A'RÂF SURESİ 9

Surenin Adı: 9

Surenin Muhtevası: 9

Kur'an-ı Kerim'e Uymak.. 10

İ'râb: 10

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 10

Açıklaması 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 11

Peygamberleri Yalanlamanın Dünyadaki Cezası 12

Belagat: 12

Kelime ve İbareler: 12

Ayetler Arası İlişki 12

Açıklaması 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 12

Ahirette Küfrün Cezası Ve Ameller Dolayısıyla İnceden İnceye Hesaba Çekilme. 13

Belagat: 13

Kelime ve İbareler: 13

Ayetler Arası İlişki 13

Açıklaması 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 15

Mizan: 16

Allah'ın Kulları Üzerindeki Nimetlerinin Çokluğu. 16

Kelime ve İbareler: 16

Ayetler Arası İlişki 16

Açıklaması 16

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 17

Hz. Adem'e Secde Emri İle İnsanlığın Taltif Edilmesi, Şeytanın Aldatması Ve Cennetten Kovulması 17

Belagat: 17

Kelime ve İbareler: 18

Ayetler Arası İlişki 18

Açıklaması 18

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 20

Hz. Adem'in Cennetteki Kıssası Ve Oradan Çıkartılması 21

Belagat: 21

Kelime ve İbareler: 22

Ayetler Arası İlişki 22

Açıklaması 22

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 24

Ademoğullarının Dünyadaki İhtiyaçlarının Karşılanması Ve Şeytanın Fitnesine Karşı Uyarılıp Sakındırılması 25

Belagat: 25

Kelime ve İbareler: 25

Ayetler Arası İlişki 25

Açıklaması 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 26

Müşriklerin Teşrîî (Yasa Koymaları) Atalarını Taklitten İbarettir. Allah'ın Teşrîî İse Peygamberine Gönderdiği Bir Vahiydir  27

İ'râb: 27

Kelime ve İbareler: 28

Ayetler Arası İlişki 28

Açıklaması 28

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 30

Süsün, Hoş Ve Temiz Olan Yiyecek Ve İçeceklerin Mübahlığı 30

Belagat: 30

Kelime ve İbareler: 31

Nüzul Sebebi 31

Ayetler Arası İlişki 31

Açıklaması 31

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 33

İnsanlara Yasak Olan Esas Haramlar. 34

Belagat: 34

Kelime ve İbareler: 34

Ayetler Arası İlişki 35

Açıklaması 35

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 36

Her Bir Ümmetin Ve Kişinin Eceli 36

Kelime ve İbareler: 36

Ayetler Arası İlişki 36

Açıklaması 36

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 37

Her Bir Ümmete Peygamberi Aracılığıyla Yapılan Hitap Ve Yalanlayanların Allah'ın Ayetleri İle Korkutulmaları 37

Kelime ve İbareler: 37

Ayetler Aeası İlişki 38

Açıklaması 38

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 38

Yalanlamanın Akıbeti Ve Kafirlerin Cehenneme Giriş Tablosu. 38

Kelime ve İbareler: 39

Ayetler Arası İlişki 39

Açıklaması 39

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 40

Kâfirlerin Cezası 41

Belagat: 41

Kelime ve İbareler: 41

Ayetler Arası İlişki 41

Açıklaması 41

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 42

Takva Sahibi Müminlerin Mükafatı 42

İ'râb: 42

Kelime ve İbareler: 43

Ayetler Arası İlişki 43

Açıklaması 43

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 44

Cennetlikler, Cehennemlikler Ve Araftakiler Arasındaki Konuşma. 44

Kelime ve İbareler: 45

Ayetler Arası İlişki 45

Açıklaması 45

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 47

Araftakiler İle Cehennemlikler Arasındaki Tartışma. 47

Kelime ve İbareler: 47

Ayetler Arası İlişki 47

Açıklaması 48

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 48

Cehennemliklerin Cennettekilere Söyleyecekleri Veya Cehennemliklerin Kendilerine Yiyecek Ve İçecek Yardımında Bulunmaları İçin Cennetliklerden İmdat İstemeleri 48

Kelime ve İbareler: 49

Ayetler Arası İlişki 49

Açıklaması 49

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 50

Kur'an-ı Kerimi Yalanlayanların Kıyamette Pişmanlıklarını Açığa Vurmaları Ve Şefaat İstemeleri 50

Kelime ve ibareler: 51

Ayetler Arası İlişki 51

Açıklaması 51

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 52

Yaratan Ve Emreden Allah, Hem Rab Hem İlâhtır. 52

Belagat: 52

Kelime ve İbareler: 53

Ayetler Arası İlişki 53

Açıklaması 53

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 55

Duanın Meşruluğu, Adabı Ve Yeryüzünde Fesat Çıkarmanın Haram Kılınması 56

İ'râb: 56

Kelime ve İbareler: 56

Ayetler Arası İlişki 56

Açıklaması 56

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 57

Yağmurun Yağdırılması, Bitkilerin Çıkartılması Ve Bunların İlâhî Kudrete Delâletleri İle Öldükten Sonra Diriliş  58

Belagat: 58

Kelime ve İbareler: 59

Ayetler Arası İlişki 59

Açıklaması 59

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 60

Nuh (A.S.) Kıssası 60

Kelime ve İbareler: 61

Ayetler Arası İlişki 61

Hz. Nuh (a.s.) Kıssası: 61

Açıklaması 62

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 64

Hz. Hud (A.S.) Kıssası 64

Belagat: 65

Kelime ve İbareler: 65

Hz. Hûd (a.s.) Kıssası: 65

Açıklaması 67

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 68

Hz. Salih (A.S.) Kıssası 69

Belagat: 69

Kelime ve İbareler: 69

Ayetler Arası İlişki 69

Hz. Salih (a.s.) Kıssası: 70

Açıklaması 71

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 73

Hz. Lut (A.S.) Kıssası 74

Belagat: 74

Kelime ve İbareler: 74

Ayetler Arası İlişki 74

Hz. Lût (a.s.) Kıssası: 74

Açıklaması 75

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 76

Hz. Şuayb (A.S.) Kıssası 77

I'râb: 77

Kelime ve İbareler: 77

Hz. Şuayb (a.s.) Kıssası: 78

Açıklaması 79

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 81

Şuayb (A.S.)'ın Kavmiyle Konuşmasının Devamı, Halkın Zelzele Île Cezalandırılması 82

Belagat: 82

Kelime ve İbareler: 82

Açıklaması 82

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 84

Allah'ın, Milletleri Helak Etmeden Önce Darlığa Sokması, Bolluğa Çıkarması Konusundaki Kanunu. 84

Belagat: 85

Kelime ve İbareler: 85

Ayetler Arası İlişki 85

Açıklaması 85

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 86

Hayrın Artması İçin İmana Teşvik, Erken Gelen Azapla Küfürden Korkutma. 86

Belagat: 86

Kelime ve İbareler: 87

Ayetler Arası İlişki 87

Açıklaması 87

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 88

Helak Edilen Ülke Halkının Kıssalarından İbret Almak.. 88

Kelime ve İbareler: 88

Ayetler Arası İlişki 88

Açıklaması 89

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 89

Musa (As.)'ın Firavun Ve Avanesiyle Olan Kıssası 89

Belagat: 90

Kelime ve İbareler: 90

Ayetler Arası İlişki 90

Musa (a.s.) Kıssası: 90

Musa (a.s.) Kıssasından Alınacak İbretler: 92

Açıklaması 93

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 94

Sihirbazların Alemlerin Rabbine İnanması 96

Belagat: 96

Kelime ve İbareler: 96

Açıklaması 96

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 96

Firavunun Sihirbazları Tehdidi, Onların Allah'a İmanda Israrları 97

Kelime ve İbareler: 97

Açıklaması 97

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 98

Firavun Ve Adamlarının Musata Ve Kavmine Zulme Yönelmesi 99

Açıklaması 99

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 100

Firavun Ailesinin Çeşitli Dünya Azaplarına Uğraması. Dokuz Mucize. 100

Belagat: 100

Kelime ve İbareler: 100

Açıklaması 101

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 102

Azabın Kaldırılması İçin Musa (A.S.)'A Sığınmaları, Verdikleri Sözden Caymaları, Firavun Ve Kavminin Boğulması 104

Kelime ve İbareler: 104

Açıklaması 104

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 105

İsrailogulları'nın, Firavunlardan Sonra Mısır'a, Amalikadan Sonra Şam'a Vâris Oluşları 105

Belagat: 105

Kelime ve İbareler: 105

Açıklaması 105

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 106

Israılogulları'nın Allah'ın Kendilerine Olan Nimetlerini İnkâr Etmeleri 106

Belagat: 106

Kelime ve İbareler: 106

Ayetler Arası İlişki 106

Açıklaması 107

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 107

Musa'nın Rabbiyle Konuşması, O'nu Görmek İstemesi Ve Kendisine Tevrat'ın İndirilmesi 108

Belagat: 108

Kelime ve İbareler: 108

Ayetler Arası İlişki 109

Açıklaması 109

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 110

Mütekebbirlerin Büyük İlahi Delilleri Anlamaktan Alıkonulmaları: Kibirlenmenin Ve Küfrün Cezası 111

Kelime ve İbareler: 111

Ayetler Arası İlişki 111

Açıklaması 112

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 112

Samirî Ve Buzağı Kıssası 113

Belagat: 113

Ayetler Arası İlişki 113

Açıklaması 113

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 114

Musa (A.S.)'In Harun (A.S.)'a Kızması 115

Kelime ve İbareler: 115

Ayetler Arası İlişki 115

Açıklaması 115

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 116

Zalimlerin Cezası, Tevbe Edenlerin Bağışlanması 117

Kelime ve İbareler: 117

Ayetler Arası İlişki 117

Açıklaması 117

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 118

Buzağıyı İlah Edinme Olayının Sonu. 118

Belagat: 118

Kelime ve İbareler: 118

Ayetler Arası İlişki 119

Açıklaması 119

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 119

Hz. Musa (A.S.)'In Rabbi İle Konuşması, Onu Görme Ve Münacatta Bulunmak İçin Yetmiş Kişi Seçmesi 119

Kelime ve İbareler: 119

Ayetler Arası İlişki 119

Açıklaması 120

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 120

Musa (A.S.)'In Yaptığı Duanın Kalan Kısmı Ve Onun Peygamberliği İle Rasûlullah'ın Peygamberliği Arasındaki İman Bağı 121

Belagat: 121

Kelime ve İbareler: 121

Açıklaması 122

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 123

İslâm Davetinin Genelliği 125

Ayetler Arası İlişki 125

Açıklaması 125

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 126

Musa (A.S.)'Nın Kavminden Hakka Tabi Olanlar, Allah'ın Tih Çölünde İsrailoğulları'na Nimetleri 126

Kelime ve İbareler: 126

Ayetler Arası İlişki 127

Açıklaması 127

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 128

İsrailoğulları'nın Beyt-i Makdis'e Yerleşmeleri 128

Kelime ve İbareler: 128

Ayetler Arası İlişki 128

Açıklaması 128

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 129

Cumartesi Günü Balık Avlamak İçin Yahudilerin Düşündükleri Hile, Emre Muhalefet Edenlerin Cezalandırılması 129

Kelime ve İbareler: 129

Ayetler Arası İlişki 130

Olayın Özeti: 130

Açıklaması 131

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 131

Dağın Yahudiler Üzerine Kaldırılması, Kıyamete Kadar Zillete Duçar Edilmeleri, Yeryüzüne Dağıtılmaları Ve Salihlerin İstisna Edilmesi 132

Belagat: 132

Kelime ve İbareler: 132

Ayetler Arası İlişki 133

Açıklaması 133

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 134

İnsandan Alınan Genel Söz. 135

Belagat: 135

Kelime ve İbareler: 136

Ayetler Arası İlişki 136

Açıklaması 136

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 137

Bel'am Bin Bâûra Gibi Sapık Yalancıların Kıssası 137

Belâğât: 138

Kelime ve İbareler: 138

Ayetler Arası İlişki 138

Açıklaması 138

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 139

Hidayet Ve Sapıklık Sebepleri 139

Belagat: 139

Kelime ve İbareler: 139

Ayetler Aeası İlişki 140

Açıklaması 140

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 140

Allah'ın Güzel İsimleri 141

Kelime ve İbareler: 141

Ayetler Arası İlişki 141

Nüzul Sebebi 142

Açıklaması 142

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 142

Hidayete Erenler Ve İslâm Davetini Yalanlayanlar. 144

Kelime ve İbareler: 144

Nüzul Sebebi 144

Ayetler Arası İlişki 144

Açıklaması 144

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 146

Kıyametin İlmi Allah Katındadır. 147

Kelime ve İbareler: 147

Nüzul Sebebi 147

Ayetler Arası İlişki 148

Açıklaması 148

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 149

Bütün İşler Allah'ın Elindedir. Gaybı Bilmek Allah'a Aittir. Peygamberliğin Hakikati 149

Kelime ve İbareler: 150

Nüzul Sebebi 150

Ayetler Arası İlişki 150

Açıklaması 150

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 150

İlk Yaratılışı Hatırlatma, Tevhidi Ve Kur'an'a Uymayı Emir, Şirkten Nehiy. 151

I'rab: 151

Belagat: 151

Kelime ve İbareler: 151

Ayetler Arası İlişki 151

Açıklaması 151

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler 153

Kendilerine Tapılan Putların Hakikati 154

I'rab: 154

Kelime ve İbareler: 154

Ayetler Arası İlişki 155

Açıklaması 155

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 156

Toplumsal Ahlakın Esasları, Şeytana Karşı Koyma. 157

Belagat: 157

Ayetler Arası İlişki 157

Açıklaması 157

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 158

Peygamber (S.A.V.)'in İlahî Vahye Uyması, Kur'an'ın Özellikleri 159

Belagat: 160

Kelime ve İbareler: 160

Ayetler Arası İlişki 160

Açıklaması 160

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 160

Kur'an'ı Dinlemek Ve Zikir Yolu. 161

Kelime ve İbareler: 161

Nüzul Sebebi 161

Ayetler Arası İlişki 161

Açıklaması 161

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 162


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

A'RÂF SURESİ

 

(Bu sure 8 ayeti hariç, Mekke'de inmiştir.

Söz konusu ayetler ise "Onlara deniz kıyısındaki o kasabayı sor..." (163.ayet) buyruğundan itibaren başlayıp "... hani biz bir zaman dağı üzerlerine... kaldırmıştık." (171.ayet) buyruğuna kadar olan ayetlerdir.) [1]

 

Surenin Adı:

 

İçinde A'râf adı geçtiğinden dolayı bu sureye A'râf suresi denmiştir. A'râf, cennet ile cehennem arasında bir sûrun adıdır. İbni Cerîr et-Taberî der ki: A'râf urfun çoğuludur. Araplar yeryüzündeki her tümseğe urf adını verirler. Horo­zun ibiğine de yüksekliğinden dolayı urf denilmiştir. İbni Cerîr et-Taberî'nin ri­vayetine göre Hz. Huzeyfe'ye Ashab-ı A'râf hakkında soru sorulmuş o da şöyle cevap vermiştir: Bunlar iyilikleri ve kötülükleri birbirine eşit olan bir topluluk­tur. Yaptıkları kötülükler onları cennetten alıkoymuştur. İyilikleri ise onları ce­hennemden uzak tutmuştur. O balomdan Allah haklarında hükmünü verince­ye kadar orada o sûrun üzerinde durdurulacaklardır. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu sure peygamberlerin kıssalarını genişçe anlatmak, akidenin esaslarını da beyan etmek üzere nazil olmuştur. O bakımdan bu sure En'âm suresini an­dırmaktadır; hatta onun bir açıklaması gibidir. Yüce Allah'ın tevhidini ispatla­mak, öldükten sonra dirilişi, amellerinin karşılıklarının görüleceğini vurgula­mak, vahiy ve risaleti, özellikle de Resulullah (s.a.)'ın peygamberliğinin genel olduğunu ispatlamaktadır.

Mekkî surelerin en uzunu olan A'râf suresi İslâm akidesinin temel ilkele­rinden olan aşağıdaki hususları ihtiva etmektedir:

1- Kur'an Allah'ın kelâmıdır. Sure önce Kur"an-ı Azim'in Allah Rasulünün ebedî mucizesi ve Allah'tan gelen bir nimet olduğunu, onun buyruklarına tabi olmanın zorunlu olduğunu ifade ederek başlamaktadır.

2- Hz. Adem (a.s.)'in insanlığın ilk atası olduğu. Bütün insanlar tek bir atadan üremişlerdir. Allah meleklere bu ataya -ibadet ve takdis amacıyla değil de- tazim ve selâmlama kasdıyla secde etmeleri emrini vermiştir. Şeytan da bu emre karşı gelmiştir.

Burada Hz. Adem ile İblis'in başından geçenler kötülüğün ve batılın sim­gesi haline gelen şeytanın vesvesesi sebebiyle cennetten çıkması, yeryüzüne indirilmesi, Allah'a ibadet etmeye, hayır ve hakka çağıran insan ile mücadelesi daha önce Bakara suresinde anılanlar tekit edilmek üzere burada da tekrar hatırlatılmaktadır.

3- Tevhidin ispatı: Bu ise, Allah'ın vahdaniyetinin ikrar edilmesi, yalnızca O'na ibadet edilip dinin yalnızca O'na halis kılınması, şeriat koymak, helâl ve haram koymak hususlarında yalnızca O'nun hak sahibi olduğunun itiraf edil­mesi demektir: "Rabbinizden size indirilene uyun, ondan başka velilere uyma­yın." (3.ayet)

4- Vahiy ve risalet: Vahiy, sabit ve değişmez bir gerçektir. Burada vahiy Kur'an-ı Kerim'in Resulullah (s.a.)'m kalbine indirilişini de kapsamaktadır. Vahyin özü ise ilâhî elçilikle yükümlü kılınmak ve peygamberlerin insanlara gönderilmesi demektir: "Ey Ademoğulları, içinizden size ayetlerimi anlatacak peygamberler gelince..." (35.ayet)

5- Ahiret âleminde öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılıklarının gö­rüleceğinin vurgulanması: Sure kıyamet gününde öldükten sonra diriliş ve tek­rar yaratılışa dair açıklamaları da ihtiva etmektedir: "İlk önce sizi yarattığı gi­bi yine döneceksiniz." (29.ayet)

Ceza (amellerin karşılıklarının görülmesi), hesap ve bunun sonucunda in­sanların üç fırkaya ayrılması: Cennet ehli olan ve kurtulan müminler fırkası, cehennem ehli olup helak olan kâfirler fırkası, bir de cennet ile cehennem arası bir sûr olan A'râf ashabı.

6- Allah'ın varlığının delilleri: Yüce Allah, göklerle yerin altı günde yara­tılması, gece ile gündüzün arka arkaya gelmesi, Allah'ın emriyle güneşin, ayın ve yıldızların müsahhar kılınması, yeryüzünden türlü mahsullerin çıkartılması gibi varlığına dair pek çok delili de açıklamaktadır.

7- Helak etme tehdidi: Allah başkalarına ibret olmak üzere zalim toplum­ları helak etmiş ve insanları bundan sonra da benzer bir azabın indirümesiyle korkutup uyarmış, ümmete gökten ve yerden bereketleri, hayırları sağnak sağ-nak indirmek için iman ve salih ameli de teşvik etmiştir: "Şayet kasabalar hal­kı inanmış ve sakınmış olsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereketler açardı..." (A'râf, 7/96). Aynı şekilde yeryüzüne mirasçı kılmak ve başkalarının yerine ve başkalarına halife kılmak için de bu teşviki yapmıştır: "Musa kavmi­ne dedi ki: Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Yeryüzü şüphesiz ki Allah'ın­dır, kullarından dilediğine onu miras verir. Güzel akıbet takva sahiplerinindir." (A'râf, 7/158).

8- Peygamberlerin kıssaları: Yüce Allah bu surede bir grup peygamberin kıssasını zikretmektedir: Nuh, Hud, Salih, Lût, Şuayb, Musa (hepsine selâm olsun). Bunlardan maksat ise peygamberlerini yalanlayanların durumlarını hatırlatmak, imanların bunlardan öğüt ve ibret almalarını sağlamaktır. Bu kıssaların en çarpıcı deliller ihtiva edeni ise Hz. Musa'nın tağut Firavun ile ba­şından geçenler, İsrail oğullarının da Allah'ın emrine muhalefet etmeleri sebe­biyle domuzlara dönüştürülerek (mesh ile) cezalandırılmaları ve kötü ilim adamının köpeğe benzetilmesidir: "Dikseydik onu bunlarla yükseltirdik; fakat o yere saplandı ve hevâsına uydu. Artık onun hali o köpeğin hali gibidir ki, üstü­ne varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp so­lur..." (A'râf, 7/176).

9- Putlara ibadetin tenkit edilmesi, fayda ve zarar veremeyen, görmeyen, işitmeyen taş ve heykellere ibadet edenlerle bir çeşit alay edilmesi. Bütün bun­lar, başından sonuna kadar vurgulanmış olan tevhid ilkesini açıklamak için­dir. [3]

 

Kur'an-ı Kerim'e Uymak

 

1- Elif, Lâm, Mîm, Sâd.

2-  (Bu) kendisiyle (insanları) uyarman ve iman edenlere öğüt vermen için sa­na indirilmiş bir Kitap'tır. Ondan dola­yı göğsünde bir sıkıntı olmasın.

3-  Rabbinizden size indirilene uyun. Ondan başka velilere uymayın; ne de az ogüt dinliyorsunuz.

 

İ'râb:

 

"Kendisiyle (insanları) uyarman ve iman edenlere öğüt vermen için..." (li-tünzire) buyruğundaki "lâm" harfi "(ünzile) = indirilmiş" kelimesi ile alâkalı­dır. İfadenin takdiri de şöyledir: Bu, kendisiyle uyarman için sana indirilmiş bir kitaptır. Ayet-i kerimede bu şekilde lâm harfinin taalluk ettiği fiil ile ona taalluk eden ibare arasına da "ondan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın" ifa­desi gelmiştir. (Ancak, mealde bu alâka dolayısıyla ayetin tertibi bozulmuştur.) [4]

 

Belagat:

 

"Ondan dolayı... sıkıntı olmasın" yani onu tebliğ etmekten ötürü kalbine bir darlık gelmesin. Burada muzaf hazfedilmiştir.

"Rabbinizden"; muhataplar zamirine izafet edilmekle birlikte rububiyetin zikredilmesi, Allah'ın kulları olan bu muhataplara oldukça lütufta bulunuldu­ğunun hissettirilmesi, fark ettirilmesi ve emirlerinin yerine getirilmesinin teş­vik edilmesi içindir. [5]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Elif, Lâm, Mîm, Sâd." Bu harfler alfabe harfleri şeklinde, yani söylendiği gi­bi "elif, lâm, mîm, sâd" diye okunurlar. Bakara suresinin ve aynı şekilde Al-i İmran vb. surelerin bu hurûf-ı mukatta'a (mukatta' harfler) denilen harflerle baş­lanmasından maksat, belirttiğimiz gibi şöyledir: Bunlarla Kur"an-ı Kerim'in Arap­ça bu harflerden ve benzerlerinden meydana geldiğine işaret edilmektedir. Acaba fesahat ve belâğatleriyle tanınan Araplar onun bir benzerini ortaya koyabilirler mi? Benzerini ortaya koymaktan aciz olmaları ise, bunun Allah'ın kelâmı olduğu­nu gösterir. O halde bu harflerin hikmeti Kur"an'ın i'câzım beyan etmek ve dinle­yen kimsenin kendisine verilecek hükümlere kulak vermek için dikkatini çekmek­tir.

Meryem, Ankebût, Rûm, Sâd ve Nûn gibi mukatta' harflerle ve Kitab'ı söz konusu ederek başlayan bu sureler, çoğunlukla Mekkî surelerdir ve çoğunlukla müşrikler İslâm'a, peygamberlik ve vahyi kabul etmeye davet edilmektedir, ez-Zehrâveyn diye bilinen Bakara ve Al-i İmran gibi bu harflerle başlayan ve Me­dine'de inmiş surelerde ise davet Kitap Ehli'ne yöneliktir.

"Ondan" onu tebliğ etmekten "dolayı göğsünde bir sıkıntı" insanlar seni yalanlarlar korkusuyla içinde bir darlık "olmasın".

"Onunla insanları uyarman ve iman edenlere öğüt vermen için sana indi­rilmiş bir Kitaptır." Yani bu Kitap, insanları uyarman için indirildiği gibi aynı zamanda faydalı bir hatırlatma, etkileyici ve güzel bir öğüttür de. [6]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah Mekke'de indirilmiş bulunan bu sureyi de yine Mekke'de, pey­gamberliği ve vahyi ispat etmek için indirilmiş diğer sureler gibi mukatta' harfler diye bilinen bir takım harflerle başlatmaktadır.

Bu Kur"an-ı Kerim, şanı yüce bir kitaptır. Ey Muhammedi Hidayet ve hayır kasdıyla Rabbinden sana indirilmiştir. Bunun inzal ile nitelendirilmesinde hem bu Kitab'ın, hem de bu Kitab'ın üzerine indirildiği o yüce zatın kadrinin yüceli­ğine delâlet vardır. O halde bu Kitap ile uyarmaktan, insanlara onu tebliğ et­mekten, iman ehlini kendilerine faydalı olacak ve onlarda olumlu etki bıraka­cak şekilde hatırlatmalarından dolayı kalbinde bir darlık, bir sıkıntı olmasın. Bilindiği gibi her peygamber ve her bir ıslahatçı bir takım eziyetler, davetine karşı direnişler, mesajından yüz çevirmeler ve engellerle karşı karşıya kalır. Bu durumlarda davetçiye düşen sabretmek, direnmek ve yoluna devam etmektir: "Artık sen de azim sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi sabret." (Ahkâf, 46/35)

Bundan dolayı bu yasaklamadan kasıt, buna karşılık Allah'ın vaad etmiş ol­duğu hayır ve fazileti Allah katında bekleyerek kararlılık göstermek, zorluklara karşı direnmekte ve sıkıntılara katlanmakta olanca gayretini ortaya koymaktır.

Bu Kitabın oldukça büyük ve önemli fonksiyonları olduğundan dolayı, şanı yüce Allah bütün insanlara şu buyruğu ile hitap etmektedir: Ey insanlar! Sizle­re her şeyin Rabbi, mutlak maliki, yaratıcısı, müdebbiri, koruyup gözetleyicisi olan Rabbinizden indirilene tabi olunuz. Teşrîde (yasa koymada) ibadetleri em­retmekte, helâl ve haram kılmakta hak sahibi yalnızca O'dur. Çünkü neyin maslahat olduğunu en iyi yalnızca O bilir. Sizin için neyin zararlı olduğundan O haberdardır. Bu bakımdan O, hayır ve doğruluktan başkasını teşrî etmez.

Size zararlı, tehlikeli, sapıklık, fesat, şer ve kötülükleri vesvese ile fısılda­yan herhangi bir zarar ya da faydası söz konusu olmayan bir takım taşlardan ibaret olan putların, Allah nezdinde etkili ortaklar olduğu vehmini veren şey­tanlar gibi, Allah'ın dışında velilere tabi olmayınız. Yani rasulün size getirdiği­nin dışına çıkarak başka şeyleri izlemeyiniz. O takdirde sizler hakkı bırakıp sapmış, sapıklığa yönelmiş olursunuz; Allah'ın hükmünü terk etmiş, şeytanın ve nevalarının hükmüne uymuş olursunuz. Fakat sizler çok az öğüt alıyor ve Rabbinize karşı görevlerinizi unutuyorsunuz. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu­na benzemektedir: "Sen bu konuda hırs göstersen dahi insanların çoğunluğu iman etmez." (Yusuf, 12/103). [7]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara delildir:

1- Kur'an-ı Kerim Allah'ın, peygamberi Muhammed (s.a.)'e indirilmiş kelâ­mıdır. Akıl bunun ancak Allah'tan gelmiş bir vahiy olacağına, başka bir şey olamayacağına tanıklık etmektedir. Çünkü o yüce Rasul, okuması yazması ol­mayan ümmî bir peygamberdi. Çünkü Kur'an-ı Kerim, bir insandan sadır ol­ması söz konusu olamayan mucize bir sözdür ve çünkü olaylar ve zamanların geçmesi, onun bütün çağlardan üstün ve bütün çağlara uygun olduğunu ispat­lamaktadır. Oysa insanlar tarafından konulmuş herhangi bir yasanın böyle bir niteliğe sahip olmasına imkân yoktur.

2- Peygamber (s.a.)'in de diğer peygamberlerin de görevi Allah'tan kendile­rine indirilmiş olan vahyi tebliğ etmektir. Sonuçlar, etkiler, ilâhî davetlerin za­fere kavuşması ise Yüce Allah'a ait olan bir iştir. İşte şanı yüce Allah bu konu­da peygamberinin sıkıntısını gidererek bu Kitab'a iman edilmediğinden dolayı göğsünün daralmamasını istemiştir. Çünkü ona düşen tebliğden, o Kitap ile uyarıp korkutmaktan başka bir şey değildir. Onların iman veya küfürleri onun uhdesinde ve sorumluluğunda değildir. Yüce Allah'ın şu buyrukları da bunun gibidir: "Belki sen arkalarından kendini helak edeceksin." (Kehf, 18/6); "İman etmiyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin." (Şuara, 26/3)

3- Kur'an-ı Kerim'in maksadı, kâfirleri ve isyankârları ondan yüz çevirdik­leri için uyarıp korkutmak, ondan yararlanacaklar kendileri olduğundan dolayı da müminlere hatırlatmaktır, onlara öğüt vermektir.

4- Kur'an'da, İslâm dinine, Kur"a-ı Kerim'e tabi olmak, Allah'ın helâlini helâl, haramını haram bilmek, emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak üzere bütün insanlara yönelik genel bir emir verilmektedir.

Allah Rasulüne tabi olmak da bunun kapsamına girmektedir. Çünkü Yüce Allah bize şu buyruklarıyla ona tabi olup itaat etmeyi emretmiştir: "Ve biz sana Zikr'i (Kufan'ı) insanlara kendilerine indirileni açık açık bildiresin diye indir­dik." (Nahl, 16/44). Böylelikle ayet-i kerime Kitab'a ve sünnete tabi olmanın gereğini ortaya koymaktadır.

5- Kitap Ehli'nin din adamlarına itaat ettikleri gibi, dinde (peygamberle­rin dışında) herhangi bir kimseye tabi olmak haram kılınmıştır. "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini rabler edindiler." (Tevbe, 9/39)

6- Serî nassın varlığı halinde şahsî görüş ve içtihatlara uymak yasaklan­mıştır.

7- Allah ile birlikte herhangi bir kimseye ibadet etmek ve Allah'ın dinin­den sapmış kimseyi veli edinmek yasaklanmıştır. Şunu da bilelim ki, herhangi bir yol beğenip seçmiş bir kimsenin, o yoldan giden herkes, velisi, dostu ve yar-dımcısıdır. [8]

 

Peygamberleri Yalanlamanın Dünyadaki Cezası

 

4- Nice yurtlar vardır ki, biz onları he­lak etmişizdir. Geceleyin uyurken veya öğleyin dinlenirken baskınımız gelip çattı onlara.

5- Kendilerine baskınımız geldiği zaman çağırışları, "Gerçekten biz zalinılerdık" demekten başka bir şey olmadı.

 

Belagat:

 

"... öğleyin dinlenirken baskınımız gelip çattı onlara..." Burada ifadenin takdiri şöyledir: Oranın ahalisine gelip çattı. Çünkü "Veya öğleyin dinlenirler­ken" denilmektedir. Şu kadar var ki "yurtlar" kelimesinden önce "ahali" şek­lindeki muzafı takdire ihtiyaç yoktur. Yine "biz onları helak etmişizdir" den ön­ce de "ahalisi" diye bir muzaf takdirine de gerek yoktur. Çünkü ahalisi helak edildiği gibi, yurdun kendisi de helak edilir.

"Geceleyin uyurken..." ile "öğleyin dinlenirlerken..." ifadeleri arasında da tıbâk vardır. [9]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Nice yurtlar vardır ki," yurt = karye; insanların toplandıkları yer veya bizzat orada bulunan insanların kendileridir, "biz onları helak etmişizdir." On­ları helak etmek istedik veya onları helak etmemiz yakınlaştı.

"Geceleyin uyurlarken" diye meali verilen "el-beyât" kelimesi geceleyin düşmana baskın yapmak ve gafil iken ona hücum etmek demektir, "öğleyin dinlenirlerken" buyruğundaki "kaylûle" öğleyin uyuyup dinlenmek demektir. Yani günün ortasındaki dinlenme süresidir. Uyku olmasa dahi ona bu isim ve­rilir. "Baskınımız gelip çattı onlara." yani azabımız kimi zaman gece, kimi za­man gündüz gelmiştir. [10]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah rasulüne uyarı ve tebliğde bulunma emrini verip kavmine de bu emirleri kabulü ve tabi olmayı emrettikten sonra bu ayet-i kerimelerde de bu emre aykırı davranışlara vereceği ceza ve tehdidi söz konusu etmektedir. Bu da, peygamberleri yalanlayıp onlara muhalefet ettikleri için geçmiş ümmetle­rin helak edilmesi hatırlatılarak öğüt verme yoluyla gerçekleştirilmektedir. [11]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah nice yurtlan, ve ahalisini peygamberlere muhalefet edip onları yalanladıkları için helak etmiştir. Bu sebepten azap veya helak kimi zaman on­lara Lût kavminde olduğu gibi geceleyin, kimi zaman da Şuayb kavminde oldu­ğu gibi gündüz gelmiştir. Azap onlara ansızın veya kaylûle diye bilinen günün ortasındaki dinlenme vakti de gelip çatmıştır. Her iki vakit de gaflet ve oyalan­ma zamanlarıdır. Nitekim Yüce Allah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır: "O kasaba halkı azabımızın kendilerine geceleyin uyurlarken ansızın gelmesinden emin mi oldular, yahut o kasaba halkı azabımızın kendileri oynarlarken kuşluk vakti geleceğinden yana emin mi oldular?" (A'râf, 7/97-98)

"Kötü tuzaklar yapanlar Allah'ın kendilerini yerin dibine geçirmesinden yahut azabın kendilerine fark etmeyecekleri bir yerden gelmesinden yahut onlar dönüp dolaşırlarken azabımızın kendilerine gelmeyeceğinden emin mi oldular? Onlar âciz bırakabilecekler değildir. Yahut onlar kendilerini yavaş yavaş ceza­landıracağı korkusundan emin mi oldular! Şüphesiz Rabbiniz gerçekten çok esirgeyicidir, çok merhamet sahibidir." (Nahl, 16/45-47)

Azabın geldiği esnada onların söyledikleri söz, günahlarını itiraf etmekten ve bunu hak ettiklerini kabul etmekten başka bir şey olmadı. Yani onlar helak edildikleri vakit ancak kendilerinin zalim kimseler olduklarını ikrar ettiler.

İbni Cerîr der ki: Bu ayet-i kerimede Resulullah (s.a.)'ın, şu hadisindeki "Hiç bir kavim artık ileri sürecekleri bütün mazeretleri ortadan kaldırılmadıkça helak edilmiş değildir" şeklindeki rivayetin sıhhatine açık bir delâlet vardır. [12]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Peygamberlerin emirlerine karşı gelmek ve onları yalanlamak dünya ha­yatında rezil olmayı, ahirette de azabı gerektirir. Dünya azabı ise ya gece yahut da gündüzün öğle vakti dinlenmeye çekilme esnasında, gaflet zamanlarında gelir.

2- Her bir günahkâr kendisine dünya azabının verilmesi esnasında güna­hını itiraf eder ve kusurlarından dolayı pişmanlık duyar.

3- Ayet-i kerimeden maksat, geçmiş toplumların başına gelenleri hatırlatarak halihazırdakileri korkutmak, uyarmak ve ibret almayı sağlamaktır. Böylelikle kor­ku, insanları işlerini düzeltmeye ve masiyetlerinden vazgeçmeye zorlamış olur: "Muhakkak Allah bir kavmin halini onlar kendi özlerindekini değiştirmedikçe değiş­tirmez." (Ra'd, 13/11).

Dünyadaki ilâhî ceza haktır, adalettir ve olayın gerçek mahiyetine uygun­dur. Azap da ancak isyandan sonra ve ileri sürecekleri bütün mazeretler orta­dan kaldırıldıktan sonra gelir. [13]

 

Ahirette Küfrün Cezası Ve Ameller Dolayısıyla İnceden İnceye Hesaba Çekilme

 

6- Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da, peygamber olarak gönderilenlere de soracağız.

7- Andolsun ki onlara bilerek anlataca­ğız. Zaten biz gaib de değildik.

8- Mizan o gün haktır. Kimin terazisi ağır basarsa işte onlar felaha erenlerin ta kendileridir.

9- Kimin de tartısı hafif gelirse, işte on­lar da -ayetlerimize zulmedenler ol­dukları için- kendilerini ziyana uğra­tanlardır.

 

Belagat:

 

"Ağır basarsa" ifadesi ile "hafif gelirse" ifadesi arasında tıbâk vardır. [14]

 

Kelime ve İbareler:

 

''Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da soracağız." Yani biz ümmetlere, peygamberlere ne şekilde cevap verdiklerini ve kendileri­ne ulaşan buyruklar hususunda nasıl amel ettiklerini soracağız. "Peygamber olarak gönderilenlere de", tebliğ edip etmedikleri hususunda "soracağız. An­dolsun ki onlara bilerek anlatacağız." Yani biz neler yaptıklarını onlara haber vereceğiz. "Zaten biz" Peygamberlerin tebliğinden olsun, geçmiş ümmetlerin neler yaptıkları hususunda olsun "gaib de değildik."

"Mîzân", kıyamet günü amellerin tartılması, "o gün haktır." Yani bu iş adaletli bir şekilde yapılacaktır. "Kimin terazisi" iyiliklerle "ağır basarsa işte onlar felaha" umduklarına "erenlerin ta kendileridir. Kimin de tartısı" işledik­leri kötülükler sebebiyle "hafif gelirse işte onlar da âyetlerimize" Allah'ın ayet­lerini inkâr ettikleri için "zulmedenler oldukları için, kendilerini" cehenneme gitmek durumunda bıraktıklarından "ziyana uğratmış olanlardır." [15]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah peygamberlerine muhalefet edenleri dünya hayatında tama­men imha edilme azabı ile korkuttuktan sonra, kıyamet gününde bir başka azapla da tehdit etmekte, bütün insanlara -ister cezalandırılanlar olsun ister mükâfat verilenler olsun- amelleri hakkında soru soracağını açıklamaktadır. Birinci ayet-i kerimede kıyamet hallerinden soru sormak, hesaba çekilmek gibi bazı hususları açıkladıktan sonra, yine kıyamette görülecek hallerden bazıları­nın amellerin tartılması olduğunu da açıklamaktadır. [16]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah kıyamet gününde ümmetlere kendilerine gönderdiği peygam­berlere beraberlerinde getirdikleri mesajlar hakkında ne şekilde karşılık vere­ceklerini soracağı gibi, peygamberlere de mesajlarını tebliğ hususunda soru so­racaktır.

Allah ahirette ümmetlerin her bir ferdine kendisine gönderilen peygambere, o peygamberin Allah'ın ayetlerini tebliğ etmesine dair soru soracağı gibi, pey­gamberlere de tebliğlerine ve kavimlerinin kendilerine hangi boyutlarda olumlu cevap verdiklerine ve yine kendi kavimlerinden sadır olan imana dair soru sora­caktır. O halde bu toplu ve birlikte bir sorumluluktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve onlara sesleneceği günde, "Peygamberlere ne şekilde cevap verdiniz" diyecektir." (Kasas, 28/65); "O günde Allah peygamberleri toplayacak ve, "Size ne şekilde cevap verildi?" diye soracaktır. Onlar, "Bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bütün gizlilikleri bilensin", derler." (Mâide, 5/109); "Ey cin ve insan toplulukları, size içinizden üzerinize ayetlerimi okuyacak ve sizi bu gününüz ile karşılaşmaktan korkutup uyaracak peygamberler gelmedi mi?" (En'âm, 6/130). Bu rai ve raiyye arasındaki sorumluluğu Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Dâvud ve Tirmizî'nin İbni Ömer'den yaptıkları şu rivayet de açıklamaktadır: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki: Hepiniz çobansınız ve hepiniz raiyyesinden (sorumluluğu altın­da bulunanlardan) sorumlusunuz. İmam (devlet başkanı) bir çobandır ve o güt­tüklerinden sorumludur. Erkek (köle) efendisinin malında bir çobandır ve o güt­tüğünden sorumludur. Erkek (koca) aile halkı üzerinde bir çobandır ve o güttük­lerinden sorumludur. Hanım kocasının evinde bir çobandır ve o güttüğünden so­rumludur. Hizmetçi efendisinin malında bir çobandır ve o güttüğünden sorumlu­dur. Erkek babasının malında bir çobandır ve o güttüğünden sorumludur. Hülâ­sa hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz."

İbni Abbas da bu, "Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilmiş olanla­ra da soracağız, peygamber olarak gönderilmiş olanlara da soracağız" ayetinin tefsiri ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Biz insanlara peygamberlere ne şekilde cevap verdiklerini soracağımız gibi, peygamberlere de tebliğ ettiklerine dair soru soracağız.

Bu durumda (peygamberlere) soru sormaktan kasıt, kâfirleri azarlamak ve onların tutumlarını başlarına vurmaktır. Kâfirler zalim ve kusurlu olduklarmı kabul ettikten sonra, bu zulümleri ve kusurlu davranmalarının sebebi hakkında kendilerine soru sorulacaktır.

Yüce Allah'ın, "Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da soracağız..." buyruğu ile, "O günde insan olsun cinlerden olsun hiç bir kim­seye günahı hakkında soru sorulmayacaktır." (Rahman, 55/39) ile "Günahkâr­lara günahları hakkında soru sorulmaz." (Kasas, 28/78) buyruklarının bir ara­da anlaşılması şu şekildedir: Kıyamet gününün değişik konumları ve bir çok durumları vardır. Bu durumlardan kimisinde soru ve cevap olur, kimisinde ol­maz. Bazan soru doğruyu sormak ve yararlanmak kasdıyla olabileceği gibi, ba-zan azarlamak ve küçültmek kasdıyla da olabilir.

Razî der ki: Bunlara yaptıkları işler hakkında soru sorulmayacaktır. Çün­kü amel defterleri zaten bunları ihtiva etmektedir; fakat onlara bu işleri yap­maya iten sebepler ve yine yapmaları gerekenlerden kendilerini alıkoyan hu­suslar hakkında soru sorulacaktır. [17] Yani sert hükümlere bağlanmalarına ne­lerin engel olduğu sorulacaktır.

Andolsun bizler bütün peygamberleri ve onların kavimlerini karşı karşıya kaldıkları ve yaptıkları bütün halleriyle eksiksiz bir kuşatıcılıkla ve bilgiye da­yanarak haber vereceğiz. Çünkü az yahut çok olsun, hiç bir şey bize gaib (gizli) kalmaz. İsterse bu, bir kayanın içerisinde veyahut da göklerde veya yerde har­dal tanesi kadar veya bir zerre ağırlığınca olsun. Nitekim İbni Abbas, "Andol­sun ki onlara bilerek anlatacağız" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Kıya­met gününde Kitap (amel defteri) ortaya konulacak ve o dünyada iken neler yaptıklarını söyeyecektir.

"Zaten biz gaib de değildik." Herhangi bir zaman veya herhangi bir du­rumda gâib değil, aksine onlarla birlikteydik. Sözlerini işitiyor, yaptıklarını gö­rüyor, gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyorduk. Biz kıyamet gününde onlara söylediklerini ve yaptıklarını az ya da çok, değerli ya da değersiz olsun, haber vereceğiz. Çünkü şanı yüce Allah her şeye tanık olandır, hiç bir şey Ona gizli kalmaz ve O, hiç bir şeyden gafil değildir. Aksine O, gözlerin hain bakışını da, kalplerin gizlediklerini de bilendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Düşen her bir yaprağı dahi mutlaka O bilir. Yeryüzünün karanlıklarında tek bir tane yaş ve kuru müstesna olmamak üzere, hepsi apaçık bir kitaptadır." (En'âm, 6/59). Buna göre, "Zaten biz gaib de değildik" buyruğu biz onların yap­tıklarını gören ve tanık olandık, anlamındadır.

İşte bu, onlara soru sormanın, bilgi edinmek ve Allah için bilinmeyen bir şeye dair soru sormak şeklinde olmayacağının delilidir. Aksine bu soru onları azarlamak, kusur ve ihmallerini başlarına kakmak, dolayısıyla yaptıklarının haber verilmesi için olacaktır.

Haber verilecek olan şey, kendisi dolayısıyla hesaba çekilecekleri ve yine kendisi dolayısıyla arkasından ceza görecekleri fiillerdir. Daha sonra Yüce Allah, hesap ve ceza (amellerin karşılığının verilmesi) yasasını şöylece açıkla­maktadır: "Mizan ogün haktır...."

Yani kıyamet gününde peygamberlerin de kavimlerinin de amellerinin tartılması, ağır gelen ile hafif gelen amelin birbirinden ayırt edilmesi tam bir hak ve adalet esası üzre gerçekleştirilecektir. Yüce Allah hiç bir kimseye zul­metmez. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet gününe mahsus adalet terazi­lerini koyarız. Hiç bir kimseye hiç bir şeyle zulmolunmaz. Bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz yeteriz." (En­biya, 21/47); "Muhakkak Allah zerre ağırlığınca dahi zulmetmez. Eğer bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve kendi nezdinden büyük bir ecir verir." (Nisa, 4/40).

Artık kimin terazisi ağır gelirse, yani onun amel tartılan iman ve hasena-tıyla kötülüklerinden daha ağır gelirse, işte onlar azaptan kurtulup cennete erişerek muradlanna kavuşanlardır. Mevâzîn (tartılar, teraziler), mîzân (tera­zi) veya mevzunun (tartılan şeyin) çoğuludur. Yani her kimin belli bir ağırlığı ve miktarı olan amelleri ağır gelirse -ki bunlar hasenattır- yahut da kendileri ile hasenatlarının iyiliklerinin tartıldığı şeyler ağır basarsa... İşte onlar um­duklarına nail olanlardır.

Ve her kimin de küfür ve günahlarının çokluğu sebebiyle, amellerinin tar­tısı hafif gelirse, işte onlar kendilerini ziyana uğratmış olanlardır. Çünkü onlar kendilerini mutluluktan, ebedi nimetlere nail olmaktan mahrum ettikleri gibi, cehennem azabına götürmüşlerdir.

Amel bakımından farklı dereceleriyle birlikte müminleri teşkil eden birin­ci kesim, işte kurtuluşa erenler, onlardır. Her ne kadar bazıları günahları mîk-tarmca azap görse dahi. Cehennemdeki aşağı doğru inen dereceleri farklı ol­makla birlikte, ikinci kesimi teşkil eden kâfirler ise gerçekten hüsrana uğra­yanlardır.

Bu husus Kur'an-ı Kerim'de bir çok yerde tekrarlanmaktadır. Yüce Al­lah'ın şu buyruğu bunlardan birisidir: "Tartıları ağır gelene gelince: İşte o hoş­nut olacağı bir hayat içerisindedir. Tartıları hafif gelenlere gelince: İşte onun varacağı yer Haviyedir. Onun ne olduğunu sana ne bildirdi1? O kızgın bir ateş­tir." (Kâria, 101/6-11).

Kıyamet gününde mizana konulacak olan şey amellerdir. Ameller her ne kadar manevî bir takım araz ise de, Yüce Allah kıyamet gününde İbni Ab-bas'tan gelen rivayette belirtildiği üzere onları cisimlere dönüştürecektir. Yine kabir sorusuyla ilgili olayı anlatan el-Berâ yoluyla gelen hadiste şöyle buyurul-muştur: "Ameli mümine güzel tenli, hoş kokulu bir genç suretinde gelecek, kişi, "Sen kimsin" diye soracak, o, "Ben senin salih amelinim" diyecektir." İbni Ma-ce, Nesaî ve İbni Huzeyme'nin İbni Mes'ud'dan rivayet ettikleri bir başka ha-dis-i şerifte de şöyle denmektedir: "Zekâtı ödenmeyen mal, sahibine gözleri ara­sında zehrinin şiddetinden iki kara nokta bulunan büyük bir yılan şeklinde gö­rülecektir. Sonra onu iki çenesiyle yakalayıp, "İşte ben senin malınım, ben senin hazinenim" diyecektir. Hadisin ifadesi şöyledir: "Malının zekâtını vermeyen bir kişiye malı mutlaka kıyamet günü oldukça zehirli, iri bir yılan halinde müşah-haslaştırılır ve bu yılan boynuna halka gibi dolanır. Daha sonra Resulullah (s.a.) "Allah'ın lütfundan kendilerine verdiklerinden cimrilik edenler sanmasın­lar ki..." (Âl-i İmran, 3/180) ayetini okudu."

Tartılacak olan şeylerin insanların amelleri olduğunun delili de Ebu Davud ve Tirmizî'nin Hz. Cabir*den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: Hz. Pey­gamber buyurdu ki: "Kıyamet gününde teraziler konulur. İyilikler ve kötülük­ler tartılır. Her kimin iyilikleri kötülüklerinden bir tane ağırlığı kadar dahi ağır basarsa cennete girer. Kimin de kötülükleri iyiliklerinden bir tane ağırlığı kadar dahi ağır basarsa cehenneme gider." "Peki iyiliklerle kötülükleri eşit olanın durumu (ne olacak)? diye sorulunca, "işte onlar A'râftaküerdir" diye buyurdu.

Kurtubî, İbni Ömer'den tartılacak olanların kulların amellerinin yazılı ol­duğu sahifeler olduğunu naklettikten sonra, şunları söyler: Doğru olan da bu­dur. Çünkü haber de bu hususta varit olmuştur ki, o da şöyledir: "Kimi Ademo-ğullarının mizanı hasenatı itibariyle hafif gelecekken, onda "la ilahe illallah" yazılı bir deri parçası getirilip konulacak ve terazisi ağır basacaktır." İşte bu, üzerinde amellerin yazılı olduğu şeylerin tartılacağını, tartılacak şeylerin amellerin bizzat kendisi olmadığını, Yüce Allah'ın dilediği takdirde terazileri hafifleteceğini, yine dilediği takdirde de onları ağırlaştıracağını, bunun da te­razinin iki kefesine koyacağı amel sahifeleriyle olacağını göstermektedir.

Acaba gerçekten terazi diye bir şey var mıdır? Bu konuda ilim adamları­nın farklı görüşleri vardır. Mücahid, Dahhâk ve A'meş der ki: Tartı ve terazi (mizan), adalet ve hak ile hükmetmek anlamındadır. Burada tartının söz konu­su edilmesi bir örneklemedir. Nitekim "Bu kitap şunun ağırlığındadır, ona de­ğerdir" derken, "ona denktir, ona eşittir" demek olur. İsterse fiilî bir tartı söz konusu olmasın. Yani tartıdan maksat, amellere karşı verilecek ceza ya da mü­kâfatın takdirindeki tam adaletin ortaya çıkarılmasıdır.

Cumhur ise şöyle der: Gerçek bir tartı ve terazi vardır. Bu da Yüce Al­lah'ın kullarının amellerini bildiğini ortaya çıkarmak ve amellerinin karşılıkla­rının tespiti içindir. Zeccâc der ki: Ehl-i sünnet icma ile mizana imanı ve kıya­met gününde kulların amellerinin tartılacağını, mizanın dili ve iki kefesi oldu­ğunu, amellerle dengesinin değişeceğini kabul etmişlerdir.

Gaybî olan hususlarda ise uygun olan tutum şudur: Bunlara Kur"an-ı Ke­rim ve sünnette varit olduğu şekilde iman ederiz. Bunların şekilleri ve keyfiye­ti ile ilgili araştırmalara dalmaksızm gerçek durumlarını Yüce Allah'a havale ederiz. [18]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Andolsun ki kendilerine... soracağız" mealindeki ilk ayet-i kerime, kâfirle­rin hesaba çekileceklerini göstermektedir. Nitekim Kur*an-ı Kerim'de şöyle bu-yurulmaktadır: "Sonra onların hesabını görmek bize aittir."  (Gaşiye, 88/16).

Hatta mesuliyet yahut hesaba çekilmek peygamberler de dahil olmak üzere bütün kullar için genel bir husustur: "Peygamber olarak gönderilenlere de sora­cağız. " Peygamberlere soru sorulması ise onları şahit göstermek ve durumu açıkça ifade etmelerini istemek içindir. Yani kavimlerinin kendilerine verdikle­ri cevabı açıklamaları ve bu konuda tanıklık etmeleri için olacaktır. İşte Yüce Allah'ın, "Ta ki o doğru olanlara doğrulukları hakkında soru sorsun" (Ahzâb, 33/8) buyruğunun anlamı budur. Kavmine soru sorulması ise, onlara doğruyu söyletmek, azarlamak ve iç yüzlerini herkesin önüne açıkça ortaya koymaktır. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın bütün kullarını hesaba çekeceğine delildir. Çün­kü kullar ya peygamberdir veya kendilerine peygamber gönderilenlerdir.

Yüce Allah'ın Kasas suresinde yer alan, "Ve günahkârlara günahları hak­kında soru sorulmaz." (78.ayet) şeklindeki buyruğuna gelince: Bu da onların azapta artık yerlerini almalarından sonra söz konusudur. Ahirette ise değişik konumlar vardır. Kimi yerde insanlara hesap için soru sorulur, kimi yerde de bu konuda kendilerine soru sorulmaz.

Yüce Allah'ın, "Andolsun ki onlara bilerek anlatacağız" buyruğu da şanı yüce Allah'ın ilim sıfatına sahip olduğunun delilidir. "Allah'ın ilmi yoktur" di­yenlerin sözlerinin de batıl olduğunu göstermektedir.

Yüce Allah'ın, "Zaten biz gaib de değildik" buyruğu ise kulların amelleri­nin ilâhî gözetim ve müşahade altında olduğunu göstermektedir.

Özetle bu ayet-i kerime, kıyamet gününde bütün kulların sorgulanacakla­rını, hesaba çekileceklerini ispat etmektedir. [19]

 

Mizan:

 

İkinci ayet-i kerime ise kulların amellerinin mizan ile tartılacağını göster­mektedir. Bu ise daha önce geçen Hz. Cabir yoluyla gelen rivayetin de ifade et­tiği gibi doğru olandır. Tartının kulların amellerinin yazılı olduğu sahifelerin tartılması şeklinde olduğu da söylenmiştir. Kurtubî de, "Doğru olan budur" de­miştir. Mizan'dan kasıt, Mücahid, Dahhâk ve A'meş'in görüşüne göre adaletle, hüküm vermektir. Cumhurun görüşüne göre ise burada gerçek mizan kastedil­mektedir. Bu da Yüce Allah'ın kendilerini hesaba çekerken, amellerine karşılık verirken kullarının amellerini çok iyi bildiğini ve onlar hakkında adaletle hük­mettiğini ortaya koymak içindir. Kimin iyilikleri kötülüklerinden ağır basarsa o kurtulmuşlardan olacaktır. Kimin de kötülükleri iyiliklerinden ağır basarsa o da azap görecek ve helak edileceklerden olacaktır. İbni Abbas der ki: İyilikler ve kötülükler dili ve kefeleri olan bir terazide tartılacaktır. Müminin ameli en güzel şekilde kendisine getirilir ve mizanın kefesine konulur. Sonunda onun iyilikleri kötülüklerinden ağır basar. İşte Yüce Allah'ın, "Kimin terazisi ağır basarsa, işte onlar felaha erenlerin ta kendileridir" buyruğu bunu anlatmakta­dır. Kâfirin ameli de en çirkin bir şekilde getirilir ve mizanın kefesine konulur. Tartısı hafif gelir ve sonunda cehenneme düşer. [20]

 

Allah'ın Kulları Üzerindeki Nimetlerinin Çokluğu

 

10- Andolsun ki sizi yeryüzünde yerleştirip iktidar verdik. Size orada geçimlikler yarattık. Ne kadar az şükrediyorsunuz!

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andolsun ki sizi yeryüzünde yerleştirip iktidar verdik." Yani ey Ademo-ğulları! Biz sizin için orada bir karargâh tayin ettik. Yani biz orada size mülk ve tasarruf iktidarını bağışladık. "Size orada geçimlikler"; geçimlik, kendisi vasıtasıyla geçinilen, yaşanılan yiyecek, içecek ve benzeri şeyler "yarattık." "Ne de az şükrediyorsunuz!" Bu nimetlere karşı şükrünüz gerçekten de azdır. [21]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah insanları, peygamberlere uymayı, onların davetlerini ka­bul etmeyi emrettikten sonra dünyadaki azap ile korkuttu: "Nice yurtlar vardır ki, biz onları helak etmişizdir..." Arkasından onları soru sormak ve hesaba çe­kilmek bakımından da iki yönden ahiret azabıyla korkuttu: "Andolsun ki... so­racağız." Yine amellerin tartılmasını da onlara hatırlattı: "Mizan o gün haktır." Bu ayet-i kerimede de Yüce Allah üzerlerindeki nimetlerinin çokluğunu hatır­latmak suretiyle -çünkü nimetlerin çokluğu itaati gerektirir- insanları peygam­berlerin çağrısını kabul etmeye teşvik etmektedir. [22]

 

Açıklaması

 

Yanı Yüce Allah, "Andolsun ki sizi yeryüzünde yerleştirip iktidar verdik" buyruğunda, yemin etmekte ve böylelikle nimetlerinin çokluğu ile kullarına olan lütfunu açığa çıkarmaktadır. Onlara yeryüzünü yerleşecekleri bir yer, bir karargâh kılmak suretiyle ve orada tasarrufta bulunma güç, iktidar ve yetkisi­ni vermek, yeryüzündeki türlü menfaatleri kendilerine mubah kılmak, onlara oradan nzıklannı çıkartabilmeleri için bulutu ve yağmuru müsahhar kılmak, orada da dağlar ve nehirler yaratmak suretiyle onlara olan pek çok nimetini, lütfunu hatırlatmaktadır.

Allah yeryüzünde insanlar için iki bakımdan geçimlikler yaratmıştır: Ya Yüce Allah'ın meyvaları ve başka mahsulleri yarattığı gibi, her şeyi bizzat ken­disi yaratmasıyla ya da yeryüzünde çalışmak, kazanmak, gerekli yollara baş vurmak veya ticaret yapmak yoluyla. Gerçekte bu ikisi de Allah'ın lütfü, O'nun güç ve imkân vermesi ile ortaya çıkabilmektedir. Nimetlerin çokluğu ise hiç şüphesiz itaati ve buyruklarına bağlı kalmayı gerektirir.

Fakat onların çoğu bununla birlikte bu nimetlere karşı pek az şükret­mektedir: "Ne de az şükrediyorsunuz!" Yani sizler benim size ihsan etmiş oldu­ğum bunca nimete karşılık çok az şükretmektesiniz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışa­cak olursanız mümkün değil, sayamazsınız. Şüphesiz insan çok nankördür." (İbrahim, 14/34); "Kullarım arasından çokça şükredenler pek azdır!" (Sebe, 34/13).

Nimete şükür, nimetlerin sahibi olan Allah'ı tam anlamıyla bilip tanımak­la olur. Ona lâyık olduğu şekilde hamd ve senada bulunmak, nimetlerin hakla­rını yerine getirmek ve bn nimetleri yaratılış sebeplerine uygun şekilde kullan­mak ve yönlendirmekle olur. Bunların yaratılış maksatlarına uygun olarak kullanılmaları ise Yüce Allah'ın haklarını tastamam yerine getirmek, insan azalarını hayır alanlarında Allah'ın rızası yolunda kullanmak, onları kötülük ve masiyetlerden uzak tutmakla olur. İşte bu anlamdaki bir şükür ile nimetler devamlılık arzeder ve insan mutlu olur. [23]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah'ın nimetlerinin hatırlatılması iman ehlinin daha bir itaat et­mesini ve onun buyruklarına bağlı kalmalarını gerektirir. İşte bundan dolayı şükredenler az, nankörlük ve inkâr edenler çoktur.

En üstün nimetlerden birisi de insana yeryüzünde yerleşme ve oranın zen­ginlik kaynaklarında tasarruf edip pek çok faydalı şeylerinden yararlanma im­kânının verilmesidir. Uzay uçuşları, insanın aya ve diğer bazı gezegenlere mo­dern bilgi çağında herhangi bir şekilde ulaşmış olması, insanın yeryüzüne bağ­lılığının, ona olan sevgisinin ve oradan uzaklaşması halinde oraya duyacağı öz­lemin boyutlarını ispatlamış bulunmaktadır.

Bu nimetler arasında yeryüzünde geçim sebeplerinin hazırlanışı ve çeşitli yiyecek, içecek ve diğer hususlardan olup geçimi sağlayan gereklerin var edil­miş olması yer almaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O yeryü­zünde bulunanların hepsini sizin için yaratmış olandır." (Bakara, 2/29).

İşte bu, Yüce Allah'ın bu nimetleri yalnızca insanın iyiliği ve hayrı için, fert veya toplum olarak insan hayatını korumak için yarattığını göstermekte­dir. O halde bize en uygun düşen şey, bu beden veya maddî hayatın ruhî haya­tımızı arındırması, nefsimizi temizlemesi, onu ebedî ve uhrevî hayata hazırla­mak için bir sebep veya bir yardımcı olmasıdır.

İlâhî emirlere bağlı kalmak ve türlü masiyet ve helak edici günahlardan uzak durmak suretiyle yaşayan iman ve itaat ehli ne kadar mutludur! Çünkü ruhlar iman ile huzur bulur ve itaat ile insanın organları, bedenî enerjisi ve in­sanın şeref ve haysiyeti korunabilir.

Küfür, fasıklık ve isyan ehli de ne kadar bedbahttır! Çünkü huzursuzluk, şaşkınlık, türlü ızdıraplar küfürden ayrılmayan şeylerdir. Çünkü fasıklık ve masiyet insanı maddeten ve manen tahrip eder, yıkar. Böylelikle insan şaşkın ve diğer insanlar nazarında hakir ve zelil olur. [24]

 

Hz. Adem'e Secde Emri İle İnsanlığın Taltif Edilmesi, Şeytanın Aldatması Ve Cennetten Kovulması

 

11- Andolsun ki sizi biz yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, "Adem'e secde edin" dedik. Hemen sec­de ettiler, İblis müstesna. O, secde edenlerden olmadı.

12- Buyurdu ki: "Sana emrettiğim hal­de seni secdeden alıkoyan nedir?" De­di ki: "Ben ondan daha hayırlıyım; be­ni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."

13- Buyurdu ki: "Öyleyse in oradan. Ar­tık büyüklenmek sana düşmez, hemen çık. Sen alçaklardansın."

14- Dedi ki: "Bana onların tekrar diril-tilecekleri güne kadar mühlet ver."

15- Buyurdu ki: "Sen mühlet verilmiş­lerdensin."

16-  Dedi ki: "Öyleyse beni azgınlığa mahkûm ettiğin için ben de andolsun ki senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım.

17-  Sonra andolsun ki onların önlerin­den, arkalarından, sağlarından ve sol­larından geleceğim ve sen onların ço­ğunu şükreder bulmayacaksın."

18- Buyurdu ki: "Çık oradan, yerilmiş ve kovulmuş olarak. Andolsun ki on­lardan kim sana tabi olursa cehennemi hep sizden dolduracağım."

 

Belagat:

 

"Sizi biz yarattık, sonra size şekil verdik" buyruğunda bir muzaf hazfedil-miştir. Sizin babanızı biz yarattık ve babanıza biz şekil verdik, demektir. "... seni secdeden alıkoyan nedir?" Yüce Allah'ın onu secdeden alıkoyan şeyi bil­mekle birlikte, böyle bir soru sorması onu azarlamak, inat, küfür ve kibrini yaratılış aslı ile övünmesini ve Adem'in yaratılışının asıl maddesini de küçük gör­mesini açığa çıkarmak içindir.

"Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım." Burada "sırat = yol" kelimesi, cennete ulaştıran hidayet yolu hakkında istiare yoluyla kullanıl­mıştır. [25]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andolsun ki sizi biz yarattık." Yani atanız Adem'i oldukça hikmetli bir takdir ile biz var ettik. "Sonra size şekil verdik." Yani sizler onun sırtında zer­recikler halinde iken ona şekil verdik, "sonra da Adem'e secde edin dedik." Ya­ni selâmlama ve saygı ifade eden secdede bulunun, "...ettiler, İblis müstesna" Melekler arasında bulunan cinlerin atası İblis secde etmedi. "Sana emrettiğim halde seni secdeden alıkoyan nedir?" Ben sana secde emrini verdiğimde niçin secdeden uzak durdun? "Öyleyse in oradan" yani cennetten. Bunun yerine "se-mavattan" da denmiştir. İnmek (hubût) bir yerden daha aşağı bir yere düşmek, ya da bir mevkiden daha aşağı bir mevkiye geçmek demektir. "Büyüklenmek" yani kendini gerçek durumundan daha büyük bir konuma çıkarmak "sana düşmez". "Sen alçaklardansın," Zelil olanlardansın.

"Bana... mühlet ver", yani süre tanı, beni ertele, "mühlet verilmişlerden­sin" yani sonraya bırakılıp ertelenenlerdensin. Bir diğer ayet-i kerimede de "bilinen günün zamanına kadar" yani birinci defa Sûr'a üfürüleceği vakte ka­dar, demektir. "Öyle ise beni azgınlığa mahkûm ettiğin için" yani sen beni az­dırdığın için. Azdırmak (iğvâ), doğruluğun zıddı olan yola ve hale düşürmek de­mektir, "ben de andolsun ki senin doğru yolun üzerinde onlara" yani Ademo-ğullarına "karşı" sana ulaştıran yolun üzerinde "duracağım."

"Sonra andolsun ki önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim onlara." Yani her yönden onlara gelip doğru yolu izlemelerini engel­leyeceğim. İbni Abbas der ki: Kul ile Allah'ın rahmeti arasına engel olamaması için onlara üst taraflarından gelemez. "Çık oradan yerilmiş" yani kusuru orta­ya konulmuş, ayıplanmış, "ve kovulmuş" rahmetten uzaklaştırılmış "olarak. Onlardan kim sana tabi olursa", insanlardan sana kim uyarsa, "cehennemi hep sizden dolduracağım." Yani senden, senin zürriyetinden ve insanlardan sana uyanlarla dolduracağım. Burada, sana tabi olanı azaplandıracağım, anla­mında bir şart manası da vardır. [26]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerle önce korkutmak suretiyle da­ha sonra da Yüce Allah'ın insanlara olan nimetlerinin çokluğuna dikkat çeke­rek teşvik yoluyla peygamberlerin çağrışım kabul etmeye özendirdi. Bunun ar­kasından da atamız Hz. Adem'i yaratışını ve meleklere ona secde etmelerini emretmek suretiyle onu üstün ve şerefli kıldığını açıkladı. Babaya bir nimet ve ihsanda bulunmak ise onun evladına nimet ve ihsanda bulunmak demektir. Fakat insanlar kimi zaman şeytanın vesvese ve aldatmalarına maruz kalabilir.

Ancak bu büyük nimetlere rağmen insanların emirlere karşı çıkmaları, baş kaldırıp inkâr etmeleri de yakışıksız bir iş olur. [27]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah Hz. Adem ile İblis kıssasını Kur'an-ı Kerim'de yedi yerde söz konusu etmektedir: Bakara, A'raf, Hicr, İsra, Kehf, Ta-Hâ ve Sâd sureleri.

Burada kıssanın muhtevası Adem'in üstün ve şerefli kılınışına dikkat çek­mek, İblis'in onun soyundan gelenlere düşmanlığını ve onlara olan kıskançlığı­nı açıklamaktır. Böylelikle Ademoğulları ondan çekinsinler, sakınsınlar, onun gösterdiği yollara tabi olmasınlar. Büyük nimetlerine karşılık da Allah'a şük­retsinler.

Buyrukların ifade ettiği anlam şudur: Ey insanlar! Andolsun bizler atanız Adem'i sudan ve yapışkan çamurdan yarattık. Sonra biz ona dosdoğru bir in­san şeklinde suret verdik, sonra ona nezdimizden ruh üfledik. Sonra da melek­lere onu selâmlamak üzere secde etmelerini emrettik.

Ayet-i kerimenin zahiri, Allah'ın meleklere Adem'e secde emrinin, onun zürriyetinin yaratılıp şekillendirilmesinden sonra verilmiş olmasını gerektirir. Oysa durum böyle değildir. Bundan dolayı müfessirler ayet-i kerimeyi dört tür­lü tevil etmişlerdir. Fahrüddin Râzî, bunlardan birincisini tercih etmiştir ki o da şudur: Bizler atanız Adem'i yarattık, ona şekil verdik. Onun yaratılıp şekil­lendirilmesinden sonra ise meleklere ona secde etme emrini verdik. Bu emir, bizim yaratmamız ve ona şekil vermemizden sonraya kalmamıştır. Çünkü Adem insanlığın aslıdır. O bakımdan burada hitap kinaye yoluyla bize yapıl­mıştır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Hani biz sizden ahdinizi al­mış ve üzerinize Tûr'u yükseltmiştik." (Bakara, 2/93). Yani Musa (a.s.) dönemin­de İsrailoğullanndan olan geçmişlerinizden ahit almıştık. Yine Yüce Allah Mu-hammed (s.a.) döneminde yaşayan Yahudilere hitaben şöyle buyurmuştur: "Ve hani biz sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık." (Bakara, 2/49); "Hani bir canı öldürmüştünüz de..." (Bakara, 2/72).

Bütün bu hitaplarda kastedilenler ise onların geçmişleridir, d) İşte burada da bütün bunlardan kastedilenler Adem (a.s.)'dir. Aynı zaman­da bu İbni Cerîr et-Taberî'nin de tercih ettiği görüştür. [28]

İbni Kesir de der ki: Bu ifadenin çoğul olarak verilmiş olması Adem'in in­sanlığın atası oluşundan dolayıdır. Hâkim de İbni Abbas'tan Yüce Allah'ın, "Andolsun ki sizi biz yarattık, sonra size şekil verdik" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Onlar erkeklerin sulblerinde yaratıldılar, kadın­ların rahimlerinde ise şekillendirildiler." Yine Hâkim der ki: "Bu Buharı ile Müslim'in sahih hadis şartlarına uygun olmakla birlikte bu hadisi rivayet etmemişlerdir." Buna göre ayet-i kerimenin anlamı şöyle olur: Andolsun ki biz sizleri Adem (a.s.)'ın sırtında güneş ışığında görülen, zerrecikler gibi yarattık, sonra da sizlere şekil verdik, yani rahimlerde sizleri şekillendirdik.

Kurtubî ise şöyle der: Konu ile ilgili görüşlerin sahih olanı indirilen buy­rukların desteklediği görüştür. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık." (Müminûn, 23/12). Burada insan­dan kasıt Adem'dir. Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve o candan eşini yaratan... (Nisa, 4/1). Müminûn suresinde daha sonra şöyle buyurmaktadır: "Biz onu" yani onun neslini ve soyunu "sapasağlam bir karar yerinde nutfe yap­tık." (Müminûn, 23/13). O halde Adem çamurdan yaratıldı, sonra ona şekil ve­rildi, sonra da secde edilme emriyle mükerrem kılındı. Onun soyundan gelenler ise orada ve babalarının sulblerinde yaratılmalarından sonra annelerin rahim­lerinde şekillendirildi. [29] İşte bu Razî'nin ve Taberî'nin de görüşüne uygun düş­mekte, Ademoğlunun şekillendirilişini de açıklamaktadır. Gerçekten bu açıkla­ma her iki yaratışı bir arada ifade etmek bakımından güzeldir. Adem'e secde etmek hususunda ittifak vardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Son­ra da meleklere, Adem'e secde edin, dedik." Yani Adem'in yaratılışını tamamla­dıktan sonra hem ona hem de onun zürriyetine selâmlama ve şanını yüceltme secdesiyle -ibadet secdesiyle değil- secde etmelerini emrettik. Çünkü bir ve tek Allah'tan başka kimseye ibadet olunmaz. Bu secde emrinin veriliş sebebi ise in­sanların üzerlerinde Allah'ın nimetlerini bilip tanımaları, bu nimetlere şükret­meleri, eskiden beri yaptıklarından sonra îblis'ten ve vesveselerinden gereği gi­bi sakınmalarıdır.

Bütün melekler secde ettiler. Şu kadar var ki meleklerden olmayıp cinler­den olan İblis secde etmedi. O secdeden yüz çevirdi, büyüklük tasladı, secde edenlerle birlikte olmadı.

Yüce Allah ona, "Seni secde etmekten alıkoyan ne oldu? Yani seninle secde etmek arasına giren engel nedir?" diye sordu. Burada "Seni secdeden alıkoyan" buyruğundaki "lâ" tekit için fazladan gelmiştir. Buna delil ise bir başka ayet-i kerimedir: " Seni secde etmekten ne alıkoydu?" (Sâd, 38/75).

O bu soruya özür ve gerekçe olarak şöyle cevap verdi: Şüphesiz ki ben on­dan hayırlıyım, çünkü sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın. Ateş, yukarı doğru yükselmek, yukarı çıkmak ve ışık saçmak gibi özellikleri dolayısıyla, hareketsizlik, donukluk ve sönüklük gibi niteliklere sahip çamur­dan üstündür. Daha üstün olan bir kimse, kendisinden daha aşağılarda olana tazim etmez. O, Rabbine muhalefet etmekle birlikte böyle dedi. İşte İblis'in kı­yası budur, fakat batıl bir kıyastır. Zira maddî tabiat hayırlı oluşa delil değil­dir. Hayırlı oluş, manevî özelliklerle, daha büyük fayda sağlayan faydalı özel­liklerle söz konusudur. Şanı yüce Allah ise bizzat İblis'i kendisinin dahi bildiği ilim, marifet ve şerefli özelliklere mazhar kılmıştır.

İşte bütün bunlar, secde emrinin teklif ifade eden bir emir oluşu ve Yüce Allah ile İblis arasında böyle bir soru ve cevap şeklinde bir diyalogun meydana gelmesi esasına göredir. Bize düşen ise Kitab-ı Kerimin zahirinin ifade ettiğine iman etmek, gaybı ve işin gerçek mahiyetini ise Yüce Allah'a havale etmektir.

İlâhî emre muhalefet ve isyan etmenin cezası, Yüce Allah'ın İblis'e kendi­sini içinde yaratmış olduğu cennetten aşağı inmesini emretmesi şeklinde oldu. Cennet yerden yüksekçe bir yerdedir. Çünkü cennet ihlâsh ve alçakgönüllü kimselerin yeridir. Yoksa emre karşı gelen ve zorbalık taslayanlarm yeri değil­dir. Bundan dolayı Yüce Allah, "Artık orada büyüklenmek sana düşmez" diye buyurmuştu. Yani senin, büyüklenmek, bedbahtlık ve isyan için değil de şeref ve mutlu kılmak için hazırlanmış bu cennette büyüklük taslamaman gerekirdi. Haydi artık bu yerden çık. Çünkü sen zelil ve hakir kılınmışlardansın.

Böylelikle onun maksadının zıddı ile ona muamele edilmiş ve onun isteği­nin tam zıddı ile karşılık görmüş oldu.

Mel'un, kaybını telâfi etmek için Din Gününe kadar kendisine mühlet ve­rilmesini isteyerek dedi ki: "Bana onların tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver." Yani Adem ve zürriyetinin diriltileceği güne kadar bana süre tanı. Böylelikle hayatta oldukları sürece onları aldatmak suretiyle intikam alayım ve onların tükeniş ve yok oluşlarını hem de öldükten sonra diriltilişlerini göre­yim.

Allah onun isteğini kabul ederek, "Sen mühlet verilmişlerdensin" buyurdu. Yani bütün insanların öleceği birinci üfürüş vaktine kadar süre verilenlerden­sin. Bu ise Yüce Allah'ın şu buyruğu dolayısıyla herkesin korkuya kapılacağı feza' üfürüşüdür:

"Sûr'a üfürüleceği günde gökte ve yerde olanlar korkarlar, Allah'ın dilediği kimseler müstesna." (Nemi, 27/87). Yüce Allah'ın şu buyruğu dolayısıyla buna "baygın düşme üfürüşü" de denilir. "Ve Sûr'a üfürülür de göklerde ve yerde bu­lunan herkes -Allah'ın dilediği kimseler müstesna olmak üzere- baygın düşmüş olacaktır. Sonra ona bir defa daha üfürülecek, ansızın kalkıp etraflarına bakı-nacaklar." (Zümer, 39/68).

Yani İblis Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi birinci nefhanın aka­binde ölecektir: "Artık Sûr'a tek bir üfürülüş üfürüleceği zaman yer ve dağlar kaldırılıp biribirlerine bir defa çarpılarak toz olduklarında..." (Hakka, 69/13-14)

İblis kendisine diriliş gününe kadar mühlet verilip bu işini sağlama aldık­tan sonra, yine inatlaşmaya başladı ve isyana koyularak şöyle dedi: "Öyleyse beni azgınlığa mahkûm ettiğin için..." Yani sen beni azdırdığın yahut saptırdı­ğın gibi, şüphesiz ben de Adem'in zürriyetinden yaratacağın kullarına karşı, hak yol üzerinde kurtuluş ve mutluluk yolunda onlara karşı engel olarak otu­racağım. Onları sana ibadet etmesinler, seni tevhid etmesinler diye mutlaka bu yoldan saptıracağım. Çünkü sen de beni saptırdın. Bunu ise kendilerine, vara­cağı yer sapıklık ve doğruluktan ayrılıp olan başka bir takım yolları süslü gös­termekle yapacağım.

Sonra da sağ, sol, ön ve arkadan ibaret dört cihetin hepsinden mutlaka on­ların üzerine varacağım. Bu cihetlerden üzerlerine varmayacağım bir yol bı­rakmayacağım. Yol kesicilerin gidip gelenlere tuzak kurup pusuda yattığı gibi, ben de onlara tuzak kurup pusuda bekleyeceğim. Onların çoğunluğunu sana nimetini şükreden, emirlerine itaat eden kimseler olarak bulmayacaksın.

İblis'in bu sözü ise onun bir zannı ve bir vehmidir. Nitekim onun bu zannı vakıaya uygun düşmüş, fiilden meydana gelene uygun ve isabetli bir zan besle­miş oldu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun İblis onlar aley­hindeki zannını gerçekleştirmişti de müminlerden bir fırka dışında ona uymuş­lardı. Halbuki onun kendileri üzerinde hiç bir tasallutu yoktu. Ancak biz ahire-te iman eden kimse ile onun hakkında şüphede olan kimseyi ayırd etmek için (böyle yaptık); senin Rabbin her şeyi görüp gözetendir." (Sebe', 34/10-21).

Daha sonra Yüce Allah İblis'e olan lanetini, onu kovduğunu, uzaklaştırdı­ğını, Mele-i a'lâ mahallinden sürdüğünü şu buyruğu ile daha bir pekiştirdi: "Çık oradan, yerilmiş ve kovulmuş olarak." Yani sen cennetden ayıpları, kusur­ları sayılıp dökülmüş, kendisine gazap edilmiş, Allah'ın rahmetinden kovulmuş ve uzaklaştırılmış olarak, çık git.

Yüce Allah yemin ile buyurdu ki: Ademoğulları arasından kendilerine süs­lü göstereceğin şirk, fasıklık ve masiyet hususlarında sana uyacak olanların hepsinden ve senden cehennemi elbette dolduracağım. Bu da bir başka ayet-i kerimedeki şu buyruğu andırmaktadır: "Andolsun cehennemi senden ve onlar arasından sana uyanların hepsiyle dolduracağım." (Sâd, 38/85); "Buyurdu ki: Git, artık onlardan sana kim uyarsa, şüphesiz cehennem hepinizin cezasıdır, hem de mükemmel bir ceza! Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerle­rinden oynat. Onlara karşı atlılarınla piyadelerinle bas gürültüyü ve malları­na, evlatlarına ortak ol, onlara vaadlerde bulun. Fakat şeytan onlara bir alda­tıştan başka ne vaad eder? Şüphesiz benim gerçek kullarımın üzerinde senin ta­salluta gücün yetmez. Vekil olarak Rabbin yeter." (İsra, 17/63-65).

Şanı Yüce Allah onun azdırmasından ihlâsa erdirilmiş kullarını istisna ederek şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz benim kullarımın üzerinde senin bir sultan yoktur. Sana uyan azgınlar müstesna." (Hicr, 15/42); "Dedi ki: İzzetin hakkı için onların hepsini azdıracağım. Ancak aralarından ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna." (Sad, 38/82-83).

Bütün bunlardan maksat, insanın tabiatı ile şeytanın tabiatını ve onların yaptıkları işlerinde tercih (ihtiyar, muhtariyet) sahibi olduklarını açıklamak­tır. [30]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Meleklere insanların aslı ve atası olan Adem'e secde etmeleri emredile­rek insan türünün üstün kılınması.

2- Yaratmak ve şekillendirmek yalnızca Allah'a ait bir kudrettir. İnsanlar­dan hiçbir kimse bunlardan herhangi bir şeyi yapamaz. Sözlükte yaratmak, takdir (ölçülü ve ahenkli bir şekilde var etmek) demektir. Allah'ın takdiri ise eşyaya dair bilgisi ve her bir şeyi muayyen miktarı ile tahsisi için meşietinin tecelli etmesi demektir. Tasvir (şekillendirmek) ise Levh-i Mahfuzda eşyanın suretlerini tespit etmekten ibarettir.

3- İblis, Yüce Allah'ın Adem'e secde etme emrini, büyüklendiği ve kendisi­ni üstün gördüğü için kabul etmedi. Çünkü İblis kendisinin yaratıldığı ateşin Adem'in yaratıldığı çamurdan daha şerefli olduğu fikrine kapılmıştı. Çünkü ateş yukarılara doğru, yükselir ve hafif bir cisimdir. Ateş ayrıca aydınlatıcı bir özdür. İbni Abbas, Hasan-ı Basrî ve İbni Şîrîn der ki: İlk kıyas yapan İblis'tir, fakat o hatalı kıyas yaptı. Her kim kendi özel görüşünden hareketle dini kıyasa kalkışacak olursa, Allah onu İblis ile birlikte koyar. İbni Şîrîn ayrıca der ki: Güneşe ve aya ancak kıyas yapılarak ibadet edilmiştir. Burdan kasıt ise ateşin çamurdan üstün olması gibi fasit kıyaslardır. Bu ise aşağıdaki hususlar dolayı­sıyla hatalı bir kıyastır:

Çamur, özü itibariyle sağlamlık, sükûn, vakar, ağırbaşlılık, tahammülkâr-lık, haya ve sabır gibi özelliklere sahiptir. İşte Adem'i tevbeye, alçakgönüllülü­ğe, Allah'a yakarmaya iten mayasındaki bu özelliktir.

Ateş ise azabın sebebidir; Allah'ın düşmanlarına azabıdır. Toprak ise aza­ba sebep değildir. İşte bu, toprağın ateşten daha üstün olduğunu göstermekte­dir.

İblis'in kıyası, nas ile çatışma halinde bulunan fasit kıyasın kendisidir. Nassa uygun sahih kıyasa gelince, şer'an onun gereğince amel etmek icap eder. Çünkü bu naslarla uyum halindedir. Taberî der ki: Allah'ın Kitabından, pey­gamberinin sünnetinden ve ümmetin icmamdan hareketle istinbatta bulun­mak, yerine getirilmesi gereken bir haktır. İlim ehli için vazgeçilemez bir farz­dır. Peyamber (s.a.)'den ashab-ı kiram ve tabiinin önemli bir kısmından haber­ler bu şekilde gelmiştir. Ebu Temmâm el-Mâlikî der ki: Ümmet kıyası kabul et­mek üzere icma etmiştir. Onların zekâtta altın ve gümüşe kıyas yapmak üzere icma etmeleri de bunlardan birisidir.

4- İblis, Allah'ın emrini reddetmesinin cezası olarak cennetten kovulmayı hak etti. Hem de alçalmış, ayıplanmış, gazap edilmiş, kovulmuş ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak. Ebu Nuaym'ın Ebu Hureyre'den rivayeti­ne göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah için alçak gönüllülük göste­reni Allah yükseltir."  Yine ed-Deylemi'nin el-Firdevs' te rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Her kim büyüklük taslarsa Allah da onu alçal-tır." Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: "İblis büyüklenmeyi açığa vurunca Al­lah da ona aşağılanma elbisesini giydirdi."

5- İblis, öldükten sonra diriliş ve hesaba çekilme gününe kadar kendisine mühlet verilmesini, süre tanınmasını istedi, ölmemeyi talep etti. Çünkü öldük­ten sonra diriliş gününden sonra ölüm söz konusu değildir. Yüce Allah da bütün insanların öleceği vakit olan Sûr'a bir defa üfürüleceği vakte kadar ona mühlet verdi. Ancak onun istediği süre insanların âlemlerin Rabbinin huzuru­na kalkacağı gün olan ikinci üfürüşe kadardı. Fakat Yüce Allah onun bu isteği­ni kabul etmedi. Şu kadar var ki Yüce Allah'ın kıyamet gününe kadar İblis'e süre tanımış olması, onun çirkin bir hal ile aldatılmış olmasını gerektirmez. Çünkü Yüce Allah küfür ve fışkın en çirkin türü üzre öleceğini biliyordu. İster ona ölüm vaktini bildirmiş olsun, ister bildirmemiş olsun. Bu bildirme onun çirkinlikle aldatılmış ya da çirkinliğe teşvik edilmiş olmasını gerektirmez.

6- Kimi insanların onlara vesvese vermek suretiyle aldatılmasında şeyta­nın belli bir rolü vardır. Aldatmak (iğvâ), kalbe gayyı düşürmektir; gayy ise ba­tıl inanıştır. Yüce Allah'ın, "Beni azgınlığa mahkum ettiğin için" buyruğu Yüce Allah'ın İblis'i saptırdığına ve onda küfrü yarattığına bir delildir. O bakımdan burada iğvâ (azdırmak), Yüce Allah'a nispet edilmiştir. Hakikat de budur; Ehl-i sünnetin görüşü de budur. Varlık âleminde Allah'ın yaratmadığı, Yüce Allah'ın iradesiyle sadır olmayan hiçbir şey yoktur.

7- Yüce Allah'ın, "Ben de andolsun ki senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım" buyruğundan kasıt şudur: Şeytan sürekli ifsat etmek için ça­lışır durur, çabalar. Bu ayet-i kerime İblis'in hak dini ve doğru yolu bildiğinin delilidir. Çünkü Allah'ın dosdoğru yolu onun hak dini demektir.

8- Şeytanların azdırma çabaları belli bir şekle münhasır değildir. Hayatta karşılaşılan bütün hallerde onunla karşı karşıya kalınır. O bakımdan şeytan­dan sakınmak gerekmektedir. Bundan dolayı hadis-i şerifte şeytanın insana bütün cihetlerden tasallutundan Allah'a sığınılmıştır. Nitekim Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr, Müsned'inde İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakleder: Resulullah (s.a.) şöyle dua ederdi: "Allahım! Ben, senden dinimde, dünyamda, aile halkımda ve malımda af ve afiyet (bağışlanma ve esenlik) dilerim. Allahım kusurlarımı ört, korkularımı güvenliğe kavuştur. Beni önümden, arkamdan, sağımdan, solum­dan ve üstümden muhafaza buyur. Allahım, altımdan yerin dibine geçirilmek­ten de sana sığınının."

9- Yüce Allah'ın "Çık oradan yerilmiş ve kovulmuş olarak. Andolsun ki on­lardan kim sana tabi olursa..." buyruğu da şuna delildir: Cehennem hem batıla uyanlarla hem de kendisine uyutanlarla doldurulacaktır. Bu ise kâfiri de fasıkı da kapsamına alır. Aynı zamanda bu fasığın cehenneme gireceğine de kat'î ola­rak delildir. Ayet-i kerimede anılan husus, Allah'ın cehennemi şeytana uyan­lardan dolduracağıdır. Bununla beraber ayet-i kerimede şeytana tabi olan her­kesin de cehenneme gireceği ifade edilmemektedir. Aynı şekilde ayet-i kerime bütün bidat sahipleri ile sapıklıkları ortaya koyanların cehenneme girecekleri­ni de göstermektedir. Çünkü hepsi de İblis'e tabi olan kimselerdir. [31]

 

Hz. Adem'in Cennetteki Kıssası Ve Oradan Çıkartılması

 

19-  "Ey Adem! Sen ve eşin cennette oturun. İkiniz de dilediğiniz yerden yi­yin, şu ağaca da yaklaşmayın, sonra zalimlerden olursunuz."

20-  Derken şeytan gizli bulunan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için ikisine de vesvese verdi ve dedi ki: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması­nın tek sebebi iki melek veya ebedî ka­lanlardan olmanızı önlemektir."

21- Ve, "Doğrusu ben size öğüt veren­lerdenim" diye ikisine yemin etti.

22- Böylece ikisini de aldatıp aşağı in­dirdi. Ağaçtan tadınca ayıp yerleri kendilerine göründü. İkisi de kendile­rini cennetin yaprağıyla örtmeye baş­ladılar. Rableri de onlara, "Ben sizi bu ağaçtan men etmemiş miydim? Şeyta­nın apaçık bir düşmanınız olduğunu size söylememiş miydim?" diye seslen­di.

23- İkisi de dediler ki: "Rabbimiz! Ken­dimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen muhakkak ki biz hüsrana uğrayanlardan oluruz."

24- Buyurdu ki: "İnin! Kiminiz kimini­ze düşman olsun. Sizin için yeryüzün­de bir müddet yerleşip kalmak ve ge­çinmek vardır."

25-  Buyurdu ki: "Orada yaşar, orada ölür ve oradan çıkarılırsınız."

 

Belagat:

 

"Ey Adem!" buyruğunda hazf ile yapılan icaz vardır. Yani, "ve biz, 'Ey Adem!' diye seslendik" anlamındadır.

"Şu ağaca da yaklaşmayın." Burada yemenin yaklaşmak diye ifade edil­mesi, o ağaçtan yemenin yasaklanışında mübalağayı ifade etmek içindir. "Doğ­rusu ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisine yemin etti." Burada onlara verdi­ği haberi yemin ve tekit ile pekiştirdi ki yalan söyleme şüphesini bertaraf et­sin. "Orada yaşar, orada ölürsünüz" buyruğunda da tıbâk sanatı vardır. [32]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sen ve eşin cennette oturun." Eşin Havva ile birlikte orada kalın, "şu ağa­ca da" ondan yemek suretiyle "yaklaşmayın." Burada sözü geçen ağaçtan ka­sıt buğdaydır. "Derken şeytan gizli bulunan" yani örtülü bulunan "ayıp yerleri­ni", ortaya çıkması insanın hoşuna gitmeyen, ona rahatsızlık veren yerlerini. İnsanın ayıp yerleri avret yerleridir. Çünkü avretinin görünmesi hoşuna git­mez. İlim adamları der ki: Ayet-i kerimede avretin açılışının büyük bir iş oldu­ğuna ve hem tabiat olarak hem örf olarak çirkin olduğuna bir delil vardır. " göstermek için ikisine de vesvese verdi." Vesvese tekrarlanan gizli sestir. Bura­da kasıt ise, insanların içlerinde buldukları ve kendilerine zararlı olan şeyleri süslü gösteren, hatırlarına gelen hususlardır. "Rabbinizin bu ağacı yasakla­masının tek sebebi...veya ebedî kalanlardan olmanızı önlemektir"; ebedi kalan­lar, ebediyyen ölmeyenler demektir. Çünkü onun vesvesesine göre o ağaçtan yenilmesi halinde ebedîlik kaçınılmaz olacaktır. Bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "Sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmeyecek bir mülkü göstereyim mi?" (Tâ-Hâ, 20/120).

"Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim diye ikisine yemin etti." Allah adına her türlü teminatı vererek onları aldatmcaya kadar yemin etti. Mümin bazan Al­lah ile aldatılabilir. Alûsî der ki: Burada mufâ'ale (ikisine yemin etti, mealindeki buyruğun) kipinin kullanılması mübalağa ifade etmek içindir. Çünkü herhangi bir fiilde bir kimse ile yarışa giren kişi o hususta bütün gayretini ortaya koyar.

"Böylece ikisini de aldatıp" yani batıl ile onları kandırıp "aşağı indirdi", cennetteki mevkilerinden aşağıya düşmelerini sağladı. "Ağaçtan tadınca" on­dan yiyince "ayıp yerleri kendilerine göründü" yani her birisi kendi ön ve arka avretini gördü. Bunlardan her birisine ayıp yer (sev'e) denilmesinin sebebi, bu yerlerin açılışının az önce belirtildiği gibi, kişinin hoşuna gitmemesidir. "ikisi de kendilerini cennetin yaprağıyla örtmeye başladılar." Cennet ağacının yap­raklarından kendilerini örtmek için yaprakları üst üste koymaya, yapıştırma­ya, yamamaya başladılar. "Şeytanın apaçık bir düşmanımız" yani düşmanlığı gayet açık olduğunu size söylememiş miydim"; "Ben sizi bu ağaçtan menetme-miş miydim?" ifadesindeki soru ise takrir (yani gerçeği söyletmek) içindir. [33]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimeler, insanın ilk yaratılışı ve cin şeytanlarının insanların azdırılmasmdaki rolünü açıklayan buyrukların devamıdır. Kıssadan maksat, insanlara hidayet yolunu göstermek, şeytanın vesveselerinden onları sakmdırmaktır. Çünkü şeytan Hz. Adem ile Havva'yı kıskandığından dolayı onlara vesvese vermek, onları aldatmak ve onlara tuzak kurmak için çalıştı. Böylelikle içinde bulundukları nimet ve güzel elbiseden onları mahrum etmek istedi. Bundan önceki ayet-i kerimelerde de açıkladığımız gibi bu kıssa Kur'an-ı Ke-rim'de yedi yerde söz konusu edilmektedir.

İblis cennetten çıkarılmışken cennette bulunan Adem'e nasıl vesvese ver­di. Hasan-ı Basrî der ki: İblis, Yüce Allah'ın ona vermiş olduğu yukarıya doğru yükselen güç sayesinde yerden semaya ve cennete doğru vesvese verebiliyordu. [34]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah, Hz. Adem ile ondan yaratılmış bulunan eşi Havva'ya cennette kalıp yerleşmelerini ve tek bir ağaç müstesna olmak üzere, cennetteki bütün meyvelerden yemelerini mubah kıldı. Buradaki yeme emri mubah kılma emri olup teklif emri değildir.

Sözü geçen cennet de cumhurun görüşüne göre ebedîlik yurdu olan cennet­tir. Semadaki cennetlerden birisi yahut yeryüzündeki cennetlerden (sık ağaçlı bahçelerden) bir cennet olduğu da söylenmiştir.

Yüce Allah Hz. Adem'e önce vahiy yoluyla hitap etti, sonra da cennet mey­velerinden yemeleri hususunda biribirlerine eşit olduklarını bildirerek hanımı ile ona hitapta bulundu.

Buharî ile Müslim'de Ebu Hureyre'den gelen Hz. Peygamber (s.a)in, "Şüp­hesiz kadın eğri bir kaburga kemiğinden yaratılmıştır" şeklindeki hadisi, kadı­na karşı gösterilecek davranış esnasında onu şiddet ve kabalıkla doğrultmaya çalışmanın yasaklandığını ifade eden temsilî bir ifade kabilindendir.

Yüce Allah da, "İkiniz de dilediğiniz yerden yiyin" buyruğu ile cennetin çe­şitli meyvelerinden yemelerini kendilerine mubah kıldı. Ancak Kitab-ı Ke-rim'inde bizim için tayin etmediği özel bir ağaçtan da yemelerini yasaklamıştı. Bu yasaklamayı ise o ağaçtan yedikleri takdirde kendilerine zulmeden kimse­lerden olacaklarını belirterek gerekçelendirmişti. Çünkü onlar bu işi yaptıkla­rında cezalandırılacaklardı. Bu da Yüce Allah'ın pek çok şeyi mubah kılarken az miktardaki şeyleri haram kılmak suretiyle bir imtihanıdır.

Şeytan ikisini kıskandı ve onları hile ve vesveseyle aldatmaya çalıştı. Böyle­likle onları sahip oldukları nimetten, güzel elbiselerden mahrum bırakmak iste­di. O bakımdan kendilerine zarar verecek, kendilerine kötülük sağlayacak şeyle­ri onlara süslü gösterdi. Kendilerine görünerek, onlarla konuşarak bunu yaptı. Böylece örtmeyi tercih ettikleri avretleri, açığa çıkacaktı. Yani bunun sonunda avretleri ortaya çıksın diye buna çalıştı. Hasan-ı Basrî der ki: İblis, Allah'ın ken­disine vermiş olduğu yerden semaya ve cennete doğru yukarılara vesvese salma gücüyle vesvese verebiliyordu. Böyle bir açıklama İblis'in cennetten çıkartılmış olması ve Hz. Adem'in de henüz orada bulunması hali ile ilgilidir.

Şeytan yalan ve iftira olmak üzere dedi ki: Rabbinizin size bu ağaçtan ye­menizi yasaklayışının iki sebebi vardır. Birincisi, bu ağaçtan yemeniz halinde iki melek olmanızı engellemek, ikincisi de burada ölmemek üzere ebedî kalan­lardan olmamanızı sağlamaktır. Yani siz iki melek olmayasınız [35] yahut cen­nette ebedî kalanlardan olmayasınız diye böyle yapmıştır. Sizler bu ağaçtan yi­yecek olursanız bu iki şeyi elde edersiniz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Dedi ki: Ey Adem, ben sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir mülkü göstereyim mi?" (Tâ-Hâ, 120/20). Zamahşerî de der ki: Bu ifade, "Sizin iki me­lek olmanızdan hoşlanmadığı için böyle demiştir" anlamındadır.

Bu iki özelliğin (şeytan tarafından) seçilişinin sebebi, meleklerin güçlü ol­mak, uzun süre hayatta kalmak ve canlıların hallerinden etkilenmemek için bir takım özellik ve meziyetlerinin bulunması gibi insanın da ölüm söz konusu olmadan cennette ebedî kalma emelinde oluşundan dolayıdır. Yani İblis onlara bu ağaçtan yemeleri halinde meleklik niteliklerine sahip olacağını yahut da ebedî hayata sahip olacağını vehmettirmişti.

İşte bu ifadede meleklerin Adem'e üstün kılındaklarına bir işaret vardır.

Daha sonra şeytan Allah adına onlara yemin etti ve pekiştirici ifadelerle yeminini güçlendirmek istedi: "Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim." Yani ben sizden önce burada bulunuyorum ve bu yeri daha iyi biliyorum.

"Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisine yemin etti" ifadesi ise taraflardan birisinin kastedildiği müfâala kipi ile kullanılmıştır. Bundan mak­sat ise ifadeye mübalâğa gücü vermek ve yemini daha bir pekiştirmektir. Çün­kü İblis onları aldatmcaya kadar bu hususa dair yemin etti. Kimi zaman mü­min Allah ile de aldatılabilir.

"Böylece ikisini de aldatıp aşağı indirdi." Şeytan ağaçtan yemeye teşvik, vaadde bulunmak ve oldukça ağır yeminler etmek suretiyle onları kışkırtmaya, onları aldatmaya devam etti. Sonunda ikisi de Allah'ın kendilerine şeytanın düşmanları olduğunu haber verdiğini unuttular. Böylelikle şeytan yemin ede­rek onları aldattı ve bu işi onlara süslü göstermek suretiyle kendisine itaat et­melerini sağladı. Bu yüzden de Allah nezdindeki mevkilerinden onları kaydıra-bildi ve daha aşağı mevkiye düşürdü. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Andolsun biz, önceden Adem'e ahit etmiş (emretmiş) idik de o unuttu. Biz onda bir azim bulmadık." (Tâ-Hâ, 20/115). "İkisini de ... aşağı indirdi" buyru­ğunun anlamı ise, Allah adına yemin etmek suretiyle onları aldattığından do­layı ağaçtan yemeleri noktasına indirdi (razı etti), şeklindedir.

Ağacın meyvesini tadınca hemen avret yerleri ortaya çıktı. Onlardaki özel nur zail oldu. Bu sefer avretlerini örtmek için cennet ağaçlarının geniş yaprak­larını üst üste koyup kendilerini örtmeye çalıştılar.

Rableri kendilerine sitem ederek, azarlayarak, "Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim?" diye seslendi. Yani bu ağaca yaklaşmanızı ve bu ağaçtan ye­menizi size yasak kılmamış mıydım? Sizlere, "Şeytan sizin açık bir düşmanınızdır, ona itaat edecek olursanız ebedî nimet yurdu olan cennetten sizleri dün­ya yurduna çıkartır; dünya ise hayatta yorulup didinmenin yurdudur. O ba­kımdan şeytandan uzak durunuz" dememiş miydim? Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ey Adem, dedik, şüphesiz bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın o sizleri cennetten çıkartmasın. O vakit bedbaht olursun." (Tâ-Hâ, 20/117).

"İkisi dediler ki: Rabbimiz! Kendimize zulmettik..." Yani her ikisi de, "Rabbimiz, gerçekten biz senin emrine aykırı davranıp senin de bizim de düş­manımız olan şeytana itaat etmek suretiyle kendimize zulmettik. Eğer günahı­mızı örtmez, bizden razı olmaz, tevbemizi kabul buyurmazsan şüphesiz ki dün­yada da ahirette de zarara uğrayanlardan oluruz" dediler ve Yüce Allah şöyle buyurdu: "Derken Adem Rabbinden bir takım kelimeler belledi de, o da onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz ki O, tevbeleri çok çok kabul edendir, Rahîm'dir." (Bakara, 2/37).

Daha sonra Yüce Allah şu buyruğuyla Hz. Adem, Havva ve İblis'eTıitap et­ti: "İnin oradan, kiminiz kiminize düşmandır..." Yani kiminiz kiminize düşman olmak üzere bu cennetten ininiz. Bunun anlamı da şudur: Düşmanlık cinler ve insanlar arasında sabit bir şeydir, hiç bir şekilde sonu gelmez. İblis de Adem ve Havva'ya düşmanlık edecektir, onlar da ona düşmanlık edeceklerdir. O halde insana düşen şeytanın vesveselerinden sakınmaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu şeytan düşmanınızdır; siz de onu düşman edinin. O kendi taraftarlarını ancak cehennemliklerden olsunlar diye çağırır." (Fâtır, 35/6).

Cennetten çıkartılmak bu masiyetin cezası olmuştu. Uhrevî cezayı ise Yü­ce Allah bunun etkisini gideren tevbe dolayısıyla affetmiş ve Yüce Allah onun tevbesini kabul etmiştir. Nitekim şöyle buyurulmaktadır: "Adem rabbinin em­rine karşı geldi de yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve doğruya iletti." (Tâ-Hâ, 20/121-122).

Daha sonra Yüce Allah, insanın dünyadaki ecelini açıklayarak şöyle bu­yurdu: "Sizin için yeryüzünde bir müddet yerleşip kalmak... vardır." Yani si­zin için bilinen vadelere kadar orada karar kılmak ve süresi belli ömürler vardır.

Kalem bunları tespit etmiş, kader bunları tek tek sayıp dökmüş ve ilk ki­tapta bunlar satır satır yazılmıştır. Siz orada her biriniz için ayrı ayrı takdir edilmiş bulunan ömrünüz boyunca yaşayacaksınız. Ecelinizin sona ermesiyle birlikte orada öleceksiniz. Yüce Allah'ın dileyeceği vakit ölümden sonra amelle­rinizin karşılığını görmek üzere oradan çıkartılacaksınız: "Sizi biz ordan yarat­tık sizi tekrar oraya iade ederiz ve bir defa daha sizi oradan çıkartacağız." (Tâ-Hâ, 20/55). [36]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İblis'in semadaki yerinden çıkartılmasından sonra Yüce Allah, Hz. Adem'e, "Sen ve eşin Havva cennette durunuz." diye emir buyurdu. Bu ya kul­lukla ilgili bir emir veya mübahlık ve mutlaklık ifade eden bir emirdir. Çünkü böyle bir işi yapmakta bir zorluk ve sıkıntı yoktur. O takdirde bu teklifi bir emir değildir ve bu emre teklif taalluk etmemektedir.

Bu da Hz. Adem'in cennette kalmasının, onların hayatlarının başlangıç dönemlerinde olduğunun delilidir. Daha sonra şeytanın tuzağı, kıskançlığı ve vesvesesi sebebiyle yere inmekle emrolundular. Şeytanın kullandığı en tehlike­li silah pekiştirici ifadeler kullanarak yaptığı Allah adma yeminlerle onları al­datmak oldu. Evet mümin bazen Allah ile de aldatılabilir.

"İki melek... olmanızı önlemektir" ayetinden meleklerin insanlardan üstün ve faziletli kılındığı manası anlaşılmıştır. Nitekim bu, bir çok ayet-i kerimede de anlaşılabilmektedir: "Ben sizlere şüphesiz ki "Ben bir meleğim" de demiyo­rum." (En'âm, 6/50). Bir diğer ayet-i kerime de şöyledir: "Mesih de Allah'a kul olmaktan asla çekinmez, mukarreb melekler de..." (Nisa, 4/172). el-Kelbî der ki: Müminler, meleklerden bir kesim müstesna, bütün mahlûkata üstün kılınmış­lardır. Bunlar ise Cebrail, Mikâil, İsrafil ve ölüm meleği olan Azrail (a.s.)'dir. Çünkü bunlar da Allah'ın elçileri arasında yer alırlar.

İbni Abbas, -Zeccâc ve bir çok ilim adamı ise müminlerin meleklerden üstün kılındığı görüşünü tercih ederler. Bu ayet-i kerime veya sözü geçen bu olayda, "İki melek... olmanızı önlemektir" buyruğu ise peygamberlikten önce olmuştu.

"Derken şeytan gizli bulunan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için..." ayet-i kerimesi, avretin açılışının münker işlerden olduğunu, halen de insan tabiatı itibariyle iğrenç, akıllarda da çirkin görülmeye devam ettiğini ve Al­lah'ın avreti örtmeyi emrettiğini göstermektedir. Bundan dolayı Hz. Adem ile Havva hemen avretlerini örtmeye yönelmişlerdir. Erkeklerde olsun kadınlarda olsun, avretlerin açılmasına çağıran bir kimse haya örtüsünü parçalamış, insa­nı vahşiliğe, ilkelliğe döndürmek istemiş demektir. Kadını bir eğlence, bir te­selli aracı haline getirmiş, dinin korunmasını emrettiği selim fıtratın da korun­masını gerektirdiği ırzı korumaya önem vermemiş olur. Böyle birisinin yaptığı iş, şeytanın işini andırır. Çünkü Yüce Allah şeytanı, "Ayıp yerlerini kendilerine göstermek için üzerlerinden elbiselerini soyarak nasıl cennetten çıkardıysa..." (A'râf, 7/27) diye anlatmaktadır.

İblis'in Hz. Adem'i teşvik etmesi iki noktada toplanmaktadır: Meleklerin niteliklerine sahip olmak ve hiç bir şekilde ölmeksizin ebedî kalmak.

Hz. Adem ile Havva'nın ilâhî emre muhalefet etmelerinin cezası yeryüzü­ne indirilmeleri olmuştur. Uhrevî cezayı ise Yüce Allah onları affedip tevbeleri-ni kabul ederek kaldırmıştır. Râzî bu günahın Hz. Adem'den peygamberlikten önce sadır olduğu görüşünü tercih etmiştir.

"İnin, kiminiz kiminize düşmandır..." ayeti ise iki hususa delâlet etmekte­dir:

1- İnsan ile şeytan arasında sürekli düşmanlığın varlığı. Bu düşmanlıkta esas unsurlar Hz. Adem ile İblis olduğundan dolayı Yüce Allah "Haydi oradan hep birlikte inin." (Tâ-Hâ, 20/123) diye buyurmuştur.

2- İnsanın dünya hayatında kalacağı süre doğumundan vefatına kadar onun için tayin edilen ecel ile belirlenmiştir. İnsan bu süre zarfında yeryüzün­de yaşar, bu da büyük bir nimettir. Çünkü orası yerleşme ve karar bulma yeri­dir. Dünya hayatının süsünden yararlanma, hayatın çeşitli nimetlerinden fay­dalanma yeridir. Daha sonra ölüm gelir. Arkasından kabirlerinden çıkartılma ve öldükten sonra diriliş gelir, sonra da ahiret âleminde hesaba çekilmek ve amellerin karşılığının görülmesi gelir.

Bu kıssanın ifade ettiği husus, ayetler arası ilişkide de işaret ettiğimiz gi­bi, bize fıtrî yaratılışımızı göstermek, bizim için bir görev olan Allah'a şükret­mek, ona itaat etmek, emirlerini yerine getirmek, ona karşı gelmekten uzak durmak ve şeytanın vesveselerine karşı uyanık ve dikkatli olmaktır.

Bizler, kendi içgüdülerimizi, eğilimlerimizi, düşmanımız olan şeytanın tehlikeli olduğunu bildiğimiz takdirde, yalnızca Allah'a ibadet etmek suretiyle ruhumuzu, nefsimizi, güzel ahlâk ve adab ile arındırıp onu iyiliklerle bezemeye çalışarak Allah'ın ahdini, buyruklarını, ona verdiğimiz sözü hatırlayacak şekil­de düzenlediğimiz takdirde, dünyada da ahirette de mutlu kimseler oluruz ve dünya hayatımızda da misyonumuzun gereğini yerine getirme imkânı buluruz. [37]

 

Ademoğullarının Dünyadaki İhtiyaçlarının Karşılanması Ve Şeytanın Fitnesine Karşı Uyarılıp Sakındırılması

 

26- Ey Ademoğulları, size çirkin yerle­rinizi örtecek bir giyimli ve bir de sizi süsleyecek elbise indirdik. Takva örtü­süne gelince, işte daha hayırlı olan odur. Bunlar Allah'ın ayetlerindendir. Belki öğüt alırlar.

27- Ey Ademoğulları, şeytan ana ve ba­banızı ayıp yerlerini kendilerine gös­termek için üzerlerinden elbiselerini nasıl soyarak cennetten çıkardıysa, sa­kın sizi de bir fitneye düşürmesin. Ger­çekten o da askerleri de sizin kendile­rini göremediğiniz yerden sizi görür­ler. Biz şeytanları iman etmeyenlerin velileri yaptık.

 

Belagat:

 

"size... bir giyimlik... indirdik" buyruğunda mürsel bir mecaz vardır. Yani biz sizin üzerinize pamuk ve keten gibi şeyleri yerden bitirecek ve yün, kıl ve tüy taşıyan hayvanların yaşamalarına sebep teşkil edecek bir yağmur indirdik.

"Takva örtüsüne gelince" buyruğunda, beliğ bir teşbih vardır. Çünkü ken­disine benzetilen, kendisine benzeyene izafe edilmiştir. Nitekim Yüce Allah'ın, "Allah o kasabaya açlık ve korku elbisesini tattırdı" (Nahl, 16/112) buyruğun­da açlığın elbiseye izafe edilmesi gibi.

"Belki öğüt alırlar" buvrv anda ise hitaptan gaibe iltifat (geçiş) vardır. [38]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Size çirkin yerlerinizi örtecek bir giyimlik ve bir de sizi süsleyecek elbise indirdik." Yani biz sizin için avretlerinizi örtecek elbiseler yarattık. Elbise bu­rada barış ve savaş zamanlarında giyilen her şeydir.

"Süs" ise kendisiyle süslenilen elbiselerdir ve bu, ihtiyaç ve süs için giyi­len elbiseleri kapsar. Çoğu dil bilginlerine göre buradaki "rîş = süs elbisesi" in­sanı örten elbise veya geçimlik anlamındadır. "Takva örtüsü" yani Allah'tan korkma ve takvalı olma elbisesi. Bu da salih amel ve güzel görünüş ile olur. "Bunlar Allah'ın ayetlerindendir." Yani O'nun kudretinin belgelerindendir. "Belki öğüt alırlar" yani öğüt alırlar da iman ederler.

"şeytan... sakın sizi de bir fitneyz düşürmesin" saptırmasın. Fitne asıl iti­bariyle sınama ve denemedir. Yani, "Şeytanın adımlarına uymayın, o takdirde fitneye düşersiniz" demektir, "askerleri" onun emrindeki askerler onun toplu­luğu anlamındadır, "sizin kendilerini göremediğiniz yerden", çünkü onların ci­simleri latiftir veya renkleri yoktur. "Biz şeytanları iman etmeyenlerin velileri" yardımcı ve arkadaşları "yaptık." [39]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah Hz. Adem ile Havva'ya yere inmelerini emredip yeryüzünü on­lar için bir karar yeri haline getirdikten sonra, din ve dünya hususlarında ge­rek duyacakları her şeyi kendilerine indirmiş olduğunu da beyan etti. İşte bun­lar arasında din ve dünya bakımından kendisine gerek duyulan elbise de var­dır. Bu da Yüce Allah'ın büyük nimetlerine karşı şükretmeyi ve O'na hakkıyla ibadet etmeyi gerektirir. [40]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah kullarına kendilerine ihsan etmiş olduğu elbise ve süs lütfunu hatırlatmaktadır. Elbise avret yerlerini örten şeyler, süs (er-rîş) ise kendisiyle süslenilen şeylerdir. Birincisi zaruri ihtiyaçlardan, ikincisi ise tamamlayıcı ve güzelleştirici unsurlardandır.

Ey Ademoğulları, sizin ve daha önceden atanız Adem'in üzerindeki nimeti­mi, benim sizin için hazırlamış olduğum avret yerlerinizi örtmeniz, süslenme­niz ve güzellikten yararlanmanız, sıcak ve soğuktan sakınmanız için hazırla­mış olduğum elbise ve süs gibi dünyevî ihtiyaçlarınız ile dinî ihtiyaçlarınızı karşıladığımı hatırlayınız. Bunların gökten indirilmiş olmasının anlamı, bun­ların hammaddesi olan pamuk, yün, tüy, ipek, kuş tüyü vb. ihtiyaç maddeleri­nin Allah tarafından yaratılmış olması, diğer taraftan bunların sanatı ve diki­minin de Allah'ın ilhamı ile gerçekleştirilmiş olmasından dolayıdır. Bu şekilde elbise ve süs nimetinin hatırlatılarak minnet edilmesi mübahlığa delildir ve bu da insanın süslenmeyi, insanlar önünde görünmeyi sevmesi şeklindeki fıtratı­na uygundur.

Yeni elbise giyilmesi esnasında hamd ve şükürde bulunmak sünnettir. Çünkü Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace Ömer b. el-Hattâb'dan şöyle dediğini riva­yet etmektedirler: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Bana kendisiyle avretimi örte­ceğim, hayatımda kendisiyle süsleneceğim elbise giydiren Allah'a hamdolsun." Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) eski elbisesini alıp onu sadaka olarak verdi. O hayatta iken de ölümünden sonra da Allah'ın himayesinde, Allah'ın teminatın­da, Allah'ın koruması altındaydı." Yine İmam Ahmed Hz. Ali'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ı elbisesini giyerken şöyle buyururken din­ledim: "İnsanlar arasında kendisi ile süsleneceğim ve kendisiyle avretimi örtece­ğim süsü bana rızık olarak veren Allah'a hamdederim."

Daha sonra Yüce Allah, manevî olan takva elbisesinin maddî elbiseden daha üstün olduğunu belirterek şöyle buyurmaktadır: "Takva örtüsüne gelin­ce; işte daha hayırlı olan odur." Bu da İbni Abbas'ın dediği gibi, iman ve salih ameldir. Bunun güzel görünüş olduğu da söylenmiştir. Şüphesiz ki böylesi ye­rine getirildiği takdirde, sahibi için elbette hayırlıdır. Takva elbisesi, insanı Allah'a süs ve elbise türünden Allah'ın yarattıklarından daha çok yakınlaştırı­cıdır.

"Bunlar Allah'ın ayetlerindendir." Yani sözü geçen bu hususlar Allah'ın kudretine, lütfuna, kullarına olan merhametine delâlet eden ilâhî belgeler ara­sındadır. "Belki öğüt alırlar." Yani belki bu nimetler onları Allah'ın üzerlerin­deki lütfunu hatırlayıp şükretmeye, bu husustaki büyük nimeti bilip tanımaya, şeytanın fitnesinden uzak durmaya, avret yerlerini açmaktan uzak durmaya ehil hale getirebilir.

Daha sonra Yüce Allah Ademoğullarını İblis ve onun ortaklarından sakm-dırmakta, onlara insanlığın atası Hz. Adem'e eskiden beri devam edegelen düş­manlığını açıklamaktadır. Bu düşmanlığı dolayısıyla İblis Adem'i nimetler yur­du olan cennetten yorgunluk ve sıkıntı yurdu olan dünyaya çıkartmak için çalı­şıp gayret etmiş, edep yerlerinin açılmasına sebep olmuştur. Halbuki önceden edep yeri kendisine görünmüyordu. Bu tutum hiç şüphesiz kesin ve uzlaşmaz bir düşmanlıktan kaynaklanmaktadır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını ha­tırlatmaktadır: "Kendileri sizlerin düşmanı iken nasıl olur da onu ve onun so­yundan gelenleri beni bırakıp veliler edinirsiniz? Bu zalimler için ne kötü bir değiş-tokuştur!" (Kehf, 18/50).

Yüce Allah hatırlatma ve öğüt verme konumunda Arapça'nın üslûbuna uy­gun olduğu şekilde Ademoğullarına bir daha seslenerek şöyle buyurmaktadır: "Şeytan... sakın sizi de bir fitneye düşürmesin." Yani kendinizden gafil olmayınız. Şeytan sizi dinden alıkoymasın. Annenizi, babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de fitneye düşürmesin. O bakımdan şeytanın vesvesesine kulak vermeyin, takva ile kendinizi korumayı ihmal etmeyin. Her zaman Allah'ı anın, çünkü şeytanın fitnesi tıpkı anne babanızı fitneye düşürdüğü, onlara vesvese verdiği, Rablerine isyanı güzel göstererek Allah'ın kendilerine yasak kıldığı meyveden yemeleri üzerine nimetler yurdu olan cennetten onları çıkarttığı, yeryüzüne indirilmesine sebep teşkil ettiği gibi, sizin de cennete girmenize engel olabilir.

Şeytan Hz. Adem ile Havva'nın cennetten çıkmalarına sebep oldu. Aynı şe­kilde kendilerine edeb yerlerini, avret yerlerini göstermek için cennet yaprak­larından edindikleri elbiselerini de üzerlerinden çıkartmalarına sebep teşkil et­ti. Buradaki "kendilerine göstermek için" anlamındaki ifadenin başında gelen lam harfi nihayette varılan noktayı belirtmek içindir. Yani sonunda bu böyle oldu.

İblis'ten sakınınız. Çünkü o ve onun cinlerden olan askerleri, siz kendileri­ni görmediğiniz halde onlar sizi görürler. Görülmeyen düşmandan gelecek za­rar ise görülen ve açık düşmandan gelecek zarardan daha tehlikelidir.

Şeytandan korunmak ise, ondan Allah'a sığınmakla, ruhu Allah'a iman ile ve Allah'ın gözetimi altında olduğunu hatırda tutmakla güçlendirerek müm­kündür. Nefse karşı direnmek ve vesveselere kulak vermesini önlemekle, ayrı­ca vesvese geldi mi onu içinden kovmaya ve nefiste bıraktığı etkileri tasfiye et­meye çalışmakla mümkündür. Bu ise şeriatın kaidelerine, âdâb ve ahlâkına bağlı kalmak yoluyla gerçekleştirilir.

Daha sonra şeytanı, yine sakındırmayı pekiştiriri ifadelerle bir daha söz konusu etmektedir. Yüce Allah şeytanları, ruhlarını anndıncı, amellerini İslah edici gerçek iman ile Allah'a iman etmeyen kâfirlerin yardımcısı ve destekçileri kıldığını beyan etti. Buna sebep ise onların şeytanın vesvesesini kabule hazır olmalarıdır. Tıpkı zayıf bedenlerin çabucak hastalanmaya hazır olmaları gibi. [41]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Ey Ademoğullan, size çirkin yerlerinizi örtecek bir giyimlikle sizi süsleye­cek elbise indirdik" ayet-i kerimesi avret yerlerinin örtülmesinin vücubuna de­lildir. Çünkü Yüce Allah, "Çirkin yerlerinizi örtecek" diye buyurmaktadır. Yani Yüce Allah Adem'in soyundan gelenler için kendisiyle avretlerini örtecekleri bir elbise yaratmıştır. Yine bunda tesettür emrine de delâlet vardır. Avretin in­sanlara karşı örtünmesinin vücubu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur.

Ancak avretin mahiyetinin ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir­ler. Zahirîler ve Taberî der ki: Avret erkekte bizzat fercin (ön ve arkanın) kendi­sidir, başka yerler değildir. Çünkü Yüce Allah "Çirkin yerlerinizi örtecek" diye buyurduğu gibi "Ayıp yerleri kendilerine göründü" ile "ayıp yerlerini kendilerine göstermek için" diye buyurmuştur. Buharî'de de Enes'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Resulullah (s.a.) Hayber sokağında yürüdü. Sonra da elbisesini baldırından yukarı doğru çekti. Şu anda bile Allah'ın peygamberinin baldırının beyazlığını görür gibiyim."

Malik ise şöyle der: Göbek avret değildir. Bununla birlikte erkeğin hanımı­nın önünde baldırını açmasını mekruh görüyorum. Malik'in bu konudaki delili ise Hz. Peygamberin Cerhed'e söylediği şu sözdür: "Baldırını ört, çünkü baldır avrettir." Buharî bunu muallak olarak rivayet etmiş olup "Enes'in hadisi senet bakımından daha bir sağlamdır. Cerhed'in [42] hadisi ise daha bir ihtiyatlıdır" demiştir. Ta ki bu hususta ilim adamlarının ihtilâfına düşülmemiş olunsun. Yani Mâliki mezhebine göre sahih olan görüşe göre, baldır avret değildir. Çün­kü Hayber günü Resulullah (s.a.)'ın baldın açılmıştı; bununla birlikte Cerhed hadisi dolayısıyla da baldırın açılması mekruh görülmüştür.

Ebu Hanife de, diz kapağı avrettir, demiştir.

Şafiî ise, göbek ve diz kapaklan sahih görülen görüşe göre avret değildir, der. Bununla birlikte Şafiîlere göre, diz kapaklarının örtülmesi vacibin ancak kendisi ile tamam olduğu şeyde vaciptir, kabilinden gereklidir.

Hür kadının avretine gelince: İlim ehlinin çoğunluğuna göre yüz ve eller müstesna, bütünüyle avrettir. Buna delil ise fukahanın çoğunluğunun şu görü­şüdür: "Her kim bir kadın ile evlenmek isterse onun yüzüne ve ellerine bak­sın." Çünkü bu ihramda da açılması gerekli olan yerlerdir.

Yüce Allah'ın, "Size... örtecek... süsleyecek elbise indirdik" buyruğu ise Yü­ce Allah'ın insanın dünya hayatında ihtiyaç duyduğu şeyleri fazlasıyla nimet olarak verdiğine ve dini, dünyası ve ahireti hususunda ona fazlasıyla yardımcı olduğuna delildir.

Fakat takva elbisesi olan iman, salih amel ve yüzdeki güzel görünüm daha hayırlı, daha kalıcıdır ve Allah nezdinde bununla kurtuluş mümkündür. Yüce Allah'a yakın olmanın yolu da budur. Çünkü bunun anlamı şudur: Sizin daha önceden öğrenmiş bulunduğunuz kendisine işaret olunan takva elbisesi, sizin için avretlerinizi örten elbiselerden, sizin için indirmiş olduğumuz süs eşyala­rından daha hayırlıdır; o halde bu elbiseyi giyininiz.

Yüce Allah'ın, "Ey Ademoğulları, şeytan... sizi de bir fitneye düşürmesin" buyruğu insanları şeytanın vesvese ve telkinlerini kabul etmekten sakındırma-ya delildir. Çünkü peygamberlerin kıssalarının hatırlatılmasından kasıt, bu kıssaları dinleyecek kimselerin ibret almalarıdır. Adeta Yüce Allah Hz. Adem kıssasını zikredip bu kıssada şeytanın Hz. Adem'e ve çocuklarına olan aşırı düşmanlığını beyan ettikten sonra, Ademoğullannı şeytanın vesvese ve telkin­lerini kabul etmekten sakındırmış gibidir. Buna delil ise onun Hz. Adem ile Havva'ya etki etmesi ve onları cennetten çıkartılmalarını gerektiren yanılgıya düşürmüş olmasıdır. Şeytan Hz. Adem'i etkilediğine göre, sıradan insanların durumu nasıl olur?

Şeytanın Hz. Adem ile Havva'nın üzerlerinden çıkarmalarına sebep oldu­ğu elbise cennet elbisesidir. Yüce Allah'ın, "Sizin kendilerini göremediğiniz yer­den" buyruğu da insanların cinleri göremediklerini göstermektedir. İmam Ah-med'in rivayet ettiği şu haber de bunu pekiştirmektedir: "Muhakkak şeytan Ademoğlunun içinden kanın aktığı gibi akar." Ayrıca Yüce Allah'ın, "O ki in­sanların göğüslerinde vesvese verir." (Nas, 114/5) buyruğu ile Tirmizî, Nesaî ve İbni Hibbân'm İbni Mes'ud'dan rivayet ettikleri şu hadis de bunu göstermekte­dir: "Muhakkak meleğin de bir telkini vardır, şeytanın da (kalpte) bir vesvesesi vardır. Meleğin telkini hayır vaad etmek ve hakkı tasdik etmek üzeredir, şeyta­nın vesvesesi ise şerri vaad etmek ve hakkı tekzip etmek yolundadır."

Bunun dışında ayrıca cinlerin görülmesi hususunda da Buharî ve Müs­lim'de sahih bir takım haberler vardır.

Bizim inancımız şudur: Şeytanın herhangi bir şekilde insanlar üzerinde bir hakimiyet kudreti yoktur. Buna delil ise Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Benim sizin üzerinizde bir hakimiyetim yoktu. Sadece ben sizi çağırdım, siz de be­nim çağrımı kabul ettiniz." (İbrahim, 14/22).

Ehl-i sünnet Yüce Allah'ın, "Şüphesiz biz şeytanları iman etmeyenlerin ve­lileri yaptık" buyruğunu, kovulmuş olan şeytanı kâfirlerin üzerine onları saptı­rıp azdınncaya kadar musallat edenin Allah olduğuna delil göstermişlerdir. Bu ise onların cezalarını artırmak ve haktan uzaklaşma hususunda onları biribir-lerine eşit kılmak içindir. Böylelikle şeytan iman etmeyen kimselerin velisi, dost ve arkadaşı olmuş olur. [43]

 

Müşriklerin Teşrîî (Yasa Koymaları) Atalarını Taklitten İbarettir. Allah'ın Teşrîî İse Peygamberine Gönderdiği Bir Vahiydir

 

28- Onlar bir hayasızlık yaptıkları za­man, "Biz atalarımızı da onun üzerin­de bulduk, Allah da bize onu emretti" dediler. De ki: "Allah hiç bir zaman ha­yasızlığı emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı mı söylüyorsu­nuz?"

29- De ki: "Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi ona doğrul­tun ve dini ancak kendisine halis kılan kimseler olarak O'na yalvarın. İlk ön­ce, sizi yarattığı gibi, yine O'na döne­ceksiniz."

30-  Bir kısmını hidayete erdirdi, bir kısmının üzerine de sapıklık hak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları veliler edindiler ve kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.

 

İ'râb:

 

"Bir kısmını hidayete erdirdi, bir kısmının üzerine de sapıklık hak oldu." Buradaki ifadenin takdiri şöyledir: "Ve üzerinde sapıklığın hak olduğu bir kı­sım insanlar da sapıttı. [44]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hayasızlık" anlamını verdiğimiz "el-fahişe" son derece çirkin bir davranış ve amel demektir. Şirk gibi her türlü masiyet bunun kapsamına girer. Müşrik­lerin, "Bizler kendileri üzerimizdeyken Allah'a asi olduğumuz elbiselerle tavaf etmeyiz" diyerek Beytullahı çıplak tavaf etmeleri de bu kabildendir. Onlara bu şekilde davranmaları yasak kılındı. "Siz bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?" Onun söylediğini mi iddia ediyorsunuz? Bu inkarî (yaptıkları­nı red anlamını taşıyan) bir sorudur.

"Rabbim adaleti" bütün işlerde itidali ve dengeyi "emretti. Her secde yerin­de yüzlerinizi O'na doğrultun." Yani hem adaletli olun, hem de yüzlerinizi... doğrultun. Bir şeyin doğrultulması hakkının verilmesi, şartlarının eksiksiz ye­rine getirilmesi demektir. Namazın dosdoğru kılınması, tartının adaletle yerine getirilmesi gibi. Yüz de bilindiği gibi insan organlarının en şereflisidir. Burada maksat ya insanın bildiğimiz organıdır; Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Yüzünü Mescid-i Harama doğru çevir." (Bakara, 2/144). Ya da kalbin yö­nelişinden maksadın sıhhatinden bir kinayedir, Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Yüzünü dine, hanîf olarak çevir." (Rum, 30/30).

"Her secde yerinde" yani secdelerinizi O'na ihlâsla yapınız "ve dini ancak kendisine hâlis kılan kimseler olarak O'na yalvarın." Şirkten arınmış olarak yalnız O'na ibadet edin. "İlk önce sizi yarattığı gibi" hiç bir şey değilken sizi var ettiği gibi; "yine O'na döneceksiniz." Kıyamet gününde sizi tekrar canlılar ola­rak diriltecektir. [45]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah şeytanları kâfirlerle birlikte ve kâfirlere musallat kılın­mışlar olarak yarattığını söz konusu ettikten sonra, burada da şeytanların iman etmeyenlere musallat kılınışlarının etkilerinden birisini zikretmektedir ki, bu da onların şeytanlara itaatleridir. [46]

 

Açıklaması

 

Müşrikler şeriatın, aklın ve selim tabiatın çirkin görüp hoş karşılamadığı şirk, Beytullahı erkek ve kadınlar birlikte çıplak olarak tavaf etmek gibi çirkin bir hayasızlık -ki evlâ olan burada hayasızlık (el-fâhişe) tabirinin genel kabul edilmesi olup bu da her türlü büyük masiyettir ve bütün büyük günahlar bu­nun kapsamına girer- yaptıkları takdirde derler ki: Biz bu işte atalarımızı tak­lit ediyor, geçmişlerimize uyuyoruz. Hem yaptıkları bu işlerin itaat olduğuna ve Allah'ın kendilerine bu işleri emrettiğine inanıyorlardı. Oysa bu işler haya­sızlıktır. Bu hayasızlıkları yapmalarına -ki bunlar hayasızlık olduklarının idra­kinde olmayarak- iki hususu gerekçe gösteriyorlardı. Birincisi, "Atalarımızı da onun üzerinde bulduk" demeleri; ikincisi ise, "Allah da bize onu emretti" diye söylemeleriydi.

Birinci gerekçelerine Allah cevap vermemektedir. Çünkü katıksız bir tak­lit ve gelenekselciliğe işarettir. Aklen de bu, tutarsız bir yoldur. Bu yolun tutar­sızlığı da herkes tarafından açık seçik bir şekilde görülmektedir. O bakımdan bu gerekçeye ayrıca cevap vermeye ihtiyaç yoktur.

İkinci gerekçeleri olan, "Allah da bize onu emretti" şeklindeki sözlerine ise Yüce Allah, "De ki: Allah hiç bir zaman hayasızlığı emretmez" buyruğu ile ce­vap vermektedir. Yani şüphesiz ki bu fiiller, peygamberler ve rasuller vasıtasıy­la münker ve çirkin işler olarak ifade edildiği gibi, Allah da kemaliyle bunları emretmekten münezzehtir; o halde Allah'ın bunları emrettiği nasıl söylenebi­lir?

Hakikatte ise bunları emreden şeytandan başkası olamaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şeytan sizleri fakirlikle korkutur ve sizlere haya­sızlığı emreder." (Bakara, 2/268).

Daha sonra Yüce Allah inkârı ifade eden bir soru ile onların sözlerini red­dederek şöyle buyurmaktadır: "Siz bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı mı söylü­yorsunuz..." Yani sizler doğru olduğunu bilmediğiniz sözleri mi Allah'a isnat ediyorsunuz? Yüce Allah'ın şeriatı ancak O'nun tarafından rasulüne gönderilen vahiy ile sabit olur. Sizler ise şeytanın vesvese ve telkinlerinden öğreniyorsu­nuz bunlarla Allah'a karşı yalan uyduruyorsunuz. Bu şekildeki bir tepki onla­rın Allah'a böyle çirkin bir şeyi izafe etmeleri dolayısıyladır. Aynı zamanda on­ların sözlerinin aşırı cehaletten başka bir şeye dayalı olmadığına da bir tanık­lıktır.

Yüce Allah hayasızlığı emreden bir buyruğun kendisinden sadır olamaya­cağını ifade ettikten sonra, kendisinin ancak doğruluk ve adaletle emrettiğini şöylece açıklamaktadır: "De ki: Rabbim adaleti emretti." Yani ey Muhammedi Onlara de ki: Benim Rabbim ancak bütün işlerde aşırılıktan ve kusurlu dav­ranmaktan uzak bir şekilde adaleti, doğruluğu ve dengeli olmayı emreder.

Aynı şekilde Rabbim kendisine ibadetin hakkıyla ifa edilmesini ve bütün secde zamanlarında ve secdelerin yapıldığı bütün mekânlarda sağa sola sap-maksızın yalnızca yüzünüzü O'na doğrultarak kendisine ibadet etmenizi em­retmiştir. Yüzün secde yerinde O'na doğrultulmasından kasıt ise namazdır. Yi­ne O sizlere dininizi yani itaatinizi yalnızca kendisine halis kılarak ibadet ve dua etmenizi, bununla yalnızca onun rızasını aramanızı emretti.

Yani bu ayet-i kerime iki hususu emretmektedir:

1- İbadet hususunda vakit ve yapılacağı yerlerde dosdoğru olmak. Mucize­lerle desteklenmiş peygamber ve rasullerin Allah'tan alıp haber verdikleri şe­kilde getirdikleri şeriata uygun olarak yapmak.

2- Allah'a ibadette ihlâsla yalnızca O'na yönelmek. Çünkü şanı yüce Allah bu iki özelliği kendisinde toplamayan hiç bir ameli kabul buyurmaz: Yapılan amel doğru ve şeriata uygun, şirkten arınmış, ihlâslı bir amel olacak. [47]

Daha sonra Yüce Allah öldükten sonra dirilmeyi ve tekrar yaratılmayı in­kârlarına karşı yaratmanın ilk olarak Allah tarafından başlatılmasını belirte­rek delil getirmekte ve şöyle buyurmaktadır: "İlk önce sizi yarattığı gibi yine döneceksiniz." Yani Allah ilk olarak sizi nasıl yarattıysa amellerinizin karşılı­ğını da sizlere verecektir. O halde ibadeti yalnız O'na hâlis kılınız.

Sizler öldükten sonra dirilme ve hesap halinde iki kesimden birisi arasın­da yer alacaksınız: Kesimin birisine Allah hidayet vermiş, ibadete, iman ve ih-lâsa muvaffak kılmıştır ki bunlar İslâm'a girenlerdir. Diğer bir kesim ise şeyta­nın aldatmalarına uyup Allah'a itaatten yüz çevirdiği için aleyhlerine sapıklı­ğın hak olduğu, Yüce Allah'ın da, fertlerinin sapacaklarını, hidayet bulmayacaklarım bildiği kesim. Bu kesim aleyhine dalâletin sabit oluş sebebi ise şudur: Onlar Allah'ı bırakıp şeytanları veli edindiler. Şeytanın kendilerini çağırdığı şeyi kabul ettiler. Hak ile batılı birbirinden ayırd etme hususu üzerinde de dü­şünmediler.

Aleyhlerine dalâletin hak olduğu kesim, şeytanları veli edindiler. Yani kendilerine verdikleri emirler hususunda itaat etmek suretiyle onları dost ka­bul ettiler. İşte bu Yüce Allah'ın onların dalâlette olacaklarını bilmesinin, dalâ­lette oluşlarına bir etkisinin olmadığına delildir. Mutezile mezhebine mensup Zamahşerî'nin dediği gibi, onlar kendi tercihleriyle ve Yüce Allah'ı bırakıp şey­tanları veli edinmeleri sebebiyle sapıtmışlardır.

Hidayet ve dalâletin Yüce Allah'tan geldiğini kabul eden Ehl-i sünnetin görüşüne göre ise buyruğun anlamı şudur: Hidayet ve dalâlet önce Yüce Al­lah'ın yaratması ile ortaya çıkar. Fakat bu işi işlemeye onları çağıran şey, Al­lah'tan başka şeytanları veli edinmeleridir.

İkinci kesimin ise başka nitelikleri vardır. Onlar kendilerinin hidayette ol­duklarını yani vasiyet ve hidayet üzre, doğru yol üzre olduklarını sanırlar; fa­kat gerçekte onlar sapıktırlar, yanlışlık içerisindedirler: "De ki: Amelleri bakı­mından en zararda olanları sizlere haber verelim mi? Onlar kendilerinin güzel iş yaptıklarını sandıkları halde dünya hayatında çabaları sapan ve boşa çıkan kimselerdir." (Kehf, 18/103-104).

İkinci kesime dair ayet-i kerimenin ihtiva ettiği anlamı Müslim'in İyâd b. Hımâr'dan yaptığı şu rivayet de pekiştirmektedir: İyâd der ki: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Şüphesiz ben kullarımı Haniler olarak yarattım. Sonra şeytanlar onlara geldi de onları dinlerinden uzaklaştırdı."

Bazıları da, "İlk önce sizi yarattığı gibi yine döneceksiniz" buyruğunu şöy­lece açıklamışlardır: Biz sizi nasıl yarattıysak öyle döneceksiniz. Bir kesim hi­dayet bulmuş, bir kesim de sapık olarak. İşte siz bu şekilde annelerinizin ka­rınlarından tekrar yaratılır ve öylece çıkarsınız. İbni Abbas der ki: Yüce Allah Ademoğlunu ilkin mümin ve kâfir olarak yaratır. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "O sizi yaratandır. Kiminiz kâfir kiminiz mümin (oluyor)" (Tega-bûn, 64/2). Sonra Yüce Allah onların yaratılışını ilk olarak başlattığı gibi, tek­rar mümin ve kâfir olarak iade eder. Bu da Sahihi Buhârî' de yer alan İbni Mesud yoluyla gelen şu hadise uygun düşmektedir: "Kendisinden başka ilâh ol­mayan hakkı için söylüyorum, sizden herhangi bir kimse cennet ehlinin ameli ile amel eder; o kadar ki kendisi ile cennet arasında ancak bir arşınlık mesafe kalır, Kitap (levh-i mahfuzdaki kader) onun aleyhine öne geçer ve böylelikle o da cehennem ehlinin ameliyle amel eder, oraya girer. Şüphesiz de sizden herhangi bir kimse cehennemliklerin ameliyle amel eder, o kadar ki kendisiyle onun ara­sında yalnızca bir arşın kalır da sonunda onun hakkında Kitabın hükmü onu geçer ve böylelikle o da cennetliklerin ameliyle amel eder, oraya girer."

Bu tevile binaen bu açıklama ile Yüce Allah'ın şu buyruğu arasında bir çe­lişki söz konusu olur: "Sen yüzünü dine hanîf olarak dosdoğru çevir. Allah'ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtratına." (Rum, 30/30). Bunun bir benzeri de Buharî ile Müslim'de Ebu Hureyre (r.a.)'den gelen Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğudur: "Her doğan,, fıtrat üzere doğar. Sonra onun anne babası onu Yahu­di, Hristiyan veya Mecusi yapar." Müslim'in Sahîh'inde yer alan ve az önce ge­çen Iyad b. Hımâr'ın hadisi de buna uygun düşmektedir.

"Sizi yaratan O'dur" ayeti ile, "Allah'ın fıtratı..." ayeti ve her birisini teyit eden hadis-i şeriflerin birlikte anlaşılmasına gelince: Şanı Yüce Allah bütün in­sanları kendisini bilip tanıyacak, tevhid edecek, ondan başka ilâh olmadığını bilecek halde -bu hususta onlardan mîsâk (and) aldığı şekilde- yaratmış ve bu­nu tabiatlarına ve fıtratlarına yerleştirmiştir.

Allah'ın onları bu şekilde dosdoğru ve fıtrî yaratışından sonra, Yüce Allah ezelî ve kadim ilminde insanların kimisinin mümin kimisinin kâfir, kimisinin bedbaht kimisinin mutlu olacağını, üzerlerinde yaratıldıkları aslî durumlarda bir takım değişiklikler ortaya çıkacağını bildi ve takdir etti. İşte Yüce Allah'ın, "Sizi yaratan O'dur. Kiminiz kâfir kiminiz mümin (oluyor)" buyruğunun anla­mı budur. Yani ikinci durumda onun işi imandan sonra küfre varacaktır. Al­lah'ın kaderi ise mahlûkatı arasında olduğu gibi geçerli olandır. Çünkü, "Tak­dir eden ve hidayete ileten (doğru yolu gösteren) O'dur." (Alâ, 87/3); "O her şeye hilkatini veren, sonra da hidayete iletendir." (Tâ-Hâ, 20/50). [48]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Ataların ve geçmişlerin taklit edilmesi aklen ve tabiat itibarıyla redde­dilen bir şeydir. Çünkü Yüce Allah insanı hak ile batılı birbirinden ayırd edebi­leceği akıl ile mümtaz kılmıştır. Eğer atalar hak ve hayır üzere iseler onları taklit etmek caiz olur; şayet sapıklık ve kötülük üzere iseler onların izledikleri yoldan uzak durmak icap eder. Aksi takdirde onların izinden gidenler de bilgi­sizlik üzere olurlar, hata üzre olurlar.

2- Yüce Allah ancak adaleti ve dosdoğru olmayı emreder. O hayasızlığı, münker ve masiyetleri emretmekten münezzehtir.

3- Rabbine ibadet hususunda mümine düşen iki görev vardır: Onun yapa­cağı işler şeriatın belirlediği doğruya uygun düşmeli ve şirkten arınmış olmalı­dır. Yani o ibadet ve itaatini Allah'a halis kılmalı, her türlü hata ve sapıklık şe­killerinden uzak kalmalıdır.

4- Yaratıkların öldükten sonra diriltilmeleri ilk olarak yaratılmaları gibi­dir; hatta daha da kolaydır: "Yaratmayı ilkin başlatan sonra da onu tekrar iade edecek olan O'dur ki bu ona göre daha kolaydır." (Rûm, 30/27).

5- Razî der ki: Şanı yüce Allah, "De ki: Rabbim adaleti emretti..." ayet-i ke­rimesinde üç hususu emretmektedir:

Evvelâ, o adaleti (el-kıst'ı) emretmiştir ki bu da, "Lâ ilahe illallah" sözü­dür. Bu söz, şanı yüce Allah'ı zatı, fiilleri ve hükümleriyle bilip tanımayı kapsa­dığı gibi, O'nun bir tek ve ortaksız olduğunu bilmeyi de ihtiva eder.

İkinci olarak, Allah namazı emretmektedir. Bu da, "Her secde yerinde yüz­lerinizi O'na doğrultun" buyruğu ile yapılmıştır.

Üçüncü olarak, O, dini Allah'a halis kılanlar olarak kendisine ibadeti em­retmiştir. [49]

6- Bütün insanlar yaratılışları esnasında tevhid ve Yüce Allah'ı bilip tanı­ma fıtratı ile yaratılırlar. Daha sonra çevre, öğrenim, ev, okul ve toplumdaki yönlendirmelerin etkileri ile bazılarının durumu değişebilir.

7- Yüce Allah onları tevhidin aslına, Allah'ı tanımaya ilettikten sonra mü­minlerin hidayetlerini ve hayra olan muvaffakiyetlerini daha da artırır. Kâfirin dalâlette sebat etmesi ise, onun şeytanın vesveselerine kulak vermesinden ötü­rüdür: "Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları veliler edindiler." İbni Cerir et-Taberî der ki: İşte bu, işlemiş olduğu bir masiyet yahut inandığı bir sapıklık dolayısıyla onun doğru şeklinin ne olduğuna dair bilgi gelip de bunu Rabbine inat olmak üzere işlemedikçe, Allah'ın hiç bir kimseyi azaplandırmayacağmı iddia edenin yanlışlığına en açık bir delildir. Çünkü durum böyle olsaydı hiçbir zaman kendisinin hidayette olduğunu zanneden ve fakat sapıklık içerisinde olan kesim ile hidayette olan kesim arasında hiç bir fark bulunmazdı. Oysa Yü­ce Allah bu ayet-i kerimede bu iki kesim arasında isimleri itibariyle de hüküm­leri itibariyle de fark gözetmektedir. [50] Yani azap, yalnız ve yalnız doğruyu bil­mekle birlikte inat etmek haline münhasır değildir. Aksine azap doğrunun açıkça anlaşılması hususunda bilgisizlik, sapma ve yanlışlık içerisinde olma halinde de söz konusu olabilir. [51]

 

Süsün, Hoş Ve Temiz Olan Yiyecek Ve İçeceklerin Mübahlığı

 

31- Ey Ademoğulları! "Her mescide gi­dişte ziynetlerinizi alın; yiyin, için ama israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.

32- De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kıl­mış?" De ki: "Bunlar dünya hayatında iman edenler içindir. Kıyamet günü ise yalnız onlaradır. İşte biz ayetlerimizi, bilen bir topluluğa böylece açıklarız."

 

Belagat:

 

"Her mescide gidişinizde" ifadesinde mescitten kasıt tavaf ve namazdır. O bakımdan bu yer ilişkisi yönüyle bir mürsel mecazdır. Çünkü mescit namaz kıl­ma yeri olduğundan dolayı tavaf ve namaz da -mahallin zikredilip halin irade edilmesi kabilinden- kullanılmıştır. [52]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Her mescide gidişinizde" namaz ve tavaf esnasında "ziynetlerinizi alın" yani sizi süsleyecek, avretlerinizi örtecek şeyleri edinin. Burada kasıt güzel el­biselerdir. Diğer taraftan secde yeri (mescit)nin kullanılması ile namaz ve tavaf kastedilmiştir.

Sen de onların bu tutumlarını reddetmek üzere "de ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti" elbiseleri "ve temiz şeyleri" hoşlanılan şeyleri, "kim haram kıl­mış... bunlar dünya hayatında" başkaları bu hususta onlara ortak olsa dahi "iman edenler içindir." Onlara lâyıktır, onların hakkıdır. "Kıyamet günü ise yal­nız onlaradır", onlara hastır. "İşte biz ayetlerimizi bilen" düşünen "bir toplulu­ğa -çünkü onlardan yararlananlar bunlardır- böylece açıklarız." Bu şekilde açıkladığımız gibi geniş geniş beyan ederiz. [53]

 

Nüzul Sebebi

 

Müslim, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: Cahiliye döneminde kadın Beytullah'ı çıplak olarak ferci üzerinde bir bez parçası bulunduğu halde tavaf eder ve şöyle derdi:

"Bu gün bir kısmı veya bütünü açığa çıkabilir oranın Fakat ondan görünen kısmını helâl kılmıyorum."

Bunun üzerine, "her mescide gidişinizde ziynetlerinizi alın" ayeti ile "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti... kim haram kılmış" mealindeki iki ayet-i kerime nazil oldu.

Yine Müslim'in Sahîh'inde Urve'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Arap­lar, Hums [54] müstesna, Beytullah'ı çıplak olarak tavaf ederlerdi. Hums ise Kureyş ve onlardan türeyenlerdir. Diğer Araplar, Hums'un kendilerine elbise verdikleri zaman hariç, Beyti çıplak tavaf ederlerdi. Kureyş'in erkekleri diğer erkeklere, ka­dınları da diğer kadınlara elbise verirdi. Humslular ise (vakfe için) Müzdelife'nin dışına çıkmazlardı, onların dışında kalan herkes Arafat'ta vakfe yapardı."

Müslim'den başka kaynaklarda da şöyle denilmektedir: Humslular derler­di ki: "Biz Harem ehli olan kimseleriz. O bakımdan Araplardan herhangi bir kimse bizim elbisemizi giymedikçe tavaf etmemesi gerekir ve bizim toprakları­mıza girdikten sonra da bizim yemeklerimizden başkasını yememelidir." O ba­kımdan Araplardan Mekke'de kendisine geçici olarak elbise verecek arkadaşı ve ücret ile elbise kiralayacak imkânı bulunmayan bir kimse, şu iki husustan birisini tercih etmek zorunda kalırdı: Ya Beytullah'ı çıplak olarak tavaf edecek­ti ya da kendi elbiseleriyle tavaf edecekti. Tavafını bitirdikten sonra ise elbise­sini çıkarır bir kenara atar, kimse de ona el sürmezdi. Böyle elbiselere de, bıra­kılıp atılan anlamına el-lekâ adı verilirdi.

İşte onlar bu cehalet, bidat ve sapıklıkları içerisinde Yüce Allah Hz. Mu-hammed'i gönderinceye kadar devam edip gittiler. Sonunda Yüce Allah, "Ey Ademoğulları! Her mescide gidişinizde ziynetlerinizi alın" ayetini indirdi ve Resulullah (s.a.)'ın müezzini, "Şunu bilin ki artık Allah'ın evini çıplak bir kim­se tavaf etmeyecektir" diye nida etti.

el-Kelbî der ki: Cahiliye dönemi insanları hac günlerinde haclarını tazim için ancak kendilerini ayakta tutacak kadar bir şeyler yerler, yağlı bir şey ye­mezlerdi. Bunun üzerine Müslümanlar, "Ey Allah'ın Rasulü, biz böyle davran­maya daha lâyığız" dediler. Bu sefer Yüce Allah, "yeyin," yani eti ve yağı yeyin ve "için" buyruğunu indirdi. [55]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bütün hususlarda doğruluk ve adalet demek olan kist' ı kulla­rına emredip bizden ibadet için -namaz veya tavaf olsun- her toplantı yerinde süslerimizi takınmayı emretti ve israfa kaçmaksızın yememizi ve içmemizi mu­bah kıldı.

İbni Abbas der ki: Arap kabilelerinden cahiliye ehli olanlar Beytullah'ı çıp­lak olarak tavaf ederlerdi. Erkekler gündüzün, kadınlar geceleyin tavaf ederler ve Mina mescidine vardıkları vakit de elbiselerini atarlar, mescide çıplak varır­lar ve, "Bizler kendileriyle günah işlediğimiz elbiselerimizle Beyt'i tavaf etme­yiz" derlerdi. [56]

 

Açıklaması

 

Ey Ademoğulları! Namaz veya tavaf olsun, her ibadet edeceğiniz vakit ziy­netinizi takınınız ve o zaman elbiselerinizi giyininiz. Burada ziynetten kasıt güzel elbiselerdir. Asgarisi ise avreti örten miktardır. Çünkü namaz ve tavaf sı­rasında avretin örtülmesi vaciptir. Avretten olmayan bölümlerin örtülmesi ise sünnettir, vacip değildir. Erkeğin avreti daha önceki ayetlerde de öğrendiğimiz gibi, göbek ile diz kapağı arasında olan bölümdür. Kadının avreti ise yüz ve el­leri dışında bütün bedenidir.

Elbise gelişmiş bir uygarlık görünümüdür. Elbise giyme ve avreti örtme emri İslâm'ın güzellikleri arasındadır. Arap kabilelerini ve onların dışında ka­lan diğer Afrikalıları ve benzerlerini ilkellikten, gerilikten, vahşilikten uygarlı­ğa taşıyan İslâm olmuştur.

Tesettürün vacip oluşu hususunda ayetin muhtevasını Taberânî ve Beyha-kî'nin İbni Ömer'den yaptıkları şu rivayet de teyit etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse namaz kıldığı vakit (alt ve üst olmak üzere) iki elbisesini giyinsin. Çünkü şüphesiz Aziz ve Celil olan Allah, kendisi için süslenilenler arasında buna en lâyık olandır. Eğer o kimsenin iki elbisesi yoksa, bu sefer namaz kıldığı takdirde belden aşağısını örten izarını kullansın ve sizden herhangi bir kimse Yahudilerin örtüye sarındıkları gibi namazda da sarınmasın."

Şafiî, Ahmed ve Buharî de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'m şöyle bu­yurduğunu naklederler: "Sizden herhangi bir kimse omuzunda ondan herhangi bir parça bulunmaksızın tek bir elbise içerisinde namaz kılmasın."

Daha sonra Yüce Allah israfa gitmeksizin yemeyi, içmeyi mubah kılmak üzere şöyle buyurmaktadır: "Yeyin, için ama israf etmeyin..." Hoş ve lezzet alı­nan şeylerden yeyiniz, içiniz. Fakat bunlarda israfa gitmeyiniz. Aksine, israfa ve cimriliğe gitmeden itidali elden bırakmayınız. Sakın yeme ve içme hususun­da helâl sınırlarını aşarak harama düşmeyin. Şüphesiz Allah yeme ve içmede israf edip haddi aşanları sevmez. Yani sonunda zarara götüren israftan dolayı onları cezalandırır.

İmam Ahmed Abdullah b. Amr'dan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Yiyin, için, giyinin ve tasadduk da yapın. Büyüklenip böbürlen-meksizin ve israfa sapmaksızın bunları yapın. Şüphesiz Allah kulunun üzerin­de nimetinin etkisini görmeyi sever."

Nesaî ve İbni Mace de yine Abdullah b. Amr'dan şu lafızla rivayet etmek­tedir: "Yeyin, tasadduk edin ve giyinin; ancak israfa sapmayın ve böbürlenme­yin."

İmam Ahmed, Nesaî ve Tirmizî de -Mikdam b. Ma'dîkerib'den şöyle dedi­ğini rivayet eder: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Ademoğlu kar­nından daha kötü bir kap doldurmuş değildir. Ademoğluna bünyesini ayakta tutacak yiyeceği birkaç lokma yeterlidir. Eğer mutlaka (fazla) yiyecekse o halde (karnının) üçte birini yemeğine, üçte birini içeceğine, üçte birini de nefesine ayırsın."

Seleften bazısı şöyle demiştir: Allah tıbbın tümünü yarım ayette bir araya getirmiştir: 'Yeyin, için ama israf etmeyin." Nakledildiğine göre er-Reşîd'in ol­dukça maharetli Hristiyan bir doktoru vardı. O, Ali b. el-Hüseyin'e, "Sizin Kita­bınızda tıp ilminden herhangi bir şey yoktur. Halbuki ilim iki türlüdür: Din ilmi ve beden ilmi" dedi: Ali ona şu cevabı verdi: "Allah tıbbın tümünü Kitabımızda yarım bir ayette bir araya getirmiştir." O, "Bu hangisidir?" diye sorunca Ali şu cevabı verdi: "Yüce Allah'ın, 'Yeyin, için ama israf etmeyin" buyruğudur." Bu se­fer Hristiyan doktor "Peki sizin peygamberinizden tıbba dair bir şey nakledil-memektedir" deyince Ali şöyle dedi: "Allah Rasulü de tıbbı birkaç kelimede özet­lemiştir." "Bunlar Hangileridir?" diye sorunca, "Ademoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmuş değildir. Ademoğluna bünyesini ayakta tutacak bir kaç lok­macık yeterlidir" diyerek hadisi zikretti. Bu sefer Hristiyan doktor şöyle dedi: "Kitabınız da peygamberiniz de Calinos'a tıp namma bir şey bırakmadı." [57]

Buharî der ki: İbni Abbas dedi ki: "Dilediğini ye, dilediğini iç. Elverir ki şu iki hasleti de ihmal etmeyesin: İsrafa kaçmamak ve kibirlenmemek."

İsraf her hususta haddi aşmaktır. Yüce Allah ise helâl kıldığının helâl bi­linmesini, haram kıldığı şeyin de haram bilinmesini sever, işte emrettiği adalet de budur. O bakımdan açlık, susuzluk, fazla tokluk, fazla içmek gibi tabiî sını­rın aşılması doğru değildir. Maddî hususta da bu böyledir. Nafaka kişinin geli­rini tamamıyla tüketmeyecek şekilde belli bir oranda olmalıdır. Sert sınırlarda da bu böyledir. Allah'ın haram kıldığı meyte, kan, domuz eti, Allah'tan başkası­nın adına kesilmiş olan ve şarap gibi şeylerin kullanılması da -zaruret hali dı­şında- caiz değildir. Altın ve gümüş kaplarda yemek içmek helâl olmadığı gibi, tabiî ipek giymek, yahut erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benze­mesi de helâl olmaz.

Buna göre cimrilerin yaptıkları da, israfa sapan lüks ve debdebe içerisinde yaşayanların yaptıkları da şer'an yapılmaması gereken haramlar arasındadır. İbni Mace, Sünen' inde Enes b. Malik'ten Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu­nu rivayet etmektedir: "Canının çektiği her şeyi yemen israftandır."

Yüce Allah da itidal üzere yükselen sünnet ve şeriatını pekiştirerek Al­lah'tan gelmiş bir şeriata dayalı olmaksızın kendiliğinden bir takım yiyecek, içecek veya giyeceklerden herhangi bir şeyi haram kılanların tutumlarını red­dederek şöyle buyurmaktadır: "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti... kim haram kılmış?"

Yüce Allah bu şekilde mubahları haram kılan kimselerin tutumlarını red­detti ve peygamberine kendi tutarsız görüş ve bidatleriyle bir takım şeyleri ha­ram kılan bu müşriklere yaptıklarını red eden bir eda ile şöylece sormasını em­retti: Allah'ın temel maddelerini kullan için yaratmış olduğu ve onlara vermiş olduğu ilham ile fıtratlarında yaratmış olduğu kabiliyetlerle bunları nasıl kul­lanıp işleyeceklerini, bunlardan nasıl yararlanacaklarını öğrettiği süsleri, hoş ve temiz nzıklan kim haram kıldı? Bunlar asıl itibariyle dünya hayatında Al­lah'a iman edip O'na ibadet edenler için yaratılmıştır ve onların hakkıdır. On­lardan başkaları bu hususta onlara tabidir. Dünyada fiilen kâfirler bunlarda müminlere ortak olsalar dahi kıyamet gününde bütün bunlar müminlere has olacaktır. Kâfirlerden kimse onlara bu hususta ortak olamayacaktır. Çünkü cennet kâfirlere haram edilmiştir.

İşte ziynet ve temiz şeylerin hükmüne dair yaptığımız bu eksiksiz ve mü­kemmel açıklamalar gibi şeriatın ve dinin kemaline, peygamberin doğruluğuna ve şeriatın tamlığına delâlet eden ayetleri, toplumsal ve nefsî bilgileri, tıbbı, in­sanların maslahatlarını bilen ve bunlar üzerinde düşünüp gerekli öğüt ve ib­retleri alan bir topluluğa böylece açıklıyoruz; yoksa insanın, uygarlığın ve üm­ranın ilerlemesi için gerekli bilgi ve teknikleri bilmeyen bir topluluğa değil. Buna göre Yüce Allah'ın "İşte biz ayetlerimizi... böylece açıklarız" buyruğunun anlamı şudur: Ben size helâl ve haramı bu şekilde genişçe açıkladığım gibi, du­yacağınız diğer şeyleri de sizlere böylece açıklıyorum.

İşte bütün bunlar İslâm'ın, ruhî olgunluğun ve kusursuz akidenin, ahlâ­kî üstünlüğün, hayatın zorluklarına galip gelmek için gerekli bedenî ve ruhî gücün, Allah'ın yeryüzünde yerine halife tayin etmiş olduğu, göklerde ve yer­de bulunan her şeyi kendisine müsahhar kıldığı insanın misyonunu yerine getirmesinin dini olduğunun delilleri arasındadır. İşte Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "O yerde ne varsa hepsini sizin için yaratandır." (Bakara, 2/29); "Allah'ın göklerde ne varsa size müsahhar kıldığını görmez misiniz?" (Lok­man, 31/20). [58]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İslâm yahut Kur'an-ı Kerim maddî ve manevî hayatı ilgilendiren her ne varsa mutlaka ona dair açıklamalarda bulunmuş, hüküm ve maksatlarını ge­reken şekilde izah etmiştir. Bu din ve bu Kitap yalnızca toplumsal ilişkiler için yasal düzenlemeleri koymakla yetinmeyip hayatın bütününü ilgilendiren dü­zenlemeler getirmiştir. İşte bu da Kur'an-ı Kerim'in hayatın şeriatı olduğunu göstermektedir.

Bu düzenlemelerden birisi de güzel elbiseler giymek ve avreti örtmektir. Çünkü giyim gerçekten uygarlığın üstün bir görünüşüdür. Yine bunlardan biri­si de cimriliğe ve israfa, eli sıkılığa ve lükse gitmeksizin yiyecek, içecek ve hoş rızıklann mubah kılınmış olmasıdır. Bu da İslâm'ın ele alman hususlarda iti­dali seçen yöntemini göstermektedir. Çünkü İslâm, itidal dinidir.

Avretin örtülmesine en çok riayet edilmesi gereken hallerden birisi ise na­maz hali, insanların Beyt-i Haramda tavaf için toplanacakları vakit ve başka hallerdir.

"Her mescide gidişinizde ziynetlerinizi alın" ayet-i kerimesi avretin setre-dilmesinin vücubuna delildir. İlim adamlarının cumhuruna göre, avretin örtül­mesi namazın farzlarından birisidir, hatta el-Ebherî'nin de dediği gibi, bu her alanda farzdır. İnsana düşen ise namazda olsun, namazın dışında olsun insan­lara karşı avret yerlerini örtmektir. Sahih olan görüş de budur. Çünkü Hz. Pey­gamber Müslim'in rivayetine göre el-Misver b. Mahreme'ye şöyle demiştir: "Dön, elbiseni al ve çıplak yürüme."

Yüce Allah'ın, "Yeyin, için ama israf etmeyin" buyruğu ise israf yahut bü-yüklenmeye kaçmaksızın yemenin ve içmenin mubah oluşuna delildir. el-Cas-sâs der ki: Ayetin zahiri israf etmeden yemenin, içmenin gereğini ifade eder. Bazı hallerde bununla mübahlık, diğer bazı hallerde de vaciplik kastedilmiştir. Mübahlığın kastedildiği durum, terk edilmesi halinde zarardan korkulmaması halidir. Vacipliğin kastedildiği durum ise yeme ve içmenin terk edilmesiyle, za­rar görülmesinden korkulacağı yahut da vaciplerin eda edilmesi için gerekli gücün bulunamayacağından korkulması halidir. Ayetin zahiri herhangi bir de­lil ile yasaklanmamış sair yiyeceklerin ve içeceklerin yenilip içilmesinin caiz ol­masını gerektirmektedir. Elverir ki bu kullanılanlarda kişi israfa kaçmasın. Çünkü ayet-i kerimede bunlarda israfa kaçılmaması şartıyla, yeme ve içmenin mutlak olarak mubah olduğu belirtilmektedir.[59]

İhtiyaç duyulan şeye gelince: Bu açlığı gideren, susuzluğu gideren miktar­dır. Bu ise aklen ve şer'an mendup bir şeydir. Çünkü bununla kişinin canı ve bedeni muhafaza edilir. Bundan dolayı şeriatte visal orucu yasaklanmıştır. Zira visal orucu cesedi zayıf düşürür, nefsi öldürür, ibadet edecek gücü azaltır. Bu da şeriatın menettiği ve akim da kabul etmediği bir husustur.

İhtiyaçtan fazlasını alıp kullanmaya gelince: Bunun haram olduğu da mekruh olduğu da söylenmiştir. İbnü'l-Arabî der ki: Daha sahih olan budur. Çünkü doyma miktarı beldeden beldeye, zamandan zamana, yaştan yaşa ve yi­yenlerin durumuna göre değişebilir. [60]

Resulullah (s.a.) yemeyi azaltmayı teşvik etmiştir. Tirmizî'nin el-Mikdam b. Madîkerib'den rivayetine göre şöyle buyurmaktadır: "Hiç bir Ademoğlu kar­nından daha kötü bir kap doldurmuş değildir. Halbuki Ademoğluna bünyesini ayakta tutacak bir kaç lokmacık yeterlidir. Eğer mutlaka yiyecekse üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe üçte birini de nefesine."

Müslim'in rivayetine göre İbni Ömer şöyle demiştir: Ben Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kâfir yedi bağırsakla yer, mümin ise tek bir bağır­sakla yer." Burada bağırsaktan kasıt midedir. Yani o yedi mide ile yer, mümin ise az ve hafif yemek suretiyle adeta (gerçekte olduğu gibi) tek bir midesi olan bir kişi gibi yer. Buna göre kâfirin yediklerinin sadece bir bölümü kadar yer, kâfir onun yedi kat fazlasını yer. Çünkü imansızlık kâfiri maddî lezzet ve ya­rarlan daha bir tüketmeye doğru götürür.

Çokça yemek ve içmek suretiyle israf etmek şer'an men edilmiştir. Çünkü aşın yemek sindirim organlarını berbat eder, kavrayışı giderir; fazla içmek mi­deye ağırlık verir, insanı da dinî ve dünyevî görevlerini yerine getirmekten ya­na üşengeç kılar. Eğer israf, farzı yerine getirmekten alıkoyacak olursa haram olur ve böyle bir kimse Allah'ın kendilerini cezalandıracağı müsrifler arasına katılır.

Allah'ın insanlara haram kılmadığı şeyleri haram kılmak da israfın kap­samına girer. Yüce Allah kendiliğinden mubah olan süsleri haram kılanların davranışlannı reddetmiştir. Burada süsten kasıt Allah'ın kimseye haram kıl­madığı türden güzel giyimdir. "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti... kim haram kılmış" ayet-i kerimesi, kaliteli elbise giymenin ve bayram ve cu­malarda insanlara karşı çıkacağı vakit, kardeşlerin ziyaretine gideceği vakit bu elbiseleri giymenin meşruluğuna delildir. Ebu'l-Aliye der ki: Müslümanlar ziyaretleştiklerinde süslenirlerdi. Müslim'in Sahih 'inde Ömer b. el-Hattab'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hz. Ömer bir seferinde mescidin kapısı ya­nında satılan ipek karışımı (veya üzerinde san çizgisi bulunan) Yemen işi bir elbise görür. "Ey Allah'ın Rasulü!" der, "Bunu cuma günleri ve huzuruna gel­dikleri takdirde elçilere karşı giyinmek için satın alsam?" Allah Rasulü şöyle buyurdu: "Böylesini ahirette payı bulunmayan kimseler giyer." Hz. Peygamber Hz. Ömer'in güzel elbise giyinmesini söz konusu etmesine tepki göstermedi. Ona tepki göstermesinin sebebi bu elbisenin niteliğidir (yani içinde ipek karışı­mı veya san çizgilerinin bulunmasıdır).

Tirmizî, Abdullah b. Ömer'den şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah nimetinin izlerini kulunun üzerinde görmeyi se­ver."

Yüce Allah'ın, "Takva örtüsüne gelince; işte daha hayırlı olan odur" buyru­ğunu çokça okumak suretiyle kalın elbiseler giymek takvanın artmasına sebep değildir. Çünkü ileri gelen salih insanlar cuma ve bayram günlerinde ve kar­deşleriyle karşılaşacakları zamanlarda kaliteli güzel elbiselerini giyinir ve süs­lenirlerdi. Onlara göre kaliteli elbiseyi tercih etmek çirkin bir iş değildi. Temîm ed-Dârî bin dirheme bir cübbe satın almış ve onunla namaz küarmış. Mâlik b. Dînâr kaliteli Aden elbiselerini giyermiş. Müslim de İbni Mes'ud'dan temizlik ve görünüşü güzelleştirmeye dair rivayet ettiği hadiste şunları söylemektedir: "Kalbinde zerre ağırlığı kadar kibirden eser bulunan kimse cennete giremeye­cektir. Adamın birisi der ki: Kişi elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını sever (bu hususta ne buyurursunuz?) Hz. Peygamber bunun üzerine şöyle buyurdu: "Muhakkak Allah güzeldir, güzel olanı sever. Kibir ise hakka karşı bü-yüklenmek ve insanları da küçük görmektir."

Hoş ve temiz rızıklar helâldir. Bu, kazanç ve yiyecek itibariyle hoş olan her şeyi kuşatan genel bir ifadedir. Asıl itibariyle bunlar Allah'ın varlığını tas­dik eden, O'nu tevhid eden müminlerin hakkıdır. Başkaları ise bu konuda onla­ra tabidir. Diğerleri de dünya hayatında müminlerle birlikte bunlardan yarar­lanırlar. Ahirette ise bunlar yalnızca müminlere hastır. Dünya hayatında mü­minlere bunlarda ortak oldukları gibi, ahirette müşriklerin bunlardan payı ol­mayacaktır.

Özetle İslâm canlıdır ve hayat dinidir. O, madde ve ruhu bir arada bulun­durur. İman ve ahlâk ile manevî olgunluğu hedef aldığı gibi, ibadetlerin eda edilmesini, Allah yolunda cihada yardımcı olan bedenî güç ile maddî olgunluğu da hedef alır. Çünkü yiyecek ve içecekten uzak durmak bedeni zayıf düşürür. Görevlerin yerine getirilmesinde eksikliklere sebep olur.'

Güzel elbise giymek gibi dış görünüşler takvaya ve dindarlığa halel getir­mez. Nitekim nefsi hayatın mubah olan zevklerinden mahrum kılmak için kıt kanaat geçinmek ve aşırıya kaçan zühd de şer'an teşvik edilmiş bir şey değil­dir.

Önemli olan nefsin ahlâk ile ıslahı, kalbin iman ile imarı, ruhun da salih amel ve cihad ile arındırılmasıdır.

Allah'ın dininin herhangi bir kimseyi zayıf düşürmek, yahut bir toplumu geriletmek için bir sebep olmasını akıl kabul edemez. Aksine zayıflık veya geri­lik insanların tembelliğinden, gevşekliklerinden, bilgisizliklerinden, cemaatle­rinin çözülüşünden, biribirlerinden nefret etmelerinden, biribirlerine buğzet-melerinden kaynaklanır.

İnsan Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. O yeryüzünde bulunan her türlü zenginlik kaynaklarının, servetlerin ve faydalı şeylerin eminidir. Hayatın iler­lemesinde, ümranın ıslah edilmesinde, ziraî, sınaî, iktisadî, ilmî, kültürel ve toplumsal bütün yönleriyle hayatın ileriye götürülmesinde görevini yerine ge­tirmekten sorumludur. [61]

 

İnsanlara Yasak Olan Esas Haramlar

 

33" De ki: "Rabbim tüm hayasızlıkları, günahı, haksız yere haddi aşmayı, hakkında hiç bir delil  indirmediği şeyleri Allah'a şirk koşma- nızı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyle- ri söylemenizi haram kılmıştır."

 

Belagat:

 

"Açığıyla gizlisiyle" buyruğunda "açık" ile "gizli" arasında tıbâk sanatı var­dır. "Hakkında hiç bir delil indirmediği şeyleri" buyruğunda bir istihza vardır. Çünkü Allah'ın kendisine başkasının ortak koşulmasına dair bir delil indirme­si mümkün değildir. [62]

 

Kelime ve İbareler:

 

"De ki: Rabbim açığı ile gizlisiyle" yani açık olanım da gizli olanını da; "ha­yasızlıkları (el-fevâhiş)" selim fıtratların, üstün akılların kendilerinden nefret ettiği oldukça çirkin olan fiiller demektir. Bunlar zina etmek, suçsuzlara zina if­tirasında bulunmak, kötü sövüşmek, cimrilik ve buna benzer büyük günahlar­dır, "günahı" mutlak olarak her türlü masiyeti. Bu belirtildiği gibi büyük gü­nahları kapsadığı gibi, zevcesinden başkasına şehvetle bakmak gibi küçük gü­nahları da kapsamına alır. "haksız yere haddi aşmayı" zulüm, fesat ve haklar hususunda sınırı aşmayı; "delil" belge "indirmediği şeyleri Allah'a şirk koşma­nızı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi" yani Allah'ın haram kıl­madığı şeyleri ve başka hususları söylemek gibi hususları "haram kılmıştır".[63]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerime ile kendisinden önceki buyruklar arasındaki ilişki yönü gayet açıktır. Yüce Allah müşriklerin ve başkalarının süslenmeyi, temiz rızık-lar gibi haram olmayan şeyleri haram kılmalarını reddedince, burada da temel bir takım haram türlerini söz konusu etmektedir ki bunlar beş tanedir. Hepsi de yaratılıştan ve fıtrî istidatlardan değil de insanın bizzat yapmasıyla ortaya çıkan davranışlardır. el-Kelbî der ki: Müslümanlar elbiseler giyinip Beytullah'ı elbiselerle tavaf edince, müşrikler onları ayıplamaya koyuldu. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. [64]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammedi Allah'ın helâl kılmış olduğu temiz yiyecekleri ve elbiseleri haram kılan bu müşriklere de ki: Allah, ancak haramların temel olanlarını teş­kil eden şu beş şeyi haram kılmıştır:

1- Gizli, açık, görünen ve görünmeyen hayasızlıklar: Hayasızlıklar (feva-hiş) alabildiğine çirkin davranışlardır. Bunların gizlisi de açığı da yasaktır ve­ya bunlar büyük günahlardan ibarettir. Çünkü artık bunların çirkinliği alabil­diğine ileri derecede ve fazladır. Zina, hırsızlık, İslâm cemaatine karşı ayaklan­mak gibi masiyetler bu tür fiillerdir.

2- Günah, yani günahı gerektiren işler. Onlar da küçük masiyetlerdir. Bu­na göre ayetin anlamı şöyle olur: O büyük ve küçük günahları haram kılmıştır. Eşinin dışındakilere şehvetle bakmak küçük günahlardandır. Günahın masiyet veya mutlak bir günah olduğu da söylenmiştir ki bu da genelin özele atfedilme­si kabilindendir.

3- Haddi aşmak: Yani fert veya toplum olsunlar, diğer insanların hakları­na tecavüz etmek suretiyle haklarda haddi aşmak ve bozgunculuk   yaparak zulmetmek demektir. Burada haddi aşmanın haksız olmak kaydıyla zikredil­mesinin sebebi şudur: Haddi aşmak eğer kamu maslahatı için veya karşılıklı rıza ile birlikte olursa bunda bir beis yoktur.

4- Allah'a ortak koşmak: Bu, çirkin işlerin en çirkinidir. Bu da Allah ile birlikte put, heykel yahut bir kişi olsun hakkında aklî ya da vahyî bir delil ve­ya belgenin ortaya konulamadığı Allahla beraber başka bir ilâh kabul etmek­tir. Burada belgeye "sultan" denilmesinin sebebi, hasmın sözünü başkasına ter­cih ettirmesi ve işitenin akıl ve düşüncesi üzerinde etkili olması dolayısıyladır. Bu ifade Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Her kim bu konuda ken­disinin bir delili olmaksızın Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet edecek olursa, şüphesiz onun hesabını görmek Rabbine aittir. Gerçek şu ki kâfirler kur­tuluşa eremez." (Mü'minûn, 23/117).

İşte bunda burhanın (delil ve belge getirmenin), akidenin sağlıklı oldu­ğuna delil getirmenin esasını teşkil ettiğine, imanın, delil ve belge ile destek­lenen Allah'tan gelen bir vahiy olmaksızın kabul olunmayacağına delâlet var­dır.

5- Bilgisiz ve belgesiz olarak Allah'a karşı yalan şeyler söylemek: İftira, Allah'a karşı putlardan bir ortağı olduğunu iddia etmek gibi yalan söylemek: "Şu halde pisliğin ta kendisi olan putlardan uzak durun." (Hacc, 22/30). Bir mesned ve bir delil olmaksızın haramı helâl, helâli haram kılmak gibi. Bu ise şeriatten bir delil olmaksızın sırf görüşe dayanarak söz söylemektir. Dinlerin tahrif ediliş sebebi, hak dinde bidatlerin ortaya konuluş sebebi, heva ve şeyta­na uymanın sebebi budur. Nitekim Kitap Ehli de böyle yapmıştır: "Dillerinizin yalan yere vasfedegeldiği şeylere, "Bu helâldir, bu da haramdır" demeyin." (Nahl, 16/116). İşte reform davetçilerinir ve içtihat adı altında şeriatı aşıp ge­çenlerin izlediği yol budur. Nitekim Buharî ile Müslim şunu rivayet ederler:

"Andolsun, sizden öncekilerin yolunu karış be karış, arşın be arşın izleyeceksi­niz. O kadar ki, onlar bir keler deliğine girecek olsalar muhakkak onların arka­sından gidersiniz." "Ey Allah'ın Rasulü, bunlar Yahudi ve Hıristiyanlar mıdır?" diye sorduk. O, "Başka kim olabilir ki?" diye buyurdu.

Şeriatta içtihadın yolu bellidir. Bu da Kur'an, sünnet ve icmaya şer"î esas­lara uygun olarak sahih bir şekilde bakmak ve bunları tetkik etmektir. Daha sonra da bunlara kıyas yapmak yahut da istihsan, istislâh ve buna benzer kap­samlı görüşü delil almaktır. İşte bu da şeriatın ruhu, esasları ve genel ilkeleri ile uygun olan görüşü almaktır.

Bu ayet-i kerime ile ilgili olarak bir soru ortaya atılmıştır. Muhtevası şu­dur: Ayet-i kerimedeki "(innemâ) Ancak" kelimesi hasr ifade eder. Yüce Al­lah'ın, "Rabbim... haram kılmıştır" buyruğu, şunları şunları münhasıran ha­ram kılmıştır, demektir. Oysa haramlar bu şeylere münhasır değildir.

Buna şöyle cevap verilmiştir: "Cinayetler beş türe münhasırdır. Bunlardan birisi neseplere karşı işlenen cinayetlerdir ve bunlar da zina ile olur. İşte Yüce Allah'ın, "Rabbin... hayasızlıkları haram kılmıştır" buyruğu ile kastedilen bu­dur. İkincisi ise akıllara karşı işlenen cinayetler. Bunlar da içki içmek olup Yü­ce Allah'ın, "Günahı...haram kılmıştır" buyruğu da buna işaret etmiştir. Üçün­cüsü ırzlara karşı işlenen cinayetler, dördüncüsü canlara ve mallara karşı işle­nen cinayetlerdir. İşte Yüce Allah'ın, "Haksız yere haddi aşmayın" buyruğu ile buna işaret edilmiştir. Beşincisi ise, dinlere karşı işlenen cinayetler olup bun­lar da iki bakımdan söz konusudur: Birincisi Yüce Allah'ın tevhidine itiraz edip dil uzatmaktır. Yüce Allah'ın, "Allah'a şirk koşmanızı" buyruğu ile buna işaret edilmiştir. İkincisi ise Allah'ın dininde bilgiye bağlı olmaksızın söz söylemektir. İşte, "Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi..." buyruğu ile de buna işa­ret edilmiştir. Bütün cinayetlerin (suçların) esası bunlar olduğuna göre, geri kalanlar bunların uzantıları ve dallandır. Buna uyanlar olduğuna göre, bu ha­ram şeylerin söz konusu edilmesi adeta hepsinin söz konusu edilmesi gibi ol­muş, onların yerini tutmuştur. O bakımdan bu ayetin başına hasr ifade eden söz konusu edat gelmiştir.[65]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Açıklamasından da açıkça anlaşıldığı gibi ayet-i kerime, haram işlerin un­surlarını oluşturan şeylerin de haram kılındığını göstermektedir. Bunlar ise şu hususları kapsar: Akideden sapmak (Allah'a ortak koşmak), şeriat ile çatışmak (Allah'ın dini ile ilgili olarak bilgisizce, bilmeksizin söz söylemek), akıllara kar­şı cinayet ve suç işlemek. Burada ifade edilen husus kısaca, günahın haram kı­lınmasıdır. Bu kelime, genel olarak bütün masiyetler hakkında kullanıldığı gi­bi sözlükte aynı şekilde şarap hakkında da kullanılabilir. Buna delil de şairin şu sözüdür:

"Aklım başımdan gidinceye kadar günahı (şarabı) içtim

İşte günah (şarap) böyledir, akılları alır gider."

Günah (ism), Hasan-ı Basrî'nin de dediği gibi şaraptır. Cevheri, es-Sıhâh adlı Arapça sözlükte der ki: Şaraba da bazen günah (ism) adı verilir. Bu temel suçların bir diğeri ise neseplere karşı işlenen suçlardır (zina). Diğerleri de ne­fislere karşı ve mallara karşı işlenen suçlar (öldürme ve hırsızlık), namusa kar­şı işlenen suçlar (iftira)dır. Bu ise Yüce Allah'ın "Haksız yere haddi aşmayın" buyruğu ile işaret edilmiş olan toplumsal ve bireysel zulümdür.

Bütün bunlardan açıkça ortaya çıkmaktadır ki temel haramlar akideyi, şeriat ve ahlâkı veya yaşayış ve âdabı kapsamaktadır. Bunlar ister kişinin nef­sine münhasır günahlar olan ve el-ism diye ifade edilen hususlar olsun, isterse de zararı diğer insanlara da ulaşan haddi aşmak türünden olsun durum değiş­mez. [66]

 

Her Bir Ümmetin Ve Kişinin Eceli

 

34- Her ümmetin bir eceli vardır. Ecel­leri gelince ne bir an geri kalır, ne de bir an ileri gidebilirler.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ecel", sınırlı bir süre yahut da Allah ilminde bilinen süre demektir. "An (saat)" herhangi bir işin gerçekleştirildiği asgarî zaman demektir. [67]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah helâl ve haramı, mükellefiyetin hallerini beyan ettikten sonra, israfa kaçmaksızın mubah ziynetleri ve temiz nzıklan açıkladı. Arkasından da taşıdıkları fesat dolayısıyla temel haramları söz konusu etti. İşte burada da her bir kişi ya da topluluğun öne alınmayan ve sonraya da bırakılamayan belli bir ecelinin bulunduğunu söz konusu etmektedir. Bu ecel geldi mi kişi kaçınıl­maz olarak ölür. Hayat esnasında Yüce Allah'ın helâl ve harama dair düzenine hangi boyutlarda uyulduğu da ortaya çıkmaktadır. Ecelin maksadı korkutmak­tır. Ta ki kişi gereken şekilde yükümlülüklerini yerine getirme hususunda işi sıkı tutsun. [68]

 

Açıklaması

 

Her bir ümmetin yani her bir asır ve neslin, her bir kişinin, aynı şekilde varlık alemindeki her bir şeyin bilinen bir eceli vardır. Bu da sürenin sona er­mesi için belirlenen zamandır. Ecel, aynı zamanda dünya hayatı için sınırlan­dırılmış vakti de, toplumların güçlülük, mutluluk zamanlarını yahut zillet ve bedbahtlık dönemlerini de kapsar.

"Ecelleri gelince" yani onlar için takdir edilen süre geldi mi ne zamanın en küçük dilimi olan bir an geri kalır ne de bir an ileri gidebilirler. Bu ecel süre­sinden öne geçemezler. Yani belirlenen bu vadeden sonraya da kalamazlar, öne de geçemezler. Bu değişmenin bir an (saat) kadar bile olması mümkün değildir. Yüce Allah'ın burada "saafi söz konusu etmesinin sebebi, en asgarî zaman di­limlerinin genel olarak "saat" kelimesiyle karşılanmasından dolayıdır.

Ecelden neyin kastedildiğinin tayini ile ilgili olarak iki görüş vardır:

Birinci görüş İbni Abbas, Hasan-ı Basrî ve Mukâtil'in görüşüdür. Buna gö­re Yüce Allah peygamberini yalanlayan her bir ümmete belli bir süreye kadar mühlet vermiştir. Nihayet toptan imha edilerek azap zamanı gelince, bu azap kaçınılmaz olarak gelip çatar.

İkincisine göre, burada ecelden kasıt ömürdür. Bu ecel bitti ve tamamlan­dı mı, artık öne almanın ve sonraya bırakılmanın imkânı olmaz.

-Razî der ki: Birincisi daha uygundur. Çünkü Yüce Allah, "Her ümmetin" diye buyurmuş, "herkesin bir eceli vardır" diye buyurmamıştır. İkinci görüşe göre ise "Evet, Yüce Allah, "Her ümmetin" diye buyurmuş, herkesin bir eceli vardır diye buyurmamıştır. Çünkü ümmet her zamanda var olan topluluk de­mektir. Bu ümmet de fertlerden oluşur. Toplumların fertlerinin ise ecelleri bir­birine yakındır. Çünkü tehdit makamında olan ifadelerde ümmetin söz konusu edilmesi daha bir beliğ ve daha bir etkileyicidir.

İkinci bir görüşe göre, herkesin öne alıp sonraya bırakmasının söz konusu olamayacağı bir ecelinin olması gerekir, buna göre maktul de eceliyle ölmüş olur.[69]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Toplumların, cemaatlerin, fertlerin ecelleri belli bir süre ile sınırlandırıl­mış ve vakti belli ömürlerdir. Eceli geldi mi bir an dahi geriye de kalmaz öne de alınmaz. Ölüm eceli, ölüm vaktidir. İnsanın eceli ise Yüce Allah'ın canlının içinde kaçınılmaz olarak öleceğini bildiği vakittir. Artık bu kişinin ölümünün sonraya bırakılması mümkün değildir. Bunun imkânsız olması, Yüce Allah'ın kudretinin ertelemeye yetmeyeceği bakımından elbette ki değildir. Bundan maksat Yüce Allah kişiyi bundan daha fazla veya daha az yaşatamayacağı, bu­na kadir olamayacağı, ya da o vakitte onu öldüremeyeceği de kastedilmemiştir; böyle bir şey söz konusu değildir. Çünkü böyle bir görüş, Yüce Allah'ın kadir ve muhtar (dilediğini seçen) olmamasını gerektirir.

İşte bunda maktulün de ancak eceliyle öldürüldüğüne dair bir delil vardır.

Manevî ecele gelince, ümmetlerin tarih içerisinde çeşitli dönemleri vardır. Kimi zaman güçlü ve mutlu olur, kimi zaman küçülmüş, zelil ve bedbaht olur­lar.

Şer"! ölçüye göre ise bir toplumun aziz olması, mutlu olması, şeriata tabi olmasıyla, dine riayet etmesiyle ahlâk ve faziletlere sımsıkı satılmasıyla olur. Bunun da muayyen bir vadesi vardır. Toplumların bedbaht olması ise, dinden yüz çevirmesiyle faziletlerden, ahlâktan uzak durmasıyla, aşağılık davranışla­rın, münkerlerin, kötülüklerin ve zulümlerin ümmet arasında yaygınlık kazan­masıyla olur. Bu da bir ümmetin, bir toplumun yıkılışını çabuklaştırır. Bunda da ümmetin belli bir eceli söz konusudur.

Şanı Yüce Allah Peygamber (s.a.)'i gönderdikten sonra ümmetlere lütufta bulunarak toplu imha azabını kaldırmıştır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz seni ancak âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik." (Enbiyâ, 21/107).

Bu ise hem İslâm ümmeti hakkında hem de başkaları hakkında böyledir. Ayet-i kerime Allah tarafından emrine aykırı hareket eden, hidayete uymaksı­zın sapıklıklarda yol alan -Mekkeliler ve onlara benzer diğer azgın toplumlar gibi- herkese Allah nezdinde belli bir vadede inecek olan azap haberiyle bir tehdit söz konusudur. [70]

 

Her Bir Ümmete Peygamberi Aracılığıyla Yapılan Hitap Ve Yalanlayanların Allah'ın Ayetleri İle Korkutulmaları

 

35- Ey Ademoğulları! İçinizden size  ayetlerimi anlatacak peygamberler ge- linçe, her kim sakınıp düzelirse artık  onlar için bir korku yoktur ve onlar  üzülecek de değillerdir.

36- Ayetlerimizi yalanlayıp onlara kar- Ş1 büyüklük taslayanlar, işte onlar  ateşliklerdir. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar-

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ayetlerimi" yani farz kıldığım şeyleri ve hükümlerimi "anlatacak peygam­berler gelince her kim sakınıp düzelirse" yani benimle kendisi arasında olanı düzeltirse "artık onlar için bir korku yoktur." Burada "peygamberler gelince" ifadesinin cevabının, "onlara itaat ediniz" şeklinde olduğu da söylenmiştir. [71]

 

Ayetler Aeası İlişki

 

Yüce Allah her bir kimsenin öne de alınamayan sonraya da bırakılamayan belirli bir ecelinin bulunduğunu beyan ettikten sonra, ölümden sonra Ademoğullannın du­rumlarını açıklamaktadır. Eğer itaatkâr kimseler iseler onlar için korku ve üzüntü söz konusu değildir. Şayet isyankâr iseler azabın en şiddetlisine düşmüş olacaklardır. [72]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah Ademoğullarını kendilerine ayetlerini anlatacak, hüküm ve farzlarını bildirecek peygamberler göndereceğini belirterek uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır: Ey Ademoğulları! Şayet sizlere içinizden sizin hemcinsiniz ve bu sizlere benim size farz kıldıklarımı ve sizin için öngördüğüm ibadet, mu­amelât ve ahlâka dair düzenlemeleri size emretmiş olduğum salih ameller ile size yasakladığım şirk ve çirkin işleri bildiren bir peygamber gelecek olursa, siz iki tavırdan birisini takınacaksınız. Bunlardan birisini takınanlara müjde veri­lir, diğerini takınanlar ise azapla korkutulur.

Kim Allah'tan korkar, benimle kendisinin arasını düzeltir, haramları terk eder ve itaatkâr olursa ahiret azabından yana onun için korku yoktur. Amelle­rinin karşılığını göreceği vakit geldiğinde de yapamadıkları dolayısıyla üzül­meyecektir veya gelecekte karşı karşıya kalacağı durumlardan dolayı onun için korku yoktur, geçmişteki hallerinden dolayı üzülmesi de söz konusu olmaya­caktır.

Yüce Allah'ın, "içinizden" diye buyurması, peygamberlerin peygamber ola­rak gönderildiği kimselerle hemcins olması, onlara ileri sürebilecekleri bir ma­zeret bırakmaz ve onlara karşı delili açıkça ortaya koyar. Zira onların o pey­gamberin durumunu bilmeleri, Allah'ın kendisini mucizelerle desteklemesinin, peygamberin kudretiyle değil de Allah'ın kudretiyle olduğunu onlara gösterir; diğer taraftan herkes kendi hemcinsiyle daha iyi kaynaşır.

Yüce Allah'ın, "ayetlerimi" buyruğundan kasıt ise, Kur'an-ı Kerim, tevhid ve ulûhiyetin delilleri, indirdiği hükümler ve şeriatlardır. Bu, sözü geçen bütün hususları kapsayan genel bir lafızdır. Çünkü bütün bunlar Yüce Allah'ın ayet­leridir. Peygamberler geldikleri takdirde, bütün bu hususları söz konusu etmiş­lerdir.

Kureyş ileri gelenlerinin Muhammed (s.a.)'e karşı büyüklük tasladıkları vakit görüldüğü gibi, kalpleriyle Allah'ın ayetlerini yalanlayan, onları kabul ve gereklerince amel etmeyi büyüklüklerine yediremeyen, peygamberlere büyük­lük taslayarak ve onları inatla reddedenlere gelince, bunlar cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalacaklardır. [73]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Peygamberlerin davetinden sonra insanlar iki kısma ayrılırlar: Birisi itaat eden, peygamberlerin çağrısını tasdik eden müminler, diğeri ise çağrıyı yalan­layan, isyan edip inkâr edenler.

Birinciler kıyamet gününde göreceği güzel mükâfat dolayısıyla huzur bu­lur, mutlu olurlar. Yüce Allah'ın, "Onlar için bir korku yoktur ve onlar üzülecek de değillerdir" buyruğu da kıyamet gününde müminlerin korkmayacaklarını, üzülmeyeceklerini, kıyamet gününün dehşetlerinden dolayı onların korku ve dehşete kapılmayacaklarını, tam aksine huzur ve güvenlik altında bulunacak­larını göstermektedir.

İkinci kısımdakiler ise, cehennem ateşinde ebedî kalmak suretiyle en kötü bir şekilde cezalandırılacaklardır. Ehl-i sünnet, Yüce Allah'ın, "İşte onlar ateş­liklerdir, onlar orada ebedî kalıcıdırlar" ayet-i kerimesini namaz ehli Müslü­manlardan fasık olan bir kimsenin cehennemde ebediyyen kalmayacağına delil göstermişlerdir. Çünkü Yüce Allah, Allah'ın ayetlerini yalanlayan, onları kabul etmeyi büyüklüklerine yedirmeyen kimselerin cehennemde ebedî kalacaklarım belirtmektedir. "Onlar" kelimesi burada hasr ifade eder. Bu da bu şekilde ya­lanlama ve büyüklenme niteliklerine sahip olmayan kimselerin cehennemde ebedî kalmamasını gerektirmektedir.[74]

 

Yalanlamanın Akıbeti Ve Kafirlerin Cehenneme Giriş Tablosu

 

37- Allah'a karşı yalan uyduran veya O'nun ayetlerini yalan sayandan daha zalim kim vardır? İşte onlara kitaptaki payları erişecektir. Nihayet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikle­rinde diyeceklerdir ki: "Allah'tan baş­ka taptıklarınız nerede?" Diyecekler: "Onlar bizi bırakıp kayboldular." On­lar kendi aleyhlerine ve gerçekten kâ­fir olduklarına şehadet ederler.

38-  Buyurur ki: "Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında gi­rin ateşe." Her ümmet girdikçe yolda­şına lanet eder. Nihayet hepsi biribiri ardından orada toplanınca sonrakileri öncekileri için derler ki: "Rabbimiz, iş­te bizi bunlar saptırdı. Onun için bun­lara ateşten katmerli azap ver." Buyu­rur ki: "Her biriniz için katmerli azap vardır; ne var ki bilmezsiniz."

39- Öncekileri sonrakilerine "Sizin biz­den bir üstünlüğünüz yoktu. Öyleyse kazandıklarınız sebebiyle azabı tadın" dediler.

 

Kelime ve İbareler:

 

"...veya onun ayetlerini", Kur'an-ı Kerim'i "yalanlayanlardan daha zalim kim vardır?" Yani Allah'a karşı onun söylemediği şeyleri uyduran veya söyle­diklerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Bunun anlamı şudur: Allah'a or­tak ve evlât nispet etmek suretiyle Allah'a yalan iftira eden kimseden daha za­lim kimse yoktur.

"İşte onlara Kitap'taki payları erişecektir." Levh-i mahfuz'da kendileri için yazılmış bulunan rızık, ecel ve bunun dışında kalan diğer payları kendilerini ge­lip bulacaktır. "Nihayet elçilerimiz" ölüm melekleri... "geldiklerinde" kendilerini azarlamak üzere "diyeceklerdir ki: "Allah'tan başka taptıklarınız nerede1?"

"Onlar da derler ki: Önümüzden kaybolup gittiler." Onları göremiyoruz. "Ve onlar kendi aleyhlerine" ölüm esnasında "gerçekten kâfir olduklarına şeha-det ederler."

"Sizden önce... geçmiş cin ve insan topluluklarıyla girin ateşe!" yani daha önce geçmiş ümmetlerle birlikte siz de ateşe girin. "Her ümmet" ateşe "girdikçe yoldaşına lanet eder." Yani kendisi sebebiyle saptığından dolayı kendisinden öncekine lanet okur. "Nihayet hepsi birbiri ardınca orada toplanınca" cehen­nemde ardı arkasına bir araya gelip toplandıklarında "sonrakileri" yani ko­num itibariyle daha sonra gelenleri ki bunlar tabi olanlardır, "öncekileri için" konum itibariyle önde gelenler için, yani kendilerine uyulan önder ve liderleri için... "... Bunlara katmerli azap" yani onlara bir kat veya kat kat artırılmış bir azap ver. "Buyurur ki: Her biriniz için katmerli azap vardır." Yani size de onlara da azap kat kat verilecektir. Çünkü önderlerden olsun, onlara uyanlar olsun, hepsi sapık ve saptırıcı idiler. "Ne var ki" her bir kesimin azabının ne ol­duğunu "bilmezsiniz."

"Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktu." Yani artık sizin bize bir üstünlüğü­nüzün olmadığı sabit olmuştur. Çünkü sizler bizden dolayı küfre saptınız. Biz de siz de bu kat kat azabı hak etmekte birbirimize eşitiz diyeceklerdir. [75]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah, Allah'ın ayetlerini yalanlayan, onları kabul etmeyi büyüklük­lerine yediremeyenlerin akibetini söz konusu ettikten sonra, burada da onların arasında zulmü ve azgınlığı en büyük olanların Allah hakkında söylemediği şeyleri uyduran veya onun söylediklerini yalanlayan kimseler olduğunu zikret­mektedir. Birincisine örnek Allah'a put, yıldız gibi ortaklar isnat eden yahut onun kız veya erkek çocuklara sahip olduğunu ileri süren yahut da batıl şeyleri Yüce Allah'a nispet edenlerdir. İkincisine örnek ise Kur'an-ı Kerim'in Allah ta­rafından Rasulüne indirildiğini inkâr eden yahut Muhammed (s.a.)'in peygam­berliğini reddeden kimselerdir. [76]

 

Açıklaması

 

Allah'ın farz kılmadığını farz kılmak, haram kılmadığını haram kılmak, Allah'ın indirmediği bir hükmü onun dinine nispet etmek ya da Allah'a evlât ve ortak nispet etmek suretiyle Allah'a yalan yere iftira eden kimseden daha zalim kimse yoktur.

Yahut Arap kâfirleri gibi Kur'an-ı Kerim'i inkâr etmek suretiyle Allah'ın ayetlerini yalanlayan veya Resulullah (s.a.)'a inanmayan ya da ayetlerle alay eden yahut başkalarım onlara üstün tutarak bu ayetleri terk eden kimselerden daha zalim kimse olamaz.

İşte bütün bunlara bütün kâinat düzeni hakkında tescil edilen her şeyin miktar ve ölçüsünün yazılı bulunduğu Kitapta (levh-i mahfuzda) haklarında yazılanlar ve kendileri için takdir olunan nzıklar ve ömürler onları gelip bula­caktır, onlara erişecektir. Allah'a karşı yalan uyduran kimseler hakkında da yüzünün kapkara kesileceği yazılmıştır. Yani bunlar için vaad olundukları ha­yır veya şer verilecektir. Zulümlerine ve Allah'a karşı yalan iftiralarına rağmen bu böyledir.

Nihayet ölüm meleği olan elçiler canlarını almak üzere kendilerine geleceğin­de, melekler onları azarlamak üzere şöyle soracaktır: Dünya hayatında Allah'ı bı­rakıp kendilerine dua ve ibadet ettiğiniz ortaklarınız nerede? Haydi onları çağırın da içinde bulunduğunuz durumdan gelip sizleri kurtarsınlar. Şöyle cevap verecek­ler: Önümüzden kaybolup gittiler, nerede olduklarım bilemiyoruz. Hem biz onlar­dan herhangi bir fayda, yahut bir hayır ve bir zararı önlemelerini de ummuyoruz ki.

Böylelikle kendi aleyhlerine bu ortaklara dua edip ibadet etmekle kâfir ol­duklarını ikrar ve itiraf edeceklerdir.

Bu ifadelerin kastı ise kâfirleri üzerinde bulundukları küfürden vaz geçir­mektir. Onları küfür ve sapıklık dolayısıyla karşı karşıya kalacakları akibetle-rin üzerinde durup düşünmeye itmektir.

Mana itibariyle bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar iflah olmazlar. (Onların bu yalanları kendilerine belki) dünyada az bir geçim (sağlayabilir), sonra dönüşleri bize ola­caktır. Sonra da biz kâfir oldukları için onlara oldukça ağır azabı tattıracağız." (Yunus, 10/69-70); "Kâfir olanın küfrü seni üzmesin. Dönüşleri bizedir ve biz onlara yaptıklarını haber vereceğiz. Muhakkak Allah kalplerin özünü çok iyi bi­lendir. Onları azıcık faydalandıracak, sonra da oldukça ağır bir azaba ister is­temez mahkûm edeceğiz." (Lokman, 31/23-24).

Daha sonra Yüce Allah kendisine iftira eden, ayetlerini yalanlayan bu müşriklere meleklerin neler söyleyeceklerini haber vermektedir: Haydi siz de sizin gibi ve sizin niteliklerinize sahip sizden önce küfre sapmış diğer ümmet­lerle birlikte -cinlerden veya insanlardan olsunlar- ateşe giriniz. Bu sözü söyle­yecek olan kişi ya cehennemin bekçisi Mâlik'tir yahut da Yüce Allah'tır. Yani Yüce Allah onlara bizzat giriniz diyecektir.

Onlardan bir topluluk cehenneme girip de azabı, horluğu ve ibret verici ce­zaları görünce, peşinden gittiği ve kendisini saptıran, din ve inançta kendisi gi­bi olan diğer ümmete lanet edecektir. Çünkü bizzat kendisini o topluluğa uy­mak, küfürde onu taklit etmek suretiyle sapıtmış oldu. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminize kâfir ola­cak, kiminiz kiminizi lanetleyecektir." (Ankebût, 29/25).

İşte bu şekilde kâfirler çeşitli gruplarıyla biribirlerine lanet okuyacak, bi-ribirlerinden uzaklaşacaklardır. Nitekim bir başka yerde Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "O vakit kendilerine uyulanlar kendilerine uyanlardan uzaklaşa­cak ve azabı görecektir. Aralarındaki bağlar parçalanmış olacaktır. Tabi olanlar (şöyle diyecekler): Keşke bizim için bir dönüş olsaydı da bunlar bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşabilseydik. İşte onlar ateşten çıkamayacak­lardır." (Bakara, 2/166-167).

Nihayet ateşte üst üste yığılıp hepsi orada toplanınca aralarından giriş ve­ya mevki itibariyle daha sonra gelen tabiler veya alt gruptakiler mevki veya gi­riş itibariyle daha önce gelen kendilerine uyulan önderler ve liderlere bir takım sözler söyleyeceklerdir. Buna sebep ise kendilerine uyulanlarm cürümlerinin daha ağır olmasıdır. İşte bu sebepten onlardan önce cehenneme girmiş olacak­lar. Sonra gelenler kıyamet gününde Yüce Allah'a, ileri gelenlere uyanların şi­kâyetini ihtiva edecek bir söz söyleyeceklerdir. Çünkü uyanları doğru yoldan saptıranlar onlardır. Zemahşerî der ki: "Öncekileri için" ifadesinin anlamı 'ön­cekiler hakkında' anlamındadır. Çünkü onların hitabı Allah ile olacak, kendile­rinden öncekilerle değil. Yani onlar hakkında ve onların kendilerini saptırma­ları dolayısıyla diyeceklerdir...

Bu şikâyetlerini Yüce Allah'a hitaben şöyle dile getireceklerdir: Rabbimiz, bu önderler bizi hak yoldan saptırdılar. O bakımdan sen bunlara cehennemde kat kat artırılmış bir azap ver; yani onların cezalarını katlandır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Yüzleri ateşte çevrileceği o günde diyecekler ki: Keşke biz Allah'a ve Rasul'e itaat etseydik. Diyecekler ki: Rabbimiz, gerçekten biz başkanlarımıza ve büyüklerimize itaat ettik, onlar da bizi yoldan saptırdı­lar. Rabbimiz, onlara azaptan iki katını ver. Onları en büyük lanetle lanetle." (Ahzâb, 33/66-68).

Yüce Allah da onlara şöyle cevap verecektir: Size de onlara da kat kat azap vardır. Biz bunu yapıp takdir ettik. Herkese kendisine göre ceza verdik. Ya başkasını saptırdığı için yahut başkasını taklit ederek saptığı için. Çünkü önderler de onlara uyanlar da hem sapık hem saptırıcı idiler; fakat sizler onla­rın azabını bilmemektesiniz. Katmerli azap (ed-dif), bir veya bir kaç defa kendi mislinden fazla olan demektir. Yüce Allah'ın şu buyrukları da buna benzemek­tedir: "Kâfir olup Allah'ın yolundan alıkoyanların fasıklık etmeleri sebebiyle azabın üstüne azap arttırırız." (Nahl, 16/88); "Andolsun onlar hem kendi yükle­rini taşıyacaklar, hem de yükleriyle birlikte başka yükleri." (Ankebût, 29/13); "Ta ki kıyamet gününde eksiksiz olarak hem kendi yüklerini taşısınlar, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin yüklerinden (taşısınlar)." (Nahl, 16/25).

"Öncekileri sonrakilerine... dediler." Yani kendilerine uyulanlar kendileri­ne uyanlara diyecek ki: Biz sizleri saptırdıysak yine de sizin bize bir üstünlü­ğünüz yoktur. Çünkü biz saptığımız gibi siz de sapmış oldunuz. Kat kat azabı hak etmek bakımından bizimle sizin aranızda bir fark yoktur. Yani siz de bizim yaptığımız gibi yaptınız ve kâfir oldunuz. O halde siz de azabınızın hafifletil­mesini hak edemezsiniz.

Haydi kazandıklarınız sebebiyle azabı tadınız. Yani sebep olduğunuz kü­für ve sapıklıktan dolayı Allah'ın azabı ile karşılaşınız. Bu ya önderlerin söyle­yecekleri bir sözdür yahut da Allah'ın hepsine bizzat söyleyeceği sözdür. Bu da Yüce Allah'ın şu sözlerine benzemektedir: "Biribirlerine karşılıklı soru sorarlar.

Dediler ki: Siz bize sağ taraftan geliyordunuz. Onlar derler ki: Hayır, siz iman eden kimseler değildiniz. Esasen bizim sizin üzerinizde bir otoritemiz de yoktu. Aksine sizler azgın bir topluluktunuz. O bakımdan Rabbimizin (azap) sözü üze­rimize hak oldu: Şüphesiz biz azabı tadıcılarız. Böylelikle biz sizi azdırdık. Ger­çekten biz (hepimiz) azgın kimseler olmuştuk. Şüphesiz o gün onlar azapta or­taktırlar." (Sâffât, 37/27-33).

Yüce Allah'ın, "Öyleyse ... azabı tadın" buyruğundan kasıt korkutmak ve küfürden vazgeçirmektir. Çünkü Yüce Allah'ın lider ve onlara uyanların so­nunda biribirlerinden uzaklaşacaklarını, biribirlerine lanet okuyacaklarını ha­ber vermesi kalpte büyük bir korkunun uyanmasına sebeptir. [77]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Allah'ın hükmü olmaksızın helâl ve haram kılmak suretiyle Allah'a iftira etmekten ve sözlü olarak alay ederek yahut onlara tabi olmayı büyüklüğüne yediremeyerek Allah'ın ayetlerini yalanlamaktan daha büyük hangi zulüm vardır!?

Buna rağmen şu yalanlayan kimselere kendileri için takdir edilmiş bulu­nan rızık, ömür, amel ve kendilerine vaad olunan hayır ve şer türünden her şey gelip bulacaktır onları.

Onlar için "Kitap'taki paylarının erişmesi"nin anlamı ile ilgili Taberî'nin tercih edip ayrıca İbni Zeyd, İbni Abbas ve İbni Cübeyr'den de rivayet edilen açıklamaya göre şöyledir: Onlara takdir olunan hayır, şer, rızık, amel ve ecel­dir.

Kabul edilen şu ki, küfür bakımından önderler ile onlara uyanlar biribirle­rine eşit olacaklardır. Cehenneme girecekler ve azapları kat kat verilecektir. Bu ise ya liderlerin saptırmaları dolayısıyladır yahut da uyanların fiili olan taklit ve aklı ihmal etmeleri dolayısıyladır. Azaplandırmak ise bir intikam ve öfkeyi, kini susturmak için değildir. Aksine bu, onların günah işlemiş olmaları ve küfrü gerektiren inatları sebebiyle olacaktır. [78]

 

Kâfirlerin Cezası

 

yıp da onlara karşı büyüklük taslalara' onlara göğün kapıları açılma onlar, deve iğne deliğinden geçin

40- Muhakkak ki ayetlerimizi yalan sa- yıp da onlara karşı büyüklük taslayan geçinceye kadar cennete de giremezler. Biz suç- luları işte böyle cezalandırırız.

41-  Onlar için cehennemden bir döşek  ve üstlerinde de örtuler vardır. Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız.

 

Belagat:

 

"Onlara göğün kapıları açılmaz." Bu ifade kıyamet gününde amellerin ka­bul olunmayacağından kinayedir. "Onlar deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler." Burada da zımnî bir benzetme vardır. Yani deve iğne de­liğinden geçmedikçe onlar da cennete giremezler. Bu da imkânsızlığın temsilî bir ifadesidir.

"Onlar için cehennemden bir döşek ve üstlerinde de örtüler vardır." Bu da onları her bir yandan kuşatacak olan azabın istiare yoluyla ifadesidir. Yüce Al­lah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar için cehennemden (ateşten) üstlerin­de gölgelikler, altlarında da gölgelikler vardır." (Zümer, 39/16). [79]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ayetlerimizi" yani dinin asıllarına ve şeriatın hükümlerine dair kesin de­lillerimizi Allah'ın varlığını ve vahdaniyetini ispatlayan, peygamberliği, öldük­ten sonra dirilişi, hesabı, ahirette amellerin karşılığının görüleceğini ispatla­yan delilleri "yalanlayıp da onlara karşı büyüklük taslayanlara", onlara karşı büyüklenerek onlara iman etmeyenlere... "göğün kapıları açılmaz" Hiç bir sa-lih amelleri ve duaları yükselmez yahut da ölümden sonra ruhları oralara yük­seltilmek isteneceğinde göğün kapılan ruhlarına açılmaz. Bundan dolayı o ruh­ları siccîne (cehenneme) indirilir. Mümin ise böyle değildir. Kapılar ona açılır ve ruhu yedinci semaya kadar yükseltilir. -Hadis-i şerifte varit olduğu gibi-

Azı dişi çıkmış olan erkek "ve deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler." Bu da imkânsız bir şeydir. İşte onların cennete girmeleri de bu­nun gibi imkânsızdır. "Biz suçluları" yani küfür işleyenleri "işte böyle cezalandırırız." Suç işlemekten kasıt, her türlü bozgunculuktur. Fıtratı küfür ile boz­mak gibi. "Onlar için cehennemden bir döşek" yatak "üstlerinde de örtüler" ya­ni cehennem ateşinden örtüler "vardır." [80]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetlerden maksat, kâfirlere yönelik tehdidin tamamlanmasıdır. Çün­kü Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimede Kur'an-ı Kerim'i yalanlayanların Allah'a ve peygambere imanı, öldükten sonra dirilişe imanı, büyüklüklerine ye­diremeyenlerin cehennemde ebedî kalacaklarını haber vermektedir. Daha son­ra da onların cennete girmelerinin imkânsız olduğunu beliğ bir ifadeyle bildir­mektedir. [81]

 

Açıklaması

 

Bizim birliğimize, peygamberimizin ve diğer peygamberlerin peygamber­liklerinin doğruluğuna, öldükten sonra dirilişi ispatlayan ayetlerimizi yalanla­yanların hiç bir amelleri yükselmez. Çünkü onların amelleri kötüdür ve Allah ancak takva sahiplerinin amelini, kabul eder. Güzel söz O'na yükseltilir. Çün­kü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güzel söz O'na yükselir, salih amel de O'nu yüceltir." (Fâtır, 35/10); "Hayır, muhakkak iyilerin kitabı İlliyyîndedir." (Mutaffifîn, 83/18). İşte bunların amellerine ve ruhlarına semaların kapıları açılmaz. Böyle bir açıklama ayet-i kerimenin tefsiri ile ilgili iki görüşü bir ara­da ifade etmektedir.

Bunlar hiç bir şekilde cennete giremezler. Çünkü Allah'ın rahmetinden ko-vulmuşlardır. Cennete girmelerine imkân yoktur. Zira Yüce Allah, "Onlar deve iğne deliğinden geçinceye kadar..." diye buyurmuştur. Bu da imkânsızlığı ifade etmek için Arap dilinde yaygın bir anlatım tarzıdır. Meselâ, onlar "siyah karga ağarmcaya", "zift beyazlaşmcaya" ve "deve iğne deliğinden girinceye kadar bu işi yapmam" derler. İbni Abbas ve Said b. Cübeyr'den maksadın şu olduğu riva­yet edilmektedir: Burada deve (el-cemel) değil, kalın ip (kendir) olan el-cümmel iğne deliğinden girmedikçe şeklindedir. İbni Abbas (r.a.) der ki: Allah bu konu­da deveye benzetmekten daha güzel bir benzetme yapmıştır. Yani kalın ipin iğ­ne deliğinden giren ip yerine kullanılması daha uygun düşmektedir. Deve tabi­ri ise burada uygun değildir. Zamahşerî der ki: Şu kadar var ki "deve" anlamı­na gelen "el-cemel" kıraeti daha etkileyicidir. Çünkü iğne deliği, geçilen yerin darlığının bir örneğidir. İğne deliğinden daha dar diye bir tabir kullanılır. Deve ise oldukça büyük cüsseli bir hayvandır.

"Biz suçluları işte böyle cezalandırırız." Yani biz Allah'a karşı, kendisine ve Müslüman kardeşlerine karşı suç işleyen herkesi bu şekilde korkunç bir ce­za ile cezalandırırız. Böylelikle cezaya götüren sebebin de suç sayıldığı ve suç işleyen herkesin cezalandırılacağı ifade edilmektedir. Daha sonra bu husus sonraki ayetin sonunda tekrarlanarak şöyle buyurulmaktadır: "Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız." Çünkü her bir suçlu kendisine zulmeden birisidir.

Bu suçlular için cehennem ateşinden, altlarında serili bir döşek olduğu gi­bi, üstlerinde de örtüler vardır. Bu ifadelerden maksat cehennem ateşinin onla­rı kuşattığını, her bir yandan onların üzerlerinin kapatıldığını anlatmaktır. Ni­tekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki o üzerlerine kapatılmış olacaktır," (Hümeze, 104/8); "Muhakkak cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatıcı­dır. " (Tevbe, 9/49); "Onların üstlerinde cehennemden (ateşten) gölgelikler ve (ay­nı şekilde) altlarında da gölgelikler vardır." (Zümer, 39/16).

"Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız." Kendilerine ve kendilerinin dışın­daki insanlara zulmedenleri bu şekilde cezalandırırız. Bunda burada sözü ge­çen suçlu ve zalimlerin kâfirlerin kendileri olduğuna delil vardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kâfirler zalimlerin ta kendileridir." (Bakara, 2/254). Ayrıca daha önce sözü edilenlerin de Allah'ın ayetlerini yalanlayan kim­seler olması da buna delildir. [82]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet-i kerime aşağıdaki hususlara delildir:

1- Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve bu ayetlere karşı büyüklük taslayan kâfirlerin amelleri kabul olunmaz. Semaların kapılan amellerine de ruhlarına da açılmaz.

2- Cennet semadadır. Bu, şu ifadeden anlaşılmaktadır: Onlara semaya yükselme izni verilmez ve cennete girmeleri için onlar adına sema kapısı çalın­maz.

3- Kâfirlerin cennete girmeleri imkânsızdır. Hiç bir şekilde oraya gireme­yeceklerdir ve durum ne olursa olsun onlar ebediyen cennetten mahrum kala­caklardır.

4- Cehennem azabı kâfirleri her bir yandan kuşatıcıdır. Onlar cehennem­den çıkmak için bir delik bulamayacakları gibi, azaplarının hafifletilmesi de söz konusu değildir. Onlar için orada cehennemden hem örtü, hem dayanacak yer, hem yatak, hem yorgan vardır.

5- Günahkârlar (el-mucrimûn), kâfirlerin kendileridir. Çünkü daha önce sözü edilenler, Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve onlara karşı büyüklük tasla-yanlardır. Zalimler de aynı şekilde kâfirlerin kendileridir. Çünkü Allah'a ortak koşan ve ondan başka ilâh edinenler onlardır. [83]

 

Takva Sahibi Müminlerin Mükafatı

 

42- İman edip de salih ameller işleyen­lere gelince -ki biz kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz-, işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebe­dî kalıcıdırlar.

43-  Göğüslerinde kinden ne varsa sö­küp atmışızdır. Altlarından ırmaklar akar ve derler ki: "Hamdolsun O Al­lah'a ki bizi hidayetiyle buna ulaştırdı. Eğer O bizi ulaştırmasaydı, biz hidaye­te ulaşamazdık. Andolsun ki Rabbimi-zin peygamberleri hakkı getirmişler­dir." Onlara, "Yapmakta olduklarınız­dan dolayı mirasçısı kılındığınız cen­net işte budur" diye seslenilir.

 

İ'râb:

 

"İman edip de salih amel işleyenlere..." ifadesi ile "işte onlar cennetlikler­dir" cümlesi arasında bir ara cümlesi olmak üzere, "Ki biz kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemeyiz" buyruğu yer almıştır. Razî der ki: Burada ara cümlesinin gelmesi gayet güzeldir. Çünkü bu da konu ile ilgili açıklamalar kabilindendir. Zira onların salih amelleri söz konusu edilince, bu salih amelin esasen onların güçleri çerçevesinde olduğu da ifade edilmiş olmaktadır. [84]

 

Kelime ve İbareler:

 

"kimseye gücünün yeteceğinden" -sıkıntı ve darlık zamanlarında değil-normal şartlarda yapabileceğinden "başkasını yüklemeyiz."

"Göğüslerinde kinden ne varsa söküp atmışızdır." Yani dünya hayatında aralarındaki her türlü kin, kıskançlık ve düşmanlığın kökünü kazımışızdır. "Altlarından ırmaklar akar." Köşklerinin altından ırmaklar akar., "ve" yerle­rinde yerleştikten sonra, "derler ki: Hamdolsun O Allah'a ki bizi hidayetiyle buna ulaştırdı." Yani bu büyük mükâfatı gerektiren işleri yapma başarısını ih­san etti. Bu ise iman ve salih ameldir. "Eğer O bizi ulaştırmasaydı, biz hidayete ulaşamazdık." Yani Allah'ın hidayet ve tevfiki olmasaydı, bizim hidayet bulma­mız söz konusu olamazdı.

"Andolsun ki Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişlerdir" ve bu bizim için bir lütuf ve doğru yolu bulmamız için bir hidayet idi. Biz de bu sebeple hi­dayet bulduk. Onlar bu sözleri nail oldukları nimetler dolayısıyla sevinecekleri, böyle bir şeyi söz konusu etmekle zevk alacakları için söyleyeceklerdir. Yoksa bu sözler Allah'a daha bir yakınlaşmak için söylenmeyecektir.

"Mirasçısı kılındığınız cennet" yani bir miras nasıl ki sahiplerine ulaşıyor­sa, sizin de elde ettiğiniz cennet "işte budur." [85]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Vaad ve tehdidi bir arada zikretmek Kur"an-ı Kerim'in görülegelen bir üs­lûp şeklidir. Şanı yüce Allah kâfir ve isyankârlara tehdidini söz konusu ettik­ten sonra akabinde itaatkâr müminlere olan vaadini zikretmektedir. [86]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah bedbahtların durumunu ve cezasını söz konusu ettikten sonra mutluların durumunu ve onların görecekleri mükâfatlan söz konusu etmekte­dir. Böylelikle mümin ve kâfir, haklı ile batıl üzre olan birbirinden ayrılmış ol­sun. Yüce Allah, "İman edip de..." yani Allah'a, peygamberlerine inanıp emirle­ri yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak suretiyle salih amel işleyenler, evet yalnız onlar cennetliklerdir ve yalnız onlar orada ebediyyen kalacak olan­lardır.

Yüce Allah'ın, "Ki biz kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemeyiz" buyruğu ara cümlesi olarak yer almaktadır. Bundan maksat ise cennetin mev­ki olarak azametli olmasına rağmen zorluklara katlanmaksızm kolay amellerle oraya ulaşılacağına ve cennete ulaştıran salih amelin zor değil kolay olduğuna dikkat çekmektir. O yol zor olmadığı gibi ona ulaşmak insan takatinin dışında da değildir. Aksine her insanın onu yapması, imana eriştiği ve Kur'an'ın hida­yetinin yardımını aldığı takdirde gayet kolaydır.

"Güç ve takat" kelimesinin anlamı, insanın darlık ve sıkıntı zamanlarında değil, rahat ve genişlik hallerinde güç yetirebildiği şeyler demektir.

Yüce Allah'ın cennetliklere olan nimetlerinden birisi de onların ruhlarının anlığı ve kalplerinin kötülüklerden uzak olmasıdır. Kalplerini herhangi bir ke­der karartmayacağı gibi herhangi bir acı da rahatsız etmez ve korkulacak hiç bir şey onlan korkutmaz. Cennetlikler arasında kötü bir durum meydana gel­mez. Çünkü Yüce Allah onlann kalplerinde bulunan her türlü kıskançlık, kin, düşmanlık ve bunlara benzer dünyadaki nefsî ve ruhî hastalıklan çekip çıkar­mış olacaktır.

Buharî'nin Sahih'inde Ebu Saîd el-Hudrî'den şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Müminler cehennemden kurtulduklarında cennet ile cehennem arasında bir köprü üzerinde alıkonulurlar. Dünya hayatın­da aralarındaki haksızlık ve zulümlerin kısası yapılır. Nihayet arındırılıp tertemiz edildiklerinde cennete girmelerine izin verilir. Nefsim elinde olana yemin olsun ki, onlardan her birisinin cennetteki evini bilmesi, dünyada iken mesken olarak kullandığı yeri ıi bilmesinden daha ileri derecededir."

İbni Ebi Hatim de Hasan-ı Basrî'den şöyle dediğini rivayet eder: Bana ulaştığına göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cennetlikler Sırat'ı geçmele­rinden sonra alıkonulurlar. Ta ki dünyada iken aralarındaki haksızlıklardan dolayı hak sahibinin hakkı ötekinden alınıncaya kadar. Daha sonra cennete bir­birlerine karşı kalplerinde herhangi bir kin bulunmaksızın girerler."

İbni Cerîr et-Taberî de Katâde'den şöyle dediğini rivayet eder: Ali (r.a.) de­di ki: Şüphesiz ben, Osman, Talha ve ez-Zübeyr'in Yüce Allah'ın haklarında "Biz onların göğüslerindeki kini söküp attık, kardeşler olarak sedirler üzerin­de..." (Hicr, 15/47) diye söz ettiği kimselerden olacağımızı ümid ederim.

Abdürrezzâk da el-Hasen'den şöyle dediğini rivayet eder: Ali (r.a.) dedi ki: "Allah'a yemin ederim Ehl-i Bedir olan bizler hakkında şu, "Göğüslerinde kin­den ne varsa söküp atmışızdır." buyruğu nazil oldu.

Müminler Allah'ın nimet ve lütfuna şükrederek şöyle diyeceklerdir: Dün­yada iken karşılığı şu büyük nimetler olan sahih imana ve salih amele bizleri ileten Allah'a hamdolsun. Esasen Allah'ın hidayeti ve peygamberlerine tabi ol­ma muvaffakiyeti olmasaydı, kendi düşünme seviyemizle kendiliğimizden bu doğru yolu bulup hidayete ermemiz yapabileceğimiz bir iş değildi.

Aynı şekilde her şeyin, peygamberlerin haber verdiklerine tıpatıp uyduğ-nu gördüklerinde de şöyle diyeceklerdir: Andolsun Allah'ın peygamberleri hak ile gelmişlerdi. İşte Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla vaad ettiğinin doğrulu­ğunu bunlar göstermektedir.

Melekler de onlara, "Selâm olsun sizlere! Siz ne iyi idiniz! Haydi oraya ebedi olarak giriniz. İşte bu, Allah'ın salih amellerinize mükâfat olmak üzere sizlere miras kıldığı cennettir" diyeceklerdir.

Saîd b. Mansûr ile Beyhakî, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet eder­ler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Aranızdan iki konaklama yeri olmayan kimse yoktur. Bu konakların birisi cennette birisi cehennemdedir. Kişi ölüp de cehen­neme girdi mi bu sefer cennet ehli onun yerine mirasçı olurlar. İşte Yüce Al­lah'ın, "İşte mirasçı olanlar onlardır." (Mü'minûn, 23/10) buyruğu bunu ifade etmektedir." [87]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet-i kerime aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- İman edip salih amel işleyenler cennetliklerin ta kendileridir; onlar ora­da ebedî kalacaklardır

2- Allah'ın her türlü teklifi, ister şer"î tekliflerden olup ibadet ve farzlar kabilinden olsun, isterse de hanımlara nafakalar ve buna benzer malî mükelle­fiyetler olsun, güç ve takat yetirilebilecek şekildedir

3- Yüce Allah'ın cennetliklere olan nimetlerinden birisi de dünya hayatın­da iken kalplerinde bulunan her türlü kini söküp alacak olmasıdır.

4-  Cennete mirasçı olmayı hak etmek, salih amele karşılık adil mükâfat kabilindendir. Yüce Allah'ın "Yapmakta olduklarınızdan dolayı mirasçısı kılın­dığınız cennet işte budur" buyruğu, insanın ameli ile cennete gireceğinin delili­dir, fakat oraya giriş de Allah'ın rahmeti ve lütfü iledir. Nitekim Yüce Allah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır: "İşte bu lütuf Allah'tandır." (Nisa, 4/70); "O, onları kendinden bir rahmet ve bir lütuf içerisine alacaktır." (Nisa, 4/175).

Müslim'in Sahih 'inde de şöyle rivayet edilmektedir: "Sizden hiç bir kimse­yi ameli cennete sokamaz." Ashab, "Sen de mi ey Allah'ın rasulü?" diye sorun­ca, şöyle buyurdu: "Ben dahi. Allah kendinden bir rahmet ve bir lütfa beni ban-dırmadıkça."

İşte bundan, cennetin mevkilerine, konaklarına amel ile mirasçı olunacağı ve oraya girmenin ilâhî rahmet ve lütuf ile olacağı açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu şu ifadeleri kullanan Kurtubî'nin görüşüdür: Özetle cennete, cennetin mev­kilerine ancak O'nun rahmetiyle nail olunur. Oraya amelleriyle girdikten sonra rahmetiyle de orayı miras alırlar ve yine Allah'ın rahmetiyle oraya girerler. Çünkü esasen onların amelleri de Allah'ın onlara bir rahmeti ve lütfudur. [88] Bu aynı zamanda şu sözleri söyleyen İbni Kesir'in de görüşüne yakındır: "Amelleriniz sebebiyle rahmete nail oldunuz da cennete girdiniz ve amellerini­ze uygun mekanlarınıza yerleştiniz." [89]

Daha uygun bir şekilde bunun şöyle açıklanması da mümkündür: İnsanın ameli ne kadar çok olursa olsun, Allah'ın rahmet ve lütfü olmaksızın bizatihi o amel dolayısıyla cennete hak kazanılmaz. Çünkü Yüce Allah az amele karşılık büyük bir mükâfatı takdir buyurmuştur. Böylelikle cennete giriş, Allah'ın rah­met ve lütfü ile olacaktır.

Özetle Ehl-i sünnetin görüşüne göre, salih amelin adalet ölçüsüne ve bü­tün insanlar arasında eşit fırsatların ortaya konulması esasına göre cennete girmeye sebep olması kaçınılmazdır. Fakat buna Allah'ın rahmet ve lütfunun da katılması aynı şekilde kaçınılmazdır. Çünkü Yüce Allah, salih amele karşı­lık cenneti kendinden bir lütuf ve rahmet olmak üzere vermiş ve az amele yine kendinden bir lütuf ve rahmet olmak üzere çokça vermiştir. Yoksa Mutezile'nin anladığı gibi Yüce Allah, böyle bir mükâfatı, vermek borcunda olduğundan ve böyle bir mükâfat ibadetlere karşılık, tıpkı ödenmesinde muhayyerlik bulun­mayan borçların ödenmesi gibi bir görev olduğundan dolayı vermiyor. Çünkü Allah için herhangi bir şeyin borç kabul edilmesine aklen imkân yoktur. [90]

 

Cennetlikler, Cehennemlikler Ve Araftakiler Arasındaki Konuşma

 

44-  Cennetlikler cehennemliklere: "Rabbimizin bize vaad ettiğini hak bulduk. Siz de Rabbinizin size vaad et­tiğini hak buldunuz mu?" diye sesle­nirler, (onlar) "evet" derler. Bunun üzerine aralarından bir münadi: "Al­lah'ın laneti zalimlerin üzerinedir" di­ye seslenir.

45-  Onlar ki Allah'ın yolundan akkor­lar ve onu eğriltmek isterler. Ve onlar ahireti de inkâr edenlerdir.

46- İki taraf arasında bir perde vardır. A'raf üzerinde de her birini simalarıyla tanıyan adamlar vardır. Cennetliklere "Size selâm olsun" diye seslenirler. Bunlar henüz oraya girmeyen, ama bunu uman kimselerdir.

47-  Gözleri cehennemlikler tarafına çevrilince de "Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma" derler.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Rabbimizin bize vaad ettiğini" yani bize vaad ettiği sevabı "hak bulduk". Bu vaad kelimesi, aslında hayrı da şerri de kapsamaktadır. "Siz de Rabbinizin size vaad ettiğini" vaad ettiği azabı "hak buldunuz mu?" Burada buna da vaad adının verilmesi ya bir çeşit alaydır veya müşâkele kabilindendir; "diye sesle­nirler." Bu seslenişleri ise onlara durumu söyletmek ve azarlamak içindir. "Bu­nun üzerine aralarında bir münadi, Allah'ın laneti"; lanet küçük düşürmek ve horlamakla birlikte, Allah'ın rahmetinden uzak kılmak demektir; "zalimlerin üzerinedir diye seslenir." Seslenmek (ezan), bir şeyi bildirmek kasdıyla yüksek sesle söylemektir.

"(Zalimler) onu eğriltmek isterler" yani o yolun eğri olmasını, doğru olma­masını isterler. "İki taraf arasında bir perde" engel yahut cennet ile cehennem arasındaki bir sûr "vardır. A'raf üzerinde de"; A'raf, urf kelimesinin çoğuludur. Bu her şeyin yükseği demektir. Yeryüzünde ve başka şeylerde yüksekçe olan her şeye denilir. Bundan kasıt ise, cennetteki sûrdur, "her birini simalarıyla" yani alâmetleriyle. Bu alamet, müminlerin yüzlerinin aklığı, kâfirlerin de yüz­lerinin karalığıdır, "tanıyan adamlar vardır." Bunlar iyilik ve kötülükleri eşit olanlardır. Onlar ise yüksekçe bir yerde bulunacaklarından her iki tarafı da gö­receklerdir. "Henüz oraya girmeyen" yani A'raftakiler henüz cennete girmemiş­ken, "ama bunu uman kimselerdir." Yani cennete girmeyi umarlar. "Gözleri ce­hennemlikler tarafına çevrilince" yani A'raftakilerin gözleri onların bulunduğu yöne doğru çevrilince... [91]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah kâfirlerin tehdit olundukları azabı itaat ve iman ehlinin de mükâfatını açıkladıktan sonra, her bir kesimin, cennet veya cehennemdeki ye­rini almasından sonra aralarında cereyan edecek konuşmaları zikretmektedir.

Bu karşılıklı konuşma, cennetliklerin yüksekten cehennemlikleri göreceği­ni ve cennet ehlinin nimetin boyutunu daha iyi anlayacaklarını, cehennemlik­lerin de dünyadaki kusurlarına daha çok hasret duymaları için biribirlerine hi­tap edeceklerini ifade etmektedir.

Cennet semavatın en üst yerinde, cehennem ise yerlerin en altında olmak­la birlikte, alabildiğine uzaklığa rağmen, böyle bir seslenişin gerçekleşmesi mümkündür. Çünkü ahiret aleminin dünya aleminden farklı halleri vardır. İn­san uzaktan işitip görebilecektir. Zira uzaklık Razî'nin de belirttiği gibi esas itibariyle idrake engel olan hususlardan değildir. [92]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah cehennemliklere azarlamak ve başlarına kakmak üzere yapıla­cak olan hitabı haber vermektedir. "Cennetlikler cehennemliklere size selam olsun diye seslenirler" buyruğu ile haber verilen bu hitap her iki kesimin cen­net ve cehennemdeki yerlerini almalarından sonra meydana gelecektir. Buna delil ise bir önceki ayet-i kerimede söz konusu edilen, "Onlara, yapmakta ol­duklarınızdan dolayı mirasçısı kılındığınız cennet işte budur, diye seslenilir" buyruğudur.

Yüce Allah'ın, "Cennetlikler cehennemliklere size selam olsun diye seslenir­ler" buyruğu, genellik ifade etmektedir. Acaba bu sesleniş, cennetteki herkes tarafından bütün cehennemliklere mi yapılacaktır, yoksa bir bölümü öbür bölü­müne mi seslenecektir? Buna cevap şudur: Çoğula karşılık çoğul söz konusu edildiğinde, her kişi bir kişiye tevzi edilir. Cennetliklerden her bir kesim, dün­yada tanımış olduğu kâfirlere seslenecektir.

Buyruğun ifade ettiği anlam şudur: Cennetlikler, orada karar kılmaların­dan sonra, yine cehennemlikler de cehennemde karar kıldıktan sonra cehennemliklere şöylece seslenirler: Bizler Rabbimizin bize peygamberler aracılığıy­la vaad etmiş olduğu nimet ve ikramları hak bulduk. Siz de Rabbinizin size va-ad etmiş olduğu hakirliği ve azabı hak buldunuz mu?

Bu soru cennetliklerin peygamberlerin kendilerine tebliğ etmiş olduğu rablerinin vaadini hak olarak bulduklarını cehennemliklere ifade ettirecekleri­ni, buna karşılık cehennemlikleri de peygamberleri yalanlamak suretiyle, biz­zat kendilerine karşı işlemiş oldukları cinayetler dolayısıyla azarlayacaklarını ve yaptıklarını başa kakmayı ihtiva etmektedir. "Evet derler." Sîbeveyh der ki: "Evet," vaad veya tasdik demektir. Yani onlar bu soruya olumlu cevap verecek­ler ve diyecekler ki: Bizler Rabbimizin küfre karşı vaad ettiğini hak bulduk. İş­te cehennem azabında yanıp duruyoruz. Bu da, kâfirlerin kıyamet gününde Al­lah'ın vaad ve tehditlerinin hak ve doğru olduğunu itiraf edeceklerini göster­mektedir.

Bu azarlama, Yüce Allah tarafından olacaktır. Bunun akabinde ise melek­lerin azarlaması da vardır. Onlar cehennemliklere şöyle diyeceklerdir: "İşte bu, yalanlamakta olduğunuz ateştir. Bu bir büyü müdür yoksa siz mi görmüyorsu­nuz? Haydi boylayınız orayı. İster sabredin ister sabretmeyin, sizin için birdir; siz ancak yapmakta olduklarınızın karşılığını görüyorsunuz." (Tûr, 52/14-16).

Resulullah (s.a.), Bedir günü kâfirlerden öldürülüp de kör kuyuya atılan kimseleri, henüz dünyada iken azarlayarak şöyle seslenmişti: "Ey Hişamoğlu Ebu Cehil, ey Rabîaoğlu Utbe, ey Rabiaoğlu Şeybe - ve diğer elebaşılarının isim­lerini saydı- Rabbinizin size vaad ettiğini hak buldunuz mu? Gerçekten ben Rabbimin bana vaad ettiğinin hak olduğunu gördüm." Hz. Ömer şöyle sordu: "Ey Allah'ın Rasulü! Sen leşe dönüşmüş bir topluluğa mı hitap ediyorsun?" Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin olsun ki, siz benim sözlerimi onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz. Şu kadar var ki onlar cevap ve­remezler."

Bu karşılıklı konuşma veya tartışmanın sonucunda bir münadi şöyle der: Allah'ın laneti zalimler üzerinedir. Yani Allah'ın rahmetinden kovması demek olan laneti, onları bulmuştur. Çünkü onlar iman etmemek suretiyle kendileri­ne zulmetmişlerdir. Bu nidayı yapacak olan kişi ise ya cehennemin bekçisi Mâ-lik'tir veya başka bir melektir.

Daha sonra Yüce Allah zalimleri, "Onlar ki Allah'ın yolundan akkorlar..." diye nitelendirmektedir. Yani onlar, insanları Allah'ın yolundan, şeriatından, peygamberlerin getirdiklerinden alıkoyan ve kimse o yola tabi olmasın diye bu yolun doğru değil de eğri büğrü olmasını isteyenlerdir.

"Ve onlar ahireti de inkâr edenlerdir." Yani onlar aynı zamanda ahiret yur­dunda Allah'ın huzuruna çıkacaklarını inkâr eden ve bunu yalanlayıp kabul et­meyen kimselerdir. Bunu doğrulamazlar ve iman etmezler. İşte bundan dolayı da işledikleri ve söyledikleri hiç bir münkere aldırmazlar. Çünkü onlar bundan dolayı hesaba çekilmekten, ceza görmekten korkmamaktadırlar. Bu nedenle onlar insanlar arasında söz ve davranışları en kötü olanlardır.

Cennet ve cehennem ehli olan bu iki kesim arasında ise cehennemliklere ulaşmayı engelleyen bir engel, bir perde olacaktır. Bu Yüce Allah'ın hakkında şöyle buyurduğu sûrdur: "Aralarına kapısı bulunan bir sûr gerilecektir. İç tara­fı rahmet ve dış tarafının önünden azap vardır." (Hadîd, 57/13). Sûr'un üst ta­rafları ise Yüce Allah'ın, hakkında, "Araf üzerinde de..." diye buyurduğu A'raf vardır. Yani bu sûr'un üst taraflarında cennetlikleri de cehennemlikleri de gö­ren erkekler vardır. Onlar müminleri yüzlerinin aldığıyla, kâfirleri de yüzleri­nin karalığı dolayısıyla, alâmetlerinden tanırlar. Nitekim Yüce Allah onları şu buyruğunda böylece nitelendirmiştir: "O günde apaydınlık yüzler vardır. Güleç­tir, sevinçlidir. O günde üzerlerini toz toprak kaplamış yüzler de vardır. Bunları da karanlık ve siyahlık kaplayacaktır. İşte bunlar kâfirlerin ve facirlerin ta ken­dileridir." (Abese, 80/38-42).

A'raf ehli olan kimseler, iyilik ve kötülükleri eşit olan bir topluluktur. Bun­lar esas itibariyle işledikleri kötülükler dolayısıyla cennete ulaşamayan, bu­nunla birlikte yaptıkları iyilikleri de cehenneme girmelerine engel olan muvah-hid kimselerdir. İşte bundan dolayı Allah haklarında hükmünü verinceye ka­dar orada durdurulacaklardır. Hafız Ebu Bekr b. Merdûveyh, Câbir b. Abdul­lah'tan şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.)'a iyilik ve kötülükleri eşit olan kimseler hakkında soru soruldu, o da "İşte onlar A'raftakilerdir. Henüz cennete girmemişlerdir, ama oraya girmeyi de umarlar" buyurdu.

Ebu's Şeyh İbni Hayyân el-Ensârî, Beyhakî ve başkaları da Huzeyfe'den şöyle dediğini naklederler: Bunlar iyilikleri sebebiyle cehenneme giremeyen, kötülükleri sebebiyle de cennete giremeyen; bundan dolayı, hüküm verilinceye kadar orada bı­rakılan kimselerdir. Onlar bu durumda oldukları sırada Rabbin onlara muttali olup şöyle diyecektir: "Haydi gidin, cennete girin, şüphesiz ben sizi bağışladım."

"Cennetliklere size selâm olsun diye seslenirler." Yani A'raftakiler cennet­liklere, "Size selâm olsun" diyerek sesleneceklerdir. Selâm ise cennete girişten sonra katıksız bir selamlaşma ifadesidir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Orada ne boş ne de bir günahı gerektiren bir söz işitirler. Ancak selâm se­lâm diye bir söz (işitirler)." (Vakıa, 56/25-26).

A'raftakiler henüz cennete girmedikleri sırada cennetliklere selâm vererek seslenirler. Bununla birlikte bu halde iken onlar kendilerinin cennete girecek­lerini de umarlar. Buna sebep ise hesaplarının kolay görülmesi, Allah'ın lütfu-nun genişliğini bilmeleridir. Hasan-ı Basrî, "Bunlar henüz oraya girmeyen ama oraya girmeyi uman kimselerdir" buyruğunu okuduktan sonra der ki: Allah'a yemin olsun ki Yüce Allah, böyle bir umudu kalplerine, ancak kendilerine ih­san etmek istediği bir lütuf ve keremi dolayısıyla koymuştur. İnsanlar o ko­numda ümid ile korku arasında bulunurlar. Ebu Nuaym, Ömer b. el-Hattab (r.a.)'dan şöyle dediğini rivayet eder: Bir münadi, "Ey hesap için durdurulmuş olanlar, haydi cehenneme giriniz, tek bir kişi müstesna" diye seslense, o istisna edilen kişinin ben olacağımı ümid ederim. Yine bir münadi, "Haydi hepiniz cennete girin, tek bir kişi müstesna!" diye seslenecek olsa, o istisna edilen kişi­nin de kendim olacağımdan korkarım.

A'raftakilerin gözleri kasıt olmaksızın cehennemlikler tarafına döndürü­lünce, onların yüzlerinin ve gözlerinin kararmış olduğunu görüp Yüce Allah'a, "Rabbimiz! Bizleri şu kendilerine zulmetmiş toplulukla birlikte kılma" diye yal­varırlar.

Ayet-i kerime onların cennetliklere istekleriyle ve onlar arasında olma ar­zusuyla bakacaklarını, onlara selâm vereceklerini, buna karşılık cehennem eh­lini görmekten hoşlanmayacaklarını ifade etmektedir. Gözleri kasdi olmayarak ve arzu etmeyerek cehennemliklere doğru çevrilecek olursa onlarla birlikte ol­mamak için Allah'a yalvarıp yakaracaklardır. [93]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler, aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Cennetlikler ile cehennemlikler arasındaki tartışma yahut konuşmadan maksat, kâfirleri azarlamak, onları ayıplamaktır. Sonra tartışma, melekler arasından yüksek sesle seslenecek bir münadinin nidasıyla sona erecektir: "Al­lah'ın laneti zalimlerin üzerinedir."

2- Ayet-i kerime kâfirlerin kıyamet gününde Allah'ın vaadinin de azap tehdidinin de hak ve doğru olduğunu itiraf edeceklerini göstermektedir. Bu ise "ancak" [94] kıyamet gününde Allah'ın zat ve sıfatlarını bilen kimseler olmaları halinde mümkün olur.

3- Nida edecek kimse şu dört sıfata sahip kimselerin lanete uğradıklarını ifade edecektir:

a) Zalimler. Yani müşrik veya kâfir olanlar. Buna delil ise cennetliklerle kâfirler arasında böyle bir tartışmanın olacağıdır.

b) Allah'ın yolundan alıkoyan kimseler. Yani ya azarlamak ve engellemek suretiyle yahut çeşitli hilelerle insanların hak yolu kabul etmelerini engelle­yenler.

c) Bu doğru yolu eğriltmek isteyenler. Yani hak dinin delilleri etrafında şüphe ve tereddütler uyandırmaya çalışanlar.

d) Ayrıca onlar ahireti inkâr eden kimselerdir. İşte bu da sözü geçen lane­tin kafirler üzerine olacağını açıkça ifade etmektedir.

4- A'raftakiler yani cennet ile cehennem arasındaki sûrda bulunacaklar, iki hal arasında gider gelirler: Cennetliklere seslenir, onlara selâm verir ve he­nüz girmedikleri halde Allah'tan bir lütuf ve bir rahmet umarak cennete gir­meyi beklerler. Kasdi olmayarak ve istemeyerek, ansızın cehennemlikleri gö­rünce -Allah'ın kendilerini onlarla birlikte kılmayacağını bildikleri halde- yine de Yüce Allah'a yalvarıp yakararak kendilerini onlarla birlikte kılmamasını is­teyeceklerdir.

A'raftakiler iyilikleri ve kötülükleri birbirine eşit olan bir topluluktur. As-hab ve tabiînden bir topluluğun görüşüne göre bu böyledir. İbni Atıyye der ki: Hayseme b. Süleyman'ın Müsned' inde Cabir'den şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Kıyamet gününde mizanlar konulur. İyilik­ler, kötülükler tartılır. Her kimin iyilikleri kötülüklerine bir bit yumurtası (sir­ke) ağırlığı kadar ağır basacak olursa cennete girer. Kimin de kötülükleri iyilik­lerinden yine bir bit yumurtası ağırlığı kadar ağır basarsa o da cehenneme gi­rer." Bu sefer, "Ey Allah'ın Rasulü, ya iyilik ve kötülükleri birbirine eşit olan­lar (onların durumları ne olacaktır)?" diye sorulunca, Hz. Peygamber şöyle bu­yurdu: "İşte onlar henüz oraya girmeyen fakat bunu da uman kimseler olan A'raftakilerdir." [95]

 

Araftakiler İle Cehennemlikler Arasındaki Tartışma

 

48- A'raf ashabı simalarından tanıdık­ları adamlara seslenerek derler ki: "Topluluğunuz da büyüklenmekte ol­manız da size fayda vermedi.

49- Allah'ın kendilerini rahmetine asla erdirmeyeceğine yemin ettiğiniz bun­lar mıydı?" (A'raftakilere) "Girin cen­nete, size hiç bir korku yoktur ve siz­ler üzülecek de değilsiniz" (denilecek­tir).

 

Kelime ve İbareler:

 

"adamlara" cehennemliklerden bir takım insanlara "seslenerek derler ki: Topluluğunuz" malınız veya çokluğunuz, toplu ve birlik oluşunuz "da, büyük­lenmekte olmanız da" yani büyüklenerek iman etmeyişiniz de "size" ateş aza­bından kurtulmak hususunda "fayda vermedi."

"Allah'ın kendilerini... yemin ettiğiniz bunlar mıydı?" Yani A'raftakiler, ce­hennemliklere mustaz'af Müslümanlara işaret ederek böyle diyeceklerdir. [96]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah A'raftakilerin cehennemliklere doğru dönüp bakmalarının etkisini "gözleri cehennemlikler tarafına çevrilince..." buyruğuyla açıkladıktan sonra, yine A'raftakilerin cehennemliklerden bir takım insanlara seslenecekle­rini ifade etmektedir. Burada Yüce Allah'ın cehennemlikleri ayrıca zikretmeyi-şi, bu sözlerin ancak onlara yakışacak hitaplar oluşundan dolayıdır. A'raftaki­lerin onlara söyleyecekleri sözler ise, "Topluluğunuz da büyüklenmekte olmanız da size fayda vermedi" sözleridir. Bu gibi ifadeler ise ancak azarlanan ve sitem edilenlere yakışır. Ve yine bu ancak, onların ileri gelenlerine yakışan ifadeler­dir. [97]

 

Açıklaması

 

Bu A'rafta bulunan bazı kimselerin, dünyada iken güçlerine, zenginlikleri­ne güvenen, fakir ve zayıflıkları sebebiyle de müminlerin zayıflarını hakir gören bir takım müstekbirlere seslenişleridir. Bu seslenişin muhtevası ise A'rafta bulunanların, müşriklerin ileri gelenlerinden, önderlerinden bir takım kimsele­ri azarlayacakları hususudur. Onlar bu kimseleri onları başkalarından ayırt eden alâmet ve simalanyla tanırlar.

A'raftakilerin kimisi bir takım alâmetleriyle tanıdıkları müşriklerden bazı insanlara sesleneceklerdir. Bu alâmetler ise yüzlerin karalığı, üzerlerindeki toz-duman, gözlerinin morarmışlığı, hilkatlerinin tanınmaz hale gelmiş olması­dır. Onlara şöyle diyecekler: Sizin mal toplayıp yığmanız yahut topluluğunuz ve çokluğunuzun size faydası olmadığı gibi, Muhammed'in risaletine iman et­meyip büyüklük taslamanızın da faydası olmadı. Yani ne çokluğunuzun, ne ka­labalığınızın, ne de imana karşı büyüklenmenizin Allah'ın azabına karşı size faydası oldu. Aksine sizler şu içinde bulunduğunuz azap ve cezaya çarptırıldı­nız. Aynı şekilde fakirlere ve mustaz'af müminlere karşı büyüklenmenizin de size faydası olmadı.

Böylelikle Allah'ın dünyada iken zengin ve güçlü kıldığı kimselerin, ahi-rette de nimetlere gark olacağını kabul eden yanlış fikirlerinin de tutarsızlığı ortaya çıkmış olacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz hangi kasabaya bir uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın ileri gelen refahlıları derler ki: Biz sizinle gönderileni inkâr edenleriz. Ve yine derler ki: Bizler malca da ev­latça da daha çokluğuz. Biz azap edilecekler değiliz." (Sebe, 34/34-35).

Daha sonra onlara dünya hayatında iken Muhammed (s.a)'e iman ettikleri için Suhayb er-Rûmî, Hubeyb b. Adiyy, Bilâl-i Habeşi, Yâsir ailesi gibi işkence ve baskı altında tuttukları mustaz'aflarm durumları hakkında azarlayıcı ve başa kakan bir üslûpla şöyle soracaklardır:

Dünya hayatında iken fakirlikleri, zayıflıkları, uyanlarının azlığı sebebiy­le Allah'ın kendilerine hiç bir şekilde rahmette bulunmayacağına dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı? İşte bunlar cennetin nimetleri arasında gezin­mekte ve cennetin hayırlarından faydalanmaktadır. Kâfirler ise cehennemin alevli ateşleri içerisinde yanıp duruyorlar.

Daha sonra Yüce Allah yahut da melekler sûr üzerinde bekletilen A'rafta-kilere şöyle derler: Haydi cennete girin, gelecekte sizin için korku olmadığı gi­bi, halihazırdaki durumdan dolayı da üzülmeyeceksiniz.

Bu karşılıklı konuşmanın faydası, verilecek cezanın amele göre olduğunun açıklanması ile hayır işlerde yarışırcasına önde olmaya teşviktir. Esas ölçünün mal, zenginlik ve kuvvet olmayıp asıl nazarı itibara alınacak olanın salih amel ol­duğunun açıklanmasıdır. İtaatkâr olan kimseler yüzlerinin parlaklığı ile ayırt edi­lecekler, isyankârlar ise yüzlerinin kararmışlığı, toz duman içerisinde oluşu, gözle­rinin morarmışlığı ve hilkat itibariyle tanınmaz hale gelişleriyle bilineceklerdir. [98]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Gerçek şu ki, ahirette üstünlüğün ve üstün olmanın ölçüleri dünyadakiler-den farklıdır. Mal, güç ve topluluk ahirette hiç bir zaman izzetin, mutluluğun ve kurtuluşun esasını teşkil etmez. Aksine esas, iman ve salih ameldir. Büyük­lük taslayan, zengin, güçlü kuvvetli olan müşrik liderler kesimi cehennemde­dir. Takvalı, Allah huzurunda alçak gönüllü olan zayıf müminler ise cennetin en yüksek yerlerinde olacaktır.

Allah'ın lütuf ve rahmeti, iyilik ve kötülükleri birbirine eşit olan ve iyilikte kusurlu bulunan A'raftakileri de kapsar. Bu ise A'raftakilerin de kendileriyle birlikte cehenneme gireceklerine dair yemin eden cehennemliklere bir cevaptır. O bakımdan melekler A'raftakilere, "Girin cennete, size hiç bir korku yoktur ve sizler üzülecek de değillersiniz" diye buyururlar. [99]

 

Cehennemliklerin Cennettekilere Söyleyecekleri Veya Cehennemliklerin Kendilerine Yiyecek Ve İçecek Yardımında Bulunmaları İçin Cennetliklerden İmdat İstemeleri

 

50- Cehennemlikler cennetliklere: "Su­dan veya Allah'ın size verdiği nzıktan biraz da bize akıtın" diye seslenirler. Onlar da derler ki: "Doğrusu Allah on­ları kâfirlere yasak etti."

51- Onlar ki alay ve eğlenceyi din edin­diler. Dünya hayatı da kendilerini al­dattı. İşte onlar bu günlerine kavuşma­yı nasıl unutmuş idiyseler, ayetlerimi­zi nasıl bilerek inkâr etmiş idiyseler, biz de bu gün onları öylece unuturuz."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sudan veya Allah'ın size verdiği nzıktan" yani yiyeceklerden "bize akıtın." Akıtmak, su hakkında kullanılmakla birlikte daha sonra çokça verilen şey hakkın­da da kullanılır olmuştur. "Allah onları kâfirlere yasak etti" onlardan alıkoydu.

"İşte onlar bu günlerine kavuşmayı nasıl unutmuş idiyseler...", bu gün için amelde bulunmayı terk etti idiyseler "ayetlerimizi nasıl bilerek inkâr etmiş idiy­seler" yani ayetlerimizi reddedip inkâr ettikleri gibi "biz de bu gün onları öylece unuturuz." [100]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayet-i kerimeler, kıyamet gününde insanların karşılıklı konuşmalarını an­latmaya devam etmektedir. Yüce Allah cennetliklerle cehennemlikler arasında­ki konuşmayı ve yine A'raftakiler ile cennetlikler arasındaki konuşmayı, birinci kesimin öbürlerine söylediklerini aktardıktan sonra, burada cehennemliklerin cennetliklere söyleyeceklerini bize nakletmektedir. [101]

 

Açıklaması

 

İşte bu, kıyamet gününde cehennemliklerin kötü tablolarından birisidir. Yüce Allah cehennemliklerin zilletini, cennetliklerden yiyecek ve içecek isteyeceklerini, ancak bu isteklerine olumlu karşılık verilmeyeceğini haber vermek­tedir.

Ayet-i kerimenin anlamı şudur: Cehennemlikler cennet ehlinden, yarar­landıkları pek çok içecek ve yiyecek nimetlerinden kendilerine de akıtmalarını isteyeceklerdir. Yüce Allah'ın, "akıtın" buyruğunun anlamı, üzerimize su veya yiyeceklerden çok çok dökün, demektir. Yüce Allah'ın, ''Veya Allah'ın size verdi­ği rızıktan" buyruğunun anlamı da yahut sudan başka şeyler akıtın demektir. Bu ise su dışında kalan yiyecek ve içecekleri kapsar. Kendilerine katiyen olum­lu karşılık verilmeyeceğini bilmekle birlikte, bu şekilde onlardan imdat isteme­leri işlerindeki şaşkınlıklarından, suya olan aşırı ihtiyaçlarından dolayıdır. Ni­tekim suda boğulmak durumunda olan, oldukça zaruret içerisinde bulunan kimselerin ve başkalarının yaptığı da böyledir. Yüce Allah'ın, "Akıtın" buyru­ğunda cennetin cehennemden yukarıda olduğuna da delil vardır.

İbni Abbas (r. anhumâ) der ki: A'raftaküer cennete gidince bu sefer cehen­nemlikler de umutsuzluktan sonra kurtulabileceklerine umut bağlar ve, "Rabbi-miz" derler. "Bizim de cennetlikler arasında yakın akrabalarımız var. O bakım­dan onları görelim, onlarla konuşalım diye bize izin ver." Yüce Allah cennete emreder, o da bir parça kenara çekilir. Sonra cehennemlikler cennetteki yakın­larına ve içinde bulundukları nimetlere bakar, onları tanırlar. Cennetlikler de cehennemlik olan akrabalarına bakar ve fakat onları tanımazlar. Yüzleri karar­mış, başka bir hilkate bürünmüş olurlar. Bunun üzerine cehennemlikler cennet­liklere isimleriyle seslenerek, "Sudan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bize akıtın" derler. Özel olarak suyu istemelerinin sebebi ise içlerindeki aşırı yanma ve ateş dolayısıyla olacaktır; çünkü cehennemin sıcağı pek fazladır.

Bu sözler böyle bir şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmayacağını bilmek­le birlikte yine de onların su isteyeceklerini ifade eder. Başkaları da der ki: On­lar umutsuzlukla birlikte böyle bir istekte bulunacaklardır; çünkü cezalarının devamlı olduğunu bilmektedirler.

Saîd b. Cübeyr de bu ayet-i kerime hakkında şöyle demektedir: Kişi baba­sına veya kardeşine seslenerek, "Yandım, üstüme biraz su akıt* der. Onlara, "Hadi bunlara cevap verin" denilince; "Doğrusu Allah onları kâfirlere yasak etti " diye cevap verirler.

Yüce Allah'ın, "Doğrusu Allah onları kâfirlere yasak etti derler" buyruğu­nun anlamı şudur: Cennetlikler şüphesiz Allah kâfirlere cennetin içecek ve yi­yeceklerini yasaklamıştır.

Daha sonra Yüce Allah, kâfirleri dünyada iken güvendikleri şeyler ile ni­telendirmektedir. Onlar dini oyuncak ve eğlence edinmişlerdi. Diğer taraftan dünyaya, dünyanın süsüne püsüne aldanarak ahiret için amel etme emri hatır­larına gelmedi. İşte bu hususta Yüce Allah, "Onlar ki alay ve eğlenceyi din edindiler..." diye buyurmaktadır.

Yani bu kâfirler dinleriyle oynadılar. Onlar dinlerine karşı ciddi değillerdi. Yahut oyun ve eğlenceyi kendilerine din edindiler ve ruhları arındırmayan ve hiç bir fayda vermeyen amelleri itiyat edindiler. Onların alışkanlık haline ge­tirdikleri işler ise, kişiyi ciddiyetten alıkoyan, oyalayıcı işler yahut da kendisin­den fayda gözetilmeyen oyunlardan ibaretti. Onların amelleri tıpkı çocukların oyunu gibiydi.

Dünya hayatının süsüne püsüne, helâl ve haram türünden lezzetlerine al­dandılar. Razî der ki: "Dünya hayatı da kendilerini aldattı" buyruğu bir me­cazdır. Çünkü dünya hayatı aslında aldatmaz; bundan dolayı da bu dünya ha­yatı esnasında aldanış ortaya çıktı. Çünkü insan, ömrünün uzamasını, güzel yaşamayı, çok mal sahibi olmayı, güçlü bir makam ve mevkide bulunmayı umut ve arzu eder. İşte bu gibi şeylere olan aşırı rağbeti dolayısıyla dünyayı isteme arzusuna gömülerek dinin gereklerini yerine getirmekten alıkonulmuş olur. [102]

Bu şekilde oyun, eğlence ve aldanışın cezası ise Yüce Allah'ın şu buyru­ğunda ifade ettiği gibi olacaktır: "İşte onlar... nasıl unutmuş idilerse... Bu gün onları öylece unuturuz." Yani onlara iyilik yapmayı unutan kimsenin davranışı gibi davranır. Çünkü hiç bir şey Yüce Allah'ın bilgisinin dışında kalmaz ve O hiç bir şeyi unutmaz. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "O'nun ilmi bir Kitaptadır. Rabbim ne şaşırır, ne unutuı.' (Tâ-Hâ, 20/52). Ancak Yüce Allah burada unut­ma tabirini mukabele (yapılan davranışa benzeriyle karşılık vermek) kabilin­den kullanmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu" (Tevbe, 9/67); "Böylece ayetlerimiz sana gel­miş, sen de onları unutmuştun ve bu gün sen de öyle unutulursun." (Tâ-Hâ, 20/126).

O halde Yüce Allah'ın, "Bu gün onları öylece unuturuz" buyruğunun anla­mı; onlara unutulan şeye karşı davranıldığı gibi davranırız, onlar hayırla anıl­mazlar, aksine cehennemde terk edilirler, demektir. Yüce Allah'ın, "İşte onlar bu günlerine kavuşmayı nasıl unutmuş idiyseler..." buyruğunun da anlamı şu­dur: Ona kavuşmaya karşı unutanların davranışı ile davrandıkları bu günü hatırlayıp ona ehemmiyet vermedikleri ve Allah'ın ayetlerini unutup peygam­berlerin getirdiklerini reddettikleri gibi, onlara da öyle davranılır.

Velhasıl, Yüce Allah onlar dünya hayatında iken kıyamet gününde Allah'a kavuşmak için çalışmayı terk ettikleri, Allah'ın ayetlerini bile bile inkâr ettik­leri gibi, onlar da cehennem azabında terk olunurlar.

Allah'ın onların unutmalarının cezasını "unutma" diye adlandırması, mü-şâkele (yapılan davranışa karşılık olarak, o davranışın benzer ismiyle anılma­sı) kabilindendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir kötülüğün ce­zası onun misli olan kötülüktür." (Şûra 42/40). Bu unutmadan maksat ise, yüce Allah'ın onların dualarını kabul etmeyeceği ve onlara merhamette bulunmaya­cağıdır. [103]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Birinci ayet-i kerime, cennetliklerin içecek ve yiyeceklerinin kâfirlere yasak ol­duğunu göstermektedir. Bu yasaklama (haram kılma) bir kahredicilik ve bir cezadır.

İkinci ayet-i kerime ise, kâfirlerin cehennem azabında bırakılıp onlara unutulmuşlar gibi davranılacağını ifade etmektedir. Buna sebep ise dünya ha­yatında iken Rablerine karşı görevlerini unutmalarıdır. Yüce Allah buna gerek­çe olarak onların kâfir oluşlarını göstermiştir. Bu gerekçeler açılacak ve halleri nitelendirilecek olursa şöyle ifade edilir: Onlar dinlerini evvelâ bir eğlence, son­ra bir oyun edindiler. Üçüncü olarak dünya hayatı onları aldattı, sonra da bu hallerinin bir akibeti olarak Allah'ın ayetlerini bile bile inkâr ettiler. İşte bu, dünya sevgisinin her türlü afetin başlangıcı olduğunu göstermektedir. Nitekim Beyhakî'nin el-Hasen'den mürsel olarak rivayet ettiği zayıf bir hadise göre Re-sulullah (s.a.), "Dünya sevgisi her türlü günahın başıdır" diye buyurmuştur. [104]

Özel anlamıyla fıkhî açıdan birinci ayet-i kerime su içirmenin en faziletli iş­lerden olduğunu göstermektedir. İbn-i Abbas'a, "Hangi sadaka daha faziletlidir" diye sorulmuş o da, "su" demiştir. Sizler cehennemliklerin cennet ehlinden imdat istediklerinde "Sudan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bize akıtın diye seslenirler" buyurduğunu görmüyor musunuz? Ebu Davud'un rivayetine göre de Sa'd, Resulullah (s.a.)'m yanma varıp şöyle dedi: En beğendiğin sadaka hangisi­dir? O, "sudur" buyurdu. İşte bu da bir canlının su ihtiyacını karşılamanın Yüce Allah'a en büyük yaklaştırıcı amellerden olduğunu göstermektedir. Tabiînden ki­misi şöyle demiştir: Günahı çoğalan kimse su ihtiyacını karşılamaya baksın. Ayrı­ca Buharî, Ebu Hureyre'den rivayetine göre, bir köpeği suladığı için günahkâr bi­rini bağışladığını zikretmektedir. Peki, ya mümin ve muvahhid bir kimsenin su ihtiyacını karşılayıp onun can bulmasına sebep olana ne denir?

İbni Mace'nin Sünen'deki rivayetine göre Hz. Aişe Resulullah (s.a.)'tan şu­nu rivayet etmektedir: "Her kim suyun bulunduğu yerde Müslüman bir kimse­ye bir içim su verecek olursa o bir köleyi azat etmiş gibi olur. Her kim su bulu­namayan bir yerde bir Müslümana bir içim su verecek olursa adeta o kişiyi can­landırmış gibi olur."

Havuzun ve kırbanın sahibi olan kişi bunlardaki suda daha bir hak sahi­bidir ve o suyu almak isteyene engel olabilir, diyen kimseler de bu ayeti delil göstermişlerdir. Çünkü cenetliklerin, "Doğrusu Allah onları kâfirlere yasak et­ti" sözlerinin anlamı, sizin bunlarda hakkınız yoktur, demektir. Buharî, Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Nefsim elinde olana yemin olsun ki, nasıl ki yabancı bir devenin havuza yaklaşması en­gelleniyor ise, ben de bir takım kimselerin havuzuma yaklaşmalarını engelleye­ceğim." Mühelleb der ki: Bir havuz sahibinin oradaki suda daha bir hak sahibi olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Resulullah (s.a.), "Bir takım kimselerin havuzuma yaklaşmalarını engelleyeceğim" diye buyurmuştur. [105]

 

Kur'an-ı Kerimi Yalanlayanların Kıyamette Pişmanlıklarını Açığa Vurmaları Ve Şefaat İstemeleri

 

52- Andolsun ki biz onlara bir Kitap ge­tirdik. Onu inanan kavim için hidayet ve rahmet olarak, bilgi üzere uzun uzun açıkladık.

53- Onlar onun tevilinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vilinin geldiği gün, daha önce onu unutmuş olanlar derler ki: "Gerçekten Rabbimizin elçi­leri bize hakkı getirmişti. Şimdi bize şefaat edecek kimseler var mı ki bize şefaat etsinler yahut geriye döndürü­lür müyüz ki yapmış olduğumuzdan başkasını yapalım?" Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır ve uydurageldikleri şeyler de kendilerin­den uzaklaşıp kaybolmuştur.

 

Kelime ve ibareler:

 

"Andolsun ki biz onlara" Mekkelilere, diğerleri de onlar gibidir "bir Kitap" ki o da Kur'an-ı Kerim'dir, "getirdik. Onu... bilgi üzere... açıkladık." Yani biz on­da açıklananları bilerek, onu haber, vaad ve tehditler hususunda en geniş ve yeterli şekilde açıkladık.

"Onlar onun te'vilinden" yani onun gösterdiği sonucun ortaya çıkmasın­dan, yani sonunda doğruluğunun açıkça ortaya çıkmasından, söylemiş olduğu vaad ve tehdidin doğruluklarının açık seçik ortaya çıkmasından "başkasını mı bekliyorlar?" Bu soru başkasını beklemiyorlar anlamındadır. "Onun te'vilinin geldiği gün", yani kıyamet günü, "daha önce onu unutmuş olanlar" ona imanı terk edenler, "derler ki:... gerçekten... hakkı getirmişti." Yani doğru olanı bildir­mişlerdi. "Yahut geriye döndürülür müyüz?" Dünyaya geri çevirilir miyiz? "Ki yapmış olduğumuzdan başkasını yapalım?" Allah'ı tevhid edip şirki terk ede­lim? Onlara, hayır diye cevap verilecektir.

"Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır." Helake vardıkların­dan dolayı kendilerini aldatmışlardır. "Uydurageldikleri şeyler" yani iddia ettikleri şirk, "kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur" onlara görünmez ve çekip gitmiş olacaktır. [106]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah cennetliklerle cehennemliklerin, A'raftakilerin hallerini, bu üç kesim arasında gerçekten mükellefi dikkatli davranmaya, kendisini ko­rumaya, akibetler üzerinde dikkatle düşünmeye iten konuşmaları açıkladıktan sonra burada da bu Kitab-ı Kerim'in şerefini, üstün faziletini, büyük faydasını, bütün insanlara karşı delil oluşunu ve müşriklerin ileri sürebilecekleri her tür­lü mazeretleri iptal edip çürüttüğünü ifade etmekte, arkasından da yalanla­yanların durumlarını kıyamet gününde onların pişmanlık ve hasretlerini, amellerini düzeltmek için tekrar dünyaya dönmeyi temenni edeceklerini yahut da şefaatçilerin şefaati ile kurtulmak isteyeceklerini zikretmektedir. [107]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah bu ayet-i kerimede kendilerine her şeyi açıklayan ve beyan eden Kitap ile peygamberleri göndermiş olmakla müşriklerin her türlü maze­retlerini çürütmüş olduğunu bildirmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Bir Kitap ki ayetleri muhkem kılınmış, sonra da geniş geniş açıklan­mıştır." (Hud, 11/1).

Andolsun ki ister bu Mekke müşrikleri olsun, isterse de onların benzerleri olsun, biz tam anlamıyla açıklamalar ihtiva eden Kitap göndermişizdir. Bu ki­tap da Kur'an-ı Kerim'dir. Onun ayetlerini hikmetlerle, öğütlerle, kıssalarla, hükümlerle, vaadlerle ve tehditlerle yapmış olduğumuz açıklamaları, tam ve kemaliyle bilerek, geniş geniş açıklamış bulunuyoruz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde, "O, onu kendi ilmiyle indirmiştir." (Nisa, 4/166) buyurmaktadır. Böylece onların akidelerini tashih etmek, ruhlarını arındırmak, mutlulukları­na sebep olmak, ona iman edip hükümleriyle amel edecek kimseler için de hi­dayet ve rahmet olmak üzere geniş geniş açıklamışızdır.

Bu kitap dinin asıllarını açıkladığı gibi şirki, putperestliği de tenkit etmiş, insanlar için uygun ve elverişli olan düzenlemeleri ortaya koymuş, yapıcılığa, ilerlemeye ve uygarlığa, dikkatle düşünmenin, tefekkür ve aklı kullanmanın şanını yükseltmek için teşvikte bulunmuştur. Diğer taraftan birçok ayet-i keri­mede araştırmadan ve belgeler üzerinde dikkatle durmadan yapılan taklidi ye-rilmiştir. Şu buyruklarda olduğu gibi birçok ayet-i kerimede dikkatle düşünme­yi teşvik etmiştir: "Şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için ayetler vardır." (Ra'd, 13/4); "De ki: Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, haydi delilinizi getiriniz." (Bakara, 2/111). Kimi ayetlerde de taklidi yermektedir; şu buyrukta olduğu gibi: "Biz atalarımızı bir din üzere bulduk ve şüphesiz biz onların izleri üzere onlara uyan kimseleriz." (Zuhruf, 23/43).

Şimdi bu kâfirler, onun te'vilinden yani kendilerine vaad olunan azap, ib­retli cezalar, cennet ve cehennemden başkasını mı bekliyorlar? Elbette ki beklemiyorlar! -Rabî' der ki: Onun te'vili olan şeyler hesap günü tamamlanıncaya ka­dar gelmeye devam edecektir. Nihayet cennet ehli cennete, cehennemlikler de cehenneme girecekleri vakit, işte o zaman onun te'vili tamamlanmış olacaktır.

Te'vilinin geleceği gün, İbni Abbas'm dediği gibi, kıyamet günüdür. Ki-tap'm haber verdiği şeylerin gerçeklerinin, getirdiklerinin doğruluğunun orta­ya çıkacağı gün, bu gündür. İşte o vakit onun gereğince amel etmeyi terk eden ve dünya yurdunda onu unutanlar yani unutulmuş bir şey gibi telakki edip on­dan yüz çevirenler şöyle diyeceklerdir: "Gerçekten Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişlerdi. Yani ne söylemişlerse doğru söylemişlerdi. Onların doğru­yu, hakkı getirdikleri artık ortadadır. Getirdiklerinin bir gerçek olduğu sabit olmuştur, fakat ondan yüz çevirenler bizler idik; o bakımdan bu ceza ile ceza­landırılıyoruz!

Bu sefer şu iki husustan mümkün olan herhangi birisiyle kurtulmayı te­menni etmeye koyuldular: Ya şefaat edeceklerin şefaati ile kurtulmak ya da amellerini düzeltmek ve Allah'ı razı edecek şekilde yeni bir hayat ve yeni bir yol tutmak için dünyaya geri dönmek.

Şefaati temenni etmelerindeki sebep, şirkin esasını hatırlamalarıdır. Bu esas ise Allah nezdinde kurtuluşun ancak şefaatçilerin aracılığı ile olacağını kabul etmeleriydi. Artık iflas edip kurtuluşun ancak iman ve salih amel ile ol­duğunu öğreneceklerinde dünyaya geri dönmeyi temenni edecekler, böylelikle önceden yaptıklarından farklı olarak peygamberlerin emrettikleri gibi amel et­mek isteyecekler. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Ateşin üzerinde durdurulup da "Keşke geri döndürülsek ve Rabbimizin ayetlerini ya-lanlamasak, müminlerden olsak" diyecekleri zamanı bir görsen. Hatta onlara daha önceden gizledikleri şeyler görünecektir. Eğer geri döndürülecek olsalar dahi, yine kendilerine yasak kılınanlara döneceklerdir. Şüphesiz onlar yalan söyleyenlerdir." (En'âm, 6/27-28).

Bu da Yüce Allah'ın buradaki, "Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğrat­mışlardır ve uydurageldikleri şeyler kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur" buyruğundan anlaşılmaktadır. Yani onlar cehenneme girmek, orada ebedi kal­mak suretiyle kendilerini aldatmış oldular. İftira edip durdukları Allah'tan başka tapındıkları şefaatçilere dair söylediklerinin öyle olmadığı ortaya çıka­caktır. Çünkü onlar Allah'tan başka taptıkları şefaatçileri hakkında, "İşte bun­lar Allah nezdindeki şefaatçilerimizdir." (Yunus, 10/18) diyorlardı. Fakat bun­lar kendilerine şefaat etmeyecekler, yardım etmeyecekler, içinde bulundukları durumdan onları kurtarmayacaklardır. [108]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Kur'an-ı Kerim, insanlara gönderilmiş en büyük nimettir. Çünkü o, sahih olan imanı, değişmez hakkı, Allah'ı razı edecek ibadet yolunu açıkladığı gibi, müminler için bir hidayet ve bir rahmettir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda oldu­ğu gibi: "Ve bu, indirdiğimiz mübarek bir kitaptır." (En'âm, 6/155).

Dünyadaki her bir zaman diliminde O'nun korkutup sakındırdığı her şey, söylediği, bildirip haber verdiği her şey ortaya çıkmaktadır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz onlara ayetlerimizi afakta ve nefislerinde gösterece­ğiz. Ta ki onun hak olduğu kendilerine apaçık belli oluncaya kadar." (Fussilet, 41/53). Ahirette de durum böyle olacaktır. Çünkü Yüce Allah, "Onlar onun te'-vilinden başkasını mı bekliyorlar?" buyurmuştur. Yani onda bulunanların aki-betinden başkasını mı bekliyorlar? Kur'an-ı Kerim'in akibeti ise Yüce Allah'ın onda vaad etmiş olduğu öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme ve onu yalan­lamanın cezasıdır.

Kıyamet gününde onun bildirdiklerinin akibeti görülecektir. Onu inkâr edenler, onun sarsılmaz ve apaçık doğru olduğunu itiraf edecekler, mümkün olan hangi yolla olursa olsun kurtuluşu temenni edeceklerdir. Bu kurtuluşu ise, ya şefaatçilerin şefaatinden ya da Allah'ın rızasına uygun bir şekilde amel­lerini tashih etmek için dünyaya geri döndürülmelerinden ummaktadırlar. Fa­kat onların bu istekleri kabul olunmayacak ve pişman olacaklardır; ama piş­man olmanın vakti de geçmiş olacaktır.

Şu kadar var ki, bu inkarcı kâfirler cehennemde azaba maruz bırakmak suretiyle kendilerini hüsrana uğratmış olacaklardır. Onların daha önce söyle­dikleri Allah ile birlikte başka ilâhların varlığının batıl olduğu ortaya çıkacak­tır. Dünya hayatında iken tapındıkları putlardan fayda göremeyecekler, aynı şekilde alabildiğine destekleyip yardımcı oldukları batıl dinlerine yardımların­dan da yararlanamayacaklardır. [109]

 

Yaratan Ve Emreden Allah, Hem Rab Hem İlâhtır

 

54-Muhakkak ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra

 ArŞ'a İstiva eden A11»11'*11"- Gündüzü  durmadan kovalayan gece ile bürür.  Güneşi, Ay'ı ve yıldızları emriyle mü- sahhar kılmıştır. Bilin ki yaratma da  emir de yalnız O'nundur. Âlemlerin  Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir!

 

Belagat:

 

"Bilin ki yaratma da emir de yalnız O'nundur" buyruğunda, pek çok ma­nayı az lafızlarla ifade etmek demek olan îcaz-ı kasr sanatı vardır. [110]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Muhakkak sizin Rabbiniz"; Rab, efendi, mâlik, müdebbir ve terbiye eden demektir, "gökleri ve yeri" bunlarla kastedilen üst âlem ile alt âlemdir. Bunların hakikatlerini açıklayacak herhangi bir haber varit olmamıştır, "altı günde yara­tan"; gün, güneşin doğuşundan batışına kadar devam eden sınırlı zamandır. Altı günden kasıt, dünya günleri yani bu günler miktarı kadar olabilir. Çünkü o sıra­da henüz güneş yoktur. Dileseydi elbette bunları bir anda dahi yaratırdı. Ancak bu şekilde yaratması mahlûkata teenniyi yani yerinde ve zamanında hareketi öğretmektir, "sonra da Arş'a istiva eden"; istiva etmek, karar bulmak, kastetmek, istilâ etmek ve malik olmak gibi anlamlara gelir. Burada maksat ise, Allah'ın di­lediği şekilde orada tasarrufta bulunmasıdır. O şanına yakışan bir şekilde istiva etmiştir. Arş, sözlükte, hükümdarlık tahtıdır. Yahut çatısı bulunan her şey ya da kadının yahut hükümdar ve sultanın içinde bulunduğu hevdecdir. [111] "Arşı elin­den gitti" denildiği zaman mülkü gitti, zail oldu veya helak oldu, anlamına gelir. "Allah'tır." Allah, bütün mahlûkatı yaratan, yüce yaratıcının adıdır. İlâh ise, fay­da sağlaması veya zararı gidermesi umulan, kendisine, kendisini razı edecek iba­det ve dua ile yaklaşılan mabuddur. Muvahhid müminlerin tek ilâh ve tek rab olarak Allah'tan başka ilâhları yoktur. Müşriklerin çoğunluğu ise, "O, ilahların büyüğüdür" derler. Arap müşrikleri O'ndan başka rabbin varlığını kabul etme­mekle birlikte, kendilerini O'na yaklaştıracak başka ilâhlara ibadet ederlerdi.

"Gündüzü durmadan kovalayan" yani aralıksız olarak ve seri bir şekilde peşi­ni takip eden "gece ile bürür", onların her birisini ötekine bürür ve gece adeta bir örtü gibi olur, yani gündüzün aydınlığını giderir. "Güneşi, ayı ve yıldızları, emriyle müsahhar kılmıştır." Onun kudreti, tedbiri ve tasarrufuyla kendisine boyun eğer kılmıştır. "Bilin ki yaratma" yani eşyayı belli bir kader ve ölçü ile yokluktan mey­dana getirmek, bütünüyle O'nundur; "emir de" bütünüyle "yalnız O'nundur." Yani dilediği şekilde tasarruf, tedbir ve irade O'nundur. "Alemlerin rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir!" Yani cinlerden ve insanlardan olsun, bütün âlemlerin mutlak ma­liki olan Allah yüce, büyük ve münezzehtir; yahut hayır ve ihsanı pek çok olandır. [112]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Kur'an-ı Kerim dört temel esası ispatlamak çerçevesinde döner dolaşır. Bunlar tevhid, peygamberlik, mead (ahiret) ile kaza ve kaderdir. Meadın ispat edilmesi ise tevhid, kudret ve ilmin ispatına bağlıdır.

Yüce Allah meadı açıkladıktan ve cennetliklerle cehennemlikler ve A'raf-takiler arasında meydana gelecek konuşmalardan söz ettikten sonra tekrar tevhidinin, kudretinin ve ilminin kemalini söz konusu etmektedir. Ta ki bu Al­lah'ın rububiyetine, ulûhiyyetine ve meadın ispatına delil teşkil etsin. [113]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah yedi semasıyla, arzıyla bütün kâinatı yahut âlemi ve bunlar ara­sında bulunanları altı günde yarattığım haber vermektedir. Bu altı gün ise cumar­tesi dışında kalan günlerdir. Bütün yaratıklar, Hz. Adem'in yaratılmış olduğu cuma gününde toplanmış oldu. Cumartesi gününde ise kâinattan bir şey yaratılmadı. Çünkü o yedinci gündür. İşte bundan dolayı bu güne kesmek anlamına gelen sebt adı verilmiştir. Bu bilgiler ise İsrailoğulları haberlerinden (İsrailiyetten)dir.

Hatıra ilk gelen, bu günlerin dünya günleriyle takdir olunduklarıdır. Çün­kü o sırada güneş yoktu. Bu yaratılmış eşyalar ise, bu yerin yaratılmasından sonra meydana gelmiştir. Mücahid ile Ahmed b. Hanbel'in görüşüne göre her gün bin yıldır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz senin Rab-binin nezdinde bir gün, sizin saydıklarınızdan bir sene gibidir." (Hacc, 221 Al). Kıyamet gününün niteliği ile ilgili olarak da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Miktarı elli bin yıl kadar olan bir günde..." (Meâric, 69/4).

Ayet-i kerimenin ifade ettiği manaya gelince: Ey insanlar! Sizin Rabbiniz ve işlerinizin mutlak maliki, kendisinden başka ilâh olmayan, ortağı bulunma­yan Allah'tır. Gökleri, yeri yoktan var eden ve onları takdir eden, işlerini dü­zenleyen, onların düzenlerini altı günde sağlamlaştıran O'dur. Bu günler ya dünya günleriyle takdir edilir yahut da Yüce Allah bu günlerin miktar ve sınır­larını en iyi bilendir. Yüce Allah dileseydi elbette bunları bir lahzada da yara­tırdı. Fakat O, böyle yapmakla, insanlara yaptıkları işlerinde sağlam ve istik­rarlı davranmayı öğretmeyi dilemiştir. Çünkü: "O'nun emri ancak bir şeyi dile­di mi ona sadece "Ol" der, o da oluverir." (Yasin, 36/80). Bu yaratma ve tekvîn mahlûkat için hiç bir şekilde mümkün bir şey değildir. O bakımdan bu aynı za­manda eksiksiz bir kudretin de delilidir: "Göklerin ve yerin yaratılması elbette insanların yaratılışından daha büyüktür." (Mü'min, 40/57).

Yüce Allah yeri iki günde yaratmıştır. Kazık gibi sapasağlam dağları, çe­şitli bitki ve hayvanları bir başka iki günde yaratmıştır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Siz iki günde yeri yaratan Allah'ı inkâr ediyor ve O'na ortaklar koşuyor musunuz; işte O âlemlerin Rabbidir. Ve orada üstünde sabit dağlar yarattı. Orada bereketler kurdu, gıdalarını takdim etti. Soranlar için müsavi olarak tam dört günde (yarattı)..." (Fussilet, 41/9-10).

O gökleri ve onlarda bulunan cisimleri ve yıldızları da iki günde yarattı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve onları yedi gök halinde iki günde yarattı. Her bir göğe de ona ait olan emri vahyetti. Dünya göğünü de yıldızlarla süsledik ve koruduk. Bu her şeye kadir olanın, her şeyi en iyi bilenin takdiridir." (Fussilet, 41/12).

Diğer taraftan Yüce Allah, bu mahlûkatı yarattıktan sonra kendisine ya­kışacak şekilde Arş'ına istiva etti. Herhangi bir şekilde yaratılmışlara, sonra­dan var olmuşlara hiç bir şekilde benzemeksizin işlerini çekip çevirmekte, dü­zenini yürütmektedir. O'nun Arş üzere istiva etmesi, gökleri ve yeri tek başına idare etmesi, onlardaki hakimiyeti ve işlerin dizginlerini elinde bulundurması-dır. Bizler ashab-ı kiramın iman ettiği gibi, Allah'ın Arş üzere istivasına, ken­disine yakışan bir keyfiyette olduğuna iman ederiz. Herhangi bir benzetme ve­ya keyfiyet nispetine gitmeyiz. Yani belli bir cihetle sınırlandırmakla ve belli bir keyfiyetle yahut sıfatla takdir etmek söz konusu değildir. Hakikatin mahi­yeti de Allah'a havale edilir. İşte İmam Malik'in ondan önce de hocası Ra-bîa'nm açıkladığı budur. O der ki: İstivanın (dilde) ne demek olduğu bellidir. Keyfiyet (yani istiva şekli) ise meçhuldür. Buna dair soru sormak, bidattir. İşte bu konuda bu kadarı yeterlidir.

Hafız İbni Kesir der ki: Mâlik, Evzaî, Leys b. Sa'd, Şafiî, Ahmed, İshâk b. Râhûye ve onların dışında kalan eski yeni, İslâm'ın bütün ilim adamlarından oluşan selef-i salihinin kabul ettiği görüş bu gibi buyrukları, keyfiyet, benzet­me ve ta'dile gitmeksizin geldiği gibi kabul etmektir. Benzetmeye gidenlerin zi­hin ve hatırlarına ilk gelen zahirî mana Allah hakkında söz konusu olamaz. Çünkü Allah'a yaratıklarından hiç bir şey benzemez ve, "Onun mislinin benzeri yoktur, O en iyi işitendir, en iyi görendir." (Şûra, 42/11).

Hatta mesele aralarında Buharî'nin hocası Nuaym b. Hammâd'ın da bulun­duğu önder ilim adamlarının dedikleri gibidir. Nuaym der ki: Allah'ı yaratıkları­na benzeten kâfir olur. Allah'ın kendisini vasfettiği şeyi inkâr eden de kâfir olur. İster Allah'ın kendisini vasfettiği şeyler, ister Rasulünün vasfettikleri şeyler ara­sında teşbih söz konusu değildir. Her kim Yüce Allah hakkında sarih ayetler va­rit olduğu gibi Allah'ın celâl ve azametine yakışacak şekilde kabul eder, diğer ta­raftan eksiklikleri Allah hakkında reddederse o hidayet yolunu izlemiş olur.[114]

Halefe (sonraki ilim adamlarına) gelince: Onlar tevilde bulunarak derler ki: Yüce Allah mahlûkatını var ettikten sonra takdir ve hikmetine uygun ola­rak işlerini idare etmek, düzenini yürütmek anlamı ile Arş'ı üzere istiva etti. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Sizin rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yara­tan Allah'tır. Sonra O Arş'a istiva etti. Bütün işleri tedbir ediyor." (Yunus, 10/3).

Daha sonra Yüce Allah kâinatı tedbir ve idaresinin bir takım tecellilerini açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Gündüzü... gece ile bürür." Yani Yüce Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye katar. Her ikisi de birbirinin arkasından gelir. Gecenin karanlığı gündüzün aydınlığıyla, gündüzün aydınlığı gecenin karanlı-ğıyla gider. Onların her birisi gecikmeksizin oldukça seri bir şekilde ötekini ıs­rarla takip eder. Öyle ki biri gitti mi hemen öteki gelir, öteki gitti mi diğeri ge­lir. Maksat arada herhangi bir fasıla yahut gecikme olmaksızın, seri bir şekilde birinin ötekini takip etmesidir; Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "On­lara bir ayet de gecedir. Biz ondan gündüzü soyup çıkarıyoruz. Onlar karanlık­ta kalıverirler. Güneş de kendisi için tayin edilmiş bir karar yerine akıp gitmek­tedir. Bu, gücü her şeye yeten, her şeyi bilenin takdiridir. Ay için de menziller takdir ettik. Nihayet o kurumuş hurma salkımının çöpü gibi olur. Güneşin aya yetişmesi gerekmediği gibi, gece de gündüzü geçmez. Onların her birisi bir yö­rüngede yüzerler." (Yasin, 36/37-40). Gece ile gündüzün ard arda gelmesinde pek çok menfaatler vardır. Çünkü onların ard arda gelmesiyle hayatın işleri ta­mam olur, insanların menfaatleri tahakkuk eder.

Bu şekildeki hızlı ve ısrarlı takibi modern ilim, yeryüzünün yuvarlaklığını ve güneşin etrafında kendi ekseni çevresinde dönüşünü açıklayarak ispatla­mıştır. Böylelikle yer küresinin yarısı Güneş ile aydınlık, öbür yarısı karanlık olur. Meselâ Ortadoğu'da vakit gündüz iken, Güney Amerika ve Japonya'da va­kit gecedir. Çağdaş ilim adamlarının bu konuda belirledikleri gerçekleri Gazali, Razî, İbni Teymiyye, İbni el-Cevziyye gibi pek çok ilim adamı önceden açıkla­mış bulunmaktadırlar.

Kâinatın İlâhî tedbirinin tecellilerinden birisi de Güneş'i, Ay'ı, diğer yıldız ve gezegenleri yaratmış olması, bunların tümüyle O'nun hakimiyeti, müsahhar kılması ve meşieti (dilemesi) altında bulunmalarıdır. Yani onlar tümüyle Yüce Allah'ın tasarrufunun ve emrinin altındadır. Bundan dolayı Yüce Allah, "Bilin ki yaratma da, emir de yalnız O'nundur." buyurmaktadır. Yani O yoktan var eden mutlak malik, mutlak tasarruf sahibi ve müdebbir olandır. "Yaratma O'nundur" buyruğunun anlamı küçüğüyle büyüğüyle bütün yaratılmışlar O'nun mülküdür; "emir de yalnız O'nundur" buyruğunun anlamı ise tasarruf ve tedbir de yalnız O'nundur, bunlardan herhangi birisinde kimsenin hakkı yoktur, demektir.

"Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir?" Yani o ne azametlidir, ne münezzehtir! O rububiyetiyle eşsiz ve tek olandır. Kâinatta bulunan pek çok hayırlar O'ndandır. Kullarına düşen ise bu nimetler dolayısıyla O'na şükret­mek, O'ndan başkasına ibadet etmemektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Mülk yalnız elinde bulunanın şanı ne yücedir ve O, her şeye gücü yetendir." (Mülk, 67/1); "Gökte burçlar yaratan, orada bir kandil ve ışık saçan bir Ay yaratanın şanı ne yücedir." (Furkân, 25/61).

İbni Cerîr et-Taberî de Abdülaziz eş-Şâmî'den, o babasından -ki sahabe­dendi- şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "İşlediği salih bir amel dolayısıyla Allah'a hamdetmeyip kendisine hamdeden kişi kâfir olmuş, ameli boşa çıkmış olur. Allah'ın kullara emirden bir pay verdiğini iddia eden bir kimse Allah'ın peygamberlerine indirdiğine kâfir olur. Çünkü Yüce Al­lah, "Bilin ki yaratma da, emir de yalnız O'nundur, âlemlerin Rabbi olan Al­lah'ın şanı ne yücedir!" diye buyurmuştur.

Ebu'd-Derdâ'dan nakledilen -ki Resulullah (s.a.)'a merfuan da rivayet edil­miştir- duada da şöyle denilmektedir: "Allahım! Mülk bütünüyle yalnız senin­dir. Hamd, bütünüyle yalnız senindir; emir, bütünüyle yalnız sana racidir. Ben senden bütün hayırlardan isterim ve bütün serlerden de sana sığınırım." [115]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Aziz ve Celil olan Allah, yaratmak kudretine tek başına sahip olandır, gök­leri ve yeri yaratan O'dur. O bakımdan ibadet olunması gereken de yalnızca O'dur.

2- Yüce Allah Arş'a istiva etmiştir ve Arş'a bu hususiyeti vermiştir. Çünkü Arş mahlûkatınm en büyüğüdür. Selef-i Salihin'in görüşüne göre, Yüce Allah gerçekten Arş'a istiva etmiştir; fakat istivanın keyfiyeti bizim için bilinmez bir şeydir. Zira onun hakikatini biz bilemeyiz. Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine ol­sun) der ki: İstivanın ne demek olduğu (sözlükte) bilinmektedir. Keyfiyeti ise bilinmezdir. Buna dair soru sormak da bidattir. Ümmü Seleme (r. anhâ) de böy­le söylemiştir.

Kelâm alimlerinin öncekileri de sonrakileri de çoğunlukla Yüce Allah'ın ci­hetten ve bir yerde mekân tutmaktan münezzeh olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü aksi takdirde O belli bir cihette bulunacak olursa, ister istemez bir yer­de bulunacaktır veya bir mekân işgal edecektir. Bir mekân ve bir yerde bulun­mak ise, orada mekân tutanın hareket etmesini ve sakin olmasını, değişip dur­masını ve hadis olmasını gerektirir.

Ayet-i kerimede Arş, mülk ve egemenlik şeklinde de tevil edilebilir. Yani mutlak mülk ve hakimiyet ancak Aziz ve Celil olan Allah içindir. Kurtubî der ki: Bu güzel bir görüş olmakla birlikte tartışılır. ^

3- Gece ve gündüz birbiri arkasına gelirler. Bu şekilde ard arda gelmeleri yeryüzünün küresel olduğunun, hareket edip döndüğünün delilidir. Ayet-i keri­mede ayrıca gündüzün gece üzerine girdiği söz konusu edilmemektedir. Bun­lardan birisinin zikredilmesiyle yetinilmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda ol­duğu gibi: "Ve sizi sıcaktan koruyan elbiseler" (Nahl, 16/81) yani soğuktan da koruyan elbiseler demektir. Yine, "Hayır, yalnız senin elindedir." (Al-i İmran, 3/26) buyruğu da böyledir. Yani şer de elindedir, demektir.

4- Güneş, Ay, yıldızlar ve diğer gezegenler Allah tarafından yaratılmıştır. Bunun delili ise bunların da göklere atfedilmiş olmasıdır. Yani Yüce Allah gök­leri kendi tasarrufu altında, kendine boyun eğdirilmişler olarak yarattı.

5- Yaratma ve emretme yetkisi yalnızca Allah'ındır. Ayet-i kerime Yüce Al­lah'ın haberinde doğru olduğunu göstermektedir. O onları yarattı ve istediği şe­kilde onlara emirler verdi. Bu ise gerektiğinde onlara yasaklarda bulunmayı da ihtiva eder. Süfyân b. Uyeyne der ki: Yüce Allah yaratma ile emretmeyi ayrı ayrı zikretmiştir. Bunları aynı özellik ve nitelikte kabul eden kişi kâfir olur. Çünkü yaratmak yaratılanla eş anlamlıdır, emretmek ise onun yaratılmış ol­mayan sözüdür. Bu da Yüce Allah'ın, "ol" buyruğudur: "O bir şeyi diledi mi ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir." (Yasin, 36/82).

Yüce Allah'ın yaratma ve emri ayrı ayrı zikretmesi Kur'an-ı kerim'in yara­tılmış olduğunu söyleyenlerin sözlerinin yanlışlığına apaçık bir delildir. Çünkü onun emir olan kelâmı yaratılmış olsaydı, şöyle demesi icap ederdi: "Bilin ki yaratmak ve yaratmak O'nundur." Böyle bir ifade ise oldukça çirkindir. Yüce Allah ise faydasız söz söylemekten yüce ve münezzehtir. Eğer emir yaratılmış olsaydı, bu sefer kendisi ile var olabileceği bir başka emre ihtiyacı olurdu. O emir de yine bir başka emre ihtiyaç duyardı ve bu sonsuza kadar böylece sürüp giderdi. Bu ise imkânsız bir şeydir. O halde kelâmından ibaret olan onun emri­nin kadim, ezelî ve yaratılmamış olduğu sabit demektir. Böylelikle yaratılmış­ların O'nun emriyle var olabilmesi doğru bir gerçek olarak anlaşüabilmektedir. Buna delil de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Göğün ve yerin O'nun emriyle durması da O'nun ayetlerindendir." (Rûm, 30/25). Burada da, "Güneşi, ayı ve yıldızları emriyle müsahhar kılmıştır." diye buyurmakta ve bütün yaratıkların kendi emriyle var olduğunu haber vermektedir.

Emrin irade ile doğrudan herhangi bir ilgisi yoktur. Mutezile ise der ki: Emir iradenin kendisidir. Kurtubî de der ki: Ancak bu doğru değildir. Zira O, irade etmediği şeyleri emretmekte, irade ettiği şeyleri de yasaklamaktadır. Ni­tekim Hz. İbrahim'e oğlunu boğazlamasını emretti, fakat ondan böyle bir şeyin sadır olmasını irade etmedi. Peygamberine de ümmeti ile birlikte elli vakit na­maz kılmasını emrettiği halde, ondan beş vakitten fazla kılmasını irade etme­di. "Ve sizden şehitler edinmek ister" (Al-i İmran, 3/140) buyruğu ile Hz. Ham-za'nın şehit olmasını irade ederken kâfirlerin onu öldürmesini yasaklamıştı ve onlara böyle bir işi yapmalarını emretmemiştir. [116]

6- Yüce Allah kendisine yakışmayan her türlü şeyden büyük ve münezzeh­tir. O bakidir, daimîdir ve vardır.

Hayır ve lütuflan, ihsanları, takdirinin güzel sonuçları pek çoktur. Lütuf ve ihsanı bol ve geniştir. Ve, "Âlemlerin rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir!" [117]

 

Duanın Meşruluğu, Adabı Ve Yeryüzünde Fesat Çıkarmanın Haram Kılınması

 

55- Rabbinize yalvara yakara gizlice dua edin. Muhakkak ki O, haddi aşan-

56- Islah olmuşken yeryüzünde fesat çıkarmayın. Ve O'na korka korka ve ümitle yalvann. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti ihsan edenlere çok yakındır.

 

İ'râb:

 

"Muhakkak ki Allah'ın rahmeti... çok yakındır." Burada "rahmet" kelimesi müenneslik te'si almakla birlikte Arapça'nın kuralına göre ona uyması gereken "Karîb" kelimesi te'siz gelmiştir. "Çok yakın" anlamına gelen "karîb" kelimesi­nin burada müzekker (te'siz) gelmesinin üç sebebi vardır: Bu kelime manaya hamledilerek zikredilmiştir. Çünkü rahmet müzekker olan merhamet duymak anlamındadır. Yahut rahmetten kasıt yağmur olabilir; bu da müzekkerdir. Ve­ya mensup isim olmak anlamında müzekker kabul edilmiştir. Yani, (zât kurbin) yakınlığı olan, takdirindedir. Arap dilinde benzeri kullanımlar çoktur {İbnü'l-Enbârî, 1/365). Zemahşerî bunlara şunu da ekler: Yahut da bu kelime hazfedilmiş bir mevsufun sıfatıdır. Yani, "çok yakın bir şeydir" anlamındadır. Ya da meful anlamına gelen fail veznine benzetilmiştir, yahut da rahmet keli­mesinin müennesliği hakiki olmadığından böyle gelmiştir (Keşşaf, 1/555).

Râzî de Tefsirinde (XIV/136-137) bunlardan dört tanesini söz konusu et­mektedir.

Kurtubî ise Tefsirinde (VII/227) "karîb" kelimesinin bu şekilde müennes­lik te'si olmaksızın gelmesinin yedi sebepten birisine bağlı olduğunu söz ko­nusu etmektedir: Birincisi rahmet ve ruhm kelimesi aynı anlamdadır. Bu da af ve mağfiret anlamına gelir. Rahmetten maksadın ihsan olduğu da söylen­miştir. Yine denildiğine göre müennesliği hakiki olmayanın müzekker olması da mümkündür. Bir başka görüşe göre burada rahmetten kasıt yağmurdur. Bir diğer görüşe göre mekân müzekker olduğu için böyle zikredilmiştir. Yani "rahmet müminlere yakın bir mekândadır" anlamındadır. Bir diğer görüşe gö­re nispet dolayısıyla müzekkerdir. Şöyle buyurulmuş gibidir: (İnne rahmet Allah zât kurbin)= "Allah'ın rahmetinin yakınlık özelliği vardır" denilmiş gibidir. Yine bir diğer görüşe göre nisbet yoksa müzekkerlik de müenneslik de caizdir. O bakımdan:"Dârüke minnâ karîbun" (Evin bize yakındır); ve "Fülâne minna karîbun" Filan kadın bize yakındır) denilir. [118]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Rabbinize yalvara yakara" yani zilletinizi arzederek. Bu da nefsin zilleti­ni ve itaatle boyun eğişini izhar etmektir, "gizlice dua edin. Muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez." Bağıra çağıra ve sesi yükselterek, duada haddi aşanla­rı. Maksat (böyle) dua edenden razı olmamak ve sevap vermemektir.

"Islah olmuşken" Peygamberlerin gönderilmesi suretiyle "yeryüzünde" şirk ve masiyetlerle "fesat çıkarmayın ve O'na" cezasından "korka korka"; korkmak, kötülüğü ve hoşa gitmeyen şeyi beklemektir; "ve ümitle" rahmetini umarak "yalvarın." Ummak, hayır beklentisi içinde bulunmaktır. [119]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah kudretinin ve tedbirinin kemalini, hikmet ve tasarruf gibi ru-bubiyetin tevhidine dair delilleri söz konusu ettikten sonra, yalnızca kendisine ibadet etmek, dua ve yakarışta bulunmak suretiyle ulûhiyetin tevhidini emret­mektedir. Çünkü dua etmek, ibadetin beynidir. [120]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah kullarını dünya ve ahiretlerinin ıslahı demek olan kendisine dua etmeye çağırmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Rabbinize yalvara yakara gizlice dua edin." Yani Rabbinize, işlerinizi çekip çeviren, işlerinizin velisi, size nimetler ihsan eden Rabbinize yalvararak yakararak zilletinizi, miskinliğinizi arzederek ve gizlice dua edin. Çünkü dua etmek ibadetin asasıdır. Ayrıca bu buyrukta duanın gizlice yapılmasının mendup olduğuna bir işaret vardır. Çün­kü böyle bir dua riyadan daha uzaktır. Ayrıca Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve içinde Rabbinı yalvarıp yakararak gizlice zikret." (Araf, 7/205). Hz. Zekeri-ya'dan da övgüyle şöylece söz etmektedir: "Hani o Rabbine gizlice seslenmişti." (Meryem, 19/3).

Buharî ile Müslim'de Ebu Musa el-Eş'ari (r.a.)'den şöyle dediği nakledil­mektedir: İnsanlar yüksek sesle dua etmeye koyuldular. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ey insanlar, kendinize acıyınız. Gerçek şu ki sizler ne sağır olana ne de gaib olana dua ediyorsunuz. Sizler en iyi işiten, pek yakın olana dua ediyor­sunuz; O sizinle birliktedir."

Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân el-Ensârî de el-Sevâb'da Enes (r.a.)'den şöyle de­diğini rivayet eder: "Gizlice yapılan dua, açıkça yapılan yetmiş duaya denktir."

Hasan-ı Basrî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) dedi ki: Müslümanlar du­ada alabildiğine gayret gösteriyorlar, fakat onların sesleri işitilmiyordu. Duala­rı kendileriyle Rableri arasında bir fısıltıydı. Çünkü Yüce Allah şöyle buyur-muktadır: "Rabbinize yalvara yakara gizlice dua edin..."

Bazı ilim adamlarının naklettiklerine göre insanların mescitlerde, meclis­lerde ve bunun dışındaki benzeri yerlerde toplanmaları esnasında evlâ olan du­anın gizlice yapılmasıdır. Bundan müstesna olan herkesin sesini yükselteceği­ne dair varit olmuş hallerdir. Hacda telbiye ve bayramlarda tekbir getirmek gi­bi.

"Muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez." Yani duada ve başka hususlar­da emredilen sınırları aşmak suretiyle haddi aşanları Yüce Allah sevmez. Bu­rada haddi aşmak ise, sözü geçen şu iki hususu terk etmektir: Yalvarıp yakar­mak ve gizlice dua etmek. Yüce Allah'ın sevmemesi ise böyle bir şeye hiç bir şe­kilde sevap vermemesi, bu şekilde davranana ihsanda bulunmamasıdır. O hal­de Yüce Allah'ın, "Muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez" buyruğunun dua es­nasında yalvarıp yakarmayı ve gizliliği terk etmeyi, oldukça ağır bir üslûpla tehdit anlamında olduğu ortaya çıkmaktadır.

Ahmed ve Ebu Davud, Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.)'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Gerçek şv ki duada haddi aşan bir topluluk olacaktır" dedi ve sonra şu, "Rabbinize yalvara yakara gizlice dua edin" ayetini okudu. "Rabbim senden cenneti ve ona yaklaştıran söz veya ameli dilerim. Cehennemden, ona yakınlaştıran söz veya amelden de sana sığınırım" demen, senin için yeterlidir."

Yüce Allah kendisine dua edilmesini, yalvarılıp yakarılmasını emrettiği gibi, yeryüzünde fesat çıkartmayı da yasaklayarak şöyle buyurmaktadır: "Islah olmuşken yeryüzünde fesat çıkartmayın..." Yani peygamberlerin ve onlara uyan ıslah edicilerin ıslahından sonra ziraat, sanayi ve ticaret gibi hayat araçlarını güçlendirmek, ahlâkı güzelleştirmek, adaleti, şûrayı, karşılıklı dayanışmayı, merhameti teşvik etmek gibi maddî ve manevî alanlarda samimi, aklı başında olanların yükselttiklerini de bozarak, yeryüzünde herhangi bir şeyi bozup ifsat etmeyin.

İfsat etmek (bozgunculuk), küfür ve bidatle dilleri bozmayı; öldürmek, or­ganları kesmekle nefisleri bozmayı; gasp, hırsızlık ve hilekârlıkla malları boz­mayı; sarhoşluk verici şeyleri ve benzerlerini kullanmakla akılları bozmayı; zi­na, Lût kavminin işi ve namuslulara iftiraya kalkışmak suretiyle de nesepleri bozmayı kapsayan kuşatıcı bir kavramdır.

Şanı Yüce Allah duanın şartı olan yalvarıp yakarmayı ve gizliliği açıkla­dıktan sonra, duaya götüren ve duayı gerektiren hususlara dikkat çekmekte, bu şekilde Rabbine dua etmeyenin fesat çıkartmaya daha bir yakın olacağına şöylece işaret buyurmaktadır: "O'na korka korka ve ümitle yalvarın." Yani Yüce Allah'a cezalandırmasından korkarak, çokça sevap ve mükâfat vereceğine de umut bağlayarak dua edin. Çünkü şüphesiz ki dua ibadetin beyni ve özüdür. Bundan dolayı açıkça duanın faydasını belirtmiş, şart ve adabını tamamlaması halinde kabul olunacağının umulacağım şöylece ifade buyurmuştur: "Muhak­kak ki Allah'ın rahmeti ihsan edenlere çok yakındır..." Yani Yüce Allah'ın rah­meti amellerini güzel bir şekilde yapan ihsan edicilere pek yakındır. Bu rahmet onun emirlerine tabi olup yasakladıklarını terk edenler içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve rahmetim, her şeyi kuşatmıştır. Ben onu takvalı hareket eden, zekâtı veren ve ayetlerimize iman edenlere yazacağım." (A'râf, 7/156).

Güzelce dua eden kimseye istediğinden daha hayırlısı veya onun benzeri verilir yahut da onun gibi bir kötülük ondan def edilir. [121]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet-i kerime aşağıdaki hükümlere delâlet etmektedir:

1- Dua etmek ve dua ederek ibadet etmek emrolunmaktadır. Dua da bir çeşit ibadettir. Kulluk zilletinin bilindiğini ve rububiyetin izzetinin de tanındı­ğını ifade eder. Dua hayrın elde edilmesi, zararın def edilmesi için bir sebeptir. Çünkü ortada sebeplere bağlı bir takım hususlar da vardır. Dua da sebepler­den bir sebeptir.

2- Dua ile birlikte bulunması gereken, güzel olan bir takım adab ve nite­likler vardır: Bunlar huşu, boyun eğmek, yalvarıp yakarmak ve riyadan uzak olması için içten gizlice yapılmış dua esnasında, korku ile ümit arası bir halde bulunarak ve Allah'ın cezasından korkup sevabını umarak dua etmek. Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Onlar bizlere umarak ve korkarak dua ederler." (En­biya, 21/90).

Kimi ilim adamı der ki: Hayat boyunca korkunun umuda baskın gelmesi gerekir. Ölüm geldi mi artık umut baskın olmalıdır. Müslim Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğunu rivayet etmektedir: "Sizden herhangi bir kimse ölüm esnasında mutlaka Allah hakkında hüsnüzan besleyerek ölsün."

Duada haddi aşmamak gerekir. Bu da sesini çokça yükseltip bağırarak, kendisine peygamber mevkiinin verilmesi yahut imkânsız bir şeyi talep etmesi ve buna benzer aşırılıklara kaçarak, bir masiyet ve buna benzer bir talepte bu­lunarak, Kitap ve sünnette bulunmayan sözlerle dua edip garip lafızları ve ka­fiyeli kelimeleri seçerek dua etmesi gibi. Duada aşırılığa kaçmamak gerekir. İş­te bütün bu haller duanın kabul olunmasına engeldir. Evlâ olan, bütün bunları terk etmektir.

Özetle duanın adabı şunlardır: Abdestli olmak, kıbleye yönelmek, meşgul edici hususlardan kalbi uzaklaştırmak, duanın başında ve sonunda Resulullah (s.a.)'a salatü selam getirmek, elleri semaya doğru yükseltmek, duasına da di­ğer müminleri ortak etmek, gecenin son üçte biri, oruçlunun oruç açacağı va­kit, cuma günü, yolculuk hali, mazlumluk hali ve buna benzer duanın kabul olunacağı vakitleri kollamak...[122]

3-  Yüce Allah'ın, "Muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez" buyruğu Al­lah'ın emir ve yasaklarına muhalefet eden herkesin bir haram işlediği takdirde cezalandırılacağını göstermektedir. Eğer işlediği, haramdan bir amelse evlâ olan onu terk etmektir.

4- Hanefîler Yüce Allah'ın "Rabbimize yalvara yakara gizlice dua edin" buyruğunu, "amin" kelimesini namazda gizlice söylemenin açıktan söylemek­ten daha uygun olduğuna delil göstermişlerdir; çünkü bu da bir duadır. Şafiî ise (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bunu açıktan söylemenin daha faziletli ol­duğunu söylemiştir.

Dua esnasında elleri kaldırmaya gelince: Enes'in Resulullah (s.a.)'tan ri­vayet ettiği, "O istiskâ (yağmur için dua) dışında hiç bir duada ellerini kaldır­mazdı, fakat bu dua sırasında da koltuk altlarının beyazlığı görününceye ka­dar ellerini kaldırırdı" hadisine dayanarak Atâ, Tavus, Mücahid, Cübeyr b. Mut'im, Said b. el-Müseyyeb ve Said b. Cübeyr gibi bir kesim ilim adamı mek­ruh görmüşlerdir.

Ashab ve tabiînden başka bir topluluk da ellerin kaldırılmasını caiz gör­müşlerdir. Buharî, Ebu Musa el-Eş'arî'den naklettiğine göre şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.) dua etmiş, sonra ellerini kaldırmıştı. O kadar ki, koltuk altla­rının beyazlığını görmüştüm." Buna benzer bir rivayet Hz. Enes'ten de gelmiş­tir. İbni Ömer der ki: Peygamber (s.a.) ellerini kaldırmış ve şöyle buyurmuştur: "Allahım, Halid'in yaptıklarından uzak olduğumu sana bildiririm."

Yine Müslim'in Sahîh'inde Hz. Ömer'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bedir gününde Resulullah (s.a.) müşriklere baktı. O sırada onlar bin kişi, asha­bı ise üçyüz onyedi kişi idiler. Allah'ın peygamberi ellerini kaldırarak kıbleye yöneldi ve Rabbine gizlice duaya koyuldu. Tirmizî de Hz. Ömer'den şöyle dedi­ğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) ellerini kaldırdığı vakit onları yüzüne sür­medikçe aşağı indirmezdi. Tirmizî der ki: "Bu, sahih garib bir hadistir." İşte bu hadis-i şerif -Kurtubî'nin de naklettiği gibi- rivayet yolu bakımından az önce geçen Enes'in hadisinden daha sahih ve daha sağlamdır. Daha sonra Kurtubî der ki: Dua nasıl kolayına gelirse öylece güzeldir. İsterse kıbleye yönelir, elleri­ni kaldırır bu güzeldir. İsterse yapmaz. Hadis-i şeriflerde varit olduğuna göre Resulullah (s.a.) bütün bunları uygulamıştır.

5- Yüce Allah az ya da çok olsun ıslahtan sonra, yine az ya da çok olsun her türlü fesadı yasaklamıştır. Yüce Allah'ın, "Islah olmuşken yeryüzünde fesat çıkarmayın" buyruğu, zararda aslolanın mutlak olarak haram ve yasak olduğu­nun delilidir. Daha önce geçen, "De ki: Allah'ın ziynetini haram kılan kimdir?" ayeti de hoş, temiz ve lezzetli şeylerde aslolanın da mübahlık olduğunu ifade etmektedir.

6- Yüce Allah'ın, "Muhakkak ki Allah'ın rahmeti ihsan edenlere çok yakındır." buyruğu rahmet özelliğini taşıyan her bir şeyin ihsan edenlere yakın olduğunu göstermektedir. Bundan şu da anlaşılmaktadır: Allah'ın kâfir hak­kında herhangi bir rahmet ve nimeti söz konusu değildir. Çünkü ayet-i kerime şunu ifade etmektedir: İhsan edenlere yakın olmayan her bir şey, rahmet ola­maz. [123]

 

Yağmurun Yağdırılması, Bitkilerin Çıkartılması Ve Bunların İlâhî Kudrete Delâletleri İle Öldükten Sonra Diriliş

 

57- Rahmetinin önünden rüzgârları müjdeci olarak gönderen O'dur. Niha­yet bunlar ağır yüklü bulutları yüklen­diğinde biz onu ölü bir ülkeye gönde­rir, onunla su indirir, sonra onunla her tür mahsul çıkartırız. İşte ölüleri de böyle çıkartırız. Ta ki iyice düşünüp ibret alasınız. '

58- İyi ve temiz ülkenin bitkisi Rabbi-nin izniyle çıkar. Kötü olandan ise fay­dası çok az olandan başkası çıkmaz. Şükreden bir kavim için ayetleri işte böyle yerli yerince açıklarız.

 

Belagat:

 

"Onu... göndeririz." Bu buyrukta gaibden mütekellime iltifat (geçiş) vardır.

"Ölü bir ülke" ifadesinde istiare vardır. Çünkü bir ülkenin kuraklığı ve bit­ki vermemesi, ondan yararlanılamaması bakımından ruh bulunmayan cesede benzetilmiş bulunmaktadır.

"İşte ölüleri de böyle çıkartırız." Bu da mücmel ve mürsel bir teşbihtir. Benzetme edatı zikredildiği halde benzetme yönü anılmamıştır. Ölülerin kabir­lerinden çıkartılmaları da yerden bitkinin çıkartılmasına benzetilmiştir. [124]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Rüzgârları..." Bu kelime -burada olduğu gibi- çoğul olarak kullanıldığın­da hayır anlam ifade eder. Tekil olarak kullanıldığında ise şer anlam ifade eder. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Biz onların üzerine uğursuz ve devam edip giden bir günde onlara gürültülü soğuk bir rüzgâr gönderdik." (Ka­mer, 54/19). Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "Allahım sen bunu rüzgarlar (ri-yâh) kıl, rüzgâr (rîh) kılma."

"Rahmetinin önünden" yani yağmur yağmadan önce "rüzgârları müjdeci olarak" yani yağmurun yağmasından önce ayrı ayrı müjdeleyiciler olmak üzere "gönderen O'dur"; "... bunlar ağır yüklü bulutları" yani su buharı ile dolu bulutlutları "yüklendiğinde" yani rüzgârlar bunları kaldırıp yükselttiğinde "biz onu ölü bir ülkeye gönderir" bitkisi ve merası bulunmayan bir yere sürükler, orayı canlandırmak için "onunla her tür mahsul çıkartırız." O su ile her türlü meyve­nin yetişmesini sağlarız. Meyve (semere) ağacın üzerindeki mahsuldür. İster yenecek olsun, ister olmasın. "İşte ölüleri de böylece çıkarırız." Yani yağmur ile bitkiyi çıkarttığımız gibi ölüleri de kabirlerinden bu şekilde dirilterek çıkartı­rız. "Ta ki iyice düşünüp ibret alasınız" ve imana gelesiniz, "iyi ve temiz" topra­ğı güzel "ülkenin bitkisi Rabbinin izniyle" güzel "çıkar." Bu mümine bir misal­dir. O da öğüdü dinler ve ondan yararlanır. "Kötü olandan" toprağı iyi olma­yandan "ise" bitkisi "faydası çok az olandan başkası çıkmaz"; faydası bulunma­yan, son derece zor ve meşakatten başka bir şey elde edilmez. Bu da kâfire ör­nektir. "Şükreden bir kavim için" Allah'a şükredip iman eden bir topluluk için "ayetleri işte böyle yerli yerince" sözü geçen hususları açıkladığımız gibi böylece "açıklarız" beyan ederiz. [125]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah gökleri ve yeri yaratanın kendisi olduğunu, alt ve üst âlemde mutlak mutasarrıf, egemen ve müdebbir olduğunu, kâinatta bulunan her şeyi insana kendisinin müsahhar kıldığını beyan edip müminlere kendisine dua et­me yolunu gösterdikten sonra, -çünkü o dilediği her şeye kadirdir- yeryüzünde fesat çıkartmayı nehyedip rahmetinin ihsan edicilere yakın olduğunu beyan et­mektedir. Daha sonra, nzık veren kendisi olduğuna, rızkın en önemli kaynağı­nın bir çok hayırları ifade eden güzel bitkiye sebep teşkil eden yağmur olduğu­na ve yeryüzünü ölümünden sonra canlandırdığı gibi kıyamet gününde ölüleri de tekrar dirilteceğine dikkatlerimizi çekmektedir.[126]

 

Açıklaması

 

Yağmurun yağmasından önce yağmuru müjdelemek üzere bulutları gönde­ren Allah'tır. Yüce Allah'ın, "Rahmetinin önünden" buyruğu yağmurun yağdı­rılmasından önce anlamındadır. Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O, onlar ümit kestikten sonra yağmuru indirendir. Rahmetini yayandır, O veli­dir, her hamde lâyık olandır." (Şûra, 42/28); "Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak! Ölümünden sonra yeryüzünü nasıl da diriltiyor1? Şüphesiz ki bu(nları ya­pan) ölüleri de diriltecek olandır. O her şeye gücü yetendir." (Rum, 30/50).

Taşıdıkları suyun fazlalığından dolayı ağırlaşıp yere yaklaşan bulutları, bitkisi olmayan kuru bir araziyi canlandırmak için oraya süreriz. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "Ölü yer de onlara bir âyettir, biz onu can­landırdık..." (Yasin, 36/33).

Biz bulutla yağmur indirdik. Çünkü ilmen bilinmektedir ki, deniz yüzeyi­ne yakın olan hava ısının etkisiyle atmosfere doğru yükselir, soğuk bir bölgeye vardığında veya soğuk rüzgârın etkisiyle soğur. Soğuyunca su buharı yoğunluk kazanır ve bulutları oluşturur. Daha sonra bulut rüzgâr gücüyle hareket eder, sonra da Allah'ın meşiet ve iradesiyle yağmur olarak yere yağar.

Bu anlam bir çok ayet-i kerimede tekrarlanmaktadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Allah O'dur ki rüzgârları gönderir; bunlar bir bulut kaldırır, biz de onu bir beldeye süreriz de onunla ölümünden sonra bir ülkeyi diriltiriz. İşte öldükten sonra diriliş de böyledir." (Fâtır, 35/9). Ayrıca Nur ve Rum surelerinde bu hususları ifade eden ayetler vardır (24/43; 30/48. ayetler)

Biz yağmur ile yerden, renkleri, şekilleri, tad ve kokuları farklı çeşitli bit­ki ve meyveleri çıkartırız. Bu ise Yüce Allah'ın kudretine, merhametinin ve rahmetinin sonsuzluğuna delildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde birbirine bitişik bir çok parçalar, üzüm bağları, ekinler ve çatallı çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor. Onların bir kısmını yemişlerinde bir kısmından üstün kılıyoruz. İşte bunlarda da düşünen topluluk için şüphesiz pek çok ayetler vardır." (Ra'd, 13/4).

Hüküm itibariyle birbirine benzeyen şeylerin bilinebilmesi için bir şey bir şeyle, benzeyen şeyler benzerleriyle alındıklarından dolayı, Yüce Allah burada da öldükten sonra dirilişi inkâra şöylece işaret etmektedir: "İşte ölüleri de böy­lece çıkarırız..." Yani şu ölü ve kurumuş araziden su ile çeşitli bitkileri çıkarttı­ğımız gibi, ölüleri de diriltir ve kabirlerinden çıkartırız. Çünkü Yüce Allah her şeye kadir olandır. O ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkartır. Bu benzerliği öğüt alasınız, ibret alasınız ve bunun sonucunda da öldükten sonra dirilişe veya ahi-ret gününe iman edesiniz diye açıkladık. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Kendi yaratılışını unutup bize bir misal getirerek dedi ki: Çürümüş ol­dukları halde kemikleri kim diriltecek? De ki: Onları ilk defa var eden dirilte-cektir. O, her bir yaratmayı çok iyi bilendir." (Yasin, 36/78-79); "İlk yaratmayı başlattığımız gibi onu tekrar iade ederiz." (Enbiya, 21/104); "İlk önce sizi yarat­tığı gibi yine (O'na) döneceksiniz." (A'râf, 7/29).

Fakat insanların öldükten sonra dirilişe iman ile hazırlanmaları, tabiat ve nefislerin farklılığı dolayısıyla farklı farklıdır. Kimisi iman çağrısına olum­lu karşılık veren, hoş, iyi ve temizdir; kimisi de imandan yüz çeviren kötü bir kimsedir. Bundan dolayı Yüce Allah, "İyi ve temiz ülkenin bitkisi..." diye bu­yurmaktadır. Yani toprağı iyi olan arazinin bitkisi çabuk ve güzel çıkar. Kötü topraklı -kıraç ve benzeri- arazilerin bitkileri ise ancak pek az ve zorlukla çı­kar.

İbni Abbas der ki: Bu Yüce Allah'ın mümin ve kâfire dair vermiş olduğu bir örneklemedir. Yani Yüce Allah mümini iyi ve güzel araziye benzetirken, kâ­firi de kıraç araziye benzetmiştir. İmam Ahmed'in Buharî, Müslim ve Nesaî'nin Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet ettikleri hadis de bunu andırmaktadır. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah'ın benimle göndermiş olduğu hidayet ve ilmin misali, bir araziye yağan çokça yağmura benzer. O arazinin birazı temiz­dir, suyu kabul eder ve bunun sonucunda pek çok bitki ve ot bitirir. Bazısı da serttir, suyu tutar, Allah onunla insanları faydalandırır. İçerler, hayvanlarını sularlar, ekinlerini sularlar. Bir başka bölümüne de isabet eder ki, orası suyu tutmayan, ot bitirmeyen dümdüz kayalık yerdir. İşte Allah'ın dinini iyice öğre­nip Allah'ın benimle gönderdiği bilgilerden yararlandırdığı ve bunları öğrenip öğreten kimsenin durumu ile bunları önemsemeyip aldırmayan ve Allah'ın be­nimle gönderdiği hidayetini kabul etmeyen kimsenin misali böyledir."

Bu örneklemeler ve karşılaştırmalarla eşya arasındaki çeşitli benzer yön­lerini ortaya koyan açıklamalar insanları ikna etmek, onları imana sevk etmek içindir. Bundan dolayı Yüce Allah, "Şükreden bir kavim için işte böylece ayetleri yerli yerince açıklarız" diye buyurmaktadır. Yani bizler bu şekilde geniş geniş açıkladığımız gibi, Allah'ın göz kamaştırıcı kudretine delâlet eden ayet-i keri­meleri Allah'ın nimetine şükreden bir topluluğa tekrar tekrar anlatır ve açıkla­rız. Bunlar ise müminlerdir, ta ki bu ayetler üzerinde gereği gibi düşünüp on­lardan gereken ibreti alsınlar. [127]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Rızkı veren Yüce Allah'tır, yağmuru indiren de O'dur. Yağmur ile ekin, bitki, ot, ağaç ve meyveleri bitirir. İnsanlar ve hayvanlar bunlardan yararlanır­lar. Hayvanın faydası da sonunda yine insana râcidir. Yağmurların indirilmesi, ekinlerin bitirilmesi Allah'ın varlığına, hikmet ve kudretine delildir.

2- Ölülerin kabirlerinden diri olarak çıkartılmaları, canlı bitkinin hiç bir hayat belirtisi bulunmayan ölü ve kurak araziden çıkartılmasına benzer. İşte bu, insanlar için bir öğüttür. Umulur ki onlar öldükten sonra dirilişe, kıyamet gününde kabirlerinden kalkacaklarına iman ederler.

3- Yüce Allah mümin ve kâfire bir örnek vermektedir.

O, mümini, üzerine yağmur indiği takdirde çeşitli çiçek ve meyveleri biti­ren iyi ve güzel araziye benzetirken, kâfiri de pek az müstesna, hiç bir bitkisi bulunmayan, yağmur yağdığı halde fayda etmeyen kıraç araziye benzetmekte­dir. İsterse üzerine yağmur yağsın. Kur'an-ı Kerim'in indirilişini de yağmurun yağdırılmasına benzetmektedir. Bilgisizlikten ve kötü ahlâk şaibelerinden uzak, temiz, an-duru ruha Kur'anın nuru ulaştığı takdirde, o ruhta güzel ahlâk ortaya çıkar. Murdar ve kötü olan ruha Kur'an'ın nuru ulaşsa bile orada bilgi ve güzel ahlâktan -pek az müstesna- hiç bir eser görülmez.

4- Yüce Allah öğüt alsınlar, ibret alıp iman etsinler diye insanlara misaller vermektedir. Ayetleri defalarca geniş geniş tekrarlamaktadır. Şirki çürütmek için türlü delil ve belgeleri ortaya koymaktadır. Nitekim insanların muhtaç ol­dukları her hususta da ayetler bu şekilde anlatılmaktadır. Olur ki şükredenler, öğüt ve ibret alırlar da kendilerine ihsan etmiş olduğu nimetlere karşılık Yüce Allah'a şükrederler. Özellikle şükredenlerin söz konusu edilmesi bundan yarar­lanan kimselerin onlar olmasından dolayıdır. Nitekim Yüce Allah'ın, "O, takva sahipleri için bir hidayettir." (Bakara, 2/2) buyruğu da böyledir. [128]

 

Nuh (A.S.) Kıssası

 

59- Andolsun ki Nuh'u kavmine gön­derdik, şöyle dedi: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Doğrusu ben sizin için bü­yük bir günün azabından korkarım."

60- Kavminden ileri gelenler (mele') de dedi ki: "Doğrusu biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz."

61- Dedi ki: "Ey kavmim, bende bir sa­pıklık yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir pey­gamberim.

62- Rabbimin vahyettiklerini size bildi­riyorum. Size öğüt veriyorum. Ben si­zin bilmediğinizi de Allah katından bi­liyorum.

63- Sizi uyarması, sizin sakınmanız ve böylece rahmete kavuşturulmanız için aranızdan bir adama Rabbiniz tarafın­dan bir öğüt geldi diye mi hayret edi­yorsunuz?"

64- Bunun üzerine onu yalanladılar, biz de onu ve gemide beraberinde olanları kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayanları da suda boğduk. Çünkü on­lar gerçekten kör bir kavim idiler.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Doğrusu ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım." Burada maksat kıyamet günüdür. "İleri gelenler (mele') dedi ki": kavmin eşrafı ve baş­kanları demektir.

"Rabbimin vahyettiklerini" yani Rabbimin bana vahyetmiş olduğu emir, yasak ve öğütlerini, yasaklayıcı, müjdeleyici ve uyarıcı buyruklarını "size bildi­riyorum. Size öğüt veriyorum", sizin için iyilik istiyorum, samimi niyetle size faydalı olanı gösteriyorum.

"Sizi uyarması" iman etmediğiniz takdirde azapla korkutması "için aranız­dan bir adama" yani sizin emsinizden olan bir kimseye "bir öğüt geldi diye mi hayret ediyorsunuz". "Çünkü onlar kör bir kavim idiler" yani hakkı göremeyen kimselerdiler. [129]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah, surenin baş tarafında Hz. Adem'in kıssası ve onunla ilgili olan hususları zikrettikten sonra, peygamberlerin kıssalarını öncelik sırasına göre zikretmeye başlamaktadır. Önce insanların ikinci atası ve Yüce Allah'ın Hz. Adem'den sonra yeryüzündeki insanlara gönderdiği ilk peygamber olan Hz. Nuh ile başlamaktadır. Peygamberlerin kıssalarının zikredilmelerine sebep ise, şuna dikkat çekmektir: İnsanların peygamberlerin çağrısını kabul etmekten yüz çevirmeleri yalnızca Muhammed (s.a.)'in kavmi olan Kureyş'e has bir du­rum değildir. Aksine bu geçmiş bütün ümmetlerde görülen ortak bir tavırdır. Musibet ise, umumi bir hal aldığı vakit hafifler. İşte bunda Resulullah (s.a.)'a bir teselli ve kalbinin sıkıntılarını bir hafifletme vardır: "Peygamberlerin ha­berlerini onunla kalbine sebat verelim diye sana kıssa olarak anlatıyoruz..." (Hud, 11/120). Kıssalarda akibet de açıklanmaktadır: Bu, münkirlerin akibeti olan dünyada lanete uğramak, ahirette hüsrana uğramak ile müminlerin aki­beti olan dünyada aziz olmak ve ahirette mutluluğa kavuşmaktır.

Kıssaların zikredilmesiyle Yüce Allah her ne kadar bu batıllara mühlet veriyor idiyse de, onları ihmal etmediğine, aksine onlardan intikam aldığına dikkat çekilmektedir. Bu ise nesiller için yeterli bir öğüt ve yeterli bir ibrettir: "Andolsun onların kıssalarında özlü akıl sahipleri için bir ibret vardır." (Yusuf, 12/111)

Kıssanın tahrifsiz ve yanlışsız olarak sunulması ayrıca ümmî olan, oku­ması yazması bulunmayan Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine de bir delildir. Çünkü bu, onun kıssayı ancak vahiy ile bildiğini göstermektedir ki, bu da onun peygamberliğinin delilidir. [130]

 

Hz. Nuh (a.s.) Kıssası:

 

Hz. Nuh (a.s.)'un geriye doğru nesebi şöyledir: Nuh, Lâmek, Müteveşlih, Ahnûh -ki İdris'tir.[131] Yared, Mehleil, Kaynân, Anûş, Şîs ve insanlığın atası Adem.

Müslim'in Sahih' inde yer alan şefaat hadisinde de belirtildiği gibi, o müş­riklere gönderilen ilk peygamberdir. Ebu Hureyre'den gelen hadiste şöyle de­nilmektedir: "Ey Nuh, sen yeryüzüne gönderilen ilk rasulsün." Aynı zamanda o kızlarla, kızkardeşlerle, halalarla ve teyzelerle evlenmeyi haram kılan şeriatı getiren ilk rasuldür. Muhammed b. İshâk der ki: Öldürülmüş bir peygamber olması dışında, Hz. Nuh'un karşılaştığı eziyet gibisini hiç bir peygamber kavmin­den görmemiştir. Allah onu elli yaşında iken kavmine peygamber gönderdi. Hz. Nuh marangozdu.

İbni Abbas der ki: Peygamberlik ona kırk yaşında iken verildi. Daha sonra tufanın akabinde altmış yıl yaşadı, insanlar çoğaldı ve yayıldı.

Yezîd er-Rukâşî der ki: Ona Nuh denilmesinin sebebi, kendisi için çokça ağıt yakmış olmasıdır. Hz. Adem ile Hz. Nuh (ikisine de selâm olsun) arasında hepsi de İslâm üzere on nesil geçmiştir.

Tirmizî ve başkalarının naklettiklerine göre şu anda bulunan bütün in­sanlar Nuh (a.s.) soyundandır. ez-Zührî'nin naklettiğine göre Araplar, İranlılar, Rumlar, Şam halkı (Suriyeliler) ve Yemenliler Hz. Nuh'un oğlu Sdm'ın çocukla­rıdır. Sind, Hind, Zenciler, Habeşliler, Zûtlar ve Nûbeliler ile bütün siyahiler de Hz. Nuh'un oğlu Hâm'm çocuklarıdır. Türkler, Berberiler, Çin'in ötesi Ye'cûc, Me'cûc ve İskitler hepsi de Nuh'un oğlu iîi/es'tendirler.

Putlara ilk olarak tapınma: Salih bazı kimseler ölmüş, kavimleri de üzer­lerine mescitler inşa edip suretlerini yapmışlardı. Böylelikle onların durumla­rını ve ibadetlerini hatırlamak, onlara benzemek istemişlerdi. Aradan geçen uzun zaman sonra bu suretlere bir de bedenî şekiller verdiler. Zaman bir süre daha geçtikten sonra bu sefer bu putlara ibadet ettiler ve bunlara salih kimse­lerin isimlerini verdiler: Ved, Suvâ', Yağûs, Yeûk ve Nesr.

Daha sonra iş aşırı bir hal alınca, Yüce Allah rasulü Nuh'u gönderdi ve on­lara hiç bir ortak koşmaksızm bir ve tek olarak Allah'a ibadet etmelerini em­retti ve Kur"an'daki ifadesiyle Hz. Nuh şöyle seslendi: "Ey kavmim, dedi, Al­lah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur..."

Hz. Nuh, Kur'an-ı Kerim'de 43 yerde anılmaktadır. Kıssası A'raf, Hud, Mü'minûn, Şuarâ, Kamer ve Nuh surelerinde etraflı bir şekilde anılmaktadır. Kıssasının muhtevası da şöyledir: O kavmine hiç bir ortak koşmaksızm bir ve tek olarak Allah'a ibadet etmeleri çağrısında bulundu, onların putlara ibadeti terk etmelerini istedi; fakat onlar ona inat ettiler, ona karşı çıktılar, eziyet etti­ler. Kimi önderlerine tabi oldular, ona çok büyük çapta hileler yaptılar, tuzak­lar kurdular. Ved, Suvâ', Yağûs, Yeûk ve Nesr'e ibadeti terk etmemeyi kararlaş­tırdılar. Büyük bir ahmaklık ve tekebbür edasıyla şöyle dediler: Sen bizimle tartıştın, hem de tartışmanı çok ileriye götürdün. Gerçek şu ki, bizler üzerinde bulunduğumuz hali terk etmeyeceğiz. Haydi bizi kendisiyle tehdit ettiğin azabı getir. O da kendilerine onları azaplandırmanın Allah'ın elinde olduğunu belir­terek cevap verdi.

Hz. Nuh, yaklaşık bin yıl, (dokuzyüz elli) boyunca kavmini davet ettikten sonra iman edeceklerinden ümit kesince, Yüce Allah ona kurtuluş aracı olan gemiyi yapmasını emretti. Kavmi yanından geçtikleri her seferinde onunla ve işiyle alay ediyorlardı. Gemiyi tamamlayıp Yüce Allah ona hanımı dışında ka­lan yakınlarını ve ayrıca kavminden diğer iman edenleri de birlikte gemiye al­masını emretti. Bunlar ise sadece altı kişi idiler. Erkek ve kadın kırk kişi oldukları da söylenmiştir. Ayrıca Yüce Allah Hz. Nuh'a beraberinde bütün kuş, hayvan ve yırtıcı canlılardan çifter çifter almasını da emretti.

Daha sonra ailesinin tandırından su kaynayıp coştu ve pek çok miktarda su her yerden fışkırmaya başladı. Nihayet tufan kavminin tümünü ve yeryü­zünde bulunan bütün insan ve hayvanların üstünü kapattı. Gemide, birlikte binmeyi şu sözleriyle kabul etmeyen oğluna varıncaya kadar helak oldular: "Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım." (Hud, 11/43). Nihayet gemi Tür­kiye'nin güneyinde Diyarbakır yanlarında Cudi dağı üzerine oturdu: "Ey arz suyunu yut, ey sema suyunu tut!" denildi ve su çekildi, iş olup bitti ve gemi Cu-di'ye oturdu, zalimler topluluğuna, "Uzak olsunlar" denildi." (Hud, 11/44).

Tufanın bütün yeryüzünü kuşatması ile ilgili olarak ilim adamlarının iki görüşü vardır: Bir kesime göre Tufan yeryüzünün her tarafını kuşatmıştır. Bu­na delil ise dağların tepelerinde bir takım canlı hayvan kalıntılarının varlığı­dır. Başkaları ise, tufan genel değildir, demektedir. Sadece Hz. Nuh ve kavmi­nin yerleşik bulunduğu tarafta olmuştur. Burası ise Ortadoğu ve ona komşu olan bölgelerdir.

Bilindiği gibi belâ genel gelir, rahmet ise özeldir. İntikam hiçbir zaman za­limlere münhasır olmaz. O bakımdan suçsuz küçük çocukları, yırtıcı hayvanla­rı ve kuşları dahi kapsar: "Ve yalnızca sizden zulmedenlere isabet etmeyecek bir fitneden sakınınız." (Enfâl, 8/25).

Hz. Nuh iki duada bulunmuştu: Birincisi müminler içindi, ikincisi ise kâ­firler aleyhine idi. Birinci duası şuydu: "Rabbim bana, ana babama, evime mü­min olarak girenlere, mümin erkeklere ve mümin kadınlara mağfiret buyur..." (Nuh, 71/28).

İkinci duası (bedduası) ise şöyleydi: "Nuh dedi ki: Rabbim yeryüzünde kâ­firlerden diyar tutan bir kimseyi bırakma. Çünkü sen onları bırakacak olursan kullarını saptırırlar ve günahkâr ve çok nankörden başkasını da doğurmazlar." (Nuh, 71/26-27).

Hz. Nuh'un oğlu da helak olanlar arasında idi. Çünkü o zalim ve kâfir idi. Buna delil ise daha sonraki ayet-i kerimede yer alan, "Zalimlerin helakinden başka şeylerini de artırma!" (Nuh, 71/28) diye buyurmuş olmasıdır. Zulüm, küf­rün kendisidir. Bir topluluğun görüşüne göre burada sözü geçen Hz. Nuh'un öz oğludur. Başkalarının kanaatine göre ise o başka bir kocadan olma, hanımın­dan üvey oğludur; öz oğlu değildir.

Hz. Nuh'un hanımı, "Kocam delidir" derdi. Nitekim Hz. Lût'un hanımı da kocasının yanına gelen misafirleri halka bildiriyordu: "Allah kâfir olanlara Nuh'un karısı ile Lût'un karısını misal verdi. İkisi de kullarımızdan salih iki kulun nikâhı altındaydılar. O kadınlar kocalarına hainlik ettiler. Kocalarının ise Allah'ın azabına karşı onlara bir faydaları olmadı, girenlerle birlikte ikiniz de ateşe girin, denildi." (Tahrîm, 66/10).

KuYan-ı Kerim'de, geminin hacmi ile ilgili açık bir ifade kullanılmamıştır. Ancak bu gemi, "Dopdolu gemi" (Yasin, 36/41) olmakla ve "levhalar ve çivileri" (Kamer, 54/13) olmakla nitelendirilmiş ve Allah'tan bir vahiy ve bir ilham ile yapıldığına işaret edilmiştir: "Ve gemiyi bizim nezaretimiz altında ve vahyimiz­le yap!" (Hud, 11/38). [132]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah Mekkelilere ve diğerlerine, Hz. Nuh'u, kavmini korkutup uyar­mak, onları Allah'ın tevhidine davet etmek ve yalnızca O'na ibadet etmek üze­re gönderdiğini bildirmektedir. Onlara şöyle demişti: "Ey kavmim, Allah'a kul­luk edin. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur." Yani siz ibadetinizle ona ortak koşmaksızın bir ve tek olan Allah'a yönelin. Çünkü sizin ibadet ve dua edeceği­niz, kendisinden hayır isteyeceğiniz Allah'tan başka bir ilâhınız yoktur. Her şe­yi yaratan Allah'tır. Göklerin ve yerin melekûtu O'nun elindedir. O bu kâinatın işlerini yürüten hak ilâhtır, ibadete, takdis ve tazime lâyık olan O'dur.

"Doğrusu ben sizin için... korkarım." Şirk koşmanız sebebiyle sizin için Al­lah'ın huzuruna O'na ortak koşmuş olarak çıkacak olursanız, büyük bir günün yani kıyamet gününün azabından sizin için korkarım. Burada büyük günden kasıt, kıyamet günü veya üzerlerine azabın ineceği gün olan tufan günüdür.

"Allah'a kulluk edin" buyruğundan sonraki iki cümlenin birincisi neden yalnızca Allah'a ibadet edileceğini, ikincisi ise O'na neden ibadet edilmesi ge­rektiğini açıklamaktadır.

Ancak kavminin melei yani eşrafı, efendileri ve önderleri dediler ki: "Ger­çekten bizler seni, bizi putlara ibadeti terk etmeye çağırdığın için, büyük bir sapıklık içerisinde çepeçevre kuşatılmış görüyoruz." İşte böyle günahkârlar iyi olanları sapıklık içerisinde görürler. Bunlar her zaman için doğru yola çağıran­lara düşmandır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi. Onları gördükle­rinde: "Muhakkak bunlar elbette sapıklardır, derler." (Mutaffifîn, 83/23); "Kâfir olanlar iman edenlere dediler ki: Eğer o bir hayır olsaydı, bizden önce ona ula­şamazlardı. Onlar onunla hidayet bulmadıkları için de bu eski bir yalandır, di­yeceklerdir." (Ahkâf, 46/11).

Hz. Nuh da onlara cevaben dedi ki: Ey kavmim! Ben size Allah'ı tevhidini­zi ve ortak koşmaksızın ibadet etmenizi emrettiğim için hak yoldan sapmış de­ğilim. Aksine ben size âlemlerin Rabbi olan her şeyin mutlak hükümdarı tara­fından gönderilmiş bir elçiyim. Ben sizi doğruya iletiyorum ve sizleri dünya ve ahirette mutluluk kaynağı olacak şeye çağırıyorum. Sapıklık (dalâlet) ise Ze-mahşerî'nin naklettiği gibi, dalâl'den daha özeldir. O bakımdan kendisinin da-lâl içerisinde olmadığını ifade etmesinden daha beliğ bir ifadedir. Sanki şöyle demiş gibidir: Bende dalâl namına bir şey yoktur.

Rabbimin benimle gönderdiği mutlak tevhide, Allah'a, meleklerine, kitapla­rına, peygamberlerine, ahiret gününe, onun kapsamına giren cennete, cehenne­me, sevap ve cezaya imana davet gibi sizlere Rabbimin benimle gönderdiği şeyle­ri iebliğ ediyorum. Ayrıca sizlere ibadetlerin, muamelâtın aslını, genel hükümle­rini, üstün ahlâk ve adabı da açıklıyorum. Özetle sizlere bütün emir, yasak, öğütleri ve uzak durulması gereken şeyleri, müjde ve uyarılan bildiriyorum.

Sizlere menfaat ve hile şaibelerinden uzak, katıksız bir şekilde samimi olarak öğüt veriyorum. Küfrünüze ve beni yalanlamanıza karşılık Allah'ın ce­zasından sizleri sakındırıyorum. Müslim, Ebu Davud ve Nesaî, Temim ed-Dâ-rî'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Din nasi­hatin kendisidir. "Kime ey Allah'ın rasulü" diye sorduk, şöyle buyurdu: "Al­lah'a, Rasulüne, Kitabına, Müslümanların yöneticilerine ve hepsine."

İşte ben bu tebliğ ve öğüdümü yaparken Allah'tan gelen vahiyle bu âlemin akibetine dair sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Şüphesiz benim, şirkin aki-beti olarak dünya azabının geleceğini belirterek uyarıp korkutmam ve size öğüt vermem, sizin bilmediğiniz benimse kesin bildiğim bir bilgiden dolayıdır. İşte peygamberin durumu budur. O, son derece açık bir şekilde tebliğ eden, öğüt veren ve Allah'ı bilen bir kimsedir. Buna göre, "Ben sizin bilmediğinizi de Allah katından biliyorum" buyruğundan kasıt, insanları Allah'ın tevhidi, O'nun celâlinin sıfatları, dünya ve ahirette emirlerine karşı gelme dolayısıyla çetin cezası ile ilgili bilgileri elde etmeye dönmelerini sağlamaktır.

Müslim'in Sahîh'inde yer aldığına göre Resulullah (s.a.) Arefe günü -ki o gün en kalabalık oldukları bir gündür- şöyle buyurmuştu: "Ey insanlar, size be­nim hakkımda soru sorulacak, ne diyeceksiniz?" Dediler ki: Senin tebliğ ettiği­ne, risaleti eda ettiğine ve samimi olarak öğüt verdiğine tanıklık ederiz. Hz. Peygamber bunun üzerine "Şahit ol Allahım! Şahit ol Allahım!" diyerek sema­ya doğru parmağını kaldırıp indirmeye başladı."

Daha sonra Yüce Allah Hz. Nuh'un kavmine şöyle dediğini haber vermek­tedir: "Size Rabbinizden bir öğüt ve bir ibret, aranızdan bir kişi vasıtasıyla gel­di diye hayret mi edeceksiniz?" O sizleri küfrünüzün akibetinden sakındırmak, ibadette Allah'a ortak koşmanın cezasından kurtarmak için takvaya hazırla­mak (yani emirlere bağlanıp yasaklardan kaçınmanızı teşvik etmek) ve mü­minlere indirdiği rahmetine mazhar olmayı vaad etmek yahut da sizin takva sahibi olabilmenizi sağlamak için geldi diye hayret mi edersiniz? Takva ise uyarı ve korkutma sebebiyle meydana gelen kalpten gelen bir korkudur. Ve siz takva sahibi olduğunuz takdirde merhamete lâyık olasınız diye hayret mi ede­ceksiniz?

Allah'ın rahmeti, lütfü ve ihsanı olmak üzere sizi uyarması, intikamından sakınmanız, O'na şirk koşmamanız için ve ayrıca O'na itaat ve peygamberleri­ne iman etmek suretiyle size merhamet etsin diye kendi cinsinizden bir kişiye vahyetmesinde hayret edecek bir taraf yoktur.

Fakat onlar hak çağrısına ve bu ihlâs ve samimiyete kulak vermediler. O'nu yalanlamaya ve muhalefet etmeye çoğunlukla devam ettiler. Aralarından O'nunla beraber pek az kimse dışında iman eden olmadı. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onunla beraber pek az kimse dışında iman eden olmadı." (Hud, 11/40). Denildiğine göre onunla birlikte iman edenle­rin sayısı on üç kişi idi: Hz. Nuh, çocukları Sam, Ham, Yafes ve onların eşleri ile ona iman eden başka altı kişi daha. Yine denildiğine göre bu iman edenler, kırk ya da kırkı erkek kırkı da kadın olmak üzere seksen kişi idiler.

Ceza onların tufan ile suda boğulmalarıydı: 'Yalanlayanları da suda boğ­duk..." Yani ayetlerimizi yalanlayıp onları bile bile inkâr edenleri tufan ile su­da boğduk. Buna sebep ise küfürleri, sapıklık ve şirklerine devam etmeleriydi. Gerçekten onlar hakka karşı kör bir topluluk idi. Hakkı görmüyor, hidayet bul­muyorlardı. Yüce Allah'ın, "Kör bir kavim idiler" buyruğundan kasıt, basiretsiz ve kalpleri kör kimseler demektir. Körlük ile kör arasındaki fark ise şudur: Bi­rincisine sebep basiret körlüğü, ikincisine sebep ise basar (göz) körlüğüdür.

Yüce Allah, rasulü Nuh'u ve onunla birlikte iman eden az sayıda kimseyi kurtardı. Böylelikle Yüce Allah bu kıssada dostlarının intikamını düşmanların­dan aldığını, rasulünü ve müminleri kurtarıp onların düşmanı olan kâfirleri helak ettiğini bildirmektedir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyur­maktadır: "Şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve şahitlerin ayağa kalkacağı günde yardım ederiz (muzaffer kılarız)." (Mü'min, 40/51).

O halde ey İslâm davasının muhatapları! Sizler de onlar gibi olmaktan ya­hut da onların izledikleri yolda gitmekten sakınınız.

Hud suresinde bu kıssa ile ilgili daha kapsamlı genişçe açıklamalar gele­cektir. [133]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Nuh (a.s.) kıssası, onun kavmini davette üç unsura önem verdiğini göster­mektedir:

1- O, kavmine Yüce Allah'a ibadeti emretti.

2- Allah'tan başka hiç bir ilâhın olmadığı hükmünü ilân etti. Birinci ifade­den maksat teklifi ispat etmek, ikinciden maksat ise tevhidi ikrar etmektir. İkincisi ise birincisinin gerekçesi gibidir.

3- Üçüncüsü de "Doğrusu ben sizin için büyük bir günün azabından korka­rım" buyruğunda ifade edilmektedir ki bu da ya kıyamet günündeki azap ya­hut da tufan günü azabıdır. Korkmaktan kasıt ise, bunu yakinen bilip inan­maktır. Çünkü o ya dünyada veya ahirette -eğer bu dini kabul etmeyecek olur­larsa- azabın üzerlerine ineceğini kesinlikle biliyordu. Başkaları ise, "Hayır, bundan kasıt, onun böyle bir şeyi zannettiği ve bunun olup olmadığından şüp­he ettiğidir" demişlerdir.

Bu ayet-i kerimenin zahirine göre ilâhın ibadeti hak eden zat olduğu anla­şılmaktadır. Çünkü Yüce Allah'ın, "Allah'a kulluk edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur" buyruğu ispat ve nefiy (olumlu ve olumsuz) bir ifade taşımaktadır. Söylenen sözün doğru olabilmesi için, bu ikisinin aynı mefhumu ifade etmeleri gerekmektedir. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olmaktadır: Allah'a ibadet edin, sizin ondan başka mabudunuz yoktur. Böylelikle nefiy ve ispat birbirine mutabık düşmektedir.

Ayet-i kerime aynı şekilde fâcir ve kâfirlerin âdeten iyi ve hayırlı mümin­leri sapıklık içerisinde gördüklerini, her zaman hidayete çağıranlara düşman olduklarını da göstermektedir. İşte bunlar Nuh (a.s.)'u peygamberlik iddiasın­da bulunduğu için sapıklıkla itham etmişlerdir. Onu yalanlamış ve çağrısına karşı isyan etmiş, ona eziyet ve işkencede aşırıya gitmiş, putlara ibadette ısrar etmişlerdi.

Âdeten peygamberlerin görevi risaleti tebliğdir. Şu kadar var ki, risaletin tebliği ile nasihatin yapılması arasında bir fark vardır. O da şudur: Tebliğ Yüce Allah'ın mükellefiyet türlerini, emir ve yasaklarının kısımlarını tanıtıp bildir­mektir. Nasihat ise itaate teşvik, masiyetten sakmdırmaktır. Bu yapılırken de teşvik ve korkutma yollarına dayanılır.

Ayet-i kerimeler, Yüce Allah'ın kendisi sebebiyle peygamber gönderdiği ga­yeyi de söz konusu etmektedir. Yüce Allah buyuruyor ki: "Sizi uyarması" yani kendisi dolayısıyla sizleri uyardığı, "sizin sakınmanız" yani kendisi sebebiyle sakınmanız gereken şeyleri "ve böylece rahmete kavuşturulmanız için"; çünkü peygambere itaat ilâhî rahmetin bol bol yağmasının yoludur. Çünkü peygam­ber gönderilmesinden maksat da uyarmaktır. Uyarmaktan maksat ise gerek­meyen her şeyden sakındırmaktır. Takvadan (sakınmaktan) maksat ise, ahiret yurdunda ilâhî rahmete nail olmaktır. el-Cubbaî, el-Ka'bî ve Mutezile'den olan Kadı Abdulcabbar der ki: Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın kendilerine peygam­ber olarak gönderdiği kimselerden takva sahibi olmalarını ve rahmete kavuş­malarını istediğine delâlettir.

Peygamber veya rasul âdeten kendilerine peygamber gönderilenlerin cin­sinden olur, o da kendilerini Allah'ın yoluna davet ettiği insanların cinsinden bir insandır. Şayet bir melek olsaydı belki de cinsler farklı olduğu için tabiatler de birbirinden uzaklaşırdı. İşte bundan dolayı her bir peygamberin kıssasında "Sizden bir adam", "onlardan bir peygamber" gibi ifadeler tekrarlanmıştır.

Yalanlayan, bile bile inkâr eden ve şirk koşan Nuh kavminin akibeti ol­dukça büyük tufan sebebiyle suda boğulmaları şeklinde tecelli etti. [134]

 

Hz. Hud (A.S.) Kıssası

 

65-  Âd'a da kardeşleri Hud'u gönder­dik. Dedi ki: "Kavmim, Allah'a ibadet edin; sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız?"

66- Kavminden inkâr etmiş ileri gelen­ler (mele') dediler ki: "Gerçekten biz se­ni beyinsizlik içinde görüyoruz ve doğ­rusu biz seni yalancılardan sanıyoruz.

67- Dedi ki: "Kavmim, bende hiç bir be­yinsizlik yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbinden (gönderilmiş) bir peygam­berim.

68-  Size Rabbimin vahyettiklerini bil­diriyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.

69-  Sizi uyarması için aranızdan bir adama Rabbiniz tarafından bir öğüt geldi diye mi hayret ediyorsunuz? Dü­şününüz ki o sizi Nuh kavminden son­ra halifeler yaptı. Yaradılış itibariyle size oldukça boy bos da verdi. Artık Al­lah'ın nimetlerini hatırlayın ki felaha eresiniz."

70- Dediler ki: "Sen bize yalnız Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmak­ta olduklarını bırakmamız için mi gel­din? Öyleyse şayet doğru söyleyenler­den isen tehdit ettiklerini getir bize!"

71- Dedi ki: "Gerçekten üzerinize Rab-binizden bir azap, bir gazap gelecektir. Allah haklarında hiç bir delil indirme-mişken kendinizin ve atalarınızın tap­tığı bir takım adlar hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz? Bekleyin öyleyse! Şüphesiz ben de sizinle bera­ber bekleyenlerdenim."

72-  Bunun üzerine tarafımızdan bir rahmetle onu ve beraberinde bulunan­ları kurtardık. Ayetlerimizi yalan sa­yıp iman etmemiş olanların kökünü kestik."

 

Belagat:

 

"Kökünü kestik" buyruğu onların kökten yok edildiklerini, hep birlikte he­lak edildiklerini, kinaye üslubuyla ifade etmektedir. [135]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Âd'a da kardeşlen Hud'u gönderdik." Yani ilk Âd kavmine onların cinsle­rinden ve onlardan olan birisini gönderdik. Aynı cinse mensup olan birisini, "Arapların kardeşi" demek gibi. Gönderilen peygamberin onlardan birisi olma­sı söylenen sözü daha iyi anlamalarını, doğruluk ve emaneti bakımından onun durumunu daha iyi bilmelerini sağlar. Onlara gelen bu peygamberin nesebi ise geriye doğru Hud, Şaleh, Arfahşed, Sâm ve Nuh şeklindedir. Buna göre bu kar­deşlik din kardeşliği değil nesep kardeşliğidir.

"Kavminden ileri gelenler (mele') dediler ki:" Mele', bir kavmin eşrafı de­mektir. Burada Nuh kavminden farklı olarak, mele'in küfretmiş olmakla nite­lendirilmiş olmaları, Hud kavminin eşrafı arasında gizlice iman etmiş kimsele­rin bulunmasından kaynaklanıyordu. İslâm'a girdiği halde Müslümanlığını gizleyen Mersed b. Sa'd gibi. Fakat Nuh kavminin eşrafı arasında iman eden kimse olmamıştı. Böylelikle nitelik söz konusu edilerek aralarında ayırım oldu­ğu anlatılmak istenmiştir.

"Biz seni bir beyinsizlik" yani akıl hafifliği, basit düşünüş "içerisinde görüyoruz". "Dedi ki: Ben güvenilir bir öğütçüyüm", yani ben aranızda samimi öğüt vermek ve güvenilir olmakla tanınmış bulunuyorum. Benim herhangi bir suçla itham edilmemem gerekir. Ben, davet ettiğim hususta size öğüt veren bir kimseyim. Size söylediğim sözlerde güvenilir bir kişiyim. Bu hususta yalan söylemiyorum.

"O sizi Nuh kavminden sonra halifeler yaptı", yani sizi Nuh kavminden sonra yeryüzünde halifeler yaparak onların yerine geçirdi. Yahut sizi yeryü­zünde hükümdarlar kıldı. Onlardan sonra siz orada halifelik makamına getiril-diniz. "Yaratılış itibariyle size oldukça boy pos da verdi." Uzun, güçlü kuvvetli ve iri yarı bir bedene sahip kıldı. Denildiğine göre onların uzun boyluları yüz arşın, kısaları da altmış arşın boyunda idi. "Allah'ın nimetlerini" yani sizi hali­feler kılmak ve size boy-pos vermek ve bunun dışındaki bağışları türünden olan nimetlerini "hatırlayın", "...öyleyse... tehdit ettiklerini" yani bizi kendisiyle tehdit ettiğin azabı "getir bize. Dedi ki: Gerçekten üzerinize Rabbinizden bir azap, bir gazap gelecektir." Yani artık size böyle bir azabın, böyle bir gazap ve intikamın gelmesi hak olmuştur, yahut üzerinize inmiş bulunmaktadır. "Kendi­nizin... taktığı bir takım adlar hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz?" İsim takıp kendilerine ibadet ettiğiniz bir takım putlar hakkında benimle tartı­şıyor musunuz? Yani sizin bu putlarınızın sadece ismi vardır. Bu isimlerin bir müsemması yani gerçekliği yoktur. Çünkü sizler bunları ilâh diye adlandırıyor­sunuz. Halbuki onlarda ulûhiyet vasfının bulunması imkânsızdır, öyle bir şey yoktur.

"Öyleyse" azabı "bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." Siz beni yalanladığınız için sizin bu durumunuzu bekleyeceğim. Üzerlerine azap ol­mak üzere kısır rüzgâr gönderilmişti.

"Bunun üzerine... onu ve beraberinde bulunanları" yani Hud'u ve iman edenleri "kurtardık". "Ayetlerimizi yalanlayıp iman etmemiş olanların kökünü kestik." Toptan onları yok edici azapla helak ettik. Kavmin kökünün kesilmesi, onların kökten yok edilmeleri ve hiç bir kimse kalmayacak şekilde helak edil­meleridir. [136]

 

Hz. Hûd (a.s.) Kıssası:

 

Hz. Hud'un kavmi olan Ad kabilesi, varlığı ve eserleri itibariyle yeryüzün­deki en eski ümmetlerdendir. Bilindiği kadarıyla bunlar Hz. İbrahim'den de es­kidirler. İşte bundan dolayı Hz. Nuh'un, kavmiyle olan kıssasından sonra bu kıssanın zikredilmesi uygun düşmektedir. Buna delil de Yüce Allah'ın, "Düşün­dünüz ki o sizi Nuh kavminden sonra halifeler yaptı" buyruğudur. İnsanlar o durumda Nuh kavminin başından geçen ve büyük bir olay olan o büyük tufanı demek ki biliyorlardı. Bundan dolayı Hz. Hud'un Ad kavmine, "Hâlâ sakınmaz mısınız" diye buyurması, dünyada şöhret bulmuş, eski olan bu olay ile onları korkuttuğuna bir işarettir.

İbni İshak, el-Kelbî'den şöyle dediğini rivayet eder: Ad kavminin tapın­dıkları putları vardı. Onlar bu putlarını Yed, Suvâ, Yağûs, Yeûk ve Nesr'e ben­zer yapmışlar ve ayrıca Samûd adında bir put da edinmişlerdi. Bir diğer put­larının adı ise el-Hetâr idi. Allah onlara Hz. Hud'u peygamber olarak gönder­mişti. O da el-Halûd adındaki bir kabiledendi. Nesep itibariyle aralarında en soyluları ve en itibarlıları idi. Onları Allah'a ibadete davet etti, O'nu tevhid et­melerini, insanlara zulmetmekten vazgeçmelerini istedi. Ancak onlar bunu kabul etmeyip yalanladılar ve, "Bizden daha güçlü kim vardır?" (Fussilet, 41/15) dediler.

Bu kavmin yerleştikleri yer Yemen'de Ahkâf denilen bölgede idi. Ahkâf, kum dağları demek olup Yemen'de, Uman ile Hadramut arasındaki bir bölge­dir. Bununla birlikte onlar bütün yeryüzünde fesat çıkartmışlar, Allah'ın ken­dilerine vermiş olduğu kuvvet sayesinde oranın halkını baskılan altına almış­lardı.

Âd bir Arap kabilesidir. Yemen'de Hadramut'un kuzey tarafında Ahkâfta bulunuyordu. Uman ile Hadramut arasındaki bölgeye yayılmışlardı. Tapındık­ları bir takım putları vardı: Bunlar Sadâ', Samûd ve el-Hetâr adını taşıyorlar­dı. Bu Âd, "Birinci Âd" diye bilinir. "İkinci Âd" ise Yemen'de Kahtân ile Sebe' bölgelerinde sakin idiler. Âd kavmi, mukaddes kitaplar arasında Kur"an-ı Ke­rim dışında bir kitapta söz konusu edilmemektedir.

Yüce Allah kendilerine Hz. Hud'u peygamber olarak göndermişti. Hz. Hud'un geriye doğru nesebi şöyledir: Hud, Şâlih, Erfahşed, Sam ve Nuh. Nesep itibariyle en soyluları, sosyal mevki ile de en üstünlerindendi. Onu yalanladı­lar. Azgınlıkları ve zorbalıklarını artırdılar. Allah üç yıl boyunca onlardan yağ­muru kesti. Oldukça sıkıntı çektiler. İnsanların başına bir belâ ve musibet geldiğinde Müslümanlar da müşrikler de Beyt-i Haram [137] yanında Yüce Allah'tan bu belâ ve musibetten kurtuluş dilerlerdi. Mekkeliler o sırada Amlîk b. Lâz b. Sâm b. Nuh'un oğulları olan Amâlik idi. O sırada onların efendisi ise Muâviye b. Bekr adında bir kişi idi.

Bunun üzerine Âd kavmi, ileri gelenleri arasından yetmiş kişiyi Mekke'ye gitmek üzere hazırladı. Bunlar arasında Kayl b. Anez ve Müslümanlığını gizle­yen Mersed b. Sa'd da vardı. Mekke'ye geldiklerinde Harem'in dışında Mek­ke'nin dış taraflarında bulunan Muaviye b. Bekr'in yanına misafir oldular. O da onları misafir etti, onlara ikramda bulundu. Bunlar onun dayıları ve hısım­ları olurdu. Yanında bir ay süre ile kaldılar. Bu zaman zarfında içki içiyorlar ve Muaviye'nin iki tane cariyesi onlara şarkı söyleyip duruyordu. Muaviye onların uzun süre kalıp da asıl geliş maksatlarını unutup eğlenceye daldıklarını görün­ce, benim dayılarım ve hısımlarım helak olmuşken bunlar da bu halde devam edip gidiyorlar diye üzüldü. Onların, yanında kalmalarından sıkılmaya başla­dığını zannederler korkusuyla onlarla konuşmaktan çekiniyordu. Bu sefer bu hususu iki şarkıcı cariyesine açtı; onlar da, "Sen bir şiir söyle, biz de o şiiri on­lara şarkı olarak okuyalım, onlar da bunu kimin söylediğini bilmezler" dediler. Bunun üzerine Muaviye şöyle dedi:

Ey Kayl, ne oluyor sana, kalk ve gizlice yalvar

Belki Allah bize bir buluttan su indirir de

Âd'in toprağını sular; çünkü Âd

Artık doğru dürüst konuşamaz hale geldiler

Cariyeleri bu beyitleri söyleyince, bu sefer şöyle dediler: Sizin kavminiz başlarına gelen belâdan dolayı imdat isteyip duruyorlar, siz ise onların muhtaç olduğu şeyi geciktiriyorsunuz. Haydi Harem'e giriniz ve kavminiz için yağmur duasında bulununuz. Bu sefer Mersed b. Sa'd onlara dedi ki: "Allah'a yemin ol­sun, duanız sebebiyle size yağmur yağdırılmaz. Fakat peygamberinize itaat edecek ve Yüce Allah'a tevbe edecek olursanız size yağmur yağdırılır.* Böylece Müslüman olduğunu da izhar etmiş oldu.

Bu sefer Muaviye'ye, "Mersed'i yanında alıkoy, hiç bir şekilde bizimle Mek­ke'ye gelmesin. Çünkü o Hud'un dinine tabi olmuş" dediler. Daha sonra Mek­ke'ye girdiler. Kayl, "Allahım, Âd kavmine önceden yağdırdığın gibi yağmur yağdır" dedi.

Yüce Allah biri beyaz biri kırmızı, biri de siyah olmak üzere üç bulut pey­da etti. Sonra semadan bir münadi ona "Ey Kayl, kendin ve kavmin için seç!" dedi. O da, "Ben siyah olanını seçiyorum, çünkü aralarında suyu en bol olan odur." Bu bulut el-Muğîs adında, Âd kavmine ait bir vadiye doğru gitti. Âd kav­mi bu bulutu görünce sevindiler ve, "İşte bu bize yağmur yağdıracak bir bulut­tur" dediler. Fakat o buluttan üzerlerine kısır bir rüzgar geldi, onları helak etti. Hud ve onunla birlikte iman edenler kurtuldu. Mekke'ye geldiler ve ölünce­ye kadar orada Allah'a iman ettiler. [138]

Hz. Hud, A'râf suresinde 65. ayette, Hud suresinde, 50, 53, 58, 60 ve 8. ayetlerde, Şuara suresinde de 124. ayet-i kerimede olmak üzere Kur'an-ı Ke-rim'de yedi defa anılmıştır.

Hz. Hud kavmini uyarıp korkutmaya, Allah'ın azabından sakmdırmaya, Nuh kavmini uzun boylu ve güçlü bedenli olmak ve ekin ve davarları bol olan bir yerde ikamet etmek gibi Allah'ın nimetlerini hatırlatmaya, putlara ibadeti terk etmeye davete devam etti. Diğer taraftan Allah'ı tevhide, tevbeye, ibadete çağırdı ve Allah'a ortak koşmaktan sakındırdı.

Fakat kavmin büyük çoğunluğu davetini kabul etmeyerek onu yalanladı, onu beyinsizlikle suçladı. Buna sebep ise, Hz. Hud'un atalarından miras aldık­ları putlara ibadeti terk etmesi, yalnızca Allah'a ibadet etmesiydi.

Daha sonra işi ileriye götürerek onu delilik, ahmaklık ve bunaklıkla suçla­dılar. İlâhlarının onu fena çarptığını söylediler. Ancak o da bu ilâhlardan uzak olduğunu belirterek onlara meydan okudu ve zannettikleri gibi putlarının etki­si olduğu iddialarına alayla karşılık verdi. Yeryüzünde bulunan bütün canlıla­ra dilediği gibi tahakküm eden ve etkili olanın tek başına Yüce Allah olduğunu ilân etti. Eğer öğüdüne kulak verip dinlemeyecek olurlarsa Yüce Allah'ın ken­dilerini yok edip onlardan başka bir kavmi yerlerine getireceğini ve onlara pek yakında bir azabın isabet edeceğini hatırlatarak uyardı: "Gerçekten üzerinize Rabbinizden bir azap, bir gazap gelecektir."

Hz. Hud'un kavmi isyan etti ve zorbalık tasladı. Onu yalanladılar, pey­gamber olduğunu doğrulamak ve onu desteklemek üzere gönderdiği Allah'ın ayet ve mucizelerini bile bile inkâr ettiler. Bununla beraber yine Hz. Hud, onla­rı sakmdırmaya ve kurtuluşlarının çağrısına iman edip öğütleri gereğince amel etmelerine bağlı olduğunu hatırlatmaya devam etti. Bu ise kavminin azgınlığı­nı daha da artırdı. Nihayet Yüce Allah onları kısır rüzgârıyla mahvedip helak etti. Bu rüzgarı üzerlerine aralıksız olarak yedi gece ve sekiz gündüz boyunca musallat kıldı.

Yüce Allah, Hz. Hud'u ve onunla birlikte iman edenleri kendinden bir rahmet ile kurtardı. Hz. Hud, Âd'in helakinden sonra vefat edinceye kadar Hadramut de­nilen topraklarda yaşadı ve bu ülkenin doğu taraflarında Berahût vadisi yakınla­rında Terîm denilen şehirden iki merhale uzaklıkta defnedildi. İbni Cerîr, Hz. Ali'den Hz. Hud'un Hadramut denilen yerde kırmızı bir kum tepeciğinde gömülü olduğunu, başımn yanında da bir sedir ağacı bulunduğunu rivayet etmektedir. [139]

 

Açıklaması

 

"Biz, Âd kabilesine kardeşleri Hud'u gönderdik." Bu ifadeye göre Hz. Hud onların dinde kardeşi olmayıp, kabileden yahut da insan türünden, onların cinsinden birisiydi. Yani melek cinsinden değildi. Böyle olmasının sebebi ise, sözü­nü daha iyi anlamaları, onun konuşma ve fiillerinden ürkmemeleri idi. Ayrıca, ahlâkı da dininin bilinen bir delili olsun, böylelikle de onlar onu tasdike daha bir yakın olsunlar diye kendi aralarından seçilmişti.

Hz. Hud, kavmine şöyle seslendi: Ey kavmim! Yalnızca Allah'a ibadet edin, O'nunla birlikte başka bir ilâha tapınmayın. Hiç Rabbinizden korkmaz mısınız? Üzerinde bulunduğunuz şirk ve masiyetten uzaklaşmayacak mısı­nız?

Bunun üzerine yani aralarında önderlerin, ileri gelenlerin büyük çoğun­luğu dedi ki: Bizler gerçekten seni hafif ve kıt akıllı görüyoruz. Çünkü sen kavminin dinini bırakıp bir başka dine yöneliyorsun. Onlar, "Seni beyinsizlik halinde görüyoruz" diyerek, beyinsizlikte ileri gitmiş olduğunu işaret etmek istemişlerdi. Diğer taraftan Hz. Nuh kavminin mele'inden farklı olarak bura­da mele'in küfür ile nitelendirilmiş olmasının sebebi, aralarında Mersed b. Sa'd gibi iman ettiği halde Müslüman olduğunu gizleyen kimselerin bulun-masıydı.

Onlar şöyle devam ettiler: Bizler senin âlemlerin Rabbi tarafından gönde­rilmiş bir peygamber olduğunu iddia etmen ve söylediğin sözlerinde Allah'tan peygamber olduğun iddiasında bulunman hususunda Allah'a yalan söyleyen bir kişi olduğunu zannediyoruz.

Hz. Hud ise onların ithamlarına aldırmayarak güzel bir edep ve üstün bir ahlâk ile şöyle cevap verdi: Bende bir beyinsizlik yani sapıklık ve ahmaklık yoktur. Yani ben gerçekten âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir pey­gamberim. O beni sizlere benimle beraber göndermiş olduğu ilâhî mükellefiyet­leri tebliğ edeyim diye gönderdi. Ben sizi kendisine davet ettiğim hususlarda size öğüt veren birisiyim. Size tebliğ ettiğim hususlarda güvenilir bir kimse­yim. Ben Allah'a yalan söylemem. İşte peygamberlerin sıfatı bunlardır: Tebliğ, öğüt vermek ve güvenilir olmak.

Allah'ın size, sizi Allah'ın günleriyle ve ona kavuşmakla korkutmak üzere içinizden bir peygamber göndermesine hayret etmeyin. Aksine bu lütfuna kar­şılık Allah'a hamdetmelisiniz. Yüce Allah'ın, "...diye mi hayret ediyorsunuz?" buyruğu şu takdirdeki hazfedilmiş bir ifadeye atfedilmiştir: Sizler Allah'ın, ce­zası ile uyarıp korkutmak ve azabından sakındırmak için aranızdan bir kişi va­sıtasıyla size öğüt vermesi ve hatırlatması için vahyini indirmesinden hayrete mi düştünüz ve bunu yalanlıyor musunuz?

Allah'ın üzerinizdeki lütfunu ve nimetini hatırlayınız; çünkü o sizi Nuh kavminin mirasçıları kılmış, sizlere kendi hemcinslerinize göre benzerleriniz­den daha ileri derecede uzun boy ve güçlü bir beden vermiştir.

Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini, size olan lütuflannı hatırlayın. Ona ih-lâsla ibadet etmek ve ona ortak koşmayı terk etmek suretiyle bu nimetlere kar­şılık ona şükredin ki, ebedî nimetleri ve cennetleriyle umduğunuza nail olası­nız.

Ancak kavmi ona isyanda direterek şu sözleriyle cevap verdiler: Sen bize yalnızca Allah'a ibadet edip O'nu tazim edelim, diğer taraftan atalarımızın üzerinde gittiği yol olan putları birlikte ortak edinmeyi terk edelim diye mi gel­din? Yani onlar Hz. Hud'un çağrısını inkâr ettiler. Yalnızca Yüce Allah'a ibadeti uzak bir şey kabul ettiler. Atalarının dinine bağlı kalarak putları O'nunla bir­likte ortak edinmeyi sürdürdüler, terk etmeyi uzak bir şey gördüler. Çünkü içinde bulundukları durumu ve ortamı seviyor ve atalarının tuttukları dine alışmış bulunuyorlardı.

Hz. Hud'a karşı azgınlıklarını, inat ve inkârlarını daha da artırdılar. Hat­ta ahmaklıkta, meydan okumakta aşırıya gittiler ve ona imanı terk etmelerine ceza olarak üzerlerine azabın indirilmesini şu sözleriyle istediler: "Öyleyse şa­yet doğru söyleyenlerden isen, tehdit ettiklerini getir bize!" Yani eğer sen bu teh­didinde doğru söyleyen bir kimse isen, haydi üzerimize azabın indirilmesini ça-buklaştır.

Hz. Hud onlara şöyle cevap verdi: İşte bu sözlerinizi söylediğinizden dolayı Rabbinizden azap, gazap ve rahmetinden kovulmayı hak ettiniz. Böylece size vacip oldu yahut artık bu azap üzerinize inmiş bulunuyor. Bununla beklenen azabın gelmesi artık kaçınılmaz olduğundan bizzat meydana gelmiş gibi ifade etmiş oldu. Onlara gelen azap oldukça hızlı esen, uğuldayan ve fırtınalı bir rüz­gârdı. Bu rüzgâr insanları kaldırıp yere fırtalıyordu. "Sanki onlar kökten sökül­müş hurma kütükleri idiler." (Kamer, 54/20).

Sizlerin ve atalarınızın ilâh diye adlandırdığınız bu putlar hususunda be­nimle tartışır mısınız? Halbuki bu putların faydası da yok zararı da yok. Allah onlara ibadete dair herhangi bir belge yahut delil de indirmiş değildir.

Daha sonra onları, "Bekleyin öyleyse. Şüphesiz ben de beraber bekleyen­lerdenim" sözleriyle tehdit etti. Yani haydi siz de, "Tehdit ettiklerini getir bize" sözünüzle istemiş olduğunuz Allah'tan gelecek oldukça çetin azabın inişini bekleyiniz. Ben de sizinle birlikte o azabın size inişini bekleyenlerden birisi­yim.

Nitekim onlara azap indi; Allah Hz. Hud'u ve onunla birlikte iman edenle­ri büyük rahmeti ile kurtardı. Kâfirleri kökten imha etti, Allah'ın ayetlerini in­kâr edenlerin kökünü kesti. Çünkü onlar Yüce Allah'a iman etmediler. Allah'ın ayetlerini yalanladılar. İşte bunlar azap edilmeyi gerektiren iki niteliktir. Bun­lar ise Allah'ın ayetlerini inkâr etmek, küfürde bulunmak ya da iman etme­mektir.

Azap başka ayet-i kerimelerde de belirtildiği gibi oldukça şiddetli esen rüzgâr ve fırtınalarla olmuştu: "Âd kavminde de (ibretler vardı); hani biz onla­rın üzerlerine kısır (hayırsız, bereketsiz) rüzgârı göndermiştik. O rüzgâr neye uğradıysa yerinde bırakmıyor ve mutlaka onu uf atıp kül gibi ediyordu." (Zâri-yât, 51/41-42); "Âd kavmine gelince, onlar da uğuldayan bir rüzgâr ve azgın bir fırtına ile helak edildiler. O rüzgârı onlara yedi gün ve sekiz gece aralıksız mu­sallat kıldı. O kavmi orada (veya o süre içinde) yıkılmış görürdün. Sanki onlar içleri boşalmış hurma kütükleriydi. Şimdi onlardan geriye kalan kimse görüyor musun?" (Hakka, 69/6-8). İşte onlar isyanda diretip azgınlaşınca, Allah da on­ları şiddetli bir rüzgâr ile helak etti. Öyle ki bu rüzgâr onlardan birisini kaldı­rıyor, yükseltiyor, sonra da başı üzere yere bırakıyordu. Başı da gövdesinden ayrılıyordu: "Her şeyi helak ederdi, Rabbinin emriyle; onların meskenlerinden başka bir şey görünmez oluverdi. Günahkârlar topluluğunu böyle cezalandırı­rız." (Ahkâf, 46/25).

Onların azgınlık ve inatlarının bir belirtisi de putlara ibadet etmeleri in­sanlara zulmetmeleri, güç ve kuvvetleriyle gururlanıp böbürlenmeleriydi: "Ad kavmine gelince, onlar haksız yere yeryüzünde büyüklük tasladılar ve güç itiba­riyle bizden daha üstün kim vardır, dediler." (Fussilet, 41/15). Her yerde fayda­sız yere oldukça büyük binalar yaptılar. Bunun üzerine Hz. Hud onlara sitem etti ve şöyle dedi: "Siz her yüksek yerde eğlenmek için yüksek binalar mı yapar­sınız? Ebedî kalırsınız ümidiyle su mahzenleri (veya köşkler) mi edinirsiniz? Alıp yakaladığınız zaman da zorbaca yakalarsınız. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin." (Şuara, 26/128-131); "Ey Hud! Sen bize apaçık bir mucize ge­tirmedin. Biz senin sözün üzere tanrılarımızı terk edecek değiliz. Sana inanan kimseler de değiliz" dediler. Biz ancak sana şunu deriz: Bazı ilâhlarımız seni fe­na çarpmış." (Hud, 11/53-54) Yani senin delirmene sebep olmuş. [140]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hz. Hud'un ve kavminin kıssasında bir takım ibret ve öğütler vardır ki önemlileri aşağıdakilerdir:

1- Peygamberlerin hiç bir ortak koşmaksızın yalnızca Allah'a ibadet etmek ve O'na başka bir ilâhı ortak koşmayı reddetmek için kavimlerine yönelttikleri davetleri dolayısıyla oldukça şiddetli sıkıntılarla karşılaşmaları sabır ile ben-zenmelerini zorunlu kılmıştır. Hz. Hud da kavmini bir ve tek Allah'a ibadete çağırdı. Allah'ın yeryüzünde onlara iktidar vermek, bedenlerini güçlü ve uzun boylu kılmak gibi lütuflarını ve diğer nimetlerini hatırlattı. İbni Abbas der ki: Onların uzunları yüz arşın, en kısaları ise altmış arşın idi.

2- Hud kavminin inadı, isyanları, peygamberlerinin çağrısını inkârları de­vam edip gidince, üstünlüklere bağlanan ümitlerin boşa çıkması, bedenlerinde ve yüksek bina ve inşaat yapmaktaki üstünlüklerine aldanmaları, peygambe­rin tehditlerini küçümsemeye itti. O bakımdan üzerlerine alelacele azabın indi­rilmesini istediler.

3- Peygamber âdeten kavminin cinsinden olur. O da onlar gibi bir insan­dır. Aynı zamanda o kabileden bir kişidir. Fakat kabilenin en soylusu, mevki itibariyle en üstünleri, aşiret itibariyle en değerlileri, ahlâk ve edep itibariyle en yüksekleri olur. İşte bütün bunlar Hz. Hud'a verilmişti. Buna delil ise ken­disini beyinsizlikle itham eden kavmine oldukça hikmetli bir şekilde cevap ver­miş olması, onu beyinsizlik ve sapıklıkla nitelendirmiş olmalarına rağmen söy­lediklerine iltifat etmemesidir. İşte üstün ve yüce insanların takip ettikleri yol budur. Onlar beyinsizlere, ayak takımına tahammülkârlıkla karşılık verirler, kötü sözleri görmezlikten gelir, affeder, bağışlarlar.

4- Azgınlaşmanın, isyanın ve tuğyanın sonucu, çöküş ve yıkılıştır. Yüce Al­lah Âd kavmini Allah'ın ayetlerini yalanlamaları, küfürleri ve iman etmeyişleri sebebiyle helak etti. Esen şiddetli rüzgârlarla onları mahvetti.

5- Yüce Allah Hz. Hud'u ve iman edenler topluluğunu kurtardı. Çünkü on­lar imanları sebebiyle rahmeti hak etmişlerdi. Yüce Allah Ad kavmi üzerine onları kökten imha eden fırtına azabını, Hz. Hud'a bir mucize olmak üzere in­dirdi. [141]

 

Hz. Salih (A.S.) Kıssası

 

73-  Semud'a da kardeşleri Salih'i gön­derdik. Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Sizin O'ndan başka bir ilâ­hınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir delil gelmiştir. İşte size bir ayet ola­rak Allah'ın dişi devesi. Onu bırakın da Allah'ın toprağında otlasın. Ona bir kö­tülükle dokunmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalar.

74- Düşününüz ki O sizi Âd'dan sonra halifeler yaptı. Yeryüzünde sizi yerleş­tirdi. Ovalarında köşkler yapıyor, dağ­larda evler yontuyorsunuz. Artık Al­lah'ın nimetlerini anın, yeryüzünde fe­satçılar olarak taşkınlık yapmayın.

75- Onun kavminden ileri gelenler (me­le') kendilerince zayıf gördüklerine, iç­lerinden iman edenlere dediler ki: "Siz Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş olduğunu biliyor musu­nuz?" Onlar da "Doğrusu biz, onunla gönderilene inanıyoruz" dediler.

76- Büyüklük taslayanlar dediler ki: "Biz doğrusu sizin iman ettiğinizi in­kâr edenleriz."

77- Ve dişi deveyi kesip devirdiler de Rablerinin emrine baş kaldırdılar ve dediler ki: "Ey Salih, eğer sen peygam-berlerdensen tehdit edip durduğun azabı getir bize."

78- Bu yüzden onları şiddetli bir sar­sıntı tutuverdi de yurtlarında diz üstü çöken kimseler oldular.

79-  O da onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: "Ey kavmim, andolsun ki ben size Rabbimin vahyettiğini bildirdim ve si­ze öğüt verdim, ne var ki siz öğüt ve­renleri sevmiyorsunuz."

 

Belagat:

 

"İşte... Allah'ın dişi devesi"; buradaki izafetle devenin şerefine ve şanına dikkat çekilmektedir.

"Ona bir kötülükle dokunmayın" Burada belirtisizlik (nekre) azlık ve ehemmiyetsizlik ifade eder. Yani bu dişi deveye en ufak bir kötülüğünüz dahi dokunmasın, "inanıyoruz" ve "inkâr edenleriz" buyrukları arasında tıbâk sanatı vardır. [142]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Semud'a da", bir Arap kabilesi olup Hicaz ile Şam arasında Tebuk yakın­larında Vâdi'l-kurâ'ya kadar uzanan bölgede, el-Hicr denen yerde sakin idiler. Onlara büyük babalarının adı verilmiştir. Büyükbabaları ise Semud b. Amir b. İrem b. Sâm b. Nuh'tur.

"Salih" onların peygamberiydi. Nesep itibariyle en şereflileri ve en üstün olanlarıydı. Onun Semud kavmine kardeş olması, Hud'un kavmine kardeşliği gibi, kabile veya hemcins olmak bakımından bir kardeşlikti. Yani o Ademoğul-lanndandı, onların cinsindendi, melek değildi. O halde bu, dinde değil nesepte bir kardeşliktir.

"Size Rabbiniz'den apaçık bir delil (beyyine)" yani Allah'tan onun doğrulu­ğuna delâleti apaçık bir mucize "gelmiştir".

"Düşününüz ki" hatırlayınız ki "O sizi" yeryüzünde "Ad'den sonra halifeler yaptı. Yeryüzünde sizi yerleştirdi." konaklandırdı. Burada yerden kasıt, Hicaz ile Şam arasındaki Hicr bölgesidir. "Ovalarında köşkler yapıyor" yazın orada kalıyorsunuz, "dağlarında evler yontuyorsunuz" kışın da oralarda kalıyorsu­nuz. "Artık Allah'ın nimetlerini anın." Allah'ın üzerinizdeki pek çok nimetini hatırlayın...

"Büyüklük taslayanlar..." O'na iman etmeyi büyüklüklerine yedirmeyen-ler... "dediler ki: Biz... inkâr edenleriz."

"Ve dişi deveyi kesip devirdiler de" onu kestiler. Devenin kesilmesi ayakla­rının kesilmesi demektir. Onlar başka bir yere gidemesin diye kesmeden önce böyle yapıyorlardı. Bu şekilde deveyi kesen Kudâr b. Sâlif idi. O da onların em­ri üzre kılıçla bu deveyi öldürmüştü. Fiilin hepsine nispet edilmesinin sebebi ise, devenin, hepsinin rızası ve emirleriyle kesilip devrilmesinden dolayıydı. Bi­lineceği gibi, işin yapılmasını emredip ona rıza gösteren, işlenen o suça ortak sayılır. "Rablerinin emrine baş kaldırdılar..." büyüklük taslayarak isyanlarını sürdürdüler.

"Bu yüzden onları şiddetli bir sarsıntı" yani yerden gelen büyük bir zelzele yahut da büyük bir hareket ve çalkantı ile semadan gelen sayha; "tutuverdi de yurtlarında diz üstü çöken kimseler" diz üstü çökmüş veya hareketsiz olarak oturmuş kimseler "oldular." Maksat, onların hareketsiz, ölü ve kıpırdamayan cüsseler haline dönüşmüş olduklarını beyan etmektir. [143]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah surenin baş tarafında kudretine, tevhidine ve rububiyetine delâlet eden Hz. Adem kıssasını zikrettikten ve ölümden sonra dirilişin doğ­ruluğuna dair tartışılamaz delilleri ortaya koyduktan sonra, bir takım pey­gamberlerin kıssalarını ve onlara karşı inatlaşan kavimlerinin konumlarını zikretti. Önce Hz. Nuh, daha sonra Hz. Hud, sonra da Semud kavminin kıs­sasını zikretmektedir. Semud kavmi ümmetler arasında, ortaya çıkmak bakı­mından Ad kavminin arkasından gelir. Nitekim Yüce Allah bize Hz. Salih'in söylediği şu sözleri nakletmektedir: "Düşününüz ki o sizi Âd'den sonra halife­ler yaptı..." [144]

 

Hz. Salih (a.s.) Kıssası:

 

Semud b. Âsir b. İrem b. Nuh, Cedîs b. Aiz'in kardeşidir. Tasrn kabilesi de böyledir. Bütün bunlar İbrahim el-Halil (a.s.)'den önce helak olmuş (Bâide) Arab-ı Aribedendirler. Hz. Salih'in kavmi olan Semud, Ad kavminden sonra gelmiş ve onların ülkelerine, diyarlarına mirasçı olmuşlardı. Yerleştikleri yer Hicaz ile Şam arası Hicr bölgesinde olup, Vadi'1-kurâ ve çevresine kadar uza­nırdı. Medâin-i Salih (Hz. Salih kavminin şehirleri) bu güne kadar görünmekte ve Feccunnâka diye bilinmektedir. Semud kavminin Hicri, Medyen toprakları­nın güneydoğusunda olup Akabe körfezine karşıdır. Ad kavmine, helak olduk­ları vakte kadar İrem Âd'ı deniliyordu. Ondan sonra da İrem Semud'u denilir oldu.

Resulullah (s.a.) onların yurtlarının ve meskenlerinin yanından geçmiştir. Bu hicrî 9. yılda Tebuk'e gittiği sırada olmuştu. İmam Ahmed, İbni Ömer'den şöyle dediğini nakleder: Resulullah (s.a.) beraberindekilerle birlikte Tebuk'te konaklayınca, Semud kavminin evlerine yakın Hicr'de onlarla konakladı. Bera­berindekiler Semud kavminin su içtikleri kuyulardan su çektiler ve onlardan hamur yoğurdular. Bu sulardan yemek pişirmek için de tencereleri yerleştirdi­ler. Resulullah (s.a.)'m emir vermesi üzerine tencereleri döktüler ve yoğurduk-ları hamuru develere verdiler. Sonra Hz. Peygamber beraberindekilerle birlikte oradan ayrıldı. Devenin içtiği kuyuya kadar gidip orada konakladı. Azaba uğ­ratılan kavmin bulundukları yere girmeyi onlara yasaklayıp şöyle dedi: "Onla­rın başına gelen musibet gibi size de isabet etmesinden korkarım; o bakımdan onların bulundukları yerlere girmeyin."

Yine Ahmed, İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) Hicr'de bulunuyorken şöyle buyurdu: "Sizler bu azap olunanların olduğu yere ancak ağlar halde giriniz. Eğer ağlamaz iseniz onların oldukları yerlere girme­yiniz. Çünkü onlara isabet edenin benzeri size de isabet edebilir." Bu hadisin as­lı Buharı ile Müslim'de başka yoldan da rivayet edilmiştir.

Semud kabilesi de Âd kavmi gibi putlara ibadeti din bellemişler, putları ibadette Allah'a ortak kılıyorlardı. Allah onlara pek çok nimetler vermişti. On­lara öğüt vermek, Allah'ın nimetlerini, vahdaniyetine delâlet eden ve O'nun or­tağı olmadığını ortaya koyan nimetlerini hatırlatmak, yalnızca O'na ibadet edip başkasına ibadetten uzak durmayı hatırlatmak üzere Hz. Salih'i peygam­ber olarak göndermişti.

Kavminden mustaz'af olanlar Hz. Salih'e iman ederken mele' (efendiler, eşraf ve önderler) ise iman etmediler, isyan ettiler, büyüklük tasladılar, küfre saptılar, peygamberliğini inkâr ettiler: "Zikir (vahiy, peygamberlik) aramızdan ona mı verildi? Hayır, o şımarık bir yalancıdır." (Kamer, 54/25). Mustaz'aflara da şöyle dediler: "Siz Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş olduğu­nu biliyor musunuz? Onlar da "Doğrusu biz onunla gönderilene inanıyoruz "de­diler." Bu sefer müstekbirler onlara "Biz doğrusu sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz" diye cevap verdiler."

Müstekbirler Hz. Salih'ten doğruluğuna alâmet olan bir mucize istediler. Allah da onu dişi deve mucizesiyle destekleyip onlara şöyle dedi: "Su bir gün o dişi devenin ve belirli bir gün de sizin olacaktır." (Şuara, 26/155); "Muhakkak biz onlara bir imtihan olmak üzere o dişi deveyi göndereceğiz. Şimdi onları gö­zetle ve sabret. Suyun aralarında nöbetle pay edildiğini onlara bildir. Her biri su içme sırasında hazır bulunsun." (Kamer, 54/27-28). Deve bir günde kuyunun yahut küçük ırmağın suyunu içiyor, onlar da bir sonraki gün içiyorlardı. Diğer taraftan diledikleri kadar süt sağıyorlardı ve devenin sütü asla kesilmiyor, ek-silmiyordu.

Hz. Salih onlara deveye kötü bir maksatla el uzatmamalarını ve Allah'ın arzında otlamasına karışmamalarını emretti. Hz. Salih, Allah'ın üzerlerindeki nimetini kavmine hatırlatmakta bütün gücünü harcadı ve yeryüzünde fesatçı­lar olarak taşkınlık yapmalarını yasakladı. Onlarsa, iman etmeyi büyüklükleri­ne yediremediler. Onu hafife aldılar, ona karşı inatlaştılar, Rablerinin emrine baş kaldırdılar; dişi deveyi kestiler. Onu bizzat kesen, kavminin emri üzere Ku-dâr b. Sâlif idi: "Ve dişi deveyi kesip devirdiler de Rablerinin emrine baş kaldır­dılar ve dediler ki: Ey Salih, eğer sen peygamberlerdensen, tehdit edip durduğun azabı getir bize." (A'râf, 7/77); "Bunun üzerine arkadaşlarını çağırdılar da o da alacağını aldı ve dişi devenin önce ayaklarını biçip devirdi" (Kamer, 54/29).

Hz. Salih onlara şöyle dedi: "Haydi yurdunuzda üç gün süreyle faydalanın." (Hud, 11/65); "O da: Ey kavmim, andolsun ki ben size Rabbimin vahyettiğini bil­dirdim ve öğüt verdim. Ne var ki siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz." (A'râf, 7/79). Daha sonra üzerlerine sarsıntı azabı (bu azap ulaştığı her şeyi yakan bir parça ateş ile birlikte gök gürültüsünden dolayı meydana gelen şiddetli bir sarsıntı­dır) veya sayha azabı üzerlerine indi: "Bu yüzden onları şiddetli bir sarsıntı tu-tuverdi de yurtlarında diz üstü çöken kimseler oldular." Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Fakat benim azabım ve uyarmalarım nasılmış? Muhakkak biz onlara bir tek sayha gönderdik de hayvan ağılına konulan ufak ot gibi oldular." (Kamer, 54/30-31). Yüce Allah kimi yerde bunu saika (yıldırım) kimi yerde de tağiye (her şeyi kaplayan azap) diye adlandırmıştır. Bunların hepsi de doğru ve yerinde ifadelerdir. Çünkü saika şiddetli ses ile birlikte, ba-zan de zelzeleyi andıran bir sarsıntı ile beraber olur. Diğer taraftan onun etkisi meydana geldiği yerden uzaklara kadar uzanıp orayı da kaplayabilir.

Yüce Allah, Hz. Salih'i ve onunla birlikte iman edenleri azaptan kurtardı. Onlar da Filistin civarında Remle denilen yere gittiler. Çünkü oralar verimli ve münbit yerlerdir. Sayıları ise Alusî'nin söz konusu ettiği gibi 120 kişi idi. Helak olanlar ise, beş bin hane halkıydılar: "Haberin olsun ki gerçekten Semud kavmi Rablerini inkâr ettiler. Yine haberiniz olsun ki Semud kavmi (Allah'ın rahme­tinden) uzak düştüler." (Hud, 11/68).

Hz. Salih'in adı, Kur'an-ı Kerim'de A'râf suresinde 73, 75 ve 77. ayetlerde, Hud suresinde 61, 62, 66 ve 89. ayetlerde, Şuara suresinde ise 42. ayet-i keri­mede olmak üzere dokuz defa anılmaktadır. Hz. Salih, el-Bağavî'nin belirttiği­ne göre Salih b. Ubeyd b. Asef b. Mâşih b. Ubeyd b. Hâzer b. Semud'dur. [145]

 

Açıklaması

 

"Andolsun ki Semud kabilesine kardeşleri Salih'i gönderdik." O din kardeş­leri değil, aynı kabileden biri yahut da onlar gibi bir insandı, yani melek değildi.

Semud kavminden olan Hz. Salih "dedi ki: "Ey kavmim, yalnızca Allah'a, O'na şirk koşmaksızın ibadet edin. Sizin O'ndan başka ibadet edecek ilâhınız yoktur." Bütün peygamberler işte bu şekilde Allah'a ibadete çağırmışlardır. Ni­tekim Yüce Allah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır: "Senden önce gönderdi­ğimiz her bir peygambere, mutlaka ona, "Benden başka bir ilâh yoktur, artık bana ibadet ediniz" diye vahyederdik." (Enbiya, 21/25); "Andolsun her bir üm­mete, "Allah'a ibadet edin ve tağuttan uzak durun" diyen bir peygamber gönder­mişizdir." (Nahi, 16/36).

İşte size benim getirdiklerimin doğruluğuna dair delil ve belge gelmiş bu­lunuyor. Çünkü Hz. Salih'ten bir ayet getirmesini kendileri istemişler ve ona bizzat kendilerinin tayin ettikleri bir kayadan bu mucizenin çıkmasını teklif etmişlerdi. Bu Hicr tarafında tek başına ve el-Kâtibe adında bir kaya idi. On­lardan, eğer yüce Allah isteklerini yerine getirecek olursa, mutlaka kendisine iman edeceklerine, ona tabi olacaklarına dair sözler ve andlar aldı. Buna dair söz ve and vermeleri üzerine Hz. Salih kalkıp namaza durdu, Yüce Allah'a dua etti. Kaya hareket etti, sonra da istedikleri gibi karnında cenini hareket eden tüylü, büyük karınlı bir dişi deve kayanın içinden çıktı. Yüce Allah her şeye kadir olandır.

Bu esnada başkanları olan Cunda' b. Amr onunla birlikte olup emrine uyanlar da iman ettiler. Semud kavminin diğer eşrafı da iman etmek istediler­se de Zuâb b. Aınr b. Lebîd ile putlarının bakıcısı el-Hubâb ve Rebab b. Sa'r b. Celhes onlara engel oldular.

Dişi deve ve doğum yaptıktan sonra devenin yavrusu aralarında bir süre durdu. Bir gün kuyunun suyunu deve içiyor, bir gün de onlar içiyorlardı. Ken­dileri de devenin su içtiği gibi sütünü içiyor, sağıyorlar ve diledikleri kadar kaplarını dolduruyorlardı. [146] Nitekim bir başka ayet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara suyun aralarında nöbetleşe olduğunu bildir. Herkes su içme gününde hazır bulunsun." (Kamer, 54/28). Yine bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "İşte bu bir dişi devedir. Onun da bir içme nöbeti vardır; sizin de belli bir günde içme nöbetiniz vardır." (Şuara, 26/155). İbni Abbas der ki: Devenin su içtiği gün su yerine onun sütünü alıyorlardı.

Hz. Salih kavmine, "İşte size bir ayet olarak Allah'ın dişi devesi, dedi." Ya­ni bu, benim peygamberliğimin doğruluğuna kat'î bir delildir. Onun dişi deveyi Allah'a izafe etmesi, devenin şanını yüceltmek, değerini ifade etmek ve şanının büyüklüğüne işaret etmektir. Çünkü deve Allah katından annesiz ve babasız olarak büyükçe bir kayanın içinden gelmişti.

Daha sonra Hz. Salih kavmine o deveyi Allah'ın arzında dilediği şekilde otlaması için rahat bırakmalarını, devenin kendisine ve otlamasına kötü bir maksatla dokunmamalarını emretti. Ve "Aksini yapacak olursanız oldukça acıklı bir azap gelip size isabet eder" dedi.

Daha sonra onlara üzerlerindeki Allah'ın nimetlerini, bu nimetlere karşı­lık şükretmelerini, Allah'a ibadet etmeleri gerektiğini hatırlatmıştır: "Düşünü­nüz ki o sizi..." yani Allah'ın nimetlerini, lütfunu, size olan ihsanlarını hatırla­yınız, düşününüz. Çünkü O sizleri uygarlıkta, imarda, güç ve kuvvette Âd'ın yerine halifeler yaptı. Onların ülkelerini, topraklarını size miras verdi. Onların evlerine sizleri yerleştirdi. Siz oranın ovalarına yüksek köşkler yapıyorsunuz. Bunu da size ilham etti, üstün bir sanatla, kerpiç ve kireç yapmak suretiyle ye­rin düzlüklerinden yararlanma imkânına sahipsiniz ve topraktan faydalanma yoluna gidiyor, dağlardan taşlar yontuyor, onlarla sağlam evler yapıyorsunuz. Sağlamlıkları dolayısıyla kışın bu evlerde kalıyorlardı. Yağmurlar, şiddetli rüzgârlar bunlara etki etmiyordu. Geri kalan mevsimlerde ise ziraat için ova­larda bulunurlardı.

İşte üzerinizdeki bu pek büyük nimetleri hatırlayın. Allah'a, O'nu tevhid etmek, yalnızca O'na ibadet etmek suretiyle şükredin. Sakın yeryüzünde her­hangi bir şekilde fesat çıkarmayın.

Mele', yani eşraf, efendiler ve liderler âdeten peygamberlerin çağrılarını herkesten daha çabuk kabul eden mustaz'af fakirlere (ki onların iman eden­leriydi) şöyle dediler: "Salih'in Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?" Bu alay ve eğlenmek maksadıyla sorulmuş bir soruydu. Kendilerine bu soru sorulanlar şu cevabı verdiler: "Biz kesinlikle biliyoruz ki o Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Bunda hiç bir şüphe ve tereddüt söz konusu değildir. Üstelik bizler Salih ile birlikte gönde­rilen hak ve hidayete iman ediyor ve tasdik ediyoruz. Bunların Allah tarafın­dan gönderildiğini kabul ediyoruz." Onlara Peygamber olarak gönderildiğini bilip bilmediklerini sordular. Mustaz'aflar ise onun peygamber olduğunun şüphesiz ve bilinen bir husus olduğunu ifade ettiler. Mutlaka ona iman et­mek gereğinden söz ettiler. O bakımdan, size bildiriyoruz ki biz ona iman edenleriz, dediler. Yüce Allah'ın, "İçlerinden iman edenlere" buyruğu mus-taz'aflara -açıkladığımız gibi- bir işarettir. Çünkü mustaz'aflar iman edenlerin kendileridir ve bu bütünden bir kısmın bedelidir; tercih edilen görüş de budur.

Salih'in peygamberliğine iman etmeyi büyüklüklerine yediremeyen kâfir­ler ise şu cevabı verdiler: "Biz ise sizin tasdik edip iman ettiğiniz Salih'in pey­gamberliğini bile bile red ve inkâr edenleriz."

Burada Hz. Salih'in kavmi, "Biz Salih ile gönderilenleri inkâr edenleriz" demediler. Çünkü böyle bir ifade, onların, peygamberliğini kabul ettiklerine dair şahitliklerini, sonra da inat olsun diye onu inkâr edip reddettiklerini ihti­va eder. Zamahşerî der ki: "Sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz" ifadesini onunla gönderilenler yerine kullandılar. Böylelikle müminlerin bilinen ve tes­lim olunması gereken bir husus olarak kabul ettikleri bir şeyi reddettiklerini ifade etmek istediler.

Hz. Salih'i yalanlamaları artık ileri dereceye vardı ve dişi deveyi öldürme­yi kararlaştırdılar. Böylelikle suyun, tamamen kendilerinin olmasını istediler. Dişi deveyi öldürmek üzere ittifak ettiler ve sonunda dişi deveyi öldürdüler. Öl­dürme fiilinin, onu öldürenin bir kişi olmakla birlikte, hepsine nispet edildiğini görüyoruz. Nitekim Kamer suresinde şöyle denilmektedir: "Bunun üzerine ar­kadaşlarını çağırdılar; o da alacağını aldı ve dişi deveyi kesti." (Kamer, 54/29) . Öldürenin fiiline razı oldukları için öldürme hepsine nispet edildi. Nitekim bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu yalanladılar da dişi deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları sebebiyle onlara azap gönderiverdi ve hepsini dümdüz etti. Ve o, bunun sonucundan korkmaz." (Şems, 91/14-15). Sa-hih-i Buharî'de de Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Aralarında güçlü kuvvetli, kavmi tarafından koruması olan Ebu Zem'a gibi bi­risi bu işe seçildi."

Onlar Rablerinin emrine baş kaldırdılar, yani Hz. Salih'in risaletine uy­mayı kabul etmediler, Rablerinin emrine riayetten yüz çevirdiler. Rablerinin emri ise Yüce Allah'ın Hz. Salih vasıtasıyla kendilerine verdiği, "Onu bırakın da Allah'ın toprağında otlasın..." gibi buyruklar yahut da Rablerinin dini anla­mındadır. Onlarsa, "Ey Salih! Haydi bizi kendisiyle tehdit edegeldiğin azap ve intikamı getir, eğer gerçek bir peygambersen ve sen Allah'tan getirip tebliğ et­tiklerinde doğru söylüyor iddiasında isen" dediler. Böyle bir istek ise ahmaklı­ğın, beyinsizliğin, saf ve aldanan kimselerin özelliğidir.

İmam Ahmed ve Hâkim, Hz. Cabir"den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Hicr*den geçince şöyle buyurdu: "Sizler (Rabbinizden) mucize­ler istemeyiniz. Bunları Salih kavmi istedi. O bakımdan o mucize -yani dişi de­ve- işte bu yoldan geliyor ve öbür yoldan gidiyordu. Onlar ise Rablerinin emrine baş kaldırdılar ve onu kestiler. Sularını bir gün dişi deve içiyor, kendileri de o gün o dişi devenin sütünü içiyorlardı; fakat onu kestiler. Bu sefer çığlık onları ya­kaladı, Allah da onları semanın altında hareketsiz bıraktı. Allah'ın Hareminde bulunan tek bir kişi müstesna." O kimdir ey Allah'ın Rasulü? diye sordular. O da, "Ebu Rigâl'dir" dedi. Harem'den çıkınca kavmine isabet eden ona da isabet etti.

"Bu yüzden onları şiddetli bir sarsıntı tutuverdi." Hud suresinde, "Say­ha (çığlık) onları yakalayıverdi"; Fussilet suresinde, "Horluk azabının yıldı­rımı onları yakalayıverdi"; Zariyat suresinde ise, "Onlar bakıp dururken yıl­dırım onları yakalayıverdi" denilmektedir. Bunların hepsinden kasıt birdir: O da yeri sarsan ve kendilerinin de sarsıntıya uğradıkları oldukça şiddetli bir çığlıktır. Bu çığlığın sebebi ise semavî cisimlerin biribirlerine sürtüşme­leriydi.

Onlar da yurtlarında yahut meskenlerinde hareketsiz, ölmüş cesetler hali­ne geliverdiler.

Hz. Salih onlardan yüz çevirip uzaklaştı. Zahir olan o ki, o başlarına gele­ni müşahade ediyordu. Onların diz üstü hareketsiz çöktüklerini görünce, onlar­dan yüz çevirip gitti. Onların iman etmeyişlerine ve hallerine üzülerek hasret içerisinde kederlice oradan uzaklaştı.

Dedi ki: "Ey kavmim, gerçekten ben aranızda size nasihat ve öğüt vermek hu­susunda bütün gücümü, takatimi ortaya koydum. Fakat sizler öğüt verenleri sev­mezsiniz. O bakımdan aleyhinize azap sözü hak oldu." Bu ise Hz. Salih'in kavmine bir azarlaması idi. Çünkü Yüce Allah kendisine muhalefet ettikleri ve Allah'a kar­şı baş kaldırıp hakkı kabul etmekten yüz çevirdikleri için onları helak etti.

Rivayet edildiğine göre onların dişi deveyi kestikleri gün çarşamba günüy­dü. Azap ise üzerlerine cumartesi günü indi.

Yine rivayet edildiğine göre Hz. Salih, ağlayarak yüz on Müslüman kişi ile oradan çıktı. Geri döndüğünde dumanın yükselmekte olduğunu gördü, böyle­likle helak olduklarını anladı. Helak olanlar ise bin beşyüz kişi idiler. Başka ri­vayetler de vardır.

Hz. Salih'in ölümünden sonra kavmine seslenmesi, Resulullah (s.a.)'m Ku-reyş'ten Bedir'de öldürülüp kuyuya gömülmelerinden sonra bazı kimselere bu şekildeki seslenmesini andırmaktadır: "Ey Hişamoğlu Ebu Cehil, ey Rabiaoğlu Utbe, ey Rabaaoğlu Şey be, ey filan oğlu filan... Allah'a ve Rasulüne itaat etmiş olsaydınız sevinmez miydiniz? Şüphesiz bizler Rabbimizin bize verdiğinin hak olduğunu gördük, siz de Rabbinizin size vaad ettiğinin hak olduğunu gördünüz mü?"

Hadisi rivayet eden ensardan Ebu Talha -Buharı ve başkalarının naklet­tiklerine göre- der ki: Ömer, "Ey Allah'ın Rasulü! Sen leşe dönüşmüş bir toplu­lukla mı konuşuyorsun?" deyince, Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Nefsim elin­de olana yemin olsun ki, sizler benim söylediklerimi onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz, fakat onlar cevap veremiyorlar." [147]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Semud kavmi de Âd gibi Arab-ı Aribe kabilelerindendir. Allah onlara Hz. Salih'i peygamber göndermişti. O bakımdan onlar Hz. Salih'in kavmidirler. Hz. Salih de nesep itibariyle onların en soyluları, mevki itibariyle en üstünleriydi.

Onları yaşlanmcaya kadar Allah'ın dinine davet etti. Pek az mustazaf kimseler dışında ona kimse uymadı. Müstekbirler ise, "Bizler Salih'in getirdiklerini in­kâr edenleriz" dediler.

Razî der ki: Bu ayet-i kerime, fakirliğin zenginlikten hayırlı olduğunu açıklamak hususunda delil gösterilenlerin en önemlilerindendir. Çünkü müs-tekbirlik ancak mal çokluğu ve yüksek mevkilerden dolayı ortaya çıkan bir davranıştır. Mustazaflık ise bunların azlığından ortaya çıkar? Böylelikle Yüce Allah çok mal ve yüksek mevkinin onları baş kaldırmaya, yüz çevirmeye, inkâr ve küfre ittiğini açıklamaktadır. Az mal ve düşük mevkiler ise mustazafları imana, tasdike ve itaate itmiştir. İşte bu da fakirliğin zenginlikten hayırlı oldu­ğunu göstermektedir.[148]

Yüce Allah'ın, "Ovalarında köşkler ediniyor" yani sizler her yerde köşk in­şa ediyorsunuz, buyruğu ile, "Dağlardan da evler yontuyorsunuz" buyruğunda-ki ifadeleri de ömürlerinin uzunluğuna delil gösterilmiştir. Çünkü çatılar ve yapılar, onlar ölmeden eskiyor yıpranıyordu. Bu ayet-i kerimeyi köşk ve benze­ri yüksek binaları caiz görenler delil gösterirler. Ayrıca şu buyruğu da buna de­lil gösterirler: "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmış." (A'râf, 7/32). Hz. Peygamber de İbni Ebi'd-Dünya'nm Ali b. Cedan yoluyla mürsel olarak kaydettiği rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah nimetini, yemesinde ve içmesinde kulunun üzerine görmeyi sever." Güzel binalar ve güzel elbiseler de nimetin etkilerindendir.

Başkaları ise bunu mekruh görmüşlerdir. Hasan-ı Basrî ve başkaları bun­lar arasındadır. Bunlar da Taberanî ve Hatîb'in zayıf olmakla birlikte, Hz. Ca­hilden rivayet ettiği şu hadisi delil gösterirler: "Allah bir kul hakkında kötülük diledi mi çamur ve kerpici ona yeşillendirir (güzel gösterir), ta ki bina ve inşaat yapıncaya kadar." Bir başka hadis-i şerifte de Resulullah (s.a.) Taberanî ve Ebu Nuaym'ın İbni Mes'ud yoluyla gelen rivayetinde şöyle buyurmaktadır: "Her kim kendisine yeterli olandan fazlasını bina ederse, kıyamet gününde onu boy­nu üzerinde taşımakla mükellef kılınır." Dârakutnî'de Cabir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Mümin bir nafaka­da (harcamada) bulunacak olursa, onun yerine başkasını vermek Aziz ve Celil olan Allah'a aittir. Şu kadar var ki bina yapımı veya masiyete harcananı bun­dan müstesnadır."

Yüce Allah'ın, "Artık Allah'ın nimetlerini anın" buyruğu kafirlere de nimet ihsan edilmiş olduğuna delildir.

Yüce Allah'ın, "Onun kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler kendile­rince zayıf gördüklerine... dediler ki" buyruğunda da efendi ve önderlerin ima­na karşı büyüklendiklerini göstermektedir. Bu hususta onlar da her bir pey­gamber ve bir ıslahatçıya karşı benzerleri gibi tutum takınmışlardır. Baş kaldı­rırlar ve ona karşı büyüklük ve üstünlük taslarlar. Yine bu buyrukta Hz. Sa­lih'in peygamberliğine iman edenlerin mustazaflar olduklarına delil vardır. İşte her peygamberin tebliğinde çoğunlukla karşı karşıya kaldığı durum budur. Zayıflar ve fakirler hak, hidayet ve iman sözüne kulak vermek için ellerini ça­buk tutarlar. Ve böylelikle onlar cennetlik olurlar. Öbür büyüklük taslayanlar ise dünyada azaba uğrar, ahirette de cehennemlik olurlar.

"Ey kavmim, and olsun ki ben size Rabbimin vahyettiğini bildirdim. Ve si­ze öğüt verdim..." buyruğunda anılan bu sözü Hz. Salih'in, onlara ölmeden önce söylemiş olabileceği gibi, ölümlerinden sonra söylemiş olduğu da muhtemeldir. Tıpkı Hz. Peygamberin Bedir'de öldürülenlere, "Rabbinizin size vaad ettiğinin hak olduğunu gördünüz mü?" demesi gibi. Ona, "Sen leşlerle mi konuşuyor­sun?" denilince o da şöyle demişti: "Siz benim sözümü onlardan daha iyi duyu­yor değilsiniz; fakat onlar cevap vermezler." Kurtubî der ki: Ancak birincisi da­ha zahirdir. Buna da, "Ne var ki siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz" yani benim öğüdümü kabul etmiyorsunuz, sözü delildir. İbni Kesir ve başkalarının naklet­tiğine göre ise, Hz. Salih bu sözü onlara azarlamak ve başlarına kakmak üzere helak edilmelerinden sonra söylemiştir.

. Yüce Allah'ın, "Bu yüzden onları şiddetli bir sarsıntı tutuverdi" buyruğunda yer alan "fe" harfi takip içindir. Bu da sarsıntının bunları söyledikleri bu sözlerin akabinde yakaladığını göstermektedir. Fakat durum böyle değildir. Çünkü Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "De ki: Yurdunuzda üç gün süreyle yararlanın, işte bu, yalanı çıkmayan bir vaaddir." (Hud, 11/65)

Buradaki "sarsıntı" tabiri ile diğer ayetlerde yer alan tağiya, sayha ve sa­ika (kaplayıcı azap, çığlık ve yıldırım azabı) kelimeleri arasında belirttiğimiz gibi, bir çelişki yoktur. Çünkü sarsıntı yeryüzündeki zelzeledir. Bu ise alışılmı­şın dışında bir harekettir. Tağiya admm buna verilmesi de uzak bir ihtimal de­ğildir. Tağiya, haddinden fazla olan her şeyin adıdır. Sonundaki "he" ise müba­lağa içindir. Sayha (çığlık) çoğunlukla zelzele ve oldukça dehşetli çığlıktan ayrı olmaz. Saika ise, çoğunlukla zelzeledir. Zecra de bu şekildedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki o ancak bir tek zecra (haykırış)dır. Bakar­sın ki bütün onlar toprağın üzerindedirler." (Nâziât, 79/13-14).

Bu kıssada bir takım mucizeler vardır: Hz. Salih'in kavmi dişi devenin ka­yadan çıkışına tanık oldukları gibi, iki günde bir hepsinin içecek suyu olan su, ertesi günü tek devenin içeceği oluyordu. Daha sonra onlar bu deveyi kestiler. Hz. Salih ise kestikleri taktirde onlara çok şiddetli azabın gelip çatacağım bil­direrek tehdit etmişti. Onlar deveyi kestikten sonra azabın etkilerini gördüler. Bu ise, küfür üzere ısrardan vazgeçmeleri ve ondan tövbe etmelerini gerektirir­di. Rivayete göre birinci gün, yüzleri kızardı, ikinci gün sarardılar, üçüncü gün­de ise yüzleri karardı.

Dişi deve ise vadilerde yayılıyordu. Yoldan geçebilsinler diye, insanları ra­hatsız etmiyor, onlara yol veriyordu. Çünkü içtiği su onun karnının daha bir büyümesine sebep oluyordu. Belirtildiği gibi müthiş bir yaratıktı. Görünüşü korkutucuydu. Davarların yanından geçti mi davarlar ondan ürkerdi. [149]

 

Hz. Lut (A.S.) Kıssası

 

80- Lût'u da gönderdik: "Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz?

81-  Siz kadınları bırakıp erkeklere yaklaşıyorsunuz, doğrusu siz aşırı gi­den bir kavimsiniz."

82- Kavminin cevabı sadece: "Çıkarın onları ülkenizden. Çünkü onlar fazla te­mizlik yapan insanlarmış" demek oldu.

83- Bunun üzerine biz de hem onu hem de -karısı müstesna- ehlini kurtardık. O geride kalanlardan oldu.

84- Onların üzerine bir yağmur yağdır­dık. Günahkârların sonunun nasıl ol­duğuna bir bak.

 

Belagat:

 

"Hayasızlığı mı yapıyorsunuz?" buyruğu inkâr ve azar için yöneltilmiş bir sorudur.

"Çünkü onlar fazla temizlik yapan insanlarmış" ifadesi zem vehmini vere­cek şekilde bir tarizdir. İbni Abbas der ki: Aslında kendisi ile övünülecek bir şeyle ayıplamışlardır. [150]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Lût", Haran b. Azer'dir. O, İbrahim el-Halil'in kardeşinin oğludur (ikisine de selâm olsun). Irak'ın güneydoğu bölgesinde Kedlânîlerin Ur denilen şehrin­de doğdu. Orasına Babil arazisi adı veriliyordu. Babasının vefatından sonra amcası Hz. İbrahim ile Kora diye bilinen Mezopotamya'daki yarım adaya hic­ret etmiştir. Burada Aşur (Asur) ülkesi bulunmaktadır. Sonra onunla birlikte Şam'a gitti. Hz. İbrahim onu Ürdün'ün doğu tarafında yerleştirdi. Hz. Lût böy­lelikle ölü deniz (veya Lût Gölü) diye bilinen bölgeye yakın bulunan Sedîm vadisi adlı yerde yaşadı. Burada beş tane kasaba vardı. Hz. Lût da bu kasaba­lardan Sodom diye adlandırılan birisinde yerleşti. Daha sonra Yüce Allah onu Sodom ve çevresinde bulunan kasabaların halkına peygamber gönderdi. Onları Yüce Allah'ın yoluna davet etti, iyiliği emredip münkerden alıkoydu. Daha ön­ce hiç bir topluluğun yapmadığı bir iş olan hayasızlıktan vazgeçmelerini de istedi. Onların bu yaptıkları iş ise kadınları bırakıp erkeklerle cinsî ilişkiye gir­mekti. Bu ise Ademoğulları'nın bilmediği, alışmadığı bir şeydi. Sodomlular bu­nu yapıncaya kadar bu böyleydi. "Siz çok aşırı kavimsiniz" helâli aşarak hara­ma düşen kimselersiniz. "Çıkarın onları" Lût'u ve ona tabi olanları "ülkeniz­den. Zira onlar fazla temizlik yapan" yani erkeklerin arka tarafından uzak du­rup temizlik yapan "insanlarmış." "O (Lut'un karısı) geride kalanlardan" azap içinde kalanlardan "oldu".[151]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu dördüncü kıssa, Hz. Lût'un kavmi olan Sodom halkı ile başından ge­çenlerin kıssasıdır. Peygamberlerin öğütlerinden yüz çevirip Allah'ın emirleri­ne karşı baş kaldıran kavimlerin başlarına gelen azap ve intikamı açıklamak üzere, Hz. Nuh, Hz. Hud ve Hz. Salih kıssalarından sonra söz konusu edildi. [152]

 

Hz. Lût (a.s.) Kıssası:

 

Lût, Haran'm oğlu, İbrahim b. Tareh'in de kardeşinin oğludur. Hz. İbra­him'e iman etti, onun gösterdiği yol üzere hidayet buldu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ona Lût iman etti ve (İbrahim) dedi ki: Ben Rabbime hicret ediciyim" (Ankebût, 29/26). Yaptığı yolculuklarında Hz. İbrahim'e tabi ol­du. Mezopotamya bölgesinde onunla beraber oldu. Sonra Mısır'da, sonra da Ür­dün'ün doğu taraflarında Şam (Suriye) bölgesinde Sodom'da yerleşti.

Hz. Lût kıssası bir kaç surede az farklılıklarla zikredilmiştir. Bu kıssala­rın biri ötekini tamamlar şekildedir.

Sodomlular hayasızlıkları, herhangi bir utanç ve iffet duymaksızın, herke­sin gözü önünde işliyorlardı. Tüccarların yollarını kesip, mallarını ellerinden alıyorlardı. Nitekim Yüce Allah Hz. Lût'un onlara söylediği şu sözlerini bizlere de nakletmektedir: "Acaba siz, erkeklere yaklaşacak, yol kesecek, ve toplantı yerlerinizde münkeri işleyip duracak mısınız?" (Ankebût, 29/29).

Hz. Lût ise, onlara öğüt verip nasihat etti. Bu işten vazgeçmelerini istedi. Onları Allah'ın azabı ile korkuttu. Fakat bu öğütlere hiçbir şekilde aldırış et­mediler, işlerinden vazgeçmediler. Hz. Lût kendilerine ısrarla öğüt vermeyi sürdürünce, bu sefer kimi zaman taşlayıp öldürmekle, kimi zaman yurdundan çıkarmakla onu tehdit ettiler. Nihayet melekler İbrahim (a.s.)'e uğrayıp Lût kavminden intikam almak üzere, -ki bunlar Sodomlular ve Amura (Gomora)'lı-lardı- Hz. Lût'un yanına varıncaya kadar bu durum böyle devam etti. Melekle­rin bunu söylemeleri üzerine Hz. İbrahim, Hz. Lût'a da bir kötülük geleceğin­den korkunca, ona Lût'un iman edenlerle beraber kurtulacağını bildirdiler ve ayrıca kavmine gelecek olan azabın kesin ve kaçınılmaz olduğunu haber verdi­ler: "Ey İbrahim, bundan vazgeç! Çünkü Rabbinin emri gelmiştir. Onlara hiç şüphesiz geri çevrilmeyecek bir azap çatacaktır." (Hud, 11/76).

Aynı melekler, Hz. Lût'a güzel yüzlü, genç, bıyığı terlememiş delikanlılar suretinde geldi. Bu sefer Sodom'lulardan bir grup Hz. Lût'un yanına gelerek hayasızlık yapmak üzere ondan misafirlerini istediler. Hz. Lût onları geri çevirmeye çalıştı. Bu hususta alabildiğince ileri gitti. Nihayet onlardan misafirle­rini korumak üzere ve kendisinden utanacaklarını umarak, kızlarını meşru ev­lenme yolu ile almaları teklifinde bulundu. Ancak onlar bu işe razı olmadılar. Daha sonra Hz. Lût melek olduklarını bilmediği meleklere şöyle dedi: "Keşke yetecek bir gücüm olsa idi yahut güçlü bir kaleye sığınabilseydim." (Hud, 11/80). Yani o vakit sizinle beraber bunlara karşı cihat eder ve onlara lâyık olduğu ce­zayı verirdim. Bu sefer, melekler ona gerçek durumlarım bildirdiler. Ve bu kav­mi cezalandırmak üzere geldiklerini söylediler.

Kasaba halkı bu sakalı bitmemiş genç delikanlıları güç kullanarak almak için Hz. Lût'un evine hücum edince, Allah gözlerini kör etti, göremez oldular. Nereye baskın yapacaklarını bilemediler. Sonra melekler Hz. Lût'u ve onun iki kızını ve hanımını kasabadan çıkardılar. Kendilerinden hiçbir kimsenin geri dönmemelerini emrettiler. Emrolundukları yere gitmelerini istediler. Hanımı müstesna hepsi emre itaat ettiler. Hanımı kasabanın başına neler geldiğini görmek üzere kasabaya geri döndü. Onlara kalben bağlı idi, ve kâfir bir kadın­dı. Bunun üzerine ona da kavminin başına gelen azabın aynısı geldi. Allah on­ların üzerine pişmiş çamurdan taş yağdırdı. Yurtları alt üst oldu. Sayıları bin veya daha fazla kişi idi. [153]

Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz, dedi­ler. Onlar sana asla ulaşamazlar. Sen hemen gecenin bir bölümünde aile hal­kınla yürü. İçinizden hiçbir kimse geriye bakmasın. Yalnız hanımın müstesna­dır. Çünkü onlara isabet edecek olan, şüphesiz ona da isabet edecektir. Onlara vaad olunan vakit sabahtır. Sabah vakti de yakın değil mi? Emrimiz oraya ge­lince oranın üstünü altına getirdik ve üzerlerine pişirilmiş balçıktan birbiri ar­dınca taş yağdırdık..." (Hud, 11/81-82). [154]

 

Açıklaması

 

Bir de Lût'u an. Hani o kavmine, azarlayarak şöyle demişti: Sizler sizden başka hiçbir kimsenin hiç bir zamanda yapmadığı hayasızca işi mi yapıyorsu­nuz? Evet bu işi ilk olarak siz ortaya çıkardınız. Bunu yapacak olan herkesin günahının misli de size olacaktır. İşte bu, bu işin fıtrata ters olduğunu göster­mektedir. Yüce Allah'ın, "Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı ha­yasızlığı mı yapıyorsunuz?" buyruğu böyle bir işin istisnasız olarak hiç bir kim­senin yapmadığını, tekitli olarak ifade etmektedir.

Sizler erkeklere arkalarından yaklaşıyor ve kadınlarla evlenerek önden yaklaşmaktan vazgeçiyorsunuz. Yani sizler kadınları ve Rabbinizin onlardan sizin için yarattıklarını bırakıp, erkeklere yaklaşmaya yöneldiniz. Bu ise bir sapıklık, bir haddi aşmak ve bir bilgisizliktir. Çünkü bu bir şeyi olması gere­ken yerden başkasına koymaktır. Bundan dolayı diğer ayet-i kerimede onla­ra Hz. Lût'un şöyle dediğini görüyoruz: "İşte kızlarım, eğer yapacaksanız (on­ları nikahlayın)" (Hicr, 15/71). Böylelikle onlara kadınlarla evlenme yolunu gösterdiyse de, onlar kadınları arzulamadıklarını belirterek gerekçe göster­diler.

Hz. Lût'un, "Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz" buy­ruğu Yüce Allah'ın, "Hayasızlığı mı yapıyorsunuz" buyruğunu açıklamaktadır.

Aynı zamanda bunda onlara aşırı derecede bir azar ve bir sitem vardır. Yüce Allah'ın, "Kadınları bırakıp" buyruğunda onların kadınları terk ettikleri­ne işaret etmektedir. Kadınlar ise selim fıtrat sahibi erkeklerin şehevî arzuları­nı giderecekleri karşı cinslerdir

"Doğrusu siz çok aşırı giden bir kavimsiniz" yani sizler hayasızlığı işledik­ten sonra bundan dolayı pişman da olmuyorsunuz. Aksine sizin âdetiniz, haddi aşmak ve her hususta aşırıya gitmektir. İşte bundan dolayı cinsî arzularını tat­min etmek hususunda aşırıya gittiler. O kadar ki mutad olan normal hali bıra­kıp, mutad olmayana yöneldiler. Yüce Allah'ın, "Hayır, siz haddi aşan bir ka­vimsiniz" (Şuara, 26/166). Yani siz şirk ile birlikte bu hayasızlığı işlemekten dolayı, haddi aşan kimselersiniz.

En'âm suresinde ise onları bir başka suretle nitelendirmektedir: "Hayır, siz cahillik eden bir kavimsiniz" (En'âm, 27/55). Bu da onların zevk almakta aşırıya gittiklerini, akıl ve fıtratın sınırlarını aştıklarını ve işlerinin akibetini bilmediklerini göstermektedir. Çünkü onlar bunların sağlığa zararlarını takdir edemiyor, şu modern asırda sabit olan öldürücü hastalıkları ortaya çıkaracağı­nı değerlendiremiyorlardı.

Hz. Lût'un bu tepkisine ve onun öğüdüne karşı ikna edici bir cevap da ve­remediler, hatalarından, sapıklıklarından da geri dönmediler. Bu hayasızlığın reddedilmesinin ve işin büyüklüğünün onlara anlatılmasının bir faydası olma­dı. Bunun yerine onlar Hz. Lût'u aralarından çıkarmak, beraberindeki mümin­lerle birlikte onu kasabalarından sürmek istediler. Çünkü onlardan işittikleri vaazlarından, öğüt ve sözlerinden rahatsız olmuşlardı. Hz. Lût'a uygun bir şe­kilde cevap veremedikleri gibi, aksine hiçbir şekilde sözüyle ilgili olmayan, öğüdüyle alâkası bulunmayan bir başka şekilde yani onu aralarından çıkar­mak suretiyle karşılık verdiler. Yüce Allah'ın, şu buyruğunda olduğu gibi: "On­ları çıkarınız" buyruğunda kastedilenler, Hz. Lût ve ona tabi olanlardır.

Bazıları içinden şöyle dediler: Bunlar çokça temizleniyor ve sizin bu yaptı­ğınız işte bu hayasızlıklarda, erkek ve kadınlara arkadan yaklaşmakta sizinle ortak hareket etmekten uzak duruyorlar. Bu ifadeleri ise müminlerle alay et­mek, kendilerinin işledikleri çirkinlikle övünmek üzere söylemişlerdi. Nitekim fasıklar, bazı salih kimselere kendilerine öğüt verdikleri vakit şöyle derler: Şu, bir lokma bir hırka yaşamak isteyeni bizden uzaklaştırın da şu zahidlik tasla-yandan uzakta rahat bir nefes alalım. Yüce Allah'ın, "Fazla temizlik yapan in-sanlarmış" ifadesi, onlar bu işe yaklaşmıyorlar, demektir.

Sonunda Yüce Allah Hz. Lût'u ve onunla birlikte iman eden aile halkını -hanımı müstesna- kurtardı. Çünkü karısı iman etmemişti. O balamdan o da azapta kavmiyle birlikte kalan ve helak olanlardandı. Çünkü o da kavminin dini üzere idi ve bu konuda onlara ters düşmüyordu. Ayrıca kendisiyle kavmi arasında bir takım işaretlerle Hz. Lût'un yanına gelen misafirlerini onlara bil­diriyordu. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Biz orada bulu­nan müminleri çıkardık. Orada Müslümanlardan bir hane halkından başkası­nı bulmadık" (Zâriyat, 51/35-36). Yani Hz. Lût'a aile halkı dışında kavminden kimse iman etmemişti.

Oldukça hayret verici, görülmemiş bir yağmur yağdırıldı üzerlerine. Bu da üzerlerine atılan taş yağmuruydu. Bir başka ayet-i kerimede bunu şöylece açıklamaktadır: "Üzerlerine pişmiş çamurdan taş yağdırdık. Rabbinin yanında işaretlenmiş olarak ve o (belde) zalimlerden uzak değildir." (Hud, 11/82-83); "Ve biz onun altını üstüne getirdik. Onlara pişmiş çamurdan taş yağdırdık." (Hicr, 15/74). Yüce Allah bu taşların işaretli olduğunu belirtmekle bunların kırmızı renk arasında beyaz renkle işaretli olduklarım anlatmaktadır.

Burada sözü geçen taşların oldukça hızlı esen firtma ve kasırgalarla geti­rilmiş olması, yahut da yerkürenin kendisine doğru çektiği bir yıldızın parça­lanmış kalıntılarından olup, dağılmış meteorlar olması da muhtemeldir.

Şimdi ey Muhammed, ve ey bu kıssalardan kötülükten vazgeçmek üzere ib­ret alan herkes! Aziz ve Celil olan Allah'a isyan etme cesaretini gösteren, O'nun peygamberlerini yalanlayan kimselerin akibetlerinin nasıl olduğuna bir bak ki, ahiretten önce dünyada bir ümmetin günahlarının nasıl cezasını çektiğini gör. [155]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Lût kavminin yaptığı hayasızlığın haram kılınmasının bir çok sebebi vardır:

1- Kendisine bu işin yapıldığı kimsenin psikolojisi bir tarafa bedenen, maddi açıdan da zarar görmesi. Çünkü bu, günümüzde öldürücü olduğu ispat­lanmış AİDS hastalığına sebebiyet vermektedir.

2- Bu işi yapanın hilkatinin bozulması, şehvette aşırıya gitmesi. Çünkü bu kimse o anda olabilecek tehlikeleri takdir edemez.

3- Yapanın da yapılanın da utanılacak bir hale düşmeleri ve aralarında düşmanlığın yer etmesi.

4- Kadınları bırakıp erkeklere yönelmekle, kadınları ifsat etmesi.

5- Böyle bir hayasızlıkta, evlilik arzusu kalmayacağından ve kadına çocuk gelen yerden başkasından yaklaşmak arzusu doğacağından neslin azalması. Neslin geldiği yerden yaklaşmak durumunda ise, erkek istesin yahut istemesin çocuk doğma ihtimali vardır.

İşte bundan dolayı o kavmin azabı dünya hayatında toptan helak edilmek oldu. Diğer taraftan ahiret azabı ise bundan daha büyük ve daha süreklidir.

Lût kavminin fiilini yapmanın İslâm alimlerine göre cezası da aşağıdaki şekilde kabul edilmiştir:

1- Ebu Hanife der ki: Bu işi yapan ister muhsan (evlenmiş) olsun ister ol­masın, tazir edilir. Çünkü bu işin yapılmasında neseplerin karışması söz konusu değildir. Ve çoğunlukla da bu işi yapanın öldürülmesine kadar götürecek an­laşmazlıkları doğurmaz. Ayrıca bu iş zina da değildir.

2- Ancak cumhur (Malikîler, Şafiîler ve Hanbelîler) der ki: Lût kavmi işini işlemek haddi gerektirir. Çünkü Yüce Allah bu işi yapanın cezasını Kitab-ı Ke­riminde oldukça ağırlaştırmıştır. O halde bu işte zina manası da var olduğun­dan, zina haddi gerekir.

Bu işi yapanın Malikîlere ve Ahmed'den gelen iki rivayetten kuvvetli ola­nına ve Hanbelîlere göre cezası ise, her halükârda recimdir. İster bu işi yapan muhsan (evlenmiş) olsun isterse olmasın. Yani evli veya bekâr olması durumu değiştirmez. Çünkü Hz. peygamber (s.a), Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî ve başka­larının rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Her kimin Lût kavminin işini yap­tığını görürseniz, yapanı da, yapılanı da öldürünüz." Bir diğer lafızda ise "Üst­te olanı da altta olanı da recmediniz" denmektedir.

Şafiîlere göre ise bu işi yapanın haddi, zina haddinin aynısıdır. Eğer bu işi yapan muhsan ise recmedilmesi icap eder. Muhsan değil ise ona yüz sopa vuru­lup sürgüne gönderilmesi gerekir. Çünkü Ebu Musa el-Eş'arî (r.a.) Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Erkek erkeğe yaklaştığında, onların ikisi de zina etmiş olur. Kadın da kadına yaklaştığında ikisi de zina et­miş olur." Diğer taraftan ön görülmüş olan bu had, ilişki kurmak dolayısıyla icap eder. Bundan dolayı evlenmemiş ile evlenmiş olanın hükmü de değişmiş­tir. Bu da zina haddine kıyasen böyledir. Çünkü her ikisi arasında ortak özel­lik, haram olan bir şeyi haram olan bir ferce sokmaktır.[156]

Hayvana yaklaşmaya gelince: Dört mezhep imamı ittifakla, hayvanla iliş­ki kuranın hakimin görüşüne göre onu bu işten alıkoyacak şekilde tazir edile­ceğini kabul etmişlerdir. Çünkü selim bir karakter böyle bir ilişkiden nefret eder. Ayrıca bir had ile bunu önlemeye ihtiyaç yoktur. O bakımdan tazir edilir. Nesaî ve Ebu Davud'un Süraen'inde İbni Abbas (r.a.)'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Hayvana yaklaşana had yoktur." [157]

Ebu Davud ve Darakutnî'nin İbni Abbas'tan şu rivayetine gelince: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Bir hayvan ile ilişki kuranı da öldürünüz. Onun­la birlikte hayvanı da öldürünüz." Bu hadis sabit değildir. Buna delil ise İbni Abbas'ın söylediği şu ifadedir: Ben Hz. Peygamber (s.a)'in bu sözü söylemesinin tek sebebinin, bu işten sonra o hayvanın etinin yenilmesinden hoşlanılmaması olduğu kanaatindeyim.[158]

 

Hz. Şuayb (A.S.) Kıssası

 

85- Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gön­derdik. Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir ilâ­hınız yoktur. Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir. O halde ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İnsanların eşyasını eksik vermeyin. Ve orası ıslah olduk­tan sonra yeryüzünde fesat çıkarma­yın. Bunlar sizin için hayırlıdır. Eğer müminler iseniz.

86- Ve Siz Allah'a iman edenleri tehdit ederek, Allah'ın yolundan alıkoyarak ve onun eğriliğini isteyerek, öyle her yolun başını tutup oturmayın. Hem ha­tırlayın ki, siz vaktiyle pek az idiniz de sizi O çoğalttı ve bakın, fesat çıkaran­ların sonu nice olmuştur!

87-  Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene inanmış, bir kısmı da inanmamişsa, Allah aramızdaki hük­münü verinceye kadar sabredin. O hü­küm verenlerin en hayırlısıdır."

 

I'râb:

 

"Orası ıslah olduktan sonra" buyruğunda bir muzafın hazfi vardır. Yani oranın ahalisi ıslah olduktan sonra demektir. "İman edenleri tehdit ederek" ya­ni sizler Allah'ın yolundan alıkoyup onun yanlışa düşmesini isteyerek, tehdit etmek üzere orada oturmayınız. "Allah'a iman edenleri", bu ifadenin takdiri de şöyledir: Siz O'na iman edenleri tehdit ediyor ve o doğru yoldan alıkoyuyorsu­nuz. "Allah'ın yolundan" buyruğunda Allah lafza-i celâlinin zamir yerine kulla­nılması, hem yaptıkları işin çirkinliğini ifade etmek, hem de onların engelle­dikleri şeyin büyük bir suç olduğunu göstermek içindir. [159]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Medyen'e de kardeşlere Şuayb'ı gönderdik." Medyen'e de Hz. Şuayb'ı pey­gamber gönderdik. Medyen, Ürdün'ün doğu taraflarında Hicaz yolu cihetinde Maan topraklarında sakin olan bir Arap kabilesi idi. Bunlar Hz. İbrahim'in oğlu Medyen'in soyundan gelirler. Allah'ı inkâr ediyor ve O'nu bırakıp meleklere tapıyorlar, ölçü ve tartıda insanlara eksik veriyorlardı. Aynı şekilde Medyen -İbni Kesir*in de belirttiği gibi- kabilenin adı olarak kullanıldığı gibi, Maan ya­kınlarında bilinen şehrin adı olarak da kullanılmaktadır. Buna delil de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Nihayet Medyen suyuna gelince, orada insanlardan bir topluluğun o su üzerinde (davarlarını) sulamakta olduğunu gördü." (Kasas, 28/23). Yine İbni Kesirtn zikrettiği gibi Ashab'ul Eyke diye bilinenler de bun­lardır.

"kardeşleri Şuayb'ı", ifadesindeki kasıt, din kardeşleri değildir. Hz. Şuayb onların kabilesinden olduğu için yahut melek değil de onlar gibi insan olduğun­dan dolayı böyle denilmiştir. O halde bu, dinde değil, nesepte bir kardeşlik de­mektir. Hz. Şuayb ise Mîkü b. Yeşcer"in oğludur. Süryanice adı Yesrûn'dur. Al­lah onu Medyenlilere peygamber olarak göndermişti.

"Rabbinizden" benim doğruluğuma dair "apaçık bir delil" açık bir belge ve­ya mucize "gelmiştir." "...o halde ölçüyü ... tam yapın", eksiksiz ölçüp tartın. "İn­sanların eşyasını eksik vermeyin", haklarını eksiltmeyin. "Ve orası ıslah olduk­tan sonra"; yeryüzünün ıslah edilmesi, orada insanların ıslahı ve onlarda doğru akideyi ve salih amelleri yerleştirmek ile refah sağlayacak şekilde orayı imar etmek demektir, "yeryüzünde fesat çıkarmayın." Bu, hem zulümle, hem insan­ların mallarını batıl yolla yemek suretiyle toplumu ifsat etmek, hem hayasız­lıkları işlemek suretiyle ahlâkı ifsat etmek, hem de bilgisizlik ve düzensizlikle ümranı, bayındırlığı ifsat etmek hallerini kapsar.

"Ve siz iman edenleri tehdit ederek" yani insanları elbise ve mallarını al­makla yahut onlardan ayak bastı parası ve gümrük almakla korkutarak, "Al­lah'ın yolundan alıkoyarak" O'na iman eden kimseleri öldürmekle tehdit etmek suretiyle Allah'ın yolundan çevirmek isteyerek, "ve onun eğriliğini isteyerek", yolun eğri olmasını arzu ederek; "öyle her yolun başını tutup oturmayın."

"O sizi çoğalttı" yani neslinizi arttırdı, "fesat çıkaranların sonu" sizden ön­ce peygamberlerini yalanlamak suretiyle fesat çıkaranların sonu "nice olmuştur" İşte onların sonu helak edilmek olmuştur. [160]

 

Hz. Şuayb (a.s.) Kıssası:

 

İşte bu Nuh, Hud, Semud ve Lût kıssalarından sonra anlatılan peygamber kıssalarından beşincisidir. Bu da Hz. Şuayb'ın kavmi olan Medyenlilerle olan kıssasıdır.

Hz. Şuayb da Araplara gelen peygamberlerdendir. Kur'an-ı Kerim'de on defa adı geçmektedir: A'râf 85, 88, 90, 92 ve Hud 84 87, 90, 95; 177; Ankebut 36. O, Hz. Musa döneminden önce peygamber olarak gönderilmişti. Çünkü Yü­ce Allah bu beş peygamberin kıssasını zikrettikten sonra şöyle buyurmaktadır: "Sonra onların ardından Musa'yı ayetlerimizle Firavun'a ve onun mele'ine gön­derdik." (A'râf, 7/103).

Medyen veya Medyan kavmine gelince, bunlar Hz. İbrahim'in oğlu Med­yen'in soyundan gelirler. Bunlar Hicaz yolu üzerinde Ürdün'ün güneydoğu tarafında Maan'a yakuı Medyen şehrinde yaşarlardı. Allah'tan başkasına ibadet ediyor, ölçü ve tartıyı eksik yapıyorlardı. Hz. Şuayb onlara bütün bunları ya­sakladı. Allah'ın azabından sakındırdı. Onlara karşı delil getirme hususundaki büyük mahareti ve oldukça güçlü açıklama kabiliyeti dolayısıyla ona "peygam­berlerin hatibi" lakabı verilmiştir. Onun kavmi İbni Kesir*in görüşüne göre As-habü'l-Eyke'nin kendisidir.

Kavmi yollarda durur, insanları Allah'ın yolundan alıkoyarlar ve yanları­na gelen kimselere, "Şuayb çok yalancı birisidir, sakın ha o sizi dininizden çe­virmesin!" derlerdi. Yine onlar, "Hamd olsun Şuayb'a uyacak olursanız, o vakit hiç şüphesiz hüsrana uğrayanlar olursunuz." (A'râf, 7/90) derlerdi.

Onun davetini iptal etmek ve ona eziyet etmek suretiyle onu küçük düşü­rüp tehdit etmeye gayret gösteriyorlardı: "Dediler ki: Ey Şuayb! Senin söyledi­ğinden fazla bir şey anlamıyoruz. Ve şüphesiz biz seni aramızda zayıf görüyo­ruz. Eğer kavmin olmasaydı şüphesiz seni taşa tutardık. Sen bizim için kıymet­li bir kimse değilsin." (Hud, 11/91). Hatta kendisine kavmini Allah'tan başkası­na ibadeti yasaklamasını, ölçü ve tartıda adalet sağlamalarını emretmesini ön gören namazını dahi, onu ayıplama konusu ediyorlardı: "Ey şuayb, dediler. Se­nin namazın mı bize atalarımızın taptıklarını ya da mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin." (Hud 11/87).

Fakat Hz. Şuayb onları Allah'a imana ve güzel davranışa çağırarak sustu­runca, kavminin ileri gelenlerinden onu ve beraberinde bulunan iman edenleri, eğer kavimlerinin eski dinine bağlanmayacak olurlarsa, kasabalarından çı­kartmakla tehdit ettiler. O da onlara, "Peki ya biz istemesek bile mi?" (A'râf, 7/88) diye sitem etti.

Kavmi küfürleri üzere ısrar edip Hz. Şuayb ile tartışmayı, söz ve fiilleri ile ona eziyet etmeyi aşırıya götürünce, Allah onları Semud kabilesini helak ettiği şekilde, büyük sarsıntıyla yani zelzele ile helak etti ve toptan yok oldular: "So­nunda onu yalanladılar, bunun üzerine sarsıntı onları yakaladı ve böylece on­lar yurtlarında diz üstü çökenler oldular." (Ankebût, 29/37).

Yüce Allah da Hz. Şuayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri kurtardıktan sonra, Ashabu'l-Eyke'ye peygamber olarak gönderdi. el-Eyke ise Medyen ya­kınlarında ağaçlık bir yerdir. Medyen yolu üzerinde idiler. Hz. Şuayb onları da durumlarından vazgeçirmek isteyince onu yalancılık ve büyücülükle itham et­tiler, peygamberliğini tasdik etmediler. Çünkü o da onlar gibi bir insandı: "De­diler ki: Sen ancak büyülenmişlerdensin ve sen ancak bizim gibi bir insansın. Şüphesiz bizler seni hiç şüphesiz yalancılardan sanıyoruz." (Şuara, 26/185-186)

Bunların da, Hz. Şuayb'dan eğer doğru söyleyen bir kimse ise üzerlerine gökten bir parça indirmesini isteyip haktan yüz çevirmekte aşırıya gitmeleri üzerine, gölgelik günü (bulutla gölgelendirme günü) azabı gelip onları yakala­dı. Bu da şöyle olmuştu: Yüce Allah sulan kaynayıncaya kadar yedi gün sürey­le onlara aşın sıcak musallat etti. Daha sonra onlara doğru bir bulut sürükledi.

Güneşin aşırı sıcağından onun gölgesine sığınmak üzere toplanıp bir araya gel­diler. Bu buluttan üzerlerine ateş yağdı ve hepsi yanıp gittiler:

"Onu yalanladılar, o bakımdan bulutla gölgelenme günü azabı onları ya­kaladı. Şüphesiz ki o, büyük bir günün azabıydı." (Şuara, 26/189). [161]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah Medyen'lilere kardeşleri Şuayb'ı göndermişti. Bu ise -belirtildi­ği gibi- bir din kardeşliği değil, bir neseb kardeşliği idi. Hz. Şuayb onlara, hepsi iki ana esasa dayanan beş mükellefiyet emretti: Allah'ın emrine gereken tazi­mi göstermek ki, bunun kapsamına tevhidi ve peygamberliği ikrar da girer. Bir de Allah'ın yarattıklarına şefkatli olmak. Bunun kapsamına da eksik ölçüp tartmayı, fesat çıkartmayı terk etmek girer ki, her ikisinin de ortak yanı baş­kalarına eziyet verecek şeyleri terk etmektir.

Sözü geçen bu yükümlülükler şunlardır:

1- Allah'a ibadeti emredip O'ndan başkasına ibadeti yasaklamak: "Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur." Bu, bütün peygamberlerin şeriatında ve bütün rasullerin davetlerinde gözden ırak tutulmayan bir esastır.

2-  Peygamber olduğunu tebliğ edip şöyle dedi: "Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir." Yani Yüce Allah benim size getirdiklerimin doğruluğuna da­ir apaçık belgeleri ortaya koymuş bulunmaktadır. Belge ise hem kevnî mucize­yi, hem aklî delili, hem de olağan üstü halleri kapsar. Bu da Hz. Salih'in söyle­diği söze benzemektedir. Şu kadar var ki Yüce Allah, Hz. Salih'in mucizesi olan dişi deveyi söz konusu ettiği halde, Hz. Şuayb'm mucizesini söz konusu etme­mektedir. Bununla birlikte bunun sözlerini doğrulayacak bir ayetin (muci­zenin)   varlığı kaçınılmazdır. Buharî ile Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'den Pey­gamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Bütün peygamberle­re mutlaka benzeri dolayısıyla insanlığın iman edeceği ayetler (mucizeler)den verilmiştir. Bana verilen ise Allah'ın bana vahyettiği bir vahiydir. O bakımdan kıyamet gününde bütün peygamberler arasında uyanları en çok kişi olacağımı ümit ederim."

Zemahşerî der ki: "Hz. Şuayb'm mucizelerinden birisi onun Musa'ya asası­nı vermiş olmasıdır. Bu asa yılanlara karşı savaş vermiştir. Yine Hz. Musa'ya şöyle demişti: "Bu koyunlar siyah beyaz karışımı yavrular doğuracak. Ben bu koyunları sana hibe ediyorum." Aynı şekilde durum dediği gibi olmuştur. İşte bu haller Hz. Şuayb'ın mucizeleri idi. Çünkü Hz. Musa o dönemde henüz pey­gamber olarak görevlendirilmemişti.[162]

Bu Mutezile'nin görüşüdür. Yani Mutezile peygamberlikten önce mucizenin ortaya çıkmayacağı kanaatindedir. Ehl-i sünnet'in görüşüne göre ise Yüce Al­lah'ın daha sonra peygamber ve rasul olacak bir kimseye vahyin ulaşmasından önce çeşitli mucizeler lütfetmesi mümkündür. Buna da irhas (peygamberlikten önce peygamberliğe alâmet olan hususlar) adı verilir. Böylelikle Zemahşerî'nin sözünü ettiği haller aynı zamanda Hz. Musa için bir takım irhaslar idi. [163]

3- Ölçü ve tartının eksiksiz yapılması. Hz. Şuayb, "O halde ölçüyü ve tartı­yı tam yapın" demişti. Bu ise daha önce belirtilen, "Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir" buyruğuna binaen söylenmiş olup, azıcık bir şey dahi olsa hain­liği haram kılmaktadır. Anlamı da şudur: Satışınız esnasında ölçü ve tartıyı eksiksiz yapın. Bu ise onların insanlara yapacakları davranışlarda iyilik yap­maları için bir öğüttür. Satılan şey ile ona karşılık alman değer arasında girişi­lecek ilişkilerin bu adalet esasına göre yapılması gerekmektedir. Hz. Şuayb bu fesat veya satmayı tedaviye ihtimam göstermişti. Çünkü Medyenliler ölçü ve tartıları eksik yapmaya kendilerini kaptırmış gidiyorlardı. Burada ölçüden ka­sıt, ölçü aletidir. Nitekim Hud suresinde, "Ölçeklerinizi tamam yapın" diye bu-yurulmaktadır.

4- İnsanların mallarına hiyanet etmek ve haksız yere mallarını almaları­nın yasaklanması. Yüce Allah, kendisine ifadelerinin fesahati, öğütlerinin akı­cılığı dolayısıyla "peygamberler hatibi" denen Hz. Şuayb'ın şöyle dediğini bize bildirmektedir: "İnsanların eşyasını eksik vermeyin." Yani gizlice ve onların görmeyecekleri bir şekilde satış esnasında onların hakkı olan bir şeyi eksiltme­yin. Nitekim Yüce Allah'ın bu konudaki tehdidinde şöyle buyurulmaktadır: "Vay o eksik ölçüp tartanlara... Bunlar büyük bir gün için diriltileceklerini, âlemlerin Rabbi huzuruna çıkartılacaklarını ummuyorlar mt?"(Mutaffifîn, 83/1-6). Eşyanın eksik verilmesi ise, onu ayıplamak ve rağbet edilmeyecek bir surette eksiltmek yahut değeri bakımından aldatmak veya ölçüde fazla almak yahut onu eksik vermek suretiyle hileye sapmaktır.

Maksat şudur: Hz. Şuayb kavminin satış esnasında ölçü ve tartıda eksik­lik yapmalarını yasak edince, ayrıca bütün yönleriyle eksik vermeyi, eksiltme­yi de yasakladı. Bunun kapsamına gasp, hırsızlık, rüşvet almak, yol kesicilik, hileli yollarla başkalarının mallarını almak ve buna benzer türlü hileli alışve­rişler ve alışveriş dışında dahi olsa, her türlü aldatma da girer. Yine bunun kapsamına ilim ve fazilet gibi manevî hakların saklanması da girmektedir. O bakımdan herhangi bir kimsenin ilim, ahlâk, fazilet yahut edep gibi hususlar­da hakkını eksiltmek, kıskançlık, çekememezlik ve hoşlanmamaktan dolayı haksız yere ondan üstün olduğunu iddia etmek de caiz değildir. Hz. Şuayb'ın kavmi beldelerine gelen yabancıların kaliteli dirhemlerini alırlar ve bu kaç pa­radır diyerek bunu paramparça ederler sonra da ondan bu parayı gayet açık bir şekilde oldukça eksik bir değere alırlar; yahut da o paranın bedeli olarak ona kalp para verirlermiş.

5- Fesadın yasaklanışı. Yüce Allah, "Orası ıslah olduktan sonra yeryüzün­de fesat çıkarmayın" diye buyurmaktadır. Yani peygamberler, onlara uyan, şe-riatleriyle amel eden ıslah ediciler orayı düzeltmiş iken siz o yerde fesat çıkartmayın. İfade "orasının ahalisi orayı ıslah ettikten sonra" şeklinde hazf edilmiş bir muzaf takdiri ile söylenmiş demektir.

Islah ise akideyi, yaşayışı, ahlakî toplum düzenini, uygarlığı, bayındırlığı, ziraî, sınaî ve ticarî alanlardaki gelişmeleri de kapsayan genel bir tabirdir.

Dikkat edilecek olursa Yüce Allah, "İnsanların eşyasını eksik vermeyin" buyruğu ile dünyevî fesatları, "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" buyruğu ile de di­nî bakımdan ifsadı yasaklamaktadır. Böylelikle ayet-i kerime hem dünya, hem din bakımından yapılacak fesatları yasaklamakta kapsamlı bir ifade taşımak­tadır.

"Bunlar" ile de, Allah'a ibadet, peygamberliğini tasdik etmek, ölçü ve tar­tıları tam yapmak, eksik vermeyi ve yeryüzünde fesat çıkarmayı terk etmekten ibaret olan bu beş mükellefiyete işaret edilmektedir. Yani bütün bu sözü geçen hususlar, insanlık açısından da güzel intiba bırakmak ve istemiş olduğunuz maddi kâr bakımından da sizin için daha hayırlıdır. Çünkü insanlar sizin emin ve adaletli olduğunuzu bilecek olurlarsa, sizinle ticarî ilişkileri daha çok ister­ler. Ahirette mükâfat ve ilâhî rızayı elde etmek bakımından da sizin için hayır­lıdır; eğer siz Allah'ın birliğine, rasulüne, şeriatına, hidayetine ve ahiretine iman eden kimseler iseniz. O halde iman, buyrukları yerine getirmeyi ve pey­gamberin Allah'tan getirdikleri gereğince amel etmeyi gerektirir.

Buradaki "Bunlar"ın onlara vermiş olduğu emir ve yasaklar gereğince, amele işaret olması da mümkündür. Çünkü şanı yüce Allah ancak faydalı olan şeyi emreder ve ancak zararlı olanı yasaklar.

Bu ayette ilmin yalnız başına ümmetin ıslahı için yeterli olmadığına işaret edilmektedir. Ümmetlerin ve milletlerin ıslahı için mutlaka yeni yetişen nesil­lere doğruluk, emanet, adalet gibi fazilet esaslarının faydalarını, haktan sap­manın ve kötü davranışların zararlarını anlatıp işleyecek dini eğitime ihtiyaç vardır. Çünkü içten gelen istek, dışarıdan gelen istek veya baskılardan daha kuvvetlidir.

Hz. Şuayb (a.s.) bundan sonra maddî ve manevî yol kesmeden sakınmala­rını söyledi:

Size mallarını vermeyen insanları tehdit etmek üzere yahut tebliğime uy­mak için gelen müminleri korkutmak üzere yol ayrımlarında oturmayın.

İbni Kesir diyor ki: Birincisi -yani mallarını vermeyen insanları tehdit edip yol kesmek- daha açık bir manadır Çünkü ayette "her yolda" ifadesi yer almaktadır. İkinci mana ise "iman edenleri Allah'ın yolundan alıkoyuyorsunuz" ayetinden anlaşılmaktadır. Yani siz iman etmek isteyenleri Allah'ın dininden çeviriyorsunuz, Allah'ın yolunun eğri büğrü olmasını istiyorsunuz.

Bu ayette Hz. Şuayb (a.s.)'ın onlara üç şeyi yasakladığını görüyoruz:

1- Mallarını almak için yoldan geçenlerin yolunu kesmek.

2- Allah'ın dinine engel olmak.

3- Yalanlar, sapıklıklar, gerçeklerin karalanması, İslâm düşmanları tarafından atılan şek ve şüphelerle Allah'ın dosdoğru dininin eğri büğrü hale geti­rilmesini istemek.

Bu ayetten maksat Hz. Şuayb (a.s.)'ın kavminin insanların hak dini kabul etmelerini bu üç yoldan biriyle engellemelerine mani olduğunu ifade etmektir.

Dikkat edilecek olursa Hz. Şuayb davetinde önce ölçü ve tartıları tamam yapmak, ülkede fesat çıkartmamak suretiyle iç düzeni sağlamak noktası üze­rinde durmuş, daha sonra da memleketlerini ziyarete gelen kimselere, davetini yaymak karşısındaki engelleri ve yokuşları izale etmek suretiyle haricî ıslaha yönelmiştir.

Fesadın ortadan kaldırılıp ülkenin münkerlerden temizlenmesinden son­ra, bu sefer onlardan ayrılmaması gereken olumlu yönlere geçmiştir. Bunlar ise nimetleri hatırlamaktır. Bunun için şöyle buyurmaktadır: "Hem hatırlayın ki siz vaktiyle..." yani Allah'ın üzerinizdeki pek çok nimeti hatırlayın. Bu sözle­riyle onları itaate teşvik etmek, basiret sahibi olmalarını sağlamak istemişti. İşte bu nimetlerden birisi de sizin önceleri sayıca az, mustazaf kimseler iken Allah'ın neslinize bereket ihsan etmesi suretiyle, sayıca çok güçlü kimseler ol­manızdır. Haydi O'na, yalnızca O'na ibadet etmek suretiyle Allah'ın nimetleri­ne şükrediniz.

Rivayete göre Hz. İbrahim'in oğlu Medyen, Hz. Lût'un kızı Ria ile evlen­miş ve pek çok çocuk doğurmuştu. Sayılan nihayet çoğaldı. Çünkü Allah onun nesline bereket ihsan etmişti.

Buyruğun anlamının şöyle olması da mümkündür: Sizler fakir ve zayıf kimseler idiniz de O sizi zengin ve güçlü kimseler haline getirdi.

Geçmiş ümmetler, geride kalmış nesiller ve size komşuluk etmiş toplumlar gibi, geçmişlerin akibetleri üzerinde düşünün ve onlardan ibret alın. Nuh, Se-mud ve Lût kavimleri gibi. Fesatları, yeryüzünde azgınlıkları, Allah'a isyan et­me cesaretini gösterip peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle Allah'ın onları nasıl helak ettiğini düşünün. Onların fesatlarını ve onları gelip bulan horluk ve ibret verici azapları hatırlayın.

Allah'ın nimetlerinin hatırlanmasından ve fesat çıkartanların cezaları üzerinde düşünmekten maksat, önce teşvik, ikinci olarak da korkutmak yoluy­la onları itaate meylettirmek ve masiyeti terk etmelerini sağlamaktır.

Eğer sizden bir kesim, benimle gönderilenlere iman etmiş, bir diğer kesim iman etmemiş ise, yani sizler benim hakkımda anlaşmazlığa düştüyseniz, o halde sabrediniz. Yani her iki kesim arasında hükmünü verecek olan Allah'ın hükmünü bekleyiniz. Çünkü O, haklı olanları batıl üzere olanlara muzaffer kı­lacak ve onları ötekilerine üstün hale getirecektir. Bu Allah'ın, kendilerinden intikam alacağını belirterek kâfirlere savurduğu bir tehdittir. Yüce Allah'ın, "Artık siz bekleyiniz. Biz de sizinle birlikte bekleyenlerdeniz." (Tevbe, 9/52) buy­ruğu gibi. Veya bu, müminlere bir öğüt, kalplerine bir teselli, müşriklerin ken­dilerine yaptıkları eziyetlere karşı sabredip tahammül göstermelerine ve bunu, Allah aralarında hükmünü verinceye, onların intikamını müşriklerden alıncaya kadar sürdürmelerine bir teşviktir. Zahiren görülen o ki, hitap her iki kesi­medir ve bundan maksat, müminlerin kâfirlerin eziyetlerine karşı sabretmele­rini bildirmek, iman etmeyenleri de tutumlarından vazgeçirmek için azarla­maktır. Ta ki Allah hükmünü verip, temizi mundardan ayırd etsin.

"O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır." Şüphesiz ki O, sonunda güzel akibe-ti takva sahiplerine, yok oluşu ise kâfirlere nasip edecektir. Çünkü O'nun hük­mü, hak ve adalettir. Ve O'nun vereceği hükümde zulüm ve haksızlıktan kor­kulmaz. [164]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Peygamberler ne yapabilirler? Onlar ancak güzel sözlerle ve ikna etmek suretiyle Allah'a çağırmaktan, kevnî ve aklî delilleri ortaya koymaktan başka bir şey yapamazlar. Diğer taraftan fesattan, fesat çıkarmaktan alıkoyar, sonra da Yüce Allah'ın insanlar üzerindeki nimetlerini hatırlatırlar. Fesat çıkartan geçmiş ümmet ve toplumların yıkılmasından ibret ve öğüt almaya onları davet etmek, alemlerin Rabbi olan Allah'ın nihaî ve ayırt edici hükmünü beklemeye, onları çağırmak suretiyle Allah'ın emirlerine itaat etmeye, bu emirlere sıkı sı­kıya bağlı kalmaya ulaştırmak isterler. Çünkü O'nun hükmü haktır, adalettir. Hükmünde zulüm söz konusu değildir.

İşte Hz. Şuayb'm da onun dışındaki diğer peygamberlerin de kavimlerine yaptıkları tebliğin esası budur. O kavmini iki esasa davet etmiştir: Allah'ın em­rini tazim etmek ki bu tevhidi itiraf etmeyi ve peygamberliği tasdiki de kapsar. İkincisi ise, Allah'ın yaratıklarına gereken şefkati göstermek. Bu da onlara ek­sik tartıyı ve fesadı, her türlü eziyeti terk etmeyi kapsar. İşte beş mükellefiyet bunlardır.

Hz. Şuayb'a kavmine güzel karşılık ve cevaplar verdiğinden dolayı, "pey­gamberlerin hatibi" denilirdi. Onun kavmi Allah'ı inkâr eden, ölçü ve tartılarda eksik yapan bir kavimdi. Küfür ise Allah'ın nimetleriyle bir arada uyum sağla­mayan büyük bir suçtur. Eksik vermek ise ölçü ve tartılarda eksiklik yapmak demektir, bu da toplumsal bir suçtur. Bu da, malın eksik verilmesi, kıymetinde aldatma, ölçüyü fazla veya eksik yapmak suretiyle hileye sapma gibi işleri de kapsar. Bütün bunlar ise malın batıl yollarla yenilmesi kapsamındadır. Bu ise peygamberler vasıtasıyla bütün ümmetler arasında yasak kılınmış bir davra­nıştır.

Islah olduktan sonra yeryüzünde fesat çıkartmak ise, insanlığa karşı başka bir toplumsal suçtur. Çünkü yeryüzünün akide ve ahlâk ile düzene girmesi, her­kes için bir hayırdır. Yeryüzünün ifsat edilmesi ise bütün insanlara karşı bir saldırıdır. İbni Abbas der ki: Yüce Allah, Hz. Şuayb'ı peygamber olarak gönder­meden önce yerde masiyetlerle amel olunur ve orada haram şeyler helâl kabul edilir, kanlar dökülürdü. İşte yeryüzünün fesada uğraması budur. Allah Hz. Şu­ayb'ı peygamber olarak gönderip o da kavmini Allah'a davet edince, yeryüzü sa­lâh buldu. Kavmine gönderilen her bir peygamber, o kavmin salâhı demektir.

Hz. Şuayb kavmine insanların mallarını batıl yollarla almak için yollara durmalarını yasaklamıştı. Bunlar gümrük alan kimselerdi. Günümüzde de in­sanlardan şer'an almamaları gereken gümrük vergilerini zor ve baskı ile alan gümrük görevlileri de onlara benzemektedir. Bu bir gasp, bir zulüm, insanlara karşı bir haksızlık ve münker bir iş yapmaktır. Aynı zamanda bu, yol kesicile­rin ve muhariplerin (yol kesmekle birlikte, giden geleni korkutan ve öldürenle­rin) işlerini andırmaktadır.

Hz. Şuayb, kendisine iman edenleri öldürmekle tehdit ederek korkutmak suretiyle davetiyle ilgili şüphe ve tereddütler doğurma ve ona yalan iftiralarda bulunarak insanların çağrısını kabul etmelerini engelleme çabalarını yasakla­dı. Onlara Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini hatırlattı. Çünkü onlar bir zaman az idiler, çoğaldılar; fakirdiler, zenginleştiler; zayıftılar güç kazandılar. Ayrıca, kendilerinden öncekilerin hallerinde yahut kendilerine komşu olan geçmişteki ümmet ve toplumların hallerinden ibret ve öğüt almanın zorunlu olduğuna da dikkatlerini çekti. Çünkü o geçmiş kavimler, peygamberleri yalanlayıp Allah'ı inkâr ederek kâfir olunca, Allah onları helak etti, onların kökünü kesti.

Daha sonra Şuayb (a.s.) Allah'ın hükmünü bekleyerek ve bu hüküm ile tehdit ederek kesin tavrını ortaya koydu. Çünkü onun çağrısı sebebiyle insan­ların, müminler ve kâfirler olmak üzere iki kısma ayrılmış olmaları, Allah'ın her iki kesim arasında nihaî ve ayırt edici hükmünü vermesini gerektirir. Al­lah ise hüküm verenlerin en hayırlısı, en adil olanıdır.

Allah'ın kullan arasındaki hükmü iki türlüdür. Maide suresinin baş tara­fında yer alan, "Muhakkak Allah dilediğini hükmeder" buyruğunda olduğu gibi peygamberlerine vahyettiği hükmü ile, ya dünyada ya da ahirette insanlar ara­sında hak ve batıl üzere olanları ayırt etmek için verdiği hüküm. Nitekim Yu­nus suresinin sonunda Yüce Allah'ın şu buyruğu bu türden hükmü ifade eder: "Sana vahyolunana tabi ol ve Allah hükmünü verinceye kadar da sabret! O, hü­küm verenlerin en hayırlısıdır." (Yunus, 10/109).

Önce teşvik ve ikinci olarak da korkutmakla bütün bu emir ve yasaklar­dan kasıt, kavmi iman, itaat ve salih amele götürmektir. Bu kıssayı işiten bü­tün insanlardan da o kavimden istenenlerin aynısı istenmektedir. Aklı başında olan bir kimse misallerden, benzerlerden ve birbirini andıran hallerden öğüt ve ibret alır. Böyle bir kimse meydana gelen bir şeyin öbür benzerinin hakkında da aynen söz konusu olacağını tamamiyle idrak eder. O halde Allah mümine yüksek dereceleri tahsis eder. Bedbaht kâfir ise çeşitli cezalara maruz kalır: "Yoksa biz, iman edip salih amel işleyenleri yeryüzünde fesat çıkartanlar gibi mi yaparız?" (Sâd, 38/28). [165]

 

Şuayb (A.S.)'ın Kavmiyle Konuşmasının Devamı, Halkın Zelzele Île Cezalandırılması

 

88- Kavminden (iman etmeyi) kibirleri­ne yediremeyen kodamanlar: "Ey Şu-ayb! Seni ve seninle beraber iman edenleri ya muhakkak memleketimiz­den çıkaracağız, yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz" dedi. O: "İste­mezsek de mi?" dedi.

89- Allah bizi ondan kurtardıktan son­ra yine sizin dininize geri dönersek, Allah'a karşı muhakkak yalana düş­müş, iftira etmiş oluruz. Bizim için ona dönmek olacak şey değildir. Ancak Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi müs­tesna. Rabbimizin ilmi her şeyi kapla­mıştır. Biz,ancak Allah'a güvenip da­yandık. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmi­miz arasında hak ile hükmet. Sen hük­medenlerin en hayırlısısın.

90- Kavminden kâfir olan ileri gelenler şöyle dedi: "Şuayb'a uyarsanız, andol-sun ki, o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler olacaksınız."

91- Bunun üzerine onları o müthiş sar­sıntı yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.

92- Şuayb'ı yalanlayanlar zaten orada oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı yalan­layanlar, büyük zarara uğrayanların ta kendileridir.

93- Bunun üzerine Şuayb onlardan yüz çevirerek şöyle dedi: "Ey kavmim! An-dolsun ben size Rabbimin gönderdikle­rini ulaştırdım ve size nasihat ettim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım?"

 

Belagat:

 

"Biz, ancak Allah'a güvenip dayandık" ayetinde, cer harfiyle mecrurunun öne alınması hasr, Allah lafzının zikrolunması da, dua ve yalvarışta mübalağa­yı ifade içindir. [166]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz." Burada tekil hitap (döne­ceksin) yerine çoğul hitap (döneceksiniz) kullanılmıştır. Şuayb (a.s.), asla onla­rın dininde olmadı ve onlara, kendilerinin sözlerine benzer şekilde cevap verdi: "İstemezsek de, ona dönecek miyiz?" Buradaki soru, dönülmeyeceğim göstermek içindir.

"Bizim için olacak şey değildir." Böyle bir şey düşünülemez. "Rabbimizin ilmi her şeyi kaplamıştır" Benim ve sizin haliniz de O'nun ilmi içindedir.

"Onun kavminden kâfir olan ileri gelenler şöyle dedi." Yani birbirlerine şöyle dediler. "Diz üstü çöküp kaldılar." Ölüverdiler. "Size nasihat ettim." Yine iman etmediniz. [167]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler, Şuayb (a.s.)'m kavmiyle olan kıssasının son kısmıdır. İki konu­yu içine alır: Birincisi, Şuayb (a.s.)'ın kavminin ileri gelenleriyle konuşması, ikincisi de üzerlerine inen genel bir azapla kâfirlerin sonunun açıklanması.

Yalnızca Allah'a ibadet etmek, ölçüyü ve tartıyı tam yapmak, yeryüzünde fesad çıkarmamak gibi emir ve yasaklarına aldırış etmeyen kavminin ileri ge­lenleri, Şuayb (a.s.)'ı ve onunla beraber olan müminleri tehdit mahiyetinde şöy­le diyorlardı: Ey Şuayb! Ya seni ve seninle beraber inananların hepsini ülke­mizden çıkaracağız, ya da bizim atalarımızdan devraldığımız dinimize, şeriatı­mıza dönersiniz.

Onlardan gelen bu tehdit şu iki şeyi içeriyordu: Ya yurtlarından sürüp uzaklaştırmak, ya da onları dinlerine dönmeye zorlamak. Peygamber Şuayb (a.s.)'a yöneltilen bu seslenişle, onun dinine uyan kimselere seslenmek amaçla­nıyordu.

Şuayb (a.s.) da onların bu sözlerine, yadırgama ve hayret ifade eden şu sözlerle cevap veriyordu: Bize, sizin dininize dönmemizi mi emrediyorsunuz? Bize teklif ettiğiniz şeylerin her ikisinden de hoşlanmasak da mı?

Şüphesiz siz, kalbimizdeki inancın ne kadar köklü olduğunu bilmiyorsu­nuz. Onu hiç kimse koparamaz.. Yine vatan sevgisinin inancı koparamayacağı­nı, bu memlekette oturmanın, bizi Allah'ın rızasına, O'nu birlemeye, O'na kul­luk etmeye, O'nun emirlerine uymaya tercih ettiremeyeceğini de bilmiyorsu­nuz.

Sonra küfür dinine dönmeyi tam manasıyla reddettiğini açıklıyor: Biz, si­zin dininize geri döner, şirk üzerine kurulu dininize tabi olursak, bizi o batıl dinden kurtardıktan, tevhid dinine, doğru yola hidayet buyurduktan sonra, Allah'a eşler koşmakla büyük bir saçmalık yapmış oluruz. Şüphesiz bu, şaşılacak bir şeydi. Nitekim, Şuayb (a.s.) da onlara uymadı.

Şuayb (a.s.)'ın: "Bizi ondan kurtardıktan sonra" sözü, arkadaşlarımızı kur­tardıktan sonra demektir. Çünkü peygamberler, küfürden korunmuşlardır.

"Bizim için ona dönmek olacak şey değildir." Yani bizim, sizin dininize geri dönmemiz kesinlikle mümkün değildir. Bizi, doğrultumuzdan hiç kimse çevire-mez. Çünkü biz, kendimizin apaçık hak üzere olduğumuza, sizin küfür ve şirk içinde bulunduğunuza inanıyoruz. İmanımız bize, işimizi Allah'a havale ettiri­yor. Her şeyi bilen, her işinde tam bir hikmet sahibi olan Allah, bir şey yapmak isterse, yapar. Çünkü bütün işlerimizde, hüküm sahibi O'dur. Bu, onların dini­ne dönmeyi en açık ve en kuvvetli şekliyle reddetmektir. Bizi sapıklığa döndür­me arzusuna kapılmayın. Çünkü Allah, müminlerin küfre dönmelerini iste­mekten uzaktır. Bu, hikmete ters düşer.

Şüphesiz Allah Teâlâ'nm ilmi her şeyi kuşatmıştır. O, ilmi geniş ve fazlı bol olandır. Hikmetle tasarruf eden ve dilemesi de hikmeti doğrultusunda ger­çekleşendir. İnsanlara ancak hayır diler. O, olmuş ve olacak her şeyi bilir. O, kullarının durumlarının nasıl değiştiğini, kalplerinin nasıl halden hale geçtiği­ni, incelikten sonra katılaşacağını, sıhhatten sonra hastalığını, imandan sonra küfre döndüğünü bilir.

Biz işlerimizde, O'nun dinini ve şeriatını koruma hususunda üzerimize düşeni yaparak Allah'a tevekkül ettik. İmanda sürekli kılması ve yakinimizi artırmada başarı vermesi hususunda O'na tevekkül ettik: "Kim Allah'a tevek­kül ederse, O, kendisine yeter" (Talâk, 65). Gerçek tevekkülün şartlan, hayatta sebeplere yapışıp sert hükümleri uygulamak ve sünneti gözetmek, sonra da işi Allah'a havale etmektir. Nitekim bir arabi Peygamber (s.a.)'e, devesini bağla­dıktan sonra mı, yoksa başıboş bıraktıktan sonra mı Allah'a tevekkül etmesi gerektiğini sorduğunda, Tirmizî'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte, şöyle cevap vermiştir: "Onu bağla, sonra tevekkül et."

Bu, onların pazarlığına ve dinlerine döndürme uğraşlarına başka bir reddir.

Sonra Şuayb (a.s.) kendilerinden ümit kesince, kavmine beddua etti: Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hakla hükmet, onlara karşı bize yardım et. Sen hükmedenlerin en hayırlısısın: "O, hüküm koyanların en hayırlısıdır." (A'raf, 6/87). Yani sen, hiçbir zaman zulmetmeyen adalet sahibisin. Peygamber­lerle kâfirler, haklılarla haksızlar arasında hakla hükmedersin..

Sonra kâfirler, Şuayb (a.s.)'ın peygamberliğindeki müminlerin, dinlerine dönmesinden ümitlerini kesince, tehdit ve korkutma yoluna başvurdular. Önde gelenler, kendilerinden aşağı durumdaki zayıf müminlere, imandan alıkoymak için şöyle dediler: "Eğer siz, söylediği şeylerde Şuayb'a tabi olursanız ve ona inanırsanız, babalarınızın ve dedelerinizin dinini terkettiğiniz, ona alışamaya-cağınız ve doğruluğunu bilemeyeceğiniz için manevî bir zarara uğrayacaksınız. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayacağınız, başkalarının mallarını almayacağınız

için de, servetinizi artıramayacak, dolayısıyla maddi bakandan da zarara uğra­yacaksınız. Çünkü o, sizi bunlardan engellemeye, bunları düzgün yapmaya teş­vik etmektedir.

Böylece Kuran, eşrafı, önce Allah'a imandan ve Şuayb (a.s.)'ın peygamber­liğini kabullenmekten uzak, sonra azdıran ve sapıklığa düşüren, müminleri Şuayb (a.s.)'ı inkâra yönelten kimseler olarak nitelemekte, daha sonra da kü­fürle vasıflandırmakta, arkasından da akıbetlerini, azaba uğrayacaklarını açıklamaktadır. "Bunun üzerine onları o müthiş sarsıntı vakalayıverdi de yurt­larında dizüstü çöküp kaldılar..." Yani, onlar şiddetli zelzele ve korkunç azapla yok edildiler, helak oldular. Yüzleri üstüne düşüp öldüler. Onların azabı burada "racfe" (sarsıntı), Hûd sûresinde ise. "sayha" gurultu) kelimesiyle anlatılmış­tır. Çünkü zelzele, korkunç bir gürültü ile beraber gelir: "Emrimiz geldiği va­kit, Şuayb'ı ve beraberindeki müminleri bizden bir rahmetle kurtardık. Zulme­denleri ise o korkunç ses yakaiayıverdı de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar" (Hud, 11/95).

Şuarâ sûresinde Cenab-ı Hak, Şuayb'ı Eykelilere gönderdiğini açıklıyor. Eykeliler, neseb bakımından Medyenlilerin kardeşleridir. Eyke,deniz sahiliyle Medyen arasında bol ağaçlı bir yerdir. Medyen, şiddetli bir gürültü ve onu ta­kip eden zelzele ile azaplandırıldı. Eykeliler ise, kavurucu ve çok sıcak rüzgâr­la azaplandırıldüar: Güneşin hararetinden gölgelenmek üzere bulutun gölgesi­ne toplanmışlardı. Derken, o onlara ateş yağdırdı, yandılar. Kısacası, Şuayb (a.s.)'ın kavmine, kavurucu ve çok sıcak rüzgâr azabı isabet etti. Sonra gökten bir gürültü ve daha sonra da, altlarından yer sarsıntıları geldi: Ruhları çıktı, cesetleri dondu.[168]

O halde kaybeden kim?: Şuayb (a.s.)'ı yalanlayanlar. Helak edildiler, kök­leri kazındı, sanki yurtlarında yaşamamış gibi oldular. Bu, onların: "Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki, o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış kimse­ler olacaksınız" sözlerini çürütmektedir. Bu redden murad, kötüleme ve azarla­mayı artırmaktır. Tekrarlanması da, işi büyütmek ve hak ettikleri cezadan kor­kutmak içindir.

Gerçekten de, dünya ve ahirette büyük zarara uğrayanlar, müminler değil kâfirlerdir. Çünkü Şuayb'a tabi olanları Allah kurtardı. Onlar kazançlıdırlar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Emrimiz geldiği vakit, Şuayb'ı (a.s.) ve beraberindeki müminleri bizden bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o kor­kunç ses yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar." (Hûd, 11/95). Burada, güzel akıbetin müttakilere ve gerçek kârın, helâl yiyip haramdan kaçı­nanlara ait olduğuna, yok oluş, helak ve iflasın harama dalan, batıl yollarla in­sanların mallarını yiyen kâfirler için olduğuna açıkça bir işaret vardır.

Kavmine azap, yok oluş ve helak geldikten sonra, Şuayb (a.s.) onları şu sözlerle azarlayarak yüz çevirip ayrıldı: "Ey kavmim! Andolsun ben size Rabbimin gönderdiklerini ulaştırdım ve size nasihat ettim..." Yani, size, benimle gön­derilen şeyleri bildirdim, getirdiğim şeyleri inkâr ettiniz, artık size tasalan­mam: "Artık kâfir bir kavme nasıl acırım?.." Yani, Allah'ın varlığını inkâr eden, rasûlünü yalanlayan bir kavmin başına gelenlere nasıl üzülürüm? el-Kel-bî'ye göre, Şuayb (a.s.), kavmine bunları söyledikten sonra aralarından çıkıp gitti. Çünkü hiçbir peygamberin kavmine, peygamberleri içlerindeyken azap edilmemiştir. [169]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Peygamberlerin hatibi Şuayb (a.s.)'m kavmini, Allah'a ibadete ve insanla­rın mallarını haksız yollarla yemeyi terketmeye çağırması karşısında, onlar ona şu iki şeyden birini tercih etmesini istemekle karşılık verdiler: Ya yurtla­rından uzaklaştırılıp sürülme, ya da dinlerine geri dönme. 'Yahut mutlaka bi­zim dinimize döneceksiniz" sözlerinden kasdolunan da budur. Bu, Şuayb (a.s.)'ın peygamberlikten önce onların dini üzere olduğunu ifade etmez. Çünkü o, küfürden korunmuştur. Şuayb (a.s.)'ın konuşması da, tağlib yolludur. Çünkü onlar ona, tabilerine hitap ediyormuş gibi hitap ettiler, ona onların hükümleri­ni uyguladılar.

Şuayb (a.s.), onların istediklerini yapmamak, dinlerine geri dönmemek hususunda kesin kararlıydı. Çünkü o, hakkı bildikten sonra, bunu yaparsa, Al­lah'a iftira etmiş olurdu. Şuayb (a.s.)'ın tabileri de, kesin kararlıydılar. Dolayı­sıyla onun cevabı, onların cevabıydı. Bu, peygamberlik aslından fışkıran bir şeydi. Peygamberlik, doğruluk, yalandan uzak olmak demekti. Onların dinine dönmek ise, peygamberliği inkâr etmekti. Şuayb (a.s.): "Allah bizi ondan kur­tardıktan sonra yine sizin dininize geri dönersek" sözüyle, onların dininden uzak olduğu halde, kendini kavmiyle beraber zikrediyor. Bunda, sözü çoğunluk hükmüne göre söyleme hikmeti vardır. Nitekim Şuayb (a.s.)'m kavmi de, Şuayb (a.s.) ve müminlere: "Yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz" demişlerdi.

Eş'arîler: "Ancak Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi müstesna" ayetine daya­narak, Allahu Teâlâ'nm iyiliğe rızası olduğu gibi, küfre de rızası olduğunu söy­lemişlerdir. Onlara göre ayetin manası "Allah'ın bizi sizin dininize -ki O din küfürdür- döndürmesi durumunda" demektir. Mutezile'ye göre ise Allahu Te-âlâ, ancak hayır ve salah ister. Çünkü bu istisna - Allahu Teâlâ'nın, bizi sizin dininize döndürmek istemesi- bir şart hükmüdür. Onda, Allahu Teâlâ'nın onu istediği ya da istemediği konusunda bir açıklama yoktur. Bu, uzak ihtimal ifa­de eden bir sözdür. Nitekim, "Bunu ancak, zift beyaz olursa yaparım", "Karga beyaz olursa yaparım" denir ki, olmayacak bir şeydir. Allahu Teâlâ'nın: "Rabbi-mizin ilmi her şeyi kaplamıştır" sözünün, hemen öncesiyle ilgisi şudur: Cenab-ı Hak, bizi şu ülkede sizin dininize dönmeden ve sizi bizim emrimize boyun eğdi­rerek bırakır. Sizin bizi çıkarmanıza imkân vermez.

Allahu Teâlâ'nın: "Rabbimizin ilmi her şeyi kaplamıştır" sözü, O'nun ezel­de her şeyi bildiğine işaret eder. Çünkü "Vesia" (kapladı) kelimesi mazi fiildir, geçmişi içine alır. Hatta şimdiki zamanın, gelecek zamanın ve gaybm ilmini içi­ne alır; çünkü mazi ile ifade, bütün eşyayı bilmenin kesin olduğunu ifade eder.

Allahu Teâlâ'nın: "Biz ancak Allah'a güvenip dayandık. Ey Rabbimiz! Bi­zimle kavmimiz arasında hak ile hükmet" sözü, peygamberin ve her müminin Allah'la ilgi içinde olması ve işlerini tam manasıyla ona havale etmesi gerekti­ğine işaret eder. Allah'ın: "Biz, ancak Allah'a güvenip dayandık" sözü, hasr ifa­de eder. Sadece O'na tevekkül ettik, başkasına değil, manasınadır. "Ey Rabbi­miz, bizimle kavmimiz arasını sen hak ile ayır" sözüyle, hükmün Allah'a havale edilmesi, ona dua edilmesi, ona sığınılması murad olunmaktadır. "Sen hükme­denlerin en hayırlısısın" sözüyle, Allah'a övgü amaçlanmaktadır.

"Sen hükmedenlerin en hayırlısısın" sözüyle Eşariler, kulda imanı yarata­nın sadece Allah olduğuna hükmetmişlerdir.

"Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki o taktirde, muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler olacaksınız" ayeti, Şuayb (a.s.)'ın kavminin, iki sebepten do­layı -küfür ve sapıklık ya da başkalarını sapıklığa düşürmek ve saptırmaktan-helak edilme azabını hak ettiklerine işaret etmektedir.

Şuayb (a.s.)'m kavminin azabı "racfe" (helak edici şiddetli zelzele) ve "say­ha" (helak edici şiddetli ses) ile oldu. Bu şekilde azab, o yalanlayanlara aitti. Allah müminleri kurtardı. Bu, üç şeye işaret eder: O azab, istediğini yapan Al­lah'ın yaratmasıyla olmuştur. Yıldızların ve tabiatın eseri değildir. Aksi takdir­de Şuayb (a.s.)'a tabi olanları da kapsardı. O fail-i muhtar (dilediği herşeyi ya-pan)dır, cüziyyatm hepsini bilir, itaat edenle isyan edeni birbirinden ayırdeder. Kavmin sadece bir kısmının azaba maruz kalması, Şuayb (a.s.)'ın en büyük mucizelerindendir. [170]

 

Allah'ın, Milletleri Helak Etmeden Önce Darlığa Sokması, Bolluğa Çıkarması Konusundaki Kanunu

 

 94. Biz hangi memlekete bir peygam- ber gönderdiysek halkını, yalvarıp ya- karsınlar diye mutlaka fakirlikle, şid- de* Ve hastahkla y^aladık.

 95.  Sonra bu sıkıntının yerini iyilikle  değiştirdik. Nihayet çoğaldılar. «Baba- larımıza da şiddet ve genişlik dokun- muştur" dediler. Bunun üzerine biz de  onları, kendileri farkında olmadan an­sızın tutup yakalayıverdik.

 

Belagat:

 

"Biz, hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek...": Burada hazf ve ız-mâr vardır. Şöyle demek isteniyor: Biz, hangi memlekete bir peygamber gön­derdiysek yalanlandı, ya da o memleket halkı onu yalanladı.

"Sonra bu sıkıntının yerini iyilikle değiştirdik..." cümlesiyle, "Babalarımı­za da şiddet ve genişlik dokunmuştur" cümlesi arasında tıbak vardır. [171]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Karye": Başkent gibi büyük şehirleri olan memleket manasınadır. Bu gibi yerlere peygamberler gönderilir. "Medine" kelimesi bu kelimenin içine girer.

"Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek." onu yalanladılar, "yal­varıp yakarsınlar diye.." Zelil olduklarını anlayarak iman etmeleri için. "Lealle" sözünün, Allah hakkında şüphe ifade etmesi uygun değildir. O halde mana şöyle olmalıdır: Allahu Teâlâ bunu, onlar yalvarıp yakarsınlar diye yaptı. Ayet­te geçen "tazarru" kelimesi, zaaf ve itaat ifade eder. "mutlaka fakirlikle, şiddet ve hastalıkla yakaladık." Savaş, kuraklık ve aşın fakirlikle, insanın kendisine veya yaşamına zararı dokunan hastalık gibi şeylerle onları cezalandırdık.

"Sonra bu sıkıntının yerini iyilikle değiştirdik." Sonra onlara azap yerine zenginlik ve sıhhat verdik.

"Nihayet çoğaldılar." Arttılar. Ayette geçen "afev" kelimesi, Arapların: "Afe'n-nebâtü ve'ş-şa'ru=Bitki ve arpa çoğaldı" tabirinin ifade ettiği manadan gelmektedir. Nihayet küfran-ı nimette bulunarak, "Bize dokunduğu gibi, babalarımıza da, bu şiddet ve genişlik dokundu."   Bu, zamanın adetidir, Allah'ın ce­zası değildir, bulunduğunuz hal üzere devam edin, dediler.

"Onları, kendileri farkında olmadan ansızın tutup yakaladık" Onları, geliş vaktini bilmedikleri bir zamanda, ansızın azapla yakaladık. [172]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teâlâ peygamberlerin kavimleriyle aralarında geçen olayları, baş­larına gelen azabı açıkladıktan sonra, bu ayette de, bu helakin ve yok edilişin sadece bu peygamberlerin zamanıyla sınırlı olmadığını, bunu başkalarına da uyguladığını, peygamberleri yalanlayanlardan intikam alma hususundaki ilahî kanununu -şiddetli fakirlik ve şiddetli hastalık, sonra da bolluk, rahatlık ve re­fah, daha sonra da, ani bir azap ile- açıklamaktadır. Bunda Kureyş ve benzerle­rini korkutma ve onları Muhammed Mustafa'nın (s.a.) peygamberliğine imana teşvik vardır. [173]

 

Açıklaması

 

Allahu Teâlâ, peygamberler ya da başka zamanlardaki, sapık milletleri ve ümmetleri cezalandırmada izlediği kanunundan haberdar ediyor. O da, üm­metlere durumlarını değiştirmeleri gerektiğini duyurma, küfür ve sapıklıktan iman ve hidayete yönelmeleri gerektiğini haber vermedir.

Ayetin manası şöyle olur: Biz, bir kavme bir peygamber gönderdiğimizde, onlar onu yalanladıkları zaman, onlara azap etmekte acele etmeyiz. Onlara sü­re veririz ve durumlarını değiştirmelerini hatırlatırız. Onları cezalandırmaya, başlarına hoşlanmadıkları ve zorlandıkları şeylerden biraz indirmekle başla­rız: Kötü bir maddî duruma ve fakirliğe, sonra da hastalığa ya da, ilk önce has­talığa sonra da fakirliğe maruz bırakırız ki, başlarına gelen bu hali kaldırması için Cenab-ı Hakk'a sığınsınlar ve dua etsinler.

"Sonra bu sıkıntının yerini iyilikle değiştirdik." Sonra durumu, musibetten bolluğa,fakirlikten zenginliğe, hastalıktan sağlık ve afiyete çevirdik ki, buna şükretsinler. Oysa sıkıntı, sahibini üzen her şey, iyilik ise, yaratılış ve aklın gü­zel gördüğü şeydir.

"Nihayet çoğaldılar."  Yani malları, çoluk çocukları arttı. Çünkü bolluk, genellikle neslin çoğalmasına sebep olur.

"Babalarımıza da şiddet ve genişlik dokunmuştur, dediler." Onları, Allah'a yalvarıp dua etsinler diye, darlık ve sonra da bollukla imtihan ettik. Ne bu fay­da verdi, ne o. Olanlardan ibret almayarak, kendilerine geçmişte atalarına isa­bet eden darlık ve sıkıntının, sonra da bolluğun isabet ettiğini söylediler. Alla­hu Teâlâ'nın, insanoğlunda mutluluk ve mutsuzluk nedenlerini hazırlamadaki kanunlarını anlayamadılar. Müminlerin durumu tersinedir. Bolluk halinde Al­lah'a şükrederler, darlık nalinde ise sabrederler. Nitekim es-Sahihayn' da ge­çen bir hadiste şöyle buyurulur: "Müminin işi imrenilecek bir haldir. Allah'ın onun için takdir ettiği her şey hayırdır. Zarara uğradığında sabreder ve bu onun için hayır olur. Sevinç verici bir şey isabet ettiğinde de şükreder ki, bu da onun için hayır olur."O halde mümin, Allahu Teâlâ'nm kendisini mübtela kıldı­ğı darlık ve bolluktan uyanır, ders alır. Nitekim, Müslim, Tirmizî, İbni Mace ve Ahmed'in rivayet ettiği hadiste şöyle buyurulur: "Belâ, mümini günahlarından temizler, öyle gider. Münafığın örneği ise, sahibinin niçin bağladığı, niçin salı­verdiği bilinmeyen eşeğin örneğidir."

Belâdan kurtulmak için, kötü halin iyi hale çevrilmesi gerekir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Allah bir kavmi, özlerindekini değiştirip bozma­dıkça onun halini değiştirip bozmaz" (Ra'd, 13/11).

Zamanın olay ve değişikliklerinden ibret almayanların sonu ise, Allahu Teâlâ'nm zikrettiği gibidir: "Bunun üzerine'biz de onları, kendileri farkında ol­madan ansızın tutup yakalayıverdik." Yani daha fazla zarara uğramaları için, onları ansızın cezalandırdık. Nitekim Cenab-ı Hak, başka bir ayette şöyle bu­yurur: "Bunlar kendilerine hatırlatılanı unutunca, üzerlerine her şeyin kapıla­rını açtık. Tâ ki verilenler yüzünden ferahladılar. O vakit de onları ansızın tu­tup yakalayıverdik. Artık o anda onlar ümitsiz kahverdiler" (En'am, 6/44). Ah­met ve Beyhakî'nin, Aişe'den rivayet ettiği hadiste de şöyle buyrulur: "Ani ölüm, mümin için rahmet, kâfir için bir pişmanlık, üzülmedir."

O halde mümin veya kâfir, bütün insanların, başkalarının başına gelenler­den ibret alması gerekir. Allah'a inanan kimse zamana aldanmaz. Musibetler ve belalar, onun için bir terbiye, günahlardan temizlenme olur. Kâfire bir kötü­lük dokununca, ümitsizliğe düşer. Bir iyilik ve nimete kavuşunca şımarır, ki­birlenir, taşkınlık yapar. Sonunda helak olur. [174]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Olaylardan ibret alıp durumlarını düzeltmeleri için süre vermek ve yavaş davranmak, Cenab-ı Hakk'm yarattıklarına uyguladığı kanunlarmdandır. İm­tihan, kötülükle de olur, iyilikle de: "Biz sizi kötülük ve iyilikle imtihan ederek deneriz. Ve bize döndürüleceksiniz" (Enbiya, 2/35). Geçmişin durumlarını, gele­ceğin getireceği değişiklikleri düşünen kimse, hayatın derslerinden istifade eder: "Onları hem iyiliklerle, hem de kötülüklerle imtihana çektik. Ta ki dön­sünler.." (A'raf', 7/168).

Cenab-ı Hakk'm: 'Yalvarıp yakarsınlar diye" sözü, Mutezile'ye göre, Alla­hu Teâlâ'nm her mükelleften iman ve taat istediğine işaret eder. Ehl-i Sünnet ise: "Sonra bu sıkıntının yerini iyilikle değiştirdik" ayetine de dayanarak, Al­lah'ın köylüleri, imana daha yakın kıldığını söyler. Çünkü, sıkıntı ve yoksul­luktan sonra gelen mal ve beden rahatlığı, insanı Allah'a bağlılığa ve şükre sevkeder.

Fakat insanlar ibret almazlar. Allahu Teâlâ, kendilerini yoksulluk ve bol­lukla yakaladığı halde, yaptıklarından vaz geçmediler, şükretmediler. Bu onla­rın, Allah'ın onlara verdiği, darlıktan sonraki bolluktan ve korkudan sonraki güvenden ders almadıklarını, aksine bunun, zamanın âdeti olduğuna, bazan darlık ve yoksulluk, bazan da bolluk ve rahatlık olabileceğine inandıklarını gösterir.

Hak Teâlâ ise, onların mazeretlerini ortadan kaldırdı ve onlara süre ver­di. Fakat onlar, yine boyun eğmediler ve bu süreden yararlanmadılar. [175]

 

Hayrın Artması İçin İmana Teşvik, Erken Gelen Azap­la Küfürden Korkutma

 

96.  Eğer o memleketlerin halkı iman edip de sakınmış olsalardı, üzerlerine gökten ve yerden nice bereketler açar­dık. Fakat onlar yalanladılar. Biz de kazanmakta oldukları yüzünden onla­rı tutup yakaladık.

97. Acaba o memleketlerin halkı, gece­leyin uykudayken azabımızın onlara geleceğinden korkmayıp emin mi oldu­lar?

98. Yoksa o memleketlerin halkı kuş­luk vaktinde oynarlarken kendilerine azabımızın gelip çatmasından da mı korkmayıp emin oldular?

99.  Yahut onlar Allah'ın azabından emin mi oldular? Hüsranda olan ka­vimden başkası Allah'ın mekrinden emin olamaz.

100.  Yeryüzüne, önceki sahiplerinden sonra vâris olanlara hâlâ şu belli olma­dı mı? Eğer biz dileseydik onlara da günahlarının cezasını verirdik. Onla­rın kalblerini mühürleriz de işitmezler.

 

Belagat:

 

'Yoksa o memleketlerin halkı, kendilerine azabımızın gelip çatmasından da mı korkmayıp emin oldular?" Cümlenin tekrarı korkutmak içindir. Buna be­lagatta ıtnab denir.

"Yahut onlar Allah'ın azabından emin mi oldular? Allah'ın mekrinden, hüsranda olan kavimden başkası emin olamaz." Bu, yukarıdaki ayeti tekrar mahiyetindedir. Tekrardan maksat, manayı pekiştirmedir. Burada Allah'ın mekrinden maksat, Allah'ın kuluna mühlet vermesi, hemen cezalandırmama-sıdır. Zemahşerî, Keşşafta[176] şöyle der: "Allah'ın mekri, kulunu bilmediği bir yerden yakalaması ve ona mühlet vermesidir. O halde akıllı olana düşen iş, Al­lah'ın mekrinden korkmasında, gizli, aniden baskın yapabilecek gibi olan düş­manından korkan muharip gibi olmaktır." [177]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O memleketlerin halkı" Kendilerine peygamber gönderilip de onları ya­lanlayanlar, "iman edip de sakınmış olsalardı" Allah'a ve peygamberlerine iman edip küfürden ve isyandan sakınmış olsalardı, "üzerlerine gökten ve yerden nice bereketler açardık" Onlara gökten yağmuru ve güneş ısısını bol bol verir, yeryü­zünde bolluk bereket yaratırdık. Bitkileri, madenleri ve benzer şeyleri çoğaltır-dık.

"Allah'ın mekrinden emin mi oldular?" Allah'ın onlara nimetle istidracda bulunup ansızın yakalamasından emin mi oldular? "Mekr", insanın hesaplaya­madığı gizli tedbirdir. [178]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak önceki ayette, o memleketler halkından isyan edip azanları ansızın yakaladığını açıkladıktan sonra, bu ayette eğer itaat etmiş olsalardı, Allah'ın onlara hayır kapılarını açacağını, peygamberlerini yalanladıkları za­man, gece veya gündüz gelebilecek azapla, onları korkuttuğunu açıklamakta­dır. [179]

 

Açıklaması

 

Bu, Allah'ın kulları hakkındaki bir başka kanununu bildirmektedir. Buna göre o şehirlerin halkı -Mekkeliler ve başkaları gibi- Allah'a, meleklerine, ki­taplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inansalar, Allah'ın nehyettiği, ha­ram kıldığı şeylerden, şirkten, yeryüzünde fesat çıkarmaktan, günahlardan ve hoş olmayan şeylerden sakmsalardı, elbette Allah onlara gökten yağmur gibi birçok hayırlar indirir ve yerin bitki, madenler ve hazineler gibi hayırlarını çı­karırdı. Kâinatın kanunlarını anlamak için onlara ilim, tanıma ve rabbani il­hamlar verirdi. Yani inansalardı, Allah onlara, üstlerinden, altlarından, kendi­lerinden ve fikirlerinden olmak üzere her türlü hayrı, her yandan verirdi.

Bunda, sahih imanın saadet ve bolluğa sebep olduğuna işaret vardır. Fa­kat onlar, peygamberlerini yalanladılar, iman etmediler ve sakınmadılar. Bu­nun üzerine onları, kazandıkları günah, haram ve dünya hayatını bozan şirkle­ri sebebiyle helâkla cezalandırdık. Bunda, cezanın, işlenen isyanların sonucu olduğuna işaret vardır.

Sonra Allahu Teâlâ onları, köklerini kazımak şeklinde bir azapla tehdit ediyor. Emirlerine aykırı davranmak ve nehiylerini işlemeye cüret etmekten korkutuyor. "Acaba o memleketlerin halkı, geceleyin uykudayken, azabımızın onlara geleceğinden korkmayıp emin mi oJdular?" Buradaki soru, yadırgama ifade eden bir sorudur. Onların hallerinin ve gafletlerinin hayret edilecek bir davranış olduğu belirtiliyor. Bundan sonra da, Mekkeliler ve benzeri şehir halkları gibi, o kâfir şehirlerin halkları, gaflet hallerinde yani gece uykuday­ken kendilerine azabımızın inmesinden emin mi oldular, demektir.

Yahut onlar, meşguliyet hallerinde -gündüz oyun ve eğlence ile meşgul iken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden güven içindeler mi? Burada, fay­dasız işlerle uğraşmaları, çocukların oyunları gibi görülüyor.

İki halde de, gaflet anlarında Yani gece uyku halinde ve gündüz kuşluk vaktinde kendilerine azap inmesinden korkutulmaktadırlar. Çünkü bu zaman­da insan, zevk veren şeylerle meşguliyete daha fazla dalar. Bir halden emin ol­sanız da, başka bir halden emin olamazsınız, demektir.

Râzi şöyle der: 'Kuşluk vaktinde oynarlarken' sözü, dünya işleriyle meşgu­liyete işaret olabileceği gibi, -çünkü bunlar bir oyun ve eğlencedirler- küfür içi­ne dalmalarına da işaret olabilir. [180] Çünkü bu, faydasız ve zararsız bir oyun­dur.

Sonra yüce Allah, azarı daha da fazlalaştırmak için: "Acaba o memleketle­rin halkı, geceleyin uykudayken azabımızın onlara geleceğinden korkmayıp emin mi oldular?" ayetinin ardından, "yoksa oynarlarken kendilerine azabımı­zın gelip çatmasından da mı korkmayıp emin oldular?" ayetiyle devam etmiş­tir. Bu ayette geçen, "Allah'ın mekri," Allah'ın cezası ve kulunu farketmediği yerden yakalamasıdır. Onlar Allah'ın mekrinden ve cezasından emin oluyorlar­sa, Allah'ın mekrinden, ancak kendilerini aldatanlar emin olurlar. Hasan el-Basri (r.a) şöyle demiştir: "Mümin ibadetleri yaparken korku içindedir. Fâcir (günahkâr) ise, günahları emniyet ve güven içinde işler."

İki ayetin toplu manası: Onların emniyet sebepleri, gece yahut gündüz gaflet vakitlerinde kendilerine azap gelmesi, yahut onların emniyet sebepleri Allah'ın mekrinden, yani onlara gelen Allah'ın azabından gaflet etmeleri mi­dir? Eğer böyle zannediyorlarsa, Allah'ın mekrinden, ancak kendilerini aldatan kimseler emin olabilir.

Allahu Teâlâ, köklerini kazımak suretiyle helak ettiği kâfirlerin halini açıkladıktan sonra, bu olayları zikretmekten maksadın, bütün mükelleflerin, dini yaşayışlarında ve itaatlarmda ibret almaları olduğunu açıklamaktadır: 'Yeryüzüne önceki sahiplerinden sonra, vâris olanlara hâlâ şu belli olmadı mı? Eğer biz dileseydik onlara da günahlarının cezasını verirdik. Onların kalbleri-ni mühürleriz de işitmezler."

İnsanlar, özellikle de, kendilerinden önce helak ettiğimiz kimselerin top­raklarına ve memleketlerine halef olan Kureyş, şu hakikati anlamadı mı? Bi­zim onlara karşı durumumuz, onlardan öncekilere karşı olan durumumuz gibi­dir. Dilersek, onlardan öncekilere azap ettiğimiz gibi, günahları ve kötü amelle­ri sebebiyle onlara da azap ederiz. Miras bırakanları helak ettiğimiz gibi, vâris olanları da helak ederiz.

Onları azapla helak etmezsek, kalblerini mühürleriz de, öğüt ve nasihat dinlemezler. Hakikati kabul edip öğüt almazlar. Kendilerine nehyedilen şeyler­den vazgeçmezler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "O ayetler ve korkutma­lar, iman etmeyecek bir kavim için fayda vermez" (Yunus, 10/501): Müminler ise, kendilerinden öncekilerin başına gelenlerden öğüt ve ibret alırlar. Nitekim, aynı konuyu ele alan birçok ayette Cenab-ı Hak bunu ifade eder. O ayetlerden biri şudur: "Biz onlardan önce nice asırlar (halkınjı helak etmişizdir. Bu onları irşad etmedi mi? Halbuki kendileri de onların yurtlarında yürüyüp duruyorlar. Bunda salim akıl sahipleri için elbette ibret verici ayetler vardır." (Tâ-Hâ, 20/128). [181]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, müminler için teşvik, kâfirler için de korkutmayı içine almaktadır. Müminleri teşvik, gökten yağmur ve bereketli rüzgârlar sebebiyle gelen ilahi hayırlar ve bereketler; yerden de bitkiler meyveler, madenler, hazineler, çokça hayvanlar şeklindeki nimetler, emniyet ve selamet, insana rahat ve huzura gö­türecek düşünce ve bilgiyi ilham etmektedir.

Kâfirleri korkutmak ise, kendilerinden önce gönderilen peygamberleri ya­lanlayıp eziyet eden diğer milletlere, şehir halkına azap ettiği gibi, köklerini kazımak, yerle bir etmek şeklinde bir azapla korkutmaktır.

Allahu Teâlâ onları, Allah'ın süre vermesine, cezayı ertelemesine zira çoğu kere ceza, gece veya gündüz gaflet halinde gelir- aldanmamaları için uyarmak­tadır. Allah'ın mühlet vermesinden ya da cezasından, ancak kendilerini alda­tanlar emin olur.

Kâfirlere azap etme konusunda Allah'ın kanununun tek ve değişmez oldu­ğunu onlar bilmiyorlar mı? Şüphesiz O, günahları sebebiyle isyankârlara azap eder. Nitekim, kendilerinden önce yaşayan daha kuvvetli, mal ve nesil açısın­dan daha fazla olan milletlere azap etmiştir. Eğer onları ceza ile helak etmez­sek, kalblerini mühürleriz de, anlayıp kavrayacak bir kulakla öğüt dinlemez­ler.

Ehl-i Sünnet, Cenab-ı Hakk'ın: "Onların kalplerini mühürlerdik" sözün­den, Allahu Teala kulun iman etmeyeceğini bildiğinden, kulun imanına engel olmaya hükmetmiştir. Mutezilîlerden Cübbâi ise şöyle der: Bu mühürlemeden murad şudur: Cenab-ı Hak, kâfirlerin kalblerine öyle belirti ve işaretler koyar ki, melekler onların iman etmeyeceğini bilir. O işaret imana mani değildir. [182]

 

Helak Edilen Ülke Halkının Kıssalarından İbret Almak

 

 101. İşte o ülkelerin haberlerinden bir  kısmını sana naklediyoruz. Gerçekten  Peygamberleri onlara apaçık delillerle  gelmişlerdi. Fakat evvelce yalanladık- ları Şeylere iman etmedüer. İşte Allah  kâfirıerin kalblerini böyle mühürler.

102- Onların çoğunda ahde vefa bulma- dik. Onların çoğunu gerçekten fasık  kimseler bulduk.

 

Kelime ve İbareler:

 

"O ülkelerin" yani daha önce belirtilen beş kavmin -Nuh, Hûd, Salih, Lût, Şuayb kavimleri- beldelerinin "haberlerinden bir kısmını sana naklediyoruz." Burada hitap Muhammed (a.s.)'edir.

"İşte Allah kâfirlerin kalblerini böyle mühürler." Tıpkı geçmiş ümmetler­den kâfirlerin kalblerini mühürlediği gibi.

"Onların çoğunda ahde vefa bulamadık." İnsanların çoğunun, iman ve takva konusunda Allah'a verdikleri söz ve ahdi bozduklarını gördük. [183]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teâlâ, peygamberine beş kavmin -Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb (a.s.)'ın kavimleri- beldelerinin haberlerini ve kâfirleri helak ettiğini, müminle­ri kurtardığını, hakkı peygamberlerinin diliyle ve delilleriyle açıkladığını söyle­dikten sonra, peygamberini teselli edip davasında sabır üzere sebat etmesini, geçmişlerin kıssalarından ibret almasını istemiş, kavminden gördüğü şeylerin yeni bir şey olmadığını, peygamberlerin kavimlerinden çoğunun izlediği eski bir yol olduğunu açıklamıştır. [184]

 

Açıklaması

 

Daha önce nitelikleri açıklanan o beş kavmin ülkeleriyle ilgili bazı haber­leri, nasıl helak edildiklerini, ey Muhammed, sana anlatacağız. Bunda, kavmin için alınacak ibret, senin için bir teselli ve davanda direnç içinde olma gücü vardır. Cenab-ı Hak, özellikle bu ülkelerin haberlerini anlatmıştır. Çünkü on­lar, birçok nimetler içinde yaşayarak kendilerine uzun bir süre verilmesine al-danıp hak üzere olduklarını zannetmişlerdir. Allah onları, Kureyş'e ve diğer kabilelere, buna benzer işlerden sakınmaları için anmıştır.

Bu adı geçen beldeler Arap memleketlerindeydi. Mekkeliler, onların bazı haberlerini naklediyorlardı. Hepsi de peygamberlerini yalanlama ve köklerinin kazınması şeklindeki bir azapla azaplandırılma gibi hususlarda birbirlerine benziyorlardı. Dolayısıyla onlardan alınacak ibret aynıydı. Onun için Musa (a.s.)'ın kıssası genişçe anlatılmıştır. Çünkü kavmi ona iman ederken, Firavun ve yandaşları onu yalanlamış, bunun için azaba maruz kalmışlardır.

O kavimlerin cezalandırılmalarının sebebi, peygamberleri yalanlamaları­dır. Peygamberler, söyledikleri şeylerin doğruluğuna işaret eden bütün delilleri ortaya koydukları halde, onlar, peygamberler ve mucizeler gelmeden önce de hakkı yalanlamaları sebebiyle, peygamberlerin getirdiklerine asla inanmadı­lar. Önceki durumlarını değiştirmediler. Peygamberlerin doğruluğuna işaret eden o ayetler, onları etkilemedi. Peygamberler kendilerine geldiği andan itiba­ren, kendilerine sürekli öğütler ve ayetler verildiği halde, ölünceye kadar kü­fürlerinde ve imanlarında ısrar edip yalanlamaya devam ettiler.

Allah, geçmiş ümmetler içindeki kâfirlerin kalblerini mühürlediği gibi, ke­sinlikle inanmayacakları mukadder olan kâfirlerin kalblerini de mühürler. Kı­sacası: Tıpkı onların kalblerini mühürlediğimiz gibi, bu kâfirlerin kalblerini de mühürleriz.

Ayette, Peygamber (s.a.) teselli edilmekte, davetinde direnme gücü veril­mekte ve Mekkelüerin bu inatlarının daha önceki milletler tarafından da gös­terildiği haber verilerek onların küfürlerine üzülme, denmektedir.

Geçen ümmetlerden çoğunun, ahidlerine vefa gösterdiklerini görmedik. Onlar, Adem'in sulbündeyken kendilerinden Allah'ın aldığı yaratılış ahdine, iman etme ve mükellefiyetleri yerine getirme şeklindeki şer"î ahde, aralarında gerekli gördükleri akitlere saygı gösterme, lüzumlu şeyleri yerine getirme şek­lindeki örfî ahde vefa göstermediler. Onların çoğunu fâsık, itaattan dışarı çık­mış kimseler bulduk. "Çoğunu" ifadesinden, onlardan bazısının inandığı, Al­lah'la yahut insanlarla olan ahitlerini yerine getirdikleri anlaşılmaktadır.

Allah'ın birliği ve ondan başka hiçbir ilah olmadığı düşüncesi üzerine da­yalı selim fıtratın ahdine muhalefet, aklî ve serî hiçbir delil ve hüccet olmadan Allah'tan başkasına ibadet, çevre tesiriyle olmuştur. Nitekim Sahih-i Müs­lim'de şöyle bir rivayet vardır: "Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: Ben kullarımı, Allah'ı birleyenler olarak yarattım. Şeytanlar onlara gelerek dinlerinden alıkoy­du. Benim onlara helal kıldıklarımı, haram kıldılar." Sahihayn' da da şöyle bir hadis vardır: "Her çocuk, İslâm'ı kabul edecek fıtrat üzere doğar. Sonra onu, an­nesi babasıyahudiyahut hıristiyan, ya da mecusî yapar."

İlk peygamberden son peygambere kadar bütün peygamberler, selim fıtra­ta muhalefetten ve şirkten nehiyle gelmişlerdir. Nitekim ayetlerde Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Senden önce gönderdiğimiz her peygambere ancak (şunu) vahyederdik ki: "Benden başka ilah yoktur. O halde ancak bana ibadet edin" (Enbiya, 21/25). "Andolsun ki biz, her ümmete: "Allah'a ibadet edin, tağuttan sakının" diye bir peygamber gönderdik" (Nahi, 16/36). [185]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Allah'ın helak ettiği ülkelerin -Nuh, Ad, Lût, Hûd, Şuayb (a.s.)'ın kavimle­rinin kıssaları anlatılması, ibret içindir. O ülkelerin halkı, peygamberlerin gel­mesinden de önce yalanlamış olduklarından, o zaman da hakikata inanmadı­lar. Peygamberlerin kendilerine gelmesinden itibaren ölünceye kadar küfür ve inatlarında ısrar ederek yalanlamaya devam ettiler.

Eski kâfirlerle, peygamberin çağdaşı ve ondan sonra gelen kâfirlerin kalb-lerinin mühürlenmesi, küfürleri ve durumlarında ısrar etmeleri sebebiyledir.

Ayetin haber verdiği başka bir hakikat da, insanların çoğunun, Allah'a verdikleri söz ve ahdlerinde, insanlara verdikleri sözlerde durmamaları, kendi­lerinden istenen itaat ve ibadeti yerine getirmemeleridir. [186]

 

Musa (As.)'ın Firavun Ve Avanesiyle Olan Kıssası

 

103.  Sonra onların ardından Musa'yı ayetlerimizle Firavun'a ve onun ileri gelenlerine gönderdik. Onlarsa onlara zulmettiler. Bak, fesatçıların sonu nice oldu!

104. Musa: "Ey Fir'avun, ben hiç şüphe­siz ki alemlerin Rabbi katından bir peygamberim."

105. "Allah hakkında haktan başkasını söylememem üzerime borçtur. Gerçek­ten size Rabbinizden açık delil ile gel­dim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder."

106. (Firavun şöyle) dedi: "Eğer sen bir ayet ile gelmişsen ve doğru söyleyen­lerden isen onu göster."

107. Bunun üzerine asasını bıraktı. He­men apaçık bir ejderha oluverdi.

108. Elini çıkardı. O da temaşa edenle­re bembeyaz oluverdi.

109-110. Firavun kavminden ileri ge­lenler dedi ki: "Muhakkak bu, gayet bilgin bir sihirbazdır. Sizi yurdunuz­dan çıkarmak istiyor. (Firavun sordu): "O halde ne buyurursunuz?"

111-112. "Onunla kardeşini alıkoy. Şe­hirlere de toplayıcılar gönder de sana bilgin sihirbazların hepsini getirsinler."

113.  Sihirbazlar Firavun'a geldi. Dedi­ler ki: "Eğer Musa'ya galip gelirsek bize herhalde bir mükâfat var, değil mi?"

114.  (Firavun): "Evet! Hem siz elbette en yakınlardan olacaksınız" dedi.

115.  (Sihirbazlar Musa'ya) "Ey Musa sen mi atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım?" dediler.

116. "Siz bırakın" dedi. Bıraktıklarında insanların gözlerini büyülediler ve on­lara korku saldılar. Ve büyük bir sihir getirmiş oldular.

 

Belagat:

 

"Hem siz elbette en yakınlardan olacaksınız" ayeti iki şeyle pekiştirilmiş­tir: "İn" ve "lâm". Bu sihirbazlardan şüpheyi gidermek içindir. Bu tür habere, inkârî haber denir. [187]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sonra onların ardından da" anılan peygamberlerden sonra "Musayı" Al­lah'ın kelimi Musa b. İmran, (İsrailoğulları peygamberlerinin en büyüğü). "ayetlerimizle" asâ, beyaz el gibi peygamberin doğruluğuna işaret eden muci­zeler ile "Firavun'a ve onun" kavminin "ileri gelenlerine gönderdik."

"Firavun" Eski Mısır krallarına verilen lakaptır. Fars krallarına Kisra, Rum krallarına Kayser lakabı verildiği gibi, Mısır krallarına da Firavn deni­yordu. Bunun 19. aileden 1225'de kral olan Minpituh b. Ramses olduğu da söy­lenmiştir.

"Onlarsa onlara zulmettiler": Küfrettiler, inkâr ettiler. "Apaçık bir ejderha": Büyük bir yılan.

"Gayet bilgin bir sihirbaz": Sihir ilminde üstün bir kişi. Şuarâ sûresinde bunu Firavun'un kendisinin söylediği ifade edilmektedir. Sanki onlar, onunla birlikte söylemişler.

"Ne buyurursunuz?": Neye işaret buyurursunuz?

"(Musa): Siz bırakın, dedi". Onların atmalarına izin verdi. "Bıraktıkların­da": İplerini ve asalarını attıklarında, "insanların gözlerini büyülediler": İnsan­ların gözlerini, onların hakikatim anlamaktan çevirdiler."ve onlara korku sal­dılar": Onları koşan birtakım yılanlar gibi göstererek korkuttular. [188]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu, Allahu Teâlâ'nm bu sûrede zikrettiği peygamber kıssalarından altıncı­sıdır. Bunda, diğer kıssalarda görülmeyen daha geniş bir açıklama vardır. Çün­kü Musa (a.s.)'m mucizeleri, geçmiş peygamberlerin mucizelerinden daha kuv­vetli idi. Kendilerine peygamberler gönderilen Firavun kavmi, diğer kavimler­den daha cahildi. Musa (a.s.) kendi kavminden başkasına da peygamber gönde­rildiği halde, ondan önceki peygamberler, sadece kendi kavimlerine peygamber olarak gönderilmişlerdi. [189]

 

Musa (a.s.) Kıssası:

 

Musa (a.s.)'ın adı Kur'an-ı Kerim'de 130'dan fazla yerde anılır. Doğuşun­dan itibaren, onunla ilgili birçok dikkat çekici kıssalar vardır. Firavun, İsrailo-ğulları'nm erkek çocuklarını öldürtüp kadınlarını sağ bıraktırdığı zaman, an­nesi bir sandık içinde onu Nil'e bıraktı. Sonra Allah onu,emzirmesi için annesi­ne göndertti. İşte onun annesiyle ve kız kardeşiyle olan kıssası Kasas ve Tâ-Hâ sûrelerinde, bir İbranî'ye yardım etmek için bir Mısırlıyı öldürmesi sebebiyle Mısır'dan Medyen topraklarına gitmesi Kasas (15-21) ve Tâ-Hâ suresinde (40); Şuayb (a.s.)'ın kızlarına ait sürüyü suvarması Kasas (22-25) sûresinde; Şuayb (a.s.)'a damat olması Kasas (26-38) ve Tâ-Hâ (41) sûrelerinde, sonra da Şuayb (a.s.)'m sürüsünü kızının mehri olarak Vadi'l-Mukaddes'de (Tuvâ) on yıl gütme­si anlatılır.

Ailesi için ısınmak üzere ateş getirmeye gittiği sırada kendisine peygam­berlik verilmesi İsra (2-3), Tâ-Hâ (6-9; 17-36; 42-47), Kasas (45-46; 29-35), Fur-kân (35-36), Şuara (12-16), Nemi (7-12), Secde (23-25), Nâziât (15-19) sûrele­rinde anlatılır.

Kardeşi Harun'la beraber Mısır'a geri dönüşü, Firavun'u peygamberliğine inanmaya daveti A'râf (104-105) ve Şuarâ (17-22) sûrelerinde anlatılır.

Firavunla, Allah'ın Rab olduğu hususunda konuşması, peygamberliğinin doğruluğuna işaret eden apaçık mucizeler göstermesi Tâ-Hâ (55) ve Şuarâ (24-29) sûrelerinde, Allah'ın ilahlığını kabul etmeyip kendi ilahlığını iddia eden ve göğe çıkmak için yüksek bir bina yapılmasını emreden azgın Firavun'un duru­mu Kasas (38) ve Mümin (36-37) sûresinde anlatılır: "Firavun dedi ki: "Ey Hâ-mân, benim için yüksek bir köşk bina et. Olur ki o yollara, göklerin yollarına ulaşırım da, Musa'nın ilahına muttali olurum. Çünkü ben onu yalancı sanıyo­rum." İşte böylece Firavun'un kötü ameli kendisine süslendirildi ve (doğru) yol­dan alıkonuldu. Firavun'un hilesi, ancak (ebedi bir hüsrandadır)" (Mümin, 40/36-37).

Firavun'un önünde asa ve beyaz el mucizelerini göstermesi A'raf (106-126), Yûnus (75-89), Tâ-Hâ (57-76) ve Şuarâ (29-52) sûrelerinde anlatılır.

Allah'ın, Fir'avun ve kavminin işlerini, sapıklıkta devam ve küfürde ısrar edişlerini reddi A'raf (107-129), Mümin (23-27), Fir'avun taraftarlarının Musa (a.s.)'yı öldürmek isteyişi ve bir müminin onu savunması, Mümin (28-35 ve 38-46), Firavun'un Musa'yı hakir görmesi Zuhruf (51-54) ve Nâziât (22-26) sûrele­rinde anlatılır.

Musa'yı yalanladıkları zaman, Firavun ve kavmiyle ilgili dokuz mucize meydana geldi: Kuraklık, mal noksanlığı, can noksanlığı, meyve noksanlığı, tu­fan, çekirge, karıncalar, kurbağalar ve kan.

Asa, beyaz el, İsrailoğulları için denizin yarılması ve su fışkırması da Mu­sa (a.s.)'ın mucizeleridir.

Firavun ve kavmiyle ilgili dokuz mucize, A'râf (130-135), İsrâ (101-102), Tâ-Hâ (59), Nemi (13-14), Kasas (36-37), Zuhruf (46-50), Kamer (41-42), Nâziât (20-21) sûrelerinde anlatılır.

Firavun ve kavminin ileri gelenlerinin Kızıldeniz'de boğulmaları A'râf (136-137), Yunus (90-92), İsrâ' (103-104), Tâ-Hâ (77-79), Şuarâ' (52-68), Kasas (39-40), Zuhruf (55-56), Duhân (17-31), Zâriyât (38-40) sûrelerinde anlatılır.

Firavun ve kavminin ahiretteki cezası ise -ki bunda ilahlık iddia eden ve peygamberlerin davetini kabul etmekten geri duran herkes için bir ibret var­dır- Hûd (96-99), Kasas (41-42), Mümin (45-52) ve Duhân (43-50) sûrelerinde anlatılır.

Musa (a.s.) zamanındaki İsrailoğulları Mısır putperestlerini taklit etti. Musa (a.s.)'a, kavminden çok az kimse inandı. Bunlar da, Firavun'un kendileri­ni dinlerinden döndürme ve putperestliğe çevirme korkusundan dolayı Fira-vun'dan korku halindeydiler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Musa'ya kavminden az bir kısmı inandı. Onlar da, Firavun ve kavminin ileri gelenleri­nin kendilerini dinlerinden döndürmelerinden korku içindeydiler..." İsrailoğul­ları, putlara tapanları görünce, Musa (a.s.)'dan, kendileri için de bir ilâh istedi­ler. Kudret helvasıyla bıldırcın etinin, hububat, soğan, sarmısak ve sebzelerle değiştirilmesini dilediler. Bu, Bakara sûresinin 61. ayetinde: "Biz yalnız bir (çe­şit) yemeğe sabredenleyiz" A'raf sûresinin 138-140. ayetlerinde: "Ey Musa, on­ların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı yapsan" şeklinde anlatı­lır. Musa (a.s.)'ın taşa vurması, on iki pınarın kaynayıp akması A'raf (160), kudret helvası ve bıldırcın eti indirilmesi de Tâ-Hâ (80-82) sûresinde anlatılır.

Sonra Musa (a.s.), İsrailoğullarını bırakarak Rabbiyle görüşmek üzere git­ti. İsrailoğullannın yapmaları istenen emirleri aldı. Bu, A'râf (142-147) sûre­sinde anılır.

Musa (a.s.)'m Tûr dağında bulunduğu sırada Sâmiri, İsrailoğulları'na tap­maları için buzağı şeklinde bir ilah yaptı. Bunu, kadınlardan topladığı mücev­heratla yapmıştı. Heykelin içi boş olduğu için, içine hava girince inek böğürtü­sü gibi ses çıkarıyordu. Sâmiri, daha sonra İsrailoğullarına: "İşte bu sizin ve Musa'nın ilâhı," dedi. Harun (a.s.) onları, buzağıya tapmaktan alıkoyamadı: "Onlar: "Musa bize dönünceye değin biz buzağıya ibadete devam edeceğiz" dedi­ler" (Tâ-Hâ, 20/91). Musa (a.s.) Tur'dan geldiğinde, aşırı hiddetinden, Harun (a.s.)'ın sakalından ve saçından tutup kendine doğru çekti. Harun (a.s.) elinden gelen bütün gayreti sarfettiğini söyleyerek ondan özür diledi. Sonra Musa (a.s.), Sâmiri'yi azarladı. Bunun üzerine Sâmiri: "(İsrailoğullannın) görmedik­lerini ben gördüm. O elçinin bastığı yerden bir avuç (toprak) alıp onu bıraktım. Bunu bana nefsim böylece süsledi" (Tâ-Hâ, 20/96) dedi. Bu sözleri üzerine Mu­sa (a.s.) onu kovdu. Buzağıya tapma kıssası, Bakara (54 ve 92-93), A'râf (148-154) ve Tâ-Hâ (84-98) sûrelerinde anlatılır.

Sonra Allah, Musa (a.s.)'m diliyle, İsrailoğullarına, Arz-ı Mukaddes'e -Filistine girmelerini emretti. İsyan ettiler. Bunun üzerine Arz-ı Mukaddes onlara haram kılındı. Mısır'dan çıktıkları andan itibaren Musa (a.s.) ölünceye kadar, Tih sahrasında şaşkın şaşkın dolaştılar. Ürdün nehrini geçtiler. Ürdün'ün batı­sındaki Eriha ve çevresine kırk yıl hakim oldular. Bu kıssa Mâide (20-26) sûre­sinde zikrolunur.

Tih çölünde, Allah Tur dağını İsrailoğullannın üstüne kaldırdı, sanki dağ bir gölgelik gibi oldu. Onun üstlerine düşeceğini zannettiler. Allah onlara, em­rettiği serî hükümleri yapmalarını emretti. Dağın kaldırılması kıssası Bakara (63-64) ve A'râf (171) sûrelerinde zikrolunur.

Birinci cüzde zikrettiğimiz buzağı kıssasının ilginçliğine rağmen, İsrailo­ğulları ondan ibret almadılar, kalbleri yine sanki taş gibi oldu. Musa (a.s.)'m öğütleri onlar üzerinde etkili olmadı.

Musa (a.s.)'ın, azgın Karun'la durumu, Karun'un taşkınlığı sebebiyle yere geçirilmesi ve Musa (a.s.)'ın sayıları 250 civarındaki düşmanlarının helak edil­mesi Kasas (76-83) sûresinde anlatılır.

Musa (a.s.)'ın İsrailoğullarından eziyet görmesi, Allah'ın onu itham ettik­leri kusurdan -fıtık yahut alaca hastalığı- uzak olduğunu açıklaması Ahzab (69) ve Saff(5) sûrelerinde anlatılır.

İsrailoğulları, buzağıya tapmakla büyük günah işlediklerini görünce, Mu­sa (a.s.), kavminden kendisiyle beraber Allah'a münacatı adet haline getirdiği dağa -Tur Dağı- gidip Allah'a itaatlarını, işledikleri günahtan pişmanlıklarını ve buzağıya tapmalarından dolayı tevbelerini arzedecek yetmiş erkek seçti. Al-lahu Teâlâ, onların Allah kelamını duyacakları bir şekilde, Musa (a.s.) ile ko­nuştu. Buna rağmen onlardan bir kısmı yine isyan haline devam etti. Allahu Teâlâ'nın Musa ile konuştuğunu, ona Tevrat'ı verdiğine inanmadı. Onları gözle­ri göre göre yıldırım yakaladı. Allahu Teâlâ, Musa (a.s.)'ın yalvarıp yakarma-sıyla, onları öldükleri halde tekrar diriltti. Kıssa, Bakara (55-56) ve A'râf (155-157) sûrelerinde zikrolunur.

Musa (a.s.)'nın salih kullarından Hızır (a.s.) ile olan güzel bir kıssası, Kehf sûresinde (60-82) zikrolunur.

Allahu Teâlâ'nın İsrailoğullarına olan nimeti tekrar edilir: Bakara (47-57 ve 60-61), A'râf (141) ve İbrahim (6-8).

Önce Harun (a.s.) Tûr dağında vefat etti. Musa (a.s.) onu defnetti. Sonra, Musa (a.s.) Nebû dağında vefat etti. Kırımız kum yığını üzerine defnolundu.

Musa (a.s.)'ın vefatından sonra, İsrailoğulları'nın başına Yusuf (a.s.)'m to­runu geçti. Allahu Teâlâ, onlara Tih çölünden çıktıktan sonra, Filistin'de bir şehre -Beytü'l-Makdis yahut Eriha- kapısından secde ederek, huşu içinde gir­melerini ve hatta "günahlarımızı bağışla" demelerini emretti. Fakat onlar bu emre muhalefet edip kendilerine emrolunan şekilde girmediler. Bunun üzerine Allah onlara azap etti. Bu kıssa, Bakara (58-59) ve A'raf (161-162) sûresinde zikrolunur.

Allah Musa (a.s.) ve Harun (a.s.)'ı, Meryem (51-53), Saffât (114-122) ve Mümin (53-54) suresinde över. [190]

 

Musa (a.s.) Kıssasından Alınacak İbretler:

 

Asıl vahyolunmuş şekliyle Musa (a.s.)'m şeriatı, bütünü itibarıyla İslâm Şeriatı gibidir. Onun ümmeti, ıstıraplarla, rahatsızlıklarla ve şiddet olaylarıyla dolu bir tarihe sahiptir. Bazan, otorite sahibi oldu ve sivil hayata ortak oldu. Musa (a.s.)'ın İsrailoğullarıyla olan kıssasından alınacak ibretler ve öğütler var. Bunlar şöyle sıralanabilir:

1- Allah, Musa (a.s.)'ı daha emzikteki bir çocuk iken öldürülmekten kur­tardı. Annesi onu Nil'e attı. Sonra Allah, onu emzirmesi için tekrar annesine gönderdi. Bu, Allah'ın onu koruması, gözetmesi ve annesi vasıtasıyla merha­metidir.

2- Musa (a.s.), Firavun köşklerinde büyüdü, mümin ve ulu'1-azm peygam­berlerden oldu. Cibril'in terbiye ettiği Samirî ise, buzağıya tapmayı ortaya çı­karan bedbaht bir kâfir oldu.

3- Şehrin en uzak yerinden gelerek Mısır'dan uzaklaşmasını tavsiye eden bir adamın nasihatma uyarak Musa (a.s.)'m Mısır'dan çıkıp gitmesi, onun için çok hayırlı oldu: Şuayb (a.s.)'a damat oldu, Allahu Teâlâ kendisine peygamber­lik vahyetti. O adamın ona nasihati, Allah'ın ona lütuf ve ihsanına neden oldu. Onun kurtuluşuna ve peygamberliğine sebep oldu. İşte böyle, kim Allah'a hak­kıyla tevekkül ederse, Allah onu korur, himaye eder.

4- Allah'ın yardımı olduğu zaman, insanların ihsana baskısının ve gizli düşüncelerinin hiçbir etkisi olamaz. Nitekim Firavun ve taraftarlarının kuvve­ti, Musa (a.s.)'ya hiçbir zarar veremedi. Şu keskin konuşmaya bak. Firavun ona: "Ey Musa, ben seni herhalde büyüye tutulmuş zannediyorum" (İsrâ, 17/101) dediği zaman, Musa (a.s.) ona çok yumuşak ve bâtılla mücadeleye sabır göstererek şöyle cevap verdi: "Andolsun ki bunları, birer ibret olmak üzere gök­lerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin indirmediğini bilmişsindir. Ey Fira­vun! Ben de seni gerçekten helak edilmiş sanıyorum" (İsrâ, 17/102).

5- İlâhî yardım, zorluktan sonra ve Hakk'm nusreti, sıkıntı şiddetlendiği anda gelir. Firavun hanedanından olan ve imanını gizleyen mümin bir adam, Musa (a.s.)'ı savundu. Firavun ve avanesini, korkmadan ve kendisine aldırış etmeden geçmiş ümmetleri örnek göstererek Allah'ın yakalamasından korkut­tu: "Firavun ailesinden imanını gizleyen mümin bir adam dedi ki: "Siz, benim Rabbim Allah'tır diyen bir adamı öldürür müsünüz? Halbuki o size, Rabbiniz-den mucizelerle geldi.." (Mümin, 28/35).

6- Ruhta iman şuuru taştığı zaman, bütün güçlükler onun önünde küçük kalır. Nitekim, Firavun'a ve onun adamlarına aldırış etmeden, sihirbazlar Mu­sa'nın Rabbine iman ettiler.

7- Sabır, ferahın ve güzel akıbetin anahtarıdır. Nitekim İsrailoğullan, Fi-ravun'un, oğullarını öldürtüp kadınlarını bırakma şeklindeki ezasına sabretti­ler. Bu sabırları sebebiyle Cenab-ı Hak da onlara güzel akıbet verdi: "Rabbinin Israiloğullarına olan o pek güzel va'di, katlanmaları sebebiyle tamamlandı" (A'râf, 7/137).

Titus komutasındaki Romalıların hücumuna maruz kaldılar. Romalılar, Beyt-i Mukaddeslerini ve büyük heykellerini tahrip ettiler. Bunun üzerine İs­railoğullan Filistin'i terkettiler. Musa (a.s.)'m vefatından sonra, tekrar Filis­tin'e döndüler. Eriha krallığını kurdular. Teymâ, Vadi'1-Kurâ, Fedek, Hayber ve Yesrib gibi Hicaz'dan bazı yerlere de yerleştiler. Oralarda kendilerine va'd olu­nan Yesrib'deki İsmâilî Araplar arasından peygamberin çıkışını beklemek ve ona yardım edip destek olmak için Yesrible Filistin arasındaki yol üstüne ev­ler, kuleler yaptılar.

8- Buzağıya tapmaları, tevbe için gittikleri halde cahillikleri yüzünden Allah'ı görmek isteyen kimselerin bu hallerine Allah'ın kızmasına rağmen,

Musa (a.s.)'ın, kavmi İsrailoğullarına sabırla ve hazımla davranması, akılsız, cahil kimselerin kusurlarını affetmesi için Rabbine yalvarması. "Ey Rabbim, eğer dileseydin onları da, beni de daha önce helak ederdin. İçimizden birtakım sefihlerin işledikleri yüzünden bizi helak mi edeceksin? Zaten o da senin imti­hanından başka bir şey değildi. Sen onunla kimi dilersen dalâlete götürür ve kimi dilersen hidayete erdirirsin. Sen bizim dostumuzsun. O halde bizi bağış­la, bize merhamet et! Çünkü sen mağfiret edicilerin en hayırlısısın" (A'râf, 6/155). [191]

 

Açıklaması

 

Allahu Teâlâ zikri geçen Nuh, Hûd, Salih, Lût, Şuayb (a.s.) gibi peygamber­lerden sonra, Musa (a.s.)'ı peygamberliğine ve doğruluğuna açıkça işaret eden hüccet ve delillerle, Firavun'a ve kavmine gönderdi. Onlar da sırf inatlarından dolayı onu inkâr ettiler. İşte ey Muhammedi Zulümle yeryüzünde fesatlık çıka­ran, insanları köle edinen, Allah yolundan alıkoyan, peygamberlerini yalanla­yan Firavun ve adamlarının sonunun nasıl olduğuna bak. Onlara ne yaptık, Musa ve kavminin gözü önünde nasıl garkettik? Bu, Firavun ve kavminin ceza­sı hususunda çok beliğ ve Allah'ın velilerinin -Musa ve mümin kavmine- kalble-rine daha çok şifa vericidir. Allah'ın şu sözü de bu ayete benzer: "Onların kalble-ri onlara inandığı halde, zulüm ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler. Müfsitlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bak" (Nemi, 27/14).

Cenab-ı Hak, "kavmine" değil "Firavun'a ve adamlarına" buyuruyor. Çün­kü onlar, Firavun'un bir çeşit köleleştirdiği, dolayısıyla ona yardım eden hükü­met taraflısı kimselerdi, yoksa diğer Mısır halkı değildi. Halk yöneticilere tabi idi. Firavun inansaydı, bütün halk da ona tabi olurdu.

"Bak, fesatçıların sonu nice oldu" sözünde gözleri, Allahu Teâlâ'nm zikre­deceği Firavun ve adamlarının kötü akıbetine, Musa (a.s.) ve İsrailoğullannın kurtuluşuna çekme ve teşvik vardır.

Sonra Allahu Teâlâ, bu teşviğin ardından kıssanın bölümlerini açıklamaya başlıyor. Birinci bölümde Allahu Teâlâ, Musa (a.s.)'ın Firavunla tartışmasını, hüccet ve mantıkla ona galip gelmesini, Firavun ve kavmi olan Mısır Kıptileri-nin huzurunda apaçık ayetleri göstermesini haber veriyor.

Musa (a.s.) şöyle dedi: Ey Firavun! Ey Mısır kralı! Ben, her şeyin sahibi ve yaratıcısı, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Allah hakkında, hak olandan başkasını söyleyemem. Çünkü peygamber, her şeye muktedir olan Allah hakkında yalan söylemez. Onun için ben Allah hakkında, ancak hak ve doğru olan şeyi söylerim.

Bu iki cümle, tevhid akidesini -ins ve cinniyle bütün âlemlerin, tek bir Rabbi olduğu inancı- ve Allahu Teâlâ tarafından tebliğde ismet ile te'yid olu­nan peygamberlik akidesini içine alır.

Şu söz de, onun peygamberliğini destekleyen şeylerdendir: "Gerçekten size, Rabbiniz'den açık delil ile geldim" Size, Allah'dan bir burhan ve kesin bir hüccet getirdim. Onu bana, size haber verdiğim şeylerde doğru olduğuma işaret et­sin, diye verdi.

"Rabbinizden" sözü, bütün insanların Allah'ın terbiyesi altında ve mahlu­ku olduğuna, Firavun'un Rab ve ilâh olmadığına, gösterdiği mucizenin Mu­sa'nın yaptığı bir şey olmadığına işaret etmektedir.

Sonra, Musa (a.s.)'ın açık bir mucize ile peygamberliğini isbatı açıklanıyor. Musa (a.s.), Firavun'dan İsrailoğullarını esaretten, kölelikten kurtarmasını, Rablerine ibadet etmeleri için, kendi vatanlarına, babalarının doğum yeri olan Arz-ı Mukaddes'e dönmek üzere gitmeleri için, onları serbest bırakmasını iste­di. İsrailoğullan yüce bir peygamberin sülalesindendir: İsrail. Bu, Yakub İbni İshak İbni İbrahim Halilü'r-Rahman'dır.

Yusuf (a.s.) vefat edip kabileler yok olduğunda, Firavun İsrailoğullanna üstün geldi, onları köle etti. İşte Allah, Musa (a.s.) ile onları kurtardı. Yusuf (a.s.)'ın Mısır'a girdiği zamanla Musa (a.s.)'m girdiği zaman arasında 400 sene vardır.

Firavun, Musa'ya cevap vermek üzere şöyle dedi: Rabbinin katından bir mucize ile destekleniyorsan ve eğer iddianda samimi isen, göster onu.

Musa (a.s.), onun bu isteğine doğrudan cevap verdi: Asasını sağ tarafından toprağa, Firavun'un önüne attı. O, birdenbire gerçekten, hareket eden, bir yer­den bir yere giden bir yılan oluverdi.

Elini gömleğinin yakasına koyduktan sonra çıkardı. Eli, parlayan güneş gibi bir şey oldu: "Ve elini de yakana sok. İlletsiz, parlak beyaz çıkıverir" (Nemi, 27/12).

İşte kıssanın ikinci bölümü: Yılan, asa ve elin vasıflan hakkında, Kur"an ayetlerinin belirttiğinden daha fazlasını söyleyemeyiz. Çünkü söylenenlerin güvenilir senetleri yoktur. Onlar, yahudi Ka'bu'l-Ahbâr ve İran asıllı Vehb b. Münebbih gibi sonradan İslâm'a giren, müdekkik ve ehl-i takva olmayan kim­selerin İslâm'a soktuğu İsraili rivayetlerden ibarettir.

Bilindiği üzere, İslâm'ın ilk dönemindeki siyasi fitneleri yahudi Abdullah b. Sebe' taraftan bir cemaat ve İslâm'ı içinden yıkmak için İslâm'a giren İranlı cemaatler çıkarmıştır. Nitekim Hz. Ömer, İran'daki gizli bir cemiyet tarafından gönderilen Ebû Lülüe tarafından ve Hz. Osman da Abdullah b. Sebe'nin ajan-lan tarafından öldürüldü.

Sonra kıssanın üçüncü bölümü gelir. Bu bölüm: Firavun'un adamlannın konuşmasını içine alır Firavun'un danışmanlan ve ona uyanlar: "Muhakkak bu, gayet bilgin bir sihirbazdır" dedi. Sihir konusunda uzman kimse, sihriyle insanlan kendine çekebilir. Bununla, bize üstün gelebilir, krallığımız elden gi­der, topraklanınız elimizden çıkar dediler. Bütün bunlar başka bir ayette açık­lanır: "Onlara dediler ki: Siz bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan döndürmek ve yeryüzünde de büyüklük olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanıcılar değiliz" (Yunus, 10/78). Gerçekten o, Firavun'un söyledikleri­nin bir yankısıdır. Nitekim Cenab-ı Hak, Firavun'un etrafındakilere söylediklerini şöyle anlatır: "Etrafındaki ileri gelenlere dedi ki: "Muhakkak ki bu, çok bi­len bir sihirbazdır. Bu sizi, sihri ile yerinizden çıkartmak istiyor. Siz ne emre­dersinizi" (Şuarâ, 26/34-35).

Ondan korktukları şey meydana geldi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyu­rur: "Firavun'a, Hâmân'a ve askerlerine ondan korkageldiklerini gösterelim" (Kasas, 28/6).

Firavun'un ileri gelen adamları, görüşlerini şöyle açıkladılar: Onun ve kardeşinin işini açıklamalarını geciktir, adamlarını gönder de diğer bölgelerde­ki ve şehirlerdeki sihirbazları toplayıp getirsinler.. "Şehirlerdeki" tabirini kul­lanması, sihrin, insanların çokça bulunduğu şehirlerde daha çok gelişmiş olma­sındandır.

O zaman sihir çok yaygındı. Onun için Musa (a.s.)'m getirdiği şeyin, sihir­bazların ortaya koyduğu gözbağcılık türünden bir şey olduğunu sandılar. O'nun için onlara gösterdiği mucizelerin benzeriyle ona karşı koymaları için si­hirbazları topladılar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "(Firavun) "Sen sih­rinle bizi topraklarımızdan çıkarmaya mı geldin ey Musa?" dedi. Elbette biz de, senin sihrin gibi bir sihir getiririz. Bizimle senin aranda bir buluşma yeri ve vakti ver ki, sen de biz de caymayalım. Düz ve geniş bir yer olsun. (Musa): "Si­zinle karşılaşma zamanımız zinet günüdür. Kuşluk vakti insanlar (orada) top­lansınlar" dedi. Firavun dönüp hilesini toplayıp sonra geldi" (Tâ-Hâ, 20/57-60).

"Sana bilgin sihirbazların hepsini getirsinler." Yani adamlarını gönder, sa­na sihir sanatında mahir sihirbazları getirsinler. Mahir sihirbazların gelmesin­den maksadın, üstünlük sağlamak olduğu açıktır. Zemahşerî der ki: Bu, Kıpti-lerle danışma ile olmuştu.

Sonra dördüncü bölüm gelir: Sihirbazların rolü.

Her yerden sihirbazlar geldi. Firavun'a: "Musa'ya üstün gelirsek, bizim için bir mükâfat var mı?" dediler. Firavun: Evet, sizin için büyük bir mükâfat var, yakınlarımdan olacaksınız, dedi. Bu, onlara bir teşviktir.

Tayin edilen günde sihirbazlar Musa (a.s.)'a: İlk önce ya sen sihrini ortaya koy, ya da biz ortaya koyalım, dediler. Bunda, kendilerine duydukları büyük bir güven ve onun yaptığını küçümseme vardır.

Onların bu sorusuna, Musa (a.s.), bilgili zeki bir kimsenin cevabryla karşı­lık verdi. Çünkü sonraya kalan, durumun gereğine göre hareket etmesini daha iyi bilirdi. O da kendine güveniyor ve onlara üstün geleceğine inanıyordu: Siz atın.. Bu söz, önce onların ustalığını göstermelerine bir izindir. Yoksa sihir işini kabul ettiğini ifade etmez. Bu sözüyle o, insanların onların işini görmesini ve iyice düşünmelerini istiyordu. Çünkü onlar bu göz boyama işini bitirince, hak ortaya çıkacak ve insanlara daha etkili olacaktı. Onun için Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Bıraktıklarında, insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku sal­dılar. Ve büyük bir sihir getirmiş oldular" (A'raf, 7/116). Yani, sadece bir hayal ve yapma bir şey olduğu halde, insanlara gerçekmiş gibi geldi: "(Musa): "Hayır siz bırakın dedi. Birden onların ipleri ve değnekleri sihirleri yüzünden kendisine yürüyorlarmış hayalini verdi. Musa, nefsinde gizli bir korku buldu. Biz: "Korkma! Çünkü üstün (gelecek) olan muhakkak sensin" dedik. "Sağ (el)indeki-ni bırak. Onların yaptıklarını yutacak. Onların yaptıkları ancak sihirbaz hile-sidir. Sihirbaz ise nerede olursa felah bulmaz" (Tâ-Hâ, 20/66-69).

Musa (a.s.)'ın kendine güveni, kendi göstereceği şeyin sihir değil, ilahî bir mucize olduğuna güveni tescil ediyor: "Onlar attıkları zaman Musa dedi ki: "Sizin bu getirdiğiniz şey sihirdir. Şüphesiz Allah onu iptal edecektir. Elbette Allah, o fesatçıların işini ıslah etmez. Allah, günahkârların hoşuna gitmese de hakkı ispat eder.." (Yunus, 10/81-82).

"Bıraktıklarında, insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldı­lar" ayetinin manası: Sihirbazlar, iplerini ve sihir aletlerini attığı zaman, ba­kanların gözlerini büyülediler. Musa (a.s.) da, sihirlerinden dolayı onların koş­tuğunu zannetmişti. Sihirbazlar, insanların gözünde etkisi ve görünüşü büyük bir sihir yapmışlardı. Rivayete göre onlar iplerini ve sihir aletlerini boyamışlar, onlara hareket ediyor havası vermişlerdi. Civa koydukları da söylenmiştir. [192]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Musa (a.s.)'ın kıssasıyla ilgili ayetler aşağıdaki hususlara işaret ederler:

1- "Sonra onların ardından Musa'yı, ayetlerimizle Firavun'a ve ileri gelen­lerine gönderdik" ayeti, peygamber olan kimsenin, kendisini başkalarından üs­tün kılan bir mucizesi olduğuna işaret eder. Çünkü bu mucize ile bir özelliği ol­mazsa, sözünün kabul edilmesi evlâ olmazdı.

Yine bu ayetten anlaşılıyor ki, Allahu Teâlâ ona birçok ayetler ve mucize­ler verdi. İbni Abbas (r.a.), ona verilen ilk mucize, asa, sonra beyaz el mucizesi-dir, demiştir.

Yine bu ayet, Firavun ve adamlarının kendilerine gelen ayetleri inkâr et­tiklerine, dolayısıyla büyük bir azabı hak ettiklerine işaret ediyor: Denizde bo­ğulmak. Çünkü zulüm, bir şeyi bulunduğu yerin dışına koymaktır. Nitekim on­lar da inkârı ikrar ve küfrü iman yerine koydular. Bu da, o ayetlere zulüm ol­du.

2- "Ben hiç şüphesiz ki alemlerin Rabbi katından bir peygamberim" sözü, Allah'ın varlığına işaret eder. Çünkü zaaf, değişiklik gibi birtakım sıfatları olan ve kendisini terbiye edecek bir Rabba muhtaç olan âlem, kendisini yoktan var eden, yaratan bir ilaha muhtaçtır.

3- "Allah hakkında haktan başkasını söylememem üzerime borçtur" sözü, bir peygamberin ancak hakkı söyleyeceğine işaret ediyor.

4-  Musa (a.s.)'m, peygamberliğine delil olmak üzere, İsrailoğulları halkı­nın kendisiyle gönderilmesini istemesi, ülkeye hakim olan bir kimsenin kabul etmesi kolay olmayan bir istekti. Çünkü bunda ilâhî emri tebliğ etmekle kendi­ne karşı bir düşmanlık oluşturma ihtimali vardır.

5- "Gerçekten size Rabbinizden açık delil ile geldim" sözü, onun apaçık üs­tün bir mucize olduğuna işaret eder. Nitekim Firavun Musa'dan o mucizeyi göstermesini istemişti. "Eğer sen bir ayet ile gelmişsen ve doğru söyleyenlerden isen onu göster." Asayı bir yılana çevirme ve beyaz el gibi bir mucize.

6- Kâfir, azgın Firavun ve adamları, bu harika mucizeyi yalanlama yolunu seçti. Musa'nın bir sihirbaz olduğunu iddia etti. İleri gelen devlet adamlarıyla istişare etti. Onlar da Mısır'ın usta, ileri gelen sihirbazlarıyla Musa arasında mübareze etmelerini önerdiler.

Memleketin çeşitli köşelerinden sihirbazlar toplandı. Bunların 70 veya 73 kişi olduğu söylenir. "Şehirlere de toplayıcılar gönder" sözü, o dönemde sihir­bazların çok olduğunu gösterir.

7- "Musa bunun üzerine asasını bıraktı. Hemen apaçık bir ejderha oluver­di" ve "elini çıkardı, o da temaşa edenlere bembeyaz bir el oluverdi" ayetleri, Allahu Teâlâ'nm her peygambere o zamanın insanlarına galip gelebileceği cins­ten mucize verdiğine işaret eder. Musa (a.s.) zamanında sihir yaygın olduğu için onun mucizesi de, her ne kadar gerçekte sihire muhalif de olsa, sihre ben­zer bir mucize oldu. İsa (a.s.) zamanında tıp ilerlemiş olduğu için, onun mucize­si tıp cinsinden oldu. Muhammed (a.s.) zamanında fesahat ileri olduğu için, onun mucizesi fesahat bakımından en yüksek düzeydeki Kur'an oldu.

8- "Sihirbazlar Firavun'a gelip dediler ki: Eğer Musa'ya galip gelirsek bize herhalde bir mükâfat var değil mi?" ayeti, herkesin Firavun'un zelil ve aciz oldu­ğunu bildiğine işaret eder. Yoksa o, Musa (a.s.)'ı defetmek için, sihirbazlardan yardım isteme ihtiyacında olmazdı. Yine bu ayet, sihirbazların eşyayı değiştirme­ye gücü yetmediği gibi, ipleri ve asaları da gerçek yılanlara, toprağı altına çevir­meye güçleri yetemezdi. Kendileri dünyada kral yapamazlardı. Eğer buna güçleri yetseydi Firavun'un herhangi bir mükâfat ve malına ihtiyaç duymazlardı.

Bu ayetlerden maksat, insanı bu incelikler hususunda uyarmak ve bâtıl, yalan ehlinin sözlerine aldanmamak noktasında uyandırmaktır.

9- "Yoksa atanlar biz mi olalım" sözü, onların Musa'dan önce atmak iste­diklerini gösterir.

Musa (a.s.) onların durumlarını küçümsediği, onlara az önem verdiği, ilahî desteğe inandığı için isteklerine olumlu cevap verdi.

10- "Bıraktıklarında insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku sal­dılar" ayeti, sihrin tamamen göz boyamadan ibaret, bâtıl bir şey olduğuna işa­ret eder. Sihir gerçek olsaydı, insanların gözlerini değil, kalblerini büyülerlerdi. İş hakikatta onların gördüklerinin tersine olmakla beraber, insanlar birtakım acaip haller tasavvur etti. "Onları korkuttular" sözü, halkın da o iplerin ve asa­ların hareketlerinden korktuklarına delâlet eder.

Musa (a.s.)'ın korkusuna gelince, bu, halkın korkusu gibi değildi. Belki de o, onların sihrine karşı kendi delilinin gecikmesinden korkmuştu.

11- Sihir, ayetin de gösterdiği gibi, sırf hayal ve göz boyamacılığından iba­ret, hakikati olmayan bir şeydi. Bu hususta ya Firavun'un sihirbazlarının iple­re ve asalara koydukları civanın yayılması gibi maddenin bazı hassalarına dayanılıyor, ya bazı şeyleri gizleme, bazılarını açığa çıkarma gibi el çabukluğun­dan yararlanılıyor, ya da kuvvetli nefsin zayıf nefsin isteğine tesir etmesine sı­ğınılıyordu. Bu noktada şeytanların ruhlarından yardım alınır. Çağımızdaki hipnotizma denilen şey de bu türden bir şeydir.

12- Sihirle mucize arasındaki fark: Mucize bir hakikattir, peygamberlik id­diasındaki şahsın elinde görünür. Sihir ise bir hayaldir, fâsık şahsın elinde gö­rünür.

Peygamber (s.a.)'in sihre maruz kaldığını, sihrin onda tesirli olduğunu, hatta bu yüzden: "Söylemediğim, yapmadığım şeyi söylüyor gibiyim" dediğini (onlara göre yahudi bir kadın, bir hurma kabı içinde ona sihir yaptı, kuyusun­dan su çekilen bir taşın altına koydu, nihayet Cebrail (a.s.) ona geldi ve durum­dan haberdar etti, o sihir çıkarıldı, peygamberden sihir gitti) söyleyenler hata etmektedir. Peygamberliği ve peygamberlerin mucizelerini inkâr etmeye çalı­şan dinsizlerin uydurmasıdır. Cenab-ı Hakk'ın: "Sihirbaz hangi yerden gelirse başarıya ulaşamaz" sözüne ters düşer. Bunu, yahudi kadının bilmeyerek yap­ması, Allah'ın da peygamberini bundan haberdar etmesi caizdir. Fakat Pey­gambere zarar verdiğini, bu yüzden ne yaptığını, ne söylediğini bilmemesi caiz değildir. [193]

 

Sihirbazların Alemlerin Rabbine İnanması

 

117- Biz de Musa'ya: "Asanı bırak" diye vahyettik. Bir de ne görsünler, bu onların uydurup düzdüklerini yakalayıp yutuyor. öylece, hak yerini buldu, onların yapmakta oldukları şeyler de bir hiç olup gitti.

119- Artık orada mağlup olmuşlardı. Zelil ve makhûr geri döndüler.

120- Sihirbazlar ise hep birden secdeye kapandılar.

121-122- "Alemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik" dediler.

 

Belagat:

 

"İşte böylece, hak yerini buldu": Burada istiare vardır. Vuku bulmak, sabit olmak, ortaya çıkmak ve olmak manasında ariyet olarak kullanılmıştır. [194]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Uydurup düzdüklerini" Hakkı bâtıl göstermekle tersine çevirdikleri, ya­hut yalan söyledikleri şeyleri. Ayette geçen "ye'fikûn" kelimesi "ifk" kökünden gelir. İfk, bir şeyi aslî durumundan ters yüz etmektir. Bu da ya yalan sözle, ya da sihir gibi bizzat işle olur. Bu kökten gelen me'fûk, asıl yönünden çevrilen şeydir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Ve sonra yine bak, onlar nasıl çevriliyorlar?" (Mâide, 5/75) buyurmuştur. Yani, inançta haktan bâtıla çevriliyorlar. Bu mana­sından dolayı esiş yönlerinden çevrilen rüzgârlara mü'tefike adı verilmiştir. Ni­tekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "(Lût kavmi olan) mü'tefike (kasabalarının halkı) da hata ile geldi" (Hakka, 69/9). [195]

 

Açıklaması

 

Bu bölüm, Musa (a.s.)'ın Firavunla olan kıssasının beşinci bölümüdür. O da sihirbazlarla olan durumudur. Cenab-ı Hakk'm peygamberi Musa (a.s.)'ı, hak ile bâtılın birbirinden ayrıldığı o durumda haberdar etmesi; sağ elindekini -asasını- atmasını söylemesi ile ilgilidir.

Allahu Teâlâ, Hz. Musa'ya büyük bir yılan haline gelen asasını atmasını emretti. Birden o asanın yılan olduğu, onların attıkları şeyleri yuttuğu görül­dü. İbni Abbas şöyle demiştir: "Onların ipleri ve diğer sihirli aletlerinden bul­duğu her şeyi yutuyordu. Bunun üzerine sihirbazlar, bunun bir sihir olmayıp Allah tarafından gönderilen bir şey olduğunu anladılar ve secde etmek üzere yere kapanarak: "Alemlerin Rabbine iman ettik" dediler.

Sihirbazlar iplerin içini cıva ile doldurmuşlardı. Isının etkisiyle -ya güneş ısısıyla veya sırf onun için hazırladıkları bir ateşin ısısıyla- hareket etmişlerdi.

"İşte böylece, hak yerini buldu." Yani hak gerçekleşti, güneş gibi apaçık or­taya çıktı. Sihirbazların yaptıkları hile ve tuzaklar boşa çıktı. Hz. Musa'nın yaptığı şeyin sihir üstü bir şey olduğunu anladılar.

O büyük toplulukta sihirbazlar, Allah'ın emrine ve kudretine mağlup oldu­lar. Firavun ve beraberindekiler yenilgiye, hüsrana ve utanç verici duruma düştüler. Rezil ve rüsvay oldular. Sihirbazlar ise iman ettiler.

Sihirbazlar mucizeyi görünce, Rablerine secdeye kapandılar. Çünkü Hak, onlara galip geldi ve onları secdeye şevketti. Alemlerin Rabbine, Musa ve Ha­run'un Rabbine, bütün eşyanın, ins ve cin bütün mahlûkatın Rabbine iman et­tik, dediler.

Bunlar, hareketlerinde mantıkî ve vicdanlarıyla uyum içinde idiler. Kibir­lenmediler. Firavunla yaptıkları konuşmanın ruhuna sadık kaldılar: Firavun, Musa (a.s.) ile mübarezeden önce, sihirbazların önde gelenlerini ve ustalarını çağırarak onlara ne yaptıklarını sormuş, onlar da: Öyle bir sihir yaptık ki, yer­yüzündeki sihirbazların hiçbiri ona karşı koyamaz, ancak Alah'tan bir şey olur­sa karşı konur, demişlerdi. İşte onun için onlar, Musa (a.s.)'m asasının Al­lah'tan olduğuna iman ettiler. [196]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler sihirli ipleri ve asaları yok eden Allah'ın kudretini apaçık ortaya koymakta, her şeye gücü yeten bir ilâhın varlığına, Musa (a.s.)'ın büyük muci­zesine, hak ile bâtıl arasındaki kesin farka işaret etmektedir.

Musa (a.s.)'m gösterdiği bu mucize karşısında insanların tutumu farklı ol­du: Firavun ve kavmi gibi inatçılar, bu küçük düşürücü duruma düşmelerine rağmen, yine eski durumları üzere kaldılar. Küfürlerine, inat ve yalanlamala­rına, hakka karşı kibirlenmelerine devam ettiler. Sihirbazlar ise, Musa (a.s.)'nın işinin sihir türünden bir şey olmadığını, ilâhî bir mucize olduğunu an­layıp Rablerine secde etmek üzere yere kapandılar.

Diğer insanların da, onlar gibi davranıp Firavun ve adamlarını reddetme­leri ne kadar uygun olurdu!

Çünkü sihirbazlar, sihir konusunda ustaydılar. İşte bu maharetlerinden ve sihir ilmindeki ileri derecelerinden dolayı küfürden imana döndüler.

Cenab-ı Hakk'ın: "Sihirbazlar ise hep birden secde ile yere kapandılar" ayetine dayanarak onları secde ettirenin ancak Allah olduğunu, kulun işini Al­lah'ın yarattığını söylemişlerdir.

Allah'ın yardımıyla böyle bir duruma ulaşınca, küfürden imana dönüşleri­ne bir alamet ve Allahu Teâlâ'ya boyun eğdiklerine bir işaret olmak üzere şü­kür secdesine vardılar.

"Ve Harun'un Rabbi.." sözleriyle; maksadın, Hz. Musa'yı terbiye edenin Fi­ravun olmayıp Allah olduğu ve Firavun'un küfrünü ilân olduğu açık olarak or­taya çıkmıştır. Çünkü onlar: "Alemlerin Rabbine iman ettik" dediklerinde: "Be­ni mi kasdediyorsunuz?" demiş, "Musa'nın Rabbine" deyince: "Beni kasdedi-yorsunuz: Çünkü Musa'yı terbiye eden benim" demişti. Ancak: "Ve Harun'un Rabbine.." dediklerinde şüphe ortadan kalktı. Bu cevapla herkes onların Fira-vun'u inkâr edip, Allah'a iman ettiklerini anladı. [197]

 

Firavunun Sihirbazları Tehdidi, Onların Allah'a İmanda Israrları

 

123- Firavun: "Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Bu, şüphesiz ahalisini oradan çıkarmanız için şehir­de kurduğunuz gizli bir hilekârlıktır. Yakında bileceksiniz" dedi.

124-  "Mutlaka ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Sonra da mu­hakkak topunuzu astıracağım"

125-  Sihirbazlar: "Biz, muhakkak Rab-bimize dönücüleriz" dediler.

126- "Sen bizden, başka bir sebeple de­ğil, ancak Rabbimizin ayetlerine -onlar bize geldiği zaman- iman ettik diye in­tikam alacaksın. Ey Rabbimiz! Üzeri­mize sabır yağdır. Bizi müslüman ola­rak öldür.

 

Kelime ve İbareler:

 

"İman mı ettiniz?": Buradaki soru, inkâr ve yadırgama ifade eder.

"Bir hilekârlık..": Bu manayı ifade eden "mekr" kelimesi, bir insanı hile yo­luyla istediği şeyden başka bir şeye çevirmektir. Mana şöyle olur: Şüphesiz bu, sizin Musa ile birlikte Mısır'da kurduğunuz bir tuzaktır. Mısır'dan Kıptileri çı­karıp İsrailoğullannı yerleştirmek için, Musa ile anlaştınız. Bunu, iman konu­sunda sihirbazlara uymamaları için, insanlara hakkı bâtıl göstermek gayesiyle Firavun söylemiştir.

"Üzerimize sabır yağdır": Firavun bizi korkuttuğu zaman (tekrar küfre dönmememiz için) bize bol sabırlar ver.[198]

 

Açıklaması

 

Bu, Musa (a.s.)'rn Firavunla olan kıssasının altıncı bölümüdür. Bu bölüm­de Allahu Teâlâ, Musa (a.s.)'a inandıkları zaman Firavun'un sihirbazlara yap­tığı tehdidi, onların da Allah'ın emrine teslim oldukları cevabını verdiklerini bildiriyor.

"İman mı ettiniz?" sorusuyla Firavun, onların tasdik ettiklerini anlatmak­ta ve böylece onları azarlamaktadır. Yani: "Ben size izin vermeden, Musa'ya iman edip ona tabi mi oldunuz?" demektedir.

Şüphesiz yaptığınız bu şey ve bugün onun size üstün gelmesi, karşılıklı olarak planladığınız bir işti. Tıpkı diğer bir ayette: "Muhakkak ki o, size büyü­yü öğreten büyüğünüzdür" (Tâ-Hâ, 20/71) demesi gibi. Siz bunu, sihrinizle Mı­sırlıları bu şehirden çıkarmak ve İsrailoğulları ile oraya yerleşmek için düşün­dünüz. Bu tuzağınız ve hileniz üzerine, size nasıl azab edeceğimi bileceksiniz.

Firavun'un bu sözü halkın sihirbazlara uyup iman etmemeleri için uğradı­ğı yenilgiyi örtbas etmeye yönelik olarak yanlışı doğru gösterme arzusundan başka bir şey değildir. Nitekim Cenab-ı Hak, bu konuda şöyle buyurur: "(Fira­vun) kavmini böylece hafife aldı. Onlar da ona itaat ettiler" (Zuhruf, 43/54). Fi­ravun, bu sözlerinin boş ve yersiz olduğunu biliyordu. Mısır'ın çeşitli yerlerinde bulunan sihirbazları toplamak için adamlar gönderen ve onlara büyük mükâ­fatlar vaad eden oydu. Musa (a.s.) sihirbazlardan hiçbirini tanımıyordu ve on­ların hiçbirini görmemiş, hiçbiriyle bir araya gelmemişti. Bu durumu Firavun da biliyordu.

İşte Firavun, mübarezeden önce Hz. Musa ile ileri gelen sihirbazlar ara­sında geçen tartışmayı gizli anlaşma ve tuzak şeklinde yorumlayarak bundan yararlanmak istedi. Rivayet olunduğuna göre Musa (a.s.) büyük sihirbaza: "Se­ni yenersem bana inanır mısın?" demiş, o da: "Ben, öyle bir sihir yaparım ki, onu hiçbir sihir yenemez. Eğer bana üstün gelirsen, elbette sana inanırım" de­miştir. Firavun da bunu duymuş, onun için bu şekilde konuşmuştur.

Firavun: 'Yakında bileceksiniz" sözüyle kısaca tehdit ettikten sonra, bunu genişleterek: "Mutlaka ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da muhakkak topunuzu astıracağım" dedi. "Hurma dallarına asacağım" (Tâ-Hâ, 20/71). Bana tuzak kuranlara ve otoritemden dışarı çıkanlara bir ibret olsun diye. İbni Abbas: "İlk idam ettiren ve çaprazlama elleri ve ayakları kestiren Fi-ravun'dur" demiştir.

Firavun'un tehdidine karşı sihirbazlar şu cevabı verdiler: Şüphesiz biz öl­dürülmeye ve ölüme önem vermeyiz. Çünkü biz, Allah'a döneceğimize kesin olarak inanıyoruz. Ceza ve mükâfat günü olan ahirette Allah, ellerimizin ve ayaklarımızın kesilmesi ve asılmamıza karşı bizi mükâfatlandıracaktır. Biz Al­lah'ın azabından kurtulmak istiyoruz. Çünkü O'nun azabı, senin azabından çok daha şiddetlidir. Bugün biz senin azabına sabrederek Allah'ın azabından kurtulacağız: "(Sihirbazlar) dediler ki: "Bize zarar yoktur. Şüphesiz ki biz, Rab-bimize dönücüleriz. Biz gerçekten umarız ki (senin halkından) ilk biz iman etti­ğimiz için- Rabbimiz günahlarımızı mağfiret eder" (Şuarâ, 26/50-51).

Zemahşeri'nin dediği gibi, mananın şöyle olması muhtemeldir: Biz ve sen ey Firavun! Hepimiz Allah'a döneceğiz. O, aramızda hüküm verecek. Bunda, onun rububiyet iddiasını yalanlama ve Allah katında olan şeyi, onun geçici dünya arzularına tercih etme vardır.

Sen bizi, sadece Allah'ın ayetlerine inandığımız için ki bu iman, amellerin en hayırlısı ve bütün övünülecek şeylerin aslıdır- bizi ayıplıyorsun. Bunda ken­disine hiçbir dönüş olmayan bir kararın ilânı vardır. Sanki onlar şöyle diyorlar­dı: Sakın, imanımızdan döneceğimizi ümit etme.

Ey Rabbimiz! Bize öylesine geniş bir sabır lütfet ki, eşyaların suda gömül­düğü gibi biz de o sabır denizinde gömülerek senin dinine sabır ve sebat ile sa­rılalım.

Anlaşıldığına göre Firavun tehdidini bilfiil uygulamıştır. Nitekim Yüce Al­lah'ın kıssanın başındaki şu sözü buna işaret eder: "Bak, fesatçıların sonu nice oldu!." Yani Firavun ve topluluğunun rivayete göre Firavun sihirbazları yaka­ladı ve onları, nehir kıyısında kestirdi. Sihirbazlar Musa'ya iman ettiğinde, halktan da altı yüz bin kişi iman etti.

"Bizi müslümanlar olarak öldür." İslâm üzere kararlı ve peygamberin Mu­sa'ya tabi olanlar kıl. Firavun'a şöyle dediler: "Bize gelen açık mucizelerin ve bi­zi yaratanın üzerine seni tercih etmeyiz. Ne hüküm vereceksen ver. Sen ancak bu dünya hayatında hükmedersin. Gerçekten biz Rabbimize iman ettik ki, bizim günahlarımızı ve bizi işlemeye zorladığın sihir konusunda bizi affetsin. Allah hayırlı ve daha kalıcıdır. (Kıyamette) bir kimse Rabbine mücrim haliyle gelirse, muhakkak onun için cehennem vardır. O, ölmez de, dirilmez de. Kim de O'na mümin olarak salih amelde bulunmuş olarak gelirse, onlar için en yüksek dere­celer vardır" (Tâ-Hâ, 20/72-75).

İbni Kesir, İbni Abbas ve diğer müfessirlerden şunu nakleder: Günün ba­şında sihirbaz idiler, günün sonunda masum şehitler oldular. [199]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Firavun kendisini yenilgi utancından kurtarmaya çalıştı. En usta sihir­bazların büyük halk kitleleri önünde Musa (a.s.)'ın peygamberliğine inandıkla­rını öğrenince, kavminin gözünde bunun Hz. Musa'nın peygamberliğinin doğ­ruluğuna güçlü bir delil olmasından korktu, hemen halkın kulağına iki çeşit şüphe soktu.[200]

Birinci şüphe:

"Bu, şüphesiz ahalisini oradan çıkarmanız için şehirde kurduğunuz gizli bir hilekârlıktır." Yani bunların Musa (a.s.)'a imanı, delilin kuvvetinden dolayı değil, Musa ile ona inanma ve peygamberliğini ikrar hususundaki anlaşmala­rından dolayıdır.

İkinci Şüphe:

Anlaşmanın amacı, Firavun'un kavmini şehirden çıkarmak ve onların Mı­sır'daki egemenliğine son vermektir. Şüphesiz vatandan ve alışılmış nimetler­den ayrılmak en zor şeydir. İşte Firavun mağlubiyetinin izlerini örtmek ve hal­kı çevresinde tutmak için bu iki şüpheyi uyandırdı.

Sonra Firavun hakkı bâtılla karıştırdıktan sonra, sihirbazları tehdit etti. Çok şiddetli bir şekilde cezalandırdı. Elleri ve ayaklan çaprazlama kestirme­nin, insanlarda kökleşmiş eski bir şeriattan alınmış ceza olduğuna işaret eder. Ancak bunu değişikliğe uğratmışlardır. Cenab-ı Hak, İslâm dininde bunu açık­lamış, isyan edenleri cezalandırmanın en büyük cezası kılmıştır, [201]

Fakat Firavun ve avanesi ile bütün kâfirler ahmaklık sebebiyle gerçek imanın kişiye ne kadar şaşılacak şeyler yaptırdığını, ölümü bile göze aldırdığı­nı , İslâm üzere sebat ettirdiğini, eller ve ayakların kesildiği, asılmanın gerçek­leştiği bir anda büyük sabır verdiğini bilmiyorlardı.

Ehl-i Sünnet'e göre hak dine iman ve musibetlere sabır, Allah'ın yaratma-sıyla olsa da, insanın onlara sahip olmaya yönelmesi ve İslâm üzere kalması için Allah'tan yardım istemesi, kulun iradesinin yöneldiği şeyden dolayı sevaba hak kazandığına bir delildir. Çünkü iman, sadece Allah'ın bir lütfü olsaydı, müminin sevaba nail kılınmasına ve kâfirin azaplandırılmasma bir neden ol­mazdı.

Sihirbazların tutumu, cüretle ve açıkça imanlarını açıklamaları, insanın heva ve hevesinden uzaklaşıp akla ve sağlam düşünceye kulak verdiği zaman, delilleri gördüğünde derhal iman ettiğine işaret eder.

Sihirbazların ve onlara tabi olanların imanlanndaki salabeti, ruha işlemiş imanın, köklü dağlardan daha güçlü olduğunu gösterir.

Tecrübeler, eski ve yeni tarih, Allah'a ve ahiret gününe iman edenlerin, in­sanların en mazbut; mihnet, meşakkat ve savaş zamanlarında inananların en sabırlı ve cesur olduklarını ortaya koyar. Eski İslâm Tarihi'ndeki fetihlerde, yeni dönemde de yahudilerle yapılan çalışmalarda, Cezayir'de, Hind'de, Afga­nistan'da, bunun birçok örnekleri görülmüştür. [202]

 

Firavun Ve Adamlarının Musata Ve Kavmine Zulme Yönelmesi

 

127- Firavun kavminden olan ileri ge­lenler şöyle dedi: "Musa ve kavmini yer­yüzünde fesatçılık etsinler, seni ve ilâh­larını terketsinler diye mi bırakacak­sın?". O da: Oğullarını öldürün, yalnız kadınlarını diri bırakın. Şüphesiz biz onların üzerinde kahdericileriz" dedi.

128- Musa kavmine: "Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Sonuç ise sakınanla­rındır" dedi.

129- "Sen bize gelmezden önce de, gel­dikten sonra da eziyete duçar edildik" dediler. (Musa) şöyle dedi: Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak edecek ve sizi yeryüzünde halifeler yapacak da, sizin neler işleyeceğinize bakacaktır."

 

Açıklaması

 

Bu bölüm, Musa (a.s.)'ın Firavunla olan kıssasının yedinci bölümüdür. Burada Cenab-ı Hak, sihirbazların Musa (a.s.)'a iman edip büyük bir halk top­luluğu önünde onun safına katılmalarından sonra Firavun ve kavminin ileri gelenlerinin Musa (a.s.)'a ve ona tabi olanlara karşı içlerinde gizledikleri eza ve düşmanlığı haber veriyor.

Mana şöyle olur: Firavun kavminin ileri gelenleri, Firavun'a şöyle dediler: Musa ve kavmini, senin halkını ifsad etsinler, dinlerine yahut kendi idareleri­ne soksunlar, senin dışında bir Rabbe ibadete çağırsınlar, seni ilâhlarınla bir­likte bıraksınlar, sana ve o putlara tapmasınlar diye mi serbest bırakacaksın?!

Eski Mısır'da, Mısırlıların birçok ilahlara taptıkları bilinmektedir. Onların biri de güneş ilâhıydı ve ona "Ra" derlerdi. Onlara göre Firavun da o güneşin oğluydu.

Hasan el-Basrî şöye demiştir: Firavun putlara tapıyordu. Böylece o hem tapan, hem de tapılandı. Teymî ise şöyle demiştir: Firavun, boynuna taktığı bir şeye tapıyordu. Firavun, kavminin ileri gelenlerine şu cevabı verdi: Daha önce de yaptığımız gibi, İsrailoğullarının doğan erkek çocuklarını öldürtür, kadınla­rını hayatta bırakırız. Böylece çoğalamazlar ve yok olur giderler. Biz onlardan üstünüz. Bize eziyet edemezler, topraklarımızda fesatlık çıkaramazlar, hükmü­müzden dışarı çıkamazlar.

Başka bir zaman da Firavun Musa (a.s.)'ı öldürmek istedi. Nitekim şu ayet-i celilede, bu ifade olunur: "Firavun dedi ki: "Bırakın beni, Musa'yı öldüre­yim. O da Rabbini çağırsın. Çünkü onun dininizi değiştirmesinden veya yeryü­züne fesat çıkartmasından korkuyorum" (Mümin, 40/26).

Firavun: "Onların doğan erkek çocuklarını öldürtürüz" dediği zaman, bu­nu duyan yahudiler korktular ve rahatsız oldular. Bunun üzerine Musa (a.s.) onları sakinleştirerek nasihat edip şöyle dedi: Sadece Allah'tan yardım isteyin. O'ndan yardım ve destek dileyin. Sabredin, üzülmeyin. Sadece Allah, musibet­lere karşı yardım eder. Sabır, müminin silahı ve ferahın anahtarıdır. Bilin ki yeryüzü Allah'ındır, O'na kullarından istediklerini vâris kılar. Bu, onlara zafer vaadidir. Yeryüzünün onların olacağını haber vermedir.

'Yeryüzü" kelimesiyle, bildiğimiz dünya kasdolunduğu gibi, özel olarak Mısır da kasdolunur. Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: "Ve diyecekler ki: "Bize olan va'dini yerine getiren, cennetten dilediğimiz yere konmak üzere arzı bize miras ve­ren Allah'a hamd olsun" (Zümer, 39/74). Sonra Musa (a.s.) onlara güzel ve hayırlı sonucu müjdelemiş ve şöyle demiştir: Bilin ki, iyi ve güzel akıbet, Allah'tan kor­kanlarındır. Zafer -Firavun ve kavminin sandığı gibi değil- ancak müminlerindir.

Sonra İsrailoğullarıyla Musa (a.s.) arasında bir konuşma geçti. Sanki Mu­sa (a.s.)'m nasihati onlara tesir etmemişti. Firavun ve kavminden aşırı kork­tuklarından dolayı, biz, sen gelmeden, doğmadan önce de, peygamber gönderil­dikten sonra da, eziyete maruz kaldık. Sen gelmeden önce ve geldikten sonra da, aynı zillet ve horluğu bize uyguladılar. Erkek çocuklarımızı öldürdüler. Bize işkence ve kötülük ettiler. Bugün tarih tekerrür ediyor, kötülük devam ediyor.

Musa (a.s.), Allah'ın onlara yardm edeceğini, buna ileride kavuşacaklarını, bu hususta Allah'a güvendiğini, Firavun'un helak olacağını, ondan sonra Mısır topraklarına halef olacaklarını söyleyerek cevap verdi: Allah'ın fazlından umu­yorum ki O, arzusunu gerçekleştirecek, sizin düşmanınız Firavun ve kavmini helak edecek, onlardan sonra sizi yeryüzüne halife kılacak, sizin iyi ve kötü amelinize, nimete şükredip etmediğinize bakacak, durumunuza göre sizi mükâ­fatlandıracak, amelleriniz hayır ise karşılığı hayır, şer ise karşılığı şer olacak.

Bu, onları ceza gidip nimet geldiği zaman, buna şükretmeye, bir teşviktir.

Musa (a.s.), "kesinlikle" demedi de, "umuyorum" dedi. Bununla, işleri Al­lah'ın istemesine havale etti. Onlara çalışmayı terketmemelerini hatırlatmak istedi. Sibeveyh der ki: Arapça'da "Asâ" kelimesi, bir umut ve korku ifade eder.. Zeccâc ise, Allah'a nisbet olunan bir umudun vuku bulması vaciptir, der. [203]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Tarihin her döneminde bugün ve gelecekte, kuvvetlilerin zayıflara karşı tavrı aynıdır. Kuvvet ve otorite sahibi, gücüne güvenir, insanlar arasında kor­ku ve dehşet yayar. Korkutur, tehdit eder.

Güç ve kudretten yararlananların hal, söz ve işleri o güç ve kudretin gö­rüntüsüdür. İşte onun için, kavminin ileri gelenleri, Firavun'u Musa'ya ve İsra-iloğullarına karşı kışkırttı.

Azgın Firavun, bu kışkırtmaya hemen katıldı. İsrailoğullarmı cezalandır­ma yoluna gitti. Onlardan korktukları için, doğduktan sonra erkek çocuklarını öldürttü, şiddetli bir baskı altına aldı.

Firavun, Musa (a.s.)'ı her gördüğünde, ondan çok korkuyordu. Onun için ona dokunmadı. Kavmi bunu bilmiyordu. Bu yüzden onu, Musa (a.s.)'ı yakala­yıp, hapsetmeye teşvik ettiler. Fakat o, zahiren ona önem vermiyor ve korkmu­yor görünmek için onu hapsetmedi.

Musa (a.s.)'m idaresi altındaki o zayıf ve hakir görülen müminlerin ise, Al­lah'tan başka ümitleri, dayanakları olamazdı. Onun için Musa (a.s.) kavmin­den, Allah'tan yardım ve destek istemelerini, çok sabretmelerini istedi. Şayet imanlarında samimi olurlar, başlarına gelen belalara sabrederlerse, Allah'ın onları üstün getireceğini, zafere ulaştıracağını, takvaları sebebiyle onları üstün getireceğini, güzel akıbete mazhar buyuracağını hatırlattı.

Musa (a.s.), onlara iki şey emretti ve iki şey müjdeledi:

Musa (a.s.)'m onlara emrettiği iki şey: Allahu Teâlâ'dan yardım istemeleri ve Allah'ın belasına sabretmeleriydi. Önce onlara, Allah'tan yardım istemeleri­ni emretti. Çünkü bir kimse dünyada Allahu Teâlâ'dan başka hiçbir idareci ol­madığını bilirse, O'nun marifet nuruyla gönlü açılır. O zaman ona, her türlü bela kolay gelir. Çünkü o, bela geldiğinde bunun Allah'ın kaza ve kaderiyle ol­duğuna inanır..

Musa (a.s.)'ın müjdelediği iki şeye gelince: Birincisi, dünyaya vâris olmak­tır. Bu, Musa (a.s.)'ın kavmini, Allah'ın Firavun'u helak edip onun yerine yer­yüzüne varis kılacağı konusunda umutlandırmaktır. "İrs"in manası, bir şeyi se­lefin yerine halef kılmaktır.

Musa (a.s.)'m müjdelediği ikinci şey: "Sonuç ise sakınanlarındır" sözüdür. Yani güzel akıbet ve en güzel sonuç, Allah'tan sakınan ve korkan her kişi için­dir. Bu güzel sonuç, dünyada düşmanlara karşı fetih ve zafer, ahirette ise cen­net nimetine nail olmaktır. [204]

Fakat insan, genel olarak kuvvetlinin tehdidinden korkar. Bu yüzden İsra-iloğulları da korktu. Çünkü onlar, Musa (a.s.) gelmeden önce, Firavun'un eli al­tında zayıf, hakir görülen kimselerdi. Onlardan cizye alıyor, zor işlerde çalıştı­rıyordu. Onlara rahat ve huzur vermiyordu. Erkek çocuklarını öldürüyor, ka­dınlarını bırakıyordu. Musa (a.s.) peygamber olarak gönderildiği zaman, o zor durumdan kurtulacakları ümidini duymaya başladılar. Fakat Firavun'un teh­didini tekrarladığını duyduklarında, çok korktular ve üzüldüler: "Bize daha ön­ce de eziyet edilmişti" dediler.

Musa (a.s.) da, Firavun'un helak edileceği müjdesini verdi. Yeryüzüne ha­life olacaklarını vaadederek kalplerini kuvvetlendirdi. Sabra sarılmalarını, hu­zursuzluktan kurtulmalarını istedi. Sonra: "Sizin neler işleyeceğinize bakacak­tır" dedi. Allah'a itaata, nimetine şükretmeye teşvik etti. Nitekim bu vaad Fi­ravun ve avanesinin suda boğulmalarıyla ve aşağıdaki ayetlerle zikrolunan çe­şitli azaplarla gerçekleşti. [205]

 

Firavun Ailesinin Çeşitli Dünya Azaplarına Uğraması. Dokuz Mucize

 

130- Muhakkak biz Firavun hanedanı­nı, düşünüp ibret alsınlar diye yıllarca kuraklıkla ve mahsul kıtlığı ile tutup sıktık.

131- Fakat onlara iyilik gelince: "Bu bi­zim hakkımızdır" dediler. Eğer kendi­lerine bir fenalık gelirse, Musa ve be­raberindekilerin uğursuzluğu olarak kabul ederlerdi. İyi bilin ki onların uğursuzluğu ancak Allah tarafından-dır. Fakat onların çoğu bilmezler.

132- "Bizi büyülemek için hangi muci­zeyi getirirsen getir, asla sana iman et­meyiz" dediler.

133- Biz de onlara ayrı ayrı ayetler ol­mak üzere, başlarına tufan, çekirge kı­mıl, kurbağalar ve kan gönderdik. Fa­kat yine kibirlerine yediremediler. On­lar öyle günahkâr bir topluluk idiler.

 

Belagat:

 

"İyilik" ve "fenalık" kelimeleri arasında tıbak vardır.

"Onların uğursuzluğu"  ile Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğu ola­rak kabul ederlerdi" arasında iştikak cinası vardır. [206]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Muhakkak ki biz., tutup sıktık." Burada geçen "alız" kelimesi, daha çok azapta tutup yakalama manasınadır. Nitekim şu ayette de bu manadadır: "Rabbin zulmeder haldeki memleketleri yakaladığı zaman, işte böyle yakalar. Şüphesiz O'nun yakalayışı, pek acıklı, pek şiddetlidir" (Hûd, 11/102).

"Firavun ailesi:" Firavun'un kavmi ve has adamları, kavminden ileri gelen şahıslar. "Âl" kelimesi, ancak yakınlıkta özellik kazanan kimseler hakkında kullanılır: "Allah İbrahim ve İmran'ın ailesini, âlemlerin üzerine mümtaz kıl­dı" (Âl-i İmran, 3/33). Ya da bu kelime, fikrine uyulan kimseler hakkında kulla­nılır: Kıyametin kopacağı gün de melekler: "Firavun ailesini azabın en şiddetli­sine sokun" diyecekler" (Mümin, 40/46).

"düşünüp ibret alsınlar diye:" Öğüt alırlar da iman ederler diye.

"Bu bizim hakkımızdır, dediler": Biz onları hak kazandık dediler ve onlara şükretmediler.

"uğursuzluk kabul ederler." Ayette geçen "tetayyur" kelimesi, uğursuzluk manasınadır. Araplar, kuş uçurulduğu zaman, sağ tarafa doğru uçar giderse, bundan hayır umarlar ve "sâih" derlerdi. Kuş sola doğru uçar giderse, bundan da kötülük beklerler ve "bârih" derlerdi.

"Onların uğursuzluğu ancak Allah tarafındandır." Ahirette gelmesinden korkutuldukları ceza, Allah katından gelecektir.

"Biz de... başlarına tufan" Evlerine girip evlerde oturanların boğazlarına kadar ulaşan su. Yedi gün devam etmiştir, "çekirge" Hem ekinlerini, hem de meyvelerini yedi."kımıl" Buğday kurdu. Bunun, ekinleri yiyen kurt, ya da ke­ne olduğu söylenmiştir, "kurbağalar" Evlerine ve yemeklerine dolmuştur."kan" Burun kanı. Mısırlıların sularını kirleten bir kan olduğu da söylenmiştir, "gön­derdik".[207]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler, Musa (a.s.)'m Firavun'la olan kıssasının sekizinci bölümünü teşkil eder. Bu bölümde cezadan, yahut Allahu Teâlâ'nm, Firavun ve kavmine indirdiği ayetlerden söz edilir. Musa (a.s.): "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak edecek" sözüyle, Firavun ve kavmine azap indirileceğini müjdelemiştir. Bu bölümde, küfür ve yalanlama tehlikesinden uzaklaştırmak için, kökünü kazıma şeklindeki azap inmeden önce gelen çeşitli azaplar zikrolunmuştur. Köklü azap, İsrailoğulları kurtulduğu halde, Firavun'un denizde boğulması-dır.

Allahu Teâlâ, İsra sûresinde ceza ayetlerinin dokuz tane olduğunu zikret­miştir: "Andolsun ki biz Musa'ya apaçık dokuz ayet verdik." (İsrâ, 17/101).

Burada yedi ayet açıklanmıştır. Buna, Yunus sûresinde açıklanan da ek­lenir: "Musa: "Ey Rabbimiz, dedi, gerçekten sen Firavun ve (kavminin) ileri ge­lenlerine dünya hayatında zinet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! Senin yolun­dan saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz! Sen onların mallarını yok et, kalpleri­ni şiddetle mühürle ki, onlar o elemli azabı görecekleri zamana kadar iman et­meyeceklerdir." (Yunus, 10/88). Musa (a.s.)'m dokuz mucizesinden biri de Fira­vun ve kavminden ona tabi olanların sahip olduğu malların taş haline gelme­sidir.

Beyzavî, dokuz ayeti şöyle tefsir eder: Bunlar, Musa (a.s.)'m İsrailoğulları-na getirdiği dokuz ayettir. Firavun ve adamları, Musa (a.s.)'m getirdiklerini kabul etmedikleri için cezalandırılmışlardır. O dokuz ayet şunlardır: Asa, be­yaz el, çekirge, bit, kurbağalar, kan, taştan su fışkırması, denizin yarılması, Tur dağının İsrailoğulları'nm üzerine kaldırılması. Son üçü yerine, tufan, sene­lerce kıtlık ve mahsul noksanlığını zikredenler de olmuştur.

Deniz yarılması, ayetler tamamen ortaya çıktıktan sonra meydana geldi. Taştan su fışkırması, Firavun'un helak edilişinden sonra oldu. Firavun ve kav­minin ayeti olması doğru değildir. Asa ve beyaz el, Musa (a.s.)'m mucizeleri olup azap ayetleri değildir. Bence, ayetlerin toplamı şöyle olur: Kıtlık yılları, malların noksanlaştırılması, insanların noksanlaştırılması, meyvelerin nok-sanlaştırılması, tufan, çekirge, bit, kurbağalar, kan. [208] Bunlardan yedisi bura­da, A'raf sûresinde, bir tanesi Yunus sûresinde zikrolunur. İnsanların noksan­laştırılması genel olarak kuraklıktan, meyvelerin noksanlaştırılmasmdan ve tufandan meydana gelir. Mücahid ve Ata, tufanın ölüm olduğunu söylemişler­dir.

Buradaki ayetlerin manası şudur: Biz, Firavun hanedanını senelerce, çöl­de ekin azlığı sebebiyle kıtlıkla denedik. Az yağmur sebebiyle meyvelerini nok-sanlaştırdık. Reca b. Hayat şöyle der: "Bir hurma ağacı, sadece bir meyve veri­yordu." Sonra Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: "Düşünüp ibret alsınlar diye." Yani ibret alıp, küfürlerinden ve Allah'ın ayetlerini yalanlamaktan, İsrailoğullarına zulümden vazgeçsinler, Rab olarak Allah'a iman etsinler, Musa (a.s.)'ın daveti­ne uysunlar diye. Çünkü, birtakım uyarılar olarak bu tür zorlukları gönder­mek, Allahu Teâlâ'nm kanunudur. Tecrübeler gösteriyor ki, musibetler nefisleri yumuşatmıyor. Musibetler, afetler, meyvelerin noksanlaştırılması, insanların Allah'a dönmelerine bir sebep oluyor. Rablerine dönüp hidayeti bulurlarsa, bu, hayır ve bolluk olur; eğer Rablerinden yüz çevirirlerse, kıtlık, kuraklık ve he­lak olur. İşte Firavun hanedanı, kendilerini uyardığı halde Musa (a.s.)'ın dave­tine uymaktan yüz çevirdiler ve dolayısıyla helak oldular.

Sonra Allahu Teâlâ, musibetlerin Firavun hanedanının azgınlık ve taşkın­lığını arttırdığını açıklıyor: "Onlara iyilik gelince..." Yani onlara bolluk, rızık geldiği, meyveleri ve hayvanları arttığı zaman, "bunlar, bizim çalışmamız, bil­gimiz ve üstünlüğümüzün eseridir" derler. Onlara bir kıtlık ve kuraklık isabet ettiği zaman ise, bunu Musa (a.s.) ve beraberindekilerin uğursuzluğu sayarlar. Bunlar bizim başımıza onların yüzünden geliyor deyip Allah'ın nimetine şük­retmiyor, amellerinin bozuk ve nefislerinin kötü olduğunu unutuyorlardı. Nite­kim, Allahu Teâlâ, Peygamber (s.a.) hakkında şöyle buyurur: "Eğer onlara bir iyilik dokunursa: "Bu Allah'tandır" derler. Bir musibet dokunursa: "Bu senden­dir" derler. De ki: "Hepsi Allah tarafındandır" (Nisa, 4/78).

Sonra, Allahu Teâlâ şu sözüyle onlara cevap veriyor: "İyi bilin ki, onların uğursuzluğu ancak Allah tarafındandır." Onlara isabet eden iyilik ve kötülü­ğün hepsi Allah'ın kaza ve kaderiyledir. Allah iyiliği, şükredenle nankörlük edeni, kötülüğü de, sabredenle hoşnut olmayanı ayırdetmek için bir imtihan kılmıştır. Azgınlar ve bozguncuların taşkınlıklarından ve bozgunculuklarından dönmeleri, taşkınlık ve sapıklıklarına son vermeleri için, yine Allahu Teâlâ ço­ğunlukla kulların işlerini, onlara indirdiği hayır ve şerre bir sebep kılmıştır. Zemahşerî: "Onların uğursuzluğu ancak Allah tarafındandır" ayetinin açıklamasında şöyle der: Onların hayır ve şer sebebi, Allah katandandır. O'nun hük­mü ve dilemesidir. Onlara isabet eden iyilik ve kötülüğü dileyen Allah'tır. Nite­kim Cenab-ı Hakk'ın: "De ki: Hepsi Allah taraflıdandır" sözü, bunu ifade eder. Bunun manası şudur: Haberiniz olsun, onların uğursuzluğu sadece Allah ka-tındandır. Onların yapacakları şeyler Allah katında yazılıdır. Ölümlerinden sonra, Allah'ın kendilerine söylediği şeyle cezalandırılırlar: "Ateştir. Onlar, sa­bah akşcm ona arz olunurlar" (Mümin, 40/46).

Fakat insanların pek çoğu, Allah'ın kâinattaki uygulamasının hikmetini, sebeplerin bu sebepleri meydana getirene irtibat keyfiyetini, işlerin kadere gö­re cereyan ettiğini, her şeyin O'nun katında takdir edildiğini, uğursuzluğun Musa ve kavmi sebebiyle olmadığını, kötü amel sebebiyle ve zikrolunan sebebi­yet kanunundaki ilahî düzen gereği olduğunu bilmez.

Bunun da ötesinde iyilikler ve kötülükler onlara, Rablerine karşı görevle­rini hatırlatmadı. Onlar başkaldırdılar, hakka karşı inat ettiler. Hz. Musa'ya karşı söyledikleri şu sözlerle, bâtılda ısrar ettiler: Bize hangi mucizeyi getirir-sen getir, hangi hüccet ve delili gösterirsen göster, bizi ikna etmek ve dinimiz­den döndürmek için neyi ortaya koyarsan koy, onu reddederiz. Sana ve getirdi­ğin şeylere inanmayız, peygamberliğini ve sözlerini asla tasdik etmeyiz.

Onun için Allah onları, küfürlerinden, yalanlamalarından ve suçlarından dolayı cezalandırdı. Onlara tufanı gönderdi. Tufan, ekinleri ve meyveleri yok edecek derecede aşırı yağmur yağmasıydı. Nitekim İbni Abbas şöyle demiştir: Tufan: Onları saran ve rahatsız eden yağmur, ya da seldi.

Cenab-ı Hak, Firavun kavmine çekirge gönderdi, bütün ekinlerini ve mey­velerini, sonra da her şeyi, hatta kapıları, evlerin tavanlarını, elbiseleri yediler. Fakat İsrailoğullarının evlerine bir tane bile çekirge girmedi. Firavun'un kavmi, Musa (a.s.)'dan yardım istedi. Yedi gün sonra bu durumdan kurtuldular. Musa (a.s.), boş bir alana çıktı, asasıyla doğuya batıya doğru işaret etti. Çekirgeler gel­dikleri yerlere geri döndüler. Onlar yine, biz dinimizi terketmeyiz, dediler.

Bir ay sonra, onlara güve, ya da kene musallat oldu. Çekirgelerin geriye bıraktıklarını yediler, yeryüzünü yaladılar. Yahut bir ay sonra, onlara küçük si­nekler, ya da pireler veya sivrisinekler musallat oldu, çekirgelerden sonra, on­lara kımıl felâketi geldi. Kurtlar ekinleri yediler, yeşil olan her şeyi yok ettiler. Yine Musa (a.s.)'dan yardım istediler, bu hal kaldırıldı. Onlar yine eski halleri­ne döndüler.

Bu sefer Allah, kurbağalar gönderdi. Kurbağalar evlerine girdi. Kaplarına, yiyeceklerine doldular. Öyle ki, bir kimse konuşmak istediği zaman, kurbağa ağzına sıçrıyordu. Yatakları kurbağalarla doldu, uyuyamaz oldular. Kurbağalar kendilerini kaynar vaziyetteki çanak çömleklere atıyorlardı. Firavun kavmi yi­ne Musa (a.s.)'dan yardım istediler. "Bize bu kere de acı, merhamet et, içten tevbe edip bir daha eski halimize dönmeyeceğiz" dediler. Onlardan söz aldı ve onlar için Allah'a dua etti. Bunun üzerine Allah, onlardan bu durumu kaldırdı. Ancak yine verdikleri sözü bozdular.

Sonra Allahu Teâlâ, onlara kan gönderdi. Suları kana döndü. Nehirlerden ve kuyulardan su aldıkları zaman, onu taze kan şeklinde buldular. Durumdan Firavun'a şikayetçi oldular. Şöyle dedi: "O size sihir yapmıştır." Firavun Kıpti ile Yahudiyi aynı yerden su almak için bir araya getirdi. Yahudinin aldığı şey su, Kıpti'nin aldığı şey kan oluyordu.

Bunların hepsi de apaçık ayetlerdi. Allah'tan olduklarına, bunlara O'ndan başka kimsenin gücü yetmediğine, küfürlerinin cezası olduklarına, Musa a.s.)'nm doğruluğuna işaret ettiklerine -ki bunların meydana geleceğini söyle­yerek onları korkutmuştu- hiçbir kimsenin şüphesi olamaz.

Firavun ve kavmi, inat ve kibirleri üzere kaldılar. Allah'a ibadet etmekten geri durdular. Öğüt almadılar, kendilerine ve başkalarına karşı suç işleyen, suç ve günahta ısrar eden kimseler oldular. [209]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bir bütün halinde ayetler, sebeplilik kanununa işaret ediyor. Sebeplilik ka­nunu, sebepleri müsebbiplere, neticeleri Allah'ın dilemesine, insanlarm karşılaş­tıkları ziraî afetlerin ve musibetlerin amelleri sebebiyle olduğuna bağlamaktır.

Ayetler, Allahu Teâlâ'nın, onlara bu zararlı şeyleri, inat ve isyanı terket-meleri, Allah'a kulluk ve itaata dönmeleri için indirdi. Çünkü musibetler kalbi yumuşatır, Allah'a döndürür. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Denizde si­zi bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka taptığınız herkes kaybolur" (İsra, 17/67); "Ona bir kötülük dokunduğu zaman ise artık o geniş bir dua sahibidir." Fussilet, 41/51).

Allahu Teâlâ'nın: "Düşünüp ibret alsınlar diye" sözü, kullarının ibret al­malarını istediğine, küfür üzere kalmalarına razı olmadığına işaret eder.

Firavun'a ve kavmine gelen ceza ayetlerinden ilki, kıtlıktır. İki ceza arası­nın sekiz gün olduğu rivayet olunur. Bir ay ya da kırk gün olduğu da söylen­miştir.

İkinci ceza ayeti, meyvelerin kimseye yetmeyecek şekilde azaltılmasıdır.

Bu iki ceza şekli, diğer ceza çeşitlerinden daha hafifti. Belki vazgeçerler diye, hafiften başlanmıştır. Fakat insanlar kendilerine o cezalar, meşakkatler gelince, ibret alıp korkmadılar. Küfür ve masiyetlerini daha da artırdılar. Nite­kim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Fakat onlara iyilik gelince: "Bu bizim hakkı­mızdır" dediler. Eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğu olarak kabul ederlerdi."

Firavun ve kavmi, kavuştukları bolluk, meyveler, rızık genişliği, afiyet, se­lamet ve hayvanlar gibi iyilikleri kendilerinden biliyorlar, bu ikram ve nimetle­re kavuşmayı hak ettiklerini iddia ediyorlar, zekâ, amel ve bilgilerindeki üs­tünlük sebebiyle bunları kazandıklarını söylüyorlardı. Kuraklık, kıtlık, hasta­lık, zarar ve belaya uğradıklarında da, bunu Musa ve kavminden biliyor, onla­rın uğursuzluğu sayıyorlardı.

Oysa gerçekte onların başına gelen kıtlık ve musibetler, Hz. Musa ve kav­mi yüzünden değil, günahları sebebiyle Allah'tan geliyordu. Fakat onlar bunu anlamayan kimselerdi.

Kuş sesinde uğursuzluk görmeyi -hangi halde olursa olsun- İslâm nehyet-miştir. Cahiliyye döneminde bir kimse, çoğu kere, bir ihtiyacı olduğu zaman, bir kuş yuvasına gelir, onları uçururdu: Kuşlar sağ tarafa doğru uçarsa, o kişi işine devam ederdi. Bu hayvanlara "sâih" derlerdi. Eğer kuşlar sol tarafa doğ­ru uçarsa, o işi bırakırdı. Bu hayvanlara da "bârih" derlerdi. Nebi (s.a.) Ebu Davud ve Hakim'in Ümmü Kürz'den rivayet ettiği şu hadisinde bunu nehyet-miştir: "Kuşları yerlerinde tutunuz." Yani yumurtaları, ya da bulundukları ye­rin üzerinde tutun. Oralardan uçurtmayın. İkrime şöyle der: "İbni Abbas'm yanındaydım. Öterek bir kuş geçti. Orada bulunanlardan biri, bu hayra işaret, hayra işaret, dedi. Bunun üzerine İbni Abbas: Bunda ne hayır ne de şer, hiçbir şey yok, dedi. Resulullah (s.a.) de, Ahmed ve Müslim'in Cabir'den rivayet et­tikleri hadislerinde: "Kuşlarda ve baykuşlarda, hayır ve şer yoktur" buyurmuş­lardır.

Alimler şöyle demişlerdir: Kuşların sesleri bir şeye işaret etmez. Onlar olanı veya olacağı bilmez, gelecekten haber veremezler. İnsanlar içinde, kuşla­rın konuşmasını bilen de yoktur. Ancak, Allahu Teâlâ'nm bu hususta mümtaz kıldığı Süleyman (a.s.) bundan müstesnadır. Bu yüzden kuşların hareketlerin­den hüküm çıkarmak bâtıl şeylerdendir. [210]

Ebu Davud'un Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde Peygamber (s.a.): "Kuşların hareketlerinden hüküm çıkarmak şirktir" demiş ve bunu üç defa tekrar etmiştir."

Firavun kavmi, inatlarında daha aşırı gittiler ve Musa (a.s.)'a: Bizi içinde bulunduğumuz dinden döndürmek için hangi mucizeyi getirirsen getir, yine de sana inanmayacağız, dediler. "Fakat onlara iyilik gelince: "Bu bizim hakkımız­dır" dediler" ayetinde ifade olunduğu gibi, evrende meydana gelen hadiseleri, Allah'ın kaza ve kaderine değil, kendilerine isnat ettiler. "Bizi büyülemek için hangi mucizeyi getirirsen getir, asla sana iman etmeyiz dediler" ayetinde de ifade olunduğu gibi, bir başka cahilliğe ve sapıklığa düştüler.. Mucizelerle sihri birbirinden ayırmadılar. Musa (a.s.)'m doğruluğuna işaret eden -asanın yılan olması gibi- bütün mucizeleri sihir kabilinden şeyler kabul ederek Hz. Musa'ya: Biz onlardan hiçbirini asla kabul etmeyiz, dediler.

İbni Abbas şöyle demiştir: İnsanlar, Hz. Musa'ya: "Sen bize Rabbinden han­gi mucizeyi getirirsen getir, o bize göre, sihir kabilinden bir şeydir, ona asla inan­mayız" dedikleri zaman, Musa (a.s.) -hiddetli bir kimse olduğu için onlara bed­dua etti. Allah da onun bedduasını kabul buyurdu. Onlara gece gündüz devam eden ve bir cumartesinden diğer cumartesiye kadar süren tufanı gönderdi. Sonra Allahu Teâlâ, diğer mucizeleri zikretti: Çekirge, kımıl, kurbağalar ve kan. Tufan, içinde yüzülecek derecede aşırı yağmurdu.. Çekirgeler, bitkileri ye­di. Kımıl, topraklarında yeşil adına hiçbir şey bırakmadı. Kurbağalar, zifiri ka­ranlık gece gibi denizden çıktılar, elbiselere ve yiyeceklere girdiler. İnsanlar, başında bir kulaç boyunda bir kurbağa ile yere düşüyordu. Nehirleri kan akı­yordu, tatlı su bulamadılar. İsrailoğulları ise, tatlı ve temiz su bulabiliyorlardı..

Musa'ya ve Firavun'a şikâyette bulundular. Firavun Musa'ya: "Eğer bu azabı bizden kaldırırsan, sana mutlaka iman edeceğiz ve İsrailoğullarını da se­ninle birlikte göndereceğiz" dedi.

Bu apaçık mucizeleri, Allah'tan başkasının yapamayacağını akıl taşıyan herkes kabul eder. Bununla beraber onlar, Allah'a ibadetten ve ona imandan geri durdular, günah ve suçta ısrar ettiler.

Bir yere girip oraya zarar verdiği zaman, çekirgenin öldürülüp öldürülmeye­ceği konusunda alimler ihtilaf etmiştir. Bazıları öldürülmez derken, fakihlerin pek çoğu öldürüleceğini savunmuştur. Birinci görüşü savunanlar şöyle derler: On­lar, Allah'ın mahlukâtmdan çok büyük bir yekûn tutarlar. Allah'ın rızkından yer­ler. Ayrıca, Taberanî ve Beyhâkî, Ebû Züheyr'den zayıf olarak şu hadisi rivayet ederler: "Çekirgeleri öldürmeyin. Çünkü onlar, büyük Allah'ın ordusundandırlar."

Ulemanın çoğunluğu ise şöyle der: Çekirgeler kendi haline bırakılırsa, malları fesada uğratır. Nitekim Peygamber (s.a.), bir müslümanm, başka bir müslümanın malını almak istediğinde öldürülmesine ruhsat vermiştir. Çekir­gelerin mallara zarar vermesi söz konusu olunca, öldürülmelerinin caiz olacağı daha da öncelikle kabul edilir. İbni Mâce, Câbir ve Enes b. Malik vasıtasıyla Peygamber (s.a.)'in çekirgeler hakkında şöyle beddua ettiğini rivayet eder: "Al-lahım! Onların büyüklerini helak et, küçüklerini öldür, yumurtalarını mahvet, neslini kes! Rızıklanmızı ve maişetlerimizi onların ağzından al. Şüphesiz sen duayı işitensin." Resulullah böyle dua edince, orada bulunanlardan biri: "Ey Allahm elçisi! Allah'ın askerlerinden birinin neslinin kesilmesini nasıl ister­sin?" deyince, Resulullah: "Çekirgeler, denizdeki balıkları bile dağıtırlar. Deniz­den dışarı çıkartıp ölmelerine vesile olurlar" buyurdu.

Çekirgenin yenmesi, sünnet'e göre caizdir. Sahih-i Müslim'de Abdullah b. Ebi Evfa'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Resulullah (s.a.)le birlikte yedi gazvede bulunduk. Onunla birlikte çekirge yiyorduk. Onun için ümmetin ittifa­kıyla, onun yenmesi caizdir. Diri olarak yakalanıp başı kesildiği zaman -ki bu, onu boğazlamak gibidir- ittifakla helâldir. Avlamaya ihtiyaç olup olmadığı ko­nusunda ihtilaf etmişlerdir. Alimlerin çoğunluğu, buna ihtiyaç yoktur, balıklar gibi nasıl ölürse ölsün yenir, demiştir. Delilleri, Dârekutnî'nin, İbni Ömer'den rivayet ettiği hadiste Resulullah (s.a.) Efendimizin şu sözleridir: "Biz müslü-manlara iki ölü hayvanın yenilmesi helâl kılındı. Bunlar, balıkla çekirgedir. İki tür kanın da yenilmesi helâl kılındı: Karaciğer ve dalak."

İmam Malik'e göre, başının, ayaklarının, kanatlarının kesilmesi, yahut ateşe atılmak gibi bir nedenle öldüğü zaman yenmesi caizdir. Çünkü ona göre o, kara hayvanıdır. Dolayısıyla onun kendiliğinden ölmüş hali haramdır.

Kurbağa ise, ancak Maliki mezhebine göre yenir. [211]

 

Azabın Kaldırılması İçin Musa (A.S.)'A Sığınmaları, Verdikleri Sözden Caymaları, Firavun Ve Kavminin Boğulması

 

134- Üzerlerine azab çökünce: "Ey Mu­sa! Bizim için Rabbine -sana olan ahdi hürmetine- dua et. Eğer bizden azabı kaldırırsan, mutlaka sana iman edece­ğiz ve İsrailoğullarını da seninle bir­likte göndereceğiz" dediler.

135- Biz onlardan, erişecekleri bir sü­reye kadar azabı kaldırınca, hemen ye­minlerini bozmaya başladılar.

136- Artık biz de ayetlerimizi yalanla­maları, onları umursamamaları yüzün­den kendilerinden intikam aldık ve hepsini denizde boğduk.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sana olan ahdi hürmetine...": İman edersek, bizden azabı kaldıracağı ko­nusundaki vaadine göre. Ayette geçen "ahd"den maksat, nübüvvet ve risalettir. Azabın kaldırılması Allah'ın peygamberine ikramındandır.

"Biz onlardan... azabı kaldırınca" Musa (a.s.)'m duasıyla, onlardan geçici olarak azabı giderince "hemen yeminlerini bozmaya başladılar" Küfürlerinde ısrar ettiler. [212]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler, Musa (a.s.)'ın Firavun'la olan kıssasının dokuzuncu bölümünü teşkil eder. Bu zikrolunan azap ayetleri Firavun'a ve kâfir toplumuna indiği zaman, rahatsız oldular. Musa (a.s.)'dan Allah'ın bu azabı kaldırmasını istedi­ler. Eğer bunu yaparsa, onun peygamberliğine inanmaya söz verdiler. Musa (a.s.), Rabbine dua etti, Allah da onlardan azabı kaldırdı. Fakat onlar verdikle­ri sözde durmadılar. Her seferinde bu isteklerini yenilediler, fakat her seferin­de de sözlerinde durmadılar. Nihayet Allah, onları denizde boğarak helak etti.

Firavun'un topluluğuna şiddetli azap inip onlar da rahatsız ve huzursuz olunca, Musa (a.s.)'dan Rabbine peygamberliği ve sevgisi hürmetine, kendilerinden bu azabı kaldırması için dua etmesini istediler ve: "Eğer bu azabı kal-dırtırsan, mutlaka senin peygamberliğini tasdik edeceğiz. Rabbin katından ge­tirdiklerine inanacağız. Bizden istediğiniz gibi, seninle beraber İsraüoğullarını istedikleri şekilde Rablerine ibadet etmeleri için Filistin'e göndereceğiz" diye yemin ettiler.

Allah onlardan azabı her kaldırışında, bundan ibret alıp Allah'a iman et­mediler. Her seferinde sözlerinden caydılar. Biz onlardan azabı mutlak olarak değil, belirli bir zamana kadar kaldırdık. O zaman geldiğinde ise, biz onlardan azabı kaldırmayız, onları helak ederiz.

Rivayete göre, onlar tufan, çekirge, kımıl, kurbağalar, suların kan şekline dönüşmesi gibi her azap hali içinde bir hafta kalıyorlar, her defasında, onun kaldırılması için Musa'dan dua etmesini istiyorlar, Allah'a iman edeceklerini vaadediyorlar, sonra da sözlerinden cayıyorlardı.

Defalarca, azap onlardan giderildi, küfürlerinden ve cahilliklerinden vaz­geçmediler. O belirlenen vakit geldi ve Allah onlardan intikam aldı. Kendileri­ne gelen bütün ayetleri (mucizeleri) yalanlamaları, bu yalanlamanın dünya ve ahirette getireceği azaptan gafil olmaları -ki burada söz konusu olan gaflet, ayetlerden yüz çevirmeleri, onlardan ibret almamalarıdır- sebebiyle suda bo­ğuldular.

Allah onlardan kafir olanları gark etti, imanlarını gizleyen müminleri kur­tardı. Denizi Musa (a.s.) ve onunla beraber İsrailoğullan geçti, onların peşin­den Firavun ve askerleri geldi, denizin ortasına vardıkları zaman, Allah denizi onların üstüne kapattı. Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve onlardan gafil ol­maları sebebiyle suda boğuldular. [213]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler dört hususa işaret ediyor:

1- Şiddet ve darlık anında, fıtrî iman duygusuyla Musa'ya başvurmaları. Sıkıntı zamanında Allah'tan başka bir sığınak ve dayanak bulamayan insanla­rın durumu çoğunlukla böyledir.

2- Firavun topluluğunun sıfatı: Sürekli verdikleri sözlerden dönmeleri, ahidlerine riayet etmemeleri, cezalarının da belirli bir vakte kadar geciktiril­mesi.

3- Firavun kavminin kesin cezası, denizde boğulmak şeklinde oldu.

4- Bu ayetlerin (mucizeler) sebepleri ve sonuçlan hakkında düşünülmesi­nin gerekliliği, bunlardan habersiz davranmanın ve taklidin kötü bir yol oldu­ğu belirtiliyor. [214]

 

İsrailogulları'nın, Firavunlardan Sonra Mısır'a, Amalikadan Sonra Şam'a Vâris Oluşları

 

137- Hakaretlere maruz bırakılmış olan  ° kavmi de, feyiz ve bereket verdiğimiz  yerin doğularına ve batılarına mirasçı  kıldık. Rabbinin İsrailoğulları'na verdi- ği o pek güzel vaadi, sabretmeleri yü- zünden tamamlandı. Firavun ve kavmi- nin yapmakta olduklarıyla yükseltmek- te devam ettikleri şeyleri ise yıktık.

 

Belagat:

 

"Firavun ve kavminin yapmakta olduklarıyla..." ve "yükselmekte devam et­tikleri şeyleri" cümlelerinde, olayı muhatabın zihninde canlandırmak için ma­ziden muzariye geçilmiştir. [215]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hakaretlere maruz bırakılmış olan o kavmi de" Bunlar, İsrailoğulları'dır. Firavun ve kavmi onları tahkir ediyordu, "feyiz ve bereket verdiğimiz" su, ağaç ve bol rızıkla. "yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık" : Yeryüzünün bü­tün bölgelerine ve bütün yönlerine. Yerle, Mısır ve Şam toprakları murad olun­maktadır. Firavunlardan ve Amalika'dan sonra, aralarında İsrailoğulları hü­kümran olup doğu ve batı taraflarında istedikleri gibi hükmettiler.

"Rabbinin vaadi tamamlandı": Son haddine vardı. Allah'ın vaadinden mu­rad, İsrailoğullarımn düşmanlarını helak edip kendilerini yeryüzüne halef kıla­cağı şeklindeki vaadidir: "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak edecek ve sizi bu yerde halifeler kılacak" (Araf: 7/129). "Biz ise o yerde zayıflatüanlara lütfet­mek, onları önderler yapmak ve onları mirasçı kılmak istiyorduk" (Kasas, 28/5). [216]

 

Açıklaması

 

Bu, Musa (a.s.)'ın Firavun'a olan kıssasının onuncu bölümüdür. Allahu Te-âlâ, Musa (a.s.)'ın doğruluğuna işaret eden ve birbiri peşisıra gelen ayetlere rağmen Musa'yı yalanlayan Firavun'un ve Mısırlıların cezasını -Yani zalimle­rin cezasını- açıkladıktan sonra, İsrailoğulları'ndan, Firavunlardan ve Amali­ka'dan sonra Mısır'a ve Şam'a halifeler olan sabırlı müminlerin mükâfatını açıklıyor.

Mana şöyle olur: Biz, İsrailoğulları'ndan, erkekleri öldürülüp kadınları geri bırakılmak, azap edilmek, ağır işlerde çalıştırılmak, kendilerinden cizye alınmak suretiyle tahkir edilen o kavmi, bereket, bolluk, nehirlerin çokluğuyla verimli ha­le getirdiğimiz Mısır ve Şam topraklarına mirasçı kıldık. Onlara olan geçmiş va­adimizi gerçekleştirdik: "Biz ise o yerde zayıfLatılanlara lütfetmek, onları önderler yapmak ve onları mirasçı kılmak istiyorduk. Ve onları o yerde hâkim kılalım, Fi-ravun'a, Hâmân'a ve askerlerine, onlardan korkageldikleri şeyi gösterelim" (Ka-sas, 28/5-6). Ayette geçen "yerin doğularına ve batılarına" ifadesi, onun doğu ve batı bütün yönlerine işaret eder. Burada "yer"den amaç, özel olarak Şam ve Mısır topraklarıdır. Çünkü Firavun'un idaresi altında olan yerler Mısır'dı. Bereketli topraklar ise Şam olabilirdi. Yerle, yer cinsinin murad olunduğu da söylenmiştir. Çünkü İsrailoğulları'ndan olan Davud ve Süleyman peygamberler, kral oldular.

"Rabbinin Israiloğulları'na verdiği o pek güzel vaadi gerçekleşti". Firavun ve yandaşlarının eziyetlerine katlanmaları, onlardan gelen musibetlere göğüs germeleri sebebiyle Allah, Israiloğulları'na olan vaadini gerçekleştirdi. Nite­kim, Musa onlara şunu emretmişti: "Musa kavmine; "Allah'tan yardım dileyin ve sabredin" dedi" (A'râf: 7/128). Çünkü sabır feraha kavuşmanın anahtarıdır.

Doğru oldukları zaman, Allah onlara vaadini tamamladı. Sonra, kendilerine ve insanlara zulümleri sebebiyle, o toprakları onlardan aldı. Artık bir daha da mukaddes topraklara geri dönmeleri konusunda, onlara Allah'ın bir vaadi omadı..

Firavun ve kavminin binalarını, ekinlerini, bahçelerde kurdukları çardak­larını ve saraylarını helak ettik.. [217]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet, müminlerle kâfirler ve bunların görecekleri karşılıklar hakkında bir mukayese yapmaktadır. Allahu Teâlâ Fir'avun'u, kavmiyle birlikte ceza ol­mak üzere helak ettiğini açıkladığı gibi, müminlere yaptığı -onları, onların topraklarına ve memleketlerine mirasçı kılması gibi- hayırları da açıklamıştır.

Allahu Teâlâ Musa'yı, Harun'u ve İsrailoğullarını, Firavun'un ve kavminin zulmünden kurtardı. Nitekim onların denizden geçişleri, Musa'nın bir mûcize-siydi. Çünkü Allahu Teâlâ ona, asâsıyla denize vurmasını emretmişti: "Derken biz Musa'ya: "Asanla denize vur" diye vahyettik. Ardından deniz yarılıp her bö­lüm kocaman bir dağ gibi oldu" (Şuarâ, 26/63).

Bu, Hz. Musa'nın kardeşiyle birlikte, o zamanın en büyük devletinin en büyük kralı olan zalim Firavun'a karşı ki -bu sülale Mısır halkını asırlarca kö­le yapmıştı- durduğu içindi. Hz. Musa ve Harun, ona karşı hüccetlerle ve delil­lerle mücadeleye devam ettiler. Allah onları zafere ulaştırdı. Hak kuvvet önün­de hiçbir büyük devlet duramaz. İnançla dolu kalpdeki kuvvetli iman, çok sayı­daki şer kuvvetlerin yapamadığım yapar. İşte onun için Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun, kavimleri zelil ve hakir görüldükleri, Mısır Firavun'u kudret ve kuvvet, mal, ordu ve teba sahibi olduğu halde, o Allah düşmanına karşı durdu. Zayıflar zafere ulaştı, kuvvetliler yok oldu: "Şüphesiz bunda, basiret sahipleri için bir ibret vardır" (Al-i İmran, 3/13);"Muhakkak ki bunda, kalbi olan veya kendisi şahit olarak kulak veren kimse için, elbette öğüt vardır" (Kâf, 50/37). [218]

 

Israılogulları'nın Allah'ın Kendilerine Olan Nimetlerini İnkâr Etmeleri

 

138- İsraioğulları'nı denizden geçirdik. Putlara tapagelen bir topluluğa rastla­dılar. "Ey Musa! Onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı yap­san" dediler. "Siz cidden bilmeyen bir kavimsiniz" dedi.

139- "Şüphesiz ki onların içinde bulun­dukları (din) yok olmaya mahkumdur. Ve amelleri de bâtıldır.

140- "Size, ilâh olarak Allah'tan başka­sını mı arayacakmışım? Halbuki o sizi âlemlere üstün kıldı" dedi.

141- Hani sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar size azabın en şid­detlisini yapıyorlar, oğullarınızı öldü­rüyorlar, kızlarınızı da sağ bırakıyor­lardı. Bunda size, Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.

 

Belagat:

 

"Siz cidden bilmeyen bir kavimsiniz": Ayetteki fiil, mazi yerine muzari kullanılmıştır. Bu, onların gelecekte uzak kalamayacakları, onlar için vazgeçil­mez bir karakter mesabesinde olduğunu ifade eder. [219]

 

Kelime ve İbareler:

 

Putlar, hakiki yahut hayali bir şeyi örnek alarak ve ona tapmak -ki bu şirktir- maksadıyla ağaç, taş yahut madenden yapılan şeylerdir. Timsal ise, ha­kiki bir şey için olur. Eğer ona tapüırsa, o da put olur. Bazan timsal, binaların duvarları yahut köprülerin girişleri üstüne süs olarak, bazan da dinî olmayan maksatla bazı liderleri hatırlamak için yapılır. [220]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teâlâ, İsrailoğulları'na düşmanlarını helak etmek, yerlerine onları mirasçı kılmak gibi nimetlerini açıkladıktan sonra, en büyük nimeti olan, onlan esenlik içinde denizden geçirmesini açıkladı. Bu, Musa (a.s.)'m, Firavunla olan kıssasının onuncu bölümünün devamıdır.

Sonra, onlar dinlerinden döndüler, cehalete düştüler ve Musa (a.s.)'dan ta­pacakları putlar istediler. Bunda, Medine yahudilerinden gördükleri şeylerden dolayı Peygamber (s.a.)'i teselli vardır. Çünkü onlar, kendi peygamberlerine da­ha fazlasını yapmışlardı. Ayrıca bunda müminlere, Allah'ın nimetine şükret­melerini, İsrailoğullan gibi olmamaları için bir hatırlatma vardır. [221]

 

Açıklaması

 

Allahu Teâlâ İsrailoğullan'nı, Firavun ve avanesinin tuzağından kurtardı: Peygamberi Musa'ya denize vurmasını emretti. O da vurdu, deniz açıldı. Her tarafı büyük dağ gibi oldu. Musa ve beraberindekiler, gemiler olmadan, sanki karadaymış gibi yürüyerek emniyetli bir şekilde denizi geçtiler. Firavun ve kavmini ise suda boğdu: Denizin ortasına geldiklerinde üstlerine suyu kapattı, helak etti. Nitekim bu ilginç olayı Cenab-ı Hak şöyle açıklar: "Musa'ya: "Asanla denize vur" diye vahyettik. Ardından deniz ayrılıp her bölüm büyük dağ gibi ol­du. Diğerlerini de buraya yaklaştırdık. Musa'yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtardık. Sonra diğerlerini boğduk. Bunda mutlaka bir ayet vardır. Fakat onların çoğu iman etmezler" (Şuarâ, 26/63-67).

İsrailoğullan, Allah'ın ayetlerini, büyük kudretini, Firavun ve ordusunu helak ettiğini, kendilerini ise kurtuluş ve selamete ulaştırdığını gördükten son­ra, son derecede büyük bir cehalet, sapıklık ve nimeti inkâr içine girdiler. Mu­sa'dan, putlardan bir ilâh edinmesini istediler. Bu hususta, onlar, putlara ta­pan, onlann boynuna sarılıp öpen bazı Araplardan etkilenmişlerdi. Heykellere tapan Mısırlılara benziyorlardı. Sanki onlar, Musa'nın kendilerini çağırdığı tevhidin manasını bilmiyorlardı.

Onlann gördükleri kavim Kenanîlerdendi. (Musa (a.s.) onlarla savaşılma-sını emretti.) Lahmîlerden olduğu da söylenmiştir. Taberî şöyle der: Sığır sure­tindeki birtakım putlara tapıyorlardı. Onun için bu, ondan sonra, onlarda bu­zağıya tapma duygusunu uyandırdı.

Onlar şöyle dediler: Ey Musa! Bize de onlann ilâhlan gibi, ibadet edip ta­pacağımız bir put yap. Bununla ondan, kendilerine bir put belirlemesini istedi­ler. Bu, onların maden, ya da taştan ilâh yapma hususunda Mısır çevresinden ve maddî kalkınmışlığından etkilendiklerine işaret eder..

Musa, büyük bir mucizeyi gördükten sonra onlann böyle bir istekte bulun-malannı hayretle karşıladı. Onlan cahillikle niteledi. Çünkü onlardan gördüğü bu istekten daha büyük ve daha kötü bir cahillik olamazdı. Tevhidin manasını, hiçbir insan, ya da maddeyi vasıta etmeden bir Allah'a ibadet etme gerektiğini, Allah'ın azamet ve celalini, O'nu ortak ve benzerden münezzeh kılma gerektiği­ni bilmiyorlardı.

Bu putları Allah'a vasıta kılmak küfürdür. Bütün peygamberler Al­lah'tan başkasına ibadetin küfür olduğu hususunda aynı şeyi söylemişlerdir.

Allah'ın dışında, ibadet edilen o varlığın ister âlemin ilâhı olduğuna inanılsın, isterse Allah'a yaklaştırdığına inanılsın aynıdır. Çünkü ibadet, ta'zimin en son noktasıdır. Ta'zimin en son noktasına da, ancak nimet ve ikramda bulu­nan lâyıktır. [222]

Bu, aptal ve cahillerin yoludur. Böylesi bir şey, Peygamber (s.a.) zamanın­da da meydana gelmiştir. Ahmed ve Nesai, Ebû Vâkid el-Leysî'nin, şöyle dedi­ğini rivayet ederler: "Resulullah (s.a.)'le birlikte, Huneyn tarafına doğru çıktık. Bir sidre ağacına uğradık. Ey Allah'ın Rasûlü! Bu ağacı kâfirlerin zâtü envâtı gibi, bize zâtü envât kıl, dedim. (Zâtü Envât: Kâfirlerin silahlarını asıp yanın­da ibadet ettikleri sedir ağacıdır). Resulullah (s.a) şöyle dedi: "Allahu Ekber! İsrailoğullarmın Musa'ya: Onların ilâhları gibi sen de bize bir ilâh yap, dediği gibi, siz de sizden öncekilerin yollarını izliyorsunuz."

Musa cevabını şöyle tamamladı: Şu heykellere tapanların inandıkları bâtıl din, yok olmaya mahkumdur ve ibadet diye işledikleri amelleri de boşa çıkar. Onların faydasını görmeyecekler, aksine Allah'a yaklaştıracaklarına inansalar da o yüzden cezalandırılacaklar: "Onların işledikleri her amelin önüne geçip onu saçılmış toz zerreleri haline getiririz." (Furkan, 25/23).

Kur'an'ın ibaresinden, putlara tapanların helake maru? kalacakları, amel­lerinin yok olacağı anlaşılıyor. Bu da o topraklarda putperestlik döneminin so­na ereceğinin müjdesidir.

Sonra Musa onlara şöyle dedi: Göklerin ve yerin yaratıcısı, bu nimetleri si­ze veren Allah'tan başkasını mı sizin için mabud olarak isteyeyim? Tevhidle, doğru dinle ve İbrahim (a.s.)'m dinini yenilemekle zamanın insanlarına sizi üs­tün kılan Allah'tır.

Sonra Musa (a.s.) onlara, Allah'ın kendilerini Firavun'un esaretinden, zil­let ve hakaretinden kurtardığını, izzet ve şerefe, mülk ve saltanata kavuştur­duğunu, düşmanlarından intikam aldığını, onlara ise ıyı muamele ettiğini ha­tırlattı. İşte şu zikrolunan şey de -Firavun'dan ve yaptıklarından kurtarmada ve onlara şu nimetleri vermede- büyük bir imtihan vardır. Siz, size şu hayat ni­metini bağışlayan, sizi kurtaran, size izzet veren Rabbinıze ibadet etmeye, di­ğer insanlardan daha çok çalışmalı, O'nun büyük nimetlerine diğer insanlar­dan daha çok şükretmelisiniz. Aciz, zayıf, çirkin ve sizinle, sizi insanlardan ve onların ibadet ettikleri şeylerden üstün kılan Allah arasında bir vasıta olacak ilâhlar olmasını istemenizden daha şaşılacak bir şey olabilir mi? [223]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Birinci ayet, İsrailoğulları'nm Musa (a.s.)'m getirdiği tevhidin hakikatini bilmeyip ondan, kendilerini Allah'a ibadete yaklaştıracak birtakım putlar ve heykeller belirlemesini istediklerine işaret ediyor. Bu hal, tamamen: "Biz bun­lara, ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" deyip putlara tapanlann işine benziyor. Katâde şöyle demiştir: O kimseler Lahmîlerdendi. Rikka'da oturuyorlardı. Şöyle de denmiştir: Onların putları, sığır heykelleri şeklindeydi. Onun için Sâmirî, onlara buzağı yaptı.

Benzeri durum, Peygamber (s.a.) zamanındaki cahil Arapların sözlerinde de görülür. Nitekim onlar, kâfirlerin yılda bir gün ibadet ettikleri "Zâtü Envât" denilen yeşil ağacı gördüler ve: Ya Resulullah! Onların "Zâtu Envât"ı gibi, bize de bir "Zâtü Envât" yap, dediler. Bunun üzerine, daha önce de söylendiği gibi, Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allahu Ekber! Nefsim kudret elinde olan Al­lah'a yemin ederim ki, siz Musa kavminin: "Onların ilâhları gibi, sen de bize bir ilah yap. Musa (a.s.): Şüphesiz siz, Allah'ın (vahdaniyyetini) bilmeyen kim­selersiniz" dediği gibi, siz de sizden öncekileri adım adım izliyorsunuz. Öyle ki, onlar keler yuvasına girseler, siz de girersiniz." Rasûlulah bunu, Huneyn'e çı­karken söylemişti.

Eğer o, başka bir ilâh isteseydi, son derecede cahillik yapmış olurdu. Çün­kü ibadet ve itaate lâyık mabud, ancak cesetleri, hayatı, kudreti, aklı, faydalı her şeyi yaratmaya muktedir varlık olabilirdi. Bunlara ancak Allah kadirdir. Dolayısıyla ibadete de ancak o lâyıktır.

"Şüphesiz ki onların içinde bulundukları (din), yok olmaya mahkumdur" ayeti, putlara tapanların helak olacaklarına, amellerinin boşa çıkacağına... yeryüzünde akla ve fıtrata ters düştüğü için, putçuluk döneminin sona ereceği­ne işaret etmektedir.

Musa (a.s.) İsrailogulları'nm isteğini dört şekilde reddetti:

1- Onlara cahil hükmünü verdi: "Siz cidden bilmeyen bir kavimsiniz"  dedi.

2- Musa (a.s.) şöyle dedi: "Şüphesiz ki onların içinde bulundukları (din) yok olmaya mahkûmdur". Yani hüsran ve helâkm sebebidir.

3- Musa (a.s.) şöyle dedi: "Ve amelleri de bâtıldır".   Bu meşakkatli amel, dünya ve ahirette onlara hiçbir fayda vermeyecek.

4- Yadırgayan ve azarlayan bir ifadeyle onların davranışına hayret ederek şöyle dedi: "Size, ilâh olarak Allah'tan başkasını mı arayacakmışım? Halbuki o sizi âlemlere üstün kıldı." Allah'tan başka bir ilâh istenemez, edinilemez. Belki ilâh ancak in'ama, yeniden var etmeye, hayat ve bütün nimetleri vermeye muktedir olan -ki "sizi zamanınız insanlarına üstün kılan O'dur" sözünden de kasdolunan- Allah'tır.

Bilindiği üzere, İsrailogulları, Allah'ın kendilerine olan nimetlerini inkâr ediyorlardı. Halbuki Allah, onları çağdaşları olan insanlara üstün kılmakla -ki bu, büyük bir nimettir- onlara ikramda bulunmuştu. O halde onlar, Allah'tan başkasına nasıl ibadet edebilirlerdi?

Allah onlara, zilletten sonra izzetle, sömürge ve kölelikten sonra yeryüzün­de hüküm verme seviyesine, oğullarını öldürüp kadınlarını bırakan Firavun'un zulmünden kurtarmakla lütufta bulundu. Hitap her ne kadar peygamber döne­mindeki yahudilere ise de, bu onlara atalarının kurtarıldığını hatırlatmadır. [224]

 

Musa'nın Rabbiyle Konuşması, O'nu Görmek İstemesi Ve Kendisine Tevrat'ın İndirilmesi

 

142- Musa ile otuz gece için sözleştik. Ve buna ayrıca on gece daha kattık. Böylelikle Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı. Musa kardeşi Harun'a: "Kavmimin içinde benim ye­rime geç ve ıslah et. Fesatçıların yolu­na da uyma" dedi.

143- Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi onunla konuşunca dedi ki: "Ey Rabbim! Bana kendini göster de, seni göreyim." "Beni katiyyen göre­mezsin. Fakat şu dağa bak! Eğer o ye­rinde durabilirse, sen de beni görebi­lirsin". Derken Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti. Musa dü­şüp bayıldı. Ayılınca dedi ki: "Seni ten­zih ederim. Tevbe ettim. Ben iman edenlerin ilkiyim."

144- Buyurdu ki: "Ey Musa, seni risa-letlerimle ve kelâmımla insanlardan mümtaz kıldım. Şimdi sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol".

145- Biz onun için levhalarda öğütlere ve her şeyin açıklamasına ait ne varsa yazdık. Haydi bunları kuvvetle tut. Kavmine de onun en güzelini tutmala­rını emret. Yakında size fâsıkların yur­dunu göstereceğim."

 

Belagat:

 

"Yakında size fâsıkların yurdunu göstereceğim":   Bunda, salih kimselerin yoluna teşvik etmek için, gaipten muhataba yönelme vardır. [225]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Musa ile otuz gece için sözleştik" Otuz gece oruç tuttuktan sonra, bu süre­nin ardından onunla konuşmak için ona söz verdik. Bu Zülkâde ayında oldu. O ay Musa (a.s.) oruç tuttu. Otuz gün olunca, ağız kokusundan rahatsız oldu ve misvak kullandı. Allah ona, kendisiyle konuşması için, ağzının kokusunu gi­dermesi sebebiyle, bir on gün daha oruç tutmasını emretti/'ue buna ayrıca on gece daha kattık" Zülhicceden.

"Böylelikle Rabbinin tayin ettiği vakit tamamlandı": Ayette geçen "mikat" kelimesinin manası; namaz, oruç, hac vakitleri gibi, içinde bir amel belirlenen şeydir. Vakit ise, içinde bir şeyin yapılması takdir edilsin veya edilmesin, bir şeyin vakti demektir.

"Musa kardeşi Harun'a benim yerime geç" halifem ol. Onların isyanlarına tabi olup da "Fesatçıların yoluna uyma, dedi."

"Derken Rabbi o dağa tecelli edince" Hakim'in sahih kabul ettiği bir hadis­te ifade olunduğu gibi, küçük parmağın yarısı kadar Allah'ın nuru görününce "onu paramparça etti."

"Levhalar": Tevrat'ın levhaları. Yedi veya on taneydi. Cennet ağaçların­dan, yahut san yakuttan veya zümrüttendi. [226]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teâlâ İsrailoğulları'na olan, Firavun'un kulluğundan kurtarıp ba­ğımsız bir millet kılması gibi nimetlerinden bir kısmını saydıktan sonra, bura­da da, hayat düsturları olan ve Rablerinin emrettiği hükümleri ve şeriatı açık­layan Tevrat'ın Musa'ya indiriliş keyfiyyetini zikretmektedir.

Ayetlerin iniş sebebi, rivayete göre, Musa (a.s.), Mısır'da iken, eğer Allah düşmanlarını helak ederse, kendilerine Allah'tan, içinde yapacakları ve yap­mayacakları şeylerin açıklandığı bir kitap getireceğini vaadetti. Firavun helak olunca Musa (a.s.), Rabbinden o kitabı istedi. İşte bu ayetler, Tevrat'ın iniş key­fiyetini açıklamaktadır. [227]

Ayetlerin konusunu; Rabbiyle konuşması için Musa (a.s.)'ya bir zaman be­lirlenmesi, Musa'nın yokluğunda İsraioğulları'nm başına Harun'un vekil olma­sı, Musa'nın Allah'ı görmek istemesi, şeriatın asıllarını içine alan Tevrat'ın in­dirilmesi teşkil eder. [228]

 

Açıklaması

 

Allah, hidayete kavuşturmak, Musa ile konuşmak ve içinde şeriat hüküm­leri ve açıklamaları bulunan Tevrat'ı vermekle İsrailoğullanna iyilikte bulun­du.

Allah, Musa'ya otuz gecenin sonunda konuşmayı vaad eti. Ona, otuz gün oruç tutmasını emretti. O da tuttu. Bu, Zülkade ayı idi. Otuz gün tamam olun­ca, Musa (a.s.) ağzının kokusunu beğenmedi, bir ağaçtan misvak edindi. Bunun üzerine Allah, ona Zülhicce'den on gün daha oruç tutmasını ve Allah'ın huzuruna oruçlu olarak çıkmasını emretti. Kırkıncı gecenin sonunda buluşma ger­çekleşti. Bu husus, Bakara sûresinde kısa ve burada da mufassal olarak zikrolunur.

On günün, otuz günden olduğu zannını gidermek için: "Böylelikle Rabbi-nin tayin buyurduğu vakit kırk gece olarak tamamlandı" buyurulmuştur. Aksi takdirde, sanki yirmi gün iken onu onla tamamladı, bu suretle otuz oldu gibi bir mana anlaşılabilirdi. İşte bu zan giderildi. [229]

Ebul-Âli'ye'nin, sözleşme zamanı hakkında şöyle dediği rivayet olunmuş­tur: Bu zaman Zülkade ayıyla ve Zülhicce'den on gündür. Musa (a.s.), Tûr'da bir gece kaldı. Kendisine levhalar halinde Tevrat indirildi. Allah onu sırdaş ola­rak yaklaştırdı ve onunla konuştu. Hz. Musa kalemin sesini işitti.

İbni Kesir şöyle demiştir: Bu duruma göre buluşma vakti, Kurban Bayra­mı günü tamamlanmış olur. Musa (a.s.)'ın konuşması bu günde meydana geldi. Allah Muhammed (a.s.)'ın dinini bugünde kemâle erdirdi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Bugün dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslâm'ı beğenip seçtim" (Mâide, 5/3).

Musa (a.s.), Tur'a Rabbiyle buluşmak üzere giderken, ağabeyi Harun'a şöyle dedi: Ben yokken, kavim içinde halifem ol, onların işini idare et, fesatçıla­rın ve sapıkların yoluna uyma. Onların fâsid işlerine katılma. Bu, bir uyarı, hatırlatma ve pekiştirmeydi. Çünkü, Harun (a.s.), şerefli, asil bir peygamberdi.

Ve Harun, Musa (a.s.)'ın Rabb'inden: "Ve bana ehlimden kardeşim Harun'a vezir eyle. Onunla benim sırtımı pekiştir ve onu işimde ortak yap" (Tâ-Hâ, 20/29-32) dileği üzerine Harun (a.s.), Musa (a.s.)'ın veziri oldu..

Musa, Rabbiyle konuşmak ve şeriatı almak için belirlenen yere geldiği ve Rabbi onunla vasıtasız konuştuğu -ki bunu hem Musa, hem de seçilmiş yetmiş kişi işittiği- zaman, Allah'ı da görmek istedi. "Bana mukaddes zatını göster, sa­na bakmak için bana kuvvet ver" dedi. Bunun üzerine Allah ona şöyle buyur­du: "Ne şimdi, ne de gelecekte, dünyada iken beni asla göremiyeceksin. Çünkü dünyada insanoğlunun beni görme kudreti yoktur." Nitekim Peygamber (s.a.) de, Müslim'in rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde: "Onun hicabı nurdur. Eğer onu açsaydı, nurları bakışı ulaşan mahlukâtmı yakardı" buyurmuşlardı.

Sonra Cenab-ı Hak ona, onun kendisini göremiyeceğini açıkladı ve şöyle buyurdu: Dağa bak, eğer tecelli esnasında, o sabit kalırsa beni göreceksin. Dağ onun tecellisine sebat edemeyince, sen nasıl sebat edebilirsin ey Musa?

Nitekim, Rabbi dağa tecelli edince -ki küçük parmak kadar teceli etti- dağ yerle bir oldu. Musa da bayılıp düştü.

Baygınlığından ayılınca: "Seni tenzih ederim Rabbim! Seni dünyada hiçbir kimse göremez, ancak ölünce görülebilirsin" dedi.

Seni görmeyi istemekten sana tevbe ettim. Ben, İsrailoğulları içinde senin azamet ve celaline inanan ilk kimseyim. İbni Abbas'tan rivayet olunan rivayette ise: "Kıyamet gününe kadar, mahlukâtından hiç kimsenin seni göremiyeceğine ilk inanan benim" demiştir.

Sonra Allahu Teâlâ, Musa'nın korkusunu giderdi ve derecesini açıkladı ve ona şöyle dedi: Ey Musa! Ben seni zamanının insanlarına tercih ettim. Seninle konuştum, sana çeşitli risaletlerimi verdim. Sana verdiğim şeriatı -Tevratı- al. Nimetlerime şükredenlerden, sana olan ihsanımı ve fazlımı açıklayanlardan ol.

"Öğütlere ve her şeyin açıklamasına..." Öğüt kelimesi, itaata rağbeti ve günahlardan nefreti gerektiren her şeyi içine alır. "Her şeyin açıklaması", hü­kümlerin kısımlarını açıklamadır. Buna göre mana şöyle olur: Ona birtakım levhalar verdik. Onlarda, hidayet, tesirli öğütler, helâl ve haramı, inanç ve adab asıllarını açıklayan şeyleri yazdık. Bu levhalar, Tevrat'ı içine alıyordu. Ona verilen şeriatla ilgili ilk şeylerdi.

"Bunları kuvvetle tut." İtaat etmek için samimi bir niyetle al. Kavmine emret, emirleri işlesinler, nehiyleri terketsinler. Örnek ve öğütleri düşünsünler. Ayetteki "ahsen" kelimesinin manası, Tevrat'taki kısas, af, intikam ve sabır gi­bi güzel şeyler demektir. Şu ayette belirtildiği gibi: "Rabbinizden size indirile­nin en güzeline tabi olun" (Zümer, 39/55).

'Yakında size fâsıkların yurdunu göstereceğim". Emrime muhalefet edip itaatımdan dışan çıkanların sonunu, nasıl yok olup gittiklerini göreceksiniz. Bununla, Mısır'ın kasdedildiği söylenmiştir. Yani, size Kıptîlerin diyarını ve Fi-ravun'un yurtlarını, köşklerini -boş bir halde- göstereceğim.

Katâde şöyle demiştir: Size, sizden önce yaşayan zalimlerin ve Amalika'nın yurtlarını göstereceğim. Onlardan ibret alın. Burada Şam ve Şamlılar kastedili­yor. Yani size Ad, Semud ve fıskları sebebiyle helak ettiğim -sizin de yolculukla­rınızda uğradığınız- milletlerin evlerini göstereceğim, demektir. İbni Kesir: "Asıl olan da budur. Çünkü bu, Musa ve kavminin Mısır'dan ayrılmasından sonra ol­du. Bu, İsrailoğullarına Tih çölüne girmeden önce yapılan bir hitaptır" der.

Kastolunan Mısır olursa, mânâ şöyle olur: Allahu Teâlâ Firavun'u garket-tiğinde denize, onların cesetlerini sahile at diye vahyetti. O da bunu yaptı. İs-railoğullan bunu gördü. Böylece Cenab-ı Hak onlara, fâsıkların helakini gös­termiş oldu. Müfessirlerin çoğunun görüşü de budur.

İbni Cerir et-Taberî şöyle der: "Muhatabına, kendisine isyan edip emrine muhalefet eden kimseye tehdit ve korkutma maksadıyla, emrime muhalefet eden kimsenin halinin ne olacağını yarın sana göstereceğim diyen kimse gibi, Cenab-ı Hak: "Size, fâsıkların yurdunu göstereceğim" buyurdu. Bu ayette iki vecih vardır: Ya, Allahu Teâlâ'nm emrine muhalefeti tehdit, ya da Allah'ın he­lak ettiği kimselerden ibret almak. (Allah'ın helak ettiği kimseler ya Firavun ve ordusu, ya da Allah'ın helak ettiği Ad, Semud ve diğer milletlerin evleridir). [230]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Allahla konuşmak için belirlenen vaktin şanına tazim için Cenab-ı Hak, Musa'ya otuz gün oruç tutmasını ve o zaman içinde kendisini Allah'a yaklaştıracak işler yapmasını emretti. Sonra, bir görüşe göre, son on günde, ona Tev­rat'ı indirdi. Ya da çoğunluğun görüşüne göre, Zülkade ayında tuttuğu otuz günlük oruç sonunda, ağız kokusunu giderdi. Bunun üzerine, Alalı ona Zülhic-ce'den on gün daha oruç tutmasını emretti. İşte kırkın otuz ve on diye açıklan­masının manası budur.

2- Allahu Teâlâ Musa (a.s.) ile konuştu. Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaatm çoğun­luğuna göre, Allah'ın kelâmı ezelî, kadim bir sıfattır. Harflere ve seslere muha­liftir. Çünkü Allah'ın kelamı, harf ve ses değildir. Musa (a.s.) harf ve ses olma­yan, o hakikî ezelî konuşma sıfatını duydu. Aksi takdirde Allah'ın kelamı muh-des olurdu.

3- Konuşma yerine gitmek için seçilen o yetmiş kişi de, Allah'ın kelâmını duydu. Onların götürülmesinden maksat, onların orada olanları Musa (a.s.)'m kavmine anlatmaları içindi. Bu da ancak, konuşmayı duymaları halinde olabi­lirdi. Sonra konuşma olayı Musa (a.s.)'ın bir mûcizesiydi. Onu başkalarının bil­mesi mutlaka lâzımdı.

4- Allahu Teâlâ, bu konuşmada Musa (a.s.)'a, levhaları -içinde inanç, ah­lâk, adab, şeriat asıllarını, helâl ve haramı açıklayan hükümleri içine açan Tevrat'ı- indirdi. Mukatil'den şöyle rivayet olunmuştur: Levhalarda şu yazılıy­dı: Ben, Rahman ve Rahim olan Allah'ım. Bana hiçbir şeyi ortak koşmayın, yol kesmeyin, benim adımla yalan söylemeyin. Kim benim adımla yalan söylerse, onu tezkiye etmem. Öldürmeyin, zina etmeyin, ana-babaya itaatsizlik etme­yin".

5- Şeriatı, ciddiyetle, azimle ve emirlerini uygulamak üzere almalı, yeni bir ümmet oluşturmaya çalışmalı, Tevrat'taki güzel şeyleri -farzları ve nafilele­ri- almalı.[231]

6-  İsrail milleti, şeriatı uyguladığı zaman aziz oldu. Gurura kapılıp Al­lah'ın seçkin milleti olduğunu zannettiği, zulmettiği ve fıska daldığı zaman, Al­lah onların başına Babillileri musallat etti. Onlar da onların hakimiyetlerine son verdiler. Sonra tevbe ettiler, tekrar hakimiyetlerine kavuştular. Sonra tek­rar zulmettiler, fitne fesat çıkardılar. Bunun üzerine, Allah onlara hıristiyanla-rı musallat etti. Hıristiyanlar onları yendiler ve dağıttılar.

İşte bunun gibi müslümanlar da, Rablerinin kitabına isyan edip onu ihmal ettikleri zaman, Allah onlara her taraftan düşmanlar musallat etti. Onlar, on­ların düşüncelerini, akidelerini ve ahlâkını bozdular. Aralarında ayrılığa ve sürtüşmeye düşürdüler.

Kısacası ümmet, dinlerine bağlı oldukları sürece, güçlü ve kendisinden korkulan bir ümmet olur. Eğer onu ihmal ederse, yıkılır, yok olur. Hiç kimse, Avrupa, Amerika, Rusya ve Yahudiye aldanmasın. Bu, sınırlı bir zaman içindir.

7- Allah'ın görülüp görülemeyeceği hususundaki görüşler: Mutezile: "Sen beni asla göremiyeceksin" ve "gözler O'na erişemez" ayetine dayanarak, Alahu Teâlâ'nm dünyada ve ahirette görülemeyeceğini söylerler. Musa (a.s.)'ın Allah'ı görmek istemesi, görmek isteyen cahilleri susturmak içindir. Bunun mümkün olmadığını, bizzat Allah'tan duymalarını istediği için böyle bir talepte bulun­du.

Ehl-i Sünnet ise, Allah'ın ahirette görülebileceğine inanır. Şu ayetlere da­yanırlar: "O günde yüzler var ki apaydınlıktır. Rablerine bakıcılardır" (Kıya­met, 75/22-23). Ehl-i Sünnetin bu hususta dayandığı, Resulullah (s.a.)'den te-vatüren naklolunan sahih hadisler de şunlardır: Ahmed, Şeyhayn ve dört Sü­nen sahibinin, Cerir'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz siz, şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi açık seçik göre­ceksiniz". Yine Ahmed, Şeyhayn, Tirmizî ve İbni Mace'nin, Ebu Hüreyre'den ri­vayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ şöyle buyur­du: "Salih kullarım için cennette gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir kimsenin hayalinden geçirmediği nimetler hazırladım". Bu, keyfiyetsiz olarak Allah'ı görme şeklinde yorumlanmıştır.

Bu ayetteki: "Beni asla göremiyeceksin" ifadesi, Allahu Teâlâ'nm görülme­sinin caiz olduğuna işaret eder. Çünkü Allah'ın görülmesi imkânsız olsaydı: "Görülmeyeceğim" derdi. Allahu Teâlâ görülmesini, caiz olan bir şeye -dağın karar kılmasına bağlı kılmıştır. O halde, var olması caiz olan şeye bağlı kılman şey caizdir. Hem Musa (a.s.) görmek istedi, o da herhalde caiz olan şeyi ister. Eğer görülmesi caiz olmasaydı, elbette istemezdi. İstediğine göre, Allah'ın gö­rülmesinin caiz olduğunu anlıyoruz.

Allahu Teâlâ'nın: "Derken Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça et­ti" sözündeki tecelli, ya görülme, ya da işaret şeklinde görünmedir. Görme, in­sanın gücü dahilinde olmadığına göre bundan murad insanın Allah'ı görme ik­tidarında olmadığını açıklamaktır. Bunun delili ise, o kadar büyük olmasına rağmen dağın, Allahu Teâlâ'yı görünce paramparça olmasıdır.

Hadisenin sonunda Musa (a.s.)'ı teselli vardır. Sanki Cenab-ı Hak şöyle demiştir: Ben seni, beni görmekten men ettiysem de, şu şu büyük nimetleri verdim. Görmekten men olunman sebebiyle gönlün daralmasın. Bu da, Allahu Teâlâ'nın görülmesinin caiz olduğuna işaret eder. [232]

 

Mütekebbirlerin Büyük İlahi Delilleri Anlamaktan Alıkonulmaları: Kibirlenmenin Ve Küfrün Cezası

 

146- Yeryüzünde haksızlıkla kibirle-nenleri ayetlerimden çevireceğim. On­lar bütün ayetleri görseler de yine ona iman etmezler. Hidayet yolunu görse­ler, onu yol edinmezler. Ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu ayetlerimizi yalanlamalarından ve on­lardan gafil olmalarındandır.

147-  Halbuki ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanların bütün işle­dikleri boşa gitmiştir. Onlar yapmakta olduklarından başkasıyla mı cezalan­dırılacaklardı?

 

Kelime ve İbareler:

 

'Yeryüzünde haksızlıkla kibirlenenleri" Bana itaatten geri duranlar ve hak­sız yere insanlara karşı büyüklük taslayanları.. Tekebbür: Hakkı küçümsemek, boyun eğmemek, çoğu kere insanları hakir görmek manasınadır, "âyetlerimden çevireceğim": Kibirlenenlerin kalblerini mühürleyip onları yardımsız bırakmak ve azametime, şeriatıma ve hükümlerime işaret eden delilleri ve hüccetleri anla­maktan uzaklaştırmakla, onları düşünememekle ve bana itaatten geri durmak­la. "Ayetler:" Yaratılanlardan Allah'ın kudretine işaret eden şeyler.

"Hidayet yolunu görseler" Hidayetin zıddı sapıklık ve akılsızlık, cahillik demektir. Ayette geçen rüşd kelimesinin lügat manası, insanın istediğine ka­vuşmasıdır, "onu yol edinmezler."

"Bu, ayetlerimizi yalanlamalarından" Tarafımızdan indirilen, hidayet ve nefislerin temizlenmesini içine alan ayetlerimizi. Buradaki ayetler, deliller ve beyyineler manasına gelen ilk ayetlerden farklıdır, "ve onlardan gafil olmala­rındandır. "[233]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetler eski ve yeni kibirlenenlerin tabiatlarından bahsediyor. Allahu Teâlâ, kibirleri sebebiyle Firavun ve kavmine gelen helaki açıkladıktan sonra,

Kureyş'in de sadece kibirleri sebebiyle imandan çekindiklerini açıklıyor. Bu, imandan yüz çevirmenin ve küfürde ısrarın tek sebebinin kibirlenme olduğunu gösteriyor. Kibir, genel olarak insanı, hakkı görmekten alıkoyar ve onu yalanla­maya götürür. Kibirleneni, Allah'a işaret eden Allah'ın ayetlerinden habersiz hale getirir. [234]

 

Açıklaması

 

Benim itaatımdan yüz çevirenlerin ve haksız yere insanlara karşı kibirle-nenlerin kalblerini, benim azamet ve şeriatıma işaret eden delilleri anlamak­tan alıkoyacağım. Nitekim başka bir ayette de Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlar eğritince Allah da kalblerini eğriltti." (Saff, 61/5). Burada ayetlerden murad, deliller ve beyyinelerdir.

Bu, Firavun ve kavmine benzeyen bütün ümmet ve fertleri içine alan bir hitaptır. Allah, bunları Musa'nın ayetlerini anlamaktan alıkoydu. Çünkü onlar, bazı ayetleri anladıkları halde, sırf gurur ve kibirlerinden dolayı inkâr ediyor­lardı. Nitekim başka bir ayette Allah şöyle buyurur: "Onların kalbleri onlara inandığı halde, zulüm ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler" (Nemi, 27/14). Nitekim Hz. Muhammed'in doğruluğunu bildikleri halde, sırf kibirleri yüzünden ayetleri inkâr eden Kureyş kâfirlerine de yapılan bir sesleniştir.

Bu gibi mütekebbirlerin ilk sıfatı, hakka işaret eden hiçbir ayete inanma­malarıdır. Çünkü ayetler, ancak anlamaya ve hakkı kabule uygun olan kimse­ye fayda verir: "Muhakkak ki üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olanlar iman et­mezler. Onlara bütün ayetler gelmiş olsa bile, acı azabı görünceye kadar (iman etmezler.)" (Yunus, 10/96-97).

Mütekebbirlerin ikinci sıfatı, hidavetten, kurtuluşa götüren yoldan uzak olmalarıdır. Onlardan biri, bu yolu gördüğünde onu izlemez, başka yola sapar. Bu da, inattan dolayıdır. Bazısı da cahilliktendir. Her ikisi de aynıdır.

Mütekebbirlerin üçüncü sıfatı, sapıklık ve bozgunculuk yolu ortaya çıktı­ğında, heva ve nefs-i emmarelerinin güzel göstermesi dolayısıyla hızla ona ko­şarlar.

Sonra Cenab-ı Hak, onların bu hale gelişlerinin temel sebebini açıklıyor: Allah'ın peygamberlerine indirdiği ayetlerini yalanlamaları, o ayetler üzerinde düşünmekten gafletleri ve onlarla amel etmekten yüz çevirmeleri..

Elbette mütekebbirlerin bu hali, Allah onları küfür ve sapıklık üzere ya­rattığı için değil, kendi istekleriyle meydana gelmektedir. Çünkü onlar, ayetleri yalanladılar, kendi heva ve heveslerine daldılar. Hak ve hidayeti anlamaktan, saadet ve kurtuluş yoluna girmekten anlayışlarını engellediler. Nitekim Ce­nab-ı Hak şöyle buyurur: "Andolsun ki biz cehennem için cin ve ins'ten çok kim­seler yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, fakat bunlarla idrak etmezler. Göz­leri vardır, fakat onunla görmezler. Kulakları vardır, fakat onunla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibi, hatta daha sapıktırlar. Ve onlar gafil olanla­rın ta kendileridir" (A'raf, 7/179).

Sonra Allahü Teâlâ, dünyada yaptıkları hayırlı işlerin sonucunu yani amellerin boşa gitmesi, onlara sevap verilmemesini açıklamış, şöyle buyurmuş­tur: Peygamberlerimize indirilen ayetlerimizi yalanlayıp onlara inanmayanlar, ahireti ve öldükten sonra dirilmeyi, amellerden hayırlı olanlara sevap, şer olanlara ceza verileceğini tasdik etmeyenler, bu halde ölünceye kadar devam edenler yok mu, onların amelleri boşa gitmiştir. Çünkü onlarda, amellerin ka­bul şartı olan iman yoktur ve Allah'ın sünneti, ahirette insanlara dünyada yap­tıkları amellere göre karşılık vermektir. Hayırsa hayır, serse şer, yapılana göre muamele. [235]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İşte, kendilerini insanların en üstünü zanneden -bu zan, bâtıl bir zandır-Allah'a itaata yanaşmayan, insanlara karşı kibirlenen kimselerin halleri. Bun­lar kibirlerinden dolayı hiçbir peygambere tabi olmazlar ve kulak vermezler.

Allah onları azametine, şeriatına ve ahkâmına işaret eden ayetleri hak­kında düşünmekten çevirir: Kalblerini mühürler, nefislerine gaflet verir, heva ve hevesleriyle meşgul olurlar, hakkı düşünmeyi terkederler.

Peygamberlere düşmanlık hususunda koşarlar, peygamberlere indirilen ayetleri yalanlarlar. Ahiretin varlığını inkâr ederler. Hiçbir ayeti tasdik etmez­ler. Doğru yolu terkedip sapıklık ve azgınlık yoluna uyarlar, yani küfrü din edi­nirler.

Ehl-i Sünnet: "çevireceğim" ayetini, Allahu Teâlâ'nın imandan uzaklaştı­racağı ve ondan engelleyeceği konusunda delil göstermişlerdir.

Mutezile ise şöyle der: Ayet bu şekilde yorumlanamaz. Ayetten, onların Al­lah'ın ayetlerine imandan alıkonulması ve onların içinde küfrün yaratılması anlaşılmaz. Çünkü "çevireceğim" sözü, gelecekte olacak bir manayı ifade eder. Küfür ise, onlardan geçmişte meydana gelmiştir. Burada murad olunan, onla­rın Allah'ı inkâra çevrilmeleri değil, kibir ve küfürlerinden dolayı cezalandırıl­malarıdır.

Çünkü eğer Cenab-ı Hak, onları imandan çevirse ve onlara engel olsa, na­sıl: "Onlara ne oluyor ki inanmıyorlar" (İnşikak, 84/20) "Onlara ne oluyor ki, öğütten yüz çeviriyorlar"?" (Müddessir, 74/49) "O, insanları iman etmekten alı­koymadı" (İsra, 17/94) denebilir?

Allahu Teâlâ'nın: "Onlar yapmakta olduklarından başkasıyla mı cezalan­dırılacaklardı?" sözü, cezanın amel cinsinden olduğuna işaret etmektedir. İman edip salih ameller işleyen için cennet; inkâr edip kötü ameller işleyen için de cehennem vardır. [236]

 

Samirî Ve Buzağı Kıssası

 

148- Musa'nın arkasından kavmi, zinet eşyalarından böğüren bir buzağı heykelini ilâh edindiler. Onun kendileriyle konuşmayacağını, onlara bir yol da göstermeyeceğini görmediler mi on­lar? Onu ilâh edinmekle zalimlerden oldular.

149- Çok pişman olduklarında ve kendilerinin muhakkak sapıklığa düştük-

lerini gördüklerinde: "Eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamazsa herhal­de en büyük ziyana uğrayanlardan olacağız" dediler.

 

Belagat:

 

"Çok pişman olduklarında" : Bu, "ve lemmâ sukıta fi eydihim" ayetinin karşılığıdır. Tacu'l-Arûs'da şöyle der: Bu, Kur'an'dan önce duyulmamış, Arapla­rın bilmediği bir ifade tarzıdır. Bu ifade, şiddetli pişmanlıktan kinayedir. Çün­kü pişman olan kimse, genelde elem ve hüznünden dolayı elini ısırır. Burada "el" zikrolunmuştur. Çünkü pişmanlık, kalpte meydana gelir. Belirtisi el ısır­makla, ya da öbür ele vurmakla görülür. Nitekim yüce Allah, pişman olan kim­se hakkında şöyle buyurur: "Uğrunda harcadıklarına karşı ellerini oğuşturma-ya başladı"   (Kehf, 18/42). [237]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak, Musa (a.s.)'m Rabbiyle münacat ve kendisine Tevrat'ın indi-riliş kıssasını zikrettikten sonra, burada onun münacatı sırasında meydana ge­len şeyleri, kavminin, güneş gibi putlara tapan Firavunlar dönemindeki Mısır­lıları taklit ederek, Samirî'nin altın ve gümüş gibi zinet eşyasından yaptığı bu­zağıya tapışlarını belirtiyor.

İşte bu, buzağıya tapma kıssasının birinci bölümünü teşkil eder. [238]

 

Açıklaması

 

Musa (a.s.)'ın, Allah'ın kendisine vaad ettiği söz üzere, Rabbiyle münacat-ta bulunmak için Tûr dağına gitmesinden sonra İsrailoğulları, Kıptilerden ödünç olarak aldıkları ve Allah'ın Firavun'u ve Kıptileri helak etmesinden son­ra ellerinde kalan, altın ve gümüş gibi zinet eşyasından, buzağı şeklinde ve inek gibi ses çıkaran bir heykel yaptılar, sonra da ona taptılar.

Musa, Kıptîlerden kalan o zinet eşyasını Samirî'ye vermişti. Samirî, İsra-iloğulları içinde önde gelen bir şahıstı. O zinet eşyasından, buzağı şeklinde bir heykel döktü. Onlar da onu kendilerine ilâh edindiler. Sonra da ona taptılar. İş hepsine nisbet olundu. Çünkü o, çoğunluğun görüşüyle bunu yaptı, hiç kimse bunu inkâr etmedi. Böylece hepsi de ittifak etmiş oldu. Hepsi de onu heykel edinmek istiyordu, hepsi de razıydı.

İsrailoğulları, Musa (a.s.)'dan Mısırlıların ve Filistin'de rastladıkları mil­letlerin ilahları gibi, kendilerine de tapacakları bir ilâh yapmasını istemişlerdi.

Müfessirler bu buzağı hususunda iki görüşe ayrılmışlardır: Buzağı, sesi olan, et ve kandan müteşekkil bir buzağı mı oldu, yoksa altın halinde kalıp içi­ne hava girdiği için inek gibi ses mi çıkartıyordu.[239] Katâde ve Hasen el-Basrî gibi bir grup müfessir, birinci görüştedirler. Onlara göre Samirî, Cebrail (a.s.)'i, İsrailoğullarıyla birlikte bir ata binmiş vaziyette denizi geçerken gördü. Cebra­il (a.s.)'in ayak bastığı her yere hayat iniyor, bitkisi yeşeriyordu. İşte Samirî, onun bastığı topraktan bir avuç aldı, o buzağının içine attı. Buzağı et ve kana dönüştü. Bir kere inek sesi çıktı. Bunun üzerine Samirî: İşte bu sizin ve Mu­sa'nın ilâhı! dedi.

Mutezilî müfessirlerin pek çoğu ise ikinci görüştedir: Samirî o buzağıyı içi boş olarak yaptı. İçine özel şekilde borular yerleştirdi ve o heykeli, rüzgârın es­tiği yere koydu. Rüzgâr, boruların içine giriyor, ondan buzağı sesine benzer özel bir ses çıkıyordu.

Bir başkalarına göre ise, sihirbazların işine benzeyen bir göz boyama, yani aldatmacaydı. Samirî, heykeli içi boş olarak yaptı. Buzağıyı diktiği yerin altına, insanların bilmeyeceği, farketmeyeceği bir yerden ona üfleyecek bir adam koy­du. O adam üfledi, insanlar onun içinden buzağı sesi gibi bir ses duydular.[240]

Sonra Allahu Teâlâ: "Onun kendileriyle konuşmayacağını, onlara bir yol da gösteremeyeceğini görmediler mi onlar? Onu ilâh edinmekle zalimlerden ol­dular" sözüyle, onların buzağıyı ilâh edinmelerini reddetti. Bu ayetin açıkla­ması şudur: Onlar, onun ilâh olma vasıflarına sahip olmadığını görmediler mi? O, onlarla konuşmuyor, onları hayra irşad etmiyor, saadet yoluna ulaştırmıyor. Halbuki Allahu Teâlâ, onların sapıklığa düşmelerini, göklerin ve yerin yaratıcı­sından uzaklaşarak hak ilâh sıfatını taşımayan bir buzağıya tapmalarını iste­miyor. Bu, bir hidayet ve irşaddır. Bu, Cenab-ı Hakk'ın şu sözü gibidir: "Onlar onun, kendilerine bir söz söyleyemediğini, ne bir zarar, ne de fayda veremeyece­ğini görmüyorlar mı?" (Tâ-Hâ, 20/89) Fakat cahillik ve körlük, onları hakikati idrakten alıkoydu. İmam Ahmed ve Ebu Davud, Ebu'd-Derdâ'dan şöyle dediği­ni rivayet ederler: "Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Senin bir şeyi görmen, seni kör ve sağır eder". Onun için, Allahu Teâlâ, onların sapıklıklarını ifade et­mek üzere: "Onu ilah edinmekle zalimlerden oldular" buyurmuştur. Yani onlar onu, delilsiz ve bürhansız ilâh edindiler. Cehaletlerinden ve Öbis adlı buzağıya tapan Mısırlıları, Filistin'deki putlara tapan kavimleri taklit ederek, ona taptı­lar. Böylece kendilerine zulmettiler. Çünkü onlar, kendilerine fayda vermeyen, ancak zarar veren şeye taptılar.

Musa, Rabbiyle münacatından, yahut buluşma yerinden o Tür dağınday-ken, Allah ona kavminin buzağıya taptıklarını haber vermişti: "Gerçekten biz kavmini imtihan ettik. Samirî de onları saptırdı" (Tâ-Hâ, 20/89) geri döndüğü zaman, İsrailoğulları yaptıklarına pişman oldular, puta tapmakla çok büyük bir sapıklık içinde olduklarını gördüler. Tevbe edip Rablerine istiğfar ettiler: Rabbimiz tevbemizi, günahımızdan af talebimizi kabul edip bize merhamet et­mezse, mutlaka helak oluruz. Dünya saadetini yani hürriyet ve arz-ı mevûd'da istiklali ve ahiret saadetini yani ebedi cennetlerde kalmayı kaybedenlerden oluruz, dediler.

Bu, onların günahlarını itiraf ve Allah'a sığınmadır. [241]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetten anlaşıldığına göre, İsrailoğulları, en güzel hallerden biri olduğu halde, bir hal üzere istikrarlı bir şekilde davranmıyorlar, çelişkili, kararsız, ne yaptığını bilmez, çok şikayetçi, nimete hamd ve şükrü az, hadiselere bakışları yüzeysel ve basit, düşünceleri sığ ve taklitten etkilenen bir millettir. Taklit öyle bir hastalıktır ki, millete de, kişiye de bilmeyerek sirayet eder. Onlar da, bera­ber yaşadıkları, putlara tapan Mısırlıları taklit etmek istediler. Onların bu is­teklerini, kendilerinden önce Filistin'e yerleşmiş olan kavimlerin putlara tap­tıklarını görmeleri de pekiştirdi.

Samirî, onların buzağıyı ilâh edinme isteklerini görünce, zinet eşyasından onlara bir buzağı heykeli döktü. Fakat onlar, buzağının ilâhlığa lâyık olup olma­dığını düşünmediler. Kendilerine zulmettiler: Çünkü bu buzağı, onlarla konuşa­mıyor, onları doğruya ve hidayete iletemiyordu. O, cansız bir varlıktan, ya da aciz bir hayvandan başka bir şey değildi. Her iki halde de o, ilâhlığa lâyık olamazdı.

Sonra bu kötü hareketlerine tevbe edip pişman oldular, Rablerine istiğfar ettiler. Bu büyük günahlarından dolayı tevbelerinin kabulünü ve bağışlanma­larını istediler. Allah kendilerine mağfiret etmezse, hüsrana uğrayanlardan olacaklarını kesin bir dille ifade ettiler.

Bu, açıkça bir kulluk ifadesi ve hak ilâhın ilâhlığını itiraftır. Hamza ve Ki-saî'nin kıraatına göre: "Le-in terhamna Rabbena ve teğfir lenâ = Ey Rabbimiz, Eğer bize merhamet ve mağfiret etmezsen..." ifadesinde yardım isteme ve yakar­ma manası vardır. Bunda, işledikleri büyük suçu itiraf, Allah'tan başka sığını­lacak bir varlık olmadığını bilme söz konusudur.

Ehl-i Sünnet: "Onun kendileriyle konuşmayacağını, onlara bir yol da gös­teremeyeceğini görmediler mi onlar?"  ayetine dayanarak, konuşmayan  ve yol gösteremeyen birinin ilâh olamayacağını söylemiştir. Çünkü ilâhın emri ve nehyi olacak. Bu da, ancak onun konuşan varlık olmasıyla mümkündür. Konu­şamayan kimseden emir ve nehiy meydana gelemez. Buzağı da, emir ve nehiy-den âciz olduğuna göre, ilâh olamaz.

Samirî'nin, buzağıyı İsrailoğullarına ilâh yapması münasebetiyle ilm-i tev-hid alimleri, saadet ve şekâvetin Allah'ın ezelî ilminde olduğuna işaret eden in­ce bir nükteyi zikrederler: Musa b. /mran (a.s.)'ı Firavun büyüttü, Allah'ın il-hamıyla mümin oldu. Samirî'yi ise Cibril terbiye etti, sonunda kâfir oldu. Hat­ta şöyle bir söz vardır:

"Kişi ezelden said yaratılmadığı zaman

Terbiye eden de, terbiyesi umulan da arzusuna ulaşamaz.

İşte Cibril'in terbiye ettiği Samirî, kâfir

Firavun'un terbiye ettiği Musa, peygamber."

Bu, terbiye ve yönlendirmenin etkili olmadığı manasına gelmez. Nitekim Ebu Yala, Taberanî ve Beyhakî'nin, Esved b. Seri'den rivayet ettiği: "Her do­ğan, fıtrat üzere doğar" hadisinin de ifade ettiği gibi, çevrenin ve terbiyenin çok önemli rolü vardır. Mürebbî olmasaydı, ben Rabbimi bilemezdim. Fakat ilâhî irade her şeyin üstündedir. Allah, işinde üstündür. Allah'ın yaratmasında bir­takım şeyler vardır. O, yüksek hikmet sahibidir. Bazı alim, salih ve şerefli kim­selerin çocuklarında gördüğümüz gibi, iyi terbiye görmüş ve bir mürebbinin gö­zetiminde olmasına rağmen insan nefsi kötülüğe, bozgunculuğa ve sapıklığa meyleder. [242]

 

Musa (A.S.)'In Harun (A.S.)'a Kızması

 

150- Musa kavmine öfkeli, kederli bir şekilde döndüğü zaman dedi ki: "Size bıraktığım şu makamımda ne çirkin iş­ler yapmışsınız! Rabbinizin emrinde acele mi ettiniz?" Ve Levhaları bırakı­verdi. Ve kardeşinin saçına yapışıp onu kendine doğru çekmeye başladı. (Harun:) "Ey anamın oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf buldular, nerdeyse beni öldüreceklerdi. Sen de bana, düş­manları sevindirecek harekette bulun­ma ve beni o zalimler güruhu ile bir tutma" dedi.

151-  "Rabbim! Beni de, kardeşimi de bağışla! Bizi rahmetine al. Sen rahmet edicilerin en merhametli olanısın".

 

Kelime ve İbareler:

 

"Öfkeli, kederli": "Esef" kelimesi, üzülmek ve öfkelenmek manasına gelir. Şu ayette Yakub (a.s.)'m sözü üzülmek manasınadır: "Ey Yusuf üzerindeki hüznüm". (Yusuf, 12/48). Şu ayette de, öfkelenmek manasınadır: "Nihayet on­lar bizi kızdırınca, kendilerinden intikam aldık" (Zuhruf, 43/55). Ebu'd-Derdâ, "eserin çok kızmak anlamına geldiğini söylemiştir.

"Ve levhaları bırakıverdi": Rabbi için gazaplanarak Tevrat levhalarını bı­raktı, onlar da kırıldı. "Ve kardeşinin saçına yapışıp onu kendine doğru çekmeye başladı": Kardeşi Harun'un, saçının sağ ve sakalının sol tarafından tuttu. Bunda ona hakaret maksadı yoktu. Azarlamak için yapıyordu.

"Ey anamın oğlu" Bu, onun kalbini yumuşatmak için yapılan bir hitaptı. "...bana düşmanlarımı sevindirecek harekette bulunma" Bana hakaret ederek. "ve beni o zalimler güruhu ile bir tutma" Beni buzağıya taparak zulmeden kimselerle birlikte sorguya çekme. [243]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teâlâ, Samirî'nin İsrailoğullanna buzağı şeklinde bir ilâh yapma kıssasını zikrettikten sonra, bunun Hz. Musa'ya etkisini belirtti. Çünkü o, geri dönerken çok sinirli ve kızgındı. Kavminin sapıklığını bizzat görünce, hüzün ve kederi büsbütün arttı. Kavminin buzağıya tapması sebebiyle, derhal kardeşi Harun (a.s.)'a gitti. Kavminin yaptığına ses çıkarmaması dolayısıyla onu azar­ladı. İşte bu, buzağıya tapma kıssasının ikinci bölümüdür. [244]

 

Açıklaması

 

Allahu Teâlâ, İsrailoğullarının yaptığını Musa (a.s.)'a Tur dağında iken haber verdi: "Gerçekten biz senden sonra kavmini imtihan ettik. Samirî de on­ları saptırdı. Musa gazaplı ve üzgün olarak kavmine döndü. Dedi ki: "Ey kav­mim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Yoksa size vadettiğim süre uzun mu oldu? Yahut üzerinize Rabbinizin gazabının gelmesini mi istediniz de, bana olan vaadinizde durmadınız?" (Tâ-Hâ, 23/85-86).

Musa (a.s.), buluşma yerinden dönüşünde, kızgın ve çok üzüntülüydü. Kavmine şöyle dedi: Yokluğumda ne kötü iş yaptınız. Rabbimle münacat için Tur dağına gittikten sonra, bana ne kötü halef oldunuz. Ben, tevhid akidesini size açıklamış, kalblerinize o akideyi ekmiş, ruhlarınızı şirkten ve putperestlik­ten temizlemiş, inek heykelleri şeklindeki putlara tapan kavmin sapıklığından sizi korkutmuş olduğum halde, siz Allah'a ibadeti ve O'nun tevhid akidesini bı­rakıp Samirî'ye uyarak buzağıya tapınışsınız.. Musa (a.s.), büyük bir azimle ve cesaretle onlara halis tevhidi telkin etmiş, başka milletlerin edindiği gibi, ken­dilerine de bir ilâh edinmesini istedikleri zaman, onların bu davranışını hoş karşılamamıştı.

Musa (a.s.): Rabbiniz size kırk gün vaad ettiği halde, siz buna sabrede­meyip acele mi ettiniz? dedi. Onlar, Musa (a.s.)'m ilk otuz günde gelmediğini görünce, öldüğünü düşünmüşlerdi. [245] Yani benim hakkımda hüküm vermek­te acele ettiniz. Zemahşerî şöyle der: "Rabbinizin emrinde -Musa'yı bekle­mek- ve size tavsiye ettiği şeyde acele mi ettiniz? Söz verilen vaktin sona er­diğini, benim dönmeyeceğimi mi, öldüğümü mü düşündünüz? Diğer peygam­berlerden sonra ümmetlerinin değiştiği gibi, siz de değiştiniz. Rivayete göre Samirî, onlara buzağı heykelini yaptığı zaman şöyle demişti: "İşte bu, sizin ve Musa'nın ilâhıdır." Çünkü Musa öldü, asla geri dönmeyecek dedi, demek­tir. [246]

Musa (a.s.) buzağı olayını duyunca, çok canı sıkıldı. Bu, Allah için ve dinî gayretinden dolayı idi ve levhaları elinden attı. Musa (a.s.) çok öfkeli, Harun (a.s.) ise, ondan daha yumuşaktı. Onun için de İsrailoğulları, onu Musa (a.s.)'dan daha çok seviyorlardı.

Rivayet olunduğuna göre, Tevrat yedi parçaydı. Musa (a.s.) levhaları bıra­kınca kırıldılar. Onlardan altı parça kaldırıldı, tek bir parça kaldı. Kaldırılan­larda, her şeyin açıklaması, geri kalanda da hidayet ve rahmet vardı. İbni Ebî Hatim'in rivayetine göre, İbni Abbas şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah, Musa (a.s.)'a merhamet etsin, görülen, haber verilen gibi değil­dir. Rabbi ona, kavminin kendinden sonra fitneye düştüğünü haber verdi, lev­haları atmadı. Onları o halde görünce levhaları attı."

Olayın şiddetinden dolayı, kendini kaybederek ve kardeşinin kendisine halife olmakta, insanları buzağıya tapmaktan alıkoymakta kusurlu olduğunu zannederek, kardeşinin başını kendine doğru çekmeye başladı. Çünkü halefin, selefin yoluna tabi olması gerekirdi: "Musa Harun'a: "Onları sapıklıkta gördü­ğünde, seni bana uymaktan alıkoyan neydi? Yoksa benim emrime asi mi ol­dun?" dedi." (Tâ-Hâ, 20/92-93).

Musa (a.s.), yaptığında mazurdu. Çünkü o, hak için kızıyordu. Peygambe­rimiz (a.s.) de, kendi nefsi için değil, Allah'ın emirleri, mukaddesat çiğnendiği zaman kızardı.

Harun (a.s.), Musa (a.s.)'a şöyle cevap verdi: Ey anamın oğlu! Beni kına­mak, azarlamak ve Allah'a karşı görevimde kusurlu davranmakla suçlama ko­nusunda acele etme. Ben onların bu hareketini tasvip etmedim. Onlara nasi­hat ettim. Fakat onlar beni zayıf buldular, tek kişi kaldım. Sözüme kulak ver­mediler, neredeyse beni öldüreceklerdi.

Ey anamın oğlu! Beni düşmana güldürme, onların arzusunu -tahkir ve kö­tüleme- yapma, onlara kızdığın gibi, bana da kızma. Beni onlarla aynı kefeye koyma. Beni buzağıya tapanlardan sanma, ben onlardan ve onların düştükleri zulüm hatasından uzağım.

Musa, kardeşi bu şekilde özür dileyince kalbi yumuşadı ve şöyle dedi: Rab-bim! Kardeşime karşı sert ve katı söz ve davranışla kusur işlediysem beni ba­ğışla. Bana hilafeti esnasında işledikleri günah ve suçtan dolayı insanları en­gellemede kusur işlediyse kardeşimi de bağışla. Bizi engin rahmetinin içine koy. Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Dünya ve ahirette rahmetini biz­den ayırma.

Musa, kardeşini memnun etmek ve insanlara, ondan razı olduğunu göster­mek için böyle dua etti.

Bundan anlaşılıyor ki Harun, azim ve irade kuvveti, meseleleri sağlam bir şekilde ele alma konusunda, Musa'dan daha hafif kalmaktaydı.

Harun, buzağının ilâh edinilmesi suçundan uzak olduğunu, onlara nasihat etme hususunda kusurlu olmadığını açıkladı. Allah da onu bağışladı. Bu, bu­günkü Tevrat'ta bulunan, Harun'un, onlara buzağı yaptığı şeklindeki anlayışa terstir. [247]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Başkalarını idare ve onlara etki konusunda, insanlar farklı karakter ve hal sahibidirler. Bazısı Musa (a.s.) gibi sert tabiatlı ve çabuk alıngandır. O, hak için kızıyordu, yaptığı işte haklıydı. Bazı insanlar da Harun (a.s.) gibi sakin ta­biatlı, halim, selimdir. O, kavmini o istenmeyen şeyden alıkoymak için elinden gelen gayreti gösterdi. Fakat onlar, onun nasihatma riayet etmediler, hatta onu öldürmek istediler.

Musa (a.s.), Rabbi ona olayı haber verdiği zaman, acı olayı gördüğü za­manki kadar kızmadı. Çünkü haber, görmek gibi değildir. Tabii olarak gören, görmeyenden daha çok etkilenir. Çünkü olaya şahit olan, şahit olmayanın gör­mediğini görmektedir.

Bunların hepsi de ruhî ve fıtrî hallerdir. İnsanlar bunlara egemen olamaz değiliz.

Musa (a.s.)'ın levhaları atması ise, gördüğü şeyden etkilenerek kapıldığı dehşet ve rahatsızlıktan dolayı idi. Ne yaptığını bilmeden ve levhaları kırmayı kasdetmeyerek, yaptığını yaptı. Şiddetli bir infial içindeydi. Öyle ki, önünde ateşten bir deniz olsa, ona dalacak durumdaydı.

Kardeşinin, saçından ve sakalından tutup kendine doğru çekmesi ise pey­gamberlerin ismetine ters düşmez. Çünkü o bunu hakaret etmek, hafife almak ve küçük düşürmek için değil, ikram ve tazim maksadıyla yaptı. Nitekim Arap­lar da, adet olarak, ikram ve tazim için, erkek kardeşinin sakalından tutarlar. Fakat Harun (a.s.), İsrailoğulları bunu bir hakaret zannetmesinler diye hoş karşılamadı. Harun, Musa'dan üç yaş büyük ve İsrailoğullannın gözünde Mu­sa'dan daha sevimliydi. Çünkü o, öfkeli biri değildi. Sonra Musa, bunu kardeşi­ne, buzağı işinde yaptıkları şeylerde İsrailoğullarıyla birlikte olduğunu -bu hal, peygamberler hakkında caiz olamaz- zannederek yaptı.

Harun'un, puta tapanların kendisini zayıf görüp öldürmeye kalkışmaları­nı söylemesiyle zorluk kalktı. Musa onun özrünü kabul etti. Kendisi ve kardeşi için dua edip bağış ve rahmet diledi. Kendisi için, kendisine levhaları attıran gazaptan dolayı mağfiret, kardeşi için de onlara engel olmakta kusurlu olduğu­nu zannettiği -halbuki onun hiç kusuru yoktu- için bağış istedi: Levhaları attı­ğım için beni, kusur işlediyse kardeşimi bağışla, dedi.

Hasen el-Basrî şöyle demiştir: Harun dışında hepsi de buzağıya taptı. Çünkü, Musa ve Harun'dan başka inanan olsaydı, Musa: "Ya Rabbi! Bana ve kardeşime mağfiret et" diyerek, duayı sadece kendisi ve kardeşi için yapmaz, o mümine de dua ederdi.

Harun (a.s.) öldürülme korkusundan dolayı kardeşi Musa (a.s.) ile birlikte Tur'a gitmedi. Ayetin işaretine göre, bir münkeri değiştirirken öldürülme kor­kusu taşıyan kimsenin susması gerekir.

İbnü'l-Arabî şöyle der: Bu, gösteriyor ki, bazılarının zannettiği gibi, öfke hali hükümleri değiştirmez. Çünkü Musa (a.s.)'m gazabı, işlerinden hiçbir şeyi değiştirmedi. Aksine işler aynıyla cereyan etti. Levhaları attı, kardeşini azarla­dı ve bir meleği tokatladı. [248] Mehdî şöyle der: Çünkü onun gazabı, Allah içindi. İsrailoğulları'na susması da, birbirleriyle savaşıp ayrılmaları korkusundandı.

Musa (a.s.), aşın hiddetinden dolayı, Buharî ve diğer hadis imamlarının rivayet ettiği hadisten anlaşıldığı gibi, Cenab-ı Hak, kendisine ölüm meleğini gönderdiği zaman, ona öyle bir tokat attı ki, meleğin gözünü çıkardı. Melek Rabbine gitti. "Beni ölmek istemeyen bir adama gönderdin" dedi. Cenab-ı Hak ona: Geri dön git, ona söyle, elini bir öküzün sırtına koysun, onun kılı sayısın­ca, ömrüne bir sene eklenecek de" buyurdu. Melek; "Ya Rabbi, sonra ne?" dedi. Allah: Ölüm, dedi. [249]

 

Zalimlerin Cezası, Tevbe Edenlerin Bağışlanması

 

152- Şüphesiz buzağıyı tanrı edinenle- re, Rablerinden bir gazap, dünya haya- tında da bir horluk erişecektir. İşte  biz iftira edenleri böyle cezalandırırız. 

153-Kötülükler işleyip de sonra tevbe  ve iman edenler ise, şüphesiz Rabbin,  bunun ardından mağfiret ve rahmet  edicidir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz buzağıyı tanrı edinenlere Rablerinden bir gazab" Bakara sûre­sinde geçtiği gibi, birbirlerini öldürmeleri şeklinde bir azap "dünya hayatında da bir horluk..." İnsanlar tarafından horlanıp hakir görüldüklerini anlamaları ve ülkelerinden çıkarılmaları gibi bir horluk "erişecektir".

"İşte biz iftira edenleri böyle cezalandırırız": Onları cezalandırdığımız gibi, Allah'a şirk vb. şeyleri iftira edenleri cezalandırırız. [250]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetlerle daha önceki ayetler arasındaki bağ açıktır. Allahu Teâlâ, Musa (a.s.)'ın kardeşi Harun (a.s.)'ı azarlamasını, kendisi ile kardeşi için mağfiret iste­mesini zikrettikten sonra, buzağıyı ilâh ve mabud edinmeleri sebebiyle, zalimle­rin cezasını zikretmiştir. İşte bu, buzağıya tapma olayının üçüncü bölümüdür. [251]

 

Açıklaması

 

Şüphesiz Sâmirî ve adamları gibi, peygamberleri Hz. Musa (a.s.)'ın yoklu­ğunda buzağıyı ilâh ve mabud edinenlere, ona tapmaya devam edenlere, Rable­rinden şiddetli bir azab dokunacaktır. Bu, Bakara sûresinde zikredilir: Onlar nefislerini öldürmedikçe Allah, onların tevbelerini kabul etmeyecektir: 'Yara-danınıza tevbe edip, nefislerinizi ıslah edin. Böyle yapmanız, yaratanınız katın­da sizin için çok hayırlıdır. Gerçekten O, tevbe eden kullarının tevbelerini en çok kabul eden ve en çok mağfiret edendir" (Bakara, 2/54).

Onlara dünya hayatında bir zillet ve aşağılık dokunacaktır. Yurtlarından çıkarılmaları, insanların onları hor görmeleri ve ihtirasla dünya sevgisine düşmeleri sebebiyle zelil olacaklardır. Çünkü onlar, her ümmet için sevilmeyen, reddedilen materyalist kimseler olarak bilinirler. İşte bu, manevî büyük bir zil­lettir. Bunun örneği yüce Rabbimizin şu ayetidir: "Onların üzerine horluk ve yoksulluk (damgası) vuruldu. Allah'tan bir azaba uğratıldılar" (Bakara, 2/61). Zillet, yakın ve uzak manası ile tahakkuk etmiştir. Onların Filistin'de devletle­rini kurmalarına gelince, bu müslümanlar için bir musibet ve imtihandır. Bu yüzden kendilerinden daha kötü olan bir kısım insanlar, onların üzerlerine mu­sallat edilmiştir. İlmî araştırmalara göre, Filistin'de siyonist devletinin devam etmesi mümkün değildir. Şartlar ve gözlemler, onun devamını desteklememek­tedir. Hadis-i şerifler de, onların öldürüleceklerini ve oradan kovulacaklarını müjdelemektedir. Her şeyin bir vakti vardır.

Dünyada İsrailoğulları içindeki zalimlerin başına gelen bu cezanın benze­rini, her zaman Allah'a iftira edenlere indiririz. Yani, Allah'ın dinine iftira eden herkesin cezası, Cenab-ı Hakk'm gazabına uğramak ve dünyada zillete düş­mektir.

Bu, doğruya karşı çıkıp, bid'at uyduran herkesi içerir. Hasan el-Basrî şöy­le demiştir: "Şüphesiz ki bid'at zilleti, onların omuzlarındadır. Her ne kadar katırlar onları güzel bir şekilde götürse, kadanalar onlara ses çıkarsalar da.." [252]

Rivayete göre, Ebu Kulâbe el-Cürmi, "İftira edenleri böylece cezalandırı­rız" ayetini okudu, sonra şöyle dedi: "Vallahi o, kıyamete kadar her iftira eden için geçerlidir".

Süfyan b. Uyeyne şöyle demiştir: "Her bidat sahibi, zelildir" [253]

Eşyayı zıtları ile karşılaştırmak, Kur'an-ı Kerim'in bir özelliğidir. Onun için, zalimlerin cezasını zikrettikten sonra tevbe edenlere ümit kapılarını aç­mıştır. İşte Allah kullarını uyarmış, küfür, şirk, nifak gibi hangi tür günahtan olursa olsun, tevbe edenin günahlarını bağışlayacağını bildirerek şöyle buyur­muştur: "Kötülükler işleyip de sonra tevbe ve iman edenler ise, şüphesiz Rabbin bunun ardından mağfiret ve rahmet edicidir". (A'raf, 7/153). Yani kötü ameller ve şer'an münker sayılan şeyler -ki bunların başında küfür ve şirk gelir- yapıp sonra da onlardan Allah'a dönenler, (kâfirin iman etmesi, asinin isyanından ge­ri dönmesi, müminin Rabbinin yolunda dosdoğru devam etmesi), şüpheden uzak halis imanla iman edenler, imanla beraber amel-i salih işleyenler yok mu? Ey Muhammed, şüphesiz ki Rabbin, o işlerinden sonra onlara mağfiret edecek, günahlarını örtecektir. Onlara merhamet edecektir, iyiliği on misliyle, azı çokla mükafatlandıracaktır.

Abdullah b. Mesud'a, bir kadınla zina eden, sonra da onunla evlenen bir adam hakkında sorulunca, bu ayeti okudu: Abdullah b. Mesud, bu ayeti, on de­fa okudu. Bunu ne emretti, ne de nehyetti.

Bu, kötülük işleyen kimsenin, ilk önce mutlaka tevbe etmesi gerektiğini gösteriyor. Bu da, onu terketmesi, ondan vazgeçmesi, sonra da iman etmesidir. Allah'a inanması, O'ndan başka hiçbir ilâh olmadığını tasdik etmesi gerekir. Bu ayet, bütün kötülüklerin tevbe ile mağfiret olunacağına işaret eder. Bu, gü­nahkârlar için büyük bir müjdedir. [254]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet, iki önemli prensibi içine alır: Cezalandırmada adaletli davran­ma, tevbe eden asilere merhamet etme.

Birinci prensip: Ceza verirken adaletten ayrılmama. Allah'ın şeriatı, ada­let üzere kaimdir. Kim, Musa (a.s.)'ın yokluğunda İsrailoğullarının yaptığı gibi Allah'a ortak koşarsa, kendine zulmediyor demektir. Cenab-ı Hakk'ın gazabını ve dünya hayatında zillet ve horluğu hak etmiş olur. Allah'ın dininde olmayan bir şeyi ortaya koyarsa, Allah'a iftira etmiş olur, zalimlerin ve kâfirlerin uğra­dıkları gibi cezayı hak eder. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: "İftira edenleri böyle cezalandırırız". İmam-ı Malik şöyle der: "Her bidatçı, başında mutlaka zillet bulur".

Bu, geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki herkese uygundur. Musa (a.s.)'ın zamanındaki yahudilerin durumunu içine aldığı gibi Resulullah zamanındaki ve nesiller boyu onların yaptıklarından hoşnut olan yahudileri de içine alır.

İkinci prensip: Tevbe eden asilere merhamet prensibi: Bu, Allahu Te-âlâ'nm bu müslüman ümmete ve bütün ümmetlere büyük bir lütfudur. Ayet-i kerimede kesin bir haber, kesin bir karar ve hüküm vardır: Allah, müşriklerin ve diğer günahkârların tevbesini kabul eder. Çünkü Allahu Teâlâ'nm: "Kötü­lükler işleyip de ondan sonra tevbe ve iman edenler" sözü küfür ve diğer gü­nahları içine alır. Allah'ın rahmeti gazabını geçmiştir. O'nun rahmeti sonsuz­dur. Kim Cenab-ı Hakk'ın Rab olduğuna iman ederse, İslâm'ı din, Muhammed (a.s.)'i peygamber, Kur"an-ı Kerim'i de anayasa kabul eder, küfründen yahut günahından tevbe eder ve salih amel işlerse, şüphesiz Allah kendisine mağfiret ve merhamet eder. [255]

 

Buzağıyı İlah Edinme Olayının Sonu

 

154. Musa'nın öfkesi geçince levhaları aldı. Onun bir nüshasında şöyle yazı­lıydı: Rablerinden korkanlar için hida­yet ve rahmet vardır.

 

Belagat:

 

"Musa'nın öfkesi geçince" Bu, kapalı bir istiaredir. Gazap, intikam almak is­teyen kızgın birine benzetilmiş, sonra müşebbehun bih hazfedilmiş, onun levazı­mından bir şey açıklanmıştır, o da "geçtmek" fiilidir. Bu, lâtif bir benzetmedir. [256]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Musa'nın öfkesi geçince" Sakinleşince. "Sükun" kelimesi lügatte, konuş­mayı terketmektir. Ayette gazaba nisbet olunmuştur. Sanki, gazab emir ve ne-hiyler veren öfkeli bir şahıs şeklinde tasvir olunmuştur. Zemahşerî şöyle der: "Bu, bir deyimdir. Adeta gazap onu yaptığı şeye teşvik ediyor ve ona: "Kavmi­ne şöyle de! Levhaları at! Kardeşinin başını çekmeyi bırak" diyordu. Bunun üzerine o, konuşmayı bıraktı, teşviki kesti, "levhaları aldı.": Atmış olduğu lev­haları. [257]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teâlâ bize, Musa (a.s.)'m gazap halini, kavminden bir kısmının, bu­zağıya tapmakta ısrar eden, bir kısmının da bundan vazgeçip Allah'a dönenler olarak ikiye ayrıldıklarını açıkladıktan sonra, bu ayette de Musa (a.s.)'ın gazap halinin gitmesinden sonra olanı zikretmiştir. Musa (a.s.) çok çabuk kızan, ka­rakter itibarıyla öfkeli olmakla beraber, çabucak yumuşayan bir kimseydi.

İşte bu, buzağıya tapma hikâyesinin dördüncü ve son bölümüdür. [258]

 

Açıklaması

 

Musa (a.s)'m, kavmine olan öfkesinin dinmesi ve çoğunun tevbe etmesi do­layısıyla rahatlayınca, içinde Tevrat bulunan, buzağıya tapmaları sebebiyle sırf dinî duygudan ileri gelen şiddetli gazapla, attığı levhaları aldı. Onlarda şaşkın­lara bir hidayet, işledikleri günahlardan dolayı şiddetli bir korkuyla Rablerin­den korkan asi tevbekârlara bir rahmet olduğunu gördü.

İbni Abbas şöyle demiştir: Levhalar kırılınca Musa (a.s.), 40 gün oruç tut­tu. O levhalar, ona iki levha halinde geri verildi. O, onlardan hiçbir şey kaybet­medi. Kuşeyrî şöyle der: "Buna göre mana şöyle olur: "Kırılan levhalarda ve ye­ni levhalara naklolunan şeylerde, bir hidayet ve rahmet vardır". Ata ise şöyle der: Onlardan geriye kalanlarda... Onlardan sadece yedide biri kaldı, yedide al­tısı kayboldu. Fakat, had ve hükümlerden hiçbirisi kaybolmadı. [259]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hilm (ağırbaşlılık) ahlâkın başıdır. Nitekim Musa (a.s.)'ın nefsi sükûnet bulup, hilm haline dönünce, içinde Tevrat bulunan levhaları araştırmaya baş­ladı. Onlarda sapıklıktan hakka, yoldan ayrılmaktan hidayete, azabdan rah­mete, hayır ve salah yoluna, doğru yola girmenin açıklandığını gördü.

Hz. Musa onlarda bulduğu had ve hükümlerin ışığı altında kavmini irşada ve onlarla amel etmeye teşvike başladı. Çünkü onlar, Allah'ın İsrailoğulları'na indirdiği şeriatı idi. İşte bu anladığımız kadarıyla şiddetli etkilenme halinin geçmesinden sonra, Musa (a.s.)'nın istikrar dönemidir. [260]

 

Hz. Musa (A.S.)'In Rabbi İle Konuşması, Onu Görme Ve Münacatta Bulunmak İçin Yetmiş Kişi Seçmesi

 

155- Musa tayin ettiğimiz vakitte kav­minden yetmiş adam seçti. Onları müt- tuttuğu zaman dedi ki: "Ey Rabbim! Eğer dileseydin onları da, beni de daha önce helak ederdin. İçimızden birtakım beyinsizlerin işlediği yüzünden bizi helak mı edeceksin? Zaten o da senin imtihanından başka bir  şey değildi. Sen onunla kimi dilersen  sapıklığa götürür ve kimi dilersen hi- dayete erdirirsin. Sen bizim velimiz- sin. O halde bizi bağışla, bize merha­met et. Çünkü sen, mağfiret edicilerin en hayırlısısın.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Musa tayin ettiğimiz vakitte" arkadaşlarını buzağıya tapmalarından dola­yı özür beyan etmek üzere, ona vadettiğimiz ve gelmelerini kararlaştırdığımız vakitte "kavminden yetmiş kişi seçti". Müfessirlerin çoğuna göre, kavminden buzağıya tapmayan 70 kişiyi, Allah'ın emriyle seçti.

"Onları müthiş bir sarsıntı tuttuğu zaman" yıldırım, ya da bedenleri, kalb-leri sarsan şiddetli zelzele isabet ettiği zaman, "dedi ki: Rabbim! Eğer dilesey­din onları... daha önce helak ederdin". Ben onlarla beraber çıkmadan önce İsra-iloğulları bunu görüp beni suçlamasınlar.

"İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği yüzünden bizi helak mı edecek­sin?" Başkalarının günahı sebebiyle bize azab etme.

"Zaten o da senin imtihanından başka bir şey değildir." Sefihlerin düştük­leri fitne, ancak seni imtihan ve denemek içindir. [261]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet, Musa (a.s.)'ın Rabbi ile münacatı esnasında meydana gelen olayları açıklamaya devam etmektedir. Allahu Teâlâ konuşma ve görme yeri­ne gelme kıssasına şu sözüyle başlamaktadır: "Musa tayin ettiğimiz vakitte gelince.." (A'raf, 7/143) Sonra Cenab-ı Hak buzağıya tapma kıssasını, daha sonra da buluşma yerinde olanları açıklamaktadır. Bu, konuşma ve onu gör­me arzusuyla gelinen mikatlar, Razî'nin de tercih ettiği gibi, başka bir mikat değildir. Çünkü Allahu Teâlâ ilk önce: "Tayin ettiğimiz vakitte geldi" buyur­muş, daha sonra da: "Tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti" buyurmuştur.

Bu da, murad olunan mikatın, o mikat olduğunu göstermektedir.[262]

 

Açıklaması

 

Allahu Teâlâ Musa (a.s.)'a, konuşma ve görme yerine götürmek üzere, İs-railoğullarmdan yetmiş kişi seçmesini vahyetti. O da bunu yaptı. Tur dağında­ki bu görüşme yerine onları götürdü. Tur-i Sina, daha önce Musa (a.s.)'ın Rab-bine münacatta bulunduğu yerdi. Hz. Musa, onlara oruç tutmalarını, temizlen­melerini ve elbiselerini temizlemelerini emretti.

Ayetlerin sıralanmasından anlaşılıyor ki, bu sayının seçilişi, buzağıya tap­ma olayından önce, Musa (a.s.)'ın Allah'ı görme arzusu sırasında oldu. Bu da Musa (a.s.)'m Rabbine olan münacatını duymaları ve onun doğruluğuna delil olması içindi. Onlar o yere gelince şöyle dediler: Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe, sana inanmayacağız. Sen onunla konuştun. O'nu bize göster. Al­lah'ı görme isteklerinde ısrar edince, kendilerini dağın şiddetli sarsıntısı yaka­ladı, düşüp bayıldılar.

Dajjın şiddetli sarsıntısı ölüm değildi. Fakat kavmi bu korkunç hali görün­ce, bir titremeye tutuldular. Çok korktular. Hz. Musa (a.s.) da, ölümden korktu, ağlayıp dua etti. Bunun üzerine Allah, onlardan o korku halini giderdi.

Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Onlar ölmediler, fakat durumun dehşe­tinden dolayı bir korkuya kapıldılar. Nerdeyse mafsalları birbirinden ayrıla­caktı. Hz. Musa (a.s.) da onların ölmelerinden korktu.

Onları sarsıntı tutunca, Musa (a.s.) şöyle dedi: "Ya Rabbi! Onların helâkıyla ilgili isteğinin, şu anda onların benimle beraber şu yere çıkmalarından önce olmasını, onların şu korkusunu görmeden önce beni de onlarla beraber helak etmeni isterdim. Böylece kavmim, seçkinlerimizi helake götürdün demeyecek­lerdir.

Sonra Musa (a.s.) şöyle devam etti: "İçimizden birtakım beyinsizlerin işle­diği yüzünden bizi helak mı edeceksin?" Yani inatları ve edepsizlikleri sebebiy­le içimizden beyinsizlerin yaptıkları işler nedeniyle bizi helak etme.

O, senin bir bela ve imtihanındır. Sen benimle konuştuğun zaman, onlar senin sözünü duydular, seni görmek istediler. Emir ancak senin emrin ve hü­küm ancak senin hükmündür. Sen ne dilersen, o olur. Kullarından dilediğini saptırırsın. Onlar gerçek manasıyla seni tanımayan cahil kimselerdir. Sen tak­dirinde, hiçbir zaman onlar için zalim olmadın. Aksine bu, onların karakterlerine, kazandıklarına ve isteklerine uygundur. Yine sen, kullarından dilediğini hidayete erdirirsin. Onlar, seni bilen mümin kullardır. Senin onları hidayete ulaştırman, yine onların kendi kazandıklarına ve iradelerine uygundur. Eğer onların her biri kendi hallerine terk edilseydi, yine onlar kendi bulundukları hali ve kendileri için takdir edileni seçerlerdi. Musa (a.s.) bu manayı, Cenab-ı Hakk'm kendine olan şu sözünden çıkardı: "Gerçekten biz kavmini, senden son­ra imtihan ettik" (Tâ-Hâ, 20/85).

Sen bizim velimizsin, işlerimizi üzerine alan, bizi gözetip kontrol edensin. Bu sebeple bizi bağışla, günahlarımızı ört. O günahkârlar sebebiyle bizi sorgu­ya çekme, bize acı. Eğer ifrat ve tefrit yaparak aşırı gidersek bize merhamet eyle. Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Kulların günahlarını örtersin, kötü­lüklerini affedersin. Senin rahmetin her şeyi kuşatmıştır. Senin rahmetin ve mağfiretin bir sebebe, bir maslahata bağlı değildir. Senden başkası çeşitli se­beplerle -övülme, bir menfaat elde etme, bir zararı önleme gibi- bağışlar. Oysa sen bunu sırf bir lütuf ve cömertlik olmak üzere yaparsın.

İbni Kesir şöyle der: "Rahmet mağfiretle beraber zikrolunursa, bununla ilerde kulun o tür günah içine düşürülmeyeceği murad olunur" [263]

"Sen bizim velimizsin" sözü, hasr ifade eder. Manası, senden başka Mev-lamız, yardımcımız ve hidayete ulaştırıcımız yoktur, demektir.

Ayetin tefsirinde, Musa (a.s.)'nm onların helakini istemesinde ve: "Bu, se­nin imtihanından başka bir şey değildir" sözünde, imtihandan maksadın buza­ğıya tapmak olduğu söylenmiştir. Helaklarını talep, buzağıya taptıkları zaman oldu. Ona tapanlar sefihlerdi ve çoğunluğu teşkil ediyorlardı. İsrailoğullarmın akıllıları ona tapmadı. [264]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Mümin bir kulun; Allah'a karşı edepli olması ve inat yoluna girmemesi ge­rekir. Musa (a.s.)'m kavminin Allah'ı görmek istemesi, onun sözünü işitmele­rinden ileri gelmişti. Bu istek onlara, bulundukları dağda şiddetli bir sarsıntı­nın gelmesine yol açmıştır.

Bu, şiddetli sarsıntıya sebep olunca, şüphesiz buzağıya tapmak daha şid­detli ve sert azaba neden olur. Ayette geçen: "Bununla dilediğini saptırırsın" ifadesinden murad, Cebriyecilerin dediği gibi onların dalâlete düşmeye zorlan­maları değildir. Çünkü, "onunla kullarından dilediğini dinden uzaklaştırıp da­lâlete düşürürsün" demedi. Cenab-ı Hak: "Onunla dalâlete düşürürsün" bu­yurdu. Bunu şöyle yorumlamak gerekir: "İman etmemesi durumunda kişiyi ce­zalandırırsın, yahut bu şiddetli sarsıntı ile dilediğini helak edersin."

"Dilediğini doğru yola iletirsin" sözündeki hidayet de böyledir. Bununla hidayet şekillerine ve yollarına muvaffak kılma kasdolunmaktadır.

Şüphesiz imana ve küfre götüren şeyi yaratan sadece Allahu Teâlâ'dır. Kul imana ve küfre elverişli olan kudretiyle bu ikisinden birini diğerine tercih eder, Allah da yaratır. İşte bu manada, hidayet de, dalâlet de Allah'tandır, yaratan Allah, kazanan ise insandır. [265]

İsrailoğulları inatlaştılar, açıkça Allahu Teâlâ'yı görmek istediler, buzağı­ya tapmayı icad ettiler. [266]

 

Musa (A.S.)'In Yaptığı Duanın Kalan Kısmı Ve Onun Peygamberliği İle Rasûlullah'ın Peygamberliği Arasındaki İman Bağı

 

156- "Dünyada da, ahirette de bize iyi­lik yaz. Biz hiç şüphesiz sana döndük". Buyurdu ki: "Ben azabıma kimi diler­sem onu duçar ederim. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu sakınanlara, zekâtını verenlere, bir de ayetlerimize iman edenlere yazacağım".

157- Yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulacakları ümmî peygamber olan o Rasûle tabi olanlardır. O, onlara iyiliği emreder. Onları kötülüklerden alıkoyar. Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri de haram kılıyor ve onlar­dan sırtlarındaki ağır yükü, üzerlerin­deki zincirleri indiriyor. İşte ona iman edenler, onu yüceltenler, ona yardım edenler ve onunla indirilen nura (Kur'an'a) tabi olanlar! İşte onlar kur­tuluşa erenlerin ta kendileridir.

 

Belagat:

 

"Onlara iyiliği emreder, onları kötülüklerden alıkoyar" ve "onlar temiz şeyle­ri helâl, pis şeyleri de haram kılıyor" ayetlerinde mukabele vardır. Mukabele, iki veya daha çok manayı söyleyip, sonra da onun mukabilini sırayla zikretmektir.

"Onlardan sırtlarındaki ağır yükü, üzerlerindeki zincirleri indiriyor". Ağır ve meşakkatli mükellefiyetler için, ağır yük ve zincirler kelimesi, ariyet olarak kullanılmıştır. İstiare vardır. O halde ağır yük ve zincirler, onların şeriatların­da bulunan meşakkatli şeyler için bir benzetmedir. [267]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Dünyada da" sıhhat, zenginlik ve istikbal "ahirette de bize iyilik" cennet ve Allah'ın rızası "yaz."

"Biz... sana döndük": Sana döndük ve tevbe ettik. O, hidayete erdiren, ka­vim de hidayete erdirilendir.

"Ben azabıma kimi dilersem" kime azab etmek istersem "onu duçar ede­rim."

"Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır". Dünyadaki her şeyi kapsamıştır.

"Onu sakınanlara" bu sıfatlara sahip olanlara ait kılacağım. Onlar Mu-hammed (a.s.)'in ümmetidir. Şirkten ve büyük günahlardan sakınanlardır. "Ze­katını verenlere" Nefislerini tezkiye edip mallarının zekâtını verenler, "bir de ayetlerimize iman edenlere yazacağım". Ahirette onunla hüküm vereceğim. On­lara bir nimet ve ihsan olmak üzere rahmetimi gerekli kılacağım. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle buyurur: "Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı."

"Ümmi peygamber": Nebi, yükseklik manasına gelen nübüvvet kelimesin­den gelmektedir. Önemli haber manasına gelen nebe' kelimesinden de gelebilir. Nebi'nin şeriattaki manası ise şudur: Allah'ın şeriat vahyettiği ve tebliğini em­rettiği kimsedir. Nebilere, müstakil şeriat yahut kitap verilmesi şart değildir. Bunlar başka peygamberlerin şeriatına tabi olurlar. Tevrat'a tabi olan İsrailo-ğulları peygamberleri gibi.

Ümmî kelimesi ise, okuma-yazma bilmeyen demektir. Yüce Allah'ın bu­yurduğu gibi, Araplar "ümmî" diye lakaplanmıştı: "O, ümmiler arasında kendi­lerinden bir peygamber gönderendir" (Cuma, 62/2). Cenab-ı Hak Ehl-i Kitap'tan da şöyle hikaye etmektedir: "Bunun sebebi, onların: "Ümmiler hakkın­da bize karşı bir yol yoktur" demeleridir" (Al-i İmran, 3/75). Ümmi peygamber­den murad da, Muhammed (a.s.)'dir.

"İyilik": Selim akıl ve temiz fıtratın iyi bildiği şey. Bu da şeriata uygun düşen şeydir.

"Kötü": Fıtrata ve maslahata ters düştüğü için, nefsin ve şeriatın çirkin gördüğü şey.

"Temiz şeyler": Nefislerin ve akl-ı selimin hoş gördüğü yiyecek çeşitleridir.

"Onlara temiz şeyleri helâl kılar" ayetinin manası, onların şeriatlarında haram olarak kabul ettikleri şeylerden demektir.

"Pis şeyler": Akl-ı selimin ve fıtratın kötü gördüğü ve nefret ettiği, ölü eti ve akıtılan kan ya da bedenî zarara sebep olan domuz -onun yenilmesi zarar verici tirişinlere sebep olmaktadır- gibi şeylerdir. Yahut da dinî zararı olan şey pistir. Allah'tan başkası adına kesilmiş hayvanın eti pistir. Pis mal, faiz, rüş­vet, hırsızlık, gasp ve benzeri yollarla haksız yere alınan maldır.

"Onlardan, sırtlarındaki ağır yükü indirir": Ayette geçen "ısr", sahibine yük olan ağırlıktır. Yani, ağırlığından dolayı onu hareketten alıkoyan şeydir. Mesela: Tevbelerinin kabulü hususunda vuruşma ile nefislerin öldürülme şartı gibi.

"Zincirler": Ayette geçen "ağlal", "ğul" kelimesinin çoğuludur. O da lügat­te, katilin elini boynuna bağlayan bağ demektir. Burada murad olunan mana, onların şeriatlarındaki bazı şeylerin meşakkatli olmasıdır. Mesela; öldürme olayında kısasın mutlaka uygulanması gibi. İster hata, ister kasıt ile olsun farketmezdi. Diyet kabul edilmiyordu. Hata işleyen organ kesiliyor, pislik bulaşan yer elbiseden ve bedenden kazmıyor, ganimetler yakılıyor, cumartesi günü iş yapmak haram sayılıyordu. [268]

 

Açıklaması

 

Bu, şiddetli zelzeleyi görünce Musa (a.s.)'ın yaptığı duanın geri kalan kıs­mıdır. O ilk önce, Allah'tan başka veli olmadığını: "Bizim dostumuz sensin" sö­züyle ilân etmiştir. Veli ve yardımcı iki iş yapar: Zararı uzaklaştırır, faydayı celbeder. Zararı uzaklaştırmak, faydayı celbetmekten önce geldiği için, Musa (a.s.) da duasına bu istekle başlamış ve şöyle demiştir: "Bizi bağışla, bize mer­hamet et". Bundan sonra, menfaatin celbini istemiş ve şöyle demiştir: 'Yaz". Yani, bize fazlını, rahmetini, iyiliğini gerekli ve sabit kıl. Bize dünya hayatında sağlık, afiyet, rızık genişliği, işlerde muvaffakiyet ver.. Ahiret hayatında da bizi cennetine koy, rızana ve coşkun ihsanına kavuştur. Bu, Cenab-ı Hakk'ın bize öğrettiği şu dua gibidir: "Bazıları da: "Ey Rabbimiz bize dünyada da iyi hal ver, ahirette de" (Bakara, 2/201).

"Sana döndük." Biz, tevbe ettik, sana döndük. Kavmimizin ilâhlar edinme, buzağıya tapma, Allah'ı açıkça görme ve buna benzer isteklerinden dolayı piş­man olduk. İman ile beraber amel-i salih'e döndük. Allah şöyle buyurur: Şüp­hesiz azabımı, kâfirlerden ve asilerden dilediğime isabet ettiririm. Rahmetim ise, kâinatta her şeyi kuşatmıştır. Azap dalâlet sıfatı üzerine terettüp eder. Rahmet, daha kapsamlıdır. Eğer rahmet daha genel olmasaydı, kâfirler ve asi­ler, küfür ve isyanlarının peşinden hemen helak olurlardı. Nitekim Allah şöyle buyurur: "Eğer Allah kazandıkları sebebiyle insanları muaheze etseydi, onun sırtında dolaşanların hiçbirini bırakmazdı." (Fâtır, 35/45). Başka bir ayette de şöyle buyurur: "Rabbin rahmet sahibi, çok bağışlayıcıdır. Eğer onları kazandık­ları yüzünden muaheze etseydi, elbette onlara azabı süratlendirirdi. Aksine on­lar için vadedilen bir zaman vardır ki, onun karşısında hiçbir sığınak bulama­yacaklardır" (Kehf, 18/58).

Burada, azab ayetinden murad şudur: Ben dilediğimi yaparım, dilediğim hükmü veririm. Benim her işimde ve her hükmümde hikmet ve adalet vardır. Rahmetim gazabımı geçmiştir. O daha genel ve daha kapsamlıdır. Nitekim Ce­nab-ı Hak, Arş'ı taşıyan melekler ve onların çevresinde bulunanların şöyle de­diklerini buyurmaktadır: "Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi ku­şatmıştır" (Mümin, 40/7).

Sonra Allah (c.c), rahmete lâyık olanların -bunlar Muhammed ümmetidir-niteliklerini açıklıyor:

1- Onlar, şirkten, isyanlardan, günahlardan kaçınırlar.

2- Onlar, nefislerini temizleyen zekâtı verirler. Gerek nefislerinin zekâtını, gerekse mallarının zekâtını. Maddeci, faydacı kimselerin ki -bunlar yahudiler ve benzerleridir- hastalığını tedavi etmek için -nefisler çoğunlukla mala düş­kün olduğu için- özellikle zekât zikredilmiştir.

3- Onlar iman ederler. Birliğimizi, şeriatımızın yeterliliğini, amel ve uygu­lamaya elverişliliğini ve peygamberlerimizin doğruluğunu işaret eden ayetleri­mizi tasdik ederler.

İşte bu üç sıfata sahip olanlar, Muhammed (a.s.)'m dinine tabi olanlardır. Bunlar, önceki peygamberlerin kitaplarında zikrolunan sıfatlardı. O peygam­berler, ümmetlerine Resulullah (s.a.)'in peygamberliğini müjdelemişler, ona ta­bi olmalarını emretmişlerdi. Onlar yanında Peygamber Efendimizin bilinen sı­fatları yedi taneydi:

1- O, ümmî (okuma-yazması olmayan) bir peygamberdir. Onun ümmîliği, peygamberliğinin alâmetlerindendir. Kendisine Allah tarafından, herkesi âciz bırakan Kur'an-ı Kerim indirilmiştir. O, ümmî olmakla beraber akide, ibadet, siyaset, sosyoloji, iktisat, ahlâk ve amelle ilgili en mükemmel ilimleri getirmiş­tir. Bu sıfat üç bölüme ayrılabilir: a) O, Rasuldür. Allah tarafından, insanlara, mükellef oldukları şeyleri tebliğ için gönderilmiştir, b) O, Nebidir. Bu da, onun Allah yanında derecesinin yüksek olduğuna işaret eder. c) O, ümmîdir.

2- Ehl-i Kitap, Resulullah Efendimizin ismini ve sıfatlarını, Tevrat ve İn­cil'de okuyorlardı. Onun için, Abdullah b. Selâm gibi bazı yahudi alimleri ve Temimü'd-Darî gibi bazı hıristiyan alimleri, ona iman ettiler. Kibirlenip hakkı kabul etmeyenler ise, kitaplarında peygamberimizi müjdeleyen şeyleri gizledi­ler ve te'vil ettiler. İmam Ahmed, Ebû Sahr el-Ukeylî'den şöyle rivayet eder: Bana bedevilerden biri şöyle anlattı: Resulullah (s.a.)'in sağlığında Medine'ye yük devesi götürdüm. Satışımı bitirince, kendi kendime, şu adama gidip onu dinleyeyim, dedim. Onu, Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in arasında yürürken gördüm. Onlara katıldım. Nihayet yahudilerden, ölüm halindeki çok güzel oğlu için Tev­rat okuyan bir adama geldiler. Resulullah ona şöyİe dedi: "Tevrat'ı yaratan hakkı için sana soruyorum: Bu kitapta, benim sıfatım ve çıkacağımla ilgili bir şeyler var mı? Yahudi başıyla hayır dedi. Oğlu ise, evet var, Tevrat'ı indiren za­ta yemin ederim ki, kitabımızda senin sıfatın ve çıkacağınla ilgili şeyler var. Ben şehadet ediyorum ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şehadet ediyo­rum ki, sen Allah'ın peygamberisin, dedi. Bunun üzerine Resulullah Efendi­miz: "Kardeşinizin bu sözlerini yahudilere yayın" buyurdu, sonra onun kefenini aldı ve cenaze namazını kıldırdı [269]

Tevrat'ın otuz üçüncü babının Tesniyetü'l-İştira' bölümünde şöyle denil­mektedir: "Rab Sina'dan geldi, Sâîr'den doğdu, beraberinde binlerce temiz me­lek ve sağ tarafında da ateşten bir şule ile Fârân dağlarından yükseldi". Onun Sina'dan gelmesi Musa (a.s.)'a Tevrat'ı vermesi, Sâîr'den doğması İsa (a.s.)'a İn­cil'i vermesi, Fârân dağlarından yükselmesi, Kur'an'ı indirmesidir. Çünkü Fâ­rân, Mekke dağlanndandır.

Yuhanna İncili'nin onbeşinci babında da şöyle denilmektedir. "Gerçek Ruh babadan size gönderdiğim Faraklit geldiği vakit, o bana şehadet edecektir, siz de şehadet edeceksiniz. Çünkü siz, başlangıçta benimle berabersiniz." Faraklit, İbranice'de Ahmed demektir. Allahu Teâlâ, Hz. İsa (a.s.)'ın dilinden şöyle bu­yurmaktadır: "Hani Meryem oğlu İsa da (şöyle) demişti: "Ey İsrailoğulları! Mu­hakkak ben size Allah'ın peygamberiyim. Benden önce Tevrat'ı tasdik edici ve benden sonra gelecek ve adı Ahmed olan bir peygamberi müjdeleyici olarak (gel­dim)" (Saff, 61/6).

3,4- O, marufu emreder. Maruf, akl-ı selimin bildiği ve fıtratın ünsiyet et­tiği şeydir. Meşrudur. O, insanları münkerden alıkoyar. Münker, saf kalblerin çirkin gördüğü şeydir. Resulullah Efendimiz de, ancak hayrı emreder ve serden alıkoyardı. Nitekim Abdullah b. Mesud (r.a.) şöyle demektedir: Allah'ın: "Ey iman edenler!" hitabını duyduğun zaman, hemen ona kulak ver. Çünkü onda ya emrolunduğun bir hayır, ya da nehyolunduğun bir şer vardır.

Allah'ın emrettiği şeylerin en önemlisi, sadece bir tek ve ortağı olmayan Allah'a ibadettir. Yasak ettiği şeylerin en önemlisi de, O'ndan başkasına ibadet­tir. Resulullah Efendimizden önceki bütün peygamberler de bunu tebliğ etmiş­lerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Andolsun ki biz, her ümmete: "Al­lah'a ibadet edin, tağuttan sakının" diye bir peygamber gönderdik" (Nahl, 16/36).

5,6- O, kendilerine güzel olan şeyleri helâl ve pis olan şeyleri haram kılar. Nefsin güzel bulduğu yiyecekleri onlara helâl eder. "Size verdiğimiz helâl rızı-kırdan yiyin" (Bakara, 2/57). Onların kendilerine haram kıldığı Behâiri (beş nesil doğuran develer), Sevaibi (adak için bırakılmış develer), Vesâili (on batın doğuran develer) et ve benzeri şeyleri onlara helâl kılar.

Nefislerin çirkin görüp tiksindiği şeyleri onlara haram kılar. Ölü ve domuz eti, akıtılmış kan, faiz, rüşvet, gasb ve hıyanet yoluyla haksız yere alınmış mal gibi şeyleri yasaklar. İbni Abbas şöyle demiştir: Pis şey; domuz eti, faiz, Al­lah'ın haram ettiği yiyeceklerden kendilerine helâl saydıkları her şeydir. Bir kısım alimler de şöyle demişlerdir: Allah'ın helâl kıldığı her yiyecek iyidir, be­dene ve dine yararlıdır. Haram ettiği her şey de kötüdür, bedene ve dine zarar­lıdır.

7- O, onlardan külfet ve zorluğu kaldırır. Bilerek veya hata sonucu öldür­me olayındaki kısas, tevbe anında nefsin öldürülmesi ve kan akıtılması, günah işleyen organın kesilmesi, vücutta ve elbisede necaset bulaşan yerin kazınıp kesilmesi, cumartesi günü çalışmanın haram kılınması gibi. Resulullah efendi­miz şöyle buyurmuştur: "Ben müsamahakâr, hanif dini ile gönderildim." Yine Rasûlulah efendimiz, kendilerini Yemen'e gönderirken, Muaz ve Ebû Musa el-Eş'arî hazretlerine şöyle buyurmuştu: "Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Ko-laylaştınnız, zorlaştırmayınız. Birlik olunuz, ihtilafa düşmeyiniz."

Yine kolaylıklarla ilgili olarak Kütüb-ü Sitte'de Ebû Hureyre'den rivayet edilen şu hadis-i şerif vardır: "Şüphesiz Allah, gönüllerden geçen şeyi -onu ko­nuşmadıkça yahut onunla amel etmedikçe- ümmetime affetmiştir." Tabera-nî'nin Sevban'dan rivayet ettiği hadiste de Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Hatâ, unutma ve zorlama sonucu yaptıklarından dolayı, ümmetim so­rumlu tutulmayacaktır".

İşte bundan dolayı Allahu Teâlâ, bu ümmete şöyle dua etmesi yolunu gös­termiştir: "Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak, bizi sorumlu tut­ma. Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla, bi­ze acı. Sen mevlamızsın. Kâfirlere karşı bize yardım et" (Bakara, 2/286). Sahih-i Müslim'de sabit olduğuna göre, bu isteklerin her birinden sonra Allah şöyle buyurur: "Yaptım! Yaptım!"

Allah, şer1! hükümlerde, ibadet, muamele ve cezaî konularda yahudilere şiddet göstermiş, Mesih (a.s.)'e ise bazı maddî emirlerde hafifletme yoluna git­miş, ruhî hükümlerde ise şiddet göstermiştir.

Ümmî peygamberin risaletine îman edenlere, onu düşmanlarından koru­yanlara, ona yardım edenlere, dilleriyle ve silahlarıyla onu himaye edenlere, onun getirdiği nura, yani Kur"an'a ve insanları tebliğ ettiği vahye tabi olanlara gelince; onlar, dünya ve ahirette kurtuluşa erenlerdir. Allah'ın rahmetine ve cennete nail olanlardır. Onların dışında kalanlar ise; Cenab-ı Hakk'ın dünyada ve ahirette mahrum bıraktığı şeytanın taraftarlarıdır.

Hz. Musa (a.s.)'nm kavmi, genelde bu niteliklerdedir. [270]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Musa (a.s.) Allah (c.c.)'tan başka ilâh olmadığını söyledikten sonra, Allah bizim velimizdir, demiştir. Veli, zararı uzaklaştıran, faydayı celbeden demektir. İşte bu sebeple, zararı def ve menfaati celb için Musa (a.s.), Allah'tan mağfiret ve rahmet dilemiştir. Daha sonra da faydanın gerçekleşmesini Yani -dünya ve ahirette iyilik- istemiştir.

Bu şeyler, kulların tevbe, hudû ve huşu ile meşgul olmalarıyla olur. Onun için Musa (a.s.), biz sana döndük, demiştir. Yani tevbe edip sana yöneldik, de­mektir.

Bununla iki şey gerçekleşmiştir: Birincisi; Rabbin yüceliğini ikrar, Allah'ı ilâh, Rab ve velî olarak kabul etmektir. Diğeri, kulluğun itiraf edilmesidir. Kul­ların kendisine karşı tevbekâr olarak, boyun eğerek ve korkarak dönmeleridir. Sonra Allah, Musa (a.s.)'a cevaben şöyle demiştir: Ben, dilediğime azap ederim! Hiç kimse itiraz edemez. Her şey benim mülkümdür. Kendi mülkünde tasarruf eden kimseye hiç kimse itiraz edemez.

Rahmetime gelince, o geneldir, sonsuzdur. Genişliğinin sınırı yoktur. Her şeyi kuşatmıştır. Hatta bir hayvanın, yavrusuna merhamet duyması bile bu rahmetten dolayıdır.

İmam Ahmed ve Ebû Davud, Cündüb b. Abdullah el-Becelî'den rivayet ederler: Bir arabi geldi, bineğini çöktürdü. Sonra bir iple onu bağladı. Daha sonra Resulullah efendimizin arkasında namaz kıldı. Namazı kılıp bitirince, bineğine geldi, ipini çözdü, ona bindi ve şöyle dedi: Allahım, bana ve Muham-med'e merhamet eyle, bizim rahmetimize kimseyi ortak eyleme!.. Bunun üzeri­ne Resulullah (s.a.) efendimiz, ashabına dönerek şöyle buyurdu: "Ne dersiniz? Bu mu daha sapık, yoksa devesi mi? Duymadınız mı ne söyledi?" Dediler ki: "Evet duyduk". Efendimiz buyurdu ki: "Sen çok geniş rahmeti daralttın, şüphe­siz ki Allah (c.c.) yüz rahmet yaratmıştır. Onlardan birini mahlûkata indirmiş­tir. Bütün insanlar, cinler ve hayvanlar, onunla birbirlerine şefkat duyarlar. Kendi yanında ise, doksan dokuz rahmet bırakmıştır. Ne dersiniz, o mu daha sapık, yoksa devesi mi?"

Müslim'in Selman el-Farisî'den rivayet ettiği bir hadiste Resulullah (s.a.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz, Allah'ın yüz rahmeti vardır. Onlar­dan birini mahlûkata indirmiştir. Onlar, birbirlerine bununla merhamet eder­ler. Vahşi hayvanlar onunla yavrularına şefkat gösterirler. Diğer doksan dokuz rahmetini ise kıyamet gününe tehir etmiştir".

Sonra Allah (c.c.) rahmetine müstehak olanlar için üç nitelik zikretmiştir: Onlar müttakîdirler, zekâtlarını verirler, Allah'ın ayetlerine iman ederler.

Bir kısım müfessirler şöyle der: "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır" ayetinin içine, İblis dahil her şey girer. Onun için: "O, ben bir şeyim" dedi. Bunun üzeri­ne Allah: "Onu müttakilere yazacağım" buyurdu. Bunun üzerine yahudiler ve hıristiyanlar: "Biz müttakileriz" dediler. Alahu Teâlâ: "Onlar, ümmî peygambe­re tabi olanlardır" buyurdu. Böylece ayet umumî olmaktan çıkmıştır. Ayetle tahsis olunan şu üç nitelik, insandan sadır olan her şeyi türük ve efali içine alır. Türük; her insanın terketmesi ve sakınması gereken şeylerdir. Efal ise; in­sanın malına veya nefsine yönelik davranışlardır. Birincisi zekât, ikincisi imandır ki, bunun içine insana ilmen ve amelen gerekli olan şeyler girer. İlim, Allah'ı bilmek, amel ise dille ikrar ve rükünleriyle amel etmektir, Namaz da bunun içine girer.

Peygamber Efendimizin Tevrat ve İncil'de zikredilen sıfatlan şunlardır:

1- Ümmî bir rasûl ve nebî olması: Rasûl, nebiden daha özeldir. Risalet ma­nasına önem vermek için rasûl kelimesi önce zikrolunmuştur. Aksi halde nü­büvvet daha öne anılırdı. Her rasûl nebidir, fakat her nebi rasûl değildir. Çün­kü rasûl de, nebî de genel bir işte -haber vermek- ortak, özel bir işte -risalette-ayrıdırlar.

Peygamber Efendimizin ümmî oluşu ise, Kur"an'ı kendisinin uydurduğu iddiasını çürütür. Onun ümmîliği, mûcizelerindendir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi" (Ankebut, 29/48).

Resulullah (s.a.) Efendimiz, okuma yazma bilmediği halde, Allah'ın kitabı­nı, Allah'ın öğretmesiyle noksansız ve fazlasız olarak okuyordu. İşte bu da bir mucize oldu. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Biz sana okutacağız da unutmayacaksın" (A'la, 87/6)

Araplar da ümmî bir ümmetti. Sahih-i Buharî'de, Abdullah b. Ömer'den ri­vayete göre, Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Biz yazmasını, hesap etmesini bilmeyen ümmî bir milletiz".

2- Onun sıfatları Tevrat'ta ve İncil'de mevcuttur. Bu da onun peygamberli­ğinin doğruluğuna işaret eder. Eğer yazılmamış olsaydı, yahudi ve hıristiyanla-rın büyük tepkilerine yol açar, onun sözünü kabule yanaşmazlardı. Yalan ve if­tirada ısrar etmek, en nefret edilecek şeylerdendir. Akıllı bir kimse ondan uzak durur. Bu da onun nübüvvetinin en büyük delillerindendir.

3,4- O'nun en önemli işi, emr-i bi'1-ma'ruf ve nehyi ani'l-münkerdir. Atâ şöyle demiştir: "Onlara iyiyi, Allah'a şirk koştukları şeyleri bırakmayı, güzel ahlâkı ve sıla-i rahmi emrederdi.", "Onları kötüden putlara tapmaktan ve ak­raba ie bağları koparmaktan nehyederdi".

Resulullah'ın şu sözü, emr-i bi'1-ma'rufu bir araya toplar: "Allah'ın emrine tazim, mahlukatına şefkat". Nehy-i ani'l-münker, putlara tapmaktan, Cenab-ı Hakk'm sıfatları hakkında cahilce söz söylemekten, Allah'ın peygamberlerine indirdiği şeyi inkâr etmekten, akraba ile ilgiyi kesmekten ve ana-babaya karşı gelmekten nehyi içine alır.

5- "Onlara güzel şeyleri helâl kılar".   Ayette sözü edilen güzel şeylerden amacın, Cenab-ı Hakk'm helâl diye hükmettiği şeyler olduğu söylenmiştir.

İmam Mâlik'e göre, güzel olan şeylerden murad, helâl olan şeylerdir. Çünkü o, övgü ve şeref ifade eden bir lafızdır. Razi ise, bu lafa bu manayı uzak görerek reddetmiştir. "Güzel olan şeyler" sözünden murad şu olabilir: Güzel olan şeyler, tabiata göredir. Çünkü o lezzet alır, faydalı olan şeylerde aslolan da helâl olmaktır. İşte bu ayet, nefsin hoş gördüğü, selim fıtratın lez­zet aldığı her şeyin aslında helâl olduğuna işaret ediyor. Şafii'nin görüşüne göre ise, güzel olan şeyler, tad cihetiyle güzeldir, söz konusu olan nokta bu­dur. Hakkında haram veya helâl olduğuna dair nas bulunmayan ve arabm güzel gördüğü yiyeceklerin helâlliği hakkında görüş bildiren bir kısım alim­ler, bu ayeti delil göstermişlerdir. Yine arabm çirkin gördüğü şeyin haram oluşu da buna dayanır.

6- "Onlara pis olan şeyleri haram kılar." Onları, pis olan şeylere yaklaştı­ran şeylerden uzaklaştırır. O şeyler, insan fıtratının hoş görmediği ve tiksindiği şeylerdir. Onları yemek elemlere sebep olur. Zararlı şeylerde aslolan haram ol­maktır. Bu da fıtratın hoş karşılamadığı her şeyin haram olmasıdır. Bir delil ol­ması hali müstesna. Maliki mezhebine göre, ayette geçen "pis şeyler" kelimesi, haram kılınan şeyler manasınadır. Buna göre yılan, akrep, kirpi vb. bazı hay­vanlar helâldir. Bu görüşün zayıflığı ortadadır. Şafiî mezhebine göre ise pis olan şey; haram olan şeylerin ve pisliklerin yasaklanmasıdır. Bu duruma göre, akrep, kirpi, keler gibi şeyler haram olur.

7- "Onlardan sırtlarındaki ağır yükü, üzerlerindeki zincirleri indiriyor": Yani İsrailoğullarmdan külfeti ve zor hükümleri kaldırıyor. Ganimetlerin, ha-yızlı kadının meclislerde oturmasının haram olması, pislik bulaşan yerin kesilmesi, kısaslarda diyet kabul edilmeyip katilin öldürülmesi, tevbe alâmeti ola­rak kişinin kendini öldürmesi gibi.

Onlar ganimetleri topladıkları vakit gökten bir ateş iner, onu yakıp yok ederdi. Bir kadın hayızlı olduğunda ona kimse yaklaşmazdı. Bir kimsenin elbi­sesine sidik sıçrasa, orayı kesip atardı. Resulullah (s.a.) Efendimiz ise, gani­metleri, onlara helâl kıldı, hayızlı bir kadınla beraber oturmayı, onunla birlikte yemek yemeyi ve onunla yatmayı mubah kıldı. Sidik değen yerin yıkanmasına ruhsat verdi. Diyeti meşru kıldı. Kısaslarda bilerek, kasden öldürme kaydını getirdi. Cenab-ı Hakk'a tevbenin, dil ve kıble olacağını söyledi.

Ayet-i kerime, Resulullah Efendimiz'e iman edip onu destekliyen, himaye eden, Kuran'a tabi olan kimsenin dünya ve ahirette kurtuluşa ereceğine işaret eder. [271]

 

İslâm Davetinin Genelliği

 

158- De ki: "Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülküne malik olan, kendisinden başka hiçbir ilâh bulun­mayan, hem dirilten, hem öldüren Al­lah'ın size, hepinize gönderdiği pey­gamberiyim. O halde Allah'a ve onun, Allah'a ve O'nun kelimelerine (Kur'an'a) iman eden ümmî peygamber olan Rasûlüne tabi olun ki, doğru yolu bulmuş olasınız.

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah, Peygamber efendimizin niteliklerini Tevrat'ta ve İncil'de açıkladık­tan, ona uyanların dünya ve ahirette saadete erişeceklerini zikrettikten sonra İslâm davetinin özelliğini açıklamıştır. İslâm daveti geneldir, peygamberimizin peygamberliği de bütün insanlaradır. Ona uyan herkes, dünya ve ahiret mutlu­luğuna erer. [272]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammedi Arap olan-olmayan, siyah beyaz bütün insanlara de ki: Ben sadece kendi kavmim olan Araplara değil, Allah'ın kıyamete kadar bütün zamanlara şamil olmak üzere size gönderdiği elçisiyim. Bu, onun bütün insan­lara gönderilmiş olmasını gerektirmektedir. Nitekim Allah şöyle buyurmakta­dır: "Biz seni ancak âlemlere rahmet gönderdik" (Enbiya, 21/107).

"Biz seni ancak bütün insanlar için müjdeci ve korkutucu olarak gönder­dik." (Sebe', 34/28). "Şu Kur'an bana, sizi ve sizden sonra erişenleri inzar etmem için vahyolundu." (En'am, 6/19).

Peygamberliğinin genel olduğunu pekiştiren hadis-i şerifler de vardır. Bu-hari, Müslim ve Nesai, Hz. Cabir b. Abdillah'dan şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Bana beş şey verilmiştir ki, benden önce onlar hiçbir peygambere verilmemiş­tir: Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku (salmak) ile yardım olundum. Yeryüzü benim için mescid ve temiz kılındı. Onun için ümmetimden, namaz vakti gelip çatınca herkes namazın: kılıversin. Ganimetler bana helâl kılındı. Halbuki benden önce hiç kimseye helâl edilmemiştir. Bana şefaat verildi. Bir de benden önce her nebi, özellikle kendi kavmine gönderilmişken, ben bütün insanlara gönderildim".

Ben, mülkün sahibi, yerde ve göklerde tam bir tasarruf sahibi olan, dirilt­meye ve öldürmeye muktedir Allah'ın elçisiyim.

Bu ayet-i kerime, inançla ilgili üç esası içine almaktadır:

1- Bir Allah'a ibadet etmek.

2- Muhammed (a.s.)'in peygamberliğine iman etmek.

3- Ölümden sonra dirilmeye iman etmek.

Allah, önce Allah'a imam zikrederek: "O halde Allah'a iman edin" buyur­du. Yani, ey insanlar! Mutlak surette bir tek olan, Rablığında ve ilâhlığında hiç kimseye muhtaç omayan Allah'ı tasdik edin ve bütün insanlara gönderdiğim ümmî peygamberin risaletine de iman edin, demektir.

O peygamber, Allah'ın birliğine, insanları hidayete eriştirecek şeriatın mü­kemmelliğine, Cenab-ı Hakk'ın kudretine, irade ve hikmetine işaret eden tek­vini kelimelere iman eder, sözü amelini tasdik eder, Rabbından kendisine indi­rilene inanır. "Kelimeler"den amaç, Tevrat, İncil ve Kur'an'ın içine aldığı hü­kümlerden, irşatlardan, Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretine işaret eden şeylerdir.

İşte bu, imanla emrolunan şeydir. Yani, bu peygamberin metoduna tabi olun. Hiçbir eğrilik olmayan doğru yola kavuşmak, yahut imanla ve şeriata ta­bi omakla dünya ve ahiret saadetinize erişmek için, getirdiği her şeyde onun yoluna girin.

Şüphesiz gerçek hidayet ancak Kur'an'dadır. Hayır ancak dindedir, saadet ancak peygamberlerin sonuncusunun şeriatına tabi olmaktadır. Şeriata sarıl­ma ölçüsünde dünya ve ahirette kurtuluşa erişilir.

Müslim'in Ebû Musa el-Eş'arî'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Resu-lullah efendimiz şöyle buyurmuştur: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bu ümmetten olsun, Yahudi ve Hıristiyan olsun, beni dinlemeyen, ba­na inanmayan kimse, mutlaka cehenneme girer." [273]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime, Hz. Muhammed (a.s.)'in, bütün yaratıklara gönderildiğine, peygamberliğinin bütün insanlara ve cinlere şamil olduğuna işaret etmektedir.

İnsanlardan amaç, mükellef olan, akıl ve buluğ çağına erişmiş kimseler­dir. Nitekim Ahmed b. Hanbel, Ebû Davud ve Hakîm'in, Hz. Ali ve Hz. Ömer'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte, Resulullah efendimiz şöyle buyur­muşlardır: "Üç kimseden kalem kaldırılmıştır: Buluğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyan kimseden, aklı başına gelinceye kadar deliden".

Yine insanlardan maksat, kendilerine Resulullah efendimizin varlığı, mu­cizeleri ve şeriatıyla ilgili haber ulaşan kimselerdir. Bu devirde, artık, Muham­med (s.a.)'in zuhur ettiğine dair haberin ulaşmadığı kavim yoktur.

Yine bu ayet, Resulullah efendimizin bütün insanlara gönderildiğine işa­ret etmektedir. O, hayat, ilim, kudret ve vahdaniyyet sıfatlarına sahip olan, âlemlerin yaratıcısı, babadan, oğuldan ve ortaktan münezzeh olan, kıyamette yeniden diriltmeye gücü yeten, göklerin ve yerin sahibi, kâinatta dilediği gibi hükmeden Allah tarafından elçi gönderilmiştir. Bütün yaratıklar, Cenab-ı Hakk'm kuludur. Onlara, nimeti veren O'dur, hem de en büyük nimetleri. Mah-lukatı, yükümlülüklerinin gereği olarak, öldükten sonra hesaba çekecek olan O'dur.

Mahlukata gereken şey, Cenab-ı Hakk'ın varlığına ve Rabbaniyetine iman etmek ve onun şeriatına uymaktır. Ziraat, sanayi, helâl ticaret ve faydalı ilim tahsili gibi normal dünya işleri şeriat hükümlerinden değildir. Bunlar, insanla­rın akıllarına, bilgilerine ve maharetlerine bırakılmış şeylerdir. Nitekim Buha-rî ve Müslim'in rivayet ettikeri bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz".

Onun hak peygamber olduğuna işaret eden mucizeler de, Cenab-ı Hakk'm kelimelerindendir. Çünkü garib olan her şeye kelime denilir. Mucizeler iki çe­şittir:

1- Resulullah Efendimizin zatında zuhur eden mucize. Bunların en şerefli­si ve en önemlisi, onun ümmî bir kişi olmasıdır. O hiçbir hocadan ders alma­mış, hiçbir kitap okumamış, hiçbir âlimin sohbetinde bulunmamıştır.

2-  Kendisinden zuhur eden mucizeler: Ay'ın ikiye bölünmesi, parmakları arasında su kaynaması gibi.

"Allah'a ve O'nun kelimelerine iman eder" sözünden murad olunan mana şudur: O, Allah'a, kendisinde izhar ettiği mucizelere, kendisine ve kendisinden önceki peygamberlere indirilenlere inanır." [274]

 

Musa (A.S.)'Nın Kavminden Hakka Tabi Olanlar, Allah'ın Tih Çölünde İsrailoğulları'na Nimetleri

 

159. Musa'nın kavminden de bir cema­at vardır ki, hakka irşad ederler ve onunla adalet yaparlar.

160. Biz onları on ikiye, torunlara, üm­metlere ayırdık. Kavmi ondan su iste­dikleri zaman: "Asanı taşa vur" diye vahyettik de ondan on iki pınar kayna­yıp aktı. İnsanların her kısmı su içe­cekleri yeri iyice belledi ve onları üzerlerinde bulutla gölgelendirdik. Onlara kudret helvasıyla selva indir­dik. "Size rızık olarak verdiğimizin en temiz ve güzellerinden yiyin". Onlar bize zulmettiler. Fakat kendi kendile­rine zulmediyorlardı.

 

Kelime ve İbareler:

 

"...hakka irşad ederler" İnsanlara hakkı gösterirler.

"Biz onları ümmetlere ayırdık." İsrailoğulları'nı gruplara ayırdık.

"Esbât": Kabileler, sülâleler. İsrailoğulları'nm torunları: Lâva ve onun oğ­lu Yusufun iki çocuğu Efrayim ve Mens'in sülaleleri dışında, geriye kalan on çocuğun sülaleleri.

"On iki pınar" her kabile için ayrı bir pınar, "kaynayıp aktı."

"Kudret helvası": Ağaçların yapraklan üzerine inen ve bal gibi tatlı olan yiyecek.

"Selva": Bıldırcına benzeyen, fakat ondan daha büyük bir kuş. [275]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah, İsrailoğullarına rahmet indirip Hz. Muhammed'in ümmeti olmaya teşvik ettikten sonra, onları kurtuluşa erenler diye vasıflandırmış ve onlar için üç hal zikretmiştir:

1- Onlardan bir kısmı, Hz. Musa (a.s.)'a ve Muhammed (s.a.)'e hakkıyla uymuşlar, hakka sarılmışlar ve onunla hükmetmişlerdir.

2- Onların on iki fırkaya ayrılması, kabile sayısının on iki olmasındandır.

3- Taştan on iki pınar fışkırması, Musa (a.s.)'dan su istedikleri zamandaki kabile sayısının miktarına göredir. Onları bulutla gölgelendirmesi, kudret hel­vası ve bıldırcın eti indirmesi de on iki kabileye göredir. [276]

 

Açıklaması

 

Allahu Teâlâ, İsrailoğulları'ndan bir cemaatın Hakk'a uyduğunu, onunla adaleti sağladıklarım haber vermektedir. Onlar, İsTailoğuUar\'wdaıa. mümin olanlar ve tevbe edenlerdir. Hem Hz. Musa'ya, hem de Hz. Muhammed'e inan­mışlardır. Onlar, nefislerini imanla kuvvetlendiren, insanları doğru yola davet eden, onları Allah'tan gelenlere yönelten ve aralarındaki hükümlerde hak ile muamele eden bir cemaattir. Hiç kimseye zulmetmezler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Kitap Ehli'nin hepsi bir değillerdir. Onlardan bir zümre vardır ki, ayakta dikilir, gece saatlerinde secde ederek Allah'ın ayetlerini okurlar" (Al-i İmran, 3/113); "Muhakkak ehl-i kitaptan öyleleri vardır ki, Allah'a, size indirile­ne ve kendilerine indirilene korku ile iman ederler. Onlar, Allah'ın ayetlerine karşılık az bir pahayı satın almazlar. İşte onların Rableri katında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah, hesabını tez ve çabuk görücüdür" (Al-i İmran, 3/199); "Ehl-i Kitaptan öyle kimse vardır ki, ona bir kantar emanet versen, onu sana öder. Ve onlardan öyle kimse de vardır ki, ona emanet olarak tek bir altın versen, sen ayak diretip durmadıkça onu sana ödemez. Bunun sebebi, onların: "Ümmî-ler hakkında bize karşı bir yol yoktur" demeleridir. Onlar bildikleri halde, Al­lah'a karşı yalan söylerler" (Al-i İmran, 3/75).

Kısacası, İsrailoğulları'nın üç hali vardır:

1- Bu ayette bildirilen haber, Hz. Musa zamanındaki ve ondan sonraki İs­railoğulları'ndan mümin bir cemaate dairdir. Onlar üç gruptur:

a) Hz. Peygamber devrinde yaşayıp ona iman edenler. Şu ayet-i kerimede onlara işaret olunur: "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu nasıl okunma­sı gerekiyorsa öyle okurlar. İşte bunlar ona iman ederler" (Bakara, 2/121).

b) Hz. Musa'ya iman etmiş, ondan sonraki peygamberlere uymuşlardır. Onlar, bu ayet-i kerimede zikredilenlerdir.

c) Daha önceki ayet-i kerimede: "Allah'ın ayetlerini okurlar" diye zikredi­lenlerdir.

Bu, her ümmetin içinde, hak ve adalet ehli olan kimselerin varlığına işa­ret eder.

2- Allah, İsrailoğulları'nı oniki fırka veya kabileye, on iki ümmet ve cema­ata ayırmıştır. Onların her biri, maişet ve dünya işlerindeki özellikleriyle bir­birlerinden ayrılırlar.

3- Cenab-ı Hakkın nimetlerine karşı, bu kabilelerin halidir. Allah'ın ni­metleri şunlardır:

a) Onlar, Hz. Musa'dan su istedikleri zaman, Cenab-ı Allah kendilerine yardım etti. Onlar çölde susayınca, su istediklerinde, Allah, Musa (a.s.)'a şöyle vahyetti: "Asanı taşa vur". Bunun üzerine o da vurdu. Taştan on iki kabilenin sayısı kadar pınar fışkırdı. Her kabilenin özel pınarı vardı: "Her kısmı su içe­cekleri yeri iyice belledi".

"İnbiâs" ve "inficâr" kelimeleri arasında fark vardır. Birincisi suyun az çık­ması, ikincisi, suyun çok çıkması demektir.

b) Bulutun gölgelendirmesi. Çölde sıcaklık şiddetlenince, Allah kendisin­den bir rahmet olmak üzere, onları gölgelendiren bir bulut gönderdi.

c) Bıldırcın eti ve kudret helvasının indirilmesi. Hiçbir meşakkat ve yor­gunluk olmaksızın onlara inen leziz bir yiyecekti.

"el-Menn", kudret helvası demektir. Onlar için ekmek yerine geçiyordu. Sabahleyin ağaç yapraklan üzerinde ve başka yerlerde toplanan çiğ gibi tatlı bir şeydi.

"el-Selvâ" ise, onlar için et yerine geçiyordu. O, bıldırcından daha büyük bir kuştur. Sonra onlara: "Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin". buyruluyor. Onlar, size mahsus nimetlerdir. Size düşen de, ancak nimete şü­kürdür.

Onlar bu nimetlere nankörlük etmekle bize zulmetmediler, kendilerine zulmettiler, zarar verdiler. Çünkü bir mükellef, bir masiyete yöneldiği zaman, nefsini büyük bir azaba maruz kılar, dolayısıyla da ancak kendine zarar verir. Kendine zulmeden, başkasına daha zalim olur. [277]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Birinci ayette geçen: "Musa'nın kavminden bir topluluk" ifadesi, İslâm'da kavmiyetçilik olmadığına işaret eder. Cenab-ı Allah bize, insanlara ve eşyaya nasıl hükmedeceğimizi öğretir. O da hak ve adalet yoludur. Bu, daima kalıcı ve ebedî bir hükümdür. Bu, şehadet ediyor ki, İsrailoğullarından bir cemaat, ge­rek kendileri ve gerekse başkaları hakkında hak ve adalete sarıldılar. Hz. Mu­sa'ya ondan sonraki peygamberlere iman ettiler. İnsanlar arasında adaleti uy­guladılar, insanları hidayete ve hakka davet ettiler. Bu meziyet, Muhammed (a.s.)'in ümmeti için de geçerlidir. İsra gecesi, Resulullah dünyaya döndükten sonra yüce Allah, Rasûlüne şu ayeti indirdi: "Yarattıklarımızdan öyle bir üm­met vardır ki, hakkı gösterirler ve adaletle hükmederler" (A'raf, 7/181). Bunun­la Muhammed (s.a.)'in ümmeti kasdedilmemiştir. Allah ona şunu bildiriyor: Kavmi içinde Musa'ya verdiğimi, kavmin içinde sana da verdim.

"Onları ümmetlere ayırdık" ayeti, İsrailoğulları'nın on iki kısma ayrıldığı­na işaret etmektedir. Çünkü onlar, Hz. Yakub (a.s.)'ın on iki evladından gel­mekteydi.

Allah, birbirlerine haset etmesinler ve aralarında kargaşa olmasın diye onları birbirinden ayırdı. Şüphesiz, taksimat onları ihtilaf ve münakaşa zah­metinden rahatlığa kavuşturuyordu. Her kabilenin işinin başkaları tarafından bilinmesi, Hz. Musa'nın işini kolaylaştırıyordu.

"Musa'ya vahyettik" ayeti, yüce Allah'ın İsrailoğulları'na ihsan ettiği ni­metlere işaret etmektedir. Onlar şunlardır: Çölde su içmek için Hz. Musa'nın taşa vurması ile kabile sayısınca, on iki pınarın fışkırması. Bu, kendisi için bir mucizedir. Asâ mucizesi, ışık saçan el mucizesi, onları Firavun ve kavminden kurtarmak için denizin yarılması mucizesi gibi. Allah'ın verdiği başka bir ni­met, bir bulutun onları gölgelendirmesiydi. Başka bir nimet de, onlara bıldırcın eti ve kudret helvası indirmesiydi.

Allah, bu güzel yiyecekleri onlara mubah kılmış, yemeyi, içmeyi kolaylaş­tırmıştı. Fakat İsrailoğulları bu büyük nimetlere karşı şükretmediler. Nankör­lük ettiler ve günah işlemekle nefislerine zulmettiler. Allah'a itaattan çıkarak fâsık oldular. [278]

 

İsrailoğulları'nın Beyt-i Makdis'e Yerleşmeleri

 

161. O zaman onlara: "Şu şehirde yerle­şin. Onun dilediğiniz yerinden yeyin. "Hıtta" deyin ve kapısından secde ede­rek girin ki, günahlarınızı mağfiret edelim. Biz, ihsan edenlere daha fazla­sıyla vereceğiz" denilmişti.

162.  Fakat içlerinden o zulmedenler, kendilerine söylenen sözü başka bir şeyle değiştirdiler. Biz de üzerlerine zulümlerinden dolayı gökten bir azab indirdik.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şehir": Beyt-i Makdis, Kudüs şehri.

"Hıtta": Günahlarımızı ve kusurlarımızı bağışla, demektir.

"Zulmedenler ....sözü": "hıtta" kelimesini "başka bir şeyle" "habbetun fi şa'retin" kelimesine "değiştirdiler"[279]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah, İsrailoğulları'nın hallerini ve onlara ihsan ettiği nimetlerin çeşitle­rini, onlara karşı nankörlüklerini ve kendilerine zulümlerini saydıktan sonra, isyan yahut zulüm ve Allah'ın emrine muhalefet çeşitlerinden bir başkasını zikretmiştir. O da muayyen bir söz ile, "hıtta" sözüyle ve belirli bir vaziyette secdeye kapanarak şehre giriştir. Ayetler arasındaki bağlantı gayet açıktır. İki tarafta da, o kavmin zulüm ve durumları açıklanmaktadır. Bu nedenle iki ayet, onlardaki zulüm sıfatını ispatla son bulmuştur. [280]

 

Açıklaması

 

Bu kıssanın açıklaması, sadece lafızlardaki değişiklik ile Bakara süresin­deki iki ayette (58, 59. ayetler) geçmişti. Bu, Kur"an'ın belagatı ve mükemmel icazıdır. Çünkü aynı lafzın tekrarı beliğ değildir. Bir manayı, değişik üslup ve lafızlarla ifade etmek belağattir.

İmam Râzî, iki sûre arasındaki lafızların değişik oluşuyla ilgili olarak sekiz görüş zikretmiştir.[281] Çelişki olmadıkça iki ibarenin farklı oluşunda her­hangi bir beis yoktur. Razî'nin zikrettiği görüşler şunlardır:

1- Buradaki ayette Rabbimiz: "Şehirde yerleşin" buyurmuş, oradaki ayette ise: "Giriniz" buyurmuştur. Buradaki ifade daha tamamlayıcıdır. Çünkü "yer­leşmek", "girme"yi gerektirir.

2- Buradaki ayette "Ve külü" buyurmuş, oradaki ayette ise: "Fe külü" bu­yurmuştur. Çünkü yeme, girişten sonra olur. Bu sebeble takip edatı olan "fa"nın zikredilmesi daha güzeldir. "Vav"a gelince; yemenin yerleşme ile bera­ber olduğuna işaret eder.

3- Oradaki ayette yemek "Reğaden"  (bolca, afiyetle) lafzı ile gelmiştir. Burdaki ayette ise, vasıf zikredilmemiştir. Çünkü gelen kimsenin girişten önce yemesi, daha lezzetli olur. Normal olarak nefis onu arzular. Fakat şiddetli ihti­yaç halinde olur. Onun için buradaki ayette "reğaden = bolca, afiyetle" lafzı ter­kedilmiştir.

4- Buradaki ayette: "Hıtta"  sözü, "duhul" (giriş) sözünden önce zikredil­miştir. Oradaki ayette ise, bu iş tersinedir. İki tabir arasında fark yoktur. Çün­kü "vâv", tertibi gerektirmez. İsterlerse önce dua, sonra secde edip baş eğerler. İsterlerse önce secde edip baş eğerler, sonra "hıtta" lafzı ile dua ederler. Çünkü asıl maksat, Cenab-ı Hakkı yüceltmek ve O'na boyun eğmektir.

5- Buradaki ayette: "Günahlarınızı mağfiret edelim" derken, günahlarınız manasında "hatletiküm" lafzı kullanılmışken, oradaki ayette "hatâyaküm" laf­zı kullanılmıştır. Her iki çoğul şekli de, aynı manaya işaret eder ve her ikisinde de günahları mağfiret etmenin, aza da, çoğa da şamil olduğuna işaret vardır.

6- Buradaki ayette: "Biz, ihsan edenlere daha fazlasıyla vereceğiz"  denil­miş, "vav" söylenmemiş, orada ise "vav" zikredilmiştir. Mânâ aynıdır. İstinaf ifade eden "vâv"ın terk edilmesi, ihsanın çoğaltılacağına daha çok işaret etmek­tedir. İki şey vaadolunmaktadır: Mağfiret ve iyiliğin çokluğu.

7- Buradaki ayette: "Biz de üzerlerine gökten bir azap indirdik." buyuru-lurken, Bakara sûresinde: "Zulmedenler üzerine indirdik" buyurulmuştur. "İn­zal" (indirmek) kelimesinde çokluk manası yokken, "irsal" (göndermek) kelime­sinde bu mana vardır. Sanki Allahu Teâlâ, az azabı indirmekle başlamış, sonra onu çoğaltmıştır.

8- Buradaki ayette "zulümlerinden ötürü"  buyrulurken, oradaki ayette: "fısklarından ötürü" buyurulmuştur. Bu, onlarda iki vasfın da olduğuna işaret eder. Onlar, kendi nefislerine zulmetmişlerdi, fâsık idiler, Allah'ın taatından çıkmışlardı. Sonra orada zikredilen zulümde başkasına düşmanlık manası var­dır, fıskta ise dinden çıkış manası vardır.

Burada: "İçlerinden o zulmedenler, kendilerine söylenen sözü başka bir şeyle değiştirdiler" ayetinde, "içlerinden" kelimesi eklenmiştir. Oradaki ayette bu yoktur. Bu ek, açıklamayı pekiştirmek içindir. Tebdilin manası, onlar, ictihad ve te'vil söz konusu olmaksızın, söz ve işleriyle muhalefet ettiler, demek­tir.

Ayetin genel manası: Allahu Teâlâ, Peygamber efendimizin çağdaşı olan İsrailoğulları'na seleflerinin yaptıklarını hatırlatmaktadır. Onlar, seleflerinin yaptıklarına rıza gösterdikleri için, onlar gibi kınanıyor. Allah onlara, Kudüs'e veya başka bir şehire, Allah'tan günahlarını mağfiret etmesini istiyerek, Al­lah'a huşu ve hudulannı arzederek girmelerini emretti. Allah onlara iki şey va-adetti: Günahlarını bağışlamak, iyiliği artırmak. Fakat, isyan ve nankörlük ta­biatına sahip yahudiler, ilahî emre karşı nankörlükte bulundular. Söz ve fiille­riyle Allah'a muhalefet ettiler. "Hıttatün" yerine, "habbetün fi şa'retin" dediler. [282]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu olaydaki ibret gayet açıktır. O da şudur: Allah, insanları günahları se­bebiyle ahiretten önce, dünyada da cezalandırır. İnsanlara gereken şey; zulüm­den ve fısktan uzaklaşmaktır. Çünkü, peygamberlerinin çokluğuna ve kendi zamanlarındaki insanlara üstün kılınmalarına rağmen Allah, İsrailoğulları'nı zulümleri ve fisklan sebebiyle cezalandırdı. [283]

 

Cumartesi Günü Balık Avlamak İçin Yahudilerin Düşündükleri Hile, Emre Muhalefet Edenlerin Cezalandırılması

 

163. Onlara deniz kıyısındaki o kasaba­yı sor. Hani onlar, Cumartesi gününde haddi aşmışlardı. Çünkü Cumartesi ta­tili yaptıkları gün balıklar akın akın meydana çıkarak yanlarına geliyor, Cumartesi tatili yapmadıkları gün ise gelmiyordu. İşte biz itaattan çıkmakta olduklarından dolayı kendilerini böy­lece imtihan ediyorduk.

164.  Hani içlerinden bir ümmet (toplu­luk): "Allah'ın kendilerini helak edece­ği veya çetin bir azabla cezalandıraca­ğı bir kavme ne diye öğüt veriyorsu­nuz?" dediği zaman, onlar: "Rabbinize özür için. Umulur ki sakınırlar" demiş­lerdi.

165. Ne zaman ki onlar kendilerine ya­pılan öğütleri unuttular. Biz de onları, kötülükten alıkoymakta sebat edenleri kurtuluşa erdirdik. Zulmedenleri de, yapageldikleri fıskları yüzünden şid­detli bir azabla yakaladık.

166.  Bu suretle onlar serkeşlik ederek alıkondukları şeyleri yapmakta ısrar edince, kendilerine: "Hor ve zelil may­munlar olun" dedik.

 

Kelime ve İbareler:

 

Ey Muhammed! Şehir halkının başına gelen bu olayı hatırlatıp uyararak "Onlara deniz kıyısındaki": Kızıldeniz kıyısı Eyle'deki. "o kasabayı": Eyle ka­sabasını "sor!" Eylât körfezi bugün de meşhurdur. Köyden, Medyen ve Taberi-ye'nin kasdolunduğu da söylenmiştir. Şehirle, şehir halkı kasdolunmaktadır. Araplar şehire "karye" (köy, kasaba) der. Ebû Amr b. el-Alâ'dan şöyle dediği ri­vayet olunmuştur: Hasan ve Haccac'dan daha fasih iki karyeli (karye ile şehri kasdetmektedir) görmedim.

"Cumartesi gününde haddi aşmışlardı": O gün, Allah'ın koyduğu sınırı aşıyorlardı. Kendilerine yasaklandığı halde o gün balık avlıyorlardı.

"Cumartesi": Avlanmayı ve başka işleri terketmek ve ibadetle meşgul ol­mak suretiyle yahudilerin saygı gösterdikleri gündür. İşte onlar, Cumartesiye saygı konusunda aşırı gidiyorlardı.

"Biz kendilerini böylece imtihan ediyorduk": Fıskları sebebiyle onları böy­le şiddetli belâlarla imtihan ediyorduk. Onlar hileyle cumartesi günü balık av­ladıklarında cuma günü havuzların arkasını kesiyorlardı. Şehir halkı üçe ayrıl­mıştı: Üçte biri onlarla beraber avlıyor, üçte biri onları balık avlamaktan alı­koymaya çalışıyor, diğer üçte biri ise çekimser davranıyordu.

"Rabbinize özür dilemek için": Nasihat edenler dediler ki, bizim öğütleri­miz, nehy-i ani'l-münker hususundaki kusurumuzdan dolayı Cenab-ı Hakk'a karşı özür dilemek içindir. "Umulur ki sakınırlar" Avlamaktan.

"Ne zaman ki, kendilerine yapılan öğütleri unuttular..." İnsanların terket-tiği gibi, kendilerine yapılan öğütleri terkettiler, onlardan yüz çevirdiler, muha­lefet etmekten geri dönmediler.

"Zulmedenleri de yapageldikleri fıskları sebebiyle" Allah'a itaattan çıkma­ları sebebiyle "şiddetli": Bu manaya gelen "beis" kelimesi, ya be's kelimesinden türemiştir, ya da "buûs" kelimesinden türemiştir. O zaman kerih görülen şey demektir, "bir azabla yakaladık".

Ses çıkarmayan guruba gelince; Abdullah b. Abbas: "Ses çıkarmayan şehir halkına Allah'ın ne yaptığını bilmiyorum" diyor. İkrime ise: Helak edilmediler, çünkü onlar, diğerlerinin yaptıklarını kötü görüyorlardı, demiştir. Hakim, İbni Ab-bas'm daha sonra İkrime'nin görüşünü beğenip onu tercih ettiğini rivayet etmiştir. [284]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayetler, Yahudilerin bir başka muhalefetini ve isyanını açıklıyor. Onların şehre giriş kıssaları anlatıldıktan sonra, balık avlamadaki hileleri anılıyor. Bu olay, Bakara sûresinde kısaca şöyle geçer: "Gerçekten sizden cumartesi günü haddi aşanları bilmişsinizdir" (Bakara, 2/65) Nisa sûresinde de, iki ayette (47 ve 154) buna işaret olunur. Ondan önce, burada Mekke'de nazil olan A'râf sure­sinde, Peygamber (s.a.)'in, hiçbir yahudi ile görüşmeden önceki dönemde zikro-lunan bu kıssa, îcaza delâlet eder. Çünkü Resulullah ümmî idi, ilim tahsil et­memişti ve hiçbir kitap okumamıştı. İşte onun, olayı haber vermesi bir mucize ve bunun Allah tarafından haber verildiğinin bir delilidir.

Olayı anlatmanın bir faydası daha var: Muhammed (a.s.)'ı ve mucizelerini inkâr etmenin bu zamanda ortaya çıkmış yeni bir şey olmadığına, küfür olayı­nın eski zamanda seleflerinde de bulunduğuna dikkat çekmektir. [285]

 

Olayın Özeti:

 

Rivayet olunduğuna göre, Yahudiler de bizim gibi Cuma günü ile emrolun-muşlardı. Fakat onlar, onu terkederek, cumartesi gününü seçtiler. Bu sebeple, o günle imtihan olunmuşlardır. O gün avlanmaları, kendilerine yasaklandı. O güne saygılı davranmakla emrolundular. Cumartesi günü balıklar sürü ile geli­yorlardı. O kadar çoktular ki, onların çokluğundan adeta su görünmüyordu. Cumartesi günü dışındaysa, hiç balık gelmiyordu. Bu durum bir süre böyle de­vam etti. Sonra İblis geldi ve onlara şöyle dedi: "Siz, Cumartesi günü onları yakalamaktan yasaklandınız. Havuzlar yapın, cumartesi günü balıkları oraya doğru sürersiniz. Onlar oradan çıkamaz ve siz de pazar günü avlarsınız". İçle­rinden birisi, bir balık yakaladı. Sahildeki bir ağaca kuyruğundan iple bağladı, suya saldı. Sonra pazar günü onu çıkarıp kızarttı. Bunun üzerine komşusu ba­lığın kokusunu aldı, ateş yaktığı yere geldi ve: "Allah'ın yasağını çiğniyorsun. Allah sana azap edecektir" dedi. Fakat o adam, Allah'ın azap etmediğini görün­ce, bir sonraki cumartesi, iki balık yakaladı. Diğer insanlar, hemen azap gel­mediğini görünce, onlar da balık avladılar ve yediler. Sayıları yaklaşık yetmiş bin kişiydi. Şehir halkı üçe ayrıldı: Üçte biri onları nehyetti. Sayıları on iki bin civarındaydı. Üçte biri; "Söz dinlemeyen bir kavme niçin nasihat ediyorsunuz?" dedi. Üçte biri de hata işleyenlerin kendileriydi.

Haddi aşanlar, durumlarından vazgeçmeyince, müslümanlar onlara: "Biz sizinle beraber yaşayamayız" dediler. Bir duvarla şehri ikiye böldüler. Müslü­manların bir kapısı, haddi aşanların da bir kapısı vardı. Hz. Davud onları la­netledi. Nehyedenler bir gün, oturuyorlardı. Haddi aşanlardan hiç kimse dışarı çıkmadı. Her halde bunlara bir şey oldu, dediler. Baktıklarında, onların may­mun olduklarını gördüler. Kapıyı açarak, yanlarına girdiler. Maymunlar, in­sanlardan kendilerine benzer olanları tanıdılar. İnsanlar ise, maymunlardan kendilerine uygun olanları tanımıyorlardı. Maymun kendi benzerine geliyor, onun elbisesini kokluyor ve ağlıyor kendisine: "Biz seni nehyetmedik mi?" de­nildiğinde başıyla "evet" işareti yapıyordu. Gençlerin maymun, ihtiyarların do­muz olduğu söylenmiştir.

Hasan el-Basrî'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Ömürlerini o kadar kötü yediler ki, onları dünyada rezil rüsvay etti, ahirette de, büyük bir azaba maruz bıraktı. Vallahi bir balık tutup da onu yiyen bir toplumun durumu, Allah ka­tında bir müslümanı öldürenden daha büyük olamaz. Fakat Allah'ın bir zama­nı vardır. Zaman hızla yaklaşmaktadır.[286]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammedi Senin zamanındaki Yahudilerden, Allah'ın emrine muhale­fet eden seleflerinin başlarına geleni sor. Onlar hile yapmalarının, haddi aşmala­rının cezalarını feci şekilde çekmişlerdi. Buradaki soru, azarlama içindir. Pey­gamberimizin çağdaşlarının küfrü, yeni bir şey değil, eskidir. Onların selefleri de, büyük günah işlediler. Allah'ın emirlerine muhalefet ettiler. Onları, sana mu­halefetten sakındır ki, atalarının başına gelenler, onların da başına gelmesin.

Deniz sahilinde bulunan o şehir -Kızıldeniz kenarında Medyen ile Tur ara­sındaki Eyke şehri- halkını onlara sor. Onlar, iş yapmamak ve sırf ibadet et­mek gibi düşüncelerle, hürmet ettikleri cumartesi gününde Allah'ın koyduğu sınırları aşmışlar, Allah'ın emir ve tavsiyelerine muhalefet etmişlerdi. Nehye-dildikleri halde o gün balık avlamışlardı. Hürmet edilen cumartesi gününde balıklar çokça geliyordu. Onları avlamak için bir zahmete de katlanılmıyordu. Cumartesi gününün dışındaysa, balıklar gizleniyor, ortaya çıkmıyorlardı. Bu­nun üzerine onlar da "med" ve "cezir" olayından, yani suların kabarıp alçalma­sından yararlanarak avlanmak için havuzlar yapıp hile yoluna başvurdular.

"Med" sırasında sularla beraber balıklarla dolan havuzlar, "cezir" esnasın­da havuzlarda kalıyorlardı. Böylece onlar da ertesi günü balıkları yakalıyorlar­dı.

Avlanılması yasak günde balıkların ortaya çıkıp, avlanılması helâl gün­de gizlenmeleri şeklindeki imtihanla, biz eskileri imtihan ettiğimiz gibi, çağ­daşlarını da imtihan ederiz. Herkese ameline göre muamele ederiz. Allah'ın sünneti şudur: Kendisine itaat edenin dünya işlerini kolaylaştırır, ahirette de sevap verir. Kendisine isyan edeni de, çeşitli belâ ve musibetlere maruz bırakır.

Onlardan masiyetin zuhuru esnasında şehir halkı üçe bölündü: Bir kısmı isyankârları destekliyordu, bir kısmı onlara karşı çıkıp nasihat ediyordu, bir kısmı da nasihatin faydasına inanmadığı için tarafsız kalıyor ve öğüt verenlere şöyle diyordu: "Cenab-ı Allah'ın helak olmalarına ve yok olmalarına hükmettiği bir topluma neden nasihatta bulunuyorsunuz? Biliyorsunuz ki, Allah onları he­lak edecek, dünya ve ahirette cezalandıracaktır".

Öğüt verenler, onlara şöyle cevap verdiler: "Biz, kötülük karşısında sus­makla kendimizi kurtaramayacağımız, görevimizi yaptık diyemeyeceğimiz için onlara öğüt veriyoruz. Onların durumlarını düzeltmelerinden, hakka dönmele­rinden ümitsiz değiliz. Belki onlar, içinde bulundukları halden sakınırlar, onu terkederler, tevbe ederek Allah'a dönerler. Allah da onların tevbelerini kabul eder, merhamette bulunur.

Onlar kendilerine yapılan öğütleri unutunca, hata işlemeye devam edip nasihat kabul etmeyince, onları kötülükten alıkoymaya çalışanları kurtardık. Onlar öğüt veren, kınayan kimselerdi. Ancak birinci grup daha güçlüydü. Çün­kü onlar, hem sözle, hem de fiilen kötülüğe engel olmaya çalışıyorlardı. Onun için Kur'an, nehyedenlerin kurtulduğunu açıkça zikretmiştir. İkinci grup ise, sadece kalple inkâr etmişler, onun için Kur'an bunlardan söz etmemiştir. Çün­kü onlar, öğülmeye lâyık değillerdir. Bir günah işlemedikleri için de kötülenme-mişlerdir.

Biz, günah işleyen zalimleri şiddetli bir azapla cezalandırdık. Nehyolun-dukları şeyi terketmeyip öğüt verenlerin nasihatini dinlemedikleri için, Allah onları zelil, hakir maymunlar yaptı. İnsanların reddettiği kimseler oldular. Bu, dünya azabı. Ahiret azabı ise daha şiddetli ve kalıcı olacaktır.

Cumhurun görüşüne göre, sadece balık avladıklarından değil, ama emir­lere karşı çıktıklarından ve isyanda devam ettiklerinden dolayı gerçekten maymunlara çevrildiler. Bugünkü maymunlar onların neslinden midir, yoksa onlar helak olup nesilleri kesildi mi? Ayette, bu hususta kesin bir işaret yok­tur.

Mücahid şöyle demiştir: Bu, onlar suçlan sebebiyle, kötü tabiatlı, şer ve if-sad bakımından tıpkı maymun gibi oldular, demektir.

Tercih edilen görüş, şöyle diyen bilginlerin görüşüdür: Susanlar, kurtuldu­lar.. İbni Abbas da bu görüşte olan İkrime'nin görüşüne katılmıştır. İbni Eesir de, bu görüşü benimsemiş ve şöyle demiştir: Bu, onlar helak oldular, demekten daha uygundur. Çünkü daha sonra onların halleri ortaya çıkmıştır. [287]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu kıssadaki ayet-i kerimeler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Olayı haber vermek, Resulullah'm peygamberliğinin doğruluğuna alâmettir. Çünkü Allah ona bunları -başka birinden ilim tahsil etmeksizin-bildirmiştir. Onlar şöyle diyorlardı: "Biz Allah'ın oğulları ve dostlarıyız" (Mâide, 5/18). Çünkü biz, onun dostu İbrahim'in torunlarındanız, İsrail'in torunlanndanız, Musa kelimullah'ın torunlarındanız, onun oğlu Uzeyr'in to­runlarındanız. Bunun üzerine Allah, Peygamberine şöyle buyurdu: Bu şehir­den olanlara sor ey Muhammed! Günahları sebebiyle, ben onlara azap etme­dim mi?

2- Allah'ın şeriatını iptale, prensiplerini yıkmaya, hükümlerini çiğnemeye ve emirlerine muhalefete varan hilenin boşa çıkarılması.

3- Yasak ve mahzurlu şeye götüren her şeyin haram olması. Haram'a vesi­le olan şey de haramdır.

4- Emr-i bil-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker'in vacib olması. Fesatçılardan ayrılmanın ve uzaklaşmanın gerekliliği. Çünkü onlarla oturup kalkan, onlar gibi olur.

5- Cenab-ı Hakk'ın: "Biz kendilerini böylece imtihan ediyorduk" sözü, ken­disine itaat eden kullarının dünya ve ahiret durumlarını hafifleteceğine, kendi­sine isyan eden kullarını ise, her türlü bela ve musibetlerle imtihan edeceğine işaret eder. Bu da gösteriyor ki, günahlar ceza ve sıkıntı sebebidir.

6- Ehl-i Sünnet bilginleri, ayet-i kerimeyi şu hususta delil edinmişlerdir: Din ve dünya işlerinde kulun menfaatini gözetmek Allah üzerine vacib değil­dir. Çünkü Allah, balıkların cumartesi günü çoğalacağını biliyordu. Bu duru-^VJJk OftLasi maaiyet ve küfre sürükleyeceğini de biliyordu. Eğer maslahatı gö­zetmek onun üzerine vacip olsaydı, onları küfür ve masiyetten korumak için, bu balıkları diğer günlerde de çoğaltması gerekirdi.

7-  Allah'ın emirlerine isyan edenler ve masiyette devam edenler, helak olurlar. İsyanı çirkin görenler ve asilere nasihat edenlerse, kurtuluşa ererler.

Ses çıkarmayan grup ise, isyanı kalben çirkin gördükleri ve onları ıslahtan ümit kestikleri için, tercih edilen görüşe göre, kurtuluşa erenler zümresinden-dirler.

8- Şiddetli azap, bazan aniden değil, yavaş yavaş gelir. Allah İsrailoğulla-rı'nı önce Babillilerle, sonra da Hıristiyanlarla cezalandırdı. İsyanda devam et­meleri sebebiyle domuz ve maymuna çevrilmeleri, dünya azabının bir çeşididir. Sonra ahiret azabı gelecektir. [288]

 

Dağın Yahudiler Üzerine Kaldırılması, Kıyamete Kadar Zillete Duçar Edilmeleri, Yeryüzüne Dağıtılmaları Ve Salihlerin İstisna Edilmesi

 

167.  O vakit Rabbin onlara, kıyamet gününe kadar üzerlerine, kendilerini en kötü azaba duçar edecek kimseler göndereceğini bildirdi. Şüphesiz Rab­bin, cezayı çabuklaştırandır. Ve mu­hakkak ki O, mağfiret ve rahmet edicidir.

168.  Onları paramparça ümmetler ola­rak yeryüzünde dağıttık. Onlardan ki­mi salihlerden, kimi de bunlardan aşa­ğı oldular. Onları hem iyiliklerle, hem de kötülüklerle imtihana çektik. Ta ki dönsünler.

169.  Onlardan sonra kötü kimseler ge­lip onların yerine geçmiştir. Kitaba da vâris oldular. Bu dünyanın geçici me-taım alırlar: "Biz ileride mağfiret olunuruz" derler. Kendilerine ona benzer kir me*a gelirse, onu da alırlar. Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyecek-

lerine dair kendilerinden o kitabın te­minatı alınmadı mı? Halbuki onda, ola­nı durmadan okumuşlardı da. Halbuki ahiret yurdu sakınanlar için daha ha­yırlıdır. Hâla aklınızı başınıza almaya­cak mısınız?

170.  Bir de Kitab'a sımsıkı sarılanlar ve namazı dosdoğru kılanlar (için ha­yırdır). Şüphesiz biz, salihlerin mükâ­fatını zayi etmeyiz.

171.  Biz, bir zaman dağı üzerlerine sanki bir gölgelikmiş gibi çekip kaldır­mıştık da, üstlerine düşecek sanmış­lardı. "Size verdiğimizi, azim ve kuv­vetle alın. Onda olanı düşünün. Olur ki iuüttakilerden olursunuz" (demiştik).

 

Belagat:

 

"Hâla aklınızı başınıza almayacak mısınız?": Azarlamayı arttırmak için üslubda gaybdan muhataba dönülmüştür (iltifat). [289]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O vakit Rabbin onlara" Yahudilere "kıyamet gününe kadar üzerlerine ken­dilerini en kötü azaba duçar edecek": Zillete düşürmek ve cizye almakla, onlara azabın en kötüsünü tattıracak "kimseler göndereceğini bildirdi." Sonra onlara, Süleyman (a.s.)'ı gönderdi. Ondan sonra da Mecusi olan Babillileri, Buhtunnassar komutasında onlara musallat etti. Onların bir kısmını öldürdü­ler, bir kısmını sürgün ettiler, bir kısmma da cizye koydular. Sonra hıristiyan-lar, sonra müslümanlar, daha sonra da çağımızda Almanlar, onlara musallat ol­dular.

"Şüphesiz Rabbin" kendine isyan edenlere^cezayı çabuklaştırandır": Kendisine itaat edenlere "mağfiret ve rahmet edicidir"

"Onları paramparça ümmetler olarak" gruplar ve fırkalar halinde "yeryü­zünde dağıttık."

"Onlardan sonra kötü kimseler gelip onların yerine geçti.": Ayette geçen "half", şer hususunda başkasına halef olan demektir. Allah (c.c), buna benzer bir ayette şöyle buyurmuştur: "Bunlardan sonra kötü bir kavim geldi ki nama­zı terkettiler" (Meryem, 19/59).

"Kitab'a da vâris oldular." Babalarından sonra Tevrat'a mirasçı oldular.

"Bu dünyanın geçici metaını alırlar." Ayette geçen "el-Arz" kelimesi, dün­ya metaı demektir. "Ednâ", bir şeyin aşağısı demektir ki, o da dünyadır. Amaç­lanan mânâ şudur: Onlar mal alırlar, yahut haram ye helalden ibaret olan bu alçak şeyi alırlar demektir.

"Kendilerine ona benzer bir meta'gelirse onu da alırlar." Hal cümlesidir. Mağfiret umuduyla, yaptıkları işlere devam ederler, yaptıklarında ısrar eder­ler. Tevrat'ta ise, günahta ısrar halinde mağfiret vaadi yoktur. Çünkü günah­lar, ancak tevbe ile mağfiret olunur. Hatada ısrar edene mağfiret olunmaz.

"O kitabın (hükmü ile)." Bu cümlede izafet vardır. Yüce Allah Tevrat'ta şöy­le buyurmuştu: Kim büyük bir günah işlerse, o ancak tevbe ile mağfiret olunur.

"Halbuki onda, olanı durmadan okumuşlardı da." Yani okumuşlar ve an­lamışlardı. Onlar, hükmü anlayanlar ve söyleyenlerdi. O halde niçin ısrarla mağfiret olunacağını söyleyerek yalan söylediler.

"Hâla aklınızı başınıza almayacak mısınız?" Ahire tin daha hayırlı oldu­ğunu bilip onu dünyaya tercih etmiyecek misiniz?

"Ahiret yurdu bir de Kitab'a sımsıkı sarılanlar ve namazı dosdoğru kılan­lar. " Abdullah b. Selâm ve arkadaşları (için hayırdır).

"Biz bir zamanlar dağı üzerlerine sanki gölgelikmiş gibi" Tavan, gök ya­hut kuş kanadı gibi gölgelendiren her şey. "çekip kaldırmıştık da" temelinden kaldırıp yükseltmiştik de "üstlerine düşecek" Tevrat'ın hükümlerini kabul et­mezlerse, Allah o dağı üzerlerine düşürmekle korkutmuştu. Yahudiler, Tev­rat'ın hükümleri ağır olduğu için kabul etmek istememişlerdi. Bu durum karşı­sında kabul ettiler, "sanmışlardı" buna yakınen inanmışlardı. [290]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah (c.c), yahudilerin bazı kusurlarını ve onları maymuna çevirmekle cezalandırdığını zikrettikten sonra, bu ayette de, yaptıklarının cezası olarak onlar hakkında kıyamete kadar aşağılık ve horluk hükmünü verdiğini, onları yeryüzüne paramparça dağıttığını, yerlerine sadece dünyaya önem veren ma­teryalist bir toplumun geçtiğini, seleflerinin, üzerlerine dağın düşürülmesi ile korkutulmasmdan sonra Tevrat'a tutunmayı kabul ettiklerini zikretmiştir. İşte bunların hepsi ibret içindir. Allah'ın emrinden çıkan ve dinin hükümlerine mu­halefet eden her ümmet, işte bunun gibi cezalarla tehdit edilir. [291]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed! Hani o zamanı hatırla ki, Rabbin yahudilerin seleflerine, peygamberlerinin diliyle, kıyamete kadar onların başına, onlara şiddetli azabı tattıracak, onlara zillet ve horluk verecek, onlardan cizye alacak, mülklerini dağıtacak, topluluklarını perişan edecek kimseleri musallat edeceğini bildir­mişti.

Şüphesiz Rabbin, kendisine isyan edenlere ve şeriatına muhalif davranan­lara çabuk ceza vericidir. Tevbe edip kendine dönenlere de çok merhamet ve mağfiret edicidir.

Ayetin işaret ettiği husus gerçekleşti: Çünkü, Musa (a.s.) onlara ilk haraç koyandır. Sonra sırasıyla Yunanlılar, Keşdânîler, Keldânîler, Babilliler, Hıristi­yan Rumlar, müslümanlar, onları kahr u perişan etmişler, onlardan cizye ve haraç almışlardır. Son asırda ise Almanlar, Hitler başkanlığında onlardan inti­kam almışlar, bir kısmını öldürmüşler, bir kısmını da darmadağın etmişlerdir.

İsra sûresi 4-8. ayetlerinde de İsrailoğulları'nm defalarca fesat çıkardıkla­rı, bu yüzden de kendilerine daha güçlüler musallat kılınıp rezil ve rüsvay edil­dikleri zikredilmiş, siz yine fesat çıkarırsanız, biz de sizi yine zelil ve rüsvay ederiz, denilmiştir.

Yahudilerin Filistin'de bugünkü durumlarına gelince; bu, geçici bir du­rumdur. Cenab-ı Hakk'ın vaadine ve kelâmına güvenimiz tamdır.

İşte bu, yahudilerin tekrar tekrar yaptıkları isyanlara ve Allah'ın hükümleri­ne karşı gelmelerine karşılık verilen birinci cezadır. Bu, yüce Allah'ın onları zelil kılmak ve onlara azab etmek için başka milletleri üzerlerine musallat etmesidir.

İkinci ceza, onların fırkalara ayrılmaları, dünyanın dört bir tarafına fır­kalar halinde dağıtılmalarıdır. İçlerinde iyileri de vardır, kötüleri de. İyileri, Hz. Musa (a.s.)'dan sonra gelen peygamberlere ve Muhammed (a.s.)'e inananlar, ahireti dünyaya tercih edenlerdir. Bunlar, cumartesi gününde haddi aş­maktan meneden ve müslüman olan Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarıdır. İyi olmayanlar ise; haksız yere peygamberlerini öldüren fâsıklar, fâcirler ve kâfir­lerdir. Yalana kulak verenler, Allah'ın indirdiğinden başkası ile hükmedip ilâhî ahkâmı değiştirmekle rüşvet alanlar, faiz yiyenlerdir. Onlarda hayır ve iyilik­ten eser yoktur. Onlar kâfir ve fâsıktırlar.

Allah, her iki gruba da, başkalarına yaptığı gibi yapar. Nimetlerle ve ceza­larla imtihan eder. Belki günahlarından dönerler, nimetlere şükrederler ve sı­kıntılara sabrederler diye.

Sonra, seleflerinden miras aldıkları Tevrat'taki hükümleri kabul edenler, onları okuyan ve onları bilen bir nesil geldi. Bunlar Resulullah (s.a.) zamanın­da yaşıyorlardı. Fakat bunlar, onu terkettiler, dünyayı, dünya metaını ve zine-tini tercih ettiler. Dünya malı toplamak için koşuşturdular. Helâl veya haram olduğuna aldırış etmediler. Gayr-ı meşru imiş, rüşvetmiş önemsemediler. Hü­küm verirken haktan ayrılınıyormuş, dinden sapılıyormuş, buna dikkat etme­diler. Allah'ın kendilerini mağfiret edeceğini, işlerinden ve günahlarından dola­yı sorguya çekmeyeceğini zannettiler. Şöyle diyorlardı: "Biz Allah'ın çocukları ve dostları, peygamberlerinin sülaleleriyiz". Onlar günah işliyorlar, günahta ıs­rar ediyorlar, helâla haram karıştırmaktan çekinmiyorlardı. Allah'ın mağfiret vaadinin günahlarından büsbütün tevbe edenlere ait olduğunu bildikleri halde, bir dünya metâı gelirse, utanmadan, sıkılmadan onu alıyorlardı.

Nitekim Allahu Teâlâ, şu sözüyle onların bu davranışlarını reddetmekte­dir: "Kitap üzerine onlardan söz alınmamış mıydı1?" Yani, Allah onların bu yap­tığını iyi görmemektedir: Çünkü Allah, onlardan Allah'a karşı haktan başkası­nı söylememeleri için ahd ve misak almıştı. Ne yüzle, ısrarla yaptıkları ve tev­be etmedikleri günahlarının mağfiret olunmasını Allah'tan umuyordu? Tev­rat'ta şöyle deniyordu: Kim büyük bir günah işlerse, o ancak tevbe ile mağfiret olunur. Kendilerinden alınan sözlerden bazıları şunlardı: Onlar insanlara hak­kı açıklayacaklar ve onu gizlemeyecekler, sözleri tahrif etmeyecekler, rüşvet al­mak için ilahî hükümleri değiştirmeyeceklerdi. Onlar da, Tevrat'ı okumuşlar, onun içindeki bâtıl yollarla başkalarının malını yemenin ve Allah'a yalan söy­lemenin haram oluşu gibi hükümlerini anlamışlardı.

Sonra Allah, sevabının bolluğu hususunda onları teşvik etmiş, şiddetli azabından da onları sakındırarak şöyle buyurmuştur: Şüphesiz ki, ahiret yur­du ve ondaki ebedî nimetler, masiyetlerden ve haramlardan sakınan, nefisleri­nin arzularına uymayı terkeden ve Rablerinin itaatına yönelenler için rüşvet gibi gayr-i meşru yollarla alman fani dünya metaından daha hayırlıdır, bunu düşünmez misiniz?

Özetle, Ahiret yurdu, o hakir metâdan daha hayırlıdır. Burada şu hususa işaret vardır. Dünya metama tama, İsrailoğullarını ifsad eden tek şeydir. İşte bunda, dünya hayatını ahiret hayatına tercih eden müslümanlar için bir ibret vardır.

Sonra Allahu Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.)'e tabi olmaya ileten Ki-tabı'na sarılanları övmüş: "Kitaba sımsıkı sarılanlar" buyurmuştur. Yani ilâhî kitabın emirlerine sımsıkı sarılanlar, onun metoduna uyanlar, yasakladığı şey­leri terkedenler ve namazı kılanlar.. Cenab-ı Hak, kitab her türlü ibadeti içine aldığı halde, bir de özellikle namazı zikrediyor. Bunu, onun derecesinin yük­sekliğini, imandan sonra ibadetlerin en büyüğü, dinin direği ve küfürle imam birbirinden ayırdeden bir alamet olduğunu açıklamak için andı.

Şüphesiz biz, ıslah etmeye çalışanların ecirlerini de zayi etmeyiz. Çünkü ıslah ediciler, kitaba sımsıkı sarılanların manası içindedir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Gerçekten iman edip de güzel amellerde bulunanlar ise; şüphesiz biz iyi amel edenin mükâfatını zayi etmeyiz" (Kehf, 18/30).

Yüce Allah İsrailoğulları'nın dinlerinin hükümlerine muhalefetlerini açık­ladıktan sonra, Kitab'ın onlara ilk indiriliş anındaki hallerini hatırlatarak: "Biz, bir zaman dağı üzerlerine sanki bir gölgelikmiş gibi çekip kaldırmıştık da üstlerine düşecek sanmışlardı" buyurdu. Yani, hatırla ey Rasûlüm! Hani Tur dağını biz onların üzerine kaldırmıştık. Bu hususa başka ayetlerde de işaret olunur: "Tur'u da üstünüze kaldırdık" (Bakara, 2/63). "Tur'u üzerlerine kaldır­dık" (Nisa, 4/154).

Onlar ağır hükümler taşıdığından dolayı Tevrat'ı kabul etmekten geri du­runca, dağ adeta üzerlerine çökecek bir tavan gibi oldu. Buna kesinlikle inan­dılar. Biz onlara şöyle dedik: Size vermiş olduğumuz ilâhî hükümleri ciddiyetle ve meşakkat ihtimalini kabullenerek alın. Onda bulunan emir ve yasaklan ha­tırlayın ve unutmayın. Yahut onda sayılan sevap ve cezayı hatırlayın da büyük sevabı isteyin, şiddetli cezadan korkun. Takvanın kalblerinizde yerleşmesi, amellerinizin din ile uyum sağlaması için böyle yapın. Bunda sizin için kurtu­luş vardır. Yahut içinde bulunduğunuz durumdan sakının. Çünkü dini ayakta tutma hususundaki azim, nefisleri temizler ve ahlâkı güzelleştirir. Dine saygı­nın küçümsendiği hallerde de, nefisler şehvetlere uymaya teşvik eder. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onu temizleyen kişi, muhakkak felah bul­muştur. Onu örten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır" (Şems, 91/9-10). [292]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler, küfür ve yahudilik üzere kalan yahudiler hakkındadır. Hz. Muhammed (s.a.)'e iman edenler, bu hükmün dışmdadırlar.

Ayetler aşağıdaki hususlara işaret ederler:

1- Tevrat'ın metinlerini değiştiren ilk yahudiler için nasıl Cenab-ı Hak onla­ra azab edecek kimseler gönderdiyse, ümmî peygambere inanmayan sonraki ya-hudilere de, onlara azab edecek kimseleri musallat edecektir. Bu hüküm kıyame­te kadar devam edecektir. Bu, dünya azabıdır. Bu azabın çeşitli şekilleri vardır:

a) Ya cizye almak suretiyle.

b) Yahut onları küçüklük ve zillete düşürmekle. "Onlar nerede bulunurlar­sa bulunsunlar, üzerlerine zillet vurulmuştur" (Al-i İmran, 3/112).

c) Yahut yurtlarından çıkarılmak ve uzaklaştırılmak suretiyle. Buhtunnas-sar zamanından İslâm devrine ve hatta zamanımıza kadar birçok millet onlara bu azabı tattırmıştır. İsrail devleti ise; Amerika'ya ve Batı'ya bağlıdır. Daima en­dişe, ızdırap ve korku içinde yaşamaktadır. İstikrar ve emniyet yoktur. İçte ve dışta, huzur ve sükûn bulamamaktadır. Zaman içinde yıkılması kesindir. İlim adamlarının tesbitine göre, zamanın geçmesi, kesinlikle onların yararına değildir.

2- Yahudi milleti parçalanmış, dünyanın dört bir köşesine dağılmıştır. On­ların bulunmadığı bir yer yoktur. İçlerinde salih kimseler olduğu gibi, kâfir, fâ-sık ve fâcir kimseler de vardır. Allah çok çeşitli şekillerde onları denemiştir. Onlara bolluk ve afiyetle muamele etmiş, küfürlerinden dönmeleri ve fisklarm-dan tevbe etmeleri için kendilerine kuraklık ve belâlar vermiştir. Maânî ehl-i demiştir ki, bu hasenat ve seyyiattan her biri, onları taate davet eder. Nimetler teşvik, cezalar ise korkutmak içindir.

3- Cenab-ı Hakk'ın yeryüzüne dağıttıklarının çocukları, Allah'ın kitabı Tevrat'a vâris oldular. Onu okudular ve ilâhî hükümlerini öğrendiler. Fakat on­lar kötü bir halef idiler. Cenab-ı Hakk'ın hükümlerine muhalefet ettiler. Bile bile, onun haram ettiği şeyleri işlediler. Bu sebeple de, Allah tarafından azar­lanmayı hak ettiler.

Onların suçlarından biri de, aşırı maddeci oluşlarıdır. Belki de Avrupa ve Amerika'ya maddeciliği öğreten onlardır. Onlar, dünya malından kendilerine ne arzedilirse, aşırı hırslarından dolayı, haram-helâl demeden onu alırlar, son­ra masiyete devam ettikleri halde mağfiret olunacaklarına inanırlar. Tevbe et­mezler. Günahta ısrar ettikleri halde; "Allah bizi bağışlayacak" sözleriyle ken­dilerini aldattıkları için, Allah onları zemmetmiştir.

Onlar kendilerine, rüşvet ve haram kazanç gibi dünyevi menfaatler gelir­se, onları da alırlar. Bu, dünya hırsı, yahudilerin tek fesat sebebidir. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Bu, huzur içinde olmadıkları halde, onların dünyaya hırslı olduklarını haber vermektedir" [293]

Kurtubî şöyle der: "Cenab-ı Hakk'ın onları zemmettiği bu vasıf, bizde var­dır." Dârimî, Muâz b. Cebel'in şöyle dediğini rivayet eder: "Kur'an, insanların göğüslerinde, elbisenin eskiyip döküldüğü gibi eskiyecek. Onu, bir lezzet ve ar­zu hissetmeden okuyacaklar. Koyun derilerini, kurtların kalbleri üstüne giye­cekler. Amelleri, içinde korku bulunmayan hırstır. Tembellik yapıp ihmal eder­lerse, daha sonra tamamlarız, kötülük yaparlarsa mağfiret olunuruz. Çünkü biz Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmuyoruz ki, derler. [294]

4- Allah, Tevrat'ta ve bütün şeriatlarda, hak söze uyacaklarına, hükümler­de rüşvet ve bâtıla meyletmeyeceklerine dair İsrailoğullarmdan ahd ve misak almıştır. Bu, aynı zamanda Rabbimizin kitabında ve peygamberimizin sünne­tinde müslümanlar üzerine de bir ahiddir.

Sonra yahudiler, Tevrat'ı okumakla beraber, misaka muhalefet ettiler. İbni Zeyd şöyle demiştir: Eğer onlara hakkı söyleyen biri rüşvet getirirse, ona Al­lah'ın kitabını çıkarıyorlar, ona onunla hüküm veriyorlardı. Yalan söyleyen biri gelince, ondan rüşvet alıyorlar, ona kendilerinin yazdığı kitabı çıkarıyorlar, onunla hüküm veriyorlardı.

5- Allah'ın kitabına sımsıkı sarılanlara ve namazı dosdoğru kılanlara Rableri katında bol ecir vardır. Yaptıkları iyiliklerden hiçbiri kaybolmaz.

6- Yahudilerin kabahatlarından biri de şudur: Onlar, ağırlığı ve zorluğu sebebiyle Tevrat'ın hükümlerini kabul etmeyi reddettiler. Ancak, Tur dağını te­pelerine indirme tehdidi ile Tevrat'ın hükümlerine döndüler.

Tur dağı kıssası, daha önce Bakara sûresinin 63, 93, Nisa sûresinin 154. ayetlerinde geçmiştir. [295]

 

İnsandan Alınan Genel Söz

 

172.  Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini alıp onları nefislerine şahit tutup: "Ben sizin Rab-biniz değil miyim?" demişti. Onlar da: "Evet, şahit olduk" demişlerdi. Bu, kı­yamet günü: "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindi.

173. Yahut: "Daha önce sadece ataları­mız Allah'a şirk koşmuşlardı. Biz de onların ardından gelen bir kuşaktık. Şimdi o bâtılı kuranların işlediği yü­zünden bizi helak mı edeceksin?" de­memeniz içindi.

174.  İşte biz ayetleri böyle açıklarız. Olur ki dönerler.

 

Belagat:

 

"Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini alıp onları ne­fislerine şahit tutup...": Burada mütekellimden muhataba yönelme (iltifat) vardır. Aslında: "Hani biz misak almıştık" demektir. Asıl maksat hitabı Resu-lullah (s.a.)'e yönelterek, onun şanını yüceltmektir. "Rabbin" diyerek, Rabb ke­limesinin, Efendimize giden zamire izafetinde, Efendimizi yüceltme ve şeref­lendirme vardır. [296]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hani Rabbin Ademoğullarından zürriyetlerini" erkek ve dişi sülaleleri­ni... Bazısını bazısının sulbünden, Adem'in sulbünden, nesil nesil "alıp" çıka­rıp "onları nefislerine şahit tutup..." onlardan nefislerine şehadet alıp. Şehadet ya kavlidir: "Onlar: "Nefislerimize karşı şahitlik ederiz" derler" (En'am, 6/130). Ya da hâlidir: "Müşriklerin, kendi küfürlerine şahit olup dururken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri yaraşmaz" (Tevbe, 9/17). Yani onların hali, bu hu­susta kendi aleyhlerine bir şehadettir. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" demiş­ti".

"Evet şahit olduk demişlerdi": Evet, sen bizim Rabbimizsin! Buna şehadet ettik.

"Bu kıyamet günü: "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindi": Ey kâfirler, biz tevhidden gafildik, bilmiyorduk dememeniz içindi.

"Biz onların ardından gelen bir kuşaktık". Biz onlara uyduk. Halbuki tak­lit, delil bulunduğu ve ilim olduğu zaman özür sayılamaz.

"O bâtılı kuranların işlediği yüzünden bizi helak mı edeceksin?" Bize azap mı edeceksin? Mana şöyle olur: Onlar için, bunu mazeret göstermek mümkün değildir. Bunun, peygamber diliyle söylenmesi, nefislerine hatırlatmak maka­mına geçer.

"İşte biz böyle açıklarız." Düşünmeleri için, peygamberimize o misakı açıkladığımız gibi.

"Olur ki dönerler." Küfürlerinden, yahut taklitten ve bâtıla uymaktan. [297]

 

Ayetler Arası İlişki          

 

Allahu Teâlâ, Musa (a.s.)'la ona uyanların kıssasını açıkladıktan sonra bu ayette de bütün mükelleflere karşı delil olan şeyi anıyor. Yahudilerle olan özel misakı: "Hani sizden sapasağlam söz almıştık" (Bakara, 2/63) ve: "Biz, bir za­man dağı üzerlerine sanki bir gölgelikmiş gibi çekip kaldırmıştık" (A'raf, 7/171) ayetleriyle zikrettikten sonra, burada da bütün insanoğullarından daha Adem'in sulbündeyken aldığı genel misakı andı.

Bundan maksat, yahudileri özel misakla ilzamdan sonra, genel misakla il­zamdır. Onlara naklî ve aklî hüccetleri delil göstermektir. Onları taklitten uzaklaştırmaya düşünmeye ve istidlale teşviktir. [298]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammedi İnsanlara, Allah'ın bütün insanlardan aldığı o misakı ha­tırlat. O misak, Allah'ın onların Rabbi ve meliki olduğu, ondan başka hiçbir ilâh olmadığı itirafını içine alıyordu. O zaman Rabbin ayette geçtiği gibi, Ade-moğullarmın sırtlarından zürriyetlerini, yahut sülalelerini çıkardı. Onları tev-hid ve İslâm fıtratı üzere yarattı.

Bu zürriyetlerden her birine vahy ve tebliğ sözüyle değil, irade ve tekvin sözüyle: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sorarak, onlardan da hal lisanıy­la: Evet sen, bizim ibadete lâyık tek Rabbimizsin diyerek, kendilerine karşı şe-hadet aldı.

Bu şahid tutmanın sebebi, eğer şirk koşarlarsa, kıyamet gününde; "Bizim tevhidden haberimiz yoktu. Bizi hiç kimse uyarmadı" şeklinde mazeret ileri sürmemeleri içindir. Artık, Allah'ın birliğine deliller ileri sürüldükten ve Al­lah'ın birliğine inanacak fıtratta yaratıldıktan sonra, aklınız varsa, sizin hiçbir özrünüz olamaz.

İnsanların Allah'ın birliğini kabul edecek kabiliyette yaratıldığı, başka bir ayette de ifade olunur: "Sen yüzünü hanif olarak dine dosdoğru çevir. İnsanla­rın üzerine yaratıldığı Allah'ın fıtratına"  (Rûm, 30/30) Sahîhayn'da Ebû Hüreyre'den rivayet olunan hadis-i şerifte Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her doğan, fıtrat üzere doğar". Bir rivayette de: "Her doğan, bu din üzere do­ğar. Anne babası onu Yahudi, Hıristiyan yahut mecusi yapar".

Sahih-i Müslim'de, Iyâd b. Hımâr'dan Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: "Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: Şüphesiz ben, kullarımı müslüman kimseler olarak yarattım. Onlara şeytanlar geldi ve dinlerinden uzaklaştırdılar. Benim helâl kıldığımı, haram kıldılar.."

Âlimler: "Hani Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini alıp..." ayetinin tefsiri konusunda iki görüşe ayrılmışlardır. Selefin görüşüne uyan müfessirler şöyle demişlerdir: Allah, Adem'i yarattı ve onun sırtından zürriye-tini zerreler halinde yarattı, onları diriltti. Akıl ve idrak verdi. O sözü ve ce­vaplarını onlara ilham etti. Onlardan, kendisinin onların Rabbi olduğu ahdini aldı, onlar da bunu ikrar ettiler. Bu mana, birçok yollardan -bunların bir kısmı zaaf ve inkıtadan uzak değildir- Peygamber (s.a.)'den rivayet olunmuştur. Bu­na bir kısım sahabe de inanır.[299]

Sonraki alimler ise şöyle demişlerdir: Bu temsil, mecaz ve istiare kabilin­den bir şey olup soru cevap diye bir şey yoktur. Allahu Teâlâ, birliğine ve Rabli-ğine işaret eden birçok kevnî deliller koymuştur. Onların akılları ve gözleri de buna şehâdet eder. Adeta O, insanlara: Benim Rab olduğumu, benden başka hiçbir ilâh olmadığını ikrar edin, demiş, onları kendilerine şahit tutmuş ve on­lara, ben sizin Rabbiniz değil miyim, diye sormuş, onlar da evet demişlerdir. Bu, Zemahşerî, Ebû Hayyân, Ebu's-Suud ve Beyzâvî'nin benimsediği görüştür. Râzî de bunun hakkında: "Asla eleştirilemez" demiştir.

İbni Kesir, hadisleri değerlendirerek şöyle der: Bu hadisler, yüce Allah'ın Adem'in zürriyetini, onun sulbünden çıkardığına, cennetliklerle cehennemlik­leri ayırdığına işaret eder. Onların Rabbi olduğu konusunda kendilerine şahit­lik ettirmesi, ancak İbni Abbas ve Abdullah b. Amr hadislerinde geçer ki, onlar da merfu değil, mevkuf hadislerdir. O yüzden, selef ve haleften bazıları şöyle demişlerdir: Bu şahit tutmaktan maksat, Ebû Hüreyre ve Iyâd b. Hımâr el-Mücâ'î hadislerinde geçtiği ve Hasan el-Basrî'nin de bu şekilde açıkladığı gibi, insanların tevhid akidesini kabul edecek fıtratta yaratılmalarıdır.

Derler ki: Bunun için Cenab-ı Hak: "Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini alıp..." buyurdu. Âdem'den Âdem'in sırtından demedi. Bu, onların soyunu, nesil nesil kıldı demektir. Sonra Cenab-ı Hak: "Onları nefislerine şahit tutup: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" buyurmuştu. Onlar da: "Evet, demiş­lerdi" buyurdu. Yani, onları buna şahitlik eden kimseler olarak yarattı. Onlar bunu halleriyle ve sözleriyle söylediler. Şehadet bazan sözle, bazan da halle olur: "Müşriklerin, kendi küfürlerine şahit olup dururken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri yaraşmaz". (Tevbe, 9/17). Yani onların hali, bu hususta kendi aleyhlerine şahittir. Onlar bunu söyleyecek kimseler değildir. Allahu Teâlâ'nın şu ayeti de bunu ifade eder: 'Ve muhakkak o, buna şahittir" (Âdiyat, 100/7).

Ayetten, Allahu Teâlâ'nm, insanları tevhidi ikrar edecek fıtratta yarattığı murad olunmaktadır. Onun için Cenab-ı Hak onların: Kıyamet gününde biz de tevhid inancından gafildik, bu hususda uyanlmadık, yahut babalarımız müş­rikti, dememeleri için bunu yaptığını belirtmiştir.

Ben de bu görüşe meyyalim.

"Yahut: "Daha önce sadece atalarımız Allah'a şirk koşmuşlardı" Yani, bu şahit tutmanın sebebi, onların kıyamet gününde, tevhidden haberdar olmadık­ları, yahut babalarını taklitettikleri mazeretini ileri sürmemeleri içindir. Onla­rın sözü, babalarımız bizden önce şirk koştular. Biz de onlara tabi olduk, onla­rın şirklerinin bâtıl olduğunu bilmiyorduk. Biz onlara hüsnü zan besleyerek, amellerinde ve inançlarında onları taklit ettik, tevhidi bulamadık sözleriydi.

Bizi azapla helak mı edeceksin ve bâtıl iş yapan babalarımızın yaptıkları sebebiyle bizi hesaba mı çekeceksin? Fakat Allah onların özrünü asla kabul et­mez! Çünkü , itikad ve dinin asıllarında taklit caiz değildir.

Açık ve beliğ olan bu misakı açıkladığımız gibi, insanlara delil olabilecek ayetleri de açıklarız ki, onlar böylece akıl ve basiretle düşünsünler. Umulur ki onlar şirklerinden, cehaletlerinden ve babalarını, dedelerini taklitten dönerler. [300]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler aşağıdaki hususlara işaret eder:

1- Allahü Teâlâ, insanları tevhid fıtratı üzere, yani Allah'ın Rableri oldu­ğunu ve ortağı bulunmadığını ikrar üzere yaratmıştır.

2- Bir takım deliller gördüğü için, insanoğlu yaratanını bilmemekten dola­yı mazur olamaz. Kendisine bir peygamberin daveti ulaşmayan kimse, Allah'a şirk koştuğunda ve selim fıtratın nefret ettiği ve sağlam bir aklın zararlı gör­düğü kötü şeyleri yaptığında, kıyamet günü mazur sayılamaz.

3- Küçükken ölen kimse, ilk andaki ikrarından dolayı cennete girer. Rüşd çağına gelen kimseye, ilk anda ikrarı fayda vermez. Dolayısıyla müşriklerin ço­cukları cennettedir.

4- Müşriklerin kıyamet gününde, kendilerine tevhid konusunda uyarıcı bir peygamber gelmediğini delil olarak sürmeleri, inanca ve dine bağlı asıllar­da babaları ve dedelerini taklit etmeleri bâtıldır. Allah'ı ve birliğini bilmekle il­gili fıtrî ve aklî deliller varken, Allah'ın birliğine işaret eden delilleri bilmiyo­rum demek mazeret olamaz.

5- Allah'ın kitabında -Kur'an'da- her şeyin açıklaması vardır. Allahu Teâlâ, ayette insanın tevhid fıtratı üzere yaratıldığını açıkladığı gibi, insanlar düşün­sünler ve bâtıldan yüz çevirip hakka dönsünler diye ayetlerini de açıklamıştır. [301]

 

Bel'am Bin Bâûra Gibi Sapık Yalancıların Kıssası

 

175- Sen onlara ayetlerimizi verdiğimiz o kimsenin haberini oku. O, bunlardan sıyrılıp çıkmış, derken şeytan onu pe­şine takmış da azgınlardan olmuştu.

176- Eğer biz dileseydik onu bunlar se­bebiyle yükseltirdik. Fakat o yere mıh­landı ve hevasına uydu. Artık onun du­rumu o köpeğin durumuna benzer ki, üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini uzatıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan top­lulukların hali budur. Artık sen kıssa­yı anlat. Belki iyice düşünürler.

177- Ayetlerimizi yalanlayarak kendi­lerine zulmetmekte olanların hali ne kötüdür.

 

 

Belâğât:

 

"Artık onun durumu o köpeğin durumuna benzer ki, üstüne varsan da dili­ni sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini uzatıp solur." Burada benzet­me yoluyla bir örnek (temsilî teşbih) vardır. Onun kötü hali, hayvanların en kö­tüsünün haline benzetilmiştir. Köpek -yorgunluk ya da rahatlık hali olsun-, herhalde soluma halindedir. [302]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O, bunlardan sıyrılıp çıkmış" Yılanın derisinden çıktığı gibi. Bu, İsrailo-ğulları âlimlerinden Bel'am b. Bâurâ'dır. Yahudilerden aldığı hediyeye muka­bil, Musa (a.s.)'m aleyhine dua etmişti. "İnsilâl" (Sıyrılıp çıkma) tabirinin kul­lanılması, Ebu's-Suud'un dediği gibi, aralarında tam bir bağlantı varken ayet­lerle arasında tam bir zıtlık olduğuna işaret etmesi içindir, "derken şeytan onu peşine takmıştı da" ona takıldı, arkadaşı oldu. "azgınlardan": Hidayette olan­lardan iken, koyu sapıklık ve azgınlıkta olanlardan "olmuştu."

"Eğer biz dileseydik onu bunlar sebebiyle yükseltirdik": Onu amele muvaf­fak kılmak sebebiyle, âlimlerin derecelerine yükseltirdik. "Fakat o yere mıhlan­dı" dünyaya yöneldi ve meyletti "ve hevasına uydu" böylece hakirlerden oldu. [303]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teâlâ, bütün insanlardan söz aldığını ve onlann kendisini Rab ola­rak kabul ettiklerini belirttikten sonra, Rasûlüne indirilen ayetleri yalanlayan­ları örnek gösteriyor. Bunun manası, Allah'ın ayetlerini bilip de onlarla amel etmeyenler, yere bıraktığı derisinden sıyrılıp çıkan yılan gibidir, demektir.

İbni Abbas, İbni Mes'ud ve Mücahid (r.a.): "Bu ayet, Bel'am b. Bâurâ hak­kında nazil oldu" demişlerdir. [304]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber! Ayetlerimizi kendisine öğrettiğimiz, fakat önemsemeyerek onlarla amel etmeyen, onlardan uzak kalan, kendisine şeytana arkadaş oldu­ğu, vesvese verdiği, onu dinlediği, dünyaya meyli, hevasına ve şeytana uydu­ğundan dolayı kâfir sapıklardan olduğu o kimsenin haberini yahudilere oku.

O, İsrailoğulları içinden bir âlimdi. Kenanîlerden olduğu da söylenmiştir. İbni Abbas'tan onun Yemenli Bel'am b. Bâûrâ olduğu, kendisine Allah'ın kitap­larından bir kısmının ilminin verildiği, fakat onlardan uzaklaştığı, Allah'ın ayetlerini inkâr ettiği rivayet olunmuştur.

Musa (a.s.), o adamın içinde bulunduğu şehre gitti ve oranın kâfir olan halkıyla savaştı. O şehir halkı, o adamdan, Musa ve kavmi aleyhine dua etme­sini istedi. Duası makbul kimseydi. İsm-i A'zam'ı biliyordu. İlk anda dua et­mekten sakındı. Israrla istediler, bunun üzerine o da, onun aleyhine dua etti. Duası kabul olundu, onun duası sebebiyle Musa ve İsrailoğulları çöle düştü. [305] Malik b. Dinar şöyle demiştir: O adam, İsrailoğulları âlimlerindendi. Duası makbul bir kimseydi. Musibet anlarında ona müracaat ederlerdi. Allah'ın pey­gamberi Musa (a.s.), onu Allah'a davet etmek üzere Medyen kiralına gönderdi. Medyen kiralı ona bir miktar arazi verdi. Bunun üzerine o da Musa (a.s.)'m di­nini bırakarak, kiralın dinine tabi oldu. [306]

Eğer biz dileseydik, onu bunlar sebebiyle yükseltirdik. Ona, onu hidayete ve ayetlerle amele muvaffak kılmak suretiyle, iyi âlimlerin derecelerinden bü­yük bir derece verirdik.

Fakat o, dünyaya meyletti. Onu istedi, onun lezzetlerine önem verdi, heva­sına uydu. Gayretini ahiret nimetine yöneltmedi. Ayetlerimiz üzerinde durma­dı, Ruhî kemâl merdiveninde yükselmedi. Allah'ın kendisine olan nimetine hürmet etmedi.

Zillet, hakirlik ve alçaklıkta onun durumu, kovulup taşlansa da, kovulma-yıp kendi haline bırakılsa da, soluyan köpek gibi oldu. Bu hal, köpeğin en kötü halidir. İşte Allah'ın ayetlerini bilmekten uzaklaşan o kimsenin hali de böyledir.

Bu garip hal, Allah'ın ayetlerini yalanlayan, onlara karşı kibirlenen, o yüzden kendilerine öğüdün fayda vermediği kimselerin halidir. Onlar, Resulullah'm sıfatını Tevrat'ta okuyan, onun gelmesinin yakın olduğunu insanlara müjdeleyen, ondan yardım uman, onunla fetih bekleyen, fakat Peygamber (s.a.)'in gelmesinden sonra da onu inkâr eden yahudilerdir.

Ey Peygamber! İşte ayetlerimizi yalanlayan kimselerin haline benzeyen o adamın kıssalarını anlat. Belki de, Bel'am'ın halini ve Allah'ın ona olan nimeti­ni -Allah ona ism-i a'zamı öğretmişti de ism-i a'zamla istendiğinde Allah, onu verir, dua edildiğinde o duaya icabet ederdi- Rabbine itaat yolunda kullanmayı-şı, aksine Allah ordusu aleyhine dua etmesi sebebiyle, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıp sapıklığa düşürdüğünü bilen İsrailoğulları düşünürler de, onun gi­bi olmaktan sakınırlar. Çünkü Allah, onlara Muhammed (s.a.)'in sıfatını bildir­di. Dolayısıyla onlar, herkesten daha çok ona uymak, yardım etmek, ona destek olmak zorundadırlar.

Allah'ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah'ın ayetle­ri hakkında düşünüp taşınmaktan yüz çevirenlerin, yemek içmek ve şehvetten başka düşünceleri olmayan köpeklere benzemeleri ne kötü bir sıfattır. Onlar bu yüz çevirmeleriyle, yalanlarıyla kendi kendilerine zulmettiler. Onlara Allah zulmetmedi.

Bu kötü örnek sünnette de geçer. Sahih'de ve Kütüb-ü Sitte'de İbni Ab-bas'tan Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu kaydedilmiştir: "Bizim kötü örne­ğimiz yok: Hibesine dönen, kusmuğuna dönen köpek gibidir." [307]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu kıssadan maksat, Hakkı tanıdıktan sonra, Allah'a ve Rasûlü'ne iman­dan yüz çeviren bütün kâfirler için ibret alınacak bir derstir. Allah'ın kendine ilim ve din verdiği kimse, artık dünyaya meyleder, onu ebedîleştirirse, kötü iş, kötü harekete devam eden -bir zaruret ve bir ihtiyaçtan dolayı değil tabii- hay­vanların en aşağısı olan soluyan köpeğe benzer. Her kâfirin hali, Allah'ın ayet­lerini bilip de onları terkeden bir adamın haline benzetilmiştir. Bu Bel'am b. Bâurâ ve bu sıfattaki her şahsa uyar. Çünkü ayet, ibret olarak verilen kimse­nin ismini zikretmemiştir. Bu yüzden onun, İsrailoğullan'ndan, Kenanîlerden, Yemenlilerden veya başkalarından olduğu şeklindeki rivayetler önemli değil­dir.

Ayet, insanları heva ve heveslerine uymaktan, dünyaya ve dünya nimetle­rine meyletmekten, basit arzulara uymaktan ve Allah'ın ayetlerini, Allah'a, peygamberine ve ahirete imanla ilgili irşadlannı terkten korkutma mahiyetin­dedir.

Ayet, Allah'ın ayetlerinden yüz çevirenin, bu kötü fiili ve şer'an insanlık bakımından kötü olan işi seçmesi sebebiyle, sapıklığa düşeceğine, açıkça işaret etmektedir.

İnsana düşen görev, bu kıssadan ibret almak, Allah'ın ayetleri üzerinde, kin ve düşmanlıkla değil, basiret gözüyle ve akılla düşünmektir. Bu mesel ve benzetmenin Vakıa sûresinde zikredilmesi, dinleyenleri ikna etme hususunda benzer şeyleri zikretmenin etkili olduğunu, onlara hüccetler ve burhanlar ileri sürmekten daha kuvvetli etkiye sahip olduğunu gösterir.

Ayrıca, tefekkürün önemine de işaret vardır. Çünkü o, hakikata, ilme ve sahih marifete ulaşmanın temelidir. Nitekim Cenab-ı Hak da Kur'an-ı Ke-rim'de, birçok münasebetle bunu söyler: "Muhakkak bunda iyice düşünen bir topluluk için ayetler vardır". (Zümer, 39/42)."İşte biz düşünecek bir kavim için ayetleri böylece açıklarız" (Yunus, 10/24).

Bu ayet, Razi'nin dediği gibi, ilim sahipleri hakkındaki en şiddetli ayetler­dendir. Çünkü âlim, ilmiyle amel etmediği zaman, ilmin bereketinden mahrum kalır ve Allah'tan uzaklığı en büyük dereceye varır.

Nitekim, Deylemî'nin el-Firdevs' de Ali'den rivayet ettiği hadiste Peygam­ber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kimin ilmi artar da zühdü artmazsa, Allah'tan uzaklığı artar." [308]

 

Hidayet Ve Sapıklık Sebepleri

 

178- Allah kime hidayet verirse, o, doğ­ru yolu bulmuştur ve kimi de saptınr-sa, onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.

179- Andolsun ki biz, cin ve ins'ten birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.

Onların kalbleri vardır, fakat bunlarla  idrak etmezler. Gözleri vardır, fakat  onunla görmezler, kulakları vardır, kat onunla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha sapıktırlar. Onlar, gafil olanların ta kendile-

ridir.

 

Belagat:

 

"Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir": Buradaki teşbih, mürsel mücmeldir. [309]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Cin": Duyu organlarıyla idrak olunmayan gizli yaratıklardır.

"Onların kalbleri vardır, fakat bunlarla idrak etmezler." Buradaki kalb, bazan vicdan denilen şeydir. Bununla akıl veya vicdan kasdolunmaktadır. Ya­ni, idrak olunan şeyler hakkında hüküm verme yeri. Bunun kullanılmasının sebebi, korku ya da sevinçle ilgili olayların, onun üzerine yansıması ve böylece bir daralma ya da genişlemenin olmasındandır. Çoğu kere Kur"an-ı Kerim'de ince anlayış ve ilimde derinleşme manasında kullanılır. [310]

 

Ayetler Aeası İlişki

 

Cenab-ı Hak, o sapıkların öğüt alarak sapıklıklarını bırakıp hakka dönme­leri için, dinden soyunup çıkan kimseyi örnek gösterdikten sonra, bu ayetlerde de, aklı, .duygulan ve fıtrî hidayeti hayır veya şer yolunda kullanma bakımın­dan ortaya çıkan hidâyet ve sapıklık sebeplerini açıkladı: "Ve biz ona iki de yol gösterdik" (Beled, 90/10). [311]

 

Açıklaması

 

Allah kimi, aklını ve duygularını kullanarak imana, hayra şeriat ve Kur'an'a uymaya başarılı kılarsa, o gerçekten hakkı bulur. Kimi de başarılı kılmaz, rezil ederse, aklını ve duygularını kevnî ve serî ayetleri anlamak için kul­lanmaması sebebiyle hayra ve Kur'an'a uymaya hidâyet buyurmazsa, o ziyan­dadır, hidayetten uzaktır, dünya ve ahirette kaybedendir.

İlâhî hidayet tek, sapıklık ise birçok türde olduğu için, Cenab-ı Hak, tekil olarak "hidayeti bulan", çoğul olarak "hüsrana uğrayanlar" buyuruyor.

Sonra Allahu Teâlâ, sapıklara nisbetle genel olan şeyi açıklayarak: "An-dolsun ki biz, cin ve insten birçoğunu cehennem için yaratmışızdır" buyuruyor. Yani Allahu Teâlâ, cehenneme ve cennete girmeyi hak edecek ameller yapmaya müsait cin ve insanlardan birçok kimse yarattığını yeminle ifade ediyor. Nite­kim Cenab-ı Hak, iki fırkanın sonunu açıklarken şöyle buyurur: "Bir kısmı cen­nette ve bir kısmı da cehennemdedir" (Şuarâ, 42/7) Kıyamet günündeki akıbet­lerini açıklarken de şöyle buyurur: "Onlardan bir kısmı bedbaht, bir kısmı da bahtiyardır" (Hûd, 11/105).

Cehennemliklerin cehenneme girmeyi hak edişlerinin sebepleri: İmanın hakikatına ulaşmak için, dünya ve ahiret saadetinin lezzetini anlamak ve hay­rın Allah'ın emrettiği, şerrin de nehyettiği şeylerde olduğunu kavramak için akıllarını sağlam bir şekilde kullanmamalarıdır. Onların meselelere bakışları zahiridir: "Dünya hayatından sadece dış yüzü bilirler. Ahiretten ise tamamen habersizdirler" (Rûm, 30/7) Onlar, anlamayan kimse gibidirler. Çünkü onlar, dikkatli ve anlayışlı kalblerinden faydalanamazlar, sevabı düşünmezler, ceza­dan korkmazlar.

Yine onlar kendilerini mutluluğa ileten Allah'ın kevnî ve Kur"an'î ayetleri­ne ibret gözüyle bakmazlar. Allah'ın peygamberlerine indirdiği ayetlerine ku­lak verip ibretle dinlemezler. Tarihî olayları, geçmiş ümmetlerin haberlerini dinlemezler. Allah'ın hidayetinden ve peygamberlerin irşadından yüz çevirme­leri sebebiyle akıbetlerinin nasıl olduğunu duymazlar. Burada söz konusu olan duymamak ve görmemek, duyu organlarının duyup görmemesi olmayıp, hida­yeti görmemek, öğütleri dinlememektir.

Şu ayetler de, bunun benzeri olan manayı ifade eder: "Onlardan önce nice kavimleri helak etmemiz -ki onların meskenlerinde gezerler- onları hidayete ulaştırmadı mı? Muhakkak bunda ibretler vardır. İşitmiyorlar mı? Görmezler mi, biz kupkuru yere suyu süreriz de, onunla hayvanlarının ve kendilerinin ye­dikleri ekini bitiririz. Hâla görmezler mi" (Secde, 32/26-27).

Akılları ve duyuları olmayan bu kimseler, yemek içmek ve dünya lezzetle­rinden yararlanmaktan başka düşünceleri bulunmayan dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta onlardan daha sapıktırlar. Çünkü hayvanlar, faydalarına olan şeyleri ister, zararlarına olan şeylerden nefret ederler. Yemede içmede israf et­mezler, öbürleri ise, inatlarından kendilerini ateşe atarlar, bütün lezzetlerde aşırı giderler, sevap olana yönelmezler. Hayvanların, faziletler elde etmek için kudretleri yoktur. Fakat insanoğluna, fazilet elde etme kudreti verilmiştir. Bu tip insanlar, Allah'ın ayetlerinden, şuurlarını ve akıllarını yaratılış amaçlarına Yani -duyulanlardan, görülenlerden istifade etmek- uygun olarak kullanmaktan tam bir gaflet içindedirler. İstikbâle bakmayan, sadece dünya hayatına yö­nelen, ahiret hayatında ebedî kalmayı hak ettirecek çalışmayı terkeden cahil ahmak kimselerdir. Bu manada onların gafleti, düşünmeyi terk, cennet ve ce­hennemden yüz çevirmek manasına olur.

Akıllı zeki kimseler, ahiret için çalışan, dünya için gerekli şeyleri de ihmal etmeyen kimselerdir: "Allah'ın sana verdiği ile ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et. Yeryüzünde de fesad isteme. Çünkü Allah fesad yapanları sevmez" (Kasas, 28/77). [312]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Mutezile, hidayet ve sapıklığın insanın seçimiyle olduğu görüşündedir. "Andolsun biz, cin ve ins'ten birçoğunu cehennem için yaratmışızdır" ayeti şöy­le izah edilebilir: Bu kimseler, küfürde ısrar edecekleri bilinen, ancak cehen­nemliklerin yaptıklarını yapan kimselerdir. Allah onların kalblerini mühürlemiş, cehennemlik kimseler olarak yaratmıştır. Ayet, onların cehennemi gerek­tiren işler yapacaklarına, bu yüzden oraya gireceklerine işaret eder.[313]

Ehl-i sünnet ise, hidayet ve sapıklığın Allah'tan olduğu görüşündedir: Allah'ın hidayete erdirdiği kimseyi hiçbir kimse sapıklığa düşüremez. Sapık­lığa düşürdüğü kimse ise, şüphesiz zarardadır. Allahu Teâlâ'nın dilediği olur, dilemediği olmaz. İmam Ahmed ve Sünen sahiplerinin İbni Mes'ud'dan riva­yet ettikleri bir hadiste şöyle buyurulur: "Şüphesiz hamd, Allah'a mahsus­tur. O'na hamdeder, O'ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin kötü­lüklerinden ve kötü amellerimizden Allah'a sığınırız. Allah'ın hidâyete erdir­diğini hiçbir kimse sapıklığa düşüremez. Sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidâyete erdiremez. Şehadet ederim ki, bir ve ortağı olmayan Allah'tan baş­ka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve rasûlü-dür.[314]

Beyzavi: "Allah kime hidayet verirse, doğru yolu bulmuştur ve kimi de sap-tırırsa onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir" ayeti hakkında şöyle der: Hidayet ve sapıklık Allah'tandır. Allah'ın hidâyeti bazı kimselere hastır.[315]

"Andolsun biz, cin ve insten birçoğunu cehennem için yaratmışızdır" ayeti, Ehl-i Sünnete göre Allahu Teâlâ'nın işleri ve amelleri yarattığına işaret eder. Şüphesiz o kâfirler, akıllarını ve duygularını dînî menfaatler için değil dünya menfaatlan kazanmak için kullandılar. Onlar, dinî menfaatları gerçekleştire­cek şeyleri kalbleriyle anlamıyorlardı. Onlar dini yararlarla ilgili şeyleri görüp duymuyorlardı. Mana şöyle olur: Allahu Teâlâ müminde imana, kâfirde de küf­re kudreti yarattı.[316] Kul, o kudreti ya imana, ya da küfre yöneltir. Allah, onu ikisinden birini seçmeye zorlamaz. Aksi halde, onu hesaba çekmek ve cezalan­dırmak adalet olmaz.

İbni Kesir: "Andolsun ki, cin ve ins'ten birçoğunu cehennem için yaratmı-şızdır" ayetinin tefsiri konusunda şöyle der: Biz cehennem için, cin ve insten birçok kimseler yarattık. Cehennemlik kimselerin işlerini yaparlar. Şüphesiz ki Allahü Teâlâ, mahlûkâtı yaratmak istediği zaman, onların yapacaklarını -onlar olmadan önce de- biliyordu. Bunu, yanındaki kitaba, gökleri ve yeri ya­ratmadan elli bin sene önce yazdı. Nitekim, Sahih-i Müslim'de, Abdullah b. Amr'dan gelen bir rivayette, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Al-lahû Teâlâ, gökleri ve yeri yaratmadan elli bin yıl önce ve arşı su üzerinde iken mahlûkâtın kaderlerini takdir etti."

Özetle: Mutezile, insanın kendi fiillerini kendi yarattığı ve mutlak mana­da muhayyer olduğu görüşündedir. Ehl-i sünnet ise, kulun işlerini Allah'ın ya­rattığı, insanın cüz'i ihtiyar sahibi olduğu, işlerini kendi kazandığı görüşünde­dir. Ancak hayat, ölüm, izzet, zillet, rızık gibi konular bunun dışındadır. Allah, mahlûkâtın yaratıcısıdır ve adalet vasfına sahiptir. İnsanın fiillerini yaratır. Zorladığı bir işten dolayı insanı hesaba çekmesi zulümdür. Hidayet Allah'tan­dır. Hidayetin iki anlamı vardır: Yol göstermek, gayeye ulaşmak için imkân vermek. Allah insanı aydınlattı ve ona hayır yolları gösterdi: "Ve biz ona iki de yol gösterdik" (Beled, 90/10). Sonra onu hedefine ulaşmada başarılı etti. Bir kimse, bir polise yol sorsa, o da ona yolu gösterse, bu ona, birinci doğru yolu göstermedir. Polis, onunla beraber arabasına binip onu yerine ulaştırırsa, bu, ona ikinci bir yol göstermedir. İşte insan da, Allahu Teâlâ'nın kendisinde yarat­tığı hayır ve şer gücünü, bunlardan birine yönlendirir, bu yönlendirmesi sebe­biyle hesaba çekilir, o yüzden cezalandırılır.

Alimler: "Onların kalbleri vardır, fakat bunlarla idrak etmezler" ayetine dayanarak ilim mahallinin kalb olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Allahü Teâlâ, onların kalbinde anlayış ve kavrayışın bulunmadığını söylemiştir. Bu da, anla­ma ve kavrama mahallinin kalb olduğuna işaret eder. [317]

 

Allah'ın Güzel İsimleri

 

 180- En güzel isimler Allah'ındır. O hal- de O'na bunlarla dua edin. Onun isim- lerinde eğriliğe sapanları terkedin. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"İsimler": İsim kelimesinin çoğuludur. Bir varlığa işaret eden şeydir. Ya­hut müştak olmazsa, bir manaya işaret etmek üzere konulan her lafızdır. Müş­tak olursa sıfattır.

"O halde O'na bunlarla" O'nu övmek, O'ndan ihtiyaçlarınızı talep etmek için "dua edin."

"Allah'ın isimlerinde eğriliğe sapanları" Hak'tan sapanlar ve ilahları için birtakım isimler türetenleri "terkedin". Allah'tan Lât, Aziz'den Uzzâ, Men-nan'dan Menât gibi. Arapça'da ilhad'ın manası, amaçtan eğrilik, zulümdür. [318]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teâlâ, ayetlerini anlama ve nefislerini iman ve faydalı ilimle süsle­meleri konusunda akıl ve şuurlarını çalıştırmadıkları için cehennemliklerin ga­fil olduklarını söyledikten sonra, bu gafletin ilâcı olarak kendisini zikretmeyi emrederek şöyle buyuruyor: "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlar­la dua edin". Bu, cehenneme girmeyi gerektiren -Allahu Teâlâ'yı zikirden gaf­let- ve cehennem azabından kurtarıcı şeye -Allahu Teâlâyı zikr- tenbihte bu­lunmaktadır.

Esmau'l-Hüsna kelimesi, dört sûrede zikrolunmaktadır. Birincisi, bu sûre­de, ikincisi İsra sûresinin sonunda: "De ki: "Gerek Allah diye çağırın ve gerekse Rahman diye çağırın. Hangisi ile çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O'nundur" (İsra, 17/110). Üçüncüsü, Tâ-Hâ sûresinin başında: "Allah odur ki, O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler yalnız O'nundur." (Tâ-Hâ, 20/8). Dördüncüsü, Haşr sûresinin sonunda: "O, öyle Allah'tır ki, Haliktır, Bâridir, Musavvirdir. En güzel isimler yalnız O'nundur" (Haşr, 59/24). [319]

 

Nüzul Sebebi

 

Rivayete göre, bazı müslümanlar, bazı kereler dualarında Allah yahut ra­him, bazı kereler de rahman diye dua ettiler, bunun üzerine müşrikler, Mu-hammed ve arkadaşları tek bir ilaha ibadet ettiklerini zannediyorlar, halbuki iki varlığa dua edip yalvarıyorlar dediler. Bunun üzerine Allah azze ve celle, bu ayeti indirdi. Yani bu isimler tek bir ilahın isimleridir. Çok ilahı ifade etmezler. [320]

 

Açıklaması

 

En güzel manaları içine alan bütün isimler, sadece Allah'ındır. Dolayısıyla ya O'nu övmek için: "Allah. Ondan başka ilâh yoktur. Diridir. Kayyumdur" (Bakara, 2/255). "O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Gizliyi de, aşikârı da bilendir. O, Rahman'dır. Rahim'dir." (Haşr, 59/24). Ya da ihti­yaçlarının karşılanması için, O'na onlarla dua eder.

Allahu Teâlâ'nm en güzel isimleri doksan dokuzdur. Sahihayn'da, Ebû Hü-reyre (r.a.)'dan, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur. "Al­lah'a has doksan dokuz isim vardır. Bu isimleri her kim sayarsa, cennete girer. Allah tektir. Tek şeyleri sever." İsimleri saymak; onları söylemek, ezberlemek ve manalarını düşünmektir. Tirmizî ve Hâkim bu isimleri Velid b. Müslim ve ŞuTse yoluyla rivayet edip; "O tek şeyleri sever" sözünden sonra Esma-i Hüs-na'yı şöyle sayar:

Hüvellahüllezi lâ ilahe illâ hû, er-Rahman, er-Rahîm, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mümin, el-Müheymin, el-Aziz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Hâlık, el-Bârî, el-Musavvır, el-Gaffâr, el-Kahhâr, el-Vehhâb, er-Rezzâk, el-Fettâh, el-Alim, el-Kâbıd, el-Bâsıt, el-Hâfız, er-Râfî', el-Muizz, el-Müzill, es-Semi', el-Ba-sîr, el-Hakem, el-Adl, el-Latif, el-Habir, el-Halim, el-Azim, el-Ğafur, eş-Şekûr, el-Aliyy, el-Kebir, el-Vâsi', el-Hakîm, el-Vedud, el-Mecid, el-Bâis, eş-Şehid, el-Hakk, el-Vekil, el-Kaviyy, el-Metîn, el-Veliyy, el-Hamid, el-Muhsî, el-Mübdî, el-Mu'id, el-Muhyi, el-Mümit, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Vâcid, el-Mâcid, el-Vâhid, es-Samed, el-Kâdir, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtm, el-Vâlî, el-Müteâli, el-Berr, et-Tevvâb, el-Müntakım, el-Afüvv, er-Rauf, Mâlikü'1-mülk, Zü'1-Celâl-i ve'1-İkrâm, el-Muksit, el-Cami', el-Ganiyy, el-Muğni, el-Mâni, ed-Dârr, en-Nâfi', en-Nûr, el-Hâdî, el-Bedi', el-Bâkî, el-Vâris, er-Reşid, es-Sabûr.

Ayet ve hadisteki isimlerden amaç, hilâfsız olarak isimlendirmektir. Bu isimlerden bir kısmı zatından, bir kısmı sıfatından, bir kısmı fiilinin sıfatından dolayı ona verilmiştir. Alimlere göre, bu isimler tevkifidir. Cenab-ı Hakk'a, Kur'an'da ve sünnette olmayan bir isim verilmez, meselâ refik, sehiyy, âkil gibi.

"Onun isimlerinde eğriliğe sapanları terkedin": Yani onun isimlerinde, la­fız veya manalarında haktan başka yollara -değiştirmek, yorumlamak, yalan­lamak, ya da noksan veya fazla mana vermek veya güzellik vasfına ters mana vermek gibi- meyletmek suretiyle sapan kimseleri terkedin.

Sapma üç türlü olur:

1- Müşriklerin yaptığı gibi değiştirmekle: Nitekim onlar, isimlerin taşıdığı manaların dışına çıkarak, o isimleri putlarına isim verdiler. Lat ismini Al­lah'tan, Uzza ismini Aziz'den, Menât ismini Mennân'dan türettiler.

2- Ziyadelik -teşbih- ile: Nitekim Müşebbihe, Allah'ın izin vermediği şey­lerle O'nu vasıflandırdılar.

3- Noksanlık -ta'til ile: Nitekim Muattıla, onun vasıflandığı isimleri atar­lar. Bazı kimseler de, Allah'a, kendi ismi olmayan isimlerle dua ederler, o isim­leri verirler.

İşte bu sebepten bunlar, amellerinin cezasını görecekler ve daha dünyada ahirete gitmeden önce cezalandırılacaklar. [321]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet, şu hususlara işaret eder:

1- En güzel isimler ancak Allah'a aittir. Çünkü Allahu Teâlâ'nm: "En güzel isimler, ancak Allah'ındır" sözü, hasr ifade eder.

2- Allah'ın isimleri, O'ndan başkasına ait değildir ve en güzel sıfatlar da yalnızca Allah'ındır. Dolayısıyla onların, güzel ve mükemmel olması gerekir. Bu, isim verilen varlıkta kemal ve celâl sıfatı ifade etmeyen hiçbir ismin Al­lah'a verilemeyeceğini gösterir.

İsimler, manalara işaret eden lafızlardır. Onlar, güzel mana ve mefhumla-rıyla güzel olur. Allah hakkında da, kemal ve celal ifade eden sıfatlar güzel ma­na taşır. Allah'ın isimlerini -Allah ve Rahman müstesna- Allah'tan başkasına vermek caizdir.

Bu isimlerden bir kısmı yalnız başına söylenebilir. Ya Allah, ya Rahman, ya Hakim gibi. Bir kısmını da yalnız başına söylemek caiz değildir, belki şöyle söylenmesi gerekir: Ya Muhyî, ya Mümît, ya Dârr, yâ Nâfi gibi.

Kur"an ve sünnette zikredilmeyen bir ismin Allah'a isim olarak verilmesi caiz değildir. Bunlar, tevkifidir. İmam Ahmed ve Ebû Hıbbân el-Büstî'nin Sa-hih'inde Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettiği hadise göre, bu isimler doksan dokuzla sınırlı değildir. Hadis-i şerif şudur: Bir kimseye bir keder ve hüzün isa­bet eder, o da: "Allah'ım! Ben senin falanca kulunun oğluyum, kaderim senin elindedir, bende senin hükmün geçerlidir, senin adaletin hükmeder, senin olan her isminde -ki sen onunla kendini isimlendirdin, yahut onu kitabında indir­din, yahut mahlûkatından birine öğrettin, yahut onu yanındaki gayb ilmine ayırdın- Kur'an-ı Azim'i, kalbimin baharı, göğsümün nuru, hüznümün cilası ve kederimin gidericisi kıl" derse, Allah onun hüznünü ve kederini giderir. Onun yerine bir ferahlık verir. Hz. Peygamber böyle buyurunca: Ya Resulullah, onla­rı öğrenelim mi?' denildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: 'Evet, onları duyan her kimsenin onları öğrenmesi gerekir1 buyurdu.

İbnü'l-Arabi, Allah'a yalvarıp yakarmak için Allah'ın isimlerinden yüzkır-kaltı tanesini sayar. Başka yerde de otuz tanesini daha zikreder [322].Böylece toplam yüzyetmişaltı olur. Tayyib, Muallim ve Cemil (kendisine hiçbir şey ben­zemeyen) gibi.

3- Allahü Teâlâ'nın güzel isimleri vardır. İnsan, Allah'ı onlarla anmalıdır. Bu, Allah'ın isimlerinin ıstılahî değil, tevkifi olduğunu gösterir. "Ya Cevâd" (cö­mert) demek caiz iken, aynı manada olan "ya Sehiyy" demek caiz değildir. Çün­kü bu, Allah'ın ismi olarak Kur"an ve sünnette zikredilmemiştir. Yine "ya âkil", "ya tabîb", "ya fakîh" demek de caiz değildir.

4-  İsim müsemmadan başka bir şeydir. Çünkü Allah'ın isimleri çoktur. Şüphesiz "Allah" da bunlardan biridir. Dolayısıyla ismin müsemmadan başka bir şey olduğunu söylemek gereklidir.

Bu yüzden bir kısım bilginler şöyle demiştir: Bu isimlerle amaçlanan isim­lendirmelerden ibarettir. Çünkü Allah bir, isimler ise çoktur. İbni Atıyye tefsi­rinde, ayetteki isimlerin, icma ile yapılan isimlendirmelerden başka bir şey ol­madığını söyler.

"En güzel isimler Allah'ındır" sözünün manası, ancak kendileriyle çağrı­lan en güzel isim vermeler, demektir. Şöyle denilmiştir: Allah'ın sıfatları var­dır. İsim, müsemmadır, yahut müsemma ile ilgili bir sıfattır o, tesmiye değildir.

5- Allah kendine güzel isimler verdi, onlar kulaklarda ve kalblerde güzel­dir, Onlar, O'nun birliğine, rahmetine ve fazlına işaret eder.

6- İnsan, rabbini ancak o en güzel isimlerle çağırır. Bu çağırma, o isimle­rin manalarını anlamayı gerektirir. İbnü'LArabî, Ahkâmül-Kur'an'da [323] ve başka eserlerinde o manaları zikreder. İnsan, Allah'ın her ismiyle, ona lâyık olan şeyi ister. Meselâ; "Ey rahmet edici! Bana merhamet et, ey hakim bana hikmetinle hükmet! Ey çok çok rızık veren, bana rızık ver! Ey hidayet verici, bana hidayet ver!" Genel bir isimle dua ederse şöyle der: "Ey Malik! Bana merhamet et. Ey Aziz, benim hakkımda hikmetle hükmet! Ey Latif, bana rızık ver." İsm-i A'zamla dua ederse şöyle der: "Ey Allah!", Çünkü bu bütün isimleri içine alır. Ve İbnü'l-Arabî şöyle der: İşte böyle, duanı düzenle, kurtulanlardan olursun.

7- Allahu Teâlâ'nın isimlerini değiştirmekten sakınmak gerekir. Bu, üç şe­kilde olur:

a) Allah'ın mukaddes güzel isimlerini, Allah'tan başkasına vermek. Kâfir­lerin, putlara ilâhlar demeleri, putları Lâfa "İlah"tan, Uzza'ya "Aziz"den, Me-nât'a "Mennân"dan tahrifle bu isimleri vermeleri. Nitekim Müseylemetü'1-Kez-zâb, kendisine Rahman lakabını vermişti.

b) Allah'a isim verilmesi caiz olmayan şeylerle isim vermek. Ona Mesih'in babası denmesi gibi. Hıristiyanların, baba, oğul, Ruhul-Kudüs demeleri de bu kabildendir.

c) Kulun, Rabbini manasını bilmediği, müsemmasını düşünmediği bir la­fızla zikretmesi. Çünkü belki de o lafzın müsemması, Allahu Teâlâ'nın celâline lâyık olmayan bir şey olabilir.

Cenab-ı Hak, ayete: "Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacak­lardır" sözüyle son veriyor. Bu, Allah'ın isimlerinde değişiklik yapanlara bir tehdittir. Mutezile şöyle der: Amelin kula ait, cezanın onun amelinin ve fiilinin sonucu, duanın da meşru ve ibadet olduğuna işaret eder. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Kullarım senden beni sorarsa, işte ben muhakkak onlara pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına mutlaka icabet ederim. O hal­de onlar da bana icabet ve bana iman etsinler. Böylece doğru yola ulaşmış ol­sunlar" (Bakara, 2/186).

Allah'tan başka, ölü veya diri hiçbir mahlûka dua edilmez. O Samed'dir. Yani isteklerde O'ndan başkasına yönelinmez. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle bu­yurur: "Dua ettiğinde icabet eden, kötülüğü gideren, sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı, yoksa O'na ortak tuttukları mı1? Acaba Allah ile birlikte ilâh var mı­dır?" (Nemi, 27/62). Yani darda kalana icabet edecek sadece O'dur. İbadete an­cak O lâyıktır. Duada yönelinecek sadece O'dur.

Ayette: "O halde O'na bunlarla dua edin" emrinin anılmasında birçok fay­dalar vardır: İman prensiplerini kökleştirip geliştirmek, Allah'a murakabeyi ve ona huşûu geliştirmek, ona rağbet ettirmek, dünya işini ve lezzetlerini küçüm-setmektir. Buhari, Müslim, Tirmizi ve Nesei şöyle rivayet eder: "Kimin başına bir gam, keder, yahut önemli bir iş gelirse; 'La ilahe illallahü'l-Azimü'l-Halimü, Lâ ilahe illallahü Rabbu'l-Arşi'l-Azim. Lâ ilahe illallahu Rabbü's-Semavâti vel'ardı veRabbü'l-Arşi'l-Kerim'desin."

Hâkim, Müstedrek'te, Enes (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) Fatıma'ya şöyle dedi: "Sana tavsiye ettiğim şeyi dinlemekten, sabaha ve akşama girdiğinde: Ya Hayyu, Ya Kayyumu bi-Rahmetike estağîsu, eslıh lî şe'nî ve lâ tekilni ilâ nefsî tarfete aynin" demekten, seni alıkoyan şey nedir?" [324]

 

Hidayete Erenler Ve İslâm Davetini Yalanlayanlar

 

181- Yarattıklarımızdan öyle bir üm­met vardır ki, hakka rehberlik ederler ve adaletle hükmederler.

182-  Ayetlerimizi yalanlayanları biz, bilmeyecekleri yönden derece derece helake yaklaştıracağız.

183-  Ben onlara mühlet veririm. Mu­hakkak ki benim yakalamam şiddetli­dir.

184-  Onlar düşünmediler mi ki, arka­daşlarında hiçbir delilik yoktur. O, an­cak apaçık korkutandan başkası değil­dir.

185-  Onlar, göklerin ve yerin hüküm­ranlığına, Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye ve belki ecellerinin yakın ol­duğuna hiç bakmazlar mı? Artık bun­dan sonra hangi söze inanacaklar?

186- Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek olmaz ve O, bunları taşkınlıkları içinde, şaşkın bir halde bırakıverir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet vardır ki, hakka rehberlik ederler": Onlar, Muhammed (s.a.)'in ümmetidir. Nitekim mütevatir hadiste şöyle buyru-lur: "Ümmetimden daima hak üzere bulunan, muhaliflerinden kendilerine za­rar gelmeyen bir taife hiç eksik olmayacaktır." "ve adaletle hükmederler": Hak­la hükmederler, Şeyhayn'ın Muğire'den rivayetine göre: Hasım iki taraftan bi­rine meyletmeden adaletle karar verirler.

"Ayetlerimizi yalanlayanları biz": Ayetlerden murad Kur'an, yalanlayan­lardan murad, Mekkelilerdir. "bilmeyecekleri yönden derece derece helâka yak­laştıracağız." Onları yavaş yavaş yakalayıp, derece derece azab indirecek ve helake yaklaştıracağız.

"Ben onlara mühlet veririm." Onların cezalarını geciktiririm.

"Apaçık korkutucu." Korkutucu kelimesinin türediği "inzâr" kelimesi, kor­kutmakla beraber öğretmek ve doğruyu göstermek manasına gelir.

"Ecellerinin yakın olduğuna hiç bakmazlar mı ?" Kâfir olarak ölürlerse, ce­henneme giderler. Öyleyse çabuk imana koşsunlar.

"O (Allah) bunları taşkınlıkları içinde" küfür, şer ve zulümleriyle "şaşkın bir halde bırakıverir." [325]

 

Nüzul Sebebi

 

"Onlar düşünmediler mi ki" diye başlayan 184. ayetin nüzul sebebi konu­sunda, İbni Ebi Hatim ve Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyan el-Ensarî, Katâde b. De-âme'den şu rivayeti tahric etmişlerdir: Bize rivayet olunduğuna göre, Peygam­ber (s.a.), bir gün Safa'da ayağa kalktı. Kureyş'i çağırdı. Onları: 'Ey filanca oğullan!' deyip aile aile çağırıyor, Allah'ın korku ve azabından korkutuyordu. Onlardan biri: 'Sizin şu arkadaşınız deli' dedi ve sabaha kadar bu sözü tekrar­layıp durdu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi. [326]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Daha önceki ayetlerde Allahü Teâlâ, akıl ve his gibi marifetle ilgili güçlerini ihmal etmeleri yüzünden, cehennem için birçok insan yarattığını belirtmiş, daha sonra insanların yararına olacak, imanlarını kuvvetlendirecek, esma-i hüsna ile dua etmelerini istemişti. Burada da, Muhammed ümmetinin iki fırkaya ayrıldı­ğını belirtti. Hak ve adaletle hükmeden hidayet fırkası, yalanlayan, sapık fırka. Ve Allah vahdaniyyetine, peygamberin doğruluğuna işaret eden şeyleri anlamak için, göklere ve yere bakmak, onları düşünmek gerektiğine dikkat çekiyor. [327]

 

Açıklaması

 

Ümmetlerden bir kısmı, sözle ve davranışla hakkı ayakta tutarlar. İnsan­ları ona çağırır ve hakla amel ederler. Zulüm ve haksızlık yapmadan adaletle hükmederler: Onlar Muhammed ümmetidir. Bunun delili, birçok hadislerde ge­len ifadelerdir. O hadislerden bazıları şunlardır:

1- Buharî ve Müslim'in, Sahihayn'da Muaviye b. Ebî Süfyan'dan rivayet ettiklerine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden bir taife daima hak üzere bulunur. Kıyamet kopana kadar kendilerini terk eden ve mu­halefet eden kimsenin onlara bir zararı dokunmaz".

2- Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet vardır ki, hakka rehberlik ederler ve adaletle hükmederler" ayeti hakkında Rebi b. Enes şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ümmetimden, İsa b. Meryem'in ineceği zamana kadar hak üzere olan bir kavim bulunacaktır".

3- İbni Cerir et-Taberi, İbnül-Münzir, Ebu'ş-Şey İbni Hayyan'ın İbn Cü-reyc'den tahririne göre, o şöyle demiştir: Peygamber (s.a.) bize şöyle dedi: "Bu, hakla hükmeden, hakla alıp veren benim ümmetimdir".

4- Abd b. Humeyd ve İbnü'l-Münzir, bu ayet hakkında Katâde'nin şöyle dedi­ğini tahric etmişlerdir: Bize ulaşan rivayete göre Peygamber bu ayeti okuduğu za­man şöyle derdi: "Bu, sizin içindir. Sizden önceki kavme de aynısı verilmişti: "Mu­sa'nın kavminden de, hakka yol gösteren ve onunla adalet eden bir ümmet vardı".

5- Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân, Ali b. Ebî Talib'ten şöyle dediğini tahric etmiş­tir: "Bu ümmet 73 fırkaya ayrılarak, bir fırka müstesna hepsi de cehenneme gi­decek. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: 'Yarattıklarımızdan öyle bir üm­met vardır ki, hakka rehberlik ederler ve adaletle hükmederler".   İşte bu üm­metten kurtulanlar, bunlardır.

Kısaca: Cenab-ı Hak, Musa (a.s.) kıssasında: "Musa'nın kavminden bir ümmet vardır ki, hakla doğru yolu gösterirler, hakla adalet ederler" dedikten sonra, bu sözü tekrar söyledi. Çoğu müfessirler bunu, İbni Abbas, Katâde, İbni Cüreyc ve daha başkalarından rivayet olunan hadisi delil göstererek, ümmet-i Muhammed'le yorumlamışlardır.

İşte ümmet-i Muhammed'den birinci fırka bunlar.. Sonra Allahü Teâlâ: "Ayetlerimizi yalanlayanları biz, bilmeyecekleri yönden derece derece helake yaklaştıracağız" sözüyle ikinci fırkayı zikrediyor. Yani Kur'an'ı yalanlayanları -Mekkelileri- dalâletleri içinde bırakırız ve onları, yavaş yavaş bilmedikleri yer­den azaba yaklaştırırız. Nimetler vermek, rızk ve hayır kapılarını açmak, ge­çim yollarını kolaylaştırmak suretiyle onları helak edecek şeylere yaklaştıraca­ğız. Her günah işleyişlerinde, şımarıklıkları, fesada dalışları, azgınlıklara de­vam edişleri ve isyan içinde gidişleri artar: "Acaba onlara mal ve evlat olarak verdiklerimizle, onların hayırlarına mı acele ediyoruz sanıyorlar? Aksine onlar fark etmezler" Yine başka ayetlerde Allah şöyle buyuruyor: "Bunlar kendileri­ne hatırlatılanı unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Ta ki verilenler yüzünden ferahladılar. O zaman da onları ansızın tutup yakalayıverdik. Artık o anda onlar ümitsiz kalıverdiler. Zulmeden kavmin ardı arkası kesildi. Alemle­rin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." (En'am, 6/44-45). Buhari ve Müslim'de, Ebu Musa'dan şu hadis-i şerifi rivayet ederler: "Allah zalime bir zaman mühlet verir, sonunda bir kere yakaladı mı, artık bir daha onu salıvermez."

Nitekim bu, Bedir, Hendek, Mekke'nin fethi ve diğer savaşlarda hezimete uğrayan Kureyş kâfirleri hakkında gerçekleşti. Allah peygamberini onlara üs­tün kıldı.

Kendisine Kisra'nın hazineleri götürüldüğü zaman Ömer şöyle dedi: "Al­lah'ım! Birden cezalandınlmayıp mühlet verilenlerden olmaktan sana sığını­rım. Çünkü senin şu sözünü duydum: "Bilmeyecekleri cihetten, onları yavaş ya­vaş helake yaklaştıracağız.."

"Ben onlara mühlet veririm": Onlara süre vereceğim. İçinde bulundukları hali uzatacağım. Şüphesiz ki benim gizli tedbirim, şiddetli ve kuvvetlidir.

Kısacası nimetlerin, mal mülkün ve rızkın artması, insanın kurtuluşu için bir delil değildir. İstidrac olabilir. Nitekim, aleyhinde hükmolunmak için düş­manın hüküm verilecek yere getirilmesi de bu kabildendir.

Zalim hemen cezalandırılmadığında, buna aldanmamalı. Zulüm ve taşkın­lığını arttırıp kendisini tanıtsın diye bırakılır. Sonra o zalim, dünya cezası için, hakimlerin kabzasına düşer, yahut onun başına musibet ve belalar gelir. Sonra Allah onu, şiddetli ahiret azabıyla cezalandırır. İstidrac: Cezalarını artırarak, onları helake götürecek şeye yavaş yavaş yaklaştırmaktır.

Allahü Teâlâ, ayetlerinden yüz çevirenleri tehdit ettikten sonra, onların şüphelerine cevap vermek üzere: "Onlar düşünmediler mi ki, arkadaşlarında hiçbir delilik yoktur" buyurdu. Şu ayetlerimizi yalanlayanlar, arkadaşlarında -Muhammed'de- bir delilik bulunmadığını düşünmediler mi? Onun, işin başın­dan itibaren halini, davetinin ve peygamberliğinin hak olduğunu, hakka çağır­dığını bildikleri halde, o bir şair, deli diyorlardı.. "Arkadaşlarında" tabiri onla­rın, onun çocukluk, gençlik, olgunluk zamanındaki ve peygamberlikten sonraki halini tam manasıyla bildiklerini hatırlatmak içindir.

Eğer onlar, asabiyyetten, heva ve heveslerinden uzaklaşarak onun duru­munu düşünseler, hakkı bilirler, onun doğruluğunu, deli ve şair olmadığını an­larlar. Kur"an, onların iftiralarını şöyle anlatır:

"Arkadaşınız, bir deli değildir" (Tekvir, 81/22)."De ki: "Ben size ancak bir nasihatla öğüt veriyorum: Ki yalnızca Allah için, ikişer ikişer, birer birer kalkı­nız, sonra tefekkür ediniz. Ki, arkadaşınızda bir delilik yoktur. O, ancak -şid­detli bir azabın öncesinde- sizin için bir korkutucudur" (Sebe, 34/46)."Yoksa: "Onda delilik var" mı diyorlar? Aksine o, onlara hak ile geldi. Halbuki onların çoğunluğu hakkı hoş görmezler" (Müminûn, 23/70). "Dediler ki: "Ey kendisine Zikr indirilen! Mutlaka sen bir delisin" (Hicr, 15/6). "Ve derlerdi ki: "Biz ilâhla­rımızı deli bir şair için mi terk edeceğiz?" (Saffât, 37/36).

Şüphesiz o, bir deli değildir. Nasihat eden bir uyarıcı ve güvenilir bir teb-liğcidir. Davetine inanmadığınız takdirde, başınıza gelecek dünya ve ahiret azabından sizi korkutmaktadır.

Allahu Teâlâ, bu yalanlayanların durumunu anlattıktan sonra şöyle de­mektedir: Hakkında ve davetini düşünmeden peygamberi yalanladılar mı? Bu suretle onların dikkatini, davet ettiği Allah'ın birliğine inanmaya çevirdi. Gök ve yer alemini düşünmeden peygamberi yalanladılar mı? Gök ve yer aleminde, hikmetli ve ezelî yaratıcının varlığına deliller vardır. Ayette geçen melekût ke­limesi, mübalağa sîğası olup, büyük mülk demektir. Şu ayetlerimizi yalanla­yanlar, Allah'ın mülkünü ve saltanatını, göklerdeki ve yerdeki eşsiz nizamını, küçük büyük her şeyi düşündükleri zaman, doğru ve sağlam düşünüş onları Allah'ın varlığına ve birliğine götürür. Ansızın ölümün geleceğini, yakında öle-bileceklerini düşünmediler mi? Ansızın ecel gelmeden ve ceza inmeden, bakıp görmekte, hakkı aramakta acele etsinler. Allah'ın Rasûlüne itaat etsinler, ona itaata yönelsinler..

Cenab-ı Hakk'ın "Allah'ın yarattığı her şey" sözü, tevhid delillerinin sade­ce göklerde ve yerde olmadığına; Allah'ın yarattığı ceset ve ruhtan her zerre­nin, tevhide eşsiz bir burhan olduğu konusunda uyan mahiyetindedir.

"Ecellerinin yakın olduğu" sözü, düşünmeye büyük bir teşvik, ecellerinin yaklaşmış olup küfür üzere ölüp Allah'ın azabına ve elim cezasına uğramala­rından korkutmadır. Kısacası, belki de, ecelleri yaklaşmıştır. Niçin, zaman geç­meden Kur*an'a imana koşmuyorlar. İbni Abbas şöyle demiştir: Ecelin yaklaş­masıyla, Bedir ve Uhud savaşlarını murad etmiştir.

Kur'an'a inanmıyorlarsa, ondan başka hangi söz ve olaya inanacaklar? Muhammed (s.a.)'in Allah katından getirdiği kitabındaki korkutmadan başka hangi korkutmaya iman edecekler? Kur'an'dan başka hangi söz onların iman etmesine daha lâyıktır?

Sonra Allahu Teâlâ "Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek ol­maz ve O bunları taşkınlıkları içinde şaşkın bir halde bırakıverir" buyuruyor. Peygamber (s.a.)'e imana istidadı ve Kur"an'la ameli kaybeden kimseyi Allah, aşırı zulüm, taşkınlık ve günahı sebebiyle sapıklık içinde bırakır. Allah'tan başka kendisine bir hidayet verici bulamaz.

Bu, Allah'ın onları sapıklığa zorlaması anlamına gelmez. Belki maksat, kalblerinde küfür kökleştiği ve taşkınlıklarında aşırı gittikleri için, kendi ihti-yarlanyla, onun davet ettiği hidayet ve imanı kaybettiler. Nefisleri, hak davete hazır hale gelmedi, Allah onları yaratmadan önce bu hallerini bildiği için, onla­rı bu tarzda yarattı, böylece sapıklık içinde oldular, demektir. [328]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerde Allah, Muhammed ümmetinden ve onları diğer peygamberle­rin kavimleri gibi, birisi mümin, hidayete ermiş bir fırka; diğeri sapıklıkta, ya-lanlayıcı bir fırka olmak üzere iki fırkaya ayırdığını haber vermektedir.

Allah, hidayette olanları, insanları hakka irşad eden, hak ve adaletle hük­meden -Musa kavminden bir kısmını aynı vasıflarla vasıflandırdığı gibi- ol­makla nitelendirmektedir. Bunlar son derecede ciddî, bid'atlerden uzak, müna­kaşadan geri duran ve adaletli davranan kimselerdir.

Kurtubî'nin de dediği gibi ayet, Allahu Teâlâ'nın hiçbir zaman dünyayı, bir hak davetçisiz bırakmadığına işaret eder.

Allah'ın ayetlerini ve Kur'an'mı yalanlayanlar -Mekkeliler- Allahu Teâlâ, her suç işleyişlerinde, yahut her günaha cesaret edişlerinde, nimetler, hayırlar ve nzıklar vermek suretiyle bilmedikleri yönden onları helake götürecek, ceza­larını artıracak şeylere yaklaştırdığını, onlara süre tanıyacağını, küfürde ısrar­larına rağmen onlara mühlet vereceğini, cezalandırmakta acele etmeyeceğini, hakka dönme, imanı ve peygamberi tasdike fırsat vermek için cezalarını ertele­diğini, bu mühlet sırasında masiyet ve küfürde devam ederlerse, Allah'ın tedbi­rinin şiddetli ve kuvvetli olduğunu haber vermektedir. Bunun Kureyşli müs­tehziler hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Allah onlara belirli bir süre tanı­dıktan sonra, bir gecede onları öldürdü. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Ta ki verilenleri yüzünden ferahladılar. O vakit de onları ansızın tutup yakala-yıverdik" (En'am, 6/44).

"Düşünmediler mi?" ayeti yalanlayanları, akla, düşünceye, mukayeseye, Peygamber (s.a.)'le ilgili gerçeğe ve hayatına bakmaya dayanarak hüküm çı­karmaya davet etmekte, onun, söyledikleri gibi bir deli olmayıp, hak davetçisi, hayırlı bir uyarıcı, ümmetin nasihatçisi ve insanları iyilik ve kurtuluş sebebi olan şeye yönelten bir mürşid olduğunu ifade etmektedir.

Sonra Allahu Teâlâ onları, hak olan ilâhı bilmeye, eşi, benzeri, ortağı ol­mayan, ezelî, kadir, hakîm var edicinin varlığına imana ve yüce kudretini bil­meye, göklerin ve yerin azameti, mahlûkât ve eşya hakkında düşünmeye, belki de çok yakın olan ecelleri hususunda tefekküre davet etmektedir. Bu, Kur'an'm hidayet kaynağı olduğunun delilidir.

Alimler: "Onlar göklerin ve yerin hükümranlığına... hiç bakmazlar mı?" ayetiyle ve Kur"an-ı Kerim'de bulunan benzeri birçok ayete dayanarak, Allah'ın ayetlerine bakmanın, mahlûkâtından ibret almanın gerekliliğini istidlal etmiş­lerdir. Allahü Teâlâ, görmeyen, duyularından yararlanmayan kimseleri kına­mıştır: "Onların kalpleri vardır, fakat bunlarla idrak etmezler" (A'raf, 7/179). Cassâs "Düşünmediler mi?" ayeti hakkında şöyle der: Bu, Allah'ın mahlukatı, yaratması ve tedbiri hakkında düşünmeye, istidlal ve bakmaya teşviktir. [329] Bu, inançla ilgili konularda taklidin caiz olmadığına istidlal ve düşünmenin ge­rektiğine işaret ediyor.

Bilginlerin pek çoğu, bakma ve istidlalin insana düşen görevlerin ilki oldu­ğuna kanidir. Bazıları da, insana vacip olan şeylerin ilki, Allah'a, peygamberi­ne ve getirdiklerinin hepsine imandır, demiştir. İman: Kalbte hasıl olan tasdik­tir. Marifet, sıhhat şartı değildir. Bunlara göre, imandan sonra, marifetullaha götüren düşünme ve istidlal gelir.. Allah'a imanın vacip oluşu, marifetullahdan önce gelir.. Şöyle derler-Kurtubi(2^ bunlardandır-: Bu husus, doğruya daha ya­kın ve insanlar için daha uygundur. Çünkü onların pek çoğu -halk ve mukallid-ler- marifetin, düşünme ve istidlalin hakikatini bilmezler. Çünkü Peygamber (s.a.), Kütübü Sitte sahiplerinin Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri mütevatir hadiste şöyle buyurmuşlardır: "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muham-med'in O'nun elçisi olduğuna şehadet edinceye, namazı kılıncaya, zekâtı verin­ceye kadar insanlarla savaşmak bana emrolundu. Onlar, bunları yapınca -müs-lümanlık hakkının gereği olan hudud müstesna- İslâm hakkı olmak üzere can­larını ve mallarını benim elimden kurtarırlar, Hesaplarına gelince, o Allah'a kalmıştır"

Alimlere göre, erkek olsun kadın olsun, güzel yüzlere bakmak caiz değil­dir. Bakmak; hevese uymak, aklı aldatmak, ilme muhalefettir, Allah nefsin meyletmeyeceği şeye bakmayı helâl kılmıştır.

Bakmak, mahlûkatta ve cemadatta olur. Mahlûkât çoktur. Göklere bakılır: Nasıl yapılmış, hiçbir kusur olmadan süslenmiş, direksiz yükseltilmiş? Yeryü­züne bakılır: Bir yatak gibi nasıl konulmuş, döşenmiş? Denizdeki ve karadaki yaratıklara, hayvanlara ve ibret bakımından mahlukatm en büyüğü denizlere bakılabilir. Cansız varlıklara gelince, onların da çeşitleri, farklı tür ve cinsleri­ne bakılabilir.

Tefekkür mü daha faziletlidir, namaz mı?

Sûfîler, tefekkürün daha faziletli olduğu görüşündedir. Onlara göre tefek­kür, marifet meyvesi verir ki, o da şer"i makamların en faziletlisidir.

Fakihlere göre, namaz ve zikir daha faziletlidir. Bu hususta gelen teşvik edici rivayetler bunu gösterir.

İbnül-Arabî, ikisinin ortasını bularak şöyle der: Kuvvetli düşünce sahibi, istidlale muktedir âlim bir kişi için tefekkür daha faziletlidir. Bunların dışın­daki kimse için, amel, nefsini kuvvetlendirir, durumunu sabitleştirir. [330]

Cenab-ı Hakk'ın: "Allah kimi dalâlete düşürürse onu hidayete kavuşturucu yoktur.." sözü, hidayet ve dalâletin Allah'tan olduğuna işaret eder. Bunun ma­nası şudur: Şüphesiz hayır durumu ve şer durumu olarak kulların işlerini ya­ratan Allah'tır. O, muannid inkarcılar için değil, müttakiler için Kur'an'ı en bü­yük hidayet sebebi kıldı. Bu, insan kendi işlerini yaratır, Allah isyanları iste­mez, diyen Kaderiyye'ye; kul fiillerinin yaratıcısıdır diyen Mûtezile'ye reddir. Yalnız Mutezile bunu söylerken, Allah'ı aczden uzak tutar ve bu Allah'ın insa­na verdiği ve yarattığı bir kudretle olur, der.

Allah'tan, dalâlete zorlama yoktur. Ancak ayette dalâlet, koyduğu nizama ve insanı yaratırken hükmettiği sünnete nisbet kabilinden Allah'a nisbet olun­muştur. Kul, dalâleti seçtiği zaman, Allah'tan başka onu hidayete kavuştura­cak yoktur. Allah, kanunu gereği, dalâlette olanları, dalâletleri içinde şaşkın bırakır. İçinde bulundukları durumdan çıkmak için bir yol bulamazlar. Kim, hi­dayeti seçerse, Allah onun hidayetini artırır. Hidayet yoluna uyma konusunda onu başarılı kılar ve hedefine ulaşmak için imkân verir. Kim dalâlet yolunu se­çerse, Allah onu dalâleti içinde bırakır, dalâletini artırır, hayra götürecek nura engel olur. Hayrın ona ulaşmasına engel olan kuvvetli bir perde çeker. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Hayır. Aksine onların kazandıkları, kalbleri üzeri­ne galip gelmiştir." (Mutaffin, 83/14). [331]

 

Kıyametin İlmi Allah Katındadır

 

 187- Sana saatten sorarlar. De ki:  "Onun ilmi ancak Rabbimin yanında- <*ır" ^nun vaktini kendisinden başkası  açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır  basmıştır. O, size ancak ansızın gelir.  Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana  onu sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak  Allah'ın katındadır. Fakat insanların

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sana" Mekkeliler "saatten" kıyametten "sorarlar." Kıyamet: Sur'a birin­ci üfürüşle, âlemin sona erip bütün mahlukatın öleceği vakittir. Bu, şer'i-ıstılâ-hi manasıdır. Genel olarak, başında "el" takısı olmadan kullanılır. Kur'an'da "el" takısı olmadan zikrolunduğunda, zaman manası ifade eden saattir. Lügat manası ise, belirli olmayan çok az bir zaman parçasıdır. Kozmoğrafya âlimleri­ne göre, günün yirmi dört saatinden biridir.

"Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz": "Li vaktiha" kelimesi­nin başındaki "Li" harf-i cerri "fi (de, da) manasında olabilir. O zaman mana: "Onu vaktinde, kendisinden başkası açıklayamaz" olur.

"Göklerde ve yerde ağır basmıştır." Büyük gelmiştir.

"O size ancak ansızın" hiç beklenmedik bir anda, gaflet halinde "gelir". Ni­tekim Katâde'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle bu­yurmuştur: "Şüphesiz kıyamet, bir kısım insan tarlasıyla arazisiyle uğraşır­ken, bir kısmı hayvanlarını sularken, bir kısmı ticaret malını çarşı pazarda satmak için bulunurken, tartısını indirip kaldırırken kopacak, insanları dehşe­te sürükleyecek." [332]

 

Nüzul Sebebi

 

Yahudiler, Peygamber (s.a.)'e şöyle diyorlardı: "Eğer sen bir peygamber-sen, bize kıyametin ne zaman kopacağını söyle". İbni Cerir et-Taberî, Katâ­de'nin şöyle dediğini nakleder: Müşrikler bunu, aşırı inkârlarından dolayı söylediler. [333] Taberî ve daha başkaları İbni Abbas'ın şöyle dediğini naklederler: Hami b. Kuşeyr ve Semuel b. Zeyd, Resulullah (s.a.)'e: "Eğer sen, dediğin gibi bir peygambersen, kıyamet ne zaman kopacak bize haber ver, biz o nedir biliyo­ruz" dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. İbni Kesir, onun Kureyş hak­kında nazil olduğu görüşünü tercih eder. Çünkü ayet Mekkî'dir. Onlar, gerçek­leşeceğini uzak görerek ve varlığını inkâr ederek kıyametin vaktini soruyorlar­dı. [334] Nitekim şu ayet de, bunu ifade eder: "Onlar: "Eğer doğru söyleyenlerden-seniz bu vaad ne zaman? derler" (Sebe', 34/29). Başka bir ayette de şöyle buy-rulur: "O'na iman etmeyenler, onun acele gelmesini isterler. İman edenler ise, ondan korku içindedirler ve onun hiç şüphesiz hak olduğunu bilirler. Uyanık olun. O saatte mücadele edenler, elbette uzak bir sapıklık içindedirler" 'Şuarâ, 42/18).[335]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahü Teâlâ, tevhid, peygamberlik, kaza ve kader konusunu ahiretle de­vam ettiriyor. Tevbe ve kendini düzeltmeye teşvik maksadıyla: "Olabilir ki on­ların ecelleri yaklaşmıştır" ayetinde, insanın ecelinden -özel saat- söz ettikten sonra, bütün dünyanın sona ereceği, bütün insanların öleceği umûmi saati dü­şünmek ve o saatin insanlardan gizli olduğunu açıklamak için: "Sana kıyame­tin vukûunun ne zaman olduğunu sorarlar" buyurmuştur. [336]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed! Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar? Başka bir ayette de Yüce Allah: "İnsanlar sana kıyametten sorarlar" (Ahzab, 33/63) buyuruyor. Ayette istikrara işaret eden [ve "kopma" şeklinde çevirdiğimiz] "mürsa" kelimesinin kullanılması, kıyametin kopması; âlemin hareketinin so­na ermesine, yerin ömrünün tükenmesine işarettir.

Onlara de ki: Kıyametin ilmi, sadece Allah'a aittir. Yaratıklardan hiç kim­se onu bilemez. Onu, belirlenen vaktinde ancak Allah açığa çıkarır. Onu, mu-karreb bir melek, yahut mürsel bir nebî de olsa, hiç kimse bilemez. Nitekim Al­lah şöyle buyurur: "Kıyameti bilmek Allah'a havale edilir. Onun bilgisi olma­dan meyveler kabuklarından çıkmaz" (Fussilet, 41/47). Yine başka bir ayette de şöyle buyurur: "Kıyamet saati hakkındaki bilgi, O'nun yanındadır. Yağmuru O indirir" (Lokman, 31/34). Kıyamet gibi genel saat ve ecel gibi özel saat ko­nusundaki tüm bilgi Allah'ın kendine özgü kıldığı gayb bilgilerindendir. Bu su­retle, bilgiden etkilenmeyen sahih bir imtihan ve insanlarda devamlı bir bekle­me durumu meydana gelir.

"Rabbimin yanındadır" sözünde Rabba ait olan bir şeyin mahlûka ait olamayacağına, peygamberin görevinin onun gerçekleşeceği konusunda uyar­mak olduğuna, insanların bir karışıklık ve rahatsızlık içine girmemeleri için ki zamanını bilseler, rahatsız olurlardı- zamanının bildirilmediğine işaret vardır.

Onun için Allahu Teâlâ: "Göklerde ve yerde ağır basmıştır" buyuruyor. Ya­ni onun ilmi, göktekilere ve yerdekilere gizlidir. Mukarreb meleklerden ve mür-sel nebilerden hiçbiri, onun ne zaman gerçekleşeceğini bilmemektedir. Onun için, ilmi gizli olan her şey, kalbe ağır gelir. Hasen el-Basrî ve diğer bazı âlim­lerden rivayet olunduğuna göre, onun gelmesi, göklerdekilere ve yerdekilere ağır gelir. Onlar, onun ne zaman vuku bulacağını bilmemekte, daima vukuunu beklemekte, onun vukuundan korkmaktadırlar, demektir.

Allahu Teâlâ, insanlar dünya işleriyle meşgulken, hiç beklemedikleri bir zamanda kıyametin birdenbire ve aniden kopmasını takdir buyurmuştur.

Buharî'nin Ebû Hüreyre'den rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmaz. O batıdan doğdu­ğunda, insanlar onu görür ve hepsi de iman ederler. Fakat işte bu, imanın; da­ha önce iman etmediği veya imanında hayır kazanmadığı için hiçbir nefse fay­da vermediği zamandır. Şüphesiz kıyamet kopacaktır. Hem de alım-satım için, satıcı ile müşteri aralarında elbise açacaklar, alış-veriş tamamlanmadan ansı­zın kıyamet kopacak da, o elbisenin dürülmesi mümkün olmayacaktır. Yine kı­yamet, sağmal devesinin sütünü sağıp gelen kişiye sütü içmek nasib olmadan kopacaktır. Yine kişi havuzunu sıvayıp tamir edecek, fakat kıyamet ansızın ko­pacak da havuzun suyunu kullanmak nasib olmayacak. Kıyamet mutlaka ko­pacak, hem de yemek yemekte olan kişi lokmasını ağzına götürecek, kıyamet an­sızın koparak yemek nasib olmayacak."

"Sanki sen onu biliyormuşsun gibi, sana onu sorarlar." Sanki sen hep onu soruyormuşsun, zamanına çok önem veriyormuşsun, onu biliyormuşsun gibi.. Onlara şöyle de: Ben onu bilmiyorum. Onun ilmi, göklerin ve yerin gaybını bi­len Allah katındadır.

"Onun ilmi Allah katındadır" şeklindeki cevabın, sorudan sonra yeniden tekrarlanması, bir tekrar değil, pekiştirmedir. Burada Allah lafzı ile ifade olun­ması, Allahu Teâlâ'nın, kıyametin ne zaman kopacağını sadece kendinin bildi­ğine işarettir. Yukarıdaki ayette ise, Rab lafzıyla ifade olunması, kıyametin, onun Rabliği ile ilgili işlerden olduğuna tenbih içindir.

"Sanki sen onu biliyormuşsun" sözünün tefsiri hakkında İbni Abbas'ın şöyle dediği naklolunmuştur: O, onların niyetlerini bilmekte, sorularından se­vinmektedir. Sanki, seninle onların arasında bir sevgi var. Sanki sen onların bir arkadaşısın. Çünkü onlar, seninle aramızda bir akrabalık var, kıyametin kopma zamanını bize açıkla demişlerdi.

Fakat insanların pek çoğu, sadece Allah'ın, kıyametin vaktini bildiğini, kı­yametin bilgisinin O'na ait olduğunu bilmiyorlardı. Onun gizlenmesindeki sır­rı, yahut onun vaktini halkın bilmeyiş sebebini ancak az kimse biliyordu. On­lar da Kur"an'a ve Peygamber (s.a.)'in haber verdiği şeylere inanan kimselerdi. Nitekim Buharî ve Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettiği hadiste, Cibril (a.s.)

Efendimize kıyametten sorduğu zaman, o şöyle buyurmuşlardır: "Kendisine so­rulan, sorandan daha fazla şey bilmiyor". Yani ben ve sen, bunu bilmemekte aynı durumdayız. Fakat Peygamber (s.a.), kıyametin vukuunun yakın olduğu­nu söyledi. Nitekim, Tirmizi'nin Enes'ten merfu olarak naklettiği ve sahih de­diği hadiste Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben kıyametle yanyana gön­derildim." Resulullah, bunu söylerken iki parmağını -şehadet parmağı ile orta parmağını- yanyana getirmiştir.

Razî şöyle der: Kıyametin insanlardan gizli tutulmasının sebebi, hep onun korkusunu taşımaları içindir. Bu hal, insanı itaata daha çok çeker, masiyetten daha çok alıkoyar. [337]

Âlûsî de şöyle der: Yüce Allah, hikmet-i teşriiyyesi onu gerektirdiği için kı­yametin zamanını gizledi. Çünkü bu, itaata daha çok teşvik edici, masiyetten daha çok men edicidir. Nitekim, insanın eceli de öyledir. [338]

Kadir gecesinin ve icabet saatinin gizlenmesindeki sır da, insanları onu aramaya ve daha uzun süre onun için amel etmeye, istikamet, dua ve ibadet hali üzere kalmaya teşvik etmek içindir. [339]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet birçok hükme işaret etmektedir:

1- Kıyametin kopma zamanı, şiddet ve korkusunu, içyüzü ve hakikatini Allah'tan başka kimse bilemez. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Saatin il­mi muhakkak Allah'ın indindedir" (Lokman, 31/34). Kıyametin gerçekleşmesi ise muhakkaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Elbette kıyamet, mutla­ka gelecektir. Onda şek ve şüphe yoktur" (Mümin, 40/59). Gerçekleşme zamanı yakındır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Muhakkak saat gelicidir, onun vaktini gizli tutarım" (Tâ-Hâ, 20/15). O, göz açıp kapayacak kadar, yahut daha kısa, sürede vuku bulacak. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Saat hadisesi ise ancak göz kırpma gibidir" (Nah, 16/77).

2- Kıyamet saati, bütün mahlukat diriltilip hesaba, sorgu suale çekileceği için, kalblere ağır gelecektir.

3- Kıyamet, insanlar gaflet halinde iken, ansızın gelecektir. Nitekim Ha­san el-Basrî, Peygamber (s.a.)'den şöyle buyurduğunu nakleder: "Muham-med'in nefsi kudret elinde olan varlığa yemin ederim ki kıyamet, kişi lokması­nı ağzına koymak üzere götürürken, daha götüremeden kopacak.." Kıyamete "saat" adının verilmesinin sebebi, ansızın kopacağı, yahut mahlukatm hesabı bir saat içinde görüldüğü, yahut da onun süresi insanların-nazarında tek bir saat olduğu içindir.

4- Peygamber (s.a.) kıyameti bilmiyordu. Ancak bu konuda fazla soru da sormuyordu.

5- Kıyamet saatinin insanlardan gizlenmiş olmasındaki seri hikmet, mü­kellefleri tevbe, vacipleri eda ve hakları sahiplerine vermede acele davranma­larını sağlamaktır.

Kıyametin üç alâmeti vardır:

1- Bir zaman içinde fiilen vuku bulanlar; Yahudilerle savaş, Beytül-Mu-kaddes'in ve Kostantiniyye'nin fethi gibi.

2- Bazısı ortaya çıkan ve çıkmaya devam edenler: Fitnelerin, Deccallerin, zinanın ve kadınların çoğalması, kadınların erkeklere benzemesi, küfür, ilhad ve şirkin açıkça görülmesi.

3- Kıyamet kopmadan az önce vuku bulacak küçük ve büyük alametler: Cariyenin efendisini doğurması, baldırı çıplak koyun çobanlarının bina yapı­mında birbirleriyle yarışması, güneşin batıdan doğması gibi. [340]

 

Bütün İşler Allah'ın Elindedir. Gaybı Bilmek Allah'a Aittir. Peygamberliğin Hakikati

 

188- De ki: "Ben kendim için, Allah'ın  dilediğinden başka, ne bir faydaya, ne  de bir%arara Jukiedir değilim Eğer  ben gaybı bilseydim, elbette hayrı çoğaltırdım ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben ancak azabın habercisi  ve iman edecek bir kavmi müjdeleyici-yim."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Gayb": Bizden gaib olan. Bu da ya hakikidir ki Allah'tan başka hiç kimse onu bilemez. Ya da izafî ve nisbidir ki Allahu Teâlâ'nın öğretmesiyle insanlar­dan bazıları -nebiler ve rasuller gibi- onu bilir.

"Hayır": Genel olarak insanların arzu ettiği maddî -mal gibi- ve manevî -ilim gibi- menfaat.

"Fenalık" Zararından dolayı insanların istemediği fakirlik ve benzeri şey­ler.

"Ben ancak azabın habercisiyim". Ben ancak, kâfirleri ateşle korkutucu­yum. İnzâr, küfür ve isyandan dolayı, ceza ile korkutmakla beraber tebliği içi­ne alır. Münzir de, bu işi yapan demektir. "Tebşir", iman ve salih amel ve seva­ba teşvikle birlikte, tebliğdir. "Beşir" de, müminleri cennetle müjdeleyen de­mektir. [341]

 

Nüzul Sebebi

 

Rivayete göre, Mekkeliler: "Ey Muhammedi Ucuzlayacak pahalanacak şeyleri Rabbin sana haber vermiyor mu? Bazı şeyler satın alalım, pahalansın da kâr edelim. Kuraklık olacak yerleri bildirmiyor mu? Bereketli topraklara göç edelim" dediler. Bunun üzerine Allahu Teâlâ, bu ayeti indirdi. [342]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teâlâ, kıyamet vaktini ancak kendisinin bildiğini haber verdikten sonra peygamberine, insanlara bütün işlerin Allah'ın elinde olduğunu, bütün gayb ilmini O'nun bildiğini, peygamber olarak kendisinin gaybı bildiği iddi­asında olmadığını, ancak bir korkutucu ve müjdeleyici olduğunu açıklamasını emretmiştir: Nitekim Cenab-ı Hak, Yunus sûresinde şöyle buyurur: "Eğer doğ­ru söyleyenler iseniz, bu vaad ne zaman derler. De ki: "Ben kendi kendime Al­lah'ın dilediğinden başka ne bir zarar, ne de bir faydaya gücüm yetmez. Her ümmetin bir eceli vardır. Artık ecelleri geldiği zaman, bir an ne geri kalabilir, ne de öne geçebilirler" (Yunus, 10/48-49). [343]

 

Açıklaması

 

Allahu Teâlâ peygamberine, işleri kendisine havale etmesini, kendisinin gelecek olan gaybı bilmediğini, ancak Allah'ın bildirdiği şeyi bildiğini söyleme­sini emretmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette şöyle buyurur: "O gay­bı bilendir. Kendi gaybına hiçbir kimseyi göstermez. Ancak razı olduğu elçilere gösterir" (Cin, 72/26-27).

Ey peygamber! İnsanlara de ki: Ben, kendim ve başkası için herhangi bir menfaat sağlayamam. Kendimden ve başkasından bir zararı uzaklaştıramam. Ancak Allah'ın dilemesi ve kudreti müstesna. O bana ilham eder ve beni başa­rılı kılarsa olur..

Bu, bir kulluk ifadesidir ve gaybları bilme iddiasından uzak olmayı ifade eder. Gerçekte peygamberlik makamı kıyamet saatini ve daha başka gaybî şeyle­ri bilmeyi gerektirmez. Gaybı, sadece Allah bilir. Peygamberlik vazifesi, vahyi tebliğ etmek, ta'lim ve irşaddır. Bunun dışındaki şeylerde, peygamber de diğer insanlar gibidir: "De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir beşerim" (Kehf, 18/110).

Eğer gaybı bilseydim, mal gibi yararlı şeyleri edinirdim. Bana kötü şeyler isabet etmezdi. Kötü şeylerden, daha olmadan sakınır, zararlı şaylerden daha gerçekleşmeden çekinirdim. Benim insanlardan üstün bir tarafım yok. Ancak bana Allah'tan korkutmakla ve müjdelemekle ilgili şeyler vahyolunuyor. Ben, korkutmakla ve müjdelemekle vazifelendirilmiş bir kulum. Azaptan korkutucu ve müminlere cennetleri müjedeleyiciyim. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Biz onu (Kur'an'ı) kendi dilinle kolaylaştırdık ki, müttakileri onunla müjdeleyesin, inat edenleri de korkutasın" (Meryem, 19/97).

Müminler için korkutucu ve müjdeleyici oluşum; onlar, korkutmaktan ve müjdelemekten fayda gördükleri içindir. [344]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu, inanç ve dinin temelleriyle ilgili bir ayettir. Peygamberliğin hakikatini ve rububiyyetten farklı tarafını açıklayan ve şirkin, putperestliğin kaidelerini yıkan bir ayettir.

Peygamber, Allah'ın kendisine vahyettiğini tebliğ eden bir insandır. Al­lah'tan getirdiği şeyleri uygulamakta, insanlara güzel bir örnektir. Allah'ın sı­fatlarından ve fiillerinden hiçbirine sahip değildir. Eşyaya tesir etme otoritesi yoktur; fayda ve zarar, hayır ve şer, iman ve küfürde etkili değildir.

İman faydalı, küfür zararlıdır. Ancak Allah'ın dilemesiyle meydana gelir­ler. Cenab-ı Hak, iman ve küfrü ister; kul ise, Allah'ın onda yarattığı kudretle iman ve hayrı, küfür ve şerri fiilleriyle ortaya koyar.

Peygamberin gaybı bilmediğinin en ikna edici delili şudur: Eğer o gaybı bilseydi, askeri zafer, devamlı üstün olma gibi dünya menfaatlannı ve hayırla­rını kendisi için gerçekleştirir; fakirlik, hastalık, yaralanma ve mağlubiyet gibi çeşitli kötü şeyleri, dünya afet ve zararlarını kendinden uzaklaştırırdı. Düş­manların hile ve tuzaklarından sakınırdı. Hak dine davetin etkili olacağı kim­selerle olmayacağı kimseleri birbirinden ayırt edebilirdi. [345]

 

İlk Yaratılışı Hatırlatma, Tevhidi Ve Kur'an'a Uymayı Emir, Şirkten Nehiy

 

189-  Sizi tek bir candan, bundan da, onda sükûn bulsun diye eşini vareden O'dur. Eşini örtüp bürüyünce, eşi hafif bir yük yüklendi, onu gezdirdi. Niha­yet (gebeliği) ağırlaşınca her ikisi de Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler: "Eğer bize salih bir çocuk verirsen, muhakkak ki şükredenlerden oluruz."

190- Onlara yaratılışı tam bir çocuk ve­rince, kendilerine verdiği şeyde Ona ortaklar koşmaya başladılar. Allah, on­ların ortak koştuklarından yücedir.

191- Kendileri yaratılmış oldukları hal­de, hiçbir şey yaratmaya kudreti olma­yan şeyleri mi eş koşuyorlar?

192- Halbuki bunlar kendilerine hiç bir suretle yardım edemeyecekleri gibi, kendi kendilerine bile yardım edemez­ler.

193- Eğer siz bunları doğru yola davet ederseniz, size tabi olmazlar. Onları davet etseniz de, susmuş olsanız da si­ze karşı aynıdır.

 

I'rab:

 

"Ortak koşanlar": Bu kelimenin Arapçası "şürekâ" olup, "şerik" kelimesi­nin çoğuludur. Muzâf hazf olunmuş, muzâfun ileyh onun yerine konmuştur. Mana şöyle olur: O ikisinin (Adem ile Havva) çocukları, ona ortak koştular. Du­rum "Onlara verdiği şeyde.." de aynıdır. Nitekim Cenab-ı Hakk'm şu sözü de buna işaret eder: "Allahu Teâlâ, onların ortak koştukları şeylerden münezzeh­tir." Çünkü burada zamir, çoğul olarak getirilmiştir. Hem Adem ile Havva, şirkten uzaktırlar. Onların, Allah'ın kendilerine verdiği şeylerde ortak koşma­larının manası: Onların çocuklarına, Abdurrahman, Abdürrahim yerine, Abdü-luzza, Abdu Menât, Abdu Şems vb. isimler koymalarıdır. [346]

 

Belagat:

 

"Eşini örtüp bürüyünce..." Bu kadın-erkek ilişkisinden kinayedir. [347]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sizi tek bir candan" Adem'den, ya da tek bir cinsten "bundan da onda sü­kûn bulsun diye eşini" Havva'yı "vareden O'dur".

"Eşini örtüp bürüyünce eşi hafif bir yük" nutfe "yüklendi. Onu" doğum vaktine kadar taşıyarak "gezdirdi."

"Allah onların ortak koştukları şeylerden" Mekkelilerin ortak koştukları putlardan "yücedir".

"Onlar yaratılmış oldukları halde" sözünde putlar, ilim sahibi, akıllı var­lıklar gibi kabul edilmiştir. Çünkü, Arapların inancı bu şekildeydi, onlara ilâh isimleri veriyorlardı. Mana şöyle olur: Allah'ın yarattığı gibi hiçbir şeyi yarat­maya gücü olmayan, aksine kendileri de birer yaratık olan şeyleri ortak mı ko­şuyorlar? [348]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayetlerin konusu, başa dönmektedir. Nitekim sûre tevhide ve Kur'an'a uy­makla başlamakta, tevhid ve Kur'an'dan söz ederek son bulmaktadır. Daha ön­ce zikrolunduğu gibi, ilk yaratılışı hatırlatmak, Allah'ın varlığı ve birliği inan­cını pekiştirmek, şirkten ve şeytanın vesvesesinden uzak durmak gerektiği aki­desini kökleştirmek içindir. [349]

 

Açıklaması

 

"Sizi tek bir nefisten yaratan Allah'tır." Müfessirlerin çoğunluğu şöyle de­miştir: Tek nefisten amaç, Adem (a.s.)'dır. Cenab-ı Hak, sonra ondan eşi Hav­va'yı yarattı. İnsanlar o ikisinden çoğaldı. Nitekim şöyle buyurur: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi milletler ve kabileler halinde kıl­dık ki, birbirinizle tanışasınız" (Hucurat, 49113);"Ey insanlar! Sizi tek bir ne­fisten yaratan ve ondan da zevcesini vücuda getiren ve her ikisinden birçok er­kekler ve kadınlar türeten Rabbinizden sakının" (Nisa, 4/1).

Bazı müfessirlere göre ise mana şöyledir: O, sizi tek bir cinsten ve tek bir tabiattan yarattı. Her çeşitten karı-koca yarattığı gibi, sükûnet bulması, huzur ve rahat içinde olması için, eşini de onun cinsinden yarattı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Her şeyden de çift çift yarattık. Olur ki iyice düşünürsü­nüz" (Zariyat, 51/49).

"Onda sükûn bulsun diye" sözü, Cenab-ı Hakk'ın şu sözü gibidir: "Sizin için nefsinizden, kendilerine ısınmanız için, eşler yaratmış olması da O'nun ay etler indendir" (Rum, 30/21). Bu ülfet etme, kadın-erkek her birinin içinde vardır. Gençlik çağında, nefis ancak diğer cinse yakın olmakla sükûnet bulur. Karı-koca arasındaki ülfetin daha büyüğünü başka iki canlı arasında bulama­yız. Tabiatıyla, cins kendi cinsine çok meyyaldir. Hayatla ilgili konularda karşılıklı yardımlaşma, erkeğin dişi ile birleşmesine muhtaçtır. İnsan türünün deva­mı, bu iki cins arasındaki bağla mümkündür.

Sonra Allahu Teâlâ, kadınla erkek arasındaki bu evliliğin meyvesini zikre­derek: "O, onu örtüp bürüdüğü zaman" buyurmuştur. Bu, cinsel birleşmeden kinayedir. Yani, iki cins arasında cima hadisesi olduğu zaman, cenin oluşmaya başlar. Hafif bir hamilelik vuku bulur. Bu anda kadın, bir ağırlık ve elem his­setmez. Olay nutfe ile başlar, sonra 'alaka', sonra bir et parçası olur, hamileli­ğin başlamasıyla hayız hali kalkar, kadın meşakkat çekmeden, her zamanki iş­lerini yürütür. "Onu gezdirdi" sözünün manası budur.

Hamile kadın, karnında çocuğun büyümesi sebebiyle ağırlaşınca ve doğum zamanı gelince, Adem ve Havva, yemin ederek Allah'a şöyle dua ettiler: Eğer bize, yaratılışı düzgün, sağlam bir çocuk verirsen, elbette senin nimetine şük-redenlerden ve o nimetine şükürle meşgul olacağız.

Allahu Teâlâ, onlara istediklerini verip, yaratılışı düzgün, iyi bir evlat ve­rince, Allah'a verdikleri şeylerde ortaklar koştular. Allahu Teâlâ ise, onların or­tak koştukları şeylerden, ona nisbet ettikleri çocuğu ve ortağı olmak gibi şey­lerden uzaktır.

"Kendilerine verdiği şeyde O'na ortaklar koşmaya başladılar" sözünden murad nedir?

Süyûtî gibi bazı müfessirler, Tirmizî ve benzerlerindeki zayıf bir hadise dayanarak, bundan muradın Adem ile Havva olduğunu söylemişlerdir. Semu-ra'nm Peygamber (s.a.)'den rivayet ettiği hadis şöyledir: "Havva çocuğu dünya­ya getirince, İblis geldi ve ona Abdülharis -bu İblis'in melekler arasında olduğu sıradaki ismiydi- ismini koy, çocuğun o zaman yaşar -Havva'nın çocuğu yaşa­mıyor, ölüyordu- dedi. Bunun üzerine, Havva ona, o ismi verdi, çocuk yaşadı. Bu, şeytanın fısıldaması ve emriyle oldu. Bunu, birçok dayanağı olmayan, ispat edilemeyen İsrailî rivayetler de desteklemektedir. Bu gibi şeylerin peygamber­ler hakkında düşünülmesi doğru değildir.

Gerçek şu ki, tek nefisten murat Adem (a.s.)'dır. İş Adem ile Havva'ya nis­bet olunuyorsa da, onlardan gelen çocukları murad olunmaktadır. Hasan el-Basrî'ye göre, onlar yahudiler ve hıristiyanlardır. Allah onlara çocuklar vermiş, onlar da onları yahudileştirmiş, hıristiyanlaştırmıştır.[350]

İbni Kesir, Hasen'in bu yorumunu teyid ederek şöyle der: Bu, ayet konu­sundaki tefsirlerin en güzellerindendir. Fakat biz Hasen el-Basrî'nin bu görü­şünün karşısındayız. Çünkü, ayetin siyakı dikkate alınacak olursa, murad Adem ve Havva değildir. Burada amaç, onun zürriyetinden gelen müşriklerdir. Bunun için Allahu Teâlâ, çoğul olarak, "Allahu Teâlâ, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir" buyurmuştur. Daha sonra gelenlerin, bir ana babadan geldiklerini ifadeye hazırlık olması için ilk önce Adem ile Havva anılmıştır. Bu, bir şahsı zikrettikten sonra türü zikretmeye geçmek gibi bir şeydir. Nitekim şu ayette de, aynı şey söz konusudur: "Andolsun biz dünya semasını kandillerle süsledik ve onları şeytanlara atış taneleri yaptık" (Mülk, 67/5). Bilindiği gibi, göklerin kendileriyle süslendiği yıldızlar, esas atış yerleri yapılan şeyler değil­dir. Kandillerden, onların cinslerini çıkarmak türündendir. Kur"an'da bunun benzerleri vardır.[351]

Kısacası; şirk Adem ve Havva'ya nisbet olunmuşsa da, bununla onların ço­cukları yahudiler, hıristiyanlar ve müşrikler kasdolunmaktadır. Çünkü Adem ve eşi, müşrik olmadı.

Zemahşerî: "Ona eşler koşmaya başladılar" sözü hakkında şöyle der: Onla­rın çocukları, ona ortak koşmaya başladılar. Muzaf hazf olunup onun yerine muzafun ileyh getirilmiştir. "Onlara verdiği şeylerde" de durum aynıdır. "Onla­rın çocuklarına verdiği şeylerde" demektir. Çünkü Adem ve Havva şirkten uzaktırlar. Allah'ın onlara verdiği şeylerde onların ortak koşmaları demek; ço­cuklarına, Abdullah, Abdurrahman ve Abdürrahim yerine Abdüluzza, Abdül-menat, Abdüşşems vb. isimler vermeleri demektir. [352] Bu yorumu, Razî de zik­reder.

Razî, ayetin bir başka yorumunu daha zikreder: "Ona ortaklar koşmaya başladılar" sözü, yadırgama halinde soru manası taşımaktadır. Mana şöyledir: Onlara salih bir çocuk verdiği zaman, onlara verdiği şeylerde, O'na ortaklar mı koşmaya başladılar? Sonra Allahu Teâlâ, şöyle buyurur: "Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır." Allah, şirk içinde olan ve onu Adem'e nisbet eden bu müşriklerin ortak koşmalarından münezzehtir. [353]

Bütün bunlar, kıssanın baştan sona Adem ve Havva hakkında olduğunu ifade ediyor: Hitap Resulullah zamanındaki Kureyşedir. Bunlar Kusay ailesi-dir. Kureyşî Kusay ve ailesi, dört çocuğuna Abdümenaf, Abdüluzza, Abdülku-say ve Abdüllat adını koymuşlardı.

Kaffâl şöyle der: Allahu Teâlâ bu kıssayı, darb-ı mesel olarak zikretmiştir. Bu halin açıklanması bu müşriklerin cahilliklerinin ve ortak koşmalarının an­latılmasıdır: Onların şirkle ilgili sözleri, asıl olarak çiftlerin cinsidir. Sizden her birinizi, tek bir nefisten yahut tek bir cinsten yarattı. Onun cinsinden, insan­lıkta ona denk bir insanı ona zevç kıldı.

Sonra Allahu Teâlâ, müşriklerin görüşlerini boşa çıkarttı. Şirki kökünden bozarak şöyle buyurdu: "Hiç bir şey yaratmaya kudreti olmayan şeyleri mi eş koşuyorlar?" Yani, kesinlikle hiçbir şey yaratamayan bir şeyi Allah'a ortak mı koşuyorlar? Yahut, bir şey yaratamayan, yaratamayacak olanları ona ortak mı koşuyorlar? Onları, çocuklarını ve her mahlûku yaratan ancak Allah'tır. Nite­kim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Ey insanlar! Size bir misal getirildi. Onu iyi­ce dinleyin: Sizin Allah'ı bırakıp da taptığınız şeyler, hepsi onun için bir araya toplansalar bile, bir sinek dahi yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey alsa, bunu ondan geri almaya güçleri olmaz. İsteyen de zayıf, istenen de" (Hac, 22/73).

Bu putlar insanlar tarafından yapılmış birer mahlûkattır. "Onlar hiçbir şey yaratamazlar. Onların kendileri yaratılıp duruyorlar" (Nahl, 15/29).

Onlar, kendilerine tapanlara hiç bir yardım yapamazlar. Hatta kendilerine karşı hakaret, küfür ya da kendilerinden bir şey alma şeklinde meydana gele­bilecek bir taşkınlıkta bulunanlardan öç alabilecek güçte değillerdir. Cenab-ı Hak, putlar için "yaratılıyorlar" kelimesini kullanmıştır. Çünkü Araplar, putla­rın zarar ve fayda verdiğine inanıyorlardı.

Bütün bunlar müşriklerin, Allah'ın mahlûku oldukları, Allah tarafından terbiye olundukları halde, hiçbir şey yapamadıkları, zarar ve fayda veremedik­leri, görüp işitmedikleri ve tapanlarına yardım edemedikleri, hareket edeme­yen birtakım cansız varlıklar olan putlara tapmalarını yadırgamadır.

Sonra Allahu Teâlâ, bu putların, bırakın tabi olunan, tabi bile olamaya­caklarını zikrederek: "Eğer siz bunları doğru yola davet ederseniz, size tabi ol­mazlar.." buyurmuştur. Yani, siz bu putları doğruya ve hidayete yahut gerçek­leştirmek istediğiniz şeye, sizi hidayet etmelerini isteseniz, size olumlu cevap veremezler, size fayda sağlayamazlar. Her iki halde de onların faydası yoktur. Allah'tan hayır ve hidayet istediğiniz gibi, onlardan hayır ve hidayet isteseniz, sizi muradınıza ve isteğinize kavuşturamazlar. Allah'ın istediğinize cevap ver­diği gibi, isteğinize cevap veremezler: "Eğer doğrucu iseniz, haydi onları çağı­rın da size icabet etsinler" (A'raf, 7/194).

Sizin onları çağırmanız veya çağırmamanız, onlara hayır ve kurtuluş ge­tirmez. Çünkü onlar duayı anlamazlar, ses duymazlar, söz kavramazlar.

Sıfatı böyle olan bir varlık, kendisine ibadet olunan bir Rab olamaz. Kendi­sine ibadet olunan Rab, işiten, gören, bilen, haberdar olan, yardım eden, gücü yeten, kendisine ibadet edene fayda veren, kendisine isyan edene zarar veren, doğruya hidayet buyuran, kötü şeyden kurtaran, kendisine dua ettiği zaman sı­kıntıya icabet edendir. (D "Susmuş olsanız" ifadesi, teceddüd (yenilenme) ifade eden fiil cümlesi yerine, devam ve süreklilik ifade eden isim cümlesiyle ifade olunmuştur. Çünkü onlar, kendilerini sıkıntıya sokan bir şeye karşı, putlarına değil, Allah'a dua ederlerdi. Onların sürekli halleri, onların davetlerine sessiz kalmaktı. Onlara çağırmanız veya çağırmamanız halinde durum değişmez. [354]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler [355]

 

Ayetler aşağıdaki hususlara işaret eder:

1- İnsanlar, tek bir nefisten yaratılmışlardır. Meşhur olan görüşe göre, o nefis Adem'dir. Havva da, Adem'in nefsinden yaratılmıştır: "Ondan da eşini yarattı." Onu, Adem'in kaburga kemiklerinden birinden yarattı. Bunun hikmeti, bir cinsin kendi cinsine eğilim duymasındandır. Cinsiyet birliği, erkekle kadın arasındaki ülfetin sebebidir. Razî bu görüşe karşı çıkarak şöyle der: Şüphesiz Allah Adem'i bağımsız olarak yarattığı gibi, Havva'yı da bağımsız olarak yaratmaya kadirdir. O halde niçin Allahu Teâlâ Havva'yı Adem'in bir parçasından yarattı, deniliyor? Sonra Razî şu görüşü benimser: Allah, Hav­va'yı Adem türünden ve onun cinsinden yarattı. Adem'in eşini, onun gibi bir insan yaptı. [356]

2- Allah, anneye rahmetinden dolayı ceninin yaratılmasını ve hamileliğin kemale ermesini, birdenbire ağırlık hissetmemesi ve bilinen amellerine devam etmesi için derece derece ağırlaşan bir kanuna bağlamıştır.

3- "Rableri olan Allah'a dua ettiler" ayetinin zahirinden anlaşılıyor ki, ha­milelik bir hastalık türüdür. İşin büyüklüğünden dolayı, o ölüm, şehitlik kabul edilmiştir. Nitekim Ahmed, Ebu Davud, Nesai, İbni Mâce ve Hakim'in rivayet ettikleri hadisde -ki bunda şehitler sayılmaktadır- şöyle buyurulur: "Allah yo­lunda öldürülmekten başka, yedi şehitlik hali daha vardır: Veba hastalığından ölen şehiddir, suda boğulan şehiddir, zatü'l-cenb'den ölen şehiddir, bir karın hastalığından ölen şehiddir, yangında ölen şehiddir, bir yıkıntı altında kalarak ölen şehiddir, karnında çocuk olduğu halde ölen kadın şehiddir." İmam Malik'e göre hamile kadın, hamileliğinin altıncı ayından sonra ölüm hastası -bunun malının üçte biri müstesna yaptığı teberru ve bağışlar uygulanmaz- gibidir. Di­ğer üç imam ise şöyle der: Bu hal, hamile kadında boşanma halinde olur, ondan önce olmaz. Çünkü hamilelik bir âdettir çoğunlukla ondan selametle çıkılır. Malikiler onların bu sözlerini şöyle reddeder: Çoğunlukla selamete çıkılan has­talıkların çoğu da böyledir. Bazan hasta olmayan kimse ölür.

Ordu saflarında savaşa giden, bir kısasdan öldürülmek için hapsolunan ve İmam Malik'e göre hamile bir kadın, korkulan bir hastalığa maruz kalmış has­ta gibi olduğundan, malının ancak üçte birini teberruda bulunabilir.

4- Putlar, ilâhlığa lâyık değildir. Çünkü onlar mahluktur. Bir şey yaratma­ya, ya da bir fayda veya zarar meydana getirmeye muktedir değildir. O halde bir şey yaratmaya gücü yetmeyen şeye nasıl ibadet olunur? Ayetten maksat, putların ilâhlığa lâyık olamadıkları hakkında delil ortaya koymaktır.

5- "Allah ortak koştukları şeylerden münezzehtir"  ayetinden maksat, İb-lis'in Adem (a.s.) ile daha önce zikredilen kıssasmdaki şey değildir. Eğer murad o olsaydı, bu ayet, o kıssadan büsbütün ilgisiz olurdu. Bu da nazm ve tertibin fesadına varırdı. Bununla murad, Kafal'ın dediği gibi, putlara tapanlara cevap­tır. Bu erkekle kadının bir cinsten ve insanlıkta tek bir asıldan yaratıldığını açıklama, sonra da bazı çiftlerin işini ortaya koymaktadır. Erkek zevcesiyle ci­ma edip hamilelik ortaya çıkınca, çiftler Rablerine dua ettiler: Eğer bize güzel, hilkati düzgün bir çocuk verirsen, elbette bu nimetine şükredenlerden oluruz. Allah onlara güzel, hilkati düzgün bir çocuk verince, verdiği çocukta Allah'a or­taklar koştular. Çünkü çiftler, bazan o çocuğu -tabiatçılann dediği gibi- tabiatlara nisbet ederler, bazan kozmoğrafya alimlerinin dediği gibi yıldızlara, bazan da putlara tapanların dediği gibi putlara nisbet ederler.

6- Ehl-i Sünnet: "Kendileri yaratılmış oldukları halde hiçbir şey yaratma­ya kudreti olmayan şeyleri mi eş koşuyorlar1?" ayetine dayanarak, kulun fiilleri­ni yaratmadığına, yaratanın ancak Allah olduğuna inanmışlar, eğer kul kendi fiillerinin yaratıcısı olsaydı, ilâh olurdu, demişlerdir.

7- "Halbuki bunlar kendilerine hiçbir surette yardım edemezler" ayeti, put­ların kendilerine itaat edenlere yardım edemiyeceklerini, kendilerine isyan edenlerden de intikam alamayacaklarına işaret eder. Halbuki kendisine ibadet edilen varlığın, fayda vermeye, zararı uzaklaştırmaya muktedir olması gerekir. Bu putlar ise, bundan âcizdir. O halde, akıllı kimse onlara nasıl tapabilir?

8-  "Eğer siz bunları doğru yola davet ederseniz size tabi olmazlar" ayeti, putların hiçbir şey hakkında bilgileri olmadığına, dolayısıyla hayra çağrıldıkla­rı zaman ona tabi olmalarının düşünülemeyeceğine işaret eder. O halde nasıl mabud olabilirler?!

Kısacası, bu putlar, kendilerine dua edenlerin dualarını işitmezler. Onlara göre, onlara dua edenlerle bunu ihmal edenler aynıdır. Nitekim İbrahim (a.s.) şöyle demiştir: "Ey benim babam! İşitmeyen, görmeyen, sana fayda vermeyen şeye niçin ibadet edersin?" (Meryem, 19/42). [357]

 

Kendilerine Tapılan Putların Hakikati

 

194- Allah'ı bırakıp taptıklarınız da si­zin gibi kullardır. Eğer doğrucu iseniz, haydi onları çağırın da size icabet et­sinler.

195-  Onların yürüyecekleri ayakları mı, yoksa tutacakları elleri mi, yahut görecekleri gözleri mi, yoksa işitecek­leri kulakları mı var? De ki: "Ortakla­rınızı çağırın, sonra bana tuzağı kurun da bana mühlet bile vermeyin.

196- Benim velim o kitabı indiren Al­lah'tır. Ve o salihleri veli edinir.

197- Sizin O'ndan başka taptıklarınızın ise, ne size, ne de kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez.

198- Eğer sen onları hidayete davet edersen duymazlar. Onları sana bakar görürsün. Halbuki onlar görmezler.

 

I'rab:

 

194. ayetin başındaki "İnne" yi, Said b. Cübeyr "İn" şeklinde okumuştur. O taktirde mana şöyle olur: O, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin gibi kullar değildir." [358]

 

Kelime ve İbareler:

 

"...taptıklarınız da... kullardır": Ayette geçen dua kelimesi, esasında nida etmek demektir. Çoğu kez bununla bir zararı uzaklaştırmak, ya da bir hayrı el­de etmek kasdolunur. Kullardır demek, Allah'ın mülkü olan varlıklardır, anla­mına gelir.

"Eğer iddianızda" onların ilâh olduklarında "doğru iseniz onları çağırın da" duanıza "icabet etsinler."

"Benim dostum Allah'tır". Benim işlerimi üstlenen Allah'tır.

"O, salih kullarını dost edinir". O, bırakın peygamberleri, kullarından salih kimseleri de korur.

"Onları sana bakar görürsün". O putları, bakan kimse gibi senin karşında görürsün. Onlar, sana bakan kimselere benzerler, çünkü onlar, karşısındaki ba­kan kimseler gibi yapılmışlardır. [359]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetler, daha önce açıklanan putların ilâh olamayacağı inancını pekiş­tirmekte, kalblere tevhid inancını daha da yerleştirmekte, nefislerdeki şirki kö­künden kazıyıp atmaktadır. [360]

 

Açıklaması

 

Şüphesiz o kendilerine taptığınız, ilâh edindiğiniz, zararı uzaklaştırması veya fayda sağlaması için ibadet ettiğiniz o putlar, kendilerine tapanlar gibi kuldurlar. Onlar gibi, Allah'ın mahlukudurlar. O'nun irade ve kudretine boyun eğerler. Hatta insanlar, onlardan daha mükemmeldirler. Çünkü insanlar du­yar, görür ve tutar, yakalarlar. Onlar ise, bunlardan hiçbirini yapamazlar. Du­rum böyle olunca, kendisi gibi bir mahluk olan, hatta kendisi daha mükemmel olan insan, putları nasıl mukaddes bilir, onlara tapar? İbadete lâyık olan, bü­tün kâinatın kendisine boyun eğdiği, bütün sebeplerin kendisine itaat ettiği yaratıcı Rab'dir. O halde sen, Allah'ın ilim ve marifetle mümtaz kıldığı, inancı­nı hak ve nurla süslediği insanlığa peygamberliği bırakır da, Allah diye zarar ve fayda vermeyen bir taşa nasıl taparsın?

Eğer onları ilâh yapmakta, ibadete lâyık olduklarında, onlardan fayda ve­ya zarar ummakta samimi iseniz onlara dua edin ve onlardan herhangi bir ta­lepte bulunun da, onlar sizin duanıza -kendiliklerinden veya Allah katında aracı olarak- icabet etsinler. Burada duanın manası: Onlara menfaat sağla­mak, onlardan zararları gidermektir."İcabet etsinler" ifadesinin Arapça karşılı­ğında "lâm" harfi, emir manasmdadır. Mana şöyle olur: Her akıllı, onların du­aya icabet edemeyeceklerini anlayınca, onların ibadete lâyık olmadıkları da or­taya çıkar.

"Sizin gibi kullardır" sözü, onlarla alaydır. Onlar canlı, akıllı olsalar bile, sizin gibi kuldurlar, aranızda hiçbir fark yoktur.

Putların kul oldukları söylendi ve cansız, akılsız varlıklar oldukları halde, müşriklerin zarar ve fayda veren varlıklar oldukları konusundaki inançlarına uygun olarak, akıllı varlıklar için kullanılan zamirlerle işaret olundular.

Sonra Kur'an, onlara cevapta acele etmiş, onlar gibi kullar oldukları görü­şünü iptal etmiş, onlar gibi olmadıkları, belki onlardan daha aşağı derecede ol­duklarını söylemiş, el, ayak, göz, kulak gibi dört uzuv zikrederek, bunların put­larda olmadıklarını zikretmiştir.

Putların, kendileriyle fayda sağlamaya yahut zararı giderecekleri ayakla­rı, istediğiniz iyiliği yahut şerrinden korktuğunuz şeyi tutacak elleri, hallerini­zi görecek gözleri, dualarınızı, sözlerinizi duyacak, isteklerinizi anlayacak ku­lakları yoktur: O halde onlar, sizin gibi değildir; bir şey yapmada, bir takım sıfat ve kuvvetlerde sizden daha aşağı durumdadırlar. Bu gibi organlara sahip olmayanlar ibadete lâyık olamazlar. Çünkü insan, bu putlardan çoğu konuda daha üstündürler. Hatta insanla bu putların meziyetleri arasında karşılaştır­ma yapmak doğru değildir. Çünkü onlar, ya sağır bir taş, ya işaret etmez bir çamur, ya bir hurma veya Hanife oğullarının putu gibi bir tatlıdır.

Şiir: "Hanife Rabbini yedi, sıkıntı ve açlık yılında.."

Bütün bunlara rağmen Peygamber (s.a.) onlara meydan okumakla ve on­ları fiili uygulamaya çağırmakla emrolunarak şöyle dendi: Ey Muhammed! Bu putperestlere şöyle de: Allah'tan başka, ortak koştuğunuz varlıkları ve ilâhları­nızı çağırın! Bana karşı onlardan yardım isteyin. Bana tuzak hazırlamak için birbirinizle yardımlasın. Beni bir an bile geri bırakmayın, bütün gayretinizi sarfedin. Yapabiliyorsanız bana zarar verin. Siz ve ortaklarınız bir an bile bana vakit tanımayın. Size aldırış etmem. Bunu ancak Allah'ın koruyacağına inanan söyleyebilirdi. Onlar, onu ilâhlarından korkutmuşlardı.

Bu, onların tehditlerini ve: "Biz, ilâhlarımızın sana kötülük etmesinden korkuyoruz" sözlerini reddir.

Sonra Hz. Peygamber, Mekke'de çok az sayıda yardımcıları olmasına rağ­men, Allah'a son derecede güvendi ve bu mabudları tahkir etti. Allah'ın vahyi ile: "Benim velim Allah'tır" dedi. Yani, Allah bana yeter, size karşı benim yar­dımcım O'dur. Dünyada ve ahirette işimi üstlenen O'dur. O'na dayanır, O'na sığı­nırım. Tevhide çağıran, şirki reddeden Kur"an'ı bana indiren, peygamberlikle be­ni aziz kılan O'dur. Benden sonra her iyi kimseyi -Hurafe ve bidatlarından uzak bir inanca sahip olan ve iyi amel işleyen kimseyi- de, üstlenecek O'dur. İyi kulla­rına ve peygamberlerine yardım etmek, onları rezil rüsvay etmemek Allahu Te-âlâ'nın adetidir. Müşriğin dostu ise şeytandır: "Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tağuttur. O da on­ları nurdan karanlıklara çıkarır" (Bakara, 2/257). Bu ayetin daha önceki ayet­lerle bağlantısı şudur: Cenab-ı Hak, bundan önceki ayetlerde, putların fayda ve zarar vermeye güçlerinin olmadığını açıkladı. Bu ayette de, her akıllı kimse için Allah'a ibadet etmek gerektiği, çünkü din ve dünya menfaatlarını -birincisi Kur'an indirmekle, ikincisi iyi şeyleri vermekle- O'nun üstlendiği açıklanıyor.

Sonra Allahu Teâlâ, putların, yardımı gerçekleştirmekte hüsrana uğradık­larını açıklıyor: "Sizin O'ndan başka taptıklarınızın ise ne size, ne de kendileri­ne yardım etmeye güçleri yetmez." Yani, Allah'tan başka, size yardım etmeleri ve sizden zararı uzaklaştırmaları için ibadet ve dua ettiğiniz varlıklar size yar­dım edemezler. Kendilerine hakaret edenlere, ya da üzerlerine konulan koku, tatlı gibi şeyleri alanlara, yahut onlara kötülük yapmak isteyenlere karşı ken­dilerine bile yardım edemezler.

Nitekim İbrahim (a.s.), putları paramparça ederek kırdı ve buna engel ola­madılar. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlara gizlice sağ eliyle vurdu" (Saffat, 37/93). "Onların hepsini parça parça edip, yalnız büyüklerini bıraktı ki, belki ona başvururlar." (Enbiya, 21/58).

Muaz b. Cebel ve Muaz b. Amr b. el-Cemûh (r.a.)'dan rivayet olunur: Resu-lullah (s.a.), Medine'ye gelince müslüman olan bu iki genç sahabi, kavimleri ib­ret alıp, görüşlerini değiştirsinler diye, gece müşriklerin putlarına saldırır, on­ları kırarlar ve ihtiyaç sahiplerine odun yaparlardı.

Kavminin efendisi olan Amr b. el-Cemûh'un bir putu vardı. Ona tapar, ko­ku sürerdi. İşte, yukarıda adı geçen iki genç, gece gelirler, o putu başı üstüne ters çevirirler, ona pislik sürerlerdi. Amr b. Cemûh da gelir, yapılanları görür, onu yıkar, koku sürer, yanına bir kılıç koyarak şöyle derdi: "Öcünü al." O iki genç, hep aynı şeyi yapar, o da aynı şeyi tekrarlardı. Nihayet bir keresinde onu aldılar. Ölü bir köpeğe bir iple bağlayarak oradaki bir kuyuya attılar. Amr ge­lip manzarayı görünce düşündü ve inandığı dinin bâtıl olduğunu anlayarak şöyle dedi:

"Tallahi eğer sen tapılacak bir ilâh olsaydın

Bir köpekle birlikte olmazdın."

Sonra, iyi bir müslüman oldu ve Uhud savaşında şehid düştü. [361]

Onlar yardımdan aciz oldukları gibi, irşad ve hidayetten de acizdirler. Ni­tekim Cenab-ı Hak: "Eğer onları doğru yola davet ederseniz size tabi olmazlar" buyurmuştur. Eğer siz, bu putlardan, sizi doğru yola iletmeleri ve yardım et­melerini isteseniz, bırakın yardımı, sizin dualarınızı bile işitmezler. Ey düşü­nen kişi! Sen onları, yapma gözlerle bakar görürsün. Çünkü onlar, hiçbir şey görmeyen, görüneni anlamayan cansız varlıklardır. Çünkü onların, yapma gözleri vardır, onunla bir şey göremezler. Nitekim başka bir ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer onlara dua etseniz, onlar sizin dualarınızı işitmezler. İşitseler bile, icabet edemezler." (Fâtır, 35/14). Onların kulakları ve gözleri yoktur. O halde onlardan nasıl yardım umulur? Kendilerine hakaret edenlere zarar vereceklerinden nasıl korkulur? Size de, onları ilâhlar edinmeniz yakışır mı? [362]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler, putlara tapılmasına karşı çıkmakta, bu tapmadan herhangi bir fayda çıkmayacağı görüşünü pekiştirmektedir. Ayetler şu hükümlere işaret edi­yor:

1- Akıllı bir insanın, eli, ayağı, gözü, kulağı olmayan putlara tapması çir­kindir. Çünkü kendisine ibadet edilecek varlığın bu gibi sıfatlara sahip olması gerekir. Halbuki putlara tapan insan, çoğu şeyde onlardan daha üstündür. Hatta, insanla putlar arasında herhangi bir mukayese yapmak mümkün değil­dir. Öyle ise daha üstün ve daha mükemmel olan, daha düşük ve daha basit, ne menfaat sağlayarak ve ne de zararı defederek hiçbir fayda veremeyen bir varlığa tapabilir? Onlar, insan gibi bir kul bile değildirler. Bir taş ve odundur­lar. Siz, kendinizden daha az şerefli şeylere tapıyorsunuz.

2- İnsanın durumu, puttan daha üstün ve daha mükemmeldir. Çünkü, in­sanın yürüyen ayağı, tutan eli, gören gözü, duyan kulağı vardır. Putta ise, bun­lardan hiçbiri yoktur.

3- Fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyene nasıl tapılır?! Putların ne ken­dilerine, ne de başkalarına fayda ve zarar vermeye güçleri yoktur Hiç kimseye yardım edemezler.

4- Müşriklerin, Peygamber (s.a.)'i, ilâhlarından korkutmaları boştur. Nite­kim o, onları beklemeksizin kendisine tuzak kurup zarar vermeye çağırdı. Fa­kat onlar ve ortakları hüsrana uğradı.

5- Şüphesiz, Peygamber (s.a.)'in dünya ve ahiret işlerini üstlenen, ona yar­dım eden, onu koruyan, salih kullarının işlerini de üstlenen, onları koruyan ancak Cenab-ı Hak'tır. Nitekim Sahih-i Müslim'de, Amr b.   Âs'm şöyle dediği rivayet olunur: Resulullah (s.a.)'i şöyle derken dinledim: "Haberiniz olsun, ba­bamın ailesi, benim velim değildir. Şüphesiz benim dostum, Allah ve salih mü­minlerdir."

6- Akıllı için gerekli şey, Allahu Teâlâ'ya ibadet etmektir. Çünkü dinde üs­tün ilimleri içine alan kitap indirmekle, dinî menfaatleri; salih kullarının işle­rini üstlenmek, onlara yardım etmek ve korumak, düşmanlarının düşmanlıkla­rını zararsız hale getirmekle dünya menfaatlarını gerçekleştiren sadece Al­lah'tır.

Bunun en parlak örneği, bu ayetin gösterdiği yolda amel eden âdil halife Ömer b. Abdülaziz'dir. O, çocukları için hiçbir şey biriktirmiyordu. Sorulduğu zaman şu cevabı verdi: Çocuğum ya salihlerden, ya da mücrimlerden olacak. Eğer salihlerden olursa onun velisi Allah'tır. Velisi Allah olanın, benim malıma ihtiyacı yoktur. Eğer mücrimlerden olursa, Allah şöyle buyurmuştur: "Mücrim­lerin asla yardımcısı olmayacağım" Allah'ın reddettiği kimsenin durumunu ıs­lahla uğraşmam.

7- Allah, putların, kendilerine tapanlara ve bizzat kendilerine yardımdan aciz olduklarını tekrarladı. Birincisi, takri' yoluyla, bu ise kendisine ibadet caiz olanla olmayan arasındaki farkı açıklamak için zikrolunmuştur. Buna göre, kendisine ibadet olunan ilâh, salih kullarını korur, bu putlar ise hiç kimseyi koruyamaz. Dolayısıyla ilâh olamazlar.

8- Putlar insanların yaptığı cansız varlıklardır. Onun gözleri madenler­den, yahut berrak cevherlerden yapılmıştır. Onlar bakıyor gibidirler, halbuki görmeyen cansızlardır. Onun için Allahu Teâlâ: "Onları bakıyorlar görürsün" buyurmuş, sanki düşünen insanlar gibi ifade kullanmıştır. Çünkü onlara insan sureti verilmiştir.

Süddî ve Mücahid, bununla müşriklerin kasdedildiğini söylemişlerdir. İbni Kesir ise, birinci görüşün daha tercih edilir olduğunu söylemiştir. Bu, Kata-de'nin görüşüdür. İbni Cerir de, bunu benimsemiştir. [363]

 

Toplumsal Ahlakın Esasları, Şeytana Karşı Koyma

 

199- Sen kolaylığı tut. İyiliği emret. Ca­hillerden de yüz çevir.

200- Eğer sana şeytandan bir vesvese gelirse, hemen Allah'a sığın (O'nu ha­tırla). Şüphesiz O, hakkıyla işiticidir, tam bilicidir.

201-  Sakınan kimseler, şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşü­nürler. Hemen (gerçeği) görürler.

202- Kardeşlerine gelince, onları sapık­lığa sürükler, sonra da (müttakilerin düşündüğü gibi düşünerek) vazgeç­mezler.

 

Belagat:

 

"Eğer sana şeytandan bir vesvese gelirse..": Burada istiare vardır. Çünkü, şeytanın vesvesesi ve insanları günahlara teşviki, kötülüğe düşüren ve sebep olan söze benzetilmiştir. [364]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teâlâ, daha önce peygamberini ve salih müminleri koruyup destek­leyeceğini, putların ve onlara tapanların eziyet edip zarar veremeyeceklerini açıkladıktan sonra, bu ayetle de insanlarla muamelede doğru yolu açıkladı. Bu ayet, temel faziletleri, tevhid akidesinden sonra gelen teşriin esas temellerini içine alır. Bunu, akılsız cahillerden yüz çevirmeyi emrettikten sonra, cinnî şey­tanların vesveselerinden sakınma ifade eden vikaî bir vasiyet izledi. Her iki fır­kanın şerrinden sakınılması emredildi. [365]

 

Açıklaması

 

Birinci ayet üç fazilet esasını içine alır:

1- Af yolunu tutma: İnsanların davranışlarında ve işlerinde, onlara zor ge­leni teklif etmeden kolayı benimseme, hoşgörülü davranma, zorluk değil, ko­laylık gösterme. Nitekim Ahmed, Şeyhayn, Nesai'nin Enes b. Malik vasıtasıyla, Hz. Peygamber (s.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz." Affın içine, akrabadan ilgisini kesenlerle ilgilenmek, günah işleyenleri affetmek, müminle­re iyi davranmak gibi, Allah'a itaatkâr kimselerin davranışları da girer.

Böylece insanlardan hoşgörü ve kolaylık isteniyor. Malî konularda şidde­tin bırakılması, insanlara davranışta iyi ve güzel davranılması, kabalık ve sertliğin terkedilmesi arzu olunuyor. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, elbette onlar etrafından dağılırlardı" (Âl-i İm­ran, 3/159). Hak dine, yumuşaklıkla ve nezaketle davet etmek de, bu kısma da­hildir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlarla mücadeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla yap" (Nahl, 18/125).

Kısacası aftan amaç, sözde ve işte insanlara kolaylık, hoşgörü yolunu tut­mak, zorluk ve meşakkati gidermektir. Tirmizî ve Malik'in tahricine göre, Hz. Peygamber (s.a.) iki şey arasında muhayyer bırakıldığı zaman -günah olmadık­ça- onlardan en kolayını tercih ederdi.

2- İyilikle emir: "Örf," şeriatın emrettiği, insanların hayırlı gördüğü, akıllı kimselerin beğendiği şeydir. Maruf, itaat, iyilik ve insanlara ihsanı içine alan bir isimdir. Bunda hoşgörü ve kolaylık caiz değildir. İnsanlar arasında muame­lat ve adetlerde bilinen şey geçerlidir. Kur"an'da maruf, ancak önemli konular­da geçer. Nitekim Cenab-ı Hak, İslâm ümmetinden bahsederken şöyle buyurur: "Sizden hayra davet eden, iyiliği emreden kötülükten alıkoyan bir topluluk bu­lunsun" (Âl-i İmran, 3/104).

Eşler arasındaki hakları açıklarken, Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Erkekle­rin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi kadınların da erkekleri üzerinde hakları vardır" (Bakara, 2/228). Evlilik bağının korunmasını isterken marufu emreder: "Ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır" (Bakara, 2/229). Başka bir ayette de şöyle buyurur: "Hem kadınları boşadığınızda iddetlerini bitirdiler mi artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle salın" (Bakara, 2/231).

3- Cahillerden yüz çevirmek: Cahillere ve düşük kimselere, fiillerinin aynı-sıyla karşılıkta bulunmamak, onlarla birlikte olmayı terketmek, kendini onlar­dan korumak, onlarla tartışmamak, onlara karşı yumuşak davranmak, kötü huylarına sabretmek, seni üzen şeylerine göz yummak. Ahmak bir cahilin insa­nı üzebilecek bir şey konuştuğunda yüz çevirmek. Afla karşılık vermek. Cenab-ı Hak müminlerin vasıflarını anlatırken şöyle buyurur: "Onlar, bolluk ve dar­lıkta infak edenler, öfkelerini yutanlar ve insanları affedenlerdir" (Âl-i İmran, 3/134). Affın fazileti hakkında da Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Bağışlamanız ise, takvaya daha yakındır" (Bakara, 2/237).

Bu üç prensip, insanın başkalarıyla olan ilişkileriyle ilgili şeylerde fazilet ve güzel ahlâkın temelleridir. İkrime şöyle demiştir: Bu ayet nazil olunca, Pey­gamber Efendimiz: "Ey Cibril, bu nedir?" dedi. Cibril: "Rabbin, seninle ilişkisi­ni kesene ilgi göstermeni, sana vermeyene vermeni, sana zulmedeni affetmeni söylüyor" dedi. Taberî ve başkaları, Cabir'den bunun benzerini rivayet derler.

Cafer es-Sadık (r.a) şöyle demiştir: "Allahu Teâlâ, Peygamber (s.a.)'e güzel ahlâkı emretti. Kur'an'da, güzel ahlâkı özetleyen en güzel ayet budur. Abdullah b. Zübeyr şöyle demiştir: "Vallahi, Allah bu ayeti insanların ahlâkı hakkında indirdi." Tirmizî'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte Resulullah'm şöyle dediği riva­yet olunmuştur: "Mizanda en ağır gelecek şey, güzel ahlâktır."

Kötülüklerinden korunmak için cahillerden, bozgunculuk ve şerlerinden kurtulmak için şeytanlardan yüz çevrilmesi emrolundu. Cenab-ı Hak: "Şeytan­dan bir vesvese gelirse" buyurmuştur. Yani şeytan sana vesvese vermek için yaklaşır, kalbine emrolunduğun şeyin aksini sokarsa, seni cahilden yüz çevir­mekten engelleyen ve seni onu cezalandırmaya iten bir durum gelirse, hemen Allah'a sığın. Bu halden kurtulmak için Allah'a iltica et, kalbinde ve dilinde Al­lah'ı an. Şeytanın vesvesesini senden gidersin. Allah, cahillerin cahilliklerin­den dolayı söylediklerini, şeytanın dürtüsünden Allah'a sığınmalarını ve diğer mahlukatmın sözlerini işitir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. O, her şeyi bilendir.

Şu ayette, Kur'an okurken istiaze istenmektedir: "Kur'an'ı okuduğun za­man o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın" (Nahl, 16/98-99).

"Eğer şeytandan bir vesvese gelirse" gibi ayetlerde hitap, başta Resulullah (s.a.) olmak üzere bütün mükellefleredir. Çünkü şeytan, bütün insanların kal­bine vesvese atar. Nitekim Müslim, Aişe ve İbni Mesud'dan, Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Hepinizin cinnilerden bir arkadaşı vardır. Ancak Allah ona karşı bana yardım etti de, o müslüman oldu."

Sonra Allahu Teâlâ, şeytanın vesveselerinden kurtulma yolunu açıklaya­rak şöyle buyurdu: "Sakınan kimseler, şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler." Doğruyu görürler, hak ve iyilik yolunu bilirler. Şeytanın onla­ra verdiği vesveseyi giderirler, şeytana tabi olmazlar. Basiretli, bilgili ve akıllı davranırlar. Bulundukları halden uyanıp doğru yolu bulurlar. Şeytandan Al­lah'a sığınma, bir korunma işidir. Şüphesiz korunma ilaçtan daha hayırlıdır. İnsan, bir masiyete düştüğü zaman, tevbe ederek günahını affetmesi için Al­lah'a döner.

İnsanda, hayra ve şerre karşı bir özlem vardır. Mücahedesi, nefsinin heva-sma, şeytanın vesvesesine üstünlük sağlaması oranında Allah tarafından ödül­lendirilir. Tirmizî, Nesaî ve İbni Hibban'm İbni Mesud'dan rivayet ettiği hadis­te Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz şeytan da, melek de, insanda konaklar.Şeytanın konaklaması insanı şerre ve hakkı yalanlamaya itmek, mele­ğin konaklaması ise, hayra ve hakkı tasdike yöneltmektir. Kim bu ikinci hali hissederse, bilsin ki o Allah'tandır. Bundan dolayı Allah'a hamdetsin. Birinci durumu hisseden kimse ise, hemen şeytandan Allah'a sığınsın. Sonra Resulul­lah şu ayeti okudu: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size kötü şeyi emreder."

Sonra Allahu Teâlâ, şeytanın bozguncu cahiller üzerindeki etkisinin sınırı­nı zikrederek: "Onların kardeşleri" buyuruyor. Yani şeytanın kardeşleri, mut­taki değillerdir. Şeytan, onları saptırır, onlara yardımcı olur, destekte bulunur. Onları saptırmaktan, fesada maruz bırakmaktan geri durmazlar. Onların şer ve fesatta ısrar etmelerini sağlarlar. Çünkü onlar, şeytan kendilerine vesvese verdiği zaman Allah'ı anmazlar. Onun vesveselerinden -ya imansızlıklarından ya da kalblerinde takva olmadığı için- Allah'a sığınmazlar. [366]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Kolaylığı tut" ayeti, inanç temellerinden sonra gelen toplumsal ahlâk ve faziletlerin temellerini içine alır. Hal ve hareketlerde, âdetlerde ve başkalarıyla muamelede insanların ahlâkı ortaya çıkar. İnsanların başkalarıyla ilişkilerinde bu ahlâkî temellere büyük ihtiyaçları vardır.

Bu ayetin tefsirinde, bu esasların üç tane olduğu açığa çıkıyor:

1- Kolaylığı tutmak: Yumuşak muamele etmek, nezaketle açıklamak. Al­mada, vermede ve teklifte zorluk göstermemek. Her türlü malî işlerde şiddeti terketmek, insanlara güzel ahlâkla muamele etmek. Sertliği ve kabalığı bırak­mak. Hak dine yumuşaklıkla ve nezaketle davet etmek. Bu tür şeyler, hoşgörü ve kolaylığı gerektiren haklardandır.

2- Marufu emir: Maruf, şeriatın, aklın ve adetin güzel işlerden, hayırlı şey­lerden saydığı her şeydir. Bu tür şeyler, hoşgörü ve kolaylığı kabul etmeyen haklardandır. Şeriatın emrettiği ve nehyettiği her türlü söz ve işi içine alır. Emrolunan ve nehyolunan şeylerin hükmü, durumları şeriatta bellidir. Kalbler onu bilmek konusunda birleşirler. Fert ve toplumdan, bu emrin gereği olarak daima iyiliği açıklamak ve emretmek, kötülüğü nehyetmek ve gizlemek istenir.

3- Cahillerden yüz çevirmek: Bunlar, hakkı bilmeyen kimselerdir. İyiliği emir ve ona teşvik, kötülükten nehy ve ondan nefret ettirme esnasında, bazan cahillerden bir kısmı, eziyete ve kabalık yoluna gidebilirler. O zaman, onların şerrinden korunmak, davetçiyi onların eziyetinden korumak için, onlardan yüz çevirmek gerekli olur. Bu, sabırla affı içine alır.

Bu üç ahlakî emir -her ne kadar bunları Cenab-ı Hak peygamberine emre­diyorsa da- bütün insanları terbiye edici mahiyettedir.

Kurtubî, Râzî ve İbni Kesir gibi müfessirlerin zikrettiği gibi, bu ayet muh­kemdir, mensuh değildir. Nitekim Mücahid ve Katâde de böyle demişlerdir. De­lilleri, Buharî'nin Abdullah b. Abbas'dan rivayet ettiği şu hadistir. Abdullah b. Abbas şöyle demiştir: Uyeyne b. Hısn b. Huzeyfe b. Bedr geldi. Kardeşinin oğlu Hurr b. Kays b. Hısn'a misafir oldu. Bu zat Hz. Ömer'e yakın kimselerdendi. Kurra -genç olsun olgun kişi olsun- Hz. Ömer'in sohbet ve müşavere ehli idi. Uyeyne, kardeşinin oğluna: Ey kardeşimin oğlu! Senin bu emir yanında itiba­rın var mı? Onunla görüşebilmem için bana izin alabilir misin? dedi. Sana izin alacağım, dedi ve Uyeyne için izin aldı. Hz. Ömer'in yanına girince: Ey Hattab oğlu! Bize mal, mülk vermiyorsun, aramızda adaletle hükmetmiyorsun! dedi. Ömer kızdı, kötü söz söylemek istedi. Hur: Ey Emire'l-Müminin! Allah peygam­berine: "Kolaylık yolunu tut, marufu emret, cahillerden yüz çevir" buyurdu. Bu da o cahillerdendir, dedi. Bunun üzerine, Hz. Ömer onu affetti, Allah'ın hükmüne uydu.[367] İsam b. el-Mustalik, Hasan b. Ali'ye ve babasına sövdü, bunun üzerine Hasen Ali, ona şefkatli, merhametli bir kimsenin baktığı gibi baktı ve eûzü besmele çekerek: "Af yolunu tut, örfle emret ve cahillerden yüz çevir" aye­tini okudu.

O halde Hz. Ömer'in ve Hasen b. Ali'nin bu ayetle amel etmesi, onun muh­kem olduğuna delildir. Çünkü kasden sultana kaba davranmak ve onun huku­kunu hafife almak, taziri gerektirir. Bunun dışında ise Hz. Ömer'in yaptığı gi­bi, af ve safh olur.

Geri kalan ayetler ise, insanları ikiye ayırır: Muttaki müminler ve şeyta­nın kardeşleri. Muttaki müminler, kendilerine şeytandan bir vesvese geldiği ve onları masiyetlere sürüklediği zaman, Allah'ın emrini ve nehyini, sevabını ve cezasını hatırlarlar. Hakkı görüp bâtıldan sakınırlar. Eğer masiyete düşerlerse, pişman olup tevbe eder, Allah'a yönelirler.

Şeytanın vesvesesi ve masiyete teşviki halinde Allah'a sığınmak, kişinin Allah'ın kendine olan büyük nimetlerini, şiddetli cezasını hatırlaması, nefsin hevasından yüz çevirmek ve şeriatın emrine yönelmek için Allah'a dua etmesi­dir.

Hitap, her ne kadar Hz. Peygamber ise de, aslında bütün insanlara bir terbiye ve öğretimdir. Şeytan peygambere vesvese verebilir. İlacı ise, birinci ayetin işaret ettiği gibi, Allahu Teâlâ'ya sığınmaktır. Müttakiler, vesvesenin başlangıç halinden daha çoğuna maruz kalırlar. Nitekim: "Şüphesiz müttakiler, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman" ayeti buna işaret eder.

"Şüphesiz O, hakkıyla işiticidir, tam bilicidir" ayeti dille Allah'a sığınma­nın, onun manasının kalbte bilinmesi halinde bir mana ifade edeceğine işaret eder. Allahu Teâlâ adeta şöyle buyuruyor: İstiaze lafzını dilinle söyle. Çünkü ben işiticiyim, istiazenin manasını aklınla ve kalbinle de bil. Çünkü ben kal­binde olanı bilirim.

Bu ayetin manasını taşıyan bir hadis vardır. Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayetine göre, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şeytan sizden birine ge­lir ve ona: "Şunu, şunu kim yarattı1?" der. Hatta daha da ileri giderek: Rabbini kim yarattı? der. işte bu dereceye geldiğinde o kimse hemen Allah'a sığınsın ki, o da bundan vazgeçsin".

Şeytanların kardeşleri: Bunlar insanların şeytanları, yahut insanların sa­pıklarından facir olanlar, ya da kâfirler ve müşriklerdir. Bunları, şeytanlar sa­pıklığa sürüklerler. Böylece insanları sapıtmış olurlar. Bu da, sapıklığa sürük­lemekle onların cinnî şeytanlara yardımı olur. Bu suretle sapıklık ve günahta, iki fırka arasında bir yardımlaşma olur. Şeytanların kardeşleri denmesi, onla­rın onlardan geleni kabul etmelerindendir.

Bu tefsir, "şeytanların kardeşleri" ifadesinden kasdolunan manayı açıkla­ma hususunda söylenen iki görüşü de içine almaktadır.

Birinci görüş Razî'ye göre zahirî görüş de budur-: İnsî şeytanlar, insanları saptırırlar. İkinci görüş. -Zemahşerî'ye göre en doğrusu budur- çünkü müttaki-lerin karşısında onların kardeşleri, cinnî şeytanların insî şeytanlara yardımcı olmasıdır. Her iki görüş de, bütün kâfirlerin şeytanlardan bir kardeşi olduğu esasına dayanır.[368]

Her durumda, şeytan asileri saptırma imkânına sahiptir. Onları sapıklığa sürükler ve bu konuda onlara destek olur. Onları serlerine, küfürlerine ve gü­nahlarına devam eder görürsün.

Ayeti daha önce, ikinci görüşle tefsir ettim. Yardımdan maksat, vesveseyi kuvvetlendirme, o halde bulunmadır.[369]

 

Peygamber (S.A.V.)'in İlahî Vahye Uyması, Kur'an'ın Özellikleri

 

203- Onlara bir ayet getırmezsen derler bir kavim için hidayet ve rahmettir.

 

Belagat:

 

"Bu, Rabbinizden gözlerdir": Bu, teşbih-i beliğdir. Bu (Kur'an), gözler gibi­dir, demektir. Benzetme edatı ve benzetme yönü hazfedilmiştir. Esasında: Bu (Kur'an), kalplerin gözleri mesabesindedir, demektir. [370]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlara bir ayet getirmezsen" Mekkelilere, teklif ettikleri şeylerden, yahut Kur'an'dan bir ayet getirmezsen "Onu toplasaydın ya! derler." Kendin onu uy-dursaydın, yahut onu Allah'tan isteseydin ya. "Ancak Rabbimden bana vahyo-lunana uyarım". Ben ancak vahye tabi olurum. Ayetleri kendimden uydurmu­yorum. "Bu, Rabbinizden gözlerdir." Onlar aydınlatıcıdır. Hak onlarla görülür, doğru onlarla anlaşılır. O, hakikati açıklayan delillerden ibarettir. [371]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak daha önce, şeytanların saptırdığını ve sapıklığa düşürdüğü­nü açıkladı. Bu ayette de, bu sapıklık çeşitlerinden özel birini açıklıyor. Bu, on­ların inat içinde belirli bazı kevnî ayetler ve özel mucizeler istemeleridir. Nite­kim Cenab-ı Hak, onları anlatırken şöyle buyuruyor: "Dediler ki: "Bize yeryü­zünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana iman etmeyiz. Yahut senin hurma­dan, asmalarından bir bahçen olsun da ortasından şarıl şarıl ırmaklar akıta-sın" (İsra, 17/90-91).

Onlara istediklerini getirmeyince de: "Kendin uydursana" dediler. Onlara göre Kur'an'ı Hz. Muhammed uyduruyordu: "Bu, uydurulmuş bir yalandan başka değildir, dediler" (Sebe, 34/43). [372]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber! Mekkelilere önerdikleri bir ayeti, ya da Kur'an'dan bir aye­ti getirmezsen: "Onu kendi tarafından uydursan ve söylesen ya" derler. Çünkü onlara göre, Kur'an Hz. Muhammed tarafından uydurulmaktaydı ve Muham-med, kevnî ayetler getirmeye ve husûsî mucizeler göstermeye muktedirdi. Ya da: "Senin isteğine karşılık veren Allah'tan istesen ya" derler. Ey Muhammed! Onlara de ki: Ben sadece, Rabbimin vahyine tabiyim. Ayetleri ben uydurmuyo­rum. Onları meydana getirmeye benim gücüm yetmez. Nitekim şu ayet de bu manayı ifade eder: "Ayetlerimiz onlara apaçık deliller halinde okunduğu za­man, bize kavuşmayı ummayanlar: "Ya bundan başka bir Kur'an getir, yahut onu değiştir" dediler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem, benim için olacak şey değil. Ben ancak bana vahyolunana tabi olurum. Eğer Rabbime isyan eder­sem şüphesiz büyük günün azabından korkarım" (Yunus, 10/15).

Sonra Allahu Teâlâ onları, hedefi gerçekleştirme hususunda uyarmış, Kur'an'm en büyük mucize olduğu noktasında aydınlatmış ve adeta onlara: "Size faydası olmayan bir şeyi niçin istiyorsunuz? İşte önünüzde kalbleri aydınlatan esasları, açık hüccetleri, parlak burhanları, benim doğruluğuma işaret eden açık delilleri içine alan Kur'an var.. O, Allah katındandır. Gerçek onunla görünür, doğru onunla anlaşılır. Müminler onunla körlük halinden görür hale gelirler. O, kalblerin gözleri mesabesindedir" dedi. Nitekim Cenab-ı Hak, başka bir yerde şöyle buyurur: "Muhakkak size Rabbinizden basiretler geldi. Kim görürse kendi nefsi içindir. Kim de görmezse yine kendi aleyhinedir" (En'am, 6/104).

Bu Kur'an, yolunu şaşıranları doğru yola ileten bir hidayet rehberidir. İna­nanlar için, dünya ve ahirette bir rahmettir. "İşte bu da indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Artık ona uyun ve sakının ki merhamet olunasınız" (En'am, 6/155). Ancak, ona iman edip hükmüyle amel edenler kurtuluşa ererler.

Bu üç haslet, maarif sahiplerince, farklı şekilde açıklanır: Bunların en üs­tünü hakka yakindir, ikincisi mutedil kimseler için istikamet yoludur. Üçüncü­sü, bütün müminlere rahmet yoludur. [373]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet aşağıdaki hükümleri içine alır:

1- Mekkeliler, imandan korktukları, küfürde ısrar ettikleri, peygambere ezi­yeti amaçladıkları için, Hz. Muhammed'e karşı inatla karşı koydular, olmayacak isteklerde bulundular. Ona en kötü suçlamalarda bulundular. Bu suçlamadan bi­ri de, Kur"an'ı Hz. Peygamberin uydurduğu iddiası ile, onlar istedikleri zaman mucizeler ve harikulade haller gösterebilme imkânına sahip olduğu görüşüdür.

2- Peygamberin işi, vahye tabi olmak, Allah'ın emrettiklerine uymaktır. Eğer Allah, onun eliyle bir mucize, bir ibret verici hal gösterirse, ona sormaz. Çünkü Allah hikmet sahibidir ve her şeyi bilendir.

3- Bu Kur'an, mucizelerin en büyüğü, delillerin en açığı, hüccetlerin ve bey-yinelerin en doğrusudur. O, üç hasletle vasıflanmıştır: Tevhid, peygamberlik, öl­dükten sonra dirilme ve hayatı en güzel şekilde düzenleme konusunda hakkı gösterir, doğru yola iletir, ona inananlara dünya ve ahirette bir rahmettir.. [374]

 

Kur'an'ı Dinlemek Ve Zikir Yolu

 

 204-Kur'an okunduğu zaman onu din- leyin ve susun ki, rahmet olunasınız.

 205" Rabbini» içinden yalvararak ve  korkarak yüksek olmayan bir sesle sa- bah akşam (her zaman) an ve gafiller- den olma.

 206- Şüphesiz Rabbinin katındakiler  o'na ibadet etmekten asla kibirlen- mezler. O'nu teşbih ederler ve yalnız  O'na secde ederler.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Dinleyin": Ayette geçen "istima" kelimesiyle aynı manaya gelen "sem' ke­limesi arasındaki fark şudur: "Semi", kasıtsız da olur, istima ise, ancak kasd ve niyetle olur.

"Susun": Bu manayı ifade eden "insaf kelimesi, okunan bütün şeyleri bir meşguliyet olmaksızın, dinlemek için susmaktır.

"Yüksek olmayan bir sesle": Zikirde orta yolu tut. Ne sesini fazla yükselte­rek, ne de tam içinden. [375]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Ebi Hatim ve daha başkalarının Ebu Hureyre'den rivayetlerine göre, o şöyle demiştir: Peygamber (s.a.)'in arkasında namaz kılarken, ses yükseltil­mesi üzerine, 204. ayet nazil oldu.

Yine İbni Ebi Hatim, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Na­mazda konuşuyorlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. İbni Ebi Hatim, Ab­dullah b. Muğaffel'den de benzerini tahric etmiştir. İbni Cerir et-Taberî de, İbni Mes'ud'dan aynısını tahric eder.

İbni Ebî Hatim, Zührî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Bu ayet ensardan, Re-sulullah (s.a.) bir şey okuyunca hemen onu okuyan bir genç hakkında nazil oldu.

Said b. Mansur, Sünen'inde Muhammed b. KaVın şöyle dediğini nakleder: Resulullah (s.a.) bir şey okuduğu zaman, hemen onunla beraber okurlardı, ni­hayet A'raf süresindeki bu ayet nazil oldu.

Süyûtî bu rivayetlerden sonra şöyle der: Bütün bunlardan, ayetin Medenî olduğu anlaşılıyor.

İbni Mes'ud, Ebu Hureyre, Cabir, Zührî, Ubeydullah b. Umeyr, Atâ b. Ebî Rebâh, Said b. Müseyyeb'den gelen rivayetler gösteriyor ki, ayet namaz hak­kında nazil olmuştur. Said şöyle der: Peygamber (s.a.) namaz kıldığı zaman Mekkeli müşrikler Resulullah'a gelir, birbirlerine: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin ve okunurken onda manasız sözler söyleyin" (Fussilet, 41/26) derlerdi. Bunun üze­rine Cenab-ı Hak, onlara cevap olmak üzere bu ayeti indirdi.

Bu ayetin, hutbedeyken susmayı emretmek üzere indirildiği belirtilmiştir. Bunu, Said b. Cübeyr, Mücahid, Ata, Amr b. Dinar, Zeyd b. Eşlem, Kasım b. Muhaymera, Müslim b. Yesar, Şehr b. Havşeb, Abdullah b. Mübarek söylemiş­tir: İbnül-Arabî ise, bu görüş hakkında şöyle der: Bu zayıftır. Çünkü, hutbede Kur"an azdır, halbuki onun bütününde susmak gerekir. [376]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teâlâ, Kur'an'ın insanlar için gözler, müminler için açık ayetler, hi­dayet ve rahmet olduğunu açıkladıktan sonra, bu ayetle de Kur'an okunurken, ona saygı göstererek rahmete ulaşmak ve kapsadığı birçok nimetlere kavuş­mak için susulmasmı emretti. [377]

 

Açıklaması

 

Kur'an-ı Kerim okunduğu zaman, ayetlerini anlayıp öğütlerinden ibret al­mak için ona kulak verip susun. Düşünüp öğütlerinden ibret alarak Allah'ın rahmetine ulaşmak için konuşmadan huşu ile ona kulak verin. Bunu ancak, kalbleri iman nuruyla aydınlanan samimi ve ihlaslı kimseler yapar.

Ayet, namaz içinde veya dışında, her durumda Kur'an'ın dinlenilmesi ve okunurken susulması gerektiğine işaret eder. Özellikle de farz namazda, imam açıktan okurken.. Nitekim Müslim'in Sahih'inde, Ebu Musa el-Eş'arî'den riva­yet ettiği hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: İmama uyulduğu za­man, o tekbir aldığında tekbir alın, okuduğunda susun" (Bunu Sünen sahipleri de, Ebu Hüreyre'den rivayet etmişlerdir). Bu görüş Hasen el-Basrî'den rivayet olunur. Fakat cumhur ulema, peygamberin okuyuşunu dinlemenin ve o esnada susmanın, namazda ve hutbede okunurken dinlemenin vacip olduğunu söyler. Çünkü namaz ve hutbe dışında, Kur'an okunurken dinleme ve susmanın vacip oluşu -amelleri terki gerektirdiği için- büyük bir zorluk taşır.

Meclislerde okunan Kur'an'ı dinlememek ve susmamak ise, büyük bir ke­rahetle mekruhtur. Mümine düşen görev, Kur'an okunurken, tıpkı onu okuma­ya hırslı olduğu gibi, dinlemeye de hırslı olmak, okunan yerde edepli olmaktır.

Tertil üzere, teessür ve huşua işaret eden nağme ile, herhangi bir tekellüf ve tasannu söz konusu olmaksızın ve medleri uzatmadan okumak müstehaptır. Buhari ve Müslim'in Ebu Hüreyre'den merftf olarak şu hadisi rivayet ederler: "Allah hiç bir peygambere Kur'an'ı teğanni ile okuması için izin vermedi."

Dinlemenin sevabı, okuma sevabı gibidir. İmam Ahmed, Ebu Hüreyre'den Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kim Allah'ın kitabından bir ayet dinlerse, ona kat kat hasene yazılır. Kim de onu okursa, onun için o, kı­yamet gününde bir nur olur."

Sonra Allahu Teâlâ, günün başında ve sonunda -tıpkı bu iki vakitte ibadeti emrettiği gibi- çokça zikri emreder. Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: "Güneşin doğmasından önce ve batışından önce Rabbini hamd ile teşbih et" (Kaf, 50/39).

Ayetin manası şöyledir: Rabbini isimlerini, sıfatlarını zikrederek, şükür ve istiğfarla kendi kendine gizlice zikret: "Haberiniz olsun ki kalbler ancak Allah'ı anmakla mutmain olur" (Ra'd, 13/28). Dilinle de, orta bir halde, zillet içinde ve yalvararak, korkarak ve sevabını Allah'tan umarak zikret: "Namazında sesini ne pek yükselt, ne de pek kıs. İkisinin ortası bir yol tut" (İsra, 17/110). Hitabın peygambere olduğu söylendiği gibi, Kur'an'ı dinleyene olduğu da söylenmiştir. Evla olan ise genel olmasıdır.

Dille yapılan zikre, kalbin de katılması ve manalarını düşünmesi gerekir. Sadece dille yapılan zikrin hiçbir faydası yoktur. Ona sevap da verilmez. Zikri kalble ve dille yapmalı, zikir istekle ve korku ile olmalıdır.

Zikir için en uygun vakitler; sabah ve akşam vakitleridir: Çünkü günün bu iki vakit dışında kalan kısmı, çalışmak ve geçim sağlamak içindir. Bu iki vakit ise, sükûn ve huzur vaktidir.

Buharî ve Müslim'de Ebu Musa el-Eş'ari'nin şöyle dediği naklolunur: İn­sanlar, bazı zamanlarda dua ederken seslerini yükselttiler. Bunun üzerine, Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Canınıza acıyın, sesinizi yükselt­meyin! Şüphesiz siz, ne sağır çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz! Dua ettiği­niz, muhakkak ki sizinle beraberdir. Hem O, sesinizi çok iyi işitir; O, size çok yakındır."

"Gafillerden olma" ayeti zikir emrini pekiştirmekte ve Allah'ı zikirde gafleti nehyetmektedir. Kalbi Allahla sürekli ilgili tutmak, kalbin Allah'a itaati ve insan ondan gaflet ettiği zaman, kudret ve azametinden korku içinde olması gerekir.

Sonra Allahu Teâlâ, daha önce geçen emir ve nehyini zikre teşviği pekişti­rerek: "Şüphesiz Rabbinin katında olanlar ibadet etmekten asla kibirlenmezler ve onu teşbih ederler" buyurdu. Yani, Allah'a yakın olan melekler, Allah'a iba­det etmekten kibirlenmezler, onun azamet ve kibriyasına lâyık olmayan her şeyden onu tenzih ederler, sadece ona dua ve secde ederler, ona hiçbir şeyi or­tak koşmazlar.

Bu, çoğu itaat ve ibadetlerinde kendilerine uyulması için, meleklerin du­rumlarını hatırlatmadır. Bunun için bize, burada ve diğer tilavet secdelerinde secde etmek meşru kılındı. Bu, Kur'an'daki ilk secdedir. Onu okuyana, dinleye­ne secde etmek icma ile sabittir. İbni Mace, Ebu'd-Derda vasıtasıyla Hz. Pey-gamber'in, bunu Kur'an'ın secdeleri içinde saydığını rivayet eder.

Ayet, gizli zikrin daha faziletli olduğunu ifade eder. Ahmet ve İbni Hıbbân, Sa'd vasıtasıyla Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Zikrin hayırlısı, gizli olanıdır." [378]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Kur"an'a karşı edepli olmak, şer'an istenen bir emirdir. Allah'a saygı gös­termek, aklen ve şer'an vaciptir. Allahu Teâlâ'yı zikretmek, kalbi ve nefsi Al­lah'a bağlamanın bir vasıtasıdır. Melekler, devamlı ibadet ve teşbih halindedir­ler.

Sahih olan, Kur'an okunurken, namazda ve namaz dışında, her durumda onu dinlemek ve susmak vaciptir.

Fakat, imamın arkasında ona uyan kimsenin kıraati konusunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Açık okunan ve gizli okunan namazda cemaatten kıraat dü­şer mi, vacip midir, yahut da kıraat gizlice okunan namazda mı vaciptir?

1- Hanefîler'e göre: İmama uyan kimse, imam ister açık, ister gizli okusun, kesinlikle susar. Ayetin zahiri bunu ifade eder. Çünkü Allah, dinlenilmesini ve susulmasını istemiştir. Cehrî namazlarda, ikisi birden tahakkuk eder. Cehrî ol­mayan namazlarda da susulur. Zira imam okumaktadır. İmama uyan kimsenin susması gerekir. İbni Ebî Şeybe'nin Ebu Hüreyre'den tahric ettiği hadis de bu görüşü destekler. Resulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İmama uyulduğunda, o tekbir aldığı zaman, siz de tekbir alın. O sustuğu zaman, siz susun." Aynı hadi­si daha önce geçtiği gibi, Müslim, Ebu Musa'dan rivayet eder. Yine İbni Ebî Şeybe, Cabir'den Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakleder: "İmamın kı­raati, imama uyanın kıraati yerine geçer".   Bu hadis, her ne kadar mürsel ise de, Hanefilerce delil olarak gösterilir. Ebu Hanife bunu, sahih bir senetle merfu olarak rivayet etmiştir.

Bu, Ali, İbni Mesud, Sa'd, Cabir, İbni Abbas, Ebu'd-Derda, Ebu Said el-Hudrî, İbni Ömer, Zeyd b. Sabit ve Enes (r.a.) gibi birçok sahabinin görüşüdür.

2- Maliküer ve Hanbelîler'e göre: Bunlara göre, imama uyan kimse, imam gizli kıraat ettiği zaman okur, açıktan kıraat ettiği zaman okumaz. Bu, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed ve Zührî'nin görüşüdür.

Onların delili iki hadistir: Birincisi, Malik, Ebu Davud, Nesai'nin Ebu Hü­reyre'den rivayet ettiği şu hadistir. Resulullah (s.a.), açık kıraatta bulunduğu bir namazı bitirip cemaata karşı dönerek: "Sizden biraz önce, namazda kıraat eden oldu mu?" buyurdu. Bir adam: Evet ey Allah'ın Rasulü dedi. Bunun üzeri­ne Resulullah: "Ben okuyorum, kıraatta bana iştirak olunmasın" buyurdu. Bundan sonra, artık insanlar Resulullah (s.a) namazlarda açıktan kıraat ettiği zaman Kur'an okumaktan vazgeçtiler.

İkincisi -Müslim'in İmran b. Hasin'den rivayet ettiği şu hadistir: Resulul­lah (s.a.) bize, öğle veya ikindi namazını kıldırdıktan sonra şöyle dedi: Hangi­niz, benim arkamda "Sebbihisme rabbike'l-a'lâ"yı okudu? Birisi: "Ben" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.): Bazılarınız onunla benim kafamı karıştırdı" buyurdu.

Ubade b. Samit'ten rivayet olunur: Resulullah (s.a.) sabah namazını kıl­dırdı. Ona kıraat ağır geldi. Nihayet namazı bitirip cemaate döndü ve: "Görü­yorum ki imamınızın arkasında kıraat ediyorsunuz?" dedi. Ubade şöyle der: Evet ya Resulullah." Resulullah Efendimiz: "Ümmü'l-Kur'an müstesna, Kur'an'dan başka ayet okumayın" buyurdu.

Fakat, bu iki hadis Şafiî mezhebinin delillerindendir. Maliki ve Hanbelî mezheplerinin delillerinden değildir.

3- Şafitlere göre: Bu mezhebe göre ister imama uyanlar olsun, isterse yal­nız başına kılsın, ister cehren, isterse gizlice okunan namaz olsun, namaz kılan kimse, mutlaka fatiha suresini okur. Bu hususta gördüğümüz gibi, daha önce geçen iki hadisle ve: "Kur'an'dan kolay olanı okuyun" (Müzemmil, 73/20) aye-tiyle ve Ahmed, Kütüb-i Sitte sahiplerinin Ubade b. Samit'ten rivayet ettikleri: "Kitabın fatihasını okumayanın namazı yoktur" hadisiyle istidlal ederler. Bu-harî ve Beyhakî'nin seçtikleri görüş de budur.

"Rabbini içinden yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an.." ayeti, zikirde sesi yükseltmenin yasak olduğuna işaret eder.

"Ve yalnız O'na secde ederler" ayeti ise bu ayeti okuyandan yahut duyan­dan secde isteğim ifade eder. Tilavet secdesi, secde etmekten kaçman müşrikle­ri zorlamak ve meleklere uymak için meşru kılındı. Müslim, Ebu Hüreyre'den şu rivayeti yapmıştır: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ademoğlu, secde ayetini okur da secde ederse, şeytan şöyle diyerek ağlar ve ayrılır: Vah vah! Ademoğlu secde ile emrolundu, secde etti, cennet onun. Ben secde ile emrolundum, secde etmekten kaçındım, cehenneme gideceğim.."

Secdeye vardığı zaman, İbni Mace'nin İbni Abbas'dan rivayet ettiği gibi, Peygamber (s.a.)'in söylediği şu sözleri söyler: "Allahım, bununla benden güna­hımı affet, onunla bana mükâfat yaz, onu benim için yanında bir hayırlı amel yap." Bir rivayette de şöyle gelmiştir: "Allahım, göz bebeğim sana secde etti, kalbim sana iman etti. Allahım, beni, bana fayda verecek bir ilimle ve beni yük­seltecek bir amelle rızıklandır."

Tilavet secdesinin vücubu hakkında alimler ihtilaf etmiştir: Malik, Şafiî ve Ahmed'e göre vacib değildir. Bu hususta delilleri, Sahihu'l-Buhari'de geçen Hz. Ömer hadisidir. Hz. Ömer minberdeyken, bir secde ayeti okudu, minber­den indi, secde etti. Onunla beraber cemaat da secde etti. Sonra onu diğer cu­ma okudu, insanlar secde etmek için hazırlandı. Bunun üzerine, Hz. Ömer: "Ey insanlar! Yavaş olun! Allah onu bize vacip kılmadı, isteğimize bıraktı" dedi. Bu, ensar ve muhacir sahabe topluluğunun huzurunda vuku buldu.

Peygamber (s.a.)'in terketmemesi, müstehab oluşuna işaret eder. Peygam­ber (s.a.)'in: "Ademoğlu, secde ile emrolundu" sözü ise, vacib olan secdeyi bildi­rir.

Ebu Hanife'ye göre, tilavet secdesi vaciptir. Çünkü secde etmenin mutlak olarak emredilmesi, onun vacip oluşuna işaret eder. Peygamber (s.a.)'in: "Ade­moğlu, secde ayeti okuduğu zaman, şeytan ağlayarak ve vah vah diyerek uzak­laşır" (Ebû Küreyb'in bir rivayetinde: "Vah bana" şeklindedir) hadisi, yine Müslim'in rivayet ettiği, Peygamberimizin İblis'ten haber veren: "Ademoğlu secde ile emrolundu, secde etti, cenneti kazandı, ben secde ile emrolundum, secde etmedim, cehennemi hak ettim" hadisi, tilavet secdesinin vücubuna işa­ret eder.

Tilavet secdesinde de, namazdaki gibi taharet, niyet, istikbal-i kıble ve va­kit gibi şeyler hususunda herhangi bir ihtilaf yoktur.

Tilavet secdesinin vakti meselesine gelince; secde ayeti okunduğu zaman secde edilebileceği gibi, diğer zamanlarda da secde edilebilir, denilmiştir. Bu görüş, Şafiî ve bir grup alimin görüşüdür. Bunlara göre secde, bir sebebten do­layı namaz olma durumundadır. Bazılarına göre de, nafile namazların mekruh olmadığı vakitlerde (sabah namazından ve ikindi namazından sonra nafile na­maz kılmak mekruhtur) secde eder. Bu, Hanefilerin ve Malikîlerin görüşüdür. Bu iki görüş arasındaki ihtilafın sebebi ikindiden ve sabah namazından sonra namaz kılma yasağının genel olması ve bu iki vakitte namazın nehyolunuşu-nun manasında ihtilaf olunmasından dolayıdır.

Tilavet secdesi yapan kimse, iftitah tekbiri alır mı, ellerini kaldırır mı, tekbir alır mı, secde eder mi? Bu hususta fakihler ihtilaf etmişlerdir. Şafii, Ah-med, İshak, tilavet secdesi yapan kimsenin, tekbir alacağı ve tekbir için ellerini kaldıracağı görüşündedirler. İbni Ömer'den gelen rivayette, Peygamber (s.a.)'in, secde ettiği zaman tekbir getirdiği, ellerini kaldırdığı zaman tekbir al­dığı rivayet olunmuştur.

İmam Malik'in meşhur olan görüşü şudur: Tilavet secdesi yapan kimse, namazdayken tilavet secdesi için secdeye giderken ve kalkarken tekbir alır. Namazın dışındayken tekbir alıp almaması hususunda İmam Malik'ten farklı görüşler vardır.

Alimlerin çoğunluğu ise şöyle demiştir: Tilavet secdesinin selamı yoktur. Şafiîlere göre, selâm vardır. İbnü'l-Arabî'nin dediğine göre, bu daha uygundur. Çünkü Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ali'den rivayet ettikleri hadiste Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Namazın anahtarı temizlik, tah-rimi tekbir, tehlili selâm vermektir." Bu bir tekbiri olan ibadettir, cenaze nama­zı gibi, belki de ondan daha evlâ olarak tehlil vardır. Çünkü tilavet secdesi bir fiildir, cenaze namazı ise bir kavildir.

Eğer bir şahıs bir namazda secde ayeti okursa, nafile namazındaysa secde eder; farz namazdaysa, İmam Malik'ten meşhur olan görüşe göre secde etmez. Çünkü bu durumda farz namazın secde sayılarını artırma ve cemaatın karışık­lığa düşme korkusu vardır. [379]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/429.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/429.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/429-431.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/432.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/432.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/432-433.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/433-434.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/434.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/435.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/435.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/435-436.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/436.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/436.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/437.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/437.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/438

[17] Razî, 14/23.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/438-441.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/441-442.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/442.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/443.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/443.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/443-444.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/444-445.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/446-447.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/447.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/447-448.

[28] Râzî,XIV/30. 2- Taberî, V/94.

[29] Kurtubî, VIII/169.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/448-451.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/451-453.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/454-455.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/455.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/455-456.

[35] Bu buyruk, Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Allah size saparsınız diye açık­lamaktadır." (Nisa, 4/176). Yani sapmayasınız diye, demektir. Yine, "Ve o sizi çalkalar di­ye yeryüzüne sabit dağlar bıraktı." (Nahl, 16/15; Lokman, 31/10) buyruğu da, sizi çalkala­masın diye, anlamındadır.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/456-458.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/459-460.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/461.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/461-462.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/462.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/462-464.

[42] Adı Cerhed b. Huveylid olup, sahabidir.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/464-466.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/467.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/467-468.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/468.

[47] İbni Kesir, 11/108.

[48] İbni Kesir, 11/209.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/468-471.

[49] Râzî, XIV/57.

[50] Taberî, VIII/159

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/471-472.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/473.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/473.

[54] Bunlann el-Hums diye adlandırılmalarının sebebi, dinlerinde hamaset göstermeleri, yani sıkı sıkıya bağlı görünmeleridir. Hamaset ile kahramanlık aynı anlamdadır.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/473-474.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/474-475.

[57] Kurtubî, VII/192; el-Kâsımî, Mehâsinu't-Te'vîl, VII/2664.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/475-477.

[59] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/33.

[60] İbnül-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 11/771.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/477-480.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/481.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/481.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/481.

[65] Razî, 3OV/67.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/482-483.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/483-484.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/485.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/485.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/485-486.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/486-487.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/488.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/488.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/488-489.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/489.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/49-491.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/491.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/491-494.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/494.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/495.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/495-496.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/496.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/496-497.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/497.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/498.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/498-499.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/499.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/499-500.

[88] Kurtubî, VII/208-209.

[89] İbni Kesîr, 11/215.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/500-501.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/502-503.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/503.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/503-506.

[94] Tırnak içerisindeki "ancak" kelimesi metinde yoktur, fakat bu kelime olmaksızın ibarenin doğru olarak anlaşılmasına imkân bulunmamaktadır. Nitekim bu cümlenin aynen alındığı kaynak olan Fahrüddin er-Razî'nin Tefsirü'l-Kebir' inde de (bkz. XTV770) "ancak" anlamını veren "illâ" istisna edatı bulunmaktadır (Çeviren).

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/506-507.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/508.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/508.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/508-509.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/509-510.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/511.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/511.

[102] Razî, XTV793.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/511-513

[104] Bu hadisin mevzu olduğu ve Hz. İsa'nın söylediği sözler arasında rivayet edildiği de söy­lenmiştir, bkz. Keşfu'l-Hafâ, 1099 no'lu hadis (Çeviren).

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/514.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/515-516.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/516.

[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/516-517.

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/517-518.

[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/519.

[111] Binek hayvanın üzerine konulan taht.

[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/519-520.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/520.

[114] İbni Kesîr, 11/220.

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/520-523.

[116] Kurtubi VII/223.

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/523-524.

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/525-526.

[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/526.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/526.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/526-528.

[122] Alûsî, Ruhu'l-Meânî, VIII/140.

[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/528-529.

[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/530.

[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/530-531.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/531.

[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/531-533.

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/533.

[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/534-535.

[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/535.

[131] Tarihçilerden, İdris Peygamber (a.s.)'in Nuh (a.s.)'dan önce olduğunu söyleyenler, aslında ...Kurtubî'nin şu delile dayanarak belirttiği gibi... vehmetmiş, yanılmışlardır. Söz konusu sa­hih hadis İsra hadisesi ile ilgili olup Peygamber (s.a.) Hz. İdris ile karşılaştığında Hz. İdris ona, "Salih peygambere ve Salih kardeşe merhaba" demiş, fakat Hz. Adem, Nuh ve İbrahim gibi ona "Salih evlâda merhaba" dememiştir.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/535-538.

[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/538-540.

[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/540-541.

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/543.

[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/543-544.

[137] Bu anlatılanların ve benzerlerinin sahih bir senedi olmadığı bir takım tarihi rivayetler ol­duğu' ayrıca, Beytin yani Kabe'nin Hz. İbrahim ile Hz. İsmail tarafından bina edildiği göz önünde bulundurulması ve bu rivayetlerin, ihtiyatla karşılanması gerekir. (Çeviren).

[138] Zemahşerî, 1/554 vd.

[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/544-546.

[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/546-549.

[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/549-550.

[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/552.

[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/552.

[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/553.

[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/555.

[146] Zemahşerî, 1/555-556; İbni Kesir, 11/228.

[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/555-558.

[148] Râzî, XIV/165.

[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/558-560.

[150] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/561.

[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/561-562.

[152] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/562.

[153] Prof. Abdulvehhab en-Neccar, Kasasu'l-Enbiyâ, s. 113.

[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/562-563.

[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/563-565.

[156] Prof. Dr.Vehbe Zuheyli; İslam Fıkhı Ansiklopedisi, VT/66.

[157] Prof. Dr.Vehbe Zuheyli; İslam Fıkhı Ansiklopedisi, VT/66.

[158] İbnu'l-Arabî, Ahkamu'l-Kur'an'da (11/777) der ki: Bu hadis icma ile merduttur. Ona iltifat olunmaz.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/565-566.

[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/567.

[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/567-568.

[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/568-570.

[162] Zemahşerî, 1/559.

[163] Râzî, XTV/173.

[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/570-574.

[165] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/574-575.

[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/10.

[167] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/10.

[168] İbni Kesir, 11/232.

[169] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/10-13.

[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/13-14.

[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/15.

[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/15-16.

[173] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/16.

[174] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/16-17.

[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/17-18.

[176] Zemahşeri, 11/563.

[177] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/19-20.

[178] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/20.

[179] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/20.

[180] Râzi, XIV/185.

[181] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/20-22

[182] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/22.

[183] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/23.

[184] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/23.

[185] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/23-25.

[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/25.

[187] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/27.

[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/27.

[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/27.

[190] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/27-30.

[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/30-32.

[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/32-35.

[193] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/35-37.

[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/38.

[195] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/38.

[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/38-39.

[197] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/39-40.

[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/41.

[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/41-43.

[200] Razî, XIV/207-208.

[201] İbnü'l-Arabi, Ahkâmü'l-Kur'an, 11/779.

[202] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/43-44.

[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/45-46..

[204] Razî,XIV/212.

[205] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/47-48.

[206] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/49.

[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/49-50.

[208] Neccar, Kısasu'l-Enbiya, 198.

[209] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/50-53.

[210] Kurtubî,   VII/226.

[211] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/53-55.

[212] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/56.

[213] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/56-57.

[214] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/57.

[215] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/58.

[216] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/58.

[217] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/58-59.

[218] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/59.

[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/60

[220] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/60

[221] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/60-61.

[222] Razi, XTW223.

[223] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/61-62.

[224] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/62-63.

[225] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/64.

[226] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/64-65.

[227] Razî, XIV/226.

[228] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/65.

[229] Razî, XIV/226; Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/34.

[230] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/65-67.

[231] Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'an, 111/35.

[232] Razî, XIV/229-235; Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/34-35.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/67-69.

[233] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/70.

[234] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/70-71.

[235] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/71-72.

[236] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/72.

[237] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/73.

[238] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/73.

[239] İbni Kesîr, 11/247.

[240] Razî, XV/5.

[241] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/73-75.

[242] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/75-76.

[243] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/77.

[244] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/77-78.

[245] Razî, XV/11.

[246] Zemahşeri, 1/578.

[247] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/78-79.

[248] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/783.

[249] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/79-81.

[250] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/82.

[251] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/82.

[252] İbni Kesir, 11/248

[253] İbni Kesir, 11/248

[254] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/82-84.

[255] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/84.

[256] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/85.

[257] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/85.

[258] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/85.

[259] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/85-86.

[260] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/86.

[261] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/87.

[262] Razî, XV/17-18.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/87-88.

[263] İbni Kesir, 11/250.

[264] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/88-89.

[265] Razî, XV/19.

[266] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/89-90.

[267] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/91.

[268] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/91-93.

[269] İbni Kesir Tefsir' inde (11/251) bu hadisin sağlam olduğunu, Enes (r.a.)'dan sahih olarak rivayet edildiğini söyler.

[270] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/93-96.

[271] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/96-99.

[272] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/100.

[273] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/100-101.

[274] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/101-102.

[275] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/103.

[276] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/103-104.

[277] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/104-105.

[278] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/105-106.

[279] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/107.

[280] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/107.

[281] Razî, XV/34 v.d.

[282] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/107-109.

[283] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/109.

[284] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/110-111.

[285] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/111.

[286] bkz. Zemahşeri, 11/584-585.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/111-112

[287] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/112-114.

[288] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/114-115.

[289] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/117.

[290] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/117-118.

[291] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/118.

[292] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/118-120.

[293] Razi, XV/14.

[294] Kurtubî, VII/311-312.

[295] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/120-122.

[296] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/123.

[297] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/123-124.

[298] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/124.

[299] Razi, XV714; İbn Kesîr, 11/261-264.

[300] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/124-126.

[301] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/126.

[302] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/127.

[303] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/127.

[304] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/128.

[305] Razî, XV/54.

[306] İbniKesîr, 11/264.

[307] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/128-129.

[308] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/129-130.

[309] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/131.

[310] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/131.

[311] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/131.

[312] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/131-133.

[313] Zemahşeri, 1/588.

[314] İbni Kesîr, 11/267.

[315] Beyzavî, s. 229.

[316] Razî, XV/20-23.

[317] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/133-134.

[318] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/135.

[319] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/135

[320] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/136.

[321] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/136-137.

[322] İbnül-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/798-805.

[323] İbnül-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/798-805.

[324] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/137-139.

[325] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/140-141.

[326] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/141.

[327] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/141.

[328] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/141-144.

[329] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/36. 2- Kurtubî, VII/331-333.

[330] İbnü'l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/807.

[331] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/144-146.

[332] İbni Kesir, 11/271.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/147.

[333] Kurtûbî, VII/335.

[334] İbni Kesir, 11/271.

[335] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/147-148.

[336] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/148.

[337] Razî, XV/80.

[338] Alûsî, K/134.

[339] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/148-150.

[340] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/150-151.

[341] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/152.

[342] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/152.

[343] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/152-153.

[344] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/153.

[345] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/153-154.

[346] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/155.

[347] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/156.

[348] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/156.

[349] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/156.

[350] İbni Kesir, 11/275.

[351] İbni Kesir, 11/275-276.

[352] Zemahşeri, 11/592.

[353] Razî, XV/67 vd.

[354] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/156-159.

[355] Zemahşeri, 11/592.

[356] Razî, XV/89.

[357] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/159-161.

[358] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/162.

[359] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/162-163.

[360] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/163.

[361] İbni Kesir, 11/276.

[362] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/163-165.

[363] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/165-166.

[364] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/167.

[365] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/167.

[366] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/167-170.

[367] Kurtubî, VII/347; İbn Kesîr, 11/277 v.d.

[368] Razî, XV/100.

[369] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/170-172.

[370] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/173.

[371] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/173.

[372] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/173.

[373] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/173-174.

[374] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/174.

[375] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/175.

[376] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/175-176.

[377] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/176.

[378] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/176-177.

[379] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/178-180.