Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
(Bu
sure 8 ayeti hariç, Mekke'de inmiştir.
Söz
konusu ayetler ise "Onlara deniz kıyısındaki o kasabayı sor..."
(163.ayet) buyruğundan itibaren başlayıp "... hani biz bir zaman dağı
üzerlerine... kaldırmıştık." (171.ayet) buyruğuna kadar olan ayetlerdir.)
[1]
İçinde
A'râf adı geçtiğinden dolayı bu sureye A'râf suresi denmiştir. A'râf, cennet
ile cehennem arasında bir sûrun adıdır. İbni Cerîr et-Taberî der ki: A'râf
urfun çoğuludur. Araplar yeryüzündeki her tümseğe urf adını verirler. Horozun
ibiğine de yüksekliğinden dolayı urf denilmiştir. İbni Cerîr et-Taberî'nin rivayetine
göre Hz. Huzeyfe'ye Ashab-ı A'râf hakkında soru sorulmuş o da şöyle cevap
vermiştir: Bunlar iyilikleri ve kötülükleri birbirine eşit olan bir topluluktur.
Yaptıkları kötülükler onları cennetten alıkoymuştur. İyilikleri ise onları cehennemden
uzak tutmuştur. O balomdan Allah haklarında hükmünü verinceye kadar orada o
sûrun üzerinde durdurulacaklardır.
[2]
Bu
sure peygamberlerin kıssalarını genişçe anlatmak, akidenin esaslarını da beyan
etmek üzere nazil olmuştur. O bakımdan bu sure En'âm suresini andırmaktadır;
hatta onun bir açıklaması gibidir. Yüce Allah'ın tevhidini ispatlamak,
öldükten sonra dirilişi, amellerinin karşılıklarının görüleceğini vurgulamak,
vahiy ve risaleti, özellikle de Resulullah (s.a.)'ın peygamberliğinin genel
olduğunu ispatlamaktadır.
Mekkî
surelerin en uzunu olan A'râf suresi İslâm akidesinin temel ilkelerinden olan
aşağıdaki hususları ihtiva etmektedir:
1- Kur'an Allah'ın kelâmıdır. Sure önce Kur"an-ı Azim'in Allah
Rasulünün ebedî mucizesi ve Allah'tan gelen bir nimet olduğunu, onun
buyruklarına tabi olmanın zorunlu olduğunu ifade ederek başlamaktadır.
2- Hz. Adem (a.s.)'in insanlığın ilk atası olduğu. Bütün insanlar tek bir
atadan üremişlerdir. Allah meleklere bu ataya -ibadet ve takdis amacıyla değil
de- tazim ve selâmlama kasdıyla secde etmeleri emrini vermiştir. Şeytan da bu
emre karşı gelmiştir.
Burada
Hz. Adem ile İblis'in başından geçenler kötülüğün ve batılın simgesi haline
gelen şeytanın vesvesesi sebebiyle cennetten çıkması, yeryüzüne indirilmesi,
Allah'a ibadet etmeye, hayır ve hakka çağıran insan ile mücadelesi daha önce
Bakara suresinde anılanlar tekit edilmek üzere burada da tekrar
hatırlatılmaktadır.
3- Tevhidin ispatı: Bu ise, Allah'ın vahdaniyetinin ikrar edilmesi,
yalnızca O'na ibadet edilip dinin yalnızca O'na halis kılınması, şeriat koymak,
helâl ve haram koymak hususlarında yalnızca O'nun hak sahibi olduğunun itiraf
edilmesi demektir: "Rabbinizden size indirilene uyun, ondan başka
velilere uymayın." (3.ayet)
4- Vahiy ve risalet: Vahiy, sabit ve değişmez bir gerçektir. Burada vahiy
Kur'an-ı Kerim'in Resulullah (s.a.)'m kalbine indirilişini de kapsamaktadır.
Vahyin özü ise ilâhî elçilikle yükümlü kılınmak ve peygamberlerin insanlara
gönderilmesi demektir: "Ey Ademoğulları, içinizden size ayetlerimi
anlatacak peygamberler gelince..." (35.ayet)
5- Ahiret âleminde öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılıklarının görüleceğinin
vurgulanması: Sure kıyamet gününde öldükten sonra diriliş ve tekrar yaratılışa
dair açıklamaları da ihtiva etmektedir: "İlk önce sizi yarattığı gibi
yine döneceksiniz." (29.ayet)
Ceza
(amellerin karşılıklarının görülmesi), hesap ve bunun sonucunda insanların üç
fırkaya ayrılması: Cennet ehli olan ve kurtulan müminler fırkası, cehennem ehli
olup helak olan kâfirler fırkası, bir de cennet ile cehennem arası bir sûr olan
A'râf ashabı.
6- Allah'ın varlığının delilleri: Yüce Allah, göklerle yerin altı günde
yaratılması, gece ile gündüzün arka arkaya gelmesi, Allah'ın emriyle güneşin,
ayın ve yıldızların müsahhar kılınması, yeryüzünden türlü mahsullerin
çıkartılması gibi varlığına dair pek çok delili de açıklamaktadır.
7- Helak etme tehdidi: Allah başkalarına ibret olmak üzere zalim toplumları
helak etmiş ve insanları bundan sonra da benzer bir azabın indirümesiyle
korkutup uyarmış, ümmete gökten ve yerden bereketleri, hayırları sağnak sağ-nak
indirmek için iman ve salih ameli de teşvik etmiştir: "Şayet kasabalar halkı
inanmış ve sakınmış olsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereketler
açardı..." (A'râf, 7/96). Aynı şekilde yeryüzüne mirasçı kılmak ve
başkalarının yerine ve başkalarına halife kılmak için de bu teşviki yapmıştır:
"Musa kavmine dedi ki: Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Yeryüzü şüphesiz
ki Allah'ındır, kullarından dilediğine onu miras verir. Güzel akıbet takva
sahiplerinindir." (A'râf, 7/158).
8- Peygamberlerin kıssaları: Yüce Allah bu surede bir grup peygamberin
kıssasını zikretmektedir: Nuh, Hud, Salih, Lût, Şuayb, Musa (hepsine selâm
olsun). Bunlardan maksat ise peygamberlerini yalanlayanların durumlarını
hatırlatmak, imanların bunlardan öğüt ve ibret almalarını sağlamaktır. Bu
kıssaların en çarpıcı deliller ihtiva edeni ise Hz. Musa'nın tağut Firavun ile
başından geçenler, İsrail oğullarının da Allah'ın emrine muhalefet etmeleri
sebebiyle domuzlara dönüştürülerek (mesh ile) cezalandırılmaları ve kötü ilim
adamının köpeğe benzetilmesidir: "Dikseydik onu bunlarla yükseltirdik;
fakat o yere saplandı ve hevâsına uydu. Artık onun hali o köpeğin hali gibidir
ki, üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini
sarkıtıp solur..." (A'râf, 7/176).
9- Putlara ibadetin tenkit edilmesi, fayda ve zarar veremeyen, görmeyen,
işitmeyen taş ve heykellere ibadet edenlerle bir çeşit alay edilmesi. Bütün bunlar,
başından sonuna kadar vurgulanmış olan tevhid ilkesini açıklamak içindir.
[3]
1-
Elif, Lâm, Mîm, Sâd.
2- (Bu) kendisiyle (insanları) uyarman ve iman
edenlere öğüt vermen için sana indirilmiş bir Kitap'tır. Ondan dolayı
göğsünde bir sıkıntı olmasın.
3- Rabbinizden size indirilene uyun. Ondan başka
velilere uymayın; ne de az ogüt dinliyorsunuz.
"Kendisiyle
(insanları) uyarman ve iman edenlere öğüt vermen için..." (li-tünzire)
buyruğundaki "lâm" harfi "(ünzile) = indirilmiş" kelimesi
ile alâkalıdır. İfadenin takdiri de şöyledir: Bu, kendisiyle uyarman için sana
indirilmiş bir kitaptır. Ayet-i kerimede bu şekilde lâm harfinin taalluk ettiği
fiil ile ona taalluk eden ibare arasına da "ondan dolayı göğsünde bir
sıkıntı olmasın" ifadesi gelmiştir. (Ancak, mealde bu alâka dolayısıyla
ayetin tertibi bozulmuştur.)
[4]
"Ondan
dolayı... sıkıntı olmasın" yani onu tebliğ etmekten ötürü kalbine bir
darlık gelmesin. Burada muzaf hazfedilmiştir.
"Rabbinizden";
muhataplar zamirine izafet edilmekle birlikte rububiyetin zikredilmesi,
Allah'ın kulları olan bu muhataplara oldukça lütufta bulunulduğunun
hissettirilmesi, fark ettirilmesi ve emirlerinin yerine getirilmesinin teşvik
edilmesi içindir.
[5]
"Elif,
Lâm, Mîm, Sâd." Bu harfler alfabe harfleri şeklinde, yani söylendiği gibi
"elif, lâm, mîm, sâd" diye okunurlar. Bakara suresinin ve aynı
şekilde Al-i İmran vb. surelerin bu hurûf-ı mukatta'a (mukatta' harfler)
denilen harflerle başlanmasından maksat, belirttiğimiz gibi şöyledir: Bunlarla
Kur"an-ı Kerim'in Arapça bu harflerden ve benzerlerinden meydana
geldiğine işaret edilmektedir. Acaba fesahat ve belâğatleriyle tanınan Araplar
onun bir benzerini ortaya koyabilirler mi? Benzerini ortaya koymaktan aciz
olmaları ise, bunun Allah'ın kelâmı olduğunu gösterir. O halde bu harflerin
hikmeti Kur"an'ın i'câzım beyan etmek ve dinleyen kimsenin kendisine
verilecek hükümlere kulak vermek için dikkatini çekmektir.
Meryem,
Ankebût, Rûm, Sâd ve Nûn gibi mukatta' harflerle ve Kitab'ı söz konusu ederek
başlayan bu sureler, çoğunlukla Mekkî surelerdir ve çoğunlukla müşrikler
İslâm'a, peygamberlik ve vahyi kabul etmeye davet edilmektedir, ez-Zehrâveyn
diye bilinen Bakara ve Al-i İmran gibi bu harflerle başlayan ve Medine'de
inmiş surelerde ise davet Kitap Ehli'ne yöneliktir.
"Ondan"
onu tebliğ etmekten "dolayı göğsünde bir sıkıntı" insanlar seni
yalanlarlar korkusuyla içinde bir darlık "olmasın".
"Onunla
insanları uyarman ve iman edenlere öğüt vermen için sana indirilmiş bir
Kitaptır." Yani bu Kitap, insanları uyarman için indirildiği gibi aynı
zamanda faydalı bir hatırlatma, etkileyici ve güzel bir öğüttür de.
[6]
Yüce
Allah Mekke'de indirilmiş bulunan bu sureyi de yine Mekke'de, peygamberliği ve
vahyi ispat etmek için indirilmiş diğer sureler gibi mukatta' harfler diye
bilinen bir takım harflerle başlatmaktadır.
Bu
Kur"an-ı Kerim, şanı yüce bir kitaptır. Ey Muhammedi Hidayet ve hayır
kasdıyla Rabbinden sana indirilmiştir. Bunun inzal ile nitelendirilmesinde hem
bu Kitab'ın, hem de bu Kitab'ın üzerine indirildiği o yüce zatın kadrinin
yüceliğine delâlet vardır. O halde bu Kitap ile uyarmaktan, insanlara onu
tebliğ etmekten, iman ehlini kendilerine faydalı olacak ve onlarda olumlu etki
bırakacak şekilde hatırlatmalarından dolayı kalbinde bir darlık, bir sıkıntı
olmasın. Bilindiği gibi her peygamber ve her bir ıslahatçı bir takım eziyetler,
davetine karşı direnişler, mesajından yüz çevirmeler ve engellerle karşı
karşıya kalır. Bu durumlarda davetçiye düşen sabretmek, direnmek ve yoluna
devam etmektir: "Artık sen de azim sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi
sabret." (Ahkâf, 46/35)
Bundan
dolayı bu yasaklamadan kasıt, buna karşılık Allah'ın vaad etmiş olduğu hayır
ve fazileti Allah katında bekleyerek kararlılık göstermek, zorluklara karşı
direnmekte ve sıkıntılara katlanmakta olanca gayretini ortaya koymaktır.
Bu
Kitabın oldukça büyük ve önemli fonksiyonları olduğundan dolayı, şanı yüce
Allah bütün insanlara şu buyruğu ile hitap etmektedir: Ey insanlar! Sizlere
her şeyin Rabbi, mutlak maliki, yaratıcısı, müdebbiri, koruyup gözetleyicisi
olan Rabbinizden indirilene tabi olunuz. Teşrîde (yasa koymada) ibadetleri emretmekte,
helâl ve haram kılmakta hak sahibi yalnızca O'dur. Çünkü neyin maslahat
olduğunu en iyi yalnızca O bilir. Sizin için neyin zararlı olduğundan O
haberdardır. Bu bakımdan O, hayır ve doğruluktan başkasını teşrî etmez.
Size
zararlı, tehlikeli, sapıklık, fesat, şer ve kötülükleri vesvese ile fısıldayan
herhangi bir zarar ya da faydası söz konusu olmayan bir takım taşlardan ibaret
olan putların, Allah nezdinde etkili ortaklar olduğu vehmini veren şeytanlar
gibi, Allah'ın dışında velilere tabi olmayınız. Yani rasulün size getirdiğinin
dışına çıkarak başka şeyleri izlemeyiniz. O takdirde sizler hakkı bırakıp
sapmış, sapıklığa yönelmiş olursunuz; Allah'ın hükmünü terk etmiş, şeytanın ve
nevalarının hükmüne uymuş olursunuz. Fakat sizler çok az öğüt alıyor ve
Rabbinize karşı görevlerinizi unutuyorsunuz. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna
benzemektedir: "Sen bu konuda hırs göstersen dahi insanların çoğunluğu iman
etmez." (Yusuf, 12/103).
[7]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususlara delildir:
1- Kur'an-ı Kerim Allah'ın, peygamberi Muhammed (s.a.)'e indirilmiş kelâmıdır.
Akıl bunun ancak Allah'tan gelmiş bir vahiy olacağına, başka bir şey
olamayacağına tanıklık etmektedir. Çünkü o yüce Rasul, okuması yazması olmayan
ümmî bir peygamberdi. Çünkü Kur'an-ı Kerim, bir insandan sadır olması söz
konusu olamayan mucize bir sözdür ve çünkü olaylar ve zamanların geçmesi, onun
bütün çağlardan üstün ve bütün çağlara uygun olduğunu ispatlamaktadır. Oysa
insanlar tarafından konulmuş herhangi bir yasanın böyle bir niteliğe sahip
olmasına imkân yoktur.
2- Peygamber (s.a.)'in de diğer peygamberlerin de görevi Allah'tan
kendilerine indirilmiş olan vahyi tebliğ etmektir. Sonuçlar, etkiler, ilâhî
davetlerin zafere kavuşması ise Yüce Allah'a ait olan bir iştir. İşte şanı
yüce Allah bu konuda peygamberinin sıkıntısını gidererek bu Kitab'a iman
edilmediğinden dolayı göğsünün daralmamasını istemiştir. Çünkü ona düşen
tebliğden, o Kitap ile uyarıp korkutmaktan başka bir şey değildir. Onların iman
veya küfürleri onun uhdesinde ve sorumluluğunda değildir. Yüce Allah'ın şu
buyrukları da bunun gibidir: "Belki sen arkalarından kendini helak
edeceksin." (Kehf, 18/6); "İman etmiyorlar diye neredeyse kendini
helak edeceksin." (Şuara, 26/3)
3- Kur'an-ı Kerim'in maksadı, kâfirleri ve isyankârları ondan yüz
çevirdikleri için uyarıp korkutmak, ondan yararlanacaklar kendileri olduğundan
dolayı da müminlere hatırlatmaktır, onlara öğüt vermektir.
4- Kur'an'da, İslâm dinine, Kur"a-ı Kerim'e tabi olmak, Allah'ın
helâlini helâl, haramını haram bilmek, emirlerine uymak ve yasaklarından
kaçınmak üzere bütün insanlara yönelik genel bir emir verilmektedir.
Allah
Rasulüne tabi olmak da bunun kapsamına girmektedir. Çünkü Yüce Allah bize şu
buyruklarıyla ona tabi olup itaat etmeyi emretmiştir: "Ve biz sana Zikr'i
(Kufan'ı) insanlara kendilerine indirileni açık açık bildiresin diye indirdik."
(Nahl, 16/44). Böylelikle ayet-i kerime Kitab'a ve sünnete tabi olmanın
gereğini ortaya koymaktadır.
5- Kitap Ehli'nin din adamlarına itaat ettikleri gibi, dinde (peygamberlerin
dışında) herhangi bir kimseye tabi olmak haram kılınmıştır. "Onlar Allah'ı
bırakıp hahamlarını ve rahiplerini rabler edindiler." (Tevbe, 9/39)
6- Serî nassın varlığı halinde şahsî görüş ve içtihatlara uymak yasaklanmıştır.
7- Allah ile birlikte herhangi bir kimseye ibadet etmek ve Allah'ın dininden
sapmış kimseyi veli edinmek yasaklanmıştır. Şunu da bilelim ki, herhangi bir
yol beğenip seçmiş bir kimsenin, o yoldan giden herkes, velisi, dostu ve
yar-dımcısıdır.
[8]
4-
Nice yurtlar vardır ki, biz onları helak etmişizdir. Geceleyin uyurken veya
öğleyin dinlenirken baskınımız gelip çattı onlara.
5-
Kendilerine baskınımız geldiği zaman çağırışları, "Gerçekten biz zalinılerdık"
demekten başka bir şey olmadı.
"...
öğleyin dinlenirken baskınımız gelip çattı onlara..." Burada ifadenin
takdiri şöyledir: Oranın ahalisine gelip çattı. Çünkü "Veya öğleyin
dinlenirlerken" denilmektedir. Şu kadar var ki "yurtlar"
kelimesinden önce "ahali" şeklindeki muzafı takdire ihtiyaç yoktur.
Yine "biz onları helak etmişizdir" den önce de "ahalisi"
diye bir muzaf takdirine de gerek yoktur. Çünkü ahalisi helak edildiği gibi,
yurdun kendisi de helak edilir.
"Geceleyin
uyurken..." ile "öğleyin dinlenirlerken..." ifadeleri arasında
da tıbâk vardır.
[9]
"Nice
yurtlar vardır ki," yurt = karye; insanların toplandıkları yer veya bizzat
orada bulunan insanların kendileridir, "biz onları helak etmişizdir."
Onları helak etmek istedik veya onları helak etmemiz yakınlaştı.
"Geceleyin
uyurlarken" diye meali verilen "el-beyât" kelimesi geceleyin
düşmana baskın yapmak ve gafil iken ona hücum etmek demektir, "öğleyin
dinlenirlerken" buyruğundaki "kaylûle" öğleyin uyuyup dinlenmek
demektir. Yani günün ortasındaki dinlenme süresidir. Uyku olmasa dahi ona bu
isim verilir. "Baskınımız gelip çattı onlara." yani azabımız kimi
zaman gece, kimi zaman gündüz gelmiştir.
[10]
Yüce
Allah rasulüne uyarı ve tebliğde bulunma emrini verip kavmine de bu emirleri
kabulü ve tabi olmayı emrettikten sonra bu ayet-i kerimelerde de bu emre aykırı
davranışlara vereceği ceza ve tehdidi söz konusu etmektedir. Bu da,
peygamberleri yalanlayıp onlara muhalefet ettikleri için geçmiş ümmetlerin
helak edilmesi hatırlatılarak öğüt verme yoluyla gerçekleştirilmektedir.
[11]
Yüce
Allah nice yurtlan, ve ahalisini peygamberlere muhalefet edip onları
yalanladıkları için helak etmiştir. Bu sebepten azap veya helak kimi zaman onlara
Lût kavminde olduğu gibi geceleyin, kimi zaman da Şuayb kavminde olduğu gibi
gündüz gelmiştir. Azap onlara ansızın veya kaylûle diye bilinen günün
ortasındaki dinlenme vakti de gelip çatmıştır. Her iki vakit de gaflet ve
oyalanma zamanlarıdır. Nitekim Yüce Allah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır:
"O kasaba halkı azabımızın kendilerine geceleyin uyurlarken ansızın
gelmesinden emin mi oldular, yahut o kasaba halkı azabımızın kendileri
oynarlarken kuşluk vakti geleceğinden yana emin mi oldular?" (A'râf,
7/97-98)
"Kötü
tuzaklar yapanlar Allah'ın kendilerini yerin dibine geçirmesinden yahut azabın
kendilerine fark etmeyecekleri bir yerden gelmesinden yahut onlar dönüp
dolaşırlarken azabımızın kendilerine gelmeyeceğinden emin mi oldular? Onlar
âciz bırakabilecekler değildir. Yahut onlar kendilerini yavaş yavaş cezalandıracağı
korkusundan emin mi oldular! Şüphesiz Rabbiniz gerçekten çok esirgeyicidir, çok
merhamet sahibidir." (Nahl, 16/45-47)
Azabın
geldiği esnada onların söyledikleri söz, günahlarını itiraf etmekten ve bunu
hak ettiklerini kabul etmekten başka bir şey olmadı. Yani onlar helak
edildikleri vakit ancak kendilerinin zalim kimseler olduklarını ikrar ettiler.
İbni
Cerîr der ki: Bu ayet-i kerimede Resulullah (s.a.)'ın, şu hadisindeki "Hiç
bir kavim artık ileri sürecekleri bütün mazeretleri ortadan kaldırılmadıkça
helak edilmiş değildir" şeklindeki rivayetin sıhhatine açık bir delâlet
vardır.
[12]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Peygamberlerin emirlerine karşı gelmek ve onları yalanlamak dünya hayatında
rezil olmayı, ahirette de azabı gerektirir. Dünya azabı ise ya gece yahut da
gündüzün öğle vakti dinlenmeye çekilme esnasında, gaflet zamanlarında gelir.
2- Her bir günahkâr kendisine dünya azabının verilmesi esnasında günahını
itiraf eder ve kusurlarından dolayı pişmanlık duyar.
3- Ayet-i kerimeden maksat, geçmiş toplumların başına gelenleri
hatırlatarak halihazırdakileri korkutmak, uyarmak ve ibret almayı sağlamaktır.
Böylelikle korku, insanları işlerini düzeltmeye ve masiyetlerinden vazgeçmeye
zorlamış olur: "Muhakkak Allah bir kavmin halini onlar kendi özlerindekini
değiştirmedikçe değiştirmez." (Ra'd, 13/11).
Dünyadaki
ilâhî ceza haktır, adalettir ve olayın gerçek mahiyetine uygundur. Azap da
ancak isyandan sonra ve ileri sürecekleri bütün mazeretler ortadan
kaldırıldıktan sonra gelir.
[13]
6-
Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da, peygamber olarak
gönderilenlere de soracağız.
7-
Andolsun ki onlara bilerek anlatacağız. Zaten biz gaib de değildik.
8-
Mizan o gün haktır. Kimin terazisi ağır basarsa işte onlar felaha erenlerin ta
kendileridir.
9-
Kimin de tartısı hafif gelirse, işte onlar da -ayetlerimize zulmedenler oldukları
için- kendilerini ziyana uğratanlardır.
"Ağır
basarsa" ifadesi ile "hafif gelirse" ifadesi arasında tıbâk
vardır.
[14]
''Andolsun
ki kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da soracağız." Yani biz
ümmetlere, peygamberlere ne şekilde cevap verdiklerini ve kendilerine ulaşan
buyruklar hususunda nasıl amel ettiklerini soracağız. "Peygamber olarak
gönderilenlere de", tebliğ edip etmedikleri hususunda "soracağız. Andolsun
ki onlara bilerek anlatacağız." Yani biz neler yaptıklarını onlara haber
vereceğiz. "Zaten biz" Peygamberlerin tebliğinden olsun, geçmiş
ümmetlerin neler yaptıkları hususunda olsun "gaib de değildik."
"Mîzân",
kıyamet günü amellerin tartılması, "o gün haktır." Yani bu iş
adaletli bir şekilde yapılacaktır. "Kimin terazisi" iyiliklerle
"ağır basarsa işte onlar felaha" umduklarına "erenlerin ta
kendileridir. Kimin de tartısı" işledikleri kötülükler sebebiyle
"hafif gelirse işte onlar da âyetlerimize" Allah'ın ayetlerini inkâr
ettikleri için "zulmedenler oldukları için, kendilerini" cehenneme
gitmek durumunda bıraktıklarından "ziyana uğratmış olanlardır."
[15]
Yüce
Allah peygamberlerine muhalefet edenleri dünya hayatında tamamen imha edilme
azabı ile korkuttuktan sonra, kıyamet gününde bir başka azapla da tehdit
etmekte, bütün insanlara -ister cezalandırılanlar olsun ister mükâfat
verilenler olsun- amelleri hakkında soru soracağını açıklamaktadır. Birinci
ayet-i kerimede kıyamet hallerinden soru sormak, hesaba çekilmek gibi bazı
hususları açıkladıktan sonra, yine kıyamette görülecek hallerden bazılarının
amellerin tartılması olduğunu da açıklamaktadır.
[16]
Yüce
Allah kıyamet gününde ümmetlere kendilerine gönderdiği peygamberlere
beraberlerinde getirdikleri mesajlar hakkında ne şekilde karşılık vereceklerini
soracağı gibi, peygamberlere de mesajlarını tebliğ hususunda soru soracaktır.
Allah
ahirette ümmetlerin her bir ferdine kendisine gönderilen peygambere, o
peygamberin Allah'ın ayetlerini tebliğ etmesine dair soru soracağı gibi, peygamberlere
de tebliğlerine ve kavimlerinin kendilerine hangi boyutlarda olumlu cevap
verdiklerine ve yine kendi kavimlerinden sadır olan imana dair soru soracaktır.
O halde bu toplu ve birlikte bir sorumluluktur. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ve onlara sesleneceği günde, "Peygamberlere ne
şekilde cevap verdiniz" diyecektir." (Kasas, 28/65); "O günde
Allah peygamberleri toplayacak ve, "Size ne şekilde cevap verildi?"
diye soracaktır. Onlar, "Bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bütün
gizlilikleri bilensin", derler." (Mâide, 5/109); "Ey cin ve
insan toplulukları, size içinizden üzerinize ayetlerimi okuyacak ve sizi bu
gününüz ile karşılaşmaktan korkutup uyaracak peygamberler gelmedi mi?"
(En'âm, 6/130). Bu rai ve raiyye arasındaki sorumluluğu Ahmed, Buharî, Müslim,
Ebu Dâvud ve Tirmizî'nin İbni Ömer'den yaptıkları şu rivayet de açıklamaktadır:
"Resulullah (s.a.) buyurdu ki: Hepiniz çobansınız ve hepiniz raiyyesinden
(sorumluluğu altında bulunanlardan) sorumlusunuz. İmam (devlet başkanı) bir
çobandır ve o güttüklerinden sorumludur. Erkek (köle) efendisinin malında bir
çobandır ve o güttüğünden sorumludur. Erkek (koca) aile halkı üzerinde bir
çobandır ve o güttüklerinden sorumludur. Hanım kocasının evinde bir çobandır
ve o güttüğünden sorumludur. Hizmetçi efendisinin malında bir çobandır ve o
güttüğünden sorumludur. Erkek babasının malında bir çobandır ve o güttüğünden
sorumludur. Hülâsa hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden
sorumlusunuz."
İbni
Abbas da bu, "Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da
soracağız, peygamber olarak gönderilmiş olanlara da soracağız" ayetinin
tefsiri ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Biz insanlara peygamberlere ne
şekilde cevap verdiklerini soracağımız gibi, peygamberlere de tebliğ
ettiklerine dair soru soracağız.
Bu
durumda (peygamberlere) soru sormaktan kasıt, kâfirleri azarlamak ve onların
tutumlarını başlarına vurmaktır. Kâfirler zalim ve kusurlu olduklarmı kabul
ettikten sonra, bu zulümleri ve kusurlu davranmalarının sebebi hakkında
kendilerine soru sorulacaktır.
Yüce
Allah'ın, "Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da
soracağız..." buyruğu ile, "O günde insan olsun cinlerden olsun hiç
bir kimseye günahı hakkında soru sorulmayacaktır." (Rahman, 55/39) ile
"Günahkârlara günahları hakkında soru sorulmaz." (Kasas, 28/78)
buyruklarının bir arada anlaşılması şu şekildedir: Kıyamet gününün değişik
konumları ve bir çok durumları vardır. Bu durumlardan kimisinde soru ve cevap
olur, kimisinde olmaz. Bazan soru doğruyu sormak ve yararlanmak kasdıyla
olabileceği gibi, ba-zan azarlamak ve küçültmek kasdıyla da olabilir.
Razî
der ki: Bunlara yaptıkları işler hakkında soru sorulmayacaktır. Çünkü amel
defterleri zaten bunları ihtiva etmektedir; fakat onlara bu işleri yapmaya
iten sebepler ve yine yapmaları gerekenlerden kendilerini alıkoyan hususlar
hakkında soru sorulacaktır.
[17] Yani
sert hükümlere bağlanmalarına nelerin engel olduğu sorulacaktır.
Andolsun
bizler bütün peygamberleri ve onların kavimlerini karşı karşıya kaldıkları ve
yaptıkları bütün halleriyle eksiksiz bir kuşatıcılıkla ve bilgiye dayanarak
haber vereceğiz. Çünkü az yahut çok olsun, hiç bir şey bize gaib (gizli)
kalmaz. İsterse bu, bir kayanın içerisinde veyahut da göklerde veya yerde hardal
tanesi kadar veya bir zerre ağırlığınca olsun. Nitekim İbni Abbas, "Andolsun
ki onlara bilerek anlatacağız" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Kıyamet
gününde Kitap (amel defteri) ortaya konulacak ve o dünyada iken neler
yaptıklarını söyeyecektir.
"Zaten
biz gaib de değildik." Herhangi bir zaman veya herhangi bir durumda gâib
değil, aksine onlarla birlikteydik. Sözlerini işitiyor, yaptıklarını görüyor,
gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyorduk. Biz kıyamet gününde onlara
söylediklerini ve yaptıklarını az ya da çok, değerli ya da değersiz olsun, haber
vereceğiz. Çünkü şanı yüce Allah her şeye tanık olandır, hiç bir şey Ona gizli
kalmaz ve O, hiç bir şeyden gafil değildir. Aksine O, gözlerin hain bakışını
da, kalplerin gizlediklerini de bilendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Düşen her bir yaprağı dahi mutlaka O bilir. Yeryüzünün karanlıklarında
tek bir tane yaş ve kuru müstesna olmamak üzere, hepsi apaçık bir
kitaptadır." (En'âm, 6/59). Buna göre, "Zaten biz gaib de
değildik" buyruğu biz onların yaptıklarını gören ve tanık olandık,
anlamındadır.
İşte
bu, onlara soru sormanın, bilgi edinmek ve Allah için bilinmeyen bir şeye dair
soru sormak şeklinde olmayacağının delilidir. Aksine bu soru onları azarlamak,
kusur ve ihmallerini başlarına kakmak, dolayısıyla yaptıklarının haber
verilmesi için olacaktır.
Haber
verilecek olan şey, kendisi dolayısıyla hesaba çekilecekleri ve yine kendisi
dolayısıyla arkasından ceza görecekleri fiillerdir. Daha sonra Yüce Allah,
hesap ve ceza (amellerin karşılığının verilmesi) yasasını şöylece açıklamaktadır:
"Mizan ogün haktır...."
Yani
kıyamet gününde peygamberlerin de kavimlerinin de amellerinin tartılması, ağır
gelen ile hafif gelen amelin birbirinden ayırt edilmesi tam bir hak ve adalet
esası üzre gerçekleştirilecektir. Yüce Allah hiç bir kimseye zulmetmez. Nitekim
şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet gününe mahsus adalet terazilerini koyarız.
Hiç bir kimseye hiç bir şeyle zulmolunmaz. Bir hardal tanesi ağırlığınca olsa
bile biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz yeteriz." (Enbiya,
21/47); "Muhakkak Allah zerre ağırlığınca dahi zulmetmez. Eğer bir iyilik
olursa onu kat kat artırır ve kendi nezdinden büyük bir ecir verir."
(Nisa, 4/40).
Artık
kimin terazisi ağır gelirse, yani onun amel tartılan iman ve hasena-tıyla
kötülüklerinden daha ağır gelirse, işte onlar azaptan kurtulup cennete erişerek
muradlanna kavuşanlardır. Mevâzîn (tartılar, teraziler), mîzân (terazi) veya
mevzunun (tartılan şeyin) çoğuludur. Yani her kimin belli bir ağırlığı ve
miktarı olan amelleri ağır gelirse -ki bunlar hasenattır- yahut da kendileri
ile hasenatlarının iyiliklerinin tartıldığı şeyler ağır basarsa... İşte onlar
umduklarına nail olanlardır.
Ve
her kimin de küfür ve günahlarının çokluğu sebebiyle, amellerinin tartısı
hafif gelirse, işte onlar kendilerini ziyana uğratmış olanlardır. Çünkü onlar
kendilerini mutluluktan, ebedi nimetlere nail olmaktan mahrum ettikleri gibi,
cehennem azabına götürmüşlerdir.
Amel
bakımından farklı dereceleriyle birlikte müminleri teşkil eden birinci kesim,
işte kurtuluşa erenler, onlardır. Her ne kadar bazıları günahları mîk-tarmca
azap görse dahi. Cehennemdeki aşağı doğru inen dereceleri farklı olmakla
birlikte, ikinci kesimi teşkil eden kâfirler ise gerçekten hüsrana uğrayanlardır.
Bu
husus Kur'an-ı Kerim'de bir çok yerde tekrarlanmaktadır. Yüce Allah'ın şu
buyruğu bunlardan birisidir: "Tartıları ağır gelene gelince: İşte o hoşnut
olacağı bir hayat içerisindedir. Tartıları hafif gelenlere gelince: İşte onun
varacağı yer Haviyedir. Onun ne olduğunu sana ne bildirdi1? O kızgın bir ateştir."
(Kâria, 101/6-11).
Kıyamet
gününde mizana konulacak olan şey amellerdir. Ameller her ne kadar manevî bir
takım araz ise de, Yüce Allah kıyamet gününde İbni Ab-bas'tan gelen rivayette
belirtildiği üzere onları cisimlere dönüştürecektir. Yine kabir sorusuyla
ilgili olayı anlatan el-Berâ yoluyla gelen hadiste şöyle buyurul-muştur:
"Ameli mümine güzel tenli, hoş kokulu bir genç suretinde gelecek, kişi,
"Sen kimsin" diye soracak, o, "Ben senin salih amelinim"
diyecektir." İbni Ma-ce, Nesaî ve İbni Huzeyme'nin İbni Mes'ud'dan rivayet
ettikleri bir başka ha-dis-i şerifte de şöyle denmektedir: "Zekâtı
ödenmeyen mal, sahibine gözleri arasında zehrinin şiddetinden iki kara nokta
bulunan büyük bir yılan şeklinde görülecektir. Sonra onu iki çenesiyle
yakalayıp, "İşte ben senin malınım, ben senin hazinenim" diyecektir.
Hadisin ifadesi şöyledir: "Malının zekâtını vermeyen bir kişiye malı
mutlaka kıyamet günü oldukça zehirli, iri bir yılan halinde müşah-haslaştırılır
ve bu yılan boynuna halka gibi dolanır. Daha sonra Resulullah (s.a.)
"Allah'ın lütfundan kendilerine verdiklerinden cimrilik edenler sanmasınlar
ki..." (Âl-i İmran, 3/180) ayetini okudu."
Tartılacak
olan şeylerin insanların amelleri olduğunun delili de Ebu Davud ve Tirmizî'nin
Hz. Cabir*den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: Hz. Peygamber buyurdu ki:
"Kıyamet gününde teraziler konulur. İyilikler ve kötülükler tartılır. Her
kimin iyilikleri kötülüklerinden bir tane ağırlığı kadar dahi ağır basarsa
cennete girer. Kimin de kötülükleri iyiliklerinden bir tane ağırlığı kadar dahi
ağır basarsa cehenneme gider." "Peki iyiliklerle kötülükleri eşit
olanın durumu (ne olacak)? diye sorulunca, "işte onlar
A'râftaküerdir" diye buyurdu.
Kurtubî,
İbni Ömer'den tartılacak olanların kulların amellerinin yazılı olduğu
sahifeler olduğunu naklettikten sonra, şunları söyler: Doğru olan da budur.
Çünkü haber de bu hususta varit olmuştur ki, o da şöyledir: "Kimi
Ademo-ğullarının mizanı hasenatı itibariyle hafif gelecekken, onda "la
ilahe illallah" yazılı bir deri parçası getirilip konulacak ve terazisi
ağır basacaktır." İşte bu, üzerinde amellerin yazılı olduğu şeylerin
tartılacağını, tartılacak şeylerin amellerin bizzat kendisi olmadığını, Yüce
Allah'ın dilediği takdirde terazileri hafifleteceğini, yine dilediği takdirde
de onları ağırlaştıracağını, bunun da terazinin iki kefesine koyacağı amel
sahifeleriyle olacağını göstermektedir.
Acaba
gerçekten terazi diye bir şey var mıdır? Bu konuda ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır. Mücahid, Dahhâk ve A'meş der ki: Tartı ve terazi (mizan),
adalet ve hak ile hükmetmek anlamındadır. Burada tartının söz konusu edilmesi
bir örneklemedir. Nitekim "Bu kitap şunun ağırlığındadır, ona değerdir"
derken, "ona denktir, ona eşittir" demek olur. İsterse fiilî bir
tartı söz konusu olmasın. Yani tartıdan maksat, amellere karşı verilecek ceza
ya da mükâfatın takdirindeki tam adaletin ortaya çıkarılmasıdır.
Cumhur
ise şöyle der: Gerçek bir tartı ve terazi vardır. Bu da Yüce Allah'ın
kullarının amellerini bildiğini ortaya çıkarmak ve amellerinin karşılıklarının
tespiti içindir. Zeccâc der ki: Ehl-i sünnet icma ile mizana imanı ve kıyamet
gününde kulların amellerinin tartılacağını, mizanın dili ve iki kefesi olduğunu,
amellerle dengesinin değişeceğini kabul etmişlerdir.
Gaybî
olan hususlarda ise uygun olan tutum şudur: Bunlara Kur"an-ı Kerim ve
sünnette varit olduğu şekilde iman ederiz. Bunların şekilleri ve keyfiyeti ile
ilgili araştırmalara dalmaksızm gerçek durumlarını Yüce Allah'a havale ederiz.
[18]
"Andolsun
ki kendilerine... soracağız" mealindeki ilk ayet-i kerime, kâfirlerin
hesaba çekileceklerini göstermektedir. Nitekim Kur*an-ı Kerim'de şöyle
bu-yurulmaktadır: "Sonra onların hesabını görmek bize aittir." (Gaşiye, 88/16).
Hatta
mesuliyet yahut hesaba çekilmek peygamberler de dahil olmak üzere bütün kullar
için genel bir husustur: "Peygamber olarak gönderilenlere de soracağız.
" Peygamberlere soru sorulması ise onları şahit göstermek ve durumu açıkça
ifade etmelerini istemek içindir. Yani kavimlerinin kendilerine verdikleri
cevabı açıklamaları ve bu konuda tanıklık etmeleri için olacaktır. İşte Yüce
Allah'ın, "Ta ki o doğru olanlara doğrulukları hakkında soru sorsun"
(Ahzâb, 33/8) buyruğunun anlamı budur. Kavmine soru sorulması ise, onlara
doğruyu söyletmek, azarlamak ve iç yüzlerini herkesin önüne açıkça ortaya
koymaktır. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın bütün kullarını hesaba çekeceğine
delildir. Çünkü kullar ya peygamberdir veya kendilerine peygamber
gönderilenlerdir.
Yüce
Allah'ın Kasas suresinde yer alan, "Ve günahkârlara günahları hakkında
soru sorulmaz." (78.ayet) şeklindeki buyruğuna gelince: Bu da onların
azapta artık yerlerini almalarından sonra söz konusudur. Ahirette ise değişik
konumlar vardır. Kimi yerde insanlara hesap için soru sorulur, kimi yerde de bu
konuda kendilerine soru sorulmaz.
Yüce
Allah'ın, "Andolsun ki onlara bilerek anlatacağız" buyruğu da şanı
yüce Allah'ın ilim sıfatına sahip olduğunun delilidir. "Allah'ın ilmi
yoktur" diyenlerin sözlerinin de batıl olduğunu göstermektedir.
Yüce
Allah'ın, "Zaten biz gaib de değildik" buyruğu ise kulların amellerinin
ilâhî gözetim ve müşahade altında olduğunu göstermektedir.
Özetle
bu ayet-i kerime, kıyamet gününde bütün kulların sorgulanacaklarını, hesaba
çekileceklerini ispat etmektedir.
[19]
İkinci
ayet-i kerime ise kulların amellerinin mizan ile tartılacağını göstermektedir.
Bu ise daha önce geçen Hz. Cabir yoluyla gelen rivayetin de ifade ettiği gibi
doğru olandır. Tartının kulların amellerinin yazılı olduğu sahifelerin
tartılması şeklinde olduğu da söylenmiştir. Kurtubî de, "Doğru olan
budur" demiştir. Mizan'dan kasıt, Mücahid, Dahhâk ve A'meş'in görüşüne
göre adaletle, hüküm vermektir. Cumhurun görüşüne göre ise burada gerçek mizan
kastedilmektedir. Bu da Yüce Allah'ın kendilerini hesaba çekerken, amellerine
karşılık verirken kullarının amellerini çok iyi bildiğini ve onlar hakkında
adaletle hükmettiğini ortaya koymak içindir. Kimin iyilikleri kötülüklerinden
ağır basarsa o kurtulmuşlardan olacaktır. Kimin de kötülükleri iyiliklerinden
ağır basarsa o da azap görecek ve helak edileceklerden olacaktır. İbni Abbas
der ki: İyilikler ve kötülükler dili ve kefeleri olan bir terazide
tartılacaktır. Müminin ameli en güzel şekilde kendisine getirilir ve mizanın
kefesine konulur. Sonunda onun iyilikleri kötülüklerinden ağır basar. İşte Yüce
Allah'ın, "Kimin terazisi ağır basarsa, işte onlar felaha erenlerin ta
kendileridir" buyruğu bunu anlatmaktadır. Kâfirin ameli de en çirkin bir
şekilde getirilir ve mizanın kefesine konulur. Tartısı hafif gelir ve sonunda
cehenneme düşer.
[20]
10-
Andolsun ki sizi yeryüzünde yerleştirip iktidar verdik. Size orada geçimlikler
yarattık. Ne kadar az şükrediyorsunuz!
"Andolsun
ki sizi yeryüzünde yerleştirip iktidar verdik." Yani ey Ademo-ğulları! Biz
sizin için orada bir karargâh tayin ettik. Yani biz orada size mülk ve tasarruf
iktidarını bağışladık. "Size orada geçimlikler"; geçimlik, kendisi
vasıtasıyla geçinilen, yaşanılan yiyecek, içecek ve benzeri şeyler
"yarattık." "Ne de az şükrediyorsunuz!" Bu nimetlere karşı
şükrünüz gerçekten de azdır.
[21]
Şanı
Yüce Allah insanları, peygamberlere uymayı, onların davetlerini kabul etmeyi
emrettikten sonra dünyadaki azap ile korkuttu: "Nice yurtlar vardır ki,
biz onları helak etmişizdir..." Arkasından onları soru sormak ve hesaba çekilmek
bakımından da iki yönden ahiret azabıyla korkuttu: "Andolsun ki... soracağız."
Yine amellerin tartılmasını da onlara hatırlattı: "Mizan o gün
haktır." Bu ayet-i kerimede de Yüce Allah üzerlerindeki nimetlerinin
çokluğunu hatırlatmak suretiyle -çünkü nimetlerin çokluğu itaati gerektirir-
insanları peygamberlerin çağrısını kabul etmeye teşvik etmektedir.
[22]
Yanı
Yüce Allah, "Andolsun ki sizi yeryüzünde yerleştirip iktidar verdik"
buyruğunda, yemin etmekte ve böylelikle nimetlerinin çokluğu ile kullarına olan
lütfunu açığa çıkarmaktadır. Onlara yeryüzünü yerleşecekleri bir yer, bir
karargâh kılmak suretiyle ve orada tasarrufta bulunma güç, iktidar ve yetkisini
vermek, yeryüzündeki türlü menfaatleri kendilerine mubah kılmak, onlara oradan
nzıklannı çıkartabilmeleri için bulutu ve yağmuru müsahhar kılmak, orada da
dağlar ve nehirler yaratmak suretiyle onlara olan pek çok nimetini, lütfunu
hatırlatmaktadır.
Allah
yeryüzünde insanlar için iki bakımdan geçimlikler yaratmıştır: Ya Yüce Allah'ın
meyvaları ve başka mahsulleri yarattığı gibi, her şeyi bizzat kendisi
yaratmasıyla ya da yeryüzünde çalışmak, kazanmak, gerekli yollara baş vurmak veya
ticaret yapmak yoluyla. Gerçekte bu ikisi de Allah'ın lütfü, O'nun güç ve imkân
vermesi ile ortaya çıkabilmektedir. Nimetlerin çokluğu ise hiç şüphesiz itaati
ve buyruklarına bağlı kalmayı gerektirir.
Fakat
onların çoğu bununla birlikte bu nimetlere karşı pek az şükretmektedir:
"Ne de az şükrediyorsunuz!" Yani sizler benim size ihsan etmiş olduğum
bunca nimete karşılık çok az şükretmektesiniz. Nitekim Yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışacak
olursanız mümkün değil, sayamazsınız. Şüphesiz insan çok nankördür."
(İbrahim, 14/34); "Kullarım arasından çokça şükredenler pek azdır!"
(Sebe, 34/13).
Nimete
şükür, nimetlerin sahibi olan Allah'ı tam anlamıyla bilip tanımakla olur. Ona
lâyık olduğu şekilde hamd ve senada bulunmak, nimetlerin haklarını yerine
getirmek ve bn nimetleri yaratılış sebeplerine uygun şekilde kullanmak ve
yönlendirmekle olur. Bunların yaratılış maksatlarına uygun olarak
kullanılmaları ise Yüce Allah'ın haklarını tastamam yerine getirmek, insan
azalarını hayır alanlarında Allah'ın rızası yolunda kullanmak, onları kötülük
ve masiyetlerden uzak tutmakla olur. İşte bu anlamdaki bir şükür ile nimetler
devamlılık arzeder ve insan mutlu olur.
[23]
Yüce
Allah'ın nimetlerinin hatırlatılması iman ehlinin daha bir itaat etmesini ve
onun buyruklarına bağlı kalmalarını gerektirir. İşte bundan dolayı şükredenler
az, nankörlük ve inkâr edenler çoktur.
En
üstün nimetlerden birisi de insana yeryüzünde yerleşme ve oranın zenginlik
kaynaklarında tasarruf edip pek çok faydalı şeylerinden yararlanma imkânının
verilmesidir. Uzay uçuşları, insanın aya ve diğer bazı gezegenlere modern
bilgi çağında herhangi bir şekilde ulaşmış olması, insanın yeryüzüne bağlılığının,
ona olan sevgisinin ve oradan uzaklaşması halinde oraya duyacağı özlemin
boyutlarını ispatlamış bulunmaktadır.
Bu
nimetler arasında yeryüzünde geçim sebeplerinin hazırlanışı ve çeşitli yiyecek,
içecek ve diğer hususlardan olup geçimi sağlayan gereklerin var edilmiş olması
yer almaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O yeryüzünde
bulunanların hepsini sizin için yaratmış olandır." (Bakara, 2/29).
İşte
bu, Yüce Allah'ın bu nimetleri yalnızca insanın iyiliği ve hayrı için, fert
veya toplum olarak insan hayatını korumak için yarattığını göstermektedir. O
halde bize en uygun düşen şey, bu beden veya maddî hayatın ruhî hayatımızı
arındırması, nefsimizi temizlemesi, onu ebedî ve uhrevî hayata hazırlamak için
bir sebep veya bir yardımcı olmasıdır.
İlâhî
emirlere bağlı kalmak ve türlü masiyet ve helak edici günahlardan uzak durmak
suretiyle yaşayan iman ve itaat ehli ne kadar mutludur! Çünkü ruhlar iman ile
huzur bulur ve itaat ile insanın organları, bedenî enerjisi ve insanın şeref
ve haysiyeti korunabilir.
Küfür,
fasıklık ve isyan ehli de ne kadar bedbahttır! Çünkü huzursuzluk, şaşkınlık,
türlü ızdıraplar küfürden ayrılmayan şeylerdir. Çünkü fasıklık ve masiyet
insanı maddeten ve manen tahrip eder, yıkar. Böylelikle insan şaşkın ve diğer
insanlar nazarında hakir ve zelil olur.
[24]
11-
Andolsun ki sizi biz yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere,
"Adem'e secde edin" dedik. Hemen secde ettiler, İblis müstesna. O,
secde edenlerden olmadı.
12-
Buyurdu ki: "Sana emrettiğim halde seni secdeden alıkoyan nedir?" Dedi
ki: "Ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan
yarattın."
13-
Buyurdu ki: "Öyleyse in oradan. Artık büyüklenmek sana düşmez, hemen çık.
Sen alçaklardansın."
14-
Dedi ki: "Bana onların tekrar diril-tilecekleri güne kadar mühlet
ver."
15-
Buyurdu ki: "Sen mühlet verilmişlerdensin."
16- Dedi ki: "Öyleyse beni azgınlığa mahkûm
ettiğin için ben de andolsun ki senin doğru yolun üzerinde onlara karşı
duracağım.
17- Sonra andolsun ki onların önlerinden,
arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim ve sen onların çoğunu
şükreder bulmayacaksın."
18-
Buyurdu ki: "Çık oradan, yerilmiş ve kovulmuş olarak. Andolsun ki onlardan
kim sana tabi olursa cehennemi hep sizden dolduracağım."
"Sizi
biz yarattık, sonra size şekil verdik" buyruğunda bir muzaf
hazfedil-miştir. Sizin babanızı biz yarattık ve babanıza biz şekil verdik,
demektir. "... seni secdeden alıkoyan nedir?" Yüce Allah'ın onu
secdeden alıkoyan şeyi bilmekle birlikte, böyle bir soru sorması onu azarlamak,
inat, küfür ve kibrini yaratılış aslı ile övünmesini ve Adem'in yaratılışının
asıl maddesini de küçük görmesini açığa çıkarmak içindir.
"Senin
doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım." Burada "sırat =
yol" kelimesi, cennete ulaştıran hidayet yolu hakkında istiare yoluyla
kullanılmıştır.
[25]
"Andolsun
ki sizi biz yarattık." Yani atanız Adem'i oldukça hikmetli bir takdir ile
biz var ettik. "Sonra size şekil verdik." Yani sizler onun sırtında
zerrecikler halinde iken ona şekil verdik, "sonra da Adem'e secde edin
dedik." Yani selâmlama ve saygı ifade eden secdede bulunun,
"...ettiler, İblis müstesna" Melekler arasında bulunan cinlerin atası
İblis secde etmedi. "Sana emrettiğim halde seni secdeden alıkoyan
nedir?" Ben sana secde emrini verdiğimde niçin secdeden uzak durdun?
"Öyleyse in oradan" yani cennetten. Bunun yerine
"se-mavattan" da denmiştir. İnmek (hubût) bir yerden daha aşağı bir
yere düşmek, ya da bir mevkiden daha aşağı bir mevkiye geçmek demektir.
"Büyüklenmek" yani kendini gerçek durumundan daha büyük bir konuma
çıkarmak "sana düşmez". "Sen alçaklardansın," Zelil
olanlardansın.
"Bana...
mühlet ver", yani süre tanı, beni ertele, "mühlet verilmişlerdensin"
yani sonraya bırakılıp ertelenenlerdensin. Bir diğer ayet-i kerimede de
"bilinen günün zamanına kadar" yani birinci defa Sûr'a üfürüleceği
vakte kadar, demektir. "Öyle ise beni azgınlığa mahkûm ettiğin için"
yani sen beni azdırdığın için. Azdırmak (iğvâ), doğruluğun zıddı olan yola ve
hale düşürmek demektir, "ben de andolsun ki senin doğru yolun üzerinde
onlara" yani Ademo-ğullarına "karşı" sana ulaştıran yolun
üzerinde "duracağım."
"Sonra
andolsun ki önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim
onlara." Yani her yönden onlara gelip doğru yolu izlemelerini engelleyeceğim.
İbni Abbas der ki: Kul ile Allah'ın rahmeti arasına engel olamaması için onlara
üst taraflarından gelemez. "Çık oradan yerilmiş" yani kusuru ortaya
konulmuş, ayıplanmış, "ve kovulmuş" rahmetten uzaklaştırılmış
"olarak. Onlardan kim sana tabi olursa", insanlardan sana kim uyarsa,
"cehennemi hep sizden dolduracağım." Yani senden, senin zürriyetinden
ve insanlardan sana uyanlarla dolduracağım. Burada, sana tabi olanı
azaplandıracağım, anlamında bir şart manası da vardır.
[26]
Yüce
Allah bundan önceki ayet-i kerimelerle önce korkutmak suretiyle daha sonra da
Yüce Allah'ın insanlara olan nimetlerinin çokluğuna dikkat çekerek teşvik
yoluyla peygamberlerin çağrışım kabul etmeye özendirdi. Bunun arkasından da
atamız Hz. Adem'i yaratışını ve meleklere ona secde etmelerini emretmek
suretiyle onu üstün ve şerefli kıldığını açıkladı. Babaya bir nimet ve ihsanda
bulunmak ise onun evladına nimet ve ihsanda bulunmak demektir. Fakat insanlar
kimi zaman şeytanın vesvese ve aldatmalarına maruz kalabilir.
Ancak
bu büyük nimetlere rağmen insanların emirlere karşı çıkmaları, baş kaldırıp
inkâr etmeleri de yakışıksız bir iş olur.
[27]
Yüce
Allah Hz. Adem ile İblis kıssasını Kur'an-ı Kerim'de yedi yerde söz konusu
etmektedir: Bakara, A'raf, Hicr, İsra, Kehf, Ta-Hâ ve Sâd sureleri.
Burada
kıssanın muhtevası Adem'in üstün ve şerefli kılınışına dikkat çekmek, İblis'in
onun soyundan gelenlere düşmanlığını ve onlara olan kıskançlığını
açıklamaktır. Böylelikle Ademoğulları ondan çekinsinler, sakınsınlar, onun
gösterdiği yollara tabi olmasınlar. Büyük nimetlerine karşılık da Allah'a şükretsinler.
Buyrukların
ifade ettiği anlam şudur: Ey insanlar! Andolsun bizler atanız Adem'i sudan ve
yapışkan çamurdan yarattık. Sonra biz ona dosdoğru bir insan şeklinde suret
verdik, sonra ona nezdimizden ruh üfledik. Sonra da meleklere onu selâmlamak
üzere secde etmelerini emrettik.
Ayet-i
kerimenin zahiri, Allah'ın meleklere Adem'e secde emrinin, onun zürriyetinin
yaratılıp şekillendirilmesinden sonra verilmiş olmasını gerektirir. Oysa durum
böyle değildir. Bundan dolayı müfessirler ayet-i kerimeyi dört türlü tevil
etmişlerdir. Fahrüddin Râzî, bunlardan birincisini tercih etmiştir ki o da
şudur: Bizler atanız Adem'i yarattık, ona şekil verdik. Onun yaratılıp şekillendirilmesinden
sonra ise meleklere ona secde etme emrini verdik. Bu emir, bizim yaratmamız ve
ona şekil vermemizden sonraya kalmamıştır. Çünkü Adem insanlığın aslıdır. O
bakımdan burada hitap kinaye yoluyla bize yapılmıştır. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Hani biz sizden ahdinizi almış ve üzerinize
Tûr'u yükseltmiştik." (Bakara, 2/93). Yani Musa (a.s.) döneminde İsrailoğullanndan
olan geçmişlerinizden ahit almıştık. Yine Yüce Allah Mu-hammed (s.a.) döneminde
yaşayan Yahudilere hitaben şöyle buyurmuştur: "Ve hani biz sizi Firavun
hanedanından kurtarmıştık." (Bakara, 2/49); "Hani bir canı
öldürmüştünüz de..." (Bakara, 2/72).
Bütün
bu hitaplarda kastedilenler ise onların geçmişleridir, d) İşte burada da bütün
bunlardan kastedilenler Adem (a.s.)'dir. Aynı zamanda bu İbni Cerîr et-Taberî'nin
de tercih ettiği görüştür.
[28]
İbni
Kesir de der ki: Bu ifadenin çoğul olarak verilmiş olması Adem'in insanlığın
atası oluşundan dolayıdır. Hâkim de İbni Abbas'tan Yüce Allah'ın,
"Andolsun ki sizi biz yarattık, sonra size şekil verdik" buyruğu
hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Onlar erkeklerin sulblerinde
yaratıldılar, kadınların rahimlerinde ise şekillendirildiler." Yine Hâkim
der ki: "Bu Buharı ile Müslim'in sahih hadis şartlarına uygun olmakla
birlikte bu hadisi rivayet etmemişlerdir." Buna göre ayet-i kerimenin
anlamı şöyle olur: Andolsun ki biz sizleri Adem (a.s.)'ın sırtında güneş
ışığında görülen, zerrecikler gibi yarattık, sonra da sizlere şekil verdik,
yani rahimlerde sizleri şekillendirdik.
Kurtubî
ise şöyle der: Konu ile ilgili görüşlerin sahih olanı indirilen buyrukların
desteklediği görüştür. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz
insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık." (Müminûn, 23/12). Burada insandan
kasıt Adem'dir. Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve o candan eşini
yaratan... (Nisa, 4/1). Müminûn suresinde daha sonra şöyle buyurmaktadır:
"Biz onu" yani onun neslini ve soyunu "sapasağlam bir karar
yerinde nutfe yaptık." (Müminûn, 23/13). O halde Adem çamurdan yaratıldı,
sonra ona şekil verildi, sonra da secde edilme emriyle mükerrem kılındı. Onun
soyundan gelenler ise orada ve babalarının sulblerinde yaratılmalarından sonra
annelerin rahimlerinde şekillendirildi.
[29] İşte
bu Razî'nin ve Taberî'nin de görüşüne uygun düşmekte, Ademoğlunun
şekillendirilişini de açıklamaktadır. Gerçekten bu açıklama her iki yaratışı
bir arada ifade etmek bakımından güzeldir. Adem'e secde etmek hususunda ittifak
vardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra da meleklere, Adem'e
secde edin, dedik." Yani Adem'in yaratılışını tamamladıktan sonra hem ona
hem de onun zürriyetine selâmlama ve şanını yüceltme secdesiyle -ibadet
secdesiyle değil- secde etmelerini emrettik. Çünkü bir ve tek Allah'tan başka
kimseye ibadet olunmaz. Bu secde emrinin veriliş sebebi ise insanların
üzerlerinde Allah'ın nimetlerini bilip tanımaları, bu nimetlere şükretmeleri,
eskiden beri yaptıklarından sonra îblis'ten ve vesveselerinden gereği gibi
sakınmalarıdır.
Bütün
melekler secde ettiler. Şu kadar var ki meleklerden olmayıp cinlerden olan
İblis secde etmedi. O secdeden yüz çevirdi, büyüklük tasladı, secde edenlerle
birlikte olmadı.
Yüce
Allah ona, "Seni secde etmekten alıkoyan ne oldu? Yani seninle secde etmek
arasına giren engel nedir?" diye sordu. Burada "Seni secdeden
alıkoyan" buyruğundaki "lâ" tekit için fazladan gelmiştir. Buna
delil ise bir başka ayet-i kerimedir: " Seni secde etmekten ne
alıkoydu?" (Sâd, 38/75).
O
bu soruya özür ve gerekçe olarak şöyle cevap verdi: Şüphesiz ki ben ondan
hayırlıyım, çünkü sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın. Ateş,
yukarı doğru yükselmek, yukarı çıkmak ve ışık saçmak gibi özellikleri
dolayısıyla, hareketsizlik, donukluk ve sönüklük gibi niteliklere sahip çamurdan
üstündür. Daha üstün olan bir kimse, kendisinden daha aşağılarda olana tazim
etmez. O, Rabbine muhalefet etmekle birlikte böyle dedi. İşte İblis'in kıyası
budur, fakat batıl bir kıyastır. Zira maddî tabiat hayırlı oluşa delil değildir.
Hayırlı oluş, manevî özelliklerle, daha büyük fayda sağlayan faydalı özelliklerle
söz konusudur. Şanı yüce Allah ise bizzat İblis'i kendisinin dahi bildiği ilim,
marifet ve şerefli özelliklere mazhar kılmıştır.
İşte
bütün bunlar, secde emrinin teklif ifade eden bir emir oluşu ve Yüce Allah ile
İblis arasında böyle bir soru ve cevap şeklinde bir diyalogun meydana gelmesi
esasına göredir. Bize düşen ise Kitab-ı Kerimin zahirinin ifade ettiğine iman
etmek, gaybı ve işin gerçek mahiyetini ise Yüce Allah'a havale etmektir.
İlâhî
emre muhalefet ve isyan etmenin cezası, Yüce Allah'ın İblis'e kendisini içinde
yaratmış olduğu cennetten aşağı inmesini emretmesi şeklinde oldu. Cennet yerden
yüksekçe bir yerdedir. Çünkü cennet ihlâsh ve alçakgönüllü kimselerin yeridir.
Yoksa emre karşı gelen ve zorbalık taslayanlarm yeri değildir. Bundan dolayı
Yüce Allah, "Artık orada büyüklenmek sana düşmez" diye buyurmuştu.
Yani senin, büyüklenmek, bedbahtlık ve isyan için değil de şeref ve mutlu
kılmak için hazırlanmış bu cennette büyüklük taslamaman gerekirdi. Haydi artık
bu yerden çık. Çünkü sen zelil ve hakir kılınmışlardansın.
Böylelikle
onun maksadının zıddı ile ona muamele edilmiş ve onun isteğinin tam zıddı ile
karşılık görmüş oldu.
Mel'un,
kaybını telâfi etmek için Din Gününe kadar kendisine mühlet verilmesini
isteyerek dedi ki: "Bana onların tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet
ver." Yani Adem ve zürriyetinin diriltileceği güne kadar bana süre tanı.
Böylelikle hayatta oldukları sürece onları aldatmak suretiyle intikam alayım ve
onların tükeniş ve yok oluşlarını hem de öldükten sonra diriltilişlerini göreyim.
Allah
onun isteğini kabul ederek, "Sen mühlet verilmişlerdensin" buyurdu.
Yani bütün insanların öleceği birinci üfürüş vaktine kadar süre verilenlerdensin.
Bu ise Yüce Allah'ın şu buyruğu dolayısıyla herkesin korkuya kapılacağı feza'
üfürüşüdür:
"Sûr'a
üfürüleceği günde gökte ve yerde olanlar korkarlar, Allah'ın dilediği kimseler
müstesna." (Nemi, 27/87). Yüce Allah'ın şu buyruğu dolayısıyla buna
"baygın düşme üfürüşü" de denilir. "Ve Sûr'a üfürülür de
göklerde ve yerde bulunan herkes -Allah'ın dilediği kimseler müstesna olmak
üzere- baygın düşmüş olacaktır. Sonra ona bir defa daha üfürülecek, ansızın
kalkıp etraflarına bakı-nacaklar." (Zümer, 39/68).
Yani
İblis Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi birinci nefhanın akabinde
ölecektir: "Artık Sûr'a tek bir üfürülüş üfürüleceği zaman yer ve dağlar
kaldırılıp biribirlerine bir defa çarpılarak toz olduklarında..." (Hakka,
69/13-14)
İblis
kendisine diriliş gününe kadar mühlet verilip bu işini sağlama aldıktan sonra,
yine inatlaşmaya başladı ve isyana koyularak şöyle dedi: "Öyleyse beni
azgınlığa mahkûm ettiğin için..." Yani sen beni azdırdığın yahut saptırdığın
gibi, şüphesiz ben de Adem'in zürriyetinden yaratacağın kullarına karşı, hak
yol üzerinde kurtuluş ve mutluluk yolunda onlara karşı engel olarak oturacağım.
Onları sana ibadet etmesinler, seni tevhid etmesinler diye mutlaka bu yoldan
saptıracağım. Çünkü sen de beni saptırdın. Bunu ise kendilerine, varacağı yer
sapıklık ve doğruluktan ayrılıp olan başka bir takım yolları süslü göstermekle
yapacağım.
Sonra
da sağ, sol, ön ve arkadan ibaret dört cihetin hepsinden mutlaka onların
üzerine varacağım. Bu cihetlerden üzerlerine varmayacağım bir yol bırakmayacağım.
Yol kesicilerin gidip gelenlere tuzak kurup pusuda yattığı gibi, ben de onlara
tuzak kurup pusuda bekleyeceğim. Onların çoğunluğunu sana nimetini şükreden,
emirlerine itaat eden kimseler olarak bulmayacaksın.
İblis'in
bu sözü ise onun bir zannı ve bir vehmidir. Nitekim onun bu zannı vakıaya uygun
düşmüş, fiilden meydana gelene uygun ve isabetli bir zan beslemiş oldu.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun İblis onlar aleyhindeki
zannını gerçekleştirmişti de müminlerden bir fırka dışında ona uymuşlardı.
Halbuki onun kendileri üzerinde hiç bir tasallutu yoktu. Ancak biz ahire-te
iman eden kimse ile onun hakkında şüphede olan kimseyi ayırd etmek için (böyle
yaptık); senin Rabbin her şeyi görüp gözetendir." (Sebe', 34/10-21).
Daha
sonra Yüce Allah İblis'e olan lanetini, onu kovduğunu, uzaklaştırdığını,
Mele-i a'lâ mahallinden sürdüğünü şu buyruğu ile daha bir pekiştirdi: "Çık
oradan, yerilmiş ve kovulmuş olarak." Yani sen cennetden ayıpları, kusurları
sayılıp dökülmüş, kendisine gazap edilmiş, Allah'ın rahmetinden kovulmuş ve
uzaklaştırılmış olarak, çık git.
Yüce
Allah yemin ile buyurdu ki: Ademoğulları arasından kendilerine süslü
göstereceğin şirk, fasıklık ve masiyet hususlarında sana uyacak olanların
hepsinden ve senden cehennemi elbette dolduracağım. Bu da bir başka ayet-i
kerimedeki şu buyruğu andırmaktadır: "Andolsun cehennemi senden ve onlar
arasından sana uyanların hepsiyle dolduracağım." (Sâd, 38/85); "Buyurdu
ki: Git, artık onlardan sana kim uyarsa, şüphesiz cehennem hepinizin cezasıdır,
hem de mükemmel bir ceza! Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerlerinden
oynat. Onlara karşı atlılarınla piyadelerinle bas gürültüyü ve mallarına,
evlatlarına ortak ol, onlara vaadlerde bulun. Fakat şeytan onlara bir aldatıştan
başka ne vaad eder? Şüphesiz benim gerçek kullarımın üzerinde senin tasalluta
gücün yetmez. Vekil olarak Rabbin yeter." (İsra, 17/63-65).
Şanı
Yüce Allah onun azdırmasından ihlâsa erdirilmiş kullarını istisna ederek şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz benim kullarımın üzerinde senin bir sultan
yoktur. Sana uyan azgınlar müstesna." (Hicr, 15/42); "Dedi ki:
İzzetin hakkı için onların hepsini azdıracağım. Ancak aralarından ihlâsa
erdirilmiş kulların müstesna." (Sad, 38/82-83).
Bütün
bunlardan maksat, insanın tabiatı ile şeytanın tabiatını ve onların yaptıkları
işlerinde tercih (ihtiyar, muhtariyet) sahibi olduklarını açıklamaktır.
[30]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Meleklere insanların aslı ve atası olan Adem'e secde etmeleri emredilerek
insan türünün üstün kılınması.
2- Yaratmak ve şekillendirmek yalnızca Allah'a ait bir kudrettir.
İnsanlardan hiçbir kimse bunlardan herhangi bir şeyi yapamaz. Sözlükte
yaratmak, takdir (ölçülü ve ahenkli bir şekilde var etmek) demektir. Allah'ın
takdiri ise eşyaya dair bilgisi ve her bir şeyi muayyen miktarı ile tahsisi
için meşietinin tecelli etmesi demektir. Tasvir (şekillendirmek) ise Levh-i
Mahfuzda eşyanın suretlerini tespit etmekten ibarettir.
3- İblis, Yüce Allah'ın Adem'e secde etme emrini, büyüklendiği ve kendisini
üstün gördüğü için kabul etmedi. Çünkü İblis kendisinin yaratıldığı ateşin
Adem'in yaratıldığı çamurdan daha şerefli olduğu fikrine kapılmıştı. Çünkü ateş
yukarılara doğru, yükselir ve hafif bir cisimdir. Ateş ayrıca aydınlatıcı bir
özdür. İbni Abbas, Hasan-ı Basrî ve İbni Şîrîn der ki: İlk kıyas yapan
İblis'tir, fakat o hatalı kıyas yaptı. Her kim kendi özel görüşünden hareketle
dini kıyasa kalkışacak olursa, Allah onu İblis ile birlikte koyar. İbni Şîrîn
ayrıca der ki: Güneşe ve aya ancak kıyas yapılarak ibadet edilmiştir. Burdan
kasıt ise ateşin çamurdan üstün olması gibi fasit kıyaslardır. Bu ise aşağıdaki
hususlar dolayısıyla hatalı bir kıyastır:
Çamur,
özü itibariyle sağlamlık, sükûn, vakar, ağırbaşlılık, tahammülkâr-lık, haya ve
sabır gibi özelliklere sahiptir. İşte Adem'i tevbeye, alçakgönüllülüğe,
Allah'a yakarmaya iten mayasındaki bu özelliktir.
Ateş
ise azabın sebebidir; Allah'ın düşmanlarına azabıdır. Toprak ise azaba sebep
değildir. İşte bu, toprağın ateşten daha üstün olduğunu göstermektedir.
İblis'in
kıyası, nas ile çatışma halinde bulunan fasit kıyasın kendisidir. Nassa uygun
sahih kıyasa gelince, şer'an onun gereğince amel etmek icap eder. Çünkü bu
naslarla uyum halindedir. Taberî der ki: Allah'ın Kitabından, peygamberinin
sünnetinden ve ümmetin icmamdan hareketle istinbatta bulunmak, yerine
getirilmesi gereken bir haktır. İlim ehli için vazgeçilemez bir farzdır.
Peyamber (s.a.)'den ashab-ı kiram ve tabiinin önemli bir kısmından haberler bu
şekilde gelmiştir. Ebu Temmâm el-Mâlikî der ki: Ümmet kıyası kabul etmek üzere
icma etmiştir. Onların zekâtta altın ve gümüşe kıyas yapmak üzere icma etmeleri
de bunlardan birisidir.
4- İblis, Allah'ın emrini reddetmesinin cezası olarak cennetten kovulmayı
hak etti. Hem de alçalmış, ayıplanmış, gazap edilmiş, kovulmuş ve Allah'ın
rahmetinden uzaklaştırılmış olarak. Ebu Nuaym'ın Ebu Hureyre'den rivayetine
göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah için alçak gönüllülük
göstereni Allah yükseltir." Yine
ed-Deylemi'nin el-Firdevs' te rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Her kim büyüklük taslarsa Allah da onu alçal-tır." Kimi ilim adamı
da şöyle demiştir: "İblis büyüklenmeyi açığa vurunca Allah da ona
aşağılanma elbisesini giydirdi."
5- İblis, öldükten sonra diriliş ve hesaba çekilme gününe kadar kendisine
mühlet verilmesini, süre tanınmasını istedi, ölmemeyi talep etti. Çünkü öldükten
sonra diriliş gününden sonra ölüm söz konusu değildir. Yüce Allah da bütün
insanların öleceği vakit olan Sûr'a bir defa üfürüleceği vakte kadar ona mühlet
verdi. Ancak onun istediği süre insanların âlemlerin Rabbinin huzuruna
kalkacağı gün olan ikinci üfürüşe kadardı. Fakat Yüce Allah onun bu isteğini
kabul etmedi. Şu kadar var ki Yüce Allah'ın kıyamet gününe kadar İblis'e süre
tanımış olması, onun çirkin bir hal ile aldatılmış olmasını gerektirmez. Çünkü
Yüce Allah küfür ve fışkın en çirkin türü üzre öleceğini biliyordu. İster ona
ölüm vaktini bildirmiş olsun, ister bildirmemiş olsun. Bu bildirme onun
çirkinlikle aldatılmış ya da çirkinliğe teşvik edilmiş olmasını gerektirmez.
6- Kimi insanların onlara vesvese vermek suretiyle aldatılmasında şeytanın
belli bir rolü vardır. Aldatmak (iğvâ), kalbe gayyı düşürmektir; gayy ise batıl
inanıştır. Yüce Allah'ın, "Beni azgınlığa mahkum ettiğin için"
buyruğu Yüce Allah'ın İblis'i saptırdığına ve onda küfrü yarattığına bir
delildir. O bakımdan burada iğvâ (azdırmak), Yüce Allah'a nispet edilmiştir.
Hakikat de budur; Ehl-i sünnetin görüşü de budur. Varlık âleminde Allah'ın
yaratmadığı, Yüce Allah'ın iradesiyle sadır olmayan hiçbir şey yoktur.
7- Yüce Allah'ın, "Ben de andolsun ki senin doğru yolun üzerinde
onlara karşı duracağım" buyruğundan kasıt şudur: Şeytan sürekli ifsat
etmek için çalışır durur, çabalar. Bu ayet-i kerime İblis'in hak dini ve doğru
yolu bildiğinin delilidir. Çünkü Allah'ın dosdoğru yolu onun hak dini demektir.
8- Şeytanların azdırma çabaları belli bir şekle münhasır değildir.
Hayatta karşılaşılan bütün hallerde onunla karşı karşıya kalınır. O bakımdan
şeytandan sakınmak gerekmektedir. Bundan dolayı hadis-i şerifte şeytanın
insana bütün cihetlerden tasallutundan Allah'a sığınılmıştır. Nitekim Hafız Ebu
Bekr el-Bezzâr, Müsned'inde İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakleder: Resulullah
(s.a.) şöyle dua ederdi: "Allahım! Ben, senden dinimde, dünyamda, aile
halkımda ve malımda af ve afiyet (bağışlanma ve esenlik) dilerim. Allahım
kusurlarımı ört, korkularımı güvenliğe kavuştur. Beni önümden, arkamdan,
sağımdan, solumdan ve üstümden muhafaza buyur. Allahım, altımdan yerin dibine
geçirilmekten de sana sığınının."
9- Yüce Allah'ın "Çık oradan yerilmiş ve kovulmuş olarak. Andolsun
ki onlardan kim sana tabi olursa..." buyruğu da şuna delildir: Cehennem
hem batıla uyanlarla hem de kendisine uyutanlarla doldurulacaktır. Bu ise
kâfiri de fasıkı da kapsamına alır. Aynı zamanda bu fasığın cehenneme
gireceğine de kat'î olarak delildir. Ayet-i kerimede anılan husus, Allah'ın
cehennemi şeytana uyanlardan dolduracağıdır. Bununla beraber ayet-i kerimede
şeytana tabi olan herkesin de cehenneme gireceği ifade edilmemektedir. Aynı
şekilde ayet-i kerime bütün bidat sahipleri ile sapıklıkları ortaya koyanların
cehenneme gireceklerini de göstermektedir. Çünkü hepsi de İblis'e tabi olan
kimselerdir.
[31]
19- "Ey Adem! Sen ve eşin cennette oturun.
İkiniz de dilediğiniz yerden yiyin, şu ağaca da yaklaşmayın, sonra zalimlerden
olursunuz."
20- Derken şeytan gizli bulunan ayıp yerlerini
kendilerine göstermek için ikisine de vesvese verdi ve dedi ki:
"Rabbinizin size bu ağacı yasaklamasının tek sebebi iki melek veya ebedî
kalanlardan olmanızı önlemektir."
21-
Ve, "Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim" diye ikisine yemin etti.
22-
Böylece ikisini de aldatıp aşağı indirdi. Ağaçtan tadınca ayıp yerleri
kendilerine göründü. İkisi de kendilerini cennetin yaprağıyla örtmeye başladılar.
Rableri de onlara, "Ben sizi bu ağaçtan men etmemiş miydim? Şeytanın
apaçık bir düşmanınız olduğunu size söylememiş miydim?" diye seslendi.
23-
İkisi de dediler ki: "Rabbimiz! Kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz
ve bize merhamet etmezsen muhakkak ki biz hüsrana uğrayanlardan oluruz."
24-
Buyurdu ki: "İnin! Kiminiz kiminize düşman olsun. Sizin için yeryüzünde
bir müddet yerleşip kalmak ve geçinmek vardır."
25- Buyurdu ki: "Orada yaşar, orada ölür ve
oradan çıkarılırsınız."
"Ey
Adem!" buyruğunda hazf ile yapılan icaz vardır. Yani, "ve biz, 'Ey
Adem!' diye seslendik" anlamındadır.
"Şu
ağaca da yaklaşmayın." Burada yemenin yaklaşmak diye ifade edilmesi, o
ağaçtan yemenin yasaklanışında mübalağayı ifade etmek içindir. "Doğrusu
ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisine yemin etti." Burada onlara verdiği
haberi yemin ve tekit ile pekiştirdi ki yalan söyleme şüphesini bertaraf etsin.
"Orada yaşar, orada ölürsünüz" buyruğunda da tıbâk sanatı vardır.
[32]
"Sen
ve eşin cennette oturun." Eşin Havva ile birlikte orada kalın, "şu
ağaca da" ondan yemek suretiyle "yaklaşmayın." Burada sözü
geçen ağaçtan kasıt buğdaydır. "Derken şeytan gizli bulunan" yani
örtülü bulunan "ayıp yerlerini", ortaya çıkması insanın hoşuna
gitmeyen, ona rahatsızlık veren yerlerini. İnsanın ayıp yerleri avret
yerleridir. Çünkü avretinin görünmesi hoşuna gitmez. İlim adamları der ki:
Ayet-i kerimede avretin açılışının büyük bir iş olduğuna ve hem tabiat olarak
hem örf olarak çirkin olduğuna bir delil vardır. " göstermek için ikisine
de vesvese verdi." Vesvese tekrarlanan gizli sestir. Burada kasıt ise,
insanların içlerinde buldukları ve kendilerine zararlı olan şeyleri süslü
gösteren, hatırlarına gelen hususlardır. "Rabbinizin bu ağacı yasaklamasının
tek sebebi...veya ebedî kalanlardan olmanızı önlemektir"; ebedi kalanlar,
ebediyyen ölmeyenler demektir. Çünkü onun vesvesesine göre o ağaçtan yenilmesi
halinde ebedîlik kaçınılmaz olacaktır. Bir başka ayet-i kerimede de şöyle
buyurulmaktadır: "Sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmeyecek bir mülkü
göstereyim mi?" (Tâ-Hâ, 20/120).
"Doğrusu
ben size öğüt verenlerdenim diye ikisine yemin etti." Allah adına her
türlü teminatı vererek onları aldatmcaya kadar yemin etti. Mümin bazan Allah
ile aldatılabilir. Alûsî der ki: Burada mufâ'ale (ikisine yemin etti,
mealindeki buyruğun) kipinin kullanılması mübalağa ifade etmek içindir. Çünkü
herhangi bir fiilde bir kimse ile yarışa giren kişi o hususta bütün gayretini
ortaya koyar.
"Böylece
ikisini de aldatıp" yani batıl ile onları kandırıp "aşağı
indirdi", cennetteki mevkilerinden aşağıya düşmelerini sağladı.
"Ağaçtan tadınca" ondan yiyince "ayıp yerleri kendilerine
göründü" yani her birisi kendi ön ve arka avretini gördü. Bunlardan her
birisine ayıp yer (sev'e) denilmesinin sebebi, bu yerlerin açılışının az önce
belirtildiği gibi, kişinin hoşuna gitmemesidir. "ikisi de kendilerini
cennetin yaprağıyla örtmeye başladılar." Cennet ağacının yapraklarından
kendilerini örtmek için yaprakları üst üste koymaya, yapıştırmaya, yamamaya
başladılar. "Şeytanın apaçık bir düşmanımız" yani düşmanlığı gayet
açık olduğunu size söylememiş miydim"; "Ben sizi bu ağaçtan
menetme-miş miydim?" ifadesindeki soru ise takrir (yani gerçeği söyletmek)
içindir.
[33]
Bu
ayet-i kerimeler, insanın ilk yaratılışı ve cin şeytanlarının insanların
azdırılmasmdaki rolünü açıklayan buyrukların devamıdır. Kıssadan maksat,
insanlara hidayet yolunu göstermek, şeytanın vesveselerinden onları sakmdırmaktır.
Çünkü şeytan Hz. Adem ile Havva'yı kıskandığından dolayı onlara vesvese vermek,
onları aldatmak ve onlara tuzak kurmak için çalıştı. Böylelikle içinde
bulundukları nimet ve güzel elbiseden onları mahrum etmek istedi. Bundan önceki
ayet-i kerimelerde de açıkladığımız gibi bu kıssa Kur'an-ı Ke-rim'de yedi yerde
söz konusu edilmektedir.
İblis
cennetten çıkarılmışken cennette bulunan Adem'e nasıl vesvese verdi. Hasan-ı
Basrî der ki: İblis, Yüce Allah'ın ona vermiş olduğu yukarıya doğru yükselen
güç sayesinde yerden semaya ve cennete doğru vesvese verebiliyordu.
[34]
Yüce
Allah, Hz. Adem ile ondan yaratılmış bulunan eşi Havva'ya cennette kalıp
yerleşmelerini ve tek bir ağaç müstesna olmak üzere, cennetteki bütün
meyvelerden yemelerini mubah kıldı. Buradaki yeme emri mubah kılma emri olup
teklif emri değildir.
Sözü
geçen cennet de cumhurun görüşüne göre ebedîlik yurdu olan cennettir. Semadaki
cennetlerden birisi yahut yeryüzündeki cennetlerden (sık ağaçlı bahçelerden)
bir cennet olduğu da söylenmiştir.
Yüce
Allah Hz. Adem'e önce vahiy yoluyla hitap etti, sonra da cennet meyvelerinden
yemeleri hususunda biribirlerine eşit olduklarını bildirerek hanımı ile ona
hitapta bulundu.
Buharî
ile Müslim'de Ebu Hureyre'den gelen Hz. Peygamber (s.a)in, "Şüphesiz
kadın eğri bir kaburga kemiğinden yaratılmıştır" şeklindeki hadisi, kadına
karşı gösterilecek davranış esnasında onu şiddet ve kabalıkla doğrultmaya
çalışmanın yasaklandığını ifade eden temsilî bir ifade kabilindendir.
Yüce
Allah da, "İkiniz de dilediğiniz yerden yiyin" buyruğu ile cennetin
çeşitli meyvelerinden yemelerini kendilerine mubah kıldı. Ancak Kitab-ı Ke-rim'inde
bizim için tayin etmediği özel bir ağaçtan da yemelerini yasaklamıştı. Bu
yasaklamayı ise o ağaçtan yedikleri takdirde kendilerine zulmeden kimselerden
olacaklarını belirterek gerekçelendirmişti. Çünkü onlar bu işi yaptıklarında
cezalandırılacaklardı. Bu da Yüce Allah'ın pek çok şeyi mubah kılarken az
miktardaki şeyleri haram kılmak suretiyle bir imtihanıdır.
Şeytan
ikisini kıskandı ve onları hile ve vesveseyle aldatmaya çalıştı. Böylelikle
onları sahip oldukları nimetten, güzel elbiselerden mahrum bırakmak istedi. O
bakımdan kendilerine zarar verecek, kendilerine kötülük sağlayacak şeyleri
onlara süslü gösterdi. Kendilerine görünerek, onlarla konuşarak bunu yaptı.
Böylece örtmeyi tercih ettikleri avretleri, açığa çıkacaktı. Yani bunun sonunda
avretleri ortaya çıksın diye buna çalıştı. Hasan-ı Basrî der ki: İblis,
Allah'ın kendisine vermiş olduğu yerden semaya ve cennete doğru yukarılara
vesvese salma gücüyle vesvese verebiliyordu. Böyle bir açıklama İblis'in
cennetten çıkartılmış olması ve Hz. Adem'in de henüz orada bulunması hali ile
ilgilidir.
Şeytan
yalan ve iftira olmak üzere dedi ki: Rabbinizin size bu ağaçtan yemenizi
yasaklayışının iki sebebi vardır. Birincisi, bu ağaçtan yemeniz halinde iki
melek olmanızı engellemek, ikincisi de burada ölmemek üzere ebedî kalanlardan
olmamanızı sağlamaktır. Yani siz iki melek olmayasınız
[35]
yahut cennette ebedî kalanlardan olmayasınız diye böyle yapmıştır. Sizler bu
ağaçtan yiyecek olursanız bu iki şeyi elde edersiniz. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Dedi ki: Ey Adem, ben sana ebedîlik ağacını ve sonu
gelmez bir mülkü göstereyim mi?" (Tâ-Hâ, 120/20). Zamahşerî de der ki: Bu
ifade, "Sizin iki melek olmanızdan hoşlanmadığı için böyle demiştir"
anlamındadır.
Bu
iki özelliğin (şeytan tarafından) seçilişinin sebebi, meleklerin güçlü olmak,
uzun süre hayatta kalmak ve canlıların hallerinden etkilenmemek için bir takım
özellik ve meziyetlerinin bulunması gibi insanın da ölüm söz konusu olmadan
cennette ebedî kalma emelinde oluşundan dolayıdır. Yani İblis onlara bu ağaçtan
yemeleri halinde meleklik niteliklerine sahip olacağını yahut da ebedî hayata
sahip olacağını vehmettirmişti.
İşte
bu ifadede meleklerin Adem'e üstün kılındaklarına bir işaret vardır.
Daha
sonra şeytan Allah adına onlara yemin etti ve pekiştirici ifadelerle yeminini
güçlendirmek istedi: "Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim." Yani ben
sizden önce burada bulunuyorum ve bu yeri daha iyi biliyorum.
"Doğrusu
ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisine yemin etti" ifadesi ise
taraflardan birisinin kastedildiği müfâala kipi ile kullanılmıştır. Bundan maksat
ise ifadeye mübalâğa gücü vermek ve yemini daha bir pekiştirmektir. Çünkü
İblis onları aldatmcaya kadar bu hususa dair yemin etti. Kimi zaman mümin
Allah ile de aldatılabilir.
"Böylece
ikisini de aldatıp aşağı indirdi." Şeytan ağaçtan yemeye teşvik, vaadde
bulunmak ve oldukça ağır yeminler etmek suretiyle onları kışkırtmaya, onları
aldatmaya devam etti. Sonunda ikisi de Allah'ın kendilerine şeytanın düşmanları
olduğunu haber verdiğini unuttular. Böylelikle şeytan yemin ederek onları
aldattı ve bu işi onlara süslü göstermek suretiyle kendisine itaat etmelerini
sağladı. Bu yüzden de Allah nezdindeki mevkilerinden onları kaydıra-bildi ve
daha aşağı mevkiye düşürdü. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun biz, önceden Adem'e ahit etmiş (emretmiş) idik de o unuttu. Biz
onda bir azim bulmadık." (Tâ-Hâ, 20/115). "İkisini de ... aşağı
indirdi" buyruğunun anlamı ise, Allah adına yemin etmek suretiyle onları
aldattığından dolayı ağaçtan yemeleri noktasına indirdi (razı etti),
şeklindedir.
Ağacın
meyvesini tadınca hemen avret yerleri ortaya çıktı. Onlardaki özel nur zail
oldu. Bu sefer avretlerini örtmek için cennet ağaçlarının geniş yapraklarını
üst üste koyup kendilerini örtmeye çalıştılar.
Rableri
kendilerine sitem ederek, azarlayarak, "Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş
miydim?" diye seslendi. Yani bu ağaca yaklaşmanızı ve bu ağaçtan yemenizi
size yasak kılmamış mıydım? Sizlere, "Şeytan sizin açık bir düşmanınızdır,
ona itaat edecek olursanız ebedî nimet yurdu olan cennetten sizleri dünya
yurduna çıkartır; dünya ise hayatta yorulup didinmenin yurdudur. O bakımdan
şeytandan uzak durunuz" dememiş miydim? Nitekim Yüce Allah bir başka yerde
şöyle buyurmaktadır: "Ey Adem, dedik, şüphesiz bu senin ve eşinin
düşmanıdır. Sakın o sizleri cennetten çıkartmasın. O vakit bedbaht
olursun." (Tâ-Hâ, 20/117).
"İkisi
dediler ki: Rabbimiz! Kendimize zulmettik..." Yani her ikisi de,
"Rabbimiz, gerçekten biz senin emrine aykırı davranıp senin de bizim de
düşmanımız olan şeytana itaat etmek suretiyle kendimize zulmettik. Eğer günahımızı
örtmez, bizden razı olmaz, tevbemizi kabul buyurmazsan şüphesiz ki dünyada da
ahirette de zarara uğrayanlardan oluruz" dediler ve Yüce Allah şöyle
buyurdu: "Derken Adem Rabbinden bir takım kelimeler belledi de, o da onun
tevbesini kabul etti. Şüphesiz ki O, tevbeleri çok çok kabul edendir,
Rahîm'dir." (Bakara, 2/37).
Daha
sonra Yüce Allah şu buyruğuyla Hz. Adem, Havva ve İblis'eTıitap etti:
"İnin oradan, kiminiz kiminize düşmandır..." Yani kiminiz kiminize
düşman olmak üzere bu cennetten ininiz. Bunun anlamı da şudur: Düşmanlık cinler
ve insanlar arasında sabit bir şeydir, hiç bir şekilde sonu gelmez. İblis de
Adem ve Havva'ya düşmanlık edecektir, onlar da ona düşmanlık edeceklerdir. O
halde insana düşen şeytanın vesveselerinden sakınmaktır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu şeytan düşmanınızdır; siz de onu düşman
edinin. O kendi taraftarlarını ancak cehennemliklerden olsunlar diye
çağırır." (Fâtır, 35/6).
Cennetten
çıkartılmak bu masiyetin cezası olmuştu. Uhrevî cezayı ise Yüce Allah bunun
etkisini gideren tevbe dolayısıyla affetmiş ve Yüce Allah onun tevbesini kabul
etmiştir. Nitekim şöyle buyurulmaktadır: "Adem rabbinin emrine karşı
geldi de yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve doğruya
iletti." (Tâ-Hâ, 20/121-122).
Daha
sonra Yüce Allah, insanın dünyadaki ecelini açıklayarak şöyle buyurdu:
"Sizin için yeryüzünde bir müddet yerleşip kalmak... vardır." Yani sizin
için bilinen vadelere kadar orada karar kılmak ve süresi belli ömürler vardır.
Kalem
bunları tespit etmiş, kader bunları tek tek sayıp dökmüş ve ilk kitapta bunlar
satır satır yazılmıştır. Siz orada her biriniz için ayrı ayrı takdir edilmiş
bulunan ömrünüz boyunca yaşayacaksınız. Ecelinizin sona ermesiyle birlikte
orada öleceksiniz. Yüce Allah'ın dileyeceği vakit ölümden sonra amellerinizin
karşılığını görmek üzere oradan çıkartılacaksınız: "Sizi biz ordan yarattık
sizi tekrar oraya iade ederiz ve bir defa daha sizi oradan çıkartacağız."
(Tâ-Hâ, 20/55).
[36]
İblis'in
semadaki yerinden çıkartılmasından sonra Yüce Allah, Hz. Adem'e, "Sen ve
eşin Havva cennette durunuz." diye emir buyurdu. Bu ya kullukla ilgili
bir emir veya mübahlık ve mutlaklık ifade eden bir emirdir. Çünkü böyle bir işi
yapmakta bir zorluk ve sıkıntı yoktur. O takdirde bu teklifi bir emir değildir
ve bu emre teklif taalluk etmemektedir.
Bu
da Hz. Adem'in cennette kalmasının, onların hayatlarının başlangıç dönemlerinde
olduğunun delilidir. Daha sonra şeytanın tuzağı, kıskançlığı ve vesvesesi
sebebiyle yere inmekle emrolundular. Şeytanın kullandığı en tehlikeli silah
pekiştirici ifadeler kullanarak yaptığı Allah adma yeminlerle onları aldatmak
oldu. Evet mümin bazen Allah ile de aldatılabilir.
"İki
melek... olmanızı önlemektir" ayetinden meleklerin insanlardan üstün ve
faziletli kılındığı manası anlaşılmıştır. Nitekim bu, bir çok ayet-i kerimede
de anlaşılabilmektedir: "Ben sizlere şüphesiz ki "Ben bir
meleğim" de demiyorum." (En'âm, 6/50). Bir diğer ayet-i kerime de
şöyledir: "Mesih de Allah'a kul olmaktan asla çekinmez, mukarreb melekler
de..." (Nisa, 4/172). el-Kelbî der ki: Müminler, meleklerden bir kesim
müstesna, bütün mahlûkata üstün kılınmışlardır. Bunlar ise Cebrail, Mikâil,
İsrafil ve ölüm meleği olan Azrail (a.s.)'dir. Çünkü bunlar da Allah'ın
elçileri arasında yer alırlar.
İbni
Abbas, -Zeccâc ve bir çok ilim adamı ise müminlerin meleklerden üstün kılındığı
görüşünü tercih ederler. Bu ayet-i kerime veya sözü geçen bu olayda, "İki
melek... olmanızı önlemektir" buyruğu ise peygamberlikten önce olmuştu.
"Derken
şeytan gizli bulunan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için..." ayet-i
kerimesi, avretin açılışının münker işlerden olduğunu, halen de insan tabiatı
itibariyle iğrenç, akıllarda da çirkin görülmeye devam ettiğini ve Allah'ın
avreti örtmeyi emrettiğini göstermektedir. Bundan dolayı Hz. Adem ile Havva
hemen avretlerini örtmeye yönelmişlerdir. Erkeklerde olsun kadınlarda olsun,
avretlerin açılmasına çağıran bir kimse haya örtüsünü parçalamış, insanı
vahşiliğe, ilkelliğe döndürmek istemiş demektir. Kadını bir eğlence, bir teselli
aracı haline getirmiş, dinin korunmasını emrettiği selim fıtratın da korunmasını
gerektirdiği ırzı korumaya önem vermemiş olur. Böyle birisinin yaptığı iş,
şeytanın işini andırır. Çünkü Yüce Allah şeytanı, "Ayıp yerlerini
kendilerine göstermek için üzerlerinden elbiselerini soyarak nasıl cennetten
çıkardıysa..." (A'râf, 7/27) diye anlatmaktadır.
İblis'in
Hz. Adem'i teşvik etmesi iki noktada toplanmaktadır: Meleklerin niteliklerine
sahip olmak ve hiç bir şekilde ölmeksizin ebedî kalmak.
Hz.
Adem ile Havva'nın ilâhî emre muhalefet etmelerinin cezası yeryüzüne
indirilmeleri olmuştur. Uhrevî cezayı ise Yüce Allah onları affedip
tevbeleri-ni kabul ederek kaldırmıştır. Râzî bu günahın Hz. Adem'den
peygamberlikten önce sadır olduğu görüşünü tercih etmiştir.
"İnin,
kiminiz kiminize düşmandır..." ayeti ise iki hususa delâlet etmektedir:
1- İnsan ile şeytan arasında sürekli düşmanlığın varlığı. Bu düşmanlıkta
esas unsurlar Hz. Adem ile İblis olduğundan dolayı Yüce Allah "Haydi
oradan hep birlikte inin." (Tâ-Hâ, 20/123) diye buyurmuştur.
2- İnsanın dünya hayatında kalacağı süre doğumundan vefatına kadar onun
için tayin edilen ecel ile belirlenmiştir. İnsan bu süre zarfında yeryüzünde
yaşar, bu da büyük bir nimettir. Çünkü orası yerleşme ve karar bulma yeridir.
Dünya hayatının süsünden yararlanma, hayatın çeşitli nimetlerinden faydalanma
yeridir. Daha sonra ölüm gelir. Arkasından kabirlerinden çıkartılma ve öldükten
sonra diriliş gelir, sonra da ahiret âleminde hesaba çekilmek ve amellerin
karşılığının görülmesi gelir.
Bu
kıssanın ifade ettiği husus, ayetler arası ilişkide de işaret ettiğimiz gibi,
bize fıtrî yaratılışımızı göstermek, bizim için bir görev olan Allah'a şükretmek,
ona itaat etmek, emirlerini yerine getirmek, ona karşı gelmekten uzak durmak ve
şeytanın vesveselerine karşı uyanık ve dikkatli olmaktır.
Bizler,
kendi içgüdülerimizi, eğilimlerimizi, düşmanımız olan şeytanın tehlikeli olduğunu
bildiğimiz takdirde, yalnızca Allah'a ibadet etmek suretiyle ruhumuzu,
nefsimizi, güzel ahlâk ve adab ile arındırıp onu iyiliklerle bezemeye çalışarak
Allah'ın ahdini, buyruklarını, ona verdiğimiz sözü hatırlayacak şekilde
düzenlediğimiz takdirde, dünyada da ahirette de mutlu kimseler oluruz ve dünya
hayatımızda da misyonumuzun gereğini yerine getirme imkânı buluruz.
[37]
26-
Ey Ademoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek bir giyimli ve bir de sizi
süsleyecek elbise indirdik. Takva örtüsüne gelince, işte daha hayırlı olan
odur. Bunlar Allah'ın ayetlerindendir. Belki öğüt alırlar.
27-
Ey Ademoğulları, şeytan ana ve babanızı ayıp yerlerini kendilerine göstermek
için üzerlerinden elbiselerini nasıl soyarak cennetten çıkardıysa, sakın sizi
de bir fitneye düşürmesin. Gerçekten o da askerleri de sizin kendilerini
göremediğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları iman etmeyenlerin velileri
yaptık.
"size...
bir giyimlik... indirdik" buyruğunda mürsel bir mecaz vardır. Yani biz
sizin üzerinize pamuk ve keten gibi şeyleri yerden bitirecek ve yün, kıl ve tüy
taşıyan hayvanların yaşamalarına sebep teşkil edecek bir yağmur indirdik.
"Takva
örtüsüne gelince" buyruğunda, beliğ bir teşbih vardır. Çünkü kendisine
benzetilen, kendisine benzeyene izafe edilmiştir. Nitekim Yüce Allah'ın,
"Allah o kasabaya açlık ve korku elbisesini tattırdı" (Nahl, 16/112)
buyruğunda açlığın elbiseye izafe edilmesi gibi.
"Belki
öğüt alırlar" buvrv anda ise hitaptan gaibe iltifat (geçiş) vardır.
[38]
"Size
çirkin yerlerinizi örtecek bir giyimlik ve bir de sizi süsleyecek elbise
indirdik." Yani biz sizin için avretlerinizi örtecek elbiseler yarattık.
Elbise burada barış ve savaş zamanlarında giyilen her şeydir.
"Süs"
ise kendisiyle süslenilen elbiselerdir ve bu, ihtiyaç ve süs için giyilen
elbiseleri kapsar. Çoğu dil bilginlerine göre buradaki "rîş = süs
elbisesi" insanı örten elbise veya geçimlik anlamındadır. "Takva
örtüsü" yani Allah'tan korkma ve takvalı olma elbisesi. Bu da salih amel
ve güzel görünüş ile olur. "Bunlar Allah'ın ayetlerindendir." Yani
O'nun kudretinin belgelerindendir. "Belki öğüt alırlar" yani öğüt
alırlar da iman ederler.
"şeytan...
sakın sizi de bir fitneyz düşürmesin" saptırmasın. Fitne asıl itibariyle
sınama ve denemedir. Yani, "Şeytanın adımlarına uymayın, o takdirde
fitneye düşersiniz" demektir, "askerleri" onun emrindeki
askerler onun topluluğu anlamındadır, "sizin kendilerini göremediğiniz
yerden", çünkü onların cisimleri latiftir veya renkleri yoktur. "Biz
şeytanları iman etmeyenlerin velileri" yardımcı ve arkadaşları
"yaptık."
[39]
Yüce
Allah Hz. Adem ile Havva'ya yere inmelerini emredip yeryüzünü onlar için bir
karar yeri haline getirdikten sonra, din ve dünya hususlarında gerek
duyacakları her şeyi kendilerine indirmiş olduğunu da beyan etti. İşte bunlar
arasında din ve dünya bakımından kendisine gerek duyulan elbise de vardır. Bu
da Yüce Allah'ın büyük nimetlerine karşı şükretmeyi ve O'na hakkıyla ibadet
etmeyi gerektirir.
[40]
Yüce
Allah kullarına kendilerine ihsan etmiş olduğu elbise ve süs lütfunu
hatırlatmaktadır. Elbise avret yerlerini örten şeyler, süs (er-rîş) ise
kendisiyle süslenilen şeylerdir. Birincisi zaruri ihtiyaçlardan, ikincisi ise
tamamlayıcı ve güzelleştirici unsurlardandır.
Ey
Ademoğulları, sizin ve daha önceden atanız Adem'in üzerindeki nimetimi, benim
sizin için hazırlamış olduğum avret yerlerinizi örtmeniz, süslenmeniz ve
güzellikten yararlanmanız, sıcak ve soğuktan sakınmanız için hazırlamış
olduğum elbise ve süs gibi dünyevî ihtiyaçlarınız ile dinî ihtiyaçlarınızı
karşıladığımı hatırlayınız. Bunların gökten indirilmiş olmasının anlamı, bunların
hammaddesi olan pamuk, yün, tüy, ipek, kuş tüyü vb. ihtiyaç maddelerinin Allah
tarafından yaratılmış olması, diğer taraftan bunların sanatı ve dikiminin de
Allah'ın ilhamı ile gerçekleştirilmiş olmasından dolayıdır. Bu şekilde elbise
ve süs nimetinin hatırlatılarak minnet edilmesi mübahlığa delildir ve bu da
insanın süslenmeyi, insanlar önünde görünmeyi sevmesi şeklindeki fıtratına
uygundur.
Yeni
elbise giyilmesi esnasında hamd ve şükürde bulunmak sünnettir. Çünkü Ahmed,
Tirmizî ve İbni Mace Ömer b. el-Hattâb'dan şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Bana kendisiyle
avretimi örteceğim, hayatımda kendisiyle süsleneceğim elbise giydiren Allah'a
hamdolsun." Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) eski elbisesini alıp onu sadaka
olarak verdi. O hayatta iken de ölümünden sonra da Allah'ın himayesinde,
Allah'ın teminatında, Allah'ın koruması altındaydı." Yine İmam Ahmed Hz.
Ali'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ı elbisesini
giyerken şöyle buyururken dinledim: "İnsanlar arasında kendisi ile
süsleneceğim ve kendisiyle avretimi örteceğim süsü bana rızık olarak veren
Allah'a hamdederim."
Daha
sonra Yüce Allah, manevî olan takva elbisesinin maddî elbiseden daha üstün
olduğunu belirterek şöyle buyurmaktadır: "Takva örtüsüne gelince; işte
daha hayırlı olan odur." Bu da İbni Abbas'ın dediği gibi, iman ve salih
ameldir. Bunun güzel görünüş olduğu da söylenmiştir. Şüphesiz ki böylesi yerine
getirildiği takdirde, sahibi için elbette hayırlıdır. Takva elbisesi, insanı
Allah'a süs ve elbise türünden Allah'ın yarattıklarından daha çok yakınlaştırıcıdır.
"Bunlar
Allah'ın ayetlerindendir." Yani sözü geçen bu hususlar Allah'ın kudretine,
lütfuna, kullarına olan merhametine delâlet eden ilâhî belgeler arasındadır.
"Belki öğüt alırlar." Yani belki bu nimetler onları Allah'ın
üzerlerindeki lütfunu hatırlayıp şükretmeye, bu husustaki büyük nimeti bilip
tanımaya, şeytanın fitnesinden uzak durmaya, avret yerlerini açmaktan uzak
durmaya ehil hale getirebilir.
Daha
sonra Yüce Allah Ademoğullarını İblis ve onun ortaklarından sakm-dırmakta,
onlara insanlığın atası Hz. Adem'e eskiden beri devam edegelen düşmanlığını
açıklamaktadır. Bu düşmanlığı dolayısıyla İblis Adem'i nimetler yurdu olan
cennetten yorgunluk ve sıkıntı yurdu olan dünyaya çıkartmak için çalışıp
gayret etmiş, edep yerlerinin açılmasına sebep olmuştur. Halbuki önceden edep
yeri kendisine görünmüyordu. Bu tutum hiç şüphesiz kesin ve uzlaşmaz bir
düşmanlıktan kaynaklanmaktadır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını hatırlatmaktadır:
"Kendileri sizlerin düşmanı iken nasıl olur da onu ve onun soyundan
gelenleri beni bırakıp veliler edinirsiniz? Bu zalimler için ne kötü bir
değiş-tokuştur!" (Kehf, 18/50).
Yüce
Allah hatırlatma ve öğüt verme konumunda Arapça'nın üslûbuna uygun olduğu
şekilde Ademoğullarına bir daha seslenerek şöyle buyurmaktadır: "Şeytan...
sakın sizi de bir fitneye düşürmesin." Yani kendinizden gafil olmayınız.
Şeytan sizi dinden alıkoymasın. Annenizi, babanızı cennetten çıkardığı gibi
sizi de fitneye düşürmesin. O bakımdan şeytanın vesvesesine kulak vermeyin,
takva ile kendinizi korumayı ihmal etmeyin. Her zaman Allah'ı anın, çünkü
şeytanın fitnesi tıpkı anne babanızı fitneye düşürdüğü, onlara vesvese verdiği,
Rablerine isyanı güzel göstererek Allah'ın kendilerine yasak kıldığı meyveden
yemeleri üzerine nimetler yurdu olan cennetten onları çıkarttığı, yeryüzüne
indirilmesine sebep teşkil ettiği gibi, sizin de cennete girmenize engel
olabilir.
Şeytan
Hz. Adem ile Havva'nın cennetten çıkmalarına sebep oldu. Aynı şekilde kendilerine
edeb yerlerini, avret yerlerini göstermek için cennet yapraklarından
edindikleri elbiselerini de üzerlerinden çıkartmalarına sebep teşkil etti.
Buradaki "kendilerine göstermek için" anlamındaki ifadenin başında
gelen lam harfi nihayette varılan noktayı belirtmek içindir. Yani sonunda bu
böyle oldu.
İblis'ten
sakınınız. Çünkü o ve onun cinlerden olan askerleri, siz kendilerini
görmediğiniz halde onlar sizi görürler. Görülmeyen düşmandan gelecek zarar ise
görülen ve açık düşmandan gelecek zarardan daha tehlikelidir.
Şeytandan
korunmak ise, ondan Allah'a sığınmakla, ruhu Allah'a iman ile ve Allah'ın
gözetimi altında olduğunu hatırda tutmakla güçlendirerek mümkündür. Nefse
karşı direnmek ve vesveselere kulak vermesini önlemekle, ayrıca vesvese geldi
mi onu içinden kovmaya ve nefiste bıraktığı etkileri tasfiye etmeye çalışmakla
mümkündür. Bu ise şeriatın kaidelerine, âdâb ve ahlâkına bağlı kalmak yoluyla
gerçekleştirilir.
Daha
sonra şeytanı, yine sakındırmayı pekiştiriri ifadelerle bir daha söz konusu
etmektedir. Yüce Allah şeytanları, ruhlarını anndıncı, amellerini İslah edici
gerçek iman ile Allah'a iman etmeyen kâfirlerin yardımcısı ve destekçileri
kıldığını beyan etti. Buna sebep ise onların şeytanın vesvesesini kabule hazır
olmalarıdır. Tıpkı zayıf bedenlerin çabucak hastalanmaya hazır olmaları gibi.
[41]
"Ey
Ademoğullan, size çirkin yerlerinizi örtecek bir giyimlikle sizi süsleyecek
elbise indirdik" ayet-i kerimesi avret yerlerinin örtülmesinin vücubuna delildir.
Çünkü Yüce Allah, "Çirkin yerlerinizi örtecek" diye buyurmaktadır.
Yani Yüce Allah Adem'in soyundan gelenler için kendisiyle avretlerini
örtecekleri bir elbise yaratmıştır. Yine bunda tesettür emrine de delâlet
vardır. Avretin insanlara karşı örtünmesinin vücubu hususunda ilim adamları
arasında görüş ayrılığı yoktur.
Ancak
avretin mahiyetinin ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Zahirîler ve Taberî der ki: Avret erkekte bizzat fercin (ön ve arkanın) kendisidir,
başka yerler değildir. Çünkü Yüce Allah "Çirkin yerlerinizi örtecek"
diye buyurduğu gibi "Ayıp yerleri kendilerine göründü" ile "ayıp
yerlerini kendilerine göstermek için" diye buyurmuştur. Buharî'de de
Enes'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Resulullah (s.a.) Hayber
sokağında yürüdü. Sonra da elbisesini baldırından yukarı doğru çekti. Şu anda
bile Allah'ın peygamberinin baldırının beyazlığını görür gibiyim."
Malik
ise şöyle der: Göbek avret değildir. Bununla birlikte erkeğin hanımının önünde
baldırını açmasını mekruh görüyorum. Malik'in bu konudaki delili ise Hz.
Peygamberin Cerhed'e söylediği şu sözdür: "Baldırını ört, çünkü baldır
avrettir." Buharî bunu muallak olarak rivayet etmiş olup "Enes'in
hadisi senet bakımından daha bir sağlamdır. Cerhed'in
[42]
hadisi ise daha bir ihtiyatlıdır" demiştir. Ta ki bu hususta ilim
adamlarının ihtilâfına düşülmemiş olunsun. Yani Mâliki mezhebine göre sahih
olan görüşe göre, baldır avret değildir. Çünkü Hayber günü Resulullah
(s.a.)'ın baldın açılmıştı; bununla birlikte Cerhed hadisi dolayısıyla da
baldırın açılması mekruh görülmüştür.
Ebu
Hanife de, diz kapağı avrettir, demiştir.
Şafiî
ise, göbek ve diz kapaklan sahih görülen görüşe göre avret değildir, der.
Bununla birlikte Şafiîlere göre, diz kapaklarının örtülmesi vacibin ancak
kendisi ile tamam olduğu şeyde vaciptir, kabilinden gereklidir.
Hür
kadının avretine gelince: İlim ehlinin çoğunluğuna göre yüz ve eller müstesna,
bütünüyle avrettir. Buna delil ise fukahanın çoğunluğunun şu görüşüdür:
"Her kim bir kadın ile evlenmek isterse onun yüzüne ve ellerine baksın."
Çünkü bu ihramda da açılması gerekli olan yerlerdir.
Yüce
Allah'ın, "Size... örtecek... süsleyecek elbise indirdik" buyruğu ise
Yüce Allah'ın insanın dünya hayatında ihtiyaç duyduğu şeyleri fazlasıyla nimet
olarak verdiğine ve dini, dünyası ve ahireti hususunda ona fazlasıyla yardımcı
olduğuna delildir.
Fakat
takva elbisesi olan iman, salih amel ve yüzdeki güzel görünüm daha hayırlı,
daha kalıcıdır ve Allah nezdinde bununla kurtuluş mümkündür. Yüce Allah'a yakın
olmanın yolu da budur. Çünkü bunun anlamı şudur: Sizin daha önceden öğrenmiş
bulunduğunuz kendisine işaret olunan takva elbisesi, sizin için avretlerinizi
örten elbiselerden, sizin için indirmiş olduğumuz süs eşyalarından daha
hayırlıdır; o halde bu elbiseyi giyininiz.
Yüce
Allah'ın, "Ey Ademoğulları, şeytan... sizi de bir fitneye düşürmesin"
buyruğu insanları şeytanın vesvese ve telkinlerini kabul etmekten sakındırma-ya
delildir. Çünkü peygamberlerin kıssalarının hatırlatılmasından kasıt, bu
kıssaları dinleyecek kimselerin ibret almalarıdır. Adeta Yüce Allah Hz. Adem
kıssasını zikredip bu kıssada şeytanın Hz. Adem'e ve çocuklarına olan aşırı
düşmanlığını beyan ettikten sonra, Ademoğullannı şeytanın vesvese ve telkinlerini
kabul etmekten sakındırmış gibidir. Buna delil ise onun Hz. Adem ile Havva'ya
etki etmesi ve onları cennetten çıkartılmalarını gerektiren yanılgıya düşürmüş
olmasıdır. Şeytan Hz. Adem'i etkilediğine göre, sıradan insanların durumu nasıl
olur?
Şeytanın
Hz. Adem ile Havva'nın üzerlerinden çıkarmalarına sebep olduğu elbise cennet
elbisesidir. Yüce Allah'ın, "Sizin kendilerini göremediğiniz yerden"
buyruğu da insanların cinleri göremediklerini göstermektedir. İmam Ah-med'in
rivayet ettiği şu haber de bunu pekiştirmektedir: "Muhakkak şeytan
Ademoğlunun içinden kanın aktığı gibi akar." Ayrıca Yüce Allah'ın, "O
ki insanların göğüslerinde vesvese verir." (Nas, 114/5) buyruğu ile
Tirmizî, Nesaî ve İbni Hibbân'm İbni Mes'ud'dan rivayet ettikleri şu hadis de
bunu göstermektedir: "Muhakkak meleğin de bir telkini vardır, şeytanın da
(kalpte) bir vesvesesi vardır. Meleğin telkini hayır vaad etmek ve hakkı tasdik
etmek üzeredir, şeytanın vesvesesi ise şerri vaad etmek ve hakkı tekzip etmek
yolundadır."
Bunun
dışında ayrıca cinlerin görülmesi hususunda da Buharî ve Müslim'de sahih bir
takım haberler vardır.
Bizim
inancımız şudur: Şeytanın herhangi bir şekilde insanlar üzerinde bir hakimiyet
kudreti yoktur. Buna delil ise Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Benim sizin
üzerinizde bir hakimiyetim yoktu. Sadece ben sizi çağırdım, siz de benim
çağrımı kabul ettiniz." (İbrahim, 14/22).
Ehl-i
sünnet Yüce Allah'ın, "Şüphesiz biz şeytanları iman etmeyenlerin velileri
yaptık" buyruğunu, kovulmuş olan şeytanı kâfirlerin üzerine onları saptırıp
azdınncaya kadar musallat edenin Allah olduğuna delil göstermişlerdir. Bu ise
onların cezalarını artırmak ve haktan uzaklaşma hususunda onları biribir-lerine
eşit kılmak içindir. Böylelikle şeytan iman etmeyen kimselerin velisi, dost ve
arkadaşı olmuş olur.
[43]
28-
Onlar bir hayasızlık yaptıkları zaman, "Biz atalarımızı da onun üzerinde
bulduk, Allah da bize onu emretti" dediler. De ki: "Allah hiç bir
zaman hayasızlığı emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı mı
söylüyorsunuz?"
29-
De ki: "Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi ona doğrultun
ve dini ancak kendisine halis kılan kimseler olarak O'na yalvarın. İlk önce,
sizi yarattığı gibi, yine O'na döneceksiniz."
30- Bir kısmını hidayete erdirdi, bir kısmının
üzerine de sapıklık hak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları veliler
edindiler ve kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.
"Bir
kısmını hidayete erdirdi, bir kısmının üzerine de sapıklık hak oldu."
Buradaki ifadenin takdiri şöyledir: "Ve üzerinde sapıklığın hak olduğu bir
kısım insanlar da sapıttı.
[44]
"Hayasızlık"
anlamını verdiğimiz "el-fahişe" son derece çirkin bir davranış ve
amel demektir. Şirk gibi her türlü masiyet bunun kapsamına girer. Müşriklerin,
"Bizler kendileri üzerimizdeyken Allah'a asi olduğumuz elbiselerle tavaf
etmeyiz" diyerek Beytullahı çıplak tavaf etmeleri de bu kabildendir.
Onlara bu şekilde davranmaları yasak kılındı. "Siz bilmediğiniz şeyleri
Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?" Onun söylediğini mi iddia ediyorsunuz? Bu
inkarî (yaptıklarını red anlamını taşıyan) bir sorudur.
"Rabbim
adaleti" bütün işlerde itidali ve dengeyi "emretti. Her secde yerinde
yüzlerinizi O'na doğrultun." Yani hem adaletli olun, hem de yüzlerinizi...
doğrultun. Bir şeyin doğrultulması hakkının verilmesi, şartlarının eksiksiz yerine
getirilmesi demektir. Namazın dosdoğru kılınması, tartının adaletle yerine
getirilmesi gibi. Yüz de bilindiği gibi insan organlarının en şereflisidir.
Burada maksat ya insanın bildiğimiz organıdır; Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Yüzünü Mescid-i Harama doğru çevir." (Bakara, 2/144).
Ya da kalbin yönelişinden maksadın sıhhatinden bir kinayedir, Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Yüzünü dine, hanîf olarak çevir." (Rum,
30/30).
"Her
secde yerinde" yani secdelerinizi O'na ihlâsla yapınız "ve dini ancak
kendisine hâlis kılan kimseler olarak O'na yalvarın." Şirkten arınmış
olarak yalnız O'na ibadet edin. "İlk önce sizi yarattığı gibi" hiç
bir şey değilken sizi var ettiği gibi; "yine O'na döneceksiniz."
Kıyamet gününde sizi tekrar canlılar olarak diriltecektir.
[45]
Şanı
Yüce Allah şeytanları kâfirlerle birlikte ve kâfirlere musallat kılınmışlar
olarak yarattığını söz konusu ettikten sonra, burada da şeytanların iman
etmeyenlere musallat kılınışlarının etkilerinden birisini zikretmektedir ki, bu
da onların şeytanlara itaatleridir.
[46]
Müşrikler
şeriatın, aklın ve selim tabiatın çirkin görüp hoş karşılamadığı şirk,
Beytullahı erkek ve kadınlar birlikte çıplak olarak tavaf etmek gibi çirkin bir
hayasızlık -ki evlâ olan burada hayasızlık (el-fâhişe) tabirinin genel kabul
edilmesi olup bu da her türlü büyük masiyettir ve bütün büyük günahlar bunun
kapsamına girer- yaptıkları takdirde derler ki: Biz bu işte atalarımızı taklit
ediyor, geçmişlerimize uyuyoruz. Hem yaptıkları bu işlerin itaat olduğuna ve
Allah'ın kendilerine bu işleri emrettiğine inanıyorlardı. Oysa bu işler hayasızlıktır.
Bu hayasızlıkları yapmalarına -ki bunlar hayasızlık olduklarının idrakinde
olmayarak- iki hususu gerekçe gösteriyorlardı. Birincisi, "Atalarımızı da
onun üzerinde bulduk" demeleri; ikincisi ise, "Allah da bize onu
emretti" diye söylemeleriydi.
Birinci
gerekçelerine Allah cevap vermemektedir. Çünkü katıksız bir taklit ve
gelenekselciliğe işarettir. Aklen de bu, tutarsız bir yoldur. Bu yolun tutarsızlığı
da herkes tarafından açık seçik bir şekilde görülmektedir. O bakımdan bu
gerekçeye ayrıca cevap vermeye ihtiyaç yoktur.
İkinci
gerekçeleri olan, "Allah da bize onu emretti" şeklindeki sözlerine
ise Yüce Allah, "De ki: Allah hiç bir zaman hayasızlığı emretmez"
buyruğu ile cevap vermektedir. Yani şüphesiz ki bu fiiller, peygamberler ve
rasuller vasıtasıyla münker ve çirkin işler olarak ifade edildiği gibi, Allah
da kemaliyle bunları emretmekten münezzehtir; o halde Allah'ın bunları
emrettiği nasıl söylenebilir?
Hakikatte
ise bunları emreden şeytandan başkası olamaz. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Şeytan sizleri fakirlikle korkutur ve sizlere hayasızlığı
emreder." (Bakara, 2/268).
Daha
sonra Yüce Allah inkârı ifade eden bir soru ile onların sözlerini reddederek
şöyle buyurmaktadır: "Siz bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı mı söylüyorsunuz..."
Yani sizler doğru olduğunu bilmediğiniz sözleri mi Allah'a isnat ediyorsunuz?
Yüce Allah'ın şeriatı ancak O'nun tarafından rasulüne gönderilen vahiy ile
sabit olur. Sizler ise şeytanın vesvese ve telkinlerinden öğreniyorsunuz
bunlarla Allah'a karşı yalan uyduruyorsunuz. Bu şekildeki bir tepki onların
Allah'a böyle çirkin bir şeyi izafe etmeleri dolayısıyladır. Aynı zamanda onların
sözlerinin aşırı cehaletten başka bir şeye dayalı olmadığına da bir tanıklıktır.
Yüce
Allah hayasızlığı emreden bir buyruğun kendisinden sadır olamayacağını ifade
ettikten sonra, kendisinin ancak doğruluk ve adaletle emrettiğini şöylece
açıklamaktadır: "De ki: Rabbim adaleti emretti." Yani ey Muhammedi
Onlara de ki: Benim Rabbim ancak bütün işlerde aşırılıktan ve kusurlu davranmaktan
uzak bir şekilde adaleti, doğruluğu ve dengeli olmayı emreder.
Aynı
şekilde Rabbim kendisine ibadetin hakkıyla ifa edilmesini ve bütün secde
zamanlarında ve secdelerin yapıldığı bütün mekânlarda sağa sola sap-maksızın
yalnızca yüzünüzü O'na doğrultarak kendisine ibadet etmenizi emretmiştir.
Yüzün secde yerinde O'na doğrultulmasından kasıt ise namazdır. Yine O sizlere
dininizi yani itaatinizi yalnızca kendisine halis kılarak ibadet ve dua
etmenizi, bununla yalnızca onun rızasını aramanızı emretti.
Yani
bu ayet-i kerime iki hususu emretmektedir:
1- İbadet hususunda vakit ve yapılacağı yerlerde dosdoğru olmak. Mucizelerle
desteklenmiş peygamber ve rasullerin Allah'tan alıp haber verdikleri şekilde
getirdikleri şeriata uygun olarak yapmak.
2- Allah'a ibadette ihlâsla yalnızca O'na yönelmek. Çünkü şanı yüce Allah
bu iki özelliği kendisinde toplamayan hiç bir ameli kabul buyurmaz: Yapılan
amel doğru ve şeriata uygun, şirkten arınmış, ihlâslı bir amel olacak.
[47]
Daha
sonra Yüce Allah öldükten sonra dirilmeyi ve tekrar yaratılmayı inkârlarına
karşı yaratmanın ilk olarak Allah tarafından başlatılmasını belirterek delil
getirmekte ve şöyle buyurmaktadır: "İlk önce sizi yarattığı gibi yine
döneceksiniz." Yani Allah ilk olarak sizi nasıl yarattıysa amellerinizin
karşılığını da sizlere verecektir. O halde ibadeti yalnız O'na hâlis kılınız.
Sizler
öldükten sonra dirilme ve hesap halinde iki kesimden birisi arasında yer
alacaksınız: Kesimin birisine Allah hidayet vermiş, ibadete, iman ve ih-lâsa
muvaffak kılmıştır ki bunlar İslâm'a girenlerdir. Diğer bir kesim ise şeytanın
aldatmalarına uyup Allah'a itaatten yüz çevirdiği için aleyhlerine sapıklığın
hak olduğu, Yüce Allah'ın da, fertlerinin sapacaklarını, hidayet bulmayacaklarım
bildiği kesim. Bu kesim aleyhine dalâletin sabit oluş sebebi ise şudur: Onlar
Allah'ı bırakıp şeytanları veli edindiler. Şeytanın kendilerini çağırdığı şeyi
kabul ettiler. Hak ile batılı birbirinden ayırd etme hususu üzerinde de düşünmediler.
Aleyhlerine
dalâletin hak olduğu kesim, şeytanları veli edindiler. Yani kendilerine
verdikleri emirler hususunda itaat etmek suretiyle onları dost kabul ettiler.
İşte bu Yüce Allah'ın onların dalâlette olacaklarını bilmesinin, dalâlette
oluşlarına bir etkisinin olmadığına delildir. Mutezile mezhebine mensup
Zamahşerî'nin dediği gibi, onlar kendi tercihleriyle ve Yüce Allah'ı bırakıp
şeytanları veli edinmeleri sebebiyle sapıtmışlardır.
Hidayet
ve dalâletin Yüce Allah'tan geldiğini kabul eden Ehl-i sünnetin görüşüne göre
ise buyruğun anlamı şudur: Hidayet ve dalâlet önce Yüce Allah'ın yaratması ile
ortaya çıkar. Fakat bu işi işlemeye onları çağıran şey, Allah'tan başka
şeytanları veli edinmeleridir.
İkinci
kesimin ise başka nitelikleri vardır. Onlar kendilerinin hidayette olduklarını
yani vasiyet ve hidayet üzre, doğru yol üzre olduklarını sanırlar; fakat
gerçekte onlar sapıktırlar, yanlışlık içerisindedirler: "De ki: Amelleri
bakımından en zararda olanları sizlere haber verelim mi? Onlar kendilerinin
güzel iş yaptıklarını sandıkları halde dünya hayatında çabaları sapan ve boşa
çıkan kimselerdir." (Kehf, 18/103-104).
İkinci
kesime dair ayet-i kerimenin ihtiva ettiği anlamı Müslim'in İyâd b. Hımâr'dan
yaptığı şu rivayet de pekiştirmektedir: İyâd der ki: Resulullah (s.a.) buyurdu
ki: "Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Şüphesiz ben kullarımı Haniler olarak
yarattım. Sonra şeytanlar onlara geldi de onları dinlerinden
uzaklaştırdı."
Bazıları
da, "İlk önce sizi yarattığı gibi yine döneceksiniz" buyruğunu şöylece
açıklamışlardır: Biz sizi nasıl yarattıysak öyle döneceksiniz. Bir kesim hidayet
bulmuş, bir kesim de sapık olarak. İşte siz bu şekilde annelerinizin karınlarından
tekrar yaratılır ve öylece çıkarsınız. İbni Abbas der ki: Yüce Allah Ademoğlunu
ilkin mümin ve kâfir olarak yaratır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O sizi yaratandır. Kiminiz kâfir kiminiz mümin (oluyor)" (Tega-bûn,
64/2). Sonra Yüce Allah onların yaratılışını ilk olarak başlattığı gibi, tekrar
mümin ve kâfir olarak iade eder. Bu da Sahihi Buhârî' de yer alan İbni Mesud
yoluyla gelen şu hadise uygun düşmektedir: "Kendisinden başka ilâh olmayan
hakkı için söylüyorum, sizden herhangi bir kimse cennet ehlinin ameli ile amel
eder; o kadar ki kendisi ile cennet arasında ancak bir arşınlık mesafe kalır,
Kitap (levh-i mahfuzdaki kader) onun aleyhine öne geçer ve böylelikle o da
cehennem ehlinin ameliyle amel eder, oraya girer. Şüphesiz de sizden herhangi
bir kimse cehennemliklerin ameliyle amel eder, o kadar ki kendisiyle onun arasında
yalnızca bir arşın kalır da sonunda onun hakkında Kitabın hükmü onu geçer ve
böylelikle o da cennetliklerin ameliyle amel eder, oraya girer."
Bu
tevile binaen bu açıklama ile Yüce Allah'ın şu buyruğu arasında bir çelişki
söz konusu olur: "Sen yüzünü dine hanîf olarak dosdoğru çevir. Allah'ın insanları
üzerinde yaratmış olduğu fıtratına." (Rum, 30/30). Bunun bir benzeri de
Buharî ile Müslim'de Ebu Hureyre (r.a.)'den gelen Resulullah (s.a.)'ın şu
buyruğudur: "Her doğan,, fıtrat üzere doğar. Sonra onun anne babası onu
Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar." Müslim'in Sahîh'inde yer alan ve az
önce geçen Iyad b. Hımâr'ın hadisi de buna uygun düşmektedir.
"Sizi
yaratan O'dur" ayeti ile, "Allah'ın fıtratı..." ayeti ve her
birisini teyit eden hadis-i şeriflerin birlikte anlaşılmasına gelince: Şanı
Yüce Allah bütün insanları kendisini bilip tanıyacak, tevhid edecek, ondan
başka ilâh olmadığını bilecek halde -bu hususta onlardan mîsâk (and) aldığı
şekilde- yaratmış ve bunu tabiatlarına ve fıtratlarına yerleştirmiştir.
Allah'ın
onları bu şekilde dosdoğru ve fıtrî yaratışından sonra, Yüce Allah ezelî ve
kadim ilminde insanların kimisinin mümin kimisinin kâfir, kimisinin bedbaht
kimisinin mutlu olacağını, üzerlerinde yaratıldıkları aslî durumlarda bir takım
değişiklikler ortaya çıkacağını bildi ve takdir etti. İşte Yüce Allah'ın,
"Sizi yaratan O'dur. Kiminiz kâfir kiminiz mümin (oluyor)" buyruğunun
anlamı budur. Yani ikinci durumda onun işi imandan sonra küfre varacaktır. Allah'ın
kaderi ise mahlûkatı arasında olduğu gibi geçerli olandır. Çünkü, "Takdir
eden ve hidayete ileten (doğru yolu gösteren) O'dur." (Alâ, 87/3); "O
her şeye hilkatini veren, sonra da hidayete iletendir." (Tâ-Hâ, 20/50).
[48]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Ataların ve geçmişlerin taklit edilmesi aklen ve tabiat itibarıyla
reddedilen bir şeydir. Çünkü Yüce Allah insanı hak ile batılı birbirinden
ayırd edebileceği akıl ile mümtaz kılmıştır. Eğer atalar hak ve hayır üzere
iseler onları taklit etmek caiz olur; şayet sapıklık ve kötülük üzere iseler
onların izledikleri yoldan uzak durmak icap eder. Aksi takdirde onların izinden
gidenler de bilgisizlik üzere olurlar, hata üzre olurlar.
2- Yüce Allah ancak adaleti ve dosdoğru olmayı emreder. O hayasızlığı,
münker ve masiyetleri emretmekten münezzehtir.
3- Rabbine ibadet hususunda mümine düşen iki görev vardır: Onun yapacağı
işler şeriatın belirlediği doğruya uygun düşmeli ve şirkten arınmış olmalıdır.
Yani o ibadet ve itaatini Allah'a halis kılmalı, her türlü hata ve sapıklık şekillerinden
uzak kalmalıdır.
4- Yaratıkların öldükten sonra diriltilmeleri ilk olarak yaratılmaları
gibidir; hatta daha da kolaydır: "Yaratmayı ilkin başlatan sonra da onu
tekrar iade edecek olan O'dur ki bu ona göre daha kolaydır." (Rûm, 30/27).
5- Razî der ki: Şanı yüce Allah, "De ki: Rabbim adaleti
emretti..." ayet-i kerimesinde üç hususu emretmektedir:
Evvelâ,
o adaleti (el-kıst'ı) emretmiştir ki bu da, "Lâ ilahe illallah" sözüdür.
Bu söz, şanı yüce Allah'ı zatı, fiilleri ve hükümleriyle bilip tanımayı kapsadığı
gibi, O'nun bir tek ve ortaksız olduğunu bilmeyi de ihtiva eder.
İkinci
olarak, Allah namazı emretmektedir. Bu da, "Her secde yerinde yüzlerinizi
O'na doğrultun" buyruğu ile yapılmıştır.
Üçüncü
olarak, O, dini Allah'a halis kılanlar olarak kendisine ibadeti emretmiştir.
[49]
6- Bütün insanlar yaratılışları esnasında tevhid ve Yüce Allah'ı bilip
tanıma fıtratı ile yaratılırlar. Daha sonra çevre, öğrenim, ev, okul ve
toplumdaki yönlendirmelerin etkileri ile bazılarının durumu değişebilir.
7- Yüce Allah onları tevhidin aslına, Allah'ı tanımaya ilettikten sonra
müminlerin hidayetlerini ve hayra olan muvaffakiyetlerini daha da artırır.
Kâfirin dalâlette sebat etmesi ise, onun şeytanın vesveselerine kulak
vermesinden ötürüdür: "Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları veliler
edindiler." İbni Cerir et-Taberî der ki: İşte bu, işlemiş olduğu bir
masiyet yahut inandığı bir sapıklık dolayısıyla onun doğru şeklinin ne olduğuna
dair bilgi gelip de bunu Rabbine inat olmak üzere işlemedikçe, Allah'ın hiç bir
kimseyi azaplandırmayacağmı iddia edenin yanlışlığına en açık bir delildir.
Çünkü durum böyle olsaydı hiçbir zaman kendisinin hidayette olduğunu zanneden
ve fakat sapıklık içerisinde olan kesim ile hidayette olan kesim arasında hiç
bir fark bulunmazdı. Oysa Yüce Allah bu ayet-i kerimede bu iki kesim arasında
isimleri itibariyle de hükümleri itibariyle de fark gözetmektedir.
[50] Yani
azap, yalnız ve yalnız doğruyu bilmekle birlikte inat etmek haline münhasır
değildir. Aksine azap doğrunun açıkça anlaşılması hususunda bilgisizlik, sapma
ve yanlışlık içerisinde olma halinde de söz konusu olabilir.
[51]
31-
Ey Ademoğulları! "Her mescide gidişte ziynetlerinizi alın; yiyin, için
ama israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.
32-
De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim
haram kılmış?" De ki: "Bunlar dünya hayatında iman edenler içindir.
Kıyamet günü ise yalnız onlaradır. İşte biz ayetlerimizi, bilen bir topluluğa
böylece açıklarız."
"Her
mescide gidişinizde" ifadesinde mescitten kasıt tavaf ve namazdır. O
bakımdan bu yer ilişkisi yönüyle bir mürsel mecazdır. Çünkü mescit namaz kılma
yeri olduğundan dolayı tavaf ve namaz da -mahallin zikredilip halin irade
edilmesi kabilinden- kullanılmıştır.
[52]
"Her
mescide gidişinizde" namaz ve tavaf esnasında "ziynetlerinizi
alın" yani sizi süsleyecek, avretlerinizi örtecek şeyleri edinin. Burada
kasıt güzel elbiselerdir. Diğer taraftan secde yeri (mescit)nin kullanılması
ile namaz ve tavaf kastedilmiştir.
Sen
de onların bu tutumlarını reddetmek üzere "de ki: Allah'ın kulları için
çıkardığı ziyneti" elbiseleri "ve temiz şeyleri" hoşlanılan
şeyleri, "kim haram kılmış... bunlar dünya hayatında" başkaları bu
hususta onlara ortak olsa dahi "iman edenler içindir." Onlara
lâyıktır, onların hakkıdır. "Kıyamet günü ise yalnız onlaradır",
onlara hastır. "İşte biz ayetlerimizi bilen" düşünen "bir
topluluğa -çünkü onlardan yararlananlar bunlardır- böylece açıklarız." Bu
şekilde açıkladığımız gibi geniş geniş beyan ederiz.
[53]
Müslim,
İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: Cahiliye döneminde kadın
Beytullah'ı çıplak olarak ferci üzerinde bir bez parçası bulunduğu halde tavaf
eder ve şöyle derdi:
"Bu
gün bir kısmı veya bütünü açığa çıkabilir oranın Fakat ondan görünen kısmını
helâl kılmıyorum."
Bunun
üzerine, "her mescide gidişinizde ziynetlerinizi alın" ayeti ile
"De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti... kim haram kılmış"
mealindeki iki ayet-i kerime nazil oldu.
Yine
Müslim'in Sahîh'inde Urve'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Araplar,
Hums
[54]
müstesna, Beytullah'ı çıplak olarak tavaf ederlerdi. Hums ise Kureyş ve
onlardan türeyenlerdir. Diğer Araplar, Hums'un kendilerine elbise verdikleri
zaman hariç, Beyti çıplak tavaf ederlerdi. Kureyş'in erkekleri diğer erkeklere,
kadınları da diğer kadınlara elbise verirdi. Humslular ise (vakfe için)
Müzdelife'nin dışına çıkmazlardı, onların dışında kalan herkes Arafat'ta vakfe
yapardı."
Müslim'den
başka kaynaklarda da şöyle denilmektedir: Humslular derlerdi ki: "Biz
Harem ehli olan kimseleriz. O bakımdan Araplardan herhangi bir kimse bizim
elbisemizi giymedikçe tavaf etmemesi gerekir ve bizim topraklarımıza girdikten
sonra da bizim yemeklerimizden başkasını yememelidir." O bakımdan
Araplardan Mekke'de kendisine geçici olarak elbise verecek arkadaşı ve ücret
ile elbise kiralayacak imkânı bulunmayan bir kimse, şu iki husustan birisini
tercih etmek zorunda kalırdı: Ya Beytullah'ı çıplak olarak tavaf edecekti ya
da kendi elbiseleriyle tavaf edecekti. Tavafını bitirdikten sonra ise elbisesini
çıkarır bir kenara atar, kimse de ona el sürmezdi. Böyle elbiselere de, bırakılıp
atılan anlamına el-lekâ adı verilirdi.
İşte
onlar bu cehalet, bidat ve sapıklıkları içerisinde Yüce Allah Hz. Mu-hammed'i
gönderinceye kadar devam edip gittiler. Sonunda Yüce Allah, "Ey
Ademoğulları! Her mescide gidişinizde ziynetlerinizi alın" ayetini indirdi
ve Resulullah (s.a.)'ın müezzini, "Şunu bilin ki artık Allah'ın evini
çıplak bir kimse tavaf etmeyecektir" diye nida etti.
el-Kelbî
der ki: Cahiliye dönemi insanları hac günlerinde haclarını tazim için ancak
kendilerini ayakta tutacak kadar bir şeyler yerler, yağlı bir şey yemezlerdi.
Bunun üzerine Müslümanlar, "Ey Allah'ın Rasulü, biz böyle davranmaya daha
lâyığız" dediler. Bu sefer Yüce Allah, "yeyin," yani eti ve yağı
yeyin ve "için" buyruğunu indirdi.
[55]
Yüce
Allah bütün hususlarda doğruluk ve adalet demek olan kist' ı kullarına emredip
bizden ibadet için -namaz veya tavaf olsun- her toplantı yerinde süslerimizi
takınmayı emretti ve israfa kaçmaksızın yememizi ve içmemizi mubah kıldı.
İbni
Abbas der ki: Arap kabilelerinden cahiliye ehli olanlar Beytullah'ı çıplak
olarak tavaf ederlerdi. Erkekler gündüzün, kadınlar geceleyin tavaf ederler ve
Mina mescidine vardıkları vakit de elbiselerini atarlar, mescide çıplak varırlar
ve, "Bizler kendileriyle günah işlediğimiz elbiselerimizle Beyt'i tavaf
etmeyiz" derlerdi.
[56]
Ey
Ademoğulları! Namaz veya tavaf olsun, her ibadet edeceğiniz vakit ziynetinizi
takınınız ve o zaman elbiselerinizi giyininiz. Burada ziynetten kasıt güzel
elbiselerdir. Asgarisi ise avreti örten miktardır. Çünkü namaz ve tavaf sırasında
avretin örtülmesi vaciptir. Avretten olmayan bölümlerin örtülmesi ise
sünnettir, vacip değildir. Erkeğin avreti daha önceki ayetlerde de öğrendiğimiz
gibi, göbek ile diz kapağı arasında olan bölümdür. Kadının avreti ise yüz ve elleri
dışında bütün bedenidir.
Elbise
gelişmiş bir uygarlık görünümüdür. Elbise giyme ve avreti örtme emri İslâm'ın
güzellikleri arasındadır. Arap kabilelerini ve onların dışında kalan diğer
Afrikalıları ve benzerlerini ilkellikten, gerilikten, vahşilikten uygarlığa
taşıyan İslâm olmuştur.
Tesettürün
vacip oluşu hususunda ayetin muhtevasını Taberânî ve Beyha-kî'nin İbni Ömer'den
yaptıkları şu rivayet de teyit etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Sizden herhangi bir kimse namaz kıldığı vakit (alt ve üst olmak üzere)
iki elbisesini giyinsin. Çünkü şüphesiz Aziz ve Celil olan Allah, kendisi için
süslenilenler arasında buna en lâyık olandır. Eğer o kimsenin iki elbisesi
yoksa, bu sefer namaz kıldığı takdirde belden aşağısını örten izarını kullansın
ve sizden herhangi bir kimse Yahudilerin örtüye sarındıkları gibi namazda da sarınmasın."
Şafiî,
Ahmed ve Buharî de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu
naklederler: "Sizden herhangi bir kimse omuzunda ondan herhangi bir parça
bulunmaksızın tek bir elbise içerisinde namaz kılmasın."
Daha
sonra Yüce Allah israfa gitmeksizin yemeyi, içmeyi mubah kılmak üzere şöyle
buyurmaktadır: "Yeyin, için ama israf etmeyin..." Hoş ve lezzet alınan
şeylerden yeyiniz, içiniz. Fakat bunlarda israfa gitmeyiniz. Aksine, israfa ve
cimriliğe gitmeden itidali elden bırakmayınız. Sakın yeme ve içme hususunda
helâl sınırlarını aşarak harama düşmeyin. Şüphesiz Allah yeme ve içmede israf
edip haddi aşanları sevmez. Yani sonunda zarara götüren israftan dolayı onları
cezalandırır.
İmam
Ahmed Abdullah b. Amr'dan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Yiyin, için, giyinin ve tasadduk da yapın. Büyüklenip böbürlen-meksizin
ve israfa sapmaksızın bunları yapın. Şüphesiz Allah kulunun üzerinde nimetinin
etkisini görmeyi sever."
Nesaî
ve İbni Mace de yine Abdullah b. Amr'dan şu lafızla rivayet etmektedir:
"Yeyin, tasadduk edin ve giyinin; ancak israfa sapmayın ve böbürlenmeyin."
İmam
Ahmed, Nesaî ve Tirmizî de -Mikdam b. Ma'dîkerib'den şöyle dediğini rivayet
eder: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Ademoğlu karnından
daha kötü bir kap doldurmuş değildir. Ademoğluna bünyesini ayakta tutacak
yiyeceği birkaç lokma yeterlidir. Eğer mutlaka (fazla) yiyecekse o halde
(karnının) üçte birini yemeğine, üçte birini içeceğine, üçte birini de nefesine
ayırsın."
Seleften
bazısı şöyle demiştir: Allah tıbbın tümünü yarım ayette bir araya getirmiştir:
'Yeyin, için ama israf etmeyin." Nakledildiğine göre er-Reşîd'in oldukça
maharetli Hristiyan bir doktoru vardı. O, Ali b. el-Hüseyin'e, "Sizin Kitabınızda
tıp ilminden herhangi bir şey yoktur. Halbuki ilim iki türlüdür: Din ilmi ve
beden ilmi" dedi: Ali ona şu cevabı verdi: "Allah tıbbın tümünü
Kitabımızda yarım bir ayette bir araya getirmiştir." O, "Bu
hangisidir?" diye sorunca Ali şu cevabı verdi: "Yüce Allah'ın,
'Yeyin, için ama israf etmeyin" buyruğudur." Bu sefer Hristiyan
doktor "Peki sizin peygamberinizden tıbba dair bir şey
nakledil-memektedir" deyince Ali şöyle dedi: "Allah Rasulü de tıbbı
birkaç kelimede özetlemiştir." "Bunlar Hangileridir?" diye
sorunca, "Ademoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmuş değildir.
Ademoğluna bünyesini ayakta tutacak bir kaç lokmacık yeterlidir" diyerek
hadisi zikretti. Bu sefer Hristiyan doktor şöyle dedi: "Kitabınız da
peygamberiniz de Calinos'a tıp namma bir şey bırakmadı."
[57]
Buharî
der ki: İbni Abbas dedi ki: "Dilediğini ye, dilediğini iç. Elverir ki şu
iki hasleti de ihmal etmeyesin: İsrafa kaçmamak ve kibirlenmemek."
İsraf
her hususta haddi aşmaktır. Yüce Allah ise helâl kıldığının helâl bilinmesini,
haram kıldığı şeyin de haram bilinmesini sever, işte emrettiği adalet de budur.
O bakımdan açlık, susuzluk, fazla tokluk, fazla içmek gibi tabiî sınırın
aşılması doğru değildir. Maddî hususta da bu böyledir. Nafaka kişinin gelirini
tamamıyla tüketmeyecek şekilde belli bir oranda olmalıdır. Sert sınırlarda da
bu böyledir. Allah'ın haram kıldığı meyte, kan, domuz eti, Allah'tan başkasının
adına kesilmiş olan ve şarap gibi şeylerin kullanılması da -zaruret hali dışında-
caiz değildir. Altın ve gümüş kaplarda yemek içmek helâl olmadığı gibi, tabiî
ipek giymek, yahut erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesi de
helâl olmaz.
Buna
göre cimrilerin yaptıkları da, israfa sapan lüks ve debdebe içerisinde
yaşayanların yaptıkları da şer'an yapılmaması gereken haramlar arasındadır.
İbni Mace, Sünen' inde Enes b. Malik'ten Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Canının çektiği her şeyi yemen israftandır."
Yüce
Allah da itidal üzere yükselen sünnet ve şeriatını pekiştirerek Allah'tan
gelmiş bir şeriata dayalı olmaksızın kendiliğinden bir takım yiyecek, içecek
veya giyeceklerden herhangi bir şeyi haram kılanların tutumlarını reddederek
şöyle buyurmaktadır: "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti...
kim haram kılmış?"
Yüce
Allah bu şekilde mubahları haram kılan kimselerin tutumlarını reddetti ve
peygamberine kendi tutarsız görüş ve bidatleriyle bir takım şeyleri haram
kılan bu müşriklere yaptıklarını red eden bir eda ile şöylece sormasını emretti:
Allah'ın temel maddelerini kullan için yaratmış olduğu ve onlara vermiş olduğu
ilham ile fıtratlarında yaratmış olduğu kabiliyetlerle bunları nasıl kullanıp
işleyeceklerini, bunlardan nasıl yararlanacaklarını öğrettiği süsleri, hoş ve
temiz nzıklan kim haram kıldı? Bunlar asıl itibariyle dünya hayatında Allah'a
iman edip O'na ibadet edenler için yaratılmıştır ve onların hakkıdır. Onlardan
başkaları bu hususta onlara tabidir. Dünyada fiilen kâfirler bunlarda müminlere
ortak olsalar dahi kıyamet gününde bütün bunlar müminlere has olacaktır.
Kâfirlerden kimse onlara bu hususta ortak olamayacaktır. Çünkü cennet kâfirlere
haram edilmiştir.
İşte
ziynet ve temiz şeylerin hükmüne dair yaptığımız bu eksiksiz ve mükemmel
açıklamalar gibi şeriatın ve dinin kemaline, peygamberin doğruluğuna ve
şeriatın tamlığına delâlet eden ayetleri, toplumsal ve nefsî bilgileri, tıbbı,
insanların maslahatlarını bilen ve bunlar üzerinde düşünüp gerekli öğüt ve ibretleri
alan bir topluluğa böylece açıklıyoruz; yoksa insanın, uygarlığın ve ümranın
ilerlemesi için gerekli bilgi ve teknikleri bilmeyen bir topluluğa değil. Buna
göre Yüce Allah'ın "İşte biz ayetlerimizi... böylece açıklarız"
buyruğunun anlamı şudur: Ben size helâl ve haramı bu şekilde genişçe
açıkladığım gibi, duyacağınız diğer şeyleri de sizlere böylece açıklıyorum.
İşte
bütün bunlar İslâm'ın, ruhî olgunluğun ve kusursuz akidenin, ahlâkî
üstünlüğün, hayatın zorluklarına galip gelmek için gerekli bedenî ve ruhî
gücün, Allah'ın yeryüzünde yerine halife tayin etmiş olduğu, göklerde ve yerde
bulunan her şeyi kendisine müsahhar kıldığı insanın misyonunu yerine
getirmesinin dini olduğunun delilleri arasındadır. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O yerde ne varsa hepsini sizin için yaratandır." (Bakara, 2/29);
"Allah'ın göklerde ne varsa size müsahhar kıldığını görmez misiniz?"
(Lokman, 31/20).
[58]
İslâm
yahut Kur'an-ı Kerim maddî ve manevî hayatı ilgilendiren her ne varsa mutlaka
ona dair açıklamalarda bulunmuş, hüküm ve maksatlarını gereken şekilde izah
etmiştir. Bu din ve bu Kitap yalnızca toplumsal ilişkiler için yasal
düzenlemeleri koymakla yetinmeyip hayatın bütününü ilgilendiren düzenlemeler
getirmiştir. İşte bu da Kur'an-ı Kerim'in hayatın şeriatı olduğunu
göstermektedir.
Bu
düzenlemelerden birisi de güzel elbiseler giymek ve avreti örtmektir. Çünkü
giyim gerçekten uygarlığın üstün bir görünüşüdür. Yine bunlardan birisi de
cimriliğe ve israfa, eli sıkılığa ve lükse gitmeksizin yiyecek, içecek ve hoş
rızıklann mubah kılınmış olmasıdır. Bu da İslâm'ın ele alman hususlarda itidali
seçen yöntemini göstermektedir. Çünkü İslâm, itidal dinidir.
Avretin
örtülmesine en çok riayet edilmesi gereken hallerden birisi ise namaz hali,
insanların Beyt-i Haramda tavaf için toplanacakları vakit ve başka hallerdir.
"Her
mescide gidişinizde ziynetlerinizi alın" ayet-i kerimesi avretin
setre-dilmesinin vücubuna delildir. İlim adamlarının cumhuruna göre, avretin
örtülmesi namazın farzlarından birisidir, hatta el-Ebherî'nin de dediği gibi,
bu her alanda farzdır. İnsana düşen ise namazda olsun, namazın dışında olsun
insanlara karşı avret yerlerini örtmektir. Sahih olan görüş de budur. Çünkü
Hz. Peygamber Müslim'in rivayetine göre el-Misver b. Mahreme'ye şöyle
demiştir: "Dön, elbiseni al ve çıplak yürüme."
Yüce
Allah'ın, "Yeyin, için ama israf etmeyin" buyruğu ise israf yahut
bü-yüklenmeye kaçmaksızın yemenin ve içmenin mubah oluşuna delildir. el-Cas-sâs
der ki: Ayetin zahiri israf etmeden yemenin, içmenin gereğini ifade eder. Bazı
hallerde bununla mübahlık, diğer bazı hallerde de vaciplik kastedilmiştir.
Mübahlığın kastedildiği durum, terk edilmesi halinde zarardan korkulmaması
halidir. Vacipliğin kastedildiği durum ise yeme ve içmenin terk edilmesiyle, zarar
görülmesinden korkulacağı yahut da vaciplerin eda edilmesi için gerekli gücün
bulunamayacağından korkulması halidir. Ayetin zahiri herhangi bir delil ile
yasaklanmamış sair yiyeceklerin ve içeceklerin yenilip içilmesinin caiz olmasını
gerektirmektedir. Elverir ki bu kullanılanlarda kişi israfa kaçmasın. Çünkü
ayet-i kerimede bunlarda israfa kaçılmaması şartıyla, yeme ve içmenin mutlak
olarak mubah olduğu belirtilmektedir.[59]
İhtiyaç
duyulan şeye gelince: Bu açlığı gideren, susuzluğu gideren miktardır. Bu ise
aklen ve şer'an mendup bir şeydir. Çünkü bununla kişinin canı ve bedeni
muhafaza edilir. Bundan dolayı şeriatte visal orucu yasaklanmıştır. Zira visal
orucu cesedi zayıf düşürür, nefsi öldürür, ibadet edecek gücü azaltır. Bu da
şeriatın menettiği ve akim da kabul etmediği bir husustur.
İhtiyaçtan
fazlasını alıp kullanmaya gelince: Bunun haram olduğu da mekruh olduğu da
söylenmiştir. İbnü'l-Arabî der ki: Daha sahih olan budur. Çünkü doyma miktarı
beldeden beldeye, zamandan zamana, yaştan yaşa ve yiyenlerin durumuna göre
değişebilir.
[60]
Resulullah
(s.a.) yemeyi azaltmayı teşvik etmiştir. Tirmizî'nin el-Mikdam b. Madîkerib'den
rivayetine göre şöyle buyurmaktadır: "Hiç bir Ademoğlu karnından daha
kötü bir kap doldurmuş değildir. Halbuki Ademoğluna bünyesini ayakta tutacak
bir kaç lokmacık yeterlidir. Eğer mutlaka yiyecekse üçte birini yemeğe, üçte
birini içeceğe üçte birini de nefesine."
Müslim'in
rivayetine göre İbni Ömer şöyle demiştir: Ben Resulullah (s.a.)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Kâfir yedi bağırsakla yer, mümin ise tek bir bağırsakla
yer." Burada bağırsaktan kasıt midedir. Yani o yedi mide ile yer, mümin ise
az ve hafif yemek suretiyle adeta (gerçekte olduğu gibi) tek bir midesi olan
bir kişi gibi yer. Buna göre kâfirin yediklerinin sadece bir bölümü kadar yer,
kâfir onun yedi kat fazlasını yer. Çünkü imansızlık kâfiri maddî lezzet ve yararlan
daha bir tüketmeye doğru götürür.
Çokça
yemek ve içmek suretiyle israf etmek şer'an men edilmiştir. Çünkü aşın yemek
sindirim organlarını berbat eder, kavrayışı giderir; fazla içmek mideye
ağırlık verir, insanı da dinî ve dünyevî görevlerini yerine getirmekten yana
üşengeç kılar. Eğer israf, farzı yerine getirmekten alıkoyacak olursa haram
olur ve böyle bir kimse Allah'ın kendilerini cezalandıracağı müsrifler arasına
katılır.
Allah'ın
insanlara haram kılmadığı şeyleri haram kılmak da israfın kapsamına girer.
Yüce Allah kendiliğinden mubah olan süsleri haram kılanların davranışlannı
reddetmiştir. Burada süsten kasıt Allah'ın kimseye haram kılmadığı türden
güzel giyimdir. "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti... kim
haram kılmış" ayet-i kerimesi, kaliteli elbise giymenin ve bayram ve cumalarda
insanlara karşı çıkacağı vakit, kardeşlerin ziyaretine gideceği vakit bu
elbiseleri giymenin meşruluğuna delildir. Ebu'l-Aliye der ki: Müslümanlar
ziyaretleştiklerinde süslenirlerdi. Müslim'in Sahih 'inde Ömer b. el-Hattab'dan
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hz. Ömer bir seferinde mescidin kapısı yanında
satılan ipek karışımı (veya üzerinde san çizgisi bulunan) Yemen işi bir elbise
görür. "Ey Allah'ın Rasulü!" der, "Bunu cuma günleri ve huzuruna
geldikleri takdirde elçilere karşı giyinmek için satın alsam?" Allah
Rasulü şöyle buyurdu: "Böylesini ahirette payı bulunmayan kimseler
giyer." Hz. Peygamber Hz. Ömer'in güzel elbise giyinmesini söz konusu
etmesine tepki göstermedi. Ona tepki göstermesinin sebebi bu elbisenin niteliğidir
(yani içinde ipek karışımı veya san çizgilerinin bulunmasıdır).
Tirmizî,
Abdullah b. Ömer'den şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Şüphesiz Allah nimetinin izlerini kulunun üzerinde görmeyi sever."
Yüce
Allah'ın, "Takva örtüsüne gelince; işte daha hayırlı olan odur" buyruğunu
çokça okumak suretiyle kalın elbiseler giymek takvanın artmasına sebep
değildir. Çünkü ileri gelen salih insanlar cuma ve bayram günlerinde ve kardeşleriyle
karşılaşacakları zamanlarda kaliteli güzel elbiselerini giyinir ve süslenirlerdi.
Onlara göre kaliteli elbiseyi tercih etmek çirkin bir iş değildi. Temîm ed-Dârî
bin dirheme bir cübbe satın almış ve onunla namaz küarmış. Mâlik b. Dînâr
kaliteli Aden elbiselerini giyermiş. Müslim de İbni Mes'ud'dan temizlik ve
görünüşü güzelleştirmeye dair rivayet ettiği hadiste şunları söylemektedir:
"Kalbinde zerre ağırlığı kadar kibirden eser bulunan kimse cennete
giremeyecektir. Adamın birisi der ki: Kişi elbisesinin ve ayakkabısının güzel
olmasını sever (bu hususta ne buyurursunuz?) Hz. Peygamber bunun üzerine şöyle
buyurdu: "Muhakkak Allah güzeldir, güzel olanı sever. Kibir ise hakka
karşı bü-yüklenmek ve insanları da küçük görmektir."
Hoş
ve temiz rızıklar helâldir. Bu, kazanç ve yiyecek itibariyle hoş olan her şeyi
kuşatan genel bir ifadedir. Asıl itibariyle bunlar Allah'ın varlığını tasdik
eden, O'nu tevhid eden müminlerin hakkıdır. Başkaları ise bu konuda onlara
tabidir. Diğerleri de dünya hayatında müminlerle birlikte bunlardan yararlanırlar.
Ahirette ise bunlar yalnızca müminlere hastır. Dünya hayatında müminlere
bunlarda ortak oldukları gibi, ahirette müşriklerin bunlardan payı olmayacaktır.
Özetle
İslâm canlıdır ve hayat dinidir. O, madde ve ruhu bir arada bulundurur. İman
ve ahlâk ile manevî olgunluğu hedef aldığı gibi, ibadetlerin eda edilmesini,
Allah yolunda cihada yardımcı olan bedenî güç ile maddî olgunluğu da hedef
alır. Çünkü yiyecek ve içecekten uzak durmak bedeni zayıf düşürür. Görevlerin
yerine getirilmesinde eksikliklere sebep olur.'
Güzel
elbise giymek gibi dış görünüşler takvaya ve dindarlığa halel getirmez.
Nitekim nefsi hayatın mubah olan zevklerinden mahrum kılmak için kıt kanaat
geçinmek ve aşırıya kaçan zühd de şer'an teşvik edilmiş bir şey değildir.
Önemli
olan nefsin ahlâk ile ıslahı, kalbin iman ile imarı, ruhun da salih amel ve
cihad ile arındırılmasıdır.
Allah'ın
dininin herhangi bir kimseyi zayıf düşürmek, yahut bir toplumu geriletmek için
bir sebep olmasını akıl kabul edemez. Aksine zayıflık veya gerilik insanların
tembelliğinden, gevşekliklerinden, bilgisizliklerinden, cemaatlerinin
çözülüşünden, biribirlerinden nefret etmelerinden, biribirlerine
buğzet-melerinden kaynaklanır.
İnsan
Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. O yeryüzünde bulunan her türlü zenginlik
kaynaklarının, servetlerin ve faydalı şeylerin eminidir. Hayatın ilerlemesinde,
ümranın ıslah edilmesinde, ziraî, sınaî, iktisadî, ilmî, kültürel ve toplumsal
bütün yönleriyle hayatın ileriye götürülmesinde görevini yerine getirmekten
sorumludur.
[61]
33"
De ki: "Rabbim tüm hayasızlıkları, günahı, haksız yere haddi aşmayı, hakkında
hiç bir delil indirmediği şeyleri
Allah'a şirk koşma- nızı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyle- ri söylemenizi
haram kılmıştır."
"Açığıyla
gizlisiyle" buyruğunda "açık" ile "gizli" arasında
tıbâk sanatı vardır. "Hakkında hiç bir delil indirmediği şeyleri"
buyruğunda bir istihza vardır. Çünkü Allah'ın kendisine başkasının ortak
koşulmasına dair bir delil indirmesi mümkün değildir.
[62]
"De
ki: Rabbim açığı ile gizlisiyle" yani açık olanım da gizli olanını da;
"hayasızlıkları (el-fevâhiş)" selim fıtratların, üstün akılların
kendilerinden nefret ettiği oldukça çirkin olan fiiller demektir. Bunlar zina
etmek, suçsuzlara zina iftirasında bulunmak, kötü sövüşmek, cimrilik ve buna
benzer büyük günahlardır, "günahı" mutlak olarak her türlü masiyeti.
Bu belirtildiği gibi büyük günahları kapsadığı gibi, zevcesinden başkasına
şehvetle bakmak gibi küçük günahları da kapsamına alır. "haksız yere
haddi aşmayı" zulüm, fesat ve haklar hususunda sınırı aşmayı;
"delil" belge "indirmediği şeyleri Allah'a şirk koşmanızı ve
Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi" yani Allah'ın haram kılmadığı
şeyleri ve başka hususları söylemek gibi hususları "haram kılmıştır".[63]
Bu
ayet-i kerime ile kendisinden önceki buyruklar arasındaki ilişki yönü gayet
açıktır. Yüce Allah müşriklerin ve başkalarının süslenmeyi, temiz rızık-lar
gibi haram olmayan şeyleri haram kılmalarını reddedince, burada da temel bir
takım haram türlerini söz konusu etmektedir ki bunlar beş tanedir. Hepsi de
yaratılıştan ve fıtrî istidatlardan değil de insanın bizzat yapmasıyla ortaya
çıkan davranışlardır. el-Kelbî der ki: Müslümanlar elbiseler giyinip Beytullah'ı
elbiselerle tavaf edince, müşrikler onları ayıplamaya koyuldu. Bunun üzerine bu
ayet-i kerime nazil oldu.
[64]
Ey
Muhammedi Allah'ın helâl kılmış olduğu temiz yiyecekleri ve elbiseleri haram
kılan bu müşriklere de ki: Allah, ancak haramların temel olanlarını teşkil
eden şu beş şeyi haram kılmıştır:
1- Gizli, açık, görünen ve görünmeyen hayasızlıklar: Hayasızlıklar
(feva-hiş) alabildiğine çirkin davranışlardır. Bunların gizlisi de açığı da
yasaktır veya bunlar büyük günahlardan ibarettir. Çünkü artık bunların
çirkinliği alabildiğine ileri derecede ve fazladır. Zina, hırsızlık, İslâm
cemaatine karşı ayaklanmak gibi masiyetler bu tür fiillerdir.
2- Günah, yani günahı gerektiren işler. Onlar da küçük masiyetlerdir. Buna
göre ayetin anlamı şöyle olur: O büyük ve küçük günahları haram kılmıştır.
Eşinin dışındakilere şehvetle bakmak küçük günahlardandır. Günahın masiyet veya
mutlak bir günah olduğu da söylenmiştir ki bu da genelin özele atfedilmesi
kabilindendir.
3- Haddi aşmak: Yani fert veya toplum olsunlar, diğer insanların haklarına
tecavüz etmek suretiyle haklarda haddi aşmak ve bozgunculuk yaparak zulmetmek demektir. Burada haddi
aşmanın haksız olmak kaydıyla zikredilmesinin sebebi şudur: Haddi aşmak eğer
kamu maslahatı için veya karşılıklı rıza ile birlikte olursa bunda bir beis
yoktur.
4- Allah'a ortak koşmak: Bu, çirkin işlerin en çirkinidir. Bu da Allah
ile birlikte put, heykel yahut bir kişi olsun hakkında aklî ya da vahyî bir
delil veya belgenin ortaya konulamadığı Allahla beraber başka bir ilâh kabul
etmektir. Burada belgeye "sultan" denilmesinin sebebi, hasmın sözünü
başkasına tercih ettirmesi ve işitenin akıl ve düşüncesi üzerinde etkili
olması dolayısıyladır. Bu ifade Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır:
"Her kim bu konuda kendisinin bir delili olmaksızın Allah ile birlikte
başka bir ilâha ibadet edecek olursa, şüphesiz onun hesabını görmek Rabbine
aittir. Gerçek şu ki kâfirler kurtuluşa eremez." (Mü'minûn, 23/117).
İşte
bunda burhanın (delil ve belge getirmenin), akidenin sağlıklı olduğuna delil
getirmenin esasını teşkil ettiğine, imanın, delil ve belge ile desteklenen
Allah'tan gelen bir vahiy olmaksızın kabul olunmayacağına delâlet vardır.
5- Bilgisiz ve belgesiz olarak Allah'a karşı yalan şeyler söylemek: İftira,
Allah'a karşı putlardan bir ortağı olduğunu iddia etmek gibi yalan söylemek:
"Şu halde pisliğin ta kendisi olan putlardan uzak durun." (Hacc,
22/30). Bir mesned ve bir delil olmaksızın haramı helâl, helâli haram kılmak
gibi. Bu ise şeriatten bir delil olmaksızın sırf görüşe dayanarak söz
söylemektir. Dinlerin tahrif ediliş sebebi, hak dinde bidatlerin ortaya konuluş
sebebi, heva ve şeytana uymanın sebebi budur. Nitekim Kitap Ehli de böyle
yapmıştır: "Dillerinizin yalan yere vasfedegeldiği şeylere, "Bu
helâldir, bu da haramdır" demeyin." (Nahl, 16/116). İşte reform
davetçilerinir ve içtihat adı altında şeriatı aşıp geçenlerin izlediği yol
budur. Nitekim Buharî ile Müslim şunu rivayet ederler:
"Andolsun,
sizden öncekilerin yolunu karış be karış, arşın be arşın izleyeceksiniz. O
kadar ki, onlar bir keler deliğine girecek olsalar muhakkak onların arkasından
gidersiniz." "Ey Allah'ın Rasulü, bunlar Yahudi ve Hıristiyanlar
mıdır?" diye sorduk. O, "Başka kim olabilir ki?" diye buyurdu.
Şeriatta
içtihadın yolu bellidir. Bu da Kur'an, sünnet ve icmaya şer"î esaslara
uygun olarak sahih bir şekilde bakmak ve bunları tetkik etmektir. Daha sonra da
bunlara kıyas yapmak yahut da istihsan, istislâh ve buna benzer kapsamlı
görüşü delil almaktır. İşte bu da şeriatın ruhu, esasları ve genel ilkeleri ile
uygun olan görüşü almaktır.
Bu
ayet-i kerime ile ilgili olarak bir soru ortaya atılmıştır. Muhtevası şudur:
Ayet-i kerimedeki "(innemâ) Ancak" kelimesi hasr ifade eder. Yüce Allah'ın,
"Rabbim... haram kılmıştır" buyruğu, şunları şunları münhasıran haram
kılmıştır, demektir. Oysa haramlar bu şeylere münhasır değildir.
Buna
şöyle cevap verilmiştir: "Cinayetler beş türe münhasırdır. Bunlardan
birisi neseplere karşı işlenen cinayetlerdir ve bunlar da zina ile olur. İşte
Yüce Allah'ın, "Rabbin... hayasızlıkları haram kılmıştır" buyruğu ile
kastedilen budur. İkincisi ise akıllara karşı işlenen cinayetler. Bunlar da
içki içmek olup Yüce Allah'ın, "Günahı...haram kılmıştır" buyruğu da
buna işaret etmiştir. Üçüncüsü ırzlara karşı işlenen cinayetler, dördüncüsü
canlara ve mallara karşı işlenen cinayetlerdir. İşte Yüce Allah'ın,
"Haksız yere haddi aşmayın" buyruğu ile buna işaret edilmiştir.
Beşincisi ise, dinlere karşı işlenen cinayetler olup bunlar da iki bakımdan
söz konusudur: Birincisi Yüce Allah'ın tevhidine itiraz edip dil uzatmaktır.
Yüce Allah'ın, "Allah'a şirk koşmanızı" buyruğu ile buna işaret
edilmiştir. İkincisi ise Allah'ın dininde bilgiye bağlı olmaksızın söz
söylemektir. İşte, "Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri
söylemenizi..." buyruğu ile de buna işaret edilmiştir. Bütün cinayetlerin
(suçların) esası bunlar olduğuna göre, geri kalanlar bunların uzantıları ve
dallandır. Buna uyanlar olduğuna göre, bu haram şeylerin söz konusu edilmesi
adeta hepsinin söz konusu edilmesi gibi olmuş, onların yerini tutmuştur. O
bakımdan bu ayetin başına hasr ifade eden söz konusu edat gelmiştir.[65]
Açıklamasından
da açıkça anlaşıldığı gibi ayet-i kerime, haram işlerin unsurlarını oluşturan
şeylerin de haram kılındığını göstermektedir. Bunlar ise şu hususları kapsar:
Akideden sapmak (Allah'a ortak koşmak), şeriat ile çatışmak (Allah'ın dini ile
ilgili olarak bilgisizce, bilmeksizin söz söylemek), akıllara karşı cinayet ve
suç işlemek. Burada ifade edilen husus kısaca, günahın haram kılınmasıdır. Bu
kelime, genel olarak bütün masiyetler hakkında kullanıldığı gibi sözlükte aynı
şekilde şarap hakkında da kullanılabilir. Buna delil de şairin şu sözüdür:
"Aklım
başımdan gidinceye kadar günahı (şarabı) içtim
İşte
günah (şarap) böyledir, akılları alır gider."
Günah
(ism), Hasan-ı Basrî'nin de dediği gibi şaraptır. Cevheri, es-Sıhâh adlı Arapça
sözlükte der ki: Şaraba da bazen günah (ism) adı verilir. Bu temel suçların bir
diğeri ise neseplere karşı işlenen suçlardır (zina). Diğerleri de nefislere
karşı ve mallara karşı işlenen suçlar (öldürme ve hırsızlık), namusa karşı
işlenen suçlar (iftira)dır. Bu ise Yüce Allah'ın "Haksız yere haddi
aşmayın" buyruğu ile işaret edilmiş olan toplumsal ve bireysel zulümdür.
Bütün
bunlardan açıkça ortaya çıkmaktadır ki temel haramlar akideyi, şeriat ve ahlâkı
veya yaşayış ve âdabı kapsamaktadır. Bunlar ister kişinin nefsine münhasır
günahlar olan ve el-ism diye ifade edilen hususlar olsun, isterse de zararı
diğer insanlara da ulaşan haddi aşmak türünden olsun durum değişmez.
[66]
34-
Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalır, ne de bir
an ileri gidebilirler.
"Ecel",
sınırlı bir süre yahut da Allah ilminde bilinen süre demektir. "An
(saat)" herhangi bir işin gerçekleştirildiği asgarî zaman demektir.
[67]
Yüce
Allah helâl ve haramı, mükellefiyetin hallerini beyan ettikten sonra, israfa
kaçmaksızın mubah ziynetleri ve temiz nzıklan açıkladı. Arkasından da
taşıdıkları fesat dolayısıyla temel haramları söz konusu etti. İşte burada da
her bir kişi ya da topluluğun öne alınmayan ve sonraya da bırakılamayan belli
bir ecelinin bulunduğunu söz konusu etmektedir. Bu ecel geldi mi kişi kaçınılmaz
olarak ölür. Hayat esnasında Yüce Allah'ın helâl ve harama dair düzenine hangi
boyutlarda uyulduğu da ortaya çıkmaktadır. Ecelin maksadı korkutmaktır. Ta ki
kişi gereken şekilde yükümlülüklerini yerine getirme hususunda işi sıkı tutsun.
[68]
Her
bir ümmetin yani her bir asır ve neslin, her bir kişinin, aynı şekilde varlık
alemindeki her bir şeyin bilinen bir eceli vardır. Bu da sürenin sona ermesi
için belirlenen zamandır. Ecel, aynı zamanda dünya hayatı için sınırlandırılmış
vakti de, toplumların güçlülük, mutluluk zamanlarını yahut zillet ve bedbahtlık
dönemlerini de kapsar.
"Ecelleri
gelince" yani onlar için takdir edilen süre geldi mi ne zamanın en küçük
dilimi olan bir an geri kalır ne de bir an ileri gidebilirler. Bu ecel süresinden
öne geçemezler. Yani belirlenen bu vadeden sonraya da kalamazlar, öne de
geçemezler. Bu değişmenin bir an (saat) kadar bile olması mümkün değildir. Yüce
Allah'ın burada "saafi söz konusu etmesinin sebebi, en asgarî zaman dilimlerinin
genel olarak "saat" kelimesiyle karşılanmasından dolayıdır.
Ecelden
neyin kastedildiğinin tayini ile ilgili olarak iki görüş vardır:
Birinci
görüş İbni Abbas, Hasan-ı Basrî ve Mukâtil'in görüşüdür. Buna göre Yüce Allah
peygamberini yalanlayan her bir ümmete belli bir süreye kadar mühlet vermiştir.
Nihayet toptan imha edilerek azap zamanı gelince, bu azap kaçınılmaz olarak
gelip çatar.
İkincisine
göre, burada ecelden kasıt ömürdür. Bu ecel bitti ve tamamlandı mı, artık öne
almanın ve sonraya bırakılmanın imkânı olmaz.
-Razî
der ki: Birincisi daha uygundur. Çünkü Yüce Allah, "Her ümmetin" diye
buyurmuş, "herkesin bir eceli vardır" diye buyurmamıştır. İkinci
görüşe göre ise "Evet, Yüce Allah, "Her ümmetin" diye buyurmuş,
herkesin bir eceli vardır diye buyurmamıştır. Çünkü ümmet her zamanda var olan
topluluk demektir. Bu ümmet de fertlerden oluşur. Toplumların fertlerinin ise
ecelleri birbirine yakındır. Çünkü tehdit makamında olan ifadelerde ümmetin
söz konusu edilmesi daha bir beliğ ve daha bir etkileyicidir.
İkinci
bir görüşe göre, herkesin öne alıp sonraya bırakmasının söz konusu olamayacağı
bir ecelinin olması gerekir, buna göre maktul de eceliyle ölmüş olur.[69]
Toplumların,
cemaatlerin, fertlerin ecelleri belli bir süre ile sınırlandırılmış ve vakti
belli ömürlerdir. Eceli geldi mi bir an dahi geriye de kalmaz öne de alınmaz.
Ölüm eceli, ölüm vaktidir. İnsanın eceli ise Yüce Allah'ın canlının içinde
kaçınılmaz olarak öleceğini bildiği vakittir. Artık bu kişinin ölümünün sonraya
bırakılması mümkün değildir. Bunun imkânsız olması, Yüce Allah'ın kudretinin
ertelemeye yetmeyeceği bakımından elbette ki değildir. Bundan maksat Yüce Allah
kişiyi bundan daha fazla veya daha az yaşatamayacağı, buna kadir olamayacağı,
ya da o vakitte onu öldüremeyeceği de kastedilmemiştir; böyle bir şey söz
konusu değildir. Çünkü böyle bir görüş, Yüce Allah'ın kadir ve muhtar
(dilediğini seçen) olmamasını gerektirir.
İşte
bunda maktulün de ancak eceliyle öldürüldüğüne dair bir delil vardır.
Manevî
ecele gelince, ümmetlerin tarih içerisinde çeşitli dönemleri vardır. Kimi zaman
güçlü ve mutlu olur, kimi zaman küçülmüş, zelil ve bedbaht olurlar.
Şer"!
ölçüye göre ise bir toplumun aziz olması, mutlu olması, şeriata tabi olmasıyla,
dine riayet etmesiyle ahlâk ve faziletlere sımsıkı satılmasıyla olur. Bunun da
muayyen bir vadesi vardır. Toplumların bedbaht olması ise, dinden yüz
çevirmesiyle faziletlerden, ahlâktan uzak durmasıyla, aşağılık davranışların,
münkerlerin, kötülüklerin ve zulümlerin ümmet arasında yaygınlık kazanmasıyla
olur. Bu da bir ümmetin, bir toplumun yıkılışını çabuklaştırır. Bunda da
ümmetin belli bir eceli söz konusudur.
Şanı
Yüce Allah Peygamber (s.a.)'i gönderdikten sonra ümmetlere lütufta bulunarak
toplu imha azabını kaldırmıştır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik." (Enbiyâ,
21/107).
Bu
ise hem İslâm ümmeti hakkında hem de başkaları hakkında böyledir. Ayet-i kerime
Allah tarafından emrine aykırı hareket eden, hidayete uymaksızın sapıklıklarda
yol alan -Mekkeliler ve onlara benzer diğer azgın toplumlar gibi- herkese Allah
nezdinde belli bir vadede inecek olan azap haberiyle bir tehdit söz konusudur.
[70]
35-
Ey Ademoğulları! İçinizden size
ayetlerimi anlatacak peygamberler ge- linçe, her kim sakınıp düzelirse
artık onlar için bir korku yoktur ve
onlar üzülecek de değillerdir.
36-
Ayetlerimizi yalanlayıp onlara kar- Ş1 büyüklük taslayanlar, işte onlar ateşliklerdir. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar-
"Ayetlerimi"
yani farz kıldığım şeyleri ve hükümlerimi "anlatacak peygamberler gelince
her kim sakınıp düzelirse" yani benimle kendisi arasında olanı düzeltirse
"artık onlar için bir korku yoktur." Burada "peygamberler
gelince" ifadesinin cevabının, "onlara itaat ediniz" şeklinde
olduğu da söylenmiştir.
[71]
Yüce
Allah her bir kimsenin öne de alınamayan sonraya da bırakılamayan belirli bir
ecelinin bulunduğunu beyan ettikten sonra, ölümden sonra Ademoğullannın durumlarını
açıklamaktadır. Eğer itaatkâr kimseler iseler onlar için korku ve üzüntü söz
konusu değildir. Şayet isyankâr iseler azabın en şiddetlisine düşmüş
olacaklardır.
[72]
Yüce
Allah Ademoğullarını kendilerine ayetlerini anlatacak, hüküm ve farzlarını
bildirecek peygamberler göndereceğini belirterek uyarmakta ve şöyle
buyurmaktadır: Ey Ademoğulları! Şayet sizlere içinizden sizin hemcinsiniz ve bu
sizlere benim size farz kıldıklarımı ve sizin için öngördüğüm ibadet, muamelât
ve ahlâka dair düzenlemeleri size emretmiş olduğum salih ameller ile size
yasakladığım şirk ve çirkin işleri bildiren bir peygamber gelecek olursa, siz
iki tavırdan birisini takınacaksınız. Bunlardan birisini takınanlara müjde verilir,
diğerini takınanlar ise azapla korkutulur.
Kim
Allah'tan korkar, benimle kendisinin arasını düzeltir, haramları terk eder ve
itaatkâr olursa ahiret azabından yana onun için korku yoktur. Amellerinin
karşılığını göreceği vakit geldiğinde de yapamadıkları dolayısıyla üzülmeyecektir
veya gelecekte karşı karşıya kalacağı durumlardan dolayı onun için korku
yoktur, geçmişteki hallerinden dolayı üzülmesi de söz konusu olmayacaktır.
Yüce
Allah'ın, "içinizden" diye buyurması, peygamberlerin peygamber olarak
gönderildiği kimselerle hemcins olması, onlara ileri sürebilecekleri bir mazeret
bırakmaz ve onlara karşı delili açıkça ortaya koyar. Zira onların o peygamberin
durumunu bilmeleri, Allah'ın kendisini mucizelerle desteklemesinin, peygamberin
kudretiyle değil de Allah'ın kudretiyle olduğunu onlara gösterir; diğer
taraftan herkes kendi hemcinsiyle daha iyi kaynaşır.
Yüce
Allah'ın, "ayetlerimi" buyruğundan kasıt ise, Kur'an-ı Kerim, tevhid
ve ulûhiyetin delilleri, indirdiği hükümler ve şeriatlardır. Bu, sözü geçen
bütün hususları kapsayan genel bir lafızdır. Çünkü bütün bunlar Yüce Allah'ın
ayetleridir. Peygamberler geldikleri takdirde, bütün bu hususları söz konusu
etmişlerdir.
Kureyş
ileri gelenlerinin Muhammed (s.a.)'e karşı büyüklük tasladıkları vakit
görüldüğü gibi, kalpleriyle Allah'ın ayetlerini yalanlayan, onları kabul ve
gereklerince amel etmeyi büyüklüklerine yediremeyen, peygamberlere büyüklük
taslayarak ve onları inatla reddedenlere gelince, bunlar cehennemliklerdir. Orada
ebedî olarak kalacaklardır.
[73]
Peygamberlerin
davetinden sonra insanlar iki kısma ayrılırlar: Birisi itaat eden,
peygamberlerin çağrısını tasdik eden müminler, diğeri ise çağrıyı yalanlayan,
isyan edip inkâr edenler.
Birinciler
kıyamet gününde göreceği güzel mükâfat dolayısıyla huzur bulur, mutlu olurlar.
Yüce Allah'ın, "Onlar için bir korku yoktur ve onlar üzülecek de
değillerdir" buyruğu da kıyamet gününde müminlerin korkmayacaklarını,
üzülmeyeceklerini, kıyamet gününün dehşetlerinden dolayı onların korku ve
dehşete kapılmayacaklarını, tam aksine huzur ve güvenlik altında bulunacaklarını
göstermektedir.
İkinci
kısımdakiler ise, cehennem ateşinde ebedî kalmak suretiyle en kötü bir şekilde
cezalandırılacaklardır. Ehl-i sünnet, Yüce Allah'ın, "İşte onlar ateşliklerdir,
onlar orada ebedî kalıcıdırlar" ayet-i kerimesini namaz ehli Müslümanlardan
fasık olan bir kimsenin cehennemde ebediyyen kalmayacağına delil
göstermişlerdir. Çünkü Yüce Allah, Allah'ın ayetlerini yalanlayan, onları kabul
etmeyi büyüklüklerine yedirmeyen kimselerin cehennemde ebedî kalacaklarım
belirtmektedir. "Onlar" kelimesi burada hasr ifade eder. Bu da bu
şekilde yalanlama ve büyüklenme niteliklerine sahip olmayan kimselerin
cehennemde ebedî kalmamasını gerektirmektedir.[74]
37-
Allah'a karşı yalan uyduran veya O'nun ayetlerini yalan sayandan daha zalim kim
vardır? İşte onlara kitaptaki payları erişecektir. Nihayet elçilerimiz
canlarını almak üzere onlara geldiklerinde diyeceklerdir ki: "Allah'tan
başka taptıklarınız nerede?" Diyecekler: "Onlar bizi bırakıp
kayboldular." Onlar kendi aleyhlerine ve gerçekten kâfir olduklarına
şehadet ederler.
38- Buyurur ki: "Sizden önce geçmiş cin ve
insan toplulukları arasında girin ateşe." Her ümmet girdikçe yoldaşına
lanet eder. Nihayet hepsi biribiri ardından orada toplanınca sonrakileri
öncekileri için derler ki: "Rabbimiz, işte bizi bunlar saptırdı. Onun
için bunlara ateşten katmerli azap ver." Buyurur ki: "Her biriniz
için katmerli azap vardır; ne var ki bilmezsiniz."
39-
Öncekileri sonrakilerine "Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktu. Öyleyse
kazandıklarınız sebebiyle azabı tadın" dediler.
"...veya
onun ayetlerini", Kur'an-ı Kerim'i "yalanlayanlardan daha zalim kim
vardır?" Yani Allah'a karşı onun söylemediği şeyleri uyduran veya söylediklerini
yalanlayandan daha zalim kimdir? Bunun anlamı şudur: Allah'a ortak ve evlât
nispet etmek suretiyle Allah'a yalan iftira eden kimseden daha zalim kimse
yoktur.
"İşte
onlara Kitap'taki payları erişecektir." Levh-i mahfuz'da kendileri için
yazılmış bulunan rızık, ecel ve bunun dışında kalan diğer payları kendilerini
gelip bulacaktır. "Nihayet elçilerimiz" ölüm melekleri...
"geldiklerinde" kendilerini azarlamak üzere "diyeceklerdir ki:
"Allah'tan başka taptıklarınız nerede1?"
"Onlar
da derler ki: Önümüzden kaybolup gittiler." Onları göremiyoruz. "Ve
onlar kendi aleyhlerine" ölüm esnasında "gerçekten kâfir olduklarına
şeha-det ederler."
"Sizden
önce... geçmiş cin ve insan topluluklarıyla girin ateşe!" yani daha önce
geçmiş ümmetlerle birlikte siz de ateşe girin. "Her ümmet" ateşe
"girdikçe yoldaşına lanet eder." Yani kendisi sebebiyle saptığından
dolayı kendisinden öncekine lanet okur. "Nihayet hepsi birbiri ardınca
orada toplanınca" cehennemde ardı arkasına bir araya gelip
toplandıklarında "sonrakileri" yani konum itibariyle daha sonra
gelenleri ki bunlar tabi olanlardır, "öncekileri için" konum
itibariyle önde gelenler için, yani kendilerine uyulan önder ve liderleri
için... "... Bunlara katmerli azap" yani onlara bir kat veya kat kat
artırılmış bir azap ver. "Buyurur ki: Her biriniz için katmerli azap
vardır." Yani size de onlara da azap kat kat verilecektir. Çünkü
önderlerden olsun, onlara uyanlar olsun, hepsi sapık ve saptırıcı idiler.
"Ne var ki" her bir kesimin azabının ne olduğunu
"bilmezsiniz."
"Sizin
bizden bir üstünlüğünüz yoktu." Yani artık sizin bize bir üstünlüğünüzün
olmadığı sabit olmuştur. Çünkü sizler bizden dolayı küfre saptınız. Biz de siz
de bu kat kat azabı hak etmekte birbirimize eşitiz diyeceklerdir.
[75]
Yüce
Allah, Allah'ın ayetlerini yalanlayan, onları kabul etmeyi büyüklüklerine
yediremeyenlerin akibetini söz konusu ettikten sonra, burada da onların
arasında zulmü ve azgınlığı en büyük olanların Allah hakkında söylemediği
şeyleri uyduran veya onun söylediklerini yalanlayan kimseler olduğunu zikretmektedir.
Birincisine örnek Allah'a put, yıldız gibi ortaklar isnat eden yahut onun kız
veya erkek çocuklara sahip olduğunu ileri süren yahut da batıl şeyleri Yüce
Allah'a nispet edenlerdir. İkincisine örnek ise Kur'an-ı Kerim'in Allah tarafından
Rasulüne indirildiğini inkâr eden yahut Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini
reddeden kimselerdir.
[76]
Allah'ın
farz kılmadığını farz kılmak, haram kılmadığını haram kılmak, Allah'ın
indirmediği bir hükmü onun dinine nispet etmek ya da Allah'a evlât ve ortak
nispet etmek suretiyle Allah'a yalan yere iftira eden kimseden daha zalim kimse
yoktur.
Yahut
Arap kâfirleri gibi Kur'an-ı Kerim'i inkâr etmek suretiyle Allah'ın ayetlerini
yalanlayan veya Resulullah (s.a.)'a inanmayan ya da ayetlerle alay eden yahut
başkalarım onlara üstün tutarak bu ayetleri terk eden kimselerden daha zalim
kimse olamaz.
İşte
bütün bunlara bütün kâinat düzeni hakkında tescil edilen her şeyin miktar ve
ölçüsünün yazılı bulunduğu Kitapta (levh-i mahfuzda) haklarında yazılanlar ve
kendileri için takdir olunan nzıklar ve ömürler onları gelip bulacaktır,
onlara erişecektir. Allah'a karşı yalan uyduran kimseler hakkında da yüzünün
kapkara kesileceği yazılmıştır. Yani bunlar için vaad olundukları hayır veya
şer verilecektir. Zulümlerine ve Allah'a karşı yalan iftiralarına rağmen bu
böyledir.
Nihayet
ölüm meleği olan elçiler canlarını almak üzere kendilerine geleceğinde,
melekler onları azarlamak üzere şöyle soracaktır: Dünya hayatında Allah'ı bırakıp
kendilerine dua ve ibadet ettiğiniz ortaklarınız nerede? Haydi onları çağırın
da içinde bulunduğunuz durumdan gelip sizleri kurtarsınlar. Şöyle cevap verecekler:
Önümüzden kaybolup gittiler, nerede olduklarım bilemiyoruz. Hem biz onlardan
herhangi bir fayda, yahut bir hayır ve bir zararı önlemelerini de ummuyoruz ki.
Böylelikle
kendi aleyhlerine bu ortaklara dua edip ibadet etmekle kâfir olduklarını ikrar
ve itiraf edeceklerdir.
Bu
ifadelerin kastı ise kâfirleri üzerinde bulundukları küfürden vaz geçirmektir.
Onları küfür ve sapıklık dolayısıyla karşı karşıya kalacakları akibetle-rin
üzerinde durup düşünmeye itmektir.
Mana
itibariyle bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır:
"Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar iflah olmazlar. (Onların bu
yalanları kendilerine belki) dünyada az bir geçim (sağlayabilir), sonra
dönüşleri bize olacaktır. Sonra da biz kâfir oldukları için onlara oldukça
ağır azabı tattıracağız." (Yunus, 10/69-70); "Kâfir olanın küfrü seni
üzmesin. Dönüşleri bizedir ve biz onlara yaptıklarını haber vereceğiz. Muhakkak
Allah kalplerin özünü çok iyi bilendir. Onları azıcık faydalandıracak, sonra
da oldukça ağır bir azaba ister istemez mahkûm edeceğiz." (Lokman,
31/23-24).
Daha
sonra Yüce Allah kendisine iftira eden, ayetlerini yalanlayan bu müşriklere
meleklerin neler söyleyeceklerini haber vermektedir: Haydi siz de sizin gibi ve
sizin niteliklerinize sahip sizden önce küfre sapmış diğer ümmetlerle birlikte
-cinlerden veya insanlardan olsunlar- ateşe giriniz. Bu sözü söyleyecek olan
kişi ya cehennemin bekçisi Mâlik'tir yahut da Yüce Allah'tır. Yani Yüce Allah
onlara bizzat giriniz diyecektir.
Onlardan
bir topluluk cehenneme girip de azabı, horluğu ve ibret verici cezaları
görünce, peşinden gittiği ve kendisini saptıran, din ve inançta kendisi gibi
olan diğer ümmete lanet edecektir. Çünkü bizzat kendisini o topluluğa uymak,
küfürde onu taklit etmek suretiyle sapıtmış oldu. Bu da Yüce Allah'ın şu
buyruğuna benzemektedir: "Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminize kâfir olacak,
kiminiz kiminizi lanetleyecektir." (Ankebût, 29/25).
İşte
bu şekilde kâfirler çeşitli gruplarıyla biribirlerine lanet okuyacak, bi-ribirlerinden
uzaklaşacaklardır. Nitekim bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O vakit kendilerine uyulanlar kendilerine uyanlardan uzaklaşacak ve
azabı görecektir. Aralarındaki bağlar parçalanmış olacaktır. Tabi olanlar
(şöyle diyecekler): Keşke bizim için bir dönüş olsaydı da bunlar bizden uzaklaştıkları
gibi biz de onlardan uzaklaşabilseydik. İşte onlar ateşten çıkamayacaklardır."
(Bakara, 2/166-167).
Nihayet
ateşte üst üste yığılıp hepsi orada toplanınca aralarından giriş veya mevki
itibariyle daha sonra gelen tabiler veya alt gruptakiler mevki veya giriş
itibariyle daha önce gelen kendilerine uyulan önderler ve liderlere bir takım
sözler söyleyeceklerdir. Buna sebep ise kendilerine uyulanlarm cürümlerinin
daha ağır olmasıdır. İşte bu sebepten onlardan önce cehenneme girmiş olacaklar.
Sonra gelenler kıyamet gününde Yüce Allah'a, ileri gelenlere uyanların şikâyetini
ihtiva edecek bir söz söyleyeceklerdir. Çünkü uyanları doğru yoldan saptıranlar
onlardır. Zemahşerî der ki: "Öncekileri için" ifadesinin anlamı 'öncekiler
hakkında' anlamındadır. Çünkü onların hitabı Allah ile olacak, kendilerinden
öncekilerle değil. Yani onlar hakkında ve onların kendilerini saptırmaları
dolayısıyla diyeceklerdir...
Bu
şikâyetlerini Yüce Allah'a hitaben şöyle dile getireceklerdir: Rabbimiz, bu
önderler bizi hak yoldan saptırdılar. O bakımdan sen bunlara cehennemde kat kat
artırılmış bir azap ver; yani onların cezalarını katlandır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: 'Yüzleri ateşte çevrileceği o günde diyecekler ki: Keşke
biz Allah'a ve Rasul'e itaat etseydik. Diyecekler ki: Rabbimiz, gerçekten biz
başkanlarımıza ve büyüklerimize itaat ettik, onlar da bizi yoldan saptırdılar.
Rabbimiz, onlara azaptan iki katını ver. Onları en büyük lanetle lanetle."
(Ahzâb, 33/66-68).
Yüce
Allah da onlara şöyle cevap verecektir: Size de onlara da kat kat azap vardır.
Biz bunu yapıp takdir ettik. Herkese kendisine göre ceza verdik. Ya başkasını
saptırdığı için yahut başkasını taklit ederek saptığı için. Çünkü önderler de onlara
uyanlar da hem sapık hem saptırıcı idiler; fakat sizler onların azabını
bilmemektesiniz. Katmerli azap (ed-dif), bir veya bir kaç defa kendi mislinden
fazla olan demektir. Yüce Allah'ın şu buyrukları da buna benzemektedir:
"Kâfir olup Allah'ın yolundan alıkoyanların fasıklık etmeleri sebebiyle
azabın üstüne azap arttırırız." (Nahl, 16/88); "Andolsun onlar hem
kendi yüklerini taşıyacaklar, hem de yükleriyle birlikte başka yükleri."
(Ankebût, 29/13); "Ta ki kıyamet gününde eksiksiz olarak hem kendi yüklerini
taşısınlar, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin yüklerinden
(taşısınlar)." (Nahl, 16/25).
"Öncekileri
sonrakilerine... dediler." Yani kendilerine uyulanlar kendilerine
uyanlara diyecek ki: Biz sizleri saptırdıysak yine de sizin bize bir üstünlüğünüz
yoktur. Çünkü biz saptığımız gibi siz de sapmış oldunuz. Kat kat azabı hak
etmek bakımından bizimle sizin aranızda bir fark yoktur. Yani siz de bizim
yaptığımız gibi yaptınız ve kâfir oldunuz. O halde siz de azabınızın hafifletilmesini
hak edemezsiniz.
Haydi
kazandıklarınız sebebiyle azabı tadınız. Yani sebep olduğunuz küfür ve
sapıklıktan dolayı Allah'ın azabı ile karşılaşınız. Bu ya önderlerin söyleyecekleri
bir sözdür yahut da Allah'ın hepsine bizzat söyleyeceği sözdür. Bu da Yüce
Allah'ın şu sözlerine benzemektedir: "Biribirlerine karşılıklı soru
sorarlar.
Dediler
ki: Siz bize sağ taraftan geliyordunuz. Onlar derler ki: Hayır, siz iman eden
kimseler değildiniz. Esasen bizim sizin üzerinizde bir otoritemiz de yoktu.
Aksine sizler azgın bir topluluktunuz. O bakımdan Rabbimizin (azap) sözü üzerimize
hak oldu: Şüphesiz biz azabı tadıcılarız. Böylelikle biz sizi azdırdık. Gerçekten
biz (hepimiz) azgın kimseler olmuştuk. Şüphesiz o gün onlar azapta ortaktırlar."
(Sâffât, 37/27-33).
Yüce
Allah'ın, "Öyleyse ... azabı tadın" buyruğundan kasıt korkutmak ve
küfürden vazgeçirmektir. Çünkü Yüce Allah'ın lider ve onlara uyanların sonunda
biribirlerinden uzaklaşacaklarını, biribirlerine lanet okuyacaklarını haber
vermesi kalpte büyük bir korkunun uyanmasına sebeptir.
[77]
Allah'ın
hükmü olmaksızın helâl ve haram kılmak suretiyle Allah'a iftira etmekten ve
sözlü olarak alay ederek yahut onlara tabi olmayı büyüklüğüne yediremeyerek
Allah'ın ayetlerini yalanlamaktan daha büyük hangi zulüm vardır!?
Buna
rağmen şu yalanlayan kimselere kendileri için takdir edilmiş bulunan rızık,
ömür, amel ve kendilerine vaad olunan hayır ve şer türünden her şey gelip
bulacaktır onları.
Onlar
için "Kitap'taki paylarının erişmesi"nin anlamı ile ilgili Taberî'nin
tercih edip ayrıca İbni Zeyd, İbni Abbas ve İbni Cübeyr'den de rivayet edilen
açıklamaya göre şöyledir: Onlara takdir olunan hayır, şer, rızık, amel ve eceldir.
Kabul
edilen şu ki, küfür bakımından önderler ile onlara uyanlar biribirlerine eşit
olacaklardır. Cehenneme girecekler ve azapları kat kat verilecektir. Bu ise ya
liderlerin saptırmaları dolayısıyladır yahut da uyanların fiili olan taklit ve
aklı ihmal etmeleri dolayısıyladır. Azaplandırmak ise bir intikam ve öfkeyi,
kini susturmak için değildir. Aksine bu, onların günah işlemiş olmaları ve
küfrü gerektiren inatları sebebiyle olacaktır.
[78]
yıp
da onlara karşı büyüklük taslalara' onlara göğün kapıları açılma onlar, deve
iğne deliğinden geçin
40-
Muhakkak ki ayetlerimizi yalan sa- yıp da onlara karşı büyüklük taslayan geçinceye
kadar cennete de giremezler. Biz suç- luları işte böyle cezalandırırız.
41- Onlar için cehennemden bir döşek ve üstlerinde de örtuler vardır. Biz zalimleri
işte böyle cezalandırırız.
"Onlara
göğün kapıları açılmaz." Bu ifade kıyamet gününde amellerin kabul
olunmayacağından kinayedir. "Onlar deve iğne deliğinden geçinceye kadar
cennete de giremezler." Burada da zımnî bir benzetme vardır. Yani deve
iğne deliğinden geçmedikçe onlar da cennete giremezler. Bu da imkânsızlığın
temsilî bir ifadesidir.
"Onlar
için cehennemden bir döşek ve üstlerinde de örtüler vardır." Bu da onları
her bir yandan kuşatacak olan azabın istiare yoluyla ifadesidir. Yüce Allah'ın
şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar için cehennemden (ateşten) üstlerinde
gölgelikler, altlarında da gölgelikler vardır." (Zümer, 39/16).
[79]
"Ayetlerimizi"
yani dinin asıllarına ve şeriatın hükümlerine dair kesin delillerimizi
Allah'ın varlığını ve vahdaniyetini ispatlayan, peygamberliği, öldükten sonra
dirilişi, hesabı, ahirette amellerin karşılığının görüleceğini ispatlayan
delilleri "yalanlayıp da onlara karşı büyüklük taslayanlara", onlara
karşı büyüklenerek onlara iman etmeyenlere... "göğün kapıları
açılmaz" Hiç bir sa-lih amelleri ve duaları yükselmez yahut da ölümden
sonra ruhları oralara yükseltilmek isteneceğinde göğün kapılan ruhlarına
açılmaz. Bundan dolayı o ruhları siccîne (cehenneme) indirilir. Mümin ise
böyle değildir. Kapılar ona açılır ve ruhu yedinci semaya kadar yükseltilir.
-Hadis-i şerifte varit olduğu gibi-
Azı
dişi çıkmış olan erkek "ve deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de
giremezler." Bu da imkânsız bir şeydir. İşte onların cennete girmeleri de
bunun gibi imkânsızdır. "Biz suçluları" yani küfür işleyenleri
"işte böyle cezalandırırız." Suç işlemekten kasıt, her türlü
bozgunculuktur. Fıtratı küfür ile bozmak gibi. "Onlar için cehennemden
bir döşek" yatak "üstlerinde de örtüler" yani cehennem
ateşinden örtüler "vardır."
[80]
Bu
ayetlerden maksat, kâfirlere yönelik tehdidin tamamlanmasıdır. Çünkü Yüce
Allah bundan önceki ayet-i kerimede Kur'an-ı Kerim'i yalanlayanların Allah'a ve
peygambere imanı, öldükten sonra dirilişe imanı, büyüklüklerine yediremeyenlerin
cehennemde ebedî kalacaklarını haber vermektedir. Daha sonra da onların
cennete girmelerinin imkânsız olduğunu beliğ bir ifadeyle bildirmektedir.
[81]
Bizim
birliğimize, peygamberimizin ve diğer peygamberlerin peygamberliklerinin doğruluğuna,
öldükten sonra dirilişi ispatlayan ayetlerimizi yalanlayanların hiç bir
amelleri yükselmez. Çünkü onların amelleri kötüdür ve Allah ancak takva
sahiplerinin amelini, kabul eder. Güzel söz O'na yükseltilir. Çünkü Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Güzel söz O'na yükselir, salih amel de O'nu
yüceltir." (Fâtır, 35/10); "Hayır, muhakkak iyilerin kitabı
İlliyyîndedir." (Mutaffifîn, 83/18). İşte bunların amellerine ve ruhlarına
semaların kapıları açılmaz. Böyle bir açıklama ayet-i kerimenin tefsiri ile ilgili
iki görüşü bir arada ifade etmektedir.
Bunlar
hiç bir şekilde cennete giremezler. Çünkü Allah'ın rahmetinden ko-vulmuşlardır.
Cennete girmelerine imkân yoktur. Zira Yüce Allah, "Onlar deve iğne
deliğinden geçinceye kadar..." diye buyurmuştur. Bu da imkânsızlığı ifade
etmek için Arap dilinde yaygın bir anlatım tarzıdır. Meselâ, onlar "siyah
karga ağarmcaya", "zift beyazlaşmcaya" ve "deve iğne
deliğinden girinceye kadar bu işi yapmam" derler. İbni Abbas ve Said b.
Cübeyr'den maksadın şu olduğu rivayet edilmektedir: Burada deve (el-cemel)
değil, kalın ip (kendir) olan el-cümmel iğne deliğinden girmedikçe şeklindedir.
İbni Abbas (r.a.) der ki: Allah bu konuda deveye benzetmekten daha güzel bir
benzetme yapmıştır. Yani kalın ipin iğne deliğinden giren ip yerine
kullanılması daha uygun düşmektedir. Deve tabiri ise burada uygun değildir.
Zamahşerî der ki: Şu kadar var ki "deve" anlamına gelen
"el-cemel" kıraeti daha etkileyicidir. Çünkü iğne deliği, geçilen
yerin darlığının bir örneğidir. İğne deliğinden daha dar diye bir tabir
kullanılır. Deve ise oldukça büyük cüsseli bir hayvandır.
"Biz
suçluları işte böyle cezalandırırız." Yani biz Allah'a karşı, kendisine ve
Müslüman kardeşlerine karşı suç işleyen herkesi bu şekilde korkunç bir ceza
ile cezalandırırız. Böylelikle cezaya götüren sebebin de suç sayıldığı ve suç
işleyen herkesin cezalandırılacağı ifade edilmektedir. Daha sonra bu husus
sonraki ayetin sonunda tekrarlanarak şöyle buyurulmaktadır: "Biz zalimleri
işte böyle cezalandırırız." Çünkü her bir suçlu kendisine zulmeden
birisidir.
Bu
suçlular için cehennem ateşinden, altlarında serili bir döşek olduğu gibi,
üstlerinde de örtüler vardır. Bu ifadelerden maksat cehennem ateşinin onları
kuşattığını, her bir yandan onların üzerlerinin kapatıldığını anlatmaktır. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki o üzerlerine kapatılmış
olacaktır," (Hümeze, 104/8); "Muhakkak cehennem kâfirleri çepeçevre
kuşatıcıdır. " (Tevbe, 9/49); "Onların üstlerinde cehennemden
(ateşten) gölgelikler ve (aynı şekilde) altlarında da gölgelikler
vardır." (Zümer, 39/16).
"Biz
zalimleri işte böyle cezalandırırız." Kendilerine ve kendilerinin dışındaki
insanlara zulmedenleri bu şekilde cezalandırırız. Bunda burada sözü geçen
suçlu ve zalimlerin kâfirlerin kendileri olduğuna delil vardır. Çünkü Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Kâfirler zalimlerin ta kendileridir."
(Bakara, 2/254). Ayrıca daha önce sözü edilenlerin de Allah'ın ayetlerini
yalanlayan kimseler olması da buna delildir.
[82]
Bu
iki ayet-i kerime aşağıdaki hususlara delildir:
1- Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve bu ayetlere karşı büyüklük taslayan
kâfirlerin amelleri kabul olunmaz. Semaların kapılan amellerine de ruhlarına da
açılmaz.
2- Cennet semadadır. Bu, şu ifadeden anlaşılmaktadır: Onlara semaya
yükselme izni verilmez ve cennete girmeleri için onlar adına sema kapısı çalınmaz.
3- Kâfirlerin cennete girmeleri imkânsızdır. Hiç bir şekilde oraya giremeyeceklerdir
ve durum ne olursa olsun onlar ebediyen cennetten mahrum kalacaklardır.
4- Cehennem azabı kâfirleri her bir yandan kuşatıcıdır. Onlar cehennemden
çıkmak için bir delik bulamayacakları gibi, azaplarının hafifletilmesi de söz
konusu değildir. Onlar için orada cehennemden hem örtü, hem dayanacak yer, hem
yatak, hem yorgan vardır.
5- Günahkârlar (el-mucrimûn), kâfirlerin kendileridir. Çünkü daha önce
sözü edilenler, Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve onlara karşı büyüklük
tasla-yanlardır. Zalimler de aynı şekilde kâfirlerin kendileridir. Çünkü
Allah'a ortak koşan ve ondan başka ilâh edinenler onlardır.
[83]
42-
İman edip de salih ameller işleyenlere gelince -ki biz kimseye gücünün
yettiğinden başkasını yüklemeyiz-, işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebedî
kalıcıdırlar.
43- Göğüslerinde kinden ne varsa söküp
atmışızdır. Altlarından ırmaklar akar ve derler ki: "Hamdolsun O Allah'a
ki bizi hidayetiyle buna ulaştırdı. Eğer O bizi ulaştırmasaydı, biz hidayete
ulaşamazdık. Andolsun ki Rabbimi-zin peygamberleri hakkı getirmişlerdir."
Onlara, "Yapmakta olduklarınızdan dolayı mirasçısı kılındığınız cennet
işte budur" diye seslenilir.
"İman
edip de salih amel işleyenlere..." ifadesi ile "işte onlar
cennetliklerdir" cümlesi arasında bir ara cümlesi olmak üzere, "Ki
biz kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemeyiz" buyruğu yer
almıştır. Razî der ki: Burada ara cümlesinin gelmesi gayet güzeldir. Çünkü bu
da konu ile ilgili açıklamalar kabilindendir. Zira onların salih amelleri söz
konusu edilince, bu salih amelin esasen onların güçleri çerçevesinde olduğu da
ifade edilmiş olmaktadır.
[84]
"kimseye
gücünün yeteceğinden" -sıkıntı ve darlık zamanlarında değil-normal
şartlarda yapabileceğinden "başkasını yüklemeyiz."
"Göğüslerinde
kinden ne varsa söküp atmışızdır." Yani dünya hayatında aralarındaki her
türlü kin, kıskançlık ve düşmanlığın kökünü kazımışızdır. "Altlarından
ırmaklar akar." Köşklerinin altından ırmaklar akar., "ve" yerlerinde
yerleştikten sonra, "derler ki: Hamdolsun O Allah'a ki bizi hidayetiyle buna
ulaştırdı." Yani bu büyük mükâfatı gerektiren işleri yapma başarısını ihsan
etti. Bu ise iman ve salih ameldir. "Eğer O bizi ulaştırmasaydı, biz
hidayete ulaşamazdık." Yani Allah'ın hidayet ve tevfiki olmasaydı, bizim
hidayet bulmamız söz konusu olamazdı.
"Andolsun
ki Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişlerdir" ve bu bizim için bir
lütuf ve doğru yolu bulmamız için bir hidayet idi. Biz de bu sebeple hidayet
bulduk. Onlar bu sözleri nail oldukları nimetler dolayısıyla sevinecekleri,
böyle bir şeyi söz konusu etmekle zevk alacakları için söyleyeceklerdir. Yoksa
bu sözler Allah'a daha bir yakınlaşmak için söylenmeyecektir.
"Mirasçısı
kılındığınız cennet" yani bir miras nasıl ki sahiplerine ulaşıyorsa,
sizin de elde ettiğiniz cennet "işte budur."
[85]
Vaad
ve tehdidi bir arada zikretmek Kur"an-ı Kerim'in görülegelen bir üslûp
şeklidir. Şanı yüce Allah kâfir ve isyankârlara tehdidini söz konusu ettikten
sonra akabinde itaatkâr müminlere olan vaadini zikretmektedir.
[86]
Yüce
Allah bedbahtların durumunu ve cezasını söz konusu ettikten sonra mutluların
durumunu ve onların görecekleri mükâfatlan söz konusu etmektedir. Böylelikle
mümin ve kâfir, haklı ile batıl üzre olan birbirinden ayrılmış olsun. Yüce
Allah, "İman edip de..." yani Allah'a, peygamberlerine inanıp emirleri
yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak suretiyle salih amel işleyenler, evet
yalnız onlar cennetliklerdir ve yalnız onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır.
Yüce
Allah'ın, "Ki biz kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemeyiz"
buyruğu ara cümlesi olarak yer almaktadır. Bundan maksat ise cennetin mevki
olarak azametli olmasına rağmen zorluklara katlanmaksızm kolay amellerle oraya
ulaşılacağına ve cennete ulaştıran salih amelin zor değil kolay olduğuna dikkat
çekmektir. O yol zor olmadığı gibi ona ulaşmak insan takatinin dışında da
değildir. Aksine her insanın onu yapması, imana eriştiği ve Kur'an'ın hidayetinin
yardımını aldığı takdirde gayet kolaydır.
"Güç
ve takat" kelimesinin anlamı, insanın darlık ve sıkıntı zamanlarında
değil, rahat ve genişlik hallerinde güç yetirebildiği şeyler demektir.
Yüce
Allah'ın cennetliklere olan nimetlerinden birisi de onların ruhlarının anlığı
ve kalplerinin kötülüklerden uzak olmasıdır. Kalplerini herhangi bir keder
karartmayacağı gibi herhangi bir acı da rahatsız etmez ve korkulacak hiç bir
şey onlan korkutmaz. Cennetlikler arasında kötü bir durum meydana gelmez.
Çünkü Yüce Allah onlann kalplerinde bulunan her türlü kıskançlık, kin,
düşmanlık ve bunlara benzer dünyadaki nefsî ve ruhî hastalıklan çekip çıkarmış
olacaktır.
Buharî'nin
Sahih'inde Ebu Saîd el-Hudrî'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah
(s.a.) buyurdu ki: "Müminler cehennemden kurtulduklarında cennet ile
cehennem arasında bir köprü üzerinde alıkonulurlar. Dünya hayatında
aralarındaki haksızlık ve zulümlerin kısası yapılır. Nihayet arındırılıp tertemiz
edildiklerinde cennete girmelerine izin verilir. Nefsim elinde olana yemin
olsun ki, onlardan her birisinin cennetteki evini bilmesi, dünyada iken mesken
olarak kullandığı yeri ıi bilmesinden daha ileri derecededir."
İbni
Ebi Hatim de Hasan-ı Basrî'den şöyle dediğini rivayet eder: Bana ulaştığına
göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cennetlikler Sırat'ı geçmelerinden
sonra alıkonulurlar. Ta ki dünyada iken aralarındaki haksızlıklardan dolayı hak
sahibinin hakkı ötekinden alınıncaya kadar. Daha sonra cennete birbirlerine
karşı kalplerinde herhangi bir kin bulunmaksızın girerler."
İbni
Cerîr et-Taberî de Katâde'den şöyle dediğini rivayet eder: Ali (r.a.) dedi ki:
Şüphesiz ben, Osman, Talha ve ez-Zübeyr'in Yüce Allah'ın haklarında "Biz
onların göğüslerindeki kini söküp attık, kardeşler olarak sedirler üzerinde..."
(Hicr, 15/47) diye söz ettiği kimselerden olacağımızı ümid ederim.
Abdürrezzâk
da el-Hasen'den şöyle dediğini rivayet eder: Ali (r.a.) dedi ki: "Allah'a
yemin ederim Ehl-i Bedir olan bizler hakkında şu, "Göğüslerinde kinden ne
varsa söküp atmışızdır." buyruğu nazil oldu.
Müminler
Allah'ın nimet ve lütfuna şükrederek şöyle diyeceklerdir: Dünyada iken
karşılığı şu büyük nimetler olan sahih imana ve salih amele bizleri ileten
Allah'a hamdolsun. Esasen Allah'ın hidayeti ve peygamberlerine tabi olma
muvaffakiyeti olmasaydı, kendi düşünme seviyemizle kendiliğimizden bu doğru
yolu bulup hidayete ermemiz yapabileceğimiz bir iş değildi.
Aynı
şekilde her şeyin, peygamberlerin haber verdiklerine tıpatıp uyduğ-nu
gördüklerinde de şöyle diyeceklerdir: Andolsun Allah'ın peygamberleri hak ile
gelmişlerdi. İşte Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla vaad ettiğinin doğruluğunu
bunlar göstermektedir.
Melekler
de onlara, "Selâm olsun sizlere! Siz ne iyi idiniz! Haydi oraya ebedi
olarak giriniz. İşte bu, Allah'ın salih amellerinize mükâfat olmak üzere
sizlere miras kıldığı cennettir" diyeceklerdir.
Saîd
b. Mansûr ile Beyhakî, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet ederler:
Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Aranızdan iki konaklama yeri olmayan kimse
yoktur. Bu konakların birisi cennette birisi cehennemdedir. Kişi ölüp de cehenneme
girdi mi bu sefer cennet ehli onun yerine mirasçı olurlar. İşte Yüce Allah'ın,
"İşte mirasçı olanlar onlardır." (Mü'minûn, 23/10) buyruğu bunu ifade
etmektedir."
[87]
Bu
iki ayet-i kerime aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- İman edip salih amel işleyenler cennetliklerin ta kendileridir; onlar
orada ebedî kalacaklardır
2- Allah'ın her türlü teklifi, ister şer"î tekliflerden olup ibadet
ve farzlar kabilinden olsun, isterse de hanımlara nafakalar ve buna benzer malî
mükellefiyetler olsun, güç ve takat yetirilebilecek şekildedir
3- Yüce Allah'ın cennetliklere olan nimetlerinden birisi de dünya hayatında
iken kalplerinde bulunan her türlü kini söküp alacak olmasıdır.
4-
Cennete mirasçı olmayı hak
etmek, salih amele karşılık adil mükâfat kabilindendir. Yüce Allah'ın
"Yapmakta olduklarınızdan dolayı mirasçısı kılındığınız cennet işte
budur" buyruğu, insanın ameli ile cennete gireceğinin delilidir, fakat
oraya giriş de Allah'ın rahmeti ve lütfü iledir. Nitekim Yüce Allah başka
yerlerde şöyle buyurmaktadır: "İşte bu lütuf Allah'tandır." (Nisa,
4/70); "O, onları kendinden bir rahmet ve bir lütuf içerisine
alacaktır." (Nisa, 4/175).
Müslim'in
Sahih 'inde de şöyle rivayet edilmektedir: "Sizden hiç bir kimseyi ameli
cennete sokamaz." Ashab, "Sen de mi ey Allah'ın rasulü?" diye
sorunca, şöyle buyurdu: "Ben dahi. Allah kendinden bir rahmet ve bir
lütfa beni ban-dırmadıkça."
İşte
bundan, cennetin mevkilerine, konaklarına amel ile mirasçı olunacağı ve oraya
girmenin ilâhî rahmet ve lütuf ile olacağı açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu şu
ifadeleri kullanan Kurtubî'nin görüşüdür: Özetle cennete, cennetin mevkilerine
ancak O'nun rahmetiyle nail olunur. Oraya amelleriyle girdikten sonra
rahmetiyle de orayı miras alırlar ve yine Allah'ın rahmetiyle oraya girerler.
Çünkü esasen onların amelleri de Allah'ın onlara bir rahmeti ve lütfudur.
[88] Bu
aynı zamanda şu sözleri söyleyen İbni Kesir'in de görüşüne yakındır:
"Amelleriniz sebebiyle rahmete nail oldunuz da cennete girdiniz ve
amellerinize uygun mekanlarınıza yerleştiniz."
[89]
Daha
uygun bir şekilde bunun şöyle açıklanması da mümkündür: İnsanın ameli ne kadar
çok olursa olsun, Allah'ın rahmet ve lütfü olmaksızın bizatihi o amel
dolayısıyla cennete hak kazanılmaz. Çünkü Yüce Allah az amele karşılık büyük
bir mükâfatı takdir buyurmuştur. Böylelikle cennete giriş, Allah'ın rahmet ve
lütfü ile olacaktır.
Özetle
Ehl-i sünnetin görüşüne göre, salih amelin adalet ölçüsüne ve bütün insanlar
arasında eşit fırsatların ortaya konulması esasına göre cennete girmeye sebep
olması kaçınılmazdır. Fakat buna Allah'ın rahmet ve lütfunun da katılması aynı
şekilde kaçınılmazdır. Çünkü Yüce Allah, salih amele karşılık cenneti
kendinden bir lütuf ve rahmet olmak üzere vermiş ve az amele yine kendinden bir
lütuf ve rahmet olmak üzere çokça vermiştir. Yoksa Mutezile'nin anladığı gibi
Yüce Allah, böyle bir mükâfatı, vermek borcunda olduğundan ve böyle bir mükâfat
ibadetlere karşılık, tıpkı ödenmesinde muhayyerlik bulunmayan borçların
ödenmesi gibi bir görev olduğundan dolayı vermiyor. Çünkü Allah için herhangi
bir şeyin borç kabul edilmesine aklen imkân yoktur.
[90]
44- Cennetlikler cehennemliklere:
"Rabbimizin bize vaad ettiğini hak bulduk. Siz de Rabbinizin size vaad ettiğini
hak buldunuz mu?" diye seslenirler, (onlar) "evet" derler.
Bunun üzerine aralarından bir münadi: "Allah'ın laneti zalimlerin
üzerinedir" diye seslenir.
45- Onlar ki Allah'ın yolundan akkorlar ve onu
eğriltmek isterler. Ve onlar ahireti de inkâr edenlerdir.
46-
İki taraf arasında bir perde vardır. A'raf üzerinde de her birini simalarıyla
tanıyan adamlar vardır. Cennetliklere "Size selâm olsun" diye
seslenirler. Bunlar henüz oraya girmeyen, ama bunu uman kimselerdir.
47- Gözleri cehennemlikler tarafına çevrilince de
"Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma" derler.
"Rabbimizin
bize vaad ettiğini" yani bize vaad ettiği sevabı "hak bulduk".
Bu vaad kelimesi, aslında hayrı da şerri de kapsamaktadır. "Siz de
Rabbinizin size vaad ettiğini" vaad ettiği azabı "hak buldunuz
mu?" Burada buna da vaad adının verilmesi ya bir çeşit alaydır veya
müşâkele kabilindendir; "diye seslenirler." Bu seslenişleri ise
onlara durumu söyletmek ve azarlamak içindir. "Bunun üzerine aralarında
bir münadi, Allah'ın laneti"; lanet küçük düşürmek ve horlamakla birlikte,
Allah'ın rahmetinden uzak kılmak demektir; "zalimlerin üzerinedir diye
seslenir." Seslenmek (ezan), bir şeyi bildirmek kasdıyla yüksek sesle
söylemektir.
"(Zalimler)
onu eğriltmek isterler" yani o yolun eğri olmasını, doğru olmamasını
isterler. "İki taraf arasında bir perde" engel yahut cennet ile
cehennem arasındaki bir sûr "vardır. A'raf üzerinde de"; A'raf, urf
kelimesinin çoğuludur. Bu her şeyin yükseği demektir. Yeryüzünde ve başka şeylerde
yüksekçe olan her şeye denilir. Bundan kasıt ise, cennetteki sûrdur, "her
birini simalarıyla" yani alâmetleriyle. Bu alamet, müminlerin yüzlerinin
aklığı, kâfirlerin de yüzlerinin karalığıdır, "tanıyan adamlar
vardır." Bunlar iyilik ve kötülükleri eşit olanlardır. Onlar ise yüksekçe
bir yerde bulunacaklarından her iki tarafı da göreceklerdir. "Henüz oraya
girmeyen" yani A'raftakiler henüz cennete girmemişken, "ama bunu
uman kimselerdir." Yani cennete girmeyi umarlar. "Gözleri cehennemlikler
tarafına çevrilince" yani A'raftakilerin gözleri onların bulunduğu yöne
doğru çevrilince...
[91]
Yüce
Allah kâfirlerin tehdit olundukları azabı itaat ve iman ehlinin de mükâfatını
açıkladıktan sonra, her bir kesimin, cennet veya cehennemdeki yerini
almasından sonra aralarında cereyan edecek konuşmaları zikretmektedir.
Bu
karşılıklı konuşma, cennetliklerin yüksekten cehennemlikleri göreceğini ve
cennet ehlinin nimetin boyutunu daha iyi anlayacaklarını, cehennemliklerin de
dünyadaki kusurlarına daha çok hasret duymaları için biribirlerine hitap
edeceklerini ifade etmektedir.
Cennet
semavatın en üst yerinde, cehennem ise yerlerin en altında olmakla birlikte,
alabildiğine uzaklığa rağmen, böyle bir seslenişin gerçekleşmesi mümkündür.
Çünkü ahiret aleminin dünya aleminden farklı halleri vardır. İnsan uzaktan
işitip görebilecektir. Zira uzaklık Razî'nin de belirttiği gibi esas itibariyle
idrake engel olan hususlardan değildir.
[92]
Yüce
Allah cehennemliklere azarlamak ve başlarına kakmak üzere yapılacak olan
hitabı haber vermektedir. "Cennetlikler cehennemliklere size selam olsun
diye seslenirler" buyruğu ile haber verilen bu hitap her iki kesimin cennet
ve cehennemdeki yerlerini almalarından sonra meydana gelecektir. Buna delil ise
bir önceki ayet-i kerimede söz konusu edilen, "Onlara, yapmakta olduklarınızdan
dolayı mirasçısı kılındığınız cennet işte budur, diye seslenilir"
buyruğudur.
Yüce
Allah'ın, "Cennetlikler cehennemliklere size selam olsun diye seslenirler"
buyruğu, genellik ifade etmektedir. Acaba bu sesleniş, cennetteki herkes
tarafından bütün cehennemliklere mi yapılacaktır, yoksa bir bölümü öbür bölümüne
mi seslenecektir? Buna cevap şudur: Çoğula karşılık çoğul söz konusu
edildiğinde, her kişi bir kişiye tevzi edilir. Cennetliklerden her bir kesim,
dünyada tanımış olduğu kâfirlere seslenecektir.
Buyruğun
ifade ettiği anlam şudur: Cennetlikler, orada karar kılmalarından sonra, yine
cehennemlikler de cehennemde karar kıldıktan sonra cehennemliklere şöylece
seslenirler: Bizler Rabbimizin bize peygamberler aracılığıyla vaad etmiş
olduğu nimet ve ikramları hak bulduk. Siz de Rabbinizin size va-ad etmiş olduğu
hakirliği ve azabı hak buldunuz mu?
Bu
soru cennetliklerin peygamberlerin kendilerine tebliğ etmiş olduğu rablerinin
vaadini hak olarak bulduklarını cehennemliklere ifade ettireceklerini, buna
karşılık cehennemlikleri de peygamberleri yalanlamak suretiyle, bizzat
kendilerine karşı işlemiş oldukları cinayetler dolayısıyla azarlayacaklarını ve
yaptıklarını başa kakmayı ihtiva etmektedir. "Evet derler." Sîbeveyh
der ki: "Evet," vaad veya tasdik demektir. Yani onlar bu soruya
olumlu cevap verecekler ve diyecekler ki: Bizler Rabbimizin küfre karşı vaad
ettiğini hak bulduk. İşte cehennem azabında yanıp duruyoruz. Bu da, kâfirlerin
kıyamet gününde Allah'ın vaad ve tehditlerinin hak ve doğru olduğunu itiraf
edeceklerini göstermektedir.
Bu
azarlama, Yüce Allah tarafından olacaktır. Bunun akabinde ise meleklerin
azarlaması da vardır. Onlar cehennemliklere şöyle diyeceklerdir: "İşte bu,
yalanlamakta olduğunuz ateştir. Bu bir büyü müdür yoksa siz mi görmüyorsunuz?
Haydi boylayınız orayı. İster sabredin ister sabretmeyin, sizin için birdir;
siz ancak yapmakta olduklarınızın karşılığını görüyorsunuz." (Tûr,
52/14-16).
Resulullah
(s.a.), Bedir günü kâfirlerden öldürülüp de kör kuyuya atılan kimseleri, henüz
dünyada iken azarlayarak şöyle seslenmişti: "Ey Hişamoğlu Ebu Cehil, ey
Rabîaoğlu Utbe, ey Rabiaoğlu Şeybe - ve diğer elebaşılarının isimlerini saydı-
Rabbinizin size vaad ettiğini hak buldunuz mu? Gerçekten ben Rabbimin bana vaad
ettiğinin hak olduğunu gördüm." Hz. Ömer şöyle sordu: "Ey Allah'ın
Rasulü! Sen leşe dönüşmüş bir topluluğa mı hitap ediyorsun?" Resulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin olsun ki, siz benim
sözlerimi onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz. Şu kadar var ki onlar cevap veremezler."
Bu
karşılıklı konuşma veya tartışmanın sonucunda bir münadi şöyle der: Allah'ın
laneti zalimler üzerinedir. Yani Allah'ın rahmetinden kovması demek olan laneti,
onları bulmuştur. Çünkü onlar iman etmemek suretiyle kendilerine
zulmetmişlerdir. Bu nidayı yapacak olan kişi ise ya cehennemin bekçisi
Mâ-lik'tir veya başka bir melektir.
Daha
sonra Yüce Allah zalimleri, "Onlar ki Allah'ın yolundan akkorlar..."
diye nitelendirmektedir. Yani onlar, insanları Allah'ın yolundan, şeriatından,
peygamberlerin getirdiklerinden alıkoyan ve kimse o yola tabi olmasın diye bu
yolun doğru değil de eğri büğrü olmasını isteyenlerdir.
"Ve
onlar ahireti de inkâr edenlerdir." Yani onlar aynı zamanda ahiret yurdunda
Allah'ın huzuruna çıkacaklarını inkâr eden ve bunu yalanlayıp kabul etmeyen
kimselerdir. Bunu doğrulamazlar ve iman etmezler. İşte bundan dolayı da
işledikleri ve söyledikleri hiç bir münkere aldırmazlar. Çünkü onlar bundan
dolayı hesaba çekilmekten, ceza görmekten korkmamaktadırlar. Bu nedenle onlar
insanlar arasında söz ve davranışları en kötü olanlardır.
Cennet
ve cehennem ehli olan bu iki kesim arasında ise cehennemliklere ulaşmayı
engelleyen bir engel, bir perde olacaktır. Bu Yüce Allah'ın hakkında şöyle
buyurduğu sûrdur: "Aralarına kapısı bulunan bir sûr gerilecektir. İç tarafı
rahmet ve dış tarafının önünden azap vardır." (Hadîd, 57/13). Sûr'un üst
tarafları ise Yüce Allah'ın, hakkında, "Araf üzerinde de..." diye buyurduğu
A'raf vardır. Yani bu sûr'un üst taraflarında cennetlikleri de cehennemlikleri
de gören erkekler vardır. Onlar müminleri yüzlerinin aldığıyla, kâfirleri de
yüzlerinin karalığı dolayısıyla, alâmetlerinden tanırlar. Nitekim Yüce Allah
onları şu buyruğunda böylece nitelendirmiştir: "O günde apaydınlık yüzler
vardır. Güleçtir, sevinçlidir. O günde üzerlerini toz toprak kaplamış yüzler
de vardır. Bunları da karanlık ve siyahlık kaplayacaktır. İşte bunlar
kâfirlerin ve facirlerin ta kendileridir." (Abese, 80/38-42).
A'raf
ehli olan kimseler, iyilik ve kötülükleri eşit olan bir topluluktur. Bunlar
esas itibariyle işledikleri kötülükler dolayısıyla cennete ulaşamayan, bununla
birlikte yaptıkları iyilikleri de cehenneme girmelerine engel olan muvah-hid
kimselerdir. İşte bundan dolayı Allah haklarında hükmünü verinceye kadar orada
durdurulacaklardır. Hafız Ebu Bekr b. Merdûveyh, Câbir b. Abdullah'tan şöyle
dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.)'a iyilik ve kötülükleri eşit olan
kimseler hakkında soru soruldu, o da "İşte onlar A'raftakilerdir. Henüz
cennete girmemişlerdir, ama oraya girmeyi de umarlar" buyurdu.
Ebu's
Şeyh İbni Hayyân el-Ensârî, Beyhakî ve başkaları da Huzeyfe'den şöyle dediğini
naklederler: Bunlar iyilikleri sebebiyle cehenneme giremeyen, kötülükleri
sebebiyle de cennete giremeyen; bundan dolayı, hüküm verilinceye kadar orada bırakılan
kimselerdir. Onlar bu durumda oldukları sırada Rabbin onlara muttali olup şöyle
diyecektir: "Haydi gidin, cennete girin, şüphesiz ben sizi
bağışladım."
"Cennetliklere
size selâm olsun diye seslenirler." Yani A'raftakiler cennetliklere,
"Size selâm olsun" diyerek sesleneceklerdir. Selâm ise cennete
girişten sonra katıksız bir selamlaşma ifadesidir. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Orada ne boş ne de bir günahı gerektiren bir söz
işitirler. Ancak selâm selâm diye bir söz (işitirler)." (Vakıa,
56/25-26).
A'raftakiler
henüz cennete girmedikleri sırada cennetliklere selâm vererek seslenirler.
Bununla birlikte bu halde iken onlar kendilerinin cennete gireceklerini de
umarlar. Buna sebep ise hesaplarının kolay görülmesi, Allah'ın lütfu-nun
genişliğini bilmeleridir. Hasan-ı Basrî, "Bunlar henüz oraya girmeyen ama
oraya girmeyi uman kimselerdir" buyruğunu okuduktan sonra der ki: Allah'a
yemin olsun ki Yüce Allah, böyle bir umudu kalplerine, ancak kendilerine ihsan
etmek istediği bir lütuf ve keremi dolayısıyla koymuştur. İnsanlar o konumda
ümid ile korku arasında bulunurlar. Ebu Nuaym, Ömer b. el-Hattab (r.a.)'dan
şöyle dediğini rivayet eder: Bir münadi, "Ey hesap için durdurulmuş
olanlar, haydi cehenneme giriniz, tek bir kişi müstesna" diye seslense, o
istisna edilen kişinin ben olacağımı ümid ederim. Yine bir münadi, "Haydi
hepiniz cennete girin, tek bir kişi müstesna!" diye seslenecek olsa, o
istisna edilen kişinin de kendim olacağımdan korkarım.
A'raftakilerin
gözleri kasıt olmaksızın cehennemlikler tarafına döndürülünce, onların
yüzlerinin ve gözlerinin kararmış olduğunu görüp Yüce Allah'a, "Rabbimiz!
Bizleri şu kendilerine zulmetmiş toplulukla birlikte kılma" diye yalvarırlar.
Ayet-i
kerime onların cennetliklere istekleriyle ve onlar arasında olma arzusuyla
bakacaklarını, onlara selâm vereceklerini, buna karşılık cehennem ehlini
görmekten hoşlanmayacaklarını ifade etmektedir. Gözleri kasdi olmayarak ve arzu
etmeyerek cehennemliklere doğru çevrilecek olursa onlarla birlikte olmamak
için Allah'a yalvarıp yakaracaklardır.
[93]
Ayet-i
kerimeler, aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Cennetlikler ile cehennemlikler arasındaki tartışma yahut konuşmadan
maksat, kâfirleri azarlamak, onları ayıplamaktır. Sonra tartışma, melekler
arasından yüksek sesle seslenecek bir münadinin nidasıyla sona erecektir:
"Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir."
2- Ayet-i kerime kâfirlerin kıyamet gününde Allah'ın vaadinin de azap
tehdidinin de hak ve doğru olduğunu itiraf edeceklerini göstermektedir. Bu ise
"ancak"
[94]
kıyamet gününde Allah'ın zat ve sıfatlarını bilen kimseler olmaları halinde
mümkün olur.
3- Nida edecek kimse şu dört sıfata sahip kimselerin lanete uğradıklarını
ifade edecektir:
a) Zalimler. Yani müşrik veya kâfir olanlar. Buna delil ise
cennetliklerle kâfirler arasında böyle bir tartışmanın olacağıdır.
b) Allah'ın yolundan alıkoyan kimseler. Yani ya azarlamak ve engellemek suretiyle
yahut çeşitli hilelerle insanların hak yolu kabul etmelerini engelleyenler.
c) Bu doğru yolu eğriltmek isteyenler. Yani hak dinin delilleri etrafında
şüphe ve tereddütler uyandırmaya çalışanlar.
d) Ayrıca onlar ahireti inkâr eden kimselerdir. İşte bu da sözü geçen
lanetin kafirler üzerine olacağını açıkça ifade etmektedir.
4- A'raftakiler yani cennet ile cehennem arasındaki sûrda bulunacaklar,
iki hal arasında gider gelirler: Cennetliklere seslenir, onlara selâm verir ve
henüz girmedikleri halde Allah'tan bir lütuf ve bir rahmet umarak cennete girmeyi
beklerler. Kasdi olmayarak ve istemeyerek, ansızın cehennemlikleri görünce
-Allah'ın kendilerini onlarla birlikte kılmayacağını bildikleri halde- yine de
Yüce Allah'a yalvarıp yakararak kendilerini onlarla birlikte kılmamasını isteyeceklerdir.
A'raftakiler
iyilikleri ve kötülükleri birbirine eşit olan bir topluluktur. As-hab ve
tabiînden bir topluluğun görüşüne göre bu böyledir. İbni Atıyye der ki: Hayseme
b. Süleyman'ın Müsned' inde Cabir'den şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Kıyamet gününde mizanlar konulur. İyilikler,
kötülükler tartılır. Her kimin iyilikleri kötülüklerine bir bit yumurtası (sirke)
ağırlığı kadar ağır basacak olursa cennete girer. Kimin de kötülükleri iyiliklerinden
yine bir bit yumurtası ağırlığı kadar ağır basarsa o da cehenneme girer."
Bu sefer, "Ey Allah'ın Rasulü, ya iyilik ve kötülükleri birbirine eşit
olanlar (onların durumları ne olacaktır)?" diye sorulunca, Hz. Peygamber
şöyle buyurdu: "İşte onlar henüz oraya girmeyen fakat bunu da uman
kimseler olan A'raftakilerdir."
[95]
48-
A'raf ashabı simalarından tanıdıkları adamlara seslenerek derler ki:
"Topluluğunuz da büyüklenmekte olmanız da size fayda vermedi.
49-
Allah'ın kendilerini rahmetine asla erdirmeyeceğine yemin ettiğiniz bunlar
mıydı?" (A'raftakilere) "Girin cennete, size hiç bir korku yoktur ve
sizler üzülecek de değilsiniz" (denilecektir).
"adamlara"
cehennemliklerden bir takım insanlara "seslenerek derler ki:
Topluluğunuz" malınız veya çokluğunuz, toplu ve birlik oluşunuz "da,
büyüklenmekte olmanız da" yani büyüklenerek iman etmeyişiniz de
"size" ateş azabından kurtulmak hususunda "fayda vermedi."
"Allah'ın
kendilerini... yemin ettiğiniz bunlar mıydı?" Yani A'raftakiler, cehennemliklere
mustaz'af Müslümanlara işaret ederek böyle diyeceklerdir.
[96]
Şanı
yüce Allah A'raftakilerin cehennemliklere doğru dönüp bakmalarının etkisini
"gözleri cehennemlikler tarafına çevrilince..." buyruğuyla
açıkladıktan sonra, yine A'raftakilerin cehennemliklerden bir takım insanlara
sesleneceklerini ifade etmektedir. Burada Yüce Allah'ın cehennemlikleri ayrıca
zikretmeyi-şi, bu sözlerin ancak onlara yakışacak hitaplar oluşundan dolayıdır.
A'raftakilerin onlara söyleyecekleri sözler ise, "Topluluğunuz da
büyüklenmekte olmanız da size fayda vermedi" sözleridir. Bu gibi ifadeler
ise ancak azarlanan ve sitem edilenlere yakışır. Ve yine bu ancak, onların ileri
gelenlerine yakışan ifadelerdir.
[97]
Bu
A'rafta bulunan bazı kimselerin, dünyada iken güçlerine, zenginliklerine
güvenen, fakir ve zayıflıkları sebebiyle de müminlerin zayıflarını hakir gören
bir takım müstekbirlere seslenişleridir. Bu seslenişin muhtevası ise A'rafta
bulunanların, müşriklerin ileri gelenlerinden, önderlerinden bir takım kimseleri
azarlayacakları hususudur. Onlar bu kimseleri onları başkalarından ayırt eden
alâmet ve simalanyla tanırlar.
A'raftakilerin
kimisi bir takım alâmetleriyle tanıdıkları müşriklerden bazı insanlara
sesleneceklerdir. Bu alâmetler ise yüzlerin karalığı, üzerlerindeki toz-duman,
gözlerinin morarmışlığı, hilkatlerinin tanınmaz hale gelmiş olmasıdır. Onlara
şöyle diyecekler: Sizin mal toplayıp yığmanız yahut topluluğunuz ve
çokluğunuzun size faydası olmadığı gibi, Muhammed'in risaletine iman etmeyip
büyüklük taslamanızın da faydası olmadı. Yani ne çokluğunuzun, ne kalabalığınızın,
ne de imana karşı büyüklenmenizin Allah'ın azabına karşı size faydası oldu.
Aksine sizler şu içinde bulunduğunuz azap ve cezaya çarptırıldınız. Aynı
şekilde fakirlere ve mustaz'af müminlere karşı büyüklenmenizin de size faydası
olmadı.
Böylelikle
Allah'ın dünyada iken zengin ve güçlü kıldığı kimselerin, ahi-rette de nimetlere
gark olacağını kabul eden yanlış fikirlerinin de tutarsızlığı ortaya çıkmış
olacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz hangi kasabaya bir
uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın ileri gelen refahlıları derler ki: Biz
sizinle gönderileni inkâr edenleriz. Ve yine derler ki: Bizler malca da evlatça
da daha çokluğuz. Biz azap edilecekler değiliz." (Sebe, 34/34-35).
Daha
sonra onlara dünya hayatında iken Muhammed (s.a)'e iman ettikleri için Suhayb
er-Rûmî, Hubeyb b. Adiyy, Bilâl-i Habeşi, Yâsir ailesi gibi işkence ve baskı
altında tuttukları mustaz'aflarm durumları hakkında azarlayıcı ve başa kakan
bir üslûpla şöyle soracaklardır:
Dünya
hayatında iken fakirlikleri, zayıflıkları, uyanlarının azlığı sebebiyle
Allah'ın kendilerine hiç bir şekilde rahmette bulunmayacağına dair yemin
ettiğiniz kimseler bunlar mıydı? İşte bunlar cennetin nimetleri arasında gezinmekte
ve cennetin hayırlarından faydalanmaktadır. Kâfirler ise cehennemin alevli
ateşleri içerisinde yanıp duruyorlar.
Daha
sonra Yüce Allah yahut da melekler sûr üzerinde bekletilen A'rafta-kilere şöyle
derler: Haydi cennete girin, gelecekte sizin için korku olmadığı gibi,
halihazırdaki durumdan dolayı da üzülmeyeceksiniz.
Bu
karşılıklı konuşmanın faydası, verilecek cezanın amele göre olduğunun açıklanması
ile hayır işlerde yarışırcasına önde olmaya teşviktir. Esas ölçünün mal,
zenginlik ve kuvvet olmayıp asıl nazarı itibara alınacak olanın salih amel olduğunun
açıklanmasıdır. İtaatkâr olan kimseler yüzlerinin parlaklığı ile ayırt edilecekler,
isyankârlar ise yüzlerinin kararmışlığı, toz duman içerisinde oluşu, gözlerinin
morarmışlığı ve hilkat itibariyle tanınmaz hale gelişleriyle bilineceklerdir.
[98]
Gerçek
şu ki, ahirette üstünlüğün ve üstün olmanın ölçüleri dünyadakiler-den
farklıdır. Mal, güç ve topluluk ahirette hiç bir zaman izzetin, mutluluğun ve
kurtuluşun esasını teşkil etmez. Aksine esas, iman ve salih ameldir. Büyüklük
taslayan, zengin, güçlü kuvvetli olan müşrik liderler kesimi cehennemdedir.
Takvalı, Allah huzurunda alçak gönüllü olan zayıf müminler ise cennetin en
yüksek yerlerinde olacaktır.
Allah'ın
lütuf ve rahmeti, iyilik ve kötülükleri birbirine eşit olan ve iyilikte kusurlu
bulunan A'raftakileri de kapsar. Bu ise A'raftakilerin de kendileriyle birlikte
cehenneme gireceklerine dair yemin eden cehennemliklere bir cevaptır. O
bakımdan melekler A'raftakilere, "Girin cennete, size hiç bir korku yoktur
ve sizler üzülecek de değillersiniz" diye buyururlar.
[99]
50-
Cehennemlikler cennetliklere: "Sudan veya Allah'ın size verdiği nzıktan biraz
da bize akıtın" diye seslenirler. Onlar da derler ki: "Doğrusu Allah
onları kâfirlere yasak etti."
51-
Onlar ki alay ve eğlenceyi din edindiler. Dünya hayatı da kendilerini aldattı.
İşte onlar bu günlerine kavuşmayı nasıl unutmuş idiyseler, ayetlerimizi nasıl
bilerek inkâr etmiş idiyseler, biz de bu gün onları öylece unuturuz."
"Sudan
veya Allah'ın size verdiği nzıktan" yani yiyeceklerden "bize
akıtın." Akıtmak, su hakkında kullanılmakla birlikte daha sonra çokça
verilen şey hakkında da kullanılır olmuştur. "Allah onları kâfirlere
yasak etti" onlardan alıkoydu.
"İşte
onlar bu günlerine kavuşmayı nasıl unutmuş idiyseler...", bu gün için
amelde bulunmayı terk etti idiyseler "ayetlerimizi nasıl bilerek inkâr
etmiş idiyseler" yani ayetlerimizi reddedip inkâr ettikleri gibi
"biz de bu gün onları öylece unuturuz."
[100]
Ayet-i
kerimeler, kıyamet gününde insanların karşılıklı konuşmalarını anlatmaya devam
etmektedir. Yüce Allah cennetliklerle cehennemlikler arasındaki konuşmayı ve
yine A'raftakiler ile cennetlikler arasındaki konuşmayı, birinci kesimin
öbürlerine söylediklerini aktardıktan sonra, burada cehennemliklerin
cennetliklere söyleyeceklerini bize nakletmektedir.
[101]
İşte
bu, kıyamet gününde cehennemliklerin kötü tablolarından birisidir. Yüce Allah cehennemliklerin
zilletini, cennetliklerden yiyecek ve içecek isteyeceklerini, ancak bu
isteklerine olumlu karşılık verilmeyeceğini haber vermektedir.
Ayet-i
kerimenin anlamı şudur: Cehennemlikler cennet ehlinden, yararlandıkları pek
çok içecek ve yiyecek nimetlerinden kendilerine de akıtmalarını
isteyeceklerdir. Yüce Allah'ın, "akıtın" buyruğunun anlamı, üzerimize
su veya yiyeceklerden çok çok dökün, demektir. Yüce Allah'ın, ''Veya Allah'ın
size verdiği rızıktan" buyruğunun anlamı da yahut sudan başka şeyler
akıtın demektir. Bu ise su dışında kalan yiyecek ve içecekleri kapsar.
Kendilerine katiyen olumlu karşılık verilmeyeceğini bilmekle birlikte, bu
şekilde onlardan imdat istemeleri işlerindeki şaşkınlıklarından, suya olan
aşırı ihtiyaçlarından dolayıdır. Nitekim suda boğulmak durumunda olan, oldukça
zaruret içerisinde bulunan kimselerin ve başkalarının yaptığı da böyledir. Yüce
Allah'ın, "Akıtın" buyruğunda cennetin cehennemden yukarıda olduğuna
da delil vardır.
İbni
Abbas (r. anhumâ) der ki: A'raftaküer cennete gidince bu sefer cehennemlikler
de umutsuzluktan sonra kurtulabileceklerine umut bağlar ve,
"Rabbi-miz" derler. "Bizim de cennetlikler arasında yakın
akrabalarımız var. O bakımdan onları görelim, onlarla konuşalım diye bize izin
ver." Yüce Allah cennete emreder, o da bir parça kenara çekilir. Sonra
cehennemlikler cennetteki yakınlarına ve içinde bulundukları nimetlere bakar,
onları tanırlar. Cennetlikler de cehennemlik olan akrabalarına bakar ve fakat
onları tanımazlar. Yüzleri kararmış, başka bir hilkate bürünmüş olurlar. Bunun
üzerine cehennemlikler cennetliklere isimleriyle seslenerek, "Sudan veya
Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bize akıtın" derler. Özel olarak
suyu istemelerinin sebebi ise içlerindeki aşırı yanma ve ateş dolayısıyla
olacaktır; çünkü cehennemin sıcağı pek fazladır.
Bu
sözler böyle bir şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmayacağını bilmekle birlikte
yine de onların su isteyeceklerini ifade eder. Başkaları da der ki: Onlar
umutsuzlukla birlikte böyle bir istekte bulunacaklardır; çünkü cezalarının
devamlı olduğunu bilmektedirler.
Saîd
b. Cübeyr de bu ayet-i kerime hakkında şöyle demektedir: Kişi babasına veya
kardeşine seslenerek, "Yandım, üstüme biraz su akıt* der. Onlara,
"Hadi bunlara cevap verin" denilince; "Doğrusu Allah onları
kâfirlere yasak etti " diye cevap verirler.
Yüce
Allah'ın, "Doğrusu Allah onları kâfirlere yasak etti derler" buyruğunun
anlamı şudur: Cennetlikler şüphesiz Allah kâfirlere cennetin içecek ve yiyeceklerini
yasaklamıştır.
Daha
sonra Yüce Allah, kâfirleri dünyada iken güvendikleri şeyler ile nitelendirmektedir.
Onlar dini oyuncak ve eğlence edinmişlerdi. Diğer taraftan dünyaya, dünyanın
süsüne püsüne aldanarak ahiret için amel etme emri hatırlarına gelmedi. İşte
bu hususta Yüce Allah, "Onlar ki alay ve eğlenceyi din edindiler..."
diye buyurmaktadır.
Yani
bu kâfirler dinleriyle oynadılar. Onlar dinlerine karşı ciddi değillerdi. Yahut
oyun ve eğlenceyi kendilerine din edindiler ve ruhları arındırmayan ve hiç bir
fayda vermeyen amelleri itiyat edindiler. Onların alışkanlık haline getirdikleri
işler ise, kişiyi ciddiyetten alıkoyan, oyalayıcı işler yahut da kendisinden
fayda gözetilmeyen oyunlardan ibaretti. Onların amelleri tıpkı çocukların oyunu
gibiydi.
Dünya
hayatının süsüne püsüne, helâl ve haram türünden lezzetlerine aldandılar. Razî
der ki: "Dünya hayatı da kendilerini aldattı" buyruğu bir mecazdır.
Çünkü dünya hayatı aslında aldatmaz; bundan dolayı da bu dünya hayatı
esnasında aldanış ortaya çıktı. Çünkü insan, ömrünün uzamasını, güzel yaşamayı,
çok mal sahibi olmayı, güçlü bir makam ve mevkide bulunmayı umut ve arzu eder.
İşte bu gibi şeylere olan aşırı rağbeti dolayısıyla dünyayı isteme arzusuna
gömülerek dinin gereklerini yerine getirmekten alıkonulmuş olur.
[102]
Bu
şekilde oyun, eğlence ve aldanışın cezası ise Yüce Allah'ın şu buyruğunda
ifade ettiği gibi olacaktır: "İşte onlar... nasıl unutmuş idilerse... Bu
gün onları öylece unuturuz." Yani onlara iyilik yapmayı unutan kimsenin
davranışı gibi davranır. Çünkü hiç bir şey Yüce Allah'ın bilgisinin dışında
kalmaz ve O hiç bir şeyi unutmaz. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "O'nun ilmi
bir Kitaptadır. Rabbim ne şaşırır, ne unutuı.' (Tâ-Hâ, 20/52). Ancak Yüce Allah
burada unutma tabirini mukabele (yapılan davranışa benzeriyle karşılık vermek)
kabilinden kullanmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu" (Tevbe, 9/67);
"Böylece ayetlerimiz sana gelmiş, sen de onları unutmuştun ve bu gün sen
de öyle unutulursun." (Tâ-Hâ, 20/126).
O
halde Yüce Allah'ın, "Bu gün onları öylece unuturuz" buyruğunun anlamı;
onlara unutulan şeye karşı davranıldığı gibi davranırız, onlar hayırla anılmazlar,
aksine cehennemde terk edilirler, demektir. Yüce Allah'ın, "İşte onlar bu
günlerine kavuşmayı nasıl unutmuş idiyseler..." buyruğunun da anlamı şudur:
Ona kavuşmaya karşı unutanların davranışı ile davrandıkları bu günü hatırlayıp
ona ehemmiyet vermedikleri ve Allah'ın ayetlerini unutup peygamberlerin
getirdiklerini reddettikleri gibi, onlara da öyle davranılır.
Velhasıl,
Yüce Allah onlar dünya hayatında iken kıyamet gününde Allah'a kavuşmak için
çalışmayı terk ettikleri, Allah'ın ayetlerini bile bile inkâr ettikleri gibi,
onlar da cehennem azabında terk olunurlar.
Allah'ın
onların unutmalarının cezasını "unutma" diye adlandırması, mü-şâkele
(yapılan davranışa karşılık olarak, o davranışın benzer ismiyle anılması)
kabilindendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir kötülüğün cezası
onun misli olan kötülüktür." (Şûra 42/40). Bu unutmadan maksat ise, yüce
Allah'ın onların dualarını kabul etmeyeceği ve onlara merhamette bulunmayacağıdır.
[103]
Birinci
ayet-i kerime, cennetliklerin içecek ve yiyeceklerinin kâfirlere yasak olduğunu
göstermektedir. Bu yasaklama (haram kılma) bir kahredicilik ve bir cezadır.
İkinci
ayet-i kerime ise, kâfirlerin cehennem azabında bırakılıp onlara unutulmuşlar
gibi davranılacağını ifade etmektedir. Buna sebep ise dünya hayatında iken
Rablerine karşı görevlerini unutmalarıdır. Yüce Allah buna gerekçe olarak
onların kâfir oluşlarını göstermiştir. Bu gerekçeler açılacak ve halleri
nitelendirilecek olursa şöyle ifade edilir: Onlar dinlerini evvelâ bir eğlence,
sonra bir oyun edindiler. Üçüncü olarak dünya hayatı onları aldattı, sonra da
bu hallerinin bir akibeti olarak Allah'ın ayetlerini bile bile inkâr ettiler.
İşte bu, dünya sevgisinin her türlü afetin başlangıcı olduğunu göstermektedir.
Nitekim Beyhakî'nin el-Hasen'den mürsel olarak rivayet ettiği zayıf bir hadise
göre Re-sulullah (s.a.), "Dünya sevgisi her türlü günahın başıdır"
diye buyurmuştur.
[104]
Özel
anlamıyla fıkhî açıdan birinci ayet-i kerime su içirmenin en faziletli işlerden
olduğunu göstermektedir. İbn-i Abbas'a, "Hangi sadaka daha
faziletlidir" diye sorulmuş o da, "su" demiştir. Sizler
cehennemliklerin cennet ehlinden imdat istediklerinde "Sudan veya Allah'ın
size verdiği rızıktan biraz da bize akıtın diye seslenirler" buyurduğunu
görmüyor musunuz? Ebu Davud'un rivayetine göre de Sa'd, Resulullah (s.a.)'m
yanma varıp şöyle dedi: En beğendiğin sadaka hangisidir? O, "sudur"
buyurdu. İşte bu da bir canlının su ihtiyacını karşılamanın Yüce Allah'a en
büyük yaklaştırıcı amellerden olduğunu göstermektedir. Tabiînden kimisi şöyle
demiştir: Günahı çoğalan kimse su ihtiyacını karşılamaya baksın. Ayrıca
Buharî, Ebu Hureyre'den rivayetine göre, bir köpeği suladığı için günahkâr birini
bağışladığını zikretmektedir. Peki, ya mümin ve muvahhid bir kimsenin su
ihtiyacını karşılayıp onun can bulmasına sebep olana ne denir?
İbni
Mace'nin Sünen'deki rivayetine göre Hz. Aişe Resulullah (s.a.)'tan şunu
rivayet etmektedir: "Her kim suyun bulunduğu yerde Müslüman bir kimseye
bir içim su verecek olursa o bir köleyi azat etmiş gibi olur. Her kim su bulunamayan
bir yerde bir Müslümana bir içim su verecek olursa adeta o kişiyi canlandırmış
gibi olur."
Havuzun
ve kırbanın sahibi olan kişi bunlardaki suda daha bir hak sahibidir ve o suyu
almak isteyene engel olabilir, diyen kimseler de bu ayeti delil
göstermişlerdir. Çünkü cenetliklerin, "Doğrusu Allah onları kâfirlere
yasak etti" sözlerinin anlamı, sizin bunlarda hakkınız yoktur, demektir.
Buharî, Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Nefsim elinde olana yemin olsun ki, nasıl ki yabancı bir devenin havuza
yaklaşması engelleniyor ise, ben de bir takım kimselerin havuzuma
yaklaşmalarını engelleyeceğim." Mühelleb der ki: Bir havuz sahibinin
oradaki suda daha bir hak sahibi olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü
Resulullah (s.a.), "Bir takım kimselerin havuzuma yaklaşmalarını
engelleyeceğim" diye buyurmuştur.
[105]
52-
Andolsun ki biz onlara bir Kitap getirdik. Onu inanan kavim için hidayet ve
rahmet olarak, bilgi üzere uzun uzun açıkladık.
53-
Onlar onun tevilinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vilinin geldiği gün,
daha önce onu unutmuş olanlar derler ki: "Gerçekten Rabbimizin elçileri
bize hakkı getirmişti. Şimdi bize şefaat edecek kimseler var mı ki bize şefaat
etsinler yahut geriye döndürülür müyüz ki yapmış olduğumuzdan başkasını
yapalım?" Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır ve
uydurageldikleri şeyler de kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur.
"Andolsun
ki biz onlara" Mekkelilere, diğerleri de onlar gibidir "bir
Kitap" ki o da Kur'an-ı Kerim'dir, "getirdik. Onu... bilgi üzere...
açıkladık." Yani biz onda açıklananları bilerek, onu haber, vaad ve
tehditler hususunda en geniş ve yeterli şekilde açıkladık.
"Onlar
onun te'vilinden" yani onun gösterdiği sonucun ortaya çıkmasından, yani
sonunda doğruluğunun açıkça ortaya çıkmasından, söylemiş olduğu vaad ve
tehdidin doğruluklarının açık seçik ortaya çıkmasından "başkasını mı
bekliyorlar?" Bu soru başkasını beklemiyorlar anlamındadır. "Onun te'vilinin
geldiği gün", yani kıyamet günü, "daha önce onu unutmuş olanlar"
ona imanı terk edenler, "derler ki:... gerçekten... hakkı
getirmişti." Yani doğru olanı bildirmişlerdi. "Yahut geriye
döndürülür müyüz?" Dünyaya geri çevirilir miyiz? "Ki yapmış olduğumuzdan
başkasını yapalım?" Allah'ı tevhid edip şirki terk edelim? Onlara, hayır
diye cevap verilecektir.
"Onlar
gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır." Helake vardıklarından
dolayı kendilerini aldatmışlardır. "Uydurageldikleri şeyler" yani
iddia ettikleri şirk, "kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur" onlara
görünmez ve çekip gitmiş olacaktır.
[106]
Şanı
Yüce Allah cennetliklerle cehennemliklerin, A'raftakilerin hallerini, bu üç
kesim arasında gerçekten mükellefi dikkatli davranmaya, kendisini korumaya,
akibetler üzerinde dikkatle düşünmeye iten konuşmaları açıkladıktan sonra
burada da bu Kitab-ı Kerim'in şerefini, üstün faziletini, büyük faydasını,
bütün insanlara karşı delil oluşunu ve müşriklerin ileri sürebilecekleri her
türlü mazeretleri iptal edip çürüttüğünü ifade etmekte, arkasından da yalanlayanların
durumlarını kıyamet gününde onların pişmanlık ve hasretlerini, amellerini
düzeltmek için tekrar dünyaya dönmeyi temenni edeceklerini yahut da
şefaatçilerin şefaati ile kurtulmak isteyeceklerini zikretmektedir.
[107]
Yüce
Allah bu ayet-i kerimede kendilerine her şeyi açıklayan ve beyan eden Kitap ile
peygamberleri göndermiş olmakla müşriklerin her türlü mazeretlerini çürütmüş
olduğunu bildirmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir
Kitap ki ayetleri muhkem kılınmış, sonra da geniş geniş açıklanmıştır."
(Hud, 11/1).
Andolsun
ki ister bu Mekke müşrikleri olsun, isterse de onların benzerleri olsun, biz
tam anlamıyla açıklamalar ihtiva eden Kitap göndermişizdir. Bu kitap da
Kur'an-ı Kerim'dir. Onun ayetlerini hikmetlerle, öğütlerle, kıssalarla,
hükümlerle, vaadlerle ve tehditlerle yapmış olduğumuz açıklamaları, tam ve
kemaliyle bilerek, geniş geniş açıklamış bulunuyoruz. Nitekim Yüce Allah bir
başka yerde, "O, onu kendi ilmiyle indirmiştir." (Nisa, 4/166)
buyurmaktadır. Böylece onların akidelerini tashih etmek, ruhlarını arındırmak,
mutluluklarına sebep olmak, ona iman edip hükümleriyle amel edecek kimseler
için de hidayet ve rahmet olmak üzere geniş geniş açıklamışızdır.
Bu
kitap dinin asıllarını açıkladığı gibi şirki, putperestliği de tenkit etmiş,
insanlar için uygun ve elverişli olan düzenlemeleri ortaya koymuş, yapıcılığa,
ilerlemeye ve uygarlığa, dikkatle düşünmenin, tefekkür ve aklı kullanmanın şanını
yükseltmek için teşvikte bulunmuştur. Diğer taraftan birçok ayet-i kerimede
araştırmadan ve belgeler üzerinde dikkatle durmadan yapılan taklidi
ye-rilmiştir. Şu buyruklarda olduğu gibi birçok ayet-i kerimede dikkatle
düşünmeyi teşvik etmiştir: "Şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk
için ayetler vardır." (Ra'd, 13/4); "De ki: Eğer doğru söyleyen
kimseler iseniz, haydi delilinizi getiriniz." (Bakara, 2/111). Kimi
ayetlerde de taklidi yermektedir; şu buyrukta olduğu gibi: "Biz atalarımızı
bir din üzere bulduk ve şüphesiz biz onların izleri üzere onlara uyan
kimseleriz." (Zuhruf, 23/43).
Şimdi
bu kâfirler, onun te'vilinden yani kendilerine vaad olunan azap, ibretli
cezalar, cennet ve cehennemden başkasını mı bekliyorlar? Elbette ki beklemiyorlar!
-Rabî' der ki: Onun te'vili olan şeyler hesap günü tamamlanıncaya kadar
gelmeye devam edecektir. Nihayet cennet ehli cennete, cehennemlikler de
cehenneme girecekleri vakit, işte o zaman onun te'vili tamamlanmış olacaktır.
Te'vilinin
geleceği gün, İbni Abbas'm dediği gibi, kıyamet günüdür. Ki-tap'm haber verdiği
şeylerin gerçeklerinin, getirdiklerinin doğruluğunun ortaya çıkacağı gün, bu
gündür. İşte o vakit onun gereğince amel etmeyi terk eden ve dünya yurdunda onu
unutanlar yani unutulmuş bir şey gibi telakki edip ondan yüz çevirenler şöyle
diyeceklerdir: "Gerçekten Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişlerdi.
Yani ne söylemişlerse doğru söylemişlerdi. Onların doğruyu, hakkı getirdikleri
artık ortadadır. Getirdiklerinin bir gerçek olduğu sabit olmuştur, fakat ondan
yüz çevirenler bizler idik; o bakımdan bu ceza ile cezalandırılıyoruz!
Bu
sefer şu iki husustan mümkün olan herhangi birisiyle kurtulmayı temenni etmeye
koyuldular: Ya şefaat edeceklerin şefaati ile kurtulmak ya da amellerini
düzeltmek ve Allah'ı razı edecek şekilde yeni bir hayat ve yeni bir yol tutmak
için dünyaya geri dönmek.
Şefaati
temenni etmelerindeki sebep, şirkin esasını hatırlamalarıdır. Bu esas ise Allah
nezdinde kurtuluşun ancak şefaatçilerin aracılığı ile olacağını kabul
etmeleriydi. Artık iflas edip kurtuluşun ancak iman ve salih amel ile olduğunu
öğreneceklerinde dünyaya geri dönmeyi temenni edecekler, böylelikle önceden
yaptıklarından farklı olarak peygamberlerin emrettikleri gibi amel etmek
isteyecekler. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Ateşin
üzerinde durdurulup da "Keşke geri döndürülsek ve Rabbimizin ayetlerini
ya-lanlamasak, müminlerden olsak" diyecekleri zamanı bir görsen. Hatta
onlara daha önceden gizledikleri şeyler görünecektir. Eğer geri döndürülecek olsalar
dahi, yine kendilerine yasak kılınanlara döneceklerdir. Şüphesiz onlar yalan
söyleyenlerdir." (En'âm, 6/27-28).
Bu
da Yüce Allah'ın buradaki, "Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır
ve uydurageldikleri şeyler kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur"
buyruğundan anlaşılmaktadır. Yani onlar cehenneme girmek, orada ebedi kalmak
suretiyle kendilerini aldatmış oldular. İftira edip durdukları Allah'tan başka
tapındıkları şefaatçilere dair söylediklerinin öyle olmadığı ortaya çıkacaktır.
Çünkü onlar Allah'tan başka taptıkları şefaatçileri hakkında, "İşte bunlar
Allah nezdindeki şefaatçilerimizdir." (Yunus, 10/18) diyorlardı. Fakat bunlar
kendilerine şefaat etmeyecekler, yardım etmeyecekler, içinde bulundukları
durumdan onları kurtarmayacaklardır.
[108]
Kur'an-ı
Kerim, insanlara gönderilmiş en büyük nimettir. Çünkü o, sahih olan imanı,
değişmez hakkı, Allah'ı razı edecek ibadet yolunu açıkladığı gibi, müminler
için bir hidayet ve bir rahmettir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Ve bu, indirdiğimiz mübarek bir kitaptır." (En'âm, 6/155).
Dünyadaki
her bir zaman diliminde O'nun korkutup sakındırdığı her şey, söylediği,
bildirip haber verdiği her şey ortaya çıkmaktadır. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Biz onlara ayetlerimizi afakta ve nefislerinde göstereceğiz.
Ta ki onun hak olduğu kendilerine apaçık belli oluncaya kadar." (Fussilet,
41/53). Ahirette de durum böyle olacaktır. Çünkü Yüce Allah, "Onlar onun
te'-vilinden başkasını mı bekliyorlar?" buyurmuştur. Yani onda
bulunanların aki-betinden başkasını mı bekliyorlar? Kur'an-ı Kerim'in akibeti
ise Yüce Allah'ın onda vaad etmiş olduğu öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme
ve onu yalanlamanın cezasıdır.
Kıyamet
gününde onun bildirdiklerinin akibeti görülecektir. Onu inkâr edenler, onun
sarsılmaz ve apaçık doğru olduğunu itiraf edecekler, mümkün olan hangi yolla
olursa olsun kurtuluşu temenni edeceklerdir. Bu kurtuluşu ise, ya şefaatçilerin
şefaatinden ya da Allah'ın rızasına uygun bir şekilde amellerini tashih etmek
için dünyaya geri döndürülmelerinden ummaktadırlar. Fakat onların bu istekleri
kabul olunmayacak ve pişman olacaklardır; ama pişman olmanın vakti de geçmiş
olacaktır.
Şu
kadar var ki, bu inkarcı kâfirler cehennemde azaba maruz bırakmak suretiyle
kendilerini hüsrana uğratmış olacaklardır. Onların daha önce söyledikleri
Allah ile birlikte başka ilâhların varlığının batıl olduğu ortaya çıkacaktır.
Dünya hayatında iken tapındıkları putlardan fayda göremeyecekler, aynı şekilde
alabildiğine destekleyip yardımcı oldukları batıl dinlerine yardımlarından da
yararlanamayacaklardır.
[109]
54-Muhakkak
ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra
ArŞ'a İstiva eden A11»11'*11"-
Gündüzü durmadan kovalayan gece ile
bürür. Güneşi, Ay'ı ve yıldızları
emriyle mü- sahhar kılmıştır. Bilin ki yaratma da emir de yalnız O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir!
"Bilin
ki yaratma da emir de yalnız O'nundur" buyruğunda, pek çok manayı az
lafızlarla ifade etmek demek olan îcaz-ı kasr sanatı vardır.
[110]
"Muhakkak
sizin Rabbiniz"; Rab, efendi, mâlik, müdebbir ve terbiye eden demektir,
"gökleri ve yeri" bunlarla kastedilen üst âlem ile alt âlemdir.
Bunların hakikatlerini açıklayacak herhangi bir haber varit olmamıştır,
"altı günde yaratan"; gün, güneşin doğuşundan batışına kadar devam
eden sınırlı zamandır. Altı günden kasıt, dünya günleri yani bu günler miktarı
kadar olabilir. Çünkü o sırada henüz güneş yoktur. Dileseydi elbette bunları
bir anda dahi yaratırdı. Ancak bu şekilde yaratması mahlûkata teenniyi yani
yerinde ve zamanında hareketi öğretmektir, "sonra da Arş'a istiva
eden"; istiva etmek, karar bulmak, kastetmek, istilâ etmek ve malik olmak
gibi anlamlara gelir. Burada maksat ise, Allah'ın dilediği şekilde orada
tasarrufta bulunmasıdır. O şanına yakışan bir şekilde istiva etmiştir. Arş,
sözlükte, hükümdarlık tahtıdır. Yahut çatısı bulunan her şey ya da kadının
yahut hükümdar ve sultanın içinde bulunduğu hevdecdir.
[111]
"Arşı elinden gitti" denildiği zaman mülkü gitti, zail oldu veya
helak oldu, anlamına gelir. "Allah'tır." Allah, bütün mahlûkatı
yaratan, yüce yaratıcının adıdır. İlâh ise, fayda sağlaması veya zararı
gidermesi umulan, kendisine, kendisini razı edecek ibadet ve dua ile
yaklaşılan mabuddur. Muvahhid müminlerin tek ilâh ve tek rab olarak Allah'tan
başka ilâhları yoktur. Müşriklerin çoğunluğu ise, "O, ilahların
büyüğüdür" derler. Arap müşrikleri O'ndan başka rabbin varlığını kabul
etmemekle birlikte, kendilerini O'na yaklaştıracak başka ilâhlara ibadet
ederlerdi.
"Gündüzü
durmadan kovalayan" yani aralıksız olarak ve seri bir şekilde peşini
takip eden "gece ile bürür", onların her birisini ötekine bürür ve
gece adeta bir örtü gibi olur, yani gündüzün aydınlığını giderir. "Güneşi,
ayı ve yıldızları, emriyle müsahhar kılmıştır." Onun kudreti, tedbiri ve
tasarrufuyla kendisine boyun eğer kılmıştır. "Bilin ki yaratma" yani
eşyayı belli bir kader ve ölçü ile yokluktan meydana getirmek, bütünüyle O'nundur;
"emir de" bütünüyle "yalnız O'nundur." Yani dilediği
şekilde tasarruf, tedbir ve irade O'nundur. "Alemlerin rabbi olan Allah'ın
şanı ne yücedir!" Yani cinlerden ve insanlardan olsun, bütün âlemlerin
mutlak maliki olan Allah yüce, büyük ve münezzehtir; yahut hayır ve ihsanı pek
çok olandır.
[112]
Kur'an-ı
Kerim dört temel esası ispatlamak çerçevesinde döner dolaşır. Bunlar tevhid,
peygamberlik, mead (ahiret) ile kaza ve kaderdir. Meadın ispat edilmesi ise
tevhid, kudret ve ilmin ispatına bağlıdır.
Yüce
Allah meadı açıkladıktan ve cennetliklerle cehennemlikler ve A'raf-takiler
arasında meydana gelecek konuşmalardan söz ettikten sonra tekrar tevhidinin,
kudretinin ve ilminin kemalini söz konusu etmektedir. Ta ki bu Allah'ın
rububiyetine, ulûhiyyetine ve meadın ispatına delil teşkil etsin.
[113]
Yüce
Allah yedi semasıyla, arzıyla bütün kâinatı yahut âlemi ve bunlar arasında
bulunanları altı günde yarattığım haber vermektedir. Bu altı gün ise cumartesi
dışında kalan günlerdir. Bütün yaratıklar, Hz. Adem'in yaratılmış olduğu cuma
gününde toplanmış oldu. Cumartesi gününde ise kâinattan bir şey yaratılmadı.
Çünkü o yedinci gündür. İşte bundan dolayı bu güne kesmek anlamına gelen sebt
adı verilmiştir. Bu bilgiler ise İsrailoğulları haberlerinden
(İsrailiyetten)dir.
Hatıra
ilk gelen, bu günlerin dünya günleriyle takdir olunduklarıdır. Çünkü o sırada
güneş yoktu. Bu yaratılmış eşyalar ise, bu yerin yaratılmasından sonra meydana
gelmiştir. Mücahid ile Ahmed b. Hanbel'in görüşüne göre her gün bin yıldır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz senin Rab-binin nezdinde
bir gün, sizin saydıklarınızdan bir sene gibidir." (Hacc, 221 Al). Kıyamet
gününün niteliği ile ilgili olarak da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Miktarı
elli bin yıl kadar olan bir günde..." (Meâric, 69/4).
Ayet-i
kerimenin ifade ettiği manaya gelince: Ey insanlar! Sizin Rabbiniz ve
işlerinizin mutlak maliki, kendisinden başka ilâh olmayan, ortağı bulunmayan
Allah'tır. Gökleri, yeri yoktan var eden ve onları takdir eden, işlerini düzenleyen,
onların düzenlerini altı günde sağlamlaştıran O'dur. Bu günler ya dünya
günleriyle takdir edilir yahut da Yüce Allah bu günlerin miktar ve sınırlarını
en iyi bilendir. Yüce Allah dileseydi elbette bunları bir lahzada da yaratırdı.
Fakat O, böyle yapmakla, insanlara yaptıkları işlerinde sağlam ve istikrarlı
davranmayı öğretmeyi dilemiştir. Çünkü: "O'nun emri ancak bir şeyi diledi
mi ona sadece "Ol" der, o da oluverir." (Yasin, 36/80). Bu
yaratma ve tekvîn mahlûkat için hiç bir şekilde mümkün bir şey değildir. O
bakımdan bu aynı zamanda eksiksiz bir kudretin de delilidir: "Göklerin ve
yerin yaratılması elbette insanların yaratılışından daha büyüktür."
(Mü'min, 40/57).
Yüce
Allah yeri iki günde yaratmıştır. Kazık gibi sapasağlam dağları, çeşitli bitki
ve hayvanları bir başka iki günde yaratmıştır. Nitekim Yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Siz iki günde yeri yaratan Allah'ı inkâr
ediyor ve O'na ortaklar koşuyor musunuz; işte O âlemlerin Rabbidir. Ve orada üstünde
sabit dağlar yarattı. Orada bereketler kurdu, gıdalarını takdim etti. Soranlar
için müsavi olarak tam dört günde (yarattı)..." (Fussilet, 41/9-10).
O
gökleri ve onlarda bulunan cisimleri ve yıldızları da iki günde yarattı.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve onları yedi gök halinde iki
günde yarattı. Her bir göğe de ona ait olan emri vahyetti. Dünya göğünü de
yıldızlarla süsledik ve koruduk. Bu her şeye kadir olanın, her şeyi en iyi
bilenin takdiridir." (Fussilet, 41/12).
Diğer
taraftan Yüce Allah, bu mahlûkatı yarattıktan sonra kendisine yakışacak
şekilde Arş'ına istiva etti. Herhangi bir şekilde yaratılmışlara, sonradan var
olmuşlara hiç bir şekilde benzemeksizin işlerini çekip çevirmekte, düzenini
yürütmektedir. O'nun Arş üzere istiva etmesi, gökleri ve yeri tek başına idare
etmesi, onlardaki hakimiyeti ve işlerin dizginlerini elinde bulundurması-dır.
Bizler ashab-ı kiramın iman ettiği gibi, Allah'ın Arş üzere istivasına, kendisine
yakışan bir keyfiyette olduğuna iman ederiz. Herhangi bir benzetme veya
keyfiyet nispetine gitmeyiz. Yani belli bir cihetle sınırlandırmakla ve belli
bir keyfiyetle yahut sıfatla takdir etmek söz konusu değildir. Hakikatin mahiyeti
de Allah'a havale edilir. İşte İmam Malik'in ondan önce de hocası Ra-bîa'nm açıkladığı
budur. O der ki: İstivanın (dilde) ne demek olduğu bellidir. Keyfiyet (yani
istiva şekli) ise meçhuldür. Buna dair soru sormak, bidattir. İşte bu konuda bu
kadarı yeterlidir.
Hafız
İbni Kesir der ki: Mâlik, Evzaî, Leys b. Sa'd, Şafiî, Ahmed, İshâk b. Râhûye ve
onların dışında kalan eski yeni, İslâm'ın bütün ilim adamlarından oluşan
selef-i salihinin kabul ettiği görüş bu gibi buyrukları, keyfiyet, benzetme ve
ta'dile gitmeksizin geldiği gibi kabul etmektir. Benzetmeye gidenlerin zihin
ve hatırlarına ilk gelen zahirî mana Allah hakkında söz konusu olamaz. Çünkü
Allah'a yaratıklarından hiç bir şey benzemez ve, "Onun mislinin benzeri
yoktur, O en iyi işitendir, en iyi görendir." (Şûra, 42/11).
Hatta
mesele aralarında Buharî'nin hocası Nuaym b. Hammâd'ın da bulunduğu önder ilim
adamlarının dedikleri gibidir. Nuaym der ki: Allah'ı yaratıklarına benzeten
kâfir olur. Allah'ın kendisini vasfettiği şeyi inkâr eden de kâfir olur. İster
Allah'ın kendisini vasfettiği şeyler, ister Rasulünün vasfettikleri şeyler arasında
teşbih söz konusu değildir. Her kim Yüce Allah hakkında sarih ayetler varit
olduğu gibi Allah'ın celâl ve azametine yakışacak şekilde kabul eder, diğer taraftan
eksiklikleri Allah hakkında reddederse o hidayet yolunu izlemiş olur.[114]
Halefe
(sonraki ilim adamlarına) gelince: Onlar tevilde bulunarak derler ki: Yüce
Allah mahlûkatını var ettikten sonra takdir ve hikmetine uygun olarak işlerini
idare etmek, düzenini yürütmek anlamı ile Arş'ı üzere istiva etti. Nitekim O
şöyle buyurmaktadır: "Sizin rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan
Allah'tır. Sonra O Arş'a istiva etti. Bütün işleri tedbir ediyor." (Yunus,
10/3).
Daha
sonra Yüce Allah kâinatı tedbir ve idaresinin bir takım tecellilerini
açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Gündüzü... gece ile bürür." Yani
Yüce Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye katar. Her ikisi de birbirinin
arkasından gelir. Gecenin karanlığı gündüzün aydınlığıyla, gündüzün aydınlığı
gecenin karanlı-ğıyla gider. Onların her birisi gecikmeksizin oldukça seri bir
şekilde ötekini ısrarla takip eder. Öyle ki biri gitti mi hemen öteki gelir,
öteki gitti mi diğeri gelir. Maksat arada herhangi bir fasıla yahut gecikme
olmaksızın, seri bir şekilde birinin ötekini takip etmesidir; Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Onlara bir ayet de gecedir. Biz ondan gündüzü
soyup çıkarıyoruz. Onlar karanlıkta kalıverirler. Güneş de kendisi için tayin
edilmiş bir karar yerine akıp gitmektedir. Bu, gücü her şeye yeten, her şeyi
bilenin takdiridir. Ay için de menziller takdir ettik. Nihayet o kurumuş hurma
salkımının çöpü gibi olur. Güneşin aya yetişmesi gerekmediği gibi, gece de
gündüzü geçmez. Onların her birisi bir yörüngede yüzerler." (Yasin,
36/37-40). Gece ile gündüzün ard arda gelmesinde pek çok menfaatler vardır.
Çünkü onların ard arda gelmesiyle hayatın işleri tamam olur, insanların
menfaatleri tahakkuk eder.
Bu
şekildeki hızlı ve ısrarlı takibi modern ilim, yeryüzünün yuvarlaklığını ve
güneşin etrafında kendi ekseni çevresinde dönüşünü açıklayarak ispatlamıştır.
Böylelikle yer küresinin yarısı Güneş ile aydınlık, öbür yarısı karanlık olur.
Meselâ Ortadoğu'da vakit gündüz iken, Güney Amerika ve Japonya'da vakit
gecedir. Çağdaş ilim adamlarının bu konuda belirledikleri gerçekleri Gazali,
Razî, İbni Teymiyye, İbni el-Cevziyye gibi pek çok ilim adamı önceden açıklamış
bulunmaktadırlar.
Kâinatın
İlâhî tedbirinin tecellilerinden birisi de Güneş'i, Ay'ı, diğer yıldız ve
gezegenleri yaratmış olması, bunların tümüyle O'nun hakimiyeti, müsahhar
kılması ve meşieti (dilemesi) altında bulunmalarıdır. Yani onlar tümüyle Yüce
Allah'ın tasarrufunun ve emrinin altındadır. Bundan dolayı Yüce Allah,
"Bilin ki yaratma da, emir de yalnız O'nundur." buyurmaktadır. Yani O
yoktan var eden mutlak malik, mutlak tasarruf sahibi ve müdebbir olandır.
"Yaratma O'nundur" buyruğunun anlamı küçüğüyle büyüğüyle bütün
yaratılmışlar O'nun mülküdür; "emir de yalnız O'nundur" buyruğunun
anlamı ise tasarruf ve tedbir de yalnız O'nundur, bunlardan herhangi birisinde
kimsenin hakkı yoktur, demektir.
"Âlemlerin
Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir?" Yani o ne azametlidir, ne
münezzehtir! O rububiyetiyle eşsiz ve tek olandır. Kâinatta bulunan pek çok
hayırlar O'ndandır. Kullarına düşen ise bu nimetler dolayısıyla O'na şükretmek,
O'ndan başkasına ibadet etmemektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Mülk yalnız elinde bulunanın şanı ne yücedir ve O, her şeye
gücü yetendir." (Mülk, 67/1); "Gökte burçlar yaratan, orada bir
kandil ve ışık saçan bir Ay yaratanın şanı ne yücedir." (Furkân, 25/61).
İbni
Cerîr et-Taberî de Abdülaziz eş-Şâmî'den, o babasından -ki sahabedendi- şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "İşlediği salih
bir amel dolayısıyla Allah'a hamdetmeyip kendisine hamdeden kişi kâfir olmuş,
ameli boşa çıkmış olur. Allah'ın kullara emirden bir pay verdiğini iddia eden
bir kimse Allah'ın peygamberlerine indirdiğine kâfir olur. Çünkü Yüce Allah,
"Bilin ki yaratma da, emir de yalnız O'nundur, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın
şanı ne yücedir!" diye buyurmuştur.
Ebu'd-Derdâ'dan
nakledilen -ki Resulullah (s.a.)'a merfuan da rivayet edilmiştir- duada da
şöyle denilmektedir: "Allahım! Mülk bütünüyle yalnız senindir. Hamd,
bütünüyle yalnız senindir; emir, bütünüyle yalnız sana racidir. Ben senden
bütün hayırlardan isterim ve bütün serlerden de sana sığınırım."
[115]
Bu
ayet-i kerime aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Aziz ve Celil olan Allah, yaratmak kudretine tek başına sahip olandır,
gökleri ve yeri yaratan O'dur. O bakımdan ibadet olunması gereken de yalnızca
O'dur.
2- Yüce Allah Arş'a istiva etmiştir ve Arş'a bu hususiyeti vermiştir.
Çünkü Arş mahlûkatınm en büyüğüdür. Selef-i Salihin'in görüşüne göre, Yüce
Allah gerçekten Arş'a istiva etmiştir; fakat istivanın keyfiyeti bizim için
bilinmez bir şeydir. Zira onun hakikatini biz bilemeyiz. Mâlik (Allah'ın
rahmeti üzerine olsun) der ki: İstivanın ne demek olduğu (sözlükte)
bilinmektedir. Keyfiyeti ise bilinmezdir. Buna dair soru sormak da bidattir.
Ümmü Seleme (r. anhâ) de böyle söylemiştir.
Kelâm
alimlerinin öncekileri de sonrakileri de çoğunlukla Yüce Allah'ın cihetten ve
bir yerde mekân tutmaktan münezzeh olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü aksi
takdirde O belli bir cihette bulunacak olursa, ister istemez bir yerde
bulunacaktır veya bir mekân işgal edecektir. Bir mekân ve bir yerde bulunmak
ise, orada mekân tutanın hareket etmesini ve sakin olmasını, değişip durmasını
ve hadis olmasını gerektirir.
Ayet-i
kerimede Arş, mülk ve egemenlik şeklinde de tevil edilebilir. Yani mutlak mülk
ve hakimiyet ancak Aziz ve Celil olan Allah içindir. Kurtubî der ki: Bu güzel
bir görüş olmakla birlikte tartışılır. ^
3- Gece ve gündüz birbiri arkasına gelirler. Bu şekilde ard arda
gelmeleri yeryüzünün küresel olduğunun, hareket edip döndüğünün delilidir.
Ayet-i kerimede ayrıca gündüzün gece üzerine girdiği söz konusu
edilmemektedir. Bunlardan birisinin zikredilmesiyle yetinilmiştir. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve sizi sıcaktan koruyan
elbiseler" (Nahl, 16/81) yani soğuktan da koruyan elbiseler demektir.
Yine, "Hayır, yalnız senin elindedir." (Al-i İmran, 3/26) buyruğu da
böyledir. Yani şer de elindedir, demektir.
4- Güneş, Ay, yıldızlar ve diğer gezegenler Allah tarafından
yaratılmıştır. Bunun delili ise bunların da göklere atfedilmiş olmasıdır. Yani
Yüce Allah gökleri kendi tasarrufu altında, kendine boyun eğdirilmişler olarak
yarattı.
5- Yaratma ve emretme yetkisi yalnızca Allah'ındır. Ayet-i kerime Yüce Allah'ın
haberinde doğru olduğunu göstermektedir. O onları yarattı ve istediği şekilde
onlara emirler verdi. Bu ise gerektiğinde onlara yasaklarda bulunmayı da ihtiva
eder. Süfyân b. Uyeyne der ki: Yüce Allah yaratma ile emretmeyi ayrı ayrı
zikretmiştir. Bunları aynı özellik ve nitelikte kabul eden kişi kâfir olur.
Çünkü yaratmak yaratılanla eş anlamlıdır, emretmek ise onun yaratılmış olmayan
sözüdür. Bu da Yüce Allah'ın, "ol" buyruğudur: "O bir şeyi
diledi mi ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir." (Yasin,
36/82).
Yüce
Allah'ın yaratma ve emri ayrı ayrı zikretmesi Kur'an-ı kerim'in yaratılmış
olduğunu söyleyenlerin sözlerinin yanlışlığına apaçık bir delildir. Çünkü onun
emir olan kelâmı yaratılmış olsaydı, şöyle demesi icap ederdi: "Bilin ki
yaratmak ve yaratmak O'nundur." Böyle bir ifade ise oldukça çirkindir.
Yüce Allah ise faydasız söz söylemekten yüce ve münezzehtir. Eğer emir
yaratılmış olsaydı, bu sefer kendisi ile var olabileceği bir başka emre
ihtiyacı olurdu. O emir de yine bir başka emre ihtiyaç duyardı ve bu sonsuza
kadar böylece sürüp giderdi. Bu ise imkânsız bir şeydir. O halde kelâmından
ibaret olan onun emrinin kadim, ezelî ve yaratılmamış olduğu sabit demektir.
Böylelikle yaratılmışların O'nun emriyle var olabilmesi doğru bir gerçek
olarak anlaşüabilmektedir. Buna delil de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır:
"Göğün ve yerin O'nun emriyle durması da O'nun ayetlerindendir."
(Rûm, 30/25). Burada da, "Güneşi, ayı ve yıldızları emriyle müsahhar
kılmıştır." diye buyurmakta ve bütün yaratıkların kendi emriyle var
olduğunu haber vermektedir.
Emrin
irade ile doğrudan herhangi bir ilgisi yoktur. Mutezile ise der ki: Emir
iradenin kendisidir. Kurtubî de der ki: Ancak bu doğru değildir. Zira O, irade
etmediği şeyleri emretmekte, irade ettiği şeyleri de yasaklamaktadır. Nitekim
Hz. İbrahim'e oğlunu boğazlamasını emretti, fakat ondan böyle bir şeyin sadır
olmasını irade etmedi. Peygamberine de ümmeti ile birlikte elli vakit namaz
kılmasını emrettiği halde, ondan beş vakitten fazla kılmasını irade etmedi.
"Ve sizden şehitler edinmek ister" (Al-i İmran, 3/140) buyruğu ile
Hz. Ham-za'nın şehit olmasını irade ederken kâfirlerin onu öldürmesini
yasaklamıştı ve onlara böyle bir işi yapmalarını emretmemiştir.
[116]
6- Yüce Allah kendisine yakışmayan her türlü şeyden büyük ve münezzehtir.
O bakidir, daimîdir ve vardır.
Hayır
ve lütuflan, ihsanları, takdirinin güzel sonuçları pek çoktur. Lütuf ve ihsanı
bol ve geniştir. Ve, "Âlemlerin rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir!"
[117]
55-
Rabbinize yalvara yakara gizlice dua edin. Muhakkak ki O, haddi aşan-
56-
Islah olmuşken yeryüzünde fesat çıkarmayın. Ve O'na korka korka ve ümitle
yalvann. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti ihsan edenlere çok yakındır.
"Muhakkak
ki Allah'ın rahmeti... çok yakındır." Burada "rahmet" kelimesi
müenneslik te'si almakla birlikte Arapça'nın kuralına göre ona uyması gereken
"Karîb" kelimesi te'siz gelmiştir. "Çok yakın" anlamına
gelen "karîb" kelimesinin burada müzekker (te'siz) gelmesinin üç
sebebi vardır: Bu kelime manaya hamledilerek zikredilmiştir. Çünkü rahmet
müzekker olan merhamet duymak anlamındadır. Yahut rahmetten kasıt yağmur
olabilir; bu da müzekkerdir. Veya mensup isim olmak anlamında müzekker kabul
edilmiştir. Yani, (zât kurbin) yakınlığı olan, takdirindedir. Arap dilinde
benzeri kullanımlar çoktur {İbnü'l-Enbârî, 1/365). Zemahşerî bunlara şunu da
ekler: Yahut da bu kelime hazfedilmiş bir mevsufun sıfatıdır. Yani, "çok
yakın bir şeydir" anlamındadır. Ya da meful anlamına gelen fail veznine
benzetilmiştir, yahut da rahmet kelimesinin müennesliği hakiki olmadığından
böyle gelmiştir (Keşşaf, 1/555).
Râzî
de Tefsirinde (XIV/136-137) bunlardan dört tanesini söz konusu etmektedir.
Kurtubî
ise Tefsirinde (VII/227) "karîb" kelimesinin bu şekilde müenneslik
te'si olmaksızın gelmesinin yedi sebepten birisine bağlı olduğunu söz konusu
etmektedir: Birincisi rahmet ve ruhm kelimesi aynı anlamdadır. Bu da af ve
mağfiret anlamına gelir. Rahmetten maksadın ihsan olduğu da söylenmiştir. Yine
denildiğine göre müennesliği hakiki olmayanın müzekker olması da mümkündür. Bir
başka görüşe göre burada rahmetten kasıt yağmurdur. Bir diğer görüşe göre mekân
müzekker olduğu için böyle zikredilmiştir. Yani "rahmet müminlere yakın
bir mekândadır" anlamındadır. Bir diğer görüşe göre nispet dolayısıyla
müzekkerdir. Şöyle buyurulmuş gibidir: (İnne rahmet Allah zât kurbin)=
"Allah'ın rahmetinin yakınlık özelliği vardır" denilmiş gibidir. Yine
bir diğer görüşe göre nisbet yoksa müzekkerlik de müenneslik de caizdir. O
bakımdan:"Dârüke minnâ karîbun" (Evin bize yakındır); ve "Fülâne
minna karîbun" Filan kadın bize yakındır) denilir.
[118]
"Rabbinize
yalvara yakara" yani zilletinizi arzederek. Bu da nefsin zilletini ve
itaatle boyun eğişini izhar etmektir, "gizlice dua edin. Muhakkak ki O,
haddi aşanları sevmez." Bağıra çağıra ve sesi yükselterek, duada haddi
aşanları. Maksat (böyle) dua edenden razı olmamak ve sevap vermemektir.
"Islah
olmuşken" Peygamberlerin gönderilmesi suretiyle "yeryüzünde"
şirk ve masiyetlerle "fesat çıkarmayın ve O'na" cezasından
"korka korka"; korkmak, kötülüğü ve hoşa gitmeyen şeyi beklemektir;
"ve ümitle" rahmetini umarak "yalvarın." Ummak, hayır
beklentisi içinde bulunmaktır.
[119]
Yüce
Allah kudretinin ve tedbirinin kemalini, hikmet ve tasarruf gibi ru-bubiyetin
tevhidine dair delilleri söz konusu ettikten sonra, yalnızca kendisine ibadet
etmek, dua ve yakarışta bulunmak suretiyle ulûhiyetin tevhidini emretmektedir.
Çünkü dua etmek, ibadetin beynidir.
[120]
Yüce
Allah kullarını dünya ve ahiretlerinin ıslahı demek olan kendisine dua etmeye
çağırmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Rabbinize yalvara yakara gizlice dua
edin." Yani Rabbinize, işlerinizi çekip çeviren, işlerinizin velisi, size
nimetler ihsan eden Rabbinize yalvararak yakararak zilletinizi, miskinliğinizi
arzederek ve gizlice dua edin. Çünkü dua etmek ibadetin asasıdır. Ayrıca bu
buyrukta duanın gizlice yapılmasının mendup olduğuna bir işaret vardır. Çünkü
böyle bir dua riyadan daha uzaktır. Ayrıca Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ve içinde Rabbinı yalvarıp yakararak gizlice zikret." (Araf, 7/205).
Hz. Zekeri-ya'dan da övgüyle şöylece söz etmektedir: "Hani o Rabbine
gizlice seslenmişti." (Meryem, 19/3).
Buharî
ile Müslim'de Ebu Musa el-Eş'ari (r.a.)'den şöyle dediği nakledilmektedir:
İnsanlar yüksek sesle dua etmeye koyuldular. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Ey insanlar, kendinize acıyınız. Gerçek şu ki sizler ne sağır olana ne de
gaib olana dua ediyorsunuz. Sizler en iyi işiten, pek yakın olana dua ediyorsunuz;
O sizinle birliktedir."
Ebu'ş-Şeyh
İbni Hayyân el-Ensârî de el-Sevâb'da Enes (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet
eder: "Gizlice yapılan dua, açıkça yapılan yetmiş duaya denktir."
Hasan-ı
Basrî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) dedi ki: Müslümanlar duada alabildiğine
gayret gösteriyorlar, fakat onların sesleri işitilmiyordu. Duaları
kendileriyle Rableri arasında bir fısıltıydı. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyur-muktadır: "Rabbinize yalvara yakara gizlice dua edin..."
Bazı
ilim adamlarının naklettiklerine göre insanların mescitlerde, meclislerde ve
bunun dışındaki benzeri yerlerde toplanmaları esnasında evlâ olan duanın
gizlice yapılmasıdır. Bundan müstesna olan herkesin sesini yükselteceğine dair
varit olmuş hallerdir. Hacda telbiye ve bayramlarda tekbir getirmek gibi.
"Muhakkak
ki O, haddi aşanları sevmez." Yani duada ve başka hususlarda emredilen
sınırları aşmak suretiyle haddi aşanları Yüce Allah sevmez. Burada haddi aşmak
ise, sözü geçen şu iki hususu terk etmektir: Yalvarıp yakarmak ve gizlice dua
etmek. Yüce Allah'ın sevmemesi ise böyle bir şeye hiç bir şekilde sevap
vermemesi, bu şekilde davranana ihsanda bulunmamasıdır. O halde Yüce Allah'ın,
"Muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez" buyruğunun dua esnasında
yalvarıp yakarmayı ve gizliliği terk etmeyi, oldukça ağır bir üslûpla tehdit
anlamında olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ahmed
ve Ebu Davud, Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.)'tan şöyle dediğini rivayet ederler:
Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Gerçek şv ki duada haddi
aşan bir topluluk olacaktır" dedi ve sonra şu, "Rabbinize yalvara
yakara gizlice dua edin" ayetini okudu. "Rabbim senden cenneti ve ona
yaklaştıran söz veya ameli dilerim. Cehennemden, ona yakınlaştıran söz veya
amelden de sana sığınırım" demen, senin için yeterlidir."
Yüce
Allah kendisine dua edilmesini, yalvarılıp yakarılmasını emrettiği gibi,
yeryüzünde fesat çıkartmayı da yasaklayarak şöyle buyurmaktadır: "Islah
olmuşken yeryüzünde fesat çıkartmayın..." Yani peygamberlerin ve onlara
uyan ıslah edicilerin ıslahından sonra ziraat, sanayi ve ticaret gibi hayat araçlarını
güçlendirmek, ahlâkı güzelleştirmek, adaleti, şûrayı, karşılıklı dayanışmayı,
merhameti teşvik etmek gibi maddî ve manevî alanlarda samimi, aklı başında
olanların yükselttiklerini de bozarak, yeryüzünde herhangi bir şeyi bozup ifsat
etmeyin.
İfsat
etmek (bozgunculuk), küfür ve bidatle dilleri bozmayı; öldürmek, organları
kesmekle nefisleri bozmayı; gasp, hırsızlık ve hilekârlıkla malları bozmayı;
sarhoşluk verici şeyleri ve benzerlerini kullanmakla akılları bozmayı; zina,
Lût kavminin işi ve namuslulara iftiraya kalkışmak suretiyle de nesepleri
bozmayı kapsayan kuşatıcı bir kavramdır.
Şanı
Yüce Allah duanın şartı olan yalvarıp yakarmayı ve gizliliği açıkladıktan
sonra, duaya götüren ve duayı gerektiren hususlara dikkat çekmekte, bu şekilde
Rabbine dua etmeyenin fesat çıkartmaya daha bir yakın olacağına şöylece işaret
buyurmaktadır: "O'na korka korka ve ümitle yalvarın." Yani Yüce
Allah'a cezalandırmasından korkarak, çokça sevap ve mükâfat vereceğine de umut
bağlayarak dua edin. Çünkü şüphesiz ki dua ibadetin beyni ve özüdür. Bundan
dolayı açıkça duanın faydasını belirtmiş, şart ve adabını tamamlaması halinde
kabul olunacağının umulacağım şöylece ifade buyurmuştur: "Muhakkak ki
Allah'ın rahmeti ihsan edenlere çok yakındır..." Yani Yüce Allah'ın rahmeti
amellerini güzel bir şekilde yapan ihsan edicilere pek yakındır. Bu rahmet onun
emirlerine tabi olup yasakladıklarını terk edenler içindir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Ve rahmetim, her şeyi kuşatmıştır. Ben onu takvalı
hareket eden, zekâtı veren ve ayetlerimize iman edenlere yazacağım."
(A'râf, 7/156).
Güzelce
dua eden kimseye istediğinden daha hayırlısı veya onun benzeri verilir yahut da
onun gibi bir kötülük ondan def edilir.
[121]
Bu
iki ayet-i kerime aşağıdaki hükümlere delâlet etmektedir:
1- Dua etmek ve dua ederek ibadet etmek emrolunmaktadır. Dua da bir çeşit
ibadettir. Kulluk zilletinin bilindiğini ve rububiyetin izzetinin de tanındığını
ifade eder. Dua hayrın elde edilmesi, zararın def edilmesi için bir sebeptir.
Çünkü ortada sebeplere bağlı bir takım hususlar da vardır. Dua da sebeplerden
bir sebeptir.
2- Dua ile birlikte bulunması gereken, güzel olan bir takım adab ve nitelikler
vardır: Bunlar huşu, boyun eğmek, yalvarıp yakarmak ve riyadan uzak olması için
içten gizlice yapılmış dua esnasında, korku ile ümit arası bir halde bulunarak
ve Allah'ın cezasından korkup sevabını umarak dua etmek. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onlar bizlere umarak ve korkarak dua ederler." (Enbiya,
21/90).
Kimi
ilim adamı der ki: Hayat boyunca korkunun umuda baskın gelmesi gerekir. Ölüm
geldi mi artık umut baskın olmalıdır. Müslim Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğunu
rivayet etmektedir: "Sizden herhangi bir kimse ölüm esnasında mutlaka
Allah hakkında hüsnüzan besleyerek ölsün."
Duada
haddi aşmamak gerekir. Bu da sesini çokça yükseltip bağırarak, kendisine
peygamber mevkiinin verilmesi yahut imkânsız bir şeyi talep etmesi ve buna
benzer aşırılıklara kaçarak, bir masiyet ve buna benzer bir talepte bulunarak,
Kitap ve sünnette bulunmayan sözlerle dua edip garip lafızları ve kafiyeli
kelimeleri seçerek dua etmesi gibi. Duada aşırılığa kaçmamak gerekir. İşte
bütün bu haller duanın kabul olunmasına engeldir. Evlâ olan, bütün bunları terk
etmektir.
Özetle
duanın adabı şunlardır: Abdestli olmak, kıbleye yönelmek, meşgul edici
hususlardan kalbi uzaklaştırmak, duanın başında ve sonunda Resulullah (s.a.)'a
salatü selam getirmek, elleri semaya doğru yükseltmek, duasına da diğer
müminleri ortak etmek, gecenin son üçte biri, oruçlunun oruç açacağı vakit,
cuma günü, yolculuk hali, mazlumluk hali ve buna benzer duanın kabul olunacağı
vakitleri kollamak...[122]
3-
Yüce Allah'ın, "Muhakkak
ki O, haddi aşanları sevmez" buyruğu Allah'ın emir ve yasaklarına
muhalefet eden herkesin bir haram işlediği takdirde cezalandırılacağını
göstermektedir. Eğer işlediği, haramdan bir amelse evlâ olan onu terk etmektir.
4- Hanefîler Yüce Allah'ın "Rabbimize yalvara yakara gizlice dua
edin" buyruğunu, "amin" kelimesini namazda gizlice söylemenin
açıktan söylemekten daha uygun olduğuna delil göstermişlerdir; çünkü bu da bir
duadır. Şafiî ise (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bunu açıktan söylemenin daha
faziletli olduğunu söylemiştir.
Dua
esnasında elleri kaldırmaya gelince: Enes'in Resulullah (s.a.)'tan rivayet ettiği,
"O istiskâ (yağmur için dua) dışında hiç bir duada ellerini kaldırmazdı,
fakat bu dua sırasında da koltuk altlarının beyazlığı görününceye kadar
ellerini kaldırırdı" hadisine dayanarak Atâ, Tavus, Mücahid, Cübeyr b.
Mut'im, Said b. el-Müseyyeb ve Said b. Cübeyr gibi bir kesim ilim adamı mekruh
görmüşlerdir.
Ashab
ve tabiînden başka bir topluluk da ellerin kaldırılmasını caiz görmüşlerdir.
Buharî, Ebu Musa el-Eş'arî'den naklettiğine göre şöyle demiştir:
"Resulullah (s.a.) dua etmiş, sonra ellerini kaldırmıştı. O kadar ki,
koltuk altlarının beyazlığını görmüştüm." Buna benzer bir rivayet Hz.
Enes'ten de gelmiştir. İbni Ömer der ki: Peygamber (s.a.) ellerini kaldırmış
ve şöyle buyurmuştur: "Allahım, Halid'in yaptıklarından uzak olduğumu sana
bildiririm."
Yine
Müslim'in Sahîh'inde Hz. Ömer'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bedir
gününde Resulullah (s.a.) müşriklere baktı. O sırada onlar bin kişi, ashabı
ise üçyüz onyedi kişi idiler. Allah'ın peygamberi ellerini kaldırarak kıbleye
yöneldi ve Rabbine gizlice duaya koyuldu. Tirmizî de Hz. Ömer'den şöyle dediğini
rivayet eder: Resulullah (s.a.) ellerini kaldırdığı vakit onları yüzüne sürmedikçe
aşağı indirmezdi. Tirmizî der ki: "Bu, sahih garib bir hadistir."
İşte bu hadis-i şerif -Kurtubî'nin de naklettiği gibi- rivayet yolu bakımından
az önce geçen Enes'in hadisinden daha sahih ve daha sağlamdır. Daha sonra
Kurtubî der ki: Dua nasıl kolayına gelirse öylece güzeldir. İsterse kıbleye
yönelir, ellerini kaldırır bu güzeldir. İsterse yapmaz. Hadis-i şeriflerde
varit olduğuna göre Resulullah (s.a.) bütün bunları uygulamıştır.
5- Yüce Allah az ya da çok olsun ıslahtan sonra, yine az ya da çok olsun
her türlü fesadı yasaklamıştır. Yüce Allah'ın, "Islah olmuşken yeryüzünde
fesat çıkarmayın" buyruğu, zararda aslolanın mutlak olarak haram ve yasak
olduğunun delilidir. Daha önce geçen, "De ki: Allah'ın ziynetini haram
kılan kimdir?" ayeti de hoş, temiz ve lezzetli şeylerde aslolanın da
mübahlık olduğunu ifade etmektedir.
6- Yüce Allah'ın, "Muhakkak ki Allah'ın rahmeti ihsan edenlere çok
yakındır." buyruğu rahmet özelliğini taşıyan her bir şeyin ihsan edenlere
yakın olduğunu göstermektedir. Bundan şu da anlaşılmaktadır: Allah'ın kâfir hakkında
herhangi bir rahmet ve nimeti söz konusu değildir. Çünkü ayet-i kerime şunu
ifade etmektedir: İhsan edenlere yakın olmayan her bir şey, rahmet olamaz.
[123]
57-
Rahmetinin önünden rüzgârları müjdeci olarak gönderen O'dur. Nihayet bunlar
ağır yüklü bulutları yüklendiğinde biz onu ölü bir ülkeye gönderir, onunla su
indirir, sonra onunla her tür mahsul çıkartırız. İşte ölüleri de böyle
çıkartırız. Ta ki iyice düşünüp ibret alasınız. '
58-
İyi ve temiz ülkenin bitkisi Rabbi-nin izniyle çıkar. Kötü olandan ise faydası
çok az olandan başkası çıkmaz. Şükreden bir kavim için ayetleri işte böyle
yerli yerince açıklarız.
"Onu...
göndeririz." Bu buyrukta gaibden mütekellime iltifat (geçiş) vardır.
"Ölü
bir ülke" ifadesinde istiare vardır. Çünkü bir ülkenin kuraklığı ve bitki
vermemesi, ondan yararlanılamaması bakımından ruh bulunmayan cesede benzetilmiş
bulunmaktadır.
"İşte
ölüleri de böyle çıkartırız." Bu da mücmel ve mürsel bir teşbihtir.
Benzetme edatı zikredildiği halde benzetme yönü anılmamıştır. Ölülerin kabirlerinden
çıkartılmaları da yerden bitkinin çıkartılmasına benzetilmiştir.
[124]
"Rüzgârları..."
Bu kelime -burada olduğu gibi- çoğul olarak kullanıldığında hayır anlam ifade
eder. Tekil olarak kullanıldığında ise şer anlam ifade eder. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Biz onların üzerine uğursuz ve devam edip giden
bir günde onlara gürültülü soğuk bir rüzgâr gönderdik." (Kamer, 54/19).
Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "Allahım sen bunu rüzgarlar (ri-yâh) kıl,
rüzgâr (rîh) kılma."
"Rahmetinin
önünden" yani yağmur yağmadan önce "rüzgârları müjdeci olarak"
yani yağmurun yağmasından önce ayrı ayrı müjdeleyiciler olmak üzere
"gönderen O'dur"; "... bunlar ağır yüklü bulutları" yani su
buharı ile dolu bulutlutları "yüklendiğinde" yani rüzgârlar bunları
kaldırıp yükselttiğinde "biz onu ölü bir ülkeye gönderir" bitkisi ve
merası bulunmayan bir yere sürükler, orayı canlandırmak için "onunla her
tür mahsul çıkartırız." O su ile her türlü meyvenin yetişmesini sağlarız.
Meyve (semere) ağacın üzerindeki mahsuldür. İster yenecek olsun, ister olmasın.
"İşte ölüleri de böylece çıkarırız." Yani yağmur ile bitkiyi
çıkarttığımız gibi ölüleri de kabirlerinden bu şekilde dirilterek çıkartırız.
"Ta ki iyice düşünüp ibret alasınız" ve imana gelesiniz, "iyi ve
temiz" toprağı güzel "ülkenin bitkisi Rabbinin izniyle" güzel
"çıkar." Bu mümine bir misaldir. O da öğüdü dinler ve ondan
yararlanır. "Kötü olandan" toprağı iyi olmayandan "ise"
bitkisi "faydası çok az olandan başkası çıkmaz"; faydası bulunmayan,
son derece zor ve meşakatten başka bir şey elde edilmez. Bu da kâfire örnektir.
"Şükreden bir kavim için" Allah'a şükredip iman eden bir topluluk
için "ayetleri işte böyle yerli yerince" sözü geçen hususları
açıkladığımız gibi böylece "açıklarız" beyan ederiz.
[125]
Yüce
Allah gökleri ve yeri yaratanın kendisi olduğunu, alt ve üst âlemde mutlak
mutasarrıf, egemen ve müdebbir olduğunu, kâinatta bulunan her şeyi insana
kendisinin müsahhar kıldığını beyan edip müminlere kendisine dua etme yolunu
gösterdikten sonra, -çünkü o dilediği her şeye kadirdir- yeryüzünde fesat
çıkartmayı nehyedip rahmetinin ihsan edicilere yakın olduğunu beyan etmektedir.
Daha sonra, nzık veren kendisi olduğuna, rızkın en önemli kaynağının bir çok
hayırları ifade eden güzel bitkiye sebep teşkil eden yağmur olduğuna ve
yeryüzünü ölümünden sonra canlandırdığı gibi kıyamet gününde ölüleri de tekrar
dirilteceğine dikkatlerimizi çekmektedir.[126]
Yağmurun
yağmasından önce yağmuru müjdelemek üzere bulutları gönderen Allah'tır. Yüce
Allah'ın, "Rahmetinin önünden" buyruğu yağmurun yağdırılmasından
önce anlamındadır. Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O, onlar
ümit kestikten sonra yağmuru indirendir. Rahmetini yayandır, O velidir, her
hamde lâyık olandır." (Şûra, 42/28); "Allah'ın rahmetinin eserlerine
bir bak! Ölümünden sonra yeryüzünü nasıl da diriltiyor1? Şüphesiz ki bu(nları
yapan) ölüleri de diriltecek olandır. O her şeye gücü yetendir." (Rum,
30/50).
Taşıdıkları
suyun fazlalığından dolayı ağırlaşıp yere yaklaşan bulutları, bitkisi olmayan
kuru bir araziyi canlandırmak için oraya süreriz. Yüce Allah'ın şu buyruğu da
bunu andırmaktadır: "Ölü yer de onlara bir âyettir, biz onu canlandırdık..."
(Yasin, 36/33).
Biz
bulutla yağmur indirdik. Çünkü ilmen bilinmektedir ki, deniz yüzeyine yakın
olan hava ısının etkisiyle atmosfere doğru yükselir, soğuk bir bölgeye
vardığında veya soğuk rüzgârın etkisiyle soğur. Soğuyunca su buharı yoğunluk
kazanır ve bulutları oluşturur. Daha sonra bulut rüzgâr gücüyle hareket eder,
sonra da Allah'ın meşiet ve iradesiyle yağmur olarak yere yağar.
Bu
anlam bir çok ayet-i kerimede tekrarlanmaktadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Allah O'dur ki rüzgârları gönderir; bunlar bir bulut
kaldırır, biz de onu bir beldeye süreriz de onunla ölümünden sonra bir ülkeyi
diriltiriz. İşte öldükten sonra diriliş de böyledir." (Fâtır, 35/9).
Ayrıca Nur ve Rum surelerinde bu hususları ifade eden ayetler vardır (24/43;
30/48. ayetler)
Biz
yağmur ile yerden, renkleri, şekilleri, tad ve kokuları farklı çeşitli bitki
ve meyveleri çıkartırız. Bu ise Yüce Allah'ın kudretine, merhametinin ve
rahmetinin sonsuzluğuna delildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Yeryüzünde birbirine bitişik bir çok parçalar, üzüm bağları, ekinler ve
çatallı çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor. Onların bir
kısmını yemişlerinde bir kısmından üstün kılıyoruz. İşte bunlarda da düşünen
topluluk için şüphesiz pek çok ayetler vardır." (Ra'd, 13/4).
Hüküm
itibariyle birbirine benzeyen şeylerin bilinebilmesi için bir şey bir şeyle,
benzeyen şeyler benzerleriyle alındıklarından dolayı, Yüce Allah burada da
öldükten sonra dirilişi inkâra şöylece işaret etmektedir: "İşte ölüleri de
böylece çıkarırız..." Yani şu ölü ve kurumuş araziden su ile çeşitli
bitkileri çıkarttığımız gibi, ölüleri de diriltir ve kabirlerinden çıkartırız.
Çünkü Yüce Allah her şeye kadir olandır. O ölüden diriyi, diriden de ölüyü
çıkartır. Bu benzerliği öğüt alasınız, ibret alasınız ve bunun sonucunda da
öldükten sonra dirilişe veya ahi-ret gününe iman edesiniz diye açıkladık.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendi yaratılışını unutup bize
bir misal getirerek dedi ki: Çürümüş oldukları halde kemikleri kim diriltecek?
De ki: Onları ilk defa var eden dirilte-cektir. O, her bir yaratmayı çok iyi
bilendir." (Yasin, 36/78-79); "İlk yaratmayı başlattığımız gibi onu
tekrar iade ederiz." (Enbiya, 21/104); "İlk önce sizi yarattığı gibi
yine (O'na) döneceksiniz." (A'râf, 7/29).
Fakat
insanların öldükten sonra dirilişe iman ile hazırlanmaları, tabiat ve
nefislerin farklılığı dolayısıyla farklı farklıdır. Kimisi iman çağrısına olumlu
karşılık veren, hoş, iyi ve temizdir; kimisi de imandan yüz çeviren kötü bir
kimsedir. Bundan dolayı Yüce Allah, "İyi ve temiz ülkenin bitkisi..."
diye buyurmaktadır. Yani toprağı iyi olan arazinin bitkisi çabuk ve güzel
çıkar. Kötü topraklı -kıraç ve benzeri- arazilerin bitkileri ise ancak pek az
ve zorlukla çıkar.
İbni
Abbas der ki: Bu Yüce Allah'ın mümin ve kâfire dair vermiş olduğu bir
örneklemedir. Yani Yüce Allah mümini iyi ve güzel araziye benzetirken, kâfiri
de kıraç araziye benzetmiştir. İmam Ahmed'in Buharî, Müslim ve Nesaî'nin Ebu
Musa el-Eş'arî'den rivayet ettikleri hadis de bunu andırmaktadır. Resulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Allah'ın benimle göndermiş olduğu hidayet ve ilmin
misali, bir araziye yağan çokça yağmura benzer. O arazinin birazı temizdir,
suyu kabul eder ve bunun sonucunda pek çok bitki ve ot bitirir. Bazısı da serttir,
suyu tutar, Allah onunla insanları faydalandırır. İçerler, hayvanlarını
sularlar, ekinlerini sularlar. Bir başka bölümüne de isabet eder ki, orası suyu
tutmayan, ot bitirmeyen dümdüz kayalık yerdir. İşte Allah'ın dinini iyice öğrenip
Allah'ın benimle gönderdiği bilgilerden yararlandırdığı ve bunları öğrenip öğreten
kimsenin durumu ile bunları önemsemeyip aldırmayan ve Allah'ın benimle
gönderdiği hidayetini kabul etmeyen kimsenin misali böyledir."
Bu
örneklemeler ve karşılaştırmalarla eşya arasındaki çeşitli benzer yönlerini
ortaya koyan açıklamalar insanları ikna etmek, onları imana sevk etmek içindir.
Bundan dolayı Yüce Allah, "Şükreden bir kavim için işte böylece ayetleri
yerli yerince açıklarız" diye buyurmaktadır. Yani bizler bu şekilde geniş
geniş açıkladığımız gibi, Allah'ın göz kamaştırıcı kudretine delâlet eden
ayet-i kerimeleri Allah'ın nimetine şükreden bir topluluğa tekrar tekrar
anlatır ve açıklarız. Bunlar ise müminlerdir, ta ki bu ayetler üzerinde gereği
gibi düşünüp onlardan gereken ibreti alsınlar.
[127]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Rızkı veren Yüce Allah'tır, yağmuru indiren de O'dur. Yağmur ile ekin,
bitki, ot, ağaç ve meyveleri bitirir. İnsanlar ve hayvanlar bunlardan
yararlanırlar. Hayvanın faydası da sonunda yine insana râcidir. Yağmurların
indirilmesi, ekinlerin bitirilmesi Allah'ın varlığına, hikmet ve kudretine
delildir.
2- Ölülerin kabirlerinden diri olarak çıkartılmaları, canlı bitkinin hiç
bir hayat belirtisi bulunmayan ölü ve kurak araziden çıkartılmasına benzer.
İşte bu, insanlar için bir öğüttür. Umulur ki onlar öldükten sonra dirilişe,
kıyamet gününde kabirlerinden kalkacaklarına iman ederler.
3- Yüce Allah mümin ve kâfire bir örnek vermektedir.
O,
mümini, üzerine yağmur indiği takdirde çeşitli çiçek ve meyveleri bitiren iyi
ve güzel araziye benzetirken, kâfiri de pek az müstesna, hiç bir bitkisi
bulunmayan, yağmur yağdığı halde fayda etmeyen kıraç araziye benzetmektedir.
İsterse üzerine yağmur yağsın. Kur'an-ı Kerim'in indirilişini de yağmurun
yağdırılmasına benzetmektedir. Bilgisizlikten ve kötü ahlâk şaibelerinden uzak,
temiz, an-duru ruha Kur'anın nuru ulaştığı takdirde, o ruhta güzel ahlâk ortaya
çıkar. Murdar ve kötü olan ruha Kur'an'ın nuru ulaşsa bile orada bilgi ve güzel
ahlâktan -pek az müstesna- hiç bir eser görülmez.
4- Yüce Allah öğüt alsınlar, ibret alıp iman etsinler diye insanlara
misaller vermektedir. Ayetleri defalarca geniş geniş tekrarlamaktadır. Şirki
çürütmek için türlü delil ve belgeleri ortaya koymaktadır. Nitekim insanların
muhtaç oldukları her hususta da ayetler bu şekilde anlatılmaktadır. Olur ki
şükredenler, öğüt ve ibret alırlar da kendilerine ihsan etmiş olduğu nimetlere
karşılık Yüce Allah'a şükrederler. Özellikle şükredenlerin söz konusu edilmesi
bundan yararlanan kimselerin onlar olmasından dolayıdır. Nitekim Yüce
Allah'ın, "O, takva sahipleri için bir hidayettir." (Bakara, 2/2)
buyruğu da böyledir.
[128]
59-
Andolsun ki Nuh'u kavmine gönderdik, şöyle dedi: "Ey kavmim! Allah'a
kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Doğrusu ben sizin için büyük
bir günün azabından korkarım."
60-
Kavminden ileri gelenler (mele') de dedi ki: "Doğrusu biz seni apaçık bir
sapıklık içinde görüyoruz."
61-
Dedi ki: "Ey kavmim, bende bir sapıklık yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbi
tarafından gönderilmiş bir peygamberim.
62-
Rabbimin vahyettiklerini size bildiriyorum. Size öğüt veriyorum. Ben sizin
bilmediğinizi de Allah katından biliyorum.
63-
Sizi uyarması, sizin sakınmanız ve böylece rahmete kavuşturulmanız için
aranızdan bir adama Rabbiniz tarafından bir öğüt geldi diye mi hayret ediyorsunuz?"
64-
Bunun üzerine onu yalanladılar, biz de onu ve gemide beraberinde olanları
kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayanları da suda boğduk. Çünkü onlar gerçekten
kör bir kavim idiler.
"Doğrusu
ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım." Burada maksat kıyamet
günüdür. "İleri gelenler (mele') dedi ki": kavmin eşrafı ve başkanları
demektir.
"Rabbimin
vahyettiklerini" yani Rabbimin bana vahyetmiş olduğu emir, yasak ve
öğütlerini, yasaklayıcı, müjdeleyici ve uyarıcı buyruklarını "size bildiriyorum.
Size öğüt veriyorum", sizin için iyilik istiyorum, samimi niyetle size
faydalı olanı gösteriyorum.
"Sizi
uyarması" iman etmediğiniz takdirde azapla korkutması "için aranızdan
bir adama" yani sizin emsinizden olan bir kimseye "bir öğüt geldi
diye mi hayret ediyorsunuz". "Çünkü onlar kör bir kavim idiler"
yani hakkı göremeyen kimselerdiler.
[129]
Yüce
Allah, surenin baş tarafında Hz. Adem'in kıssası ve onunla ilgili olan
hususları zikrettikten sonra, peygamberlerin kıssalarını öncelik sırasına göre
zikretmeye başlamaktadır. Önce insanların ikinci atası ve Yüce Allah'ın Hz.
Adem'den sonra yeryüzündeki insanlara gönderdiği ilk peygamber olan Hz. Nuh ile
başlamaktadır. Peygamberlerin kıssalarının zikredilmelerine sebep ise, şuna
dikkat çekmektir: İnsanların peygamberlerin çağrısını kabul etmekten yüz
çevirmeleri yalnızca Muhammed (s.a.)'in kavmi olan Kureyş'e has bir durum
değildir. Aksine bu geçmiş bütün ümmetlerde görülen ortak bir tavırdır. Musibet
ise, umumi bir hal aldığı vakit hafifler. İşte bunda Resulullah (s.a.)'a bir
teselli ve kalbinin sıkıntılarını bir hafifletme vardır: "Peygamberlerin haberlerini
onunla kalbine sebat verelim diye sana kıssa olarak anlatıyoruz..." (Hud,
11/120). Kıssalarda akibet de açıklanmaktadır: Bu, münkirlerin akibeti olan
dünyada lanete uğramak, ahirette hüsrana uğramak ile müminlerin akibeti olan
dünyada aziz olmak ve ahirette mutluluğa kavuşmaktır.
Kıssaların
zikredilmesiyle Yüce Allah her ne kadar bu batıllara mühlet veriyor idiyse de,
onları ihmal etmediğine, aksine onlardan intikam aldığına dikkat çekilmektedir.
Bu ise nesiller için yeterli bir öğüt ve yeterli bir ibrettir: "Andolsun
onların kıssalarında özlü akıl sahipleri için bir ibret vardır." (Yusuf,
12/111)
Kıssanın
tahrifsiz ve yanlışsız olarak sunulması ayrıca ümmî olan, okuması yazması
bulunmayan Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine de bir delildir. Çünkü bu, onun
kıssayı ancak vahiy ile bildiğini göstermektedir ki, bu da onun
peygamberliğinin delilidir.
[130]
Hz.
Nuh (a.s.)'un geriye doğru nesebi şöyledir: Nuh, Lâmek, Müteveşlih, Ahnûh -ki
İdris'tir.[131] Yared, Mehleil, Kaynân,
Anûş, Şîs ve insanlığın atası Adem.
Müslim'in
Sahih' inde yer alan şefaat hadisinde de belirtildiği gibi, o müşriklere
gönderilen ilk peygamberdir. Ebu Hureyre'den gelen hadiste şöyle denilmektedir:
"Ey Nuh, sen yeryüzüne gönderilen ilk rasulsün." Aynı zamanda o
kızlarla, kızkardeşlerle, halalarla ve teyzelerle evlenmeyi haram kılan şeriatı
getiren ilk rasuldür. Muhammed b. İshâk der ki: Öldürülmüş bir peygamber olması
dışında, Hz. Nuh'un karşılaştığı eziyet gibisini hiç bir peygamber kavminden
görmemiştir. Allah onu elli yaşında iken kavmine peygamber gönderdi. Hz. Nuh
marangozdu.
İbni
Abbas der ki: Peygamberlik ona kırk yaşında iken verildi. Daha sonra tufanın
akabinde altmış yıl yaşadı, insanlar çoğaldı ve yayıldı.
Yezîd
er-Rukâşî der ki: Ona Nuh denilmesinin sebebi, kendisi için çokça ağıt yakmış
olmasıdır. Hz. Adem ile Hz. Nuh (ikisine de selâm olsun) arasında hepsi de
İslâm üzere on nesil geçmiştir.
Tirmizî
ve başkalarının naklettiklerine göre şu anda bulunan bütün insanlar Nuh (a.s.)
soyundandır. ez-Zührî'nin naklettiğine göre Araplar, İranlılar, Rumlar, Şam
halkı (Suriyeliler) ve Yemenliler Hz. Nuh'un oğlu Sdm'ın çocuklarıdır. Sind,
Hind, Zenciler, Habeşliler, Zûtlar ve Nûbeliler ile bütün siyahiler de Hz.
Nuh'un oğlu Hâm'm çocuklarıdır. Türkler, Berberiler, Çin'in ötesi Ye'cûc,
Me'cûc ve İskitler hepsi de Nuh'un oğlu iîi/es'tendirler.
Putlara
ilk olarak tapınma: Salih bazı kimseler ölmüş, kavimleri de üzerlerine
mescitler inşa edip suretlerini yapmışlardı. Böylelikle onların durumlarını ve
ibadetlerini hatırlamak, onlara benzemek istemişlerdi. Aradan geçen uzun zaman
sonra bu suretlere bir de bedenî şekiller verdiler. Zaman bir süre daha
geçtikten sonra bu sefer bu putlara ibadet ettiler ve bunlara salih kimselerin
isimlerini verdiler: Ved, Suvâ', Yağûs, Yeûk ve Nesr.
Daha
sonra iş aşırı bir hal alınca, Yüce Allah rasulü Nuh'u gönderdi ve onlara hiç
bir ortak koşmaksızm bir ve tek olarak Allah'a ibadet etmelerini emretti ve
Kur"an'daki ifadesiyle Hz. Nuh şöyle seslendi: "Ey kavmim, dedi, Allah'a
kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur..."
Hz.
Nuh, Kur'an-ı Kerim'de 43 yerde anılmaktadır. Kıssası A'raf, Hud, Mü'minûn,
Şuarâ, Kamer ve Nuh surelerinde etraflı bir şekilde anılmaktadır. Kıssasının
muhtevası da şöyledir: O kavmine hiç bir ortak koşmaksızm bir ve tek olarak
Allah'a ibadet etmeleri çağrısında bulundu, onların putlara ibadeti terk
etmelerini istedi; fakat onlar ona inat ettiler, ona karşı çıktılar, eziyet
ettiler. Kimi önderlerine tabi oldular, ona çok büyük çapta hileler yaptılar,
tuzaklar kurdular. Ved, Suvâ', Yağûs, Yeûk ve Nesr'e ibadeti terk etmemeyi
kararlaştırdılar. Büyük bir ahmaklık ve tekebbür edasıyla şöyle dediler: Sen
bizimle tartıştın, hem de tartışmanı çok ileriye götürdün. Gerçek şu ki, bizler
üzerinde bulunduğumuz hali terk etmeyeceğiz. Haydi bizi kendisiyle tehdit
ettiğin azabı getir. O da kendilerine onları azaplandırmanın Allah'ın elinde
olduğunu belirterek cevap verdi.
Hz.
Nuh, yaklaşık bin yıl, (dokuzyüz elli) boyunca kavmini davet ettikten sonra
iman edeceklerinden ümit kesince, Yüce Allah ona kurtuluş aracı olan gemiyi
yapmasını emretti. Kavmi yanından geçtikleri her seferinde onunla ve işiyle
alay ediyorlardı. Gemiyi tamamlayıp Yüce Allah ona hanımı dışında kalan
yakınlarını ve ayrıca kavminden diğer iman edenleri de birlikte gemiye almasını
emretti. Bunlar ise sadece altı kişi idiler. Erkek ve kadın kırk kişi oldukları
da söylenmiştir. Ayrıca Yüce Allah Hz. Nuh'a beraberinde bütün kuş, hayvan ve
yırtıcı canlılardan çifter çifter almasını da emretti.
Daha
sonra ailesinin tandırından su kaynayıp coştu ve pek çok miktarda su her yerden
fışkırmaya başladı. Nihayet tufan kavminin tümünü ve yeryüzünde bulunan bütün
insan ve hayvanların üstünü kapattı. Gemide, birlikte binmeyi şu sözleriyle
kabul etmeyen oğluna varıncaya kadar helak oldular: "Beni sudan koruyacak
bir dağa sığınacağım." (Hud, 11/43). Nihayet gemi Türkiye'nin güneyinde
Diyarbakır yanlarında Cudi dağı üzerine oturdu: "Ey arz suyunu yut, ey
sema suyunu tut!" denildi ve su çekildi, iş olup bitti ve gemi Cu-di'ye
oturdu, zalimler topluluğuna, "Uzak olsunlar" denildi." (Hud,
11/44).
Tufanın
bütün yeryüzünü kuşatması ile ilgili olarak ilim adamlarının iki görüşü vardır:
Bir kesime göre Tufan yeryüzünün her tarafını kuşatmıştır. Buna delil ise
dağların tepelerinde bir takım canlı hayvan kalıntılarının varlığıdır.
Başkaları ise, tufan genel değildir, demektedir. Sadece Hz. Nuh ve kavminin
yerleşik bulunduğu tarafta olmuştur. Burası ise Ortadoğu ve ona komşu olan
bölgelerdir.
Bilindiği
gibi belâ genel gelir, rahmet ise özeldir. İntikam hiçbir zaman zalimlere
münhasır olmaz. O bakımdan suçsuz küçük çocukları, yırtıcı hayvanları ve
kuşları dahi kapsar: "Ve yalnızca sizden zulmedenlere isabet etmeyecek bir
fitneden sakınınız." (Enfâl, 8/25).
Hz.
Nuh iki duada bulunmuştu: Birincisi müminler içindi, ikincisi ise kâfirler
aleyhine idi. Birinci duası şuydu: "Rabbim bana, ana babama, evime mümin
olarak girenlere, mümin erkeklere ve mümin kadınlara mağfiret buyur..."
(Nuh, 71/28).
İkinci
duası (bedduası) ise şöyleydi: "Nuh dedi ki: Rabbim yeryüzünde kâfirlerden
diyar tutan bir kimseyi bırakma. Çünkü sen onları bırakacak olursan kullarını
saptırırlar ve günahkâr ve çok nankörden başkasını da doğurmazlar." (Nuh,
71/26-27).
Hz.
Nuh'un oğlu da helak olanlar arasında idi. Çünkü o zalim ve kâfir idi. Buna
delil ise daha sonraki ayet-i kerimede yer alan, "Zalimlerin helakinden
başka şeylerini de artırma!" (Nuh, 71/28) diye buyurmuş olmasıdır. Zulüm,
küfrün kendisidir. Bir topluluğun görüşüne göre burada sözü geçen Hz. Nuh'un
öz oğludur. Başkalarının kanaatine göre ise o başka bir kocadan olma, hanımından
üvey oğludur; öz oğlu değildir.
Hz.
Nuh'un hanımı, "Kocam delidir" derdi. Nitekim Hz. Lût'un hanımı da
kocasının yanına gelen misafirleri halka bildiriyordu: "Allah kâfir
olanlara Nuh'un karısı ile Lût'un karısını misal verdi. İkisi de kullarımızdan
salih iki kulun nikâhı altındaydılar. O kadınlar kocalarına hainlik ettiler.
Kocalarının ise Allah'ın azabına karşı onlara bir faydaları olmadı, girenlerle
birlikte ikiniz de ateşe girin, denildi." (Tahrîm, 66/10).
KuYan-ı
Kerim'de, geminin hacmi ile ilgili açık bir ifade kullanılmamıştır. Ancak bu
gemi, "Dopdolu gemi" (Yasin, 36/41) olmakla ve "levhalar ve
çivileri" (Kamer, 54/13) olmakla nitelendirilmiş ve Allah'tan bir vahiy ve
bir ilham ile yapıldığına işaret edilmiştir: "Ve gemiyi bizim nezaretimiz
altında ve vahyimizle yap!" (Hud, 11/38).
[132]
Yüce
Allah Mekkelilere ve diğerlerine, Hz. Nuh'u, kavmini korkutup uyarmak, onları
Allah'ın tevhidine davet etmek ve yalnızca O'na ibadet etmek üzere
gönderdiğini bildirmektedir. Onlara şöyle demişti: "Ey kavmim, Allah'a kulluk
edin. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur." Yani siz ibadetinizle ona
ortak koşmaksızın bir ve tek olan Allah'a yönelin. Çünkü sizin ibadet ve dua
edeceğiniz, kendisinden hayır isteyeceğiniz Allah'tan başka bir ilâhınız
yoktur. Her şeyi yaratan Allah'tır. Göklerin ve yerin melekûtu O'nun
elindedir. O bu kâinatın işlerini yürüten hak ilâhtır, ibadete, takdis ve
tazime lâyık olan O'dur.
"Doğrusu
ben sizin için... korkarım." Şirk koşmanız sebebiyle sizin için Allah'ın
huzuruna O'na ortak koşmuş olarak çıkacak olursanız, büyük bir günün yani
kıyamet gününün azabından sizin için korkarım. Burada büyük günden kasıt,
kıyamet günü veya üzerlerine azabın ineceği gün olan tufan günüdür.
"Allah'a
kulluk edin" buyruğundan sonraki iki cümlenin birincisi neden yalnızca
Allah'a ibadet edileceğini, ikincisi ise O'na neden ibadet edilmesi gerektiğini
açıklamaktadır.
Ancak
kavminin melei yani eşrafı, efendileri ve önderleri dediler ki: "Gerçekten
bizler seni, bizi putlara ibadeti terk etmeye çağırdığın için, büyük bir
sapıklık içerisinde çepeçevre kuşatılmış görüyoruz." İşte böyle
günahkârlar iyi olanları sapıklık içerisinde görürler. Bunlar her zaman için
doğru yola çağıranlara düşmandır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi.
Onları gördüklerinde: "Muhakkak bunlar elbette sapıklardır, derler."
(Mutaffifîn, 83/23); "Kâfir olanlar iman edenlere dediler ki: Eğer o bir
hayır olsaydı, bizden önce ona ulaşamazlardı. Onlar onunla hidayet
bulmadıkları için de bu eski bir yalandır, diyeceklerdir." (Ahkâf,
46/11).
Hz.
Nuh da onlara cevaben dedi ki: Ey kavmim! Ben size Allah'ı tevhidinizi ve
ortak koşmaksızın ibadet etmenizi emrettiğim için hak yoldan sapmış değilim.
Aksine ben size âlemlerin Rabbi olan her şeyin mutlak hükümdarı tarafından
gönderilmiş bir elçiyim. Ben sizi doğruya iletiyorum ve sizleri dünya ve
ahirette mutluluk kaynağı olacak şeye çağırıyorum. Sapıklık (dalâlet) ise
Ze-mahşerî'nin naklettiği gibi, dalâl'den daha özeldir. O bakımdan kendisinin
da-lâl içerisinde olmadığını ifade etmesinden daha beliğ bir ifadedir. Sanki
şöyle demiş gibidir: Bende dalâl namına bir şey yoktur.
Rabbimin
benimle gönderdiği mutlak tevhide, Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, ahiret gününe, onun kapsamına giren cennete, cehenneme, sevap
ve cezaya imana davet gibi sizlere Rabbimin benimle gönderdiği şeyleri iebliğ
ediyorum. Ayrıca sizlere ibadetlerin, muamelâtın aslını, genel hükümlerini,
üstün ahlâk ve adabı da açıklıyorum. Özetle sizlere bütün emir, yasak, öğütleri
ve uzak durulması gereken şeyleri, müjde ve uyarılan bildiriyorum.
Sizlere
menfaat ve hile şaibelerinden uzak, katıksız bir şekilde samimi olarak öğüt
veriyorum. Küfrünüze ve beni yalanlamanıza karşılık Allah'ın cezasından
sizleri sakındırıyorum. Müslim, Ebu Davud ve Nesaî, Temim ed-Dâ-rî'den
Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Din nasihatin
kendisidir. "Kime ey Allah'ın rasulü" diye sorduk, şöyle buyurdu:
"Allah'a, Rasulüne, Kitabına, Müslümanların yöneticilerine ve
hepsine."
İşte
ben bu tebliğ ve öğüdümü yaparken Allah'tan gelen vahiyle bu âlemin akibetine
dair sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Şüphesiz benim, şirkin aki-beti
olarak dünya azabının geleceğini belirterek uyarıp korkutmam ve size öğüt
vermem, sizin bilmediğiniz benimse kesin bildiğim bir bilgiden dolayıdır. İşte
peygamberin durumu budur. O, son derece açık bir şekilde tebliğ eden, öğüt
veren ve Allah'ı bilen bir kimsedir. Buna göre, "Ben sizin bilmediğinizi
de Allah katından biliyorum" buyruğundan kasıt, insanları Allah'ın
tevhidi, O'nun celâlinin sıfatları, dünya ve ahirette emirlerine karşı gelme
dolayısıyla çetin cezası ile ilgili bilgileri elde etmeye dönmelerini
sağlamaktır.
Müslim'in
Sahîh'inde yer aldığına göre Resulullah (s.a.) Arefe günü -ki o gün en
kalabalık oldukları bir gündür- şöyle buyurmuştu: "Ey insanlar, size benim
hakkımda soru sorulacak, ne diyeceksiniz?" Dediler ki: Senin tebliğ ettiğine,
risaleti eda ettiğine ve samimi olarak öğüt verdiğine tanıklık ederiz. Hz.
Peygamber bunun üzerine "Şahit ol Allahım! Şahit ol Allahım!" diyerek
semaya doğru parmağını kaldırıp indirmeye başladı."
Daha
sonra Yüce Allah Hz. Nuh'un kavmine şöyle dediğini haber vermektedir:
"Size Rabbinizden bir öğüt ve bir ibret, aranızdan bir kişi vasıtasıyla
geldi diye hayret mi edeceksiniz?" O sizleri küfrünüzün akibetinden
sakındırmak, ibadette Allah'a ortak koşmanın cezasından kurtarmak için takvaya
hazırlamak (yani emirlere bağlanıp yasaklardan kaçınmanızı teşvik etmek) ve müminlere
indirdiği rahmetine mazhar olmayı vaad etmek yahut da sizin takva sahibi
olabilmenizi sağlamak için geldi diye hayret mi edersiniz? Takva ise uyarı ve
korkutma sebebiyle meydana gelen kalpten gelen bir korkudur. Ve siz takva
sahibi olduğunuz takdirde merhamete lâyık olasınız diye hayret mi edeceksiniz?
Allah'ın
rahmeti, lütfü ve ihsanı olmak üzere sizi uyarması, intikamından sakınmanız,
O'na şirk koşmamanız için ve ayrıca O'na itaat ve peygamberlerine iman etmek suretiyle
size merhamet etsin diye kendi cinsinizden bir kişiye vahyetmesinde hayret
edecek bir taraf yoktur.
Fakat
onlar hak çağrısına ve bu ihlâs ve samimiyete kulak vermediler. O'nu
yalanlamaya ve muhalefet etmeye çoğunlukla devam ettiler. Aralarından O'nunla
beraber pek az kimse dışında iman eden olmadı. Nitekim Yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Onunla beraber pek az kimse dışında iman eden
olmadı." (Hud, 11/40). Denildiğine göre onunla birlikte iman edenlerin
sayısı on üç kişi idi: Hz. Nuh, çocukları Sam, Ham, Yafes ve onların eşleri ile
ona iman eden başka altı kişi daha. Yine denildiğine göre bu iman edenler, kırk
ya da kırkı erkek kırkı da kadın olmak üzere seksen kişi idiler.
Ceza
onların tufan ile suda boğulmalarıydı: 'Yalanlayanları da suda boğduk..."
Yani ayetlerimizi yalanlayıp onları bile bile inkâr edenleri tufan ile suda
boğduk. Buna sebep ise küfürleri, sapıklık ve şirklerine devam etmeleriydi.
Gerçekten onlar hakka karşı kör bir topluluk idi. Hakkı görmüyor, hidayet bulmuyorlardı.
Yüce Allah'ın, "Kör bir kavim idiler" buyruğundan kasıt, basiretsiz
ve kalpleri kör kimseler demektir. Körlük ile kör arasındaki fark ise şudur: Birincisine
sebep basiret körlüğü, ikincisine sebep ise basar (göz) körlüğüdür.
Yüce
Allah, rasulü Nuh'u ve onunla birlikte iman eden az sayıda kimseyi kurtardı.
Böylelikle Yüce Allah bu kıssada dostlarının intikamını düşmanlarından
aldığını, rasulünü ve müminleri kurtarıp onların düşmanı olan kâfirleri helak
ettiğini bildirmektedir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve
şahitlerin ayağa kalkacağı günde yardım ederiz (muzaffer kılarız)."
(Mü'min, 40/51).
O
halde ey İslâm davasının muhatapları! Sizler de onlar gibi olmaktan yahut da
onların izledikleri yolda gitmekten sakınınız.
Hud
suresinde bu kıssa ile ilgili daha kapsamlı genişçe açıklamalar gelecektir.
[133]
Nuh
(a.s.) kıssası, onun kavmini davette üç unsura önem verdiğini göstermektedir:
1- O, kavmine Yüce Allah'a ibadeti emretti.
2- Allah'tan başka hiç bir ilâhın olmadığı hükmünü ilân etti. Birinci
ifadeden maksat teklifi ispat etmek, ikinciden maksat ise tevhidi ikrar
etmektir. İkincisi ise birincisinin gerekçesi gibidir.
3- Üçüncüsü de "Doğrusu ben sizin için büyük bir günün azabından
korkarım" buyruğunda ifade edilmektedir ki bu da ya kıyamet günündeki
azap yahut da tufan günü azabıdır. Korkmaktan kasıt ise, bunu yakinen bilip
inanmaktır. Çünkü o ya dünyada veya ahirette -eğer bu dini kabul etmeyecek
olurlarsa- azabın üzerlerine ineceğini kesinlikle biliyordu. Başkaları ise,
"Hayır, bundan kasıt, onun böyle bir şeyi zannettiği ve bunun olup
olmadığından şüphe ettiğidir" demişlerdir.
Bu
ayet-i kerimenin zahirine göre ilâhın ibadeti hak eden zat olduğu anlaşılmaktadır.
Çünkü Yüce Allah'ın, "Allah'a kulluk edin. Sizin için ondan başka ilâh
yoktur" buyruğu ispat ve nefiy (olumlu ve olumsuz) bir ifade taşımaktadır.
Söylenen sözün doğru olabilmesi için, bu ikisinin aynı mefhumu ifade etmeleri
gerekmektedir. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olmaktadır: Allah'a ibadet edin,
sizin ondan başka mabudunuz yoktur. Böylelikle nefiy ve ispat birbirine mutabık
düşmektedir.
Ayet-i
kerime aynı şekilde fâcir ve kâfirlerin âdeten iyi ve hayırlı müminleri
sapıklık içerisinde gördüklerini, her zaman hidayete çağıranlara düşman olduklarını
da göstermektedir. İşte bunlar Nuh (a.s.)'u peygamberlik iddiasında bulunduğu
için sapıklıkla itham etmişlerdir. Onu yalanlamış ve çağrısına karşı isyan
etmiş, ona eziyet ve işkencede aşırıya gitmiş, putlara ibadette ısrar
etmişlerdi.
Âdeten
peygamberlerin görevi risaleti tebliğdir. Şu kadar var ki, risaletin tebliği
ile nasihatin yapılması arasında bir fark vardır. O da şudur: Tebliğ Yüce
Allah'ın mükellefiyet türlerini, emir ve yasaklarının kısımlarını tanıtıp
bildirmektir. Nasihat ise itaate teşvik, masiyetten sakmdırmaktır. Bu
yapılırken de teşvik ve korkutma yollarına dayanılır.
Ayet-i
kerimeler, Yüce Allah'ın kendisi sebebiyle peygamber gönderdiği gayeyi de söz
konusu etmektedir. Yüce Allah buyuruyor ki: "Sizi uyarması" yani
kendisi dolayısıyla sizleri uyardığı, "sizin sakınmanız" yani kendisi
sebebiyle sakınmanız gereken şeyleri "ve böylece rahmete kavuşturulmanız
için"; çünkü peygambere itaat ilâhî rahmetin bol bol yağmasının yoludur.
Çünkü peygamber gönderilmesinden maksat da uyarmaktır. Uyarmaktan maksat ise
gerekmeyen her şeyden sakındırmaktır. Takvadan (sakınmaktan) maksat ise,
ahiret yurdunda ilâhî rahmete nail olmaktır. el-Cubbaî, el-Ka'bî ve Mutezile'den
olan Kadı Abdulcabbar der ki: Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın kendilerine peygamber
olarak gönderdiği kimselerden takva sahibi olmalarını ve rahmete kavuşmalarını
istediğine delâlettir.
Peygamber
veya rasul âdeten kendilerine peygamber gönderilenlerin cinsinden olur, o da
kendilerini Allah'ın yoluna davet ettiği insanların cinsinden bir insandır.
Şayet bir melek olsaydı belki de cinsler farklı olduğu için tabiatler de
birbirinden uzaklaşırdı. İşte bundan dolayı her bir peygamberin kıssasında
"Sizden bir adam", "onlardan bir peygamber" gibi ifadeler
tekrarlanmıştır.
Yalanlayan,
bile bile inkâr eden ve şirk koşan Nuh kavminin akibeti oldukça büyük tufan
sebebiyle suda boğulmaları şeklinde tecelli etti.
[134]
65- Âd'a da kardeşleri Hud'u gönderdik. Dedi ki:
"Kavmim, Allah'a ibadet edin; sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur.
Hâlâ sakınmaz mısınız?"
66-
Kavminden inkâr etmiş ileri gelenler (mele') dediler ki: "Gerçekten biz
seni beyinsizlik içinde görüyoruz ve doğrusu biz seni yalancılardan
sanıyoruz.
67-
Dedi ki: "Kavmim, bende hiç bir beyinsizlik yoktur. Ancak ben âlemlerin
Rabbinden (gönderilmiş) bir peygamberim.
68- Size Rabbimin vahyettiklerini bildiriyorum
ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.
69- Sizi uyarması için aranızdan bir adama
Rabbiniz tarafından bir öğüt geldi diye mi hayret ediyorsunuz? Düşününüz ki o
sizi Nuh kavminden sonra halifeler yaptı. Yaradılış itibariyle size oldukça
boy bos da verdi. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki felaha eresiniz."
70-
Dediler ki: "Sen bize yalnız Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta
olduklarını bırakmamız için mi geldin? Öyleyse şayet doğru söyleyenlerden
isen tehdit ettiklerini getir bize!"
71-
Dedi ki: "Gerçekten üzerinize Rab-binizden bir azap, bir gazap gelecektir.
Allah haklarında hiç bir delil indirme-mişken kendinizin ve atalarınızın taptığı
bir takım adlar hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz? Bekleyin öyleyse!
Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."
72- Bunun üzerine tarafımızdan bir rahmetle onu
ve beraberinde bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayıp iman etmemiş
olanların kökünü kestik."
"Kökünü
kestik" buyruğu onların kökten yok edildiklerini, hep birlikte helak
edildiklerini, kinaye üslubuyla ifade etmektedir.
[135]
"Âd'a
da kardeşlen Hud'u gönderdik." Yani ilk Âd kavmine onların cinslerinden
ve onlardan olan birisini gönderdik. Aynı cinse mensup olan birisini,
"Arapların kardeşi" demek gibi. Gönderilen peygamberin onlardan
birisi olması söylenen sözü daha iyi anlamalarını, doğruluk ve emaneti
bakımından onun durumunu daha iyi bilmelerini sağlar. Onlara gelen bu
peygamberin nesebi ise geriye doğru Hud, Şaleh, Arfahşed, Sâm ve Nuh
şeklindedir. Buna göre bu kardeşlik din kardeşliği değil nesep kardeşliğidir.
"Kavminden
ileri gelenler (mele') dediler ki:" Mele', bir kavmin eşrafı demektir.
Burada Nuh kavminden farklı olarak, mele'in küfretmiş olmakla nitelendirilmiş
olmaları, Hud kavminin eşrafı arasında gizlice iman etmiş kimselerin
bulunmasından kaynaklanıyordu. İslâm'a girdiği halde Müslümanlığını gizleyen
Mersed b. Sa'd gibi. Fakat Nuh kavminin eşrafı arasında iman eden kimse
olmamıştı. Böylelikle nitelik söz konusu edilerek aralarında ayırım olduğu
anlatılmak istenmiştir.
"Biz
seni bir beyinsizlik" yani akıl hafifliği, basit düşünüş "içerisinde
görüyoruz". "Dedi ki: Ben güvenilir bir öğütçüyüm", yani ben
aranızda samimi öğüt vermek ve güvenilir olmakla tanınmış bulunuyorum. Benim
herhangi bir suçla itham edilmemem gerekir. Ben, davet ettiğim hususta size
öğüt veren bir kimseyim. Size söylediğim sözlerde güvenilir bir kişiyim. Bu
hususta yalan söylemiyorum.
"O
sizi Nuh kavminden sonra halifeler yaptı", yani sizi Nuh kavminden sonra
yeryüzünde halifeler yaparak onların yerine geçirdi. Yahut sizi yeryüzünde
hükümdarlar kıldı. Onlardan sonra siz orada halifelik makamına getiril-diniz.
"Yaratılış itibariyle size oldukça boy pos da verdi." Uzun, güçlü
kuvvetli ve iri yarı bir bedene sahip kıldı. Denildiğine göre onların uzun
boyluları yüz arşın, kısaları da altmış arşın boyunda idi. "Allah'ın
nimetlerini" yani sizi halifeler kılmak ve size boy-pos vermek ve bunun
dışındaki bağışları türünden olan nimetlerini "hatırlayın",
"...öyleyse... tehdit ettiklerini" yani bizi kendisiyle tehdit
ettiğin azabı "getir bize. Dedi ki: Gerçekten üzerinize Rabbinizden bir
azap, bir gazap gelecektir." Yani artık size böyle bir azabın, böyle bir
gazap ve intikamın gelmesi hak olmuştur, yahut üzerinize inmiş bulunmaktadır.
"Kendinizin... taktığı bir takım adlar hakkında benimle mücadele mi
ediyorsunuz?" İsim takıp kendilerine ibadet ettiğiniz bir takım putlar
hakkında benimle tartışıyor musunuz? Yani sizin bu putlarınızın sadece ismi
vardır. Bu isimlerin bir müsemması yani gerçekliği yoktur. Çünkü sizler bunları
ilâh diye adlandırıyorsunuz. Halbuki onlarda ulûhiyet vasfının bulunması
imkânsızdır, öyle bir şey yoktur.
"Öyleyse"
azabı "bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." Siz beni
yalanladığınız için sizin bu durumunuzu bekleyeceğim. Üzerlerine azap olmak
üzere kısır rüzgâr gönderilmişti.
"Bunun
üzerine... onu ve beraberinde bulunanları" yani Hud'u ve iman edenleri
"kurtardık". "Ayetlerimizi yalanlayıp iman etmemiş olanların
kökünü kestik." Toptan onları yok edici azapla helak ettik. Kavmin kökünün
kesilmesi, onların kökten yok edilmeleri ve hiç bir kimse kalmayacak şekilde
helak edilmeleridir.
[136]
Hz.
Hud'un kavmi olan Ad kabilesi, varlığı ve eserleri itibariyle yeryüzündeki en
eski ümmetlerdendir. Bilindiği kadarıyla bunlar Hz. İbrahim'den de eskidirler.
İşte bundan dolayı Hz. Nuh'un, kavmiyle olan kıssasından sonra bu kıssanın
zikredilmesi uygun düşmektedir. Buna delil de Yüce Allah'ın, "Düşündünüz
ki o sizi Nuh kavminden sonra halifeler yaptı" buyruğudur. İnsanlar o
durumda Nuh kavminin başından geçen ve büyük bir olay olan o büyük tufanı demek
ki biliyorlardı. Bundan dolayı Hz. Hud'un Ad kavmine, "Hâlâ sakınmaz
mısınız" diye buyurması, dünyada şöhret bulmuş, eski olan bu olay ile
onları korkuttuğuna bir işarettir.
İbni
İshak, el-Kelbî'den şöyle dediğini rivayet eder: Ad kavminin tapındıkları
putları vardı. Onlar bu putlarını Yed, Suvâ, Yağûs, Yeûk ve Nesr'e benzer
yapmışlar ve ayrıca Samûd adında bir put da edinmişlerdi. Bir diğer putlarının
adı ise el-Hetâr idi. Allah onlara Hz. Hud'u peygamber olarak göndermişti. O
da el-Halûd adındaki bir kabiledendi. Nesep itibariyle aralarında en soyluları
ve en itibarlıları idi. Onları Allah'a ibadete davet etti, O'nu tevhid etmelerini,
insanlara zulmetmekten vazgeçmelerini istedi. Ancak onlar bunu kabul etmeyip
yalanladılar ve, "Bizden daha güçlü kim vardır?" (Fussilet, 41/15)
dediler.
Bu
kavmin yerleştikleri yer Yemen'de Ahkâf denilen bölgede idi. Ahkâf, kum dağları
demek olup Yemen'de, Uman ile Hadramut arasındaki bir bölgedir. Bununla
birlikte onlar bütün yeryüzünde fesat çıkartmışlar, Allah'ın kendilerine
vermiş olduğu kuvvet sayesinde oranın halkını baskılan altına almışlardı.
Âd
bir Arap kabilesidir. Yemen'de Hadramut'un kuzey tarafında Ahkâfta bulunuyordu.
Uman ile Hadramut arasındaki bölgeye yayılmışlardı. Tapındıkları bir takım
putları vardı: Bunlar Sadâ', Samûd ve el-Hetâr adını taşıyorlardı. Bu Âd,
"Birinci Âd" diye bilinir. "İkinci Âd" ise Yemen'de Kahtân
ile Sebe' bölgelerinde sakin idiler. Âd kavmi, mukaddes kitaplar arasında
Kur"an-ı Kerim dışında bir kitapta söz konusu edilmemektedir.
Yüce
Allah kendilerine Hz. Hud'u peygamber olarak göndermişti. Hz. Hud'un geriye
doğru nesebi şöyledir: Hud, Şâlih, Erfahşed, Sam ve Nuh. Nesep itibariyle en
soyluları, sosyal mevki ile de en üstünlerindendi. Onu yalanladılar.
Azgınlıkları ve zorbalıklarını artırdılar. Allah üç yıl boyunca onlardan yağmuru
kesti. Oldukça sıkıntı çektiler. İnsanların başına bir belâ ve musibet geldiğinde
Müslümanlar da müşrikler de Beyt-i Haram
[137]
yanında Yüce Allah'tan bu belâ ve musibetten kurtuluş dilerlerdi. Mekkeliler o
sırada Amlîk b. Lâz b. Sâm b. Nuh'un oğulları olan Amâlik idi. O sırada onların
efendisi ise Muâviye b. Bekr adında bir kişi idi.
Bunun
üzerine Âd kavmi, ileri gelenleri arasından yetmiş kişiyi Mekke'ye gitmek üzere
hazırladı. Bunlar arasında Kayl b. Anez ve Müslümanlığını gizleyen Mersed b.
Sa'd da vardı. Mekke'ye geldiklerinde Harem'in dışında Mekke'nin dış
taraflarında bulunan Muaviye b. Bekr'in yanına misafir oldular. O da onları
misafir etti, onlara ikramda bulundu. Bunlar onun dayıları ve hısımları
olurdu. Yanında bir ay süre ile kaldılar. Bu zaman zarfında içki içiyorlar ve
Muaviye'nin iki tane cariyesi onlara şarkı söyleyip duruyordu. Muaviye onların
uzun süre kalıp da asıl geliş maksatlarını unutup eğlenceye daldıklarını görünce,
benim dayılarım ve hısımlarım helak olmuşken bunlar da bu halde devam edip
gidiyorlar diye üzüldü. Onların, yanında kalmalarından sıkılmaya başladığını
zannederler korkusuyla onlarla konuşmaktan çekiniyordu. Bu sefer bu hususu iki
şarkıcı cariyesine açtı; onlar da, "Sen bir şiir söyle, biz de o şiiri onlara
şarkı olarak okuyalım, onlar da bunu kimin söylediğini bilmezler" dediler.
Bunun üzerine Muaviye şöyle dedi:
Ey
Kayl, ne oluyor sana, kalk ve gizlice yalvar
Belki
Allah bize bir buluttan su indirir de
Âd'in
toprağını sular; çünkü Âd
Artık
doğru dürüst konuşamaz hale geldiler
Cariyeleri
bu beyitleri söyleyince, bu sefer şöyle dediler: Sizin kavminiz başlarına gelen
belâdan dolayı imdat isteyip duruyorlar, siz ise onların muhtaç olduğu şeyi
geciktiriyorsunuz. Haydi Harem'e giriniz ve kavminiz için yağmur duasında
bulununuz. Bu sefer Mersed b. Sa'd onlara dedi ki: "Allah'a yemin olsun,
duanız sebebiyle size yağmur yağdırılmaz. Fakat peygamberinize itaat edecek ve
Yüce Allah'a tevbe edecek olursanız size yağmur yağdırılır.* Böylece Müslüman
olduğunu da izhar etmiş oldu.
Bu
sefer Muaviye'ye, "Mersed'i yanında alıkoy, hiç bir şekilde bizimle Mekke'ye
gelmesin. Çünkü o Hud'un dinine tabi olmuş" dediler. Daha sonra Mekke'ye
girdiler. Kayl, "Allahım, Âd kavmine önceden yağdırdığın gibi yağmur
yağdır" dedi.
Yüce
Allah biri beyaz biri kırmızı, biri de siyah olmak üzere üç bulut peyda etti.
Sonra semadan bir münadi ona "Ey Kayl, kendin ve kavmin için seç!"
dedi. O da, "Ben siyah olanını seçiyorum, çünkü aralarında suyu en bol
olan odur." Bu bulut el-Muğîs adında, Âd kavmine ait bir vadiye doğru
gitti. Âd kavmi bu bulutu görünce sevindiler ve, "İşte bu bize yağmur
yağdıracak bir buluttur" dediler. Fakat o buluttan üzerlerine kısır bir
rüzgar geldi, onları helak etti. Hud ve onunla birlikte iman edenler kurtuldu.
Mekke'ye geldiler ve ölünceye kadar orada Allah'a iman ettiler.
[138]
Hz.
Hud, A'râf suresinde 65. ayette, Hud suresinde, 50, 53, 58, 60 ve 8. ayetlerde,
Şuara suresinde de 124. ayet-i kerimede olmak üzere Kur'an-ı Ke-rim'de yedi
defa anılmıştır.
Hz.
Hud kavmini uyarıp korkutmaya, Allah'ın azabından sakmdırmaya, Nuh kavmini uzun
boylu ve güçlü bedenli olmak ve ekin ve davarları bol olan bir yerde ikamet
etmek gibi Allah'ın nimetlerini hatırlatmaya, putlara ibadeti terk etmeye
davete devam etti. Diğer taraftan Allah'ı tevhide, tevbeye, ibadete çağırdı ve
Allah'a ortak koşmaktan sakındırdı.
Fakat
kavmin büyük çoğunluğu davetini kabul etmeyerek onu yalanladı, onu
beyinsizlikle suçladı. Buna sebep ise, Hz. Hud'un atalarından miras aldıkları
putlara ibadeti terk etmesi, yalnızca Allah'a ibadet etmesiydi.
Daha
sonra işi ileriye götürerek onu delilik, ahmaklık ve bunaklıkla suçladılar.
İlâhlarının onu fena çarptığını söylediler. Ancak o da bu ilâhlardan uzak
olduğunu belirterek onlara meydan okudu ve zannettikleri gibi putlarının etkisi
olduğu iddialarına alayla karşılık verdi. Yeryüzünde bulunan bütün canlılara
dilediği gibi tahakküm eden ve etkili olanın tek başına Yüce Allah olduğunu
ilân etti. Eğer öğüdüne kulak verip dinlemeyecek olurlarsa Yüce Allah'ın kendilerini
yok edip onlardan başka bir kavmi yerlerine getireceğini ve onlara pek yakında
bir azabın isabet edeceğini hatırlatarak uyardı: "Gerçekten üzerinize
Rabbinizden bir azap, bir gazap gelecektir."
Hz.
Hud'un kavmi isyan etti ve zorbalık tasladı. Onu yalanladılar, peygamber
olduğunu doğrulamak ve onu desteklemek üzere gönderdiği Allah'ın ayet ve
mucizelerini bile bile inkâr ettiler. Bununla beraber yine Hz. Hud, onları
sakmdırmaya ve kurtuluşlarının çağrısına iman edip öğütleri gereğince amel
etmelerine bağlı olduğunu hatırlatmaya devam etti. Bu ise kavminin azgınlığını
daha da artırdı. Nihayet Yüce Allah onları kısır rüzgârıyla mahvedip helak
etti. Bu rüzgarı üzerlerine aralıksız olarak yedi gece ve sekiz gündüz boyunca
musallat kıldı.
Yüce
Allah, Hz. Hud'u ve onunla birlikte iman edenleri kendinden bir rahmet ile
kurtardı. Hz. Hud, Âd'in helakinden sonra vefat edinceye kadar Hadramut denilen
topraklarda yaşadı ve bu ülkenin doğu taraflarında Berahût vadisi yakınlarında
Terîm denilen şehirden iki merhale uzaklıkta defnedildi. İbni Cerîr, Hz.
Ali'den Hz. Hud'un Hadramut denilen yerde kırmızı bir kum tepeciğinde gömülü
olduğunu, başımn yanında da bir sedir ağacı bulunduğunu rivayet etmektedir.
[139]
"Biz,
Âd kabilesine kardeşleri Hud'u gönderdik." Bu ifadeye göre Hz. Hud onların
dinde kardeşi olmayıp, kabileden yahut da insan türünden, onların cinsinden
birisiydi. Yani melek cinsinden değildi. Böyle olmasının sebebi ise, sözünü
daha iyi anlamaları, onun konuşma ve fiillerinden ürkmemeleri idi. Ayrıca,
ahlâkı da dininin bilinen bir delili olsun, böylelikle de onlar onu tasdike
daha bir yakın olsunlar diye kendi aralarından seçilmişti.
Hz.
Hud, kavmine şöyle seslendi: Ey kavmim! Yalnızca Allah'a ibadet edin, O'nunla
birlikte başka bir ilâha tapınmayın. Hiç Rabbinizden korkmaz mısınız? Üzerinde
bulunduğunuz şirk ve masiyetten uzaklaşmayacak mısınız?
Bunun
üzerine yani aralarında önderlerin, ileri gelenlerin büyük çoğunluğu dedi ki:
Bizler gerçekten seni hafif ve kıt akıllı görüyoruz. Çünkü sen kavminin dinini
bırakıp bir başka dine yöneliyorsun. Onlar, "Seni beyinsizlik halinde
görüyoruz" diyerek, beyinsizlikte ileri gitmiş olduğunu işaret etmek
istemişlerdi. Diğer taraftan Hz. Nuh kavminin mele'inden farklı olarak burada
mele'in küfür ile nitelendirilmiş olmasının sebebi, aralarında Mersed b. Sa'd
gibi iman ettiği halde Müslüman olduğunu gizleyen kimselerin bulun-masıydı.
Onlar
şöyle devam ettiler: Bizler senin âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir
peygamber olduğunu iddia etmen ve söylediğin sözlerinde Allah'tan peygamber
olduğun iddiasında bulunman hususunda Allah'a yalan söyleyen bir kişi olduğunu
zannediyoruz.
Hz.
Hud ise onların ithamlarına aldırmayarak güzel bir edep ve üstün bir ahlâk ile
şöyle cevap verdi: Bende bir beyinsizlik yani sapıklık ve ahmaklık yoktur. Yani
ben gerçekten âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. O beni
sizlere benimle beraber göndermiş olduğu ilâhî mükellefiyetleri tebliğ edeyim
diye gönderdi. Ben sizi kendisine davet ettiğim hususlarda size öğüt veren
birisiyim. Size tebliğ ettiğim hususlarda güvenilir bir kimseyim. Ben Allah'a
yalan söylemem. İşte peygamberlerin sıfatı bunlardır: Tebliğ, öğüt vermek ve
güvenilir olmak.
Allah'ın
size, sizi Allah'ın günleriyle ve ona kavuşmakla korkutmak üzere içinizden bir
peygamber göndermesine hayret etmeyin. Aksine bu lütfuna karşılık Allah'a
hamdetmelisiniz. Yüce Allah'ın, "...diye mi hayret ediyorsunuz?"
buyruğu şu takdirdeki hazfedilmiş bir ifadeye atfedilmiştir: Sizler Allah'ın,
cezası ile uyarıp korkutmak ve azabından sakındırmak için aranızdan bir kişi
vasıtasıyla size öğüt vermesi ve hatırlatması için vahyini indirmesinden hayrete
mi düştünüz ve bunu yalanlıyor musunuz?
Allah'ın
üzerinizdeki lütfunu ve nimetini hatırlayınız; çünkü o sizi Nuh kavminin
mirasçıları kılmış, sizlere kendi hemcinslerinize göre benzerlerinizden daha
ileri derecede uzun boy ve güçlü bir beden vermiştir.
Allah'ın
üzerinizdeki nimetlerini, size olan lütuflannı hatırlayın. Ona ih-lâsla ibadet
etmek ve ona ortak koşmayı terk etmek suretiyle bu nimetlere karşılık ona
şükredin ki, ebedî nimetleri ve cennetleriyle umduğunuza nail olasınız.
Ancak
kavmi ona isyanda direterek şu sözleriyle cevap verdiler: Sen bize yalnızca
Allah'a ibadet edip O'nu tazim edelim, diğer taraftan atalarımızın üzerinde
gittiği yol olan putları birlikte ortak edinmeyi terk edelim diye mi geldin?
Yani onlar Hz. Hud'un çağrısını inkâr ettiler. Yalnızca Yüce Allah'a ibadeti
uzak bir şey kabul ettiler. Atalarının dinine bağlı kalarak putları O'nunla birlikte
ortak edinmeyi sürdürdüler, terk etmeyi uzak bir şey gördüler. Çünkü içinde
bulundukları durumu ve ortamı seviyor ve atalarının tuttukları dine alışmış
bulunuyorlardı.
Hz.
Hud'a karşı azgınlıklarını, inat ve inkârlarını daha da artırdılar. Hatta
ahmaklıkta, meydan okumakta aşırıya gittiler ve ona imanı terk etmelerine ceza
olarak üzerlerine azabın indirilmesini şu sözleriyle istediler: "Öyleyse
şayet doğru söyleyenlerden isen, tehdit ettiklerini getir bize!" Yani
eğer sen bu tehdidinde doğru söyleyen bir kimse isen, haydi üzerimize azabın
indirilmesini ça-buklaştır.
Hz.
Hud onlara şöyle cevap verdi: İşte bu sözlerinizi söylediğinizden dolayı
Rabbinizden azap, gazap ve rahmetinden kovulmayı hak ettiniz. Böylece size
vacip oldu yahut artık bu azap üzerinize inmiş bulunuyor. Bununla beklenen
azabın gelmesi artık kaçınılmaz olduğundan bizzat meydana gelmiş gibi ifade
etmiş oldu. Onlara gelen azap oldukça hızlı esen, uğuldayan ve fırtınalı bir
rüzgârdı. Bu rüzgâr insanları kaldırıp yere fırtalıyordu. "Sanki onlar
kökten sökülmüş hurma kütükleri idiler." (Kamer, 54/20).
Sizlerin
ve atalarınızın ilâh diye adlandırdığınız bu putlar hususunda benimle tartışır
mısınız? Halbuki bu putların faydası da yok zararı da yok. Allah onlara ibadete
dair herhangi bir belge yahut delil de indirmiş değildir.
Daha
sonra onları, "Bekleyin öyleyse. Şüphesiz ben de beraber bekleyenlerdenim"
sözleriyle tehdit etti. Yani haydi siz de, "Tehdit ettiklerini getir
bize" sözünüzle istemiş olduğunuz Allah'tan gelecek oldukça çetin azabın
inişini bekleyiniz. Ben de sizinle birlikte o azabın size inişini
bekleyenlerden birisiyim.
Nitekim
onlara azap indi; Allah Hz. Hud'u ve onunla birlikte iman edenleri büyük
rahmeti ile kurtardı. Kâfirleri kökten imha etti, Allah'ın ayetlerini inkâr
edenlerin kökünü kesti. Çünkü onlar Yüce Allah'a iman etmediler. Allah'ın
ayetlerini yalanladılar. İşte bunlar azap edilmeyi gerektiren iki niteliktir.
Bunlar ise Allah'ın ayetlerini inkâr etmek, küfürde bulunmak ya da iman etmemektir.
Azap
başka ayet-i kerimelerde de belirtildiği gibi oldukça şiddetli esen rüzgâr ve
fırtınalarla olmuştu: "Âd kavminde de (ibretler vardı); hani biz onların
üzerlerine kısır (hayırsız, bereketsiz) rüzgârı göndermiştik. O rüzgâr neye
uğradıysa yerinde bırakmıyor ve mutlaka onu uf atıp kül gibi ediyordu."
(Zâri-yât, 51/41-42); "Âd kavmine gelince, onlar da uğuldayan bir rüzgâr
ve azgın bir fırtına ile helak edildiler. O rüzgârı onlara yedi gün ve sekiz
gece aralıksız musallat kıldı. O kavmi orada (veya o süre içinde) yıkılmış
görürdün. Sanki onlar içleri boşalmış hurma kütükleriydi. Şimdi onlardan geriye
kalan kimse görüyor musun?" (Hakka, 69/6-8). İşte onlar isyanda diretip
azgınlaşınca, Allah da onları şiddetli bir rüzgâr ile helak etti. Öyle ki bu
rüzgâr onlardan birisini kaldırıyor, yükseltiyor, sonra da başı üzere yere
bırakıyordu. Başı da gövdesinden ayrılıyordu: "Her şeyi helak ederdi,
Rabbinin emriyle; onların meskenlerinden başka bir şey görünmez oluverdi.
Günahkârlar topluluğunu böyle cezalandırırız." (Ahkâf, 46/25).
Onların
azgınlık ve inatlarının bir belirtisi de putlara ibadet etmeleri insanlara
zulmetmeleri, güç ve kuvvetleriyle gururlanıp böbürlenmeleriydi: "Ad
kavmine gelince, onlar haksız yere yeryüzünde büyüklük tasladılar ve güç itibariyle
bizden daha üstün kim vardır, dediler." (Fussilet, 41/15). Her yerde faydasız
yere oldukça büyük binalar yaptılar. Bunun üzerine Hz. Hud onlara sitem etti ve
şöyle dedi: "Siz her yüksek yerde eğlenmek için yüksek binalar mı yaparsınız?
Ebedî kalırsınız ümidiyle su mahzenleri (veya köşkler) mi edinirsiniz? Alıp
yakaladığınız zaman da zorbaca yakalarsınız. Artık Allah'tan korkun ve bana
itaat edin." (Şuara, 26/128-131); "Ey Hud! Sen bize apaçık bir mucize
getirmedin. Biz senin sözün üzere tanrılarımızı terk edecek değiliz. Sana
inanan kimseler de değiliz" dediler. Biz ancak sana şunu deriz: Bazı
ilâhlarımız seni fena çarpmış." (Hud, 11/53-54) Yani senin delirmene
sebep olmuş.
[140]
Hz.
Hud'un ve kavminin kıssasında bir takım ibret ve öğütler vardır ki önemlileri
aşağıdakilerdir:
1- Peygamberlerin hiç bir ortak koşmaksızın yalnızca Allah'a ibadet etmek
ve O'na başka bir ilâhı ortak koşmayı reddetmek için kavimlerine yönelttikleri
davetleri dolayısıyla oldukça şiddetli sıkıntılarla karşılaşmaları sabır ile
ben-zenmelerini zorunlu kılmıştır. Hz. Hud da kavmini bir ve tek Allah'a
ibadete çağırdı. Allah'ın yeryüzünde onlara iktidar vermek, bedenlerini güçlü
ve uzun boylu kılmak gibi lütuflarını ve diğer nimetlerini hatırlattı. İbni
Abbas der ki: Onların uzunları yüz arşın, en kısaları ise altmış arşın idi.
2- Hud kavminin inadı, isyanları, peygamberlerinin çağrısını inkârları devam
edip gidince, üstünlüklere bağlanan ümitlerin boşa çıkması, bedenlerinde ve
yüksek bina ve inşaat yapmaktaki üstünlüklerine aldanmaları, peygamberin
tehditlerini küçümsemeye itti. O bakımdan üzerlerine alelacele azabın indirilmesini
istediler.
3- Peygamber âdeten kavminin cinsinden olur. O da onlar gibi bir insandır.
Aynı zamanda o kabileden bir kişidir. Fakat kabilenin en soylusu, mevki
itibariyle en üstünleri, aşiret itibariyle en değerlileri, ahlâk ve edep
itibariyle en yüksekleri olur. İşte bütün bunlar Hz. Hud'a verilmişti. Buna
delil ise kendisini beyinsizlikle itham eden kavmine oldukça hikmetli bir
şekilde cevap vermiş olması, onu beyinsizlik ve sapıklıkla nitelendirmiş
olmalarına rağmen söylediklerine iltifat etmemesidir. İşte üstün ve yüce
insanların takip ettikleri yol budur. Onlar beyinsizlere, ayak takımına
tahammülkârlıkla karşılık verirler, kötü sözleri görmezlikten gelir, affeder,
bağışlarlar.
4- Azgınlaşmanın, isyanın ve tuğyanın sonucu, çöküş ve yıkılıştır. Yüce
Allah Âd kavmini Allah'ın ayetlerini yalanlamaları, küfürleri ve iman
etmeyişleri sebebiyle helak etti. Esen şiddetli rüzgârlarla onları mahvetti.
5- Yüce Allah Hz. Hud'u ve iman edenler topluluğunu kurtardı. Çünkü onlar
imanları sebebiyle rahmeti hak etmişlerdi. Yüce Allah Ad kavmi üzerine onları
kökten imha eden fırtına azabını, Hz. Hud'a bir mucize olmak üzere indirdi.
[141]
73- Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik.
Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Sizin O'ndan başka bir ilâhınız
yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir delil gelmiştir. İşte size bir ayet olarak
Allah'ın dişi devesi. Onu bırakın da Allah'ın toprağında otlasın. Ona bir kötülükle
dokunmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalar.
74-
Düşününüz ki O sizi Âd'dan sonra halifeler yaptı. Yeryüzünde sizi yerleştirdi.
Ovalarında köşkler yapıyor, dağlarda evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın
nimetlerini anın, yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın.
75-
Onun kavminden ileri gelenler (mele') kendilerince zayıf gördüklerine, içlerinden
iman edenlere dediler ki: "Siz Salih'in gerçekten Rabbi tarafından
gönderilmiş olduğunu biliyor musunuz?" Onlar da "Doğrusu biz, onunla
gönderilene inanıyoruz" dediler.
76-
Büyüklük taslayanlar dediler ki: "Biz doğrusu sizin iman ettiğinizi inkâr
edenleriz."
77-
Ve dişi deveyi kesip devirdiler de Rablerinin emrine baş kaldırdılar ve dediler
ki: "Ey Salih, eğer sen peygam-berlerdensen tehdit edip durduğun azabı
getir bize."
78-
Bu yüzden onları şiddetli bir sarsıntı tutuverdi de yurtlarında diz üstü çöken
kimseler oldular.
79- O da onlardan yüz çevirdi ve dedi ki:
"Ey kavmim, andolsun ki ben size Rabbimin vahyettiğini bildirdim ve size
öğüt verdim, ne var ki siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz."
"İşte...
Allah'ın dişi devesi"; buradaki izafetle devenin şerefine ve şanına dikkat
çekilmektedir.
"Ona
bir kötülükle dokunmayın" Burada belirtisizlik (nekre) azlık ve
ehemmiyetsizlik ifade eder. Yani bu dişi deveye en ufak bir kötülüğünüz dahi
dokunmasın, "inanıyoruz" ve "inkâr edenleriz" buyrukları
arasında tıbâk sanatı vardır.
[142]
"Semud'a
da", bir Arap kabilesi olup Hicaz ile Şam arasında Tebuk yakınlarında
Vâdi'l-kurâ'ya kadar uzanan bölgede, el-Hicr denen yerde sakin idiler. Onlara
büyük babalarının adı verilmiştir. Büyükbabaları ise Semud b. Amir b. İrem b.
Sâm b. Nuh'tur.
"Salih"
onların peygamberiydi. Nesep itibariyle en şereflileri ve en üstün olanlarıydı.
Onun Semud kavmine kardeş olması, Hud'un kavmine kardeşliği gibi, kabile veya
hemcins olmak bakımından bir kardeşlikti. Yani o Ademoğul-lanndandı, onların
cinsindendi, melek değildi. O halde bu, dinde değil nesepte bir kardeşliktir.
"Size
Rabbiniz'den apaçık bir delil (beyyine)" yani Allah'tan onun doğruluğuna
delâleti apaçık bir mucize "gelmiştir".
"Düşününüz
ki" hatırlayınız ki "O sizi" yeryüzünde "Ad'den sonra
halifeler yaptı. Yeryüzünde sizi yerleştirdi." konaklandırdı. Burada
yerden kasıt, Hicaz ile Şam arasındaki Hicr bölgesidir. "Ovalarında
köşkler yapıyor" yazın orada kalıyorsunuz, "dağlarında evler yontuyorsunuz"
kışın da oralarda kalıyorsunuz. "Artık Allah'ın nimetlerini anın."
Allah'ın üzerinizdeki pek çok nimetini hatırlayın...
"Büyüklük
taslayanlar..." O'na iman etmeyi büyüklüklerine yedirmeyen-ler...
"dediler ki: Biz... inkâr edenleriz."
"Ve
dişi deveyi kesip devirdiler de" onu kestiler. Devenin kesilmesi ayaklarının
kesilmesi demektir. Onlar başka bir yere gidemesin diye kesmeden önce böyle
yapıyorlardı. Bu şekilde deveyi kesen Kudâr b. Sâlif idi. O da onların emri
üzre kılıçla bu deveyi öldürmüştü. Fiilin hepsine nispet edilmesinin sebebi
ise, devenin, hepsinin rızası ve emirleriyle kesilip devrilmesinden dolayıydı.
Bilineceği gibi, işin yapılmasını emredip ona rıza gösteren, işlenen o suça
ortak sayılır. "Rablerinin emrine baş kaldırdılar..." büyüklük
taslayarak isyanlarını sürdürdüler.
"Bu
yüzden onları şiddetli bir sarsıntı" yani yerden gelen büyük bir zelzele
yahut da büyük bir hareket ve çalkantı ile semadan gelen sayha; "tutuverdi
de yurtlarında diz üstü çöken kimseler" diz üstü çökmüş veya hareketsiz
olarak oturmuş kimseler "oldular." Maksat, onların hareketsiz, ölü ve
kıpırdamayan cüsseler haline dönüşmüş olduklarını beyan etmektir.
[143]
Yüce
Allah surenin baş tarafında kudretine, tevhidine ve rububiyetine delâlet eden
Hz. Adem kıssasını zikrettikten ve ölümden sonra dirilişin doğruluğuna dair
tartışılamaz delilleri ortaya koyduktan sonra, bir takım peygamberlerin
kıssalarını ve onlara karşı inatlaşan kavimlerinin konumlarını zikretti. Önce
Hz. Nuh, daha sonra Hz. Hud, sonra da Semud kavminin kıssasını zikretmektedir.
Semud kavmi ümmetler arasında, ortaya çıkmak bakımından Ad kavminin arkasından
gelir. Nitekim Yüce Allah bize Hz. Salih'in söylediği şu sözleri
nakletmektedir: "Düşününüz ki o sizi Âd'den sonra halifeler
yaptı..."
[144]
Semud
b. Âsir b. İrem b. Nuh, Cedîs b. Aiz'in kardeşidir. Tasrn kabilesi de böyledir.
Bütün bunlar İbrahim el-Halil (a.s.)'den önce helak olmuş (Bâide) Arab-ı
Aribedendirler. Hz. Salih'in kavmi olan Semud, Ad kavminden sonra gelmiş ve
onların ülkelerine, diyarlarına mirasçı olmuşlardı. Yerleştikleri yer Hicaz ile
Şam arası Hicr bölgesinde olup, Vadi'1-kurâ ve çevresine kadar uzanırdı.
Medâin-i Salih (Hz. Salih kavminin şehirleri) bu güne kadar görünmekte ve Feccunnâka
diye bilinmektedir. Semud kavminin Hicri, Medyen topraklarının güneydoğusunda
olup Akabe körfezine karşıdır. Ad kavmine, helak oldukları vakte kadar İrem
Âd'ı deniliyordu. Ondan sonra da İrem Semud'u denilir oldu.
Resulullah
(s.a.) onların yurtlarının ve meskenlerinin yanından geçmiştir. Bu hicrî 9.
yılda Tebuk'e gittiği sırada olmuştu. İmam Ahmed, İbni Ömer'den şöyle dediğini
nakleder: Resulullah (s.a.) beraberindekilerle birlikte Tebuk'te konaklayınca,
Semud kavminin evlerine yakın Hicr'de onlarla konakladı. Beraberindekiler
Semud kavminin su içtikleri kuyulardan su çektiler ve onlardan hamur
yoğurdular. Bu sulardan yemek pişirmek için de tencereleri yerleştirdiler.
Resulullah (s.a.)'m emir vermesi üzerine tencereleri döktüler ve yoğurduk-ları
hamuru develere verdiler. Sonra Hz. Peygamber beraberindekilerle birlikte
oradan ayrıldı. Devenin içtiği kuyuya kadar gidip orada konakladı. Azaba uğratılan
kavmin bulundukları yere girmeyi onlara yasaklayıp şöyle dedi: "Onların
başına gelen musibet gibi size de isabet etmesinden korkarım; o bakımdan
onların bulundukları yerlere girmeyin."
Yine
Ahmed, İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) Hicr'de
bulunuyorken şöyle buyurdu: "Sizler bu azap olunanların olduğu yere ancak
ağlar halde giriniz. Eğer ağlamaz iseniz onların oldukları yerlere girmeyiniz.
Çünkü onlara isabet edenin benzeri size de isabet edebilir." Bu hadisin aslı
Buharı ile Müslim'de başka yoldan da rivayet edilmiştir.
Semud
kabilesi de Âd kavmi gibi putlara ibadeti din bellemişler, putları ibadette
Allah'a ortak kılıyorlardı. Allah onlara pek çok nimetler vermişti. Onlara
öğüt vermek, Allah'ın nimetlerini, vahdaniyetine delâlet eden ve O'nun ortağı
olmadığını ortaya koyan nimetlerini hatırlatmak, yalnızca O'na ibadet edip başkasına
ibadetten uzak durmayı hatırlatmak üzere Hz. Salih'i peygamber olarak
göndermişti.
Kavminden
mustaz'af olanlar Hz. Salih'e iman ederken mele' (efendiler, eşraf ve önderler)
ise iman etmediler, isyan ettiler, büyüklük tasladılar, küfre saptılar, peygamberliğini
inkâr ettiler: "Zikir (vahiy, peygamberlik) aramızdan ona mı verildi?
Hayır, o şımarık bir yalancıdır." (Kamer, 54/25). Mustaz'aflara da şöyle
dediler: "Siz Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş olduğunu
biliyor musunuz? Onlar da "Doğrusu biz onunla gönderilene inanıyoruz
"dediler." Bu sefer müstekbirler onlara "Biz doğrusu sizin iman
ettiğinizi inkâr edenleriz" diye cevap verdiler."
Müstekbirler
Hz. Salih'ten doğruluğuna alâmet olan bir mucize istediler. Allah da onu dişi
deve mucizesiyle destekleyip onlara şöyle dedi: "Su bir gün o dişi devenin
ve belirli bir gün de sizin olacaktır." (Şuara, 26/155); "Muhakkak
biz onlara bir imtihan olmak üzere o dişi deveyi göndereceğiz. Şimdi onları gözetle
ve sabret. Suyun aralarında nöbetle pay edildiğini onlara bildir. Her biri su
içme sırasında hazır bulunsun." (Kamer, 54/27-28). Deve bir günde kuyunun
yahut küçük ırmağın suyunu içiyor, onlar da bir sonraki gün içiyorlardı. Diğer
taraftan diledikleri kadar süt sağıyorlardı ve devenin sütü asla kesilmiyor,
ek-silmiyordu.
Hz.
Salih onlara deveye kötü bir maksatla el uzatmamalarını ve Allah'ın arzında
otlamasına karışmamalarını emretti. Hz. Salih, Allah'ın üzerlerindeki nimetini
kavmine hatırlatmakta bütün gücünü harcadı ve yeryüzünde fesatçılar olarak
taşkınlık yapmalarını yasakladı. Onlarsa, iman etmeyi büyüklüklerine
yediremediler. Onu hafife aldılar, ona karşı inatlaştılar, Rablerinin emrine
baş kaldırdılar; dişi deveyi kestiler. Onu bizzat kesen, kavminin emri üzere
Ku-dâr b. Sâlif idi: "Ve dişi deveyi kesip devirdiler de Rablerinin emrine
baş kaldırdılar ve dediler ki: Ey Salih, eğer sen peygamberlerdensen, tehdit
edip durduğun azabı getir bize." (A'râf, 7/77); "Bunun üzerine
arkadaşlarını çağırdılar da o da alacağını aldı ve dişi devenin önce ayaklarını
biçip devirdi" (Kamer, 54/29).
Hz.
Salih onlara şöyle dedi: "Haydi yurdunuzda üç gün süreyle
faydalanın." (Hud, 11/65); "O da: Ey kavmim, andolsun ki ben size
Rabbimin vahyettiğini bildirdim ve öğüt verdim. Ne var ki siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz."
(A'râf, 7/79). Daha sonra üzerlerine sarsıntı azabı (bu azap ulaştığı her şeyi
yakan bir parça ateş ile birlikte gök gürültüsünden dolayı meydana gelen
şiddetli bir sarsıntıdır) veya sayha azabı üzerlerine indi: "Bu yüzden
onları şiddetli bir sarsıntı tu-tuverdi de yurtlarında diz üstü çöken kimseler
oldular." Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Fakat
benim azabım ve uyarmalarım nasılmış? Muhakkak biz onlara bir tek sayha
gönderdik de hayvan ağılına konulan ufak ot gibi oldular." (Kamer,
54/30-31). Yüce Allah kimi yerde bunu saika (yıldırım) kimi yerde de tağiye
(her şeyi kaplayan azap) diye adlandırmıştır. Bunların hepsi de doğru ve
yerinde ifadelerdir. Çünkü saika şiddetli ses ile birlikte, ba-zan de zelzeleyi
andıran bir sarsıntı ile beraber olur. Diğer taraftan onun etkisi meydana
geldiği yerden uzaklara kadar uzanıp orayı da kaplayabilir.
Yüce
Allah, Hz. Salih'i ve onunla birlikte iman edenleri azaptan kurtardı. Onlar da
Filistin civarında Remle denilen yere gittiler. Çünkü oralar verimli ve münbit
yerlerdir. Sayıları ise Alusî'nin söz konusu ettiği gibi 120 kişi idi. Helak
olanlar ise, beş bin hane halkıydılar: "Haberin olsun ki gerçekten Semud
kavmi Rablerini inkâr ettiler. Yine haberiniz olsun ki Semud kavmi (Allah'ın rahmetinden)
uzak düştüler." (Hud, 11/68).
Hz.
Salih'in adı, Kur'an-ı Kerim'de A'râf suresinde 73, 75 ve 77. ayetlerde, Hud
suresinde 61, 62, 66 ve 89. ayetlerde, Şuara suresinde ise 42. ayet-i kerimede
olmak üzere dokuz defa anılmaktadır. Hz. Salih, el-Bağavî'nin belirttiğine
göre Salih b. Ubeyd b. Asef b. Mâşih b. Ubeyd b. Hâzer b. Semud'dur.
[145]
"Andolsun
ki Semud kabilesine kardeşleri Salih'i gönderdik." O din kardeşleri
değil, aynı kabileden biri yahut da onlar gibi bir insandı, yani melek değildi.
Semud
kavminden olan Hz. Salih "dedi ki: "Ey kavmim, yalnızca Allah'a, O'na
şirk koşmaksızın ibadet edin. Sizin O'ndan başka ibadet edecek ilâhınız
yoktur." Bütün peygamberler işte bu şekilde Allah'a ibadete
çağırmışlardır. Nitekim Yüce Allah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır:
"Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere, mutlaka ona, "Benden
başka bir ilâh yoktur, artık bana ibadet ediniz" diye vahyederdik."
(Enbiya, 21/25); "Andolsun her bir ümmete, "Allah'a ibadet edin ve
tağuttan uzak durun" diyen bir peygamber göndermişizdir." (Nahi,
16/36).
İşte
size benim getirdiklerimin doğruluğuna dair delil ve belge gelmiş bulunuyor.
Çünkü Hz. Salih'ten bir ayet getirmesini kendileri istemişler ve ona bizzat
kendilerinin tayin ettikleri bir kayadan bu mucizenin çıkmasını teklif
etmişlerdi. Bu Hicr tarafında tek başına ve el-Kâtibe adında bir kaya idi. Onlardan,
eğer yüce Allah isteklerini yerine getirecek olursa, mutlaka kendisine iman
edeceklerine, ona tabi olacaklarına dair sözler ve andlar aldı. Buna dair söz
ve and vermeleri üzerine Hz. Salih kalkıp namaza durdu, Yüce Allah'a dua etti.
Kaya hareket etti, sonra da istedikleri gibi karnında cenini hareket eden
tüylü, büyük karınlı bir dişi deve kayanın içinden çıktı. Yüce Allah her şeye
kadir olandır.
Bu
esnada başkanları olan Cunda' b. Amr onunla birlikte olup emrine uyanlar da
iman ettiler. Semud kavminin diğer eşrafı da iman etmek istedilerse de Zuâb b.
Aınr b. Lebîd ile putlarının bakıcısı el-Hubâb ve Rebab b. Sa'r b. Celhes
onlara engel oldular.
Dişi
deve ve doğum yaptıktan sonra devenin yavrusu aralarında bir süre durdu. Bir
gün kuyunun suyunu deve içiyor, bir gün de onlar içiyorlardı. Kendileri de
devenin su içtiği gibi sütünü içiyor, sağıyorlar ve diledikleri kadar kaplarını
dolduruyorlardı.
[146]
Nitekim bir başka ayet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara
suyun aralarında nöbetleşe olduğunu bildir. Herkes su içme gününde hazır
bulunsun." (Kamer, 54/28). Yine bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"İşte bu bir dişi devedir. Onun da bir içme nöbeti vardır; sizin de belli
bir günde içme nöbetiniz vardır." (Şuara, 26/155). İbni Abbas der ki:
Devenin su içtiği gün su yerine onun sütünü alıyorlardı.
Hz.
Salih kavmine, "İşte size bir ayet olarak Allah'ın dişi devesi,
dedi." Yani bu, benim peygamberliğimin doğruluğuna kat'î bir delildir.
Onun dişi deveyi Allah'a izafe etmesi, devenin şanını yüceltmek, değerini ifade
etmek ve şanının büyüklüğüne işaret etmektir. Çünkü deve Allah katından annesiz
ve babasız olarak büyükçe bir kayanın içinden gelmişti.
Daha
sonra Hz. Salih kavmine o deveyi Allah'ın arzında dilediği şekilde otlaması
için rahat bırakmalarını, devenin kendisine ve otlamasına kötü bir maksatla
dokunmamalarını emretti. Ve "Aksini yapacak olursanız oldukça acıklı bir
azap gelip size isabet eder" dedi.
Daha
sonra onlara üzerlerindeki Allah'ın nimetlerini, bu nimetlere karşılık
şükretmelerini, Allah'a ibadet etmeleri gerektiğini hatırlatmıştır:
"Düşününüz ki o sizi..." yani Allah'ın nimetlerini, lütfunu, size
olan ihsanlarını hatırlayınız, düşününüz. Çünkü O sizleri uygarlıkta, imarda,
güç ve kuvvette Âd'ın yerine halifeler yaptı. Onların ülkelerini, topraklarını
size miras verdi. Onların evlerine sizleri yerleştirdi. Siz oranın ovalarına
yüksek köşkler yapıyorsunuz. Bunu da size ilham etti, üstün bir sanatla, kerpiç
ve kireç yapmak suretiyle yerin düzlüklerinden yararlanma imkânına sahipsiniz
ve topraktan faydalanma yoluna gidiyor, dağlardan taşlar yontuyor, onlarla
sağlam evler yapıyorsunuz. Sağlamlıkları dolayısıyla kışın bu evlerde
kalıyorlardı. Yağmurlar, şiddetli rüzgârlar bunlara etki etmiyordu. Geri kalan
mevsimlerde ise ziraat için ovalarda bulunurlardı.
İşte
üzerinizdeki bu pek büyük nimetleri hatırlayın. Allah'a, O'nu tevhid etmek,
yalnızca O'na ibadet etmek suretiyle şükredin. Sakın yeryüzünde herhangi bir
şekilde fesat çıkarmayın.
Mele',
yani eşraf, efendiler ve liderler âdeten peygamberlerin çağrılarını herkesten
daha çabuk kabul eden mustaz'af fakirlere (ki onların iman edenleriydi) şöyle
dediler: "Salih'in Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu
biliyor musunuz?" Bu alay ve eğlenmek maksadıyla sorulmuş bir soruydu.
Kendilerine bu soru sorulanlar şu cevabı verdiler: "Biz kesinlikle
biliyoruz ki o Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Bunda hiç bir şüphe
ve tereddüt söz konusu değildir. Üstelik bizler Salih ile birlikte gönderilen
hak ve hidayete iman ediyor ve tasdik ediyoruz. Bunların Allah tarafından
gönderildiğini kabul ediyoruz." Onlara Peygamber olarak gönderildiğini
bilip bilmediklerini sordular. Mustaz'aflar ise onun peygamber olduğunun
şüphesiz ve bilinen bir husus olduğunu ifade ettiler. Mutlaka ona iman etmek
gereğinden söz ettiler. O bakımdan, size bildiriyoruz ki biz ona iman
edenleriz, dediler. Yüce Allah'ın, "İçlerinden iman edenlere" buyruğu
mus-taz'aflara -açıkladığımız gibi- bir işarettir. Çünkü mustaz'aflar iman
edenlerin kendileridir ve bu bütünden bir kısmın bedelidir; tercih edilen görüş
de budur.
Salih'in
peygamberliğine iman etmeyi büyüklüklerine yediremeyen kâfirler ise şu cevabı
verdiler: "Biz ise sizin tasdik edip iman ettiğiniz Salih'in peygamberliğini
bile bile red ve inkâr edenleriz."
Burada
Hz. Salih'in kavmi, "Biz Salih ile gönderilenleri inkâr edenleriz"
demediler. Çünkü böyle bir ifade, onların, peygamberliğini kabul ettiklerine
dair şahitliklerini, sonra da inat olsun diye onu inkâr edip reddettiklerini
ihtiva eder. Zamahşerî der ki: "Sizin iman ettiğinizi inkâr
edenleriz" ifadesini onunla gönderilenler yerine kullandılar. Böylelikle
müminlerin bilinen ve teslim olunması gereken bir husus olarak kabul ettikleri
bir şeyi reddettiklerini ifade etmek istediler.
Hz.
Salih'i yalanlamaları artık ileri dereceye vardı ve dişi deveyi öldürmeyi
kararlaştırdılar. Böylelikle suyun, tamamen kendilerinin olmasını istediler. Dişi
deveyi öldürmek üzere ittifak ettiler ve sonunda dişi deveyi öldürdüler. Öldürme
fiilinin, onu öldürenin bir kişi olmakla birlikte, hepsine nispet edildiğini
görüyoruz. Nitekim Kamer suresinde şöyle denilmektedir: "Bunun üzerine arkadaşlarını
çağırdılar; o da alacağını aldı ve dişi deveyi kesti." (Kamer, 54/29) .
Öldürenin fiiline razı oldukları için öldürme hepsine nispet edildi. Nitekim
bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu yalanladılar da dişi
deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları sebebiyle onlara azap
gönderiverdi ve hepsini dümdüz etti. Ve o, bunun sonucundan korkmaz."
(Şems, 91/14-15). Sa-hih-i Buharî'de de Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu
rivayet edilmektedir: "Aralarında güçlü kuvvetli, kavmi tarafından koruması
olan Ebu Zem'a gibi birisi bu işe seçildi."
Onlar
Rablerinin emrine baş kaldırdılar, yani Hz. Salih'in risaletine uymayı kabul
etmediler, Rablerinin emrine riayetten yüz çevirdiler. Rablerinin emri ise Yüce
Allah'ın Hz. Salih vasıtasıyla kendilerine verdiği, "Onu bırakın da
Allah'ın toprağında otlasın..." gibi buyruklar yahut da Rablerinin dini
anlamındadır. Onlarsa, "Ey Salih! Haydi bizi kendisiyle tehdit
edegeldiğin azap ve intikamı getir, eğer gerçek bir peygambersen ve sen
Allah'tan getirip tebliğ ettiklerinde doğru söylüyor iddiasında isen"
dediler. Böyle bir istek ise ahmaklığın, beyinsizliğin, saf ve aldanan
kimselerin özelliğidir.
İmam
Ahmed ve Hâkim, Hz. Cabir"den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Resulullah (s.a.) Hicr*den geçince şöyle buyurdu: "Sizler (Rabbinizden)
mucizeler istemeyiniz. Bunları Salih kavmi istedi. O bakımdan o mucize -yani
dişi deve- işte bu yoldan geliyor ve öbür yoldan gidiyordu. Onlar ise
Rablerinin emrine baş kaldırdılar ve onu kestiler. Sularını bir gün dişi deve
içiyor, kendileri de o gün o dişi devenin sütünü içiyorlardı; fakat onu
kestiler. Bu sefer çığlık onları yakaladı, Allah da onları semanın altında
hareketsiz bıraktı. Allah'ın Hareminde bulunan tek bir kişi müstesna." O
kimdir ey Allah'ın Rasulü? diye sordular. O da, "Ebu Rigâl'dir" dedi.
Harem'den çıkınca kavmine isabet eden ona da isabet etti.
"Bu
yüzden onları şiddetli bir sarsıntı tutuverdi." Hud suresinde, "Sayha
(çığlık) onları yakalayıverdi"; Fussilet suresinde, "Horluk azabının
yıldırımı onları yakalayıverdi"; Zariyat suresinde ise, "Onlar bakıp
dururken yıldırım onları yakalayıverdi" denilmektedir. Bunların hepsinden
kasıt birdir: O da yeri sarsan ve kendilerinin de sarsıntıya uğradıkları
oldukça şiddetli bir çığlıktır. Bu çığlığın sebebi ise semavî cisimlerin
biribirlerine sürtüşmeleriydi.
Onlar
da yurtlarında yahut meskenlerinde hareketsiz, ölmüş cesetler haline
geliverdiler.
Hz.
Salih onlardan yüz çevirip uzaklaştı. Zahir olan o ki, o başlarına geleni
müşahade ediyordu. Onların diz üstü hareketsiz çöktüklerini görünce, onlardan
yüz çevirip gitti. Onların iman etmeyişlerine ve hallerine üzülerek hasret
içerisinde kederlice oradan uzaklaştı.
Dedi
ki: "Ey kavmim, gerçekten ben aranızda size nasihat ve öğüt vermek hususunda
bütün gücümü, takatimi ortaya koydum. Fakat sizler öğüt verenleri sevmezsiniz.
O bakımdan aleyhinize azap sözü hak oldu." Bu ise Hz. Salih'in kavmine bir
azarlaması idi. Çünkü Yüce Allah kendisine muhalefet ettikleri ve Allah'a karşı
baş kaldırıp hakkı kabul etmekten yüz çevirdikleri için onları helak etti.
Rivayet
edildiğine göre onların dişi deveyi kestikleri gün çarşamba günüydü. Azap ise
üzerlerine cumartesi günü indi.
Yine
rivayet edildiğine göre Hz. Salih, ağlayarak yüz on Müslüman kişi ile oradan
çıktı. Geri döndüğünde dumanın yükselmekte olduğunu gördü, böylelikle helak
olduklarını anladı. Helak olanlar ise bin beşyüz kişi idiler. Başka rivayetler
de vardır.
Hz.
Salih'in ölümünden sonra kavmine seslenmesi, Resulullah (s.a.)'m Ku-reyş'ten
Bedir'de öldürülüp kuyuya gömülmelerinden sonra bazı kimselere bu şekildeki
seslenmesini andırmaktadır: "Ey Hişamoğlu Ebu Cehil, ey Rabiaoğlu Utbe, ey
Rabaaoğlu Şey be, ey filan oğlu filan... Allah'a ve Rasulüne itaat etmiş
olsaydınız sevinmez miydiniz? Şüphesiz bizler Rabbimizin bize verdiğinin hak
olduğunu gördük, siz de Rabbinizin size vaad ettiğinin hak olduğunu gördünüz
mü?"
Hadisi
rivayet eden ensardan Ebu Talha -Buharı ve başkalarının naklettiklerine göre-
der ki: Ömer, "Ey Allah'ın Rasulü! Sen leşe dönüşmüş bir toplulukla mı
konuşuyorsun?" deyince, Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Nefsim elinde
olana yemin olsun ki, sizler benim söylediklerimi onlardan daha iyi işitiyor
değilsiniz, fakat onlar cevap veremiyorlar."
[147]
Semud
kavmi de Âd gibi Arab-ı Aribe kabilelerindendir. Allah onlara Hz. Salih'i
peygamber göndermişti. O bakımdan onlar Hz. Salih'in kavmidirler. Hz. Salih de
nesep itibariyle onların en soyluları, mevki itibariyle en üstünleriydi.
Onları
yaşlanmcaya kadar Allah'ın dinine davet etti. Pek az mustazaf kimseler dışında
ona kimse uymadı. Müstekbirler ise, "Bizler Salih'in getirdiklerini inkâr
edenleriz" dediler.
Razî
der ki: Bu ayet-i kerime, fakirliğin zenginlikten hayırlı olduğunu açıklamak
hususunda delil gösterilenlerin en önemlilerindendir. Çünkü müs-tekbirlik ancak
mal çokluğu ve yüksek mevkilerden dolayı ortaya çıkan bir davranıştır.
Mustazaflık ise bunların azlığından ortaya çıkar? Böylelikle Yüce Allah çok mal
ve yüksek mevkinin onları baş kaldırmaya, yüz çevirmeye, inkâr ve küfre
ittiğini açıklamaktadır. Az mal ve düşük mevkiler ise mustazafları imana,
tasdike ve itaate itmiştir. İşte bu da fakirliğin zenginlikten hayırlı olduğunu
göstermektedir.[148]
Yüce
Allah'ın, "Ovalarında köşkler ediniyor" yani sizler her yerde köşk inşa
ediyorsunuz, buyruğu ile, "Dağlardan da evler yontuyorsunuz"
buyruğunda-ki ifadeleri de ömürlerinin uzunluğuna delil gösterilmiştir. Çünkü
çatılar ve yapılar, onlar ölmeden eskiyor yıpranıyordu. Bu ayet-i kerimeyi köşk
ve benzeri yüksek binaları caiz görenler delil gösterirler. Ayrıca şu buyruğu
da buna delil gösterirler: "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı
ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmış." (A'râf, 7/32). Hz. Peygamber
de İbni Ebi'd-Dünya'nm Ali b. Cedan yoluyla mürsel olarak kaydettiği rivayetine
göre şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah nimetini, yemesinde ve içmesinde
kulunun üzerine görmeyi sever." Güzel binalar ve güzel elbiseler de
nimetin etkilerindendir.
Başkaları
ise bunu mekruh görmüşlerdir. Hasan-ı Basrî ve başkaları bunlar arasındadır.
Bunlar da Taberanî ve Hatîb'in zayıf olmakla birlikte, Hz. Cahilden rivayet
ettiği şu hadisi delil gösterirler: "Allah bir kul hakkında kötülük diledi
mi çamur ve kerpici ona yeşillendirir (güzel gösterir), ta ki bina ve inşaat
yapıncaya kadar." Bir başka hadis-i şerifte de Resulullah (s.a.) Taberanî
ve Ebu Nuaym'ın İbni Mes'ud yoluyla gelen rivayetinde şöyle buyurmaktadır:
"Her kim kendisine yeterli olandan fazlasını bina ederse, kıyamet gününde
onu boynu üzerinde taşımakla mükellef kılınır." Dârakutnî'de Cabir b.
Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.) buyuruyor ki:
"Mümin bir nafakada (harcamada) bulunacak olursa, onun yerine başkasını
vermek Aziz ve Celil olan Allah'a aittir. Şu kadar var ki bina yapımı veya
masiyete harcananı bundan müstesnadır."
Yüce
Allah'ın, "Artık Allah'ın nimetlerini anın" buyruğu kafirlere de
nimet ihsan edilmiş olduğuna delildir.
Yüce
Allah'ın, "Onun kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler kendilerince
zayıf gördüklerine... dediler ki" buyruğunda da efendi ve önderlerin imana
karşı büyüklendiklerini göstermektedir. Bu hususta onlar da her bir peygamber
ve bir ıslahatçıya karşı benzerleri gibi tutum takınmışlardır. Baş kaldırırlar
ve ona karşı büyüklük ve üstünlük taslarlar. Yine bu buyrukta Hz. Salih'in
peygamberliğine iman edenlerin mustazaflar olduklarına delil vardır. İşte her
peygamberin tebliğinde çoğunlukla karşı karşıya kaldığı durum budur. Zayıflar
ve fakirler hak, hidayet ve iman sözüne kulak vermek için ellerini çabuk
tutarlar. Ve böylelikle onlar cennetlik olurlar. Öbür büyüklük taslayanlar ise
dünyada azaba uğrar, ahirette de cehennemlik olurlar.
"Ey
kavmim, and olsun ki ben size Rabbimin vahyettiğini bildirdim. Ve size öğüt
verdim..." buyruğunda anılan bu sözü Hz. Salih'in, onlara ölmeden önce
söylemiş olabileceği gibi, ölümlerinden sonra söylemiş olduğu da muhtemeldir.
Tıpkı Hz. Peygamberin Bedir'de öldürülenlere, "Rabbinizin size vaad
ettiğinin hak olduğunu gördünüz mü?" demesi gibi. Ona, "Sen leşlerle
mi konuşuyorsun?" denilince o da şöyle demişti: "Siz benim sözümü
onlardan daha iyi duyuyor değilsiniz; fakat onlar cevap vermezler."
Kurtubî der ki: Ancak birincisi daha zahirdir. Buna da, "Ne var ki siz
öğüt verenleri sevmiyorsunuz" yani benim öğüdümü kabul etmiyorsunuz, sözü
delildir. İbni Kesir ve başkalarının naklettiğine göre ise, Hz. Salih bu sözü
onlara azarlamak ve başlarına kakmak üzere helak edilmelerinden sonra
söylemiştir.
.
Yüce Allah'ın, "Bu yüzden onları şiddetli bir sarsıntı tutuverdi"
buyruğunda yer alan "fe" harfi takip içindir. Bu da sarsıntının
bunları söyledikleri bu sözlerin akabinde yakaladığını göstermektedir. Fakat
durum böyle değildir. Çünkü Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöyle
buyurmaktadır: "De ki: Yurdunuzda üç gün süreyle yararlanın, işte bu,
yalanı çıkmayan bir vaaddir." (Hud, 11/65)
Buradaki
"sarsıntı" tabiri ile diğer ayetlerde yer alan tağiya, sayha ve saika
(kaplayıcı azap, çığlık ve yıldırım azabı) kelimeleri arasında belirttiğimiz
gibi, bir çelişki yoktur. Çünkü sarsıntı yeryüzündeki zelzeledir. Bu ise
alışılmışın dışında bir harekettir. Tağiya admm buna verilmesi de uzak bir
ihtimal değildir. Tağiya, haddinden fazla olan her şeyin adıdır. Sonundaki
"he" ise mübalağa içindir. Sayha (çığlık) çoğunlukla zelzele ve
oldukça dehşetli çığlıktan ayrı olmaz. Saika ise, çoğunlukla zelzeledir. Zecra
de bu şekildedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki o ancak
bir tek zecra (haykırış)dır. Bakarsın ki bütün onlar toprağın
üzerindedirler." (Nâziât, 79/13-14).
Bu
kıssada bir takım mucizeler vardır: Hz. Salih'in kavmi dişi devenin kayadan
çıkışına tanık oldukları gibi, iki günde bir hepsinin içecek suyu olan su,
ertesi günü tek devenin içeceği oluyordu. Daha sonra onlar bu deveyi kestiler.
Hz. Salih ise kestikleri taktirde onlara çok şiddetli azabın gelip çatacağım
bildirerek tehdit etmişti. Onlar deveyi kestikten sonra azabın etkilerini
gördüler. Bu ise, küfür üzere ısrardan vazgeçmeleri ve ondan tövbe etmelerini
gerektirirdi. Rivayete göre birinci gün, yüzleri kızardı, ikinci gün sarardılar,
üçüncü günde ise yüzleri karardı.
Dişi
deve ise vadilerde yayılıyordu. Yoldan geçebilsinler diye, insanları rahatsız
etmiyor, onlara yol veriyordu. Çünkü içtiği su onun karnının daha bir
büyümesine sebep oluyordu. Belirtildiği gibi müthiş bir yaratıktı. Görünüşü
korkutucuydu. Davarların yanından geçti mi davarlar ondan ürkerdi.
[149]
80-
Lût'u da gönderdik: "Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı
hayasızlığı mı yapıyorsunuz?
81- Siz kadınları bırakıp erkeklere yaklaşıyorsunuz,
doğrusu siz aşırı giden bir kavimsiniz."
82-
Kavminin cevabı sadece: "Çıkarın onları ülkenizden. Çünkü onlar fazla temizlik
yapan insanlarmış" demek oldu.
83-
Bunun üzerine biz de hem onu hem de -karısı müstesna- ehlini kurtardık. O
geride kalanlardan oldu.
84-
Onların üzerine bir yağmur yağdırdık. Günahkârların sonunun nasıl olduğuna
bir bak.
"Hayasızlığı
mı yapıyorsunuz?" buyruğu inkâr ve azar için yöneltilmiş bir sorudur.
"Çünkü
onlar fazla temizlik yapan insanlarmış" ifadesi zem vehmini verecek
şekilde bir tarizdir. İbni Abbas der ki: Aslında kendisi ile övünülecek bir
şeyle ayıplamışlardır.
[150]
"Lût",
Haran b. Azer'dir. O, İbrahim el-Halil'in kardeşinin oğludur (ikisine de selâm
olsun). Irak'ın güneydoğu bölgesinde Kedlânîlerin Ur denilen şehrinde doğdu.
Orasına Babil arazisi adı veriliyordu. Babasının vefatından sonra amcası Hz.
İbrahim ile Kora diye bilinen Mezopotamya'daki yarım adaya hicret etmiştir.
Burada Aşur (Asur) ülkesi bulunmaktadır. Sonra onunla birlikte Şam'a gitti. Hz.
İbrahim onu Ürdün'ün doğu tarafında yerleştirdi. Hz. Lût böylelikle ölü deniz
(veya Lût Gölü) diye bilinen bölgeye yakın bulunan Sedîm vadisi adlı yerde
yaşadı. Burada beş tane kasaba vardı. Hz. Lût da bu kasabalardan Sodom diye
adlandırılan birisinde yerleşti. Daha sonra Yüce Allah onu Sodom ve çevresinde
bulunan kasabaların halkına peygamber gönderdi. Onları Yüce Allah'ın yoluna
davet etti, iyiliği emredip münkerden alıkoydu. Daha önce hiç bir topluluğun
yapmadığı bir iş olan hayasızlıktan vazgeçmelerini de istedi. Onların bu
yaptıkları iş ise kadınları bırakıp erkeklerle cinsî ilişkiye girmekti. Bu ise
Ademoğulları'nın bilmediği, alışmadığı bir şeydi. Sodomlular bunu yapıncaya
kadar bu böyleydi. "Siz çok aşırı kavimsiniz" helâli aşarak harama
düşen kimselersiniz. "Çıkarın onları" Lût'u ve ona tabi olanları
"ülkenizden. Zira onlar fazla temizlik yapan" yani erkeklerin arka
tarafından uzak durup temizlik yapan "insanlarmış." "O (Lut'un
karısı) geride kalanlardan" azap içinde kalanlardan "oldu".[151]
Bu
dördüncü kıssa, Hz. Lût'un kavmi olan Sodom halkı ile başından geçenlerin
kıssasıdır. Peygamberlerin öğütlerinden yüz çevirip Allah'ın emirlerine karşı
baş kaldıran kavimlerin başlarına gelen azap ve intikamı açıklamak üzere, Hz.
Nuh, Hz. Hud ve Hz. Salih kıssalarından sonra söz konusu edildi.
[152]
Lût,
Haran'm oğlu, İbrahim b. Tareh'in de kardeşinin oğludur. Hz. İbrahim'e iman
etti, onun gösterdiği yol üzere hidayet buldu. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ona Lût iman etti ve (İbrahim) dedi ki: Ben Rabbime hicret
ediciyim" (Ankebût, 29/26). Yaptığı yolculuklarında Hz. İbrahim'e tabi oldu.
Mezopotamya bölgesinde onunla beraber oldu. Sonra Mısır'da, sonra da Ürdün'ün
doğu taraflarında Şam (Suriye) bölgesinde Sodom'da yerleşti.
Hz.
Lût kıssası bir kaç surede az farklılıklarla zikredilmiştir. Bu kıssaların
biri ötekini tamamlar şekildedir.
Sodomlular
hayasızlıkları, herhangi bir utanç ve iffet duymaksızın, herkesin gözü önünde
işliyorlardı. Tüccarların yollarını kesip, mallarını ellerinden alıyorlardı.
Nitekim Yüce Allah Hz. Lût'un onlara söylediği şu sözlerini bizlere de
nakletmektedir: "Acaba siz, erkeklere yaklaşacak, yol kesecek, ve toplantı
yerlerinizde münkeri işleyip duracak mısınız?" (Ankebût, 29/29).
Hz.
Lût ise, onlara öğüt verip nasihat etti. Bu işten vazgeçmelerini istedi. Onları
Allah'ın azabı ile korkuttu. Fakat bu öğütlere hiçbir şekilde aldırış etmediler,
işlerinden vazgeçmediler. Hz. Lût kendilerine ısrarla öğüt vermeyi sürdürünce,
bu sefer kimi zaman taşlayıp öldürmekle, kimi zaman yurdundan çıkarmakla onu
tehdit ettiler. Nihayet melekler İbrahim (a.s.)'e uğrayıp Lût kavminden intikam
almak üzere, -ki bunlar Sodomlular ve Amura (Gomora)'lı-lardı- Hz. Lût'un
yanına varıncaya kadar bu durum böyle devam etti. Meleklerin bunu söylemeleri
üzerine Hz. İbrahim, Hz. Lût'a da bir kötülük geleceğinden korkunca, ona
Lût'un iman edenlerle beraber kurtulacağını bildirdiler ve ayrıca kavmine
gelecek olan azabın kesin ve kaçınılmaz olduğunu haber verdiler: "Ey
İbrahim, bundan vazgeç! Çünkü Rabbinin emri gelmiştir. Onlara hiç şüphesiz geri
çevrilmeyecek bir azap çatacaktır." (Hud, 11/76).
Aynı
melekler, Hz. Lût'a güzel yüzlü, genç, bıyığı terlememiş delikanlılar suretinde
geldi. Bu sefer Sodom'lulardan bir grup Hz. Lût'un yanına gelerek hayasızlık
yapmak üzere ondan misafirlerini istediler. Hz. Lût onları geri çevirmeye
çalıştı. Bu hususta alabildiğince ileri gitti. Nihayet onlardan misafirlerini
korumak üzere ve kendisinden utanacaklarını umarak, kızlarını meşru evlenme
yolu ile almaları teklifinde bulundu. Ancak onlar bu işe razı olmadılar. Daha
sonra Hz. Lût melek olduklarını bilmediği meleklere şöyle dedi: "Keşke
yetecek bir gücüm olsa idi yahut güçlü bir kaleye sığınabilseydim." (Hud,
11/80). Yani o vakit sizinle beraber bunlara karşı cihat eder ve onlara lâyık
olduğu cezayı verirdim. Bu sefer, melekler ona gerçek durumlarım bildirdiler.
Ve bu kavmi cezalandırmak üzere geldiklerini söylediler.
Kasaba
halkı bu sakalı bitmemiş genç delikanlıları güç kullanarak almak için Hz.
Lût'un evine hücum edince, Allah gözlerini kör etti, göremez oldular. Nereye
baskın yapacaklarını bilemediler. Sonra melekler Hz. Lût'u ve onun iki kızını
ve hanımını kasabadan çıkardılar. Kendilerinden hiçbir kimsenin geri
dönmemelerini emrettiler. Emrolundukları yere gitmelerini istediler. Hanımı
müstesna hepsi emre itaat ettiler. Hanımı kasabanın başına neler geldiğini
görmek üzere kasabaya geri döndü. Onlara kalben bağlı idi, ve kâfir bir kadındı.
Bunun üzerine ona da kavminin başına gelen azabın aynısı geldi. Allah onların
üzerine pişmiş çamurdan taş yağdırdı. Yurtları alt üst oldu. Sayıları bin veya
daha fazla kişi idi.
[153]
Yüce
Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz, dediler.
Onlar sana asla ulaşamazlar. Sen hemen gecenin bir bölümünde aile halkınla
yürü. İçinizden hiçbir kimse geriye bakmasın. Yalnız hanımın müstesnadır.
Çünkü onlara isabet edecek olan, şüphesiz ona da isabet edecektir. Onlara vaad
olunan vakit sabahtır. Sabah vakti de yakın değil mi? Emrimiz oraya gelince
oranın üstünü altına getirdik ve üzerlerine pişirilmiş balçıktan birbiri ardınca
taş yağdırdık..." (Hud, 11/81-82).
[154]
Bir
de Lût'u an. Hani o kavmine, azarlayarak şöyle demişti: Sizler sizden başka
hiçbir kimsenin hiç bir zamanda yapmadığı hayasızca işi mi yapıyorsunuz? Evet
bu işi ilk olarak siz ortaya çıkardınız. Bunu yapacak olan herkesin günahının
misli de size olacaktır. İşte bu, bu işin fıtrata ters olduğunu göstermektedir.
Yüce Allah'ın, "Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı
mı yapıyorsunuz?" buyruğu böyle bir işin istisnasız olarak hiç bir kimsenin
yapmadığını, tekitli olarak ifade etmektedir.
Sizler
erkeklere arkalarından yaklaşıyor ve kadınlarla evlenerek önden yaklaşmaktan
vazgeçiyorsunuz. Yani sizler kadınları ve Rabbinizin onlardan sizin için
yarattıklarını bırakıp, erkeklere yaklaşmaya yöneldiniz. Bu ise bir sapıklık,
bir haddi aşmak ve bir bilgisizliktir. Çünkü bu bir şeyi olması gereken yerden
başkasına koymaktır. Bundan dolayı diğer ayet-i kerimede onlara Hz. Lût'un
şöyle dediğini görüyoruz: "İşte kızlarım, eğer yapacaksanız (onları
nikahlayın)" (Hicr, 15/71). Böylelikle onlara kadınlarla evlenme yolunu gösterdiyse
de, onlar kadınları arzulamadıklarını belirterek gerekçe gösterdiler.
Hz.
Lût'un, "Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz"
buyruğu Yüce Allah'ın, "Hayasızlığı mı yapıyorsunuz" buyruğunu
açıklamaktadır.
Aynı
zamanda bunda onlara aşırı derecede bir azar ve bir sitem vardır. Yüce
Allah'ın, "Kadınları bırakıp" buyruğunda onların kadınları terk
ettiklerine işaret etmektedir. Kadınlar ise selim fıtrat sahibi erkeklerin
şehevî arzularını giderecekleri karşı cinslerdir
"Doğrusu
siz çok aşırı giden bir kavimsiniz" yani sizler hayasızlığı işledikten
sonra bundan dolayı pişman da olmuyorsunuz. Aksine sizin âdetiniz, haddi aşmak
ve her hususta aşırıya gitmektir. İşte bundan dolayı cinsî arzularını tatmin
etmek hususunda aşırıya gittiler. O kadar ki mutad olan normal hali bırakıp, mutad
olmayana yöneldiler. Yüce Allah'ın, "Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz"
(Şuara, 26/166). Yani siz şirk ile birlikte bu hayasızlığı işlemekten dolayı,
haddi aşan kimselersiniz.
En'âm
suresinde ise onları bir başka suretle nitelendirmektedir: "Hayır, siz
cahillik eden bir kavimsiniz" (En'âm, 27/55). Bu da onların zevk almakta
aşırıya gittiklerini, akıl ve fıtratın sınırlarını aştıklarını ve işlerinin
akibetini bilmediklerini göstermektedir. Çünkü onlar bunların sağlığa
zararlarını takdir edemiyor, şu modern asırda sabit olan öldürücü hastalıkları
ortaya çıkaracağını değerlendiremiyorlardı.
Hz.
Lût'un bu tepkisine ve onun öğüdüne karşı ikna edici bir cevap da veremediler,
hatalarından, sapıklıklarından da geri dönmediler. Bu hayasızlığın reddedilmesinin
ve işin büyüklüğünün onlara anlatılmasının bir faydası olmadı. Bunun yerine
onlar Hz. Lût'u aralarından çıkarmak, beraberindeki müminlerle birlikte onu
kasabalarından sürmek istediler. Çünkü onlardan işittikleri vaazlarından, öğüt
ve sözlerinden rahatsız olmuşlardı. Hz. Lût'a uygun bir şekilde cevap
veremedikleri gibi, aksine hiçbir şekilde sözüyle ilgili olmayan, öğüdüyle
alâkası bulunmayan bir başka şekilde yani onu aralarından çıkarmak suretiyle
karşılık verdiler. Yüce Allah'ın, şu buyruğunda olduğu gibi: "Onları
çıkarınız" buyruğunda kastedilenler, Hz. Lût ve ona tabi olanlardır.
Bazıları
içinden şöyle dediler: Bunlar çokça temizleniyor ve sizin bu yaptığınız işte
bu hayasızlıklarda, erkek ve kadınlara arkadan yaklaşmakta sizinle ortak
hareket etmekten uzak duruyorlar. Bu ifadeleri ise müminlerle alay etmek,
kendilerinin işledikleri çirkinlikle övünmek üzere söylemişlerdi. Nitekim
fasıklar, bazı salih kimselere kendilerine öğüt verdikleri vakit şöyle derler:
Şu, bir lokma bir hırka yaşamak isteyeni bizden uzaklaştırın da şu zahidlik
tasla-yandan uzakta rahat bir nefes alalım. Yüce Allah'ın, "Fazla temizlik
yapan in-sanlarmış" ifadesi, onlar bu işe yaklaşmıyorlar, demektir.
Sonunda
Yüce Allah Hz. Lût'u ve onunla birlikte iman eden aile halkını -hanımı
müstesna- kurtardı. Çünkü karısı iman etmemişti. O balamdan o da azapta
kavmiyle birlikte kalan ve helak olanlardandı. Çünkü o da kavminin dini üzere
idi ve bu konuda onlara ters düşmüyordu. Ayrıca kendisiyle kavmi arasında bir
takım işaretlerle Hz. Lût'un yanına gelen misafirlerini onlara bildiriyordu.
Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Biz orada bulunan
müminleri çıkardık. Orada Müslümanlardan bir hane halkından başkasını
bulmadık" (Zâriyat, 51/35-36). Yani Hz. Lût'a aile halkı dışında kavminden
kimse iman etmemişti.
Oldukça
hayret verici, görülmemiş bir yağmur yağdırıldı üzerlerine. Bu da üzerlerine
atılan taş yağmuruydu. Bir başka ayet-i kerimede bunu şöylece açıklamaktadır:
"Üzerlerine pişmiş çamurdan taş yağdırdık. Rabbinin yanında işaretlenmiş
olarak ve o (belde) zalimlerden uzak değildir." (Hud, 11/82-83); "Ve
biz onun altını üstüne getirdik. Onlara pişmiş çamurdan taş yağdırdık."
(Hicr, 15/74). Yüce Allah bu taşların işaretli olduğunu belirtmekle bunların
kırmızı renk arasında beyaz renkle işaretli olduklarım anlatmaktadır.
Burada
sözü geçen taşların oldukça hızlı esen firtma ve kasırgalarla getirilmiş
olması, yahut da yerkürenin kendisine doğru çektiği bir yıldızın parçalanmış
kalıntılarından olup, dağılmış meteorlar olması da muhtemeldir.
Şimdi
ey Muhammed, ve ey bu kıssalardan kötülükten vazgeçmek üzere ibret alan
herkes! Aziz ve Celil olan Allah'a isyan etme cesaretini gösteren, O'nun
peygamberlerini yalanlayan kimselerin akibetlerinin nasıl olduğuna bir bak ki,
ahiretten önce dünyada bir ümmetin günahlarının nasıl cezasını çektiğini gör.
[155]
Lût
kavminin yaptığı hayasızlığın haram kılınmasının bir çok sebebi vardır:
1- Kendisine bu işin yapıldığı kimsenin psikolojisi bir tarafa bedenen,
maddi açıdan da zarar görmesi. Çünkü bu, günümüzde öldürücü olduğu ispatlanmış
AİDS hastalığına sebebiyet vermektedir.
2- Bu işi yapanın hilkatinin bozulması, şehvette aşırıya gitmesi. Çünkü
bu kimse o anda olabilecek tehlikeleri takdir edemez.
3- Yapanın da yapılanın da utanılacak bir hale düşmeleri ve aralarında
düşmanlığın yer etmesi.
4- Kadınları bırakıp erkeklere yönelmekle, kadınları ifsat etmesi.
5- Böyle bir hayasızlıkta, evlilik arzusu kalmayacağından ve kadına çocuk
gelen yerden başkasından yaklaşmak arzusu doğacağından neslin azalması. Neslin
geldiği yerden yaklaşmak durumunda ise, erkek istesin yahut istemesin çocuk
doğma ihtimali vardır.
İşte
bundan dolayı o kavmin azabı dünya hayatında toptan helak edilmek oldu. Diğer
taraftan ahiret azabı ise bundan daha büyük ve daha süreklidir.
Lût
kavminin fiilini yapmanın İslâm alimlerine göre cezası da aşağıdaki şekilde
kabul edilmiştir:
1- Ebu Hanife der ki: Bu işi yapan ister muhsan (evlenmiş) olsun ister olmasın,
tazir edilir. Çünkü bu işin yapılmasında neseplerin karışması söz konusu
değildir. Ve çoğunlukla da bu işi yapanın öldürülmesine kadar götürecek anlaşmazlıkları
doğurmaz. Ayrıca bu iş zina da değildir.
2- Ancak cumhur (Malikîler, Şafiîler ve Hanbelîler) der ki: Lût kavmi
işini işlemek haddi gerektirir. Çünkü Yüce Allah bu işi yapanın cezasını
Kitab-ı Keriminde oldukça ağırlaştırmıştır. O halde bu işte zina manası da var
olduğundan, zina haddi gerekir.
Bu
işi yapanın Malikîlere ve Ahmed'den gelen iki rivayetten kuvvetli olanına ve
Hanbelîlere göre cezası ise, her halükârda recimdir. İster bu işi yapan muhsan
(evlenmiş) olsun isterse olmasın. Yani evli veya bekâr olması durumu
değiştirmez. Çünkü Hz. peygamber (s.a), Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî ve başkalarının
rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Her kimin Lût kavminin işini yaptığını
görürseniz, yapanı da, yapılanı da öldürünüz." Bir diğer lafızda ise
"Üstte olanı da altta olanı da recmediniz" denmektedir.
Şafiîlere
göre ise bu işi yapanın haddi, zina haddinin aynısıdır. Eğer bu işi yapan muhsan
ise recmedilmesi icap eder. Muhsan değil ise ona yüz sopa vurulup sürgüne
gönderilmesi gerekir. Çünkü Ebu Musa el-Eş'arî (r.a.) Peygamber (s.a.)'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir: "Erkek erkeğe yaklaştığında, onların ikisi
de zina etmiş olur. Kadın da kadına yaklaştığında ikisi de zina etmiş
olur." Diğer taraftan ön görülmüş olan bu had, ilişki kurmak dolayısıyla
icap eder. Bundan dolayı evlenmemiş ile evlenmiş olanın hükmü de değişmiştir.
Bu da zina haddine kıyasen böyledir. Çünkü her ikisi arasında ortak özellik,
haram olan bir şeyi haram olan bir ferce sokmaktır.[156]
Hayvana
yaklaşmaya gelince: Dört mezhep imamı ittifakla, hayvanla ilişki kuranın
hakimin görüşüne göre onu bu işten alıkoyacak şekilde tazir edileceğini kabul
etmişlerdir. Çünkü selim bir karakter böyle bir ilişkiden nefret eder. Ayrıca
bir had ile bunu önlemeye ihtiyaç yoktur. O bakımdan tazir edilir. Nesaî ve Ebu
Davud'un Süraen'inde İbni Abbas (r.a.)'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Hayvana yaklaşana had yoktur."
[157]
Ebu
Davud ve Darakutnî'nin İbni Abbas'tan şu rivayetine gelince: Resulullah (s.a.)
buyurdu ki: "Bir hayvan ile ilişki kuranı da öldürünüz. Onunla birlikte
hayvanı da öldürünüz." Bu hadis sabit değildir. Buna delil ise İbni
Abbas'ın söylediği şu ifadedir: Ben Hz. Peygamber (s.a)'in bu sözü söylemesinin
tek sebebinin, bu işten sonra o hayvanın etinin yenilmesinden hoşlanılmaması
olduğu kanaatindeyim.[158]
85-
Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a
kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Rabbinizden size apaçık
bir delil gelmiştir. O halde ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İnsanların eşyasını
eksik vermeyin. Ve orası ıslah olduktan sonra yeryüzünde fesat çıkarmayın.
Bunlar sizin için hayırlıdır. Eğer müminler iseniz.
86-
Ve Siz Allah'a iman edenleri tehdit ederek, Allah'ın yolundan alıkoyarak ve
onun eğriliğini isteyerek, öyle her yolun başını tutup oturmayın. Hem hatırlayın
ki, siz vaktiyle pek az idiniz de sizi O çoğalttı ve bakın, fesat çıkaranların
sonu nice olmuştur!
87- Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene
inanmış, bir kısmı da inanmamişsa, Allah aramızdaki hükmünü verinceye kadar
sabredin. O hüküm verenlerin en hayırlısıdır."
"Orası
ıslah olduktan sonra" buyruğunda bir muzafın hazfi vardır. Yani oranın
ahalisi ıslah olduktan sonra demektir. "İman edenleri tehdit ederek"
yani sizler Allah'ın yolundan alıkoyup onun yanlışa düşmesini isteyerek,
tehdit etmek üzere orada oturmayınız. "Allah'a iman edenleri", bu
ifadenin takdiri de şöyledir: Siz O'na iman edenleri tehdit ediyor ve o doğru
yoldan alıkoyuyorsunuz. "Allah'ın yolundan" buyruğunda Allah lafza-i
celâlinin zamir yerine kullanılması, hem yaptıkları işin çirkinliğini ifade
etmek, hem de onların engelledikleri şeyin büyük bir suç olduğunu göstermek
içindir.
[159]
"Medyen'e
de kardeşlere Şuayb'ı gönderdik." Medyen'e de Hz. Şuayb'ı peygamber
gönderdik. Medyen, Ürdün'ün doğu taraflarında Hicaz yolu cihetinde Maan
topraklarında sakin olan bir Arap kabilesi idi. Bunlar Hz. İbrahim'in oğlu
Medyen'in soyundan gelirler. Allah'ı inkâr ediyor ve O'nu bırakıp meleklere
tapıyorlar, ölçü ve tartıda insanlara eksik veriyorlardı. Aynı şekilde Medyen
-İbni Kesir*in de belirttiği gibi- kabilenin adı olarak kullanıldığı gibi, Maan
yakınlarında bilinen şehrin adı olarak da kullanılmaktadır. Buna delil de Yüce
Allah'ın şu buyruğudur: "Nihayet Medyen suyuna gelince, orada insanlardan
bir topluluğun o su üzerinde (davarlarını) sulamakta olduğunu gördü."
(Kasas, 28/23). Yine İbni Kesirtn zikrettiği gibi Ashab'ul Eyke diye bilinenler
de bunlardır.
"kardeşleri
Şuayb'ı", ifadesindeki kasıt, din kardeşleri değildir. Hz. Şuayb onların
kabilesinden olduğu için yahut melek değil de onlar gibi insan olduğundan
dolayı böyle denilmiştir. O halde bu, dinde değil, nesepte bir kardeşlik demektir.
Hz. Şuayb ise Mîkü b. Yeşcer"in oğludur. Süryanice adı Yesrûn'dur. Allah
onu Medyenlilere peygamber olarak göndermişti.
"Rabbinizden"
benim doğruluğuma dair "apaçık bir delil" açık bir belge veya mucize
"gelmiştir." "...o halde ölçüyü ... tam yapın", eksiksiz
ölçüp tartın. "İnsanların eşyasını eksik vermeyin", haklarını
eksiltmeyin. "Ve orası ıslah olduktan sonra"; yeryüzünün ıslah
edilmesi, orada insanların ıslahı ve onlarda doğru akideyi ve salih amelleri
yerleştirmek ile refah sağlayacak şekilde orayı imar etmek demektir,
"yeryüzünde fesat çıkarmayın." Bu, hem zulümle, hem insanların
mallarını batıl yolla yemek suretiyle toplumu ifsat etmek, hem hayasızlıkları
işlemek suretiyle ahlâkı ifsat etmek, hem de bilgisizlik ve düzensizlikle
ümranı, bayındırlığı ifsat etmek hallerini kapsar.
"Ve
siz iman edenleri tehdit ederek" yani insanları elbise ve mallarını almakla
yahut onlardan ayak bastı parası ve gümrük almakla korkutarak, "Allah'ın
yolundan alıkoyarak" O'na iman eden kimseleri öldürmekle tehdit etmek
suretiyle Allah'ın yolundan çevirmek isteyerek, "ve onun eğriliğini
isteyerek", yolun eğri olmasını arzu ederek; "öyle her yolun başını
tutup oturmayın."
"O
sizi çoğalttı" yani neslinizi arttırdı, "fesat çıkaranların
sonu" sizden önce peygamberlerini yalanlamak suretiyle fesat çıkaranların
sonu "nice olmuştur" İşte onların sonu helak edilmek olmuştur.
[160]
İşte
bu Nuh, Hud, Semud ve Lût kıssalarından sonra anlatılan peygamber kıssalarından
beşincisidir. Bu da Hz. Şuayb'ın kavmi olan Medyenlilerle olan kıssasıdır.
Hz.
Şuayb da Araplara gelen peygamberlerdendir. Kur'an-ı Kerim'de on defa adı
geçmektedir: A'râf 85, 88, 90, 92 ve Hud 84 87, 90, 95; 177; Ankebut 36. O, Hz.
Musa döneminden önce peygamber olarak gönderilmişti. Çünkü Yüce Allah bu beş
peygamberin kıssasını zikrettikten sonra şöyle buyurmaktadır: "Sonra
onların ardından Musa'yı ayetlerimizle Firavun'a ve onun mele'ine gönderdik."
(A'râf, 7/103).
Medyen
veya Medyan kavmine gelince, bunlar Hz. İbrahim'in oğlu Medyen'in soyundan
gelirler. Bunlar Hicaz yolu üzerinde Ürdün'ün güneydoğu tarafında Maan'a yakuı
Medyen şehrinde yaşarlardı. Allah'tan başkasına ibadet ediyor, ölçü ve tartıyı
eksik yapıyorlardı. Hz. Şuayb onlara bütün bunları yasakladı. Allah'ın
azabından sakındırdı. Onlara karşı delil getirme hususundaki büyük mahareti ve
oldukça güçlü açıklama kabiliyeti dolayısıyla ona "peygamberlerin
hatibi" lakabı verilmiştir. Onun kavmi İbni Kesir*in görüşüne göre As-habü'l-Eyke'nin
kendisidir.
Kavmi
yollarda durur, insanları Allah'ın yolundan alıkoyarlar ve yanlarına gelen
kimselere, "Şuayb çok yalancı birisidir, sakın ha o sizi dininizden çevirmesin!"
derlerdi. Yine onlar, "Hamd olsun Şuayb'a uyacak olursanız, o vakit hiç
şüphesiz hüsrana uğrayanlar olursunuz." (A'râf, 7/90) derlerdi.
Onun
davetini iptal etmek ve ona eziyet etmek suretiyle onu küçük düşürüp tehdit
etmeye gayret gösteriyorlardı: "Dediler ki: Ey Şuayb! Senin söylediğinden
fazla bir şey anlamıyoruz. Ve şüphesiz biz seni aramızda zayıf görüyoruz. Eğer
kavmin olmasaydı şüphesiz seni taşa tutardık. Sen bizim için kıymetli bir
kimse değilsin." (Hud, 11/91). Hatta kendisine kavmini Allah'tan başkasına
ibadeti yasaklamasını, ölçü ve tartıda adalet sağlamalarını emretmesini ön
gören namazını dahi, onu ayıplama konusu ediyorlardı: "Ey şuayb, dediler.
Senin namazın mı bize atalarımızın taptıklarını ya da mallarımızda
dilediğimizi yapmayı terk etmemizi emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylu ve
aklı başında bir kimsesin." (Hud 11/87).
Fakat
Hz. Şuayb onları Allah'a imana ve güzel davranışa çağırarak susturunca,
kavminin ileri gelenlerinden onu ve beraberinde bulunan iman edenleri, eğer
kavimlerinin eski dinine bağlanmayacak olurlarsa, kasabalarından çıkartmakla
tehdit ettiler. O da onlara, "Peki ya biz istemesek bile mi?" (A'râf,
7/88) diye sitem etti.
Kavmi
küfürleri üzere ısrar edip Hz. Şuayb ile tartışmayı, söz ve fiilleri ile ona
eziyet etmeyi aşırıya götürünce, Allah onları Semud kabilesini helak ettiği
şekilde, büyük sarsıntıyla yani zelzele ile helak etti ve toptan yok oldular:
"Sonunda onu yalanladılar, bunun üzerine sarsıntı onları yakaladı ve
böylece onlar yurtlarında diz üstü çökenler oldular." (Ankebût, 29/37).
Yüce
Allah da Hz. Şuayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri kurtardıktan sonra,
Ashabu'l-Eyke'ye peygamber olarak gönderdi. el-Eyke ise Medyen yakınlarında
ağaçlık bir yerdir. Medyen yolu üzerinde idiler. Hz. Şuayb onları da
durumlarından vazgeçirmek isteyince onu yalancılık ve büyücülükle itham ettiler,
peygamberliğini tasdik etmediler. Çünkü o da onlar gibi bir insandı: "Dediler
ki: Sen ancak büyülenmişlerdensin ve sen ancak bizim gibi bir insansın.
Şüphesiz bizler seni hiç şüphesiz yalancılardan sanıyoruz." (Şuara,
26/185-186)
Bunların
da, Hz. Şuayb'dan eğer doğru söyleyen bir kimse ise üzerlerine gökten bir parça
indirmesini isteyip haktan yüz çevirmekte aşırıya gitmeleri üzerine, gölgelik
günü (bulutla gölgelendirme günü) azabı gelip onları yakaladı. Bu da şöyle
olmuştu: Yüce Allah sulan kaynayıncaya kadar yedi gün süreyle onlara aşın
sıcak musallat etti. Daha sonra onlara doğru bir bulut sürükledi.
Güneşin
aşırı sıcağından onun gölgesine sığınmak üzere toplanıp bir araya geldiler. Bu
buluttan üzerlerine ateş yağdı ve hepsi yanıp gittiler:
"Onu
yalanladılar, o bakımdan bulutla gölgelenme günü azabı onları yakaladı.
Şüphesiz ki o, büyük bir günün azabıydı." (Şuara, 26/189).
[161]
Yüce
Allah Medyen'lilere kardeşleri Şuayb'ı göndermişti. Bu ise -belirtildiği gibi-
bir din kardeşliği değil, bir neseb kardeşliği idi. Hz. Şuayb onlara, hepsi iki
ana esasa dayanan beş mükellefiyet emretti: Allah'ın emrine gereken tazimi
göstermek ki, bunun kapsamına tevhidi ve peygamberliği ikrar da girer. Bir de
Allah'ın yarattıklarına şefkatli olmak. Bunun kapsamına da eksik ölçüp
tartmayı, fesat çıkartmayı terk etmek girer ki, her ikisinin de ortak yanı başkalarına
eziyet verecek şeyleri terk etmektir.
Sözü
geçen bu yükümlülükler şunlardır:
1- Allah'a ibadeti emredip O'ndan başkasına ibadeti yasaklamak:
"Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur." Bu,
bütün peygamberlerin şeriatında ve bütün rasullerin davetlerinde gözden ırak
tutulmayan bir esastır.
2-
Peygamber olduğunu tebliğ edip
şöyle dedi: "Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir." Yani Yüce
Allah benim size getirdiklerimin doğruluğuna dair apaçık belgeleri ortaya
koymuş bulunmaktadır. Belge ise hem kevnî mucizeyi, hem aklî delili, hem de
olağan üstü halleri kapsar. Bu da Hz. Salih'in söylediği söze benzemektedir.
Şu kadar var ki Yüce Allah, Hz. Salih'in mucizesi olan dişi deveyi söz konusu
ettiği halde, Hz. Şuayb'm mucizesini söz konusu etmemektedir. Bununla birlikte
bunun sözlerini doğrulayacak bir ayetin (mucizenin) varlığı kaçınılmazdır. Buharî ile Müslim,
Ebu Hureyre (r.a.)'den Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedirler: "Bütün peygamberlere mutlaka benzeri dolayısıyla
insanlığın iman edeceği ayetler (mucizeler)den verilmiştir. Bana verilen ise
Allah'ın bana vahyettiği bir vahiydir. O bakımdan kıyamet gününde bütün
peygamberler arasında uyanları en çok kişi olacağımı ümit ederim."
Zemahşerî
der ki: "Hz. Şuayb'm mucizelerinden birisi onun Musa'ya asasını vermiş
olmasıdır. Bu asa yılanlara karşı savaş vermiştir. Yine Hz. Musa'ya şöyle demişti:
"Bu koyunlar siyah beyaz karışımı yavrular doğuracak. Ben bu koyunları
sana hibe ediyorum." Aynı şekilde durum dediği gibi olmuştur. İşte bu
haller Hz. Şuayb'ın mucizeleri idi. Çünkü Hz. Musa o dönemde henüz peygamber
olarak görevlendirilmemişti.[162]
Bu
Mutezile'nin görüşüdür. Yani Mutezile peygamberlikten önce mucizenin ortaya
çıkmayacağı kanaatindedir. Ehl-i sünnet'in görüşüne göre ise Yüce Allah'ın
daha sonra peygamber ve rasul olacak bir kimseye vahyin ulaşmasından önce
çeşitli mucizeler lütfetmesi mümkündür. Buna da irhas (peygamberlikten önce
peygamberliğe alâmet olan hususlar) adı verilir. Böylelikle Zemahşerî'nin
sözünü ettiği haller aynı zamanda Hz. Musa için bir takım irhaslar idi.
[163]
3- Ölçü ve tartının eksiksiz yapılması. Hz. Şuayb, "O halde ölçüyü
ve tartıyı tam yapın" demişti. Bu ise daha önce belirtilen,
"Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir" buyruğuna binaen
söylenmiş olup, azıcık bir şey dahi olsa hainliği haram kılmaktadır. Anlamı da
şudur: Satışınız esnasında ölçü ve tartıyı eksiksiz yapın. Bu ise onların
insanlara yapacakları davranışlarda iyilik yapmaları için bir öğüttür. Satılan
şey ile ona karşılık alman değer arasında girişilecek ilişkilerin bu adalet
esasına göre yapılması gerekmektedir. Hz. Şuayb bu fesat veya satmayı tedaviye
ihtimam göstermişti. Çünkü Medyenliler ölçü ve tartıları eksik yapmaya
kendilerini kaptırmış gidiyorlardı. Burada ölçüden kasıt, ölçü aletidir.
Nitekim Hud suresinde, "Ölçeklerinizi tamam yapın" diye
bu-yurulmaktadır.
4- İnsanların mallarına hiyanet etmek ve haksız yere mallarını almalarının
yasaklanması. Yüce Allah, kendisine ifadelerinin fesahati, öğütlerinin akıcılığı
dolayısıyla "peygamberler hatibi" denen Hz. Şuayb'ın şöyle dediğini
bize bildirmektedir: "İnsanların eşyasını eksik vermeyin." Yani
gizlice ve onların görmeyecekleri bir şekilde satış esnasında onların hakkı
olan bir şeyi eksiltmeyin. Nitekim Yüce Allah'ın bu konudaki tehdidinde şöyle
buyurulmaktadır: "Vay o eksik ölçüp tartanlara... Bunlar büyük bir gün
için diriltileceklerini, âlemlerin Rabbi huzuruna çıkartılacaklarını ummuyorlar
mt?"(Mutaffifîn, 83/1-6). Eşyanın eksik verilmesi ise, onu ayıplamak ve
rağbet edilmeyecek bir surette eksiltmek yahut değeri bakımından aldatmak veya
ölçüde fazla almak yahut onu eksik vermek suretiyle hileye sapmaktır.
Maksat
şudur: Hz. Şuayb kavminin satış esnasında ölçü ve tartıda eksiklik yapmalarını
yasak edince, ayrıca bütün yönleriyle eksik vermeyi, eksiltmeyi de yasakladı.
Bunun kapsamına gasp, hırsızlık, rüşvet almak, yol kesicilik, hileli yollarla
başkalarının mallarını almak ve buna benzer türlü hileli alışverişler ve
alışveriş dışında dahi olsa, her türlü aldatma da girer. Yine bunun kapsamına
ilim ve fazilet gibi manevî hakların saklanması da girmektedir. O bakımdan
herhangi bir kimsenin ilim, ahlâk, fazilet yahut edep gibi hususlarda hakkını
eksiltmek, kıskançlık, çekememezlik ve hoşlanmamaktan dolayı haksız yere ondan
üstün olduğunu iddia etmek de caiz değildir. Hz. Şuayb'ın kavmi beldelerine
gelen yabancıların kaliteli dirhemlerini alırlar ve bu kaç paradır diyerek
bunu paramparça ederler sonra da ondan bu parayı gayet açık bir şekilde oldukça
eksik bir değere alırlar; yahut da o paranın bedeli olarak ona kalp para
verirlermiş.
5- Fesadın yasaklanışı. Yüce Allah, "Orası ıslah olduktan sonra
yeryüzünde fesat çıkarmayın" diye buyurmaktadır. Yani peygamberler,
onlara uyan, şe-riatleriyle amel eden ıslah ediciler orayı düzeltmiş iken siz o
yerde fesat çıkartmayın. İfade "orasının ahalisi orayı ıslah ettikten
sonra" şeklinde hazf edilmiş bir muzaf takdiri ile söylenmiş demektir.
Islah
ise akideyi, yaşayışı, ahlakî toplum düzenini, uygarlığı, bayındırlığı, ziraî,
sınaî ve ticarî alanlardaki gelişmeleri de kapsayan genel bir tabirdir.
Dikkat
edilecek olursa Yüce Allah, "İnsanların eşyasını eksik vermeyin"
buyruğu ile dünyevî fesatları, "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" buyruğu
ile de dinî bakımdan ifsadı yasaklamaktadır. Böylelikle ayet-i kerime hem
dünya, hem din bakımından yapılacak fesatları yasaklamakta kapsamlı bir ifade
taşımaktadır.
"Bunlar"
ile de, Allah'a ibadet, peygamberliğini tasdik etmek, ölçü ve tartıları tam
yapmak, eksik vermeyi ve yeryüzünde fesat çıkarmayı terk etmekten ibaret olan
bu beş mükellefiyete işaret edilmektedir. Yani bütün bu sözü geçen hususlar,
insanlık açısından da güzel intiba bırakmak ve istemiş olduğunuz maddi kâr
bakımından da sizin için daha hayırlıdır. Çünkü insanlar sizin emin ve adaletli
olduğunuzu bilecek olurlarsa, sizinle ticarî ilişkileri daha çok isterler.
Ahirette mükâfat ve ilâhî rızayı elde etmek bakımından da sizin için hayırlıdır;
eğer siz Allah'ın birliğine, rasulüne, şeriatına, hidayetine ve ahiretine iman
eden kimseler iseniz. O halde iman, buyrukları yerine getirmeyi ve peygamberin
Allah'tan getirdikleri gereğince amel etmeyi gerektirir.
Buradaki
"Bunlar"ın onlara vermiş olduğu emir ve yasaklar gereğince, amele
işaret olması da mümkündür. Çünkü şanı yüce Allah ancak faydalı olan şeyi
emreder ve ancak zararlı olanı yasaklar.
Bu
ayette ilmin yalnız başına ümmetin ıslahı için yeterli olmadığına işaret
edilmektedir. Ümmetlerin ve milletlerin ıslahı için mutlaka yeni yetişen nesillere
doğruluk, emanet, adalet gibi fazilet esaslarının faydalarını, haktan sapmanın
ve kötü davranışların zararlarını anlatıp işleyecek dini eğitime ihtiyaç
vardır. Çünkü içten gelen istek, dışarıdan gelen istek veya baskılardan daha
kuvvetlidir.
Hz.
Şuayb (a.s.) bundan sonra maddî ve manevî yol kesmeden sakınmalarını söyledi:
Size
mallarını vermeyen insanları tehdit etmek üzere yahut tebliğime uymak için
gelen müminleri korkutmak üzere yol ayrımlarında oturmayın.
İbni
Kesir diyor ki: Birincisi -yani mallarını vermeyen insanları tehdit edip yol
kesmek- daha açık bir manadır Çünkü ayette "her yolda" ifadesi yer
almaktadır. İkinci mana ise "iman edenleri Allah'ın yolundan alıkoyuyorsunuz"
ayetinden anlaşılmaktadır. Yani siz iman etmek isteyenleri Allah'ın dininden
çeviriyorsunuz, Allah'ın yolunun eğri büğrü olmasını istiyorsunuz.
Bu
ayette Hz. Şuayb (a.s.)'ın onlara üç şeyi yasakladığını görüyoruz:
1- Mallarını almak için yoldan geçenlerin yolunu kesmek.
2- Allah'ın dinine engel olmak.
3- Yalanlar, sapıklıklar, gerçeklerin karalanması, İslâm düşmanları tarafından
atılan şek ve şüphelerle Allah'ın dosdoğru dininin eğri büğrü hale getirilmesini
istemek.
Bu
ayetten maksat Hz. Şuayb (a.s.)'ın kavminin insanların hak dini kabul
etmelerini bu üç yoldan biriyle engellemelerine mani olduğunu ifade etmektir.
Dikkat
edilecek olursa Hz. Şuayb davetinde önce ölçü ve tartıları tamam yapmak, ülkede
fesat çıkartmamak suretiyle iç düzeni sağlamak noktası üzerinde durmuş, daha
sonra da memleketlerini ziyarete gelen kimselere, davetini yaymak karşısındaki
engelleri ve yokuşları izale etmek suretiyle haricî ıslaha yönelmiştir.
Fesadın
ortadan kaldırılıp ülkenin münkerlerden temizlenmesinden sonra, bu sefer
onlardan ayrılmaması gereken olumlu yönlere geçmiştir. Bunlar ise nimetleri
hatırlamaktır. Bunun için şöyle buyurmaktadır: "Hem hatırlayın ki siz
vaktiyle..." yani Allah'ın üzerinizdeki pek çok nimeti hatırlayın. Bu
sözleriyle onları itaate teşvik etmek, basiret sahibi olmalarını sağlamak
istemişti. İşte bu nimetlerden birisi de sizin önceleri sayıca az, mustazaf
kimseler iken Allah'ın neslinize bereket ihsan etmesi suretiyle, sayıca çok
güçlü kimseler olmanızdır. Haydi O'na, yalnızca O'na ibadet etmek suretiyle
Allah'ın nimetlerine şükrediniz.
Rivayete
göre Hz. İbrahim'in oğlu Medyen, Hz. Lût'un kızı Ria ile evlenmiş ve pek çok
çocuk doğurmuştu. Sayılan nihayet çoğaldı. Çünkü Allah onun nesline bereket
ihsan etmişti.
Buyruğun
anlamının şöyle olması da mümkündür: Sizler fakir ve zayıf kimseler idiniz de O
sizi zengin ve güçlü kimseler haline getirdi.
Geçmiş
ümmetler, geride kalmış nesiller ve size komşuluk etmiş toplumlar gibi,
geçmişlerin akibetleri üzerinde düşünün ve onlardan ibret alın. Nuh, Se-mud ve
Lût kavimleri gibi. Fesatları, yeryüzünde azgınlıkları, Allah'a isyan etme
cesaretini gösterip peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle Allah'ın onları
nasıl helak ettiğini düşünün. Onların fesatlarını ve onları gelip bulan horluk
ve ibret verici azapları hatırlayın.
Allah'ın
nimetlerinin hatırlanmasından ve fesat çıkartanların cezaları üzerinde
düşünmekten maksat, önce teşvik, ikinci olarak da korkutmak yoluyla onları
itaate meylettirmek ve masiyeti terk etmelerini sağlamaktır.
Eğer
sizden bir kesim, benimle gönderilenlere iman etmiş, bir diğer kesim iman
etmemiş ise, yani sizler benim hakkımda anlaşmazlığa düştüyseniz, o halde
sabrediniz. Yani her iki kesim arasında hükmünü verecek olan Allah'ın hükmünü
bekleyiniz. Çünkü O, haklı olanları batıl üzere olanlara muzaffer kılacak ve
onları ötekilerine üstün hale getirecektir. Bu Allah'ın, kendilerinden intikam
alacağını belirterek kâfirlere savurduğu bir tehdittir. Yüce Allah'ın,
"Artık siz bekleyiniz. Biz de sizinle birlikte bekleyenlerdeniz."
(Tevbe, 9/52) buyruğu gibi. Veya bu, müminlere bir öğüt, kalplerine bir
teselli, müşriklerin kendilerine yaptıkları eziyetlere karşı sabredip tahammül
göstermelerine ve bunu, Allah aralarında hükmünü verinceye, onların intikamını
müşriklerden alıncaya kadar sürdürmelerine bir teşviktir. Zahiren görülen o ki,
hitap her iki kesimedir ve bundan maksat, müminlerin kâfirlerin eziyetlerine
karşı sabretmelerini bildirmek, iman etmeyenleri de tutumlarından vazgeçirmek
için azarlamaktır. Ta ki Allah hükmünü verip, temizi mundardan ayırd etsin.
"O,
hüküm verenlerin en hayırlısıdır." Şüphesiz ki O, sonunda güzel akibe-ti
takva sahiplerine, yok oluşu ise kâfirlere nasip edecektir. Çünkü O'nun hükmü,
hak ve adalettir. Ve O'nun vereceği hükümde zulüm ve haksızlıktan korkulmaz.
[164]
Peygamberler
ne yapabilirler? Onlar ancak güzel sözlerle ve ikna etmek suretiyle Allah'a
çağırmaktan, kevnî ve aklî delilleri ortaya koymaktan başka bir şey yapamazlar.
Diğer taraftan fesattan, fesat çıkarmaktan alıkoyar, sonra da Yüce Allah'ın
insanlar üzerindeki nimetlerini hatırlatırlar. Fesat çıkartan geçmiş ümmet ve
toplumların yıkılmasından ibret ve öğüt almaya onları davet etmek, alemlerin
Rabbi olan Allah'ın nihaî ve ayırt edici hükmünü beklemeye, onları çağırmak
suretiyle Allah'ın emirlerine itaat etmeye, bu emirlere sıkı sıkıya bağlı
kalmaya ulaştırmak isterler. Çünkü O'nun hükmü haktır, adalettir. Hükmünde
zulüm söz konusu değildir.
İşte
Hz. Şuayb'm da onun dışındaki diğer peygamberlerin de kavimlerine yaptıkları
tebliğin esası budur. O kavmini iki esasa davet etmiştir: Allah'ın emrini
tazim etmek ki bu tevhidi itiraf etmeyi ve peygamberliği tasdiki de kapsar.
İkincisi ise, Allah'ın yaratıklarına gereken şefkati göstermek. Bu da onlara eksik
tartıyı ve fesadı, her türlü eziyeti terk etmeyi kapsar. İşte beş mükellefiyet
bunlardır.
Hz.
Şuayb'a kavmine güzel karşılık ve cevaplar verdiğinden dolayı, "peygamberlerin
hatibi" denilirdi. Onun kavmi Allah'ı inkâr eden, ölçü ve tartılarda eksik
yapan bir kavimdi. Küfür ise Allah'ın nimetleriyle bir arada uyum sağlamayan
büyük bir suçtur. Eksik vermek ise ölçü ve tartılarda eksiklik yapmak demektir,
bu da toplumsal bir suçtur. Bu da, malın eksik verilmesi, kıymetinde aldatma,
ölçüyü fazla veya eksik yapmak suretiyle hileye sapma gibi işleri de kapsar.
Bütün bunlar ise malın batıl yollarla yenilmesi kapsamındadır. Bu ise
peygamberler vasıtasıyla bütün ümmetler arasında yasak kılınmış bir davranıştır.
Islah
olduktan sonra yeryüzünde fesat çıkartmak ise, insanlığa karşı başka bir
toplumsal suçtur. Çünkü yeryüzünün akide ve ahlâk ile düzene girmesi, herkes
için bir hayırdır. Yeryüzünün ifsat edilmesi ise bütün insanlara karşı bir
saldırıdır. İbni Abbas der ki: Yüce Allah, Hz. Şuayb'ı peygamber olarak göndermeden
önce yerde masiyetlerle amel olunur ve orada haram şeyler helâl kabul edilir,
kanlar dökülürdü. İşte yeryüzünün fesada uğraması budur. Allah Hz. Şuayb'ı
peygamber olarak gönderip o da kavmini Allah'a davet edince, yeryüzü salâh
buldu. Kavmine gönderilen her bir peygamber, o kavmin salâhı demektir.
Hz.
Şuayb kavmine insanların mallarını batıl yollarla almak için yollara
durmalarını yasaklamıştı. Bunlar gümrük alan kimselerdi. Günümüzde de insanlardan
şer'an almamaları gereken gümrük vergilerini zor ve baskı ile alan gümrük
görevlileri de onlara benzemektedir. Bu bir gasp, bir zulüm, insanlara karşı
bir haksızlık ve münker bir iş yapmaktır. Aynı zamanda bu, yol kesicilerin ve
muhariplerin (yol kesmekle birlikte, giden geleni korkutan ve öldürenlerin)
işlerini andırmaktadır.
Hz.
Şuayb, kendisine iman edenleri öldürmekle tehdit ederek korkutmak suretiyle
davetiyle ilgili şüphe ve tereddütler doğurma ve ona yalan iftiralarda
bulunarak insanların çağrısını kabul etmelerini engelleme çabalarını yasakladı.
Onlara Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini hatırlattı. Çünkü onlar bir zaman az
idiler, çoğaldılar; fakirdiler, zenginleştiler; zayıftılar güç kazandılar.
Ayrıca, kendilerinden öncekilerin hallerinde yahut kendilerine komşu olan
geçmişteki ümmet ve toplumların hallerinden ibret ve öğüt almanın zorunlu
olduğuna da dikkatlerini çekti. Çünkü o geçmiş kavimler, peygamberleri
yalanlayıp Allah'ı inkâr ederek kâfir olunca, Allah onları helak etti, onların
kökünü kesti.
Daha
sonra Şuayb (a.s.) Allah'ın hükmünü bekleyerek ve bu hüküm ile tehdit ederek
kesin tavrını ortaya koydu. Çünkü onun çağrısı sebebiyle insanların, müminler
ve kâfirler olmak üzere iki kısma ayrılmış olmaları, Allah'ın her iki kesim
arasında nihaî ve ayırt edici hükmünü vermesini gerektirir. Allah ise hüküm
verenlerin en hayırlısı, en adil olanıdır.
Allah'ın
kullan arasındaki hükmü iki türlüdür. Maide suresinin baş tarafında yer alan,
"Muhakkak Allah dilediğini hükmeder" buyruğunda olduğu gibi
peygamberlerine vahyettiği hükmü ile, ya dünyada ya da ahirette insanlar arasında
hak ve batıl üzere olanları ayırt etmek için verdiği hüküm. Nitekim Yunus
suresinin sonunda Yüce Allah'ın şu buyruğu bu türden hükmü ifade eder:
"Sana vahyolunana tabi ol ve Allah hükmünü verinceye kadar da sabret! O,
hüküm verenlerin en hayırlısıdır." (Yunus, 10/109).
Önce
teşvik ve ikinci olarak da korkutmakla bütün bu emir ve yasaklardan kasıt,
kavmi iman, itaat ve salih amele götürmektir. Bu kıssayı işiten bütün
insanlardan da o kavimden istenenlerin aynısı istenmektedir. Aklı başında olan
bir kimse misallerden, benzerlerden ve birbirini andıran hallerden öğüt ve
ibret alır. Böyle bir kimse meydana gelen bir şeyin öbür benzerinin hakkında da
aynen söz konusu olacağını tamamiyle idrak eder. O halde Allah mümine yüksek
dereceleri tahsis eder. Bedbaht kâfir ise çeşitli cezalara maruz kalır:
"Yoksa biz, iman edip salih amel işleyenleri yeryüzünde fesat çıkartanlar
gibi mi yaparız?" (Sâd, 38/28).
[165]
88-
Kavminden (iman etmeyi) kibirlerine yediremeyen kodamanlar: "Ey Şu-ayb!
Seni ve seninle beraber iman edenleri ya muhakkak memleketimizden çıkaracağız,
yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz" dedi. O: "İstemezsek de
mi?" dedi.
89-
Allah bizi ondan kurtardıktan sonra yine sizin dininize geri dönersek, Allah'a
karşı muhakkak yalana düşmüş, iftira etmiş oluruz. Bizim için ona dönmek
olacak şey değildir. Ancak Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi müstesna.
Rabbimizin ilmi her şeyi kaplamıştır. Biz,ancak Allah'a güvenip dayandık. Ey
Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet. Sen hükmedenlerin en
hayırlısısın.
90-
Kavminden kâfir olan ileri gelenler şöyle dedi: "Şuayb'a uyarsanız,
andol-sun ki, o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler
olacaksınız."
91-
Bunun üzerine onları o müthiş sarsıntı yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü
çöküp kaldılar.
92-
Şuayb'ı yalanlayanlar zaten orada oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar,
büyük zarara uğrayanların ta kendileridir.
93-
Bunun üzerine Şuayb onlardan yüz çevirerek şöyle dedi: "Ey kavmim!
An-dolsun ben size Rabbimin gönderdiklerini ulaştırdım ve size nasihat ettim.
Artık kâfir bir kavme nasıl acırım?"
"Biz,
ancak Allah'a güvenip dayandık" ayetinde, cer harfiyle mecrurunun öne
alınması hasr, Allah lafzının zikrolunması da, dua ve yalvarışta mübalağayı
ifade içindir.
[166]
"Yahut
mutlaka bizim dinimize döneceksiniz." Burada tekil hitap (döneceksin)
yerine çoğul hitap (döneceksiniz) kullanılmıştır. Şuayb (a.s.), asla onların
dininde olmadı ve onlara, kendilerinin sözlerine benzer şekilde cevap verdi:
"İstemezsek de, ona dönecek miyiz?" Buradaki soru, dönülmeyeceğim
göstermek içindir.
"Bizim
için olacak şey değildir." Böyle bir şey düşünülemez. "Rabbimizin
ilmi her şeyi kaplamıştır" Benim ve sizin haliniz de O'nun ilmi içindedir.
"Onun
kavminden kâfir olan ileri gelenler şöyle dedi." Yani birbirlerine şöyle
dediler. "Diz üstü çöküp kaldılar." Ölüverdiler. "Size nasihat
ettim." Yine iman etmediniz.
[167]
Bu
ayetler, Şuayb (a.s.)'m kavmiyle olan kıssasının son kısmıdır. İki konuyu
içine alır: Birincisi, Şuayb (a.s.)'ın kavminin ileri gelenleriyle konuşması,
ikincisi de üzerlerine inen genel bir azapla kâfirlerin sonunun açıklanması.
Yalnızca
Allah'a ibadet etmek, ölçüyü ve tartıyı tam yapmak, yeryüzünde fesad çıkarmamak
gibi emir ve yasaklarına aldırış etmeyen kavminin ileri gelenleri, Şuayb
(a.s.)'ı ve onunla beraber olan müminleri tehdit mahiyetinde şöyle diyorlardı:
Ey Şuayb! Ya seni ve seninle beraber inananların hepsini ülkemizden
çıkaracağız, ya da bizim atalarımızdan devraldığımız dinimize, şeriatımıza
dönersiniz.
Onlardan
gelen bu tehdit şu iki şeyi içeriyordu: Ya yurtlarından sürüp uzaklaştırmak, ya
da onları dinlerine dönmeye zorlamak. Peygamber Şuayb (a.s.)'a yöneltilen bu
seslenişle, onun dinine uyan kimselere seslenmek amaçlanıyordu.
Şuayb
(a.s.) da onların bu sözlerine, yadırgama ve hayret ifade eden şu sözlerle
cevap veriyordu: Bize, sizin dininize dönmemizi mi emrediyorsunuz? Bize teklif
ettiğiniz şeylerin her ikisinden de hoşlanmasak da mı?
Şüphesiz
siz, kalbimizdeki inancın ne kadar köklü olduğunu bilmiyorsunuz. Onu hiç kimse
koparamaz.. Yine vatan sevgisinin inancı koparamayacağını, bu memlekette
oturmanın, bizi Allah'ın rızasına, O'nu birlemeye, O'na kulluk etmeye, O'nun
emirlerine uymaya tercih ettiremeyeceğini de bilmiyorsunuz.
Sonra
küfür dinine dönmeyi tam manasıyla reddettiğini açıklıyor: Biz, sizin dininize
geri döner, şirk üzerine kurulu dininize tabi olursak, bizi o batıl dinden
kurtardıktan, tevhid dinine, doğru yola hidayet buyurduktan sonra, Allah'a
eşler koşmakla büyük bir saçmalık yapmış oluruz. Şüphesiz bu, şaşılacak bir
şeydi. Nitekim, Şuayb (a.s.) da onlara uymadı.
Şuayb
(a.s.)'ın: "Bizi ondan kurtardıktan sonra" sözü, arkadaşlarımızı kurtardıktan
sonra demektir. Çünkü peygamberler, küfürden korunmuşlardır.
"Bizim
için ona dönmek olacak şey değildir." Yani bizim, sizin dininize geri
dönmemiz kesinlikle mümkün değildir. Bizi, doğrultumuzdan hiç kimse çevire-mez.
Çünkü biz, kendimizin apaçık hak üzere olduğumuza, sizin küfür ve şirk içinde
bulunduğunuza inanıyoruz. İmanımız bize, işimizi Allah'a havale ettiriyor. Her
şeyi bilen, her işinde tam bir hikmet sahibi olan Allah, bir şey yapmak
isterse, yapar. Çünkü bütün işlerimizde, hüküm sahibi O'dur. Bu, onların dinine
dönmeyi en açık ve en kuvvetli şekliyle reddetmektir. Bizi sapıklığa döndürme
arzusuna kapılmayın. Çünkü Allah, müminlerin küfre dönmelerini istemekten
uzaktır. Bu, hikmete ters düşer.
Şüphesiz
Allah Teâlâ'nm ilmi her şeyi kuşatmıştır. O, ilmi geniş ve fazlı bol olandır.
Hikmetle tasarruf eden ve dilemesi de hikmeti doğrultusunda gerçekleşendir.
İnsanlara ancak hayır diler. O, olmuş ve olacak her şeyi bilir. O, kullarının
durumlarının nasıl değiştiğini, kalplerinin nasıl halden hale geçtiğini,
incelikten sonra katılaşacağını, sıhhatten sonra hastalığını, imandan sonra
küfre döndüğünü bilir.
Biz
işlerimizde, O'nun dinini ve şeriatını koruma hususunda üzerimize düşeni
yaparak Allah'a tevekkül ettik. İmanda sürekli kılması ve yakinimizi artırmada
başarı vermesi hususunda O'na tevekkül ettik: "Kim Allah'a tevekkül
ederse, O, kendisine yeter" (Talâk, 65). Gerçek tevekkülün şartlan,
hayatta sebeplere yapışıp sert hükümleri uygulamak ve sünneti gözetmek, sonra
da işi Allah'a havale etmektir. Nitekim bir arabi Peygamber (s.a.)'e, devesini
bağladıktan sonra mı, yoksa başıboş bıraktıktan sonra mı Allah'a tevekkül
etmesi gerektiğini sorduğunda, Tirmizî'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte,
şöyle cevap vermiştir: "Onu bağla, sonra tevekkül et."
Bu,
onların pazarlığına ve dinlerine döndürme uğraşlarına başka bir reddir.
Sonra
Şuayb (a.s.) kendilerinden ümit kesince, kavmine beddua etti: Ey Rabbimiz!
Bizimle kavmimiz arasında hakla hükmet, onlara karşı bize yardım et. Sen
hükmedenlerin en hayırlısısın: "O, hüküm koyanların en hayırlısıdır."
(A'raf, 6/87). Yani sen, hiçbir zaman zulmetmeyen adalet sahibisin. Peygamberlerle
kâfirler, haklılarla haksızlar arasında hakla hükmedersin..
Sonra
kâfirler, Şuayb (a.s.)'ın peygamberliğindeki müminlerin, dinlerine dönmesinden
ümitlerini kesince, tehdit ve korkutma yoluna başvurdular. Önde gelenler,
kendilerinden aşağı durumdaki zayıf müminlere, imandan alıkoymak için şöyle
dediler: "Eğer siz, söylediği şeylerde Şuayb'a tabi olursanız ve ona
inanırsanız, babalarınızın ve dedelerinizin dinini terkettiğiniz, ona
alışamaya-cağınız ve doğruluğunu bilemeyeceğiniz için manevî bir zarara
uğrayacaksınız. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayacağınız, başkalarının mallarını
almayacağınız
için
de, servetinizi artıramayacak, dolayısıyla maddi bakandan da zarara uğrayacaksınız.
Çünkü o, sizi bunlardan engellemeye, bunları düzgün yapmaya teşvik etmektedir.
Böylece
Kuran, eşrafı, önce Allah'a imandan ve Şuayb (a.s.)'ın peygamberliğini kabullenmekten
uzak, sonra azdıran ve sapıklığa düşüren, müminleri Şuayb (a.s.)'ı inkâra
yönelten kimseler olarak nitelemekte, daha sonra da küfürle vasıflandırmakta,
arkasından da akıbetlerini, azaba uğrayacaklarını açıklamaktadır. "Bunun
üzerine onları o müthiş sarsıntı vakalayıverdi de yurtlarında dizüstü çöküp
kaldılar..." Yani, onlar şiddetli zelzele ve korkunç azapla yok edildiler,
helak oldular. Yüzleri üstüne düşüp öldüler. Onların azabı burada
"racfe" (sarsıntı), Hûd sûresinde ise. "sayha" gurultu) kelimesiyle
anlatılmıştır. Çünkü zelzele, korkunç bir gürültü ile beraber gelir:
"Emrimiz geldiği vakit, Şuayb'ı ve beraberindeki müminleri bizden bir
rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç ses yakaiayıverdı de
yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar" (Hud, 11/95).
Şuarâ
sûresinde Cenab-ı Hak, Şuayb'ı Eykelilere gönderdiğini açıklıyor. Eykeliler,
neseb bakımından Medyenlilerin kardeşleridir. Eyke,deniz sahiliyle Medyen
arasında bol ağaçlı bir yerdir. Medyen, şiddetli bir gürültü ve onu takip eden
zelzele ile azaplandırıldı. Eykeliler ise, kavurucu ve çok sıcak rüzgârla
azaplandırıldüar: Güneşin hararetinden gölgelenmek üzere bulutun gölgesine
toplanmışlardı. Derken, o onlara ateş yağdırdı, yandılar. Kısacası, Şuayb
(a.s.)'ın kavmine, kavurucu ve çok sıcak rüzgâr azabı isabet etti. Sonra gökten
bir gürültü ve daha sonra da, altlarından yer sarsıntıları geldi: Ruhları
çıktı, cesetleri dondu.[168]
O
halde kaybeden kim?: Şuayb (a.s.)'ı yalanlayanlar. Helak edildiler, kökleri
kazındı, sanki yurtlarında yaşamamış gibi oldular. Bu, onların: "Şuayb'a
uyarsanız, andolsun ki, o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler
olacaksınız" sözlerini çürütmektedir. Bu redden murad, kötüleme ve azarlamayı
artırmaktır. Tekrarlanması da, işi büyütmek ve hak ettikleri cezadan korkutmak
içindir.
Gerçekten
de, dünya ve ahirette büyük zarara uğrayanlar, müminler değil kâfirlerdir.
Çünkü Şuayb'a tabi olanları Allah kurtardı. Onlar kazançlıdırlar. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Emrimiz geldiği vakit, Şuayb'ı (a.s.) ve
beraberindeki müminleri bizden bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç
ses yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar." (Hûd, 11/95).
Burada, güzel akıbetin müttakilere ve gerçek kârın, helâl yiyip haramdan kaçınanlara
ait olduğuna, yok oluş, helak ve iflasın harama dalan, batıl yollarla insanların
mallarını yiyen kâfirler için olduğuna açıkça bir işaret vardır.
Kavmine
azap, yok oluş ve helak geldikten sonra, Şuayb (a.s.) onları şu sözlerle
azarlayarak yüz çevirip ayrıldı: "Ey kavmim! Andolsun ben size Rabbimin
gönderdiklerini ulaştırdım ve size nasihat ettim..." Yani, size, benimle
gönderilen şeyleri bildirdim, getirdiğim şeyleri inkâr ettiniz, artık size
tasalanmam: "Artık kâfir bir kavme nasıl acırım?.." Yani, Allah'ın
varlığını inkâr eden, rasûlünü yalanlayan bir kavmin başına gelenlere nasıl
üzülürüm? el-Kel-bî'ye göre, Şuayb (a.s.), kavmine bunları söyledikten sonra
aralarından çıkıp gitti. Çünkü hiçbir peygamberin kavmine, peygamberleri
içlerindeyken azap edilmemiştir.
[169]
Peygamberlerin
hatibi Şuayb (a.s.)'m kavmini, Allah'a ibadete ve insanların mallarını haksız
yollarla yemeyi terketmeye çağırması karşısında, onlar ona şu iki şeyden birini
tercih etmesini istemekle karşılık verdiler: Ya yurtlarından uzaklaştırılıp
sürülme, ya da dinlerine geri dönme. 'Yahut mutlaka bizim dinimize
döneceksiniz" sözlerinden kasdolunan da budur. Bu, Şuayb (a.s.)'ın
peygamberlikten önce onların dini üzere olduğunu ifade etmez. Çünkü o, küfürden
korunmuştur. Şuayb (a.s.)'ın konuşması da, tağlib yolludur. Çünkü onlar ona,
tabilerine hitap ediyormuş gibi hitap ettiler, ona onların hükümlerini
uyguladılar.
Şuayb
(a.s.), onların istediklerini yapmamak, dinlerine geri dönmemek hususunda kesin
kararlıydı. Çünkü o, hakkı bildikten sonra, bunu yaparsa, Allah'a iftira etmiş
olurdu. Şuayb (a.s.)'ın tabileri de, kesin kararlıydılar. Dolayısıyla onun
cevabı, onların cevabıydı. Bu, peygamberlik aslından fışkıran bir şeydi.
Peygamberlik, doğruluk, yalandan uzak olmak demekti. Onların dinine dönmek ise,
peygamberliği inkâr etmekti. Şuayb (a.s.): "Allah bizi ondan kurtardıktan
sonra yine sizin dininize geri dönersek" sözüyle, onların dininden uzak
olduğu halde, kendini kavmiyle beraber zikrediyor. Bunda, sözü çoğunluk hükmüne
göre söyleme hikmeti vardır. Nitekim Şuayb (a.s.)'m kavmi de, Şuayb (a.s.) ve
müminlere: "Yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz" demişlerdi.
Eş'arîler:
"Ancak Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi müstesna" ayetine dayanarak,
Allahu Teâlâ'nm iyiliğe rızası olduğu gibi, küfre de rızası olduğunu söylemişlerdir.
Onlara göre ayetin manası "Allah'ın bizi sizin dininize -ki O din
küfürdür- döndürmesi durumunda" demektir. Mutezile'ye göre ise Allahu
Te-âlâ, ancak hayır ve salah ister. Çünkü bu istisna - Allahu Teâlâ'nın, bizi
sizin dininize döndürmek istemesi- bir şart hükmüdür. Onda, Allahu Teâlâ'nın
onu istediği ya da istemediği konusunda bir açıklama yoktur. Bu, uzak ihtimal
ifade eden bir sözdür. Nitekim, "Bunu ancak, zift beyaz olursa
yaparım", "Karga beyaz olursa yaparım" denir ki, olmayacak bir
şeydir. Allahu Teâlâ'nın: "Rabbi-mizin ilmi her şeyi kaplamıştır" sözünün,
hemen öncesiyle ilgisi şudur: Cenab-ı Hak, bizi şu ülkede sizin dininize
dönmeden ve sizi bizim emrimize boyun eğdirerek bırakır. Sizin bizi
çıkarmanıza imkân vermez.
Allahu
Teâlâ'nın: "Rabbimizin ilmi her şeyi kaplamıştır" sözü, O'nun ezelde
her şeyi bildiğine işaret eder. Çünkü "Vesia" (kapladı) kelimesi mazi
fiildir, geçmişi içine alır. Hatta şimdiki zamanın, gelecek zamanın ve gaybm
ilmini içine alır; çünkü mazi ile ifade, bütün eşyayı bilmenin kesin olduğunu
ifade eder.
Allahu
Teâlâ'nın: "Biz ancak Allah'a güvenip dayandık. Ey Rabbimiz! Bizimle
kavmimiz arasında hak ile hükmet" sözü, peygamberin ve her müminin
Allah'la ilgi içinde olması ve işlerini tam manasıyla ona havale etmesi gerektiğine
işaret eder. Allah'ın: "Biz, ancak Allah'a güvenip dayandık" sözü,
hasr ifade eder. Sadece O'na tevekkül ettik, başkasına değil, manasınadır.
"Ey Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasını sen hak ile ayır" sözüyle,
hükmün Allah'a havale edilmesi, ona dua edilmesi, ona sığınılması murad
olunmaktadır. "Sen hükmedenlerin en hayırlısısın" sözüyle, Allah'a
övgü amaçlanmaktadır.
"Sen
hükmedenlerin en hayırlısısın" sözüyle Eşariler, kulda imanı yaratanın
sadece Allah olduğuna hükmetmişlerdir.
"Şuayb'a
uyarsanız, andolsun ki o taktirde, muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler
olacaksınız" ayeti, Şuayb (a.s.)'ın kavminin, iki sebepten dolayı -küfür
ve sapıklık ya da başkalarını sapıklığa düşürmek ve saptırmaktan-helak edilme
azabını hak ettiklerine işaret etmektedir.
Şuayb
(a.s.)'m kavminin azabı "racfe" (helak edici şiddetli zelzele) ve
"sayha" (helak edici şiddetli ses) ile oldu. Bu şekilde azab, o
yalanlayanlara aitti. Allah müminleri kurtardı. Bu, üç şeye işaret eder: O
azab, istediğini yapan Allah'ın yaratmasıyla olmuştur. Yıldızların ve tabiatın
eseri değildir. Aksi takdirde Şuayb (a.s.)'a tabi olanları da kapsardı. O
fail-i muhtar (dilediği herşeyi ya-pan)dır, cüziyyatm hepsini bilir, itaat
edenle isyan edeni birbirinden ayırdeder. Kavmin sadece bir kısmının azaba
maruz kalması, Şuayb (a.s.)'ın en büyük mucizelerindendir.
[170]
94. Biz hangi memlekete bir peygam- ber
gönderdiysek halkını, yalvarıp ya- karsınlar diye mutlaka fakirlikle, şid- de*
Ve hastahkla y^aladık.
95.
Sonra bu sıkıntının yerini iyilikle
değiştirdik. Nihayet çoğaldılar. «Baba- larımıza da şiddet ve genişlik
dokun- muştur" dediler. Bunun üzerine biz de onları, kendileri farkında olmadan ansızın
tutup yakalayıverdik.
"Biz,
hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek...": Burada hazf ve ız-mâr
vardır. Şöyle demek isteniyor: Biz, hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek
yalanlandı, ya da o memleket halkı onu yalanladı.
"Sonra
bu sıkıntının yerini iyilikle değiştirdik..." cümlesiyle, "Babalarımıza
da şiddet ve genişlik dokunmuştur" cümlesi arasında tıbak vardır.
[171]
"Karye":
Başkent gibi büyük şehirleri olan memleket manasınadır. Bu gibi yerlere
peygamberler gönderilir. "Medine" kelimesi bu kelimenin içine girer.
"Biz
hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek." onu yalanladılar, "yalvarıp
yakarsınlar diye.." Zelil olduklarını anlayarak iman etmeleri için.
"Lealle" sözünün, Allah hakkında şüphe ifade etmesi uygun değildir. O
halde mana şöyle olmalıdır: Allahu Teâlâ bunu, onlar yalvarıp yakarsınlar diye
yaptı. Ayette geçen "tazarru" kelimesi, zaaf ve itaat ifade eder.
"mutlaka fakirlikle, şiddet ve hastalıkla yakaladık." Savaş, kuraklık
ve aşın fakirlikle, insanın kendisine veya yaşamına zararı dokunan hastalık
gibi şeylerle onları cezalandırdık.
"Sonra
bu sıkıntının yerini iyilikle değiştirdik." Sonra onlara azap yerine
zenginlik ve sıhhat verdik.
"Nihayet
çoğaldılar." Arttılar. Ayette geçen "afev" kelimesi, Arapların:
"Afe'n-nebâtü ve'ş-şa'ru=Bitki ve arpa çoğaldı" tabirinin ifade
ettiği manadan gelmektedir. Nihayet küfran-ı nimette bulunarak, "Bize
dokunduğu gibi, babalarımıza da, bu şiddet ve genişlik dokundu." Bu, zamanın adetidir, Allah'ın cezası
değildir, bulunduğunuz hal üzere devam edin, dediler.
"Onları,
kendileri farkında olmadan ansızın tutup yakaladık" Onları, geliş vaktini
bilmedikleri bir zamanda, ansızın azapla yakaladık.
[172]
Allahu
Teâlâ peygamberlerin kavimleriyle aralarında geçen olayları, başlarına gelen
azabı açıkladıktan sonra, bu ayette de, bu helakin ve yok edilişin sadece bu
peygamberlerin zamanıyla sınırlı olmadığını, bunu başkalarına da uyguladığını,
peygamberleri yalanlayanlardan intikam alma hususundaki ilahî kanununu
-şiddetli fakirlik ve şiddetli hastalık, sonra da bolluk, rahatlık ve refah,
daha sonra da, ani bir azap ile- açıklamaktadır. Bunda Kureyş ve benzerlerini
korkutma ve onları Muhammed Mustafa'nın (s.a.) peygamberliğine imana teşvik
vardır.
[173]
Allahu
Teâlâ, peygamberler ya da başka zamanlardaki, sapık milletleri ve ümmetleri
cezalandırmada izlediği kanunundan haberdar ediyor. O da, ümmetlere
durumlarını değiştirmeleri gerektiğini duyurma, küfür ve sapıklıktan iman ve
hidayete yönelmeleri gerektiğini haber vermedir.
Ayetin
manası şöyle olur: Biz, bir kavme bir peygamber gönderdiğimizde, onlar onu
yalanladıkları zaman, onlara azap etmekte acele etmeyiz. Onlara süre veririz
ve durumlarını değiştirmelerini hatırlatırız. Onları cezalandırmaya, başlarına
hoşlanmadıkları ve zorlandıkları şeylerden biraz indirmekle başlarız: Kötü bir
maddî duruma ve fakirliğe, sonra da hastalığa ya da, ilk önce hastalığa sonra
da fakirliğe maruz bırakırız ki, başlarına gelen bu hali kaldırması için
Cenab-ı Hakk'a sığınsınlar ve dua etsinler.
"Sonra
bu sıkıntının yerini iyilikle değiştirdik." Sonra durumu, musibetten
bolluğa,fakirlikten zenginliğe, hastalıktan sağlık ve afiyete çevirdik ki, buna
şükretsinler. Oysa sıkıntı, sahibini üzen her şey, iyilik ise, yaratılış ve
aklın güzel gördüğü şeydir.
"Nihayet
çoğaldılar." Yani malları, çoluk
çocukları arttı. Çünkü bolluk, genellikle neslin çoğalmasına sebep olur.
"Babalarımıza
da şiddet ve genişlik dokunmuştur, dediler." Onları, Allah'a yalvarıp dua
etsinler diye, darlık ve sonra da bollukla imtihan ettik. Ne bu fayda verdi,
ne o. Olanlardan ibret almayarak, kendilerine geçmişte atalarına isabet eden
darlık ve sıkıntının, sonra da bolluğun isabet ettiğini söylediler. Allahu
Teâlâ'nın, insanoğlunda mutluluk ve mutsuzluk nedenlerini hazırlamadaki
kanunlarını anlayamadılar. Müminlerin durumu tersinedir. Bolluk halinde Allah'a
şükrederler, darlık nalinde ise sabrederler. Nitekim es-Sahihayn' da geçen bir
hadiste şöyle buyurulur: "Müminin işi imrenilecek bir haldir. Allah'ın onun
için takdir ettiği her şey hayırdır. Zarara uğradığında sabreder ve bu onun
için hayır olur. Sevinç verici bir şey isabet ettiğinde de şükreder ki, bu da
onun için hayır olur."O halde mümin, Allahu Teâlâ'nm kendisini mübtela
kıldığı darlık ve bolluktan uyanır, ders alır. Nitekim, Müslim, Tirmizî, İbni
Mace ve Ahmed'in rivayet ettiği hadiste şöyle buyurulur: "Belâ, mümini
günahlarından temizler, öyle gider. Münafığın örneği ise, sahibinin niçin
bağladığı, niçin salıverdiği bilinmeyen eşeğin örneğidir."
Belâdan
kurtulmak için, kötü halin iyi hale çevrilmesi gerekir. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurur: "Allah bir kavmi, özlerindekini değiştirip bozmadıkça onun
halini değiştirip bozmaz" (Ra'd, 13/11).
Zamanın
olay ve değişikliklerinden ibret almayanların sonu ise, Allahu Teâlâ'nm
zikrettiği gibidir: "Bunun üzerine'biz de onları, kendileri farkında olmadan
ansızın tutup yakalayıverdik." Yani daha fazla zarara uğramaları için,
onları ansızın cezalandırdık. Nitekim Cenab-ı Hak, başka bir ayette şöyle buyurur:
"Bunlar kendilerine hatırlatılanı unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını
açtık. Tâ ki verilenler yüzünden ferahladılar. O vakit de onları ansızın tutup
yakalayıverdik. Artık o anda onlar ümitsiz kahverdiler" (En'am, 6/44). Ahmet
ve Beyhakî'nin, Aişe'den rivayet ettiği hadiste de şöyle buyrulur: "Ani
ölüm, mümin için rahmet, kâfir için bir pişmanlık, üzülmedir."
O
halde mümin veya kâfir, bütün insanların, başkalarının başına gelenlerden
ibret alması gerekir. Allah'a inanan kimse zamana aldanmaz. Musibetler ve
belalar, onun için bir terbiye, günahlardan temizlenme olur. Kâfire bir kötülük
dokununca, ümitsizliğe düşer. Bir iyilik ve nimete kavuşunca şımarır, kibirlenir,
taşkınlık yapar. Sonunda helak olur.
[174]
Olaylardan
ibret alıp durumlarını düzeltmeleri için süre vermek ve yavaş davranmak,
Cenab-ı Hakk'm yarattıklarına uyguladığı kanunlarmdandır. İmtihan, kötülükle
de olur, iyilikle de: "Biz sizi kötülük ve iyilikle imtihan ederek
deneriz. Ve bize döndürüleceksiniz" (Enbiya, 2/35). Geçmişin durumlarını,
geleceğin getireceği değişiklikleri düşünen kimse, hayatın derslerinden
istifade eder: "Onları hem iyiliklerle, hem de kötülüklerle imtihana
çektik. Ta ki dönsünler.." (A'raf', 7/168).
Cenab-ı
Hakk'm: 'Yalvarıp yakarsınlar diye" sözü, Mutezile'ye göre, Allahu Teâlâ'nm
her mükelleften iman ve taat istediğine işaret eder. Ehl-i Sünnet ise:
"Sonra bu sıkıntının yerini iyilikle değiştirdik" ayetine de
dayanarak, Allah'ın köylüleri, imana daha yakın kıldığını söyler. Çünkü,
sıkıntı ve yoksulluktan sonra gelen mal ve beden rahatlığı, insanı Allah'a
bağlılığa ve şükre sevkeder.
Fakat
insanlar ibret almazlar. Allahu Teâlâ, kendilerini yoksulluk ve bollukla
yakaladığı halde, yaptıklarından vaz geçmediler, şükretmediler. Bu onların,
Allah'ın onlara verdiği, darlıktan sonraki bolluktan ve korkudan sonraki güvenden
ders almadıklarını, aksine bunun, zamanın âdeti olduğuna, bazan darlık ve
yoksulluk, bazan da bolluk ve rahatlık olabileceğine inandıklarını gösterir.
Hak
Teâlâ ise, onların mazeretlerini ortadan kaldırdı ve onlara süre verdi. Fakat
onlar, yine boyun eğmediler ve bu süreden yararlanmadılar.
[175]
96. Eğer o memleketlerin halkı iman edip de
sakınmış olsalardı, üzerlerine gökten ve yerden nice bereketler açardık. Fakat
onlar yalanladılar. Biz de kazanmakta oldukları yüzünden onları tutup
yakaladık.
97.
Acaba o memleketlerin halkı, geceleyin uykudayken azabımızın onlara
geleceğinden korkmayıp emin mi oldular?
98.
Yoksa o memleketlerin halkı kuşluk vaktinde oynarlarken kendilerine azabımızın
gelip çatmasından da mı korkmayıp emin oldular?
99. Yahut onlar Allah'ın azabından emin mi
oldular? Hüsranda olan kavimden başkası Allah'ın mekrinden emin olamaz.
100. Yeryüzüne, önceki sahiplerinden sonra vâris
olanlara hâlâ şu belli olmadı mı? Eğer biz dileseydik onlara da günahlarının
cezasını verirdik. Onların kalblerini mühürleriz de işitmezler.
'Yoksa
o memleketlerin halkı, kendilerine azabımızın gelip çatmasından da mı korkmayıp
emin oldular?" Cümlenin tekrarı korkutmak içindir. Buna belagatta ıtnab
denir.
"Yahut
onlar Allah'ın azabından emin mi oldular? Allah'ın mekrinden, hüsranda olan
kavimden başkası emin olamaz." Bu, yukarıdaki ayeti tekrar mahiyetindedir.
Tekrardan maksat, manayı pekiştirmedir. Burada Allah'ın mekrinden maksat,
Allah'ın kuluna mühlet vermesi, hemen cezalandırmama-sıdır. Zemahşerî, Keşşafta[176]
şöyle der: "Allah'ın mekri, kulunu bilmediği bir yerden yakalaması ve ona
mühlet vermesidir. O halde akıllı olana düşen iş, Allah'ın mekrinden
korkmasında, gizli, aniden baskın yapabilecek gibi olan düşmanından korkan
muharip gibi olmaktır."
[177]
"O
memleketlerin halkı" Kendilerine peygamber gönderilip de onları yalanlayanlar,
"iman edip de sakınmış olsalardı" Allah'a ve peygamberlerine iman
edip küfürden ve isyandan sakınmış olsalardı, "üzerlerine gökten ve yerden
nice bereketler açardık" Onlara gökten yağmuru ve güneş ısısını bol bol
verir, yeryüzünde bolluk bereket yaratırdık. Bitkileri, madenleri ve benzer
şeyleri çoğaltır-dık.
"Allah'ın
mekrinden emin mi oldular?" Allah'ın onlara nimetle istidracda bulunup
ansızın yakalamasından emin mi oldular? "Mekr", insanın hesaplayamadığı
gizli tedbirdir.
[178]
Cenab-ı
Hak önceki ayette, o memleketler halkından isyan edip azanları ansızın
yakaladığını açıkladıktan sonra, bu ayette eğer itaat etmiş olsalardı, Allah'ın
onlara hayır kapılarını açacağını, peygamberlerini yalanladıkları zaman, gece
veya gündüz gelebilecek azapla, onları korkuttuğunu açıklamaktadır.
[179]
Bu,
Allah'ın kulları hakkındaki bir başka kanununu bildirmektedir. Buna göre o
şehirlerin halkı -Mekkeliler ve başkaları gibi- Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine ve ahiret gününe inansalar, Allah'ın nehyettiği, haram kıldığı
şeylerden, şirkten, yeryüzünde fesat çıkarmaktan, günahlardan ve hoş olmayan
şeylerden sakmsalardı, elbette Allah onlara gökten yağmur gibi birçok hayırlar
indirir ve yerin bitki, madenler ve hazineler gibi hayırlarını çıkarırdı. Kâinatın
kanunlarını anlamak için onlara ilim, tanıma ve rabbani ilhamlar verirdi. Yani
inansalardı, Allah onlara, üstlerinden, altlarından, kendilerinden ve
fikirlerinden olmak üzere her türlü hayrı, her yandan verirdi.
Bunda,
sahih imanın saadet ve bolluğa sebep olduğuna işaret vardır. Fakat onlar,
peygamberlerini yalanladılar, iman etmediler ve sakınmadılar. Bunun üzerine
onları, kazandıkları günah, haram ve dünya hayatını bozan şirkleri sebebiyle
helâkla cezalandırdık. Bunda, cezanın, işlenen isyanların sonucu olduğuna
işaret vardır.
Sonra
Allahu Teâlâ onları, köklerini kazımak şeklinde bir azapla tehdit ediyor.
Emirlerine aykırı davranmak ve nehiylerini işlemeye cüret etmekten korkutuyor.
"Acaba o memleketlerin halkı, geceleyin uykudayken, azabımızın onlara
geleceğinden korkmayıp emin mi oJdular?" Buradaki soru, yadırgama ifade
eden bir sorudur. Onların hallerinin ve gafletlerinin hayret edilecek bir davranış
olduğu belirtiliyor. Bundan sonra da, Mekkeliler ve benzeri şehir halkları
gibi, o kâfir şehirlerin halkları, gaflet hallerinde yani gece uykudayken
kendilerine azabımızın inmesinden emin mi oldular, demektir.
Yahut
onlar, meşguliyet hallerinde -gündüz oyun ve eğlence ile meşgul iken
kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden güven içindeler mi? Burada, faydasız
işlerle uğraşmaları, çocukların oyunları gibi görülüyor.
İki
halde de, gaflet anlarında Yani gece uyku halinde ve gündüz kuşluk vaktinde
kendilerine azap inmesinden korkutulmaktadırlar. Çünkü bu zamanda insan, zevk
veren şeylerle meşguliyete daha fazla dalar. Bir halden emin olsanız da, başka
bir halden emin olamazsınız, demektir.
Râzi
şöyle der: 'Kuşluk vaktinde oynarlarken' sözü, dünya işleriyle meşguliyete
işaret olabileceği gibi, -çünkü bunlar bir oyun ve eğlencedirler- küfür içine
dalmalarına da işaret olabilir.
[180]
Çünkü bu, faydasız ve zararsız bir oyundur.
Sonra
yüce Allah, azarı daha da fazlalaştırmak için: "Acaba o memleketlerin
halkı, geceleyin uykudayken azabımızın onlara geleceğinden korkmayıp emin mi
oldular?" ayetinin ardından, "yoksa oynarlarken kendilerine azabımızın
gelip çatmasından da mı korkmayıp emin oldular?" ayetiyle devam etmiştir.
Bu ayette geçen, "Allah'ın mekri," Allah'ın cezası ve kulunu
farketmediği yerden yakalamasıdır. Onlar Allah'ın mekrinden ve cezasından emin
oluyorlarsa, Allah'ın mekrinden, ancak kendilerini aldatanlar emin olurlar.
Hasan el-Basri (r.a) şöyle demiştir: "Mümin ibadetleri yaparken korku
içindedir. Fâcir (günahkâr) ise, günahları emniyet ve güven içinde işler."
İki
ayetin toplu manası: Onların emniyet sebepleri, gece yahut gündüz gaflet
vakitlerinde kendilerine azap gelmesi, yahut onların emniyet sebepleri Allah'ın
mekrinden, yani onlara gelen Allah'ın azabından gaflet etmeleri midir? Eğer
böyle zannediyorlarsa, Allah'ın mekrinden, ancak kendilerini aldatan kimseler
emin olabilir.
Allahu
Teâlâ, köklerini kazımak suretiyle helak ettiği kâfirlerin halini açıkladıktan
sonra, bu olayları zikretmekten maksadın, bütün mükelleflerin, dini
yaşayışlarında ve itaatlarmda ibret almaları olduğunu açıklamaktadır:
'Yeryüzüne önceki sahiplerinden sonra, vâris olanlara hâlâ şu belli olmadı mı?
Eğer biz dileseydik onlara da günahlarının cezasını verirdik. Onların
kalbleri-ni mühürleriz de işitmezler."
İnsanlar,
özellikle de, kendilerinden önce helak ettiğimiz kimselerin topraklarına ve
memleketlerine halef olan Kureyş, şu hakikati anlamadı mı? Bizim onlara karşı
durumumuz, onlardan öncekilere karşı olan durumumuz gibidir. Dilersek,
onlardan öncekilere azap ettiğimiz gibi, günahları ve kötü amelleri sebebiyle
onlara da azap ederiz. Miras bırakanları helak ettiğimiz gibi, vâris olanları
da helak ederiz.
Onları
azapla helak etmezsek, kalblerini mühürleriz de, öğüt ve nasihat dinlemezler.
Hakikati kabul edip öğüt almazlar. Kendilerine nehyedilen şeylerden vazgeçmezler.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "O ayetler ve korkutmalar, iman
etmeyecek bir kavim için fayda vermez" (Yunus, 10/501): Müminler ise,
kendilerinden öncekilerin başına gelenlerden öğüt ve ibret alırlar. Nitekim,
aynı konuyu ele alan birçok ayette Cenab-ı Hak bunu ifade eder. O ayetlerden
biri şudur: "Biz onlardan önce nice asırlar (halkınjı helak etmişizdir. Bu
onları irşad etmedi mi? Halbuki kendileri de onların yurtlarında yürüyüp
duruyorlar. Bunda salim akıl sahipleri için elbette ibret verici ayetler
vardır." (Tâ-Hâ, 20/128).
[181]
Ayetler,
müminler için teşvik, kâfirler için de korkutmayı içine almaktadır. Müminleri
teşvik, gökten yağmur ve bereketli rüzgârlar sebebiyle gelen ilahi hayırlar ve
bereketler; yerden de bitkiler meyveler, madenler, hazineler, çokça hayvanlar
şeklindeki nimetler, emniyet ve selamet, insana rahat ve huzura götürecek
düşünce ve bilgiyi ilham etmektedir.
Kâfirleri
korkutmak ise, kendilerinden önce gönderilen peygamberleri yalanlayıp eziyet
eden diğer milletlere, şehir halkına azap ettiği gibi, köklerini kazımak, yerle
bir etmek şeklinde bir azapla korkutmaktır.
Allahu
Teâlâ onları, Allah'ın süre vermesine, cezayı ertelemesine zira çoğu kere ceza,
gece veya gündüz gaflet halinde gelir- aldanmamaları için uyarmaktadır.
Allah'ın mühlet vermesinden ya da cezasından, ancak kendilerini aldatanlar
emin olur.
Kâfirlere
azap etme konusunda Allah'ın kanununun tek ve değişmez olduğunu onlar
bilmiyorlar mı? Şüphesiz O, günahları sebebiyle isyankârlara azap eder.
Nitekim, kendilerinden önce yaşayan daha kuvvetli, mal ve nesil açısından daha
fazla olan milletlere azap etmiştir. Eğer onları ceza ile helak etmezsek,
kalblerini mühürleriz de, anlayıp kavrayacak bir kulakla öğüt dinlemezler.
Ehl-i
Sünnet, Cenab-ı Hakk'ın: "Onların kalplerini mühürlerdik" sözünden,
Allahu Teala kulun iman etmeyeceğini bildiğinden, kulun imanına engel olmaya
hükmetmiştir. Mutezilîlerden Cübbâi ise şöyle der: Bu mühürlemeden murad şudur:
Cenab-ı Hak, kâfirlerin kalblerine öyle belirti ve işaretler koyar ki, melekler
onların iman etmeyeceğini bilir. O işaret imana mani değildir.
[182]
101. İşte o ülkelerin haberlerinden bir kısmını sana naklediyoruz. Gerçekten Peygamberleri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi. Fakat evvelce yalanladık- ları
Şeylere iman etmedüer. İşte Allah
kâfirıerin kalblerini böyle mühürler.
102-
Onların çoğunda ahde vefa bulma- dik. Onların çoğunu gerçekten fasık kimseler bulduk.
"O
ülkelerin" yani daha önce belirtilen beş kavmin -Nuh, Hûd, Salih, Lût,
Şuayb kavimleri- beldelerinin "haberlerinden bir kısmını sana
naklediyoruz." Burada hitap Muhammed (a.s.)'edir.
"İşte
Allah kâfirlerin kalblerini böyle mühürler." Tıpkı geçmiş ümmetlerden
kâfirlerin kalblerini mühürlediği gibi.
"Onların
çoğunda ahde vefa bulamadık." İnsanların çoğunun, iman ve takva konusunda
Allah'a verdikleri söz ve ahdi bozduklarını gördük.
[183]
Allahu
Teâlâ, peygamberine beş kavmin -Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb (a.s.)'ın
kavimleri- beldelerinin haberlerini ve kâfirleri helak ettiğini, müminleri
kurtardığını, hakkı peygamberlerinin diliyle ve delilleriyle açıkladığını söyledikten
sonra, peygamberini teselli edip davasında sabır üzere sebat etmesini,
geçmişlerin kıssalarından ibret almasını istemiş, kavminden gördüğü şeylerin
yeni bir şey olmadığını, peygamberlerin kavimlerinden çoğunun izlediği eski bir
yol olduğunu açıklamıştır.
[184]
Daha
önce nitelikleri açıklanan o beş kavmin ülkeleriyle ilgili bazı haberleri,
nasıl helak edildiklerini, ey Muhammed, sana anlatacağız. Bunda, kavmin için
alınacak ibret, senin için bir teselli ve davanda direnç içinde olma gücü vardır.
Cenab-ı Hak, özellikle bu ülkelerin haberlerini anlatmıştır. Çünkü onlar,
birçok nimetler içinde yaşayarak kendilerine uzun bir süre verilmesine al-danıp
hak üzere olduklarını zannetmişlerdir. Allah onları, Kureyş'e ve diğer
kabilelere, buna benzer işlerden sakınmaları için anmıştır.
Bu
adı geçen beldeler Arap memleketlerindeydi. Mekkeliler, onların bazı
haberlerini naklediyorlardı. Hepsi de peygamberlerini yalanlama ve köklerinin
kazınması şeklindeki bir azapla azaplandırılma gibi hususlarda birbirlerine
benziyorlardı. Dolayısıyla onlardan alınacak ibret aynıydı. Onun için Musa
(a.s.)'ın kıssası genişçe anlatılmıştır. Çünkü kavmi ona iman ederken, Firavun
ve yandaşları onu yalanlamış, bunun için azaba maruz kalmışlardır.
O
kavimlerin cezalandırılmalarının sebebi, peygamberleri yalanlamalarıdır.
Peygamberler, söyledikleri şeylerin doğruluğuna işaret eden bütün delilleri
ortaya koydukları halde, onlar, peygamberler ve mucizeler gelmeden önce de
hakkı yalanlamaları sebebiyle, peygamberlerin getirdiklerine asla inanmadılar.
Önceki durumlarını değiştirmediler. Peygamberlerin doğruluğuna işaret eden o
ayetler, onları etkilemedi. Peygamberler kendilerine geldiği andan itibaren,
kendilerine sürekli öğütler ve ayetler verildiği halde, ölünceye kadar küfürlerinde
ve imanlarında ısrar edip yalanlamaya devam ettiler.
Allah,
geçmiş ümmetler içindeki kâfirlerin kalblerini mühürlediği gibi, kesinlikle
inanmayacakları mukadder olan kâfirlerin kalblerini de mühürler. Kısacası:
Tıpkı onların kalblerini mühürlediğimiz gibi, bu kâfirlerin kalblerini de
mühürleriz.
Ayette,
Peygamber (s.a.) teselli edilmekte, davetinde direnme gücü verilmekte ve
Mekkelüerin bu inatlarının daha önceki milletler tarafından da gösterildiği
haber verilerek onların küfürlerine üzülme, denmektedir.
Geçen
ümmetlerden çoğunun, ahidlerine vefa gösterdiklerini görmedik. Onlar, Adem'in
sulbündeyken kendilerinden Allah'ın aldığı yaratılış ahdine, iman etme ve
mükellefiyetleri yerine getirme şeklindeki şer"î ahde, aralarında gerekli
gördükleri akitlere saygı gösterme, lüzumlu şeyleri yerine getirme şeklindeki
örfî ahde vefa göstermediler. Onların çoğunu fâsık, itaattan dışarı çıkmış
kimseler bulduk. "Çoğunu" ifadesinden, onlardan bazısının inandığı,
Allah'la yahut insanlarla olan ahitlerini yerine getirdikleri anlaşılmaktadır.
Allah'ın
birliği ve ondan başka hiçbir ilah olmadığı düşüncesi üzerine dayalı selim
fıtratın ahdine muhalefet, aklî ve serî hiçbir delil ve hüccet olmadan
Allah'tan başkasına ibadet, çevre tesiriyle olmuştur. Nitekim Sahih-i Müslim'de
şöyle bir rivayet vardır: "Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: Ben kullarımı,
Allah'ı birleyenler olarak yarattım. Şeytanlar onlara gelerek dinlerinden
alıkoydu. Benim onlara helal kıldıklarımı, haram kıldılar." Sahihayn' da
da şöyle bir hadis vardır: "Her çocuk, İslâm'ı kabul edecek fıtrat üzere
doğar. Sonra onu, annesi babasıyahudiyahut hıristiyan, ya da mecusî
yapar."
İlk
peygamberden son peygambere kadar bütün peygamberler, selim fıtrata
muhalefetten ve şirkten nehiyle gelmişlerdir. Nitekim ayetlerde Allahu Teâlâ
şöyle buyurur: "Senden önce gönderdiğimiz her peygambere ancak (şunu)
vahyederdik ki: "Benden başka ilah yoktur. O halde ancak bana ibadet
edin" (Enbiya, 21/25). "Andolsun ki biz, her ümmete: "Allah'a
ibadet edin, tağuttan sakının" diye bir peygamber gönderdik" (Nahi,
16/36).
[185]
Allah'ın
helak ettiği ülkelerin -Nuh, Ad, Lût, Hûd, Şuayb (a.s.)'ın kavimlerinin
kıssaları anlatılması, ibret içindir. O ülkelerin halkı, peygamberlerin gelmesinden
de önce yalanlamış olduklarından, o zaman da hakikata inanmadılar. Peygamberlerin
kendilerine gelmesinden itibaren ölünceye kadar küfür ve inatlarında ısrar
ederek yalanlamaya devam ettiler.
Eski
kâfirlerle, peygamberin çağdaşı ve ondan sonra gelen kâfirlerin kalb-lerinin
mühürlenmesi, küfürleri ve durumlarında ısrar etmeleri sebebiyledir.
Ayetin
haber verdiği başka bir hakikat da, insanların çoğunun, Allah'a verdikleri söz
ve ahdlerinde, insanlara verdikleri sözlerde durmamaları, kendilerinden
istenen itaat ve ibadeti yerine getirmemeleridir.
[186]
103. Sonra onların ardından Musa'yı ayetlerimizle
Firavun'a ve onun ileri gelenlerine gönderdik. Onlarsa onlara zulmettiler. Bak,
fesatçıların sonu nice oldu!
104.
Musa: "Ey Fir'avun, ben hiç şüphesiz ki alemlerin Rabbi katından bir
peygamberim."
105.
"Allah hakkında haktan başkasını söylememem üzerime borçtur. Gerçekten
size Rabbinizden açık delil ile geldim. Artık İsrailoğullarını benimle
gönder."
106.
(Firavun şöyle) dedi: "Eğer sen bir ayet ile gelmişsen ve doğru söyleyenlerden
isen onu göster."
107.
Bunun üzerine asasını bıraktı. Hemen apaçık bir ejderha oluverdi.
108.
Elini çıkardı. O da temaşa edenlere bembeyaz oluverdi.
109-110.
Firavun kavminden ileri gelenler dedi ki: "Muhakkak bu, gayet bilgin bir
sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. (Firavun sordu): "O halde
ne buyurursunuz?"
111-112.
"Onunla kardeşini alıkoy. Şehirlere de toplayıcılar gönder de sana bilgin
sihirbazların hepsini getirsinler."
113. Sihirbazlar Firavun'a geldi. Dediler ki:
"Eğer Musa'ya galip gelirsek bize herhalde bir mükâfat var, değil
mi?"
114. (Firavun): "Evet! Hem siz elbette en
yakınlardan olacaksınız" dedi.
115. (Sihirbazlar Musa'ya) "Ey Musa sen mi
atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım?" dediler.
116.
"Siz bırakın" dedi. Bıraktıklarında insanların gözlerini büyülediler
ve onlara korku saldılar. Ve büyük bir sihir getirmiş oldular.
"Hem
siz elbette en yakınlardan olacaksınız" ayeti iki şeyle pekiştirilmiştir:
"İn" ve "lâm". Bu sihirbazlardan şüpheyi gidermek içindir.
Bu tür habere, inkârî haber denir.
[187]
"Sonra
onların ardından da" anılan peygamberlerden sonra "Musayı" Allah'ın
kelimi Musa b. İmran, (İsrailoğulları peygamberlerinin en büyüğü).
"ayetlerimizle" asâ, beyaz el gibi peygamberin doğruluğuna işaret
eden mucizeler ile "Firavun'a ve onun" kavminin "ileri
gelenlerine gönderdik."
"Firavun"
Eski Mısır krallarına verilen lakaptır. Fars krallarına Kisra, Rum krallarına
Kayser lakabı verildiği gibi, Mısır krallarına da Firavn deniyordu. Bunun 19.
aileden 1225'de kral olan Minpituh b. Ramses olduğu da söylenmiştir.
"Onlarsa
onlara zulmettiler": Küfrettiler, inkâr ettiler. "Apaçık bir
ejderha": Büyük bir yılan.
"Gayet
bilgin bir sihirbaz": Sihir ilminde üstün bir kişi. Şuarâ sûresinde bunu
Firavun'un kendisinin söylediği ifade edilmektedir. Sanki onlar, onunla
birlikte söylemişler.
"Ne
buyurursunuz?": Neye işaret buyurursunuz?
"(Musa):
Siz bırakın, dedi". Onların atmalarına izin verdi. "Bıraktıklarında":
İplerini ve asalarını attıklarında, "insanların gözlerini
büyülediler": İnsanların gözlerini, onların hakikatim anlamaktan
çevirdiler."ve onlara korku saldılar": Onları koşan birtakım
yılanlar gibi göstererek korkuttular.
[188]
Bu,
Allahu Teâlâ'nm bu sûrede zikrettiği peygamber kıssalarından altıncısıdır.
Bunda, diğer kıssalarda görülmeyen daha geniş bir açıklama vardır. Çünkü Musa
(a.s.)'m mucizeleri, geçmiş peygamberlerin mucizelerinden daha kuvvetli idi.
Kendilerine peygamberler gönderilen Firavun kavmi, diğer kavimlerden daha
cahildi. Musa (a.s.) kendi kavminden başkasına da peygamber gönderildiği
halde, ondan önceki peygamberler, sadece kendi kavimlerine peygamber olarak
gönderilmişlerdi.
[189]
Musa
(a.s.)'ın adı Kur'an-ı Kerim'de 130'dan fazla yerde anılır. Doğuşundan
itibaren, onunla ilgili birçok dikkat çekici kıssalar vardır. Firavun,
İsrailo-ğulları'nm erkek çocuklarını öldürtüp kadınlarını sağ bıraktırdığı
zaman, annesi bir sandık içinde onu Nil'e bıraktı. Sonra Allah onu,emzirmesi
için annesine göndertti. İşte onun annesiyle ve kız kardeşiyle olan kıssası
Kasas ve Tâ-Hâ sûrelerinde, bir İbranî'ye yardım etmek için bir Mısırlıyı
öldürmesi sebebiyle Mısır'dan Medyen topraklarına gitmesi Kasas (15-21) ve
Tâ-Hâ suresinde (40); Şuayb (a.s.)'ın kızlarına ait sürüyü suvarması Kasas
(22-25) sûresinde; Şuayb (a.s.)'a damat olması Kasas (26-38) ve Tâ-Hâ (41)
sûrelerinde, sonra da Şuayb (a.s.)'m sürüsünü kızının mehri olarak
Vadi'l-Mukaddes'de (Tuvâ) on yıl gütmesi anlatılır.
Ailesi
için ısınmak üzere ateş getirmeye gittiği sırada kendisine peygamberlik
verilmesi İsra (2-3), Tâ-Hâ (6-9; 17-36; 42-47), Kasas (45-46; 29-35), Fur-kân
(35-36), Şuara (12-16), Nemi (7-12), Secde (23-25), Nâziât (15-19) sûrelerinde
anlatılır.
Kardeşi
Harun'la beraber Mısır'a geri dönüşü, Firavun'u peygamberliğine inanmaya daveti
A'râf (104-105) ve Şuarâ (17-22) sûrelerinde anlatılır.
Firavunla,
Allah'ın Rab olduğu hususunda konuşması, peygamberliğinin doğruluğuna işaret
eden apaçık mucizeler göstermesi Tâ-Hâ (55) ve Şuarâ (24-29) sûrelerinde,
Allah'ın ilahlığını kabul etmeyip kendi ilahlığını iddia eden ve göğe çıkmak
için yüksek bir bina yapılmasını emreden azgın Firavun'un durumu Kasas (38) ve
Mümin (36-37) sûresinde anlatılır: "Firavun dedi ki: "Ey Hâ-mân,
benim için yüksek bir köşk bina et. Olur ki o yollara, göklerin yollarına
ulaşırım da, Musa'nın ilahına muttali olurum. Çünkü ben onu yalancı sanıyorum."
İşte böylece Firavun'un kötü ameli kendisine süslendirildi ve (doğru) yoldan
alıkonuldu. Firavun'un hilesi, ancak (ebedi bir hüsrandadır)" (Mümin,
40/36-37).
Firavun'un
önünde asa ve beyaz el mucizelerini göstermesi A'raf (106-126), Yûnus (75-89),
Tâ-Hâ (57-76) ve Şuarâ (29-52) sûrelerinde anlatılır.
Allah'ın,
Fir'avun ve kavminin işlerini, sapıklıkta devam ve küfürde ısrar edişlerini
reddi A'raf (107-129), Mümin (23-27), Fir'avun taraftarlarının Musa (a.s.)'yı
öldürmek isteyişi ve bir müminin onu savunması, Mümin (28-35 ve 38-46),
Firavun'un Musa'yı hakir görmesi Zuhruf (51-54) ve Nâziât (22-26) sûrelerinde
anlatılır.
Musa'yı
yalanladıkları zaman, Firavun ve kavmiyle ilgili dokuz mucize meydana geldi:
Kuraklık, mal noksanlığı, can noksanlığı, meyve noksanlığı, tufan, çekirge,
karıncalar, kurbağalar ve kan.
Asa,
beyaz el, İsrailoğulları için denizin yarılması ve su fışkırması da Musa
(a.s.)'ın mucizeleridir.
Firavun
ve kavmiyle ilgili dokuz mucize, A'râf (130-135), İsrâ (101-102), Tâ-Hâ (59),
Nemi (13-14), Kasas (36-37), Zuhruf (46-50), Kamer (41-42), Nâziât (20-21)
sûrelerinde anlatılır.
Firavun
ve kavminin ileri gelenlerinin Kızıldeniz'de boğulmaları A'râf (136-137), Yunus
(90-92), İsrâ' (103-104), Tâ-Hâ (77-79), Şuarâ' (52-68), Kasas (39-40), Zuhruf
(55-56), Duhân (17-31), Zâriyât (38-40) sûrelerinde anlatılır.
Firavun
ve kavminin ahiretteki cezası ise -ki bunda ilahlık iddia eden ve
peygamberlerin davetini kabul etmekten geri duran herkes için bir ibret vardır-
Hûd (96-99), Kasas (41-42), Mümin (45-52) ve Duhân (43-50) sûrelerinde
anlatılır.
Musa
(a.s.) zamanındaki İsrailoğulları Mısır putperestlerini taklit etti. Musa
(a.s.)'a, kavminden çok az kimse inandı. Bunlar da, Firavun'un kendilerini
dinlerinden döndürme ve putperestliğe çevirme korkusundan dolayı Fira-vun'dan
korku halindeydiler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Musa'ya kavminden
az bir kısmı inandı. Onlar da, Firavun ve kavminin ileri gelenlerinin
kendilerini dinlerinden döndürmelerinden korku içindeydiler..." İsrailoğulları,
putlara tapanları görünce, Musa (a.s.)'dan, kendileri için de bir ilâh istediler.
Kudret helvasıyla bıldırcın etinin, hububat, soğan, sarmısak ve sebzelerle
değiştirilmesini dilediler. Bu, Bakara sûresinin 61. ayetinde: "Biz yalnız
bir (çeşit) yemeğe sabredenleyiz" A'raf sûresinin 138-140. ayetlerinde:
"Ey Musa, onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı
yapsan" şeklinde anlatılır. Musa (a.s.)'ın taşa vurması, on iki pınarın
kaynayıp akması A'raf (160), kudret helvası ve bıldırcın eti indirilmesi de
Tâ-Hâ (80-82) sûresinde anlatılır.
Sonra
Musa (a.s.), İsrailoğullarını bırakarak Rabbiyle görüşmek üzere gitti. İsrailoğullannın
yapmaları istenen emirleri aldı. Bu, A'râf (142-147) sûresinde anılır.
Musa
(a.s.)'m Tûr dağında bulunduğu sırada Sâmiri, İsrailoğulları'na tapmaları için
buzağı şeklinde bir ilah yaptı. Bunu, kadınlardan topladığı mücevheratla
yapmıştı. Heykelin içi boş olduğu için, içine hava girince inek böğürtüsü gibi
ses çıkarıyordu. Sâmiri, daha sonra İsrailoğullarına: "İşte bu sizin ve
Musa'nın ilâhı," dedi. Harun (a.s.) onları, buzağıya tapmaktan
alıkoyamadı: "Onlar: "Musa bize dönünceye değin biz buzağıya ibadete
devam edeceğiz" dediler" (Tâ-Hâ, 20/91). Musa (a.s.) Tur'dan
geldiğinde, aşırı hiddetinden, Harun (a.s.)'ın sakalından ve saçından tutup
kendine doğru çekti. Harun (a.s.) elinden gelen bütün gayreti sarfettiğini
söyleyerek ondan özür diledi. Sonra Musa (a.s.), Sâmiri'yi azarladı. Bunun
üzerine Sâmiri: "(İsrailoğullannın) görmediklerini ben gördüm. O elçinin
bastığı yerden bir avuç (toprak) alıp onu bıraktım. Bunu bana nefsim böylece
süsledi" (Tâ-Hâ, 20/96) dedi. Bu sözleri üzerine Musa (a.s.) onu kovdu.
Buzağıya tapma kıssası, Bakara (54 ve 92-93), A'râf (148-154) ve Tâ-Hâ (84-98)
sûrelerinde anlatılır.
Sonra
Allah, Musa (a.s.)'m diliyle, İsrailoğullarına, Arz-ı Mukaddes'e -Filistine
girmelerini emretti. İsyan ettiler. Bunun üzerine Arz-ı Mukaddes onlara haram
kılındı. Mısır'dan çıktıkları andan itibaren Musa (a.s.) ölünceye kadar, Tih
sahrasında şaşkın şaşkın dolaştılar. Ürdün nehrini geçtiler. Ürdün'ün batısındaki
Eriha ve çevresine kırk yıl hakim oldular. Bu kıssa Mâide (20-26) sûresinde
zikrolunur.
Tih
çölünde, Allah Tur dağını İsrailoğullannın üstüne kaldırdı, sanki dağ bir
gölgelik gibi oldu. Onun üstlerine düşeceğini zannettiler. Allah onlara, emrettiği
serî hükümleri yapmalarını emretti. Dağın kaldırılması kıssası Bakara (63-64)
ve A'râf (171) sûrelerinde zikrolunur.
Birinci
cüzde zikrettiğimiz buzağı kıssasının ilginçliğine rağmen, İsrailoğulları
ondan ibret almadılar, kalbleri yine sanki taş gibi oldu. Musa (a.s.)'m
öğütleri onlar üzerinde etkili olmadı.
Musa
(a.s.)'ın, azgın Karun'la durumu, Karun'un taşkınlığı sebebiyle yere
geçirilmesi ve Musa (a.s.)'ın sayıları 250 civarındaki düşmanlarının helak edilmesi
Kasas (76-83) sûresinde anlatılır.
Musa
(a.s.)'ın İsrailoğullarından eziyet görmesi, Allah'ın onu itham ettikleri kusurdan
-fıtık yahut alaca hastalığı- uzak olduğunu açıklaması Ahzab (69) ve Saff(5)
sûrelerinde anlatılır.
İsrailoğulları,
buzağıya tapmakla büyük günah işlediklerini görünce, Musa (a.s.), kavminden
kendisiyle beraber Allah'a münacatı adet haline getirdiği dağa -Tur Dağı- gidip
Allah'a itaatlarını, işledikleri günahtan pişmanlıklarını ve buzağıya
tapmalarından dolayı tevbelerini arzedecek yetmiş erkek seçti. Al-lahu Teâlâ,
onların Allah kelamını duyacakları bir şekilde, Musa (a.s.) ile konuştu. Buna
rağmen onlardan bir kısmı yine isyan haline devam etti. Allahu Teâlâ'nın Musa
ile konuştuğunu, ona Tevrat'ı verdiğine inanmadı. Onları gözleri göre göre
yıldırım yakaladı. Allahu Teâlâ, Musa (a.s.)'ın yalvarıp yakarma-sıyla, onları
öldükleri halde tekrar diriltti. Kıssa, Bakara (55-56) ve A'râf (155-157)
sûrelerinde zikrolunur.
Musa
(a.s.)'nın salih kullarından Hızır (a.s.) ile olan güzel bir kıssası, Kehf
sûresinde (60-82) zikrolunur.
Allahu
Teâlâ'nın İsrailoğullarına olan nimeti tekrar edilir: Bakara (47-57 ve 60-61),
A'râf (141) ve İbrahim (6-8).
Önce
Harun (a.s.) Tûr dağında vefat etti. Musa (a.s.) onu defnetti. Sonra, Musa
(a.s.) Nebû dağında vefat etti. Kırımız kum yığını üzerine defnolundu.
Musa
(a.s.)'ın vefatından sonra, İsrailoğulları'nın başına Yusuf (a.s.)'m torunu
geçti. Allahu Teâlâ, onlara Tih çölünden çıktıktan sonra, Filistin'de bir şehre
-Beytü'l-Makdis yahut Eriha- kapısından secde ederek, huşu içinde girmelerini
ve hatta "günahlarımızı bağışla" demelerini emretti. Fakat onlar bu
emre muhalefet edip kendilerine emrolunan şekilde girmediler. Bunun üzerine
Allah onlara azap etti. Bu kıssa, Bakara (58-59) ve A'raf (161-162) sûresinde
zikrolunur.
Allah
Musa (a.s.) ve Harun (a.s.)'ı, Meryem (51-53), Saffât (114-122) ve Mümin
(53-54) suresinde över.
[190]
Asıl
vahyolunmuş şekliyle Musa (a.s.)'m şeriatı, bütünü itibarıyla İslâm Şeriatı
gibidir. Onun ümmeti, ıstıraplarla, rahatsızlıklarla ve şiddet olaylarıyla dolu
bir tarihe sahiptir. Bazan, otorite sahibi oldu ve sivil hayata ortak oldu.
Musa (a.s.)'ın İsrailoğullarıyla olan kıssasından alınacak ibretler ve öğütler
var. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1- Allah, Musa (a.s.)'ı daha emzikteki bir çocuk iken öldürülmekten kurtardı.
Annesi onu Nil'e attı. Sonra Allah, onu emzirmesi için tekrar annesine
gönderdi. Bu, Allah'ın onu koruması, gözetmesi ve annesi vasıtasıyla merhametidir.
2- Musa (a.s.), Firavun köşklerinde büyüdü, mümin ve ulu'1-azm peygamberlerden
oldu. Cibril'in terbiye ettiği Samirî ise, buzağıya tapmayı ortaya çıkaran
bedbaht bir kâfir oldu.
3- Şehrin en uzak yerinden gelerek Mısır'dan uzaklaşmasını tavsiye eden
bir adamın nasihatma uyarak Musa (a.s.)'m Mısır'dan çıkıp gitmesi, onun için
çok hayırlı oldu: Şuayb (a.s.)'a damat oldu, Allahu Teâlâ kendisine peygamberlik
vahyetti. O adamın ona nasihati, Allah'ın ona lütuf ve ihsanına neden oldu.
Onun kurtuluşuna ve peygamberliğine sebep oldu. İşte böyle, kim Allah'a hakkıyla
tevekkül ederse, Allah onu korur, himaye eder.
4- Allah'ın yardımı olduğu zaman, insanların ihsana baskısının ve gizli
düşüncelerinin hiçbir etkisi olamaz. Nitekim Firavun ve taraftarlarının kuvveti,
Musa (a.s.)'ya hiçbir zarar veremedi. Şu keskin konuşmaya bak. Firavun ona:
"Ey Musa, ben seni herhalde büyüye tutulmuş zannediyorum" (İsrâ,
17/101) dediği zaman, Musa (a.s.) ona çok yumuşak ve bâtılla mücadeleye sabır
göstererek şöyle cevap verdi: "Andolsun ki bunları, birer ibret olmak
üzere göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin indirmediğini bilmişsindir.
Ey Firavun! Ben de seni gerçekten helak edilmiş sanıyorum" (İsrâ,
17/102).
5- İlâhî yardım, zorluktan sonra ve Hakk'm nusreti, sıkıntı şiddetlendiği
anda gelir. Firavun hanedanından olan ve imanını gizleyen mümin bir adam, Musa
(a.s.)'ı savundu. Firavun ve avanesini, korkmadan ve kendisine aldırış etmeden
geçmiş ümmetleri örnek göstererek Allah'ın yakalamasından korkuttu:
"Firavun ailesinden imanını gizleyen mümin bir adam dedi ki: "Siz,
benim Rabbim Allah'tır diyen bir adamı öldürür müsünüz? Halbuki o size,
Rabbiniz-den mucizelerle geldi.." (Mümin, 28/35).
6- Ruhta iman şuuru taştığı zaman, bütün güçlükler onun önünde küçük
kalır. Nitekim, Firavun'a ve onun adamlarına aldırış etmeden, sihirbazlar Musa'nın
Rabbine iman ettiler.
7- Sabır, ferahın ve güzel akıbetin anahtarıdır. Nitekim İsrailoğullan,
Fi-ravun'un, oğullarını öldürtüp kadınlarını bırakma şeklindeki ezasına
sabrettiler. Bu sabırları sebebiyle Cenab-ı Hak da onlara güzel akıbet verdi:
"Rabbinin Israiloğullarına olan o pek güzel va'di, katlanmaları sebebiyle
tamamlandı" (A'râf, 7/137).
Titus
komutasındaki Romalıların hücumuna maruz kaldılar. Romalılar, Beyt-i
Mukaddeslerini ve büyük heykellerini tahrip ettiler. Bunun üzerine İsrailoğullan
Filistin'i terkettiler. Musa (a.s.)'m vefatından sonra, tekrar Filistin'e
döndüler. Eriha krallığını kurdular. Teymâ, Vadi'1-Kurâ, Fedek, Hayber ve
Yesrib gibi Hicaz'dan bazı yerlere de yerleştiler. Oralarda kendilerine va'd
olunan Yesrib'deki İsmâilî Araplar arasından peygamberin çıkışını beklemek ve
ona yardım edip destek olmak için Yesrible Filistin arasındaki yol üstüne evler,
kuleler yaptılar.
8- Buzağıya tapmaları, tevbe için gittikleri halde cahillikleri yüzünden
Allah'ı görmek isteyen kimselerin bu hallerine Allah'ın kızmasına rağmen,
Musa
(a.s.)'ın, kavmi İsrailoğullarına sabırla ve hazımla davranması, akılsız, cahil
kimselerin kusurlarını affetmesi için Rabbine yalvarması. "Ey Rabbim, eğer
dileseydin onları da, beni de daha önce helak ederdin. İçimizden birtakım
sefihlerin işledikleri yüzünden bizi helak mi edeceksin? Zaten o da senin imtihanından
başka bir şey değildi. Sen onunla kimi dilersen dalâlete götürür ve kimi
dilersen hidayete erdirirsin. Sen bizim dostumuzsun. O halde bizi bağışla,
bize merhamet et! Çünkü sen mağfiret edicilerin en hayırlısısın" (A'râf,
6/155).
[191]
Allahu
Teâlâ zikri geçen Nuh, Hûd, Salih, Lût, Şuayb (a.s.) gibi peygamberlerden
sonra, Musa (a.s.)'ı peygamberliğine ve doğruluğuna açıkça işaret eden hüccet
ve delillerle, Firavun'a ve kavmine gönderdi. Onlar da sırf inatlarından dolayı
onu inkâr ettiler. İşte ey Muhammedi Zulümle yeryüzünde fesatlık çıkaran,
insanları köle edinen, Allah yolundan alıkoyan, peygamberlerini yalanlayan
Firavun ve adamlarının sonunun nasıl olduğuna bak. Onlara ne yaptık, Musa ve
kavminin gözü önünde nasıl garkettik? Bu, Firavun ve kavminin cezası hususunda
çok beliğ ve Allah'ın velilerinin -Musa ve mümin kavmine- kalble-rine daha çok
şifa vericidir. Allah'ın şu sözü de bu ayete benzer: "Onların kalble-ri
onlara inandığı halde, zulüm ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler.
Müfsitlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bak" (Nemi, 27/14).
Cenab-ı
Hak, "kavmine" değil "Firavun'a ve adamlarına" buyuruyor.
Çünkü onlar, Firavun'un bir çeşit köleleştirdiği, dolayısıyla ona yardım eden
hükümet taraflısı kimselerdi, yoksa diğer Mısır halkı değildi. Halk
yöneticilere tabi idi. Firavun inansaydı, bütün halk da ona tabi olurdu.
"Bak,
fesatçıların sonu nice oldu" sözünde gözleri, Allahu Teâlâ'nm zikredeceği
Firavun ve adamlarının kötü akıbetine, Musa (a.s.) ve İsrailoğullannın
kurtuluşuna çekme ve teşvik vardır.
Sonra
Allahu Teâlâ, bu teşviğin ardından kıssanın bölümlerini açıklamaya başlıyor.
Birinci bölümde Allahu Teâlâ, Musa (a.s.)'ın Firavunla tartışmasını, hüccet ve
mantıkla ona galip gelmesini, Firavun ve kavmi olan Mısır Kıptileri-nin
huzurunda apaçık ayetleri göstermesini haber veriyor.
Musa
(a.s.) şöyle dedi: Ey Firavun! Ey Mısır kralı! Ben, her şeyin sahibi ve
yaratıcısı, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Allah
hakkında, hak olandan başkasını söyleyemem. Çünkü peygamber, her şeye muktedir
olan Allah hakkında yalan söylemez. Onun için ben Allah hakkında, ancak hak ve
doğru olan şeyi söylerim.
Bu
iki cümle, tevhid akidesini -ins ve cinniyle bütün âlemlerin, tek bir Rabbi
olduğu inancı- ve Allahu Teâlâ tarafından tebliğde ismet ile te'yid olunan
peygamberlik akidesini içine alır.
Şu
söz de, onun peygamberliğini destekleyen şeylerdendir: "Gerçekten size,
Rabbiniz'den açık delil ile geldim" Size, Allah'dan bir burhan ve kesin
bir hüccet getirdim. Onu bana, size haber verdiğim şeylerde doğru olduğuma
işaret etsin, diye verdi.
"Rabbinizden"
sözü, bütün insanların Allah'ın terbiyesi altında ve mahluku olduğuna,
Firavun'un Rab ve ilâh olmadığına, gösterdiği mucizenin Musa'nın yaptığı bir
şey olmadığına işaret etmektedir.
Sonra,
Musa (a.s.)'ın açık bir mucize ile peygamberliğini isbatı açıklanıyor. Musa
(a.s.), Firavun'dan İsrailoğullarını esaretten, kölelikten kurtarmasını,
Rablerine ibadet etmeleri için, kendi vatanlarına, babalarının doğum yeri olan
Arz-ı Mukaddes'e dönmek üzere gitmeleri için, onları serbest bırakmasını istedi.
İsrailoğullan yüce bir peygamberin sülalesindendir: İsrail. Bu, Yakub İbni
İshak İbni İbrahim Halilü'r-Rahman'dır.
Yusuf
(a.s.) vefat edip kabileler yok olduğunda, Firavun İsrailoğullanna üstün geldi,
onları köle etti. İşte Allah, Musa (a.s.) ile onları kurtardı. Yusuf (a.s.)'ın
Mısır'a girdiği zamanla Musa (a.s.)'m girdiği zaman arasında 400 sene vardır.
Firavun,
Musa'ya cevap vermek üzere şöyle dedi: Rabbinin katından bir mucize ile
destekleniyorsan ve eğer iddianda samimi isen, göster onu.
Musa
(a.s.), onun bu isteğine doğrudan cevap verdi: Asasını sağ tarafından toprağa,
Firavun'un önüne attı. O, birdenbire gerçekten, hareket eden, bir yerden bir
yere giden bir yılan oluverdi.
Elini
gömleğinin yakasına koyduktan sonra çıkardı. Eli, parlayan güneş gibi bir şey
oldu: "Ve elini de yakana sok. İlletsiz, parlak beyaz çıkıverir"
(Nemi, 27/12).
İşte
kıssanın ikinci bölümü: Yılan, asa ve elin vasıflan hakkında, Kur"an
ayetlerinin belirttiğinden daha fazlasını söyleyemeyiz. Çünkü söylenenlerin
güvenilir senetleri yoktur. Onlar, yahudi Ka'bu'l-Ahbâr ve İran asıllı Vehb b.
Münebbih gibi sonradan İslâm'a giren, müdekkik ve ehl-i takva olmayan kimselerin
İslâm'a soktuğu İsraili rivayetlerden ibarettir.
Bilindiği
üzere, İslâm'ın ilk dönemindeki siyasi fitneleri yahudi Abdullah b. Sebe'
taraftan bir cemaat ve İslâm'ı içinden yıkmak için İslâm'a giren İranlı
cemaatler çıkarmıştır. Nitekim Hz. Ömer, İran'daki gizli bir cemiyet tarafından
gönderilen Ebû Lülüe tarafından ve Hz. Osman da Abdullah b. Sebe'nin ajan-lan
tarafından öldürüldü.
Sonra
kıssanın üçüncü bölümü gelir. Bu bölüm: Firavun'un adamlannın konuşmasını içine
alır Firavun'un danışmanlan ve ona uyanlar: "Muhakkak bu, gayet bilgin bir
sihirbazdır" dedi. Sihir konusunda uzman kimse, sihriyle insanlan kendine
çekebilir. Bununla, bize üstün gelebilir, krallığımız elden gider,
topraklanınız elimizden çıkar dediler. Bütün bunlar başka bir ayette açıklanır:
"Onlara dediler ki: Siz bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan
döndürmek ve yeryüzünde de büyüklük olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin
ikinize inanıcılar değiliz" (Yunus, 10/78). Gerçekten o, Firavun'un
söylediklerinin bir yankısıdır. Nitekim Cenab-ı Hak, Firavun'un etrafındakilere
söylediklerini şöyle anlatır: "Etrafındaki ileri gelenlere dedi ki:
"Muhakkak ki bu, çok bilen bir sihirbazdır. Bu sizi, sihri ile yerinizden
çıkartmak istiyor. Siz ne emredersinizi" (Şuarâ, 26/34-35).
Ondan
korktukları şey meydana geldi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Firavun'a, Hâmân'a ve askerlerine ondan korkageldiklerini
gösterelim" (Kasas, 28/6).
Firavun'un
ileri gelen adamları, görüşlerini şöyle açıkladılar: Onun ve kardeşinin işini
açıklamalarını geciktir, adamlarını gönder de diğer bölgelerdeki ve
şehirlerdeki sihirbazları toplayıp getirsinler.. "Şehirlerdeki"
tabirini kullanması, sihrin, insanların çokça bulunduğu şehirlerde daha çok
gelişmiş olmasındandır.
O
zaman sihir çok yaygındı. Onun için Musa (a.s.)'m getirdiği şeyin, sihirbazların
ortaya koyduğu gözbağcılık türünden bir şey olduğunu sandılar. O'nun için
onlara gösterdiği mucizelerin benzeriyle ona karşı koymaları için sihirbazları
topladılar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "(Firavun) "Sen sihrinle
bizi topraklarımızdan çıkarmaya mı geldin ey Musa?" dedi. Elbette biz de,
senin sihrin gibi bir sihir getiririz. Bizimle senin aranda bir buluşma yeri ve
vakti ver ki, sen de biz de caymayalım. Düz ve geniş bir yer olsun. (Musa):
"Sizinle karşılaşma zamanımız zinet günüdür. Kuşluk vakti insanlar
(orada) toplansınlar" dedi. Firavun dönüp hilesini toplayıp sonra
geldi" (Tâ-Hâ, 20/57-60).
"Sana
bilgin sihirbazların hepsini getirsinler." Yani adamlarını gönder, sana
sihir sanatında mahir sihirbazları getirsinler. Mahir sihirbazların gelmesinden
maksadın, üstünlük sağlamak olduğu açıktır. Zemahşerî der ki: Bu, Kıpti-lerle
danışma ile olmuştu.
Sonra
dördüncü bölüm gelir: Sihirbazların rolü.
Her
yerden sihirbazlar geldi. Firavun'a: "Musa'ya üstün gelirsek, bizim için
bir mükâfat var mı?" dediler. Firavun: Evet, sizin için büyük bir mükâfat
var, yakınlarımdan olacaksınız, dedi. Bu, onlara bir teşviktir.
Tayin
edilen günde sihirbazlar Musa (a.s.)'a: İlk önce ya sen sihrini ortaya koy, ya
da biz ortaya koyalım, dediler. Bunda, kendilerine duydukları büyük bir güven
ve onun yaptığını küçümseme vardır.
Onların
bu sorusuna, Musa (a.s.), bilgili zeki bir kimsenin cevabryla karşılık verdi.
Çünkü sonraya kalan, durumun gereğine göre hareket etmesini daha iyi bilirdi. O
da kendine güveniyor ve onlara üstün geleceğine inanıyordu: Siz atın.. Bu söz,
önce onların ustalığını göstermelerine bir izindir. Yoksa sihir işini kabul
ettiğini ifade etmez. Bu sözüyle o, insanların onların işini görmesini ve iyice
düşünmelerini istiyordu. Çünkü onlar bu göz boyama işini bitirince, hak ortaya
çıkacak ve insanlara daha etkili olacaktı. Onun için Allahu Teâlâ şöyle
buyurur: "Bıraktıklarında, insanların gözlerini büyülediler ve onlara
korku saldılar. Ve büyük bir sihir getirmiş oldular" (A'raf, 7/116).
Yani, sadece bir hayal ve yapma bir şey olduğu halde, insanlara gerçekmiş gibi
geldi: "(Musa): "Hayır siz bırakın dedi. Birden onların ipleri ve
değnekleri sihirleri yüzünden kendisine yürüyorlarmış hayalini verdi. Musa,
nefsinde gizli bir korku buldu. Biz: "Korkma! Çünkü üstün (gelecek) olan
muhakkak sensin" dedik. "Sağ (el)indeki-ni bırak. Onların
yaptıklarını yutacak. Onların yaptıkları ancak sihirbaz hile-sidir. Sihirbaz
ise nerede olursa felah bulmaz" (Tâ-Hâ, 20/66-69).
Musa
(a.s.)'ın kendine güveni, kendi göstereceği şeyin sihir değil, ilahî bir mucize
olduğuna güveni tescil ediyor: "Onlar attıkları zaman Musa dedi ki:
"Sizin bu getirdiğiniz şey sihirdir. Şüphesiz Allah onu iptal edecektir.
Elbette Allah, o fesatçıların işini ıslah etmez. Allah, günahkârların hoşuna
gitmese de hakkı ispat eder.." (Yunus, 10/81-82).
"Bıraktıklarında,
insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar" ayetinin
manası: Sihirbazlar, iplerini ve sihir aletlerini attığı zaman, bakanların
gözlerini büyülediler. Musa (a.s.) da, sihirlerinden dolayı onların koştuğunu
zannetmişti. Sihirbazlar, insanların gözünde etkisi ve görünüşü büyük bir sihir
yapmışlardı. Rivayete göre onlar iplerini ve sihir aletlerini boyamışlar,
onlara hareket ediyor havası vermişlerdi. Civa koydukları da söylenmiştir.
[192]
Musa
(a.s.)'ın kıssasıyla ilgili ayetler aşağıdaki hususlara işaret ederler:
1- "Sonra onların ardından Musa'yı, ayetlerimizle Firavun'a ve ileri
gelenlerine gönderdik" ayeti, peygamber olan kimsenin, kendisini
başkalarından üstün kılan bir mucizesi olduğuna işaret eder. Çünkü bu mucize
ile bir özelliği olmazsa, sözünün kabul edilmesi evlâ olmazdı.
Yine
bu ayetten anlaşılıyor ki, Allahu Teâlâ ona birçok ayetler ve mucizeler verdi.
İbni Abbas (r.a.), ona verilen ilk mucize, asa, sonra beyaz el mucizesi-dir,
demiştir.
Yine
bu ayet, Firavun ve adamlarının kendilerine gelen ayetleri inkâr ettiklerine,
dolayısıyla büyük bir azabı hak ettiklerine işaret ediyor: Denizde boğulmak.
Çünkü zulüm, bir şeyi bulunduğu yerin dışına koymaktır. Nitekim onlar da
inkârı ikrar ve küfrü iman yerine koydular. Bu da, o ayetlere zulüm oldu.
2- "Ben hiç şüphesiz ki alemlerin Rabbi katından bir
peygamberim" sözü, Allah'ın varlığına işaret eder. Çünkü zaaf, değişiklik
gibi birtakım sıfatları olan ve kendisini terbiye edecek bir Rabba muhtaç olan
âlem, kendisini yoktan var eden, yaratan bir ilaha muhtaçtır.
3- "Allah hakkında haktan başkasını söylememem üzerime borçtur"
sözü, bir peygamberin ancak hakkı söyleyeceğine işaret ediyor.
4-
Musa (a.s.)'m, peygamberliğine
delil olmak üzere, İsrailoğulları halkının kendisiyle gönderilmesini istemesi,
ülkeye hakim olan bir kimsenin kabul etmesi kolay olmayan bir istekti. Çünkü
bunda ilâhî emri tebliğ etmekle kendine karşı bir düşmanlık oluşturma ihtimali
vardır.
5- "Gerçekten size Rabbinizden açık delil ile geldim" sözü,
onun apaçık üstün bir mucize olduğuna işaret eder. Nitekim Firavun Musa'dan o
mucizeyi göstermesini istemişti. "Eğer sen bir ayet ile gelmişsen ve doğru
söyleyenlerden isen onu göster." Asayı bir yılana çevirme ve beyaz el gibi
bir mucize.
6- Kâfir, azgın Firavun ve adamları, bu harika mucizeyi yalanlama yolunu
seçti. Musa'nın bir sihirbaz olduğunu iddia etti. İleri gelen devlet
adamlarıyla istişare etti. Onlar da Mısır'ın usta, ileri gelen sihirbazlarıyla
Musa arasında mübareze etmelerini önerdiler.
Memleketin
çeşitli köşelerinden sihirbazlar toplandı. Bunların 70 veya 73 kişi olduğu
söylenir. "Şehirlere de toplayıcılar gönder" sözü, o dönemde sihirbazların
çok olduğunu gösterir.
7- "Musa bunun üzerine asasını bıraktı. Hemen apaçık bir ejderha
oluverdi" ve "elini çıkardı, o da temaşa edenlere bembeyaz bir el
oluverdi" ayetleri, Allahu Teâlâ'nm her peygambere o zamanın insanlarına
galip gelebileceği cinsten mucize verdiğine işaret eder. Musa (a.s.) zamanında
sihir yaygın olduğu için onun mucizesi de, her ne kadar gerçekte sihire muhalif
de olsa, sihre benzer bir mucize oldu. İsa (a.s.) zamanında tıp ilerlemiş
olduğu için, onun mucizesi tıp cinsinden oldu. Muhammed (a.s.) zamanında
fesahat ileri olduğu için, onun mucizesi fesahat bakımından en yüksek düzeydeki
Kur'an oldu.
8- "Sihirbazlar Firavun'a gelip dediler ki: Eğer Musa'ya galip
gelirsek bize herhalde bir mükâfat var değil mi?" ayeti, herkesin Firavun'un
zelil ve aciz olduğunu bildiğine işaret eder. Yoksa o, Musa (a.s.)'ı defetmek
için, sihirbazlardan yardım isteme ihtiyacında olmazdı. Yine bu ayet,
sihirbazların eşyayı değiştirmeye gücü yetmediği gibi, ipleri ve asaları da
gerçek yılanlara, toprağı altına çevirmeye güçleri yetemezdi. Kendileri
dünyada kral yapamazlardı. Eğer buna güçleri yetseydi Firavun'un herhangi bir
mükâfat ve malına ihtiyaç duymazlardı.
Bu
ayetlerden maksat, insanı bu incelikler hususunda uyarmak ve bâtıl, yalan
ehlinin sözlerine aldanmamak noktasında uyandırmaktır.
9- "Yoksa atanlar biz mi olalım" sözü, onların Musa'dan önce
atmak istediklerini gösterir.
Musa
(a.s.) onların durumlarını küçümsediği, onlara az önem verdiği, ilahî desteğe
inandığı için isteklerine olumlu cevap verdi.
10- "Bıraktıklarında insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku
saldılar" ayeti, sihrin tamamen göz boyamadan ibaret, bâtıl bir şey
olduğuna işaret eder. Sihir gerçek olsaydı, insanların gözlerini değil,
kalblerini büyülerlerdi. İş hakikatta onların gördüklerinin tersine olmakla
beraber, insanlar birtakım acaip haller tasavvur etti. "Onları
korkuttular" sözü, halkın da o iplerin ve asaların hareketlerinden
korktuklarına delâlet eder.
Musa
(a.s.)'ın korkusuna gelince, bu, halkın korkusu gibi değildi. Belki de o,
onların sihrine karşı kendi delilinin gecikmesinden korkmuştu.
11- Sihir, ayetin de gösterdiği gibi, sırf hayal ve göz boyamacılığından
ibaret, hakikati olmayan bir şeydi. Bu hususta ya Firavun'un sihirbazlarının
iplere ve asalara koydukları civanın yayılması gibi maddenin bazı hassalarına
dayanılıyor, ya bazı şeyleri gizleme, bazılarını açığa çıkarma gibi el
çabukluğundan yararlanılıyor, ya da kuvvetli nefsin zayıf nefsin isteğine
tesir etmesine sığınılıyordu. Bu noktada şeytanların ruhlarından yardım
alınır. Çağımızdaki hipnotizma denilen şey de bu türden bir şeydir.
12- Sihirle mucize arasındaki fark: Mucize bir hakikattir, peygamberlik iddiasındaki
şahsın elinde görünür. Sihir ise bir hayaldir, fâsık şahsın elinde görünür.
Peygamber
(s.a.)'in sihre maruz kaldığını, sihrin onda tesirli olduğunu, hatta bu yüzden:
"Söylemediğim, yapmadığım şeyi söylüyor gibiyim" dediğini (onlara
göre yahudi bir kadın, bir hurma kabı içinde ona sihir yaptı, kuyusundan su
çekilen bir taşın altına koydu, nihayet Cebrail (a.s.) ona geldi ve durumdan
haberdar etti, o sihir çıkarıldı, peygamberden sihir gitti) söyleyenler hata
etmektedir. Peygamberliği ve peygamberlerin mucizelerini inkâr etmeye çalışan
dinsizlerin uydurmasıdır. Cenab-ı Hakk'ın: "Sihirbaz hangi yerden gelirse
başarıya ulaşamaz" sözüne ters düşer. Bunu, yahudi kadının bilmeyerek yapması,
Allah'ın da peygamberini bundan haberdar etmesi caizdir. Fakat Peygambere
zarar verdiğini, bu yüzden ne yaptığını, ne söylediğini bilmemesi caiz değildir.
[193]
117-
Biz de Musa'ya: "Asanı bırak" diye vahyettik. Bir de ne görsünler, bu
onların uydurup düzdüklerini yakalayıp yutuyor. öylece, hak yerini buldu, onların
yapmakta oldukları şeyler de bir hiç olup gitti.
119-
Artık orada mağlup olmuşlardı. Zelil ve makhûr geri döndüler.
120-
Sihirbazlar ise hep birden secdeye kapandılar.
121-122-
"Alemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik" dediler.
"İşte
böylece, hak yerini buldu": Burada istiare vardır. Vuku bulmak, sabit
olmak, ortaya çıkmak ve olmak manasında ariyet olarak kullanılmıştır.
[194]
"Uydurup
düzdüklerini" Hakkı bâtıl göstermekle tersine çevirdikleri, yahut yalan
söyledikleri şeyleri. Ayette geçen "ye'fikûn" kelimesi "ifk"
kökünden gelir. İfk, bir şeyi aslî durumundan ters yüz etmektir. Bu da ya yalan
sözle, ya da sihir gibi bizzat işle olur. Bu kökten gelen me'fûk, asıl yönünden
çevrilen şeydir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Ve sonra yine bak, onlar nasıl çevriliyorlar?"
(Mâide, 5/75) buyurmuştur. Yani, inançta haktan bâtıla çevriliyorlar. Bu manasından
dolayı esiş yönlerinden çevrilen rüzgârlara mü'tefike adı verilmiştir. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "(Lût kavmi olan) mü'tefike (kasabalarının
halkı) da hata ile geldi" (Hakka, 69/9).
[195]
Bu
bölüm, Musa (a.s.)'ın Firavunla olan kıssasının beşinci bölümüdür. O da
sihirbazlarla olan durumudur. Cenab-ı Hakk'm peygamberi Musa (a.s.)'ı, hak ile
bâtılın birbirinden ayrıldığı o durumda haberdar etmesi; sağ elindekini
-asasını- atmasını söylemesi ile ilgilidir.
Allahu
Teâlâ, Hz. Musa'ya büyük bir yılan haline gelen asasını atmasını emretti.
Birden o asanın yılan olduğu, onların attıkları şeyleri yuttuğu görüldü. İbni
Abbas şöyle demiştir: "Onların ipleri ve diğer sihirli aletlerinden bulduğu
her şeyi yutuyordu. Bunun üzerine sihirbazlar, bunun bir sihir olmayıp Allah
tarafından gönderilen bir şey olduğunu anladılar ve secde etmek üzere yere
kapanarak: "Alemlerin Rabbine iman ettik" dediler.
Sihirbazlar
iplerin içini cıva ile doldurmuşlardı. Isının etkisiyle -ya güneş ısısıyla veya
sırf onun için hazırladıkları bir ateşin ısısıyla- hareket etmişlerdi.
"İşte
böylece, hak yerini buldu." Yani hak gerçekleşti, güneş gibi apaçık ortaya
çıktı. Sihirbazların yaptıkları hile ve tuzaklar boşa çıktı. Hz. Musa'nın
yaptığı şeyin sihir üstü bir şey olduğunu anladılar.
O
büyük toplulukta sihirbazlar, Allah'ın emrine ve kudretine mağlup oldular.
Firavun ve beraberindekiler yenilgiye, hüsrana ve utanç verici duruma düştüler.
Rezil ve rüsvay oldular. Sihirbazlar ise iman ettiler.
Sihirbazlar
mucizeyi görünce, Rablerine secdeye kapandılar. Çünkü Hak, onlara galip geldi
ve onları secdeye şevketti. Alemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine, bütün
eşyanın, ins ve cin bütün mahlûkatın Rabbine iman ettik, dediler.
Bunlar,
hareketlerinde mantıkî ve vicdanlarıyla uyum içinde idiler. Kibirlenmediler.
Firavunla yaptıkları konuşmanın ruhuna sadık kaldılar: Firavun, Musa (a.s.) ile
mübarezeden önce, sihirbazların önde gelenlerini ve ustalarını çağırarak onlara
ne yaptıklarını sormuş, onlar da: Öyle bir sihir yaptık ki, yeryüzündeki
sihirbazların hiçbiri ona karşı koyamaz, ancak Alah'tan bir şey olursa karşı
konur, demişlerdi. İşte onun için onlar, Musa (a.s.)'m asasının Allah'tan
olduğuna iman ettiler.
[196]
Ayetler
sihirli ipleri ve asaları yok eden Allah'ın kudretini apaçık ortaya koymakta,
her şeye gücü yeten bir ilâhın varlığına, Musa (a.s.)'ın büyük mucizesine, hak
ile bâtıl arasındaki kesin farka işaret etmektedir.
Musa
(a.s.)'m gösterdiği bu mucize karşısında insanların tutumu farklı oldu:
Firavun ve kavmi gibi inatçılar, bu küçük düşürücü duruma düşmelerine rağmen,
yine eski durumları üzere kaldılar. Küfürlerine, inat ve yalanlamalarına,
hakka karşı kibirlenmelerine devam ettiler. Sihirbazlar ise, Musa (a.s.)'nın
işinin sihir türünden bir şey olmadığını, ilâhî bir mucize olduğunu anlayıp
Rablerine secde etmek üzere yere kapandılar.
Diğer
insanların da, onlar gibi davranıp Firavun ve adamlarını reddetmeleri ne kadar
uygun olurdu!
Çünkü
sihirbazlar, sihir konusunda ustaydılar. İşte bu maharetlerinden ve sihir
ilmindeki ileri derecelerinden dolayı küfürden imana döndüler.
Cenab-ı
Hakk'ın: "Sihirbazlar ise hep birden secde ile yere kapandılar" ayetine
dayanarak onları secde ettirenin ancak Allah olduğunu, kulun işini Allah'ın
yarattığını söylemişlerdir.
Allah'ın
yardımıyla böyle bir duruma ulaşınca, küfürden imana dönüşlerine bir alamet ve
Allahu Teâlâ'ya boyun eğdiklerine bir işaret olmak üzere şükür secdesine
vardılar.
"Ve
Harun'un Rabbi.." sözleriyle; maksadın, Hz. Musa'yı terbiye edenin Firavun
olmayıp Allah olduğu ve Firavun'un küfrünü ilân olduğu açık olarak ortaya
çıkmıştır. Çünkü onlar: "Alemlerin Rabbine iman ettik" dediklerinde:
"Beni mi kasdediyorsunuz?" demiş, "Musa'nın Rabbine"
deyince: "Beni kasdedi-yorsunuz: Çünkü Musa'yı terbiye eden benim"
demişti. Ancak: "Ve Harun'un Rabbine.." dediklerinde şüphe ortadan
kalktı. Bu cevapla herkes onların Fira-vun'u inkâr edip, Allah'a iman
ettiklerini anladı.
[197]
123-
Firavun: "Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Bu, şüphesiz
ahalisini oradan çıkarmanız için şehirde kurduğunuz gizli bir hilekârlıktır.
Yakında bileceksiniz" dedi.
124- "Mutlaka ellerinizi, ayaklarınızı
çaprazlama keseceğim. Sonra da muhakkak topunuzu astıracağım"
125- Sihirbazlar: "Biz, muhakkak Rab-bimize
dönücüleriz" dediler.
126-
"Sen bizden, başka bir sebeple değil, ancak Rabbimizin ayetlerine -onlar
bize geldiği zaman- iman ettik diye intikam alacaksın. Ey Rabbimiz! Üzerimize
sabır yağdır. Bizi müslüman olarak öldür.
"İman
mı ettiniz?": Buradaki soru, inkâr ve yadırgama ifade eder.
"Bir
hilekârlık..": Bu manayı ifade eden "mekr" kelimesi, bir insanı
hile yoluyla istediği şeyden başka bir şeye çevirmektir. Mana şöyle olur:
Şüphesiz bu, sizin Musa ile birlikte Mısır'da kurduğunuz bir tuzaktır.
Mısır'dan Kıptileri çıkarıp İsrailoğullannı yerleştirmek için, Musa ile
anlaştınız. Bunu, iman konusunda sihirbazlara uymamaları için, insanlara hakkı
bâtıl göstermek gayesiyle Firavun söylemiştir.
"Üzerimize
sabır yağdır": Firavun bizi korkuttuğu zaman (tekrar küfre dönmememiz
için) bize bol sabırlar ver.[198]
Bu,
Musa (a.s.)'rn Firavunla olan kıssasının altıncı bölümüdür. Bu bölümde Allahu
Teâlâ, Musa (a.s.)'a inandıkları zaman Firavun'un sihirbazlara yaptığı
tehdidi, onların da Allah'ın emrine teslim oldukları cevabını verdiklerini
bildiriyor.
"İman
mı ettiniz?" sorusuyla Firavun, onların tasdik ettiklerini anlatmakta ve
böylece onları azarlamaktadır. Yani: "Ben size izin vermeden, Musa'ya iman
edip ona tabi mi oldunuz?" demektedir.
Şüphesiz
yaptığınız bu şey ve bugün onun size üstün gelmesi, karşılıklı olarak
planladığınız bir işti. Tıpkı diğer bir ayette: "Muhakkak ki o, size büyüyü
öğreten büyüğünüzdür" (Tâ-Hâ, 20/71) demesi gibi. Siz bunu, sihrinizle Mısırlıları
bu şehirden çıkarmak ve İsrailoğulları ile oraya yerleşmek için düşündünüz. Bu
tuzağınız ve hileniz üzerine, size nasıl azab edeceğimi bileceksiniz.
Firavun'un
bu sözü halkın sihirbazlara uyup iman etmemeleri için uğradığı yenilgiyi
örtbas etmeye yönelik olarak yanlışı doğru gösterme arzusundan başka bir şey
değildir. Nitekim Cenab-ı Hak, bu konuda şöyle buyurur: "(Firavun)
kavmini böylece hafife aldı. Onlar da ona itaat ettiler" (Zuhruf, 43/54).
Firavun, bu sözlerinin boş ve yersiz olduğunu biliyordu. Mısır'ın çeşitli
yerlerinde bulunan sihirbazları toplamak için adamlar gönderen ve onlara büyük
mükâfatlar vaad eden oydu. Musa (a.s.) sihirbazlardan hiçbirini tanımıyordu ve
onların hiçbirini görmemiş, hiçbiriyle bir araya gelmemişti. Bu durumu Firavun
da biliyordu.
İşte
Firavun, mübarezeden önce Hz. Musa ile ileri gelen sihirbazlar arasında geçen
tartışmayı gizli anlaşma ve tuzak şeklinde yorumlayarak bundan yararlanmak
istedi. Rivayet olunduğuna göre Musa (a.s.) büyük sihirbaza: "Seni
yenersem bana inanır mısın?" demiş, o da: "Ben, öyle bir sihir
yaparım ki, onu hiçbir sihir yenemez. Eğer bana üstün gelirsen, elbette sana
inanırım" demiştir. Firavun da bunu duymuş, onun için bu şekilde
konuşmuştur.
Firavun:
'Yakında bileceksiniz" sözüyle kısaca tehdit ettikten sonra, bunu
genişleterek: "Mutlaka ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keseceğim,
sonra da muhakkak topunuzu astıracağım" dedi. "Hurma dallarına
asacağım" (Tâ-Hâ, 20/71). Bana tuzak kuranlara ve otoritemden dışarı
çıkanlara bir ibret olsun diye. İbni Abbas: "İlk idam ettiren ve
çaprazlama elleri ve ayakları kestiren Fi-ravun'dur" demiştir.
Firavun'un
tehdidine karşı sihirbazlar şu cevabı verdiler: Şüphesiz biz öldürülmeye ve
ölüme önem vermeyiz. Çünkü biz, Allah'a döneceğimize kesin olarak inanıyoruz.
Ceza ve mükâfat günü olan ahirette Allah, ellerimizin ve ayaklarımızın
kesilmesi ve asılmamıza karşı bizi mükâfatlandıracaktır. Biz Allah'ın
azabından kurtulmak istiyoruz. Çünkü O'nun azabı, senin azabından çok daha
şiddetlidir. Bugün biz senin azabına sabrederek Allah'ın azabından
kurtulacağız: "(Sihirbazlar) dediler ki: "Bize zarar yoktur. Şüphesiz
ki biz, Rab-bimize dönücüleriz. Biz gerçekten umarız ki (senin halkından) ilk
biz iman ettiğimiz için- Rabbimiz günahlarımızı mağfiret eder" (Şuarâ,
26/50-51).
Zemahşeri'nin
dediği gibi, mananın şöyle olması muhtemeldir: Biz ve sen ey Firavun! Hepimiz
Allah'a döneceğiz. O, aramızda hüküm verecek. Bunda, onun rububiyet iddiasını
yalanlama ve Allah katında olan şeyi, onun geçici dünya arzularına tercih etme
vardır.
Sen
bizi, sadece Allah'ın ayetlerine inandığımız için ki bu iman, amellerin en
hayırlısı ve bütün övünülecek şeylerin aslıdır- bizi ayıplıyorsun. Bunda kendisine
hiçbir dönüş olmayan bir kararın ilânı vardır. Sanki onlar şöyle diyorlardı:
Sakın, imanımızdan döneceğimizi ümit etme.
Ey
Rabbimiz! Bize öylesine geniş bir sabır lütfet ki, eşyaların suda gömüldüğü
gibi biz de o sabır denizinde gömülerek senin dinine sabır ve sebat ile sarılalım.
Anlaşıldığına
göre Firavun tehdidini bilfiil uygulamıştır. Nitekim Yüce Allah'ın kıssanın
başındaki şu sözü buna işaret eder: "Bak, fesatçıların sonu nice
oldu!." Yani Firavun ve topluluğunun rivayete göre Firavun sihirbazları
yakaladı ve onları, nehir kıyısında kestirdi. Sihirbazlar Musa'ya iman
ettiğinde, halktan da altı yüz bin kişi iman etti.
"Bizi
müslümanlar olarak öldür." İslâm üzere kararlı ve peygamberin Musa'ya
tabi olanlar kıl. Firavun'a şöyle dediler: "Bize gelen açık mucizelerin ve
bizi yaratanın üzerine seni tercih etmeyiz. Ne hüküm vereceksen ver. Sen ancak
bu dünya hayatında hükmedersin. Gerçekten biz Rabbimize iman ettik ki, bizim
günahlarımızı ve bizi işlemeye zorladığın sihir konusunda bizi affetsin. Allah
hayırlı ve daha kalıcıdır. (Kıyamette) bir kimse Rabbine mücrim haliyle
gelirse, muhakkak onun için cehennem vardır. O, ölmez de, dirilmez de. Kim de
O'na mümin olarak salih amelde bulunmuş olarak gelirse, onlar için en yüksek
dereceler vardır" (Tâ-Hâ, 20/72-75).
İbni
Kesir, İbni Abbas ve diğer müfessirlerden şunu nakleder: Günün başında
sihirbaz idiler, günün sonunda masum şehitler oldular.
[199]
Firavun
kendisini yenilgi utancından kurtarmaya çalıştı. En usta sihirbazların büyük
halk kitleleri önünde Musa (a.s.)'ın peygamberliğine inandıklarını öğrenince,
kavminin gözünde bunun Hz. Musa'nın peygamberliğinin doğruluğuna güçlü bir
delil olmasından korktu, hemen halkın kulağına iki çeşit şüphe soktu.[200]
Birinci şüphe:
"Bu,
şüphesiz ahalisini oradan çıkarmanız için şehirde kurduğunuz gizli bir
hilekârlıktır." Yani bunların Musa (a.s.)'a imanı, delilin kuvvetinden
dolayı değil, Musa ile ona inanma ve peygamberliğini ikrar hususundaki
anlaşmalarından dolayıdır.
İkinci Şüphe:
Anlaşmanın
amacı, Firavun'un kavmini şehirden çıkarmak ve onların Mısır'daki egemenliğine
son vermektir. Şüphesiz vatandan ve alışılmış nimetlerden ayrılmak en zor
şeydir. İşte Firavun mağlubiyetinin izlerini örtmek ve halkı çevresinde tutmak
için bu iki şüpheyi uyandırdı.
Sonra
Firavun hakkı bâtılla karıştırdıktan sonra, sihirbazları tehdit etti. Çok
şiddetli bir şekilde cezalandırdı. Elleri ve ayaklan çaprazlama kestirmenin,
insanlarda kökleşmiş eski bir şeriattan alınmış ceza olduğuna işaret eder.
Ancak bunu değişikliğe uğratmışlardır. Cenab-ı Hak, İslâm dininde bunu açıklamış,
isyan edenleri cezalandırmanın en büyük cezası kılmıştır,
[201]
Fakat
Firavun ve avanesi ile bütün kâfirler ahmaklık sebebiyle gerçek imanın kişiye
ne kadar şaşılacak şeyler yaptırdığını, ölümü bile göze aldırdığını , İslâm
üzere sebat ettirdiğini, eller ve ayakların kesildiği, asılmanın gerçekleştiği
bir anda büyük sabır verdiğini bilmiyorlardı.
Ehl-i
Sünnet'e göre hak dine iman ve musibetlere sabır, Allah'ın yaratma-sıyla olsa
da, insanın onlara sahip olmaya yönelmesi ve İslâm üzere kalması için Allah'tan
yardım istemesi, kulun iradesinin yöneldiği şeyden dolayı sevaba hak
kazandığına bir delildir. Çünkü iman, sadece Allah'ın bir lütfü olsaydı,
müminin sevaba nail kılınmasına ve kâfirin azaplandırılmasma bir neden olmazdı.
Sihirbazların
tutumu, cüretle ve açıkça imanlarını açıklamaları, insanın heva ve hevesinden
uzaklaşıp akla ve sağlam düşünceye kulak verdiği zaman, delilleri gördüğünde
derhal iman ettiğine işaret eder.
Sihirbazların
ve onlara tabi olanların imanlanndaki salabeti, ruha işlemiş imanın, köklü
dağlardan daha güçlü olduğunu gösterir.
Tecrübeler,
eski ve yeni tarih, Allah'a ve ahiret gününe iman edenlerin, insanların en
mazbut; mihnet, meşakkat ve savaş zamanlarında inananların en sabırlı ve cesur
olduklarını ortaya koyar. Eski İslâm Tarihi'ndeki fetihlerde, yeni dönemde de
yahudilerle yapılan çalışmalarda, Cezayir'de, Hind'de, Afganistan'da, bunun
birçok örnekleri görülmüştür.
[202]
127-
Firavun kavminden olan ileri gelenler şöyle dedi: "Musa ve kavmini yeryüzünde
fesatçılık etsinler, seni ve ilâhlarını terketsinler diye mi bırakacaksın?".
O da: Oğullarını öldürün, yalnız kadınlarını diri bırakın. Şüphesiz biz onların
üzerinde kahdericileriz" dedi.
128-
Musa kavmine: "Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü
Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Sonuç ise sakınanlarındır"
dedi.
129-
"Sen bize gelmezden önce de, geldikten sonra da eziyete duçar
edildik" dediler. (Musa) şöyle dedi: Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak
edecek ve sizi yeryüzünde halifeler yapacak da, sizin neler işleyeceğinize
bakacaktır."
Bu
bölüm, Musa (a.s.)'ın Firavunla olan kıssasının yedinci bölümüdür. Burada
Cenab-ı Hak, sihirbazların Musa (a.s.)'a iman edip büyük bir halk topluluğu
önünde onun safına katılmalarından sonra Firavun ve kavminin ileri gelenlerinin
Musa (a.s.)'a ve ona tabi olanlara karşı içlerinde gizledikleri eza ve
düşmanlığı haber veriyor.
Mana
şöyle olur: Firavun kavminin ileri gelenleri, Firavun'a şöyle dediler: Musa ve
kavmini, senin halkını ifsad etsinler, dinlerine yahut kendi idarelerine
soksunlar, senin dışında bir Rabbe ibadete çağırsınlar, seni ilâhlarınla birlikte
bıraksınlar, sana ve o putlara tapmasınlar diye mi serbest bırakacaksın?!
Eski
Mısır'da, Mısırlıların birçok ilahlara taptıkları bilinmektedir. Onların biri
de güneş ilâhıydı ve ona "Ra" derlerdi. Onlara göre Firavun da o
güneşin oğluydu.
Hasan
el-Basrî şöye demiştir: Firavun putlara tapıyordu. Böylece o hem tapan, hem de
tapılandı. Teymî ise şöyle demiştir: Firavun, boynuna taktığı bir şeye
tapıyordu. Firavun, kavminin ileri gelenlerine şu cevabı verdi: Daha önce de
yaptığımız gibi, İsrailoğullarının doğan erkek çocuklarını öldürtür, kadınlarını
hayatta bırakırız. Böylece çoğalamazlar ve yok olur giderler. Biz onlardan
üstünüz. Bize eziyet edemezler, topraklarımızda fesatlık çıkaramazlar, hükmümüzden
dışarı çıkamazlar.
Başka
bir zaman da Firavun Musa (a.s.)'ı öldürmek istedi. Nitekim şu ayet-i celilede,
bu ifade olunur: "Firavun dedi ki: "Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim.
O da Rabbini çağırsın. Çünkü onun dininizi değiştirmesinden veya yeryüzüne
fesat çıkartmasından korkuyorum" (Mümin, 40/26).
Firavun:
"Onların doğan erkek çocuklarını öldürtürüz" dediği zaman, bunu
duyan yahudiler korktular ve rahatsız oldular. Bunun üzerine Musa (a.s.) onları
sakinleştirerek nasihat edip şöyle dedi: Sadece Allah'tan yardım isteyin.
O'ndan yardım ve destek dileyin. Sabredin, üzülmeyin. Sadece Allah, musibetlere
karşı yardım eder. Sabır, müminin silahı ve ferahın anahtarıdır. Bilin ki
yeryüzü Allah'ındır, O'na kullarından istediklerini vâris kılar. Bu, onlara zafer
vaadidir. Yeryüzünün onların olacağını haber vermedir.
'Yeryüzü"
kelimesiyle, bildiğimiz dünya kasdolunduğu gibi, özel olarak Mısır da
kasdolunur. Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: "Ve diyecekler ki:
"Bize olan va'dini yerine getiren, cennetten dilediğimiz yere konmak üzere
arzı bize miras veren Allah'a hamd olsun" (Zümer, 39/74). Sonra Musa
(a.s.) onlara güzel ve hayırlı sonucu müjdelemiş ve şöyle demiştir: Bilin ki,
iyi ve güzel akıbet, Allah'tan korkanlarındır. Zafer -Firavun ve kavminin
sandığı gibi değil- ancak müminlerindir.
Sonra
İsrailoğullarıyla Musa (a.s.) arasında bir konuşma geçti. Sanki Musa (a.s.)'m
nasihati onlara tesir etmemişti. Firavun ve kavminden aşırı korktuklarından
dolayı, biz, sen gelmeden, doğmadan önce de, peygamber gönderildikten sonra
da, eziyete maruz kaldık. Sen gelmeden önce ve geldikten sonra da, aynı zillet
ve horluğu bize uyguladılar. Erkek çocuklarımızı öldürdüler. Bize işkence ve
kötülük ettiler. Bugün tarih tekerrür ediyor, kötülük devam ediyor.
Musa
(a.s.), Allah'ın onlara yardm edeceğini, buna ileride kavuşacaklarını, bu
hususta Allah'a güvendiğini, Firavun'un helak olacağını, ondan sonra Mısır
topraklarına halef olacaklarını söyleyerek cevap verdi: Allah'ın fazlından umuyorum
ki O, arzusunu gerçekleştirecek, sizin düşmanınız Firavun ve kavmini helak
edecek, onlardan sonra sizi yeryüzüne halife kılacak, sizin iyi ve kötü
amelinize, nimete şükredip etmediğinize bakacak, durumunuza göre sizi mükâfatlandıracak,
amelleriniz hayır ise karşılığı hayır, şer ise karşılığı şer olacak.
Bu,
onları ceza gidip nimet geldiği zaman, buna şükretmeye, bir teşviktir.
Musa
(a.s.), "kesinlikle" demedi de, "umuyorum" dedi. Bununla,
işleri Allah'ın istemesine havale etti. Onlara çalışmayı terketmemelerini
hatırlatmak istedi. Sibeveyh der ki: Arapça'da "Asâ" kelimesi, bir
umut ve korku ifade eder.. Zeccâc ise, Allah'a nisbet olunan bir umudun vuku
bulması vaciptir, der.
[203]
Tarihin
her döneminde bugün ve gelecekte, kuvvetlilerin zayıflara karşı tavrı aynıdır.
Kuvvet ve otorite sahibi, gücüne güvenir, insanlar arasında korku ve dehşet
yayar. Korkutur, tehdit eder.
Güç
ve kudretten yararlananların hal, söz ve işleri o güç ve kudretin görüntüsüdür.
İşte onun için, kavminin ileri gelenleri, Firavun'u Musa'ya ve
İsra-iloğullarına karşı kışkırttı.
Azgın
Firavun, bu kışkırtmaya hemen katıldı. İsrailoğullarmı cezalandırma yoluna
gitti. Onlardan korktukları için, doğduktan sonra erkek çocuklarını öldürttü,
şiddetli bir baskı altına aldı.
Firavun,
Musa (a.s.)'ı her gördüğünde, ondan çok korkuyordu. Onun için ona dokunmadı.
Kavmi bunu bilmiyordu. Bu yüzden onu, Musa (a.s.)'ı yakalayıp, hapsetmeye
teşvik ettiler. Fakat o, zahiren ona önem vermiyor ve korkmuyor görünmek için
onu hapsetmedi.
Musa
(a.s.)'m idaresi altındaki o zayıf ve hakir görülen müminlerin ise, Allah'tan
başka ümitleri, dayanakları olamazdı. Onun için Musa (a.s.) kavminden,
Allah'tan yardım ve destek istemelerini, çok sabretmelerini istedi. Şayet
imanlarında samimi olurlar, başlarına gelen belalara sabrederlerse, Allah'ın
onları üstün getireceğini, zafere ulaştıracağını, takvaları sebebiyle onları
üstün getireceğini, güzel akıbete mazhar buyuracağını hatırlattı.
Musa
(a.s.), onlara iki şey emretti ve iki şey müjdeledi:
Musa
(a.s.)'m onlara emrettiği iki şey: Allahu Teâlâ'dan yardım istemeleri ve
Allah'ın belasına sabretmeleriydi. Önce onlara, Allah'tan yardım istemelerini
emretti. Çünkü bir kimse dünyada Allahu Teâlâ'dan başka hiçbir idareci olmadığını
bilirse, O'nun marifet nuruyla gönlü açılır. O zaman ona, her türlü bela kolay
gelir. Çünkü o, bela geldiğinde bunun Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğuna
inanır..
Musa
(a.s.)'ın müjdelediği iki şeye gelince: Birincisi, dünyaya vâris olmaktır. Bu,
Musa (a.s.)'ın kavmini, Allah'ın Firavun'u helak edip onun yerine yeryüzüne
varis kılacağı konusunda umutlandırmaktır. "İrs"in manası, bir şeyi
selefin yerine halef kılmaktır.
Musa
(a.s.)'m müjdelediği ikinci şey: "Sonuç ise sakınanlarındır" sözüdür.
Yani güzel akıbet ve en güzel sonuç, Allah'tan sakınan ve korkan her kişi içindir.
Bu güzel sonuç, dünyada düşmanlara karşı fetih ve zafer, ahirette ise cennet
nimetine nail olmaktır.
[204]
Fakat
insan, genel olarak kuvvetlinin tehdidinden korkar. Bu yüzden İsra-iloğulları
da korktu. Çünkü onlar, Musa (a.s.) gelmeden önce, Firavun'un eli altında
zayıf, hakir görülen kimselerdi. Onlardan cizye alıyor, zor işlerde çalıştırıyordu.
Onlara rahat ve huzur vermiyordu. Erkek çocuklarını öldürüyor, kadınlarını
bırakıyordu. Musa (a.s.) peygamber olarak gönderildiği zaman, o zor durumdan
kurtulacakları ümidini duymaya başladılar. Fakat Firavun'un tehdidini
tekrarladığını duyduklarında, çok korktular ve üzüldüler: "Bize daha önce
de eziyet edilmişti" dediler.
Musa
(a.s.) da, Firavun'un helak edileceği müjdesini verdi. Yeryüzüne halife
olacaklarını vaadederek kalplerini kuvvetlendirdi. Sabra sarılmalarını, huzursuzluktan
kurtulmalarını istedi. Sonra: "Sizin neler işleyeceğinize bakacaktır"
dedi. Allah'a itaata, nimetine şükretmeye teşvik etti. Nitekim bu vaad Firavun
ve avanesinin suda boğulmalarıyla ve aşağıdaki ayetlerle zikrolunan çeşitli
azaplarla gerçekleşti.
[205]
130-
Muhakkak biz Firavun hanedanını, düşünüp ibret alsınlar diye yıllarca kuraklıkla
ve mahsul kıtlığı ile tutup sıktık.
131-
Fakat onlara iyilik gelince: "Bu bizim hakkımızdır" dediler. Eğer
kendilerine bir fenalık gelirse, Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğu
olarak kabul ederlerdi. İyi bilin ki onların uğursuzluğu ancak Allah
tarafından-dır. Fakat onların çoğu bilmezler.
132-
"Bizi büyülemek için hangi mucizeyi getirirsen getir, asla sana iman etmeyiz"
dediler.
133-
Biz de onlara ayrı ayrı ayetler olmak üzere, başlarına tufan, çekirge kımıl,
kurbağalar ve kan gönderdik. Fakat yine kibirlerine yediremediler. Onlar öyle
günahkâr bir topluluk idiler.
"İyilik"
ve "fenalık" kelimeleri arasında tıbak vardır.
"Onların
uğursuzluğu" ile Musa ve
beraberindekilerin uğursuzluğu olarak kabul ederlerdi" arasında iştikak cinası
vardır.
[206]
"Muhakkak
ki biz., tutup sıktık." Burada geçen "alız" kelimesi, daha çok
azapta tutup yakalama manasınadır. Nitekim şu ayette de bu manadadır:
"Rabbin zulmeder haldeki memleketleri yakaladığı zaman, işte böyle yakalar.
Şüphesiz O'nun yakalayışı, pek acıklı, pek şiddetlidir" (Hûd, 11/102).
"Firavun
ailesi:" Firavun'un kavmi ve has adamları, kavminden ileri gelen şahıslar.
"Âl" kelimesi, ancak yakınlıkta özellik kazanan kimseler hakkında
kullanılır: "Allah İbrahim ve İmran'ın ailesini, âlemlerin üzerine mümtaz
kıldı" (Âl-i İmran, 3/33). Ya da bu kelime, fikrine uyulan kimseler
hakkında kullanılır: Kıyametin kopacağı gün de melekler: "Firavun
ailesini azabın en şiddetlisine sokun" diyecekler" (Mümin, 40/46).
"düşünüp
ibret alsınlar diye:" Öğüt alırlar da iman ederler diye.
"Bu
bizim hakkımızdır, dediler": Biz onları hak kazandık dediler ve onlara
şükretmediler.
"uğursuzluk
kabul ederler." Ayette geçen "tetayyur" kelimesi, uğursuzluk
manasınadır. Araplar, kuş uçurulduğu zaman, sağ tarafa doğru uçar giderse,
bundan hayır umarlar ve "sâih" derlerdi. Kuş sola doğru uçar giderse,
bundan da kötülük beklerler ve "bârih" derlerdi.
"Onların
uğursuzluğu ancak Allah tarafındandır." Ahirette gelmesinden
korkutuldukları ceza, Allah katından gelecektir.
"Biz
de... başlarına tufan" Evlerine girip evlerde oturanların boğazlarına
kadar ulaşan su. Yedi gün devam etmiştir, "çekirge" Hem ekinlerini,
hem de meyvelerini yedi."kımıl" Buğday kurdu. Bunun, ekinleri yiyen
kurt, ya da kene olduğu söylenmiştir, "kurbağalar" Evlerine ve
yemeklerine dolmuştur."kan" Burun kanı. Mısırlıların sularını
kirleten bir kan olduğu da söylenmiştir, "gönderdik".[207]
Bu
ayetler, Musa (a.s.)'m Firavun'la olan kıssasının sekizinci bölümünü teşkil
eder. Bu bölümde cezadan, yahut Allahu Teâlâ'nm, Firavun ve kavmine indirdiği
ayetlerden söz edilir. Musa (a.s.): "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak
edecek" sözüyle, Firavun ve kavmine azap indirileceğini müjdelemiştir. Bu
bölümde, küfür ve yalanlama tehlikesinden uzaklaştırmak için, kökünü kazıma
şeklindeki azap inmeden önce gelen çeşitli azaplar zikrolunmuştur. Köklü azap,
İsrailoğulları kurtulduğu halde, Firavun'un denizde boğulması-dır.
Allahu
Teâlâ, İsra sûresinde ceza ayetlerinin dokuz tane olduğunu zikretmiştir:
"Andolsun ki biz Musa'ya apaçık dokuz ayet verdik." (İsrâ, 17/101).
Burada
yedi ayet açıklanmıştır. Buna, Yunus sûresinde açıklanan da eklenir:
"Musa: "Ey Rabbimiz, dedi, gerçekten sen Firavun ve (kavminin) ileri
gelenlerine dünya hayatında zinet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! Senin yolundan
saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz! Sen onların mallarını yok et, kalplerini
şiddetle mühürle ki, onlar o elemli azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyeceklerdir."
(Yunus, 10/88). Musa (a.s.)'m dokuz mucizesinden biri de Firavun ve kavminden
ona tabi olanların sahip olduğu malların taş haline gelmesidir.
Beyzavî,
dokuz ayeti şöyle tefsir eder: Bunlar, Musa (a.s.)'m İsrailoğulları-na
getirdiği dokuz ayettir. Firavun ve adamları, Musa (a.s.)'m getirdiklerini
kabul etmedikleri için cezalandırılmışlardır. O dokuz ayet şunlardır: Asa, beyaz
el, çekirge, bit, kurbağalar, kan, taştan su fışkırması, denizin yarılması, Tur
dağının İsrailoğulları'nm üzerine kaldırılması. Son üçü yerine, tufan, senelerce
kıtlık ve mahsul noksanlığını zikredenler de olmuştur.
Deniz
yarılması, ayetler tamamen ortaya çıktıktan sonra meydana geldi. Taştan su
fışkırması, Firavun'un helak edilişinden sonra oldu. Firavun ve kavminin ayeti
olması doğru değildir. Asa ve beyaz el, Musa (a.s.)'m mucizeleri olup azap
ayetleri değildir. Bence, ayetlerin toplamı şöyle olur: Kıtlık yılları,
malların noksanlaştırılması, insanların noksanlaştırılması, meyvelerin
nok-sanlaştırılması, tufan, çekirge, bit, kurbağalar, kan.
[208]
Bunlardan yedisi burada, A'raf sûresinde, bir tanesi Yunus sûresinde
zikrolunur. İnsanların noksanlaştırılması genel olarak kuraklıktan, meyvelerin
noksanlaştırılmasmdan ve tufandan meydana gelir. Mücahid ve Ata, tufanın ölüm
olduğunu söylemişlerdir.
Buradaki
ayetlerin manası şudur: Biz, Firavun hanedanını senelerce, çölde ekin azlığı
sebebiyle kıtlıkla denedik. Az yağmur sebebiyle meyvelerini nok-sanlaştırdık.
Reca b. Hayat şöyle der: "Bir hurma ağacı, sadece bir meyve veriyordu."
Sonra Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: "Düşünüp ibret alsınlar diye." Yani
ibret alıp, küfürlerinden ve Allah'ın ayetlerini yalanlamaktan,
İsrailoğullarına zulümden vazgeçsinler, Rab olarak Allah'a iman etsinler, Musa
(a.s.)'ın davetine uysunlar diye. Çünkü, birtakım uyarılar olarak bu tür
zorlukları göndermek, Allahu Teâlâ'nm kanunudur. Tecrübeler gösteriyor ki,
musibetler nefisleri yumuşatmıyor. Musibetler, afetler, meyvelerin
noksanlaştırılması, insanların Allah'a dönmelerine bir sebep oluyor. Rablerine
dönüp hidayeti bulurlarsa, bu, hayır ve bolluk olur; eğer Rablerinden yüz
çevirirlerse, kıtlık, kuraklık ve helak olur. İşte Firavun hanedanı,
kendilerini uyardığı halde Musa (a.s.)'ın davetine uymaktan yüz çevirdiler ve
dolayısıyla helak oldular.
Sonra
Allahu Teâlâ, musibetlerin Firavun hanedanının azgınlık ve taşkınlığını
arttırdığını açıklıyor: "Onlara iyilik gelince..." Yani onlara
bolluk, rızık geldiği, meyveleri ve hayvanları arttığı zaman, "bunlar,
bizim çalışmamız, bilgimiz ve üstünlüğümüzün eseridir" derler. Onlara bir
kıtlık ve kuraklık isabet ettiği zaman ise, bunu Musa (a.s.) ve
beraberindekilerin uğursuzluğu sayarlar. Bunlar bizim başımıza onların yüzünden
geliyor deyip Allah'ın nimetine şükretmiyor, amellerinin bozuk ve nefislerinin
kötü olduğunu unutuyorlardı. Nitekim, Allahu Teâlâ, Peygamber (s.a.) hakkında
şöyle buyurur: "Eğer onlara bir iyilik dokunursa: "Bu
Allah'tandır" derler. Bir musibet dokunursa: "Bu sendendir"
derler. De ki: "Hepsi Allah tarafındandır" (Nisa, 4/78).
Sonra,
Allahu Teâlâ şu sözüyle onlara cevap veriyor: "İyi bilin ki, onların
uğursuzluğu ancak Allah tarafındandır." Onlara isabet eden iyilik ve
kötülüğün hepsi Allah'ın kaza ve kaderiyledir. Allah iyiliği, şükredenle
nankörlük edeni, kötülüğü de, sabredenle hoşnut olmayanı ayırdetmek için bir
imtihan kılmıştır. Azgınlar ve bozguncuların taşkınlıklarından ve
bozgunculuklarından dönmeleri, taşkınlık ve sapıklıklarına son vermeleri için,
yine Allahu Teâlâ çoğunlukla kulların işlerini, onlara indirdiği hayır ve
şerre bir sebep kılmıştır. Zemahşerî: "Onların uğursuzluğu ancak Allah
tarafındandır" ayetinin açıklamasında şöyle der: Onların hayır ve şer
sebebi, Allah katandandır. O'nun hükmü ve dilemesidir. Onlara isabet eden
iyilik ve kötülüğü dileyen Allah'tır. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın: "De ki:
Hepsi Allah taraflıdandır" sözü, bunu ifade eder. Bunun manası şudur:
Haberiniz olsun, onların uğursuzluğu sadece Allah ka-tındandır. Onların
yapacakları şeyler Allah katında yazılıdır. Ölümlerinden sonra, Allah'ın
kendilerine söylediği şeyle cezalandırılırlar: "Ateştir. Onlar, sabah
akşcm ona arz olunurlar" (Mümin, 40/46).
Fakat
insanların pek çoğu, Allah'ın kâinattaki uygulamasının hikmetini, sebeplerin bu
sebepleri meydana getirene irtibat keyfiyetini, işlerin kadere göre cereyan
ettiğini, her şeyin O'nun katında takdir edildiğini, uğursuzluğun Musa ve kavmi
sebebiyle olmadığını, kötü amel sebebiyle ve zikrolunan sebebiyet kanunundaki
ilahî düzen gereği olduğunu bilmez.
Bunun
da ötesinde iyilikler ve kötülükler onlara, Rablerine karşı görevlerini
hatırlatmadı. Onlar başkaldırdılar, hakka karşı inat ettiler. Hz. Musa'ya karşı
söyledikleri şu sözlerle, bâtılda ısrar ettiler: Bize hangi mucizeyi
getirir-sen getir, hangi hüccet ve delili gösterirsen göster, bizi ikna etmek
ve dinimizden döndürmek için neyi ortaya koyarsan koy, onu reddederiz. Sana ve
getirdiğin şeylere inanmayız, peygamberliğini ve sözlerini asla tasdik
etmeyiz.
Onun
için Allah onları, küfürlerinden, yalanlamalarından ve suçlarından dolayı
cezalandırdı. Onlara tufanı gönderdi. Tufan, ekinleri ve meyveleri yok edecek
derecede aşırı yağmur yağmasıydı. Nitekim İbni Abbas şöyle demiştir: Tufan:
Onları saran ve rahatsız eden yağmur, ya da seldi.
Cenab-ı
Hak, Firavun kavmine çekirge gönderdi, bütün ekinlerini ve meyvelerini, sonra
da her şeyi, hatta kapıları, evlerin tavanlarını, elbiseleri yediler. Fakat
İsrailoğullarının evlerine bir tane bile çekirge girmedi. Firavun'un kavmi,
Musa (a.s.)'dan yardım istedi. Yedi gün sonra bu durumdan kurtuldular. Musa
(a.s.), boş bir alana çıktı, asasıyla doğuya batıya doğru işaret etti.
Çekirgeler geldikleri yerlere geri döndüler. Onlar yine, biz dinimizi
terketmeyiz, dediler.
Bir
ay sonra, onlara güve, ya da kene musallat oldu. Çekirgelerin geriye
bıraktıklarını yediler, yeryüzünü yaladılar. Yahut bir ay sonra, onlara küçük
sinekler, ya da pireler veya sivrisinekler musallat oldu, çekirgelerden sonra,
onlara kımıl felâketi geldi. Kurtlar ekinleri yediler, yeşil olan her şeyi yok
ettiler. Yine Musa (a.s.)'dan yardım istediler, bu hal kaldırıldı. Onlar yine
eski hallerine döndüler.
Bu
sefer Allah, kurbağalar gönderdi. Kurbağalar evlerine girdi. Kaplarına,
yiyeceklerine doldular. Öyle ki, bir kimse konuşmak istediği zaman, kurbağa
ağzına sıçrıyordu. Yatakları kurbağalarla doldu, uyuyamaz oldular. Kurbağalar
kendilerini kaynar vaziyetteki çanak çömleklere atıyorlardı. Firavun kavmi yine
Musa (a.s.)'dan yardım istediler. "Bize bu kere de acı, merhamet et, içten
tevbe edip bir daha eski halimize dönmeyeceğiz" dediler. Onlardan söz aldı
ve onlar için Allah'a dua etti. Bunun üzerine Allah, onlardan bu durumu
kaldırdı. Ancak yine verdikleri sözü bozdular.
Sonra
Allahu Teâlâ, onlara kan gönderdi. Suları kana döndü. Nehirlerden ve kuyulardan
su aldıkları zaman, onu taze kan şeklinde buldular. Durumdan Firavun'a
şikayetçi oldular. Şöyle dedi: "O size sihir yapmıştır." Firavun
Kıpti ile Yahudiyi aynı yerden su almak için bir araya getirdi. Yahudinin
aldığı şey su, Kıpti'nin aldığı şey kan oluyordu.
Bunların
hepsi de apaçık ayetlerdi. Allah'tan olduklarına, bunlara O'ndan başka kimsenin
gücü yetmediğine, küfürlerinin cezası olduklarına, Musa a.s.)'nm doğruluğuna
işaret ettiklerine -ki bunların meydana geleceğini söyleyerek onları
korkutmuştu- hiçbir kimsenin şüphesi olamaz.
Firavun
ve kavmi, inat ve kibirleri üzere kaldılar. Allah'a ibadet etmekten geri
durdular. Öğüt almadılar, kendilerine ve başkalarına karşı suç işleyen, suç ve
günahta ısrar eden kimseler oldular.
[209]
Bir
bütün halinde ayetler, sebeplilik kanununa işaret ediyor. Sebeplilik kanunu,
sebepleri müsebbiplere, neticeleri Allah'ın dilemesine, insanlarm karşılaştıkları
ziraî afetlerin ve musibetlerin amelleri sebebiyle olduğuna bağlamaktır.
Ayetler,
Allahu Teâlâ'nın, onlara bu zararlı şeyleri, inat ve isyanı terket-meleri,
Allah'a kulluk ve itaata dönmeleri için indirdi. Çünkü musibetler kalbi
yumuşatır, Allah'a döndürür. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Denizde
sizi bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka taptığınız herkes kaybolur"
(İsra, 17/67); "Ona bir kötülük dokunduğu zaman ise artık o geniş bir dua
sahibidir." Fussilet, 41/51).
Allahu
Teâlâ'nın: "Düşünüp ibret alsınlar diye" sözü, kullarının ibret almalarını
istediğine, küfür üzere kalmalarına razı olmadığına işaret eder.
Firavun'a
ve kavmine gelen ceza ayetlerinden ilki, kıtlıktır. İki ceza arasının sekiz
gün olduğu rivayet olunur. Bir ay ya da kırk gün olduğu da söylenmiştir.
İkinci
ceza ayeti, meyvelerin kimseye yetmeyecek şekilde azaltılmasıdır.
Bu
iki ceza şekli, diğer ceza çeşitlerinden daha hafifti. Belki vazgeçerler diye,
hafiften başlanmıştır. Fakat insanlar kendilerine o cezalar, meşakkatler
gelince, ibret alıp korkmadılar. Küfür ve masiyetlerini daha da artırdılar.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Fakat onlara iyilik gelince: "Bu
bizim hakkımızdır" dediler. Eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve
beraberindekilerin uğursuzluğu olarak kabul ederlerdi."
Firavun
ve kavmi, kavuştukları bolluk, meyveler, rızık genişliği, afiyet, selamet ve
hayvanlar gibi iyilikleri kendilerinden biliyorlar, bu ikram ve nimetlere
kavuşmayı hak ettiklerini iddia ediyorlar, zekâ, amel ve bilgilerindeki üstünlük
sebebiyle bunları kazandıklarını söylüyorlardı. Kuraklık, kıtlık, hastalık,
zarar ve belaya uğradıklarında da, bunu Musa ve kavminden biliyor, onların
uğursuzluğu sayıyorlardı.
Oysa
gerçekte onların başına gelen kıtlık ve musibetler, Hz. Musa ve kavmi yüzünden
değil, günahları sebebiyle Allah'tan geliyordu. Fakat onlar bunu anlamayan
kimselerdi.
Kuş
sesinde uğursuzluk görmeyi -hangi halde olursa olsun- İslâm nehyet-miştir.
Cahiliyye döneminde bir kimse, çoğu kere, bir ihtiyacı olduğu zaman, bir kuş
yuvasına gelir, onları uçururdu: Kuşlar sağ tarafa doğru uçarsa, o kişi işine
devam ederdi. Bu hayvanlara "sâih" derlerdi. Eğer kuşlar sol tarafa
doğru uçarsa, o işi bırakırdı. Bu hayvanlara da "bârih" derlerdi.
Nebi (s.a.) Ebu Davud ve Hakim'in Ümmü Kürz'den rivayet ettiği şu hadisinde
bunu nehyet-miştir: "Kuşları yerlerinde tutunuz." Yani yumurtaları,
ya da bulundukları yerin üzerinde tutun. Oralardan uçurtmayın. İkrime şöyle
der: "İbni Abbas'm yanındaydım. Öterek bir kuş geçti. Orada bulunanlardan
biri, bu hayra işaret, hayra işaret, dedi. Bunun üzerine İbni Abbas: Bunda ne
hayır ne de şer, hiçbir şey yok, dedi. Resulullah (s.a.) de, Ahmed ve Müslim'in
Cabir'den rivayet ettikleri hadislerinde: "Kuşlarda ve baykuşlarda, hayır
ve şer yoktur" buyurmuşlardır.
Alimler
şöyle demişlerdir: Kuşların sesleri bir şeye işaret etmez. Onlar olanı veya
olacağı bilmez, gelecekten haber veremezler. İnsanlar içinde, kuşların
konuşmasını bilen de yoktur. Ancak, Allahu Teâlâ'nm bu hususta mümtaz kıldığı
Süleyman (a.s.) bundan müstesnadır. Bu yüzden kuşların hareketlerinden hüküm
çıkarmak bâtıl şeylerdendir.
[210]
Ebu
Davud'un Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde Peygamber
(s.a.): "Kuşların hareketlerinden hüküm çıkarmak şirktir" demiş ve
bunu üç defa tekrar etmiştir."
Firavun
kavmi, inatlarında daha aşırı gittiler ve Musa (a.s.)'a: Bizi içinde
bulunduğumuz dinden döndürmek için hangi mucizeyi getirirsen getir, yine de
sana inanmayacağız, dediler. "Fakat onlara iyilik gelince: "Bu bizim
hakkımızdır" dediler" ayetinde ifade olunduğu gibi, evrende meydana
gelen hadiseleri, Allah'ın kaza ve kaderine değil, kendilerine isnat ettiler.
"Bizi büyülemek için hangi mucizeyi getirirsen getir, asla sana iman
etmeyiz dediler" ayetinde de ifade olunduğu gibi, bir başka cahilliğe ve
sapıklığa düştüler.. Mucizelerle sihri birbirinden ayırmadılar. Musa (a.s.)'m
doğruluğuna işaret eden -asanın yılan olması gibi- bütün mucizeleri sihir
kabilinden şeyler kabul ederek Hz. Musa'ya: Biz onlardan hiçbirini asla kabul
etmeyiz, dediler.
İbni
Abbas şöyle demiştir: İnsanlar, Hz. Musa'ya: "Sen bize Rabbinden hangi
mucizeyi getirirsen getir, o bize göre, sihir kabilinden bir şeydir, ona asla
inanmayız" dedikleri zaman, Musa (a.s.) -hiddetli bir kimse olduğu için
onlara beddua etti. Allah da onun bedduasını kabul buyurdu. Onlara gece gündüz
devam eden ve bir cumartesinden diğer cumartesiye kadar süren tufanı gönderdi.
Sonra Allahu Teâlâ, diğer mucizeleri zikretti: Çekirge, kımıl, kurbağalar ve
kan. Tufan, içinde yüzülecek derecede aşırı yağmurdu.. Çekirgeler, bitkileri yedi.
Kımıl, topraklarında yeşil adına hiçbir şey bırakmadı. Kurbağalar, zifiri karanlık
gece gibi denizden çıktılar, elbiselere ve yiyeceklere girdiler. İnsanlar,
başında bir kulaç boyunda bir kurbağa ile yere düşüyordu. Nehirleri kan akıyordu,
tatlı su bulamadılar. İsrailoğulları ise, tatlı ve temiz su bulabiliyorlardı..
Musa'ya
ve Firavun'a şikâyette bulundular. Firavun Musa'ya: "Eğer bu azabı bizden
kaldırırsan, sana mutlaka iman edeceğiz ve İsrailoğullarını da seninle
birlikte göndereceğiz" dedi.
Bu
apaçık mucizeleri, Allah'tan başkasının yapamayacağını akıl taşıyan herkes
kabul eder. Bununla beraber onlar, Allah'a ibadetten ve ona imandan geri
durdular, günah ve suçta ısrar ettiler.
Bir
yere girip oraya zarar verdiği zaman, çekirgenin öldürülüp öldürülmeyeceği
konusunda alimler ihtilaf etmiştir. Bazıları öldürülmez derken, fakihlerin pek
çoğu öldürüleceğini savunmuştur. Birinci görüşü savunanlar şöyle derler: Onlar,
Allah'ın mahlukâtmdan çok büyük bir yekûn tutarlar. Allah'ın rızkından yerler.
Ayrıca, Taberanî ve Beyhâkî, Ebû Züheyr'den zayıf olarak şu hadisi rivayet
ederler: "Çekirgeleri öldürmeyin. Çünkü onlar, büyük Allah'ın
ordusundandırlar."
Ulemanın
çoğunluğu ise şöyle der: Çekirgeler kendi haline bırakılırsa, malları fesada
uğratır. Nitekim Peygamber (s.a.), bir müslümanm, başka bir müslümanın malını
almak istediğinde öldürülmesine ruhsat vermiştir. Çekirgelerin mallara zarar
vermesi söz konusu olunca, öldürülmelerinin caiz olacağı daha da öncelikle
kabul edilir. İbni Mâce, Câbir ve Enes b. Malik vasıtasıyla Peygamber (s.a.)'in
çekirgeler hakkında şöyle beddua ettiğini rivayet eder: "Al-lahım! Onların
büyüklerini helak et, küçüklerini öldür, yumurtalarını mahvet, neslini kes!
Rızıklanmızı ve maişetlerimizi onların ağzından al. Şüphesiz sen duayı
işitensin." Resulullah böyle dua edince, orada bulunanlardan biri:
"Ey Allahm elçisi! Allah'ın askerlerinden birinin neslinin kesilmesini
nasıl istersin?" deyince, Resulullah: "Çekirgeler, denizdeki
balıkları bile dağıtırlar. Denizden dışarı çıkartıp ölmelerine vesile
olurlar" buyurdu.
Çekirgenin
yenmesi, sünnet'e göre caizdir. Sahih-i Müslim'de Abdullah b. Ebi Evfa'dan
şöyle dediği rivayet olunmuştur: Resulullah (s.a.)le birlikte yedi gazvede
bulunduk. Onunla birlikte çekirge yiyorduk. Onun için ümmetin ittifakıyla,
onun yenmesi caizdir. Diri olarak yakalanıp başı kesildiği zaman -ki bu, onu
boğazlamak gibidir- ittifakla helâldir. Avlamaya ihtiyaç olup olmadığı konusunda
ihtilaf etmişlerdir. Alimlerin çoğunluğu, buna ihtiyaç yoktur, balıklar gibi
nasıl ölürse ölsün yenir, demiştir. Delilleri, Dârekutnî'nin, İbni Ömer'den
rivayet ettiği hadiste Resulullah (s.a.) Efendimizin şu sözleridir: "Biz müslü-manlara
iki ölü hayvanın yenilmesi helâl kılındı. Bunlar, balıkla çekirgedir. İki tür
kanın da yenilmesi helâl kılındı: Karaciğer ve dalak."
İmam
Malik'e göre, başının, ayaklarının, kanatlarının kesilmesi, yahut ateşe atılmak
gibi bir nedenle öldüğü zaman yenmesi caizdir. Çünkü ona göre o, kara
hayvanıdır. Dolayısıyla onun kendiliğinden ölmüş hali haramdır.
Kurbağa
ise, ancak Maliki mezhebine göre yenir.
[211]
134-
Üzerlerine azab çökünce: "Ey Musa! Bizim için Rabbine -sana olan ahdi
hürmetine- dua et. Eğer bizden azabı kaldırırsan, mutlaka sana iman edeceğiz
ve İsrailoğullarını da seninle birlikte göndereceğiz" dediler.
135-
Biz onlardan, erişecekleri bir süreye kadar azabı kaldırınca, hemen yeminlerini
bozmaya başladılar.
136-
Artık biz de ayetlerimizi yalanlamaları, onları umursamamaları yüzünden
kendilerinden intikam aldık ve hepsini denizde boğduk.
"Sana
olan ahdi hürmetine...": İman edersek, bizden azabı kaldıracağı konusundaki
vaadine göre. Ayette geçen "ahd"den maksat, nübüvvet ve risalettir.
Azabın kaldırılması Allah'ın peygamberine ikramındandır.
"Biz
onlardan... azabı kaldırınca" Musa (a.s.)'m duasıyla, onlardan geçici
olarak azabı giderince "hemen yeminlerini bozmaya başladılar"
Küfürlerinde ısrar ettiler.
[212]
Bu
ayetler, Musa (a.s.)'ın Firavun'la olan kıssasının dokuzuncu bölümünü teşkil
eder. Bu zikrolunan azap ayetleri Firavun'a ve kâfir toplumuna indiği zaman,
rahatsız oldular. Musa (a.s.)'dan Allah'ın bu azabı kaldırmasını istediler.
Eğer bunu yaparsa, onun peygamberliğine inanmaya söz verdiler. Musa (a.s.),
Rabbine dua etti, Allah da onlardan azabı kaldırdı. Fakat onlar verdikleri
sözde durmadılar. Her seferinde bu isteklerini yenilediler, fakat her seferinde
de sözlerinde durmadılar. Nihayet Allah, onları denizde boğarak helak etti.
Firavun'un
topluluğuna şiddetli azap inip onlar da rahatsız ve huzursuz olunca, Musa
(a.s.)'dan Rabbine peygamberliği ve sevgisi hürmetine, kendilerinden bu azabı
kaldırması için dua etmesini istediler ve: "Eğer bu azabı kal-dırtırsan,
mutlaka senin peygamberliğini tasdik edeceğiz. Rabbin katından getirdiklerine
inanacağız. Bizden istediğiniz gibi, seninle beraber İsraüoğullarını
istedikleri şekilde Rablerine ibadet etmeleri için Filistin'e
göndereceğiz" diye yemin ettiler.
Allah
onlardan azabı her kaldırışında, bundan ibret alıp Allah'a iman etmediler. Her
seferinde sözlerinden caydılar. Biz onlardan azabı mutlak olarak değil, belirli
bir zamana kadar kaldırdık. O zaman geldiğinde ise, biz onlardan azabı
kaldırmayız, onları helak ederiz.
Rivayete
göre, onlar tufan, çekirge, kımıl, kurbağalar, suların kan şekline dönüşmesi
gibi her azap hali içinde bir hafta kalıyorlar, her defasında, onun
kaldırılması için Musa'dan dua etmesini istiyorlar, Allah'a iman edeceklerini
vaadediyorlar, sonra da sözlerinden cayıyorlardı.
Defalarca,
azap onlardan giderildi, küfürlerinden ve cahilliklerinden vazgeçmediler. O
belirlenen vakit geldi ve Allah onlardan intikam aldı. Kendilerine gelen bütün
ayetleri (mucizeleri) yalanlamaları, bu yalanlamanın dünya ve ahirette
getireceği azaptan gafil olmaları -ki burada söz konusu olan gaflet, ayetlerden
yüz çevirmeleri, onlardan ibret almamalarıdır- sebebiyle suda boğuldular.
Allah
onlardan kafir olanları gark etti, imanlarını gizleyen müminleri kurtardı.
Denizi Musa (a.s.) ve onunla beraber İsrailoğullan geçti, onların peşinden
Firavun ve askerleri geldi, denizin ortasına vardıkları zaman, Allah denizi
onların üstüne kapattı. Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları
sebebiyle suda boğuldular.
[213]
Ayetler
dört hususa işaret ediyor:
1- Şiddet ve darlık anında, fıtrî iman duygusuyla Musa'ya başvurmaları.
Sıkıntı zamanında Allah'tan başka bir sığınak ve dayanak bulamayan insanların
durumu çoğunlukla böyledir.
2- Firavun topluluğunun sıfatı: Sürekli verdikleri sözlerden dönmeleri,
ahidlerine riayet etmemeleri, cezalarının da belirli bir vakte kadar geciktirilmesi.
3- Firavun kavminin kesin cezası, denizde boğulmak şeklinde oldu.
4- Bu ayetlerin (mucizeler) sebepleri ve sonuçlan hakkında düşünülmesinin
gerekliliği, bunlardan habersiz davranmanın ve taklidin kötü bir yol olduğu
belirtiliyor.
[214]
137-
Hakaretlere maruz bırakılmış olan °
kavmi de, feyiz ve bereket verdiğimiz
yerin doğularına ve batılarına mirasçı
kıldık. Rabbinin İsrailoğulları'na verdi- ği o pek güzel vaadi,
sabretmeleri yü- zünden tamamlandı. Firavun ve kavmi- nin yapmakta olduklarıyla
yükseltmek- te devam ettikleri şeyleri ise yıktık.
"Firavun
ve kavminin yapmakta olduklarıyla..." ve "yükselmekte devam ettikleri
şeyleri" cümlelerinde, olayı muhatabın zihninde canlandırmak için maziden
muzariye geçilmiştir.
[215]
"Hakaretlere
maruz bırakılmış olan o kavmi de" Bunlar, İsrailoğulları'dır. Firavun ve
kavmi onları tahkir ediyordu, "feyiz ve bereket verdiğimiz" su, ağaç
ve bol rızıkla. "yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık" :
Yeryüzünün bütün bölgelerine ve bütün yönlerine. Yerle, Mısır ve Şam
toprakları murad olunmaktadır. Firavunlardan ve Amalika'dan sonra, aralarında
İsrailoğulları hükümran olup doğu ve batı taraflarında istedikleri gibi
hükmettiler.
"Rabbinin
vaadi tamamlandı": Son haddine vardı. Allah'ın vaadinden murad,
İsrailoğullarımn düşmanlarını helak edip kendilerini yeryüzüne halef kılacağı
şeklindeki vaadidir: "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak edecek ve sizi
bu yerde halifeler kılacak" (Araf: 7/129). "Biz ise o yerde
zayıflatüanlara lütfetmek, onları önderler yapmak ve onları mirasçı kılmak
istiyorduk" (Kasas, 28/5).
[216]
Bu,
Musa (a.s.)'ın Firavun'a olan kıssasının onuncu bölümüdür. Allahu Te-âlâ, Musa
(a.s.)'ın doğruluğuna işaret eden ve birbiri peşisıra gelen ayetlere rağmen
Musa'yı yalanlayan Firavun'un ve Mısırlıların cezasını -Yani zalimlerin
cezasını- açıkladıktan sonra, İsrailoğulları'ndan, Firavunlardan ve Amalika'dan
sonra Mısır'a ve Şam'a halifeler olan sabırlı müminlerin mükâfatını açıklıyor.
Mana
şöyle olur: Biz, İsrailoğulları'ndan, erkekleri öldürülüp kadınları geri
bırakılmak, azap edilmek, ağır işlerde çalıştırılmak, kendilerinden cizye
alınmak suretiyle tahkir edilen o kavmi, bereket, bolluk, nehirlerin çokluğuyla
verimli hale getirdiğimiz Mısır ve Şam topraklarına mirasçı kıldık. Onlara
olan geçmiş vaadimizi gerçekleştirdik: "Biz ise o yerde zayıfLatılanlara
lütfetmek, onları önderler yapmak ve onları mirasçı kılmak istiyorduk. Ve
onları o yerde hâkim kılalım, Fi-ravun'a, Hâmân'a ve askerlerine, onlardan
korkageldikleri şeyi gösterelim" (Ka-sas, 28/5-6). Ayette geçen
"yerin doğularına ve batılarına" ifadesi, onun doğu ve batı bütün yönlerine
işaret eder. Burada "yer"den amaç, özel olarak Şam ve Mısır
topraklarıdır. Çünkü Firavun'un idaresi altında olan yerler Mısır'dı. Bereketli
topraklar ise Şam olabilirdi. Yerle, yer cinsinin murad olunduğu da
söylenmiştir. Çünkü İsrailoğulları'ndan olan Davud ve Süleyman peygamberler,
kral oldular.
"Rabbinin
Israiloğulları'na verdiği o pek güzel vaadi gerçekleşti". Firavun ve
yandaşlarının eziyetlerine katlanmaları, onlardan gelen musibetlere göğüs
germeleri sebebiyle Allah, Israiloğulları'na olan vaadini gerçekleştirdi. Nitekim,
Musa onlara şunu emretmişti: "Musa kavmine; "Allah'tan yardım dileyin
ve sabredin" dedi" (A'râf: 7/128). Çünkü sabır feraha kavuşmanın
anahtarıdır.
Doğru
oldukları zaman, Allah onlara vaadini tamamladı. Sonra, kendilerine ve
insanlara zulümleri sebebiyle, o toprakları onlardan aldı. Artık bir daha da
mukaddes topraklara geri dönmeleri konusunda, onlara Allah'ın bir vaadi omadı..
Firavun
ve kavminin binalarını, ekinlerini, bahçelerde kurdukları çardaklarını ve
saraylarını helak ettik..
[217]
Bu
ayet, müminlerle kâfirler ve bunların görecekleri karşılıklar hakkında bir
mukayese yapmaktadır. Allahu Teâlâ Fir'avun'u, kavmiyle birlikte ceza olmak
üzere helak ettiğini açıkladığı gibi, müminlere yaptığı -onları, onların
topraklarına ve memleketlerine mirasçı kılması gibi- hayırları da açıklamıştır.
Allahu
Teâlâ Musa'yı, Harun'u ve İsrailoğullarını, Firavun'un ve kavminin zulmünden
kurtardı. Nitekim onların denizden geçişleri, Musa'nın bir mûcize-siydi. Çünkü
Allahu Teâlâ ona, asâsıyla denize vurmasını emretmişti: "Derken biz
Musa'ya: "Asanla denize vur" diye vahyettik. Ardından deniz yarılıp
her bölüm kocaman bir dağ gibi oldu" (Şuarâ, 26/63).
Bu,
Hz. Musa'nın kardeşiyle birlikte, o zamanın en büyük devletinin en büyük kralı
olan zalim Firavun'a karşı ki -bu sülale Mısır halkını asırlarca köle
yapmıştı- durduğu içindi. Hz. Musa ve Harun, ona karşı hüccetlerle ve delillerle
mücadeleye devam ettiler. Allah onları zafere ulaştırdı. Hak kuvvet önünde
hiçbir büyük devlet duramaz. İnançla dolu kalpdeki kuvvetli iman, çok sayıdaki
şer kuvvetlerin yapamadığım yapar. İşte onun için Hz. Musa ve kardeşi Hz.
Harun, kavimleri zelil ve hakir görüldükleri, Mısır Firavun'u kudret ve kuvvet,
mal, ordu ve teba sahibi olduğu halde, o Allah düşmanına karşı durdu. Zayıflar
zafere ulaştı, kuvvetliler yok oldu: "Şüphesiz bunda, basiret sahipleri
için bir ibret vardır" (Al-i İmran, 3/13);"Muhakkak ki bunda, kalbi
olan veya kendisi şahit olarak kulak veren kimse için, elbette öğüt
vardır" (Kâf, 50/37).
[218]
138-
İsraioğulları'nı denizden geçirdik. Putlara tapagelen bir topluluğa rastladılar.
"Ey Musa! Onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı yapsan"
dediler. "Siz cidden bilmeyen bir kavimsiniz" dedi.
139-
"Şüphesiz ki onların içinde bulundukları (din) yok olmaya mahkumdur. Ve
amelleri de bâtıldır.
140-
"Size, ilâh olarak Allah'tan başkasını mı arayacakmışım? Halbuki o sizi
âlemlere üstün kıldı" dedi.
141-
Hani sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar size azabın en şiddetlisini
yapıyorlar, oğullarınızı öldürüyorlar, kızlarınızı da sağ bırakıyorlardı.
Bunda size, Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.
"Siz
cidden bilmeyen bir kavimsiniz": Ayetteki fiil, mazi yerine muzari
kullanılmıştır. Bu, onların gelecekte uzak kalamayacakları, onlar için vazgeçilmez
bir karakter mesabesinde olduğunu ifade eder.
[219]
Putlar,
hakiki yahut hayali bir şeyi örnek alarak ve ona tapmak -ki bu şirktir-
maksadıyla ağaç, taş yahut madenden yapılan şeylerdir. Timsal ise, hakiki bir
şey için olur. Eğer ona tapüırsa, o da put olur. Bazan timsal, binaların
duvarları yahut köprülerin girişleri üstüne süs olarak, bazan da dinî olmayan
maksatla bazı liderleri hatırlamak için yapılır.
[220]
Allahu
Teâlâ, İsrailoğulları'na düşmanlarını helak etmek, yerlerine onları mirasçı
kılmak gibi nimetlerini açıkladıktan sonra, en büyük nimeti olan, onlan esenlik
içinde denizden geçirmesini açıkladı. Bu, Musa (a.s.)'m, Firavunla olan
kıssasının onuncu bölümünün devamıdır.
Sonra,
onlar dinlerinden döndüler, cehalete düştüler ve Musa (a.s.)'dan tapacakları
putlar istediler. Bunda, Medine yahudilerinden gördükleri şeylerden dolayı
Peygamber (s.a.)'i teselli vardır. Çünkü onlar, kendi peygamberlerine daha
fazlasını yapmışlardı. Ayrıca bunda müminlere, Allah'ın nimetine şükretmelerini,
İsrailoğullan gibi olmamaları için bir hatırlatma vardır.
[221]
Allahu
Teâlâ İsrailoğullan'nı, Firavun ve avanesinin tuzağından kurtardı: Peygamberi
Musa'ya denize vurmasını emretti. O da vurdu, deniz açıldı. Her tarafı büyük
dağ gibi oldu. Musa ve beraberindekiler, gemiler olmadan, sanki karadaymış gibi
yürüyerek emniyetli bir şekilde denizi geçtiler. Firavun ve kavmini ise suda
boğdu: Denizin ortasına geldiklerinde üstlerine suyu kapattı, helak etti.
Nitekim bu ilginç olayı Cenab-ı Hak şöyle açıklar: "Musa'ya: "Asanla
denize vur" diye vahyettik. Ardından deniz ayrılıp her bölüm büyük dağ
gibi oldu. Diğerlerini de buraya yaklaştırdık. Musa'yı ve onunla birlikte
olanların hepsini kurtardık. Sonra diğerlerini boğduk. Bunda mutlaka bir ayet
vardır. Fakat onların çoğu iman etmezler" (Şuarâ, 26/63-67).
İsrailoğullan,
Allah'ın ayetlerini, büyük kudretini, Firavun ve ordusunu helak ettiğini,
kendilerini ise kurtuluş ve selamete ulaştırdığını gördükten sonra, son
derecede büyük bir cehalet, sapıklık ve nimeti inkâr içine girdiler. Musa'dan,
putlardan bir ilâh edinmesini istediler. Bu hususta, onlar, putlara tapan, onlann
boynuna sarılıp öpen bazı Araplardan etkilenmişlerdi. Heykellere tapan
Mısırlılara benziyorlardı. Sanki onlar, Musa'nın kendilerini çağırdığı tevhidin
manasını bilmiyorlardı.
Onlann
gördükleri kavim Kenanîlerdendi. (Musa (a.s.) onlarla savaşılma-sını emretti.)
Lahmîlerden olduğu da söylenmiştir. Taberî şöyle der: Sığır suretindeki
birtakım putlara tapıyorlardı. Onun için bu, ondan sonra, onlarda buzağıya
tapma duygusunu uyandırdı.
Onlar
şöyle dediler: Ey Musa! Bize de onlann ilâhlan gibi, ibadet edip tapacağımız
bir put yap. Bununla ondan, kendilerine bir put belirlemesini istediler. Bu,
onların maden, ya da taştan ilâh yapma hususunda Mısır çevresinden ve maddî
kalkınmışlığından etkilendiklerine işaret eder..
Musa,
büyük bir mucizeyi gördükten sonra onlann böyle bir istekte bulun-malannı
hayretle karşıladı. Onlan cahillikle niteledi. Çünkü onlardan gördüğü bu
istekten daha büyük ve daha kötü bir cahillik olamazdı. Tevhidin manasını,
hiçbir insan, ya da maddeyi vasıta etmeden bir Allah'a ibadet etme gerektiğini,
Allah'ın azamet ve celalini, O'nu ortak ve benzerden münezzeh kılma gerektiğini
bilmiyorlardı.
Bu
putları Allah'a vasıta kılmak küfürdür. Bütün peygamberler Allah'tan başkasına
ibadetin küfür olduğu hususunda aynı şeyi söylemişlerdir.
Allah'ın
dışında, ibadet edilen o varlığın ister âlemin ilâhı olduğuna inanılsın,
isterse Allah'a yaklaştırdığına inanılsın aynıdır. Çünkü ibadet, ta'zimin en
son noktasıdır. Ta'zimin en son noktasına da, ancak nimet ve ikramda bulunan
lâyıktır.
[222]
Bu,
aptal ve cahillerin yoludur. Böylesi bir şey, Peygamber (s.a.) zamanında da
meydana gelmiştir. Ahmed ve Nesai, Ebû Vâkid el-Leysî'nin, şöyle dediğini
rivayet ederler: "Resulullah (s.a.)'le birlikte, Huneyn tarafına doğru
çıktık. Bir sidre ağacına uğradık. Ey Allah'ın Rasûlü! Bu ağacı kâfirlerin zâtü
envâtı gibi, bize zâtü envât kıl, dedim. (Zâtü Envât: Kâfirlerin silahlarını
asıp yanında ibadet ettikleri sedir ağacıdır). Resulullah (s.a) şöyle dedi:
"Allahu Ekber! İsrailoğullarmın Musa'ya: Onların ilâhları gibi sen de bize
bir ilâh yap, dediği gibi, siz de sizden öncekilerin yollarını
izliyorsunuz."
Musa
cevabını şöyle tamamladı: Şu heykellere tapanların inandıkları bâtıl din, yok
olmaya mahkumdur ve ibadet diye işledikleri amelleri de boşa çıkar. Onların
faydasını görmeyecekler, aksine Allah'a yaklaştıracaklarına inansalar da o
yüzden cezalandırılacaklar: "Onların işledikleri her amelin önüne geçip
onu saçılmış toz zerreleri haline getiririz." (Furkan, 25/23).
Kur'an'ın
ibaresinden, putlara tapanların helake maru? kalacakları, amellerinin yok
olacağı anlaşılıyor. Bu da o topraklarda putperestlik döneminin sona
ereceğinin müjdesidir.
Sonra
Musa onlara şöyle dedi: Göklerin ve yerin yaratıcısı, bu nimetleri size veren
Allah'tan başkasını mı sizin için mabud olarak isteyeyim? Tevhidle, doğru dinle
ve İbrahim (a.s.)'m dinini yenilemekle zamanın insanlarına sizi üstün kılan
Allah'tır.
Sonra
Musa (a.s.) onlara, Allah'ın kendilerini Firavun'un esaretinden, zillet ve
hakaretinden kurtardığını, izzet ve şerefe, mülk ve saltanata kavuşturduğunu,
düşmanlarından intikam aldığını, onlara ise ıyı muamele ettiğini hatırlattı.
İşte şu zikrolunan şey de -Firavun'dan ve yaptıklarından kurtarmada ve onlara
şu nimetleri vermede- büyük bir imtihan vardır. Siz, size şu hayat nimetini
bağışlayan, sizi kurtaran, size izzet veren Rabbinıze ibadet etmeye, diğer
insanlardan daha çok çalışmalı, O'nun büyük nimetlerine diğer insanlardan daha
çok şükretmelisiniz. Aciz, zayıf, çirkin ve sizinle, sizi insanlardan ve
onların ibadet ettikleri şeylerden üstün kılan Allah arasında bir vasıta olacak
ilâhlar olmasını istemenizden daha şaşılacak bir şey olabilir mi?
[223]
Birinci
ayet, İsrailoğulları'nm Musa (a.s.)'m getirdiği tevhidin hakikatini bilmeyip
ondan, kendilerini Allah'a ibadete yaklaştıracak birtakım putlar ve heykeller
belirlemesini istediklerine işaret ediyor. Bu hal, tamamen: "Biz bunlara,
ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" deyip putlara tapanlann
işine benziyor. Katâde şöyle demiştir: O kimseler Lahmîlerdendi. Rikka'da
oturuyorlardı. Şöyle de denmiştir: Onların putları, sığır heykelleri
şeklindeydi. Onun için Sâmirî, onlara buzağı yaptı.
Benzeri
durum, Peygamber (s.a.) zamanındaki cahil Arapların sözlerinde de görülür.
Nitekim onlar, kâfirlerin yılda bir gün ibadet ettikleri "Zâtü Envât"
denilen yeşil ağacı gördüler ve: Ya Resulullah! Onların "Zâtu Envât"ı
gibi, bize de bir "Zâtü Envât" yap, dediler. Bunun üzerine, daha önce
de söylendiği gibi, Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allahu Ekber! Nefsim
kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz Musa kavminin: "Onların
ilâhları gibi, sen de bize bir ilah yap. Musa (a.s.): Şüphesiz siz, Allah'ın
(vahdaniyyetini) bilmeyen kimselersiniz" dediği gibi, siz de sizden
öncekileri adım adım izliyorsunuz. Öyle ki, onlar keler yuvasına girseler, siz
de girersiniz." Rasûlulah bunu, Huneyn'e çıkarken söylemişti.
Eğer
o, başka bir ilâh isteseydi, son derecede cahillik yapmış olurdu. Çünkü ibadet
ve itaate lâyık mabud, ancak cesetleri, hayatı, kudreti, aklı, faydalı her şeyi
yaratmaya muktedir varlık olabilirdi. Bunlara ancak Allah kadirdir. Dolayısıyla
ibadete de ancak o lâyıktır.
"Şüphesiz
ki onların içinde bulundukları (din), yok olmaya mahkumdur" ayeti, putlara
tapanların helak olacaklarına, amellerinin boşa çıkacağına... yeryüzünde akla
ve fıtrata ters düştüğü için, putçuluk döneminin sona ereceğine işaret
etmektedir.
Musa
(a.s.) İsrailogulları'nm isteğini dört şekilde reddetti:
1- Onlara cahil hükmünü verdi: "Siz cidden bilmeyen bir kavimsiniz" dedi.
2- Musa (a.s.) şöyle dedi: "Şüphesiz ki onların içinde bulundukları
(din) yok olmaya mahkûmdur". Yani hüsran ve helâkm sebebidir.
3- Musa (a.s.) şöyle dedi: "Ve amelleri de bâtıldır". Bu meşakkatli amel, dünya ve ahirette onlara
hiçbir fayda vermeyecek.
4- Yadırgayan ve azarlayan bir ifadeyle onların davranışına hayret ederek
şöyle dedi: "Size, ilâh olarak Allah'tan başkasını mı arayacakmışım?
Halbuki o sizi âlemlere üstün kıldı." Allah'tan başka bir ilâh istenemez,
edinilemez. Belki ilâh ancak in'ama, yeniden var etmeye, hayat ve bütün
nimetleri vermeye muktedir olan -ki "sizi zamanınız insanlarına üstün
kılan O'dur" sözünden de kasdolunan- Allah'tır.
Bilindiği
üzere, İsrailogulları, Allah'ın kendilerine olan nimetlerini inkâr ediyorlardı.
Halbuki Allah, onları çağdaşları olan insanlara üstün kılmakla -ki bu, büyük
bir nimettir- onlara ikramda bulunmuştu. O halde onlar, Allah'tan başkasına
nasıl ibadet edebilirlerdi?
Allah
onlara, zilletten sonra izzetle, sömürge ve kölelikten sonra yeryüzünde hüküm
verme seviyesine, oğullarını öldürüp kadınlarını bırakan Firavun'un zulmünden
kurtarmakla lütufta bulundu. Hitap her ne kadar peygamber dönemindeki
yahudilere ise de, bu onlara atalarının kurtarıldığını hatırlatmadır.
[224]
142-
Musa ile otuz gece için sözleştik. Ve buna ayrıca on gece daha kattık.
Böylelikle Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı. Musa kardeşi
Harun'a: "Kavmimin içinde benim yerime geç ve ıslah et. Fesatçıların yoluna
da uyma" dedi.
143-
Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi onunla konuşunca dedi ki: "Ey
Rabbim! Bana kendini göster de, seni göreyim." "Beni katiyyen göremezsin.
Fakat şu dağa bak! Eğer o yerinde durabilirse, sen de beni görebilirsin".
Derken Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti. Musa düşüp bayıldı.
Ayılınca dedi ki: "Seni tenzih ederim. Tevbe ettim. Ben iman edenlerin
ilkiyim."
144-
Buyurdu ki: "Ey Musa, seni risa-letlerimle ve kelâmımla insanlardan mümtaz
kıldım. Şimdi sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol".
145-
Biz onun için levhalarda öğütlere ve her şeyin açıklamasına ait ne varsa
yazdık. Haydi bunları kuvvetle tut. Kavmine de onun en güzelini tutmalarını
emret. Yakında size fâsıkların yurdunu göstereceğim."
"Yakında
size fâsıkların yurdunu göstereceğim":
Bunda, salih kimselerin yoluna teşvik etmek için, gaipten muhataba
yönelme vardır.
[225]
"Musa
ile otuz gece için sözleştik" Otuz gece oruç tuttuktan sonra, bu sürenin
ardından onunla konuşmak için ona söz verdik. Bu Zülkâde ayında oldu. O ay Musa
(a.s.) oruç tuttu. Otuz gün olunca, ağız kokusundan rahatsız oldu ve misvak
kullandı. Allah ona, kendisiyle konuşması için, ağzının kokusunu gidermesi
sebebiyle, bir on gün daha oruç tutmasını emretti/'ue buna ayrıca on gece daha
kattık" Zülhicceden.
"Böylelikle
Rabbinin tayin ettiği vakit tamamlandı": Ayette geçen "mikat"
kelimesinin manası; namaz, oruç, hac vakitleri gibi, içinde bir amel belirlenen
şeydir. Vakit ise, içinde bir şeyin yapılması takdir edilsin veya edilmesin,
bir şeyin vakti demektir.
"Musa
kardeşi Harun'a benim yerime geç" halifem ol. Onların isyanlarına tabi
olup da "Fesatçıların yoluna uyma, dedi."
"Derken
Rabbi o dağa tecelli edince" Hakim'in sahih kabul ettiği bir hadiste
ifade olunduğu gibi, küçük parmağın yarısı kadar Allah'ın nuru görününce
"onu paramparça etti."
"Levhalar":
Tevrat'ın levhaları. Yedi veya on taneydi. Cennet ağaçlarından, yahut san
yakuttan veya zümrüttendi.
[226]
Allahu
Teâlâ İsrailoğulları'na olan, Firavun'un kulluğundan kurtarıp bağımsız bir
millet kılması gibi nimetlerinden bir kısmını saydıktan sonra, burada da,
hayat düsturları olan ve Rablerinin emrettiği hükümleri ve şeriatı açıklayan
Tevrat'ın Musa'ya indiriliş keyfiyyetini zikretmektedir.
Ayetlerin
iniş sebebi, rivayete göre, Musa (a.s.), Mısır'da iken, eğer Allah düşmanlarını
helak ederse, kendilerine Allah'tan, içinde yapacakları ve yapmayacakları
şeylerin açıklandığı bir kitap getireceğini vaadetti. Firavun helak olunca Musa
(a.s.), Rabbinden o kitabı istedi. İşte bu ayetler, Tevrat'ın iniş keyfiyetini
açıklamaktadır.
[227]
Ayetlerin
konusunu; Rabbiyle konuşması için Musa (a.s.)'ya bir zaman belirlenmesi,
Musa'nın yokluğunda İsraioğulları'nm başına Harun'un vekil olması, Musa'nın
Allah'ı görmek istemesi, şeriatın asıllarını içine alan Tevrat'ın indirilmesi
teşkil eder.
[228]
Allah,
hidayete kavuşturmak, Musa ile konuşmak ve içinde şeriat hükümleri ve
açıklamaları bulunan Tevrat'ı vermekle İsrailoğullanna iyilikte bulundu.
Allah,
Musa'ya otuz gecenin sonunda konuşmayı vaad eti. Ona, otuz gün oruç tutmasını
emretti. O da tuttu. Bu, Zülkade ayı idi. Otuz gün tamam olunca, Musa (a.s.)
ağzının kokusunu beğenmedi, bir ağaçtan misvak edindi. Bunun üzerine Allah, ona
Zülhicce'den on gün daha oruç tutmasını ve Allah'ın huzuruna oruçlu olarak
çıkmasını emretti. Kırkıncı gecenin sonunda buluşma gerçekleşti. Bu husus,
Bakara sûresinde kısa ve burada da mufassal olarak zikrolunur.
On
günün, otuz günden olduğu zannını gidermek için: "Böylelikle Rabbi-nin
tayin buyurduğu vakit kırk gece olarak tamamlandı" buyurulmuştur. Aksi
takdirde, sanki yirmi gün iken onu onla tamamladı, bu suretle otuz oldu gibi
bir mana anlaşılabilirdi. İşte bu zan giderildi.
[229]
Ebul-Âli'ye'nin,
sözleşme zamanı hakkında şöyle dediği rivayet olunmuştur: Bu zaman Zülkade
ayıyla ve Zülhicce'den on gündür. Musa (a.s.), Tûr'da bir gece kaldı. Kendisine
levhalar halinde Tevrat indirildi. Allah onu sırdaş olarak yaklaştırdı ve onunla
konuştu. Hz. Musa kalemin sesini işitti.
İbni
Kesir şöyle demiştir: Bu duruma göre buluşma vakti, Kurban Bayramı günü
tamamlanmış olur. Musa (a.s.)'ın konuşması bu günde meydana geldi. Allah
Muhammed (a.s.)'ın dinini bugünde kemâle erdirdi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurur: "Bugün dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi
tamamladım. Ve size din olarak İslâm'ı beğenip seçtim" (Mâide, 5/3).
Musa
(a.s.), Tur'a Rabbiyle buluşmak üzere giderken, ağabeyi Harun'a şöyle dedi: Ben
yokken, kavim içinde halifem ol, onların işini idare et, fesatçıların ve
sapıkların yoluna uyma. Onların fâsid işlerine katılma. Bu, bir uyarı,
hatırlatma ve pekiştirmeydi. Çünkü, Harun (a.s.), şerefli, asil bir
peygamberdi.
Ve
Harun, Musa (a.s.)'ın Rabb'inden: "Ve bana ehlimden kardeşim Harun'a vezir
eyle. Onunla benim sırtımı pekiştir ve onu işimde ortak yap" (Tâ-Hâ,
20/29-32) dileği üzerine Harun (a.s.), Musa (a.s.)'ın veziri oldu..
Musa,
Rabbiyle konuşmak ve şeriatı almak için belirlenen yere geldiği ve Rabbi onunla
vasıtasız konuştuğu -ki bunu hem Musa, hem de seçilmiş yetmiş kişi işittiği-
zaman, Allah'ı da görmek istedi. "Bana mukaddes zatını göster, sana
bakmak için bana kuvvet ver" dedi. Bunun üzerine Allah ona şöyle buyurdu:
"Ne şimdi, ne de gelecekte, dünyada iken beni asla göremiyeceksin. Çünkü
dünyada insanoğlunun beni görme kudreti yoktur." Nitekim Peygamber (s.a.)
de, Müslim'in rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde: "Onun hicabı nurdur.
Eğer onu açsaydı, nurları bakışı ulaşan mahlukâtmı yakardı" buyurmuşlardı.
Sonra
Cenab-ı Hak ona, onun kendisini göremiyeceğini açıkladı ve şöyle buyurdu: Dağa
bak, eğer tecelli esnasında, o sabit kalırsa beni göreceksin. Dağ onun
tecellisine sebat edemeyince, sen nasıl sebat edebilirsin ey Musa?
Nitekim,
Rabbi dağa tecelli edince -ki küçük parmak kadar teceli etti- dağ yerle bir
oldu. Musa da bayılıp düştü.
Baygınlığından
ayılınca: "Seni tenzih ederim Rabbim! Seni dünyada hiçbir kimse göremez,
ancak ölünce görülebilirsin" dedi.
Seni
görmeyi istemekten sana tevbe ettim. Ben, İsrailoğulları içinde senin azamet ve
celaline inanan ilk kimseyim. İbni Abbas'tan rivayet olunan rivayette ise:
"Kıyamet gününe kadar, mahlukâtından hiç kimsenin seni göremiyeceğine ilk
inanan benim" demiştir.
Sonra
Allahu Teâlâ, Musa'nın korkusunu giderdi ve derecesini açıkladı ve ona şöyle
dedi: Ey Musa! Ben seni zamanının insanlarına tercih ettim. Seninle konuştum,
sana çeşitli risaletlerimi verdim. Sana verdiğim şeriatı -Tevratı- al.
Nimetlerime şükredenlerden, sana olan ihsanımı ve fazlımı açıklayanlardan ol.
"Öğütlere
ve her şeyin açıklamasına..." Öğüt kelimesi, itaata rağbeti ve günahlardan
nefreti gerektiren her şeyi içine alır. "Her şeyin açıklaması", hükümlerin
kısımlarını açıklamadır. Buna göre mana şöyle olur: Ona birtakım levhalar
verdik. Onlarda, hidayet, tesirli öğütler, helâl ve haramı, inanç ve adab
asıllarını açıklayan şeyleri yazdık. Bu levhalar, Tevrat'ı içine alıyordu. Ona
verilen şeriatla ilgili ilk şeylerdi.
"Bunları
kuvvetle tut." İtaat etmek için samimi bir niyetle al. Kavmine emret,
emirleri işlesinler, nehiyleri terketsinler. Örnek ve öğütleri düşünsünler.
Ayetteki "ahsen" kelimesinin manası, Tevrat'taki kısas, af, intikam
ve sabır gibi güzel şeyler demektir. Şu ayette belirtildiği gibi:
"Rabbinizden size indirilenin en güzeline tabi olun" (Zümer, 39/55).
'Yakında
size fâsıkların yurdunu göstereceğim". Emrime muhalefet edip itaatımdan
dışan çıkanların sonunu, nasıl yok olup gittiklerini göreceksiniz. Bununla,
Mısır'ın kasdedildiği söylenmiştir. Yani, size Kıptîlerin diyarını ve
Fi-ravun'un yurtlarını, köşklerini -boş bir halde- göstereceğim.
Katâde
şöyle demiştir: Size, sizden önce yaşayan zalimlerin ve Amalika'nın yurtlarını
göstereceğim. Onlardan ibret alın. Burada Şam ve Şamlılar kastediliyor. Yani
size Ad, Semud ve fıskları sebebiyle helak ettiğim -sizin de yolculuklarınızda
uğradığınız- milletlerin evlerini göstereceğim, demektir. İbni Kesir:
"Asıl olan da budur. Çünkü bu, Musa ve kavminin Mısır'dan ayrılmasından
sonra oldu. Bu, İsrailoğullarına Tih çölüne girmeden önce yapılan bir hitaptır"
der.
Kastolunan
Mısır olursa, mânâ şöyle olur: Allahu Teâlâ Firavun'u garket-tiğinde denize,
onların cesetlerini sahile at diye vahyetti. O da bunu yaptı. İs-railoğullan
bunu gördü. Böylece Cenab-ı Hak onlara, fâsıkların helakini göstermiş oldu.
Müfessirlerin çoğunun görüşü de budur.
İbni
Cerir et-Taberî şöyle der: "Muhatabına, kendisine isyan edip emrine
muhalefet eden kimseye tehdit ve korkutma maksadıyla, emrime muhalefet eden
kimsenin halinin ne olacağını yarın sana göstereceğim diyen kimse gibi, Cenab-ı
Hak: "Size, fâsıkların yurdunu göstereceğim" buyurdu. Bu ayette iki
vecih vardır: Ya, Allahu Teâlâ'nm emrine muhalefeti tehdit, ya da Allah'ın helak
ettiği kimselerden ibret almak. (Allah'ın helak ettiği kimseler ya Firavun ve
ordusu, ya da Allah'ın helak ettiği Ad, Semud ve diğer milletlerin evleridir).
[230]
1- Allahla konuşmak için belirlenen vaktin şanına tazim için Cenab-ı Hak,
Musa'ya otuz gün oruç tutmasını ve o zaman içinde kendisini Allah'a yaklaştıracak
işler yapmasını emretti. Sonra, bir görüşe göre, son on günde, ona Tevrat'ı
indirdi. Ya da çoğunluğun görüşüne göre, Zülkade ayında tuttuğu otuz günlük
oruç sonunda, ağız kokusunu giderdi. Bunun üzerine, Alalı ona Zülhic-ce'den on
gün daha oruç tutmasını emretti. İşte kırkın otuz ve on diye açıklanmasının
manası budur.
2- Allahu Teâlâ Musa (a.s.) ile konuştu. Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaatm çoğunluğuna
göre, Allah'ın kelâmı ezelî, kadim bir sıfattır. Harflere ve seslere muhaliftir.
Çünkü Allah'ın kelamı, harf ve ses değildir. Musa (a.s.) harf ve ses olmayan,
o hakikî ezelî konuşma sıfatını duydu. Aksi takdirde Allah'ın kelamı muh-des
olurdu.
3- Konuşma yerine gitmek için seçilen o yetmiş kişi de, Allah'ın kelâmını
duydu. Onların götürülmesinden maksat, onların orada olanları Musa (a.s.)'m
kavmine anlatmaları içindi. Bu da ancak, konuşmayı duymaları halinde olabilirdi.
Sonra konuşma olayı Musa (a.s.)'ın bir mûcizesiydi. Onu başkalarının bilmesi
mutlaka lâzımdı.
4- Allahu Teâlâ, bu konuşmada Musa (a.s.)'a, levhaları -içinde inanç, ahlâk,
adab, şeriat asıllarını, helâl ve haramı açıklayan hükümleri içine açan
Tevrat'ı- indirdi. Mukatil'den şöyle rivayet olunmuştur: Levhalarda şu yazılıydı:
Ben, Rahman ve Rahim olan Allah'ım. Bana hiçbir şeyi ortak koşmayın, yol
kesmeyin, benim adımla yalan söylemeyin. Kim benim adımla yalan söylerse, onu
tezkiye etmem. Öldürmeyin, zina etmeyin, ana-babaya itaatsizlik etmeyin".
5- Şeriatı, ciddiyetle, azimle ve emirlerini uygulamak üzere almalı, yeni
bir ümmet oluşturmaya çalışmalı, Tevrat'taki güzel şeyleri -farzları ve
nafileleri- almalı.[231]
6-
İsrail milleti, şeriatı
uyguladığı zaman aziz oldu. Gurura kapılıp Allah'ın seçkin milleti olduğunu
zannettiği, zulmettiği ve fıska daldığı zaman, Allah onların başına
Babillileri musallat etti. Onlar da onların hakimiyetlerine son verdiler. Sonra
tevbe ettiler, tekrar hakimiyetlerine kavuştular. Sonra tekrar zulmettiler,
fitne fesat çıkardılar. Bunun üzerine, Allah onlara hıristiyanla-rı musallat
etti. Hıristiyanlar onları yendiler ve dağıttılar.
İşte
bunun gibi müslümanlar da, Rablerinin kitabına isyan edip onu ihmal ettikleri
zaman, Allah onlara her taraftan düşmanlar musallat etti. Onlar, onların
düşüncelerini, akidelerini ve ahlâkını bozdular. Aralarında ayrılığa ve
sürtüşmeye düşürdüler.
Kısacası
ümmet, dinlerine bağlı oldukları sürece, güçlü ve kendisinden korkulan bir
ümmet olur. Eğer onu ihmal ederse, yıkılır, yok olur. Hiç kimse, Avrupa,
Amerika, Rusya ve Yahudiye aldanmasın. Bu, sınırlı bir zaman içindir.
7- Allah'ın görülüp görülemeyeceği hususundaki görüşler: Mutezile:
"Sen beni asla göremiyeceksin" ve "gözler O'na erişemez"
ayetine dayanarak, Alahu Teâlâ'nm dünyada ve ahirette görülemeyeceğini
söylerler. Musa (a.s.)'ın Allah'ı görmek istemesi, görmek isteyen cahilleri susturmak
içindir. Bunun mümkün olmadığını, bizzat Allah'tan duymalarını istediği için
böyle bir talepte bulundu.
Ehl-i
Sünnet ise, Allah'ın ahirette görülebileceğine inanır. Şu ayetlere dayanırlar:
"O günde yüzler var ki apaydınlıktır. Rablerine bakıcılardır" (Kıyamet,
75/22-23). Ehl-i Sünnetin bu hususta dayandığı, Resulullah (s.a.)'den
te-vatüren naklolunan sahih hadisler de şunlardır: Ahmed, Şeyhayn ve dört Sünen
sahibinin, Cerir'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte, Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz siz, şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi açık seçik
göreceksiniz". Yine Ahmed, Şeyhayn, Tirmizî ve İbni Mace'nin, Ebu
Hüreyre'den rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allahu
Teâlâ şöyle buyurdu: "Salih kullarım için cennette gözlerin görmediği,
kulakların işitmediği ve hiçbir kimsenin hayalinden geçirmediği nimetler
hazırladım". Bu, keyfiyetsiz olarak Allah'ı görme şeklinde yorumlanmıştır.
Bu
ayetteki: "Beni asla göremiyeceksin" ifadesi, Allahu Teâlâ'nm görülmesinin
caiz olduğuna işaret eder. Çünkü Allah'ın görülmesi imkânsız olsaydı:
"Görülmeyeceğim" derdi. Allahu Teâlâ görülmesini, caiz olan bir şeye
-dağın karar kılmasına bağlı kılmıştır. O halde, var olması caiz olan şeye
bağlı kılman şey caizdir. Hem Musa (a.s.) görmek istedi, o da herhalde caiz
olan şeyi ister. Eğer görülmesi caiz olmasaydı, elbette istemezdi. İstediğine
göre, Allah'ın görülmesinin caiz olduğunu anlıyoruz.
Allahu
Teâlâ'nın: "Derken Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti"
sözündeki tecelli, ya görülme, ya da işaret şeklinde görünmedir. Görme, insanın
gücü dahilinde olmadığına göre bundan murad insanın Allah'ı görme iktidarında
olmadığını açıklamaktır. Bunun delili ise, o kadar büyük olmasına rağmen dağın,
Allahu Teâlâ'yı görünce paramparça olmasıdır.
Hadisenin
sonunda Musa (a.s.)'ı teselli vardır. Sanki Cenab-ı Hak şöyle demiştir: Ben
seni, beni görmekten men ettiysem de, şu şu büyük nimetleri verdim. Görmekten
men olunman sebebiyle gönlün daralmasın. Bu da, Allahu Teâlâ'nın görülmesinin
caiz olduğuna işaret eder.
[232]
146-
Yeryüzünde haksızlıkla kibirle-nenleri ayetlerimden çevireceğim. Onlar bütün
ayetleri görseler de yine ona iman etmezler. Hidayet yolunu görseler, onu yol
edinmezler. Ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu ayetlerimizi
yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarındandır.
147- Halbuki ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı
yalanlayanların bütün işledikleri boşa gitmiştir. Onlar yapmakta olduklarından
başkasıyla mı cezalandırılacaklardı?
'Yeryüzünde
haksızlıkla kibirlenenleri" Bana itaatten geri duranlar ve haksız yere
insanlara karşı büyüklük taslayanları.. Tekebbür: Hakkı küçümsemek, boyun
eğmemek, çoğu kere insanları hakir görmek manasınadır, "âyetlerimden
çevireceğim": Kibirlenenlerin kalblerini mühürleyip onları yardımsız
bırakmak ve azametime, şeriatıma ve hükümlerime işaret eden delilleri ve
hüccetleri anlamaktan uzaklaştırmakla, onları düşünememekle ve bana itaatten
geri durmakla. "Ayetler:" Yaratılanlardan Allah'ın kudretine işaret
eden şeyler.
"Hidayet
yolunu görseler" Hidayetin zıddı sapıklık ve akılsızlık, cahillik
demektir. Ayette geçen rüşd kelimesinin lügat manası, insanın istediğine kavuşmasıdır,
"onu yol edinmezler."
"Bu,
ayetlerimizi yalanlamalarından" Tarafımızdan indirilen, hidayet ve
nefislerin temizlenmesini içine alan ayetlerimizi. Buradaki ayetler, deliller
ve beyyineler manasına gelen ilk ayetlerden farklıdır, "ve onlardan gafil
olmalarındandır. "[233]
Bu
ayetler eski ve yeni kibirlenenlerin tabiatlarından bahsediyor. Allahu Teâlâ,
kibirleri sebebiyle Firavun ve kavmine gelen helaki açıkladıktan sonra,
Kureyş'in
de sadece kibirleri sebebiyle imandan çekindiklerini açıklıyor. Bu, imandan yüz
çevirmenin ve küfürde ısrarın tek sebebinin kibirlenme olduğunu gösteriyor.
Kibir, genel olarak insanı, hakkı görmekten alıkoyar ve onu yalanlamaya
götürür. Kibirleneni, Allah'a işaret eden Allah'ın ayetlerinden habersiz hale
getirir.
[234]
Benim
itaatımdan yüz çevirenlerin ve haksız yere insanlara karşı kibirle-nenlerin
kalblerini, benim azamet ve şeriatıma işaret eden delilleri anlamaktan
alıkoyacağım. Nitekim başka bir ayette de Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlar
eğritince Allah da kalblerini eğriltti." (Saff, 61/5). Burada ayetlerden
murad, deliller ve beyyinelerdir.
Bu,
Firavun ve kavmine benzeyen bütün ümmet ve fertleri içine alan bir hitaptır.
Allah, bunları Musa'nın ayetlerini anlamaktan alıkoydu. Çünkü onlar, bazı
ayetleri anladıkları halde, sırf gurur ve kibirlerinden dolayı inkâr ediyorlardı.
Nitekim başka bir ayette Allah şöyle buyurur: "Onların kalbleri onlara
inandığı halde, zulüm ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler"
(Nemi, 27/14). Nitekim Hz. Muhammed'in doğruluğunu bildikleri halde, sırf
kibirleri yüzünden ayetleri inkâr eden Kureyş kâfirlerine de yapılan bir
sesleniştir.
Bu
gibi mütekebbirlerin ilk sıfatı, hakka işaret eden hiçbir ayete inanmamalarıdır.
Çünkü ayetler, ancak anlamaya ve hakkı kabule uygun olan kimseye fayda verir:
"Muhakkak ki üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olanlar iman etmezler.
Onlara bütün ayetler gelmiş olsa bile, acı azabı görünceye kadar (iman
etmezler.)" (Yunus, 10/96-97).
Mütekebbirlerin
ikinci sıfatı, hidavetten, kurtuluşa götüren yoldan uzak olmalarıdır. Onlardan
biri, bu yolu gördüğünde onu izlemez, başka yola sapar. Bu da, inattan
dolayıdır. Bazısı da cahilliktendir. Her ikisi de aynıdır.
Mütekebbirlerin
üçüncü sıfatı, sapıklık ve bozgunculuk yolu ortaya çıktığında, heva ve nefs-i
emmarelerinin güzel göstermesi dolayısıyla hızla ona koşarlar.
Sonra
Cenab-ı Hak, onların bu hale gelişlerinin temel sebebini açıklıyor: Allah'ın
peygamberlerine indirdiği ayetlerini yalanlamaları, o ayetler üzerinde düşünmekten
gafletleri ve onlarla amel etmekten yüz çevirmeleri..
Elbette
mütekebbirlerin bu hali, Allah onları küfür ve sapıklık üzere yarattığı için
değil, kendi istekleriyle meydana gelmektedir. Çünkü onlar, ayetleri
yalanladılar, kendi heva ve heveslerine daldılar. Hak ve hidayeti anlamaktan,
saadet ve kurtuluş yoluna girmekten anlayışlarını engellediler. Nitekim Cenab-ı
Hak şöyle buyurur: "Andolsun ki biz cehennem için cin ve ins'ten çok kimseler
yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, fakat bunlarla idrak etmezler. Gözleri
vardır, fakat onunla görmezler. Kulakları vardır, fakat onunla işitmezler.
Onlar dört ayaklı hayvanlar gibi, hatta daha sapıktırlar. Ve onlar gafil olanların
ta kendileridir" (A'raf, 7/179).
Sonra
Allahü Teâlâ, dünyada yaptıkları hayırlı işlerin sonucunu yani amellerin boşa
gitmesi, onlara sevap verilmemesini açıklamış, şöyle buyurmuştur:
Peygamberlerimize indirilen ayetlerimizi yalanlayıp onlara inanmayanlar,
ahireti ve öldükten sonra dirilmeyi, amellerden hayırlı olanlara sevap, şer olanlara
ceza verileceğini tasdik etmeyenler, bu halde ölünceye kadar devam edenler yok
mu, onların amelleri boşa gitmiştir. Çünkü onlarda, amellerin kabul şartı olan
iman yoktur ve Allah'ın sünneti, ahirette insanlara dünyada yaptıkları
amellere göre karşılık vermektir. Hayırsa hayır, serse şer, yapılana göre
muamele.
[235]
İşte,
kendilerini insanların en üstünü zanneden -bu zan, bâtıl bir zandır-Allah'a
itaata yanaşmayan, insanlara karşı kibirlenen kimselerin halleri. Bunlar
kibirlerinden dolayı hiçbir peygambere tabi olmazlar ve kulak vermezler.
Allah
onları azametine, şeriatına ve ahkâmına işaret eden ayetleri hakkında
düşünmekten çevirir: Kalblerini mühürler, nefislerine gaflet verir, heva ve
hevesleriyle meşgul olurlar, hakkı düşünmeyi terkederler.
Peygamberlere
düşmanlık hususunda koşarlar, peygamberlere indirilen ayetleri yalanlarlar.
Ahiretin varlığını inkâr ederler. Hiçbir ayeti tasdik etmezler. Doğru yolu
terkedip sapıklık ve azgınlık yoluna uyarlar, yani küfrü din edinirler.
Ehl-i
Sünnet: "çevireceğim" ayetini, Allahu Teâlâ'nın imandan uzaklaştıracağı
ve ondan engelleyeceği konusunda delil göstermişlerdir.
Mutezile
ise şöyle der: Ayet bu şekilde yorumlanamaz. Ayetten, onların Allah'ın
ayetlerine imandan alıkonulması ve onların içinde küfrün yaratılması
anlaşılmaz. Çünkü "çevireceğim" sözü, gelecekte olacak bir manayı
ifade eder. Küfür ise, onlardan geçmişte meydana gelmiştir. Burada murad
olunan, onların Allah'ı inkâra çevrilmeleri değil, kibir ve küfürlerinden
dolayı cezalandırılmalarıdır.
Çünkü
eğer Cenab-ı Hak, onları imandan çevirse ve onlara engel olsa, nasıl:
"Onlara ne oluyor ki inanmıyorlar" (İnşikak, 84/20) "Onlara ne
oluyor ki, öğütten yüz çeviriyorlar"?" (Müddessir, 74/49) "O,
insanları iman etmekten alıkoymadı" (İsra, 17/94) denebilir?
Allahu
Teâlâ'nın: "Onlar yapmakta olduklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı?"
sözü, cezanın amel cinsinden olduğuna işaret etmektedir. İman edip salih
ameller işleyen için cennet; inkâr edip kötü ameller işleyen için de cehennem
vardır.
[236]
148-
Musa'nın arkasından kavmi, zinet eşyalarından böğüren bir buzağı heykelini ilâh
edindiler. Onun kendileriyle konuşmayacağını, onlara bir yol da göstermeyeceğini
görmediler mi onlar? Onu ilâh edinmekle zalimlerden oldular.
149-
Çok pişman olduklarında ve kendilerinin muhakkak sapıklığa düştük-
lerini
gördüklerinde: "Eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamazsa herhalde en
büyük ziyana uğrayanlardan olacağız" dediler.
"Çok
pişman olduklarında" : Bu, "ve lemmâ sukıta fi eydihim" ayetinin
karşılığıdır. Tacu'l-Arûs'da şöyle der: Bu, Kur'an'dan önce duyulmamış, Arapların
bilmediği bir ifade tarzıdır. Bu ifade, şiddetli pişmanlıktan kinayedir. Çünkü
pişman olan kimse, genelde elem ve hüznünden dolayı elini ısırır. Burada
"el" zikrolunmuştur. Çünkü pişmanlık, kalpte meydana gelir. Belirtisi
el ısırmakla, ya da öbür ele vurmakla görülür. Nitekim yüce Allah, pişman olan
kimse hakkında şöyle buyurur: "Uğrunda harcadıklarına karşı ellerini
oğuşturma-ya başladı" (Kehf,
18/42).
[237]
Cenab-ı
Hak, Musa (a.s.)'m Rabbiyle münacat ve kendisine Tevrat'ın indi-riliş kıssasını
zikrettikten sonra, burada onun münacatı sırasında meydana gelen şeyleri,
kavminin, güneş gibi putlara tapan Firavunlar dönemindeki Mısırlıları taklit
ederek, Samirî'nin altın ve gümüş gibi zinet eşyasından yaptığı buzağıya
tapışlarını belirtiyor.
İşte
bu, buzağıya tapma kıssasının birinci bölümünü teşkil eder.
[238]
Musa
(a.s.)'ın, Allah'ın kendisine vaad ettiği söz üzere, Rabbiyle münacat-ta
bulunmak için Tûr dağına gitmesinden sonra İsrailoğulları, Kıptilerden ödünç
olarak aldıkları ve Allah'ın Firavun'u ve Kıptileri helak etmesinden sonra
ellerinde kalan, altın ve gümüş gibi zinet eşyasından, buzağı şeklinde ve inek
gibi ses çıkaran bir heykel yaptılar, sonra da ona taptılar.
Musa,
Kıptîlerden kalan o zinet eşyasını Samirî'ye vermişti. Samirî, İsra-iloğulları
içinde önde gelen bir şahıstı. O zinet eşyasından, buzağı şeklinde bir heykel
döktü. Onlar da onu kendilerine ilâh edindiler. Sonra da ona taptılar. İş
hepsine nisbet olundu. Çünkü o, çoğunluğun görüşüyle bunu yaptı, hiç kimse bunu
inkâr etmedi. Böylece hepsi de ittifak etmiş oldu. Hepsi de onu heykel edinmek
istiyordu, hepsi de razıydı.
İsrailoğulları,
Musa (a.s.)'dan Mısırlıların ve Filistin'de rastladıkları milletlerin ilahları
gibi, kendilerine de tapacakları bir ilâh yapmasını istemişlerdi.
Müfessirler
bu buzağı hususunda iki görüşe ayrılmışlardır: Buzağı, sesi olan, et ve kandan
müteşekkil bir buzağı mı oldu, yoksa altın halinde kalıp içine hava girdiği
için inek gibi ses mi çıkartıyordu.[239]
Katâde ve Hasen el-Basrî gibi bir grup müfessir, birinci görüştedirler. Onlara
göre Samirî, Cebrail (a.s.)'i, İsrailoğullarıyla birlikte bir ata binmiş
vaziyette denizi geçerken gördü. Cebrail (a.s.)'in ayak bastığı her yere hayat
iniyor, bitkisi yeşeriyordu. İşte Samirî, onun bastığı topraktan bir avuç aldı,
o buzağının içine attı. Buzağı et ve kana dönüştü. Bir kere inek sesi çıktı.
Bunun üzerine Samirî: İşte bu sizin ve Musa'nın ilâhı! dedi.
Mutezilî
müfessirlerin pek çoğu ise ikinci görüştedir: Samirî o buzağıyı içi boş olarak
yaptı. İçine özel şekilde borular yerleştirdi ve o heykeli, rüzgârın estiği
yere koydu. Rüzgâr, boruların içine giriyor, ondan buzağı sesine benzer özel
bir ses çıkıyordu.
Bir
başkalarına göre ise, sihirbazların işine benzeyen bir göz boyama, yani
aldatmacaydı. Samirî, heykeli içi boş olarak yaptı. Buzağıyı diktiği yerin
altına, insanların bilmeyeceği, farketmeyeceği bir yerden ona üfleyecek bir
adam koydu. O adam üfledi, insanlar onun içinden buzağı sesi gibi bir ses
duydular.[240]
Sonra
Allahu Teâlâ: "Onun kendileriyle konuşmayacağını, onlara bir yol da
gösteremeyeceğini görmediler mi onlar? Onu ilâh edinmekle zalimlerden oldular"
sözüyle, onların buzağıyı ilâh edinmelerini reddetti. Bu ayetin açıklaması
şudur: Onlar, onun ilâh olma vasıflarına sahip olmadığını görmediler mi? O,
onlarla konuşmuyor, onları hayra irşad etmiyor, saadet yoluna ulaştırmıyor.
Halbuki Allahu Teâlâ, onların sapıklığa düşmelerini, göklerin ve yerin yaratıcısından
uzaklaşarak hak ilâh sıfatını taşımayan bir buzağıya tapmalarını istemiyor.
Bu, bir hidayet ve irşaddır. Bu, Cenab-ı Hakk'ın şu sözü gibidir: "Onlar
onun, kendilerine bir söz söyleyemediğini, ne bir zarar, ne de fayda veremeyeceğini
görmüyorlar mı?" (Tâ-Hâ, 20/89) Fakat cahillik ve körlük, onları hakikati
idrakten alıkoydu. İmam Ahmed ve Ebu Davud, Ebu'd-Derdâ'dan şöyle dediğini
rivayet ederler: "Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Senin bir şeyi
görmen, seni kör ve sağır eder". Onun için, Allahu Teâlâ, onların
sapıklıklarını ifade etmek üzere: "Onu ilah edinmekle zalimlerden
oldular" buyurmuştur. Yani onlar onu, delilsiz ve bürhansız ilâh
edindiler. Cehaletlerinden ve Öbis adlı buzağıya tapan Mısırlıları,
Filistin'deki putlara tapan kavimleri taklit ederek, ona taptılar. Böylece
kendilerine zulmettiler. Çünkü onlar, kendilerine fayda vermeyen, ancak zarar
veren şeye taptılar.
Musa,
Rabbiyle münacatından, yahut buluşma yerinden o Tür dağınday-ken, Allah ona
kavminin buzağıya taptıklarını haber vermişti: "Gerçekten biz kavmini
imtihan ettik. Samirî de onları saptırdı" (Tâ-Hâ, 20/89) geri döndüğü
zaman, İsrailoğulları yaptıklarına pişman oldular, puta tapmakla çok büyük bir
sapıklık içinde olduklarını gördüler. Tevbe edip Rablerine istiğfar ettiler:
Rabbimiz tevbemizi, günahımızdan af talebimizi kabul edip bize merhamet etmezse,
mutlaka helak oluruz. Dünya saadetini yani hürriyet ve arz-ı mevûd'da istiklali
ve ahiret saadetini yani ebedi cennetlerde kalmayı kaybedenlerden oluruz,
dediler.
Bu,
onların günahlarını itiraf ve Allah'a sığınmadır.
[241]
Ayetten
anlaşıldığına göre, İsrailoğulları, en güzel hallerden biri olduğu halde, bir
hal üzere istikrarlı bir şekilde davranmıyorlar, çelişkili, kararsız, ne
yaptığını bilmez, çok şikayetçi, nimete hamd ve şükrü az, hadiselere bakışları
yüzeysel ve basit, düşünceleri sığ ve taklitten etkilenen bir millettir. Taklit
öyle bir hastalıktır ki, millete de, kişiye de bilmeyerek sirayet eder. Onlar
da, beraber yaşadıkları, putlara tapan Mısırlıları taklit etmek istediler.
Onların bu isteklerini, kendilerinden önce Filistin'e yerleşmiş olan
kavimlerin putlara taptıklarını görmeleri de pekiştirdi.
Samirî,
onların buzağıyı ilâh edinme isteklerini görünce, zinet eşyasından onlara bir
buzağı heykeli döktü. Fakat onlar, buzağının ilâhlığa lâyık olup olmadığını
düşünmediler. Kendilerine zulmettiler: Çünkü bu buzağı, onlarla konuşamıyor,
onları doğruya ve hidayete iletemiyordu. O, cansız bir varlıktan, ya da aciz
bir hayvandan başka bir şey değildi. Her iki halde de o, ilâhlığa lâyık
olamazdı.
Sonra
bu kötü hareketlerine tevbe edip pişman oldular, Rablerine istiğfar ettiler. Bu
büyük günahlarından dolayı tevbelerinin kabulünü ve bağışlanmalarını
istediler. Allah kendilerine mağfiret etmezse, hüsrana uğrayanlardan
olacaklarını kesin bir dille ifade ettiler.
Bu,
açıkça bir kulluk ifadesi ve hak ilâhın ilâhlığını itiraftır. Hamza ve
Ki-saî'nin kıraatına göre: "Le-in terhamna Rabbena ve teğfir lenâ = Ey
Rabbimiz, Eğer bize merhamet ve mağfiret etmezsen..." ifadesinde yardım
isteme ve yakarma manası vardır. Bunda, işledikleri büyük suçu itiraf,
Allah'tan başka sığınılacak bir varlık olmadığını bilme söz konusudur.
Ehl-i
Sünnet: "Onun kendileriyle konuşmayacağını, onlara bir yol da gösteremeyeceğini
görmediler mi onlar?" ayetine
dayanarak, konuşmayan ve yol gösteremeyen
birinin ilâh olamayacağını söylemiştir. Çünkü ilâhın emri ve nehyi olacak. Bu
da, ancak onun konuşan varlık olmasıyla mümkündür. Konuşamayan kimseden emir
ve nehiy meydana gelemez. Buzağı da, emir ve nehiy-den âciz olduğuna göre, ilâh
olamaz.
Samirî'nin,
buzağıyı İsrailoğullarına ilâh yapması münasebetiyle ilm-i tev-hid alimleri,
saadet ve şekâvetin Allah'ın ezelî ilminde olduğuna işaret eden ince bir
nükteyi zikrederler: Musa b. /mran (a.s.)'ı Firavun büyüttü, Allah'ın
il-hamıyla mümin oldu. Samirî'yi ise Cibril terbiye etti, sonunda kâfir oldu.
Hatta şöyle bir söz vardır:
"Kişi
ezelden said yaratılmadığı zaman
Terbiye
eden de, terbiyesi umulan da arzusuna ulaşamaz.
İşte
Cibril'in terbiye ettiği Samirî, kâfir
Firavun'un
terbiye ettiği Musa, peygamber."
Bu,
terbiye ve yönlendirmenin etkili olmadığı manasına gelmez. Nitekim Ebu Yala,
Taberanî ve Beyhakî'nin, Esved b. Seri'den rivayet ettiği: "Her doğan,
fıtrat üzere doğar" hadisinin de ifade ettiği gibi, çevrenin ve terbiyenin
çok önemli rolü vardır. Mürebbî olmasaydı, ben Rabbimi bilemezdim. Fakat ilâhî
irade her şeyin üstündedir. Allah, işinde üstündür. Allah'ın yaratmasında birtakım
şeyler vardır. O, yüksek hikmet sahibidir. Bazı alim, salih ve şerefli kimselerin
çocuklarında gördüğümüz gibi, iyi terbiye görmüş ve bir mürebbinin gözetiminde
olmasına rağmen insan nefsi kötülüğe, bozgunculuğa ve sapıklığa meyleder.
[242]
150-
Musa kavmine öfkeli, kederli bir şekilde döndüğü zaman dedi ki: "Size
bıraktığım şu makamımda ne çirkin işler yapmışsınız! Rabbinizin emrinde acele
mi ettiniz?" Ve Levhaları bırakıverdi. Ve kardeşinin saçına yapışıp onu
kendine doğru çekmeye başladı. (Harun:) "Ey anamın oğlu! Bu kavim beni
cidden zayıf buldular, nerdeyse beni öldüreceklerdi. Sen de bana, düşmanları
sevindirecek harekette bulunma ve beni o zalimler güruhu ile bir tutma"
dedi.
151- "Rabbim! Beni de, kardeşimi de bağışla!
Bizi rahmetine al. Sen rahmet edicilerin en merhametli olanısın".
"Öfkeli,
kederli": "Esef" kelimesi, üzülmek ve öfkelenmek manasına gelir.
Şu ayette Yakub (a.s.)'m sözü üzülmek manasınadır: "Ey Yusuf üzerindeki
hüznüm". (Yusuf, 12/48). Şu ayette de, öfkelenmek manasınadır:
"Nihayet onlar bizi kızdırınca, kendilerinden intikam aldık"
(Zuhruf, 43/55). Ebu'd-Derdâ, "eserin çok kızmak anlamına geldiğini
söylemiştir.
"Ve
levhaları bırakıverdi": Rabbi için gazaplanarak Tevrat levhalarını bıraktı,
onlar da kırıldı. "Ve kardeşinin saçına yapışıp onu kendine doğru çekmeye
başladı": Kardeşi Harun'un, saçının sağ ve sakalının sol tarafından tuttu.
Bunda ona hakaret maksadı yoktu. Azarlamak için yapıyordu.
"Ey
anamın oğlu" Bu, onun kalbini yumuşatmak için yapılan bir hitaptı.
"...bana düşmanlarımı sevindirecek harekette bulunma" Bana hakaret
ederek. "ve beni o zalimler güruhu ile bir tutma" Beni buzağıya
taparak zulmeden kimselerle birlikte sorguya çekme.
[243]
Allahu
Teâlâ, Samirî'nin İsrailoğullanna buzağı şeklinde bir ilâh yapma kıssasını
zikrettikten sonra, bunun Hz. Musa'ya etkisini belirtti. Çünkü o, geri dönerken
çok sinirli ve kızgındı. Kavminin sapıklığını bizzat görünce, hüzün ve kederi
büsbütün arttı. Kavminin buzağıya tapması sebebiyle, derhal kardeşi Harun
(a.s.)'a gitti. Kavminin yaptığına ses çıkarmaması dolayısıyla onu azarladı.
İşte bu, buzağıya tapma kıssasının ikinci bölümüdür.
[244]
Allahu
Teâlâ, İsrailoğullarının yaptığını Musa (a.s.)'a Tur dağında iken haber verdi:
"Gerçekten biz senden sonra kavmini imtihan ettik. Samirî de onları
saptırdı. Musa gazaplı ve üzgün olarak kavmine döndü. Dedi ki: "Ey kavmim,
Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Yoksa size vadettiğim süre uzun mu
oldu? Yahut üzerinize Rabbinizin gazabının gelmesini mi istediniz de, bana olan
vaadinizde durmadınız?" (Tâ-Hâ, 23/85-86).
Musa
(a.s.), buluşma yerinden dönüşünde, kızgın ve çok üzüntülüydü. Kavmine şöyle
dedi: Yokluğumda ne kötü iş yaptınız. Rabbimle münacat için Tur dağına
gittikten sonra, bana ne kötü halef oldunuz. Ben, tevhid akidesini size
açıklamış, kalblerinize o akideyi ekmiş, ruhlarınızı şirkten ve putperestlikten
temizlemiş, inek heykelleri şeklindeki putlara tapan kavmin sapıklığından sizi
korkutmuş olduğum halde, siz Allah'a ibadeti ve O'nun tevhid akidesini bırakıp
Samirî'ye uyarak buzağıya tapınışsınız.. Musa (a.s.), büyük bir azimle ve
cesaretle onlara halis tevhidi telkin etmiş, başka milletlerin edindiği gibi,
kendilerine de bir ilâh edinmesini istedikleri zaman, onların bu davranışını
hoş karşılamamıştı.
Musa
(a.s.): Rabbiniz size kırk gün vaad ettiği halde, siz buna sabredemeyip acele
mi ettiniz? dedi. Onlar, Musa (a.s.)'m ilk otuz günde gelmediğini görünce,
öldüğünü düşünmüşlerdi.
[245]
Yani benim hakkımda hüküm vermekte acele ettiniz. Zemahşerî şöyle der:
"Rabbinizin emrinde -Musa'yı beklemek- ve size tavsiye ettiği şeyde acele
mi ettiniz? Söz verilen vaktin sona erdiğini, benim dönmeyeceğimi mi, öldüğümü
mü düşündünüz? Diğer peygamberlerden sonra ümmetlerinin değiştiği gibi, siz de
değiştiniz. Rivayete göre Samirî, onlara buzağı heykelini yaptığı zaman şöyle
demişti: "İşte bu, sizin ve Musa'nın ilâhıdır." Çünkü Musa öldü, asla
geri dönmeyecek dedi, demektir.
[246]
Musa
(a.s.) buzağı olayını duyunca, çok canı sıkıldı. Bu, Allah için ve dinî
gayretinden dolayı idi ve levhaları elinden attı. Musa (a.s.) çok öfkeli, Harun
(a.s.) ise, ondan daha yumuşaktı. Onun için de İsrailoğulları, onu Musa
(a.s.)'dan daha çok seviyorlardı.
Rivayet
olunduğuna göre, Tevrat yedi parçaydı. Musa (a.s.) levhaları bırakınca
kırıldılar. Onlardan altı parça kaldırıldı, tek bir parça kaldı. Kaldırılanlarda,
her şeyin açıklaması, geri kalanda da hidayet ve rahmet vardı. İbni Ebî
Hatim'in rivayetine göre, İbni Abbas şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Allah, Musa (a.s.)'a merhamet etsin, görülen, haber verilen gibi değildir.
Rabbi ona, kavminin kendinden sonra fitneye düştüğünü haber verdi, levhaları
atmadı. Onları o halde görünce levhaları attı."
Olayın
şiddetinden dolayı, kendini kaybederek ve kardeşinin kendisine halife olmakta,
insanları buzağıya tapmaktan alıkoymakta kusurlu olduğunu zannederek,
kardeşinin başını kendine doğru çekmeye başladı. Çünkü halefin, selefin yoluna
tabi olması gerekirdi: "Musa Harun'a: "Onları sapıklıkta gördüğünde,
seni bana uymaktan alıkoyan neydi? Yoksa benim emrime asi mi oldun?"
dedi." (Tâ-Hâ, 20/92-93).
Musa
(a.s.), yaptığında mazurdu. Çünkü o, hak için kızıyordu. Peygamberimiz (a.s.)
de, kendi nefsi için değil, Allah'ın emirleri, mukaddesat çiğnendiği zaman
kızardı.
Harun
(a.s.), Musa (a.s.)'a şöyle cevap verdi: Ey anamın oğlu! Beni kınamak,
azarlamak ve Allah'a karşı görevimde kusurlu davranmakla suçlama konusunda
acele etme. Ben onların bu hareketini tasvip etmedim. Onlara nasihat ettim.
Fakat onlar beni zayıf buldular, tek kişi kaldım. Sözüme kulak vermediler,
neredeyse beni öldüreceklerdi.
Ey
anamın oğlu! Beni düşmana güldürme, onların arzusunu -tahkir ve kötüleme-
yapma, onlara kızdığın gibi, bana da kızma. Beni onlarla aynı kefeye koyma.
Beni buzağıya tapanlardan sanma, ben onlardan ve onların düştükleri zulüm
hatasından uzağım.
Musa,
kardeşi bu şekilde özür dileyince kalbi yumuşadı ve şöyle dedi: Rab-bim!
Kardeşime karşı sert ve katı söz ve davranışla kusur işlediysem beni bağışla.
Bana hilafeti esnasında işledikleri günah ve suçtan dolayı insanları engellemede
kusur işlediyse kardeşimi de bağışla. Bizi engin rahmetinin içine koy. Sen
merhametlilerin en merhametlisisin. Dünya ve ahirette rahmetini bizden ayırma.
Musa,
kardeşini memnun etmek ve insanlara, ondan razı olduğunu göstermek için böyle
dua etti.
Bundan
anlaşılıyor ki Harun, azim ve irade kuvveti, meseleleri sağlam bir şekilde ele
alma konusunda, Musa'dan daha hafif kalmaktaydı.
Harun,
buzağının ilâh edinilmesi suçundan uzak olduğunu, onlara nasihat etme hususunda
kusurlu olmadığını açıkladı. Allah da onu bağışladı. Bu, bugünkü Tevrat'ta
bulunan, Harun'un, onlara buzağı yaptığı şeklindeki anlayışa terstir.
[247]
Başkalarını
idare ve onlara etki konusunda, insanlar farklı karakter ve hal sahibidirler.
Bazısı Musa (a.s.) gibi sert tabiatlı ve çabuk alıngandır. O, hak için
kızıyordu, yaptığı işte haklıydı. Bazı insanlar da Harun (a.s.) gibi sakin tabiatlı,
halim, selimdir. O, kavmini o istenmeyen şeyden alıkoymak için elinden gelen
gayreti gösterdi. Fakat onlar, onun nasihatma riayet etmediler, hatta onu
öldürmek istediler.
Musa
(a.s.), Rabbi ona olayı haber verdiği zaman, acı olayı gördüğü zamanki kadar
kızmadı. Çünkü haber, görmek gibi değildir. Tabii olarak gören, görmeyenden
daha çok etkilenir. Çünkü olaya şahit olan, şahit olmayanın görmediğini
görmektedir.
Bunların
hepsi de ruhî ve fıtrî hallerdir. İnsanlar bunlara egemen olamaz değiliz.
Musa
(a.s.)'ın levhaları atması ise, gördüğü şeyden etkilenerek kapıldığı dehşet ve
rahatsızlıktan dolayı idi. Ne yaptığını bilmeden ve levhaları kırmayı
kasdetmeyerek, yaptığını yaptı. Şiddetli bir infial içindeydi. Öyle ki, önünde
ateşten bir deniz olsa, ona dalacak durumdaydı.
Kardeşinin,
saçından ve sakalından tutup kendine doğru çekmesi ise peygamberlerin ismetine
ters düşmez. Çünkü o bunu hakaret etmek, hafife almak ve küçük düşürmek için
değil, ikram ve tazim maksadıyla yaptı. Nitekim Araplar da, adet olarak, ikram
ve tazim için, erkek kardeşinin sakalından tutarlar. Fakat Harun (a.s.),
İsrailoğulları bunu bir hakaret zannetmesinler diye hoş karşılamadı. Harun,
Musa'dan üç yaş büyük ve İsrailoğullannın gözünde Musa'dan daha sevimliydi.
Çünkü o, öfkeli biri değildi. Sonra Musa, bunu kardeşine, buzağı işinde
yaptıkları şeylerde İsrailoğullarıyla birlikte olduğunu -bu hal, peygamberler
hakkında caiz olamaz- zannederek yaptı.
Harun'un,
puta tapanların kendisini zayıf görüp öldürmeye kalkışmalarını söylemesiyle
zorluk kalktı. Musa onun özrünü kabul etti. Kendisi ve kardeşi için dua edip
bağış ve rahmet diledi. Kendisi için, kendisine levhaları attıran gazaptan
dolayı mağfiret, kardeşi için de onlara engel olmakta kusurlu olduğunu
zannettiği -halbuki onun hiç kusuru yoktu- için bağış istedi: Levhaları attığım
için beni, kusur işlediyse kardeşimi bağışla, dedi.
Hasen
el-Basrî şöyle demiştir: Harun dışında hepsi de buzağıya taptı. Çünkü, Musa ve
Harun'dan başka inanan olsaydı, Musa: "Ya Rabbi! Bana ve kardeşime
mağfiret et" diyerek, duayı sadece kendisi ve kardeşi için yapmaz, o
mümine de dua ederdi.
Harun
(a.s.) öldürülme korkusundan dolayı kardeşi Musa (a.s.) ile birlikte Tur'a
gitmedi. Ayetin işaretine göre, bir münkeri değiştirirken öldürülme korkusu taşıyan
kimsenin susması gerekir.
İbnü'l-Arabî
şöyle der: Bu, gösteriyor ki, bazılarının zannettiği gibi, öfke hali hükümleri
değiştirmez. Çünkü Musa (a.s.)'m gazabı, işlerinden hiçbir şeyi değiştirmedi.
Aksine işler aynıyla cereyan etti. Levhaları attı, kardeşini azarladı ve bir
meleği tokatladı.
[248]
Mehdî şöyle der: Çünkü onun gazabı, Allah içindi. İsrailoğulları'na susması da,
birbirleriyle savaşıp ayrılmaları korkusundandı.
Musa
(a.s.), aşın hiddetinden dolayı, Buharî ve diğer hadis imamlarının rivayet ettiği
hadisten anlaşıldığı gibi, Cenab-ı Hak, kendisine ölüm meleğini gönderdiği
zaman, ona öyle bir tokat attı ki, meleğin gözünü çıkardı. Melek Rabbine gitti.
"Beni ölmek istemeyen bir adama gönderdin" dedi. Cenab-ı Hak ona:
Geri dön git, ona söyle, elini bir öküzün sırtına koysun, onun kılı sayısınca,
ömrüne bir sene eklenecek de" buyurdu. Melek; "Ya Rabbi, sonra
ne?" dedi. Allah: Ölüm, dedi.
[249]
152-
Şüphesiz buzağıyı tanrı edinenle- re, Rablerinden bir gazap, dünya haya- tında
da bir horluk erişecektir. İşte biz
iftira edenleri böyle cezalandırırız.
153-Kötülükler
işleyip de sonra tevbe ve iman edenler
ise, şüphesiz Rabbin, bunun ardından
mağfiret ve rahmet edicidir.
"Şüphesiz
buzağıyı tanrı edinenlere Rablerinden bir gazab" Bakara sûresinde geçtiği
gibi, birbirlerini öldürmeleri şeklinde bir azap "dünya hayatında da bir
horluk..." İnsanlar tarafından horlanıp hakir görüldüklerini anlamaları ve
ülkelerinden çıkarılmaları gibi bir horluk "erişecektir".
"İşte
biz iftira edenleri böyle cezalandırırız": Onları cezalandırdığımız gibi,
Allah'a şirk vb. şeyleri iftira edenleri cezalandırırız.
[250]
Bu
ayetlerle daha önceki ayetler arasındaki bağ açıktır. Allahu Teâlâ, Musa
(a.s.)'ın kardeşi Harun (a.s.)'ı azarlamasını, kendisi ile kardeşi için
mağfiret istemesini zikrettikten sonra, buzağıyı ilâh ve mabud edinmeleri
sebebiyle, zalimlerin cezasını zikretmiştir. İşte bu, buzağıya tapma olayının
üçüncü bölümüdür.
[251]
Şüphesiz
Sâmirî ve adamları gibi, peygamberleri Hz. Musa (a.s.)'ın yokluğunda buzağıyı
ilâh ve mabud edinenlere, ona tapmaya devam edenlere, Rablerinden şiddetli bir
azab dokunacaktır. Bu, Bakara sûresinde zikredilir: Onlar nefislerini öldürmedikçe
Allah, onların tevbelerini kabul etmeyecektir: 'Yara-danınıza tevbe edip,
nefislerinizi ıslah edin. Böyle yapmanız, yaratanınız katında sizin için çok
hayırlıdır. Gerçekten O, tevbe eden kullarının tevbelerini en çok kabul eden ve
en çok mağfiret edendir" (Bakara, 2/54).
Onlara
dünya hayatında bir zillet ve aşağılık dokunacaktır. Yurtlarından
çıkarılmaları, insanların onları hor görmeleri ve ihtirasla dünya sevgisine düşmeleri
sebebiyle zelil olacaklardır. Çünkü onlar, her ümmet için sevilmeyen, reddedilen
materyalist kimseler olarak bilinirler. İşte bu, manevî büyük bir zillettir.
Bunun örneği yüce Rabbimizin şu ayetidir: "Onların üzerine horluk ve
yoksulluk (damgası) vuruldu. Allah'tan bir azaba uğratıldılar" (Bakara,
2/61). Zillet, yakın ve uzak manası ile tahakkuk etmiştir. Onların Filistin'de
devletlerini kurmalarına gelince, bu müslümanlar için bir musibet ve
imtihandır. Bu yüzden kendilerinden daha kötü olan bir kısım insanlar, onların
üzerlerine musallat edilmiştir. İlmî araştırmalara göre, Filistin'de siyonist
devletinin devam etmesi mümkün değildir. Şartlar ve gözlemler, onun devamını
desteklememektedir. Hadis-i şerifler de, onların öldürüleceklerini ve oradan
kovulacaklarını müjdelemektedir. Her şeyin bir vakti vardır.
Dünyada
İsrailoğulları içindeki zalimlerin başına gelen bu cezanın benzerini, her
zaman Allah'a iftira edenlere indiririz. Yani, Allah'ın dinine iftira eden
herkesin cezası, Cenab-ı Hakk'm gazabına uğramak ve dünyada zillete düşmektir.
Bu,
doğruya karşı çıkıp, bid'at uyduran herkesi içerir. Hasan el-Basrî şöyle
demiştir: "Şüphesiz ki bid'at zilleti, onların omuzlarındadır. Her ne
kadar katırlar onları güzel bir şekilde götürse, kadanalar onlara ses
çıkarsalar da.."
[252]
Rivayete
göre, Ebu Kulâbe el-Cürmi, "İftira edenleri böylece cezalandırırız"
ayetini okudu, sonra şöyle dedi: "Vallahi o, kıyamete kadar her iftira
eden için geçerlidir".
Süfyan
b. Uyeyne şöyle demiştir: "Her bidat sahibi, zelildir"
[253]
Eşyayı
zıtları ile karşılaştırmak, Kur'an-ı Kerim'in bir özelliğidir. Onun için,
zalimlerin cezasını zikrettikten sonra tevbe edenlere ümit kapılarını açmıştır.
İşte Allah kullarını uyarmış, küfür, şirk, nifak gibi hangi tür günahtan olursa
olsun, tevbe edenin günahlarını bağışlayacağını bildirerek şöyle buyurmuştur:
"Kötülükler işleyip de sonra tevbe ve iman edenler ise, şüphesiz Rabbin
bunun ardından mağfiret ve rahmet edicidir". (A'raf, 7/153). Yani kötü
ameller ve şer'an münker sayılan şeyler -ki bunların başında küfür ve şirk
gelir- yapıp sonra da onlardan Allah'a dönenler, (kâfirin iman etmesi, asinin
isyanından geri dönmesi, müminin Rabbinin yolunda dosdoğru devam etmesi),
şüpheden uzak halis imanla iman edenler, imanla beraber amel-i salih işleyenler
yok mu? Ey Muhammed, şüphesiz ki Rabbin, o işlerinden sonra onlara mağfiret
edecek, günahlarını örtecektir. Onlara merhamet edecektir, iyiliği on misliyle,
azı çokla mükafatlandıracaktır.
Abdullah
b. Mesud'a, bir kadınla zina eden, sonra da onunla evlenen bir adam hakkında
sorulunca, bu ayeti okudu: Abdullah b. Mesud, bu ayeti, on defa okudu. Bunu ne
emretti, ne de nehyetti.
Bu,
kötülük işleyen kimsenin, ilk önce mutlaka tevbe etmesi gerektiğini gösteriyor.
Bu da, onu terketmesi, ondan vazgeçmesi, sonra da iman etmesidir. Allah'a
inanması, O'ndan başka hiçbir ilâh olmadığını tasdik etmesi gerekir. Bu ayet,
bütün kötülüklerin tevbe ile mağfiret olunacağına işaret eder. Bu, günahkârlar
için büyük bir müjdedir.
[254]
Bu
iki ayet, iki önemli prensibi içine alır: Cezalandırmada adaletli davranma, tevbe
eden asilere merhamet etme.
Birinci
prensip: Ceza verirken adaletten ayrılmama. Allah'ın şeriatı, adalet üzere
kaimdir. Kim, Musa (a.s.)'ın yokluğunda İsrailoğullarının yaptığı gibi Allah'a
ortak koşarsa, kendine zulmediyor demektir. Cenab-ı Hakk'ın gazabını ve dünya
hayatında zillet ve horluğu hak etmiş olur. Allah'ın dininde olmayan bir şeyi
ortaya koyarsa, Allah'a iftira etmiş olur, zalimlerin ve kâfirlerin uğradıkları
gibi cezayı hak eder. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: "İftira
edenleri böyle cezalandırırız". İmam-ı Malik şöyle der: "Her bidatçı,
başında mutlaka zillet bulur".
Bu,
geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki herkese uygundur. Musa (a.s.)'ın zamanındaki
yahudilerin durumunu içine aldığı gibi Resulullah zamanındaki ve nesiller boyu
onların yaptıklarından hoşnut olan yahudileri de içine alır.
İkinci
prensip: Tevbe eden asilere merhamet prensibi: Bu, Allahu Te-âlâ'nm bu müslüman
ümmete ve bütün ümmetlere büyük bir lütfudur. Ayet-i kerimede kesin bir haber,
kesin bir karar ve hüküm vardır: Allah, müşriklerin ve diğer günahkârların
tevbesini kabul eder. Çünkü Allahu Teâlâ'nm: "Kötülükler işleyip de ondan
sonra tevbe ve iman edenler" sözü küfür ve diğer günahları içine alır.
Allah'ın rahmeti gazabını geçmiştir. O'nun rahmeti sonsuzdur. Kim Cenab-ı
Hakk'ın Rab olduğuna iman ederse, İslâm'ı din, Muhammed (a.s.)'i peygamber,
Kur"an-ı Kerim'i de anayasa kabul eder, küfründen yahut günahından tevbe
eder ve salih amel işlerse, şüphesiz Allah kendisine mağfiret ve merhamet eder.
[255]
154.
Musa'nın öfkesi geçince levhaları aldı. Onun bir nüshasında şöyle yazılıydı:
Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır.
"Musa'nın
öfkesi geçince" Bu, kapalı bir istiaredir. Gazap, intikam almak isteyen
kızgın birine benzetilmiş, sonra müşebbehun bih hazfedilmiş, onun levazımından
bir şey açıklanmıştır, o da "geçtmek" fiilidir. Bu, lâtif bir
benzetmedir.
[256]
"Musa'nın
öfkesi geçince" Sakinleşince. "Sükun" kelimesi lügatte, konuşmayı
terketmektir. Ayette gazaba nisbet olunmuştur. Sanki, gazab emir ve ne-hiyler
veren öfkeli bir şahıs şeklinde tasvir olunmuştur. Zemahşerî şöyle der:
"Bu, bir deyimdir. Adeta gazap onu yaptığı şeye teşvik ediyor ve ona:
"Kavmine şöyle de! Levhaları at! Kardeşinin başını çekmeyi bırak"
diyordu. Bunun üzerine o, konuşmayı bıraktı, teşviki kesti, "levhaları
aldı.": Atmış olduğu levhaları.
[257]
Allahu
Teâlâ bize, Musa (a.s.)'m gazap halini, kavminden bir kısmının, buzağıya
tapmakta ısrar eden, bir kısmının da bundan vazgeçip Allah'a dönenler olarak
ikiye ayrıldıklarını açıkladıktan sonra, bu ayette de Musa (a.s.)'ın gazap
halinin gitmesinden sonra olanı zikretmiştir. Musa (a.s.) çok çabuk kızan, karakter
itibarıyla öfkeli olmakla beraber, çabucak yumuşayan bir kimseydi.
İşte
bu, buzağıya tapma hikâyesinin dördüncü ve son bölümüdür.
[258]
Musa
(a.s)'m, kavmine olan öfkesinin dinmesi ve çoğunun tevbe etmesi dolayısıyla
rahatlayınca, içinde Tevrat bulunan, buzağıya tapmaları sebebiyle sırf dinî
duygudan ileri gelen şiddetli gazapla, attığı levhaları aldı. Onlarda şaşkınlara
bir hidayet, işledikleri günahlardan dolayı şiddetli bir korkuyla Rablerinden
korkan asi tevbekârlara bir rahmet olduğunu gördü.
İbni
Abbas şöyle demiştir: Levhalar kırılınca Musa (a.s.), 40 gün oruç tuttu. O
levhalar, ona iki levha halinde geri verildi. O, onlardan hiçbir şey kaybetmedi.
Kuşeyrî şöyle der: "Buna göre mana şöyle olur: "Kırılan levhalarda ve
yeni levhalara naklolunan şeylerde, bir hidayet ve rahmet vardır". Ata
ise şöyle der: Onlardan geriye kalanlarda... Onlardan sadece yedide biri kaldı,
yedide altısı kayboldu. Fakat, had ve hükümlerden hiçbirisi kaybolmadı.
[259]
Hilm
(ağırbaşlılık) ahlâkın başıdır. Nitekim Musa (a.s.)'ın nefsi sükûnet bulup,
hilm haline dönünce, içinde Tevrat bulunan levhaları araştırmaya başladı.
Onlarda sapıklıktan hakka, yoldan ayrılmaktan hidayete, azabdan rahmete, hayır
ve salah yoluna, doğru yola girmenin açıklandığını gördü.
Hz.
Musa onlarda bulduğu had ve hükümlerin ışığı altında kavmini irşada ve onlarla
amel etmeye teşvike başladı. Çünkü onlar, Allah'ın İsrailoğulları'na indirdiği
şeriatı idi. İşte bu anladığımız kadarıyla şiddetli etkilenme halinin
geçmesinden sonra, Musa (a.s.)'nın istikrar dönemidir.
[260]
155-
Musa tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti. Onları müt- tuttuğu
zaman dedi ki: "Ey Rabbim! Eğer dileseydin onları da, beni de daha önce
helak ederdin. İçimızden birtakım beyinsizlerin işlediği yüzünden bizi helak mı
edeceksin? Zaten o da senin imtihanından başka bir şey değildi. Sen onunla kimi dilersen sapıklığa götürür ve kimi dilersen hi- dayete
erdirirsin. Sen bizim velimiz- sin. O halde bizi bağışla, bize merhamet et.
Çünkü sen, mağfiret edicilerin en hayırlısısın.
"Musa
tayin ettiğimiz vakitte" arkadaşlarını buzağıya tapmalarından dolayı özür
beyan etmek üzere, ona vadettiğimiz ve gelmelerini kararlaştırdığımız vakitte
"kavminden yetmiş kişi seçti". Müfessirlerin çoğuna göre, kavminden
buzağıya tapmayan 70 kişiyi, Allah'ın emriyle seçti.
"Onları
müthiş bir sarsıntı tuttuğu zaman" yıldırım, ya da bedenleri, kalb-leri
sarsan şiddetli zelzele isabet ettiği zaman, "dedi ki: Rabbim! Eğer
dileseydin onları... daha önce helak ederdin". Ben onlarla beraber
çıkmadan önce İsra-iloğulları bunu görüp beni suçlamasınlar.
"İçimizden
birtakım beyinsizlerin işlediği yüzünden bizi helak mı edeceksin?" Başkalarının
günahı sebebiyle bize azab etme.
"Zaten
o da senin imtihanından başka bir şey değildir." Sefihlerin düştükleri
fitne, ancak seni imtihan ve denemek içindir.
[261]
Bu
ayet, Musa (a.s.)'ın Rabbi ile münacatı esnasında meydana gelen olayları
açıklamaya devam etmektedir. Allahu Teâlâ konuşma ve görme yerine gelme
kıssasına şu sözüyle başlamaktadır: "Musa tayin ettiğimiz vakitte gelince.."
(A'raf, 7/143) Sonra Cenab-ı Hak buzağıya tapma kıssasını, daha sonra da
buluşma yerinde olanları açıklamaktadır. Bu, konuşma ve onu görme arzusuyla
gelinen mikatlar, Razî'nin de tercih ettiği gibi, başka bir mikat değildir.
Çünkü Allahu Teâlâ ilk önce: "Tayin ettiğimiz vakitte geldi" buyurmuş,
daha sonra da: "Tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti"
buyurmuştur.
Bu
da, murad olunan mikatın, o mikat olduğunu göstermektedir.[262]
Allahu
Teâlâ Musa (a.s.)'a, konuşma ve görme yerine götürmek üzere, İs-railoğullarmdan
yetmiş kişi seçmesini vahyetti. O da bunu yaptı. Tur dağındaki bu görüşme
yerine onları götürdü. Tur-i Sina, daha önce Musa (a.s.)'ın Rab-bine münacatta
bulunduğu yerdi. Hz. Musa, onlara oruç tutmalarını, temizlenmelerini ve
elbiselerini temizlemelerini emretti.
Ayetlerin
sıralanmasından anlaşılıyor ki, bu sayının seçilişi, buzağıya tapma olayından
önce, Musa (a.s.)'ın Allah'ı görme arzusu sırasında oldu. Bu da Musa (a.s.)'m
Rabbine olan münacatını duymaları ve onun doğruluğuna delil olması içindi.
Onlar o yere gelince şöyle dediler: Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe,
sana inanmayacağız. Sen onunla konuştun. O'nu bize göster. Allah'ı görme
isteklerinde ısrar edince, kendilerini dağın şiddetli sarsıntısı yakaladı,
düşüp bayıldılar.
Dajjın
şiddetli sarsıntısı ölüm değildi. Fakat kavmi bu korkunç hali görünce, bir
titremeye tutuldular. Çok korktular. Hz. Musa (a.s.) da, ölümden korktu,
ağlayıp dua etti. Bunun üzerine Allah, onlardan o korku halini giderdi.
Vehb
b. Münebbih şöyle demiştir: Onlar ölmediler, fakat durumun dehşetinden dolayı
bir korkuya kapıldılar. Nerdeyse mafsalları birbirinden ayrılacaktı. Hz. Musa
(a.s.) da onların ölmelerinden korktu.
Onları
sarsıntı tutunca, Musa (a.s.) şöyle dedi: "Ya Rabbi! Onların helâkıyla
ilgili isteğinin, şu anda onların benimle beraber şu yere çıkmalarından önce
olmasını, onların şu korkusunu görmeden önce beni de onlarla beraber helak
etmeni isterdim. Böylece kavmim, seçkinlerimizi helake götürdün demeyeceklerdir.
Sonra
Musa (a.s.) şöyle devam etti: "İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği
yüzünden bizi helak mı edeceksin?" Yani inatları ve edepsizlikleri sebebiyle
içimizden beyinsizlerin yaptıkları işler nedeniyle bizi helak etme.
O,
senin bir bela ve imtihanındır. Sen benimle konuştuğun zaman, onlar senin
sözünü duydular, seni görmek istediler. Emir ancak senin emrin ve hüküm ancak
senin hükmündür. Sen ne dilersen, o olur. Kullarından dilediğini saptırırsın.
Onlar gerçek manasıyla seni tanımayan cahil kimselerdir. Sen takdirinde,
hiçbir zaman onlar için zalim olmadın. Aksine bu, onların karakterlerine,
kazandıklarına ve isteklerine uygundur. Yine sen, kullarından dilediğini
hidayete erdirirsin. Onlar, seni bilen mümin kullardır. Senin onları hidayete
ulaştırman, yine onların kendi kazandıklarına ve iradelerine uygundur. Eğer
onların her biri kendi hallerine terk edilseydi, yine onlar kendi bulundukları
hali ve kendileri için takdir edileni seçerlerdi. Musa (a.s.) bu manayı,
Cenab-ı Hakk'm kendine olan şu sözünden çıkardı: "Gerçekten biz kavmini,
senden sonra imtihan ettik" (Tâ-Hâ, 20/85).
Sen
bizim velimizsin, işlerimizi üzerine alan, bizi gözetip kontrol edensin. Bu
sebeple bizi bağışla, günahlarımızı ört. O günahkârlar sebebiyle bizi sorguya
çekme, bize acı. Eğer ifrat ve tefrit yaparak aşırı gidersek bize merhamet
eyle. Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Kulların günahlarını örtersin, kötülüklerini
affedersin. Senin rahmetin her şeyi kuşatmıştır. Senin rahmetin ve mağfiretin
bir sebebe, bir maslahata bağlı değildir. Senden başkası çeşitli sebeplerle
-övülme, bir menfaat elde etme, bir zararı önleme gibi- bağışlar. Oysa sen bunu
sırf bir lütuf ve cömertlik olmak üzere yaparsın.
İbni
Kesir şöyle der: "Rahmet mağfiretle beraber zikrolunursa, bununla ilerde
kulun o tür günah içine düşürülmeyeceği murad olunur"
[263]
"Sen
bizim velimizsin" sözü, hasr ifade eder. Manası, senden başka Mev-lamız,
yardımcımız ve hidayete ulaştırıcımız yoktur, demektir.
Ayetin
tefsirinde, Musa (a.s.)'nm onların helakini istemesinde ve: "Bu, senin
imtihanından başka bir şey değildir" sözünde, imtihandan maksadın buzağıya
tapmak olduğu söylenmiştir. Helaklarını talep, buzağıya taptıkları zaman oldu.
Ona tapanlar sefihlerdi ve çoğunluğu teşkil ediyorlardı. İsrailoğullarmın
akıllıları ona tapmadı.
[264]
Mümin
bir kulun; Allah'a karşı edepli olması ve inat yoluna girmemesi gerekir. Musa
(a.s.)'m kavminin Allah'ı görmek istemesi, onun sözünü işitmelerinden ileri
gelmişti. Bu istek onlara, bulundukları dağda şiddetli bir sarsıntının
gelmesine yol açmıştır.
Bu,
şiddetli sarsıntıya sebep olunca, şüphesiz buzağıya tapmak daha şiddetli ve
sert azaba neden olur. Ayette geçen: "Bununla dilediğini saptırırsın"
ifadesinden murad, Cebriyecilerin dediği gibi onların dalâlete düşmeye zorlanmaları
değildir. Çünkü, "onunla kullarından dilediğini dinden uzaklaştırıp dalâlete
düşürürsün" demedi. Cenab-ı Hak: "Onunla dalâlete düşürürsün" buyurdu.
Bunu şöyle yorumlamak gerekir: "İman etmemesi durumunda kişiyi cezalandırırsın,
yahut bu şiddetli sarsıntı ile dilediğini helak edersin."
"Dilediğini
doğru yola iletirsin" sözündeki hidayet de böyledir. Bununla hidayet
şekillerine ve yollarına muvaffak kılma kasdolunmaktadır.
Şüphesiz
imana ve küfre götüren şeyi yaratan sadece Allahu Teâlâ'dır. Kul imana ve küfre
elverişli olan kudretiyle bu ikisinden birini diğerine tercih eder, Allah da
yaratır. İşte bu manada, hidayet de, dalâlet de Allah'tandır, yaratan Allah,
kazanan ise insandır.
[265]
İsrailoğulları
inatlaştılar, açıkça Allahu Teâlâ'yı görmek istediler, buzağıya tapmayı icad
ettiler.
[266]
156-
"Dünyada da, ahirette de bize iyilik yaz. Biz hiç şüphesiz sana
döndük". Buyurdu ki: "Ben azabıma kimi dilersem onu duçar ederim.
Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu sakınanlara, zekâtını verenlere, bir de
ayetlerimize iman edenlere yazacağım".
157-
Yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulacakları ümmî peygamber olan o
Rasûle tabi olanlardır. O, onlara iyiliği emreder. Onları kötülüklerden
alıkoyar. Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri de haram kılıyor ve onlardan
sırtlarındaki ağır yükü, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. İşte ona iman
edenler, onu yüceltenler, ona yardım edenler ve onunla indirilen nura
(Kur'an'a) tabi olanlar! İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
"Onlara
iyiliği emreder, onları kötülüklerden alıkoyar" ve "onlar temiz şeyleri
helâl, pis şeyleri de haram kılıyor" ayetlerinde mukabele vardır.
Mukabele, iki veya daha çok manayı söyleyip, sonra da onun mukabilini sırayla
zikretmektir.
"Onlardan
sırtlarındaki ağır yükü, üzerlerindeki zincirleri indiriyor". Ağır ve
meşakkatli mükellefiyetler için, ağır yük ve zincirler kelimesi, ariyet olarak
kullanılmıştır. İstiare vardır. O halde ağır yük ve zincirler, onların
şeriatlarında bulunan meşakkatli şeyler için bir benzetmedir.
[267]
"Dünyada
da" sıhhat, zenginlik ve istikbal "ahirette de bize iyilik"
cennet ve Allah'ın rızası "yaz."
"Biz...
sana döndük": Sana döndük ve tevbe ettik. O, hidayete erdiren, kavim de
hidayete erdirilendir.
"Ben
azabıma kimi dilersem" kime azab etmek istersem "onu duçar ederim."
"Rahmetim
ise her şeyi kuşatmıştır". Dünyadaki her şeyi kapsamıştır.
"Onu
sakınanlara" bu sıfatlara sahip olanlara ait kılacağım. Onlar Mu-hammed
(a.s.)'in ümmetidir. Şirkten ve büyük günahlardan sakınanlardır. "Zekatını
verenlere" Nefislerini tezkiye edip mallarının zekâtını verenler,
"bir de ayetlerimize iman edenlere yazacağım". Ahirette onunla hüküm
vereceğim. Onlara bir nimet ve ihsan olmak üzere rahmetimi gerekli kılacağım.
Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle buyurur: "Rabbiniz kendi üzerine rahmeti
yazdı."
"Ümmi
peygamber": Nebi, yükseklik manasına gelen nübüvvet kelimesinden
gelmektedir. Önemli haber manasına gelen nebe' kelimesinden de gelebilir.
Nebi'nin şeriattaki manası ise şudur: Allah'ın şeriat vahyettiği ve tebliğini
emrettiği kimsedir. Nebilere, müstakil şeriat yahut kitap verilmesi şart
değildir. Bunlar başka peygamberlerin şeriatına tabi olurlar. Tevrat'a tabi
olan İsrailo-ğulları peygamberleri gibi.
Ümmî
kelimesi ise, okuma-yazma bilmeyen demektir. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi,
Araplar "ümmî" diye lakaplanmıştı: "O, ümmiler arasında kendilerinden
bir peygamber gönderendir" (Cuma, 62/2). Cenab-ı Hak Ehl-i Kitap'tan da
şöyle hikaye etmektedir: "Bunun sebebi, onların: "Ümmiler hakkında
bize karşı bir yol yoktur" demeleridir" (Al-i İmran, 3/75). Ümmi
peygamberden murad da, Muhammed (a.s.)'dir.
"İyilik":
Selim akıl ve temiz fıtratın iyi bildiği şey. Bu da şeriata uygun düşen şeydir.
"Kötü":
Fıtrata ve maslahata ters düştüğü için, nefsin ve şeriatın çirkin gördüğü şey.
"Temiz
şeyler": Nefislerin ve akl-ı selimin hoş gördüğü yiyecek çeşitleridir.
"Onlara
temiz şeyleri helâl kılar" ayetinin manası, onların şeriatlarında haram
olarak kabul ettikleri şeylerden demektir.
"Pis
şeyler": Akl-ı selimin ve fıtratın kötü gördüğü ve nefret ettiği, ölü eti
ve akıtılan kan ya da bedenî zarara sebep olan domuz -onun yenilmesi zarar
verici tirişinlere sebep olmaktadır- gibi şeylerdir. Yahut da dinî zararı olan
şey pistir. Allah'tan başkası adına kesilmiş hayvanın eti pistir. Pis mal,
faiz, rüşvet, hırsızlık, gasp ve benzeri yollarla haksız yere alınan maldır.
"Onlardan,
sırtlarındaki ağır yükü indirir": Ayette geçen "ısr", sahibine
yük olan ağırlıktır. Yani, ağırlığından dolayı onu hareketten alıkoyan şeydir.
Mesela: Tevbelerinin kabulü hususunda vuruşma ile nefislerin öldürülme şartı
gibi.
"Zincirler":
Ayette geçen "ağlal", "ğul" kelimesinin çoğuludur. O da
lügatte, katilin elini boynuna bağlayan bağ demektir. Burada murad olunan
mana, onların şeriatlarındaki bazı şeylerin meşakkatli olmasıdır. Mesela;
öldürme olayında kısasın mutlaka uygulanması gibi. İster hata, ister kasıt ile
olsun farketmezdi. Diyet kabul edilmiyordu. Hata işleyen organ kesiliyor,
pislik bulaşan yer elbiseden ve bedenden kazmıyor, ganimetler yakılıyor,
cumartesi günü iş yapmak haram sayılıyordu.
[268]
Bu,
şiddetli zelzeleyi görünce Musa (a.s.)'ın yaptığı duanın geri kalan kısmıdır.
O ilk önce, Allah'tan başka veli olmadığını: "Bizim dostumuz sensin"
sözüyle ilân etmiştir. Veli ve yardımcı iki iş yapar: Zararı uzaklaştırır,
faydayı celbeder. Zararı uzaklaştırmak, faydayı celbetmekten önce geldiği için,
Musa (a.s.) da duasına bu istekle başlamış ve şöyle demiştir: "Bizi
bağışla, bize merhamet et". Bundan sonra, menfaatin celbini istemiş ve
şöyle demiştir: 'Yaz". Yani, bize fazlını, rahmetini, iyiliğini gerekli ve
sabit kıl. Bize dünya hayatında sağlık, afiyet, rızık genişliği, işlerde
muvaffakiyet ver.. Ahiret hayatında da bizi cennetine koy, rızana ve coşkun
ihsanına kavuştur. Bu, Cenab-ı Hakk'ın bize öğrettiği şu dua gibidir:
"Bazıları da: "Ey Rabbimiz bize dünyada da iyi hal ver, ahirette
de" (Bakara, 2/201).
"Sana
döndük." Biz, tevbe ettik, sana döndük. Kavmimizin ilâhlar edinme,
buzağıya tapma, Allah'ı açıkça görme ve buna benzer isteklerinden dolayı pişman
olduk. İman ile beraber amel-i salih'e döndük. Allah şöyle buyurur: Şüphesiz
azabımı, kâfirlerden ve asilerden dilediğime isabet ettiririm. Rahmetim ise,
kâinatta her şeyi kuşatmıştır. Azap dalâlet sıfatı üzerine terettüp eder.
Rahmet, daha kapsamlıdır. Eğer rahmet daha genel olmasaydı, kâfirler ve asiler,
küfür ve isyanlarının peşinden hemen helak olurlardı. Nitekim Allah şöyle
buyurur: "Eğer Allah kazandıkları sebebiyle insanları muaheze etseydi,
onun sırtında dolaşanların hiçbirini bırakmazdı." (Fâtır, 35/45). Başka
bir ayette de şöyle buyurur: "Rabbin rahmet sahibi, çok bağışlayıcıdır.
Eğer onları kazandıkları yüzünden muaheze etseydi, elbette onlara azabı
süratlendirirdi. Aksine onlar için vadedilen bir zaman vardır ki, onun
karşısında hiçbir sığınak bulamayacaklardır" (Kehf, 18/58).
Burada,
azab ayetinden murad şudur: Ben dilediğimi yaparım, dilediğim hükmü veririm.
Benim her işimde ve her hükmümde hikmet ve adalet vardır. Rahmetim gazabımı
geçmiştir. O daha genel ve daha kapsamlıdır. Nitekim Cenab-ı Hak, Arş'ı
taşıyan melekler ve onların çevresinde bulunanların şöyle dediklerini
buyurmaktadır: "Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır"
(Mümin, 40/7).
Sonra
Allah (c.c), rahmete lâyık olanların -bunlar Muhammed ümmetidir-niteliklerini
açıklıyor:
1- Onlar, şirkten, isyanlardan, günahlardan kaçınırlar.
2- Onlar, nefislerini temizleyen zekâtı verirler. Gerek nefislerinin
zekâtını, gerekse mallarının zekâtını. Maddeci, faydacı kimselerin ki -bunlar
yahudiler ve benzerleridir- hastalığını tedavi etmek için -nefisler çoğunlukla
mala düşkün olduğu için- özellikle zekât zikredilmiştir.
3- Onlar iman ederler. Birliğimizi, şeriatımızın yeterliliğini, amel ve
uygulamaya elverişliliğini ve peygamberlerimizin doğruluğunu işaret eden
ayetlerimizi tasdik ederler.
İşte
bu üç sıfata sahip olanlar, Muhammed (a.s.)'m dinine tabi olanlardır. Bunlar,
önceki peygamberlerin kitaplarında zikrolunan sıfatlardı. O peygamberler,
ümmetlerine Resulullah (s.a.)'in peygamberliğini müjdelemişler, ona tabi
olmalarını emretmişlerdi. Onlar yanında Peygamber Efendimizin bilinen sıfatları
yedi taneydi:
1- O, ümmî (okuma-yazması olmayan) bir peygamberdir. Onun ümmîliği,
peygamberliğinin alâmetlerindendir. Kendisine Allah tarafından, herkesi âciz
bırakan Kur'an-ı Kerim indirilmiştir. O, ümmî olmakla beraber akide, ibadet,
siyaset, sosyoloji, iktisat, ahlâk ve amelle ilgili en mükemmel ilimleri
getirmiştir. Bu sıfat üç bölüme ayrılabilir: a) O, Rasuldür. Allah tarafından,
insanlara, mükellef oldukları şeyleri tebliğ için gönderilmiştir, b) O,
Nebidir. Bu da, onun Allah yanında derecesinin yüksek olduğuna işaret eder. c)
O, ümmîdir.
2- Ehl-i Kitap, Resulullah Efendimizin ismini ve sıfatlarını, Tevrat ve
İncil'de okuyorlardı. Onun için, Abdullah b. Selâm gibi bazı yahudi alimleri
ve Temimü'd-Darî gibi bazı hıristiyan alimleri, ona iman ettiler. Kibirlenip
hakkı kabul etmeyenler ise, kitaplarında peygamberimizi müjdeleyen şeyleri
gizlediler ve te'vil ettiler. İmam Ahmed, Ebû Sahr el-Ukeylî'den şöyle rivayet
eder: Bana bedevilerden biri şöyle anlattı: Resulullah (s.a.)'in sağlığında
Medine'ye yük devesi götürdüm. Satışımı bitirince, kendi kendime, şu adama
gidip onu dinleyeyim, dedim. Onu, Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in arasında yürürken
gördüm. Onlara katıldım. Nihayet yahudilerden, ölüm halindeki çok güzel oğlu
için Tevrat okuyan bir adama geldiler. Resulullah ona şöyİe dedi:
"Tevrat'ı yaratan hakkı için sana soruyorum: Bu kitapta, benim sıfatım ve
çıkacağımla ilgili bir şeyler var mı? Yahudi başıyla hayır dedi. Oğlu ise, evet
var, Tevrat'ı indiren zata yemin ederim ki, kitabımızda senin sıfatın ve
çıkacağınla ilgili şeyler var. Ben şehadet ediyorum ki, Allah'tan başka ilâh
yoktur ve yine şehadet ediyorum ki, sen Allah'ın peygamberisin, dedi. Bunun
üzerine Resulullah Efendimiz: "Kardeşinizin bu sözlerini yahudilere
yayın" buyurdu, sonra onun kefenini aldı ve cenaze namazını kıldırdı
[269]
Tevrat'ın
otuz üçüncü babının Tesniyetü'l-İştira' bölümünde şöyle denilmektedir:
"Rab Sina'dan geldi, Sâîr'den doğdu, beraberinde binlerce temiz melek ve
sağ tarafında da ateşten bir şule ile Fârân dağlarından yükseldi". Onun
Sina'dan gelmesi Musa (a.s.)'a Tevrat'ı vermesi, Sâîr'den doğması İsa (a.s.)'a
İncil'i vermesi, Fârân dağlarından yükselmesi, Kur'an'ı indirmesidir. Çünkü Fârân,
Mekke dağlanndandır.
Yuhanna
İncili'nin onbeşinci babında da şöyle denilmektedir. "Gerçek Ruh babadan
size gönderdiğim Faraklit geldiği vakit, o bana şehadet edecektir, siz de
şehadet edeceksiniz. Çünkü siz, başlangıçta benimle berabersiniz."
Faraklit, İbranice'de Ahmed demektir. Allahu Teâlâ, Hz. İsa (a.s.)'ın dilinden
şöyle buyurmaktadır: "Hani Meryem oğlu İsa da (şöyle) demişti: "Ey
İsrailoğulları! Muhakkak ben size Allah'ın peygamberiyim. Benden önce Tevrat'ı
tasdik edici ve benden sonra gelecek ve adı Ahmed olan bir peygamberi
müjdeleyici olarak (geldim)" (Saff, 61/6).
3,4- O, marufu emreder. Maruf, akl-ı selimin bildiği ve fıtratın ünsiyet ettiği
şeydir. Meşrudur. O, insanları münkerden alıkoyar. Münker, saf kalblerin çirkin
gördüğü şeydir. Resulullah Efendimiz de, ancak hayrı emreder ve serden
alıkoyardı. Nitekim Abdullah b. Mesud (r.a.) şöyle demektedir: Allah'ın:
"Ey iman edenler!" hitabını duyduğun zaman, hemen ona kulak ver. Çünkü
onda ya emrolunduğun bir hayır, ya da nehyolunduğun bir şer vardır.
Allah'ın
emrettiği şeylerin en önemlisi, sadece bir tek ve ortağı olmayan Allah'a
ibadettir. Yasak ettiği şeylerin en önemlisi de, O'ndan başkasına ibadettir.
Resulullah Efendimizden önceki bütün peygamberler de bunu tebliğ etmişlerdir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Andolsun ki biz, her ümmete: "Allah'a
ibadet edin, tağuttan sakının" diye bir peygamber gönderdik" (Nahl,
16/36).
5,6- O, kendilerine güzel olan şeyleri helâl ve pis olan şeyleri haram
kılar. Nefsin güzel bulduğu yiyecekleri onlara helâl eder. "Size
verdiğimiz helâl rızı-kırdan yiyin" (Bakara, 2/57). Onların kendilerine
haram kıldığı Behâiri (beş nesil doğuran develer), Sevaibi (adak için
bırakılmış develer), Vesâili (on batın doğuran develer) et ve benzeri şeyleri
onlara helâl kılar.
Nefislerin
çirkin görüp tiksindiği şeyleri onlara haram kılar. Ölü ve domuz eti, akıtılmış
kan, faiz, rüşvet, gasb ve hıyanet yoluyla haksız yere alınmış mal gibi şeyleri
yasaklar. İbni Abbas şöyle demiştir: Pis şey; domuz eti, faiz, Allah'ın haram
ettiği yiyeceklerden kendilerine helâl saydıkları her şeydir. Bir kısım alimler
de şöyle demişlerdir: Allah'ın helâl kıldığı her yiyecek iyidir, bedene ve
dine yararlıdır. Haram ettiği her şey de kötüdür, bedene ve dine zararlıdır.
7- O, onlardan külfet ve zorluğu kaldırır. Bilerek veya hata sonucu öldürme
olayındaki kısas, tevbe anında nefsin öldürülmesi ve kan akıtılması, günah
işleyen organın kesilmesi, vücutta ve elbisede necaset bulaşan yerin kazınıp
kesilmesi, cumartesi günü çalışmanın haram kılınması gibi. Resulullah efendimiz
şöyle buyurmuştur: "Ben müsamahakâr, hanif dini ile gönderildim."
Yine Rasûlulah efendimiz, kendilerini Yemen'e gönderirken, Muaz ve Ebû Musa
el-Eş'arî hazretlerine şöyle buyurmuştu: "Müjdeleyiniz, nefret
ettirmeyiniz. Ko-laylaştınnız, zorlaştırmayınız. Birlik olunuz, ihtilafa
düşmeyiniz."
Yine
kolaylıklarla ilgili olarak Kütüb-ü Sitte'de Ebû Hureyre'den rivayet edilen şu
hadis-i şerif vardır: "Şüphesiz Allah, gönüllerden geçen şeyi -onu konuşmadıkça
yahut onunla amel etmedikçe- ümmetime affetmiştir." Tabera-nî'nin
Sevban'dan rivayet ettiği hadiste de Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Hatâ, unutma ve zorlama sonucu yaptıklarından dolayı, ümmetim sorumlu
tutulmayacaktır".
İşte
bundan dolayı Allahu Teâlâ, bu ümmete şöyle dua etmesi yolunu göstermiştir:
"Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak, bizi sorumlu tutma.
Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme.
Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla, bize
acı. Sen mevlamızsın. Kâfirlere karşı bize yardım et" (Bakara, 2/286).
Sahih-i Müslim'de sabit olduğuna göre, bu isteklerin her birinden sonra Allah
şöyle buyurur: "Yaptım! Yaptım!"
Allah,
şer1! hükümlerde, ibadet, muamele ve cezaî konularda yahudilere şiddet
göstermiş, Mesih (a.s.)'e ise bazı maddî emirlerde hafifletme yoluna gitmiş,
ruhî hükümlerde ise şiddet göstermiştir.
Ümmî
peygamberin risaletine îman edenlere, onu düşmanlarından koruyanlara, ona
yardım edenlere, dilleriyle ve silahlarıyla onu himaye edenlere, onun getirdiği
nura, yani Kur"an'a ve insanları tebliğ ettiği vahye tabi olanlara
gelince; onlar, dünya ve ahirette kurtuluşa erenlerdir. Allah'ın rahmetine ve
cennete nail olanlardır. Onların dışında kalanlar ise; Cenab-ı Hakk'ın dünyada
ve ahirette mahrum bıraktığı şeytanın taraftarlarıdır.
Hz.
Musa (a.s.)'nm kavmi, genelde bu niteliklerdedir.
[270]
Musa
(a.s.) Allah (c.c.)'tan başka ilâh olmadığını söyledikten sonra, Allah bizim
velimizdir, demiştir. Veli, zararı uzaklaştıran, faydayı celbeden demektir.
İşte bu sebeple, zararı def ve menfaati celb için Musa (a.s.), Allah'tan
mağfiret ve rahmet dilemiştir. Daha sonra da faydanın gerçekleşmesini Yani
-dünya ve ahirette iyilik- istemiştir.
Bu
şeyler, kulların tevbe, hudû ve huşu ile meşgul olmalarıyla olur. Onun için
Musa (a.s.), biz sana döndük, demiştir. Yani tevbe edip sana yöneldik, demektir.
Bununla
iki şey gerçekleşmiştir: Birincisi; Rabbin yüceliğini ikrar, Allah'ı ilâh, Rab
ve velî olarak kabul etmektir. Diğeri, kulluğun itiraf edilmesidir. Kulların
kendisine karşı tevbekâr olarak, boyun eğerek ve korkarak dönmeleridir. Sonra
Allah, Musa (a.s.)'a cevaben şöyle demiştir: Ben, dilediğime azap ederim! Hiç
kimse itiraz edemez. Her şey benim mülkümdür. Kendi mülkünde tasarruf eden
kimseye hiç kimse itiraz edemez.
Rahmetime
gelince, o geneldir, sonsuzdur. Genişliğinin sınırı yoktur. Her şeyi
kuşatmıştır. Hatta bir hayvanın, yavrusuna merhamet duyması bile bu rahmetten
dolayıdır.
İmam
Ahmed ve Ebû Davud, Cündüb b. Abdullah el-Becelî'den rivayet ederler: Bir arabi
geldi, bineğini çöktürdü. Sonra bir iple onu bağladı. Daha sonra Resulullah
efendimizin arkasında namaz kıldı. Namazı kılıp bitirince, bineğine geldi,
ipini çözdü, ona bindi ve şöyle dedi: Allahım, bana ve Muham-med'e merhamet
eyle, bizim rahmetimize kimseyi ortak eyleme!.. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.) efendimiz, ashabına dönerek şöyle buyurdu: "Ne dersiniz? Bu mu daha
sapık, yoksa devesi mi? Duymadınız mı ne söyledi?" Dediler ki: "Evet
duyduk". Efendimiz buyurdu ki: "Sen çok geniş rahmeti daralttın,
şüphesiz ki Allah (c.c.) yüz rahmet yaratmıştır. Onlardan birini mahlûkata
indirmiştir. Bütün insanlar, cinler ve hayvanlar, onunla birbirlerine şefkat
duyarlar. Kendi yanında ise, doksan dokuz rahmet bırakmıştır. Ne dersiniz, o mu
daha sapık, yoksa devesi mi?"
Müslim'in
Selman el-Farisî'den rivayet ettiği bir hadiste Resulullah (s.a.) Efendimiz
şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz, Allah'ın yüz rahmeti vardır. Onlardan
birini mahlûkata indirmiştir. Onlar, birbirlerine bununla merhamet ederler.
Vahşi hayvanlar onunla yavrularına şefkat gösterirler. Diğer doksan dokuz
rahmetini ise kıyamet gününe tehir etmiştir".
Sonra
Allah (c.c.) rahmetine müstehak olanlar için üç nitelik zikretmiştir: Onlar
müttakîdirler, zekâtlarını verirler, Allah'ın ayetlerine iman ederler.
Bir
kısım müfessirler şöyle der: "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır" ayetinin
içine, İblis dahil her şey girer. Onun için: "O, ben bir şeyim" dedi.
Bunun üzerine Allah: "Onu müttakilere yazacağım" buyurdu. Bunun
üzerine yahudiler ve hıristiyanlar: "Biz müttakileriz" dediler. Alahu
Teâlâ: "Onlar, ümmî peygambere tabi olanlardır" buyurdu. Böylece
ayet umumî olmaktan çıkmıştır. Ayetle tahsis olunan şu üç nitelik, insandan
sadır olan her şeyi türük ve efali içine alır. Türük; her insanın terketmesi ve
sakınması gereken şeylerdir. Efal ise; insanın malına veya nefsine yönelik
davranışlardır. Birincisi zekât, ikincisi imandır ki, bunun içine insana ilmen
ve amelen gerekli olan şeyler girer. İlim, Allah'ı bilmek, amel ise dille ikrar
ve rükünleriyle amel etmektir, Namaz da bunun içine girer.
Peygamber
Efendimizin Tevrat ve İncil'de zikredilen sıfatlan şunlardır:
1- Ümmî bir rasûl ve nebî olması: Rasûl, nebiden daha özeldir. Risalet manasına
önem vermek için rasûl kelimesi önce zikrolunmuştur. Aksi halde nübüvvet daha
öne anılırdı. Her rasûl nebidir, fakat her nebi rasûl değildir. Çünkü rasûl
de, nebî de genel bir işte -haber vermek- ortak, özel bir işte -risalette-ayrıdırlar.
Peygamber
Efendimizin ümmî oluşu ise, Kur"an'ı kendisinin uydurduğu iddiasını
çürütür. Onun ümmîliği, mûcizelerindendir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle
olsaydı, bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi" (Ankebut, 29/48).
Resulullah
(s.a.) Efendimiz, okuma yazma bilmediği halde, Allah'ın kitabını, Allah'ın
öğretmesiyle noksansız ve fazlasız olarak okuyordu. İşte bu da bir mucize oldu.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Biz sana okutacağız da
unutmayacaksın" (A'la, 87/6)
Araplar
da ümmî bir ümmetti. Sahih-i Buharî'de, Abdullah b. Ömer'den rivayete göre,
Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Biz yazmasını, hesap etmesini
bilmeyen ümmî bir milletiz".
2- Onun sıfatları Tevrat'ta ve İncil'de mevcuttur. Bu da onun peygamberliğinin
doğruluğuna işaret eder. Eğer yazılmamış olsaydı, yahudi ve hıristiyanla-rın
büyük tepkilerine yol açar, onun sözünü kabule yanaşmazlardı. Yalan ve iftirada
ısrar etmek, en nefret edilecek şeylerdendir. Akıllı bir kimse ondan uzak
durur. Bu da onun nübüvvetinin en büyük delillerindendir.
3,4- O'nun en önemli işi, emr-i bi'1-ma'ruf ve nehyi ani'l-münkerdir. Atâ
şöyle demiştir: "Onlara iyiyi, Allah'a şirk koştukları şeyleri bırakmayı,
güzel ahlâkı ve sıla-i rahmi emrederdi.", "Onları kötüden putlara
tapmaktan ve akraba ie bağları koparmaktan nehyederdi".
Resulullah'ın
şu sözü, emr-i bi'1-ma'rufu bir araya toplar: "Allah'ın emrine tazim,
mahlukatına şefkat". Nehy-i ani'l-münker, putlara tapmaktan, Cenab-ı
Hakk'm sıfatları hakkında cahilce söz söylemekten, Allah'ın peygamberlerine
indirdiği şeyi inkâr etmekten, akraba ile ilgiyi kesmekten ve ana-babaya karşı
gelmekten nehyi içine alır.
5- "Onlara güzel şeyleri helâl kılar". Ayette sözü edilen güzel şeylerden amacın,
Cenab-ı Hakk'm helâl diye hükmettiği şeyler olduğu söylenmiştir.
İmam
Mâlik'e göre, güzel olan şeylerden murad, helâl olan şeylerdir. Çünkü o, övgü
ve şeref ifade eden bir lafızdır. Razi ise, bu lafa bu manayı uzak görerek
reddetmiştir. "Güzel olan şeyler" sözünden murad şu olabilir: Güzel
olan şeyler, tabiata göredir. Çünkü o lezzet alır, faydalı olan şeylerde
aslolan da helâl olmaktır. İşte bu ayet, nefsin hoş gördüğü, selim fıtratın lezzet
aldığı her şeyin aslında helâl olduğuna işaret ediyor. Şafii'nin görüşüne göre
ise, güzel olan şeyler, tad cihetiyle güzeldir, söz konusu olan nokta budur.
Hakkında haram veya helâl olduğuna dair nas bulunmayan ve arabm güzel gördüğü
yiyeceklerin helâlliği hakkında görüş bildiren bir kısım alimler, bu ayeti
delil göstermişlerdir. Yine arabm çirkin gördüğü şeyin haram oluşu da buna
dayanır.
6- "Onlara pis olan şeyleri haram kılar." Onları, pis olan
şeylere yaklaştıran şeylerden uzaklaştırır. O şeyler, insan fıtratının hoş
görmediği ve tiksindiği şeylerdir. Onları yemek elemlere sebep olur. Zararlı
şeylerde aslolan haram olmaktır. Bu da fıtratın hoş karşılamadığı her şeyin
haram olmasıdır. Bir delil olması hali müstesna. Maliki mezhebine göre, ayette
geçen "pis şeyler" kelimesi, haram kılınan şeyler manasınadır. Buna
göre yılan, akrep, kirpi vb. bazı hayvanlar helâldir. Bu görüşün zayıflığı
ortadadır. Şafiî mezhebine göre ise pis olan şey; haram olan şeylerin ve
pisliklerin yasaklanmasıdır. Bu duruma göre, akrep, kirpi, keler gibi şeyler
haram olur.
7- "Onlardan sırtlarındaki ağır yükü, üzerlerindeki zincirleri
indiriyor": Yani İsrailoğullarmdan külfeti ve zor hükümleri kaldırıyor.
Ganimetlerin, ha-yızlı kadının meclislerde oturmasının haram olması, pislik
bulaşan yerin kesilmesi, kısaslarda diyet kabul edilmeyip katilin öldürülmesi,
tevbe alâmeti olarak kişinin kendini öldürmesi gibi.
Onlar
ganimetleri topladıkları vakit gökten bir ateş iner, onu yakıp yok ederdi. Bir
kadın hayızlı olduğunda ona kimse yaklaşmazdı. Bir kimsenin elbisesine sidik
sıçrasa, orayı kesip atardı. Resulullah (s.a.) Efendimiz ise, ganimetleri,
onlara helâl kıldı, hayızlı bir kadınla beraber oturmayı, onunla birlikte yemek
yemeyi ve onunla yatmayı mubah kıldı. Sidik değen yerin yıkanmasına ruhsat
verdi. Diyeti meşru kıldı. Kısaslarda bilerek, kasden öldürme kaydını getirdi.
Cenab-ı Hakk'a tevbenin, dil ve kıble olacağını söyledi.
Ayet-i
kerime, Resulullah Efendimiz'e iman edip onu destekliyen, himaye eden, Kuran'a
tabi olan kimsenin dünya ve ahirette kurtuluşa ereceğine işaret eder.
[271]
158-
De ki: "Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülküne malik olan,
kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten, hem öldüren Allah'ın
size, hepinize gönderdiği peygamberiyim. O halde Allah'a ve onun, Allah'a ve
O'nun kelimelerine (Kur'an'a) iman eden ümmî peygamber olan Rasûlüne tabi olun
ki, doğru yolu bulmuş olasınız.
Allah,
Peygamber efendimizin niteliklerini Tevrat'ta ve İncil'de açıkladıktan, ona
uyanların dünya ve ahirette saadete erişeceklerini zikrettikten sonra İslâm
davetinin özelliğini açıklamıştır. İslâm daveti geneldir, peygamberimizin
peygamberliği de bütün insanlaradır. Ona uyan herkes, dünya ve ahiret mutluluğuna
erer.
[272]
Ey
Muhammedi Arap olan-olmayan, siyah beyaz bütün insanlara de ki: Ben sadece
kendi kavmim olan Araplara değil, Allah'ın kıyamete kadar bütün zamanlara şamil
olmak üzere size gönderdiği elçisiyim. Bu, onun bütün insanlara gönderilmiş
olmasını gerektirmektedir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz seni
ancak âlemlere rahmet gönderdik" (Enbiya, 21/107).
"Biz
seni ancak bütün insanlar için müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik."
(Sebe', 34/28). "Şu Kur'an bana, sizi ve sizden sonra erişenleri inzar
etmem için vahyolundu." (En'am, 6/19).
Peygamberliğinin
genel olduğunu pekiştiren hadis-i şerifler de vardır. Bu-hari, Müslim ve Nesai,
Hz. Cabir b. Abdillah'dan şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Bana beş şey
verilmiştir ki, benden önce onlar hiçbir peygambere verilmemiştir: Bir aylık
yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku (salmak) ile yardım olundum. Yeryüzü
benim için mescid ve temiz kılındı. Onun için ümmetimden, namaz vakti gelip
çatınca herkes namazın: kılıversin. Ganimetler bana helâl kılındı. Halbuki
benden önce hiç kimseye helâl edilmemiştir. Bana şefaat verildi. Bir de benden
önce her nebi, özellikle kendi kavmine gönderilmişken, ben bütün insanlara
gönderildim".
Ben,
mülkün sahibi, yerde ve göklerde tam bir tasarruf sahibi olan, diriltmeye ve
öldürmeye muktedir Allah'ın elçisiyim.
Bu
ayet-i kerime, inançla ilgili üç esası içine almaktadır:
1- Bir Allah'a ibadet etmek.
2- Muhammed (a.s.)'in peygamberliğine iman etmek.
3- Ölümden sonra dirilmeye iman etmek.
Allah,
önce Allah'a imam zikrederek: "O halde Allah'a iman edin" buyurdu.
Yani, ey insanlar! Mutlak surette bir tek olan, Rablığında ve ilâhlığında hiç
kimseye muhtaç omayan Allah'ı tasdik edin ve bütün insanlara gönderdiğim ümmî
peygamberin risaletine de iman edin, demektir.
O
peygamber, Allah'ın birliğine, insanları hidayete eriştirecek şeriatın mükemmelliğine,
Cenab-ı Hakk'ın kudretine, irade ve hikmetine işaret eden tekvini kelimelere
iman eder, sözü amelini tasdik eder, Rabbından kendisine indirilene inanır.
"Kelimeler"den amaç, Tevrat, İncil ve Kur'an'ın içine aldığı hükümlerden,
irşatlardan, Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretine işaret eden şeylerdir.
İşte
bu, imanla emrolunan şeydir. Yani, bu peygamberin metoduna tabi olun. Hiçbir
eğrilik olmayan doğru yola kavuşmak, yahut imanla ve şeriata tabi omakla dünya
ve ahiret saadetinize erişmek için, getirdiği her şeyde onun yoluna girin.
Şüphesiz
gerçek hidayet ancak Kur'an'dadır. Hayır ancak dindedir, saadet ancak
peygamberlerin sonuncusunun şeriatına tabi olmaktadır. Şeriata sarılma
ölçüsünde dünya ve ahirette kurtuluşa erişilir.
Müslim'in
Ebû Musa el-Eş'arî'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Resu-lullah
efendimiz şöyle buyurmuştur: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin
ederim ki, bu ümmetten olsun, Yahudi ve Hıristiyan olsun, beni dinlemeyen, bana
inanmayan kimse, mutlaka cehenneme girer."
[273]
Ayet-i
kerime, Hz. Muhammed (a.s.)'in, bütün yaratıklara gönderildiğine,
peygamberliğinin bütün insanlara ve cinlere şamil olduğuna işaret etmektedir.
İnsanlardan
amaç, mükellef olan, akıl ve buluğ çağına erişmiş kimselerdir. Nitekim Ahmed
b. Hanbel, Ebû Davud ve Hakîm'in, Hz. Ali ve Hz. Ömer'den rivayet ettikleri bir
hadis-i şerifte, Resulullah efendimiz şöyle buyurmuşlardır: "Üç kimseden
kalem kaldırılmıştır: Buluğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyan
kimseden, aklı başına gelinceye kadar deliden".
Yine
insanlardan maksat, kendilerine Resulullah efendimizin varlığı, mucizeleri ve
şeriatıyla ilgili haber ulaşan kimselerdir. Bu devirde, artık, Muhammed
(s.a.)'in zuhur ettiğine dair haberin ulaşmadığı kavim yoktur.
Yine
bu ayet, Resulullah efendimizin bütün insanlara gönderildiğine işaret
etmektedir. O, hayat, ilim, kudret ve vahdaniyyet sıfatlarına sahip olan,
âlemlerin yaratıcısı, babadan, oğuldan ve ortaktan münezzeh olan, kıyamette
yeniden diriltmeye gücü yeten, göklerin ve yerin sahibi, kâinatta dilediği gibi
hükmeden Allah tarafından elçi gönderilmiştir. Bütün yaratıklar, Cenab-ı Hakk'm
kuludur. Onlara, nimeti veren O'dur, hem de en büyük nimetleri. Mah-lukatı, yükümlülüklerinin
gereği olarak, öldükten sonra hesaba çekecek olan O'dur.
Mahlukata
gereken şey, Cenab-ı Hakk'ın varlığına ve Rabbaniyetine iman etmek ve onun
şeriatına uymaktır. Ziraat, sanayi, helâl ticaret ve faydalı ilim tahsili gibi
normal dünya işleri şeriat hükümlerinden değildir. Bunlar, insanların
akıllarına, bilgilerine ve maharetlerine bırakılmış şeylerdir. Nitekim Buha-rî
ve Müslim'in rivayet ettikeri bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
"Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz".
Onun
hak peygamber olduğuna işaret eden mucizeler de, Cenab-ı Hakk'm
kelimelerindendir. Çünkü garib olan her şeye kelime denilir. Mucizeler iki çeşittir:
1- Resulullah Efendimizin zatında zuhur eden mucize. Bunların en şereflisi
ve en önemlisi, onun ümmî bir kişi olmasıdır. O hiçbir hocadan ders almamış,
hiçbir kitap okumamış, hiçbir âlimin sohbetinde bulunmamıştır.
2-
Kendisinden zuhur eden
mucizeler: Ay'ın ikiye bölünmesi, parmakları arasında su kaynaması gibi.
"Allah'a
ve O'nun kelimelerine iman eder" sözünden murad olunan mana şudur: O,
Allah'a, kendisinde izhar ettiği mucizelere, kendisine ve kendisinden önceki
peygamberlere indirilenlere inanır."
[274]
159.
Musa'nın kavminden de bir cemaat vardır ki, hakka irşad ederler ve onunla
adalet yaparlar.
160.
Biz onları on ikiye, torunlara, ümmetlere ayırdık. Kavmi ondan su istedikleri
zaman: "Asanı taşa vur" diye vahyettik de ondan on iki pınar kaynayıp
aktı. İnsanların her kısmı su içecekleri yeri iyice belledi ve onları
üzerlerinde bulutla gölgelendirdik. Onlara kudret helvasıyla selva indirdik.
"Size rızık olarak verdiğimizin en temiz ve güzellerinden yiyin".
Onlar bize zulmettiler. Fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı.
"...hakka
irşad ederler" İnsanlara hakkı gösterirler.
"Biz
onları ümmetlere ayırdık." İsrailoğulları'nı gruplara ayırdık.
"Esbât":
Kabileler, sülâleler. İsrailoğulları'nm torunları: Lâva ve onun oğlu Yusufun
iki çocuğu Efrayim ve Mens'in sülaleleri dışında, geriye kalan on çocuğun
sülaleleri.
"On
iki pınar" her kabile için ayrı bir pınar, "kaynayıp aktı."
"Kudret
helvası": Ağaçların yapraklan üzerine inen ve bal gibi tatlı olan yiyecek.
"Selva":
Bıldırcına benzeyen, fakat ondan daha büyük bir kuş.
[275]
Allah,
İsrailoğullarına rahmet indirip Hz. Muhammed'in ümmeti olmaya teşvik ettikten
sonra, onları kurtuluşa erenler diye vasıflandırmış ve onlar için üç hal
zikretmiştir:
1- Onlardan bir kısmı, Hz. Musa (a.s.)'a ve Muhammed (s.a.)'e hakkıyla
uymuşlar, hakka sarılmışlar ve onunla hükmetmişlerdir.
2- Onların on iki fırkaya ayrılması, kabile sayısının on iki
olmasındandır.
3- Taştan on iki pınar fışkırması, Musa (a.s.)'dan su istedikleri
zamandaki kabile sayısının miktarına göredir. Onları bulutla gölgelendirmesi,
kudret helvası ve bıldırcın eti indirmesi de on iki kabileye göredir.
[276]
Allahu
Teâlâ, İsrailoğulları'ndan bir cemaatın Hakk'a uyduğunu, onunla adaleti
sağladıklarım haber vermektedir. Onlar, İsTailoğuUar\'wdaıa. mümin olanlar ve
tevbe edenlerdir. Hem Hz. Musa'ya, hem de Hz. Muhammed'e inanmışlardır. Onlar,
nefislerini imanla kuvvetlendiren, insanları doğru yola davet eden, onları
Allah'tan gelenlere yönelten ve aralarındaki hükümlerde hak ile muamele eden
bir cemaattir. Hiç kimseye zulmetmezler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Kitap Ehli'nin hepsi bir değillerdir. Onlardan bir zümre vardır ki,
ayakta dikilir, gece saatlerinde secde ederek Allah'ın ayetlerini okurlar"
(Al-i İmran, 3/113); "Muhakkak ehl-i kitaptan öyleleri vardır ki, Allah'a,
size indirilene ve kendilerine indirilene korku ile iman ederler. Onlar,
Allah'ın ayetlerine karşılık az bir pahayı satın almazlar. İşte onların Rableri
katında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah, hesabını tez ve çabuk
görücüdür" (Al-i İmran, 3/199); "Ehl-i Kitaptan öyle kimse vardır ki,
ona bir kantar emanet versen, onu sana öder. Ve onlardan öyle kimse de vardır
ki, ona emanet olarak tek bir altın versen, sen ayak diretip durmadıkça onu sana
ödemez. Bunun sebebi, onların: "Ümmî-ler hakkında bize karşı bir yol
yoktur" demeleridir. Onlar bildikleri halde, Allah'a karşı yalan
söylerler" (Al-i İmran, 3/75).
Kısacası,
İsrailoğulları'nın üç hali vardır:
1- Bu ayette bildirilen haber, Hz. Musa zamanındaki ve ondan sonraki İsrailoğulları'ndan
mümin bir cemaate dairdir. Onlar üç gruptur:
a) Hz. Peygamber devrinde yaşayıp ona iman edenler. Şu ayet-i kerimede
onlara işaret olunur: "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu nasıl
okunması gerekiyorsa öyle okurlar. İşte bunlar ona iman ederler" (Bakara,
2/121).
b) Hz. Musa'ya iman etmiş, ondan sonraki peygamberlere uymuşlardır.
Onlar, bu ayet-i kerimede zikredilenlerdir.
c) Daha önceki ayet-i kerimede: "Allah'ın ayetlerini okurlar"
diye zikredilenlerdir.
Bu,
her ümmetin içinde, hak ve adalet ehli olan kimselerin varlığına işaret eder.
2- Allah, İsrailoğulları'nı oniki fırka veya kabileye, on iki ümmet ve
cemaata ayırmıştır. Onların her biri, maişet ve dünya işlerindeki
özellikleriyle birbirlerinden ayrılırlar.
3- Cenab-ı Hakkın nimetlerine karşı, bu kabilelerin halidir. Allah'ın nimetleri
şunlardır:
a) Onlar, Hz. Musa'dan su istedikleri zaman, Cenab-ı Allah kendilerine
yardım etti. Onlar çölde susayınca, su istediklerinde, Allah, Musa (a.s.)'a
şöyle vahyetti: "Asanı taşa vur". Bunun üzerine o da vurdu. Taştan on
iki kabilenin sayısı kadar pınar fışkırdı. Her kabilenin özel pınarı vardı:
"Her kısmı su içecekleri yeri iyice belledi".
"İnbiâs"
ve "inficâr" kelimeleri arasında fark vardır. Birincisi suyun az çıkması,
ikincisi, suyun çok çıkması demektir.
b) Bulutun gölgelendirmesi. Çölde sıcaklık şiddetlenince, Allah kendisinden
bir rahmet olmak üzere, onları gölgelendiren bir bulut gönderdi.
c) Bıldırcın eti ve kudret helvasının indirilmesi. Hiçbir meşakkat ve yorgunluk
olmaksızın onlara inen leziz bir yiyecekti.
"el-Menn",
kudret helvası demektir. Onlar için ekmek yerine geçiyordu. Sabahleyin ağaç
yapraklan üzerinde ve başka yerlerde toplanan çiğ gibi tatlı bir şeydi.
"el-Selvâ"
ise, onlar için et yerine geçiyordu. O, bıldırcından daha büyük bir kuştur.
Sonra onlara: "Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin".
buyruluyor. Onlar, size mahsus nimetlerdir. Size düşen de, ancak nimete şükürdür.
Onlar
bu nimetlere nankörlük etmekle bize zulmetmediler, kendilerine zulmettiler,
zarar verdiler. Çünkü bir mükellef, bir masiyete yöneldiği zaman, nefsini büyük
bir azaba maruz kılar, dolayısıyla da ancak kendine zarar verir. Kendine
zulmeden, başkasına daha zalim olur.
[277]
Birinci
ayette geçen: "Musa'nın kavminden bir topluluk" ifadesi, İslâm'da
kavmiyetçilik olmadığına işaret eder. Cenab-ı Allah bize, insanlara ve eşyaya
nasıl hükmedeceğimizi öğretir. O da hak ve adalet yoludur. Bu, daima kalıcı ve
ebedî bir hükümdür. Bu, şehadet ediyor ki, İsrailoğullarından bir cemaat, gerek
kendileri ve gerekse başkaları hakkında hak ve adalete sarıldılar. Hz. Musa'ya
ondan sonraki peygamberlere iman ettiler. İnsanlar arasında adaleti uyguladılar,
insanları hidayete ve hakka davet ettiler. Bu meziyet, Muhammed (a.s.)'in
ümmeti için de geçerlidir. İsra gecesi, Resulullah dünyaya döndükten sonra yüce
Allah, Rasûlüne şu ayeti indirdi: "Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet
vardır ki, hakkı gösterirler ve adaletle hükmederler" (A'raf, 7/181). Bununla
Muhammed (s.a.)'in ümmeti kasdedilmemiştir. Allah ona şunu bildiriyor: Kavmi
içinde Musa'ya verdiğimi, kavmin içinde sana da verdim.
"Onları
ümmetlere ayırdık" ayeti, İsrailoğulları'nın on iki kısma ayrıldığına
işaret etmektedir. Çünkü onlar, Hz. Yakub (a.s.)'ın on iki evladından gelmekteydi.
Allah,
birbirlerine haset etmesinler ve aralarında kargaşa olmasın diye onları
birbirinden ayırdı. Şüphesiz, taksimat onları ihtilaf ve münakaşa zahmetinden
rahatlığa kavuşturuyordu. Her kabilenin işinin başkaları tarafından bilinmesi,
Hz. Musa'nın işini kolaylaştırıyordu.
"Musa'ya
vahyettik" ayeti, yüce Allah'ın İsrailoğulları'na ihsan ettiği nimetlere
işaret etmektedir. Onlar şunlardır: Çölde su içmek için Hz. Musa'nın taşa
vurması ile kabile sayısınca, on iki pınarın fışkırması. Bu, kendisi için bir
mucizedir. Asâ mucizesi, ışık saçan el mucizesi, onları Firavun ve kavminden
kurtarmak için denizin yarılması mucizesi gibi. Allah'ın verdiği başka bir nimet,
bir bulutun onları gölgelendirmesiydi. Başka bir nimet de, onlara bıldırcın eti
ve kudret helvası indirmesiydi.
Allah,
bu güzel yiyecekleri onlara mubah kılmış, yemeyi, içmeyi kolaylaştırmıştı.
Fakat İsrailoğulları bu büyük nimetlere karşı şükretmediler. Nankörlük ettiler
ve günah işlemekle nefislerine zulmettiler. Allah'a itaattan çıkarak fâsık
oldular.
[278]
161.
O zaman onlara: "Şu şehirde yerleşin. Onun dilediğiniz yerinden yeyin.
"Hıtta" deyin ve kapısından secde ederek girin ki, günahlarınızı
mağfiret edelim. Biz, ihsan edenlere daha fazlasıyla vereceğiz"
denilmişti.
162. Fakat içlerinden o zulmedenler, kendilerine
söylenen sözü başka bir şeyle değiştirdiler. Biz de üzerlerine zulümlerinden
dolayı gökten bir azab indirdik.
"Şehir":
Beyt-i Makdis, Kudüs şehri.
"Hıtta":
Günahlarımızı ve kusurlarımızı bağışla, demektir.
"Zulmedenler
....sözü": "hıtta" kelimesini "başka bir şeyle"
"habbetun fi şa'retin" kelimesine "değiştirdiler"[279]
Allah,
İsrailoğulları'nın hallerini ve onlara ihsan ettiği nimetlerin çeşitlerini,
onlara karşı nankörlüklerini ve kendilerine zulümlerini saydıktan sonra, isyan
yahut zulüm ve Allah'ın emrine muhalefet çeşitlerinden bir başkasını
zikretmiştir. O da muayyen bir söz ile, "hıtta" sözüyle ve belirli
bir vaziyette secdeye kapanarak şehre giriştir. Ayetler arasındaki bağlantı
gayet açıktır. İki tarafta da, o kavmin zulüm ve durumları açıklanmaktadır. Bu
nedenle iki ayet, onlardaki zulüm sıfatını ispatla son bulmuştur.
[280]
Bu
kıssanın açıklaması, sadece lafızlardaki değişiklik ile Bakara süresindeki iki
ayette (58, 59. ayetler) geçmişti. Bu, Kur"an'ın belagatı ve mükemmel
icazıdır. Çünkü aynı lafzın tekrarı beliğ değildir. Bir manayı, değişik üslup
ve lafızlarla ifade etmek belağattir.
İmam
Râzî, iki sûre arasındaki lafızların değişik oluşuyla ilgili olarak sekiz görüş
zikretmiştir.[281] Çelişki olmadıkça iki
ibarenin farklı oluşunda herhangi bir beis yoktur. Razî'nin zikrettiği
görüşler şunlardır:
1- Buradaki ayette Rabbimiz: "Şehirde yerleşin" buyurmuş,
oradaki ayette ise: "Giriniz" buyurmuştur. Buradaki ifade daha
tamamlayıcıdır. Çünkü "yerleşmek", "girme"yi gerektirir.
2- Buradaki ayette "Ve külü" buyurmuş, oradaki ayette ise:
"Fe külü" buyurmuştur. Çünkü yeme, girişten sonra olur. Bu sebeble
takip edatı olan "fa"nın zikredilmesi daha güzeldir. "Vav"a
gelince; yemenin yerleşme ile beraber olduğuna işaret eder.
3- Oradaki ayette yemek "Reğaden" (bolca, afiyetle) lafzı ile gelmiştir.
Burdaki ayette ise, vasıf zikredilmemiştir. Çünkü gelen kimsenin girişten önce
yemesi, daha lezzetli olur. Normal olarak nefis onu arzular. Fakat şiddetli
ihtiyaç halinde olur. Onun için buradaki ayette "reğaden = bolca,
afiyetle" lafzı terkedilmiştir.
4- Buradaki ayette: "Hıtta"
sözü, "duhul" (giriş) sözünden önce zikredilmiştir. Oradaki
ayette ise, bu iş tersinedir. İki tabir arasında fark yoktur. Çünkü
"vâv", tertibi gerektirmez. İsterlerse önce dua, sonra secde edip baş
eğerler. İsterlerse önce secde edip baş eğerler, sonra "hıtta" lafzı
ile dua ederler. Çünkü asıl maksat, Cenab-ı Hakkı yüceltmek ve O'na boyun
eğmektir.
5- Buradaki ayette: "Günahlarınızı mağfiret edelim" derken,
günahlarınız manasında "hatletiküm" lafzı kullanılmışken, oradaki
ayette "hatâyaküm" lafzı kullanılmıştır. Her iki çoğul şekli de,
aynı manaya işaret eder ve her ikisinde de günahları mağfiret etmenin, aza da,
çoğa da şamil olduğuna işaret vardır.
6- Buradaki ayette: "Biz, ihsan edenlere daha fazlasıyla
vereceğiz" denilmiş,
"vav" söylenmemiş, orada ise "vav" zikredilmiştir. Mânâ
aynıdır. İstinaf ifade eden "vâv"ın terk edilmesi, ihsanın
çoğaltılacağına daha çok işaret etmektedir. İki şey vaadolunmaktadır: Mağfiret
ve iyiliğin çokluğu.
7- Buradaki ayette: "Biz de üzerlerine gökten bir azap
indirdik." buyuru-lurken, Bakara sûresinde: "Zulmedenler üzerine
indirdik" buyurulmuştur. "İnzal" (indirmek) kelimesinde çokluk
manası yokken, "irsal" (göndermek) kelimesinde bu mana vardır. Sanki
Allahu Teâlâ, az azabı indirmekle başlamış, sonra onu çoğaltmıştır.
8- Buradaki ayette "zulümlerinden ötürü" buyrulurken, oradaki ayette:
"fısklarından ötürü" buyurulmuştur. Bu, onlarda iki vasfın da
olduğuna işaret eder. Onlar, kendi nefislerine zulmetmişlerdi, fâsık idiler,
Allah'ın taatından çıkmışlardı. Sonra orada zikredilen zulümde başkasına
düşmanlık manası vardır, fıskta ise dinden çıkış manası vardır.
Burada:
"İçlerinden o zulmedenler, kendilerine söylenen sözü başka bir şeyle
değiştirdiler" ayetinde, "içlerinden" kelimesi eklenmiştir.
Oradaki ayette bu yoktur. Bu ek, açıklamayı pekiştirmek içindir. Tebdilin
manası, onlar, ictihad ve te'vil söz konusu olmaksızın, söz ve işleriyle
muhalefet ettiler, demektir.
Ayetin
genel manası: Allahu Teâlâ, Peygamber efendimizin çağdaşı olan
İsrailoğulları'na seleflerinin yaptıklarını hatırlatmaktadır. Onlar,
seleflerinin yaptıklarına rıza gösterdikleri için, onlar gibi kınanıyor. Allah
onlara, Kudüs'e veya başka bir şehire, Allah'tan günahlarını mağfiret etmesini
istiyerek, Allah'a huşu ve hudulannı arzederek girmelerini emretti. Allah
onlara iki şey va-adetti: Günahlarını bağışlamak, iyiliği artırmak. Fakat,
isyan ve nankörlük tabiatına sahip yahudiler, ilahî emre karşı nankörlükte
bulundular. Söz ve fiilleriyle Allah'a muhalefet ettiler. "Hıttatün"
yerine, "habbetün fi şa'retin" dediler.
[282]
Bu
olaydaki ibret gayet açıktır. O da şudur: Allah, insanları günahları sebebiyle
ahiretten önce, dünyada da cezalandırır. İnsanlara gereken şey; zulümden ve
fısktan uzaklaşmaktır. Çünkü, peygamberlerinin çokluğuna ve kendi
zamanlarındaki insanlara üstün kılınmalarına rağmen Allah, İsrailoğulları'nı
zulümleri ve fisklan sebebiyle cezalandırdı.
[283]
163.
Onlara deniz kıyısındaki o kasabayı sor. Hani onlar, Cumartesi gününde haddi
aşmışlardı. Çünkü Cumartesi tatili yaptıkları gün balıklar akın akın meydana
çıkarak yanlarına geliyor, Cumartesi tatili yapmadıkları gün ise gelmiyordu.
İşte biz itaattan çıkmakta olduklarından dolayı kendilerini böylece imtihan
ediyorduk.
164. Hani içlerinden bir ümmet (topluluk):
"Allah'ın kendilerini helak edeceği veya çetin bir azabla cezalandıracağı
bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?" dediği zaman, onlar:
"Rabbinize özür için. Umulur ki sakınırlar" demişlerdi.
165.
Ne zaman ki onlar kendilerine yapılan öğütleri unuttular. Biz de onları,
kötülükten alıkoymakta sebat edenleri kurtuluşa erdirdik. Zulmedenleri de,
yapageldikleri fıskları yüzünden şiddetli bir azabla yakaladık.
166. Bu suretle onlar serkeşlik ederek
alıkondukları şeyleri yapmakta ısrar edince, kendilerine: "Hor ve zelil
maymunlar olun" dedik.
Ey
Muhammed! Şehir halkının başına gelen bu olayı hatırlatıp uyararak "Onlara
deniz kıyısındaki": Kızıldeniz kıyısı Eyle'deki. "o kasabayı":
Eyle kasabasını "sor!" Eylât körfezi bugün de meşhurdur. Köyden,
Medyen ve Taberi-ye'nin kasdolunduğu da söylenmiştir. Şehirle, şehir halkı
kasdolunmaktadır. Araplar şehire "karye" (köy, kasaba) der. Ebû Amr
b. el-Alâ'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Hasan ve Haccac'dan daha fasih
iki karyeli (karye ile şehri kasdetmektedir) görmedim.
"Cumartesi
gününde haddi aşmışlardı": O gün, Allah'ın koyduğu sınırı aşıyorlardı.
Kendilerine yasaklandığı halde o gün balık avlıyorlardı.
"Cumartesi":
Avlanmayı ve başka işleri terketmek ve ibadetle meşgul olmak suretiyle
yahudilerin saygı gösterdikleri gündür. İşte onlar, Cumartesiye saygı konusunda
aşırı gidiyorlardı.
"Biz
kendilerini böylece imtihan ediyorduk": Fıskları sebebiyle onları böyle
şiddetli belâlarla imtihan ediyorduk. Onlar hileyle cumartesi günü balık avladıklarında
cuma günü havuzların arkasını kesiyorlardı. Şehir halkı üçe ayrılmıştı: Üçte
biri onlarla beraber avlıyor, üçte biri onları balık avlamaktan alıkoymaya
çalışıyor, diğer üçte biri ise çekimser davranıyordu.
"Rabbinize
özür dilemek için": Nasihat edenler dediler ki, bizim öğütlerimiz, nehy-i
ani'l-münker hususundaki kusurumuzdan dolayı Cenab-ı Hakk'a karşı özür dilemek
içindir. "Umulur ki sakınırlar" Avlamaktan.
"Ne
zaman ki, kendilerine yapılan öğütleri unuttular..." İnsanların
terket-tiği gibi, kendilerine yapılan öğütleri terkettiler, onlardan yüz
çevirdiler, muhalefet etmekten geri dönmediler.
"Zulmedenleri
de yapageldikleri fıskları sebebiyle" Allah'a itaattan çıkmaları
sebebiyle "şiddetli": Bu manaya gelen "beis" kelimesi, ya
be's kelimesinden türemiştir, ya da "buûs" kelimesinden türemiştir. O
zaman kerih görülen şey demektir, "bir azabla yakaladık".
Ses
çıkarmayan guruba gelince; Abdullah b. Abbas: "Ses çıkarmayan şehir
halkına Allah'ın ne yaptığını bilmiyorum" diyor. İkrime ise: Helak
edilmediler, çünkü onlar, diğerlerinin yaptıklarını kötü görüyorlardı,
demiştir. Hakim, İbni Ab-bas'm daha sonra İkrime'nin görüşünü beğenip onu
tercih ettiğini rivayet etmiştir.
[284]
Ayetler,
Yahudilerin bir başka muhalefetini ve isyanını açıklıyor. Onların şehre giriş
kıssaları anlatıldıktan sonra, balık avlamadaki hileleri anılıyor. Bu olay,
Bakara sûresinde kısaca şöyle geçer: "Gerçekten sizden cumartesi günü
haddi aşanları bilmişsinizdir" (Bakara, 2/65) Nisa sûresinde de, iki
ayette (47 ve 154) buna işaret olunur. Ondan önce, burada Mekke'de nazil olan
A'râf suresinde, Peygamber (s.a.)'in, hiçbir yahudi ile görüşmeden önceki
dönemde zikro-lunan bu kıssa, îcaza delâlet eder. Çünkü Resulullah ümmî idi,
ilim tahsil etmemişti ve hiçbir kitap okumamıştı. İşte onun, olayı haber
vermesi bir mucize ve bunun Allah tarafından haber verildiğinin bir delilidir.
Olayı
anlatmanın bir faydası daha var: Muhammed (a.s.)'ı ve mucizelerini inkâr
etmenin bu zamanda ortaya çıkmış yeni bir şey olmadığına, küfür olayının eski
zamanda seleflerinde de bulunduğuna dikkat çekmektir.
[285]
Rivayet
olunduğuna göre, Yahudiler de bizim gibi Cuma günü ile emrolun-muşlardı. Fakat
onlar, onu terkederek, cumartesi gününü seçtiler. Bu sebeple, o günle imtihan
olunmuşlardır. O gün avlanmaları, kendilerine yasaklandı. O güne saygılı
davranmakla emrolundular. Cumartesi günü balıklar sürü ile geliyorlardı. O
kadar çoktular ki, onların çokluğundan adeta su görünmüyordu. Cumartesi günü
dışındaysa, hiç balık gelmiyordu. Bu durum bir süre böyle devam etti. Sonra
İblis geldi ve onlara şöyle dedi: "Siz, Cumartesi günü onları yakalamaktan
yasaklandınız. Havuzlar yapın, cumartesi günü balıkları oraya doğru sürersiniz.
Onlar oradan çıkamaz ve siz de pazar günü avlarsınız". İçlerinden birisi,
bir balık yakaladı. Sahildeki bir ağaca kuyruğundan iple bağladı, suya saldı.
Sonra pazar günü onu çıkarıp kızarttı. Bunun üzerine komşusu balığın kokusunu
aldı, ateş yaktığı yere geldi ve: "Allah'ın yasağını çiğniyorsun. Allah
sana azap edecektir" dedi. Fakat o adam, Allah'ın azap etmediğini görünce,
bir sonraki cumartesi, iki balık yakaladı. Diğer insanlar, hemen azap gelmediğini
görünce, onlar da balık avladılar ve yediler. Sayıları yaklaşık yetmiş bin
kişiydi. Şehir halkı üçe ayrıldı: Üçte biri onları nehyetti. Sayıları on iki
bin civarındaydı. Üçte biri; "Söz dinlemeyen bir kavme niçin nasihat
ediyorsunuz?" dedi. Üçte biri de hata işleyenlerin kendileriydi.
Haddi
aşanlar, durumlarından vazgeçmeyince, müslümanlar onlara: "Biz sizinle
beraber yaşayamayız" dediler. Bir duvarla şehri ikiye böldüler. Müslümanların
bir kapısı, haddi aşanların da bir kapısı vardı. Hz. Davud onları lanetledi.
Nehyedenler bir gün, oturuyorlardı. Haddi aşanlardan hiç kimse dışarı çıkmadı.
Her halde bunlara bir şey oldu, dediler. Baktıklarında, onların maymun
olduklarını gördüler. Kapıyı açarak, yanlarına girdiler. Maymunlar, insanlardan
kendilerine benzer olanları tanıdılar. İnsanlar ise, maymunlardan kendilerine
uygun olanları tanımıyorlardı. Maymun kendi benzerine geliyor, onun elbisesini
kokluyor ve ağlıyor kendisine: "Biz seni nehyetmedik mi?" denildiğinde
başıyla "evet" işareti yapıyordu. Gençlerin maymun, ihtiyarların domuz
olduğu söylenmiştir.
Hasan
el-Basrî'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Ömürlerini o kadar kötü yediler
ki, onları dünyada rezil rüsvay etti, ahirette de, büyük bir azaba maruz
bıraktı. Vallahi bir balık tutup da onu yiyen bir toplumun durumu, Allah katında
bir müslümanı öldürenden daha büyük olamaz. Fakat Allah'ın bir zamanı vardır.
Zaman hızla yaklaşmaktadır.[286]
Ey
Muhammedi Senin zamanındaki Yahudilerden, Allah'ın emrine muhalefet eden
seleflerinin başlarına geleni sor. Onlar hile yapmalarının, haddi aşmalarının
cezalarını feci şekilde çekmişlerdi. Buradaki soru, azarlama içindir. Peygamberimizin
çağdaşlarının küfrü, yeni bir şey değil, eskidir. Onların selefleri de, büyük
günah işlediler. Allah'ın emirlerine muhalefet ettiler. Onları, sana muhalefetten
sakındır ki, atalarının başına gelenler, onların da başına gelmesin.
Deniz
sahilinde bulunan o şehir -Kızıldeniz kenarında Medyen ile Tur arasındaki Eyke
şehri- halkını onlara sor. Onlar, iş yapmamak ve sırf ibadet etmek gibi
düşüncelerle, hürmet ettikleri cumartesi gününde Allah'ın koyduğu sınırları
aşmışlar, Allah'ın emir ve tavsiyelerine muhalefet etmişlerdi. Nehye-dildikleri
halde o gün balık avlamışlardı. Hürmet edilen cumartesi gününde balıklar çokça
geliyordu. Onları avlamak için bir zahmete de katlanılmıyordu. Cumartesi
gününün dışındaysa, balıklar gizleniyor, ortaya çıkmıyorlardı. Bunun üzerine
onlar da "med" ve "cezir" olayından, yani suların kabarıp
alçalmasından yararlanarak avlanmak için havuzlar yapıp hile yoluna
başvurdular.
"Med"
sırasında sularla beraber balıklarla dolan havuzlar, "cezir" esnasında
havuzlarda kalıyorlardı. Böylece onlar da ertesi günü balıkları yakalıyorlardı.
Avlanılması
yasak günde balıkların ortaya çıkıp, avlanılması helâl günde gizlenmeleri
şeklindeki imtihanla, biz eskileri imtihan ettiğimiz gibi, çağdaşlarını da
imtihan ederiz. Herkese ameline göre muamele ederiz. Allah'ın sünneti şudur:
Kendisine itaat edenin dünya işlerini kolaylaştırır, ahirette de sevap verir.
Kendisine isyan edeni de, çeşitli belâ ve musibetlere maruz bırakır.
Onlardan
masiyetin zuhuru esnasında şehir halkı üçe bölündü: Bir kısmı isyankârları
destekliyordu, bir kısmı onlara karşı çıkıp nasihat ediyordu, bir kısmı da
nasihatin faydasına inanmadığı için tarafsız kalıyor ve öğüt verenlere şöyle
diyordu: "Cenab-ı Allah'ın helak olmalarına ve yok olmalarına hükmettiği
bir topluma neden nasihatta bulunuyorsunuz? Biliyorsunuz ki, Allah onları helak
edecek, dünya ve ahirette cezalandıracaktır".
Öğüt
verenler, onlara şöyle cevap verdiler: "Biz, kötülük karşısında susmakla
kendimizi kurtaramayacağımız, görevimizi yaptık diyemeyeceğimiz için onlara
öğüt veriyoruz. Onların durumlarını düzeltmelerinden, hakka dönmelerinden
ümitsiz değiliz. Belki onlar, içinde bulundukları halden sakınırlar, onu
terkederler, tevbe ederek Allah'a dönerler. Allah da onların tevbelerini kabul
eder, merhamette bulunur.
Onlar
kendilerine yapılan öğütleri unutunca, hata işlemeye devam edip nasihat kabul
etmeyince, onları kötülükten alıkoymaya çalışanları kurtardık. Onlar öğüt
veren, kınayan kimselerdi. Ancak birinci grup daha güçlüydü. Çünkü onlar, hem
sözle, hem de fiilen kötülüğe engel olmaya çalışıyorlardı. Onun için Kur'an,
nehyedenlerin kurtulduğunu açıkça zikretmiştir. İkinci grup ise, sadece kalple
inkâr etmişler, onun için Kur'an bunlardan söz etmemiştir. Çünkü onlar,
öğülmeye lâyık değillerdir. Bir günah işlemedikleri için de
kötülenme-mişlerdir.
Biz,
günah işleyen zalimleri şiddetli bir azapla cezalandırdık. Nehyolun-dukları
şeyi terketmeyip öğüt verenlerin nasihatini dinlemedikleri için, Allah onları
zelil, hakir maymunlar yaptı. İnsanların reddettiği kimseler oldular. Bu, dünya
azabı. Ahiret azabı ise daha şiddetli ve kalıcı olacaktır.
Cumhurun
görüşüne göre, sadece balık avladıklarından değil, ama emirlere karşı
çıktıklarından ve isyanda devam ettiklerinden dolayı gerçekten maymunlara
çevrildiler. Bugünkü maymunlar onların neslinden midir, yoksa onlar helak olup
nesilleri kesildi mi? Ayette, bu hususta kesin bir işaret yoktur.
Mücahid
şöyle demiştir: Bu, onlar suçlan sebebiyle, kötü tabiatlı, şer ve if-sad
bakımından tıpkı maymun gibi oldular, demektir.
Tercih
edilen görüş, şöyle diyen bilginlerin görüşüdür: Susanlar, kurtuldular.. İbni
Abbas da bu görüşte olan İkrime'nin görüşüne katılmıştır. İbni Eesir de, bu
görüşü benimsemiş ve şöyle demiştir: Bu, onlar helak oldular, demekten daha
uygundur. Çünkü daha sonra onların halleri ortaya çıkmıştır.
[287]
Bu
kıssadaki ayet-i kerimeler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Olayı haber vermek, Resulullah'm peygamberliğinin doğruluğuna
alâmettir. Çünkü Allah ona bunları -başka birinden ilim tahsil
etmeksizin-bildirmiştir. Onlar şöyle diyorlardı: "Biz Allah'ın oğulları ve
dostlarıyız" (Mâide, 5/18). Çünkü biz, onun dostu İbrahim'in
torunlarındanız, İsrail'in torunlanndanız, Musa kelimullah'ın torunlarındanız,
onun oğlu Uzeyr'in torunlarındanız. Bunun üzerine Allah, Peygamberine şöyle
buyurdu: Bu şehirden olanlara sor ey Muhammed! Günahları sebebiyle, ben onlara
azap etmedim mi?
2- Allah'ın şeriatını iptale, prensiplerini yıkmaya, hükümlerini
çiğnemeye ve emirlerine muhalefete varan hilenin boşa çıkarılması.
3- Yasak ve mahzurlu şeye götüren her şeyin haram olması. Haram'a vesile
olan şey de haramdır.
4- Emr-i bil-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker'in vacib olması. Fesatçılardan
ayrılmanın ve uzaklaşmanın gerekliliği. Çünkü onlarla oturup kalkan, onlar gibi
olur.
5- Cenab-ı Hakk'ın: "Biz kendilerini böylece imtihan ediyorduk"
sözü, kendisine itaat eden kullarının dünya ve ahiret durumlarını
hafifleteceğine, kendisine isyan eden kullarını ise, her türlü bela ve
musibetlerle imtihan edeceğine işaret eder. Bu da gösteriyor ki, günahlar ceza
ve sıkıntı sebebidir.
6- Ehl-i Sünnet bilginleri, ayet-i kerimeyi şu hususta delil
edinmişlerdir: Din ve dünya işlerinde kulun menfaatini gözetmek Allah üzerine
vacib değildir. Çünkü Allah, balıkların cumartesi günü çoğalacağını biliyordu.
Bu duru-^VJJk OftLasi maaiyet ve küfre sürükleyeceğini de biliyordu. Eğer
maslahatı gözetmek onun üzerine vacip olsaydı, onları küfür ve masiyetten
korumak için, bu balıkları diğer günlerde de çoğaltması gerekirdi.
7-
Allah'ın emirlerine isyan
edenler ve masiyette devam edenler, helak olurlar. İsyanı çirkin görenler ve
asilere nasihat edenlerse, kurtuluşa ererler.
Ses
çıkarmayan grup ise, isyanı kalben çirkin gördükleri ve onları ıslahtan ümit
kestikleri için, tercih edilen görüşe göre, kurtuluşa erenler
zümresinden-dirler.
8- Şiddetli azap, bazan aniden değil, yavaş yavaş gelir. Allah İsrailoğulla-rı'nı
önce Babillilerle, sonra da Hıristiyanlarla cezalandırdı. İsyanda devam etmeleri
sebebiyle domuz ve maymuna çevrilmeleri, dünya azabının bir çeşididir. Sonra
ahiret azabı gelecektir.
[288]
167. O vakit Rabbin onlara, kıyamet gününe kadar
üzerlerine, kendilerini en kötü azaba duçar edecek kimseler göndereceğini
bildirdi. Şüphesiz Rabbin, cezayı çabuklaştırandır. Ve muhakkak ki O,
mağfiret ve rahmet edicidir.
168. Onları paramparça ümmetler olarak yeryüzünde
dağıttık. Onlardan kimi salihlerden, kimi de bunlardan aşağı oldular. Onları
hem iyiliklerle, hem de kötülüklerle imtihana çektik. Ta ki dönsünler.
169. Onlardan sonra kötü kimseler gelip onların
yerine geçmiştir. Kitaba da vâris oldular. Bu dünyanın geçici me-taım alırlar:
"Biz ileride mağfiret olunuruz" derler. Kendilerine ona benzer kir
me*a gelirse, onu da alırlar. Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyecek-
lerine
dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Halbuki onda, olanı
durmadan okumuşlardı da. Halbuki ahiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır.
Hâla aklınızı başınıza almayacak mısınız?
170. Bir de Kitab'a sımsıkı sarılanlar ve namazı
dosdoğru kılanlar (için hayırdır). Şüphesiz biz, salihlerin mükâfatını zayi
etmeyiz.
171. Biz, bir zaman dağı üzerlerine sanki bir
gölgelikmiş gibi çekip kaldırmıştık da, üstlerine düşecek sanmışlardı.
"Size verdiğimizi, azim ve kuvvetle alın. Onda olanı düşünün. Olur ki
iuüttakilerden olursunuz" (demiştik).
"Hâla
aklınızı başınıza almayacak mısınız?": Azarlamayı arttırmak için üslubda
gaybdan muhataba dönülmüştür (iltifat).
[289]
"O
vakit Rabbin onlara" Yahudilere "kıyamet gününe kadar üzerlerine kendilerini
en kötü azaba duçar edecek": Zillete düşürmek ve cizye almakla, onlara
azabın en kötüsünü tattıracak "kimseler göndereceğini bildirdi."
Sonra onlara, Süleyman (a.s.)'ı gönderdi. Ondan sonra da Mecusi olan Babillileri,
Buhtunnassar komutasında onlara musallat etti. Onların bir kısmını öldürdüler,
bir kısmını sürgün ettiler, bir kısmma da cizye koydular. Sonra hıristiyan-lar,
sonra müslümanlar, daha sonra da çağımızda Almanlar, onlara musallat oldular.
"Şüphesiz
Rabbin" kendine isyan edenlere^cezayı çabuklaştırandır": Kendisine
itaat edenlere "mağfiret ve rahmet edicidir"
"Onları
paramparça ümmetler olarak" gruplar ve fırkalar halinde "yeryüzünde
dağıttık."
"Onlardan
sonra kötü kimseler gelip onların yerine geçti.": Ayette geçen
"half", şer hususunda başkasına halef olan demektir. Allah (c.c),
buna benzer bir ayette şöyle buyurmuştur: "Bunlardan sonra kötü bir kavim
geldi ki namazı terkettiler" (Meryem, 19/59).
"Kitab'a
da vâris oldular." Babalarından sonra Tevrat'a mirasçı oldular.
"Bu
dünyanın geçici metaını alırlar." Ayette geçen "el-Arz"
kelimesi, dünya metaı demektir. "Ednâ", bir şeyin aşağısı demektir
ki, o da dünyadır. Amaçlanan mânâ şudur: Onlar mal alırlar, yahut haram ye
helalden ibaret olan bu alçak şeyi alırlar demektir.
"Kendilerine
ona benzer bir meta'gelirse onu da alırlar." Hal cümlesidir. Mağfiret
umuduyla, yaptıkları işlere devam ederler, yaptıklarında ısrar ederler.
Tevrat'ta ise, günahta ısrar halinde mağfiret vaadi yoktur. Çünkü günahlar, ancak
tevbe ile mağfiret olunur. Hatada ısrar edene mağfiret olunmaz.
"O
kitabın (hükmü ile)." Bu cümlede izafet vardır. Yüce Allah Tevrat'ta şöyle
buyurmuştu: Kim büyük bir günah işlerse, o ancak tevbe ile mağfiret olunur.
"Halbuki
onda, olanı durmadan okumuşlardı da." Yani okumuşlar ve anlamışlardı.
Onlar, hükmü anlayanlar ve söyleyenlerdi. O halde niçin ısrarla mağfiret
olunacağını söyleyerek yalan söylediler.
"Hâla
aklınızı başınıza almayacak mısınız?" Ahire tin daha hayırlı olduğunu
bilip onu dünyaya tercih etmiyecek misiniz?
"Ahiret
yurdu bir de Kitab'a sımsıkı sarılanlar ve namazı dosdoğru kılanlar. "
Abdullah b. Selâm ve arkadaşları (için hayırdır).
"Biz
bir zamanlar dağı üzerlerine sanki gölgelikmiş gibi" Tavan, gök yahut kuş
kanadı gibi gölgelendiren her şey. "çekip kaldırmıştık da" temelinden
kaldırıp yükseltmiştik de "üstlerine düşecek" Tevrat'ın hükümlerini
kabul etmezlerse, Allah o dağı üzerlerine düşürmekle korkutmuştu. Yahudiler,
Tevrat'ın hükümleri ağır olduğu için kabul etmek istememişlerdi. Bu durum
karşısında kabul ettiler, "sanmışlardı" buna yakınen inanmışlardı.
[290]
Allah
(c.c), yahudilerin bazı kusurlarını ve onları maymuna çevirmekle
cezalandırdığını zikrettikten sonra, bu ayette de, yaptıklarının cezası olarak
onlar hakkında kıyamete kadar aşağılık ve horluk hükmünü verdiğini, onları
yeryüzüne paramparça dağıttığını, yerlerine sadece dünyaya önem veren materyalist
bir toplumun geçtiğini, seleflerinin, üzerlerine dağın düşürülmesi ile
korkutulmasmdan sonra Tevrat'a tutunmayı kabul ettiklerini zikretmiştir. İşte
bunların hepsi ibret içindir. Allah'ın emrinden çıkan ve dinin hükümlerine muhalefet
eden her ümmet, işte bunun gibi cezalarla tehdit edilir.
[291]
Ey
Muhammed! Hani o zamanı hatırla ki, Rabbin yahudilerin seleflerine,
peygamberlerinin diliyle, kıyamete kadar onların başına, onlara şiddetli azabı
tattıracak, onlara zillet ve horluk verecek, onlardan cizye alacak, mülklerini
dağıtacak, topluluklarını perişan edecek kimseleri musallat edeceğini bildirmişti.
Şüphesiz
Rabbin, kendisine isyan edenlere ve şeriatına muhalif davrananlara çabuk ceza
vericidir. Tevbe edip kendine dönenlere de çok merhamet ve mağfiret edicidir.
Ayetin
işaret ettiği husus gerçekleşti: Çünkü, Musa (a.s.) onlara ilk haraç koyandır.
Sonra sırasıyla Yunanlılar, Keşdânîler, Keldânîler, Babilliler, Hıristiyan
Rumlar, müslümanlar, onları kahr u perişan etmişler, onlardan cizye ve haraç
almışlardır. Son asırda ise Almanlar, Hitler başkanlığında onlardan intikam
almışlar, bir kısmını öldürmüşler, bir kısmını da darmadağın etmişlerdir.
İsra
sûresi 4-8. ayetlerinde de İsrailoğulları'nm defalarca fesat çıkardıkları, bu
yüzden de kendilerine daha güçlüler musallat kılınıp rezil ve rüsvay edildikleri
zikredilmiş, siz yine fesat çıkarırsanız, biz de sizi yine zelil ve rüsvay
ederiz, denilmiştir.
Yahudilerin
Filistin'de bugünkü durumlarına gelince; bu, geçici bir durumdur. Cenab-ı
Hakk'ın vaadine ve kelâmına güvenimiz tamdır.
İşte
bu, yahudilerin tekrar tekrar yaptıkları isyanlara ve Allah'ın hükümlerine
karşı gelmelerine karşılık verilen birinci cezadır. Bu, yüce Allah'ın onları
zelil kılmak ve onlara azab etmek için başka milletleri üzerlerine musallat
etmesidir.
İkinci
ceza, onların fırkalara ayrılmaları, dünyanın dört bir tarafına fırkalar
halinde dağıtılmalarıdır. İçlerinde iyileri de vardır, kötüleri de. İyileri,
Hz. Musa (a.s.)'dan sonra gelen peygamberlere ve Muhammed (a.s.)'e inananlar,
ahireti dünyaya tercih edenlerdir. Bunlar, cumartesi gününde haddi aşmaktan
meneden ve müslüman olan Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarıdır. İyi olmayanlar
ise; haksız yere peygamberlerini öldüren fâsıklar, fâcirler ve kâfirlerdir.
Yalana kulak verenler, Allah'ın indirdiğinden başkası ile hükmedip ilâhî ahkâmı
değiştirmekle rüşvet alanlar, faiz yiyenlerdir. Onlarda hayır ve iyilikten
eser yoktur. Onlar kâfir ve fâsıktırlar.
Allah,
her iki gruba da, başkalarına yaptığı gibi yapar. Nimetlerle ve cezalarla
imtihan eder. Belki günahlarından dönerler, nimetlere şükrederler ve sıkıntılara
sabrederler diye.
Sonra,
seleflerinden miras aldıkları Tevrat'taki hükümleri kabul edenler, onları
okuyan ve onları bilen bir nesil geldi. Bunlar Resulullah (s.a.) zamanında
yaşıyorlardı. Fakat bunlar, onu terkettiler, dünyayı, dünya metaını ve
zine-tini tercih ettiler. Dünya malı toplamak için koşuşturdular. Helâl veya
haram olduğuna aldırış etmediler. Gayr-ı meşru imiş, rüşvetmiş önemsemediler.
Hüküm verirken haktan ayrılınıyormuş, dinden sapılıyormuş, buna dikkat etmediler.
Allah'ın kendilerini mağfiret edeceğini, işlerinden ve günahlarından dolayı
sorguya çekmeyeceğini zannettiler. Şöyle diyorlardı: "Biz Allah'ın
çocukları ve dostları, peygamberlerinin sülaleleriyiz". Onlar günah
işliyorlar, günahta ısrar ediyorlar, helâla haram karıştırmaktan
çekinmiyorlardı. Allah'ın mağfiret vaadinin günahlarından büsbütün tevbe
edenlere ait olduğunu bildikleri halde, bir dünya metâı gelirse, utanmadan,
sıkılmadan onu alıyorlardı.
Nitekim
Allahu Teâlâ, şu sözüyle onların bu davranışlarını reddetmektedir: "Kitap
üzerine onlardan söz alınmamış mıydı1?" Yani, Allah onların bu yaptığını
iyi görmemektedir: Çünkü Allah, onlardan Allah'a karşı haktan başkasını
söylememeleri için ahd ve misak almıştı. Ne yüzle, ısrarla yaptıkları ve tevbe
etmedikleri günahlarının mağfiret olunmasını Allah'tan umuyordu? Tevrat'ta
şöyle deniyordu: Kim büyük bir günah işlerse, o ancak tevbe ile mağfiret
olunur. Kendilerinden alınan sözlerden bazıları şunlardı: Onlar insanlara hakkı
açıklayacaklar ve onu gizlemeyecekler, sözleri tahrif etmeyecekler, rüşvet almak
için ilahî hükümleri değiştirmeyeceklerdi. Onlar da, Tevrat'ı okumuşlar, onun
içindeki bâtıl yollarla başkalarının malını yemenin ve Allah'a yalan söylemenin
haram oluşu gibi hükümlerini anlamışlardı.
Sonra
Allah, sevabının bolluğu hususunda onları teşvik etmiş, şiddetli azabından da
onları sakındırarak şöyle buyurmuştur: Şüphesiz ki, ahiret yurdu ve ondaki
ebedî nimetler, masiyetlerden ve haramlardan sakınan, nefislerinin arzularına
uymayı terkeden ve Rablerinin itaatına yönelenler için rüşvet gibi gayr-i meşru
yollarla alman fani dünya metaından daha hayırlıdır, bunu düşünmez misiniz?
Özetle,
Ahiret yurdu, o hakir metâdan daha hayırlıdır. Burada şu hususa işaret vardır.
Dünya metama tama, İsrailoğullarını ifsad eden tek şeydir. İşte bunda, dünya
hayatını ahiret hayatına tercih eden müslümanlar için bir ibret vardır.
Sonra
Allahu Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.)'e tabi olmaya ileten Ki-tabı'na
sarılanları övmüş: "Kitaba sımsıkı sarılanlar" buyurmuştur. Yani
ilâhî kitabın emirlerine sımsıkı sarılanlar, onun metoduna uyanlar, yasakladığı
şeyleri terkedenler ve namazı kılanlar.. Cenab-ı Hak, kitab her türlü ibadeti
içine aldığı halde, bir de özellikle namazı zikrediyor. Bunu, onun derecesinin
yüksekliğini, imandan sonra ibadetlerin en büyüğü, dinin direği ve küfürle
imam birbirinden ayırdeden bir alamet olduğunu açıklamak için andı.
Şüphesiz
biz, ıslah etmeye çalışanların ecirlerini de zayi etmeyiz. Çünkü ıslah
ediciler, kitaba sımsıkı sarılanların manası içindedir. Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor: "Gerçekten iman edip de güzel amellerde bulunanlar ise;
şüphesiz biz iyi amel edenin mükâfatını zayi etmeyiz" (Kehf, 18/30).
Yüce
Allah İsrailoğulları'nın dinlerinin hükümlerine muhalefetlerini açıkladıktan
sonra, Kitab'ın onlara ilk indiriliş anındaki hallerini hatırlatarak:
"Biz, bir zaman dağı üzerlerine sanki bir gölgelikmiş gibi çekip
kaldırmıştık da üstlerine düşecek sanmışlardı" buyurdu. Yani, hatırla ey
Rasûlüm! Hani Tur dağını biz onların üzerine kaldırmıştık. Bu hususa başka
ayetlerde de işaret olunur: "Tur'u da üstünüze kaldırdık" (Bakara,
2/63). "Tur'u üzerlerine kaldırdık" (Nisa, 4/154).
Onlar
ağır hükümler taşıdığından dolayı Tevrat'ı kabul etmekten geri durunca, dağ
adeta üzerlerine çökecek bir tavan gibi oldu. Buna kesinlikle inandılar. Biz
onlara şöyle dedik: Size vermiş olduğumuz ilâhî hükümleri ciddiyetle ve
meşakkat ihtimalini kabullenerek alın. Onda bulunan emir ve yasaklan hatırlayın
ve unutmayın. Yahut onda sayılan sevap ve cezayı hatırlayın da büyük sevabı
isteyin, şiddetli cezadan korkun. Takvanın kalblerinizde yerleşmesi,
amellerinizin din ile uyum sağlaması için böyle yapın. Bunda sizin için kurtuluş
vardır. Yahut içinde bulunduğunuz durumdan sakının. Çünkü dini ayakta tutma
hususundaki azim, nefisleri temizler ve ahlâkı güzelleştirir. Dine saygının
küçümsendiği hallerde de, nefisler şehvetlere uymaya teşvik eder. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onu temizleyen kişi, muhakkak felah bulmuştur.
Onu örten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır" (Şems, 91/9-10).
[292]
Bu
ayetler, küfür ve yahudilik üzere kalan yahudiler hakkındadır. Hz. Muhammed
(s.a.)'e iman edenler, bu hükmün dışmdadırlar.
Ayetler
aşağıdaki hususlara işaret ederler:
1- Tevrat'ın metinlerini değiştiren ilk yahudiler için nasıl Cenab-ı Hak
onlara azab edecek kimseler gönderdiyse, ümmî peygambere inanmayan sonraki
ya-hudilere de, onlara azab edecek kimseleri musallat edecektir. Bu hüküm
kıyamete kadar devam edecektir. Bu, dünya azabıdır. Bu azabın çeşitli
şekilleri vardır:
a) Ya cizye almak suretiyle.
b) Yahut onları küçüklük ve zillete düşürmekle. "Onlar nerede
bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine zillet vurulmuştur" (Al-i İmran,
3/112).
c) Yahut yurtlarından çıkarılmak ve uzaklaştırılmak suretiyle.
Buhtunnas-sar zamanından İslâm devrine ve hatta zamanımıza kadar birçok millet
onlara bu azabı tattırmıştır. İsrail devleti ise; Amerika'ya ve Batı'ya
bağlıdır. Daima endişe, ızdırap ve korku içinde yaşamaktadır. İstikrar ve
emniyet yoktur. İçte ve dışta, huzur ve sükûn bulamamaktadır. Zaman içinde
yıkılması kesindir. İlim adamlarının tesbitine göre, zamanın geçmesi,
kesinlikle onların yararına değildir.
2- Yahudi milleti parçalanmış, dünyanın dört bir köşesine dağılmıştır. Onların
bulunmadığı bir yer yoktur. İçlerinde salih kimseler olduğu gibi, kâfir, fâ-sık
ve fâcir kimseler de vardır. Allah çok çeşitli şekillerde onları denemiştir.
Onlara bolluk ve afiyetle muamele etmiş, küfürlerinden dönmeleri ve
fisklarm-dan tevbe etmeleri için kendilerine kuraklık ve belâlar vermiştir. Maânî
ehl-i demiştir ki, bu hasenat ve seyyiattan her biri, onları taate davet eder.
Nimetler teşvik, cezalar ise korkutmak içindir.
3- Cenab-ı Hakk'ın yeryüzüne dağıttıklarının çocukları, Allah'ın kitabı
Tevrat'a vâris oldular. Onu okudular ve ilâhî hükümlerini öğrendiler. Fakat onlar
kötü bir halef idiler. Cenab-ı Hakk'ın hükümlerine muhalefet ettiler. Bile
bile, onun haram ettiği şeyleri işlediler. Bu sebeple de, Allah tarafından azarlanmayı
hak ettiler.
Onların
suçlarından biri de, aşırı maddeci oluşlarıdır. Belki de Avrupa ve Amerika'ya
maddeciliği öğreten onlardır. Onlar, dünya malından kendilerine ne arzedilirse,
aşırı hırslarından dolayı, haram-helâl demeden onu alırlar, sonra masiyete
devam ettikleri halde mağfiret olunacaklarına inanırlar. Tevbe etmezler.
Günahta ısrar ettikleri halde; "Allah bizi bağışlayacak" sözleriyle
kendilerini aldattıkları için, Allah onları zemmetmiştir.
Onlar
kendilerine, rüşvet ve haram kazanç gibi dünyevi menfaatler gelirse, onları da
alırlar. Bu, dünya hırsı, yahudilerin tek fesat sebebidir. Hasan el-Basrî şöyle
demiştir: "Bu, huzur içinde olmadıkları halde, onların dünyaya hırslı olduklarını
haber vermektedir"
[293]
Kurtubî
şöyle der: "Cenab-ı Hakk'ın onları zemmettiği bu vasıf, bizde vardır."
Dârimî, Muâz b. Cebel'in şöyle dediğini rivayet eder: "Kur'an, insanların
göğüslerinde, elbisenin eskiyip döküldüğü gibi eskiyecek. Onu, bir lezzet ve arzu
hissetmeden okuyacaklar. Koyun derilerini, kurtların kalbleri üstüne giyecekler.
Amelleri, içinde korku bulunmayan hırstır. Tembellik yapıp ihmal ederlerse,
daha sonra tamamlarız, kötülük yaparlarsa mağfiret olunuruz. Çünkü biz Allah'a
hiçbir şeyi ortak koşmuyoruz ki, derler.
[294]
4- Allah, Tevrat'ta ve bütün şeriatlarda, hak söze uyacaklarına, hükümlerde
rüşvet ve bâtıla meyletmeyeceklerine dair İsrailoğullarmdan ahd ve misak
almıştır. Bu, aynı zamanda Rabbimizin kitabında ve peygamberimizin sünnetinde
müslümanlar üzerine de bir ahiddir.
Sonra
yahudiler, Tevrat'ı okumakla beraber, misaka muhalefet ettiler. İbni Zeyd şöyle
demiştir: Eğer onlara hakkı söyleyen biri rüşvet getirirse, ona Allah'ın
kitabını çıkarıyorlar, ona onunla hüküm veriyorlardı. Yalan söyleyen biri
gelince, ondan rüşvet alıyorlar, ona kendilerinin yazdığı kitabı çıkarıyorlar,
onunla hüküm veriyorlardı.
5- Allah'ın kitabına sımsıkı sarılanlara ve namazı dosdoğru kılanlara
Rableri katında bol ecir vardır. Yaptıkları iyiliklerden hiçbiri kaybolmaz.
6- Yahudilerin kabahatlarından biri de şudur: Onlar, ağırlığı ve zorluğu
sebebiyle Tevrat'ın hükümlerini kabul etmeyi reddettiler. Ancak, Tur dağını tepelerine
indirme tehdidi ile Tevrat'ın hükümlerine döndüler.
Tur
dağı kıssası, daha önce Bakara sûresinin 63, 93, Nisa sûresinin 154.
ayetlerinde geçmiştir.
[295]
172. Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından
zürriyetlerini alıp onları nefislerine şahit tutup: "Ben sizin Rab-biniz
değil miyim?" demişti. Onlar da: "Evet, şahit olduk" demişlerdi.
Bu, kıyamet günü: "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindi.
173.
Yahut: "Daha önce sadece atalarımız Allah'a şirk koşmuşlardı. Biz de
onların ardından gelen bir kuşaktık. Şimdi o bâtılı kuranların işlediği yüzünden
bizi helak mı edeceksin?" dememeniz içindi.
174. İşte biz ayetleri böyle açıklarız. Olur ki
dönerler.
"Hani
Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini alıp onları nefislerine
şahit tutup...": Burada mütekellimden muhataba yönelme (iltifat) vardır.
Aslında: "Hani biz misak almıştık" demektir. Asıl maksat hitabı
Resu-lullah (s.a.)'e yönelterek, onun şanını yüceltmektir. "Rabbin"
diyerek, Rabb kelimesinin, Efendimize giden zamire izafetinde, Efendimizi
yüceltme ve şereflendirme vardır.
[296]
"Hani
Rabbin Ademoğullarından zürriyetlerini" erkek ve dişi sülalelerini...
Bazısını bazısının sulbünden, Adem'in sulbünden, nesil nesil "alıp"
çıkarıp "onları nefislerine şahit tutup..." onlardan nefislerine
şehadet alıp. Şehadet ya kavlidir: "Onlar: "Nefislerimize karşı
şahitlik ederiz" derler" (En'am, 6/130). Ya da hâlidir:
"Müşriklerin, kendi küfürlerine şahit olup dururken Allah'ın mescidlerini
imar etmeleri yaraşmaz" (Tevbe, 9/17). Yani onların hali, bu hususta
kendi aleyhlerine bir şehadettir. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim"
demişti".
"Evet
şahit olduk demişlerdi": Evet, sen bizim Rabbimizsin! Buna şehadet ettik.
"Bu
kıyamet günü: "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindi":
Ey kâfirler, biz tevhidden gafildik, bilmiyorduk dememeniz içindi.
"Biz
onların ardından gelen bir kuşaktık". Biz onlara uyduk. Halbuki taklit,
delil bulunduğu ve ilim olduğu zaman özür sayılamaz.
"O
bâtılı kuranların işlediği yüzünden bizi helak mı edeceksin?" Bize azap mı
edeceksin? Mana şöyle olur: Onlar için, bunu mazeret göstermek mümkün değildir.
Bunun, peygamber diliyle söylenmesi, nefislerine hatırlatmak makamına geçer.
"İşte
biz böyle açıklarız." Düşünmeleri için, peygamberimize o misakı
açıkladığımız gibi.
"Olur
ki dönerler." Küfürlerinden, yahut taklitten ve bâtıla uymaktan.
[297]
Allahu
Teâlâ, Musa (a.s.)'la ona uyanların kıssasını açıkladıktan sonra bu ayette de
bütün mükelleflere karşı delil olan şeyi anıyor. Yahudilerle olan özel misakı:
"Hani sizden sapasağlam söz almıştık" (Bakara, 2/63) ve: "Biz,
bir zaman dağı üzerlerine sanki bir gölgelikmiş gibi çekip kaldırmıştık"
(A'raf, 7/171) ayetleriyle zikrettikten sonra, burada da bütün
insanoğullarından daha Adem'in sulbündeyken aldığı genel misakı andı.
Bundan
maksat, yahudileri özel misakla ilzamdan sonra, genel misakla ilzamdır. Onlara
naklî ve aklî hüccetleri delil göstermektir. Onları taklitten uzaklaştırmaya
düşünmeye ve istidlale teşviktir.
[298]
Ey
Muhammedi İnsanlara, Allah'ın bütün insanlardan aldığı o misakı hatırlat. O
misak, Allah'ın onların Rabbi ve meliki olduğu, ondan başka hiçbir ilâh
olmadığı itirafını içine alıyordu. O zaman Rabbin ayette geçtiği gibi,
Ade-moğullarmın sırtlarından zürriyetlerini, yahut sülalelerini çıkardı. Onları
tev-hid ve İslâm fıtratı üzere yarattı.
Bu
zürriyetlerden her birine vahy ve tebliğ sözüyle değil, irade ve tekvin
sözüyle: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sorarak, onlardan da hal lisanıyla:
Evet sen, bizim ibadete lâyık tek Rabbimizsin diyerek, kendilerine karşı
şe-hadet aldı.
Bu
şahid tutmanın sebebi, eğer şirk koşarlarsa, kıyamet gününde; "Bizim
tevhidden haberimiz yoktu. Bizi hiç kimse uyarmadı" şeklinde mazeret ileri
sürmemeleri içindir. Artık, Allah'ın birliğine deliller ileri sürüldükten ve Allah'ın
birliğine inanacak fıtratta yaratıldıktan sonra, aklınız varsa, sizin hiçbir
özrünüz olamaz.
İnsanların
Allah'ın birliğini kabul edecek kabiliyette yaratıldığı, başka bir ayette de
ifade olunur: "Sen yüzünü hanif olarak dine dosdoğru çevir. İnsanların
üzerine yaratıldığı Allah'ın fıtratına"
(Rûm, 30/30) Sahîhayn'da Ebû Hüreyre'den rivayet olunan hadis-i şerifte
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her doğan, fıtrat üzere doğar".
Bir rivayette de: "Her doğan, bu din üzere doğar. Anne babası onu Yahudi,
Hıristiyan yahut mecusi yapar".
Sahih-i
Müslim'de, Iyâd b. Hımâr'dan Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet
olunmuştur: "Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: Şüphesiz ben, kullarımı
müslüman kimseler olarak yarattım. Onlara şeytanlar geldi ve dinlerinden
uzaklaştırdılar. Benim helâl kıldığımı, haram kıldılar.."
Âlimler:
"Hani Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini alıp..."
ayetinin tefsiri konusunda iki görüşe ayrılmışlardır. Selefin görüşüne uyan
müfessirler şöyle demişlerdir: Allah, Adem'i yarattı ve onun sırtından
zürriye-tini zerreler halinde yarattı, onları diriltti. Akıl ve idrak verdi. O
sözü ve cevaplarını onlara ilham etti. Onlardan, kendisinin onların Rabbi
olduğu ahdini aldı, onlar da bunu ikrar ettiler. Bu mana, birçok yollardan
-bunların bir kısmı zaaf ve inkıtadan uzak değildir- Peygamber (s.a.)'den
rivayet olunmuştur. Buna bir kısım sahabe de inanır.[299]
Sonraki
alimler ise şöyle demişlerdir: Bu temsil, mecaz ve istiare kabilinden bir şey
olup soru cevap diye bir şey yoktur. Allahu Teâlâ, birliğine ve Rabli-ğine
işaret eden birçok kevnî deliller koymuştur. Onların akılları ve gözleri de
buna şehâdet eder. Adeta O, insanlara: Benim Rab olduğumu, benden başka hiçbir
ilâh olmadığını ikrar edin, demiş, onları kendilerine şahit tutmuş ve onlara,
ben sizin Rabbiniz değil miyim, diye sormuş, onlar da evet demişlerdir. Bu,
Zemahşerî, Ebû Hayyân, Ebu's-Suud ve Beyzâvî'nin benimsediği görüştür. Râzî de
bunun hakkında: "Asla eleştirilemez" demiştir.
İbni
Kesir, hadisleri değerlendirerek şöyle der: Bu hadisler, yüce Allah'ın Adem'in
zürriyetini, onun sulbünden çıkardığına, cennetliklerle cehennemlikleri
ayırdığına işaret eder. Onların Rabbi olduğu konusunda kendilerine şahitlik
ettirmesi, ancak İbni Abbas ve Abdullah b. Amr hadislerinde geçer ki, onlar da
merfu değil, mevkuf hadislerdir. O yüzden, selef ve haleften bazıları şöyle
demişlerdir: Bu şahit tutmaktan maksat, Ebû Hüreyre ve Iyâd b. Hımâr el-Mücâ'î
hadislerinde geçtiği ve Hasan el-Basrî'nin de bu şekilde açıkladığı gibi,
insanların tevhid akidesini kabul edecek fıtratta yaratılmalarıdır.
Derler
ki: Bunun için Cenab-ı Hak: "Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından
zürriyetlerini alıp..." buyurdu. Âdem'den Âdem'in sırtından demedi. Bu,
onların soyunu, nesil nesil kıldı demektir. Sonra Cenab-ı Hak: "Onları
nefislerine şahit tutup: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"
buyurmuştu. Onlar da: "Evet, demişlerdi" buyurdu. Yani, onları buna
şahitlik eden kimseler olarak yarattı. Onlar bunu halleriyle ve sözleriyle
söylediler. Şehadet bazan sözle, bazan da halle olur: "Müşriklerin, kendi
küfürlerine şahit olup dururken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri
yaraşmaz". (Tevbe, 9/17). Yani onların hali, bu hususta kendi aleyhlerine
şahittir. Onlar bunu söyleyecek kimseler değildir. Allahu Teâlâ'nın şu ayeti de
bunu ifade eder: 'Ve muhakkak o, buna şahittir" (Âdiyat, 100/7).
Ayetten,
Allahu Teâlâ'nm, insanları tevhidi ikrar edecek fıtratta yarattığı murad
olunmaktadır. Onun için Cenab-ı Hak onların: Kıyamet gününde biz de tevhid
inancından gafildik, bu hususda uyanlmadık, yahut babalarımız müşrikti,
dememeleri için bunu yaptığını belirtmiştir.
Ben
de bu görüşe meyyalim.
"Yahut:
"Daha önce sadece atalarımız Allah'a şirk koşmuşlardı" Yani, bu şahit
tutmanın sebebi, onların kıyamet gününde, tevhidden haberdar olmadıkları,
yahut babalarını taklitettikleri mazeretini ileri sürmemeleri içindir. Onların
sözü, babalarımız bizden önce şirk koştular. Biz de onlara tabi olduk, onların
şirklerinin bâtıl olduğunu bilmiyorduk. Biz onlara hüsnü zan besleyerek,
amellerinde ve inançlarında onları taklit ettik, tevhidi bulamadık sözleriydi.
Bizi
azapla helak mı edeceksin ve bâtıl iş yapan babalarımızın yaptıkları sebebiyle
bizi hesaba mı çekeceksin? Fakat Allah onların özrünü asla kabul etmez! Çünkü
, itikad ve dinin asıllarında taklit caiz değildir.
Açık
ve beliğ olan bu misakı açıkladığımız gibi, insanlara delil olabilecek ayetleri
de açıklarız ki, onlar böylece akıl ve basiretle düşünsünler. Umulur ki onlar
şirklerinden, cehaletlerinden ve babalarını, dedelerini taklitten dönerler.
[300]
Ayetler
aşağıdaki hususlara işaret eder:
1- Allahü Teâlâ, insanları tevhid fıtratı üzere, yani Allah'ın Rableri
olduğunu ve ortağı bulunmadığını ikrar üzere yaratmıştır.
2- Bir takım deliller gördüğü için, insanoğlu yaratanını bilmemekten dolayı
mazur olamaz. Kendisine bir peygamberin daveti ulaşmayan kimse, Allah'a şirk
koştuğunda ve selim fıtratın nefret ettiği ve sağlam bir aklın zararlı gördüğü
kötü şeyleri yaptığında, kıyamet günü mazur sayılamaz.
3- Küçükken ölen kimse, ilk andaki ikrarından dolayı cennete girer. Rüşd
çağına gelen kimseye, ilk anda ikrarı fayda vermez. Dolayısıyla müşriklerin çocukları
cennettedir.
4- Müşriklerin kıyamet gününde, kendilerine tevhid konusunda uyarıcı bir
peygamber gelmediğini delil olarak sürmeleri, inanca ve dine bağlı asıllarda
babaları ve dedelerini taklit etmeleri bâtıldır. Allah'ı ve birliğini bilmekle
ilgili fıtrî ve aklî deliller varken, Allah'ın birliğine işaret eden delilleri
bilmiyorum demek mazeret olamaz.
5- Allah'ın kitabında -Kur'an'da- her şeyin açıklaması vardır. Allahu
Teâlâ, ayette insanın tevhid fıtratı üzere yaratıldığını açıkladığı gibi,
insanlar düşünsünler ve bâtıldan yüz çevirip hakka dönsünler diye ayetlerini
de açıklamıştır.
[301]
175-
Sen onlara ayetlerimizi verdiğimiz o kimsenin haberini oku. O, bunlardan
sıyrılıp çıkmış, derken şeytan onu peşine takmış da azgınlardan olmuştu.
176-
Eğer biz dileseydik onu bunlar sebebiyle yükseltirdik. Fakat o yere mıhlandı
ve hevasına uydu. Artık onun durumu o köpeğin durumuna benzer ki, üstüne
varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini uzatıp solur.
İşte ayetlerimizi yalanlayan toplulukların hali budur. Artık sen kıssayı
anlat. Belki iyice düşünürler.
177-
Ayetlerimizi yalanlayarak kendilerine zulmetmekte olanların hali ne kötüdür.
"Artık
onun durumu o köpeğin durumuna benzer ki, üstüne varsan da dilini sarkıtıp
solur, kendi haline bıraksan da dilini uzatıp solur." Burada benzetme
yoluyla bir örnek (temsilî teşbih) vardır. Onun kötü hali, hayvanların en kötüsünün
haline benzetilmiştir. Köpek -yorgunluk ya da rahatlık hali olsun-, herhalde
soluma halindedir.
[302]
"O,
bunlardan sıyrılıp çıkmış" Yılanın derisinden çıktığı gibi. Bu,
İsrailo-ğulları âlimlerinden Bel'am b. Bâurâ'dır. Yahudilerden aldığı hediyeye
mukabil, Musa (a.s.)'m aleyhine dua etmişti. "İnsilâl" (Sıyrılıp
çıkma) tabirinin kullanılması, Ebu's-Suud'un dediği gibi, aralarında tam bir
bağlantı varken ayetlerle arasında tam bir zıtlık olduğuna işaret etmesi
içindir, "derken şeytan onu peşine takmıştı da" ona takıldı, arkadaşı
oldu. "azgınlardan": Hidayette olanlardan iken, koyu sapıklık ve
azgınlıkta olanlardan "olmuştu."
"Eğer
biz dileseydik onu bunlar sebebiyle yükseltirdik": Onu amele muvaffak
kılmak sebebiyle, âlimlerin derecelerine yükseltirdik. "Fakat o yere
mıhlandı" dünyaya yöneldi ve meyletti "ve hevasına uydu"
böylece hakirlerden oldu.
[303]
Allahu
Teâlâ, bütün insanlardan söz aldığını ve onlann kendisini Rab olarak kabul
ettiklerini belirttikten sonra, Rasûlüne indirilen ayetleri yalanlayanları
örnek gösteriyor. Bunun manası, Allah'ın ayetlerini bilip de onlarla amel
etmeyenler, yere bıraktığı derisinden sıyrılıp çıkan yılan gibidir, demektir.
İbni
Abbas, İbni Mes'ud ve Mücahid (r.a.): "Bu ayet, Bel'am b. Bâurâ hakkında
nazil oldu" demişlerdir.
[304]
Ey
Peygamber! Ayetlerimizi kendisine öğrettiğimiz, fakat önemsemeyerek onlarla
amel etmeyen, onlardan uzak kalan, kendisine şeytana arkadaş olduğu, vesvese
verdiği, onu dinlediği, dünyaya meyli, hevasına ve şeytana uyduğundan dolayı
kâfir sapıklardan olduğu o kimsenin haberini yahudilere oku.
O,
İsrailoğulları içinden bir âlimdi. Kenanîlerden olduğu da söylenmiştir. İbni
Abbas'tan onun Yemenli Bel'am b. Bâûrâ olduğu, kendisine Allah'ın kitaplarından
bir kısmının ilminin verildiği, fakat onlardan uzaklaştığı, Allah'ın ayetlerini
inkâr ettiği rivayet olunmuştur.
Musa
(a.s.), o adamın içinde bulunduğu şehre gitti ve oranın kâfir olan halkıyla
savaştı. O şehir halkı, o adamdan, Musa ve kavmi aleyhine dua etmesini istedi.
Duası makbul kimseydi. İsm-i A'zam'ı biliyordu. İlk anda dua etmekten sakındı.
Israrla istediler, bunun üzerine o da, onun aleyhine dua etti. Duası kabul
olundu, onun duası sebebiyle Musa ve İsrailoğulları çöle düştü.
[305]
Malik b. Dinar şöyle demiştir: O adam, İsrailoğulları âlimlerindendi. Duası
makbul bir kimseydi. Musibet anlarında ona müracaat ederlerdi. Allah'ın peygamberi
Musa (a.s.), onu Allah'a davet etmek üzere Medyen kiralına gönderdi. Medyen
kiralı ona bir miktar arazi verdi. Bunun üzerine o da Musa (a.s.)'m dinini
bırakarak, kiralın dinine tabi oldu.
[306]
Eğer
biz dileseydik, onu bunlar sebebiyle yükseltirdik. Ona, onu hidayete ve
ayetlerle amele muvaffak kılmak suretiyle, iyi âlimlerin derecelerinden büyük
bir derece verirdik.
Fakat
o, dünyaya meyletti. Onu istedi, onun lezzetlerine önem verdi, hevasına uydu.
Gayretini ahiret nimetine yöneltmedi. Ayetlerimiz üzerinde durmadı, Ruhî kemâl
merdiveninde yükselmedi. Allah'ın kendisine olan nimetine hürmet etmedi.
Zillet,
hakirlik ve alçaklıkta onun durumu, kovulup taşlansa da, kovulma-yıp kendi
haline bırakılsa da, soluyan köpek gibi oldu. Bu hal, köpeğin en kötü halidir.
İşte Allah'ın ayetlerini bilmekten uzaklaşan o kimsenin hali de böyledir.
Bu
garip hal, Allah'ın ayetlerini yalanlayan, onlara karşı kibirlenen, o yüzden
kendilerine öğüdün fayda vermediği kimselerin halidir. Onlar, Resulullah'm
sıfatını Tevrat'ta okuyan, onun gelmesinin yakın olduğunu insanlara müjdeleyen,
ondan yardım uman, onunla fetih bekleyen, fakat Peygamber (s.a.)'in gelmesinden
sonra da onu inkâr eden yahudilerdir.
Ey
Peygamber! İşte ayetlerimizi yalanlayan kimselerin haline benzeyen o adamın
kıssalarını anlat. Belki de, Bel'am'ın halini ve Allah'ın ona olan nimetini
-Allah ona ism-i a'zamı öğretmişti de ism-i a'zamla istendiğinde Allah, onu verir,
dua edildiğinde o duaya icabet ederdi- Rabbine itaat yolunda kullanmayı-şı,
aksine Allah ordusu aleyhine dua etmesi sebebiyle, Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırıp sapıklığa düşürdüğünü bilen İsrailoğulları düşünürler de, onun gibi
olmaktan sakınırlar. Çünkü Allah, onlara Muhammed (s.a.)'in sıfatını bildirdi.
Dolayısıyla onlar, herkesten daha çok ona uymak, yardım etmek, ona destek olmak
zorundadırlar.
Allah'ın
ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah'ın ayetleri hakkında
düşünüp taşınmaktan yüz çevirenlerin, yemek içmek ve şehvetten başka
düşünceleri olmayan köpeklere benzemeleri ne kötü bir sıfattır. Onlar bu yüz
çevirmeleriyle, yalanlarıyla kendi kendilerine zulmettiler. Onlara Allah
zulmetmedi.
Bu
kötü örnek sünnette de geçer. Sahih'de ve Kütüb-ü Sitte'de İbni Ab-bas'tan
Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu kaydedilmiştir: "Bizim kötü örneğimiz
yok: Hibesine dönen, kusmuğuna dönen köpek gibidir."
[307]
Bu
kıssadan maksat, Hakkı tanıdıktan sonra, Allah'a ve Rasûlü'ne imandan yüz
çeviren bütün kâfirler için ibret alınacak bir derstir. Allah'ın kendine ilim
ve din verdiği kimse, artık dünyaya meyleder, onu ebedîleştirirse, kötü iş,
kötü harekete devam eden -bir zaruret ve bir ihtiyaçtan dolayı değil tabii- hayvanların
en aşağısı olan soluyan köpeğe benzer. Her kâfirin hali, Allah'ın ayetlerini
bilip de onları terkeden bir adamın haline benzetilmiştir. Bu Bel'am b. Bâurâ
ve bu sıfattaki her şahsa uyar. Çünkü ayet, ibret olarak verilen kimsenin
ismini zikretmemiştir. Bu yüzden onun, İsrailoğullan'ndan, Kenanîlerden,
Yemenlilerden veya başkalarından olduğu şeklindeki rivayetler önemli değildir.
Ayet,
insanları heva ve heveslerine uymaktan, dünyaya ve dünya nimetlerine
meyletmekten, basit arzulara uymaktan ve Allah'ın ayetlerini, Allah'a,
peygamberine ve ahirete imanla ilgili irşadlannı terkten korkutma mahiyetindedir.
Ayet,
Allah'ın ayetlerinden yüz çevirenin, bu kötü fiili ve şer'an insanlık
bakımından kötü olan işi seçmesi sebebiyle, sapıklığa düşeceğine, açıkça işaret
etmektedir.
İnsana
düşen görev, bu kıssadan ibret almak, Allah'ın ayetleri üzerinde, kin ve
düşmanlıkla değil, basiret gözüyle ve akılla düşünmektir. Bu mesel ve
benzetmenin Vakıa sûresinde zikredilmesi, dinleyenleri ikna etme hususunda benzer
şeyleri zikretmenin etkili olduğunu, onlara hüccetler ve burhanlar ileri
sürmekten daha kuvvetli etkiye sahip olduğunu gösterir.
Ayrıca,
tefekkürün önemine de işaret vardır. Çünkü o, hakikata, ilme ve sahih marifete
ulaşmanın temelidir. Nitekim Cenab-ı Hak da Kur'an-ı Ke-rim'de, birçok
münasebetle bunu söyler: "Muhakkak bunda iyice düşünen bir topluluk için
ayetler vardır". (Zümer, 39/42)."İşte biz düşünecek bir kavim için
ayetleri böylece açıklarız" (Yunus, 10/24).
Bu
ayet, Razi'nin dediği gibi, ilim sahipleri hakkındaki en şiddetli ayetlerdendir.
Çünkü âlim, ilmiyle amel etmediği zaman, ilmin bereketinden mahrum kalır ve
Allah'tan uzaklığı en büyük dereceye varır.
Nitekim,
Deylemî'nin el-Firdevs' de Ali'den rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Kimin ilmi artar da zühdü artmazsa, Allah'tan uzaklığı
artar."
[308]
178-
Allah kime hidayet verirse, o, doğru yolu bulmuştur ve kimi de saptınr-sa,
onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.
179-
Andolsun ki biz, cin ve ins'ten birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.
Onların
kalbleri vardır, fakat bunlarla idrak
etmezler. Gözleri vardır, fakat onunla
görmezler, kulakları vardır, kat onunla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar
gibidir. Hatta daha sapıktırlar. Onlar, gafil olanların ta kendile-
ridir.
"Onlar
dört ayaklı hayvanlar gibidir": Buradaki teşbih, mürsel mücmeldir.
[309]
"Cin":
Duyu organlarıyla idrak olunmayan gizli yaratıklardır.
"Onların
kalbleri vardır, fakat bunlarla idrak etmezler." Buradaki kalb, bazan
vicdan denilen şeydir. Bununla akıl veya vicdan kasdolunmaktadır. Yani, idrak
olunan şeyler hakkında hüküm verme yeri. Bunun kullanılmasının sebebi, korku ya
da sevinçle ilgili olayların, onun üzerine yansıması ve böylece bir daralma ya
da genişlemenin olmasındandır. Çoğu kere Kur"an-ı Kerim'de ince anlayış ve
ilimde derinleşme manasında kullanılır.
[310]
Cenab-ı
Hak, o sapıkların öğüt alarak sapıklıklarını bırakıp hakka dönmeleri için,
dinden soyunup çıkan kimseyi örnek gösterdikten sonra, bu ayetlerde de, aklı,
.duygulan ve fıtrî hidayeti hayır veya şer yolunda kullanma bakımından ortaya
çıkan hidâyet ve sapıklık sebeplerini açıkladı: "Ve biz ona iki de yol
gösterdik" (Beled, 90/10).
[311]
Allah
kimi, aklını ve duygularını kullanarak imana, hayra şeriat ve Kur'an'a uymaya
başarılı kılarsa, o gerçekten hakkı bulur. Kimi de başarılı kılmaz, rezil
ederse, aklını ve duygularını kevnî ve serî ayetleri anlamak için kullanmaması
sebebiyle hayra ve Kur'an'a uymaya hidâyet buyurmazsa, o ziyandadır,
hidayetten uzaktır, dünya ve ahirette kaybedendir.
İlâhî
hidayet tek, sapıklık ise birçok türde olduğu için, Cenab-ı Hak, tekil olarak
"hidayeti bulan", çoğul olarak "hüsrana uğrayanlar"
buyuruyor.
Sonra
Allahu Teâlâ, sapıklara nisbetle genel olan şeyi açıklayarak: "An-dolsun
ki biz, cin ve insten birçoğunu cehennem için yaratmışızdır" buyuruyor.
Yani Allahu Teâlâ, cehenneme ve cennete girmeyi hak edecek ameller yapmaya
müsait cin ve insanlardan birçok kimse yarattığını yeminle ifade ediyor. Nitekim
Cenab-ı Hak, iki fırkanın sonunu açıklarken şöyle buyurur: "Bir kısmı cennette
ve bir kısmı da cehennemdedir" (Şuarâ, 42/7) Kıyamet günündeki akıbetlerini
açıklarken de şöyle buyurur: "Onlardan bir kısmı bedbaht, bir kısmı da
bahtiyardır" (Hûd, 11/105).
Cehennemliklerin
cehenneme girmeyi hak edişlerinin sebepleri: İmanın hakikatına ulaşmak için,
dünya ve ahiret saadetinin lezzetini anlamak ve hayrın Allah'ın emrettiği,
şerrin de nehyettiği şeylerde olduğunu kavramak için akıllarını sağlam bir
şekilde kullanmamalarıdır. Onların meselelere bakışları zahiridir: "Dünya
hayatından sadece dış yüzü bilirler. Ahiretten ise tamamen habersizdirler"
(Rûm, 30/7) Onlar, anlamayan kimse gibidirler. Çünkü onlar, dikkatli ve anlayışlı
kalblerinden faydalanamazlar, sevabı düşünmezler, cezadan korkmazlar.
Yine
onlar kendilerini mutluluğa ileten Allah'ın kevnî ve Kur"an'î ayetlerine
ibret gözüyle bakmazlar. Allah'ın peygamberlerine indirdiği ayetlerine kulak
verip ibretle dinlemezler. Tarihî olayları, geçmiş ümmetlerin haberlerini
dinlemezler. Allah'ın hidayetinden ve peygamberlerin irşadından yüz çevirmeleri
sebebiyle akıbetlerinin nasıl olduğunu duymazlar. Burada söz konusu olan
duymamak ve görmemek, duyu organlarının duyup görmemesi olmayıp, hidayeti
görmemek, öğütleri dinlememektir.
Şu
ayetler de, bunun benzeri olan manayı ifade eder: "Onlardan önce nice
kavimleri helak etmemiz -ki onların meskenlerinde gezerler- onları hidayete
ulaştırmadı mı? Muhakkak bunda ibretler vardır. İşitmiyorlar mı? Görmezler mi,
biz kupkuru yere suyu süreriz de, onunla hayvanlarının ve kendilerinin yedikleri
ekini bitiririz. Hâla görmezler mi" (Secde, 32/26-27).
Akılları
ve duyuları olmayan bu kimseler, yemek içmek ve dünya lezzetlerinden yararlanmaktan
başka düşünceleri bulunmayan dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta onlardan
daha sapıktırlar. Çünkü hayvanlar, faydalarına olan şeyleri ister, zararlarına
olan şeylerden nefret ederler. Yemede içmede israf etmezler, öbürleri ise,
inatlarından kendilerini ateşe atarlar, bütün lezzetlerde aşırı giderler, sevap
olana yönelmezler. Hayvanların, faziletler elde etmek için kudretleri yoktur.
Fakat insanoğluna, fazilet elde etme kudreti verilmiştir. Bu tip insanlar,
Allah'ın ayetlerinden, şuurlarını ve akıllarını yaratılış amaçlarına Yani
-duyulanlardan, görülenlerden istifade etmek- uygun olarak kullanmaktan tam bir
gaflet içindedirler. İstikbâle bakmayan, sadece dünya hayatına yönelen, ahiret
hayatında ebedî kalmayı hak ettirecek çalışmayı terkeden cahil ahmak
kimselerdir. Bu manada onların gafleti, düşünmeyi terk, cennet ve cehennemden
yüz çevirmek manasına olur.
Akıllı
zeki kimseler, ahiret için çalışan, dünya için gerekli şeyleri de ihmal etmeyen
kimselerdir: "Allah'ın sana verdiği ile ahiret yurdunu ara. Dünyadan da
nasibini unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et. Yeryüzünde
de fesad isteme. Çünkü Allah fesad yapanları sevmez" (Kasas, 28/77).
[312]
Mutezile,
hidayet ve sapıklığın insanın seçimiyle olduğu görüşündedir. "Andolsun
biz, cin ve ins'ten birçoğunu cehennem için yaratmışızdır" ayeti şöyle
izah edilebilir: Bu kimseler, küfürde ısrar edecekleri bilinen, ancak cehennemliklerin
yaptıklarını yapan kimselerdir. Allah onların kalblerini mühürlemiş,
cehennemlik kimseler olarak yaratmıştır. Ayet, onların cehennemi gerektiren
işler yapacaklarına, bu yüzden oraya gireceklerine işaret eder.[313]
Ehl-i
sünnet ise, hidayet ve sapıklığın Allah'tan olduğu görüşündedir: Allah'ın
hidayete erdirdiği kimseyi hiçbir kimse sapıklığa düşüremez. Sapıklığa
düşürdüğü kimse ise, şüphesiz zarardadır. Allahu Teâlâ'nın dilediği olur,
dilemediği olmaz. İmam Ahmed ve Sünen sahiplerinin İbni Mes'ud'dan rivayet
ettikleri bir hadiste şöyle buyurulur: "Şüphesiz hamd, Allah'a mahsustur.
O'na hamdeder, O'ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin kötülüklerinden
ve kötü amellerimizden Allah'a sığınırız. Allah'ın hidâyete erdirdiğini hiçbir
kimse sapıklığa düşüremez. Sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidâyete erdiremez.
Şehadet ederim ki, bir ve ortağı olmayan Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine
şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve rasûlü-dür.[314]
Beyzavi:
"Allah kime hidayet verirse, doğru yolu bulmuştur ve kimi de sap-tırırsa
onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir" ayeti hakkında şöyle der:
Hidayet ve sapıklık Allah'tandır. Allah'ın hidâyeti bazı kimselere hastır.[315]
"Andolsun
biz, cin ve insten birçoğunu cehennem için yaratmışızdır" ayeti, Ehl-i
Sünnete göre Allahu Teâlâ'nın işleri ve amelleri yarattığına işaret eder.
Şüphesiz o kâfirler, akıllarını ve duygularını dînî menfaatler için değil dünya
menfaatlan kazanmak için kullandılar. Onlar, dinî menfaatları gerçekleştirecek
şeyleri kalbleriyle anlamıyorlardı. Onlar dini yararlarla ilgili şeyleri görüp
duymuyorlardı. Mana şöyle olur: Allahu Teâlâ müminde imana, kâfirde de küfre
kudreti yarattı.[316]
Kul, o kudreti ya imana, ya da küfre yöneltir. Allah, onu ikisinden birini
seçmeye zorlamaz. Aksi halde, onu hesaba çekmek ve cezalandırmak adalet olmaz.
İbni
Kesir: "Andolsun ki, cin ve ins'ten birçoğunu cehennem için
yaratmı-şızdır" ayetinin tefsiri konusunda şöyle der: Biz cehennem için,
cin ve insten birçok kimseler yarattık. Cehennemlik kimselerin işlerini
yaparlar. Şüphesiz ki Allahü Teâlâ, mahlûkâtı yaratmak istediği zaman, onların
yapacaklarını -onlar olmadan önce de- biliyordu. Bunu, yanındaki kitaba,
gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene önce yazdı. Nitekim, Sahih-i
Müslim'de, Abdullah b. Amr'dan gelen bir rivayette, Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz Al-lahû Teâlâ, gökleri ve yeri yaratmadan elli bin
yıl önce ve arşı su üzerinde iken mahlûkâtın kaderlerini takdir etti."
Özetle:
Mutezile, insanın kendi fiillerini kendi yarattığı ve mutlak manada muhayyer
olduğu görüşündedir. Ehl-i sünnet ise, kulun işlerini Allah'ın yarattığı,
insanın cüz'i ihtiyar sahibi olduğu, işlerini kendi kazandığı görüşündedir.
Ancak hayat, ölüm, izzet, zillet, rızık gibi konular bunun dışındadır. Allah,
mahlûkâtın yaratıcısıdır ve adalet vasfına sahiptir. İnsanın fiillerini yaratır.
Zorladığı bir işten dolayı insanı hesaba çekmesi zulümdür. Hidayet Allah'tandır.
Hidayetin iki anlamı vardır: Yol göstermek, gayeye ulaşmak için imkân vermek.
Allah insanı aydınlattı ve ona hayır yolları gösterdi: "Ve biz ona iki de
yol gösterdik" (Beled, 90/10). Sonra onu hedefine ulaşmada başarılı etti.
Bir kimse, bir polise yol sorsa, o da ona yolu gösterse, bu ona, birinci doğru
yolu göstermedir. Polis, onunla beraber arabasına binip onu yerine ulaştırırsa,
bu, ona ikinci bir yol göstermedir. İşte insan da, Allahu Teâlâ'nın kendisinde
yarattığı hayır ve şer gücünü, bunlardan birine yönlendirir, bu yönlendirmesi
sebebiyle hesaba çekilir, o yüzden cezalandırılır.
Alimler:
"Onların kalbleri vardır, fakat bunlarla idrak etmezler" ayetine
dayanarak ilim mahallinin kalb olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Allahü Teâlâ,
onların kalbinde anlayış ve kavrayışın bulunmadığını söylemiştir. Bu da, anlama
ve kavrama mahallinin kalb olduğuna işaret eder.
[317]
180- En güzel isimler Allah'ındır. O hal- de
O'na bunlarla dua edin. Onun isim- lerinde eğriliğe sapanları terkedin. Onlar
yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.
"İsimler":
İsim kelimesinin çoğuludur. Bir varlığa işaret eden şeydir. Yahut müştak
olmazsa, bir manaya işaret etmek üzere konulan her lafızdır. Müştak olursa
sıfattır.
"O
halde O'na bunlarla" O'nu övmek, O'ndan ihtiyaçlarınızı talep etmek için
"dua edin."
"Allah'ın
isimlerinde eğriliğe sapanları" Hak'tan sapanlar ve ilahları için birtakım
isimler türetenleri "terkedin". Allah'tan Lât, Aziz'den Uzzâ,
Men-nan'dan Menât gibi. Arapça'da ilhad'ın manası, amaçtan eğrilik, zulümdür.
[318]
Allahu
Teâlâ, ayetlerini anlama ve nefislerini iman ve faydalı ilimle süslemeleri
konusunda akıl ve şuurlarını çalıştırmadıkları için cehennemliklerin gafil
olduklarını söyledikten sonra, bu gafletin ilâcı olarak kendisini zikretmeyi
emrederek şöyle buyuruyor: "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na
bunlarla dua edin". Bu, cehenneme girmeyi gerektiren -Allahu Teâlâ'yı
zikirden gaflet- ve cehennem azabından kurtarıcı şeye -Allahu Teâlâyı zikr-
tenbihte bulunmaktadır.
Esmau'l-Hüsna
kelimesi, dört sûrede zikrolunmaktadır. Birincisi, bu sûrede, ikincisi İsra
sûresinin sonunda: "De ki: "Gerek Allah diye çağırın ve gerekse
Rahman diye çağırın. Hangisi ile çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler
O'nundur" (İsra, 17/110). Üçüncüsü, Tâ-Hâ sûresinin başında: "Allah
odur ki, O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler yalnız O'nundur."
(Tâ-Hâ, 20/8). Dördüncüsü, Haşr sûresinin sonunda: "O, öyle Allah'tır ki,
Haliktır, Bâridir, Musavvirdir. En güzel isimler yalnız O'nundur" (Haşr,
59/24).
[319]
Rivayete
göre, bazı müslümanlar, bazı kereler dualarında Allah yahut rahim, bazı
kereler de rahman diye dua ettiler, bunun üzerine müşrikler, Mu-hammed ve
arkadaşları tek bir ilaha ibadet ettiklerini zannediyorlar, halbuki iki varlığa
dua edip yalvarıyorlar dediler. Bunun üzerine Allah azze ve celle, bu ayeti
indirdi. Yani bu isimler tek bir ilahın isimleridir. Çok ilahı ifade etmezler.
[320]
En
güzel manaları içine alan bütün isimler, sadece Allah'ındır. Dolayısıyla ya
O'nu övmek için: "Allah. Ondan başka ilâh yoktur. Diridir. Kayyumdur"
(Bakara, 2/255). "O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
Gizliyi de, aşikârı da bilendir. O, Rahman'dır. Rahim'dir." (Haşr, 59/24).
Ya da ihtiyaçlarının karşılanması için, O'na onlarla dua eder.
Allahu
Teâlâ'nm en güzel isimleri doksan dokuzdur. Sahihayn'da, Ebû Hü-reyre
(r.a.)'dan, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur. "Allah'a
has doksan dokuz isim vardır. Bu isimleri her kim sayarsa, cennete girer. Allah
tektir. Tek şeyleri sever." İsimleri saymak; onları söylemek, ezberlemek
ve manalarını düşünmektir. Tirmizî ve Hâkim bu isimleri Velid b. Müslim ve
ŞuTse yoluyla rivayet edip; "O tek şeyleri sever" sözünden sonra
Esma-i Hüs-na'yı şöyle sayar:
Hüvellahüllezi
lâ ilahe illâ hû, er-Rahman, er-Rahîm, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mümin,
el-Müheymin, el-Aziz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Hâlık, el-Bârî, el-Musavvır,
el-Gaffâr, el-Kahhâr, el-Vehhâb, er-Rezzâk, el-Fettâh, el-Alim, el-Kâbıd,
el-Bâsıt, el-Hâfız, er-Râfî', el-Muizz, el-Müzill, es-Semi', el-Ba-sîr,
el-Hakem, el-Adl, el-Latif, el-Habir, el-Halim, el-Azim, el-Ğafur, eş-Şekûr,
el-Aliyy, el-Kebir, el-Vâsi', el-Hakîm, el-Vedud, el-Mecid, el-Bâis, eş-Şehid,
el-Hakk, el-Vekil, el-Kaviyy, el-Metîn, el-Veliyy, el-Hamid, el-Muhsî,
el-Mübdî, el-Mu'id, el-Muhyi, el-Mümit, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Vâcid, el-Mâcid,
el-Vâhid, es-Samed, el-Kâdir, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, el-Evvel,
el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtm, el-Vâlî, el-Müteâli, el-Berr, et-Tevvâb,
el-Müntakım, el-Afüvv, er-Rauf, Mâlikü'1-mülk, Zü'1-Celâl-i ve'1-İkrâm,
el-Muksit, el-Cami', el-Ganiyy, el-Muğni, el-Mâni, ed-Dârr, en-Nâfi', en-Nûr,
el-Hâdî, el-Bedi', el-Bâkî, el-Vâris, er-Reşid, es-Sabûr.
Ayet
ve hadisteki isimlerden amaç, hilâfsız olarak isimlendirmektir. Bu isimlerden
bir kısmı zatından, bir kısmı sıfatından, bir kısmı fiilinin sıfatından dolayı
ona verilmiştir. Alimlere göre, bu isimler tevkifidir. Cenab-ı Hakk'a,
Kur'an'da ve sünnette olmayan bir isim verilmez, meselâ refik, sehiyy, âkil
gibi.
"Onun
isimlerinde eğriliğe sapanları terkedin": Yani onun isimlerinde, lafız
veya manalarında haktan başka yollara -değiştirmek, yorumlamak, yalanlamak, ya
da noksan veya fazla mana vermek veya güzellik vasfına ters mana vermek gibi-
meyletmek suretiyle sapan kimseleri terkedin.
Sapma
üç türlü olur:
1- Müşriklerin yaptığı gibi değiştirmekle: Nitekim onlar, isimlerin
taşıdığı manaların dışına çıkarak, o isimleri putlarına isim verdiler. Lat
ismini Allah'tan, Uzza ismini Aziz'den, Menât ismini Mennân'dan türettiler.
2- Ziyadelik -teşbih- ile: Nitekim Müşebbihe, Allah'ın izin vermediği şeylerle
O'nu vasıflandırdılar.
3- Noksanlık -ta'til ile: Nitekim Muattıla, onun vasıflandığı isimleri
atarlar. Bazı kimseler de, Allah'a, kendi ismi olmayan isimlerle dua ederler,
o isimleri verirler.
İşte
bu sebepten bunlar, amellerinin cezasını görecekler ve daha dünyada ahirete
gitmeden önce cezalandırılacaklar.
[321]
Ayet,
şu hususlara işaret eder:
1- En güzel isimler ancak Allah'a aittir. Çünkü Allahu Teâlâ'nm: "En
güzel isimler, ancak Allah'ındır" sözü, hasr ifade eder.
2- Allah'ın isimleri, O'ndan başkasına ait değildir ve en güzel sıfatlar
da yalnızca Allah'ındır. Dolayısıyla onların, güzel ve mükemmel olması gerekir.
Bu, isim verilen varlıkta kemal ve celâl sıfatı ifade etmeyen hiçbir ismin Allah'a
verilemeyeceğini gösterir.
İsimler,
manalara işaret eden lafızlardır. Onlar, güzel mana ve mefhumla-rıyla güzel
olur. Allah hakkında da, kemal ve celal ifade eden sıfatlar güzel mana taşır.
Allah'ın isimlerini -Allah ve Rahman müstesna- Allah'tan başkasına vermek
caizdir.
Bu
isimlerden bir kısmı yalnız başına söylenebilir. Ya Allah, ya Rahman, ya Hakim
gibi. Bir kısmını da yalnız başına söylemek caiz değildir, belki şöyle
söylenmesi gerekir: Ya Muhyî, ya Mümît, ya Dârr, yâ Nâfi gibi.
Kur"an
ve sünnette zikredilmeyen bir ismin Allah'a isim olarak verilmesi caiz
değildir. Bunlar, tevkifidir. İmam Ahmed ve Ebû Hıbbân el-Büstî'nin Sa-hih'inde
Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettiği hadise göre, bu isimler doksan dokuzla
sınırlı değildir. Hadis-i şerif şudur: Bir kimseye bir keder ve hüzün isabet
eder, o da: "Allah'ım! Ben senin falanca kulunun oğluyum, kaderim senin
elindedir, bende senin hükmün geçerlidir, senin adaletin hükmeder, senin olan
her isminde -ki sen onunla kendini isimlendirdin, yahut onu kitabında indirdin,
yahut mahlûkatından birine öğrettin, yahut onu yanındaki gayb ilmine ayırdın-
Kur'an-ı Azim'i, kalbimin baharı, göğsümün nuru, hüznümün cilası ve kederimin
gidericisi kıl" derse, Allah onun hüznünü ve kederini giderir. Onun yerine
bir ferahlık verir. Hz. Peygamber böyle buyurunca: Ya Resulullah, onları
öğrenelim mi?' denildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: 'Evet, onları duyan her
kimsenin onları öğrenmesi gerekir1 buyurdu.
İbnü'l-Arabi,
Allah'a yalvarıp yakarmak için Allah'ın isimlerinden yüzkır-kaltı tanesini
sayar. Başka yerde de otuz tanesini daha zikreder
[322].Böylece
toplam yüzyetmişaltı olur. Tayyib, Muallim ve Cemil (kendisine hiçbir şey benzemeyen)
gibi.
3- Allahü Teâlâ'nın güzel isimleri vardır. İnsan, Allah'ı onlarla
anmalıdır. Bu, Allah'ın isimlerinin ıstılahî değil, tevkifi olduğunu gösterir.
"Ya Cevâd" (cömert) demek caiz iken, aynı manada olan "ya
Sehiyy" demek caiz değildir. Çünkü bu, Allah'ın ismi olarak Kur"an
ve sünnette zikredilmemiştir. Yine "ya âkil", "ya tabîb",
"ya fakîh" demek de caiz değildir.
4-
İsim müsemmadan başka bir
şeydir. Çünkü Allah'ın isimleri çoktur. Şüphesiz "Allah" da bunlardan
biridir. Dolayısıyla ismin müsemmadan başka bir şey olduğunu söylemek
gereklidir.
Bu
yüzden bir kısım bilginler şöyle demiştir: Bu isimlerle amaçlanan isimlendirmelerden
ibarettir. Çünkü Allah bir, isimler ise çoktur. İbni Atıyye tefsirinde,
ayetteki isimlerin, icma ile yapılan isimlendirmelerden başka bir şey olmadığını
söyler.
"En
güzel isimler Allah'ındır" sözünün manası, ancak kendileriyle çağrılan en
güzel isim vermeler, demektir. Şöyle denilmiştir: Allah'ın sıfatları vardır.
İsim, müsemmadır, yahut müsemma ile ilgili bir sıfattır o, tesmiye değildir.
5- Allah kendine güzel isimler verdi, onlar kulaklarda ve kalblerde güzeldir,
Onlar, O'nun birliğine, rahmetine ve fazlına işaret eder.
6- İnsan, rabbini ancak o en güzel isimlerle çağırır. Bu çağırma, o
isimlerin manalarını anlamayı gerektirir. İbnü'LArabî, Ahkâmül-Kur'an'da
[323] ve
başka eserlerinde o manaları zikreder. İnsan, Allah'ın her ismiyle, ona lâyık
olan şeyi ister. Meselâ; "Ey rahmet edici! Bana merhamet et, ey hakim bana
hikmetinle hükmet! Ey çok çok rızık veren, bana rızık ver! Ey hidayet verici,
bana hidayet ver!" Genel bir isimle dua ederse şöyle der: "Ey Malik!
Bana merhamet et. Ey Aziz, benim hakkımda hikmetle hükmet! Ey Latif, bana rızık
ver." İsm-i A'zamla dua ederse şöyle der: "Ey Allah!", Çünkü bu
bütün isimleri içine alır. Ve İbnü'l-Arabî şöyle der: İşte böyle, duanı
düzenle, kurtulanlardan olursun.
7- Allahu Teâlâ'nın isimlerini değiştirmekten sakınmak gerekir. Bu, üç şekilde
olur:
a) Allah'ın mukaddes güzel isimlerini, Allah'tan başkasına vermek. Kâfirlerin,
putlara ilâhlar demeleri, putları Lâfa "İlah"tan, Uzza'ya
"Aziz"den, Me-nât'a "Mennân"dan tahrifle bu isimleri
vermeleri. Nitekim Müseylemetü'1-Kez-zâb, kendisine Rahman lakabını vermişti.
b) Allah'a isim verilmesi caiz olmayan şeylerle isim vermek. Ona Mesih'in
babası denmesi gibi. Hıristiyanların, baba, oğul, Ruhul-Kudüs demeleri de bu
kabildendir.
c) Kulun, Rabbini manasını bilmediği, müsemmasını düşünmediği bir lafızla
zikretmesi. Çünkü belki de o lafzın müsemması, Allahu Teâlâ'nın celâline lâyık
olmayan bir şey olabilir.
Cenab-ı
Hak, ayete: "Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır"
sözüyle son veriyor. Bu, Allah'ın isimlerinde değişiklik yapanlara bir
tehdittir. Mutezile şöyle der: Amelin kula ait, cezanın onun amelinin ve
fiilinin sonucu, duanın da meşru ve ibadet olduğuna işaret eder. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Kullarım senden beni sorarsa, işte ben
muhakkak onlara pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına mutlaka
icabet ederim. O halde onlar da bana icabet ve bana iman etsinler. Böylece
doğru yola ulaşmış olsunlar" (Bakara, 2/186).
Allah'tan
başka, ölü veya diri hiçbir mahlûka dua edilmez. O Samed'dir. Yani isteklerde
O'ndan başkasına yönelinmez. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Dua
ettiğinde icabet eden, kötülüğü gideren, sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı,
yoksa O'na ortak tuttukları mı1? Acaba Allah ile birlikte ilâh var mıdır?"
(Nemi, 27/62). Yani darda kalana icabet edecek sadece O'dur. İbadete ancak O
lâyıktır. Duada yönelinecek sadece O'dur.
Ayette:
"O halde O'na bunlarla dua edin" emrinin anılmasında birçok faydalar
vardır: İman prensiplerini kökleştirip geliştirmek, Allah'a murakabeyi ve ona huşûu
geliştirmek, ona rağbet ettirmek, dünya işini ve lezzetlerini küçüm-setmektir.
Buhari, Müslim, Tirmizi ve Nesei şöyle rivayet eder: "Kimin başına bir
gam, keder, yahut önemli bir iş gelirse; 'La ilahe illallahü'l-Azimü'l-Halimü,
Lâ ilahe illallahü Rabbu'l-Arşi'l-Azim. Lâ ilahe illallahu Rabbü's-Semavâti
vel'ardı veRabbü'l-Arşi'l-Kerim'desin."
Hâkim,
Müstedrek'te, Enes (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.)
Fatıma'ya şöyle dedi: "Sana tavsiye ettiğim şeyi dinlemekten, sabaha ve
akşama girdiğinde: Ya Hayyu, Ya Kayyumu bi-Rahmetike estağîsu, eslıh lî şe'nî
ve lâ tekilni ilâ nefsî tarfete aynin" demekten, seni alıkoyan şey
nedir?"
[324]
181-
Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet vardır ki, hakka rehberlik ederler ve
adaletle hükmederler.
182- Ayetlerimizi yalanlayanları biz,
bilmeyecekleri yönden derece derece helake yaklaştıracağız.
183- Ben onlara mühlet veririm. Muhakkak ki benim
yakalamam şiddetlidir.
184- Onlar düşünmediler mi ki, arkadaşlarında
hiçbir delilik yoktur. O, ancak apaçık korkutandan başkası değildir.
185- Onlar, göklerin ve yerin hükümranlığına,
Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye ve belki ecellerinin yakın olduğuna hiç
bakmazlar mı? Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar?
186-
Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek olmaz ve O, bunları
taşkınlıkları içinde, şaşkın bir halde bırakıverir.
"Yarattıklarımızdan
öyle bir ümmet vardır ki, hakka rehberlik ederler": Onlar, Muhammed
(s.a.)'in ümmetidir. Nitekim mütevatir hadiste şöyle buyru-lur:
"Ümmetimden daima hak üzere bulunan, muhaliflerinden kendilerine zarar
gelmeyen bir taife hiç eksik olmayacaktır." "ve adaletle
hükmederler": Hakla hükmederler, Şeyhayn'ın Muğire'den rivayetine göre:
Hasım iki taraftan birine meyletmeden adaletle karar verirler.
"Ayetlerimizi
yalanlayanları biz": Ayetlerden murad Kur'an, yalanlayanlardan murad,
Mekkelilerdir. "bilmeyecekleri yönden derece derece helâka yaklaştıracağız."
Onları yavaş yavaş yakalayıp, derece derece azab indirecek ve helake
yaklaştıracağız.
"Ben
onlara mühlet veririm." Onların cezalarını geciktiririm.
"Apaçık
korkutucu." Korkutucu kelimesinin türediği "inzâr" kelimesi, korkutmakla
beraber öğretmek ve doğruyu göstermek manasına gelir.
"Ecellerinin
yakın olduğuna hiç bakmazlar mı ?" Kâfir olarak ölürlerse, cehenneme
giderler. Öyleyse çabuk imana koşsunlar.
"O
(Allah) bunları taşkınlıkları içinde" küfür, şer ve zulümleriyle
"şaşkın bir halde bırakıverir."
[325]
"Onlar
düşünmediler mi ki" diye başlayan 184. ayetin nüzul sebebi konusunda,
İbni Ebi Hatim ve Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyan el-Ensarî, Katâde b. De-âme'den şu
rivayeti tahric etmişlerdir: Bize rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.),
bir gün Safa'da ayağa kalktı. Kureyş'i çağırdı. Onları: 'Ey filanca oğullan!'
deyip aile aile çağırıyor, Allah'ın korku ve azabından korkutuyordu. Onlardan
biri: 'Sizin şu arkadaşınız deli' dedi ve sabaha kadar bu sözü tekrarlayıp
durdu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.
[326]
Daha
önceki ayetlerde Allahü Teâlâ, akıl ve his gibi marifetle ilgili güçlerini
ihmal etmeleri yüzünden, cehennem için birçok insan yarattığını belirtmiş, daha
sonra insanların yararına olacak, imanlarını kuvvetlendirecek, esma-i hüsna ile
dua etmelerini istemişti. Burada da, Muhammed ümmetinin iki fırkaya ayrıldığını
belirtti. Hak ve adaletle hükmeden hidayet fırkası, yalanlayan, sapık fırka. Ve
Allah vahdaniyyetine, peygamberin doğruluğuna işaret eden şeyleri anlamak için,
göklere ve yere bakmak, onları düşünmek gerektiğine dikkat çekiyor.
[327]
Ümmetlerden
bir kısmı, sözle ve davranışla hakkı ayakta tutarlar. İnsanları ona çağırır ve
hakla amel ederler. Zulüm ve haksızlık yapmadan adaletle hükmederler: Onlar
Muhammed ümmetidir. Bunun delili, birçok hadislerde gelen ifadelerdir. O
hadislerden bazıları şunlardır:
1- Buharî ve Müslim'in, Sahihayn'da Muaviye b. Ebî Süfyan'dan rivayet
ettiklerine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden bir
taife daima hak üzere bulunur. Kıyamet kopana kadar kendilerini terk eden ve muhalefet
eden kimsenin onlara bir zararı dokunmaz".
2- Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet vardır ki, hakka rehberlik ederler
ve adaletle hükmederler" ayeti hakkında Rebi b. Enes şöyle demiştir:
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ümmetimden, İsa b. Meryem'in ineceği
zamana kadar hak üzere olan bir kavim bulunacaktır".
3- İbni Cerir et-Taberi, İbnül-Münzir, Ebu'ş-Şey İbni Hayyan'ın İbn
Cü-reyc'den tahririne göre, o şöyle demiştir: Peygamber (s.a.) bize şöyle dedi:
"Bu, hakla hükmeden, hakla alıp veren benim ümmetimdir".
4- Abd b. Humeyd ve İbnü'l-Münzir, bu ayet hakkında Katâde'nin şöyle dediğini
tahric etmişlerdir: Bize ulaşan rivayete göre Peygamber bu ayeti okuduğu zaman
şöyle derdi: "Bu, sizin içindir. Sizden önceki kavme de aynısı verilmişti:
"Musa'nın kavminden de, hakka yol gösteren ve onunla adalet eden bir
ümmet vardı".
5- Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân, Ali b. Ebî Talib'ten şöyle dediğini tahric
etmiştir: "Bu ümmet 73 fırkaya ayrılarak, bir fırka müstesna hepsi de
cehenneme gidecek. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: 'Yarattıklarımızdan öyle
bir ümmet vardır ki, hakka rehberlik ederler ve adaletle
hükmederler". İşte bu ümmetten
kurtulanlar, bunlardır.
Kısaca:
Cenab-ı Hak, Musa (a.s.) kıssasında: "Musa'nın kavminden bir ümmet vardır
ki, hakla doğru yolu gösterirler, hakla adalet ederler" dedikten sonra, bu
sözü tekrar söyledi. Çoğu müfessirler bunu, İbni Abbas, Katâde, İbni Cüreyc ve
daha başkalarından rivayet olunan hadisi delil göstererek, ümmet-i Muhammed'le
yorumlamışlardır.
İşte
ümmet-i Muhammed'den birinci fırka bunlar.. Sonra Allahü Teâlâ:
"Ayetlerimizi yalanlayanları biz, bilmeyecekleri yönden derece derece
helake yaklaştıracağız" sözüyle ikinci fırkayı zikrediyor. Yani Kur'an'ı
yalanlayanları -Mekkelileri- dalâletleri içinde bırakırız ve onları, yavaş
yavaş bilmedikleri yerden azaba yaklaştırırız. Nimetler vermek, rızk ve hayır
kapılarını açmak, geçim yollarını kolaylaştırmak suretiyle onları helak edecek
şeylere yaklaştıracağız. Her günah işleyişlerinde, şımarıklıkları, fesada
dalışları, azgınlıklara devam edişleri ve isyan içinde gidişleri artar:
"Acaba onlara mal ve evlat olarak verdiklerimizle, onların hayırlarına mı
acele ediyoruz sanıyorlar? Aksine onlar fark etmezler" Yine başka
ayetlerde Allah şöyle buyuruyor: "Bunlar kendilerine hatırlatılanı
unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Ta ki verilenler yüzünden
ferahladılar. O zaman da onları ansızın tutup yakalayıverdik. Artık o anda
onlar ümitsiz kalıverdiler. Zulmeden kavmin ardı arkası kesildi. Alemlerin
Rabbi olan Allah'a hamdolsun." (En'am, 6/44-45). Buhari ve Müslim'de, Ebu
Musa'dan şu hadis-i şerifi rivayet ederler: "Allah zalime bir zaman mühlet
verir, sonunda bir kere yakaladı mı, artık bir daha onu salıvermez."
Nitekim
bu, Bedir, Hendek, Mekke'nin fethi ve diğer savaşlarda hezimete uğrayan Kureyş
kâfirleri hakkında gerçekleşti. Allah peygamberini onlara üstün kıldı.
Kendisine
Kisra'nın hazineleri götürüldüğü zaman Ömer şöyle dedi: "Allah'ım! Birden
cezalandınlmayıp mühlet verilenlerden olmaktan sana sığınırım. Çünkü senin şu
sözünü duydum: "Bilmeyecekleri cihetten, onları yavaş yavaş helake
yaklaştıracağız.."
"Ben
onlara mühlet veririm": Onlara süre vereceğim. İçinde bulundukları hali
uzatacağım. Şüphesiz ki benim gizli tedbirim, şiddetli ve kuvvetlidir.
Kısacası
nimetlerin, mal mülkün ve rızkın artması, insanın kurtuluşu için bir delil
değildir. İstidrac olabilir. Nitekim, aleyhinde hükmolunmak için düşmanın
hüküm verilecek yere getirilmesi de bu kabildendir.
Zalim
hemen cezalandırılmadığında, buna aldanmamalı. Zulüm ve taşkınlığını arttırıp
kendisini tanıtsın diye bırakılır. Sonra o zalim, dünya cezası için, hakimlerin
kabzasına düşer, yahut onun başına musibet ve belalar gelir. Sonra Allah onu,
şiddetli ahiret azabıyla cezalandırır. İstidrac: Cezalarını artırarak, onları
helake götürecek şeye yavaş yavaş yaklaştırmaktır.
Allahü
Teâlâ, ayetlerinden yüz çevirenleri tehdit ettikten sonra, onların şüphelerine
cevap vermek üzere: "Onlar düşünmediler mi ki, arkadaşlarında hiçbir
delilik yoktur" buyurdu. Şu ayetlerimizi yalanlayanlar, arkadaşlarında
-Muhammed'de- bir delilik bulunmadığını düşünmediler mi? Onun, işin başından
itibaren halini, davetinin ve peygamberliğinin hak olduğunu, hakka çağırdığını
bildikleri halde, o bir şair, deli diyorlardı.. "Arkadaşlarında"
tabiri onların, onun çocukluk, gençlik, olgunluk zamanındaki ve
peygamberlikten sonraki halini tam manasıyla bildiklerini hatırlatmak içindir.
Eğer
onlar, asabiyyetten, heva ve heveslerinden uzaklaşarak onun durumunu
düşünseler, hakkı bilirler, onun doğruluğunu, deli ve şair olmadığını anlarlar.
Kur"an, onların iftiralarını şöyle anlatır:
"Arkadaşınız,
bir deli değildir" (Tekvir, 81/22)."De ki: "Ben size ancak bir
nasihatla öğüt veriyorum: Ki yalnızca Allah için, ikişer ikişer, birer birer
kalkınız, sonra tefekkür ediniz. Ki, arkadaşınızda bir delilik yoktur. O,
ancak -şiddetli bir azabın öncesinde- sizin için bir korkutucudur" (Sebe,
34/46)."Yoksa: "Onda delilik var" mı diyorlar? Aksine o, onlara
hak ile geldi. Halbuki onların çoğunluğu hakkı hoş görmezler" (Müminûn,
23/70). "Dediler ki: "Ey kendisine Zikr indirilen! Mutlaka sen bir
delisin" (Hicr, 15/6). "Ve derlerdi ki: "Biz ilâhlarımızı deli
bir şair için mi terk edeceğiz?" (Saffât, 37/36).
Şüphesiz
o, bir deli değildir. Nasihat eden bir uyarıcı ve güvenilir bir teb-liğcidir.
Davetine inanmadığınız takdirde, başınıza gelecek dünya ve ahiret azabından
sizi korkutmaktadır.
Allahu
Teâlâ, bu yalanlayanların durumunu anlattıktan sonra şöyle demektedir:
Hakkında ve davetini düşünmeden peygamberi yalanladılar mı? Bu suretle onların
dikkatini, davet ettiği Allah'ın birliğine inanmaya çevirdi. Gök ve yer alemini
düşünmeden peygamberi yalanladılar mı? Gök ve yer aleminde, hikmetli ve ezelî
yaratıcının varlığına deliller vardır. Ayette geçen melekût kelimesi, mübalağa
sîğası olup, büyük mülk demektir. Şu ayetlerimizi yalanlayanlar, Allah'ın
mülkünü ve saltanatını, göklerdeki ve yerdeki eşsiz nizamını, küçük büyük her
şeyi düşündükleri zaman, doğru ve sağlam düşünüş onları Allah'ın varlığına ve
birliğine götürür. Ansızın ölümün geleceğini, yakında öle-bileceklerini
düşünmediler mi? Ansızın ecel gelmeden ve ceza inmeden, bakıp görmekte, hakkı
aramakta acele etsinler. Allah'ın Rasûlüne itaat etsinler, ona itaata yönelsinler..
Cenab-ı
Hakk'ın "Allah'ın yarattığı her şey" sözü, tevhid delillerinin sadece
göklerde ve yerde olmadığına; Allah'ın yarattığı ceset ve ruhtan her zerrenin,
tevhide eşsiz bir burhan olduğu konusunda uyan mahiyetindedir.
"Ecellerinin
yakın olduğu" sözü, düşünmeye büyük bir teşvik, ecellerinin yaklaşmış olup
küfür üzere ölüp Allah'ın azabına ve elim cezasına uğramalarından korkutmadır.
Kısacası, belki de, ecelleri yaklaşmıştır. Niçin, zaman geçmeden Kur*an'a
imana koşmuyorlar. İbni Abbas şöyle demiştir: Ecelin yaklaşmasıyla, Bedir ve
Uhud savaşlarını murad etmiştir.
Kur'an'a
inanmıyorlarsa, ondan başka hangi söz ve olaya inanacaklar? Muhammed (s.a.)'in
Allah katından getirdiği kitabındaki korkutmadan başka hangi korkutmaya iman
edecekler? Kur'an'dan başka hangi söz onların iman etmesine daha lâyıktır?
Sonra
Allahu Teâlâ "Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek olmaz
ve O bunları taşkınlıkları içinde şaşkın bir halde bırakıverir" buyuruyor.
Peygamber (s.a.)'e imana istidadı ve Kur"an'la ameli kaybeden kimseyi
Allah, aşırı zulüm, taşkınlık ve günahı sebebiyle sapıklık içinde bırakır.
Allah'tan başka kendisine bir hidayet verici bulamaz.
Bu,
Allah'ın onları sapıklığa zorlaması anlamına gelmez. Belki maksat, kalblerinde
küfür kökleştiği ve taşkınlıklarında aşırı gittikleri için, kendi
ihti-yarlanyla, onun davet ettiği hidayet ve imanı kaybettiler. Nefisleri, hak
davete hazır hale gelmedi, Allah onları yaratmadan önce bu hallerini bildiği
için, onları bu tarzda yarattı, böylece sapıklık içinde oldular, demektir.
[328]
Bu
ayetlerde Allah, Muhammed ümmetinden ve onları diğer peygamberlerin kavimleri
gibi, birisi mümin, hidayete ermiş bir fırka; diğeri sapıklıkta, ya-lanlayıcı
bir fırka olmak üzere iki fırkaya ayırdığını haber vermektedir.
Allah,
hidayette olanları, insanları hakka irşad eden, hak ve adaletle hükmeden -Musa
kavminden bir kısmını aynı vasıflarla vasıflandırdığı gibi- olmakla
nitelendirmektedir. Bunlar son derecede ciddî, bid'atlerden uzak, münakaşadan
geri duran ve adaletli davranan kimselerdir.
Kurtubî'nin
de dediği gibi ayet, Allahu Teâlâ'nın hiçbir zaman dünyayı, bir hak davetçisiz
bırakmadığına işaret eder.
Allah'ın
ayetlerini ve Kur'an'mı yalanlayanlar -Mekkeliler- Allahu Teâlâ, her suç işleyişlerinde,
yahut her günaha cesaret edişlerinde, nimetler, hayırlar ve nzıklar vermek
suretiyle bilmedikleri yönden onları helake götürecek, cezalarını artıracak
şeylere yaklaştırdığını, onlara süre tanıyacağını, küfürde ısrarlarına rağmen
onlara mühlet vereceğini, cezalandırmakta acele etmeyeceğini, hakka dönme,
imanı ve peygamberi tasdike fırsat vermek için cezalarını ertelediğini, bu
mühlet sırasında masiyet ve küfürde devam ederlerse, Allah'ın tedbirinin
şiddetli ve kuvvetli olduğunu haber vermektedir. Bunun Kureyşli müstehziler
hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Allah onlara belirli bir süre tanıdıktan
sonra, bir gecede onları öldürdü. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Ta
ki verilenleri yüzünden ferahladılar. O vakit de onları ansızın tutup yakala-yıverdik"
(En'am, 6/44).
"Düşünmediler
mi?" ayeti yalanlayanları, akla, düşünceye, mukayeseye, Peygamber
(s.a.)'le ilgili gerçeğe ve hayatına bakmaya dayanarak hüküm çıkarmaya davet
etmekte, onun, söyledikleri gibi bir deli olmayıp, hak davetçisi, hayırlı bir
uyarıcı, ümmetin nasihatçisi ve insanları iyilik ve kurtuluş sebebi olan şeye
yönelten bir mürşid olduğunu ifade etmektedir.
Sonra
Allahu Teâlâ onları, hak olan ilâhı bilmeye, eşi, benzeri, ortağı olmayan,
ezelî, kadir, hakîm var edicinin varlığına imana ve yüce kudretini bilmeye,
göklerin ve yerin azameti, mahlûkât ve eşya hakkında düşünmeye, belki de çok
yakın olan ecelleri hususunda tefekküre davet etmektedir. Bu, Kur'an'm hidayet
kaynağı olduğunun delilidir.
Alimler:
"Onlar göklerin ve yerin hükümranlığına... hiç bakmazlar mı?"
ayetiyle ve Kur"an-ı Kerim'de bulunan benzeri birçok ayete dayanarak,
Allah'ın ayetlerine bakmanın, mahlûkâtından ibret almanın gerekliliğini
istidlal etmişlerdir. Allahü Teâlâ, görmeyen, duyularından yararlanmayan kimseleri
kınamıştır: "Onların kalpleri vardır, fakat bunlarla idrak etmezler"
(A'raf, 7/179). Cassâs "Düşünmediler mi?" ayeti hakkında şöyle der:
Bu, Allah'ın mahlukatı, yaratması ve tedbiri hakkında düşünmeye, istidlal ve
bakmaya teşviktir.
[329] Bu,
inançla ilgili konularda taklidin caiz olmadığına istidlal ve düşünmenin gerektiğine
işaret ediyor.
Bilginlerin
pek çoğu, bakma ve istidlalin insana düşen görevlerin ilki olduğuna kanidir.
Bazıları da, insana vacip olan şeylerin ilki, Allah'a, peygamberine ve getirdiklerinin
hepsine imandır, demiştir. İman: Kalbte hasıl olan tasdiktir. Marifet, sıhhat
şartı değildir. Bunlara göre, imandan sonra, marifetullaha götüren düşünme ve
istidlal gelir.. Allah'a imanın vacip oluşu, marifetullahdan önce gelir.. Şöyle
derler-Kurtubi(2^ bunlardandır-: Bu husus, doğruya daha yakın ve insanlar için
daha uygundur. Çünkü onların pek çoğu -halk ve mukallid-ler- marifetin, düşünme
ve istidlalin hakikatini bilmezler. Çünkü Peygamber (s.a.), Kütübü Sitte
sahiplerinin Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri mütevatir hadiste şöyle
buyurmuşlardır: "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muham-med'in O'nun
elçisi olduğuna şehadet edinceye, namazı kılıncaya, zekâtı verinceye kadar
insanlarla savaşmak bana emrolundu. Onlar, bunları yapınca -müs-lümanlık
hakkının gereği olan hudud müstesna- İslâm hakkı olmak üzere canlarını ve
mallarını benim elimden kurtarırlar, Hesaplarına gelince, o Allah'a
kalmıştır"
Alimlere
göre, erkek olsun kadın olsun, güzel yüzlere bakmak caiz değildir. Bakmak;
hevese uymak, aklı aldatmak, ilme muhalefettir, Allah nefsin meyletmeyeceği
şeye bakmayı helâl kılmıştır.
Bakmak,
mahlûkatta ve cemadatta olur. Mahlûkât çoktur. Göklere bakılır: Nasıl yapılmış,
hiçbir kusur olmadan süslenmiş, direksiz yükseltilmiş? Yeryüzüne bakılır: Bir
yatak gibi nasıl konulmuş, döşenmiş? Denizdeki ve karadaki yaratıklara,
hayvanlara ve ibret bakımından mahlukatm en büyüğü denizlere bakılabilir.
Cansız varlıklara gelince, onların da çeşitleri, farklı tür ve cinslerine
bakılabilir.
Tefekkür
mü daha faziletlidir, namaz mı?
Sûfîler,
tefekkürün daha faziletli olduğu görüşündedir. Onlara göre tefekkür, marifet
meyvesi verir ki, o da şer"i makamların en faziletlisidir.
Fakihlere
göre, namaz ve zikir daha faziletlidir. Bu hususta gelen teşvik edici rivayetler
bunu gösterir.
İbnül-Arabî,
ikisinin ortasını bularak şöyle der: Kuvvetli düşünce sahibi, istidlale
muktedir âlim bir kişi için tefekkür daha faziletlidir. Bunların dışındaki
kimse için, amel, nefsini kuvvetlendirir, durumunu sabitleştirir.
[330]
Cenab-ı
Hakk'ın: "Allah kimi dalâlete düşürürse onu hidayete kavuşturucu
yoktur.." sözü, hidayet ve dalâletin Allah'tan olduğuna işaret eder. Bunun
manası şudur: Şüphesiz hayır durumu ve şer durumu olarak kulların işlerini yaratan
Allah'tır. O, muannid inkarcılar için değil, müttakiler için Kur'an'ı en büyük
hidayet sebebi kıldı. Bu, insan kendi işlerini yaratır, Allah isyanları istemez,
diyen Kaderiyye'ye; kul fiillerinin yaratıcısıdır diyen Mûtezile'ye reddir.
Yalnız Mutezile bunu söylerken, Allah'ı aczden uzak tutar ve bu Allah'ın insana
verdiği ve yarattığı bir kudretle olur, der.
Allah'tan,
dalâlete zorlama yoktur. Ancak ayette dalâlet, koyduğu nizama ve insanı
yaratırken hükmettiği sünnete nisbet kabilinden Allah'a nisbet olunmuştur.
Kul, dalâleti seçtiği zaman, Allah'tan başka onu hidayete kavuşturacak yoktur.
Allah, kanunu gereği, dalâlette olanları, dalâletleri içinde şaşkın bırakır.
İçinde bulundukları durumdan çıkmak için bir yol bulamazlar. Kim, hidayeti
seçerse, Allah onun hidayetini artırır. Hidayet yoluna uyma konusunda onu
başarılı kılar ve hedefine ulaşmak için imkân verir. Kim dalâlet yolunu seçerse,
Allah onu dalâleti içinde bırakır, dalâletini artırır, hayra götürecek nura
engel olur. Hayrın ona ulaşmasına engel olan kuvvetli bir perde çeker. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Hayır. Aksine onların kazandıkları, kalbleri
üzerine galip gelmiştir." (Mutaffin, 83/14).
[331]
187- Sana saatten sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Rabbimin yanında-
<*ır" ^nun vaktini kendisinden başkası
açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır
basmıştır. O, size ancak ansızın gelir.
Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana
onu sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Allah'ın katındadır. Fakat insanların
"Sana"
Mekkeliler "saatten" kıyametten "sorarlar." Kıyamet: Sur'a
birinci üfürüşle, âlemin sona erip bütün mahlukatın öleceği vakittir. Bu,
şer'i-ıstılâ-hi manasıdır. Genel olarak, başında "el" takısı olmadan
kullanılır. Kur'an'da "el" takısı olmadan zikrolunduğunda, zaman
manası ifade eden saattir. Lügat manası ise, belirli olmayan çok az bir zaman
parçasıdır. Kozmoğrafya âlimlerine göre, günün yirmi dört saatinden biridir.
"Onun
vaktini kendisinden başkası açıklayamaz": "Li vaktiha" kelimesinin
başındaki "Li" harf-i cerri "fi (de, da) manasında olabilir. O
zaman mana: "Onu vaktinde, kendisinden başkası açıklayamaz" olur.
"Göklerde
ve yerde ağır basmıştır." Büyük gelmiştir.
"O
size ancak ansızın" hiç beklenmedik bir anda, gaflet halinde
"gelir". Nitekim Katâde'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamber
Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz kıyamet, bir kısım insan
tarlasıyla arazisiyle uğraşırken, bir kısmı hayvanlarını sularken, bir kısmı
ticaret malını çarşı pazarda satmak için bulunurken, tartısını indirip kaldırırken
kopacak, insanları dehşete sürükleyecek."
[332]
Yahudiler,
Peygamber (s.a.)'e şöyle diyorlardı: "Eğer sen bir peygamber-sen, bize
kıyametin ne zaman kopacağını söyle". İbni Cerir et-Taberî, Katâde'nin
şöyle dediğini nakleder: Müşrikler bunu, aşırı inkârlarından dolayı söylediler.
[333] Taberî
ve daha başkaları İbni Abbas'ın şöyle dediğini naklederler: Hami b. Kuşeyr ve
Semuel b. Zeyd, Resulullah (s.a.)'e: "Eğer sen, dediğin gibi bir
peygambersen, kıyamet ne zaman kopacak bize haber ver, biz o nedir biliyoruz"
dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. İbni Kesir, onun Kureyş hakkında
nazil olduğu görüşünü tercih eder. Çünkü ayet Mekkî'dir. Onlar, gerçekleşeceğini
uzak görerek ve varlığını inkâr ederek kıyametin vaktini soruyorlardı.
[334] Nitekim
şu ayet de, bunu ifade eder: "Onlar: "Eğer doğru söyleyenlerden-seniz
bu vaad ne zaman? derler" (Sebe', 34/29). Başka bir ayette de şöyle
buy-rulur: "O'na iman etmeyenler, onun acele gelmesini isterler. İman
edenler ise, ondan korku içindedirler ve onun hiç şüphesiz hak olduğunu
bilirler. Uyanık olun. O saatte mücadele edenler, elbette uzak bir sapıklık
içindedirler" 'Şuarâ, 42/18).[335]
Allahü
Teâlâ, tevhid, peygamberlik, kaza ve kader konusunu ahiretle devam ettiriyor.
Tevbe ve kendini düzeltmeye teşvik maksadıyla: "Olabilir ki onların
ecelleri yaklaşmıştır" ayetinde, insanın ecelinden -özel saat- söz
ettikten sonra, bütün dünyanın sona ereceği, bütün insanların öleceği umûmi
saati düşünmek ve o saatin insanlardan gizli olduğunu açıklamak için:
"Sana kıyametin vukûunun ne zaman olduğunu sorarlar" buyurmuştur.
[336]
Ey
Muhammed! Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar? Başka bir ayette de
Yüce Allah: "İnsanlar sana kıyametten sorarlar" (Ahzab, 33/63)
buyuruyor. Ayette istikrara işaret eden [ve "kopma" şeklinde
çevirdiğimiz] "mürsa" kelimesinin kullanılması, kıyametin kopması;
âlemin hareketinin sona ermesine, yerin ömrünün tükenmesine işarettir.
Onlara
de ki: Kıyametin ilmi, sadece Allah'a aittir. Yaratıklardan hiç kimse onu
bilemez. Onu, belirlenen vaktinde ancak Allah açığa çıkarır. Onu, mu-karreb bir
melek, yahut mürsel bir nebî de olsa, hiç kimse bilemez. Nitekim Allah şöyle
buyurur: "Kıyameti bilmek Allah'a havale edilir. Onun bilgisi olmadan
meyveler kabuklarından çıkmaz" (Fussilet, 41/47). Yine başka bir ayette de
şöyle buyurur: "Kıyamet saati hakkındaki bilgi, O'nun yanındadır. Yağmuru
O indirir" (Lokman, 31/34). Kıyamet gibi genel saat ve ecel gibi özel saat
konusundaki tüm bilgi Allah'ın kendine özgü kıldığı gayb bilgilerindendir. Bu
suretle, bilgiden etkilenmeyen sahih bir imtihan ve insanlarda devamlı bir
bekleme durumu meydana gelir.
"Rabbimin
yanındadır" sözünde Rabba ait olan bir şeyin mahlûka ait olamayacağına,
peygamberin görevinin onun gerçekleşeceği konusunda uyarmak olduğuna,
insanların bir karışıklık ve rahatsızlık içine girmemeleri için ki zamanını
bilseler, rahatsız olurlardı- zamanının bildirilmediğine işaret vardır.
Onun
için Allahu Teâlâ: "Göklerde ve yerde ağır basmıştır" buyuruyor. Yani
onun ilmi, göktekilere ve yerdekilere gizlidir. Mukarreb meleklerden ve mür-sel
nebilerden hiçbiri, onun ne zaman gerçekleşeceğini bilmemektedir. Onun için,
ilmi gizli olan her şey, kalbe ağır gelir. Hasen el-Basrî ve diğer bazı âlimlerden
rivayet olunduğuna göre, onun gelmesi, göklerdekilere ve yerdekilere ağır
gelir. Onlar, onun ne zaman vuku bulacağını bilmemekte, daima vukuunu
beklemekte, onun vukuundan korkmaktadırlar, demektir.
Allahu
Teâlâ, insanlar dünya işleriyle meşgulken, hiç beklemedikleri bir zamanda
kıyametin birdenbire ve aniden kopmasını takdir buyurmuştur.
Buharî'nin
Ebû Hüreyre'den rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmaz. O batıdan doğduğunda, insanlar
onu görür ve hepsi de iman ederler. Fakat işte bu, imanın; daha önce iman
etmediği veya imanında hayır kazanmadığı için hiçbir nefse fayda vermediği
zamandır. Şüphesiz kıyamet kopacaktır. Hem de alım-satım için, satıcı ile
müşteri aralarında elbise açacaklar, alış-veriş tamamlanmadan ansızın kıyamet
kopacak da, o elbisenin dürülmesi mümkün olmayacaktır. Yine kıyamet, sağmal
devesinin sütünü sağıp gelen kişiye sütü içmek nasib olmadan kopacaktır. Yine
kişi havuzunu sıvayıp tamir edecek, fakat kıyamet ansızın kopacak da havuzun
suyunu kullanmak nasib olmayacak. Kıyamet mutlaka kopacak, hem de yemek
yemekte olan kişi lokmasını ağzına götürecek, kıyamet ansızın koparak yemek
nasib olmayacak."
"Sanki
sen onu biliyormuşsun gibi, sana onu sorarlar." Sanki sen hep onu
soruyormuşsun, zamanına çok önem veriyormuşsun, onu biliyormuşsun gibi.. Onlara
şöyle de: Ben onu bilmiyorum. Onun ilmi, göklerin ve yerin gaybını bilen Allah
katındadır.
"Onun
ilmi Allah katındadır" şeklindeki cevabın, sorudan sonra yeniden
tekrarlanması, bir tekrar değil, pekiştirmedir. Burada Allah lafzı ile ifade
olunması, Allahu Teâlâ'nın, kıyametin ne zaman kopacağını sadece kendinin
bildiğine işarettir. Yukarıdaki ayette ise, Rab lafzıyla ifade olunması,
kıyametin, onun Rabliği ile ilgili işlerden olduğuna tenbih içindir.
"Sanki
sen onu biliyormuşsun" sözünün tefsiri hakkında İbni Abbas'ın şöyle dediği
naklolunmuştur: O, onların niyetlerini bilmekte, sorularından sevinmektedir.
Sanki, seninle onların arasında bir sevgi var. Sanki sen onların bir
arkadaşısın. Çünkü onlar, seninle aramızda bir akrabalık var, kıyametin kopma
zamanını bize açıkla demişlerdi.
Fakat
insanların pek çoğu, sadece Allah'ın, kıyametin vaktini bildiğini, kıyametin
bilgisinin O'na ait olduğunu bilmiyorlardı. Onun gizlenmesindeki sırrı, yahut
onun vaktini halkın bilmeyiş sebebini ancak az kimse biliyordu. Onlar da
Kur"an'a ve Peygamber (s.a.)'in haber verdiği şeylere inanan kimselerdi.
Nitekim Buharî ve Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettiği hadiste, Cibril (a.s.)
Efendimize
kıyametten sorduğu zaman, o şöyle buyurmuşlardır: "Kendisine sorulan,
sorandan daha fazla şey bilmiyor". Yani ben ve sen, bunu bilmemekte aynı
durumdayız. Fakat Peygamber (s.a.), kıyametin vukuunun yakın olduğunu söyledi.
Nitekim, Tirmizi'nin Enes'ten merfu olarak naklettiği ve sahih dediği hadiste
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben kıyametle yanyana gönderildim."
Resulullah, bunu söylerken iki parmağını -şehadet parmağı ile orta parmağını-
yanyana getirmiştir.
Razî
şöyle der: Kıyametin insanlardan gizli tutulmasının sebebi, hep onun korkusunu
taşımaları içindir. Bu hal, insanı itaata daha çok çeker, masiyetten daha çok
alıkoyar.
[337]
Âlûsî
de şöyle der: Yüce Allah, hikmet-i teşriiyyesi onu gerektirdiği için kıyametin
zamanını gizledi. Çünkü bu, itaata daha çok teşvik edici, masiyetten daha çok
men edicidir. Nitekim, insanın eceli de öyledir.
[338]
Kadir
gecesinin ve icabet saatinin gizlenmesindeki sır da, insanları onu aramaya ve
daha uzun süre onun için amel etmeye, istikamet, dua ve ibadet hali üzere
kalmaya teşvik etmek içindir.
[339]
Ayet
birçok hükme işaret etmektedir:
1- Kıyametin kopma zamanı, şiddet ve korkusunu, içyüzü ve hakikatini
Allah'tan başka kimse bilemez. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Saatin
ilmi muhakkak Allah'ın indindedir" (Lokman, 31/34). Kıyametin
gerçekleşmesi ise muhakkaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Elbette
kıyamet, mutlaka gelecektir. Onda şek ve şüphe yoktur" (Mümin, 40/59).
Gerçekleşme zamanı yakındır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Muhakkak
saat gelicidir, onun vaktini gizli tutarım" (Tâ-Hâ, 20/15). O, göz açıp
kapayacak kadar, yahut daha kısa, sürede vuku bulacak. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurur: "Saat hadisesi ise ancak göz kırpma gibidir" (Nah,
16/77).
2- Kıyamet saati, bütün mahlukat diriltilip hesaba, sorgu suale
çekileceği için, kalblere ağır gelecektir.
3- Kıyamet, insanlar gaflet halinde iken, ansızın gelecektir. Nitekim Hasan
el-Basrî, Peygamber (s.a.)'den şöyle buyurduğunu nakleder: "Muham-med'in
nefsi kudret elinde olan varlığa yemin ederim ki kıyamet, kişi lokmasını
ağzına koymak üzere götürürken, daha götüremeden kopacak.." Kıyamete
"saat" adının verilmesinin sebebi, ansızın kopacağı, yahut mahlukatm
hesabı bir saat içinde görüldüğü, yahut da onun süresi insanların-nazarında tek
bir saat olduğu içindir.
4- Peygamber (s.a.) kıyameti bilmiyordu. Ancak bu konuda fazla soru da
sormuyordu.
5- Kıyamet saatinin insanlardan gizlenmiş olmasındaki seri hikmet, mükellefleri
tevbe, vacipleri eda ve hakları sahiplerine vermede acele davranmalarını
sağlamaktır.
Kıyametin
üç alâmeti vardır:
1- Bir zaman içinde fiilen vuku bulanlar; Yahudilerle savaş,
Beytül-Mu-kaddes'in ve Kostantiniyye'nin fethi gibi.
2- Bazısı ortaya çıkan ve çıkmaya devam edenler: Fitnelerin, Deccallerin,
zinanın ve kadınların çoğalması, kadınların erkeklere benzemesi, küfür, ilhad
ve şirkin açıkça görülmesi.
3- Kıyamet kopmadan az önce vuku bulacak küçük ve büyük alametler:
Cariyenin efendisini doğurması, baldırı çıplak koyun çobanlarının bina yapımında
birbirleriyle yarışması, güneşin batıdan doğması gibi.
[340]
188-
De ki: "Ben kendim için, Allah'ın
dilediğinden başka, ne bir faydaya, ne
de bir%arara Jukiedir değilim Eğer
ben gaybı bilseydim, elbette hayrı çoğaltırdım ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı.
Ben ancak azabın habercisi ve iman
edecek bir kavmi müjdeleyici-yim."
"Gayb":
Bizden gaib olan. Bu da ya hakikidir ki Allah'tan başka hiç kimse onu bilemez.
Ya da izafî ve nisbidir ki Allahu Teâlâ'nın öğretmesiyle insanlardan bazıları
-nebiler ve rasuller gibi- onu bilir.
"Hayır":
Genel olarak insanların arzu ettiği maddî -mal gibi- ve manevî -ilim gibi-
menfaat.
"Fenalık"
Zararından dolayı insanların istemediği fakirlik ve benzeri şeyler.
"Ben
ancak azabın habercisiyim". Ben ancak, kâfirleri ateşle korkutucuyum.
İnzâr, küfür ve isyandan dolayı, ceza ile korkutmakla beraber tebliği içine
alır. Münzir de, bu işi yapan demektir. "Tebşir", iman ve salih amel
ve sevaba teşvikle birlikte, tebliğdir. "Beşir" de, müminleri
cennetle müjdeleyen demektir.
[341]
Rivayete
göre, Mekkeliler: "Ey Muhammedi Ucuzlayacak pahalanacak şeyleri Rabbin
sana haber vermiyor mu? Bazı şeyler satın alalım, pahalansın da kâr edelim.
Kuraklık olacak yerleri bildirmiyor mu? Bereketli topraklara göç edelim"
dediler. Bunun üzerine Allahu Teâlâ, bu ayeti indirdi.
[342]
Allahu
Teâlâ, kıyamet vaktini ancak kendisinin bildiğini haber verdikten sonra
peygamberine, insanlara bütün işlerin Allah'ın elinde olduğunu, bütün gayb
ilmini O'nun bildiğini, peygamber olarak kendisinin gaybı bildiği iddiasında
olmadığını, ancak bir korkutucu ve müjdeleyici olduğunu açıklamasını
emretmiştir: Nitekim Cenab-ı Hak, Yunus sûresinde şöyle buyurur: "Eğer doğru
söyleyenler iseniz, bu vaad ne zaman derler. De ki: "Ben kendi kendime Allah'ın
dilediğinden başka ne bir zarar, ne de bir faydaya gücüm yetmez. Her ümmetin
bir eceli vardır. Artık ecelleri geldiği zaman, bir an ne geri kalabilir, ne de
öne geçebilirler" (Yunus, 10/48-49).
[343]
Allahu
Teâlâ peygamberine, işleri kendisine havale etmesini, kendisinin gelecek olan
gaybı bilmediğini, ancak Allah'ın bildirdiği şeyi bildiğini söylemesini
emretmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette şöyle buyurur: "O gaybı
bilendir. Kendi gaybına hiçbir kimseyi göstermez. Ancak razı olduğu elçilere
gösterir" (Cin, 72/26-27).
Ey
peygamber! İnsanlara de ki: Ben, kendim ve başkası için herhangi bir menfaat
sağlayamam. Kendimden ve başkasından bir zararı uzaklaştıramam. Ancak Allah'ın
dilemesi ve kudreti müstesna. O bana ilham eder ve beni başarılı kılarsa
olur..
Bu,
bir kulluk ifadesidir ve gaybları bilme iddiasından uzak olmayı ifade eder.
Gerçekte peygamberlik makamı kıyamet saatini ve daha başka gaybî şeyleri
bilmeyi gerektirmez. Gaybı, sadece Allah bilir. Peygamberlik vazifesi, vahyi
tebliğ etmek, ta'lim ve irşaddır. Bunun dışındaki şeylerde, peygamber de diğer
insanlar gibidir: "De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir beşerim"
(Kehf, 18/110).
Eğer
gaybı bilseydim, mal gibi yararlı şeyleri edinirdim. Bana kötü şeyler isabet
etmezdi. Kötü şeylerden, daha olmadan sakınır, zararlı şaylerden daha
gerçekleşmeden çekinirdim. Benim insanlardan üstün bir tarafım yok. Ancak bana
Allah'tan korkutmakla ve müjdelemekle ilgili şeyler vahyolunuyor. Ben,
korkutmakla ve müjdelemekle vazifelendirilmiş bir kulum. Azaptan korkutucu ve
müminlere cennetleri müjedeleyiciyim. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Biz onu (Kur'an'ı) kendi dilinle kolaylaştırdık ki, müttakileri onunla
müjdeleyesin, inat edenleri de korkutasın" (Meryem, 19/97).
Müminler
için korkutucu ve müjdeleyici oluşum; onlar, korkutmaktan ve müjdelemekten
fayda gördükleri içindir.
[344]
Bu,
inanç ve dinin temelleriyle ilgili bir ayettir. Peygamberliğin hakikatini ve
rububiyyetten farklı tarafını açıklayan ve şirkin, putperestliğin kaidelerini
yıkan bir ayettir.
Peygamber,
Allah'ın kendisine vahyettiğini tebliğ eden bir insandır. Allah'tan getirdiği
şeyleri uygulamakta, insanlara güzel bir örnektir. Allah'ın sıfatlarından ve
fiillerinden hiçbirine sahip değildir. Eşyaya tesir etme otoritesi yoktur;
fayda ve zarar, hayır ve şer, iman ve küfürde etkili değildir.
İman
faydalı, küfür zararlıdır. Ancak Allah'ın dilemesiyle meydana gelirler.
Cenab-ı Hak, iman ve küfrü ister; kul ise, Allah'ın onda yarattığı kudretle
iman ve hayrı, küfür ve şerri fiilleriyle ortaya koyar.
Peygamberin
gaybı bilmediğinin en ikna edici delili şudur: Eğer o gaybı bilseydi, askeri
zafer, devamlı üstün olma gibi dünya menfaatlannı ve hayırlarını kendisi için
gerçekleştirir; fakirlik, hastalık, yaralanma ve mağlubiyet gibi çeşitli kötü
şeyleri, dünya afet ve zararlarını kendinden uzaklaştırırdı. Düşmanların hile
ve tuzaklarından sakınırdı. Hak dine davetin etkili olacağı kimselerle
olmayacağı kimseleri birbirinden ayırt edebilirdi.
[345]
189- Sizi tek bir candan, bundan da, onda sükûn
bulsun diye eşini vareden O'dur. Eşini örtüp bürüyünce, eşi hafif bir yük
yüklendi, onu gezdirdi. Nihayet (gebeliği) ağırlaşınca her ikisi de Rableri
olan Allah'a şöyle dua ettiler: "Eğer bize salih bir çocuk verirsen,
muhakkak ki şükredenlerden oluruz."
190-
Onlara yaratılışı tam bir çocuk verince, kendilerine verdiği şeyde Ona
ortaklar koşmaya başladılar. Allah, onların ortak koştuklarından yücedir.
191-
Kendileri yaratılmış oldukları halde, hiçbir şey yaratmaya kudreti olmayan
şeyleri mi eş koşuyorlar?
192-
Halbuki bunlar kendilerine hiç bir suretle yardım edemeyecekleri gibi, kendi
kendilerine bile yardım edemezler.
193-
Eğer siz bunları doğru yola davet ederseniz, size tabi olmazlar. Onları davet
etseniz de, susmuş olsanız da size karşı aynıdır.
"Ortak
koşanlar": Bu kelimenin Arapçası "şürekâ" olup,
"şerik" kelimesinin çoğuludur. Muzâf hazf olunmuş, muzâfun ileyh
onun yerine konmuştur. Mana şöyle olur: O ikisinin (Adem ile Havva) çocukları,
ona ortak koştular. Durum "Onlara verdiği şeyde.." de aynıdır.
Nitekim Cenab-ı Hakk'm şu sözü de buna işaret eder: "Allahu Teâlâ, onların
ortak koştukları şeylerden münezzehtir." Çünkü burada zamir, çoğul olarak
getirilmiştir. Hem Adem ile Havva, şirkten uzaktırlar. Onların, Allah'ın
kendilerine verdiği şeylerde ortak koşmalarının manası: Onların çocuklarına,
Abdurrahman, Abdürrahim yerine, Abdü-luzza, Abdu Menât, Abdu Şems vb. isimler
koymalarıdır.
[346]
"Eşini
örtüp bürüyünce..." Bu kadın-erkek ilişkisinden kinayedir.
[347]
"Sizi
tek bir candan" Adem'den, ya da tek bir cinsten "bundan da onda sükûn
bulsun diye eşini" Havva'yı "vareden O'dur".
"Eşini
örtüp bürüyünce eşi hafif bir yük" nutfe "yüklendi. Onu" doğum
vaktine kadar taşıyarak "gezdirdi."
"Allah
onların ortak koştukları şeylerden" Mekkelilerin ortak koştukları
putlardan "yücedir".
"Onlar
yaratılmış oldukları halde" sözünde putlar, ilim sahibi, akıllı varlıklar
gibi kabul edilmiştir. Çünkü, Arapların inancı bu şekildeydi, onlara ilâh
isimleri veriyorlardı. Mana şöyle olur: Allah'ın yarattığı gibi hiçbir şeyi
yaratmaya gücü olmayan, aksine kendileri de birer yaratık olan şeyleri ortak
mı koşuyorlar?
[348]
Ayetlerin
konusu, başa dönmektedir. Nitekim sûre tevhide ve Kur'an'a uymakla başlamakta,
tevhid ve Kur'an'dan söz ederek son bulmaktadır. Daha önce zikrolunduğu gibi,
ilk yaratılışı hatırlatmak, Allah'ın varlığı ve birliği inancını pekiştirmek,
şirkten ve şeytanın vesvesesinden uzak durmak gerektiği akidesini kökleştirmek
içindir.
[349]
"Sizi
tek bir nefisten yaratan Allah'tır." Müfessirlerin çoğunluğu şöyle demiştir:
Tek nefisten amaç, Adem (a.s.)'dır. Cenab-ı Hak, sonra ondan eşi Havva'yı
yarattı. İnsanlar o ikisinden çoğaldı. Nitekim şöyle buyurur: "Ey
insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi milletler ve
kabileler halinde kıldık ki, birbirinizle tanışasınız" (Hucurat,
49113);"Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan ve ondan da zevcesini
vücuda getiren ve her ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten
Rabbinizden sakının" (Nisa, 4/1).
Bazı
müfessirlere göre ise mana şöyledir: O, sizi tek bir cinsten ve tek bir
tabiattan yarattı. Her çeşitten karı-koca yarattığı gibi, sükûnet bulması,
huzur ve rahat içinde olması için, eşini de onun cinsinden yarattı. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Her şeyden de çift çift yarattık. Olur ki
iyice düşünürsünüz" (Zariyat, 51/49).
"Onda
sükûn bulsun diye" sözü, Cenab-ı Hakk'ın şu sözü gibidir: "Sizin için
nefsinizden, kendilerine ısınmanız için, eşler yaratmış olması da O'nun ay
etler indendir" (Rum, 30/21). Bu ülfet etme, kadın-erkek her birinin
içinde vardır. Gençlik çağında, nefis ancak diğer cinse yakın olmakla sükûnet
bulur. Karı-koca arasındaki ülfetin daha büyüğünü başka iki canlı arasında
bulamayız. Tabiatıyla, cins kendi cinsine çok meyyaldir. Hayatla ilgili
konularda karşılıklı yardımlaşma, erkeğin dişi ile birleşmesine muhtaçtır.
İnsan türünün devamı, bu iki cins arasındaki bağla mümkündür.
Sonra
Allahu Teâlâ, kadınla erkek arasındaki bu evliliğin meyvesini zikrederek:
"O, onu örtüp bürüdüğü zaman" buyurmuştur. Bu, cinsel birleşmeden
kinayedir. Yani, iki cins arasında cima hadisesi olduğu zaman, cenin oluşmaya
başlar. Hafif bir hamilelik vuku bulur. Bu anda kadın, bir ağırlık ve elem hissetmez.
Olay nutfe ile başlar, sonra 'alaka', sonra bir et parçası olur, hamileliğin
başlamasıyla hayız hali kalkar, kadın meşakkat çekmeden, her zamanki işlerini
yürütür. "Onu gezdirdi" sözünün manası budur.
Hamile
kadın, karnında çocuğun büyümesi sebebiyle ağırlaşınca ve doğum zamanı gelince,
Adem ve Havva, yemin ederek Allah'a şöyle dua ettiler: Eğer bize, yaratılışı
düzgün, sağlam bir çocuk verirsen, elbette senin nimetine şük-redenlerden ve o
nimetine şükürle meşgul olacağız.
Allahu
Teâlâ, onlara istediklerini verip, yaratılışı düzgün, iyi bir evlat verince,
Allah'a verdikleri şeylerde ortaklar koştular. Allahu Teâlâ ise, onların ortak
koştukları şeylerden, ona nisbet ettikleri çocuğu ve ortağı olmak gibi şeylerden
uzaktır.
"Kendilerine
verdiği şeyde O'na ortaklar koşmaya başladılar" sözünden murad nedir?
Süyûtî
gibi bazı müfessirler, Tirmizî ve benzerlerindeki zayıf bir hadise dayanarak,
bundan muradın Adem ile Havva olduğunu söylemişlerdir. Semu-ra'nm Peygamber
(s.a.)'den rivayet ettiği hadis şöyledir: "Havva çocuğu dünyaya
getirince, İblis geldi ve ona Abdülharis -bu İblis'in melekler arasında olduğu
sıradaki ismiydi- ismini koy, çocuğun o zaman yaşar -Havva'nın çocuğu yaşamıyor,
ölüyordu- dedi. Bunun üzerine, Havva ona, o ismi verdi, çocuk yaşadı. Bu,
şeytanın fısıldaması ve emriyle oldu. Bunu, birçok dayanağı olmayan, ispat
edilemeyen İsrailî rivayetler de desteklemektedir. Bu gibi şeylerin peygamberler
hakkında düşünülmesi doğru değildir.
Gerçek
şu ki, tek nefisten murat Adem (a.s.)'dır. İş Adem ile Havva'ya nisbet
olunuyorsa da, onlardan gelen çocukları murad olunmaktadır. Hasan el-Basrî'ye
göre, onlar yahudiler ve hıristiyanlardır. Allah onlara çocuklar vermiş, onlar
da onları yahudileştirmiş, hıristiyanlaştırmıştır.[350]
İbni
Kesir, Hasen'in bu yorumunu teyid ederek şöyle der: Bu, ayet konusundaki
tefsirlerin en güzellerindendir. Fakat biz Hasen el-Basrî'nin bu görüşünün
karşısındayız. Çünkü, ayetin siyakı dikkate alınacak olursa, murad Adem ve
Havva değildir. Burada amaç, onun zürriyetinden gelen müşriklerdir. Bunun için
Allahu Teâlâ, çoğul olarak, "Allahu Teâlâ, onların ortak koştukları
şeylerden münezzehtir" buyurmuştur. Daha sonra gelenlerin, bir ana babadan
geldiklerini ifadeye hazırlık olması için ilk önce Adem ile Havva anılmıştır.
Bu, bir şahsı zikrettikten sonra türü zikretmeye geçmek gibi bir şeydir.
Nitekim şu ayette de, aynı şey söz konusudur: "Andolsun biz dünya semasını
kandillerle süsledik ve onları şeytanlara atış taneleri yaptık" (Mülk,
67/5). Bilindiği gibi, göklerin kendileriyle süslendiği yıldızlar, esas atış
yerleri yapılan şeyler değildir. Kandillerden, onların cinslerini çıkarmak
türündendir. Kur"an'da bunun benzerleri vardır.[351]
Kısacası;
şirk Adem ve Havva'ya nisbet olunmuşsa da, bununla onların çocukları
yahudiler, hıristiyanlar ve müşrikler kasdolunmaktadır. Çünkü Adem ve eşi,
müşrik olmadı.
Zemahşerî:
"Ona eşler koşmaya başladılar" sözü hakkında şöyle der: Onların
çocukları, ona ortak koşmaya başladılar. Muzaf hazf olunup onun yerine muzafun
ileyh getirilmiştir. "Onlara verdiği şeylerde" de durum aynıdır.
"Onların çocuklarına verdiği şeylerde" demektir. Çünkü Adem ve Havva
şirkten uzaktırlar. Allah'ın onlara verdiği şeylerde onların ortak koşmaları
demek; çocuklarına, Abdullah, Abdurrahman ve Abdürrahim yerine Abdüluzza,
Abdül-menat, Abdüşşems vb. isimler vermeleri demektir.
[352] Bu yorumu,
Razî de zikreder.
Razî,
ayetin bir başka yorumunu daha zikreder: "Ona ortaklar koşmaya
başladılar" sözü, yadırgama halinde soru manası taşımaktadır. Mana
şöyledir: Onlara salih bir çocuk verdiği zaman, onlara verdiği şeylerde, O'na
ortaklar mı koşmaya başladılar? Sonra Allahu Teâlâ, şöyle buyurur: "Allah,
onların ortak koştuklarından uzaktır." Allah, şirk içinde olan ve onu
Adem'e nisbet eden bu müşriklerin ortak koşmalarından münezzehtir.
[353]
Bütün
bunlar, kıssanın baştan sona Adem ve Havva hakkında olduğunu ifade ediyor:
Hitap Resulullah zamanındaki Kureyşedir. Bunlar Kusay ailesi-dir. Kureyşî Kusay
ve ailesi, dört çocuğuna Abdümenaf, Abdüluzza, Abdülku-say ve Abdüllat adını
koymuşlardı.
Kaffâl
şöyle der: Allahu Teâlâ bu kıssayı, darb-ı mesel olarak zikretmiştir. Bu halin
açıklanması bu müşriklerin cahilliklerinin ve ortak koşmalarının anlatılmasıdır:
Onların şirkle ilgili sözleri, asıl olarak çiftlerin cinsidir. Sizden her
birinizi, tek bir nefisten yahut tek bir cinsten yarattı. Onun cinsinden, insanlıkta
ona denk bir insanı ona zevç kıldı.
Sonra
Allahu Teâlâ, müşriklerin görüşlerini boşa çıkarttı. Şirki kökünden bozarak
şöyle buyurdu: "Hiç bir şey yaratmaya kudreti olmayan şeyleri mi eş
koşuyorlar?" Yani, kesinlikle hiçbir şey yaratamayan bir şeyi Allah'a
ortak mı koşuyorlar? Yahut, bir şey yaratamayan, yaratamayacak olanları ona
ortak mı koşuyorlar? Onları, çocuklarını ve her mahlûku yaratan ancak
Allah'tır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Ey insanlar! Size bir
misal getirildi. Onu iyice dinleyin: Sizin Allah'ı bırakıp da taptığınız
şeyler, hepsi onun için bir araya toplansalar bile, bir sinek dahi
yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey alsa, bunu ondan geri almaya güçleri
olmaz. İsteyen de zayıf, istenen de" (Hac, 22/73).
Bu
putlar insanlar tarafından yapılmış birer mahlûkattır. "Onlar hiçbir şey
yaratamazlar. Onların kendileri yaratılıp duruyorlar" (Nahl, 15/29).
Onlar,
kendilerine tapanlara hiç bir yardım yapamazlar. Hatta kendilerine karşı
hakaret, küfür ya da kendilerinden bir şey alma şeklinde meydana gelebilecek
bir taşkınlıkta bulunanlardan öç alabilecek güçte değillerdir. Cenab-ı Hak,
putlar için "yaratılıyorlar" kelimesini kullanmıştır. Çünkü Araplar,
putların zarar ve fayda verdiğine inanıyorlardı.
Bütün
bunlar müşriklerin, Allah'ın mahlûku oldukları, Allah tarafından terbiye
olundukları halde, hiçbir şey yapamadıkları, zarar ve fayda veremedikleri,
görüp işitmedikleri ve tapanlarına yardım edemedikleri, hareket edemeyen
birtakım cansız varlıklar olan putlara tapmalarını yadırgamadır.
Sonra
Allahu Teâlâ, bu putların, bırakın tabi olunan, tabi bile olamayacaklarını
zikrederek: "Eğer siz bunları doğru yola davet ederseniz, size tabi olmazlar.."
buyurmuştur. Yani, siz bu putları doğruya ve hidayete yahut gerçekleştirmek
istediğiniz şeye, sizi hidayet etmelerini isteseniz, size olumlu cevap
veremezler, size fayda sağlayamazlar. Her iki halde de onların faydası yoktur.
Allah'tan hayır ve hidayet istediğiniz gibi, onlardan hayır ve hidayet
isteseniz, sizi muradınıza ve isteğinize kavuşturamazlar. Allah'ın istediğinize
cevap verdiği gibi, isteğinize cevap veremezler: "Eğer doğrucu iseniz,
haydi onları çağırın da size icabet etsinler" (A'raf, 7/194).
Sizin
onları çağırmanız veya çağırmamanız, onlara hayır ve kurtuluş getirmez. Çünkü
onlar duayı anlamazlar, ses duymazlar, söz kavramazlar.
Sıfatı
böyle olan bir varlık, kendisine ibadet olunan bir Rab olamaz. Kendisine
ibadet olunan Rab, işiten, gören, bilen, haberdar olan, yardım eden, gücü
yeten, kendisine ibadet edene fayda veren, kendisine isyan edene zarar veren,
doğruya hidayet buyuran, kötü şeyden kurtaran, kendisine dua ettiği zaman sıkıntıya
icabet edendir. (D "Susmuş olsanız" ifadesi, teceddüd (yenilenme)
ifade eden fiil cümlesi yerine, devam ve süreklilik ifade eden isim cümlesiyle
ifade olunmuştur. Çünkü onlar, kendilerini sıkıntıya sokan bir şeye karşı,
putlarına değil, Allah'a dua ederlerdi. Onların sürekli halleri, onların
davetlerine sessiz kalmaktı. Onlara çağırmanız veya çağırmamanız halinde durum
değişmez.
[354]
Ayetler
aşağıdaki hususlara işaret eder:
1- İnsanlar, tek bir nefisten yaratılmışlardır. Meşhur olan görüşe göre,
o nefis Adem'dir. Havva da, Adem'in nefsinden yaratılmıştır: "Ondan da
eşini yarattı." Onu, Adem'in kaburga kemiklerinden birinden yarattı. Bunun
hikmeti, bir cinsin kendi cinsine eğilim duymasındandır. Cinsiyet birliği,
erkekle kadın arasındaki ülfetin sebebidir. Razî bu görüşe karşı çıkarak şöyle
der: Şüphesiz Allah Adem'i bağımsız olarak yarattığı gibi, Havva'yı da bağımsız
olarak yaratmaya kadirdir. O halde niçin Allahu Teâlâ Havva'yı Adem'in bir
parçasından yarattı, deniliyor? Sonra Razî şu görüşü benimser: Allah, Havva'yı
Adem türünden ve onun cinsinden yarattı. Adem'in eşini, onun gibi bir insan
yaptı.
[356]
2- Allah, anneye rahmetinden dolayı ceninin yaratılmasını ve hamileliğin
kemale ermesini, birdenbire ağırlık hissetmemesi ve bilinen amellerine devam
etmesi için derece derece ağırlaşan bir kanuna bağlamıştır.
3- "Rableri olan Allah'a dua ettiler" ayetinin zahirinden
anlaşılıyor ki, hamilelik bir hastalık türüdür. İşin büyüklüğünden dolayı, o
ölüm, şehitlik kabul edilmiştir. Nitekim Ahmed, Ebu Davud, Nesai, İbni Mâce ve
Hakim'in rivayet ettikleri hadisde -ki bunda şehitler sayılmaktadır- şöyle
buyurulur: "Allah yolunda öldürülmekten başka, yedi şehitlik hali daha
vardır: Veba hastalığından ölen şehiddir, suda boğulan şehiddir,
zatü'l-cenb'den ölen şehiddir, bir karın hastalığından ölen şehiddir, yangında
ölen şehiddir, bir yıkıntı altında kalarak ölen şehiddir, karnında çocuk olduğu
halde ölen kadın şehiddir." İmam Malik'e göre hamile kadın, hamileliğinin
altıncı ayından sonra ölüm hastası -bunun malının üçte biri müstesna yaptığı
teberru ve bağışlar uygulanmaz- gibidir. Diğer üç imam ise şöyle der: Bu hal, hamile
kadında boşanma halinde olur, ondan önce olmaz. Çünkü hamilelik bir âdettir
çoğunlukla ondan selametle çıkılır. Malikiler onların bu sözlerini şöyle
reddeder: Çoğunlukla selamete çıkılan hastalıkların çoğu da böyledir. Bazan
hasta olmayan kimse ölür.
Ordu
saflarında savaşa giden, bir kısasdan öldürülmek için hapsolunan ve İmam
Malik'e göre hamile bir kadın, korkulan bir hastalığa maruz kalmış hasta gibi
olduğundan, malının ancak üçte birini teberruda bulunabilir.
4- Putlar, ilâhlığa lâyık değildir. Çünkü onlar mahluktur. Bir şey
yaratmaya, ya da bir fayda veya zarar meydana getirmeye muktedir değildir. O
halde bir şey yaratmaya gücü yetmeyen şeye nasıl ibadet olunur? Ayetten maksat,
putların ilâhlığa lâyık olamadıkları hakkında delil ortaya koymaktır.
5- "Allah ortak koştukları şeylerden münezzehtir" ayetinden maksat, İb-lis'in Adem (a.s.) ile
daha önce zikredilen kıssasmdaki şey değildir. Eğer murad o olsaydı, bu ayet, o
kıssadan büsbütün ilgisiz olurdu. Bu da nazm ve tertibin fesadına varırdı. Bununla
murad, Kafal'ın dediği gibi, putlara tapanlara cevaptır. Bu erkekle kadının
bir cinsten ve insanlıkta tek bir asıldan yaratıldığını açıklama, sonra da bazı
çiftlerin işini ortaya koymaktadır. Erkek zevcesiyle cima edip hamilelik
ortaya çıkınca, çiftler Rablerine dua ettiler: Eğer bize güzel, hilkati düzgün
bir çocuk verirsen, elbette bu nimetine şükredenlerden oluruz. Allah onlara
güzel, hilkati düzgün bir çocuk verince, verdiği çocukta Allah'a ortaklar
koştular. Çünkü çiftler, bazan o çocuğu -tabiatçılann dediği gibi- tabiatlara
nisbet ederler, bazan kozmoğrafya alimlerinin dediği gibi yıldızlara, bazan da
putlara tapanların dediği gibi putlara nisbet ederler.
6- Ehl-i Sünnet: "Kendileri yaratılmış oldukları halde hiçbir şey
yaratmaya kudreti olmayan şeyleri mi eş koşuyorlar1?" ayetine dayanarak,
kulun fiillerini yaratmadığına, yaratanın ancak Allah olduğuna inanmışlar,
eğer kul kendi fiillerinin yaratıcısı olsaydı, ilâh olurdu, demişlerdir.
7- "Halbuki bunlar kendilerine hiçbir surette yardım edemezler"
ayeti, putların kendilerine itaat edenlere yardım edemiyeceklerini,
kendilerine isyan edenlerden de intikam alamayacaklarına işaret eder. Halbuki
kendisine ibadet edilen varlığın, fayda vermeye, zararı uzaklaştırmaya muktedir
olması gerekir. Bu putlar ise, bundan âcizdir. O halde, akıllı kimse onlara
nasıl tapabilir?
8-
"Eğer siz bunları doğru
yola davet ederseniz size tabi olmazlar" ayeti, putların hiçbir şey
hakkında bilgileri olmadığına, dolayısıyla hayra çağrıldıkları zaman ona tabi
olmalarının düşünülemeyeceğine işaret eder. O halde nasıl mabud olabilirler?!
Kısacası,
bu putlar, kendilerine dua edenlerin dualarını işitmezler. Onlara göre, onlara
dua edenlerle bunu ihmal edenler aynıdır. Nitekim İbrahim (a.s.) şöyle
demiştir: "Ey benim babam! İşitmeyen, görmeyen, sana fayda vermeyen şeye
niçin ibadet edersin?" (Meryem, 19/42).
[357]
194-
Allah'ı bırakıp taptıklarınız da sizin gibi kullardır. Eğer doğrucu iseniz,
haydi onları çağırın da size icabet etsinler.
195- Onların yürüyecekleri ayakları mı, yoksa
tutacakları elleri mi, yahut görecekleri gözleri mi, yoksa işitecekleri
kulakları mı var? De ki: "Ortaklarınızı çağırın, sonra bana tuzağı kurun
da bana mühlet bile vermeyin.
196-
Benim velim o kitabı indiren Allah'tır. Ve o salihleri veli edinir.
197-
Sizin O'ndan başka taptıklarınızın ise, ne size, ne de kendilerine yardım
etmeye güçleri yetmez.
198-
Eğer sen onları hidayete davet edersen duymazlar. Onları sana bakar görürsün.
Halbuki onlar görmezler.
194.
ayetin başındaki "İnne" yi, Said b. Cübeyr "İn" şeklinde
okumuştur. O taktirde mana şöyle olur: O, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız,
sizin gibi kullar değildir."
[358]
"...taptıklarınız
da... kullardır": Ayette geçen dua kelimesi, esasında nida etmek demektir.
Çoğu kez bununla bir zararı uzaklaştırmak, ya da bir hayrı elde etmek
kasdolunur. Kullardır demek, Allah'ın mülkü olan varlıklardır, anlamına gelir.
"Eğer
iddianızda" onların ilâh olduklarında "doğru iseniz onları çağırın
da" duanıza "icabet etsinler."
"Benim
dostum Allah'tır". Benim işlerimi üstlenen Allah'tır.
"O,
salih kullarını dost edinir". O, bırakın peygamberleri, kullarından salih
kimseleri de korur.
"Onları
sana bakar görürsün". O putları, bakan kimse gibi senin karşında görürsün.
Onlar, sana bakan kimselere benzerler, çünkü onlar, karşısındaki bakan
kimseler gibi yapılmışlardır.
[359]
Bu
ayetler, daha önce açıklanan putların ilâh olamayacağı inancını pekiştirmekte,
kalblere tevhid inancını daha da yerleştirmekte, nefislerdeki şirki kökünden
kazıyıp atmaktadır.
[360]
Şüphesiz
o kendilerine taptığınız, ilâh edindiğiniz, zararı uzaklaştırması veya fayda
sağlaması için ibadet ettiğiniz o putlar, kendilerine tapanlar gibi kuldurlar.
Onlar gibi, Allah'ın mahlukudurlar. O'nun irade ve kudretine boyun eğerler.
Hatta insanlar, onlardan daha mükemmeldirler. Çünkü insanlar duyar, görür ve
tutar, yakalarlar. Onlar ise, bunlardan hiçbirini yapamazlar. Durum böyle
olunca, kendisi gibi bir mahluk olan, hatta kendisi daha mükemmel olan insan,
putları nasıl mukaddes bilir, onlara tapar? İbadete lâyık olan, bütün kâinatın
kendisine boyun eğdiği, bütün sebeplerin kendisine itaat ettiği yaratıcı
Rab'dir. O halde sen, Allah'ın ilim ve marifetle mümtaz kıldığı, inancını hak
ve nurla süslediği insanlığa peygamberliği bırakır da, Allah diye zarar ve
fayda vermeyen bir taşa nasıl taparsın?
Eğer
onları ilâh yapmakta, ibadete lâyık olduklarında, onlardan fayda veya zarar
ummakta samimi iseniz onlara dua edin ve onlardan herhangi bir talepte bulunun
da, onlar sizin duanıza -kendiliklerinden veya Allah katında aracı olarak-
icabet etsinler. Burada duanın manası: Onlara menfaat sağlamak, onlardan
zararları gidermektir."İcabet etsinler" ifadesinin Arapça karşılığında
"lâm" harfi, emir manasmdadır. Mana şöyle olur: Her akıllı, onların
duaya icabet edemeyeceklerini anlayınca, onların ibadete lâyık olmadıkları da
ortaya çıkar.
"Sizin
gibi kullardır" sözü, onlarla alaydır. Onlar canlı, akıllı olsalar bile,
sizin gibi kuldurlar, aranızda hiçbir fark yoktur.
Putların
kul oldukları söylendi ve cansız, akılsız varlıklar oldukları halde,
müşriklerin zarar ve fayda veren varlıklar oldukları konusundaki inançlarına
uygun olarak, akıllı varlıklar için kullanılan zamirlerle işaret olundular.
Sonra
Kur'an, onlara cevapta acele etmiş, onlar gibi kullar oldukları görüşünü iptal
etmiş, onlar gibi olmadıkları, belki onlardan daha aşağı derecede olduklarını
söylemiş, el, ayak, göz, kulak gibi dört uzuv zikrederek, bunların putlarda
olmadıklarını zikretmiştir.
Putların,
kendileriyle fayda sağlamaya yahut zararı giderecekleri ayakları, istediğiniz
iyiliği yahut şerrinden korktuğunuz şeyi tutacak elleri, hallerinizi görecek
gözleri, dualarınızı, sözlerinizi duyacak, isteklerinizi anlayacak kulakları
yoktur: O halde onlar, sizin gibi değildir; bir şey yapmada, bir takım sıfat ve
kuvvetlerde sizden daha aşağı durumdadırlar. Bu gibi organlara sahip olmayanlar
ibadete lâyık olamazlar. Çünkü insan, bu putlardan çoğu konuda daha üstündürler.
Hatta insanla bu putların meziyetleri arasında karşılaştırma yapmak doğru
değildir. Çünkü onlar, ya sağır bir taş, ya işaret etmez bir çamur, ya bir
hurma veya Hanife oğullarının putu gibi bir tatlıdır.
Şiir:
"Hanife Rabbini yedi, sıkıntı ve açlık yılında.."
Bütün
bunlara rağmen Peygamber (s.a.) onlara meydan okumakla ve onları fiili
uygulamaya çağırmakla emrolunarak şöyle dendi: Ey Muhammed! Bu putperestlere
şöyle de: Allah'tan başka, ortak koştuğunuz varlıkları ve ilâhlarınızı
çağırın! Bana karşı onlardan yardım isteyin. Bana tuzak hazırlamak için
birbirinizle yardımlasın. Beni bir an bile geri bırakmayın, bütün gayretinizi
sarfedin. Yapabiliyorsanız bana zarar verin. Siz ve ortaklarınız bir an bile
bana vakit tanımayın. Size aldırış etmem. Bunu ancak Allah'ın koruyacağına
inanan söyleyebilirdi. Onlar, onu ilâhlarından korkutmuşlardı.
Bu,
onların tehditlerini ve: "Biz, ilâhlarımızın sana kötülük etmesinden
korkuyoruz" sözlerini reddir.
Sonra
Hz. Peygamber, Mekke'de çok az sayıda yardımcıları olmasına rağmen, Allah'a
son derecede güvendi ve bu mabudları tahkir etti. Allah'ın vahyi ile:
"Benim velim Allah'tır" dedi. Yani, Allah bana yeter, size karşı
benim yardımcım O'dur. Dünyada ve ahirette işimi üstlenen O'dur. O'na dayanır,
O'na sığınırım. Tevhide çağıran, şirki reddeden Kur"an'ı bana indiren,
peygamberlikle beni aziz kılan O'dur. Benden sonra her iyi kimseyi -Hurafe ve
bidatlarından uzak bir inanca sahip olan ve iyi amel işleyen kimseyi- de,
üstlenecek O'dur. İyi kullarına ve peygamberlerine yardım etmek, onları rezil
rüsvay etmemek Allahu Te-âlâ'nın adetidir. Müşriğin dostu ise şeytandır:
"Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır.
Küfredenlerin dostları ise tağuttur. O da onları nurdan karanlıklara
çıkarır" (Bakara, 2/257). Bu ayetin daha önceki ayetlerle bağlantısı
şudur: Cenab-ı Hak, bundan önceki ayetlerde, putların fayda ve zarar vermeye
güçlerinin olmadığını açıkladı. Bu ayette de, her akıllı kimse için Allah'a
ibadet etmek gerektiği, çünkü din ve dünya menfaatlarını -birincisi Kur'an
indirmekle, ikincisi iyi şeyleri vermekle- O'nun üstlendiği açıklanıyor.
Sonra
Allahu Teâlâ, putların, yardımı gerçekleştirmekte hüsrana uğradıklarını
açıklıyor: "Sizin O'ndan başka taptıklarınızın ise ne size, ne de
kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez." Yani, Allah'tan başka, size
yardım etmeleri ve sizden zararı uzaklaştırmaları için ibadet ve dua ettiğiniz
varlıklar size yardım edemezler. Kendilerine hakaret edenlere, ya da
üzerlerine konulan koku, tatlı gibi şeyleri alanlara, yahut onlara kötülük
yapmak isteyenlere karşı kendilerine bile yardım edemezler.
Nitekim
İbrahim (a.s.), putları paramparça ederek kırdı ve buna engel olamadılar.
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlara gizlice sağ eliyle vurdu" (Saffat,
37/93). "Onların hepsini parça parça edip, yalnız büyüklerini bıraktı ki,
belki ona başvururlar." (Enbiya, 21/58).
Muaz
b. Cebel ve Muaz b. Amr b. el-Cemûh (r.a.)'dan rivayet olunur: Resu-lullah
(s.a.), Medine'ye gelince müslüman olan bu iki genç sahabi, kavimleri ibret
alıp, görüşlerini değiştirsinler diye, gece müşriklerin putlarına saldırır, onları
kırarlar ve ihtiyaç sahiplerine odun yaparlardı.
Kavminin
efendisi olan Amr b. el-Cemûh'un bir putu vardı. Ona tapar, koku sürerdi.
İşte, yukarıda adı geçen iki genç, gece gelirler, o putu başı üstüne ters
çevirirler, ona pislik sürerlerdi. Amr b. Cemûh da gelir, yapılanları görür,
onu yıkar, koku sürer, yanına bir kılıç koyarak şöyle derdi: "Öcünü
al." O iki genç, hep aynı şeyi yapar, o da aynı şeyi tekrarlardı. Nihayet
bir keresinde onu aldılar. Ölü bir köpeğe bir iple bağlayarak oradaki bir
kuyuya attılar. Amr gelip manzarayı görünce düşündü ve inandığı dinin bâtıl
olduğunu anlayarak şöyle dedi:
"Tallahi
eğer sen tapılacak bir ilâh olsaydın
Bir
köpekle birlikte olmazdın."
Sonra,
iyi bir müslüman oldu ve Uhud savaşında şehid düştü.
[361]
Onlar
yardımdan aciz oldukları gibi, irşad ve hidayetten de acizdirler. Nitekim
Cenab-ı Hak: "Eğer onları doğru yola davet ederseniz size tabi
olmazlar" buyurmuştur. Eğer siz, bu putlardan, sizi doğru yola iletmeleri
ve yardım etmelerini isteseniz, bırakın yardımı, sizin dualarınızı bile
işitmezler. Ey düşünen kişi! Sen onları, yapma gözlerle bakar görürsün. Çünkü
onlar, hiçbir şey görmeyen, görüneni anlamayan cansız varlıklardır. Çünkü onların,
yapma gözleri vardır, onunla bir şey göremezler. Nitekim başka bir ayette
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer onlara dua etseniz, onlar sizin
dualarınızı işitmezler. İşitseler bile, icabet edemezler." (Fâtır, 35/14).
Onların kulakları ve gözleri yoktur. O halde onlardan nasıl yardım umulur?
Kendilerine hakaret edenlere zarar vereceklerinden nasıl korkulur? Size de,
onları ilâhlar edinmeniz yakışır mı?
[362]
Ayetler,
putlara tapılmasına karşı çıkmakta, bu tapmadan herhangi bir fayda çıkmayacağı
görüşünü pekiştirmektedir. Ayetler şu hükümlere işaret ediyor:
1- Akıllı bir insanın, eli, ayağı, gözü, kulağı olmayan putlara tapması
çirkindir. Çünkü kendisine ibadet edilecek varlığın bu gibi sıfatlara sahip
olması gerekir. Halbuki putlara tapan insan, çoğu şeyde onlardan daha üstündür.
Hatta, insanla putlar arasında herhangi bir mukayese yapmak mümkün değildir.
Öyle ise daha üstün ve daha mükemmel olan, daha düşük ve daha basit, ne menfaat
sağlayarak ve ne de zararı defederek hiçbir fayda veremeyen bir varlığa
tapabilir? Onlar, insan gibi bir kul bile değildirler. Bir taş ve odundurlar.
Siz, kendinizden daha az şerefli şeylere tapıyorsunuz.
2- İnsanın durumu, puttan daha üstün ve daha mükemmeldir. Çünkü, insanın
yürüyen ayağı, tutan eli, gören gözü, duyan kulağı vardır. Putta ise, bunlardan
hiçbiri yoktur.
3- Fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyene nasıl tapılır?! Putların ne kendilerine,
ne de başkalarına fayda ve zarar vermeye güçleri yoktur Hiç kimseye yardım
edemezler.
4- Müşriklerin, Peygamber (s.a.)'i, ilâhlarından korkutmaları boştur.
Nitekim o, onları beklemeksizin kendisine tuzak kurup zarar vermeye çağırdı.
Fakat onlar ve ortakları hüsrana uğradı.
5- Şüphesiz, Peygamber (s.a.)'in dünya ve ahiret işlerini üstlenen, ona
yardım eden, onu koruyan, salih kullarının işlerini de üstlenen, onları
koruyan ancak Cenab-ı Hak'tır. Nitekim Sahih-i Müslim'de, Amr b. Âs'm şöyle dediği rivayet olunur: Resulullah
(s.a.)'i şöyle derken dinledim: "Haberiniz olsun, babamın ailesi, benim
velim değildir. Şüphesiz benim dostum, Allah ve salih müminlerdir."
6- Akıllı için gerekli şey, Allahu Teâlâ'ya ibadet etmektir. Çünkü dinde
üstün ilimleri içine alan kitap indirmekle, dinî menfaatleri; salih kullarının
işlerini üstlenmek, onlara yardım etmek ve korumak, düşmanlarının düşmanlıklarını
zararsız hale getirmekle dünya menfaatlarını gerçekleştiren sadece Allah'tır.
Bunun
en parlak örneği, bu ayetin gösterdiği yolda amel eden âdil halife Ömer b.
Abdülaziz'dir. O, çocukları için hiçbir şey biriktirmiyordu. Sorulduğu zaman şu
cevabı verdi: Çocuğum ya salihlerden, ya da mücrimlerden olacak. Eğer
salihlerden olursa onun velisi Allah'tır. Velisi Allah olanın, benim malıma
ihtiyacı yoktur. Eğer mücrimlerden olursa, Allah şöyle buyurmuştur: "Mücrimlerin
asla yardımcısı olmayacağım" Allah'ın reddettiği kimsenin durumunu ıslahla
uğraşmam.
7- Allah, putların, kendilerine tapanlara ve bizzat kendilerine yardımdan
aciz olduklarını tekrarladı. Birincisi, takri' yoluyla, bu ise kendisine ibadet
caiz olanla olmayan arasındaki farkı açıklamak için zikrolunmuştur. Buna göre,
kendisine ibadet olunan ilâh, salih kullarını korur, bu putlar ise hiç kimseyi
koruyamaz. Dolayısıyla ilâh olamazlar.
8- Putlar insanların yaptığı cansız varlıklardır. Onun gözleri madenlerden,
yahut berrak cevherlerden yapılmıştır. Onlar bakıyor gibidirler, halbuki
görmeyen cansızlardır. Onun için Allahu Teâlâ: "Onları bakıyorlar
görürsün" buyurmuş, sanki düşünen insanlar gibi ifade kullanmıştır. Çünkü
onlara insan sureti verilmiştir.
Süddî
ve Mücahid, bununla müşriklerin kasdedildiğini söylemişlerdir. İbni Kesir ise,
birinci görüşün daha tercih edilir olduğunu söylemiştir. Bu, Kata-de'nin
görüşüdür. İbni Cerir de, bunu benimsemiştir.
[363]
199-
Sen kolaylığı tut. İyiliği emret. Cahillerden de yüz çevir.
200-
Eğer sana şeytandan bir vesvese gelirse, hemen Allah'a sığın (O'nu hatırla).
Şüphesiz O, hakkıyla işiticidir, tam bilicidir.
201- Sakınan kimseler, şeytandan bir vesvese
dokunduğu zaman iyice düşünürler. Hemen (gerçeği) görürler.
202-
Kardeşlerine gelince, onları sapıklığa sürükler, sonra da (müttakilerin
düşündüğü gibi düşünerek) vazgeçmezler.
"Eğer
sana şeytandan bir vesvese gelirse..": Burada istiare vardır. Çünkü,
şeytanın vesvesesi ve insanları günahlara teşviki, kötülüğe düşüren ve sebep
olan söze benzetilmiştir.
[364]
Allahu
Teâlâ, daha önce peygamberini ve salih müminleri koruyup destekleyeceğini,
putların ve onlara tapanların eziyet edip zarar veremeyeceklerini açıkladıktan
sonra, bu ayetle de insanlarla muamelede doğru yolu açıkladı. Bu ayet, temel
faziletleri, tevhid akidesinden sonra gelen teşriin esas temellerini içine
alır. Bunu, akılsız cahillerden yüz çevirmeyi emrettikten sonra, cinnî şeytanların
vesveselerinden sakınma ifade eden vikaî bir vasiyet izledi. Her iki fırkanın
şerrinden sakınılması emredildi.
[365]
Birinci
ayet üç fazilet esasını içine alır:
1- Af yolunu tutma: İnsanların davranışlarında ve işlerinde, onlara zor
geleni teklif etmeden kolayı benimseme, hoşgörülü davranma, zorluk değil, kolaylık
gösterme. Nitekim Ahmed, Şeyhayn, Nesai'nin Enes b. Malik vasıtasıyla, Hz.
Peygamber (s.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
"Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret
ettirmeyiniz." Affın içine, akrabadan ilgisini kesenlerle ilgilenmek,
günah işleyenleri affetmek, müminlere iyi davranmak gibi, Allah'a itaatkâr
kimselerin davranışları da girer.
Böylece
insanlardan hoşgörü ve kolaylık isteniyor. Malî konularda şiddetin
bırakılması, insanlara davranışta iyi ve güzel davranılması, kabalık ve
sertliğin terkedilmesi arzu olunuyor. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, elbette onlar etrafından
dağılırlardı" (Âl-i İmran, 3/159). Hak dine, yumuşaklıkla ve nezaketle
davet etmek de, bu kısma dahildir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlarla
mücadeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla yap" (Nahl, 18/125).
Kısacası
aftan amaç, sözde ve işte insanlara kolaylık, hoşgörü yolunu tutmak, zorluk ve
meşakkati gidermektir. Tirmizî ve Malik'in tahricine göre, Hz. Peygamber (s.a.)
iki şey arasında muhayyer bırakıldığı zaman -günah olmadıkça- onlardan en
kolayını tercih ederdi.
2- İyilikle emir: "Örf," şeriatın emrettiği, insanların hayırlı
gördüğü, akıllı kimselerin beğendiği şeydir. Maruf, itaat, iyilik ve insanlara
ihsanı içine alan bir isimdir. Bunda hoşgörü ve kolaylık caiz değildir.
İnsanlar arasında muamelat ve adetlerde bilinen şey geçerlidir. Kur"an'da
maruf, ancak önemli konularda geçer. Nitekim Cenab-ı Hak, İslâm ümmetinden
bahsederken şöyle buyurur: "Sizden hayra davet eden, iyiliği emreden
kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun" (Âl-i İmran, 3/104).
Eşler
arasındaki hakları açıklarken, Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Erkeklerin
kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi kadınların da erkekleri üzerinde hakları
vardır" (Bakara, 2/228). Evlilik bağının korunmasını isterken marufu
emreder: "Ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır" (Bakara,
2/229). Başka bir ayette de şöyle buyurur: "Hem kadınları boşadığınızda
iddetlerini bitirdiler mi artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle
salın" (Bakara, 2/231).
3- Cahillerden yüz çevirmek: Cahillere ve düşük kimselere, fiillerinin
aynı-sıyla karşılıkta bulunmamak, onlarla birlikte olmayı terketmek, kendini
onlardan korumak, onlarla tartışmamak, onlara karşı yumuşak davranmak, kötü
huylarına sabretmek, seni üzen şeylerine göz yummak. Ahmak bir cahilin insanı
üzebilecek bir şey konuştuğunda yüz çevirmek. Afla karşılık vermek. Cenab-ı Hak
müminlerin vasıflarını anlatırken şöyle buyurur: "Onlar, bolluk ve darlıkta
infak edenler, öfkelerini yutanlar ve insanları affedenlerdir" (Âl-i
İmran, 3/134). Affın fazileti hakkında da Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Bağışlamanız ise, takvaya daha yakındır" (Bakara, 2/237).
Bu
üç prensip, insanın başkalarıyla olan ilişkileriyle ilgili şeylerde fazilet ve
güzel ahlâkın temelleridir. İkrime şöyle demiştir: Bu ayet nazil olunca, Peygamber
Efendimiz: "Ey Cibril, bu nedir?" dedi. Cibril: "Rabbin, seninle
ilişkisini kesene ilgi göstermeni, sana vermeyene vermeni, sana zulmedeni
affetmeni söylüyor" dedi. Taberî ve başkaları, Cabir'den bunun benzerini
rivayet derler.
Cafer
es-Sadık (r.a) şöyle demiştir: "Allahu Teâlâ, Peygamber (s.a.)'e güzel
ahlâkı emretti. Kur'an'da, güzel ahlâkı özetleyen en güzel ayet budur. Abdullah
b. Zübeyr şöyle demiştir: "Vallahi, Allah bu ayeti insanların ahlâkı
hakkında indirdi." Tirmizî'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte Resulullah'm
şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Mizanda en ağır gelecek şey, güzel
ahlâktır."
Kötülüklerinden
korunmak için cahillerden, bozgunculuk ve şerlerinden kurtulmak için
şeytanlardan yüz çevrilmesi emrolundu. Cenab-ı Hak: "Şeytandan bir
vesvese gelirse" buyurmuştur. Yani şeytan sana vesvese vermek için
yaklaşır, kalbine emrolunduğun şeyin aksini sokarsa, seni cahilden yüz çevirmekten
engelleyen ve seni onu cezalandırmaya iten bir durum gelirse, hemen Allah'a
sığın. Bu halden kurtulmak için Allah'a iltica et, kalbinde ve dilinde Allah'ı
an. Şeytanın vesvesesini senden gidersin. Allah, cahillerin cahilliklerinden
dolayı söylediklerini, şeytanın dürtüsünden Allah'a sığınmalarını ve diğer
mahlukatmın sözlerini işitir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. O, her şeyi
bilendir.
Şu
ayette, Kur'an okurken istiaze istenmektedir: "Kur'an'ı okuduğun zaman o
kovulmuş şeytandan Allah'a sığın" (Nahl, 16/98-99).
"Eğer
şeytandan bir vesvese gelirse" gibi ayetlerde hitap, başta Resulullah
(s.a.) olmak üzere bütün mükellefleredir. Çünkü şeytan, bütün insanların kalbine
vesvese atar. Nitekim Müslim, Aişe ve İbni Mesud'dan, Peygamber (s.a.)'in şöyle
buyurduğunu rivayet eder: "Hepinizin cinnilerden bir arkadaşı vardır.
Ancak Allah ona karşı bana yardım etti de, o müslüman oldu."
Sonra
Allahu Teâlâ, şeytanın vesveselerinden kurtulma yolunu açıklayarak şöyle
buyurdu: "Sakınan kimseler, şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice
düşünürler." Doğruyu görürler, hak ve iyilik yolunu bilirler. Şeytanın
onlara verdiği vesveseyi giderirler, şeytana tabi olmazlar. Basiretli, bilgili
ve akıllı davranırlar. Bulundukları halden uyanıp doğru yolu bulurlar.
Şeytandan Allah'a sığınma, bir korunma işidir. Şüphesiz korunma ilaçtan daha
hayırlıdır. İnsan, bir masiyete düştüğü zaman, tevbe ederek günahını affetmesi
için Allah'a döner.
İnsanda,
hayra ve şerre karşı bir özlem vardır. Mücahedesi, nefsinin heva-sma, şeytanın
vesvesesine üstünlük sağlaması oranında Allah tarafından ödüllendirilir.
Tirmizî, Nesaî ve İbni Hibban'm İbni Mesud'dan rivayet ettiği hadiste
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz şeytan da, melek de, insanda
konaklar.Şeytanın konaklaması insanı şerre ve hakkı yalanlamaya itmek, meleğin
konaklaması ise, hayra ve hakkı tasdike yöneltmektir. Kim bu ikinci hali
hissederse, bilsin ki o Allah'tandır. Bundan dolayı Allah'a hamdetsin. Birinci
durumu hisseden kimse ise, hemen şeytandan Allah'a sığınsın. Sonra Resulullah
şu ayeti okudu: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size kötü şeyi
emreder."
Sonra
Allahu Teâlâ, şeytanın bozguncu cahiller üzerindeki etkisinin sınırını zikrederek:
"Onların kardeşleri" buyuruyor. Yani şeytanın kardeşleri, muttaki
değillerdir. Şeytan, onları saptırır, onlara yardımcı olur, destekte bulunur.
Onları saptırmaktan, fesada maruz bırakmaktan geri durmazlar. Onların şer ve
fesatta ısrar etmelerini sağlarlar. Çünkü onlar, şeytan kendilerine vesvese
verdiği zaman Allah'ı anmazlar. Onun vesveselerinden -ya imansızlıklarından ya
da kalblerinde takva olmadığı için- Allah'a sığınmazlar.
[366]
"Kolaylığı
tut" ayeti, inanç temellerinden sonra gelen toplumsal ahlâk ve
faziletlerin temellerini içine alır. Hal ve hareketlerde, âdetlerde ve
başkalarıyla muamelede insanların ahlâkı ortaya çıkar. İnsanların başkalarıyla
ilişkilerinde bu ahlâkî temellere büyük ihtiyaçları vardır.
Bu
ayetin tefsirinde, bu esasların üç tane olduğu açığa çıkıyor:
1- Kolaylığı tutmak: Yumuşak muamele etmek, nezaketle açıklamak. Almada,
vermede ve teklifte zorluk göstermemek. Her türlü malî işlerde şiddeti
terketmek, insanlara güzel ahlâkla muamele etmek. Sertliği ve kabalığı bırakmak.
Hak dine yumuşaklıkla ve nezaketle davet etmek. Bu tür şeyler, hoşgörü ve
kolaylığı gerektiren haklardandır.
2- Marufu emir: Maruf, şeriatın, aklın ve adetin güzel işlerden, hayırlı
şeylerden saydığı her şeydir. Bu tür şeyler, hoşgörü ve kolaylığı kabul
etmeyen haklardandır. Şeriatın emrettiği ve nehyettiği her türlü söz ve işi
içine alır. Emrolunan ve nehyolunan şeylerin hükmü, durumları şeriatta
bellidir. Kalbler onu bilmek konusunda birleşirler. Fert ve toplumdan, bu emrin
gereği olarak daima iyiliği açıklamak ve emretmek, kötülüğü nehyetmek ve
gizlemek istenir.
3- Cahillerden yüz çevirmek: Bunlar, hakkı bilmeyen kimselerdir. İyiliği
emir ve ona teşvik, kötülükten nehy ve ondan nefret ettirme esnasında, bazan
cahillerden bir kısmı, eziyete ve kabalık yoluna gidebilirler. O zaman, onların
şerrinden korunmak, davetçiyi onların eziyetinden korumak için, onlardan yüz
çevirmek gerekli olur. Bu, sabırla affı içine alır.
Bu
üç ahlakî emir -her ne kadar bunları Cenab-ı Hak peygamberine emrediyorsa da-
bütün insanları terbiye edici mahiyettedir.
Kurtubî,
Râzî ve İbni Kesir gibi müfessirlerin zikrettiği gibi, bu ayet muhkemdir,
mensuh değildir. Nitekim Mücahid ve Katâde de böyle demişlerdir. Delilleri,
Buharî'nin Abdullah b. Abbas'dan rivayet ettiği şu hadistir. Abdullah b. Abbas
şöyle demiştir: Uyeyne b. Hısn b. Huzeyfe b. Bedr geldi. Kardeşinin oğlu Hurr
b. Kays b. Hısn'a misafir oldu. Bu zat Hz. Ömer'e yakın kimselerdendi. Kurra
-genç olsun olgun kişi olsun- Hz. Ömer'in sohbet ve müşavere ehli idi. Uyeyne,
kardeşinin oğluna: Ey kardeşimin oğlu! Senin bu emir yanında itibarın var mı?
Onunla görüşebilmem için bana izin alabilir misin? dedi. Sana izin alacağım,
dedi ve Uyeyne için izin aldı. Hz. Ömer'in yanına girince: Ey Hattab oğlu! Bize
mal, mülk vermiyorsun, aramızda adaletle hükmetmiyorsun! dedi. Ömer kızdı, kötü
söz söylemek istedi. Hur: Ey Emire'l-Müminin! Allah peygamberine:
"Kolaylık yolunu tut, marufu emret, cahillerden yüz çevir" buyurdu.
Bu da o cahillerdendir, dedi. Bunun üzerine, Hz. Ömer onu affetti, Allah'ın
hükmüne uydu.[367] İsam b. el-Mustalik,
Hasan b. Ali'ye ve babasına sövdü, bunun üzerine Hasen Ali, ona şefkatli,
merhametli bir kimsenin baktığı gibi baktı ve eûzü besmele çekerek: "Af
yolunu tut, örfle emret ve cahillerden yüz çevir" ayetini okudu.
O
halde Hz. Ömer'in ve Hasen b. Ali'nin bu ayetle amel etmesi, onun muhkem
olduğuna delildir. Çünkü kasden sultana kaba davranmak ve onun hukukunu hafife
almak, taziri gerektirir. Bunun dışında ise Hz. Ömer'in yaptığı gibi, af ve
safh olur.
Geri
kalan ayetler ise, insanları ikiye ayırır: Muttaki müminler ve şeytanın
kardeşleri. Muttaki müminler, kendilerine şeytandan bir vesvese geldiği ve
onları masiyetlere sürüklediği zaman, Allah'ın emrini ve nehyini, sevabını ve
cezasını hatırlarlar. Hakkı görüp bâtıldan sakınırlar. Eğer masiyete
düşerlerse, pişman olup tevbe eder, Allah'a yönelirler.
Şeytanın
vesvesesi ve masiyete teşviki halinde Allah'a sığınmak, kişinin Allah'ın
kendine olan büyük nimetlerini, şiddetli cezasını hatırlaması, nefsin
hevasından yüz çevirmek ve şeriatın emrine yönelmek için Allah'a dua etmesidir.
Hitap,
her ne kadar Hz. Peygamber ise de, aslında bütün insanlara bir terbiye ve
öğretimdir. Şeytan peygambere vesvese verebilir. İlacı ise, birinci ayetin işaret
ettiği gibi, Allahu Teâlâ'ya sığınmaktır. Müttakiler, vesvesenin başlangıç
halinden daha çoğuna maruz kalırlar. Nitekim: "Şüphesiz müttakiler,
kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman" ayeti buna işaret eder.
"Şüphesiz
O, hakkıyla işiticidir, tam bilicidir" ayeti dille Allah'a sığınmanın,
onun manasının kalbte bilinmesi halinde bir mana ifade edeceğine işaret eder.
Allahu Teâlâ adeta şöyle buyuruyor: İstiaze lafzını dilinle söyle. Çünkü ben
işiticiyim, istiazenin manasını aklınla ve kalbinle de bil. Çünkü ben kalbinde
olanı bilirim.
Bu
ayetin manasını taşıyan bir hadis vardır. Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayetine
göre, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şeytan sizden birine gelir ve
ona: "Şunu, şunu kim yarattı1?" der. Hatta daha da ileri giderek:
Rabbini kim yarattı? der. işte bu dereceye geldiğinde o kimse hemen Allah'a
sığınsın ki, o da bundan vazgeçsin".
Şeytanların
kardeşleri: Bunlar insanların şeytanları, yahut insanların sapıklarından facir
olanlar, ya da kâfirler ve müşriklerdir. Bunları, şeytanlar sapıklığa
sürüklerler. Böylece insanları sapıtmış olurlar. Bu da, sapıklığa sürüklemekle
onların cinnî şeytanlara yardımı olur. Bu suretle sapıklık ve günahta, iki
fırka arasında bir yardımlaşma olur. Şeytanların kardeşleri denmesi, onların
onlardan geleni kabul etmelerindendir.
Bu
tefsir, "şeytanların kardeşleri" ifadesinden kasdolunan manayı açıklama
hususunda söylenen iki görüşü de içine almaktadır.
Birinci
görüş Razî'ye göre zahirî görüş de budur-: İnsî şeytanlar, insanları saptırırlar.
İkinci görüş. -Zemahşerî'ye göre en doğrusu budur- çünkü müttaki-lerin
karşısında onların kardeşleri, cinnî şeytanların insî şeytanlara yardımcı
olmasıdır. Her iki görüş de, bütün kâfirlerin şeytanlardan bir kardeşi olduğu
esasına dayanır.[368]
Her
durumda, şeytan asileri saptırma imkânına sahiptir. Onları sapıklığa sürükler
ve bu konuda onlara destek olur. Onları serlerine, küfürlerine ve günahlarına
devam eder görürsün.
Ayeti
daha önce, ikinci görüşle tefsir ettim. Yardımdan maksat, vesveseyi kuvvetlendirme,
o halde bulunmadır.[369]
203-
Onlara bir ayet getırmezsen derler bir kavim için hidayet ve rahmettir.
"Bu,
Rabbinizden gözlerdir": Bu, teşbih-i beliğdir. Bu (Kur'an), gözler gibidir,
demektir. Benzetme edatı ve benzetme yönü hazfedilmiştir. Esasında: Bu
(Kur'an), kalplerin gözleri mesabesindedir, demektir.
[370]
"Onlara
bir ayet getirmezsen" Mekkelilere, teklif ettikleri şeylerden, yahut
Kur'an'dan bir ayet getirmezsen "Onu toplasaydın ya! derler." Kendin
onu uy-dursaydın, yahut onu Allah'tan isteseydin ya. "Ancak Rabbimden bana
vahyo-lunana uyarım". Ben ancak vahye tabi olurum. Ayetleri kendimden
uydurmuyorum. "Bu, Rabbinizden gözlerdir." Onlar aydınlatıcıdır. Hak
onlarla görülür, doğru onlarla anlaşılır. O, hakikati açıklayan delillerden
ibarettir.
[371]
Cenab-ı
Hak daha önce, şeytanların saptırdığını ve sapıklığa düşürdüğünü açıkladı. Bu
ayette de, bu sapıklık çeşitlerinden özel birini açıklıyor. Bu, onların inat
içinde belirli bazı kevnî ayetler ve özel mucizeler istemeleridir. Nitekim
Cenab-ı Hak, onları anlatırken şöyle buyuruyor: "Dediler ki: "Bize
yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana iman etmeyiz. Yahut senin hurmadan,
asmalarından bir bahçen olsun da ortasından şarıl şarıl ırmaklar
akıta-sın" (İsra, 17/90-91).
Onlara
istediklerini getirmeyince de: "Kendin uydursana" dediler. Onlara
göre Kur'an'ı Hz. Muhammed uyduruyordu: "Bu, uydurulmuş bir yalandan başka
değildir, dediler" (Sebe, 34/43).
[372]
Ey
Peygamber! Mekkelilere önerdikleri bir ayeti, ya da Kur'an'dan bir ayeti
getirmezsen: "Onu kendi tarafından uydursan ve söylesen ya" derler.
Çünkü onlara göre, Kur'an Hz. Muhammed tarafından uydurulmaktaydı ve Muham-med,
kevnî ayetler getirmeye ve husûsî mucizeler göstermeye muktedirdi. Ya da:
"Senin isteğine karşılık veren Allah'tan istesen ya" derler. Ey
Muhammed! Onlara de ki: Ben sadece, Rabbimin vahyine tabiyim. Ayetleri ben
uydurmuyorum. Onları meydana getirmeye benim gücüm yetmez. Nitekim şu ayet de
bu manayı ifade eder: "Ayetlerimiz onlara apaçık deliller halinde okunduğu
zaman, bize kavuşmayı ummayanlar: "Ya bundan başka bir Kur'an getir,
yahut onu değiştir" dediler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem,
benim için olacak şey değil. Ben ancak bana vahyolunana tabi olurum. Eğer
Rabbime isyan edersem şüphesiz büyük günün azabından korkarım" (Yunus,
10/15).
Sonra
Allahu Teâlâ onları, hedefi gerçekleştirme hususunda uyarmış, Kur'an'm en büyük
mucize olduğu noktasında aydınlatmış ve adeta onlara: "Size faydası
olmayan bir şeyi niçin istiyorsunuz? İşte önünüzde kalbleri aydınlatan
esasları, açık hüccetleri, parlak burhanları, benim doğruluğuma işaret eden
açık delilleri içine alan Kur'an var.. O, Allah katındandır. Gerçek onunla
görünür, doğru onunla anlaşılır. Müminler onunla körlük halinden görür hale
gelirler. O, kalblerin gözleri mesabesindedir" dedi. Nitekim Cenab-ı Hak,
başka bir yerde şöyle buyurur: "Muhakkak size Rabbinizden basiretler
geldi. Kim görürse kendi nefsi içindir. Kim de görmezse yine kendi
aleyhinedir" (En'am, 6/104).
Bu
Kur'an, yolunu şaşıranları doğru yola ileten bir hidayet rehberidir. İnananlar
için, dünya ve ahirette bir rahmettir. "İşte bu da indirdiğimiz mübarek
bir kitaptır. Artık ona uyun ve sakının ki merhamet olunasınız" (En'am,
6/155). Ancak, ona iman edip hükmüyle amel edenler kurtuluşa ererler.
Bu
üç haslet, maarif sahiplerince, farklı şekilde açıklanır: Bunların en üstünü
hakka yakindir, ikincisi mutedil kimseler için istikamet yoludur. Üçüncüsü,
bütün müminlere rahmet yoludur.
[373]
Ayet
aşağıdaki hükümleri içine alır:
1- Mekkeliler, imandan korktukları, küfürde ısrar ettikleri, peygambere
eziyeti amaçladıkları için, Hz. Muhammed'e karşı inatla karşı koydular,
olmayacak isteklerde bulundular. Ona en kötü suçlamalarda bulundular. Bu
suçlamadan biri de, Kur"an'ı Hz. Peygamberin uydurduğu iddiası ile, onlar
istedikleri zaman mucizeler ve harikulade haller gösterebilme imkânına sahip
olduğu görüşüdür.
2- Peygamberin işi, vahye tabi olmak, Allah'ın emrettiklerine uymaktır.
Eğer Allah, onun eliyle bir mucize, bir ibret verici hal gösterirse, ona
sormaz. Çünkü Allah hikmet sahibidir ve her şeyi bilendir.
3- Bu Kur'an, mucizelerin en büyüğü, delillerin en açığı, hüccetlerin ve
bey-yinelerin en doğrusudur. O, üç hasletle vasıflanmıştır: Tevhid,
peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve hayatı en güzel şekilde düzenleme
konusunda hakkı gösterir, doğru yola iletir, ona inananlara dünya ve ahirette
bir rahmettir..
[374]
204-Kur'an okunduğu zaman onu din- leyin ve
susun ki, rahmet olunasınız.
205" Rabbini» içinden yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle sa- bah
akşam (her zaman) an ve gafiller- den olma.
206- Şüphesiz Rabbinin katındakiler o'na ibadet etmekten asla kibirlen- mezler.
O'nu teşbih ederler ve yalnız O'na secde
ederler.
"Dinleyin":
Ayette geçen "istima" kelimesiyle aynı manaya gelen "sem' kelimesi
arasındaki fark şudur: "Semi", kasıtsız da olur, istima ise, ancak
kasd ve niyetle olur.
"Susun":
Bu manayı ifade eden "insaf kelimesi, okunan bütün şeyleri bir meşguliyet
olmaksızın, dinlemek için susmaktır.
"Yüksek
olmayan bir sesle": Zikirde orta yolu tut. Ne sesini fazla yükselterek,
ne de tam içinden.
[375]
İbni
Ebi Hatim ve daha başkalarının Ebu Hureyre'den rivayetlerine göre, o şöyle
demiştir: Peygamber (s.a.)'in arkasında namaz kılarken, ses yükseltilmesi
üzerine, 204. ayet nazil oldu.
Yine
İbni Ebi Hatim, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Namazda
konuşuyorlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. İbni Ebi Hatim, Abdullah b.
Muğaffel'den de benzerini tahric etmiştir. İbni Cerir et-Taberî de, İbni
Mes'ud'dan aynısını tahric eder.
İbni
Ebî Hatim, Zührî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Bu ayet ensardan, Re-sulullah
(s.a.) bir şey okuyunca hemen onu okuyan bir genç hakkında nazil oldu.
Said
b. Mansur, Sünen'inde Muhammed b. KaVın şöyle dediğini nakleder: Resulullah
(s.a.) bir şey okuduğu zaman, hemen onunla beraber okurlardı, nihayet A'raf
süresindeki bu ayet nazil oldu.
Süyûtî
bu rivayetlerden sonra şöyle der: Bütün bunlardan, ayetin Medenî olduğu
anlaşılıyor.
İbni
Mes'ud, Ebu Hureyre, Cabir, Zührî, Ubeydullah b. Umeyr, Atâ b. Ebî Rebâh, Said
b. Müseyyeb'den gelen rivayetler gösteriyor ki, ayet namaz hakkında nazil
olmuştur. Said şöyle der: Peygamber (s.a.) namaz kıldığı zaman Mekkeli
müşrikler Resulullah'a gelir, birbirlerine: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin ve
okunurken onda manasız sözler söyleyin" (Fussilet, 41/26) derlerdi. Bunun
üzerine Cenab-ı Hak, onlara cevap olmak üzere bu ayeti indirdi.
Bu
ayetin, hutbedeyken susmayı emretmek üzere indirildiği belirtilmiştir. Bunu,
Said b. Cübeyr, Mücahid, Ata, Amr b. Dinar, Zeyd b. Eşlem, Kasım b. Muhaymera,
Müslim b. Yesar, Şehr b. Havşeb, Abdullah b. Mübarek söylemiştir: İbnül-Arabî
ise, bu görüş hakkında şöyle der: Bu zayıftır. Çünkü, hutbede Kur"an
azdır, halbuki onun bütününde susmak gerekir.
[376]
Allahu
Teâlâ, Kur'an'ın insanlar için gözler, müminler için açık ayetler, hidayet ve
rahmet olduğunu açıkladıktan sonra, bu ayetle de Kur'an okunurken, ona saygı
göstererek rahmete ulaşmak ve kapsadığı birçok nimetlere kavuşmak için
susulmasmı emretti.
[377]
Kur'an-ı
Kerim okunduğu zaman, ayetlerini anlayıp öğütlerinden ibret almak için ona
kulak verip susun. Düşünüp öğütlerinden ibret alarak Allah'ın rahmetine ulaşmak
için konuşmadan huşu ile ona kulak verin. Bunu ancak, kalbleri iman nuruyla
aydınlanan samimi ve ihlaslı kimseler yapar.
Ayet,
namaz içinde veya dışında, her durumda Kur'an'ın dinlenilmesi ve okunurken
susulması gerektiğine işaret eder. Özellikle de farz namazda, imam açıktan
okurken.. Nitekim Müslim'in Sahih'inde, Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet ettiği
hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: İmama uyulduğu zaman, o tekbir
aldığında tekbir alın, okuduğunda susun" (Bunu Sünen sahipleri de, Ebu
Hüreyre'den rivayet etmişlerdir). Bu görüş Hasen el-Basrî'den rivayet olunur.
Fakat cumhur ulema, peygamberin okuyuşunu dinlemenin ve o esnada susmanın,
namazda ve hutbede okunurken dinlemenin vacip olduğunu söyler. Çünkü namaz ve
hutbe dışında, Kur'an okunurken dinleme ve susmanın vacip oluşu -amelleri terki
gerektirdiği için- büyük bir zorluk taşır.
Meclislerde
okunan Kur'an'ı dinlememek ve susmamak ise, büyük bir kerahetle mekruhtur.
Mümine düşen görev, Kur'an okunurken, tıpkı onu okumaya hırslı olduğu gibi,
dinlemeye de hırslı olmak, okunan yerde edepli olmaktır.
Tertil
üzere, teessür ve huşua işaret eden nağme ile, herhangi bir tekellüf ve tasannu
söz konusu olmaksızın ve medleri uzatmadan okumak müstehaptır. Buhari ve
Müslim'in Ebu Hüreyre'den merftf olarak şu hadisi rivayet ederler: "Allah
hiç bir peygambere Kur'an'ı teğanni ile okuması için izin vermedi."
Dinlemenin
sevabı, okuma sevabı gibidir. İmam Ahmed, Ebu Hüreyre'den Resulullah (s.a.)'in
şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kim Allah'ın kitabından bir ayet
dinlerse, ona kat kat hasene yazılır. Kim de onu okursa, onun için o, kıyamet
gününde bir nur olur."
Sonra
Allahu Teâlâ, günün başında ve sonunda -tıpkı bu iki vakitte ibadeti emrettiği
gibi- çokça zikri emreder. Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: "Güneşin
doğmasından önce ve batışından önce Rabbini hamd ile teşbih et" (Kaf,
50/39).
Ayetin
manası şöyledir: Rabbini isimlerini, sıfatlarını zikrederek, şükür ve
istiğfarla kendi kendine gizlice zikret: "Haberiniz olsun ki kalbler ancak
Allah'ı anmakla mutmain olur" (Ra'd, 13/28). Dilinle de, orta bir halde,
zillet içinde ve yalvararak, korkarak ve sevabını Allah'tan umarak zikret:
"Namazında sesini ne pek yükselt, ne de pek kıs. İkisinin ortası bir yol
tut" (İsra, 17/110). Hitabın peygambere olduğu söylendiği gibi, Kur'an'ı
dinleyene olduğu da söylenmiştir. Evla olan ise genel olmasıdır.
Dille
yapılan zikre, kalbin de katılması ve manalarını düşünmesi gerekir. Sadece
dille yapılan zikrin hiçbir faydası yoktur. Ona sevap da verilmez. Zikri kalble
ve dille yapmalı, zikir istekle ve korku ile olmalıdır.
Zikir
için en uygun vakitler; sabah ve akşam vakitleridir: Çünkü günün bu iki vakit
dışında kalan kısmı, çalışmak ve geçim sağlamak içindir. Bu iki vakit ise,
sükûn ve huzur vaktidir.
Buharî
ve Müslim'de Ebu Musa el-Eş'ari'nin şöyle dediği naklolunur: İnsanlar, bazı
zamanlarda dua ederken seslerini yükselttiler. Bunun üzerine, Peygamber (s.a.)
şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Canınıza acıyın, sesinizi yükseltmeyin!
Şüphesiz siz, ne sağır çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz! Dua ettiğiniz,
muhakkak ki sizinle beraberdir. Hem O, sesinizi çok iyi işitir; O, size çok
yakındır."
"Gafillerden
olma" ayeti zikir emrini pekiştirmekte ve Allah'ı zikirde gafleti
nehyetmektedir. Kalbi Allahla sürekli ilgili tutmak, kalbin Allah'a itaati ve
insan ondan gaflet ettiği zaman, kudret ve azametinden korku içinde olması
gerekir.
Sonra
Allahu Teâlâ, daha önce geçen emir ve nehyini zikre teşviği pekiştirerek:
"Şüphesiz Rabbinin katında olanlar ibadet etmekten asla kibirlenmezler ve
onu teşbih ederler" buyurdu. Yani, Allah'a yakın olan melekler, Allah'a
ibadet etmekten kibirlenmezler, onun azamet ve kibriyasına lâyık olmayan her
şeyden onu tenzih ederler, sadece ona dua ve secde ederler, ona hiçbir şeyi ortak
koşmazlar.
Bu,
çoğu itaat ve ibadetlerinde kendilerine uyulması için, meleklerin durumlarını
hatırlatmadır. Bunun için bize, burada ve diğer tilavet secdelerinde secde
etmek meşru kılındı. Bu, Kur'an'daki ilk secdedir. Onu okuyana, dinleyene
secde etmek icma ile sabittir. İbni Mace, Ebu'd-Derda vasıtasıyla Hz.
Pey-gamber'in, bunu Kur'an'ın secdeleri içinde saydığını rivayet eder.
Ayet,
gizli zikrin daha faziletli olduğunu ifade eder. Ahmet ve İbni Hıbbân, Sa'd
vasıtasıyla Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Zikrin
hayırlısı, gizli olanıdır."
[378]
Kur"an'a
karşı edepli olmak, şer'an istenen bir emirdir. Allah'a saygı göstermek, aklen
ve şer'an vaciptir. Allahu Teâlâ'yı zikretmek, kalbi ve nefsi Allah'a
bağlamanın bir vasıtasıdır. Melekler, devamlı ibadet ve teşbih halindedirler.
Sahih
olan, Kur'an okunurken, namazda ve namaz dışında, her durumda onu dinlemek ve
susmak vaciptir.
Fakat,
imamın arkasında ona uyan kimsenin kıraati konusunda alimler ihtilaf
etmişlerdir. Açık okunan ve gizli okunan namazda cemaatten kıraat düşer mi,
vacip midir, yahut da kıraat gizlice okunan namazda mı vaciptir?
1- Hanefîler'e göre: İmama uyan kimse, imam ister açık, ister gizli
okusun, kesinlikle susar. Ayetin zahiri bunu ifade eder. Çünkü Allah,
dinlenilmesini ve susulmasını istemiştir. Cehrî namazlarda, ikisi birden
tahakkuk eder. Cehrî olmayan namazlarda da susulur. Zira imam okumaktadır.
İmama uyan kimsenin susması gerekir. İbni Ebî Şeybe'nin Ebu Hüreyre'den tahric
ettiği hadis de bu görüşü destekler. Resulullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"İmama uyulduğunda, o tekbir aldığı zaman, siz de tekbir alın. O sustuğu
zaman, siz susun." Aynı hadisi daha önce geçtiği gibi, Müslim, Ebu
Musa'dan rivayet eder. Yine İbni Ebî Şeybe, Cabir'den Peygamber (s.a.)'in şöyle
buyurduğunu nakleder: "İmamın kıraati, imama uyanın kıraati yerine
geçer". Bu hadis, her ne kadar
mürsel ise de, Hanefilerce delil olarak gösterilir. Ebu Hanife bunu, sahih bir
senetle merfu olarak rivayet etmiştir.
Bu,
Ali, İbni Mesud, Sa'd, Cabir, İbni Abbas, Ebu'd-Derda, Ebu Said el-Hudrî, İbni
Ömer, Zeyd b. Sabit ve Enes (r.a.) gibi birçok sahabinin görüşüdür.
2- Maliküer ve Hanbelîler'e göre: Bunlara göre, imama uyan kimse, imam
gizli kıraat ettiği zaman okur, açıktan kıraat ettiği zaman okumaz. Bu, Urve b.
Zübeyr, Kasım b. Muhammed ve Zührî'nin görüşüdür.
Onların
delili iki hadistir: Birincisi, Malik, Ebu Davud, Nesai'nin Ebu Hüreyre'den
rivayet ettiği şu hadistir. Resulullah (s.a.), açık kıraatta bulunduğu bir
namazı bitirip cemaata karşı dönerek: "Sizden biraz önce, namazda kıraat
eden oldu mu?" buyurdu. Bir adam: Evet ey Allah'ın Rasulü dedi. Bunun
üzerine Resulullah: "Ben okuyorum, kıraatta bana iştirak olunmasın"
buyurdu. Bundan sonra, artık insanlar Resulullah (s.a) namazlarda açıktan
kıraat ettiği zaman Kur'an okumaktan vazgeçtiler.
İkincisi
-Müslim'in İmran b. Hasin'den rivayet ettiği şu hadistir: Resulullah (s.a.)
bize, öğle veya ikindi namazını kıldırdıktan sonra şöyle dedi: Hanginiz, benim
arkamda "Sebbihisme rabbike'l-a'lâ"yı okudu? Birisi: "Ben"
dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.): Bazılarınız onunla benim kafamı
karıştırdı" buyurdu.
Ubade
b. Samit'ten rivayet olunur: Resulullah (s.a.) sabah namazını kıldırdı. Ona
kıraat ağır geldi. Nihayet namazı bitirip cemaate döndü ve: "Görüyorum ki
imamınızın arkasında kıraat ediyorsunuz?" dedi. Ubade şöyle der: Evet ya
Resulullah." Resulullah Efendimiz: "Ümmü'l-Kur'an müstesna,
Kur'an'dan başka ayet okumayın" buyurdu.
Fakat,
bu iki hadis Şafiî mezhebinin delillerindendir. Maliki ve Hanbelî mezheplerinin
delillerinden değildir.
3- Şafitlere göre: Bu mezhebe göre ister imama uyanlar olsun, isterse yalnız
başına kılsın, ister cehren, isterse gizlice okunan namaz olsun, namaz kılan
kimse, mutlaka fatiha suresini okur. Bu hususta gördüğümüz gibi, daha önce
geçen iki hadisle ve: "Kur'an'dan kolay olanı okuyun" (Müzemmil,
73/20) aye-tiyle ve Ahmed, Kütüb-i Sitte sahiplerinin Ubade b. Samit'ten
rivayet ettikleri: "Kitabın fatihasını okumayanın namazı yoktur"
hadisiyle istidlal ederler. Bu-harî ve Beyhakî'nin seçtikleri görüş de budur.
"Rabbini
içinden yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an.."
ayeti, zikirde sesi yükseltmenin yasak olduğuna işaret eder.
"Ve
yalnız O'na secde ederler" ayeti ise bu ayeti okuyandan yahut duyandan
secde isteğim ifade eder. Tilavet secdesi, secde etmekten kaçman müşrikleri
zorlamak ve meleklere uymak için meşru kılındı. Müslim, Ebu Hüreyre'den şu
rivayeti yapmıştır: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ademoğlu, secde
ayetini okur da secde ederse, şeytan şöyle diyerek ağlar ve ayrılır: Vah vah!
Ademoğlu secde ile emrolundu, secde etti, cennet onun. Ben secde ile emrolundum,
secde etmekten kaçındım, cehenneme gideceğim.."
Secdeye
vardığı zaman, İbni Mace'nin İbni Abbas'dan rivayet ettiği gibi, Peygamber
(s.a.)'in söylediği şu sözleri söyler: "Allahım, bununla benden günahımı
affet, onunla bana mükâfat yaz, onu benim için yanında bir hayırlı amel
yap." Bir rivayette de şöyle gelmiştir: "Allahım, göz bebeğim sana
secde etti, kalbim sana iman etti. Allahım, beni, bana fayda verecek bir ilimle
ve beni yükseltecek bir amelle rızıklandır."
Tilavet
secdesinin vücubu hakkında alimler ihtilaf etmiştir: Malik, Şafiî ve Ahmed'e
göre vacib değildir. Bu hususta delilleri, Sahihu'l-Buhari'de geçen Hz. Ömer
hadisidir. Hz. Ömer minberdeyken, bir secde ayeti okudu, minberden indi, secde
etti. Onunla beraber cemaat da secde etti. Sonra onu diğer cuma okudu,
insanlar secde etmek için hazırlandı. Bunun üzerine, Hz. Ömer: "Ey
insanlar! Yavaş olun! Allah onu bize vacip kılmadı, isteğimize bıraktı"
dedi. Bu, ensar ve muhacir sahabe topluluğunun huzurunda vuku buldu.
Peygamber
(s.a.)'in terketmemesi, müstehab oluşuna işaret eder. Peygamber (s.a.)'in:
"Ademoğlu, secde ile emrolundu" sözü ise, vacib olan secdeyi bildirir.
Ebu
Hanife'ye göre, tilavet secdesi vaciptir. Çünkü secde etmenin mutlak olarak
emredilmesi, onun vacip oluşuna işaret eder. Peygamber (s.a.)'in: "Ademoğlu,
secde ayeti okuduğu zaman, şeytan ağlayarak ve vah vah diyerek uzaklaşır"
(Ebû Küreyb'in bir rivayetinde: "Vah bana" şeklindedir) hadisi, yine
Müslim'in rivayet ettiği, Peygamberimizin İblis'ten haber veren: "Ademoğlu
secde ile emrolundu, secde etti, cenneti kazandı, ben secde ile emrolundum, secde
etmedim, cehennemi hak ettim" hadisi, tilavet secdesinin vücubuna işaret
eder.
Tilavet
secdesinde de, namazdaki gibi taharet, niyet, istikbal-i kıble ve vakit gibi
şeyler hususunda herhangi bir ihtilaf yoktur.
Tilavet
secdesinin vakti meselesine gelince; secde ayeti okunduğu zaman secde
edilebileceği gibi, diğer zamanlarda da secde edilebilir, denilmiştir. Bu
görüş, Şafiî ve bir grup alimin görüşüdür. Bunlara göre secde, bir sebebten dolayı
namaz olma durumundadır. Bazılarına göre de, nafile namazların mekruh olmadığı
vakitlerde (sabah namazından ve ikindi namazından sonra nafile namaz kılmak
mekruhtur) secde eder. Bu, Hanefilerin ve Malikîlerin görüşüdür. Bu iki görüş
arasındaki ihtilafın sebebi ikindiden ve sabah namazından sonra namaz kılma
yasağının genel olması ve bu iki vakitte namazın nehyolunuşu-nun manasında
ihtilaf olunmasından dolayıdır.
Tilavet
secdesi yapan kimse, iftitah tekbiri alır mı, ellerini kaldırır mı, tekbir alır
mı, secde eder mi? Bu hususta fakihler ihtilaf etmişlerdir. Şafii, Ah-med,
İshak, tilavet secdesi yapan kimsenin, tekbir alacağı ve tekbir için ellerini
kaldıracağı görüşündedirler. İbni Ömer'den gelen rivayette, Peygamber
(s.a.)'in, secde ettiği zaman tekbir getirdiği, ellerini kaldırdığı zaman
tekbir aldığı rivayet olunmuştur.
İmam
Malik'in meşhur olan görüşü şudur: Tilavet secdesi yapan kimse, namazdayken
tilavet secdesi için secdeye giderken ve kalkarken tekbir alır. Namazın
dışındayken tekbir alıp almaması hususunda İmam Malik'ten farklı görüşler
vardır.
Alimlerin
çoğunluğu ise şöyle demiştir: Tilavet secdesinin selamı yoktur. Şafiîlere göre,
selâm vardır. İbnü'l-Arabî'nin dediğine göre, bu daha uygundur. Çünkü Ahmed,
Ebu Davud, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ali'den rivayet ettikleri hadiste Peygamber
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Namazın anahtarı temizlik, tah-rimi tekbir,
tehlili selâm vermektir." Bu bir tekbiri olan ibadettir, cenaze namazı
gibi, belki de ondan daha evlâ olarak tehlil vardır. Çünkü tilavet secdesi bir
fiildir, cenaze namazı ise bir kavildir.
Eğer
bir şahıs bir namazda secde ayeti okursa, nafile namazındaysa secde eder; farz
namazdaysa, İmam Malik'ten meşhur olan görüşe göre secde etmez. Çünkü bu
durumda farz namazın secde sayılarını artırma ve cemaatın karışıklığa düşme
korkusu vardır.
[379]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/429.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/429.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/429-431.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/432.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/432.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/432-433.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/433-434.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/434.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/435.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/435.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/435-436.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/436.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/436.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/437.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/437.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/438
[17] Razî, 14/23.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/438-441.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/441-442.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/442.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/443.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/443.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/443-444.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/444-445.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/446-447.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/447.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/447-448.
[28] Râzî,XIV/30. 2- Taberî, V/94.
[29] Kurtubî, VIII/169.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/448-451.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/451-453.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/454-455.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/455.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/455-456.
[35] Bu buyruk, Yüce Allah'ın şu buyruklarını
andırmaktadır: "Allah size saparsınız diye açıklamaktadır." (Nisa,
4/176). Yani sapmayasınız diye, demektir. Yine, "Ve o sizi çalkalar diye
yeryüzüne sabit dağlar bıraktı." (Nahl, 16/15; Lokman, 31/10) buyruğu da,
sizi çalkalamasın diye, anlamındadır.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/456-458.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/459-460.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/461.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/461-462.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/462.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/462-464.
[42] Adı Cerhed b. Huveylid olup, sahabidir.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/464-466.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/467.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/467-468.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/468.
[47] İbni Kesir, 11/108.
[48] İbni Kesir, 11/209.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/468-471.
[49] Râzî, XIV/57.
[50] Taberî, VIII/159
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/471-472.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/473.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/473.
[54] Bunlann el-Hums diye adlandırılmalarının sebebi,
dinlerinde hamaset göstermeleri, yani sıkı sıkıya bağlı görünmeleridir. Hamaset
ile kahramanlık aynı anlamdadır.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/473-474.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/474-475.
[57] Kurtubî, VII/192; el-Kâsımî, Mehâsinu't-Te'vîl,
VII/2664.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/475-477.
[59] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/33.
[60] İbnül-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 11/771.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/477-480.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/481.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/481.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/481.
[65] Razî, 3OV/67.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/482-483.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/483-484.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/485.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/485.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/485-486.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/486-487.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/488.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/488.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/488-489.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/489.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/49-491.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/491.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/491-494.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/494.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/495.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/495-496.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/496.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/496-497.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/497.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/498.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/498-499.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/499.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/499-500.
[88] Kurtubî, VII/208-209.
[89] İbni Kesîr, 11/215.
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/500-501.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/502-503.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/503.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/503-506.
[94] Tırnak içerisindeki "ancak" kelimesi metinde
yoktur, fakat bu kelime olmaksızın ibarenin doğru olarak anlaşılmasına imkân
bulunmamaktadır. Nitekim bu cümlenin aynen alındığı kaynak olan Fahrüddin
er-Razî'nin Tefsirü'l-Kebir' inde de (bkz. XTV770) "ancak" anlamını
veren "illâ" istisna edatı bulunmaktadır (Çeviren).
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/506-507.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/508.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/508.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/508-509.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/509-510.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/511.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/511.
[102] Razî, XTV793.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/511-513
[104] Bu hadisin mevzu olduğu ve Hz. İsa'nın söylediği
sözler arasında rivayet edildiği de söylenmiştir, bkz. Keşfu'l-Hafâ, 1099
no'lu hadis (Çeviren).
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/514.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/515-516.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/516.
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/516-517.
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/517-518.
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/519.
[111] Binek hayvanın üzerine konulan taht.
[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/519-520.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/520.
[114] İbni Kesîr, 11/220.
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/520-523.
[116] Kurtubi VII/223.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/523-524.
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/525-526.
[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/526.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/526.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/526-528.
[122] Alûsî, Ruhu'l-Meânî, VIII/140.
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/528-529.
[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/530.
[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/530-531.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/531.
[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/531-533.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/533.
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/534-535.
[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/535.
[131] Tarihçilerden, İdris Peygamber (a.s.)'in Nuh
(a.s.)'dan önce olduğunu söyleyenler, aslında ...Kurtubî'nin şu delile
dayanarak belirttiği gibi... vehmetmiş, yanılmışlardır. Söz konusu sahih hadis
İsra hadisesi ile ilgili olup Peygamber (s.a.) Hz. İdris ile karşılaştığında
Hz. İdris ona, "Salih peygambere ve Salih kardeşe merhaba" demiş,
fakat Hz. Adem, Nuh ve İbrahim gibi ona "Salih evlâda merhaba"
dememiştir.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/535-538.
[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/538-540.
[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/540-541.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/543.
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/543-544.
[137] Bu anlatılanların ve benzerlerinin sahih bir senedi
olmadığı bir takım tarihi rivayetler olduğu' ayrıca, Beytin yani Kabe'nin Hz.
İbrahim ile Hz. İsmail tarafından bina edildiği göz önünde bulundurulması ve bu
rivayetlerin, ihtiyatla karşılanması gerekir. (Çeviren).
[138] Zemahşerî, 1/554 vd.
[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/544-546.
[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/546-549.
[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/549-550.
[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/552.
[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/552.
[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/553.
[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/555.
[146] Zemahşerî, 1/555-556; İbni Kesir, 11/228.
[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/555-558.
[148] Râzî, XIV/165.
[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/558-560.
[150] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/561.
[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/561-562.
[152] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/562.
[153] Prof. Abdulvehhab en-Neccar, Kasasu'l-Enbiyâ, s. 113.
[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/562-563.
[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/563-565.
[156] Prof. Dr.Vehbe Zuheyli; İslam Fıkhı Ansiklopedisi,
VT/66.
[157] Prof. Dr.Vehbe Zuheyli; İslam Fıkhı Ansiklopedisi,
VT/66.
[158] İbnu'l-Arabî, Ahkamu'l-Kur'an'da (11/777) der ki: Bu
hadis icma ile merduttur. Ona iltifat olunmaz.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/565-566.
[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/567.
[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/567-568.
[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/568-570.
[162] Zemahşerî, 1/559.
[163] Râzî, XTV/173.
[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/570-574.
[165] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/574-575.
[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/10.
[167] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/10.
[168] İbni Kesir, 11/232.
[169] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/10-13.
[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/13-14.
[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/15.
[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/15-16.
[173] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/16.
[174] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/16-17.
[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/17-18.
[176] Zemahşeri, 11/563.
[177] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/19-20.
[178] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/20.
[179] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/20.
[180] Râzi, XIV/185.
[181] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/20-22
[182] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/22.
[183] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/23.
[184] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/23.
[185] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/23-25.
[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/25.
[187] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/27.
[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/27.
[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/27.
[190] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/27-30.
[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/30-32.
[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/32-35.
[193] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/35-37.
[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/38.
[195] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/38.
[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/38-39.
[197] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/39-40.
[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/41.
[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/41-43.
[200] Razî, XIV/207-208.
[201] İbnü'l-Arabi, Ahkâmü'l-Kur'an, 11/779.
[202] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/43-44.
[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/45-46..
[204] Razî,XIV/212.
[205] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/47-48.
[206] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/49.
[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/49-50.
[208] Neccar, Kısasu'l-Enbiya, 198.
[209] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/50-53.
[210] Kurtubî,
VII/226.
[211] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/53-55.
[212] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/56.
[213] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/56-57.
[214] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/57.
[215] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/58.
[216] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/58.
[217] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/58-59.
[218] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/59.
[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/60
[220] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/60
[221] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/60-61.
[222] Razi, XTW223.
[223] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/61-62.
[224] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/62-63.
[225] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/64.
[226] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/64-65.
[227] Razî, XIV/226.
[228] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/65.
[229] Razî, XIV/226; Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/34.
[230] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/65-67.
[231] Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'an, 111/35.
[232] Razî, XIV/229-235; Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/34-35.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/67-69.
[233] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/70.
[234] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/70-71.
[235] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/71-72.
[236] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/72.
[237] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/73.
[238] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/73.
[239] İbni Kesîr, 11/247.
[240] Razî, XV/5.
[241] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/73-75.
[242] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/75-76.
[243] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/77.
[244] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/77-78.
[245] Razî, XV/11.
[246] Zemahşeri, 1/578.
[247] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/78-79.
[248] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/783.
[249] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/79-81.
[250] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/82.
[251] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/82.
[252] İbni Kesir, 11/248
[253] İbni Kesir, 11/248
[254] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/82-84.
[255] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/84.
[256] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/85.
[257] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/85.
[258] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/85.
[259] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/85-86.
[260] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/86.
[261] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/87.
[262] Razî, XV/17-18.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/87-88.
[263] İbni Kesir, 11/250.
[264] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/88-89.
[265] Razî, XV/19.
[266] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/89-90.
[267] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/91.
[268] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/91-93.
[269] İbni Kesir Tefsir' inde (11/251) bu hadisin sağlam
olduğunu, Enes (r.a.)'dan sahih olarak rivayet edildiğini söyler.
[270] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/93-96.
[271] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/96-99.
[272] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/100.
[273] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/100-101.
[274] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/101-102.
[275] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/103.
[276] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/103-104.
[277] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/104-105.
[278] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/105-106.
[279] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/107.
[280] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/107.
[281] Razî, XV/34 v.d.
[282] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/107-109.
[283] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/109.
[284] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/110-111.
[285] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/111.
[286] bkz. Zemahşeri, 11/584-585.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/111-112
[287] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/112-114.
[288] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/114-115.
[289] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/117.
[290] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/117-118.
[291] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/118.
[292] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/118-120.
[293] Razi, XV/14.
[294] Kurtubî, VII/311-312.
[295] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/120-122.
[296] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/123.
[297] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/123-124.
[298] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/124.
[299] Razi, XV714; İbn Kesîr, 11/261-264.
[300] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/124-126.
[301] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/126.
[302] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/127.
[303] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/127.
[304] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/128.
[305] Razî, XV/54.
[306] İbniKesîr, 11/264.
[307] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/128-129.
[308] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/129-130.
[309] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/131.
[310] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/131.
[311] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/131.
[312] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/131-133.
[313] Zemahşeri, 1/588.
[314] İbni Kesîr, 11/267.
[315] Beyzavî, s. 229.
[316] Razî, XV/20-23.
[317] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/133-134.
[318] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/135.
[319] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/135
[320] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/136.
[321] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/136-137.
[322] İbnül-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/798-805.
[323] İbnül-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/798-805.
[324] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/137-139.
[325] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/140-141.
[326] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/141.
[327] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/141.
[328] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/141-144.
[329] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/36. 2- Kurtubî,
VII/331-333.
[330] İbnü'l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/807.
[331] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/144-146.
[332] İbni Kesir, 11/271.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/147.
[333] Kurtûbî, VII/335.
[334] İbni Kesir, 11/271.
[335] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/147-148.
[336] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/148.
[337] Razî, XV/80.
[338] Alûsî, K/134.
[339] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/148-150.
[340] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/150-151.
[341] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/152.
[342] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/152.
[343] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/152-153.
[344] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/153.
[345] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/153-154.
[346] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/155.
[347] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/156.
[348] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/156.
[349] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/156.
[350] İbni Kesir, 11/275.
[351] İbni Kesir, 11/275-276.
[352] Zemahşeri, 11/592.
[353] Razî, XV/67 vd.
[354] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/156-159.
[355] Zemahşeri, 11/592.
[356] Razî, XV/89.
[357] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/159-161.
[358] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/162.
[359] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/162-163.
[360] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/163.
[361] İbni Kesir, 11/276.
[362] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/163-165.
[363] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/165-166.
[364] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/167.
[365] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/167.
[366] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/167-170.
[367] Kurtubî, VII/347; İbn Kesîr, 11/277 v.d.
[368] Razî, XV/100.
[369] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/170-172.
[370] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/173.
[371] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/173.
[372] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/173.
[373] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/173-174.
[374] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/174.
[375] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/175.
[376] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/175-176.
[377] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/176.
[378] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/176-177.
[379] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/178-180.