Kur'ân'da
kâinatın, kıyamet kopmasıyla bozulup ilk yaratıldığı hale getirileceğine
dikkatler çekiliyor. Ancak bu ifade iki yorum istemektedir: Birincisi, tekrar
gaz haline gelmesidir. İkincisi, bozulduktan sonra birleşip tek parça halini
alması ve ondan sonra âhiret düzeninin kurulmasıdır. Allah daha iyisini bilir. [331]
Bu bilgi Allah'a has
ve O'nun yanındadır; kimseye bildirilmemiştir. Neden bildirilmediğinin birçok
hikmetleri vardır. İlk akla geleni ise, Allah'a dosdoğru imân eden kavim ve
milletlerde çalışma azmi kırılabilir; yer yer atalet başlardı. Oysa İslâm'a
göre, hayat bütünüyle harekettir. Sonra da kıyamet her an kopabilir korkusu
olmaz ye bu yüzden dünya ile âhiret arasında İslâm'ın kurduğu denge
bozulabilirdi. [332]
«De ki: Ben -Allah'ın
dilediği dışında- kendi kendime bir yarar, ya da bir zarar vermeye sahip
değilim.»
Peygamberler
zincirinin son halkası ve ilâhî mesajın son tebligatçısı Hz. Muhammed (A.S.),
şüphesiz kî beşer için takdîr edilen manevî basamakların en yüksek noktasında
bulunuyordu. Ruhî cevherinin eriştiği füyuzat ve inayet kelimeyle
anlatılmayacak kadar büyüktür. Buna rağmen O, risalet görevini sürdürürken
Allah'ın kendisine verdiği zahirî sıfatları doğrultusunda hareket etmiş, manevî
sıfatlarını çoğu zaman harekete ge-çirmemiştir. Tabii bunun birçok sebep ve
hikmetleri vardır. Biz önce özetle O'nun zahirî sıfatlarını maddeler halinde
sıralamayı, sonra da sözü edilen sebep ve hikmetlerden bir kısmını belirtmeyi
uygun bulduk. [333]
1— Resûlüllah (A.S.) kendi kendine bir yarar, ya
da zarar verme hürriyetine sahip değildi. Allah'ın yüksek irâdesine bağlı
bulunuyordu. Böylece O'nun cüz'î irâdesi küllî irâdeye tabi' idi.
2— Allah bildirmediği takdirde gaybı bilmezdi.
Eğer bilmiş olsaydı, durmadan hayır ve iyiliği çoğaltır ve kendisine
kötülük de dokunmazdı.
3— O ancak Hakk'a gitmeyen yolun tehlikesine
karşı insanları uya-nrdı.
4— İkinci hayatı haber veren, sonsuz saadeti
müjdeleyen, ebedî azabı hatırlatan bir beşîr ve nezîr idi.
Müjdeleme ve uyarma
düzeyinde teblîğ görevini kusursuz yerine getirirdi. [334]
1— Ruhundaki nur, kâinatın özü ve mayasıdır.
2— Ruhî cevheri ilâhî iltifatlarla; melekût ve
misal âlemleriyle irtibat halindeydi. Levh-i mahfuzdaki bilgilerle donatılıydı.
O bakımdan sözü edilen âlemlerdeki birçok hikmetlere vakıftı.
3— Her an ilâhî tecellilere mazhardı.
4— Maddî yapısı ruhî yapısına tabi' idi. Zaman
zaman ruhlaşıp mâna âlemine intikal ederdi.
5— Bu
inayetle geçmiş ve gerecekten kendisine bildirilenleri bilir ve ancak
açıklaması emredileni açıklardı.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, dini tebliğ edip yayarken mânevi sıfatlarından ziyade zahirî
sıfatlarını kullanmıştır. Çünkü O'nun, biri yüce âleme, diğeri beşer âlemine
yönelik iki yüzü bulunuyordu. İnsanlar arasında yol gösterirken, Allah'ın
emirlerini tebliğe colışırken beşerden yana yüzünü faal duruma getirir, bunun
dışındaki zamanlarda diğer yüzünü faaliyete geçirirdi. Ancak bir mu'cize
gösterme anında Allah'ın izniyle bu ikinci yüzünü beşere gösterirdi.
Eğer Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, yüce âleme yönelik olan yüzünü insanlara çevirip faaliyete
geçirmekle emrolunsaydı, o durumda insan aklının, irâde ve idrâkinin hiçbir
ölçü ve değeri kalmazdı. Onda tecelli eden ilâhî kudret iyilerle kötüleri hemen
birbirinden ayırt eder, olayların seyir ve neticesini bildirir ve meleklerden
yardım görmek suretiyle her müşkülü aşar, her zorluğu anında yenerdi.
Onun için diyebiliriz
ki, Resûlüllah (A.S.} Efendimiz beşere dönük bulunan zahirî sıfatlarıyla kıyamet
saatim bilmiyordu. Yüce âleme yönelik bulunan manevî yüzü ise beşere yönelmiş
değildi.
İşte 188. âyetle bu
hususa işaret edilerek buyuruluyor ki : «De ki, ben -Allah'ın dilediği dışında-
kendi kendime bir yarar, ya da bir zarar vermeye sahip değilim. Eğer gaybı
bilmiş olsaydım, iyilik yapmayı daha da ço-ğaltırdım ve bana kötülük de
dokunmazdı. Ama ben ancak imân eden bir milleti (tehlikeye karşı) uyaran,
(onları sonsuz bir saadet ile) müjdeleyen bir peygamberim..» [335]
Yukarıdaki âyetlerle,
kıyametin kopuş tarihini ancak Allah'ın bildiği açıklandı. Peygamber'in (A.S.)
ise, sadece Allah'ın bildirdiğini bildiğine işaret edildi ve sonra da
Peygamber'in {A.S.} görevinin ve yetkisinin bir bakıma sının çizilerek
ümmetine bu hususta en sağlam bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'a ortak koşanlar uyarılıyor. Önce akıllarına, sonra öo düşünce ve
duygularına seslenilerek manevî körlük ve sağırlıktan kurtulmaları için birkaç
mantıkî yoi ve çare gösteriliyor. [336]
189— Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da
gönlünün ısınıp yatışması için eşini vücuda getiren Allah'tır. Ne vakit ki, o
eşine sarmaş-dolaş olup yaklaştı, derken eşi hafif bir yük yüklendi ve bir süre
böyle geçip gitti de ağırlaştı. Karı koca, Rableri olan Allah'a duâ ettiler:
Eğer bize düzenli, elverişli, uygun bir çocuk verirsen herhalde şükredenlerden
oluruz, dediler.
190— Ne vakit ki, Rabları onlara (dileklerine
karşılık) düzenli uygun bir çocuk
verdi; kendilerine verdiği bu
nimet hakkında (ölçüyü
kaçırıp) Allah'a (bilmeden gizli ve
örtülü anlamda) ortaklar
koşmaya yöneldiler, Allah ise
onların koşageldikleri ortaklıktan çok yücedir.
191— Hiçbir şey yaratamıyan şeyleri mi ortak
koşuyorlar? Oysa onların kendileri yaratılmıştır.
192— Hem o ortaklar onlara hiçbir şekilde yardıma
güç getiremezler ve kendi kendilerine de yardımcı olamazlar.
193— Onları doğru yola çağıracak olursanız size
uymazlar. Onları ha çağırmışsınız, ha susup ses çıkarmamışsınız, sizin
aleyhinize (olan tutumları) aynıdır, değişmez.
194— (Ey Allah'a ortak koşanlar!) Doğrusu Allah'ı
bırakıp tapındığınız şeyler, sizin gibi kullardır. Eğer iddianızda doğru
iseniz, haydi onlara dua edip çağırın da size cevap versinler, görelim.
195— Onların yürüyecekleri ayakları mı var? Tutacak
elleri mi var? Görecek gözleri mi var? İşitecek kulakları mı var? De ki : Haydi
ortak koştuklarınızı çağırın, sonra da bana tuzak ve bir takım düzenler kurun,
bir an bile gözaçtırmayın.
196— Çünkü benim Velim (sahibim, dostum ve
işlerimi düzene koyup yürütenim) O kitabı indirendir ve O, hep iyi kullarına
yakınlık kurup dostluk eder.
197— Sizin O'ndan başka taptıklarınız, ne size
yardıma güç getirebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler.
198— Onları
doğru yola çağırsanız duymazlar; sana bakıp (hayâsızca) durduklarını görürsün;
oysa onlar (gerçeği hiç de) görmezler,
«Sizi bir tek nefisten
yaratan, ondan da gönlünün ısınıp yatışması için eşini vücuda getiren
Allah'tır.»
İlgili âyetle, önce
insan türünün başlangıç noktası hatırlatılıyor; sonra da erkek ve dişinin
nasıl vücuda getirildiği bildiriliyor. Kâinatta henüz eserimiz, misalimiz,
modelimiz, aslımız ve mayamız yok iken Rabbımtz biz insanları yaratmayı diledi.
Onun için yüce kudreti insan suretinde tecelli ederek Adem'i yarattı. Allah Rab
ve Hâlık sıfatlarıyla her türün ilk menşei hakkında bir defa tecelli eder,
ikinci tecelli söz konusu değildir. O bakımdan Havva'yı Adem'den vücuda
getirdi, ikinci bir tecelliyle onu da topraktan yaratmadı.
Bu iki ayrı yaratma, iki
ayrı kanuna bağlıdır ki, dünyamızdaki cari kanunlardan, biyolojik ölçülerden
ayrıdır; devam edegelen bir sünnet değildir. Erkek ve dişi yaratıldıktan, yani
bu iki canlı ortaya konduktan sonra, cari kanun konulmuş ve kıyamete kadar
sürüp gidecektir. Ancak İsa Pey-gamber'in yaratılması bir istisnadır ki,
Allah'ın hilkat hususunda da her şeye kadir olduğunu gösterir.
İlgili âyetle hilkatin
başlangıcı açıklandıktan sonra üreyip çoğalan kadın erkek çifti konu edilerek
cinsel duygunun ilk insanla başladığı hatırlatılıyor; şöyle ki: Erkek
genellikle evlenme ihtiyacı duyan, gönül huzurunu bir bakıma daha çok
evleneceği kadında arayan bir canlıdır. Evlendikten sonra çiftlerin kafasında
ve kalbinde çocuk sevgi ve arzusu doğar. Anne gebe kalır, önce hafif bir yük
taşır derken bir süre sonra yükü ağırlaşır da doğum günü yaklaşır. Bu defa
ana-baba olacak çiftler organları tam teşekkül etmiş kusursuz bir çocuk
beklerler ve aksi bir durum olmasın diye Allah'ı sık sık hatırlayıp dilekte
bulunurlar. Dilekleri yerine geldiği takdirde Allah'ı daha çok hatırlayıp O'na
şükredeceklerini adarlar.
Çoğunun arzusu
doğrultusunda çocukları doğunca bilerek veya bilmeyerek Rablarına ortak
koşmaya başlarlar. Kimi çocuk sevgisini Allah sevgisinin üstüne çıkarmakla,
kimi Allah'a tapar gibi, çocuğa aşırı ilgi göstermekle, kimi yatırlara kurban
adayıp kesmekle, kimi yatırlara mum dikip birtakım dilekler izhar etmekle, kimi
de çocuğunu din ve Allah düşüncesinden
uzak, maddeci yetiştirmekle
Yüce Yaratan'a ortak
koşar.
Oysa ortak koştukları
şeyler hiçbir şey yaratmaya muktedir değildirler. Kaldı ki, kendileri
yaratılmışlardır.
İşte çocukları olup da
o derece şaşkınlaşan zavallıları, Allah'a ortak koşan şuursuzları doğru yola
çağırsan sana uymazlar. Oysa Allah'tan başka çeşitli yollardan tapınmak için
yaptıkları şeyler, onlar gibi birer yaratıktırlar. Sonra yavaş yavaş iş iyice
putperestliğe döner; dili, gözü ve kulağı olmayan cisimler ilâhlaştırılır.
Adem Peygamber, Tevhit
inancıyla gözlerini hayata açtı ve o inancı kendi nesline aşılayıp öğreterek
dünya'dan ayrıldı. Bu, kıyamete kadar her ailenin temel görevi ve değişmeyen
inancıdır. Ne yazık ki, ilk insanın topraktan ayrı bir hilkat kanunuyla
yaratıldığını ve Allah'a imân esasıyla donatıldığını, eşyanın isimleri
kendisine öğretilmek suretiyle bilgili ve medenî bir hayat sürdüğünü henüz
kabul etmiyen birçok ilim adamları bulunmaktadır. Bunlar hem doğru bir tesbit
yapamadılar; hem de nesli bozup sapıtmalarına sebep oldular.
İşte Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz dünyayı şereflendirdiği tarihlerde Mekkeli'lerin durumu ve tutumu
böylesine bozula bozula gelip putperestliğe dayanmış ve o yüzden bütün hınç ve
azgınlıklarıyla Tevhît inancı karşısına dikilerek hakkı reddetmişlerdi.
İnsan sıkıntıya düşüp
sebep ve çarelerin bir bir yok olduğunu gördüğü zaman ister istemez
fıtratındaki Allah ve din duygusu harekete geçer ve kalbinde tek umut kaynağı
olan Allah'ı hatırlama doğar... Kadın gebe kalınca korkulu rüyalar görmeye,
birtakım endişelere kapılmaya başlar. Ook geçmeden kocası da kısmen olsun bu
havaya girer. Ne yazık ki, çoğu doğum yapıp bir bebeğe kavuşunca Allah'ı
unutmaya yüztutar. Ciddi bir eğitim görmeyen, Allah ve din hakkında geniş
bilgiye sahip olmayan ailelerde bu unutma ve eşyayı kutsallaştırma adım adım
nesilden nesile devam ederken çeyrek asır geçmeden putperestlik veya ona
benzer bâtıl inançlar kalb ve kafalara iyice yerleşmiş olur.
Mealini ve
açıklamasını sunduğumuz âyetlerin yorumunu yapanlar, isrâiliyata geniş yer
vermiş ve birtakım asılsız rivayetleri nakîeîmişlerdir. Biz onların hiçbirine
itibar etmedik ve tefsîri, Kur'ân'ın genel ölçüleri çerçevesinde yapmaya
çalıştık.
Kur'ân'ın uyarı
anlamında sergilediği ölçüler, aklı, vicdanı, irâde ve idrâki kamçılayıp
harekete geçirir özelliktedir. Bu ölçüleri bir bir dikkatle inceleyen her
toplum, yakalandığı maddecilik veya putperestlik hastalığını tedavi edecek
ilâcı bulabilir; aklın ve imânın yolunu seçme düzeyine gelebilir.. [337]
«Onları doğru yola
çağırsanız duymazlar; sana bakıp (hayasızca) durduklarını görürsün; oysa onlar
(gerçeği hiç de) görmezler.»
İslâm'ın kendine has
bir eğitim sistemi vardır; buna özel eğitim de diyebiliriz. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Mekke'de Allah'ın varlığı ve birliği esasına dayalı yepyeni bir
kültür ve irfan ufkunu açarken özel eğitimle işe başladı. Mescid-i Saadet
yapılmadan ve henüz Medine'ye hicret edilmeden önce Mekke'de Erkam'ın evinde
inen Kur'ân âyetlerini kalblere ve kafalara işlemiş, Medine'ye hicret edince
Mescid-i Saadet'i özel eğitim merkezi yapmıştı. Öyle ki yeni dine ilgi
duyanları bir bir karşısına alıp Kur'ân öğretir ve sonra da din ve dünya
bilgileriyle donatırdı. O bakımdan tarih boyunca Müslümanlar camileri birer
eğitim merkezleri halinde kullanırken işe daima Kur'ân ile başlamışlar ve bu
özel eğitimle dinin esasını kalb ve kafalara, bir daha sökülmemesiye
nakşetmişlerdir.
Mekkeli azgın
putperestler, bu özel dersaneye girmedikleri, ilk muallim Hz. Muhammed'in
(A.S.) önünde dizçöküp oturmadıkları için cami kültürünü alamadılar ve böylece
işiten sağırlar, gören körler, yürüyen ölüler misali dalâlet vadisinde
kaldılar.
Yukarıdaki 198. âyet,
onların İslâm'ın özel eğitim havasının dışında kalıp doğru yola çağıran sesi
işitmediklerini, Hz. Muhammed'in (A.S.) yüzüne bakıp gerçeği hiç göremediklerini
çok veciz bir anlatımla tasvir ediyor.
Garaudy'in şu sözü,
cami kültüründen habersiz birçok aydınların kulaklarını çınlatsın! «İslâm'da
özel eğitim sisteminin, hareket noktası olarak oami'de Kur'ân ile başlaması bu
açıdan izah edilmelidir.' Dinin özü organik bir bütünlük içinde bütün ilimleri
biraraya getirmektedir. Zira herşeyin maddesi, bütünü ile bir «Tanrı
hazinesinin» malıdır. Allah'tan gelen bir «işarettir». Kâinat bir olanın «bin»
sembolle kendisini kesret içinde açtığı bir «tasvîr»dir.» [338]
İşte bu ilk temel
bilgiyi camide alamayanlar veya almak is'temiyenler o bilgiye bir bakıma
düşmandırlar. [339]
Yukarıdaki âyetlerle,
insanın ilk menşei hakkında bilgi verildi. Dindar bir ailenin önemi üzerinde
duruldu. İbâdet edilmeye, daha çok sevilmeye ancak Allah'ın lâyık olduğu
açıklandı. Sonra da ilâhlaştırılan canlı-cansız varlıkların sonradan yaratılmış
birer cisim oldukları anlatılarak çok şerefli ve mükerrem olan insanın o gibi
şeylere tapmasının makul hiçbir yanı olmadığına işaret edildi.
Aşağıdaki ayetlerle,
hakka karşı kin ve düşmanlık besleyen müşrikleri affetme yolunu seçmesi
Peygamber'e (A.S.) emrediliyor. Tebliğ ve irşadın iyilikle, güzellikle
işlenmesi isteniliyor. Bu arada İblisin vesvese sinyaline kapılmamak için
ondan hemen Allah'a sığınmamız en uygun çare olarak gösteriliyor. [340]
199— (Ey Şanlı Peygamber!) Sen affetme yolunu seç;
iyilikle, güzel davranışla emret ve câhillerden yüzçevir.
200— Şeytandan seni dürtecek bir vesvese duyacak
olursan hemen Allah'a sığın. Çünkü Allah, şüphesiz ki işiten ve bilendir.
Abdullah b. Zübeyir
(R.A.) diyor ki : «Sen affetme yolunu seç, iyilikle emret...» âyeti insanların
ahlakıyla ilgilidir ve o nedenle indirilmiştir. [341]
Cafer es-Sadık diyor
ki:
«Allah, peygamberine
bu âyetle mekârim-i ahlâkı emretmiştir. Kur'-ân'da, övgüdeğer güzel ahlâkı
bütünüyle kendinde toplayan bu âyetten daha cami' (toplayrcı) başka bir âyet
yoktur.» [342]
Hz. Aişe (R.A.) diyor
ki :
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, terbiye dışı söz söylemez, edep dışt davranmazdı. Sokak ve
caddelerde sesini yükseltmez, bağırıp çağırmazdı. Kötülüğe kötülükle karşılık
vermez; her hal-ü kârda insanları bağışlardı. O hep hoşgörülü davranır, kalb
kırmaz, gönüi incitmezdi.» [343]
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
buyurdu :
«Sizden hiçbir kimse
yoktur ki, onun biri cinden, biri de melekten yakını bulunmasın.» Bunun
üzerine soruldu: «Sizin de mi ya Resûlellah?» Cevap verdi: «Evet, benim de...
Ancak ne var ki, Allah ona karşı bana yardımda bulundu da o İslâm'a girdi.
(Veya ben ondan selâmette kaldım). O nedenle bana ancak hayır ile tavsiyede
bulunur.» [344]
«Yukarıdaki âyet
inince Peygamber (A.S.) Efendimiz Cebrail'e sordu :
— Bu nedir? Ey Allah'ın elçisi! Cevap verdi;
— Allah, sana haksızlık edeni affetmeni, seni
mahrum edene vermeni, senden ilgisini kesenle ilgi kurmanı emrediyor.» [345]
«Sen affetme yolunu
seç; iyilikle, güzel davranışla emret ve câhillerden yüzçevir.»
İlgili âyetle, dinin
aile ve toplum yapısında ahlâkı sağlamaya yönelik üç esas icmâlî (öz ve özetti)
olarak belirtilmektedir.
1— Affedip bağışlamak,
2— Dine, akla ve sahîh örfe uygun olanı
emretmek,
3— Cahillerden (Allah'ı, dinî ve âhireti
bilmeyenlerden) yüzçevirmek.
Birincisi, her hususta
kolaylık göstermek; ş.er'î bir sakınca ve engei olmadığı takdirde hoşgörülü
olup bağışlamayı âdet edinmek; kusur ve hatâları görmezlikten gelmek; kötülüğe
kötülükle karşılık vermemek; kamu vicdanını rahatsız edecek, hakları
çiğnene'cek, umumun zararlarıyla sonuçlanacak bir durum yoksa, suçluyu
affetmek gibi toplayıcı, barıştırıcı, birleştirip kardeşlik bağlarını
sıklaştırıcı, kin ve öfkeyi yatıştırıcı güzel hasletleri kapsamaktadır.
İkincisi, Allah'ın hoş
karşılayacağı, dinî ölçü ve kurallara ters düşmeyen, halkın kökleşmiş güzel
âdet ve geleneklerine saygı göstermek; aklı selimin hayır ve iyilik saydığı,
gelişmiş kalblerin yatışkanlık duyduğu söz ve davranışları -dinî bir sakınca
yoksa- toplum arasında yaşatmak; insanları birbirlerine karşı saygılı olmaya
sevkeden töreleri korumak gibi hasletleri kendinde taşımaktadır.
Üçüncüsü, bilgisiz,
nefsine esir olmuş kaba kişilerle zorunlu bir sebep olmadıkça arkadaşlık
etmemek, onlarla seviyesiz meclislerde oturmamak ve o gibileri muhatap
edinmemek; kırıcı, üzücü, ürkütücü ve endişelendirici söz ve davranışlarına
hedef olmamaya dikkat etmek; düzelip doğru yolu seçmelerini sağlamak için
-günün şartları elverdiği nisbette- çeşitli yayım vasıtalarından yararlanarak
eğitmeyi bir ödev saymak gibi hasletleri toplamaktadır.
O bakımdan son din,
ilâhî buyrukların gönüllerde yeretmesi için önoe bu üç esasın işlenmesini,
uygulanmasını emretmiştir. A'raf sûresi Mekke'de indiğine göre, bu üç esasa
henüz şer'î hükümlerin çoğu inmeden çok önce dikkatler çekilmiş, ortamın bu
doğrultuda hazırlanmasına işarette bulunulmuştur.
Toplumu, düzeltip dinî
ahlâk istikametinde eğitmek için, önce Kur'ân'-m verdiği bu yüksek ve o
nisbette anlamlı esaslarla eğitmek gerekir. Ne yazık ki, İslâm'ı tebliğ ve
yayma metodu hakkında ciddi bir araştırma yapılmadığı ve bu önemli konu bir
eğitim meselesi halinde ele alınmadığı için, İslâm âleminin birçok bölgelerinde
irşat hizmetleri yetersiz kalmıştır. [346]
«Şeytandan seni
dürtecek bir vesvese duyacak olursan, hemen Allah'a sığın..»
Kur'ân, İslâm ahlâkını
yayma metodunu üç madde halinde Peygam-ber'e (A.S.) sunduktan sonra, bu arada
şeytanın ve o tıynetteki insanların boş durmayacağına dikkatleri çekerek,
öfkeyi yenme, vesvese alanının dı-
şında kalma yolunu
gösteriyor.
Şeytandan sana bir dürtüş
gelecek olursa, ondan Allah'a sığın, diye emredilmesi, bütünüyle bir imân ve
irfan konusudur. «Dürtüş» ile çevirisini yaptığımız nezğ kelimesi, daha geniş
bir anlam taşımaktadır. Onları şöyle özetleyebiliriz .
a) Râğıb el-Esbahani'ye göre, ifsat etmek için
bir işe burnunu sokmaktır.
b) Kurtubî'ye
göre, şeytanın vesvı
(vesvesesi)dir. Nitekim Zeoçac,
az bir hareketin de nezğ olduğunu, şeytandan ise az bir vesvese anlamını
taşıdığını söylemiştir.
c) Fahruddin Râzî'ye göre, şeytanın nezğ i,
onun kalbe olan vesvese ve sinyalidir.
d) Kötülüğe iten fısıltı da bu anlamdadır.
e) Aldatma, yanıltma manasında da kutlanıîdığı
görülmüştür. [347]
Sahîh hadîslerden her
insanın bir şeytanı bulunduğunu, peygamberlerin de bu genellemenin dışında
tutulmadığını anlıyoruz. Ne var ki, peygamberler ilâhî siyanet altında günah
ve isyandan korunmuşlardır. O bakımdan onlara musallat şeytanların dürtüş,
fısıltı ve sinyalleri neticesiz kalmakta, kalbleri üzerinde herhangi ciddi bir
tesir meydana getirememektedir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in. «Benim
de yakınım bir cin vardır, ama Allah ona karşı bana yardımda bulundu da o
İslâm'a girdi (veya ben ondan selâmette kaldım)» buyurması, konuyu daha çok
açıklamaktadır.
Gerçek bu olunca,
âyetin zahiriyle, ilgili hadîsi nasıl bağdaştırmak gerekir. Hadîste «cin»
tabiri kullanılmış, âyette ise «şeytan» tabirine yer verilmiştir. Aslında
şeytan da cinlerden, yani o türden ayrı bir koldur. Cin-ıeraen önce yaratılıp
birtakım ilâhî lûtuflara mazhar kılınmış, sonra da isyan ettıgı ,çın ilâhî
rahmetten kovulmuştur. O bakımdan şeytanlar denilince, o ilk şeytanın
zürriyeti anlaşılır. Cinlere gelince, onlar da şeytanlar gi-m w? m Vey° '?tndan
varatlimıS!ard'r. Aradaki fark, onlar şeytandan son-a yarat,iarak birtakım
ilâhî teklîflerle yükümlü tutulmuşlardır. Şeytanlar ise, tık döndürücü
vas.flar.n, hep koruduklar, için, ar-"K "ahi teklifle yükümlü
tutulmalarına gerek kalmamıştır.
O halde hadîste geçen
«cinden bir yakın» tabirinden, insanlara yakın
olan şeytandan başka
bir de cinnin bulunduğu, anlaşılıyor. Cinlerin ise, İslâm'a girdikleri, yani
onlardan bir kısmının imân ettikleri zaten Kur'ân'da belirtilmiştir.
Peygamber'e (A.S.) yakın olan cin de öylece İslâm'a girip şeytandan yana
hizmette bulunma bedbahtlığından kurtulmuştur.
Hadîs-i Şerifte
belirtilen cin'den, şeytan kasdediliyorsa -ki bazı rivayetlerde şeytan tabiri
kullanılmıştır-, o takdirde bütün güç ve tesirini kaybetmesi ve Peygamber'in
de ondan tamamıyla selâmette kalması demektir.
Konuyu bu açıdan
incelediğimizde bazı yorumlarda daha bulunmamıza ihtiyaç duyulmaktadır ki,
onları şöyle açıklayabiliriz:
a) Önce kelimenin başındaki (elif-iâm) cins için olabilir. O takdirde
belli bir şeytan değil de şeytan cinsi kasdedilmiş manası ortaya çıkar. Onu
«ahd-i haricî» anlamda düşünürsek, büyük şeytan ihtimali doğar ki, bu her
kişiyle ilgili şeytan demek olur.
b) Şeytan tabiri, Adem'e secde etmediği için
ilâhî rahmetten kovulan İblîs hakkında
yaygın bir isim olmakla beraber, insanı yoldan çıkaran, fitne ve fesat doğuran
insan ve mikrop hakkında da mecazen kullanılmıştır. Nitekim el-Hatîb ve İbn
Asâkir'in tesbît ve rivayet ettikleri zayıf bir hadiste, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz şöyle buyurmuştur. «Sakalınızı iyice aralayıp temizleyin (tarayıp temiz tutun); tırnaklarınızı kesin.
Çünkü şeytan gerçekten etle tırnak arasına girip faaliyet gösterir.»
Günümüzdeki ilmî araştırmalar, tırnakla
et arasının mikrop ve kolibasili yuvası olduğunu ortaya koymuştur. Görülüyor ki,
insanı ifsat eden, maddî ve manevî sağlığını bozan her şey bir şeytandır.
Tabii mecazî anlamda bu böyledir. O halde dini yayarken, ilâhî emirleri teblîğ
ederken Peygamberimiz'i (A.S.) üzüp öfkelendiren, rencide eden her şey
mecazî mânayla birer şeytandır.
c) Şeytanın Peygamber (A.S.) Efendimiz'i tahrik
edici fısıltı ve sinyalleri, onu günaha sokacak, şüphelere düşürecek demek
değildir. Hani Zü-mer sûresinde mü'minlere bir ölçü ve kıstas vermek için
Peygamber'e şöyle hitap edilmiştir: «And olsun ki, sana da, senden öncekilere
de şöyle vahyolundu: Eğer Allah'a ortak koşarsan, şüphen olmasın ki, amelin boşa
gider ve zarara uğrayanlardan olursun.» Bu, Peygamber (A.S.) Efendi-miz'in
Allah'a ortak koşma temayülü içinde olduğunu göstermez; sadece «Tevhît İnaneı»nın
hiçbir zaman ve hiçbir kimse hakkında müsamahalı olmadığını ve Allah'ın ancak
böyle bir inanç sahibinden razı olacağını iş'âr eder. O halde şeytan, Peygamber
(A.S.) Efendimiz'e vesvese veremez, onu şüpheye düşüremez; ama fırsat buldukça
sinyal göndermeye devam eder. Öyle durumlarda ise, başta Peygamber (A.S.)
Efendimiz olmak üzere her mü'minin Allah'a sığınması, yegâne koruyucunun O
olduğunu bilip O'na
güvenip dayanması
emredilmiştir. Daha doğrusu Resûlüllah (A.S.) Efen-dimiz'in şahsında ümmetine
bir tavsiyedir.
d) Şeytanın dürtüşünden maksat, hadîs-i şerifte
ifadesini bulan «1e-yuğanu»dur ki, bunun anlamı «nefisten yükselip kalb üzerine
az da olsa hafif bir perde veya bir buğu gelmek»tir. Peygamber (A.S.)
Efendimiz'de bu hissedilmeyecek kadar az olurdu. Bununla beraber günde yetmiş
defa Allah'a yönelip istiğfarda bulunurdu. Resûlüllah (A,S.) bir bakıma
şeytanın «nezğ»ıne işarette bulunmak istemiştir. Şeytanın dürtüşü, nefsi az veya
çok kıpırdatır. O halde, her defasında Allah'a yönelmek, O'na sığınmak
suretiyle, meydana gelen tesirin sıfıra düşmesini sağlamak en güzel tedbirdir.
Kur'ân bu tedbirden söz ederek bize en sağlam bilgiyi veriyor.
e) Hem kötülük ve vesveselerden Allah'a sığınmak
kulluğumuzun gereği, terbiyemizin amacıdır. Nitekim Kur'ân'da bu terbiye
hatırlatılarak deniliyor ki, «Kur'ân okuduğun zaman koğulup lanetlenen
şeytandan Allah'a sığın. Şüphesiz ki şeytanın, iman edip Rablerine güvenip
dayananlar üzerinde sultası yoktur.» [348]
Yukarıdaki âyetlerle,
günün şartlarına ve mevcut ortama göre, İslâm'a karşı olanları affedip teblîğ
ve irşatta yapıcı olmamız, kırıcı ve aradaki mesafeyi açıcı şekilde
davranmamamız emredildi. Her zaman iyiliği ve güzelliği ön plânda tutmamız
istenildi. Şeytanın vesvesesinden Allah'a sığınmamız en iyi çare olarak
belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'tan korkan mü'minlerin, şeytanın vesvesesine karşı silah olarak Allah'ı
anmaları telkin ediliyor. Sonra da her çeşit kötülük ve vesveseden kendini uzak
tutan Hz. Peygamberin kendiliğinden bir âyet uydurup Allah'a nisbet etmesinin
hiçbir zaman söz konusu olamayacağı haber verilerek, müslümanları şüpheye
sokmak isteyenlerin bu gibi sözlerine kulak verilmemesi hatırlatılıyor. [349]
201— Doğrusu (Allah'tan korkup fenalıklardan)
sakınanlara şeytandan vesvese (azıcık bir hayâl sinyali) dokunduğunda Allah'ı
anarlar ve hemen (doğruyu ve gerçeği) görürler.
202— (Şeytan'ın) kardeşleri ise, bunları
(müşrikleri) sapıklığa çekip sürüklerler, sonra da bir daha peşlerini
bırakmazlar.
203— Sen onlara (istedikleri) bir âyet
getirmediğinde ise, «Sen bir tane derleyip meydana getirseydin ya!» derler. De
ki: Ben ancak Rabbim-den bana vahyedilene uyarım. Bu (kitap), Rabbinizden kalb
gözlerinizi açacak belgelerdir ve inanan bir millet için doğru yolun ve
rahmetin kendisidir.
Muâviye'nin aşırı
taraftarlarından sayılan İsâm b. Mustalık anlatıyor: «Medine'ye gittiğimde Hz.
Ali'nin oğlu Hz. Hasan'la karşılaştım. Yüzü ve vücut yapısının güzelliği, edep
ve terbiyesi, ağır başlılığı dikkatimi çekti. Babasına olan kinimden dolayı
haset kıvılcımı bir anda içimde parıldadi; derken hem ona, hem de babasına ağır
sözlerle hakarette bulundum. Beni dikkatle dinledi ve sonra merhametli ve
şefkat dolu bir çehreyle yüzüme baktı ve: «Eûzü billahi mîne'şşeytani'r-recîm
Bismillahi'r-Rahmâni'r-Rahîm, diyerek,affetme yolunu seç; iyilikle, güzel
davranışlarla emret ve câhillerden yüzçevir» mealindeki âyeti okudu. Sonra da
«Şüphesiz Allah'tan kor-
kup kötülüklerden
sakınanlara şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman Allah'ı anarlar ve hemen
doğruyu, gerçeği görürler» mealindeki âyeti ona ekledi. Arkasından bana şöyle
dedi : «Alçak gönüllü olmaya çalış ve beni dinle ki hem kendim için, hem de
senin için Allah'a istiğfarda bulunayım. Bizden yardım beklersen ederiz. Bizden
bir arzun olursa yerine getiririz. Bizden doğru yolu sorarsan seni doğruya
irşat ederiz.»
Onun bu nazik ve edep
dolu sözleri beni yaptığıma pişman etti. Özür diledim. Bunun üzerine şöyle
dedi: «Hayır, bugün asla kınanmıyacaksın. Allah sizi affetsin. Şüphesiz ki O,
merhamet edenlerin en çok merhametli-sidir.» Onun bu sözleri bana güven verdi.
İçimdeki kini sevgiye dönüştürdü. O andan itibaren yeryüzünde Hz. Hasan'dan
(R.A.) benim için daha sevgili ve saygın bir kimse yoktu..» [350]
«Kardeşleri ise
bunları sapıklığa çekip sürüklerler.»
İnsan karakterinin pek
az istisna ile değişmeyen yanlarından biri de, kendi meşrebinde olanların
çoğalmasını istemesi ve bunun için bazı mücadeleler vermesidir. Zira her insan
toplum arasında yalnızlıktan hoşlanmaz ve kendisiyle birçok, ya da bazı
hususlarda olsun uyum sağlayacak kişileri bulmaya, onlarla kaynaşıp dostluk
kurmaya çalışır.
Gerçek bu olunca, her
grup veya fertten kim erken davranır, sahayı doidurursa, daha çok başarılı
olur. Haktan yana olanlar hareketsiz kalırlarsa, o takdirde sahayı bâtıldan
yana olanlara bırakmakla kendilerini pa-sifize etmiş olurlar. Kendilerine
düşeni yapmadıkları için ilâhî inayete erişemez ve o yüzden kendilerini
bâtılın yumruğuna itmiş olurlar.
Kur'an bu inceliklere
dokunarak mü'minleri şöyle uyarıyor: «Allah'tan korkup kötülüklerden
sakınanlara şeytandan bir vesvese (ve azıcık bir hayal sinyali) dokunduğunda,
Allah'ı anarlar ve hemen (doğruyu ve gerçeği) görürler.»
Şeytanın vesvese ve
hayal sinyallerinin ardı-arkası kesilmiyeceğine göre, inanıp sakınanların her
ân uyanık ve ölçülü hareket halinde bulunma-an gerekir. Böylece zıtların
içimizde sürtüşüp tartışması hayatımıza hız ve hareket kazandırır, Mü'min
pasiflikten kurtulup sosyal alanı devamlı aoidurma gayreti içinde mücadelesini
sürdürür.
Kur'ân, karşıt inanç
ve düşüncede olanların faaliyetini hatırlatıyor; çoğunun, Allah'tan korkup
fenalıklardan sakınan mü'minleri de doğru yoldan ayırıp sapıklık bataklığına
sürüklemeyi sanat edindiklerine dikkatleri çekiyor. [351]
«Sen onlara
(istedikleri) bir âyet getirmediğinde ise, sen bir tane derleyip meydana
getirsen ya! derler.»
Vahyin, peygamberliğin
gerçek ölçü ve anlamını henüz kavrayamıyan-ları, Kur'ân, kademeli ve sistemli
biçimde eğitip yetiştiriyor. İslâm'a yeni girenler ve bir de münafıklar hemen
her olay karşısında Peygamber'in (A.S.) bir âyet getirebileceğini düşünüyor,
kendilerince önemli saydıkları bir mesele hakkında âyet inmeyince, Peygamber'e
(A.S.) «Bir âyet derleyip meydana getirsen ya!» diyor ve böylece Hz.
Muhammed'in (A.S.) zaman zaman kendisinin âyetleri derleyip söylediğini
sanıyorlardı. Haliyle bu, çok sakat ve o nisbette tehlikeli bir anlayıştı ve
her yönüyle tashihe muhtaç bulunuyordu. Onun için Cenâb-ı Hak, onlara yanlış
düşünüp hatalı değerlendirme yaptıklarını hatırlatarak, şöyle buyurdu : «De
ki, ben ancak Rab-bimdan bana vahyedilene uyarım. Bu (kitap) Rabbınızdan kalb
gözlerinizi açacak belgelerdir ve inanan bir millet için doğru yolun ve
rahmetin kendisidir.»
Bu kitap, Muhammed'in
(A,S.) eseri değildir ve olamaz da. Çünkü insan eseri, kalb ve kafayı bu
derece açacak, doğruyu gösterecek, ilim adına hatalı bilgi ve fikir
vermeyecek, asırların geçmesine rağmen getirdiği her temel bilginin doğruluğu
ilmî araştırma ve buluşlarla isbat edilecek güçte ve muhtevada olamaz. Kaldı ki
bu temel bilgiler, ana fikirler 1400 yıl önce ortaya konmuştur ki, o çağda ilme
temel teşkil eden esasları bilenler yoktu. [352]
Yukarıdaki âyetlerle,
sağlam imânın, şeytanın vesvese sinyalleri önünde aşılması zor bir engel
teşkii ettiği anlatıldı. Sonra da Hz. Peygambere (A.S.) indirilen âyetlerin
O'nun derlemesi olmadığı ifade edilerek şeytanın ve o tiynette olan kimselerin
şüphe uyandıran sözlerine itibar edilmemesine işaretle, her âyetin mutlak
surette Allah'tan indiği açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Kur'ân'ın ilâhî feyzine erişebilmek için, kalb ve
kafaları açıp aydınlatan
beyanlarını dikkatle, anlayışla ve saygıyla dinlemenin gereği üzerinde
duruluyor. Sonra da bu feyiz ve rahmete erişebilme arzu ve şuuruyla
sabah-akşam Cenab-ı Hakk'a huşu ile el açıp alçak sesle, edep ve saygı havası
içinde duâ ederek yalvarmamız emrediliyor. Allah'a kul olmanın kimseyi
küçültmeyeceği, fakat mutlaka şeref, izzet, vakar ve saygınlık kazandıracağı
hatırlatılarak melekler misal veriliyor. [353]
204— Kur'ân okunduğu zaman ona kulak verip
dinleyin ve susun. Ola ki merhamete
erdirilirsiniz.
205— Hem Rabbini sabah-akşam, içinden yalvarıp
yakararak, ürpe-rerek yükseğin altında bir sesle an, gafillerden olma.
206— Şüphesiz ki, Rabbin katında olanlar
(melekler) O'na kulluk edip tapmaktan asla (küçüklük duyup) büyüklük
taslamazlar; O'nu hep tesbîh ve tenzih ederler ve ancak O'na secde ederler.
Ibn Mes'ûd (R.A.)
diyor ki : Önceleri biz namaz kılarken birbirimize selâm verirdik, yani namazda
oimayan kişi, namaz kılmakta olana selâm verir, o da onun selâmını alıp karşılığını
verirdi. Sonro «Kur'ân okunduğu
zaman ona kulak verip
dinleyin ve susun..» âyeti inince artık namazda selâm verip almadık. [354]
«İmam ancak kendisine
uyulmak için öne geçirilmiştir. O halde o tekbîr getirdiğinde siz de tekbir
getirin; o okumaya başlayınca siz susun.» [355]
«Bir yolculukta
ashab-ı kiram duâ ederken seslerini yükselttiler. O sebeple Resûiüilah (A.S.)
Efendimiz onları uyararak şöyle buyurdu : «Ey insanlar! kendinize gelin; çünkü
siz ne sağıra, ne de gaibe sesleniyorsunuz. Sizin duâ ile seslendiğiniz zat,
her şeyi mutlaka işitir ve size, bineğinizin boynundan daha yakındır.» [356]
Zührî'nin tesbitine
göre, Ansardan bir genç. Peygamber (A,S.) Efendimiz Kur'ân okumaya başlayınca,
o da onunla beraber okumaya başladı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.
Yine yapılan sahîh
rivayete göre, Ebû Hüreyre (R.A.) şöyle anlatmıştır: «Resûiüilah (A.S.)
Efendimiz kıraati aşikâr okunan bir namazı kıldırdıktan sonra ashabına dönüp
sordu :
— Az önce benimle birlikte Kur'ân'ı okuyan oldu
mu?
Adamın biri :
— Evet, ben okudum, dedi.
Bunun üzerine
Resûiüilah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu : «Namazda okuduğum zaman bana ortak
olmayın, diyorum.» Bu uyarıdan sonra ashab-ı kiram namazda Kur'ân aşikâr
okunduğunda susup Peygamberi (A.S.) dinlemeye başladılar. [357]
«Kim bir namaz kılar
da onda Ümmu'l-Kur'ân'ı (Fatiha) okumazsa, o namaz noksandır, o namaz
noksandır, tam değildir.» [358]
«Kimin imamı varsa,
imamın kıraati onun için de kıraattir.» [359]
İmam Şafiî Kavl-i
Kadîm'inde, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel kendi müsnedlerinde bu
hadîslere dayanarak aşikâr okunan kıraatlerde cemaat bir şey okumaz, sadece
dinler demişlerdir. Sonra İmam Şafiî Kavl-i Cedîd'inde, cemaat imamla birlikte
yalnız Fâtiha'yı okur, diyerek ilk görüş ve içtihadından dönmüştür. Çünkü
Fâtihasız kılınan bir namazın noksan sayılacağı ve diğer bazı rivayetlerde o
namazın sahîh kabul edilmiyeceği hakkında sağlam ve sıhhatli beyânlar varit
olmuştur.
Hanefîler ise,
yukarıdaki 2 noiu hadîsi daha sahih görüp onunla istidlal etmişlerdir. O
bakımdan bu mezhepte, ne gizli, ne de aşikâr kıraatlerde cemaat bir şey
okumaz. [360]
«Kur'ân okunduğu zaman
ona kulak verip dinleyin ve susun. Ola ki merhamete erdirifirsiniz.»
Kur'ân okunduğu zaman
susup onu dinlemek vacib midir? Âyetin zahirî delâletinden bu hüküm
anlaşılmaktadır. Ancak ilini adamlarının görüş ve yorumları farklıdır:
a) Ali b. Talha'nın İbn Abbas'dan (R.A.) yaptığı rivayete göre, farz namazlarda
okunan Kur'ân'ı dinlemek vâcipdir. Zira İbn Abbas'a (R.A.) göre, ilgili âyetle
buna işaret edilmektedir. îbn Cerîr de aynı görüştedir. Süf-yan es-Sevrî'nin de
içtihadı bu doğrultudadır. Mücahit'ten buna yakın bir rivayet yapılmıştır. O
halde bunlara göre, namaz dışında Kur'ân okunurken dinleyenlerden birinin veya
birkaçının konuşmasında bir sakınca yoktur. Nitekim İbrahim en-Nahâî, Katade
ve Şa'bî de aynı görüştedirler.
b) Tabiînden Saîd b. Cübeyr'e göre, bu. Ramazan
ve Kurban bayramları namazlarında ve bir de cuma ve aşikâr okunan namazlarda
cemaatin susup dinlemeleriyle ilgili bir emirdir. O bakımdan sözünü ettiğimiz
namazlarda Kur'ân okunmaya başlayınca susup dinlemek vaciptir.
c) Namaz
dışında okunan Kur'ân'ı dinlemenin kifayet yollu vacip olduğunu söyleyenler
varsa da, ilim adamlarınca pek benimsenmemiştir. Bir miktar dinledikten sonra
vacip yerine gelmiş olacağından ayrılmakta bir sakınca yoktur, diyenler de
olmuştur. Bu görüş diğerine nisbetle biraz benimsenmiştir. Cumhura göre ise,
âyet, namazda okunan kıraatle ilgilidir. Sahîh olan da budur. Allah daha
iyisini bilir.
A'raf sûresine
Kur'ân'ın bir hatırlatma, bir öğüt olduğu belirtilerek başlandı ve Allah'ın her
ân tesbîh ve tenzihe lâyık olduğu bildirilerek secde âyetiyle noktalandı. [361]
Mekke'de inen bu
sûrenin kapsadığı başlıca konuları şöyle özetliye-biliriz :
a) Tevhît İnancı'na ağırlık verilmiştir.
b) Vahiy ve semavî kitaplar hakkında, bazan
kısa, bazan da geniş ölçüde bilgiler serpiştirilerek mü'minler
aydınlatılmıştır.
c) Peygamberler ve peygamberlik hakkında
aydınlatıcı bilgiler verilmiş ve Hz. Muhammed'in (A.S.) risâletinin umumî bir
özellik taşıdığı, akla ve vicdana neşter vururcasına işlenmiştir.
d) Âhiret hakkında, öldükten sonra dirilme ve
kâinat düzeninin bozulduktan sonra yeniden kurulmasıyla ilgili açıklamalar
yapılarak insan aklı ve idrâki harekete geçirilmek istenmiştir.
e) Kur'ân hükümleri hakkında kısa, fakat özlü
bilgiler verilerek haram ve helâl konusu işlenerek şüpheler giderilmiştir.
f) İlâhî sünnete, kâinat düzenine sık sık
dikkatler çekilerek akla ve ilme temel bilgi teşkil edecek malzeme sunulmuştur.
g) Mü'minlere kendi yüce davalarını yayma metodu
verilerek, tebliğ ve irşat yolları gösterilmiştir.
h) Şeytan ve
o tiynetteki insanların tuzağına düşmemek için iyi bir hayat düzeni kurup
sürdürmenin plân ve programı açıklanarak sosyal aia-nı inanmışların doldurması
istenmiştir.
Hamd u sena Allah'a;
salât ü selâm hâtemü'l-enbiya Hz. Muhammed'e (A.S.) ve O'nun gönül dostlarına,
yakın arkadaşlarına olsun.. [362]
[1] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2075.
[2] Bu hususta fazla bilgi için bak : Âl-i tmrân Sûresi
yedinci âyetin tefsirine..
[3] Fazla bilgi için bak : Bakara sûresinin birinci
âyetinin tefsirine..
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2076-2077.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2077-2078.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2078.
[6] Buhari-Müsllm :
Ebû Hüreyre (R.A.)den.
[7] Ahmed b. Hanbel :
1/420-421
[8] *
» Tirmİzî : Değişik ifadelerle.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2079-2080.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2080-2081.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2081.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2082.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2082-2083.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2083-2084.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2085-2087.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2087.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2087-2088.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2088.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2089.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2089-2090.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2090.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2091.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2091-2092.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2092.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2094.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2094-2095.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2095-2096.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2096.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2096.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2096.
[30] Müslim/iman :
147- îbn Mace/duâ : 10- Ahmed:
4/133, 134, 151
[31] Buharı/ahkâm :
21, bed'i halk : 11, i'tikaf : 11, 12- EbÛ Dâvud/siyam : 78, sünnet : 17, edeb :
81- İbn Mâce : 65-
Dârekutnî/rikak : 66- Ahmed : 3/156, 283,
309- 6/337
[32] Müslim/cennet :
83
[33] Buharî/kader:
1, 5, cihad : 77, tevhîd : 28, enbiya :
1, rikak : 33- Müslim/kader
: 1, 12 Ahmed : 1/382, 414, 430- 2/287- 5/332, 335- 6/107,
108
[34] Müslim/cennet:
56- Buharî/enbiya: 8,
48, tefsir : 5,
14, 21- Tirmizî/ kıyamet: 3, tefsir:
80- Nesâî/cenâiz: 118,
119- Ahmed: 1/223,
229, 233, 253-3/495 - 6/53
[35] Tirmizî: Abdullah b. Amr (R.A.)dan
[36] Buharî/cenâiz : 80, tefsîr : 30, kader : 3-
Müslim/kader : 22, 23, 24- Ahmed :
2/315, 346
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2098-2099.
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2099-2100.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2100-2101.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2101.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2101-2102.
[41] Fazla bilgi için bak : el-Müfredat Fi-garibi'1-Kur'ân.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2102.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2102-2103.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2103.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2103-2104.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2104.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2105.
[47] Esbab-ı
Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-te'vîl - İbn
Kesir - Kurtubî.
[48] Esbab-ı Nüzul - Kurtubî - îbn Cerîr - Lübabu't-te'vîl.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2106.
[49] Ebû Dâvud/libas :
13, tıb : 14- Tirmizî/cenâiz
: 18, edeb : 46- Nesâî/ce-nâiz : 38 Ahmed : 5/10, 13, 17,
18, 19- Ismid : kurşunî renkte antimon
[50] Ahmed : 5/12,
21, 25
[51] Buharî/libas: 1- Nesâî/zekât : 66- İbn Mâce/libas: 23-
Ahmed: 2/181, 182
[52] Tirmizî/zühd :
47- Ahmed: 4/132
[53] tbn Mâce/et'ime: 51- Dârekutnî - Ebû Ya'lâ: Enes b.
Mâlik (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2106-2107.
[54] Tefsîr-i Kurtubî: 7/190 - Kahire: 1967-1387
[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2107-2108.
[56] Harun Reşîd'in özel doktoru Ali b. Hüseyin'in tbn Sina
olduğu sanılırsa da bu yanlıştır. Çünkü Harun Reşîd M: 766-809'da İbn Sina ise M:
980-1037'de yaşamıştır. Aralarında bir asırdan fazla zaman vardır. O bakımdan
Ali b. Hüseyin başka önemli bir tabiptir. Hem İbn Sina'nın künyesi Ebû Ali
Hüseyin'dir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2108-2109.
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2109-2110.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2110.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2110-2111.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2111.
[61] Lübabu't-te'vîl:
ilgili âyet..
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2112.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2112-2113.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2113.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2115-2116.
[65] Nemi sûresi :
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2116-2117.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2117-2118.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2118.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2118-2119.
[70] Ebû Dâvud-Nesâî - tbn Mâce - Müsned-i Ahmed.
Hadîs hayli uzundur. Biz sadece ilgili
bölümünü nakletmekle yetindik.
[71] Buharî/mezâlİm:
1- Müslim/iman: 302
[72] Nesâl: îbn Murdeveyh'den - Ahmed : 2/512 - 4/131, 200
- 6/89
[73] Buharİ- Müslim -Ahmed : 2/466
[74] Müslim : Ebû
Said el-Hudrî (R.AJden.
[75] îtm Mace/zühd: 39
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2110-2122.
[77] Matta İncil'i
: 19/25
[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2122-2123.
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2123.
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2125.
[81] Taberânî : Yahya tankıyla rivayet etmiştir.
[82] Lübabu't-te'vîl,
ilgili âyetin tefsiri.
[83] îbn Ebî Hatim:
İbn Abbas (R.A.)dan.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2125-2126.
[84] Hadid sûresi:
13
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2126.
[85] Fazla bilgi için bak: tbn Cerîr, Kurtubî, Âlûsî, tbn
Kesîr, Mefatihü'1-gayb tefsirlerinde
ilgili âyetlerin açıklamasına..
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2127-2128.
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2128-2129.
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2129.
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2130-2131.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2131-2132.
[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2132-2133.
[92] Müfredat-i Rağıb/YEVM maddesi.
[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2134-2135.
[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2135.
[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2135-2137.
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2137-25138.
[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2138-2139.
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2139.
[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2139-2140.
[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2140.
[101] Ebû Dâvud/edeb: 104- tbn Mâce/edeb: 29-
Tirmizî/daâvat: 48- Ahmed: 5/123
[102] Buharî/rikak:
26, i'tisam: 2-Müslim: Ebû Musa el-Eş'ârî (R.A.)dan.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2141-2142.
[103] Buharî/istiska :
26, mağazî: 29, bed'ülhalk
: 5,
enbiya: 1- Müslim /is
tis-ka: 17_Ahmed: 1/223, 228, 324, 341, 355, 373.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2142-2143.
[105] Buharî/tefsîr : 39-78_Müslim/fiten: 141-143_Ebû Davud/sÜnnef
22_Ne-sâî/cenâiz: 117_İbn
Mâce/zühd: 32_Taberânî/cenâiz: 49_Ahmed:
2/322, 428,
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2143-2144.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2145.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2145.
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2147.
[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2147-2148.
[111] Buharî/teyemmüm: 1, salat: 56, cihad: 122, ta'bîr: 11,
12, i'tisam: l.Müs-lim/mesacid: 3, 5, 7, 8. Tirmizî/siyer: 5. Nesâî/gusül: 26,
cihad: 1. Daremî/salat: 111. Ahmed:
1/301. 3/222, 264,
268, 314. 3/304. 4/416.
5/162, 248, 256
[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2148-2150.
[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2150.
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2150-2151.
[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2151.
[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2151.
[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2154.
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2154-2155.
[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2156.
[120] Müsned-i Ahmed b. Hanbel: 2/117
[121] Sahîh-i Müsİim/zühd:
38, 39 - Buharî/salât: 53,
enbiyâ: 17, tefsir: 15-Ahmed:
2/9, 58, 66, 72, 74, 113, 117,
137
[122] Müsned-i Ahmed b. Hanbel.
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2158-2159.
[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/21592160.
[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2160.
[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2160-2161.
[127] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2161.
[128] Ebû Davud/hudud : 28- Nesâî/hudud : 24- îbn
Mâce/hudud: 12
[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2163.
[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2163.
[131] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2163-2165.
[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2165-2166.
[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2166.
[134] Fazla
bilgi için bak:
Tefsîr-i Kurtubî : 7/244 -
İlgili âyetin tefsiri..
[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2166-2167.
[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2167.
[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2170.
[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2170-2172.
[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2172-2173.
[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2173.
[141] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2174.
[142] Müslim/zühd :
64_Daremî/rıkak : 61-Ahmed: 5/24.
[143] Müslim.
[144] Buharî/cenaiz :
80, tefsir: 30, kader: 3_ Müslim/kader: 22, 23, 24_ Ah-med : 2/315, 346.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2176.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2177-2178.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2178.
[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2179-2180.
[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2180.
[149] Yûnus sûresi :
92.
[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2184-2185.
[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2185-2186.
[152] Tâhâ sûresi :
69
[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2186-2187.
[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2187-2188.
[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2188.
[156] İsmail Fennî ERTUĞRUL / İman Hakikatleri Etrafında
Sualler.
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2188-2189.
[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2190.
[159] Fazla bilgi için bak : Mufredat-ı Hagıb - «Mele'»
maddesi; ayrıca Ka-us tercemesi/ aynı madde.
[160] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2190.
[161] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2192.
[162] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2193.
[163] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2193-2194.
[164] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/21994-2195.
[165] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2195.
[166] Buharî/enbiyâ : 54. Müslim/selâm : 92, 94, 95 -
Taberânî/Medine: 23. Ah-med:
1/182-5/213
[167] Tirmizî/et'ime : 23 - İbn Mâce/sayd : 9
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2197-2198.
[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2198-2200.
[169] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2201.
[170] Tevrat/çıkış :
9/8-26
[171] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2201-2204.
[172] Tevrat/çıkış :
9/27-29
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2204.
[173] Tevrat-Çıkış :
9/30, 31
[174] İşte İbranî'lere vaadedilen «Arz-ı Mev'ûd» budur.
Kenan diyarı, yani Filistin ve çevresi.. Bu, Nuh Peygamber'in dört oğlundan
biri olan Kenan'a izafe edilir.
[175] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2205.
[176] îbn Cerîr et-Taberî - Ahmed b. Hanbel : Ebû Vâkıd
el-Leysî'den.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2207.
[177] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2207-2208.
[178] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2208.
[179] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2208-2209.
[180] Buharî/tefsîr :
7, diyat : 32
Bu hadîs, kitap ehliyle
peygamberlerin hangisinin üstün olduğu hakkında t tartışmaya gidilmesinin uygun
olmayacağına yönelik bir anlatım belirtmek-dir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2211-2212.
[181] Bak : Ebû
Dâvud/Cenâiz : 41
[182] Buharî/tefsîr :
78. Müslim/fiten : 141.
Nesâî/mesacid : 3
[183] Ebû Davud/melahim :
14
[184] Tirmizî/Kur'ân :
11
[185] İbn Mâce/cenâiz :
19
[186] Buharî/bedü'1-halk :
6, enbiyâ : 1- Ebû
Dâvud/sünnet: 16- Ahmed: 4/7.
[187] Ahmed ; 3/33
[188] Tirmizî/salat:
64
[189] Tevrat-Çıkış :
34/27, 28
[190] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2212-2213.
[191] Tevrat-Çıkış : 33/17-23
[192] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2213-2214.
[193] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2214-2215.
[194] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2215-2216.
[195] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2216-2217.
[196] Buharı/mevakıyt. :
16, tevhîd : 24- Müslim/raesacid : 211, 212- îbn Mace/ mukaddeme : 13- Ahmed : 4/360, 365
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2217.
[197] el-Fütuhatü'I-Mekkiyye/VasI-el-Kalem ve'1-Levh :
3/221
[198] MU-TariJı Öncesi Evrensel Uygarlık ; 1978/61
[199] Mu-1978/61
[200] Tevrat-Ezra :
466-476
[201] Geniş bilgi için bak : Tevrat-Çıkış/32
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 5/2218-2219.
[202] Zümer sûresi : 23
[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2219-2220.
[204] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2220-2221.
[205] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2222.
[206] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2222-2223.
[207] Saf sûresi : 5
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2223.
[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2224.
[209] Ebû Davud/Libas :
4. Ahmed : 2/50
[210] Tirmizî/İsti'zan ;
7
[211] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2226-2228.
[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2228.
[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2228-2229.
[214] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2229-2230.
[215] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2230-2231.
[216] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2231.
[217] Geniş bilgi için bak : Tevrat-Çıkış : 1/6 ve Tâhâ sûresi : 85-97. âyetlerin
tefsirine
[218] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2231-2233.
[219] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2233.
[220] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2233.
[221] Buharî/teyemmüm :
1, salât: 56- Müslim/mesacid :' 3- Nesâİ/gusül- 26-Dâremi/siyer: 28, salât :
111.
[222] MUslim/mesacid :
5- Tirmizî/siyer : 5- Ahmed: 2/412
MUslim/mesacid : 5- Tirmizî/siyer : 5- Ahmed:
2/412
[223] Buhari/edeb:
27- Bbû Dâvud/taharet : 136,
salat: 149, edeb :
36- Tir-mizi/taharet: 112- Nesâî/sehv: 20- îbn Mâce/taharet : 75- Ahmed :
2/239-4/312
[224] Buhari/edeb :
19. tevbe: 17, 19. Müslim/tevbe: 21- İbn Mâce/zühd: 35Tirmizî/daavat: 99
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/1135-2236.
[225] Sayılar:
11 16. 17
[226] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2236-2238.
[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2238.
[228] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2238-2239.
[229] Tevrat-Tesniye :
18/15
[230] »
» : 18/18
[231] »
-îşaya : 42/1-5
[232] Incil-Yuhanna :
14/15-16
[233] » » ;
16/7-8
[234] Încil-Yuhanna:
16/12-14
[235] Încil-Matta :
21/43. 44
[236] Necm sûresi :
1-7
[237] Bernaba İncil'i
: 39/14-28/Kahire : 1908
[238] Bernaba İncil'i: 43/13-29
[239] »
t, : 44/19-31
[240] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2239-2242.
[241] Buharî/savm :
13- Müslim/siyam : 15-
Ebû Dâvud/savm: 4-
Nesâî/si-yam: 17- Ahmed:
2/43. 52, 122, 129
[242] Tirmizî/kur'ân : 9- Ahmed : 5/132
[243] Fazla
bilgi için bak:
Kurtubî : 7/268- Lübabu't-te'vîl: 2/136-
FethÜI-kadîr; 2/252
[244] Ankebut sûresi :
48
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2242-2243.
[245] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2243-2244.
[246] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2244-2245.
[247] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2245.
[248] Taberânî/Sahîh rivayetle: Sâib
b. Yezîd'den..
[249] Ahmed b, Hanbel: 5/256. Taberânî ; Ebû Derdâ (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2246.
[250] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2246-2247.
[251] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2247-2248.
[252] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2248.
[253] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2248-2249.
[254] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2249.
[255] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2249.
[256] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2251-2252.
[257] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2252-2253.
[258] Sayılar ;
17/1-11
[259] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2253-2254.
[260] Tevrat-Sayılar : 5/9
[261] Tevrat-Sayılar :
25/1-2
[262] »
-Çıkış: 17/1-7
[263] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2254-2255.
[264] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2255-2256.
[265] Ibn Kesîr : Ahmed b. Muhammed'den isnad-i ceyyid ile..
2/257
[266] Müslim/kader :
32- Ahmed: 1/390, 433
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2257.
[267] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2257-2258.
[268] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2258.
[269] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2258-2259.
[270] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2259-2260.
[271] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2260.
[272] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2262-2263.
[273] Geniş bilgi için bak : Bakara sûresi 249. âyetin tefsîri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2263.
[274] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2263-2264.
[275] Bakara sûresi :
63-93., Nisa sûresi: 154-
âyetlerin tefsirine bakılması
[276] Tevrat-Çıkış ;
19/1-25
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2264-2265.
[277] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2265-2266.
[278] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2266.
[279] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2266.
[280] Buharî/cenaiz :
80, tefsir : 30, kader: 3- Müslim/kader : 22. 23, 24- Ah-med : 2/315,
346
[281] Buharî/enbiya :
2- Müslim/birr : 159,
160- Ebû Dâvud/edeb :
16- Ah-med : 2/295,
527, 537
[282] Rum sûresi :
30
[283] Sahîh-i Müslim :
Iyaz (R.A.)den
[284] Nesâî - Abmed - İbn Cerîr et-TaberL.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2267-2268.
[285] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2268-2270.
[286] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2270.
[287] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2271.
[288] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2271.
[289] İsrâ sûresi ; 85
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2271-2272.
[290] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2273.
[291] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2274.
[292] Lübabu't-te'vü - Esbabü'n-nüzul/Nisabûrî - İbn Kesir -
İbn Cerîr-Kur-tubî - Mefatihü'I-gayb tefsirleri, ilgili âyet..
[293] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2275-2276.
[294] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2276.
[295] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2276-2277.
[296] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2277.
[297] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2277-2278.
[298] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2278.
[299] Buhari/bed'-i halk :
1- Tirmizî/tefsîr : 5/3- Ahmed
: 2/313, 501- 4/431
[300] Müslim/kader: 31. Ebû Dâvud/sünnet : 17- Nesâî/cenâiz : 58- îbn Mâce/
mukaddeme: 10- Ahmed : 6/41, 208.
[301] Buharî/kader:
1- Müslim/kader : 1. 2.
[302] Buharî/daâvat: 69- Müsiim/zikir : 5, 6- İbn Mâce/duâ : 10.
[303] Müslim-Ebû
Hatim - Ahmed:
1/391, 452
[304] Buharî/i'tisam :
10- Müslim/imân : 247,
imaret: 170, 173, 174- Ebû Dâ-vud/fiten: 1. Tirmizi/fiten : 27, 51- Ahmed : 5/34, 269, 278, 279.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2280-2281.
[305] el-Hâkîm - tbn Ebî Dünya/mekâyidi'ş-şeytan - Ebû
Şeyh/el-azame - İbn Murdeveyh: Ebû Derda (R.A.)dan. Hadîs zayıftır.
[306] Taberânî -el-Hâkim- Beyhakî : Ebû Sa'lebe
el-Huşeni'den.. Hadîs sahihtir.
[307] Feyzü'l-Kadîr/el-Allâme Münâvî : 3/364'den
özetlenerek..
[308] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2281-2283.
[309] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2283.
[310] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2283-2285.
[311] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2285.
[312] Kurtubî/7/325.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2285-2286.
[313] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/
[314] Hicir sûresi :
9
[315] Buharî/i'tisam : 10- Müslim,iman : 247, imaret: 170,
173, 174- Ebû Dâ-vud/fiten: 1- Tirmizî/fiten : 27, 51- İbn Mâre/mukaddeme: 1,
fiten: 9- Ahmed: 5/34. 269 278 279
[316] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2287-2288.
[317] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2288.
[318] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2288-2289.
[319] LÜbabu't-te'vîl/İlgili âyetin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2290.
[320] Bilgi için bak : Fransız Tıp Akademisine göre, Hz.
Muhammed'in (A,S.) Şuuru Tamdır/Çeviren :
Prof. Feridun Nafiz UZLUK -
Ankara : 1970
[321] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2290-2292.
[322] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2292.
[323] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2292.
[324] Lübabu't-te'vîl - Esbabu'n-nüzul li-Nisaburi.
[325] s>
» » » »
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2293-2294.
[326] Bilgi için bak :
Buharİ/imân; 34, 38, şahadat
: 26,
tefsir: 31- Müslim/ imân: 5, 7, 8- Ebû Dâvud/sünnet: 16-
Tirmizî/imân : 4- Nesâî/imân:
56- İbn Mâce/makaddeme : 9- Ahmed
: 1/27, 52.
[327] Buharı - Müslim :
Ebû Hüreyre (R,A.)den.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2294.
[328] Enbiyâ Süresi :
104
[329] Rum
» ; 55
[330] Fussilet sûresi :
11
[331] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2294-2296.
[332] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2296.
[333] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2297.
[334] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2297.
[335] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2297-2298.
[336] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2298.
[337] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2301-2302.
[338] İslâm'ın Vaadettikleri/Tstanbul-: 1983
[339] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2303.
[340] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2304.
[341] Buharı -Müslim
[342] Lübabu't-te'vîl :
2/158
[343] Bağavî - Tirmizî
(Rivayetler arasında lâfız farkı var).
[344] Müslim/müsafirîn:
69- Dâremî/rikak : 25- Ahmed:
1/385, 397, 401, 460
[345] İbn Ebî Hatim
- İbn Cerîr et-Taberî
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2304-2305.
[346] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2305-2306.
[347] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2306-2307.
[348] Nahl sûresi
: 98.
99
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2307-2309.
[349] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2309.
[350] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2310-2311.
[351] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2311-2312.
[352] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2312.
[353] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2312-2313.
[354] Tefsîr-i İbn Kesir:
2/280 - Müsned-i Ahmed – Nesâî
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2313-2314.
[355] Buharî/salat:
13, ezan: 51, 74. 82, 128,
taksîr-i salât: 17, sehv: 9, mer-dâ: 12- Müslim/salat: 77, 82, 86, 89-
Ebû Dâvud/salat: 68- Tirmizî/salat: 150- Ne-sâî/eimme : 16, 38, 40, iftitah : 30, tatbik: 22- îbn
Mâce/ikamet: 13, 144- Dâre-mi/salat: 44,
71- Taberânî/nida: 56, cemaat: 16, 17-
Ahmed: 2/230, 314, 341, 378, 411, 420.3/110, 154.4/401, 450.6/51, 58, 68, 148,
194
[356] Buharî/mağazî : 38, cihat: 131, deâvat: 50, 68, kader:
7, tevtıîd: 9- Müslim/zikir : 44, 45- Ebû Dâvud/vitir: 26- Tirraizî/deâvat: 57- Ahmed:
4/394, 402, 403, 407, 418, 419
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2314.
[357] Tirmi2Î-Ahmed b. Hanbel : Ebû Saîd (R.A.)den
[358] Tirmizî : Ebû Hüreyre (R.A.)den
[359] MÜsned-i Ahmed :
3/339 - îbn Mâce/ikamet: 13
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2314-2315.
[360] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2315.
[361] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2315-2316.
[362] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 5/2316.