A'RAF
SURESİ
A'râf
Sûresi, iki mesele hakkında genel bir değerlendirmeyle başlamaktadır: Bunların
ilki; Kur'ân-ı Kerim ile bağlantılıdır. İkincisi ise; Kur'ân-ı Kerim'i inkâr
eden ve ilâhî vahyi toptan yalanlayanlar hakkındadır.
İlk
konu hakkında Yüce Allah (c.c.)'rn şu sözü nazil olmuştur:
"Bu,
kendisi ile insanları uyarman ve inananlara öğüt vermen İçin sana indirilen bîr
Kitap'tır. Artık bu hususta kalbinde bir şüphe olmasın. Rabbinizden size
indirilene (Kur'ân'a) uyun. Onu bırakıp da başka dostların peşinden
gitmeyin." (A'râf, 7/2-3)
Âyette
yasaklanan şüphe hidâyetlerini istediği kimselere, müşriklerin takınacağı kötü
tavırdan ve onların mallarından el çektirmekten kaynaklanıyordu.
İnzâr;
korkutma ile birlikte bildirme demektir ve genel olarak dinleyicilerden
istenen; kendilerine öğüt veren Kİtab'a uymaları ve kaynağı ne olursa olsun
içinde hiç bir hayır bulunmayan o kitabın dışındaki sahte kitaplardan
kaçınmalarıdır. Allah (c.c.)'ın dışında kendilerine tâbi olunan ilahlar
kesinlikle hayır getirmezler, zira Hak geldikten sonra, geriye ancak sapıklık
ve batıldan başka ne kalabilir ki?
Sûre,
bundan sonra bir kaç yerde daha "el-Kitap"tan bahsetmektedir.
Bunlardan birisi de şu âyettir:
"Gerçekten
onlara, inanan bir toplum İçin yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere
açıkladığımız bir Kitap getirdik. (Fakat onlar) onun te'vilinden başka bir şey
beklemiyorlar." (A'raf, 7/52-53)
Yani
müşrikler, Allah (c.c.)'ın müjde ve tehdidinin gerçekleşmesini; böylece
mü'minlerin zafer ve sevaba kavuşmasını, kâfirlerin de yenilgi ve cezayı
tatmalarını bekliyorlar!
Kur'ân'la
ilgili âyetlerden birisi de şudur:
A'râf
Sûresi ■ 129
R
D r ' ân - ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri
"Şüphesiz
ki, benim velim Kitab'ı indiren Allah'tır ve O, bütün salih kullarını görüp
gözetir." (A'râf, 7/196)
Bu
âyet Nebi (s.a.v.)'nin dilinden bir İfâdedir ve anlamı şudur: Yüce Allah (c.c),
indirdiği âyetler Nebi (a.s.)'nin kalbine ulaşıp yerleşene kadar ve hayatı
kendi ışığıyla aydınlatana ve o hayatı sürdürene kadar, bu Kitabı koruma ve O
(s.a.v.)'na yardım etmeyi üstlenmiştir.
Diğer
bir âyet de, bu kitabı düşünme ve kapsadığı ilimlerden faydalanmanın
gerekliliği hakkındadır:
"Kur'ân
okunduğu zaman, onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin." (A'raf,
7/204)
Bu
Kur'ân; mü'minler için bir hatırlatma, akılları için bir gelişme ve onların
üzerine inen bir rahmettir,
Sûrenin
kendisiyle başladığı ikinci konu ise, Yüce Allah (c.c.)'ın şu sözünden
anlaşılabilir:
"Nice
memleketler var ki, biz onları helak ettik. Azabımız onlara geceleyin yahut
gündüz istirahat ederlerken geldi. Azabımız onlara geldiğinde çağırışları, 'biz
gerçekten zâlim kimselerinişiz', demelerinden başka bir şey olmadı."
(A'raf, 7/4-5)
Peygamberlere
İsyan eden şehirlerin helak edilmesi, tarihin kaydettiği bir kuraldır. A'râf
Sûresi, Hz. Nûh (a.s.) ve Hz. Lût (a.s.)'m kavimleri olan Âd, Semud ve
Medyen'in başına gelenleri açıklamaktadır.
Öyle
görünüyor ki, Yüce Allah (c.c.) önceki peygamberlerini güney ve kuzeye olmak
üzere Arap Yarımadasına göndermiştir. Buralarda yaşayan Araplar küfre sapıp
elçilerine işkence yapmaya başlayınca, Allah (c.c.) onları helak etmiş ve
medeniyetlerinin kökünü kazımıştır.
Sonra
Mısır'ı ve İsrâiloğulları'm kendisiyle doğru yola ulaştırmak için Hz. Mûsâ
(a.s.) kitabını getirdi ve firavunlarla Yahudilerin konumunu geniş geniş
açıkladı. Ne zaman ki Yahudiler de doğru yoldan saptılar ve Allah (c.c.)'ın
hidâyetlerini reddettiler, işte o zaman onlara Allah (c.c.)'ın azabı geldi.
Ardından
İkinci defa son vahiy, yarımadanın ortasına döndü ve Hz. Muhammed (s.a.v.),
Allah (c.c.)'ın lütfü ile karanlıklardan aydınlığa çıkarmayı ve kendi yoluna
tabi olan Araplardan "Vasat bir ümmet" oluşturmayı başardı. İşte bu
vahiy kıyamet kopana kadar nesilden nesile aktarılacak ve bu son elçinin
getirdiği vahiy korunmuş kitapta yürürlükte olmaya devam edecektir. Dünya
hayatı sürdükçe tüm insanlık bu kitabı dinlemekle ve ondan istifâde etmekle
sorumlu tutulacaktır. Çünkü İnsanları kö-
130
• AVSf Sûresi
Muhammed
Gazalî
tülüklerden
koruyacak yegâne kitap budur.
Asıl
önemli olan Arapların, asaletlerinin değerini bilmeleri ve miraslarının
değerini anlamaları gerekir. Öyle ki Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurarak onlara
özel ihsanda bulunuyordu:
"Sonra
Kitâb'ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik..." (Fâtır, 35/32)
İşte bu konumlarından dolayı sorumlu tutulacaklarını iyice bilmeleri gerekir:
"Elbette
kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de
mutlaka sorguya çekeceğiz! Ve onlara (olup bitenleri) tam bir bilgi ile mutlaka
sunacağız. Biz, onlardan uzak değiliz." (A'râf, 7/6-7)
Yüce
Allah (c.c.) sûrenin girişinde her insanın sonuçta, kesin olarak umumi hesapla
karşılaşacağını açıklamıştır:
"O
gün tartı haktır. Kimin tartılan ağır gelirse, İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Kimin de tartılan hafif gelirse, işle onlar, âyetlerimize karşı haksızlık
etliklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır." (A'râf, 7/8-9)
Ancak
bu kısa açıklamadan sonra yeryüzünde, Rableri hakkında tartışan değişik insan
gruplarının en son varacakları yeri açıklayıcı bilgiler gelmektedir. Bunlar
Öncelikle mü'minler, sonra A'raf ashabı ardından da kâfirlerdir.
Bu
üç grup arasında karşılıklı konuşmalar geçmektedir ki bizler bu karşılıklı
konuşmalar üzerinde biraz durmayı uygun buluyoruz.
Cennetlikler
hoşgörü, sevgi ve barıştan oluşan bir dünyada yaşamaktadırlar ve tek bir şeyle
meşgul olmaktadırlar; o da Allah (c.c.)'ı anmak ve O (c.c.)'na hamd etmektir.
Ayrıca onlar Allah (c.c.)'ın kendilerine ihsan ettiği nimetlerin farkında
olarak şöyle derler:
"Hidâyetle
bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamd olsun! Allah bizi doğru yola
iletmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik." (A'râf, 7/43)
Onlar
gördükleri ihsana karşılık olarak kendi nefislerini her türlü hak iddiasında
bulunmadan soyutlamaktadırlar ve en yüce ihsan edicinin kendilerinin önünde
olduğunun ve bu içinde bulundukları konumu onlara O (c.c.)'nun verdiğinin
bilincindedirler.
Burada
Yüce Allah (c.c), cennet ehlinin geçmişteki gayretlerini ve makbul olan
çalışmalarını hatırlatıyor:
"Onlara:
İşte size cennet; yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona varis kılındınız,
diye seslenilir." (A'râf, 7/43)
A'râf
Sûresi • 131
Küf'ân-i
Kerîm'İn Konulu Tefsiri
Durumlarından
emin olduktan sonra ise, zorba ve inkarcılardan oluşan geçmişin düşmanlarım
hatırlarlar ve kendilerine uygun olan şeyi bilmelerini isterler.
"Cennet
ehli, cehennem ehline: 'Biz Rabbimizin bize vadettiğini gerçek bulduk, siz de
Rabbinizin size vadettiğini gerçek buldunuz mu?' diye seslenir. 'Evet!' Derler.
Ve aralarından bir çağına, 'Allah (c.c.)'ın laneti zâlimlerin üzerine olsun!'
diye bağırır." (A'râf, 7/44)
İşte
bu zâlimler, öldükten sonra âhirette tekrar dirilmeyi ve hesaba çekilmeyi inkâr
ediyorlardı ve mü'minlerden mustaz'af olanlara baskı yapıyorlardı. Hakkın
öğretilerini saptırıyorlar, bozuyorlar ve yolunu kapatıyorlardı. İşte onlar
âdil akıbeti bulmuş oldular.
Bu
sûre, A'râf ashabını anlatmakla diğer sûrelerden ayrılmaktadır ve sûre İsmini
A'râf ashabından almıştır.
Müfessirler
arasında yaygın olan görüşe göre; A'râf ashabı, iyilikleriyle kötülükleri eşit
olan bir topluluktur. Bu sebeple onlar, bu durumlarıyla ilgili kesin karar
verilene kadar beklemişlerdir.
Bana
göre ise, A'râf ashabı, peygamberlerin risâletlerini tebliğ eden ve toplumları
iyiliğe sevkeden dâvetçi ve şehit bir topluluktur.
A'râf,
yüksek tepe demektir ve horozun ibiği de yüksek olduğu için "Arafe"
diye isimlendirilmiştir.
Onlar
âhirette, hesap meydanında liderleri ve halk yığınlarını gözetirler.
Cennetlikleri selamlarken cehennemliklerle de alay ederler.
Kur'ân-ı
Kerim'in anlatımı da bu anlayışa uygundur. Zira onlar doğru konuşuyorlar,
işledikleri günahlar sebebiyle günahkârları azarlıyorlar ve akıbetleri hakkında
Allah (c.c.)'a sığınıyorlar. İyiliklerle kötülükleri eşit olan ve nereye
gönderileceklerini bilmeyen bir topluluğun durumunun, böyle olması imkânsızdır.
Burada,
yardım çığlığı atan cehennemliklerin son bir çağrısı vardır:
"Cehennem
ehli, cennet ehline: 'Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızik-tan biraz da
bize verin!', diye seslenirler." (A'râf, 7/50)
Heyhat!
Allah (c.c.)'ın azabından onları hiç bîr kimse kesinlikle kurtaramayacaktır.
Zira onlar Allah (c.c.)'ı inkâr etmişler, O (c.c.)'nun huzuruna çıkmayı
yalanlamışlar ve âhiret gününü ne akıllarına getirmişler ve ne de onun için
herhangi bir şekilde hazırlık yapmışlardır. Öyleyse onlara nereden yardım gelecektir?
İşte
tam burada Kur'ân'm anlamlarının, nefiste tesirini yapacak şekilde tek bir si-
(32-A'râf
Süresi
Mulıammed
Gazali
yakta
ve birbirinin içine girmiş olduklarını idrak etmekteyiz. Zira Kur'ân'ın
yönlendirmeleri kesin bir şekilde birbirinden ayrılmış parçalar değildir. İşte
yer ve göklerin, birçok ilmin kaynağı olduğunu görüyorsunuz. Evren tek bir
varlık olmasına rağmen, canlılar âlemi üzerine çalışan bilim adamları,
yerkürenin tabakalarını araştıran bilginler, astronotlar ve diğer araştırmacılar
bu evrenden istifâde etmektedirler.
A'râf
Sûresi'nin başında Âdemoğullan'ndan bahsedilerek babalarının kastedil-mesi,
sûrenin sonunda da aynı Âdem'den bahsedilerek bu sefer de çocukların
kaste-dilmesi, ifâdenin güzelliğindendir. Sûrenin başında Yüce Allah (c.c.)
şöyle diyor:
"Andolsun
sizi yaratık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Adem'e secde edin!
diye emrettik." (A'râf, 7/11)
Sûrenin
sonunda ise, insanoğlunun hataları, şirk koşması ve hayat yolculu-ğundaki
zikzaklar hakkında, sânı yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Sizi
bir tek candan yaratan, ondan da, yanında huzur bulsun diye eşini yaratan
O'dur." (A'râf, 7/189)
Sonra
da diyor ki:
"Fakat
(Allah) onlara sâlih bir çocuk verince, kendilerine verdiği bu çocuk hakkında
(sonradan İnsanlar) Allah'a ortak koştular, Allah (c.c.) ise onların ortak
koştuğu şeyden yücedir. Kendileri yaratıldığı halde, hiçbir şeyi yaratamayan
varlıkları O'na ortak mı koşuyorlar?" (A'raf, 7/190-191)
Şirk
suçunu işleyenlerin, akılları karışan ve böylece yoldan sapan Âdemoğulla-rı'nm
olduğu gayet açıktır.
Baştan
sona kadar Kur'ân nazmı, bir bütün olarak tüm insanlığı hedefliyor ve sorumlu
tutulduğu ve fakat bu sorumluluğunu tam olarak yerine getirmediği insanlık
mesajım hatırlatıyor.
Şeytanla
birlikte olan İnsan, kesinlikle işinde başarılı olamaz; aksine o, büyük bir
sahtekârlığın veya aldatılmış bir oyunun içindedir. Şeytan kısa veya uzun
dalgalı yayınlar yapan cihazlara sahiptir, ancak insan bu yayınları hem
dinleyebilme ve hem de dinlememe gücüne sahiptir. Yani dinleyebilir de
dinlemeyebilir de. Kim alıcılarını belirli bir verici istasyonuna doğru
çevirirse, istediği şeyi dinler. Yoksa o güvenlik içinde emniyettedir. Şeytan
sadece yayın ve propaganda yapma gücü ve kudretine sahiptir. Yoksa bir insanı
zorla yoldan çıkarma ve saptırma gücüne kesinlikle sahip değildir.
İlginç
olan, insanoğlunun, cennetten kovulurken atasının başına gelenleri unutmuş
olması, özellikle şeytan tüm Âdemoğlu'nu hak yoldan ayırmaya ve saptırmaya
yemin etmişken, aynı insanın bu felâketlerin tekrar etmesine hiç aldırmıyor
olmasıdır.
A'râf
Süresi ■ 133
Kur'ân-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
"İblis
dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, muhakkakki ben de onları saptırmak
İçin senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden,
arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların bir çoğunu
şükredenlerden bulmayacaksın." (A'râf, 7/16-17)
Böylesi
apaçık bir kin ve nefretten sakınmamız ve korunmamız gerekmiyor mu?
Hz.
Âdem (a.s.)'in kandırılması, hiçbir zeki ve uyanık kimseye kapalı olmayan
apaçık bir hile ile gelmesi en çok şaşılacak şeydir! Zira şeytan Hz. Adem
(a.s.)'e şöyle seslenmişti: Melek olmaman için, sen bu ağacın meyvesinden
yemekten yasaklandın.
Oysa
Hz. Âdem (a.s.), İblis'e şöyle diyebilirdi: Tüm melekler bana secde ettiler.
Öyleyse nasıl olur da ben bu yüce konumumdan aşağı düşebilirim ki? Zira benim
bulunduğum konum meleklerinkinden daha üstün ve şereflidir.
İblis,
ağacın meyvelerinden yemesi şartıyla Hz. Âdem (a.s.)'e, bu cennette ebedî
olarak kalacağına dair, bir ümit ve cesaret verdi. Oysa kim diyebilir ki, Hz.
Âdem (a.s.) ve oğulları, ebedî olarak kalmayacaklar? Hatta ölseler bile, onlar
ebedîdirler. Zira ölüm daha güçlü ve daha büyük bir hayata geçişten ibarettir.
Şüphesiz
ki, şeytan yalancı, iftiracı ve düzenbazdır, ama kınama ona yöneltile-mez; asıl
kınanacak olanlar, onun bu hile ve düzenbazlarına kanan kimselerdir. Böylesi
apaçık tuzak ve ağa kim kapılmak ister ki?
Hz.
Âdem (a.s.), elinde bulunan nimetlerin tümünü kaybetti ve eşiyle birlikte, el
emeği ve alın teriyle kazandıklarım yemek için yeryüzüne indirildiler. Bu ilk
tecrübe ve ebedi hilekârlıkla karşı karşıya gelen nesillerin hiç ibret
aldıklarını görüyor musunuz?
"Allah:
'Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme
ve faydalanma vardır' buyurdu." (A'râf, 7/24)
Belirli
bir zamana ve sınırlı bir yaşama kadar. Daha sonra O (c.c.)'na mı kulluk
ettiniz yoksa şeytanın mı kulu kölesi oldunuz, diye bu kısa dünya yaşantınızdan
sorguya çekilmek için, Yüce Yaratıcı 'mn huzuruna çıkarılacaksınız.
"Orada
yaşayacaksınız, orada Öleceksiniz ve orada (diriltilip) çıkarılacaksınız,
dedi." (A'râf, 7/25)
Hz.
Âdem (a.s.)'in hayat hikâyesini bu şekilde açıkladıktan sonra, söz, asırlar
boyu yaşayacak olan Hz. Âdem (a.s.)'in çocuklarına yönelmekte ve Rabkrinin
öğütlerini dinlemeleri ve düşmanlarının da hile ve tuzaklarından
kurtulabilmeleri için, tam dört defa onlara çağrıda bulunulmaktadır. Bu
nasihatlan gözden geçirdiğimizde görürüz ki, bunların hepsi de üstün insanlığa
ve fıtrat dinine çağrılardır.
134-
A'rSf Süresi
Muhammed
Gaz alî
İşin
üzücü olan yanı, yaşadığımız modern dünyanın, ya düşük insanlık seviyesine
kendisini kaptırmış ve kendisine özlem duyulan sekülerizme çılgınca tutulmuş
olmasıdır. Oysa ki bu hasletler insanları yücelere doğru, geldiği yere doğru
hiç de yükseltici unsurlar değildir.
Gelin,
bu dört çağrıyı derin derin düşünelim. Bu çağrılardan ilki elbise ile
ilgilidir. İnsan, diğer yaratıklara oranla elbise giymekle farklılık gösterir.
Böylece o avret yerlerini örter ve görünümünü güzelleştirir.
Giyim
kuşam hususunda insanların bazı aşırılıkları vardır. Elbiselerin içinde
kendilerini beğenirler; kibirlenip büyüklenirler. Giydiklerinin değerine göre
kendilerim ölçüp tartarlar. Neredeyse avret yerleri gözükecek şekilde kadınlar,
elbiselerini kısaltırlar. Neredeyse içerisini gösterecek şekilde şeffaf ve dar
elbise giyerler. Bütün bunlar, yapılmasına izin verilmeyen ve tolerans
gösterilmeyen şeylerdendir. Zira insanın şeref, haysiyet ve onuru, elbisesinde;
değeri de kendisini örten şeylerde değildir.
İçerisini
örten ve hakikatini açığa çıkaran bir başka elbise çeşidi daha var ki, Kur'ân
bunu "takva elbisesi" diye isimlendiriyor. Şâir de şu sözüyle bunu
kastediyor:
"Eğer
kişi namusunu kötülükle kirletmezse,
Giydiği
tüm elbiseler güzeldir} " Başka
bir şâir de şöyle diyor: "Çıplaklık anında paçavralarla kendimi
süslemem
Ve
hayvan artığı az şeylerle yetinmem;
Boynumdan
insanların iplerine bağlı olarak basa kakılmaktan Daha iyi ve daha hayırlıdır.
"Ey
Ademoğullan! Size ayıp yerlerinizi Örtecek giysi yarattık. Takva elbisesi: İşte
o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüi
alırlar." (A'râf, 7/26)
Biz
bu yorumumuzla, bu hatırlatmayla, sûrenin başındaki Allah (c.c.)'ın şu sözünü
birbirine bağlamış oluyoruz.
"Rabbinizden
size indirilene uyun. O'nu bırakıp da başka dostların peşinden gitmeyin. Ne
kadar da az öğüt alıyorsunuz." (A'râf, 7/3)
Ve
daha sonra gelen şu âyetle de bağlantısını kurmuş oluyoruz:
"Rüzgârları,
rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O'dur. Sonunda onlar, ağır bulutları
yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve
AYSf
Süresi • 135
Kur'ân-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
onunla
türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Her halde
bundan ibret alırsınız." (A'râf, 7/57)
Bundan
daha güzel hatırlatma yollan olabilir mi ki? Olamaz ama, İnsanoğlu tüm bunları
unutuyor işte!
Çağrı
tekrarlanmaktadır:
"Ey
Âdemoğulları! Şeytan, ana babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için
elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de aldatmasın."
(A'râf, 7/27)
Önceden
İnsanlığın atası olan Hz. Âdem (a.s.)'in başına gelenlerin, O (a.s.)'nun
çocuklarının başına gelmesini gerektirmez! Hz. Âdem (a.s.)'i cennetten çıkarma
hususunda şeytan başarılı oldu, acaba onun neslini cennetten mahrum etme
hususunda da başarılı olabilecek mi? Babalarını soyduğu gibi, evlatlarını da
soymayı başarabilecek mi?
Şeytan,
hâin bir düşmandır; siz onu görmediğiniz halde sizin yanınızda bulunur ve o
size kötülük yapabilecek güçtedir. Fakat o mü'min bir kimseye günah ve suç
işletmeye güç yetiremez. Zira iman güçlü bir zırhtır. Onun ağları ancak imanım
kaybedenlere tuzak olur.
Kabul
edilmeyen bir husus da, cahil ataları taklit etmek ve sapık bîr yol için sahte
sebeplere tutunmaktır. Kabe'yi tavaf edenler diyorlardı ki: "İçinde Allah
(c.c.)'a isyan ettiğimiz elbiselerle Kabe'yi tavaf etmeyiz."
Doğru
yoldan sapmış dindar kimselerin büyük bir kısmı, Allah (c.c.) 'in hiç bir
şekilde, hakkında hiçbir emir indirmediği vahye ve akla aykırı işleri, gayb
zırhı altında dine sokmaktadırlar. Sonra da Allah (c.c.)'m bunları kendilerine
emrettiğini zannetmektedirler. Oysa Allah (c.c), fıtrata, düşünceye ve idrâke
aykırı olan kötü şeyleri emretmekten yüce ve münezzehtir:
"Allah'a
karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? De ki: Rabbim adaleti
emretti." (A'râf, 7/28-29)
Adalet
tüm insanların bildiği ve alışık olduğu bir yoldur, öyleyse onların bu yolda
yürümelerini engelleyen şey nedir? Bizi yaratan ve kendisine döneceğimiz zâta
tüm, benliğimizi niçin teslim etmiyoruz?
"Her
secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na çevirin ve dini yalnız Allah (c.c.)'a has
kılarak O'na yalvann. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz. O,
bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık müstahak oldu." (A'râf,
7/29-30)
Öyleyse,
bu iki gruptan en iyi yolda olanla, kurtuluş ve şeref hususunda en önce-
136
• A'râf Sûresi
Muhammed
Gazali
likli
olanla birlikte ol.
Sahte
(ve taklitçi) dindarlık, insanların Rablerine bağlanmaları hususunda korku ve
münzevî hayat yaşamaya dayanır.
İşte
bu sebeple sahte dindarlar, dış görünüşü kötülemeye, pejmürde bir
giyim-ku-şama, lezzetsiz bîr yemeğe ve tayyibata (iyi ve güzel olan) şeylere
karşı çıkmaya özen gösterirler. Oysa İslâmî öğretiler, bu yönelişin tam aksi
istikamette yol alırlar. Allah (c.c.)'a gereği gibi kulluk yapmak her şeyden
önce, insanî benliğin içindedir. Bu sebeple İslâmî öğretiler, kişinin sıhhati
ve selametine, ailenin kontrol altına alınmasına ve evin mütevazi ve şefkatli
bir barınak olmasına özen gösterir. Bir insanın güzel bir elbise içerisinde
namaza durması, pejmürde bir elbise içerisinde namaza durmasından daha iyidir.
İşte tam da burada şu âyet akla geliyor:
"Ey
Âdemoğullan! (Namaz için) her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi giyin;
yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez."
(A'râf, 7/31)
Bir
hadiste de şöyle geçiyor: ''Dilediğini ye ve arzu ettiğin her şeyi giy;
ancak iki kötü haslet olan israf ve büyüklük, seni hataya düşürmesin." Gerçek
şu ki, asıl sıkıntı, yiyecek ve giyecekte saçıp savurmaya götüren ve bu yola
yönelmeyi arzu ettiren israfta gizlidir. Oysa ki din, bedenlerin kemale
erişmesinde, ne bir yarıştır ve ne de bu geçici dünyalıklar için bir
yığınaktır.
Evet,
kişi âhiret yolculuğunda hoşuna giden bir çok güzel şeylere aldırmaz. Ancak o
pejmürde elbise ya da haşarat yemek suretiyle de kesinlikle kulluk görevim
yerine getiremez.
"De
ki: Allah'ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızkları kim haram
kıldı?"
(A'râf,
7/32)
Ziynet
kelimesinin Allah (c.c.)'a izafe edilmesi, o ziynetin kaynağının ve koyucusunun
ve o ziynetler içerisinde kullarını kabul edenin O (c.c) olduğunu bildirir. Bu
anlam şu âyette daha da açığa çıkmaktadır:
"De
ki: Onlar, dünya hayatında ve özellikle kıyamet gününde mü'minlerindir. İşte
bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz." (A'râf, 7/32)
Ziynetler
âhirette sadece mü'minlere hastır, kâfirler onlara, ancak bu dünya hayatında
ortak olabilirler.
"De
ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri haram kıldı." (A'râf, 7/33)
Kin,
nefret ve kızgınlık gibi açık ve gizli günahları ve diğer günahları, özellikle
de başkalarına küstahlık yapmayı ve onların kanlarını helâl saymayı haram
kılmıştır.
A'rSf
Sûresi* 137
Kur'ân-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
"Günahı
ve haksız yere sınırı aşmayı" (A'râf, 7/33)
Dinî
düşünceye eleştirel yaklaşanlar, bazı insanların takvali olduklarını
göstermeleri için elbiselerini kısalttıklarını, oysa ki bunların kalbinde
Firavun kibri ve gururu olduğunu gözlemlemişlerdir. Sünnet'te Allah (c.c.)'in
mütekebbir olan fakiri hoş görmediği bildirilmiştir. Kibir öyle bir şeydir ki,
güzel bir kumaştan elbise giyen adam ondan korunduğu halde, neredeyse çuval
giyen bir adam mütekebbir olabilir. Önemli olan fıtratın korunmuşluğu ve onun
iyj hasletlerine sahip olmaktır.
Tek
olan Allah (c.c.)'a bağlılık ve diğer ortaklardan korunma, uzaklaşma, salim bir
fıtratın ilk temel taşıdır. İnsanoğlu kendi benliğiyle başbaşa kaldığında, iki
veya üç ilaha yönelmez, aksine tek bir ilaha yönelir ve sıkıntı anında ona
sığındığı gibi, bolluk anında da ona şükrünü eda eder.
Aslında
şirk, tutarlı davranma yeteneğini kaybetmiş ve başkalarına zarar veren kötü bir
çevre oluşturur. İslâm ise, hem inanç bakımından, hem de ahlâk bakımından,
fıtrat üzerine kurulmuştur. Bu hususta Kur'ân şöyle diyor:
"Allah'a
ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram
kıldı." (A'râf, 7/33)
Yine
aynı sûrede şöyle bir açıklama daha vardır: Bu selim fıtratın sağlam
antlaşmaları, tâ ilk yaratılışından itibaren insanoğlu üzerinde geçerliliğini
devam ettirmektedir.
"Kıyamet
gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdemo-ğullarf ndan,
onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve
dedi ki: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (Onlar da), 'evet şahit olduk',
dediler. Yahut 'daha Önce babalarımız Allah'a ortak koştu biz de onlardan sonra
gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Batıl işleyenlerin yüzünden bizi
helak edecek misiniz?' dememeniz için (böyle yaptık)." (A'râf, 7/172-173)
Âyetin
bu eşsiz bağlamı şu hususa da işaret etmektedir; insanın içinde yaşamış olduğu
çevre ne kadar kötü olursa olsun, tevhidden ayrılmasının Özür kabul
edilebilecek hiçbir geçerli sebebi yoktur. Çünkü kendi benlİğindeki fıtratın
çağrısı, her türlü zorluk ve sıkıntıya göğüs gerebilir ve her türlü şaibeden
uzak olarak Allah (c.c.)'ın bilgisini muhafaza edebilir. Fıtrat; nefsin, sadece
tevhid inancım kabul edebilecek bir yetenekte olduğu anlamına gelir. Şayet
fıtrat şirki reddediyorsa, ilhaddan haydi haydi yüz çevirir.
Gerçekte
aklî ve psikolojik tabiatımız, mucidi olmayan varlığı ve yaratıcısı olmayan bir
yaratığı kabul etmez, aynı şekilde hayatın kendi kendine yoktan var olduğu
iddiasını da reddeder. Biz insanlar, kendisi sayesinde var olduğumuz, bizim
dışımızdaki birisine muhtaç olduğumuzu hissederiz.
138
• A'rSf Sûresi
Muhammed
Gazalî
Fakat
bizlere bu hayatı bahşeden bizim dışımızdaki bu zât kimdir? Gerçek şu ki,
bizler fıtratın yönlendirmesiyle, tüm varlıkların kendisine ibâdetle yükümlü
oldukları âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'a yönelirim
Müşriklere
göre bizi yaratan ve bizlere bu hayatı bahşeden, bizim dışımızdaki zât kimdir?
Onun yalancı ve hilekârların kuruntularından başka hiçbir yerde varlığı yoktur.
İşte bu sebeple Âdemoğluna halis tevhİd inancı vasiyet edildikten sonra kendi
kendilerine haksızlık edenlere şu azarlama ifâdesi gelmektedir:
"Allah'a
iftira eden ya da O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim vardır! Onların
kitaptaki nasipleri kendilerine erişecektir," (A'râf, 7/37)
Yani
yeryüzünde rızık ve yaşam süresi olarak onlara bir zaman ve rızık takdir
edilmiştir:
"Sonunda
elçilerimiz gelip canlarını alırken, 'Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz
tanrılar nerede?' derler. (Onlar da) 'bizden sıvışıp gittiler', derler ve kâfir
olduklarına dair kendi aleyhlerine şâhidlik ederler." (A'râf, 7/37)
Allah
(c.c.) hakkında endişe etmenin ve O (c.c.)'nu görmezden gelmenin, bazı
sebepleri vardır. Bana göre bunların başında, yabancı hislerle devamlı
birliktelikten doğan şüphe ve zanlar gelmektedir. Çünkü sürekli karnı tok olan
zengin bir kimse, açlığın verdiği sıkıntı ve acıyı unutur; aynı şekilde devamlı
sıhhati yerinde olan sağlıklı bir kimse de hastalığın verdiği acı ve sıkıntıyı
unutur. Hem karnı tok zengin hem de sağlıklı kimse, bunların hiç bitmeyeceğini
zanneder. Oysa ki tek başına insanın içinde yaşamış olduğu şu an, yakın ya da
uzak geçmişte başına gelen diğer işleri unutturur, tıpkı şairin dediği gibi:
"Giyindiği
zaman genç, sanki hiç çıplak olmadığını hisseder, Mal-mülk sahibi olduğunda da,
hiç muhtaç olmadığını zanneder."
Gecelerin
ve gündüzlerin birbiri ardınca gelip geçmesine ve Güneş ve Ay'ın pe-şisıra
doğmasına rağmen, bizler bu gerçeklerin zorunlu gerçekler olduğunu ve sanki tüm
bu olanlar kendi kendine gerçekleşiyormuşçasma bunların hiçbir düzenleyicisinin
ve yöneticisinin olmadığını sanırız. İşte bu durum, insanlara, tüm bunları
yapanın Allah (c.c.) olduğunu hatırlatacak ilahî bir vahye İhtiyaç hisseder.
"Şüphesiz
kî Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a İstiva eden,
geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve
yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz kî, yaratmak
da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!"
(A'râf, 7/54)
Zaman
geçtikçe insanlar, acı ve tatlıyla, zafer ve hezimetle karşı karşıya gelebili-
A'rSf
Sûresi- 139
Kur'ân-ı
Kerîm 'in Konulu Tefsiri
yorlar.
İnsanlar, kendilerinin nefret ettiği şeyleri, kendilerinden uzaklaştıran ve
arzuladıkları şeyleri ise kendilerine yakınlaştıran Rablerine muhtaçtırlar.
İşte bu sebeple Yüce Allah (c.c.) şöyle sesleniyor:
"Rabbİnize
yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.
Islah edilmesinden sonra, yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a korkarak ve
rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere, Allah'ın rahmeti çok
yakındır." (A'râf, 7/55-56)
İnsanların
bu dünyada sevap ve ceza, korku ve ümit arasında gidip gelmelerinden daha çok
bir şey yoktur. Aynı şekilde arzuladıkları şeyi Allah (c.c.)'tan başkasının
veremeyeceğini, tiksindikleri şeyi de yine O (c.c.)'ndan başkasının başlarından
savamayacağını hissetmelerinden daha çok bir şey yoktur. Bunun için Yüce Allah
(c.c.) şöyle buyuruyor:
"Rüzgârları,
rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O'dur. Sonunda onlar, ağır bulutlan
yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada yağmuru indirir ve onunla
türlü türlü meyveler çıkarırız. İşle ölüleri de böyle çıkaracağız. Her halde
bundan ibret alırsınız." (A'râf, 7/57)
A'râf
Sûresi'nin başından itibaren, anlamı kapalı olan birçok âyetin anlamları yavaş
yavaş açığa çıkmaya başlamıştır . Tıpkı köşeleri birçok ayrıntıları barındıran,
üçgenlerin başları gibi. Zira bu anlamlar birbirinden kopuk parçalar halinde
devam etmiyor, aksine bu anlamların birbirine geçtiğini görürsünüz. Tıpkı
hepsinin de hedefi iman, ibret, istikamet ve bilinci oluşturmak olan simetrik
şerit gibidir.
Önemli
olan makul bir gelecektir, zira taşın üzerine bardaktan boşanırcasına yağan
yağmurdan bir şey bitmez.
"Rabbİnin
izniyle, güzel memleketin bitkisi (güzel) çıkar. Kötü olandan ise faydasız
bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte biz, şükreden bir kavim için âyetleri böyle
açıklıyoruz." (A'râf, 7/58)
A'râf
Sûresi, vahye karşı çıkarak zulümlerinin kurbanı olmuş toplulukları uzun uzun
anlatmaktadır. Bu toplulukların büyük bir kısmının, Araplar'm yaşadıkları bölgelerde
olduğu göze çarpmaktadır. Örneğin Hz. Nûh (a.s.)'un kavmi Irak bölgesinde, Âd
kavmi Yemen ve çevresinde, Semûd kavmi Hicaz'ın yukarı bölgelerinde, Medyen
halkı Sina Çölü ve Ürdün arasında ve Lût kavmi de Filistin'in doğusunda
yaşamışlardır. Evet, bu toplulukların hepsi de peygamberlere karşı çıktılar ve
getirdikleri şeyleri inkâr ettiler.
Bilindiği
gibi şeytan Hz. Âdem (a.s.)'i cennetten kovdurana kadar aklını çeldi ve
aldattı. Ayrıca O (a.s.)'nun evlatlarının cennete geri dönmemeleri için de
yollarını kesmeye devam etmektedir.
1-40
■ A'râf Sûresi
Muhammed
Gazalî
Bu
sûrede geçen Hz. Adem (a.s.) kıssasının geri kalan kısmını açıklamayacağız,
çünkü bu kıssa Kur'ân-ı Kerim'de birçok kez tekrarlanmıştır. Bir topluluğun ve
milletin tarihi, tek bir yerde anlatılan kıssadan bilinemez. Aksine birçok
sûrede parça parça gelmiş olan vahyin bütününden anlaşılabilir. Burada bizi
ilgilendiren şey şu hususu sorgulamaktır; Dünya tarihinde bu milletlerin hepsi,
acaba kaç asır geçirmişlerdir?
Uzun
bir araştırma ve düşünmeden sonra, tufan günlerinden bugüne kadar geçen sürenin
yaklaşık olarak 80 asır (sekiz bin yıl)'a ulaştığını buldum. Ama Hz. Âdem
(a.s.) ile Hz. Nuh (a.s.) arasında yaşayan toplulukların geçirdikleri süre ne
kadardır? Bana göre biraz önce verdiğim (80 asır) zaman periyodundan fazla
olmadığıdır! Zira Kur'ân-ı Kerim, Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. Nûh (a.s.) arasında
yaşayan nesillerden detaylıca bahsetmemektedir.
Bu
bilgilerden yola çıkarak ben, bir insan kafatasının bulunduğunu ve üzerinde
yapılan araştırmalara göre bu kafatasının 10 milyonlarca yıl öncesine âit
olduğunu gösteren delilleri bizlere haber veren arkeolojik araştırmalardan
kuşku duyuyorum. Bu kafatası kime ait? Kim bilir, belki de yeryüzünde yaşamış,
cinlerin dışında, diğer yaratıklar vardı! Durum ne olursa olsun bu bizi fazlaca
ilgilendirmeyen bir konudur.
Kur'ân-ı
Kerim'in, inkarcı toplulukların helâkına dair açıkladıklarını uzun uzun
düşündükten sonra, onların helaklerinin ikaz değil, aksine isyanlarının
sonucunda gelen bir ceza olduğunu gördüm.
Hayır,
nesiller gelip geçti ve bu iş hiç kesintiye uğramadı. Topluluklar bu ikaz ve
ihtarları birbirinden devraldılar, tıpkı elçileri ve getirdikleri vahiyleri
yalanladıkları ve sonuçta da helak oldukları gibi. Şu âyette bu hususu açıkça
görmekteyiz:
"Biz
hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, ora halkını, yalvarıp yakarsın-Iar
diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü (darlığı)
değiştirip yerine İyilik (bolluk) gelirdik. Nihayet çoğaldılar ve dediler ki:
Atalarımızda böyle sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı. Biz de onları kendileri
fakına varmadan ansızın yakaladık." (A'râf, 7/95-96)
Âyette
geçen "afeve" kelimesinin anlamı, "artmak" demektir.
Buradaki "seyyİe-kötülük" ve "hasene-iyilik" kavramları
ise, iyisiyle kötüsüyle hâl-tavır ve durumlardır, yoksa itaat ve isyanlar
değil.
Helak
olan topluluklar, kendi elleriyle kendi mezarlarım kazanlardır, yoksa onların
başına gelen bu helak, haksız yere ve zalimce olmamıştır.
"O
ülkelerin halkı, inansalar ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne
gökten ve yerden nice bereket kapılan açardık. Fakat onlar yalanladılar, biz de
yaptıkları yüzünden onları yakal ay iverdi k." (A'râf, 7/96)
A'râf
Sûresi -141
Kur'Sn-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
Geriden
gelenlerin, baba ve dedelerinin başlarına gelen felâketlerden ibret almaları
gerekirdi. Ancak onlar ibret almadılar, bu sebeple de helak oldular:
"Önceki
sahiplerinden sonra yeryüzüne varis olanlara şu gerçek varis olmadı mı ki: Eğer
biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık! Biz onların
kalplerini mühürleriz de artık onlar (gerçekleri) işitmezler." (A'râf,
7/100)
İşte
böylece yüce kudret, Araplar'in defterini dürmüştür.
Sonra
elçilik görevleri, Sâmî ırkın ikinci kısmına yani İsrâiloğullan'na geçmiştir:
"Sonra
onların ardından Musa'yı mucizelerimizle Fir'avun ve kavmine gönderdik de o
mucizeleri inkâr ettiler; ama bak ki, fesatçıların sonu ne oldu!" (A'râf,
7/103)
İsrail
lakaplı Hz. Yâ'kûb (a.s.)'un çocukları, Suriye çöllerinde çöl hayatı
yaşıyorlardı. Sonra Hz. Yûsuf (a.s.) onları Mısır'a çağırdı ve Mısır'da
yaşamaya başladılar; burada çoğaldılar ve burada güçlendiler. Mısır halkının
içinde eriyip yok olmayı reddettiler. Bu arada Mısırlılarla aralarında büyük
bir düşmanlık oluştu, sonuçta fİr'a-vunlar, İsrâiloğulları'nı küçümsediler ve
onlara can yakıcı işkence ve acılar çektirdiler. Tâ ki Allah (c.c.) onları,
uzun bir aradan sonra Hz. Mûsâ (a.s.)'nın eliyle fir'avun-ların işkencesinden
kurtanncaya kadar bu dert ve acıyı çektiler. İşte böyle bir ortamda Hz. Mûsâ
(a.s.) onlara şöyle seslenmişti:
"Umulur
ki Rabbinİz düşmanınızı helak eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılar
da, nasıl hareket edeceğinize bakar," (A'râf, 7/129)
Âyetteki
"belki de, umulur ki" İfâdeleri, Hz. Mûsâ (a.s.)'nm kavminden
korktuğunu ifâde etmektedir. Çünkü onun doğru sezgisi, kavmine kötü zannı
beslemeyi öngörüyordu.
Tek
olan Allah (c.c.)'m lütfuyla bellerini kıran zulümlerden kurtulmalarının
ardından ilk yaptıkları şey, putlara ibâdete yönelmek oldu.
"İsrâiloğulları'nı
denizden geçirdik, orada kendilerinde mahsus bir takım putlara tapan bir kavme
rastladılar. Bunun üzerine: 'Ey Mûsâ! Onların tanrıları olduğu gibi sen de
bizim için bir tanrı yap!' dediler. Mûsâ dedi ki: Gerçekten siz câhil bir
toplumsunuz. Şüphesiz bunların İçinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve
yapmakta oldukları da batıldır." (A'râf, 7/138-139)
İşin
ilginç olan yanı, onların putperestliğe olan sevgi ve özlemleri bütün düşünce
ve asabiyetlerine öylesine hakim olmuş ki, Hz. Mûsâ (a.s.) Rabbiyle konuşmak
için gider gitmez, Allah (c.c.)'ın dışında bir puta tapmak için, yanlarındaki
süs eşyalarından hemencecik bir buzağı heykeli yapıverdiler. Yapılan bu iş
hakkında Yüce Allah
142*
A'râf Süresi
Muhammed
Gazalî
(c.c.)
şöyle buyuruyor:
"Buzağıyı
tanrı edinenler var ya, işte onlara mutlaka Rablerİnden bir gazab ve dünya
hayatında bir alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle
cezalandırırız." (A'râf, 7/152)
Gerçekte
Yahudiler'in büyük bir bölümünün imanları saf ve katıksız bir iman değildi,
arzu ve istekleri onlara hakim olmuştu. Yahudiler İçlerinde gizledikleri
duyguları açığa çıkarmak için Allah (c.c.)'a tuzak kurmaya kalkışıyorlardı;
kendilerine Cumartesi günleri balık avlamak yasaklandığında, denizdeki balığın
çokluğunu görüyorlar ve onların kaçmaması İçin denizde setler yapıyorlardı,
sonra da pazar günü gelince, orada hapsettikleri balıkları tutuyorlardı:
"Onlara,
deniz kıyısında bulunan deniz halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi
gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü Cumartesi tatili
yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, Cumartesi
tatili yapmadıkları gün de gelmezlerdi. İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından
dolayı onları imtihan ediyorduk." (A'râf, 7/163)
Öyle
anlaşılıyor ki aklı başında olan kimseler böyle bir yol tutmadılar. Sonra da bu
akıllı kimseler iki kısma ayrıldılar. Belki yasaklara uyarlar diye,
toplumlarına nasihat mı etmeliler yoksa Allah (c.c.) adına onlardan ümidi
kestikleri için kendi hallerine mi bırakmalılar?
"Onlar
kendilerine yapılan uyarıları unutunca, biz de kötülükten men edenleri
kurtardık ve zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden dolayı şiddetli
bir azâb ile yakaladık." (A'râf, 7/165)
Tarihin
bize aktardığına göre Yahudi devleti, düşmanlarının eliyle yıkıldı:
"Onlardan
iyi kimseler vardır, yine onlardan bundan aşağıda olanları da vardır.
(Kötülüklerinden) belki dönerler diye, onları iyilik ve kötülüklerle imtihan
ettik." (A'râf, 7/168)
Bir
hadiste ifâde edildiğine göre peygamberimize şöyle sorulmuştur:
"İçimizde
Salih kimseler olduğu sürece bizler helak olur muyuz? O (s.a.v.) da söyle cevap
vermiştir: Evet, şayet kötülük çoğalırsa..."
Allah
(c.c.) İsrâiloğullan'nı paramparça etmiş ve o toprakların sahiplerini, onların
yerine yerleştirmiştir. Ayrıca kıyamet gününe kadar, onlara en kötü azabı
tattıracak insanların gelmesine izin vermiştir. Yahudiler'in hayatlarından
anlaşıldığına göre onların kötülükleri bilinçli bir kötülüktü. Geçmişte helak
edilen diğer tüm topluluklara gelince, onları cehalet çepeçevre sarmış ve
yollarını şaşırtmıştı. Ama Yahudiler vahye karşı kötü davrandılar ve vahyin
taşıyıcısı olan peygamberlere kafa tuttular: "Ne zaman bir peygamber
onlara nefislerinin arzu etmediğini getirdiyse, bir kısmını
A'râf
Sûresi • 143
Kur'ân-ı
Kerîm 'İn Konulu Tefsiri
yalanladılar
bir kısmım da öldürdüler." (Mâide,
5/70) Onların Allah hakkında konuşmalarında ne bir edep ne de bir vakar vardı.
Çünkü geçmişte de Hz. Mûsâ (a.s.) 'ya şöyle demişlerdi. "Ey Mûsâ! Onlar
orada bulundukları müddetçe biz oraya asla giremeyiz. Şu halde sen ve Rabbİn
gidin; biz burada oturacağız, dediler." fMâide, 5/24)
Onların
bu yüzsüzlükleri ve utanmazlıkları, bu durum üzere devam edip gitti. Sonuçta da
Rablerinin sözü onlara hak oldu. İşte bu sebeple ilahî bilgi, onların hayat
hikâyelerini gözler önüne serdikten sonra şöyle demektedir:
"Onlara,
kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden
de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.
Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya
saplandı ve arzusunun peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer:
Üstüne varsan da hırlar, bıraksan da hırlar." (A'râf, 7/175-176)
Ayetin
bağlamı, kendisine Allah (c.c.)'ın hidâyeti geldiği halde, ondan uzaklaşan ve
değerini düşüren her fert ve her toplum için geçerlidir.
Bugün
Araplar'm aleyhine bir Yahudi devleti kurulmuştur. Bunun sebebi gayet açıktır.
Yahudiler kendilerinden daha kötü kimselerle savaşmışlardır. Onlar Araplarla
savaştılar, oysa ki o Araplar, Allah (c.c.)'m koyduğu sınırları çiğneyen,
haramları mubah sayan, gölgesinde hiçbir kimsenin yürümeyeceği şekilde Hz.
Muhammed (s.a.v.)'in sancağını terk eden, bunun yerine ihanet ve isyan
sancaklarının altında serseri serseri dolaşan kimselerdir.
Allah
(c.c.)'ın sözüne uygun olarak Yahudiler ve tüm doğru yoldan sapanlara uygulanan
cezaların, Araplar'a da uygulanmasında şaşılacak hiçbir şey yoktur:
"Andolsun,
biz cinler ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yaratmisızdır. Onların
kalpleri vardır ve fakat onlarla kavramazlar; gözleri vardır ve fakat onlarla görmezler;
kulakları vardır ve fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidirler;
Hatta daha da aşağıdırlar." (A'râf, 7/179)
Kötü
gidişatları sebebiyle helak edilen toplumlar hakkında söz ettikten sonra,
üzerinde uzun uzun düşünmeye değer şu iki âyeti okumaktayız: Bunlardan ilki,
Yüce Allah (c.c.)'ın şu sözüdür:
"Allah
kimi hidâyete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de şaşırtırsa, işte asıl
ziyana uğrayanlar onlardır." (A'râf, 7/178)
İkincisi
ise şu âyettir:
"Allah
kimi şaşırtırsa, artık onun için yol gösteren yoktur ve onları azgınlıkları
içinde şaşkın olarak bırakır." (A'râf, 7/186)
Ne
bu iki âyette ve ne de diğerlerinde, cebre delâlet eden herhangi bir işaretin
ol-
144
• AVSf Sûresi
Muhammed
Gazalî
duğunu
söyleyebiliriz. Zira insan irâdesinin hürriyeti, tartışma dışıdır. Yoksa tüm
sorumluluklar düşer ve varlık sebebi anlamsızlasın
Bakışlarımızı,
sapma ve saptırmaya çevirelim: Yüce Allah (c.c.), sadece kendiliğinden sapan
kimseleri saptırır. Doğru yoldan ayrılma vardır, bir de ayırma vardır. Allah
(c.c.) sadece doğru yoldan ayrılanları saptırır. Tıpkı Yüce Allah (c.c.)'ın bir
başka sûrede şu şekilde söylediği gibi: "De ki: Kim sapıklıkta ise, çok
merhametli olan Allah ona mühlet versin!" (Meryem, 19/75)
İnsanın
seçme hakkını ifâde eden âyet sonları, oldukça fazladır. Örneğin "Allah
kimi saptınrsa, artık onu doğru yola götürecek kılavuzu yoktur" âyetinden
sonra; "onları taşkınlıkları içinde sapıtmış olarak bırakır" ifâdesini
görüyoruz. Bu âyet onların helâklarmın, taşkınlıklarının bir sonucu olduğuna
işaret etmektedir. Bir önceki âyette ise; "Allah kimi de saptınrsa,
işte onlar ziyana uğrayanlardır." diyerek, onların tuttukları yolun
kaybetmelerinin sebebi olduğuna işaret etmektedir. Edebî anlatımındaki
Kur'ân'ın süregelen uygulamasına göre, âyetlerin nazmı bu şekilde gelir.
Örneğin bizler de şöyle deriz: "Kurunun yanında yaş da yanar." ya
da "Fırın, ateşini, hem kuru odunlardan, hem de yaş dallardan
alır." Yine deriz ki: "Çöküş; sahiplerini genelde tembel ve
miskin miskin oturanlardan alır." Bütün bu tabirler, mecazî
anlatımlardır. Zira ne fırının, ne de çöküş eyleminin alma gücü vardır.
İşte
Kur'ânî anlatım da bu tarz üzere gelmiştir:
"Andolsun,
biz cinler ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların
kalpleri vardır ve fakat onlarla kavramazlar; gözleri vardır ve fakat onlarla
görmezler; kulakları vardır ve fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar
gibidirler: Hatta daha da aşağıdırlar." (A'râf, 7/179)
Bu
âyetin anlatmak istediği şey şudur: Üstü örtülü kalpler ve kapalı gözler,
sahiplerini cehenneme yakıt yaparlar. Kurtuluşu isteyen her bir kimsenin,
kalbini ve gözünü açması gerekir ki bu da o kimsenin, kesinlikle gücü
dahilindedir. İşte bu sebeple şanı yüce Allah (c.c.) şöyle söylüyor:
"Düşünmediler
mi ki, arkadaşlarında (Muhammed'de) delilik yoktur? O, ancak apaçık bîr
uyarıcıdır." (A'râf, 7/184)
"Göklerin
ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış
olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur'ân'dan sonra hangi söze
inanacaklar?" (A'râf, 7/185)
Düşünme
ve bakıp ibret alma yetilerini kaybeden kimse, başkasını değil, sadece
kendisini kınasın.
Müslümanların
Allah (c.c.) ile ilişkilerini güzelleştirerek, O (c.c.)'na güzel isim-
AYSf
Süresi* 145
Kur'âıı-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
leriyle
dua ederek, çirkin şirkten ve kötü zandan uzak durarak, önceki toplumların kötü
sonuçlarından sakınmaları için Allah (c.c.) onlara öğütler vermektedir:
"En
güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na, o güzel isimlerle dua edin."
(A'râf, 7/180)
Şüphesiz
ki kemâl, övgü ve muhtaç olmama, sadece Allah (c.c.) için söz konusudur. Bizler
ise şaşkınlık anında o yol göstericiye dua ederiz, karanlıkta kaldığımızda ve
yolumuzu kaybettiğimizde, ışığı ararız ve ihtiyaç anında da zengin olanı
çağırırız. Allah (c.c.) ile bağlarını koparanlar ise, O (c.c.)'nun dışındaki
şeylere dua ederler ya da O (c.c.)'nun değerini tam olarak bilmezler. Onlar O
(c.c.)'nun güzel isimlerini inkâr eden ve zâtını bilmeyen kimselerdir.
İslâm
ümmetinin başta gelen ilk özelliği, vahdaniyette ve Allah (c.c.)'a ibâdette,
özü sözü bir olan kimselerin dualarıdır;
"Yarattıklarımızdan
daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir topluluk bulunur.
Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helake
sürükleriz." (A'râf, 7/181-182)
Allah
(c.c.)'in, günahkâr kimselere karşı bir imtihan vasıtaları vardır ki geçici
olan hazlar veya yanıltıcı başarılar ya da yeryüzündeki gururlu ve kibirli
dolaşmalar, o mücrimlere Allah (c.c.)'ın bu imtihanını unutturabilir. Bu gibi
durumlar, Allah (c.c.)'ın yalancılara karşı verdiği mühlet kabiündendir. Sonra
ecel ipi onları, hem de hiç bilmedikleri yerden, varacakları kötü sona doğru
sürükleyecektir;
"Onlara
mühlet veririm; (ama) benim cezam çetindir." (A'râf, 7/183)
Hak
ve hakikat sahibi kimselerden istenen şey şudur: Şayet onlara bir kötülük ve
zarar dokunursa, Allah (c.c.)'a olan imanları sarsılmasın ve şevkleri
kırılmasın. Aksine onların, ilahî yardım gelinceye kadar sıkıntılı gecelere
sabretmeleri gerekmektedir. Zira ilâhî yardım kesinlikle gelecektir, uzun
seneler sonra olsa bile...
Ahiret
gününe iman, Allah (c.c.)'a ve O (c.c.)'nun isimlerine imandan kaynaklanıyorsa,
beşer psikolojisi, buluşma yeri ve varış zamanı ile kendisine tanınan süreyi
bilmek için gayret etmelidir. Bazı sahabeler özel bir ilişki gereği
Resûlullah'a koşarak, O (s.a.v.)'nun vesilesiyle, meçhul ve gayb olan şeyleri
öğrenmeye çalışıyorlardı. Bunun üzerine, böylesi çabaları reddeden ve kıyametin
kopacağı anın bilgisinin yalnızca Allah (c.c.)'a ait olduğunu bildiren bir
ilahî bilgi inmiştir:
"Sana
kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: onun İlmi ancak Rabbimin
katındadir ve onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz." (A'râf, 7/187)
Gerçekte
bizlerin bu bilgiye ulaşması çok fazla bir fayda sağlamaz. Bu sadece kı-
[46
• AVSf Sûresi
Muhammet)
Gazalî
yâmetin
kopacağı dönemde yaşayanları ilgilendirir. Bizlerin kıyameti ise, ölümle
birlikte başlar. İşte o zaman, başka bir dünyaya intikal ederiz ve anlarız ki
dünya hayatı büyük bir aldatmacadan ibâretmiş.
İslâm'ın
şartlarından birisi de Hz. Muhammed (s.a.v.) 'in, Allah (c.c.)'ın bir kulu ve
elçisi olduğuna kesinlikle inanmaktır. Zira O (a.s.), ne bir ilâh, ne bir
ilâhın benzeri ve ne de onun bir parçasıdır. O (a.s.), ne kendine ne de
başkasına zarar ve fayda veremeyen, Allah (c.c.)'ın bir kuludur. Aynı şekilde
diğer tüm insanlar ve melekler de, tıpkı Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi Allah
(c.c.)'ın kullarıdırlar. Kim bunun dışında bir görüş ileri sürerse, gerçekte o
kimse yalancıdır.
A'râf
Sûresi, tıpkı başlarken olduğu gibi, sonuçta da Hz. Âdem (a.s.)'den
bahsetmektedir. Nasıl ki sûrenin başında Hz. Âdem (a.s.)'in çocukları
zikredilmişte bizzat Hz. Âdem (a.s.)'in kendisi kastedilmişse, burada da, O
(a.s.) zikredilerek evlatları kastedilmiştir. Buradaki âyetlerin bağlamı,
azarlayıcı ve kızgınlık arz edici bir özelliktedir. Allah (c.c.) Hz. Âdem
(a.s.)'in çocuklarına bol bol nimetler vermesine rağmen O (c.c.)'na şükretmek
yerine, O (c.c.)'na ortak koşmuşlardır.
"Kendileri
yaratıldığı halde, hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları (Allah'a) ortak mı koşuyorlar?
Halbuki putlar) ne onlara bir yardım edebilir ve ne de kendilerine bir yardımı
olur." (A'râf, 7/191-192)
Sonra
hitap, bu müşriklerin hidâyete ermeleri için İndirilen vahiyden istifâde
etmemeleri ve tembelliklerinden vazgeçmemeleri sebebiyle, dâvetçilere ve
onların önde gelenlerine yönelmektedir:
"Onları
doğru yola çağırırsanız size uymazlar; onları çağırsaniz da, çağırmasa-nız da
sizin için birdir." (A'râf, 7/193)
Tembellik
çok garip bir şeydir. Üstelik dâvetçilerin önderi, kendi dilleriyle ve kalpleriyle
konuşarak onlara indirilen kitabı tutarak önlerinde meydan okumasına rağmen...
"Şüphesiz
ki, benim koruyucum kitabı indiren Allah'tır ve O, bütün sâlih kullarını görüp
gözetir." (A'râf, 7/96)
Bu
kitap, onların bekledikleri ve ısrarla istedikleri hissî mucizelerden daha iyi
ve daha üstündür:
"De
ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Bu (Kur'ân), Rabbi-nizden
gelen basiretlerdir; inanan bir kavim için hidâyet ve rahmettir." (A'râf,
7/203)
İnatçılık,
ne kadar uzun sürerse sürsün ve karşı koyma ne kadar artarsa artsın yüce
peygambere düşen sabretmektir:
A'râf
Sûresi- 147
Kor
' ân- ı Kerîm'in Konulu Tefsiri
"(Resulüm!)
Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir." (A'râf, 7/199)
Bu
sûre, baş taraflarında şeytanın Hz. Âdem (a.s.)'i cennetten çıkarmada nasıl
başarılı olduğunu anlattı ve onun çocuklarını doğru yoldan çıkarmak için
çabalarının kesinlikle bitmeyeceğini açıkladı. Ancak şeytan vesveseden başka
bir şey yapamaz. Kişi inançlı olduğu sürece vesveseler kesinlikle yok olacak ve
şeytan da bozguna uğramış olarak geri dönecektir:
"Takvaya
erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın
emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler." (A'râf, 7/201)
Ancak
bu uyanık kalbi yok edenler, şeytana uyar ve o da onları tehlikeli yerlere
götürür. Kişiyi şeytandan koruyan en Önemli şey, Allah (c.c.)'ı hatırlayıp
anmaktır. İşte bu hatırlama ve anma, kişiyi hatalardan korur ve onu bulunmuş
olduğu yüksek mertebelerde tutar. Allah (c.c.)'ı hatırlayıp anmanın en İyi yolu
ise, Kur'ân'dır:
"Kur'ân
okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin."
(A'râf,
7/204)
Ancak
bu zikir, kalbin dikkatsiz ve zihin de dalgın olduğu halde, dilin hareket
etmesi değildir. Gerçek zikir, tam bir uyanıklık halidir ve zikretme her şeyden
önce, aklın görevlerinden birisidir. Zikrin, zaman zaman değil, sürekli olarak
gizli ve açık her yerde olması ve ümit ve korkuya yönlendirmesi gerekir:
"Kendi
kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini
zikret ve gafillerden olma." (A'râf, 7/205)
İşte
bu zikir sayesinde ibâdet eden mü'min bir kul, Rabbine hamdederek teşbih eden,
tüm evrenle sistematik bir düzen oluşturur.
148-A'râf
Sûresi