- 7 -
A’RÂF SÛRESİ
Mushaf’taki
sıralanışına göre 7, nüzûl sırasına göre 39, tıval kısmının da 6, sûresi olan
Â’râf sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 206 dır.
Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a
aittir. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, âline ve ashabına olsun. Rabbimiz
bizden kabul buyur. Çünkü Sen dualarımızı işiten ve her şeyi hakkıyla Bilensin.
Mekke’de
nâzil olan 206 âyetiyle tanımaya çalışacağımız sûrenin adı sûrenin 46. âyetinde
zikredilen A’râf kelimesinden alınmıştır. Sûrenin A’râf isminden başka mîkâd,
mîsâk gibi isimleri de vardır. Mîsâk sûresi adını da alan bu sûre müslümanların
mîkâdını ve mî-sâkını anlatır. Rabbimiz bu sûrede önceki elçilerin
yalanlanmaların-dan söz eder. Çünkü bu sûre Rasulullah’ın ve beraberindeki bir
avuç müslümanın akla hayale gelmedik işkencelere maruz bırakıldıkları,
insanların imanlarından ötürü boyunlarına ipler takılıp sokaklarda sü-rüklendikleri,
ayaklarından develere bağlanıp çaprazlama develere kamçı vurularak vücutlarının
ortadan ikiye parçalandığı, sırtlarına taş-lar konulup dinlerinden döndürülmeye
zorlandığı bir dönemde nâzil oluyordu.
Âdeta ben de müslümanım diyen herkesin işkenceye
adaylığını koyduğu bir dönem. Müslümanlar Şa’bi Ebi Talipte karantinaya
alınmışlar, dağılıp gitsinler diye ekonomik ambargolara maruz bırakılmışlardı.
Yeni dinin sahibi olan insanlar hep değersiz hep adi sa-yılıyordu. Mekke’de
âdilerin, zâlimlerin hâkimiyetlerinin ve zulümlerinin had safhada olduğu ve
yeni gelen bu dinin yasalarını bildiği için saltanatlarının sarsılacağından
korkan hâkim zümrenin zulümlerini artırdıkları bir dönemde gelen sûrede
Rabbimiz hem peygamberini, hem de ona iman etmiş bir avuç müslümanı teselli
ediyordu. Rabbi-mizden müjde üstüne müjdeler geliyordu mü’minlere.
Nuh’u, Hût’u,
Sâlih’i bu sûrede tanıyoruz. Mekke toplumuna benzer toplumları içinde Allah’ın
bu kutlu elçilerinin şanlı tavırlarını ve akıl almaz sabırlarını bu sûreden
öğreniyoruz.
1. “Elif, Lam, Mim, Sad.”
2. “Ey Muhammed: Sana bir Kitap indirildi. Onunla insanları
uyarman ve inananlara öğüt vermen için kalbine bir darlık gelmesin.”
İşte bu kitap, elimizde
sahifelere yazılmış olan, hayal olmayan bu kitap, ey peygamberim bunu sana ben
gönderdim. Bu yükü sana ben yükledim. Ve bu yük senin takatinin çekeceği, gücünün
yeteceği kadar bir yüktür. Öyleyse sakın ha ondan dolayı daralma. Bu kitaptan
dolayı sakın sıkılma.
Galiba
bizler laf olsun diye müslümanız. Darılmayın ama ga-iba bizler çeşit olsun diye
bu kitapla bir beraberlik sürdürüyoruz. Müslümanlığımızı, imanımızı hayatımızın
her bir alanında teslimiyete dönüştürmeden, kulluğumuzu, kitapla
beraberliğimizi, amele dönüştürmeden kendimizce bir müslümanlık yaşamadan
yanayız. Bakıyoruz Allah’ın Resûlüne Cibril vahiy getirirken onda ciddi bir daralma,
ciddi bir sıkıntı var.
Ya bu yükü çekemezsem! Ya bu
sorumluluğun altından kalkamazsam! Ya bu bana duyurulan Rabbimin âyetlerini
hakkıyla insanlara duyuramazsam! Ya bu insanlara hakkıyla bunu tebliğ edemezsem!
Ya bu insanların cehenneme gidişlerine engel olamazsam! diye Allah’ın Resûlünün
üzüntüsünden mahvolduğunu, kendisini ihmal edecek kadar, yemeyi içmeyi
unutacak, dengesini bozacak kadar ıstıraplar içinde kıvrandığını, kendisini
yiyip bitirecek hale geldiğini görüyoruz.
Zira çevresinde farkında olmadan
hızla ateşe doğru giden insanları görüyordu. Sevdiklerinin, tanıdıklarının cehenneme
gidişi onu üzüyordu ve yerinde duramaz hale getiriyordu. Meselâ benim kâfir bir
kardeşim olsa elbette bu bana ağır gelir ve beni üzer. Ama biliyoruz ki
Allah’ın Resûlü benim öz kardeşimi, benim öz çocuklarımı sevdiğimden çok
ümmetini sevmektedir.
Peki aynı
kitabı okuyan bizler, aynı sorumlulukla sorumlu olan bizler, aynı misyonu
üstlenme iddiasında olan bizler, çocuklarımızın İslâm’dan habersiz oluşu
karşısında, hanımlarımızın kitap sünnet bilgisinden mahrum oluşları karşısında,
komşularımızın ve çevremizde yığınlarla insanların süratlice cehenneme
gidişleri karşısında, toplumun Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın hayat
programından, Al-lah’ın hidâyet hediyesinden, Allah’ın cennetinden ve cehenneminden,
Allah’ın hesabından, kitabından habersiz
bir hayat yaşamalarına biz niye üzülmüyoruz? Biz niye rahatız? Biz nasıl rahatız?
İşte onlar
adına üzülüp, onların sorumluluğunu omuzlarında hissedip, kendini yiyip
bitirecek bir noktaya gelen Resûlünün imdadına bu âyetleri yetiştirerek onu
teselli ediyordu Rabbimiz.
Ey
peygamberim! Sana gönderdiğim bu kitabın âyetlerini insanlara duyurma
konusunda, insanları bu kitapla uyarma konusunda sakın sen sıkıntıya düşme.
Senin onları diriltme adına, onları cennete kazandırma adına onlara bu kitabı
ulaştırma çaban karşısında onların sana gösterecekleri tepkiler, takınacakları
tavırlar karşısında da sakın ha peygamberim üzülüp sıkıntıya düşme. Bu konuda
içinde bir darlık, bir sıkıntı olmasın. Bu kitabı kendilerine duyurduğun
insanlar ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl davranırlarsa davransınlar sen hiç buna
aldırış etmeden yoluna devam et. Bu konuda hiç bir endişen, hiç bir sıkıntın ve
korkun olmasın senin. Şunu hiç bir zaman hatırından çıkarma ki ey peygamberim,
Ben bu kitabı onunla sen üzülesin, daralıp sıkıntı içine düşesin diye
göndermedim. Ben bu kitabı sana şunun için gönderdim:
Onunla mü’minleri müjdeleyesin ve kâfirleri de uyarasın diye Evet
Kur’an mü’minler için bir müjde, kâfirler için de bir uyarıcıdır. Mü’minler
için hatırlatma, teşvik etme ve yol gösterme özelliğine sahip olan bu kitap
kâfirler için de bir uyarıcı özelliği taşımaktadır. Kâfirler sürekli korkacaklar
bu kitaptan. Sürekli kahrolacaklar bu kitabın uyarısı karşısında. Kahrolup mahvolacakları
şeylerin dışında hiçbir şey duymayacaklar bu kitaptan kâfirler. Cehennemi ve oradaki
hayatı, ya da esasen hayatsızlığı anlatan âyetleri duydukça, kaybettikleri
cenneti ve oradaki hayatı duydukça
birine yuvarlanıcı, ötekisini de kaybediciler olarak üzüntülerinden kahrolacaklar,
mahvolacaklar.
Evet ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, kâfirlerin yaptıkları karşısında
hiç üzülmeyin ve bu kitabın uyarısının konusu olan şu hususa çok dikkat edin:
3. “Rabbinizden size indirilen Kitaba uyun, O'ndan başka
dostlar edinerek onlara uymayın. Pek az öğüt dinliyorsunuz.”
Rabbinizden size indirilen bu
kitaba tâbi olun ve sizi nereye götürüyorsa oraya gidin. O kitap size nasıl bir
yol tarif ediyorsa o yolda yürüyün.
Rabbinizden size ne gelmişse,
Rabbiniz size ne göndermiş-se, ne indirmişse ona uyun, ona tâbi olun. Ondan
başka dostlar, veliler edinerek onlara uymayın. Ne kadar da az öğüt dinliyorsunuz
siz?
Evet
uymamız gereken, tâbi olmamız gereken tüm hayatımızda rehber kabul etmemiz
gereken imamımız, önderimiz, rehberimiz, yasamız bellidir.
Risale-i
Hamidiyye ile amel oluna değil. Veya işte topluma uy, çevreye uy,
yönetmeliklere uy, âdetlere uy, gazeteye, mecmuaya, filan zâta, falan kişiye,
babana, anana, devletine, amirine, müdürüne, ağana, patronuna uy, onlara tâbi
ol değil. Eğer onlar sana vahyi ulaştırıyorlarsa tamam onlara da uy. O zaman
zaten sen onlara değil vahye uymuş olursun. Onlar vahyin tercümanı oluyorlarsa
tamam onlara da uyabilirsin, ama onlar vahye değil de kendi hevâ ve heveslerine
tâbi olmuşlarsa kesinlikle onlara uymayacağız.
İşte
Rabbimizin en güzel ve en net ifadesi. Tâbi olun ona. Uyun bu kitaba. Onu
anlayın ve sizden ne istiyorsa öylece yapın. Ye-mek yemeniz konusunda, meslek
seçmeniz konusunda, kazanmanız harcamanız konusunda, çocuklarınıza isim
vermeniz konusunda, almanız-vermeniz konusunda, küsmeniz-barışmanız konusunda
ve hayatınızın her bir konusunda size ne tarif ettiyse, nasıl yapmanızı tarif
buyurduysa uyun ona.
Hemen hemen
Kur’an’ın her bir sayfasında Rasulullah efendimize Kur’an’a tâbi olma ve ondan
başkalarına uymama talimatı ve-rilmektedir. Tabii ki Rasûlullah’a vahye tâbi
olma emri onun şahsında aynı zamanda bize de bir emirdir. Gerçi buradaki âyet-i
kerîmesinde Rabbimiz hepimize hitap ediyor. Öyleyse biz de Allah’ın indirdiğine
tâbi olmak zorundayız. Biz de sadece Allah’ı dinlemek ve hayatımızı Allah’a
sorarak yaşamak zorundayız.
Fakat şu anda içinde yaşadığımız
toplum, hayatın her bir kademesinde Allah’ın kendilerinden istediklerini bilmedikleri
için, yâni Allah’ın kitabını tanımadıkları için, kitaplarından habersiz yaşadıkları
için hayatlarını sadece Allah’ın kitabına sorup yaşamaları gerekirken
başkalarını da dinlemeye, başkalarını da memnun etmeye çalışan bir toplumdur.
Bu durumda kişi günahkâr olur. Yâni Allah’ın o konuda kendisinden ne istediğini
bilmeyen bir kişi meselâ modanın, meselâ âdetlerin istediklerini
gerçekleştiriyorsa günahkâr olur. Ama Allah’ın kendisinden ne istediğini bildiği
bir konuda onun tamamen zıddını isteyen modayı, âdetleri, tâğutları dinler ve
onların arzularını gerçekleştirmeye çalışırsa o zaman bu kişi müşrik olur.
Meselâ:Bir kızcağız evlenirken
gelinlik giymemesi, vücudunu bu şekilde el âlemin gözleri önünde teşhir etmemesi
gerektiğini, Allah’ın bunu yasakladığını bilmeyerek gelinlik giymeye çalışırken,
bu kızcağız bu hareketiyle günah işliyor demektir. Ama bu kızcağıza Allah’ın bu
konudaki yasağı hatırlatılınca, Allah’ın bu konudaki isteğini bilince, yine de
bu tür bir elbiseyi giymeye kalkışırsa o zaman bu kızcağız müşrik demektir. Ama
hayır ben bunu bilmiyordum. Ben Rabbimin benden isteğinden yanayım diyerek
böyle bir elbiseyi giymekten vazgeçerse bu da mü'mindir.
Evet Allah
buyuruyor ki ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, Rabbinizden size
ne indirilmişse sizler ona tâbi olun, ona uyun. Biliyoruz ki Allah’ın Resûlü
Allah’tan kendisine gönderilen vahyi gece kendisi okuyor, o vahye kendisi tâbi
oluyor ve kendi kendine vahyi tekrar ediyordu. Yâni Allah’ın Resûlü her gece
vahyi kendisine indirgiyordu. Şimdi ona emredilenin aynısıyla sorumlu olan
bizlere soruyorum. Acaba her gece bize de vahiy geliyor mu? Her gündüz bize de
vahiy geliyor mu? Biz de tıpkı Allah’ın Resûlü gibi her gece ve her gündüz
vahiyle beraber miyiz? Vahyin gözetiminde ve Kur’an’ın kontrolünde bir hayat
yaşayabiliyor muyuz?
Yâni şu anda bize vahiy geliyor
mu? Ve gelen vahye tâbi olabiliyor muyuz? Ya da isterseniz biraz farklı
sorayım. Sizler şu anda, gecenizde, gündüzünüzde kimin vahyine tâbisiniz?
Kimden vahiy alıyor ve hayatınızı onunla düzenlemeye çalışıyorsunuz? Diyecek-siniz
ki Allah vahyinden başka vahiyler mi var ki onlardan beslenelim? Evet daha önce
onu Rabbimiz kitabının başka yerlerinde anlatmıştı, bir Rahmânın vahyi, bir de
şeytan vahiylerinden söz etmişti.
Öyleyse bizler kimin vahyine
teslim oluyoruz? Yoksa gecemiz gündüzümüz hep başkalarının vahyine mi teslim
olmuş? Yoksa şeytan vahiyleriyle mi besleniyoruz? Yoksa biz başkalarının
vahiylerinin kontrolünde bir hayat yaşıyoruz da müslümanız diye bir de kendi
kendimizi mi aldatıyoruz? Yoksa Allah’tan başka şeytan vahiyleriyle meşgul olup
da hayatımızı onlarla mı düzenlemeye kalkıyoruz? A.B.D den, Avrupa’dan, yahudi
dünyadan, hıristiyan âlemden, Zerdüştlerden gelen vahiylere mi tâbi oluyoruz?
Bu vahiyleri dinliyor da hayatımızı onlar kaynaklı mı düzenlemeye çalışıyoruz?
Bunu çok iyi düşünmek ve anlamak zorundayız.
Başka
çaremiz yok, her gün bize vahiy gelmelidir. Her gece, her gündüz biz Allah’ın
vahyiyle beraber olmalıyız. Her gece ve gündüz bize Bakara, bize Âl-i İmrân,
bize Nisâ, bize En’âm inmelidir. Her gece ve gündüz bu Allah vahyiyle beraber
olmak zorundayız. Beraber olmak zorundayız ki bizler bu vahye uyabilelim. Bize
her gece ve her gündüz vahiy gelmeli ki biz hayatımızı onunla düzenleyebilelim.
Gecemizi, gündüzümüzü, işimizi, aşımızı, hayatımızı onunla düzenleyebilelim.
Değilse Allah vahyiyle ilgimizi kesersek Allah korusun o zaman şeytan vahiyleri
gündeme gelir ki biz onlarla hayatımızı düzenlemek zorunda kalırız. Eğer
hayatımızı düzenlemek üzere Allah’tan gelen vahiyler hayatımıza hâkim olmazsa,
eğer bu vahiyler bize inmeye devam etmezse, eğer gece gündüz kitapla beraber olamazsak
o zaman onlar bizim hayatımıza egemen olamaz, kitabın âyetleri bizim
hayatımızda bize yol gösteren imamımız olamaz ve biz onların egemenliği altında
bir hayat yaşayamayız. Başka vahiyler bizim hayatımıza hâkim olur ve biz başkalarının
kulu kölesi olmaktan kendimizi hiçbir zaman kurtaramayız Allah korusun.
Âyetin
devamında şöyle buyurur Rabbimiz. Bu kitaba tâbi olun ve de sakın ha Onun dışında
kendinize veliler bularak onlara uymayın. Çünkü göklerde ve yerlerde yegâne
İlah olan da, boyunlarınızdaki kulluk iplerinin ucu elinde olan ve sadece
kendisini dinlemeniz gereken de Odur. Öyleyse ey peygamberim ve ey peygamber
yolunun yolcuları, Allah’tan başkalarından yüz çevirin. Sakın Allah’tan başka
kendinize veliler bularak onlara itaat etmeyin. Tüm müşriklerden, tüm
putçulardan ve put sistemlerinden yüz çevirin. Onların inanışlarından, onların
hayatlarından, onların anlayışlarından, onların tarzı telakkilerinden, onların
programlarından, onların âdetlerinden, onların vahiylerinden, onların vahiy
kaynaklarından yüz çevirin.
Unutma ki sizin onlar gibi
inanmaya, onlar gibi yaşamaya, onlar gibi düşünmeye, onlar gibi giyinip kuşanmaya
asla hakkınız yoktur. Hayatınızı onlara sormaya, onları örnek alıp onların
istediği gibi yaşamaya, onlardan vahiy alıp onlardan bilgilenmeye, onlara kulak
verip onlara meyletmeye hiçbir zaman hakkınız yoktur, ihtiyacınız da yoktur.
Çünkü sizler onların kulu değilsiniz. Sizi onlar yaratmadı. Öy-leyse sizler de
terk edin onları. Dinlemeyin onları. Tâbi olmayın onların yasalarına. Sizler
sadece Rabbinizin bilgisine, Rabbinizin vahyine kulak verip, sadece Onun
âyetlerini dinlemek ve o âyetler istikâmetinde bir hayat yaşamak zorundasınız.
Bunu yaptığınız andan itibaren, Rabbinizden gelen vahye tâbi olduğunuz andan
itibaren artık sizin başka hiçbir bilgiye, başka hiçbir yardımcıya, hiçbir desteğe
ve örneğe ihtiyacınız olmadan yeryüzünde aziz olacak, yeryüzünün en âlimi,
yeryüzünün en bilgini, en yanılmazı ve en yenilmezi siz olacaksınız. Yeryüzünün
en şereflisi ve en üstünü siz olacaksınız. Yeryüzünde insanlığın, adâletin, eşitliğin
ve özgürlüğün garantisi siz olacaksınız. Yeryüzünde küfrü, şirki, bozgunculuğu,
zulmü, karanlığı kaldırma gücüne sahip olan yine ancak sizler olacaksın diyor
Rab-bimiz.
4.“Biz nice kasabaları yok etmişizdir; geceleyin veya gündüz
uykularında iken baskınımıza uğramışlardır.”
Evet biz nice kasabaları, nice
insanları yok etmişizdir. Onlar geceleyin mışıl, mışıl uyurlarken, ya da
gündüzün hiçbir şeyden haberleri olmadığı halde dinlenirlerken, eğlenirlerken,
ansızın baskınımız, yıkımımız onlara gelivermişti. Bazen gündüzün ayan beyan gözlerinin
önünde, bazen da gece uykudalarken Allah’ın azabı gelmiştir. Meselâ Nûh kavmini
Rabbimiz gece helâk ederken, Hûd kavmi ise güpegündüz yerin dibine
batırılmıştır. Şimdi de öyle değil mi? Aman evim, arabam, dükkanım, müşterim,
çekim, senedim derken geliveriyor değil mi ölüm.
Hiç beklemedikleri bir anda azabımız
onlara geldiği zaman onların sözleri şöyle oldu. Onlar şu sözün dışında bir şey
demeye muvaffak olamadılar.
5. “Baskınımıza uğradıklarında, sözleri, “Gerçekten biz zâlimdik”
demekten ibaret kalmıştır.”
Vallahi biz zâlimlerdik. Biz
gerçekten zulmeden zâlimlerdik. O ana kadar Allah’a isyan içinde çok rahat bir
hayat yaşıyorlarken, yaşadıkları hayattan ve kendilerinden memnunlarken
Allah’ın azabı kendilerine geliverince günahlarını, zâlimliklerini itiraftan,
kendi hayatlarını yargılamaktan, Allah’ın azabını hak edip Onun helâkine lâyık
olduklarını haykırmaktan başka ellerinden bir şey gelmedi diyor Rabbimiz.
Evet
rahatları yerindeyken, hayatları tıkırındayken, Allah’ı da, Allah’ın yasalarını
da, Allah’ın kitabını da diskalifiye eden, Allah’a kulluktan yüz çeviren bu zâlimler
kendilerine azap geldiği zaman, başları daraldığı zaman Allah’ı hatırlarlar ve
kendilerini kınamaya başlarlar. Eyvah bize! Vah bize! Yazıklar olsun bize!
Meğer bizler zâlimlermişiz! Meğer bizler Rabbimize ve kendimize karşı zulüm
içindeymişiz! Kendimizi Rabbimize kulluk ortamından çıkararak hem Rabbimize,
hem de kendimize zulmetmişiz. Yazıklar olsun bize, biz Rabbimizi diskalifiye
edip kendimizi tanrılaştırmışız. Rabbimizin yasalarını terk edip kendi hayat
programlarımızı kendimiz yapmaya kalkışmışız. Hayata kendimizi etkin
zannetmişiz. Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı kendimiz belirlemeye kalkışmışız.
Allah karşısında bilgi iddiasında, güç iddiasında bulunmaya çalışmışız. Allah
hukuku dururken kendimize hukuk belirlemeye, Allah yasaları varken kendimize
yasa belirlemeye kalkışmışız diyerek zâlimliklerini itiraf edip feryat ediyorlar.
Meselâ
şimdi şu anda Allah’ı da, Allah’ın yasalarını da, Allah’ın kitabını ve
peygamberinin sünnetini de dışlayarak onlar yerine yeryüzü tanrılarının yasalarını
uygulamaya çalışırlarken, daha dünyada sistemleri tıkandığı zaman, uyguladıkları
yasalar kendilerini çıkmaza sürüklediği zaman bu tür insanların aynı
feryatlarının yükseldiğini görüyoruz. Birbirlerini suçladıklarını, ama Allah
yasalarını da bilmedikleri için yine bir pislikten başka bir pisliğe, bir çıkmazdan
başka bir çıkmaza yuvarlandıklarını görüyoruz.
Allah’ın
Resûlü buyurur ki:
“Bir toplum kendilerini mazur
görmeyecek bir hale gelmedikçe helâk olmazlar”
İşte bakın burada da deniliyor ki onlar kendilerini mazur
gör-müyorlar, kendilerini suçluyorlar, biz gerçekten zâlimler olarak
Rab-bimizin bu azabını bu helâkini hak ettik diyorlar. Yazıklar olsun bize, biz
buna lâyıktık diye feryat ediyorlar. Muhakkak biz zâlimlerdendik diyorlar.
Demez komaz olsunlar. Bunu
dünyada yaşarken diyeceklerdi, azap kendilerine gelmeden önce diyeceklerdi.
Bunu dünyada kabul edecekler ve hayatlarını buna göre bina edeceklerdi, geçmişler
olsun. Evet itiraf edecekler, hem de yeminle, ama heyhat ki bu itirafın kendilerine
hiçbir faydası olmayacak. Çünkü zaten onu kesinlikle inkâr edemeyecekleri bir
ortamda, helâk ortamında itiraf etmektedirler. O ortamda zaten inkâra güçleri
yoktur.
Evet
Allah’a inanmayanlar, dünya hayatında hayatın sahibi olan Allah’a karşı sorumlu
olduklarını reddedenler, bir gün yaşadıkları bu hayatın sonunda Allah’a
kavuşup, Onun sorgulamasıyla karşı karşıya geleceklerine inanmayanlar, dünya
hayatına razı olanlar, dünyayı tatminkâr bulanlar, dünyanın ötesindeki bir
hayatın varlığına inanmayıp özlemini duymayanlar, varsa da yoksa da yaşadığımız
şu hayat vardır, bunun ötesinde dirilme de, başka bir hayat da yoktur tavrıyla
burada kam almaya bakalım diyenler, yaşadıkları hayatlarında âhiret inancının
kokusu bile olmayanlar, işte Allah’ın helâkine ve yıkımına maruz kalanlar bunlardır.
İşte hüsrana mahkum olanlar bunlardır. İşte ebedîyen kaybedecek ve eli boşa
çıkacak olanlar bunlardır. İşte hiç ummadıkları bir zamanda gece uykudayken ya
da gündüz işinde-aşındayken Allah’ın helâki kendilerine geldiği zaman ey vah
meğer biz zâlimlermişiz diye feryat edecek olanlar, kaybettiklerine karşı hasret
çekenler bunlardır.
Eyvah! Vah! Tuh! Yazıklar olsun
bize! Yuh olsun bize! Vah orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim anlayışlarımıza!
Yazıklar olsun bizim hesabımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah yapmamamız
gerekirken yaptıklarımıza! Eyvah yapmamız gerekirken yapmadıklarımıza! Eyvah
zulümlerimize diyerek dövünecekler, kaybettikleri fırsatlarından ötürü hasret
çekecekler onlar.
Evet
çaresiz böyle yaşayanları Allah helâk edecektir. Ama iş onunla bitse neyse. İş
bu dünyadaki helâkle son bulsa neyse, ama bakın Rabbimiz öbür tarafta da bundan
çok daha büyük bir sorgulamanın olacağını haber veriyor:
6. “Andolsun ki, kendilerine
peygamber gönderilenlere soracağız, peygamberlere de soracağız.”
Hani ben sana bunun hesabını
sorarım. Sana bunun hesabını soracağım denir ya. İşte Rabbimiz diyor ki her iki
tarafa da bunun hesabını soracağım. Kendilerine peygamber gönderilen toplumlara
da soracağım, o toplumlara gönderdiğim peygamberlere de. Her ikisinden de hesap
soracağım diyor Rabbimiz.
Rabbimizin
elçilerine soracağı soru Mâide sûresinde anlatıldığı gibi bir sorudur:
“Allah
peygamberleri topladığı gün, “Size ne cevap verildi?” der; onlar, “Bizim bir
bildiğimiz yoktur, doğrusu görülmeyenleri bilen ancak Sensin” derler”
(Mâide 109)
Evet işte
peygamberlere sorulacak soru budur. Diyecek ki onlara Rabbimiz: Ey
peygamberlerim! Sizler gönderildiğiniz toplum-larınız tarafından nasıl
karşılandınız? Size ne cevap verildi? Nasıl bir mukabele gördünüz?
Veya
gönderildiğiniz toplumlarınıza karşı vazifelerinizi yaptınız mı? Benim
âyetlerimi onlara anlattınız mı? Benim mesajımı onlara duyurdunuz mu? Benim
insanlardan istediğim kulluk konusunda onlara örneklikte bulundunuz mu? Onlara
gösterdiniz mi?
Aslında
Rabbimiz peygamberlerinin tümünün mâsum olduğunu, vazifelerini bi hakkın ifa
ettiklerini, onların yeryüzünde tüm yalanlamalar, tüm eziyetlere ve sıkıntılara
rağmen yılmadan, bıkmadan, usanmadan görevlerini yerine getirdiklerini
bilmektedir. Bunu bilmediğinden, ya da onlardan şüphe ettiğinden değildir bu
soru. Çünkü Allah kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu bilmektedir. Suçluları da,
suçsuzları da bilmektedir Rabbimiz. Bunu Kur’an’ın değişik yerlerinde görüyoruz:
“ O gün ne
insana ve ne cine suçu sorulur.”
(Rahmân 39)
“
Suçluların suçları kendilerinden sorulmaz.”
(Kasas 78)
Evet
suçlular ve suçsuzlar yüzlerinden belliyken, acaba bunlar suçlu mu? Suçsuz mu?
Diye suçlular hakkında sormaya gerek ol-madığı gibi, suçsuz oldukları kesin
olan peygamberler hakkında Rab-bimizin onlardan da soracağım buyurmasının
mânâsını şöyle anlamaya çalışıyoruz: Peygamberlere karşı gelmiş, onları
yalanlamış, on-lara zulmetmiş zâlimlerin bizzat peygamberler huzurunda, onların
gözleri önünde açığa çıkarılacak ve rezil edilecekleri vurgulanarak böylece bir
tehdit unsuru oluşturulsun istenmiştir.
Evet
peygamberlerin sorusu böyle. Bir de o peygamberlerin kendilerine gönderildiği
toplumlarına soracak Rabbimiz. Onlara sorulacak soruları da yine Kur’an’ın pek
çok yerinde görüyoruz.
“O gün
Allah onlara seslenir: "Peygamberlere ne cevap verdiniz?” der.”
(Kasas 65)
Evet o gün
şöyle nida olunacak onlara ve denilecek ki Peygamberlere nasıl icâbette
bulundunuz? Neler dediniz onlara? Ne cevap verdiniz? Peygamberlere ne cevap
verdiniz? Onları nasıl karşıladınız? Nasıl muamele yaptınız onlara?
Bilemiyorum
da, ya Rabbi onlar bize bir şey demedi ki biz onlara ne diyelim? diyeceğiz her
halde. Yâni ya Rabbi peygamberin bize
namaz kılın dedi biz de kıldık, oruç tutun dedi tuttuk, zekât verin dedi
verdik, çocuklarınızı sünnet ettirirken yemek verin dedi biz de yaptık. Eh
bunun dışında bize başka bir şey demedi ki peygamberin biz ona cevap verelim.
Yâni din diye ne anlattı bize peygamber? İlmihal bilgileriydi her halde, onu da
Tavaslı mı anlattı bazen? Ya da Ömer Nasuhi mi anlattı? İşte namaz hocaları, mızraklı,
kamalı, süngülü namaz hocaları öyle dediler biz de icâbet ettik diyeceğiz her
halde. Peygamberle, peygamberin sünnetiyle, peygamberin hadisleriyle ilgilenmeyen,
peygamberden ve onun hayatından habersiz yaşayan bir adamın elbette diyebileceği
işte budur.
Halbuki
Peygamber elli bin, atmış bin söz söyleyen amel eden varlıktır. Yâni tespit
edilen hadisleri 50, 60 bin kadar olan bir örnektir. Evet atmış bin civarında
söz söyleyen bir peygamber. Onlardan ne kadar haberdarsak bizde o kadarı var
demektir. Meselâ bir araba 6000 parçadan oluşuyorsa, sizde kaç parça varsa,
arabanızda o kadar parça var demektir. Her halde bir direksiyon, bir de dört teker
varsa elinizde ona benim arabam var filan demiyorsanız, o zaman 60 000 de,kaç
hadis varsa sizde o kadar hadis var demektir ve sizin peygamberle ilginiz o
kadar demektir. Kaç hadisiniz varsa üzerinde kafa yorduğunuz, hayatınızı onunla
düzenleyeceğiniz o kadar müslü-manlığınız var demektir.
Allah korusun haberdar olduğunuz
zaten yok da, bir de üstelik onlara cevabınızı düşünün. Meselâ 60 000 odalı bir
saray gezecektiniz ve değerlendirmenize göre de size mükafat verecektiler. İki
oda, üç oda, beş oda gezdiniz ve orada oyalandınız, durdunuz artık. İşte kumar
oynama, zina etme, sağa bakma, sola gitme, dükkana git, tezgaha git, yat, uyu
tamam. Geri kalan odalarda çok güzel şeyler vardı belki, onlardan da haberdar
olacaktınız da öyle yorumlayacaktınız, cevap verecektiniz. İcâbet edecek, amel
haline getirecektiniz. Öyle değil mi? Eğer sadece namaz, oruç, hac, zekât,
kelime-i şeha-det insanı cennete götürecekse Kur’an’dan diğer bölümleri alalım,
çıkaralım din bozulmayacaktır o zaman. Dinde hâşâ fazlalık olur o zaman.
Veya işte birkaç hadis bırakalım
hayatımızda gerisini tümden yok farz edelim, eğer din bozulmuyorsa o zaman hâşâ
boşuna bu kadar söz söyleyendir peygamber. Hayır hayır kitabın da peygamberin
de bizim hayatımızdaki fonksiyonu bu kadar basite indirilemez. Unutmayalım ki
bu kitabı tanıdığımız kadarıyla, peygamberin sünnetini tanıdığımız kadarıyla
müslümanız ve Rabbimizin sorularına cevap vereceğiz. Diğer kitapları tanımasak
da olur, diğer liderleri ve efendileri ve onların uygulamalarını tanımasak da
olur, ama bu kitabı ve peygamberin sünnetini tanımak zorundayız.
Yeryüzündeki
tüm kitaplar, kitapçıklar, ister daha önce Allah-tan gelmiş, ama sonradan
insanların tahrif ettikleri kitaplar olsun, is-
terse insanların kendi elleriyle Allah’ın indirdiği kitaplardan esinlenerek
yazdıkları, oluşturdukları kitaplar olsun fark etmez, beşerin elinin değdiği,
kâleminin işlediği hiçbir kitap, bu kitabın yerine geçemeyecektir. Hiçbir kitap
bu kitaptan öne alınamayacak, önde tutulamayacak ve yeryüzünde hiçbir lider,
hiçbir önder de Hz. Muhammed (a.s) ın önüne geçemeyecektir.
Yarın
mezara girilince de insanların tümü bu kitaptan hesaba çekileceklerdir. Kitabın
nedir? Sualiyle bu kitabı tanıyıp tanımadığımızdan, bununla ilgilenip
ilgilenmediğimizden, bunu diğer beşer kitaplarının önüne geçirip geçirmediğimizden,
buna en üstün payeyi verip hayatımızı sadece buna sorup sormadığımızdan, yâni
bununla amel edip etmediğimizden hesaba çekileceğiz. Kesinlikle bilesiniz ki
insanların yazdıkları kitaplardan hesaba çekilmeyecektir insanlar. Soru bu kitaptan
çıkacak, hesap bu kitaptan verilecektir. Hayatınızın hesabını bu kitaba göre
vermek zorunda kalacaksınız.
Ve yine
kesinlikle bilesiniz ki lider olarak, imam olarak, önder olarak insanlık Hz.
Muhammed (a.s)' dan hesaba çekilecektir. Kime uymuştunuz? Kimi örnek
almıştınız? Kimin peşindeydiniz? Amellerinizi kimden almıştınız? Kimi gündemde
tutmaya çalışıyordunuz? Kimi tanıyıp onun gibi olma savaşı veriyordunuz? Kimin
anma törenlerini düzenleme savaşı veriyordunuz? Peygamber mi yoksa başkaları
mı? Kimin sözlerini öğrenmeye, Kimin sözlerini ısrarla öğretmeye çalışıyordunuz?
Kimin sünneti, kimin modeli kafalarınızda canlıydı? Peygamberinkiler mi? Yoksa
başkalarınınkiler mi? Bundan hesaba çekileceğiz yarın.
7. “Andolsun ki, yaptıklarını
kendilerine bir bir anlatacağız zira onlardan uzak değildik.”
Kitap onların yapa geldikleri tüm
amellerini ortaya dökecektir. Ya bu kitap, ya da insanların amel defterleri.
Çünkü Rabbimiz yanımızdaki melekleri vasıtasıyla bizim tüm amellerimizi tespit
edendir. Allah amellerimizin hiç birisinden gafil değildir.
8,9. “Gerçek tartı kıyâmet günündedir. Tartıları ağır gelenler,
işte onlar kurtulanlardır. Tartıları hafif gelenler, âyetlerimize yaptıkları
haksızlıklardan ötürü kendilerini mahvetmiş olanlardır.”
Evet hak mîzan, gerçek tartı kıyâmet
günündedir. Hak mîzan. Hak kelimesi kitabımızda çok geçer. Rabbimiz hak, kitabı
hak, peygamberi hak, cennet hak, cehennem hak, sırat hak, terazi hak, Mîzan hak
hepsi haktır. Ogün hak bir mîzan kurulacak ve tartıları ağır gelenler, amelleri
değerlendirmeye tâbi tutulanlar, iyilikleri kötülüklerine galip gelenler onlar
ebedîyen kurtuluşa erenlerdir. Ama tartıları hafif gelenler, amelleri
değerlendirilmeye lâyık görülmeyenler, kötülükleri iyiliklerine galip gelenler,
hakka istinat etmeyen amelleri hakka mutabık amellerinden fazla olanlar âyetlerimize
zulmettiklerinden ötürü, âyetlerimizi yok farz edip amel işlediklerinden ötürü,
âyetlerin fonksiyonunu değiştirdiklerinden ötürü hüsrana mahkum olacaklardır.
O gün mîzan, hakla kurulacaktır.
Hak bir mîzan konulacak. Bu öyle bir terazidir ki, öyle bir mîzandır ki hiç
kimseyi en küçük bir haksızlığı maruz bırakmadan tüm yaptıklarını, tüm
amellerini, o amelleri işlerken taşıdığı niyetlerini tartıp değerlendirecektir.
Kişinin amelleri mi tartılacak? Yoksa amel defterleri mi tartılacak? Yoksa o
amelleri işleyen kişinin kendisi mi tartılacak? Bunun münakaşasına girmeye
gerek yoktur. Belki de bunların hepsi birden tartılacak ve değerlendirmeye tâbi
tutulacaktır.
Abdullah
İbni mes’ud için Allah’ın Resûlü buyurur ki: “Onun bacaklarının inceliğine
mi şaşıyorsunuz? Allah’a yemin ederim ki onlar kıyâmet günü Uhut dağından daha
ağır gelecektir.” Yâni kimilerinin amelleri değerlendirilmeye bile tâbi
tutulmazken, kimilerinin amelleri de işte bu kadar ağır olacaktır.
Mîzanın,
terazinin hak oluşu, hak olarak konuşu onda hakka istinad etmeyen, haktan başka
şeylere dayanarak yapılan hiçbir amelin ağırlığının olmayacağı, değerlendirmeye
tâbi tutulmayacağı anlamına gelmektedir. Çünkü Kur’an bizzat Mîzandır. Rabbimiz
Şûra sûresinde şöyle buyurur:
“Gerçekten Kitabı ve ölçüyü
indiren Allah'tır. Ne bilirsin, belki de kıyâmet saati yakındır.”
(Şûra 17)
Evet Allah
kitabını hak olarak, hukuk olarak indiren ve Mîzanı da hak olarak indirendir.
Bu kitapla birlikte ince bir adâlet terazisi de indirmiştir Allah ki o her şeyi
ölçer, her konuda ölçüyü vaz’ eder, her amelin ölçüsünü bu kitap verir. Tüm
hakları o belirler, tüm amel ve hareketleri o mizana vurur, her şeyi o dengeye
getirir.
Evet kitap
kıstastır, tüm amel ve kavillerde kitap mîzandır, ya da bu kitap her amel için
tasdik makamıdır. Kendisine arz edilen şeylerin doğruluğunu, bâtıllığını tasdik
etme makamındadır Kur’an. Bu iyi ameldir bu kötü ameldir diye, bu sâlihtir bu
gayri sâlihtir diye, bu Allah’ın rızasına uygun ameldir diye, Allah’ın razı
olduğu eylemdir diye, bu Allah’ın istediği hayat tarzıdır, bu Allah’ın istediği
sistemdir diye, Allah’ın emrettiği eğitim sitemi budur diye, Allah’ın razı
olduğu kıyafet budur diye, Allah’ın istediği kazanma harcama budur diye önüne
tasdik için sunulan şeyi tasdik etmek veya reddetmek makamındadır Kur’an.
Kur’an
hayatın mîzanıdır. Kur’an’ın böyle bir dinamizmi var yâni. Tüm amellerin
ölçüsüdür Kur’an. Yâni arz edersiniz kitaba şöyle bir düğün modeli, şöyle bir
kazanç modeli, şöyle bir terbiye modeli, böyle bir çocuk eğitimi modeli, böyle
bir namaz modeli, şöyle bir zikir modeli veya şöyle bir tapınma modeli veya
böyle bir ulviyet kutsiyet modeli, böyle bir takva modeli... Bunu Kur’an’a arz
edersiniz, Ey Kur’an! Ey yüce Kur’an! Biz düşündük taşındık bunu münâsip gördük!
Biz bunu Tevrat’tan aldık! Biz bunu İncil’den bulduk! Allah demişti bunu, Mûsâ
demişti, Îsâ demişti bunu! Filanların, falanların hatırı içindi! Bakar ona,
eğer tasdik ederse, tamamdır, doğrudur, münâsiptir derse tamam o doğrudur. Yok
tasdik etmezse işi bitmiştir onun. Kitabın doğru demediği, kitabın okeylemediği
hiçbir amel, hiçbir düşünce, hiçbir eylem Allah katında makbul değildir. İşte
buradaki mîzandan kasıt, kitabın kıstas oluşu, terazi oluşu özelliğidir denmiş.
Veya bu
mîzan ile kastedilen şeyin bu kitabın sosyal hayatta uygulanan ve terazi gibi
her şeyi yerli yerine oturtan, her şeyi en güzel ve en doğru biçimde tartarak
hak ve bâtılın, doğru ve yanlışın, zulüm ve adâletin farkını ortaya koyan her
şeyi ortaya çıkaran Şeriattır denmiş. Yâni bu kitabın pratiği anlamına gelen
Şeriat hayata bir hâkim oldu mu her şey dengeye gelecek, her inanç her düşünce,
her anlayış, her amel tartılarak sonucunun ve değerinin ne olduğu açıkça ortaya
dökülecektir.
Evet demek
ki dünyada mîzan olan kıstas olan, hakkı bâtılı ortaya koyan bu kitaba istinad
ederek yapılan ameller değerlendirilmeye tâbi tutulacak, buna dayanmayanlar ise
hiçbir değer ifade etmeyecek, değerlendirilmeye bile tâbi tutulmayacaktır anlıyoruz.
Hattâ bakın yine Kur’an-ı Kerîmde kâfirler için mîzan konulmayacağı, tartı
tutulmayacağı, onların amellerinin değerlendirilmeye bile alınmayacağı
anlatılmaktadır Kehf sûresinde:
“Bunlar,
Rablerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden işleri boşa
gitmiştir. Kıyâmet günü Biz onlara değer vermeyeceğiz.”
İşte bunlar Rablerinin âyetlerini
ve ona kavuşmayı inkâr eden kimselerdir. Allah’ın kendilerine yol göstermek
üzere gönderdiği kitabının âyetlerini inkâr etmişler. Allah’ın âyetlerini
örtmüşler, âyetleri gündemlerinden düşürmüşler, âyetlerden habersiz bir hayat
yaşamışlar. Ve de ona kavuşacakları günü hesaplarına katmadan yaşamış-lar. Yaşadıkları
bu hayatın sonunda kendilerinden hesap sorulma-yacak zannederek yaşamışlar.
Onun için tüm amelleri boşa gitmiştir.
Rabbimiz buyurur ki biz onlar
için kıyâmet günü her hangi bir tartı da tutmayacağız. Onların amelleri asla
değerlendirmeye tâbi tutulmayacaklardır. Amellerinin hiç bir değeri
olmayacaktır. Ne yaparlarsa yapsınlar, isterse büyük büyük ameller işlesinler,
fabrikalar, yollar, köprüler kursunlar, açları doyurup çıplakları giydirsinler
değil mi ki tüm bu amellerinin yaptırıcısı Allah değil hepsi boştur bunların.
Onların dünya hayatında tüm sa’yleri, tüm mesaileri, tüm yaptıkları ve kazandıkları
boşa gitmiştir.
Ya da onlar tüm çabalarını, tüm
plan ve programlarını dünya adına harcamış kimselerdir. Yâni bunlar dünyayı kıble
edinmiş, tüm plan ve programlarını dünyayı kazanmak adına yapmışlar, dünyalık
elde etmek üzere, dünyada zengin ve başarılı olmak üzere yapmış insanlardır.
Tüm yatırımlarını dünyada kalıcı ve âhirete intikal etmeyici şeylere yapmışlar.
Dünyada zengin olmak ve dünyada başarmak onların tek amacıydı. Âhiret adına bir
endişeleri yoktu onların. Bu yüzden hayatlarında Allah’ı diskalifiye etmişler,
peygamberi unutmuşlar, kitabı yok farz etmişler, hesabı yok farz etmişler...
Hesabı yok farz edince de kendilerini her türlü sorumluluktan azade saymışlar
ve tıpkı hayvanlar gibi, ipini koparmış danalar gibi sorumsuzca bir hayat yaşamışlar.
Bunu yaparken de çok iyi bir şey yaptıklarını zannetmişler. Böylece hayatlarını
mahvetmişler. Tüm yaptıkları boşa gitmiş, kendilerini de kendilerine verilen
imkânlarını da boşa harcamışlar. Çünkü yaptıkları ve kazandıklarının tamamı
dünyada kalmıştır. Zaten bu tür insanlar sermayelerini bile kaybetmiş
insanlardır. Sermayeyi kaybeden birinin kar etmesi de düşünülemez.
Peki bizi
yarın hesaba çekecek olan Rabbimiz acaba bize bu dünyada imkân vermedi mi? Bize
hiç bir fırsat vermeden mi bizi imtihana çekecek? Bizi dünyaya getirmeden mi
bizim adımıza karar verecek? Hayır hayır:
10. “Sizi yeryüzünde yerleştirdik ve orada size
geçimlikler yarattık. Öyleyken pek az şükrediyorsunuz”
Yeryüzünü sizin için bir karar
yeri kıldık. İstikrar makamı yaptık. Yeryüzünü sizin için vatan yaptık. Orada
sizin için, yaşamınız için, imtihanınız için geçimlikler yarattık. Sizin için
orada her şeyi hazırladık. Her şeyiniz Allah’tan olduğu halde siz ne kadar da
az şükrediyorsunuz?
Sizin Rabbiniz,
sizin kendisine kul olmanız, sizin hayat programlarınızı kendisinden almanız
gereken Rabbiniz o Allah ki, o öyle lütuf sahibi bir Allah ki sizi yaratmış ve
şu yeri sizin için bir döşek bir karar yeri yapmış. Size bir yatak yapıp sizin
rahatınıza sunmuştur onu. Sizin imtihanınız için bir imtihan salonu kılmıştır
onu. Orada yatıp kalkıyor, orada uyuyup uyanıyor, orada dayanıp oturuyorsunuz.
Altınızdan çekiliverseydi bu döşek nerede karar kılardınız? Öyle olmasaydı
nerede yatıp nerede otururdunuz? Size böyle bir vatan kılmasaydı ne yapar,
nasıl yaşardınız?
Demek ki
bizi yaratan ama yarattığı gibi öyle başı boş bırakmayan, kendi halimize terk
etmeyen ve hayatımızın devamı için dünyada yaşam şartlarımızı da ayarlayan bir
Rab'le karşı karşıyayız. Hayat ama en az onun kadar önemli olan bu hayatın
devamı. Dünyayı bizim için yaşam yeri olarak hazırlayıvermiş Rabbimiz.
Şimdi burada bir soru sorayım
size: Eğer bu dünya insanların elinde olsaydı, insanların mülkünde olsaydı bu
kadar cömertçe onu insanlara sunabilir miydi? Şu gökyüzü, şu semamızın simasını
süsleyen yıldızlar, şu gecemizin zülüflerini aydınlatan hilal, şu bize her saniye
ısı ve ışık gönderen güneş, şu her an teneffüs ettiğimiz hava, şu kıymetini
bilmeden tükettiğimiz sular bir insanın ya da insanların elinde olsaydı onu
ondan bu kadar rahat alabilir miydiniz? İşte sizin böyle cömert bir Rabbiniz
var.
Öyleyse kimin ekmeğini yiyip,
kimin kılıcını salladığınızı bir düşünün. Kimin nimetlerinden istifade edip de
kimlere kulluk ettiğinizi bir düşünün. Kimin evinde oturduğunuzu, kimin
döşeğinde yattığınızı, kimin eşyalarını kullandığınızı bir düşünün! Düşünün de
kime kul ol-manız gerektiğini iyi anlayın!
Bütün
bunları yaratan, bütün bu nimetlerle sizi perverde eden Allah’tan başka bir
ilah olmayacağını bilip dururken sizler ne kadar da az şükrediyorsunuz
Rabbinize. Ne kadar da az teşekkür ediyorsunuz Ona?
İşte bu
bizim yaratılışımız, yoktan var edilişimiz, sonra üzerinde yaşadığımız
dünyamızın yaratılışı, sonra yaşadığımız bu dünyada Rabbimiz tarafından tüm
yaşam şartlarımızın hazırlanması, sürekli gözümüzün önünde bulundurmamız
gereken ve karşılığında bunu bize lütfeden Rabbimize karşı şükretmemiz gereken
bir âyettir.
Şükür,
teşekkür verileni verenin yolunda kullanmaktır. Şükür hayatı o hayatın
sahibinin yolunda kullanmaktır. Şükür dünyayı, hayatı, canı, malı, zamanı,
imkânları, fırsatları onu verenin yolunda harcamaktır. Şükür nimet cinsinden
olur. Allah bize hangi nimeti vermişse o nimet cinsinden infakta bulunarak
şükredilir. Hayatı onu bize veren Allah’ın istediği biçimde yaşamak, geceyi ve
gündüzü onu bize lütfeden Allah yolunda kullanmak, aklı onu verenin razı olduğu
yerde kullanmak, zamanı onu verenin razı olduğu yerde kullanmak Allah’ın
rızasını tahsilde harcamak şükürdür. Hayatı o hayatın sahibine sormadan
yaşamak, zamanı kendi bildiğimiz biçimde doldurmak, malı o malın sahibinin razı
olmadığı yerlerden kazanıp onun razı olmayacağı yerlerde harcamak, elimizi,
ayağımızı, gözümüzü kulağımızı onları bize verenin yolunda kullanmamak,
varlığımızı onu bize vermeyenler yolunda harcamak, geceyi ve gündüzü onu bize
verenin razı olmadığı şeyler yolunda itlaf etmek nankörlüktür Allah korusun.
İşte Rabbimiz buyurur ki insanların pek çoğu bunun farkında değillerdir, pek
çoğu şükretmemektedir.
Evet diyor
ki Rabbimiz: Ey kullarım sizi ben yarattım. Hayatınızı bana borçlusunuz. Sadece
bana şükretmeniz bana teşekkür etmeniz gerekirken, hayatınızı benim istediğim
biçimde yaşamanız, bana teslim olup bana kulluk etmeniz gerekirken, tam aksini
yaparak bana nidler, eşler, ortaklar aramaya, bulmaya kalkmayın! Rızasını kazanacağınız,
kendilerine kulluk edeceğiniz, hayat programlarınızı kendilerine soracağınız,
sistemlerini sistem kabul edeceğiniz benden
başka Rabler, benim dununda efendiler bulmaya kalkmayın!
Veya beni sadece hayatın bazı bölümlerine
karışan, ama öbür bölümlerde yetkisiz kabul etmeyin! Namazınıza karışan ama kılık
kıyafetinize karışmayan, Orucunuza karışan ama hukukunuza karışmayan,
mescidinize karışan ama kazanmanıza harcamanıza, çocuklarınızın eğitimine, sofranıza,
ev tefrişlerinize, düğününüze derneğinize, okumanıza yazmanıza, meslek
seçiminize karışmayan bir Allah kabul etmeyin. Hayatınızın bazı bölümlerine
karışan, o bölümlerde söz sahibi olan varlıklar, efendiler, amirler bulmayın!
diyor Rabbimiz.
Ama ne
gariptir ki insanlardan kimileri Allah’ın bu tür âyetlerinin üzerini örttükleri
için, işaret levhalarını kamufle ettikleri için, Allah’ın âyetlerinden habersiz
yaşadıkları için haktan, hakikatten, hidâyetten, dosdoğru yoldan yüz
çeviriyorlar. Allah’tan yüz çevirip başkalarına yöneliyorlar. Allah’a kulluk
yapmaları gerekirken, Allah’ın razı etmeleri gerekirken, Allah’a teşekkür
etmeleri gerekirken başkalarına teşekkür etmeye, başkalarına kulluk etmeye, başkalarını
razı etmeye çalışıyorlar. Hayat programlarını hayatın sahibi olan Allah’tan
almaları gerekirken başkalarının hayat programlarını alıp uygulamaya yöneliyorlar.
Evet
unutmayalım ki Rabbimiz bizi de üzerinde yaşadığımız bu dünyayı da bizim
imtihanımız için yaratmıştır. Şu anda sahip olduğumuz imkânların tümünü bunun
için vermiştir bize. Kendilerine yeryüzünde imkân verilenler, mal mülk
verilenler, ekonomik güç verilenler, sosyal güç verilenler, amirlik müdürlük
verilenler çok dikkat et-sinler. Allah bu verdikleriyle onları denemek için
imtihan etmek için onlara bunları vermiştir.
Zira mülkün sahibi Allah’tır.
Kendilerine mülk verilenler ise o mülk üzerinde halîfelik makamına getirilmiş
insanlardır. Onlar acaba kendilerini vekil bilip o mülkün gerçek sahibinin
arzularını mı yerine getirecekler? Kendilerine verilen o mülkü mülk sahibinin
istediği bi-çimde mi kullanacaklar? Yoksa mülkün gerçek sahibini unutup
ken-dilerini mülkün sahibi zannedip, kendilerinin vekil olduklarını unutup
kendilerini asil zannedip, kendilerini ulûhiyet haklarına, egemenlik haklarına
sahip zannedip o mülkte gerçek mülk sahibinin tasarrufu gibi mutlak bir
tasarrufta mı bulunacaklar? İşte Allah insanları ve toplumları bu konuda
denemektedir, imtihan etmektedir. Birinin helâkinden sonra öteki nesilleri
getirerek Allah onları imtihan etmektedir.
Bundan
sonra Rabbimiz geçmişimizin geçmişinden söz etmeye başlayacak. Bizim ilkimizden
söz etmeye başlayacak. İlkimiz atamız olan Hz. Âdem’in yeryüzünde yaratılışı ve
onun başından geçenleri anlatmaya başlayacak. İnsan cinsinin asla bilemeyeceği,
vahyin dışında başka hiç bir kaynaktan öğrenme imkânımızın olmadığı bir haberle
bizi karşı karşıya getirecek Rabbimiz. İnsanı ve insanlık tarihinin tümünü
özetleyen bir haber bir bilgi. İnsan denen varlığın kıyâmete kadar yeryüzünde
nasıl yaşayacağını, kimin safında yer alacağını, hangi ekolü benimseyeceğini
anlatan bir tebliğ. Başka bir deyişle yeryüzünde kulluğu ve isyanı anlatan bir
mesaj. Yaratılışla birlikte kim kulluk etmiş, kim isyan etmiş? Veya Allah’a
kulluk nedir? Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk nasıl yapılır? İsyan
nasıl olur? İsyan neden olur? Âdem ve iblis örneğiyle bu konunun anlatıldığı
bir pasaj.
Evet Âdem
ve İblis anlatılacak. Âdem’i tavır ve İblisi tavır anlatılacak. Yaratılış,
sonra imtihan, sonra cennet ve daha sonra da yeryüzüne iniş anlatılacak. Bu
inişten sonra da kıyâmete kadar yeryüzünde insanoğlunun durumu ve imtihanı
anlatılacak. Bakın Rabbimiz şöylece söze başlıyor:
11. “Andolsun ki, sizi
yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, “Âdem'e secde edin” dedik;
İblisten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı.”
Evet Rabbimiz bundan önceki
âyetinde insanlık için yeryüzünü hazırladığını anlatmıştı. Yeryüzünü insanın yaşayabileceği
bir ortam haline getirdiğini haber vermişti. Burada da Rabbimiz artık yeryüzünde
insanlık tarihinin başladığını, peygamberler tarihinin başladığını ve daha
farklı bir deyişle artık yeryüzünde İslâm tarihinin başladığını haber veriyor.
Rabbimiz kendisinin bildiği bizim bilmediğimiz bir tarihle bizi yüz yüze
getiriyor. Bunlar gaybî haberlerdir, bunları bizler ancak Rabbimizin haber
verdiği kadarıyla öğrenebiliriz. Ve bu konularda kesin bilgi Rabbimizin haber
verdiği bilgidir. Onun dışında kim ne derse desin hepsi zandan ibarettir.
Bakın
Rabbimiz diyor ki biz sizi yarattık. Sonra da size şekil verdik. Bir
çamurdanken size şekil verdik sûretlendirdik. Elsiz ayaksız, gözsüz
kulaksızdınız, size el ayak, göz kulak verdik. İç ve dış organlarınızı en güzel
bir şekilde düzenleyip sizi ahseni takvim üzere kıldık. Önce bir kan pıhtısı
yaptık, sonra mudğa, sonra ızam. Bu sonralar bu mânâya gelebileceği gibi sizi
küçücük bir çocuk yaptı, sonra genç, sonra da olgunlaştırdı anlamına da
gelecektir. Veya bu sonralık Hz. Âdem’in yarılışından sonra olduğu gibi ana
rahmindeki merhaleleri de anlatır da denmiş.
Kur’an’ın
farklı yerlerinde bize anlatıldığına göre Rabbimiz Âdem’i ve onun neslini
topraktan yaratmıştır. Hz. Âdem de dahil tüm peygamberler, tüm insanlık
topraktan yaratılmıştır. Bunu özellikle de-meye çalışıyoruz çünkü kimileri
peygamber efendimizin nûrdan yaratıldığını ısrarla iddia ederek sanki onu
insanlıktan, beşerlikten çıkarmaya ve hıristiyanların peygamberleri Îsâ’ya
yaptıklarını yapmaya çalışıyorlar. Halbuki Rasulullah efendimiz kendisinin bir
beşer olduğunu ve beşer olması münâsebetiyle de topraktan yaratıldığını ısrarla
vurgulamaktadır. Aynen bizim gibi, insan cinsi gibi topraktan yaratılmış olan
Allah’ın Resûlü bizim için de en güzel bir örneklik ve Allah’a kulluk sergilemiştir.
Bir beşer olarak peygamberimiz Allah’a kulluğu zirve noktasında yaşayarak örnekleyerek
bize göstermiştir.
Galiba vahdet felsefesinin
kurucuları tarafından onun da bir Allah olduğunu savunmak için mi? Yoksa onun
bir beşer olmadığını ortaya koyarak bize örnek olamayacağını iddia etmek için
mi hep bir nûrdan yaratılışı iddia edilip durmaktadır. Halbuki Kur’an’ın
beyanına göre insan cinsi topraktan, melekler nûrdan, cinler ve şeytan da ateşten ve dumandan yaratılmışlardır.
Hûrilerin de zaferandan yaratıldıkları bir hadiste ifade edilmektedir.
Evet bu
yaratılıştan sonra meleklere dedik ki Âdem’e secde edin. Bütün melekler Âdem’e
secde ettiler İblis müstesna. Hadise Bakara’da ve diğer sûrelerde teferruatıyla
anlatılır. Bu secde olayı insanların ilkinin, ilkimizin başından geçen ve kıyâmete
kadar onun neslinin de gün be gün yaşayacakları bir olay, bir hayat, bir
tecrübe. İnsanların tümü ya Âdem’in yoluna, meleklerin yoluna girip onların
tavrını sergileyecekler ya da Şeytanın yoluna girip onun rolünü oynayacaklardı.
Rabbimiz
yeryüzünde bir halîfe yaratmış ve tüm meleklerine ona secde ile emretmiş.
İstisnasız tüm melekler ona secde ederlerken İblis bu işin dışında kalmış. Bu
secdenin mahiyetini bilmiyoruz. Allah’ın yeryüzünde halîfe olarak yarattığı Hz.
Âdem’in önünde ona karşı yapılan bir hürmet ve istirham secdesi miydi? yoksa şu
şimdi bizim namazlarda yaptığımız secdeye benzer bir secdemiydi? yoksa bu emri
veren Allah’ın emrine bir boyun bükmüş müydü bunu bilmiyoruz. Bildiğimiz bir
şey varsa Rableri onlara emretmiş onlar da hemen Rablerinin bu emrine imtisal etmişlerdir.
Komutan askere emrediyor, şu taşı
selâmlayacaksın diye. Asker de komutanın emrini yerine getirmek için döner o
taşı selâmlar. Ama askerin bu eylemi ne o taşın üstünlüğünü, ne de o askerin alçaklığını
göstermez, komutanın emrine imtisalı gösterir.
Meselâ şu anda biz toprağa ve
Kâbe’ye doğru secde ediyoruz. Ama bizim secdemiz ne toprağa ne de Kâbe’yedir.
Bizim secdemiz bize bu emri veren Rabb’imizedir, Rabbimizin emrine imtisaldır.
Rablerinden
kendilerine intikal eden bu emir karşısında melekler hemen secde ettiler ama
iblis secde etmedi. İblis secde edenlerden olmadı. Neden oldu bu? Niçin secde
etmedi şeytan? Nedenini ve niçinini bilmiyoruz. İblis secde etmedi.
Peki İblis
kim? İblisin cinler taifesinden olduğunu, kendisine özgü bir şahsiyetinin bulunduğunu,
cinlerin tıpkı insanlar gibi doğması ölmesi ve üremelerinin olduğunu, Allah’a
iman edip ona kulluk edenlerinin varlığının yanında Allah’a inanmayıp isyan edenlerinin
de varlığını biliyoruz. Ama cinlere ait olarak bildiğimiz bütün bu özelliklerin
yanında İblisin ayrı bir durumu var. O da biraz sonra gelecek kesin Allah’a
isyan eden bir varlık olarak onun kıyâmete kadar varlığını sürdürecek
olmasıdır. Kehf sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
"O
cinlerdendi ve Rabbinin emrinin dışına çıktı."
(Kehf: 50)
Bu âyet
onun bir cin olduğunu anlatır. İblis, nass ile sabittir ki cinlerdendir. Çünkü
bakın secde etmemeyi becerebilmiştir İblis. Eğer bir melek olsaydı bunu
becermesi mümkün değildi. Çünkü melek kesinlikle Allah’a isyan edemez.
Sonra yine Kur’an-ı Kerîmde
İblisin soyundan söz edilir. İnsanların ilk atası nasıl Hz. Âdem (a.s) ise
cinlerin aslı ve ilk atası da İblistir. Bu da onun bir melek olmadığını
gösterir. Zira meleğin zürriyeti yoktur. Onlarda erkeklik dişilik söz konusu
değildir.
İblis meleklerden olmadığı halde
bu secde emrinin ona da tahsisi konusunda şöyle denmiş: İblis, melek olmadığı
halde kendisini meleklere benzetmiş, onlar gibi Allah’a kulluk yapmaya çalışan
bir cin idi de Allah’ın bu emrine onun için muhatap olmuştur demişler.
Evet tüm melekler
secde ettikleri halde İblis secde edenlerden olmadı. İblis onun şeytanlıktan
önceki adıdır. Gerçi "İblis" karıştırmaktan gelir. Karıştıran
demektir. Şeytan ise İblis’in yaptığı işi yapmaktır. Yâni secde etmeme işine,
secdeden kaçınma eylemine de şeytanlık denir.
Öyleyse
kimdir şeytan? Şeytan secde etmeyendir. Şeytan secde etmeyenlerdir. Şeytan kıyâmete
kadar secdesizlerin, secde etmeyenlerin lideri, temsilcisi ve sembolüdür.
Öyleyse İkinci bir anlamıyla bu secde de şeytanın yapmadığı, Meleğin yaptığı şeydir.
Yâni secde Allah’tan intikal eden her bir emir karşısında boyun eğmektir,
Allah’ın her bir emrine boyun bükmek, bel kırmaktır. Allah’ın her emrine kabul
demektir. Tamam ya Rabbi! Kabul ya Rabbi! Duydum ya Rabbi! Anladım ya Rabbi
deyip ondan intikal eden her bir emri uygulamaya koymak demektir.
Namaz secdesi değildir tabii bu.
Allah’tan intikal eden her bir emir karşısında yapılacak secde. Tamam Ya Rabbi!
Anladım ya Rab-bi! İnandım ya Rabbi! Kabul ya Rabbi! diyerek kişinin Allah’ın
emirlerine boyun bükmesinin teslim olmasının, iman etmesinin ve uygulamaya koymasının
adına secde denir.
Meselâ
hangi emri aldık Allah’tan? İlmin farziyeti emri mi? Ki-tabını ve elçisinin
sünnetini tanıma emrini mi? Çocuklarımızın müs-lümanca eğitimi emrini mi?
Âyetlerinin ve arzularının hayatımıza hâkim kılınması emrini mi? Onun istediği
biçimde giyinme emrini mi? Hayatımızın kazanma ve harcama biriminde sadece Onu
dinleme emrini mi? Hangi emriyle muhatap olursak olalım tamam ya Rabbi! Anladım
ya Rabbi! İnandım ya Rabbi! Amenna ya Rabbi! Hemen uygulamaya koyuyorum ya
Rabbi! Hemen hayatımı onunla düzenliyorum ya Rabbi! Bu imanımı hemen amel
olarak hayatımda görün-tülüyorum ya Rabbi! diyerek hemen Ondan bize intikal
eden her bir emri uygulamaya koyuyorsak, hemen duyar duymaz meselâ ilim öğ-renmeye
başlıyorsak, duyar duymaz hemen kılmaya, tutmaya, örtün-meye başlıyorsak;
bilelim ki biz tıpkı melekler gibi Allah’a secdeyi gerçekleştiriyoruz demektir.
Ama Allah’tan bize intikal eden
her bir emir karşısında ukalalık eder, duymazdan gelir, yok farz eder, Allah’ın
böyle bir emri yok farz eder, savsaklar ve hemen uygulamaya koymazsak o zaman
da biz şeytanın safında yer alıyoruz, secdesizlik yapıyoruz secdeyi terk ediyoruz
demektir. Namaz emri böyledir, tesettür emri böyledir, zekât emri böyledir,
ilim emri ve tüm emirler böyledir.
Rabbimizden
bize intikal eden her bir emir karşısında tamam ya Rabbi diyerek uygulamaya
koşarsak o emre secde edersek bilelim ki biz secdelilerin safında meleklerin
safında yer alıyoruz, ama emri duymazdan gelir, hemen uygulamaya koymaz ve
savsaklamadan yana olursak bilelim ki o zaman da bir secdesizlerin safında İblisin
safında yer alıyoruz demektir.
Kur’an’ın
başka yerlerinde de bu mânâyı görüyoruz. Allah’tan kendilerine intikal eden
emirleri yerine getiren kulları için Rabbimiz, secde kelimesini kullanmaktadır:
"Mü'minler de "sücceden ve kıyama"
Gecelerler."
(Furkân:
64)
Meselâ namazı tamam kabul ettim ya Rabbi!
derler, orucu kabul ya Rabbi! Tamam ya Rabbi! derler, ama bunu sadece sözde
bırakmazlar, hemen uygulamaya koyarlar, secde ederler.
Evet şeytan
secde etmeyendir ve tüm secdesizler, tüm secde etmeyenler şeytandır. Yine biz
biliyoruz ki şeytan sadece cinlerden değildir. İnsanların da şeytanları,
insanların da secdesizleri vardır.
"İşte
Biz böylece her Nebiye İnsan ve cin şeytan-larını musallat kıldık"
(En’âm 112)
Öyleyse insanlardan her kim ki Allah’tan
kendisine intikal eden her bir emir karşısında boyun bükmez, tamam ya Rabbi,
anladım ya Rabbi, hemen uygulamaya koyuyorum, söz ya Rabbi, bak bunun ameline
başladım ya Rabbi! demiyorsa, emri savsaklıyorsa, geciktiriyorsa, tehir ediyorsa,
duymazdan geliyorsa o kişi şeytanlık yapıyor demektir. Hangi konu olursa olsun.
Giyim-kuşam konusu, yeme-içme konusu, sosyal konular, ekonomik kaygılar, ya da
siyasal yapılanma konusu, hangi konu olursa olsun. Kim ki Allah’ın isteğinin
ötesinde hareket ediyor yâni Allah’a boyun eğmiyor, secde etmiyorsa işte bu
adam şeytanlık yapıyor demektir.
İşte iblis
budur ve işte secde budur. İblis Allah’tan gelen bu emri uygulamaya koymadı,
secde etmedi. Allah’a karşı geldi. Allah’ı dinlemedi. Allah’a isyan etti. Peki
emrine karşı gelen bu varlığa Allah’ın ne yapması gerekirdi? Nasıl bir
muamelede bulunması gerekirdi? Bize göre sözünü dinlemeyen ve kendisine isyan
eden bu varlığı hemen yok etmesi, hemen helâk etmesi, kahretmesi gerekiyordu
değil mi? Ama Rabbimiz öyle yapmıyor. Rabbimizin şu rahmetine merhametine bir
bakın. Buyurdu ki:
12. “Allah, "Sana emrettiğim halde, seni secdeden
alıkoyan nedir?" dedi, "Beni ateşten onu çamurdan yarattın, ben ondan
üstünüm", cevabını verdi.”
Ey İblis! sana secdeyle
emrettiğim halde seni secdeden, seni bu benim emrime inkıyattan alıkoyan nedir?
Sana ne mâni oldu ki secde etmedin? Ne mâzeretin vardı ki benim emrime karşı geldin?
Söyle bakalım neyin vardı senin? Duymadın mı sözümü? Yoksa bir dalgınlık
sonucu, bir gaflet sonucu anlayamadın mı benim emrimi? Niye secde etmedin?
Neden benim emrimin dışında hareket ettin?
Evet bakın
Rabbimiz İblisin bir mâzeretinin olup olmadığını soruyordu. Peki bilmiyor muydu
Rabbimiz onun bir mâzeretinin olup olmadığını? Elbette biliyordu ama işte
rahmet bu. Rabbimizin rahmeti bu. Rabbimizin rahmeti böyle tecelli ediyordu.
Merhameti bol olan Rabbimiz ona imkân tanıyordu, fırsat tanıyordu, onu özür
dileme yolunu açıyordu.
Bizim için
de böyledir Rabbimizin rahmeti. İşlediğimiz bir isyan karşısında hemen bizim
defterimizi dürüvermiyor Rabbimiz. Eğer öyle yapsaydı şu anda yeryüzünde bir
tek insan kalmazdı. Bize imkân tanıyor, bize tevbe fırsatları veriyor, bize
hatalarımızdan dönüş yolları açıyor.
Meselâ
bakın zina konusunda da bu böyledir. Allah’ın Resulü:
“Şüpheli şeylerde haddi
uygulamayın”
Buyurur.
Yâni şüphelerle hadleri kaldırın buyurur. Şüpheli durumlarda hadleri
uygulamadan kaldırın buyurur. Hâkim de bunu uygulamak zorundadır. Meselâ ben
zina ettim. Hadd-i şer’iyi uygulayıp beni temizleyin! diyerek huzuruna gelen
bir adama hâkim: Hayır! sen böyle bir şeyi yapmış olamazsın! dön git tevbe et!
Allah’ın affetmeyeceği bir günah yoktur! diyerek onu huzurundan kovar. Sonra adam
ikinci defa aynı itirafla gelirse onu bir daha çıkarır huzurundan. Sonra
üçüncü, dördüncü defa gelip adam aynı itiraflarda bulununca kendisi recm
edilir. İşte burada da aynı rahmetin tecellisini görüyoruz.
Allah,
İblise rahmeti gereği imkân tanıyordu. Tevbe ve geriye dönüş imkânı veriyordu.
Aslında Allah onun herhangi bir mâzeretinin olup olmadığını biliyordu. Ama yine
de ona bir imkân tanıyordu. Peki böyle bir durumda İblisin ne yapması
gerekiyordu? Aslında Allah’ı da onun gücünü kudretini de bilen bir varlık
olarak İblisin hemen bu fırsatı değerlendirip yaptığımdan dolayı Rabbinden özür
dilemesi, tevbe etmesi gerekirdi değil mi? Aman ya Rabbi! Ben bir hata ettim!
Ben sana karşı kusur işledim! Yapmamam gerekeni yaptım! Yapmam gerekeni
yapmadım! Rabbim olarak sana karşı takınmamam gereken bir tavır takındım! Olmamam
gereken bir konumda bolundum! Ama ben ettim sen etme ya Rabbi! Kusuruma bakma
ya Rabbi! Densizliğimi, cüretimi, isyanımı görme ya Rabbi! Beni affet ya Rabbi!
diye yalvarıp yakarması gerekirken bakın İblis ne diyor:
“Dedi ki, "Beni ateşten onu çamurdan yarattın, ben ondan
üstünüm" cevabını verdi.”
Beni ateşten yarattın onu
topraktan o halde ben ondan hayırlıyım. İblis mantığıdır işte bu. Bu mantığı çok
iyi anlamak zorundayız. Çünkü çevremizde pek çok insanın aynı mantığı
kullandıklarını göreceğiz. Çevremizde anamız, babamız, karımız, kocamız, kardeşimiz,
kavmimiz, kabilemiz, amirimiz, memurumuz olarak insanların bu mantıkla, şeytan
mantığıyla karşımıza çıktıklarını göreceğiz.
Dedi ki
İblis ben ondan hayırlıyım. Halbuki Allah’tan kendisine bir emir intikal
etmişti, Rabbimiz kendisine Âdem'e secde et buyurmuştu. Kendisine düşen
Allah’ın emrine uymak ve onun emri gereği hemen Âdem’in önünde eğilmekti. Değilse
onun görevi yorum yapmak değildi. Hâşâ Allah’a akıl vermeye çalışmak değildi.
Ama bakın
dedi ki ben ondan hayırlıyım, çünkü beni ateşten onu topraktan yarattın.
Bir kere bu
bâtıl bir iddiaydı. Çünkü bir şey hayırlımıydı yoksa hayırsız mıydı bunu Allah
diyecekti. Halbuki bu Allah’tan her hangi bir şey ulaşmamıştı kendisine. Çünkü
henüz Âdem yeni yaratılıyordu. Yeni yaratılan ve henüz ne olduğu belli olmayan,
henüz denenmemiş bir varlık mı hayırlıydı, yoksa kendisi mi hayırlıydı bu belli
değildi. Onun mu, yoksa berikisinin mi hayırlı olduğunu Allah diyecekti. Ama
İblis bu konudaki Allah’ın hükmünü beklemeden kendi kendine hüküm koyarak ilk
bâtılını işlemiş oldu.
İblis
Allah’ın bir emri karşısında kıyas ederek aklı işin içine karıştırarak sanki
Rabbimizin emrine yorum getirmeye çalışarak Allah’a akıl vermeye kalkışıyordu.
Halbuki kulluğun gereği bu değildi. Kulluk teslimiyeti gerektirir. Kulluğun
mantığı teslimiyettir. Kulluk, kulun Rabbine ve onun emirlerine karşı
itirazsız, yorumsuz, aklı işin içine karıştırmadan mutlak teslimiyetidir.
Buna
Rabbimizin kitabında örnek olarak anlattığı, kulluğun zirve noktasında bulunan
kutlu bir elçisinin hayatından bir örnek verelim. Bu kutlu elçi Hz. Mûsâ (a.s).
Toplumu çölde kendisinden su ister. Allah’ın elçisi bu konuda ilk vuracağı
kapıyı bilmektedir. Onların bu isteklerini tüm isteklerin is’af edicisine
duyurur. Onlar namına tüm nimetlerin sahibinden su ister. Bakara sûresinde
uzunca anlatıldığı veçhile Rabbimiz buyurur ki ey Mûsâ asanı taşa vur. Hakikaten
bu emir Mûsâ (a.s)’a öyle bir yerde veriliyordu ki aklın bunu alması mümkün
değildi. Sina çölünde, ıssız bir çölün ortasında, yıllardır belki yağmur yüzü
görmemiş bir çölün ortasında Allah tarafından peygambere böyle bir emir
veriliyordu. Asanı o kupkuru taşa vur. Olacak şey miydi bu? Suyla bunun ne
ilgisi vardı?
Acaba peygamber yerinde biz
olsaydık ve Rabbimiz bu emrini bize verseydi ne yapardık? Aklı işin içine karıştırmadan,
fiziği devreye sokmadan, Rabbimizin emrini yorumlamaya çalışmadan hemen uygular
mıydık? bir düşünün. Ne kadar da mantıksız görünürse görünsün, ne kadar da bizim
aklımıza ve fizik kanunlarına ters düşerse düşsün emri veren Allah’sa bu
doğrudur deyip hemen uygulamaya koyabilir miydik? bir düşünün.
Ama Hz.
Mûsâ öyle demedi. O aklı işin içine karıştırmadı. Al-lah’ın emrine yorum
getirmedi. Allah diyorsa doğrudur dedi ve asasını taşa vurdu da Allah’ın
izniyle o kayadan sular fışkırıverdi.
Taş, asa ve
su. E peki ne ilgisi var bunların suyla? deseydi Hz. Mûsâ bizim gibi. Yâni Hz.
Mûsâ akıl yürütseydi, problemi fizikle fizik kanunlarıyla değerlendirseydi kesinlikle
su çıkmazdı, çıkmayacaktı. Ama Allah demişse tamam ilgisi vardır. Mûsâ (a.s)'ın
vahiy kar-şısındaki tavrı kesin teslimiyetti. Vahiy ne emrediyorsa hemen kabul
edip teslim olmak zorundayız. Hemen onu uygulamaya koymayarak akıl süzgecinden
geçirip yoruma tâbi tuttuğumuz zaman da kaybedeceğimizi hiçbir zaman
hatırımızdan çıkarmamalıyız. İşte bu âyetle kıyâmete kadar bu mesajı veriyordu
Hz. Mûsâ bize. Kıyâmete kadar Rab’ ten gelen emirlerin hikmeti konusunda kesin
bir bilgi sahibi olamayabiliriz. Ama unutmayalım ki bizler hikmetini anlayamasak
da Al-lah’ın emrettiği şeyler serapa hikmettir hikmetlidir.
Ve şunu
asla unutmayalım ki hikmetini anlayamasak da merhametli olan Allah kulunun
faydasına olmayan hiç bir şey emretmez. Bize düşen sadece Allah’ın emrine boyun
eğmektir. İşte o zaman Rab’ ten gelen nimet bize ulaşacaktır. Nitekim melekler
de öyle yaptılar.
Öyleyse biz
de Allah’ın melekleri gibi, Allah’ın kutlu elçisi Mûsâ (a.s) gibi Rabbimizden
bize intikal eden emirlerden hiç birisine yorum getirmeden, acaba yapsak mı
yapmasak mı? Acaba bunlar bizim hayrımıza mı değil mi gibi bir muhasebeye
girmeden mutlak teslimiyet göstermek zorundayız. Bunu bana emreden Rabbimdir
deyip hemen emre uymak zorundayız. Rabbimizin emirleri karşısında şeytanî bir
tavır sergilemeyeceğiz.
Eğer böyle davranır, hiç bir
tereddüt ve şüphe geçirmeden Rabbimizin emirlerini uygulamaya koyarsak bilelim
ki Rabbimiz bizim de hayatımızda nice olmazları olduracak, nice umutsuzluklarımızı
giderecek, nice dertlerimize derman verecek, nice kuru taşlardan su-lar
akıtacak, nice ıssız çöllerde bizi bıldırcın eti ve kudret helvalarıyla
besleyecektir. Bundan hiç mi hiç şüphemiz olmasın. Ama öyle değil de Rabbimizin
emirleri karşısında şeytanca bir tavır takınacak olursak ona yapıldığı gibi
Rabbimiz bizi de rahmette kovacak, küçültecek, alçaltacak rezil ve rüsva bir
hayatın adamı yapacaktır.
Evet ben
ondan hayırlıyım diyen şeytan bir mantık yürütüyordu. Bir doğruya istinad
ettirerek bir bâtılı kabul ettirmeye, bir doğrunun gölgesinde bir bâtılı empoze
etmeye çalışıyordu. Bâtılı, bir doğrunun, bir hakkın içine koyarak yutturmaya
çalışıyordu. Dikkat ederseniz burada biri doğru ötekisi bâtıl iki cümleden
oluşan bir önerme var. Beni ateşten yarattın onu topraktan öyleyse ben ondan
hayırlıyım. Bunlardan doğru olan, hak olan “beni ateşten yarattın onu topraktan
cümlesidir” Bu doğrudur. Gerçekten Rabbimiz onu ateşten, Âdem’i de topraktan
yaratmıştı. Bâtıl olan cümle de “öyleyse ben on-dan hayırlıyım” cümlesiydi. Bir
doğruya istinad ettirerek bir bâtılı kabul ettirmeye çalışıyordu.
Bugün de
bakıyoruz insanların aynı mantığı kullandıklarını görüyoruz. Bir doğrunun
gölgesi altında bir bâtılı yutturmaya, bir doğruya istinad ettirerek bir
yanlışı empoze etmeye çalışıyorlar. Efendim Amerika’yla münâsebetlerimizi
keselim de Rusya’nın kucağına mı atalım kendimizi? Rusya Amerika’dan daha mı
iyi sanki? Aynen şeytan mantığı. Bir doğrunun gölgesinde bir bâtılı hoş gösterme
çabaları. Burada doğru olan, evet Rusya daha iyi değildir. Bu cümle doğrudur.
Ama bu doğruya dayandırılarak bir bâtılı empoze etmeye çalışıyorlar. Amerikan
bâtılını empoze etmeye çalışıyorlar.
Ne yâni
şimdi kızlarımız bu okullara gitmesin de evde mi kalsınlar? Okullara gitmeyip
evde oturanlar daha mı iyi sanki? Bir doğrunun hatırına bir bâtılı sineye
çekmeye çalışıyor adamlar. Tamam evde boş, boş oturanlar iyi değiller de bu
doğrudan hareketle niye bir bâtılı güzel göstermeye çalışıyorsunuz? Bir pislikten
başka bir pisliğe çağırmanın şeytan mantığı olduğunu bilmiyor musunuz?
Öyle diyeceğinize evde oturanlara
eğitim imkânı hazırlayın. Bunların hepsi şeytan mantığıdır. Ne yâni paralarımızı
bankaya yatırmayalım da evde hırsızların kucağına mı teslim edelim? Ne yâni şu
partiyi desteklemeyelim de filanlar mı gelsinler iktidara? Ne yâni biz
oturmayalım bu makamlara da şunlar şunlar mı otursunlar? Bunların hepsi şeytan
mantığıdır. Bir doğrunun gölgesinde bir bâtılı empoze çabalarıdır.
Veya çevrelerindeki zulümleri
göstererek birileri demokrasiyi empoze etmeye çalışıyor. Ne yapalım yâni demokrasiyi
bırakalım da şunlar şunlar gibi mi olalım? Tamam onlar da iyi değildir ama
sizin savunduğunuz da iyi değildir. Kendi yasalarınızı, kendi fikirlerinizi
Allah yasalarına tercih edip kendi tanrılığınızı iddia etmekten vazgeçin Allah
yasalarına teslim olun bakın iyi nasılmış o zaman göreceksiniz. Değilse bir
pislikten diğer pisliğe çağırmanın anlamı yoktur. Bunların hepsi bâtıldır.
Ama maalesef bâtıllar hakkın
desteğinde olunca da onun yıkılması zor oluyor. Fenerin içinde yanan bir mum
düşünün. Farz edin ki onun içindeki ateş bâtıldır, onu çevreleyen cam fanus da
haktır. Bu ateş bu hakkın desteğinde olduğu sürece onun söndürülmesi zordur.
Dışardan üfleme onu söndüremeyecektir. Ama ne zaman ki bu ateş hakkın
desteğinden, hakkın muhafazasından, doğrunun istinadından yâni onu muhafaza
eden cam fanustan ayırabilirsek ondan sonra onun söndürülmesi çok kolay
olacaktır. İşte bâtılların hayatta kalışlarının hikmeti buradadır. Maalesef tüm
bâtıllar hakkın desteğindedir.
Burada
Şeytanın işlediği bir başka bâtıl daha var ki o da bizim yaşamımızın temelini
oluşturan bir bâtıldır. O da şudur: Şeytan diyor ki; ne? Ben Âdem’e secde
edeceğim ha? Ne dedin ne dedin? Âdem’e secde mi dedin? Niye secde edecekmişim
ben ona? Kim o? Sanki onun maddesi benim maddemden üstün mü ki ona secde edeceğim?
İbadet ve
emirler konusunda, varlıklar arası ilişkiler konusunda maddeyi temel kabul edip
materyalistçe bir düşünce mantığı. Meseleye materyalistçe bir yaklaşım. İnsanların
pek çoğu böyle değil mi? Adam her şeyi parayla ölçüyor bugün. İffeti, namusu,
dostluğu, arkadaşlığı, sevgiyi hep parayla ölçüyor. O kaç paralık adammış da
onunla arkadaşlık edecekmişim! diyor. Kaç paralık adam da onun dâvetine icâbet
edecekmişim! O kim ki onun elini öpecekmişim! Hattâ benim karnımı yarsalar onun
karnından daha fazla kazurat çıkar diyor adam. Her şeyi maddeyle ölçmeye çalışıyor.
İşte şeytan da aynı şeyi yapmaya çalışıyordu.
Evet şeytan
Allah karşısında bilgi iddiasında, güç iddiasında bulunuyordu. Allah bilgisi,
Allah mesajı, Allah yasaları karşısında ilk defa kendi bilgisini, kendi
fikirlerini, kendi yasasını savunan bir tip olarak ortaya çıkıyordu şeytan. Ve kıyâmete
kadar onun yolunu takip edenler için bir selef oluyordu. İnsanlardan da Allah
bilgisini, Allah mesajını, Allah yasalarını beğenmeyerek kendi yasalarını onun
yasalarına tercih edenler, Allah yasalarını ilga ederek kendi yasalarını onun
yerine ikâme etmeye çalışan insan şeytanları da hep var olagelmiştir
yeryüzünde. İşte Allah’la çatışan, Allah’la ve Allah yasalarıyla savaşa tutuşan
bu tâğutların başlangıcı da o döneme dayanmaktadır. Şeytanî güçler, şeytanî
fikirler, şeytanî sistemlerle Rahmânî güçlerin kavgası da o zamandan beri devam
edip gelmektedir. Ve kıyâmete kadar da yeryüzünde bu mücâdele devam edecektir.
Şeytan
Allah’ın kendisine tanıdığı tevbe imkânını da kendisine kafa tutarak, delil
getirerek, verdiği emrin beklentilerine uygunsuzluğunu ortaya koyarak aslında o
güne kadar Allah’a değil de kendi arzularına kendi nefsinin isteklerine
tapındığını ortaya koyunca bakın Rabbimiz şöyle buyurdu:
13.”Ona, " İn oradan, orada büyüklenmek sana düşmez,
defol, sen alçağın birisin" dedi.”
Öyleyse ey
İblis in oradan! İn o mevkiden, makamdan! Çık o makamdan mansıptan! Defol o ter
temiz meleklerimin arasından! Defol o şerefli meleklerimin arasından! Ya da çık
o nimetler yurdu cennetimden! Ya da ayrıl benim korumamdan! Çünkü o yüce makam
Allah karşısında haddini bilen, Rab karşısında ubûdiyet konumunda olan itaat ve
tevazu sahibi kullarımın makamıdır. Sense Rabbinin açık ve net secde emrine
karşılık geliştirdiğin bâtıl kıyasın, sapık düşüncen ve tavrınla küçülmeyi,
zillet içinde bir hayatın sahibi olmayı kendin istedin. Yaratıcının emrini icra
etmekle küçüleceğini zannettin. Âdem’e secde etmekle değersiz olacağını
zannettin. Ama bilemedin ki asıl küçülmen yaratıcına karşı gelmendir. Böylece
küçülmeyin, al-çalmayın, horluğunun sebebini kendin hazırladın. Defol sen
alçağın birisin. Alçalmaya lâyıksın buyurdu.
Bugün aynen
şeytan gibi nice alçaklar görüyoruz ki Rabbi hu-zurunda secdeye varmaktan
korkuyorlar. Küçüleceğiz endişesiyle Rablerinin emirlerini icradan kaçıyorlar.
Halbuki peygamberimiz bir hadislerinde şöyle buyuruyor:
“Kim secde
eder, Allah karşısında tevazu gösterirse Allah onu yüceltir, kim de tekebbür
eder Allah’a ve kullarına karşı büyüklük
taslamaya kalkışırsa Allah da onu alçaltır”
Bir kimse
Rabbinin emirlerine ne kadar teslim olursa, ne kadar muttaki davranırsa, Allah
emirleri karşısında ne kadar boynu bükük olursa o nispette izzet ve şeref
sahibi olur. Allah’ın Resûlü yine başka bir hadislerinde buyurur ki: “Gerek
fert planında gerekse devletler planında güçlü olmak isteyen Allah’a tevekkül
etsin. Allah’a güvensin. Allah’ı velî bilip İşlerini Allah’a havale etsin. Allah’ın
yasalarını uygulayarak ona teslim olsun. Kim insanların en zengini olmak
istiyorsa kendi yanındakilere ya da insanların elindekilere değil sadece
Allah’ın yanındakine güvensin. Çünkü kendi yanındakiler de insanların elindekiler
de bir gün gelir biter. Onlar
bitmezlerse bile bir gün gelir insan kendisi onları terk etmek zorunda
kalır.
Kim ki insanların en şereflisi
olmak isterse, gerek fert planında, gerekse devletler planında kim ki en aziz,
en güçlü ve en şerefli olmak isterse muttaki olsun. Allah’ın koruması altına
girsin, yolunu Allah’la bulsun, yolunu Allah’a sorarak bulsun, hayatını
Allah’ın istediği biçimde düzenlesin. Kim ki hayatını Allah’a sorarak yaşarsa,
hayatını Allah’ın kitabına sorarak yaşarsa yeryüzünün en şerefli, en aziz ve en
güçlü insanı odur.
Ama kim de Allah’ın kitabından
Allah’ın yasalarından habersiz bir hayat yaşarsa, Allah’a ve Allah’ın kitabına
rağmen tıpkı İblis gibi Allah’a isyan bayrağı açarcasına bir hayat yaşarsa o da
küçülmeye hor ve hakir bir hayatın adamı olmaya mahkumdur. Çünkü Allah’a isyan
etmiş, Allah’la savaşa tutuşmuş kimseler sonunda mağlup olmak, küçülmek ve izzetsiz
bir duruma düşmek zorunda kalacaklardır. Tıpkı selefleri gibi cennet için
yaratılmışlarken, yüce makamlar için yaratılmışlar iken, yeryüzünde halîfe
olarak yaratılmışlar iken halîfelik konumuna lâyık hareket etmediklerinden,
cennete lâyık hareket etmediklerinden, kulluktan çıktıklarından Allah’ın
hazırladığı makamların tümünden çıkarılmak ve kovulmak zorunda kalacaklardır.
Evet
Rabbimiz çık oradan alçak! İn oradan alçalmış olarak! buyurunca Rabbimizin bu
tehdit içeren ifadesi karşısında İblisi bir korku, bir titreme, bir telaş ve
yıkılış sarıverdi. Anladı ki artık hayatının sonu gelmişti. Anladı ki artık Rabbi
onu helâk edecekti. Bu vaziyette Allah tarafından helâk edilmektense, işlediği
bu suç yüzünden kahrolup gitmektense, geberip gitmektense zillet içinde de
olsa, horluk hakirlik içinde de olsa, rahmetten kovulmuş ve gazaba uğramışlardan
olarak da olsa yaşamayı tercih etti. Hayatı tercih etti ve dedi ki:
14. “İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar beni ertele"
dedi.”
Ya Rabbi senden dileğim o ki ba’s
gününe kadar, insanların öldükten sonra yeniden dirilecekleri güne kadar bana
izin ver. O zamana kadar bana mühlet tanı ve o zamana kadar beni öldürme dedi.
Bakın çok da akıllı çukur, güya insanların tekrar dirilecekleri ana kadar
yaşarsa bir daha kendisine ölüm gelmeyecek. Güya kendince Allah’ı kandırıp
ebedîlik istiyordu kendisi için. Onun içindir ki dikkat ederseniz ya Rabbi bana
kıyâmet gününe kadar izin ver demiyor da ba’s gününe kadar diyor. Yâni hiç bir
zaman ölümü tatmak istemi-yordu. Ama Rabbimiz ona istediği kadar izin vermedi
de şöyle buyurdu:
15.“Allah; " Sen erteye bırakılanlardansın"
dedi.”
Tamam ba’s gününe kadar sana izin
verdim, insanların ölüp de tekrar dirilecekleri güne kadar seni erteledim
demedi de buyurdu ki tamam sen izin verilenlerdensin. Yâni kıyâmetin kopacağı
güne kadar izin verilenlerdensin buyurdu. Kıyâmetin kopacağı güne kadar izin verdi
Rabbimiz. Tamam sen mühlet verilenlerdensin haydi ne ya-pacaksan, ne nane yiyeceksen
yapacağını yap buyurdu.
Buradan da
anlıyoruz ki şeytan Allah’ı da âhireti de öldükten sonra dirilişi de hesabı
kitabı da cenneti ve cehennemi de inkâr etmiyordu. Şeytan Allah’a da âhiret
gününe de inanıyordu. Öyleyse şeytanın küfrü Allah’ı inkâr etmek âhireti,
öldükten sonra dirilmeyi he-sabı kitabı reddetmek türünde bir küfür değildi. Daha
önce de ifade ettiğim gibi şeytanın küfrü; kendisini Allah’ın teklifinden âzâde
saymak türünde bir küfürdü. Allah’ın emrini yok farz etmek, duymamak, duymazdan
gelmek türünde bir küfür. Değilse bakın şeytan Allah’a iman ediyor, Allah’ı
tanıyor, âhireti, dirilişi, hesabı, kitabı kabul ediyor. Allah’ın gücünü,
kudretini biliyor. İstenecek, yalvarılacak, sığınılacak, dua edilecek makamın
farkındadır.
Ama inandığı Allah’ın secde
emrini duymazdan geliyor, emrin aksine bir tavır sergiliyor. Peki, o zaman şu
anda Allah’a inandıklarını iddia ettikleri halde, inandıkları Allah’ın namaz
emrini duymazdan gelenler, tesettür emrini yok farz edenler, kendilerini O’na
kulluktan âzâde sayanlar, sanki Allah’tan kendilerine emir ve yasaklarını
ihtiva eden bir kitap gelmemiş gibi davrananlar, kitaptan ve peygamberden
habersiz bir hayat yaşamaya çalışanlar da tıpkı şeytanın küfrünü yapmıyorlar mı?
Çünkü bakıyoruz Enfâl sûresinde bu olaydan yüz yıllar sonra şeytanı Bedir’de
görüyoruz:
“Şeytan
onlara işlediklerini güzel gösterir ve “Bugün insanlardan sizi yenecek kimse
yoktur; doğrusu ben de size yardımcıyım" dedi. İki ordu karşılaşınca da,
geri dönüp, " Benim sizinle ilgim yok; doğrusu sizin görmediğinizi ben görüyorum
ve şüphesiz Allah'tan korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir" dedi”
(Enfâl 48)
Evet şeytan
Mekke müşriklerine cesaret vererek Bedir’e kadar onları getirir. Bugün sizi
yenebilecek bir güç ve kuvvet yoktur, ben de sizin yanınızda sizin
yardımcınızım diyerek onları harekete geçirir, ama Bedir’e geldiklerinde
Cebrâil’i görür ve topuklarının üstünde gerisin geriye dönerek şöyle der: Benim
sizinle bir ilgim alâkam yoktur. Zira ben şu anda sizin görmediğinizi
görüyorum. Ben Cebrâil’i görüyorum. İçinde Cebrâil’in bulunduğu bir orduyla
savaşılmaz. Bu orduyla baş edilmez. Böyle bir ordunun karşısında durmaktan
Allah’a sınırım. Ben Allah’tan korkarım, zira Allah’ın azabı çok şedittir
diyordu.
Evet bu
olaydan yüz yıllar sonra yine şeytanın ben Allah’tan korkarım dediğine şahit
oluyoruz. Demek ki Allah’a inanıyordu şeytan. Yukarıdaki âyetten de anlıyoruz
ki şeytan yine âhiret gününe de iman ediyordu. Ya Rabbi beni ba’s gününe kadar
ertele diyordu. Peki Allah’ı da âhiretteki hesabı da inkâr etmeyen bu şeytanın
küfrü nasıl bir küfürdü öyleyse?
Demek ki
şeytanın küfrü Allah’ı ve âhireti inkâr etmek türünde bir küfür değildi. Onun
küfrü Allah’ın emir ve tekliflerinden kendini azade saymak ya da emirlerin, amellerin
gerekliliğini inkâr türünde bir küfürdü. Kendisini tekliften azade sayıyordu.
Allah’ın emir ve tekliflerini yok farz ediyordu. Allah’ın emir ve tekliflerinin
kendi istek ve eğilimlerine uygunluğunu arıyordu. Bu işe önce benim mantığım
yatsın diyordu. Hoşlanmadığım cinsten olmasın emir ve teklifler diyordu. Al-lah’ın
emir ve tekliflerini örtmeden örtbas etmeden yana bir tavır ser-giliyordu. Yâni örtenlerden oluyordu şeytan. Allah’ın
ortaya çıkardığı hakikati örtüyordu şeytan. Peki hangi hakikatti Allah’ın
ortaya çıkardığı halde şeytanın örttüğü hakikat?
1- Allah’ın
"Âdem’e secde edin!" Emri açığa çıkmıştı, Allah bu konuda açık bir
şekilde emrini açığa çıkarmıştı ama o secde etmedi, bu emri uygulamaya koymadı.
Allah’ın açığa çıkan bu emrini örtbas etmeden yana bir tavır sergiledi.
2- Bakara
sûresiyle söyleyecek olursak Âdem’in halîfelik özellikleri açığa çıkmıştı, ayan
beyan gözleri önünde Allah bunu ispat etmişti, ama şeytan bu hakikatin üstünü
örtüvermişti.
Zaten:
"Kim
bile bile hiçbir özrü yokken namazı terk ederse o kâfirdir."
Sözünün
mânâsı da budur işte. Yâni insan namaza olan imanını eylem olarak göstermezse
küfrediyor demektir bu adam. Yâni namaza inandım dedi de kılmadı mı, inandım
demesine de inanmamak lâzım gelecektir.
Şunu da
söyleyelim burada: Şeytan Allah’ı inkâr ettiği için kâfir olmadı da Allah’ın
emrine itaat etmemesi sebebiyle kâfir olmuştur. Secdeyi terk etti, üstelik
secdesizliği savunmaya kalkıştı. Bir kimse meselâ tesettür konusunda secde
etmese, yâni Allah’ın bu emrini hemen uygulamaya koymasa bu ameli küfürdür, ama
bir de bu tesettürsüzlüğü savunma boyutunda bir tavır sergilerse o kesin kâfir
olacaktır.
Demek ki
şeytanın küfrü, kendisini tekliften azade saymak, ya da Allah’ın emirlerini yok
farz etmek. Öyleyse dönelim kendimize şimdi pek çok insan da öyle değil mi?
Kendimizi azade saydığımız, daha erken dediğimiz, henüz vakti değil dediğimiz,
hele şunlar şunlar bir bitsin de ondan sonra dediğimiz, yahut da gerekliliğini
hafife aldığımız nice emirleri nice teklifleri var Rabbimizin değil mi? Sakal
mı? daha genciz! Hac mı? Şimdi zamanı değil yaşlanınca! Cihad mı? Şimdi olmaz
güçlenince! İlim mi? Kuran ve sünneti tanımak mı? Hele okul bir bitsin! Hele
dükkan tezgah işlerini bir yoluna koyalım da ondan sonra. Emr-i bil’maruf mu?
Çevremize çocuklarımıza âyet hadis anlatmak mı? E canım ilmimiz ne ki? Hele
biraz öğrenelim de ondan sonra...
Evet
Allah’a inandığını iddia eden nice insan var ki; bugün tıpkı şeytan gibi
kendilerini tekliften azade sayıyorlar Allah korusun. Sanki o konularda Allah
kendilerinden bir şey istemiyor, sanki teklifi yok Allah’ın o konularda.
Allah’a inandıklarını iddia ediyorlar ama sanki hayatlarının mutfak bölümünde
Allah’ın her hangi bir teklifi yok. Allah’a inandıklarını iddia ediyorlar ama
sanki inandıkları Allah’ın ha-yatlarının kazanma ve harcama bölümünde her hangi
bir teklifi yok. Sanki serbest bırakmış Allah onları. Nereden kazanırsanız kazanın,
nasıl kazanırsanız kazanın, hangi meslekleri seçerseniz seçin ve ne-relerde
harcarsanız harcayın bu konuda keyfiniz nasıl isterse onu ya-pın demiş. Allah’a
inandıklarını iddia ediyorlar ama sanki düğünleri konusunda Allah’ın her hangi
bir teklifinin olduğunu bilmiyorlar. Ekonomilerinde, eğitimlerinde,
hukuklarında, kılık kıyafetlerinde, siyasal yapılanmalarında Allah’ın teklifinin
olduğunu bilmiyorlar. Sanki tüm bu konularda kendilerine Allah’ın hiç bir
teklifi yok gibi hayatlarının bu bölümlerini yaşarken hiç mi hiç Allah sorma
gereği duymuyorlar. San-ki hayatlarının sadece namaz oruç gibi bölümlerinde
Allah’ın tekliflerinin olduğu zannediyorlar ve Allah korusun tıpkı şeytan gibi
kendilerini tekliften azade sayıyorlar.
Pek çok
insan vardır ki bugün kırk yaşından önce Allah’ın kendisine her hangi bir
emrinin, teklifinin olduğunu bilmiyorlar. Meselâ kimi insanların hayatında
ibadet kırk yaşından sonra başlar. Kimi insanların hayatında namaz hacdan sonra
başlar. Hacca gidip gelmeden önce namaz diye bir sorumluluğu, ya da namaz diye
Allah’ın bir teklifi yoktur. Kimi insanların hayatında namaz, tesettür gibi kulluklar
okul bittikten, diplomayı aldıktan sonra başlar.
Allah için söyleyin bütün bunlar
Allah’ın emirlerini yok sayma, Allah’ın teklifleri karşısında kendisini azade
sayma, bu emir ve amellerin gerekliliğini reddetme değil de nedir? Şeytanın
tavrıyla bu insanların tavırlarının ne farkı var da? Ya da bu insanların kullandıkları
mantık şeytan mantığı değil de nedir?
Onun için
Allah’ın tekliflerinden belki de en zoru olan cihadı seçerek kişi buna imkân
bulamasa bile en azından içinde cihada bir arzu duymayarak onun gerekliliğini
hafife alarak ölürse onun bir nevi münâfık olarak öldüğünü söylemiyor muydu?
O halde
bizler Allah’ın her bir emri her bir teklifi karşısında ya melekler gibi hemen
secde yaparak, o emirleri duyar duymaz hemen uygulamaya koyarak melekler
safında yer alacağız, yahut da şeytan gibi duymazdan gelerek, Rabbimizin
emirlerini yok farz ederek, kendimizi tekliflerden azade sayarak, geciktirerek,
savsaklayarak şeytan safında yer
alacağız. Eğer şeytan gibi kulluktan, rahmetten ve cennetten kovulmak, dünya da
ukba’da da alçalanlardan olmak istemi-yorsak o zaman meleklerin tavrını sergilemek
zorundayız. Her bir emir karşısında hemen secdeyi gerçekleştirmeliyiz.
Rabbimizden ne tür bir emir aldık? Hac mı? Hemen secde edelim. İlim mi? Hiç
beklemeden hemen secde edip başlayalım.
Zekât mı? İnfak mı? Hele bir zenginleyelim filan mantığına girmeden hemen
gücümüz nispetinde secde edip uygulayalım. Tesettür mü? İçkiyi terk etmek mi?
Tebliğ mi? Cihad mı? Neyse hemen beklemeden uygulamaya koyalım.
Evet şeytan
böylece küfredip, isyan edip, kulluktan ve rahmetten kovulup ve üstelik
Allah’tan kıyâmet gününe kadar müsaadeyi de aldıktan sonra, ölümden,
kahrolmaktan ve yok olup gitmekten kurtulup yaşamayı da garantiye aldıktan
sonra bakın ne diyordu:
16,17. "Beni azdırdığın için, andolsun
ki, Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım. Sonra önlerinden, artlarından,
sağ ve sollarından onlara sokulacağım; çoğunu Sana şükreder
bulamayacaksın" dedi.”
Madem ki sen beni azdırdın, madem
ki sen beni saptırdın, benim sapmama imkân hazırladın, öyleyse ben de senin
beni saptırmana karşılık, senin dosdoğru yolunun üzerinde kendileri sebebiyle
saptırıldığım kullarına karşılık duracağım. İbni Abbas efendimiz buradaki
“Ağveyteni” ifadesini “kema ezlalteni” şeklinde anlamış.
İfadeyi
görüyor musunuz? Beni saptırmana karşılık, beni azdırmana karşılık ben de benin
kendisi sebebiyle saptırılıp rahmetten uzaklaştırıldığım bu Âdem neslinin dosdoğru
yolları üzerinde duracağım. Sonra onların önlerinden geleceğim, arkalarından geleceğim,
sağlarından sollarından geleceğim, onları saptıracağım ve sen onların pek
çoğunu sana şükreder bulamayacaksın.
Birinci
olarak şunu söyleyelim. Dikkat ediyorsanız şeytan kendisinin sapma işini
Allah’a izâfe ediyor. Beni saptırmana karşılık. Madem ki sen beni azdırıp
saptırdın öyleyse ben de diye söze başlıyor. Halbuki onu saptıran Allah
değildi. O zaten sapıklardandı da Rab-bimizin bu secde emri, bu sapıklığını
açığa çıkarmış oldu. Allah’ın bu emri karşısında kendi düşüncesine, kendi hevâ
ve hevesine kapıldığı için, kökenini, maddesini, madde-i asliyesini, yâni ırkını
ileri sürerek, ırkçılık yaparak aslında kendisi sapmıştır İblis. Ama bu sapmasının
faturasını Allah’a kesmeye çalışıyor. İşte bu da ayrı bir şeytan mantığı. Suçu
hiç kabullenmeme ve suçu hep başkalarının üzerine atma. Öyleyse âdi şeytanın
geliştirdiği bu mantığa da dikkat edeceğiz.
Kur’an-ı
Kerîme baktığımız zaman, suç karşısında iki tavır görüyoruz. Âdem’in
yaratılışını anlatan Kur’an âyetlerine baktığımız zaman iki suç, iki suçlu ve
suç karşısında iki tavır görüyoruz. Ortada iki suç var. Birisi Âdem’in suçu,
ötekisi de İblisin suçu. Âdem’in suçu cennette Allah’ın yasakladığı meyveden
yeme suçu, İblisin suçu da yeryüzünde halîfe olarak yaratılan Hz. Âdem’e secde
emrini yerine getirmeme ve bu emri veren makama kafa tutma suçu.
Evet ortada iki suç var ve iki de
suçlu var. Ama suç karşısında da iki tavır görüyoruz. Yâni suçun ve suçlunun tespiti
konusunda, suçun kabulü konusunda ve suçluya verilecek ceza konusunda iki tavır
var. Birisi Âdem’in tavrı ötekisi de İblisin tavrı. Suç ve suçu kabul konusunda
bir Âdem’in fikri var bir de İblisin fikri ve tavrı var. Ya da şöyle ifade
edelim; suç karşısında bir âdem’in tavrı, bir de şeytanın tavrı var.
İşlediği o
suç karşısında Âdem’in tavrı Kur’an-ı Kerîmde çok açık ve net olarak şöyle
anlatılır: Âdem (a.s) suçunu kabahatini anladı, suçu kabullendi, tamamıyla bu eylem
karşısında kendisini suçlu gördü ve Rabbinin kendisini affetmesi için ona
yönelip yalvardı yakardı. Tabi hanımı Havva anamız da aynını yaptı. Âyet-i
kerîme ilerde gelecek o zaman o konu üzerinde detaylı olarak duracağız. Bakın suç
karşısında Allah’ın istediği gibi bir tavır takınan, suçlu olduklarını anlayıp
kabullenen ve bunun için de kendisine karşı suç işledikleri Rablerine karşı
özür dileme makamında olan Âdem ve Havva aleyhi-messelâm
şöyle diyorlardı:
“Her ikisi, "Rabbimiz! Kendimize yazık ettik;
bizi bağışlamaz ve bize "merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz"
dediler.”
(A’râf 23)
Evet her
ikisi de suçlarını kabul edip, ya Rabbi bizler suçlu-yuz, bizler sana karşı
yapmamamız gerekeni yaptık, yemememiz ge-reken meyveden yedik, senin yasağına
karşı gelerek nefislerimize zulmettik, olmamamız gereken, bulunmamamız gereken
konumda bulunduk dediler. Aslında onların o meyveden yemelerinde de etkili
olan, kendilerini yeminler ederek kandıran şeytandı, ama onlar bu işin faturasını
şeytana çıkarmadılar. Suçlu odur ya Rabbi! bizi o saptırdı demediler.
Ya da bu konuda neden şeytanı
bize musallat edip de bizi saptırdın diye Allah’ı da suçlamadılar. Suçlarını
kabul ettiler. Ya Rab-bi suçumuzu kabullenip, suçumuzu itiraf edip senden af
diliyoruz. Eğer sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen o zaman biz
kaybedenlerden oluruz diyorlar. Suç karşısında böyle bir tavır sergileyip,
suçlarını kabul edip, kendisine yalvaran, kendisini suçlarının affı konusunda
tek yetkili gören kullarını bu tavırlarından ötürü Rabbimiz de affediyor,
affettiğini bildiriyordu. İşte bu, suç karşısında Âdem’in tavrıydı.
Ama bakın
İblisin tavrı bundan çok farklıydı. Madem ki sen beni azdırdın, beni saptırdın,
öyleyse ben de şöyle şöyle yapacağım. Kendisini saptıran kim? Kendisine bu suçu
işleten kim? Yâni suçlu kim? Kendisi değil, Allah. Kendisinde hiç suç yok,
bütün suç Allah’ta. Sanki onu azdıran, saptıran, yoldan çıkaran ve secde
etmemesine sebep olan Allah, kendisinde hiç suç yok.
İşte bu da
ayrı bir şeytan mantığıdır. Suçu hep başkalarının üzerine atma, suçu hiç kendi
üzerine almama, bu şeytan tavrıdır. Ve bizler şu anda suç karşısında ya Âdem’in
tavrını sergileyecek, suç-luysak suçumuzu kabullenecek, karşımızdakinden özür
dileyecek ve affedilmeyi hak edeceğiz, ya da tıpkı şeytan gibi suçu hep
başkalarının üzerine atacak, suçu kabullenmeyecek ve aftan da mahrum kalacağız.
Şeytanın bu
mantığının, suç karşısında takındığı bu tavrının da bugün insanlar arasında çok
yaygın olduğunu görüyoruz. Kimsenin suça sahip çıkmadığını, suçu hep karşısındakilere
atmaya çalıştığını görüyoruz. Talebeye sorsan hoca kabahatli, hocaya sorsan ta-lebe
suçlu. Babaya göre evlât suçlu, evlâda sorsan baba kabahatli. Memura göre amir,
amire göre memur suçlu. Devlete göre halk suçlu, halka sorsan devlet suçlu.
Kocaya göre hanım, hanıma sorsan koca suçlu. Ortada bir suç varsa, bir
düzensizlik varsa hep karşıdaki suçludur. Kendisinde zerre kadar bir kabahat yoktur
adamın. İşte şeytan mantığıdır bu.
Meselâ şu
anda bu ülkede İslâm yaşanmıyor. Bu bir vakıadır. Ne bireysel planda, ne de
toplumsal planda mükemmel bir müs-lümanca yaşam yok. Evlerimizden tutun da,
okullarımıza, iş yerleri-mize, dükkanlarımıza kadar, caddelerimize kadar İslâm
yaşanmıyor. Peki kim suçlu? Suç kimin bu konuda? Adam başlıyor anlatmaya:
Efendim bütün suç basındadır. Şu ahlâksız basın, şu tüm ahlâkî ka-yıtlardan boşanmış, aklına ne geldiyse
yazıp çizen ve ümmetin zihin-lerini idlal eden basın yok mu, bütün suç bu basındadır.
Ülkenin bu hale gelmesinin tek suçlusu basındır, başka suçlu aramaya gerek
yoktur bu ülkede.
Bir başkası; hayır kardeşim
hayır, bu memlekette suçlu mu arıyorsunuz? Bu memlekette gerçek suçlu medyadır.
Bu vicdansız medya olmasa her şey düzelecek, ama ne yapalım suçun en büyüğü
ondadır, suçluların ene büyüğü odur.
Bir başkası; geç kardeşim sen
orayı bir geç. Şu dünya Siyonist teşkilatı var ya, şu yahudiler var ya, bu
memleketi bozan onarın taa kendisidir. Kalıbımı basarım ki tek suçlu onlardır,
başka suçlu aramaya gerek yoktur bu memlekette.
Bir başkası; yok gardaş yok,
kendinizi boşuna yoruyorsunuz, boş yere milletin günahına giriyorsunuz. Şu ithalat
ve ihracatçılar var ya, bizim pilimizi bitiren onlardır. Bir başkası; şu
yayıncılar var ya yayıncılar ah!! Tüm suç onlarda. İyi eserler yayınlamıyorlar
efendim! Bir başkası; hayır efendim bütün suç babalarda çocuklarını müslümanca
eğitmiyorlar. Vs, vs.
Evet düzen
suçlu, kadın suçlu, erkek suçlu, baba suçlu, evlât suçlu, amir suçlu, müdür
suçlu, öğretmen suçlu, talebe suçlu, basın suçlu, yayın suçlu, suçlu, suçlu,
suçlu. Herkes suçlu ama biz suçlu değiliz. İşte bu şeytan mantığıdır. Hayır
hayır! İş öyle değil, bizden şeytanın tavrı değil Âdem’in tavrı isteniyor.
Herkesten ve her şeyden önce ben suçluyum ben! Bu ülkede İslâm bilinmiyorsa, bu
ülkede İslâm yaşanmıyorsa ben suçluyum! Hanımım kitap ve sünnetten habersizse,
ben suçluyum! Çocuklarım Allah-peygamber tanımıyorlarsa ben suçluyum !
Komşularım namaz kılmıyorlarsa ben suçluyum ben! Çevremdekiler peygamberin
adını bile bilmiyorlarsa ben suçluyum ben! Bu toplum farkında olmadan süratlice
cehenneme doğru gidiyorsa ben suçluyum! Bu toplum Kur’an’dan habersiz bir hayat
yaşıyorsa ben suçluyum ben!
İşte böyle dediğimiz an Âdem’in
tavrını sergilemiş ve kendimizi sorumlu tuttuğumuz için de çareler arayacak, kurtuluşa
bir adım atacak ve affa mazhar olacağız demektir.
Öyleyse bir yerde bir kötülük
varsa, bir yerde bir suç ortamı varsa önce suçlu olarak kendimizi göreceğiz.
Herkes kabahati kendisinde ararsa o zaman kabahatin kaybolması, bozukluğun
düzelmesi, ifsadın bitirilmesi biraz daha kolaylaşacaktır.
O halde bu konuya çok dikkat
edeceğiz. Âdem’i tavrı sergileme konusuna çok dikkat edeceğiz. Biz en iyiyiz başkaları
kötüdür. Biz suçsuzuz başkaları suçludur demeyeceğiz. Ortadaki kötülüklerin müsebbibi
hep onlardır demeyeceğiz.
Değilse
öteki türlü şeytan gibi suçu hep başkalarının üzerine atacak ve hep yerimizde
sayacağız demektir. Karşımızda suçladıklarımızın hiç birisi yok zaten. Yâni
zaten bu suçladıklarımızın hiç birisi suçu üzerlerine almıyorlar, suçun muhatabı
olmuyorlar ve suç sahipsiz kalınca da çözümsüzlük devam ediyor.
Tamam yâni
belki babalar çocuklarını eğitmedikleri için suçlu olabilirler, ama bunu bilen
bizler, bunu anlayan ben bugüne kadar kaç babayı uyardık? Öyleyse suçlu biziz.
Veya şu saydıklarınızın hepsi suçlu olabilirler, ama onları uyarmak için bugüne
kadar ne yaptık? Öyleyse suçlu biziz diyeceğiz. Belki çok uzakta olan birilerini
uyarma imkânımız olmayabilir. Ama bunu öyle bir dert edinelim ki kendimize, bu
suç karşısında öyle bir yargılayalım ki kendimizi, öyle bir sancı çekelim ki bu
konuda, öyle bir çırpınalım, öyle bir koşturalım, öyle bir taş atalım ki denize,
meydana gelecek dalgalar bizim endişelerimizi çok uzaktakilere kadar
ulaştırsın. Öyle bir yerinde haykıralım ki hakkı yankılar gittiği yerlere kadar
gitsin. Öyle bir hasbi din duyuralım ki bu topluma nefesimizin ulaşmadığı çorak
arazi kalmasın. Öyle bir titreşim gerçekleştirelim ki çevremizde tutuşturduğumuz
kıvılcım ateş olup tüm ülkeyi yakıversin.
Evet şeytan
suçu Allah’ın üzerine atarak de di ki: Ey Rabbim! Madem ki sen beni azdırıp
saptırdın öyleyse ben de onların dosdoğru yollarının üzerine oturacak, sağlarından,
sollarından, önlerinden ve arkalarından gelerek onları yoldan çıkaracağım.
Onları sana kulluktan çıkaracağım ki sen onların pek çoğunu şükreder bulamayacaksın.
Bu âyet-i
kerîmeden de anlıyoruz ki; sırat-ı müstakîmin üzerinde şeytan var. Hani şu
Fâtihada sürekli bizi üzerinde kıl ya Rabbi diye dua ettiğimiz peygamberlerin,
sâlihlerin, sıddîkların yolu var ya işte o yolun üzerinde, yanında, yanı
başında ya da içinde şeytanlar var oturuyorlar. Tıpkı bir saptırıcının veya bir
dilencinin yol üstünde oturduğu gibi. Veya bir hırsızın yol üstünde birilerini
soymak için fırsat kolladığı gibi. Bir kurdun avını yakalamak için pusu kurup
beklediği gibi. Bul karayı, al parayı diyerek avanak müşterilerini gözetleyen
bir yankesicinin köşe başında duruşu gibi şeytan da şeytanlar da bizi
yolumuzdan alıkoymak bizim o yolla ilişkimizi bitirmek için bizim yolumuzun
üzerinde oturmaktadırlar.
“Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolun-dan ayrı
düşürecek yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.
(En’âm 153)
Evet işte bu dosdoğru yolumdur.
Sizi dünyada huzura, âhiret-te de cennete götürecek yol budur. Ama bu benim
yolumun dışında da yollar vardır. Sakın o yollara uymayın. Yol tekdir. Yol
Allah’ın yoludur, tâli yollarsa şeytanların yollarıdır. Eğer benim yolumu
bırakır da onların yollarına uyarsanız onlar sizi Rabbinizin yolundan ayırıp
saptırırlar.
Allah kendi
yolunu, dosdoğru yolunu kitabında ortaya koymuştur. Öyleyse bütün mesele
Allah’ın kitabına uymak ve kitaba göre yaşamaktır. Kitapla yol bulmaktır. Yolunu
kitaba ve sünnete sorarak bulmaktır. Takva da budur işte. Takva Rabbimizin yukarda
tarif buyurduğu esaslara göre hayat yaşamaktır. Rabbimizin kitabında anlattığı
bu emir ve yasaklara riâyettir takva. Rabbimiz bizim muttaki olmamız için, bizim
böylece bir hayat yaşayarak cennete ulaşmamız için yollarını göstermiştir.
Kitabın ve sünnetin dışında takva yolu da yoktur. Kim ki kitap ve sünneti bırakır
da başka şeylerin, başka yolların peşine takılırsa o mutlaka sapmak zorunda kalacaktır.
Allah’ın
Resûlü bu konuyu anlatırken elindeki bir çöple yere bir çizgi çizdi ve buyurdu
ki: “işte Rabbimin dosdoğru yoludur. Sonra onun sağına ve soluna başka çizgiler
çizerek işte bunlar da şeytanların yollarıdır. sakın sizler bu yollara gitmeyin
çünkü o yollardan her birisinin üzerinde sizi ona çağıran, sizi sırat-ı
müstakîmden uzaklaş-tırmak ve saptırmak isteyen şeytanlar vardır.”
Evet her
bir yolun üzerinde oturan şeytanlar insanları o yollara çağırmaktadırlar. İnsanları
tâli yollara çağırıyorlar ve bu yolların sırat-ı müstakîm olduğunu söylüyorlar.
tâbi bu şeytanlar iman etmiş, sırat-ı müstakîme girmiş mü’minleri bu yoldan
çıkıp kendi yollarına girmeye çağırdıkları gibi, henüz bu yola girmemiş ama
girmeye hazırlanan insanları da bu sırattan uzaklaştırmaya, bu sırata girmemeye
çağırıyorlar.
Allah’ın Resûlü bu hususu
anlatırken bir hadislerinde şöyle buyurur: Kul müslüman olmak ve atalarının
yolunu terk ederek sırat-ı müstakîme girmek ister. Şeytan böyle bir kulun
yolunun üzerine oturur ve atalarının dinini terk etmemesi için ona telkinlerde
bulunmaya başlar. Ne kötülüğünü gördün ki atalarının yolunu terk ediyorsun? diyerek
onu bu işten engellemeye gayret ederken bu konuda kararlı olan kul şeytanı
elinin tersiyle iteler ve sırata çıkar. Ama kulun yeni girdiği, henüz yeni yeni
öğrenmeye çalıştığı bu İslâm yolunda bu defa da şeytan onun karşısına hicret yolunda
dikilir. Çünkü o müslüman bulunduğu ortamda Allah’a kulluğu Allah’ın istediği
biçimde icra edemeyince mutlaka buna imkân verecek bir ortama gitmeyi deneyecektir.
İşte kulun hicret yoluna dikilen
şeytan ona şöyle demeye başlar: Bu yaptığın bir kaçış değil mi? Bu bir korkaklığın
ifadesi değil mi? Atalarının yurdunu, doğup büyüdüğün vatanını terk edip nereye
gidiyorsun? Bundan daha güzel bir yurt mu bulacaksın? Hem bundan sonra gittiğin
yerde başına nelerin geleceğini biliyor musun? diyerek onu bu yoldan
engellemeye çalışır. Fakat bu konuda kararlı olan kul şeytanı iterek biraz daha
yola girer.
Elbette bu bir kaçış değildir,
bir korkaklık alâmeti değil tabiri caizse bu bir dönüş hareketidir. Uzun bir
engeli atlayabilmek için bi-raz geri çekilme hareketidir bu. Şeytan bu konuda
da muvaffak olamayınca bu defa Allah yolunda cihada çıkan kulun karşısına cihad
yolunda çıkar ve ona şöyle demeye başlar: İyi kardeşim tamam anladık ilam-ı
kelimetullah da peki hanımını, çocuklarını kime emânet ettin sen? Dükkanını
tezgahını, işini aşını, markını dolarını, vatanını, toprağını kime bırakıp
gidiyorsun? Birilerini kurtaracağım diye, birilerinin imdadına yetişeceğim diye
evdekileri, malını mülkünü tehlikeye atmanın
anlamı var mı? Sen gittiğin o diyarlarda bir hiç uğruna kör bir kurşuna hedef
olup ölüp gideceksin de yıllarca emek sarf ederek ka-zandığın, uykularını terk ederek, rahatına kıyarak elde ettiğin
bu paralarına, bu malına mülküne kimler konacak? Bu dinin sahibi sen misin?
Senden başka bu işi yapacak yok mu yâni? diyerek o mü’mini girdiği cihad
yolundan da alıkoymak ister. Adam şeytanı bir daha iterek yoluna devam eder.
Bu defa Allah’ın Resûlü buyurur
ki; artık bu mü’min nasıl ölürse ölsün, nerede ölürse ölsün Allah ona bakmaksızın
kesinlikle onu cennetine koyacaktır. Bu kul ister yatağında ölsün, ister düşman
karşısında muharebe meydanlarında ölsün ister suda boğularak ölsün değil mi ki
en büyük düşmana karşı galip gelmeyi becerebilmiştir ar-tık Cenâb-ı Hak üzerine
bu kulu cennetine koymak vacip olur buyuruyor. Çünkü artık bu kul kesin sırat-ı
müstakîmdedir ve artık lânet şeytanın ona yapabileceği bir şey yoktur.
Evet diyor
ki Allah düşmanı ben dosdoğru yollarının üzerinde duracağım. Âyet-i kerîmede
dikkat ederseniz şeytan onların sağlarından, sollarından, önlerinden ve arkalarından
geleceğim diyor. Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:
a: Şeytan
insanların önlerinden gelir. İnsanın önünde yaşayacağı hayatı cazip göstererek
hayat içinde hayata sığmayacak hedefler gösterir. Şunları da alman lâzım,
şunlara da sahip olman lâzım, şunlara da ulaşman lâzım, şu hedeflere de varman
lâzım, şu tepeleri de aşman lâzım, şu şöhretlere, şu alkışlara da sahip olman
lâzım diyerek bir ömre sığmayacak hedefler gösterir ve kişiyi Rabbine kulluktan
uzaklaştırır. Dünya hayatını insanın gözünde biricik hedef gösterir ve âhireti,
hesabı kitabı unutturur.
Veya
insanın önünden gelerek önündeki ölüm, kabir, kıyâmet, haşr, neşr, cennet
cehennem gibi gerçekleri inkâr ettirir. Bütün bunların hikâye olduğunu, boş
şeyler olduğunu söyleyerek şeytanî yorumlarla hafife aldırır. İnsan aklını
mezarlıklara çevirip ustaca yorumlarla şu yüz yıllar önce ölmüş, vücutları
atomlar halinde toprağa karışıp gitmiş, çürüyüp yok olup gitmiş kemikler bir
daha nereden dirilecek? böyle bir şeyin gerçekleşmesi mümkün müdür? Akıl var
mantık var diyerek, yeniden diriliş konusunda insanlara vesveseler vererek onlara
hesabı kitabı inkâr ettirir.
Veya demin anlattığım gibi,
Rasulullah efendimizin ifade buyurduğu gibi insanın önüne yaşayacağı hayatı, önünde
tadacağı zevkleri, gençliğini hatırlatarak, ölüm korkusunu gündeme getirerek
insanı Allah yolunda cihaddan alıkoymaya çalışır. Ya da gelecekte aç kalma,
sefil düşme, el âleme muhtaç olma korkusu vererek insanları Allah yolunda zekât
ve infakta bulunmaktan menetmeye çalışır.
Evet öyle diyor hain insanların
önlerinden geleceğim ve ilerilerini karanlık göstereceğim. Kıyâmet yok dedirteceğim,
cennet yok, cehennem yok, hesap kitap yok, hûri yok, ğılman yok dedirteceğim.
İnsanları geçici zevk ve eğlencelerin peşine takacak, müzik gibi, oyun gibi,
akvaryumun başında zaman öldürmek gibi, arabasının renginde elbise peşinde
koşturmak gibi, onları boş şeylerin peşine takacak, dünyayı hiç bitmeyecek,
ölümü hiç gelmeyecekmiş gibi göstereceğim.
Ya da onların önüne reklâmlar
vasıtasıyla öyle yeni teknolojik eşyalar ve malzemeler sunduracağım ki
insanları bunların peşine takıp, geleceklerini takside bağlatacak ve bir ömür
boyu bunların peşinde koşturacağım. İnsanları âdeta ekonomik insan yapıp ödeme,
senet, çek, borç dert peşinde sana kulluktan, senin kitabına ve peygamberinin
sünnetini tanımaya zaman bırakmayacağım. Onlarda cennet arzusu da, cehennem
korkusu da bırakmayacağım. Bunları onların gündemlerinden çıkarıp sadece dünya
düşünür hale getireceğim vs., vs. İşte şeytanın önden gelerek insanları
aldatmasını böyle anlıyoruz.
b: Sonra
arkalarından geleceğim diyor. İnsanların arkalarından gelip sürekli
dürtükleyeceğim onları. Arkalarından gelip arkalarıyla geçmişleriyle ilgilerini
alâkalarını kestireceğim. Tarihleriyle kültürleriyle ilgilerini kestireceğim.
Selefleriyle ilgilerini bitireceğim. Ecdatlarıyla bağlarını koparacağım.
Geçmişlerine sövdürecek, seleflerinin yolunu reddettireceğim. Geçmişten intikal
eden tüm bilgilerin tüm haber-lerin düzmece olduğunu, yalandan ibaret olduğunu,
kendileri için ayak bağı olduğunu söyleyip tüm geçmişlerini sildireceğim onlara.
Veya işte öncekiler yalan
söylüyorlar dedirteceğim. Nebî yoktur dedirteceğim. Öncekiler cahildi, kitap
yok dedirteceğim. Kur’an öncekilerin düzmesinden başka bir şey değildir dedirteceğim.
Sünnet yok dedirteceğim. Sünnet dedikleri falanların filanların uydurmasından
başka bir şey değildir dedirteceğim. Geçmişler sünnete yalan ka-rıştırmışlardır,
ona asla itimat edilmez dedirteceğim.
Mazilerini karanlık göstereceğim,
ecdatlarına sövdüreceğim. Ecdatlarına kızıl sultan dedirteceğim. Sahabeyi ve
onların uygulamalarını yok farz ettireceğim. Hâsılı arkalarından gelerek
onların geçmişleriyle ilgilerini kestireceğim.
Veya
kimilerine arkadan öyle bir yaklaşıyor ki şeytan, adam ecdadının mârifetleriyle
kendisini kamufle etmeye başlıyor. Efendim benim babam işte şöyle âlimdi, benim
dedem şöyle hocaydı, böyle hacıydı diyerek kendi yamukluğunu örttürüyor şeytan
ona.
c: Sonra
yine onların sağlarından geleceğim diyor. Allah’a inanan ve ona kulluk yapmaya
çalışan, ama İslâmî bilgisi, kitap sünnet bilgisi zayıf olan müslümanlara
şeytan genellikle sağlarından yaklaşır. Mü’minmiş gibi görünerek, muttakiymiş
gibi, hayırhahmış gibi görünerek, nasihatler ederek ve de Allah adına yeminler
ederek iyi bir müslüman kimliğinde gelir şeytan. Nitekim biraz sonra gelecek âyetinde
Rabbimiz anlatacak Hz. Âdem’e ve Hz. Havva’ya da böyle, onların hayırlarını
isteyerek, onlara Allah adına yeminler ederek yaklaşmıştı Allah’ın düşmanı.
Çünkü eğer
gerçek yüzüyle, gerçek kimliğiyle yaklaşmış olsaydı elbette babamız ve anamız
onu tanıyacak ve vesveselerine kulak vermeyeceklerdi. Alçak bunu çok iyi
bildiği için mü’minlere yüzüne maske takarak yaklaşıyor. Müslümanca sözler
ederek, Allah-’tan, kitaptan, peygamberden söz ederek, Allah adına yeminler ederek
yaklaşır ve çok rahat kandırır onları.
Evet müslümanlara bu kimlikle
yaklaşıyor şeytan. Nitekim Rabbimiz Lokman sûresinde bu konuda müslümanları
şöyle uyarmaktadır:
“ Ey
İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğulun da babası
için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun. Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir.
Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. Allah'ın affına güvendirerek şeytan sizi
ayartmasın.
(Lokman 33)
Evet
Rabbimiz diyor ki sakın ha şeytan Allah adına yeminler ederek sizi aldatmasın.
Sakın ha Şeytan ve taraftarlarının, şeytan ve talebelerinin, şeytan misyonunu
üstlenmiş iki ayaklı yeryüzü şeytanlarının sarıklar sararak, cübbeler giyerek,
Allah adına konuşuyormuş gibi davranarak sizlere söylediklerine aldanmayın ey
kullarım. Eviniz şöyle olsun, ticaretiniz böyle olsun, kazanmanız harcamanız,
mesleğiniz mektebiniz, hukukunuz eğitiminiz, yazınız tatiliniz, giyiminiz kuşamınız
şöyle olsun, şeklindeki telkinlerine sakın aldanmayın. Söylediklerinin
doğruluğuna dair yemin de etseler, sözlerinin ispatı sadedinde âyet de okusalar
kitap ve sünnete uymayan sözlerini kabullenmeye ve hayatınızı onların
dediklerine göre yaşamaya kakışmayın diyor Rabbimiz.
Öyleyse
unutmayalım ki zamanımızda pek çok şeytan taraf-tarı bu yüzden müslümanları
aldatabilmek için sarık sarmakta ve cübbe giymektedir. Zira onlar hocalarından
öğrendiler ki gayri İslâmî kılık ve kıyafetlerle müslümanlara yaklaşabilmeleri
ve onları aldatabilmeleri kesinlikle mümkün değildir.
Evet müslümanların bu zaaf
noktalarını çok iyi bilen şeytan ve taraftarları bugün müslüman bir hayırhah
kimliğiyle müslümanlara yaklaşarak her guruba kendilerinin hak yolda
olduklarını, kendilerinin çalışmalarının ve metotlarının hak olduğunu, hak
yolda olduklarını ama karşılarındaki müslüman grupları ise bâtıl yolda
olduklarını üfleyerek İslâm adına müslümanları birbirleriyle savaştırmayı becerebilmektedirler.
Hem de kutsal bir savaş anlayışıyla. Şeytanın bu oyunları sonucu itminan içinde
olan müslümanlar, karşılarındaki müslüman grupları her yönden sorgulamaya
alırlarken, maalesef kendi gruplarını, kendi efendilerini asla sorgulamayı düşünmemektedirler.
Hattâ Kur’an’ı bile, sünneti bile
sorgulamaya alan müslüman-lar maalesef kendi durumlarını hiç de sorgulama gereği
duymamak-tadırlar. Bunun sebebi de tabii ki şeytan onlara kendilerini güzel göstermektedir.
Sen ki en iyi, siz ki en doğru, siz ki en haklı, siz ki bu işe en lâyık, siz ki
bu konuda en önde olmaya lâyık diyerek onları bu konuda mutmain hale getiriyor.
Evet Allah
düşmanı sağdan gelerek insana amellerini süslü gösterir. Sen şu anda Allah'ın
istediği hayatı yaşıyorsun. Senin yaşadığın hayat haza müslümanca bir hayattır.
Bundan daha iyi bir müslümanlık olamaz. Sen bu halinle cennetin ta ortasına
lâyık bir kimsesin diyerek yaptıklarını eksiksiz ve yeterli gösterir. Bazen de
ya-hu bunda ne var sanki! Bunu yapmayan mı kaldı? Her iş bitti de sıra buna mı
geldi? Diyerek, kimi günahları küçük göstererek, kimi vecibeleri basite
indirgeyerek müslümanı aldatmaya çalışır. Evet sağdan gelişini de böyle
anlamaya çalışıyoruz.
ç: Şeytan
bizzat kendi şekli ve kendi kimliğiyle insanlara yaklaşmak isterse, soldan
gelir ve bu defa yüzü bellidir. Öncekilerde olduğu gibi yüzünde maskesi filan
da yoktur. Bilhassa İslâm’dan, din-den, Allah’tan, peygamberden, kulluktan,
yaratılış gayesinden habersizce bir hayat yaşayan kendisi gibilerine bu yönden
gelir şeytan. Çünkü onlar da kendisi gibi oldukları için saklayacağı, saklanacağı
bir şey yoktur. Gâyet rahat ve cesurdur onlara gelirken. Çünkü bu in-sanlar
vahyi tanımamaktadırlar. Kitap ve sünnetten habersiz bulunmaktadırlar. Kitabı
ve sünneti tanımayan birilerinin şeytanı da, onun tehlikesini de tanıması zaten
mümkün değildir.
Evet
böylelerine açık ve rahat bir şekilde yaklaşan şeytan on-ları küfre, şirke,
zulme ve isyanlara dâvet etmektedir. Onları müslü-manlarla mücâdele etmeye,
müslümanların ve Allah dostlarının kanını içmeye, kemiklerini kırmaya dâvet
etmektedir. İşte görüyoruz bu konuda gerçekten çok muvaffak olmuştur Allah düşmanı.
Yeryüzü kâfirleri onun teşviki ve saldırtmasıyla müslüman kanı içmeye bir türlü
doymuyorlar.
Demek ki
unutmayacağız ki, izinleri kaldırmış olarak şeytan sürekli çalışacağını söylüyor.
Sürekli gelecektir bize. Bazen öndedir, bizi peşinden sürüklemek ister. Bazen
arkadadır, dürtüklemek ister bizi. Bazen sağdan gelir, tanırsınız ve
defedersiniz alçağı, ama bu defa da solunuzdan geliverir. Sağınızdan gelir
sağcı olarak, solunuzdan gelir solcu olarak. İhtiras adına gelir, menfaat adına
gelir, makam mevki adına gelir, para pul adına gelir, kin ve düşmanlık adına
gelir, şehvet adına gelir. İçinizden gelir, dışınızdan gelir. Kadın olarak
gelir, erkek olarak gelir, amir olarak gelir, müdür olarak gelir. TV olarak,
oyun olarak, kristal eşyalar olarak, bizi meftun edecek çiçekler olarak, nefis
yemekler olarak, zevkler, eğlenceler, bağlar, bahçeler, lezzetler görünümünde
gelip yanı başınızda bitiverir.
Evet şeytan
böyle yapacağım diyor, ama şunu da hiç bir zaman unutmayalım ki bu alçağın hiç
bir zaman kullar üzerinde her hangi bir otoritesi, her hangi bir yaptırım gücü
de yoktur. Allah’a inanan, Allah’la yol bulmaya çalışan, sürekli Allah’ın
kitabı ve peygamberinin sünnetiyle beraber olan, vahye sarılan, hayatını
vahiyle düzenlemeye çalışan Allah’ın muttaki ve sâlih kulları üzerinde onun da
avarelerinin de hiç bir etkisi ve yetkisi yoktur. Ama dinlerinin temel kaynakları
olan Allah’ın kitabı ve Resûlünün hayatından habersiz ya-şayan insanlar
üzerinde etkili olur. Dinlerini tanımayan insanları çok rahat aldatır.
“İnananlar
Allah yolunda savaşırlar, İnkar edenler ise şeytan yolunda harbedenler.
Şeytanın dostlarıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi pek zayıftır.”
(Nisâ 76)
Evet
şeytanın hilesi çok zayıftır diyor Rabbimiz. Şeytan bizzat kendisi de itiraf
ediyor bunu:
“ İblis:
"Senin kudretine andolsun ki, onlardan, sana içten bağlı ihlâslı kulların
müstesna, hepsini azdıracağım" dedi.
(Sa’d 82,83)
Evet hayatını Allah için yaşamaya
çalışan, Allah’a ve Allah’ın yasalarına sımsıkı bağlı olan ihlâslı müminlere şeytan
ve dostlarının yapabilecekleri hiç bir şey yoktur. Öyleyse bizler ihlâslı
mü’minler ol-mak zorundayız. İhlâslı, yâni saf, süzülmüş, katışıksız,
karışıksız vahiy müslümanı olmak zorundayız ki, şeytandan korunmuş olalım. Dinimizi
Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine değil de, başka şeylere dayandırmaya
kalkışırsak, yâni karışık ve katışıklı bir din sahibi olursak böyle bir
garantimiz kalmıyor. İşte Rabbimizin haber ver-mesiyle anlıyoruz ki biz iyi bir
Müslüman olursak şeytan bize hiçbir şey yapamayacakmış. İşte şeytanın böyle
dediğini bize Rabbimiz ha-ber veriyor. Bu haberle ilgilenirsek, kitapla beraber
olursak kesinlikle bilelim ki Rabbimiz bizi onun şerrinden koruyacaktır.
18. “Allah, "Yerilmiş ve kovulmuşsun, oradan defol;
an-dolsun ki insanlardan sana kim uyarsa, onları ve sizi, hepinizi cehenneme
dolduracağım" dedi.”
Çık oradan alçak! Yıkıl oradan!
Defol o cennetten mezmu-men medhura. Kovulmuş ve kınanmış olarak
defol oradan! Andol-sun ki sen ve sana uyanlarla birlikte, sen ve insanlardan
beni ve benim yolumu bırakıp sana, senin yoluna tâbi olanlarla birlikte Cehennemi
dolduracağım. Cehennemi sen ve senin avenenle dolduraca-ğım.
Sana tâbi olanlar, senin gösterdiğin yoldan gidenler ne kadar da çok olurlarsa
olsunlar, ben cehennemi onlarla dolduracağım.
Evet Rabbimiz kendi yolunu
bırakan, kitabını terk eden, elçisinin gösterdiği yolu terk ederek şeytan ve şeytanî
güçlerin egemen-likleri altında bir hayata razı olan tüm şeytan avenelerini
cennete atacağını haber veriyor.
“ O gün
cehenneme; "Doldun mu? deriz, o:
"Daha var mı? " der.
(Gaf 30)
Evet
cehennem bunları alır mı, almaz mı diye aklınıza bir endişe gelmesin. Bakın
Rabbimiz soruyor cehennemine de o diyor ki; hel min mezid?
Birinci mânâsı; daha yok mu ya Rabbi! Bugün o kadar coştum ki bir türlü doymak
bilmiyorum! Daha varsa gelsin ya Rabbi! diyecek. Bir ikinci mânâsı da;
cehenneme bu şeytan ve dostları atıldıkça atılacak, atıldıkça atılacak ve sonra
cehennem de şaşıracak ve diyecekmiş ki; daha mı var ya Rabbi? Bunların hâlâ
arkası ke-silmedi mi ya Rabbi diyerek şaşkınlığını dile getirecek.
Bunların
sayılarının çok olacaklarına dair bu âyetler de delildir. Şeytan, onlardan çoğunu
şükreder bulamayacaksın diyordu, Rab-bimiz de En’âm’da onların çoğunluğuna
uyarsan seni saptırırlar, çünkü o çoğunluk Allah’ın kitabına değil şeytana ve
şeytanın zanlarına tâbi olurlar diyordu. Ve sakın ha ey müslümanlar bunların
çok oluşlarına aldırış etmeyin. Çokluklarına değer vermeyin. Yâni bu ka-dar insanın
eğer gittikleri yol yanlış olsaydı, bu kadar insan bu yoldan gider miydi diye
sakın bir yanlışa düşmeyin. Çünkü insanların çoğunluğu şeytan yolundan
gitmektedir, şeytan peşinden gitmektedir. İnsanların çoğunluğu inanmamaktadır.
Öyleyse hak çoğunluğun yolu
değil, Allah’ın yoludur. Bu şeytan metbularının âdetleri ne kadar da çok olursa
olsun, gerçek yol Rabbimizin gösterdiği yoldur. Biz de ona uyalım şeytanın
adımlarına tâbi olmayalım.
Bundan
sonra söz Âdem’e dönüyor ve Rabbimiz şöyle bu-yuruyor:
19. “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın ve istediğiniz
yerden yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın yoksa zâlimlerden olursunuz.”
Şeytanın kovulmasından ve
rahmetten tart edilmesinden sonra anladığımız o ki arzda yaratılan Âdem’e arzda
secde edilmiş, melekler ona yerde secde ederek imtihanı kazananlardan olurken,
şeytan secde etmeyerek imtihanı kaybedenlerden olmuş ve hemen bundan sonra da
Rabbimiz Âdem’i arzdan alıp cennete yükseltmiş. Ve bakın buraya kadar
anlattıklarına Rabbimiz bir örnek verecek. Şey-tan dedi, şeytanın
saptırmalarına dikkat dedi, aman düşmanınıza karşı âgâh olun, uyanık olun dedi,
şimdi de bakın bu şeytan, insanları iş-te şöylece saptırır diyerek atamızın ve
anamızın hayatından bize bir örnek sunacak. Bu melun düşmanın atamız ve anamıza
nasıl yaklaşma imkânı bulduğunu, onları nasıl kandırdığını anlatarak bize bu
konuda bir ibret levhası arz edecek, bir miras sunacak.
Rabbimiz;
ey Âdem sen ve zevcen cennette oturun. Evet sadece sen değil, zevcen de
cennette olsun. Arkadaşlar, bizler sadece kendimiz cennete gitme kavgası vermeyeceğiz,
zevcelerimizi de cennete götürme kavgası vereceğiz. Vah o müslümanlara ki hanımlarını
eğitip, onları kitap ve sünnetle tanıştırıp cennete götürme derdinde değiller.
Vah o kadınlara ki kocalarının koştuğu cennete gitme arzusu içinde değiller.
Evet sen ve hanımın cennette
oturun ve dilediğinizden yiyip için, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden
olursunuz bu-yuruyor. Evet her şeyden yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın. Her şey
serbest, ama hayatlarında bir yasak var.
Bir ağaca
yaklaşılmayacak. Bu yasak, Âdem ile Havva’nın iradeleridir. Bu yasak iradeyi
anlatır. Yâni Âdem ile Havva’nın seçebilme özellikleri vardır. İyi ya da kötü,
haram ya da helâl, hayır ya da şerden, iman ya da küfürden birini seçebilme,
tercih edebilme özelliklerinin varlığını anlatır bu yasak.
Esasen irade yasakla yeşerebilir.
Eğer varlıkların hayatında yasak yoksa onların şahsiyetlerinin gelişmesi de
mümkün değildir. Şahsiyetlerin gelişmesi için yasak lâzımdır. Meselâ her
istediğini yapabilen bir çocuk düşünün, şahsiyeti gelişmez bu çocuğun. Bunların
da şahsiyetlerinin gelişip yeşermesi için bir yasak var hayatlarında. Allah
buyurdu ki; bir ağaca yaklaşmayacaksınız.
Peki neydi
bu ağaç? Ne bilmiyoruz, ama tadılan bir şey olduğunu, bir ağaç, yenen bir ağaç
olduğunu biliyoruz. Ağaç yenmez de meyvesi yenir tabii. Mihnet ağacı demişler,
buğday ağacı demişler, buğdaydan ağaç olur mu? Orasını bilmem, ama demişler
işte. Zırvanın te’vili olmayacağından bunları geçiyorum. Bir ağaç var ve o yasak
ediliyor, o kadar.
Evet Âdem ve Havva cennetteler ve
bir yasak var hayatlarında. Her şeyden dilediğiniz kadar yeyin için, ama şu
ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz. Şimdi de öyle değil mi? Bütün
meşrubatlar serbest, ama içki yasak. Bir çok hayvan serbest, ama domuz yasak.
Evet Âdem ve
Havva cennete ve hayatlarında bir yasak var. Burada bir soru hatırımıza
geliyor. Arzda yaratılan, yeryüzünde yaratılan ve Bakara’da anlatıldığı gibi
yeryüzünün halîfesi olarak yaratılan Âdem ve Havva acaba neden bir cennete
konuluyor? Hz. Âdem ilk andan itibaren zaten dünyada yaşamak üzere
yaratılmıştı:
Âyeti bunu
gösteriyordu. Peki neden direk yeryüzünde değil de başka bir yerde imtihan
ediliyordu Hz. Âdem (a.s)? Veya neden böyle bir ağaçla imtihan ediliyordu? Bir
de onun o imtihanı başarıp başarmayacağını, o ağaçtan yiyip yemeyeceğini ezelî
ve ebedî ilmiyle zaten bilmiyor muydu Allah? Bunu bildiği halde Allah neden
böyle bir imtihana konu kıldı?
a: Bunun
bilebildiğimiz kadarıyla birinci sebebi: Hz. Âdem’i yetiştirmek içindi.
Yeryüzünde ileride halîfe olacak varlığın içinde giz-lenmiş olan kuvvetleri
uyarmak, onu şeytanla savaşa hazırlamak, acıları tattırmak, pişmanlığı yudumlatmak,
düşmanını tanıtmak ve düşman karşısında sığınağını bildirmek içindi.
Böylece Hz.
Âdem deneyim sahibi oluyordu. Benliğindeki zayıflıkların farkına varıyor,
düşmanının aldatma yöntemlerini tanıyor ve öğreniyordu ki bundan sonra onunla
daha etkili bir mücâdele verebilsin.
b: İkinci
olarak yanlıştan, hatadan dönmesi gerektiğini, hatadan nasıl dönmesi, nasıl
tevbe etmesi gerektiğini öğretiyordu ona.
c: Üçüncü olarak da, aynı zamanda nesli için de
bir örneklik söz konusuydu. Kıyâmete kadar Âdem neslinden gelecek insanlara bu
konuda ders veriyordu, düşmanlarını tanıtıyordu Rabbimiz.
d: Dördüncü
olarak da, Rabbimiz böylece atamız Âdem’e ve tüm soyuna bir hedef göstermiş
oldu. Ey Âdem! İşte cennet budur. Dünyadaki tüm uğraşınızda hedefiniz burası
olsun! Burasını kazanmak için çalışıp çırpının dercesine onlara cennetini
gösteriverdi diyoruz.
Allah
sonucun böyle olacağını, onun o ağaçtan yiyeceğini bildiği halde niye böyle bir
emirle karşı karşıya bıraktı onu?
Emir veren:
1- Ya o
emrin bizzat yapılmasını ister. Emri vermesindeki sebep bizzat o işin yapılmasıdır.
2- Ya da
mesele o işin yapılması değil de emredilen varlığın samimiyet ve itaatini
sınamak için böyle bir emir verilmiştir. O konudaki samimiyet ve imanının
gücünü ortaya çıkarmak için emir vermiştir.
Nitekim
Cenâb-ı Hakkın Hz. İbrâhim’e "Oğlunu kurban et!" Emri bu türden bir
emirdi. Bu sebeple de eylem gerçekleşmeden de Cenâb-ı Hak bu emri geri aldı.
Baba ile oğulun teslimiyetlerini ortaya çıkarmak istiyordu. Veya bu konuda
onların bu teslimiyetlerini insanlığa örnek sunmak istiyordu. Veya onları
böylece eğitmek istiyordu Rabbimiz. Evet her ikisi de cennette ve karşılarında
duran bir yasak var.
İşte bu
andan itibaren şeytan harekete geçer. Hani demişti ya Âdem’i ve neslini yoldan
çıkaracağım. İşte bu sözünü gerçekleştirmek için ilk deneyimini vermek üzere
şeytan harekete geçer. Âdem ve Havva'yı kandırarak hem onlara hem de kıyâmete
kadar onların neslinden gelecek insanlara ilk numarasını, ilk kandırma
tekniğini göstermek ister ve şöylece işe başlar:
20. “Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara
fısıldadı:" Rabbinizin sizi bu ağaçtan menetmesi melek olmanız veya burada
temelli kalmanızı önlemek içindir. "
Evet şeytan o ikisine vesvese
verdi. Sadece Havva’ya ve onun vasıtasıyla da Âdem’e değil. “Lehüma” İkisine birden
vesvese verdi, gizlice, yavaşça fısıldadı onlara. Şeytanca bir vahiy, bir mesaj
ulaştırdı onlara.
Vesvese;
kulağa takılan küpenin orada hafif hareketinden çıkardığı sese denir. İnsan
kulağına yakınlığı sebebiyle küpenin çıkardığı bu sese vesvese denildiği gibi
insana belki küpeden daha fazla yakınlığı sebebiyle de şeytanın insana verdiği
fısıltılarına da vesvese denilmiş. Bu yüzdendir ki şeytanın Kur’an’daki
isimlerinden bir başkası da “vesvas dır”.
Vesvâs; vesveseyi verene, yapana
denir. Vesvâs, şeytandır. Felak sûresinden biliyoruz ki vesvas sadece şeytan
değil şeytan mis-yonunun üstlenmiş insan vesvâsları
da vardır. Vesvese, dinde sapıklığa, kulluğu terke, isyana, şehvete ve mâsiyetlere
dâvetiyedir.
Evet her
ikisine de vesvese verdi. Bunun şekli, biçimi bizim için önemli değildir. Eğer
önemli olsaydı Rabbimiz burada açık açık bize anlatırdı..
Peki şeytan
niye vesvese vermiş onlara? Ya da vesvesesinin hedefi neymiş? Rabbimizin
ifadesine göre onlara vesvese verirken şeytanın temel hedefi onların ayıp
yerlerini açmak, deşifre etmek, açığa çıkartmaktı. Bunu gerçekleştirebilmek
için onlara dedi ki:
Dedi ki ey Âdem
ve ey Havva! Rabbiniz bu ağacı size neden yasak kıldı biliyor musunuz? Bu
ağaçtan yemenizi neden men ediyor biliyor musunuz? Rabbiniz bunu siz melek
olmayasınız diye ve siz cennette ebedîyen kalmayasınız diye, ebedî bir yaşam
hakkı elde et-meyesiniz diye yasaklıyor. İki melek olmayasınız ve ebedîyet yurdunu
elde etmeyesiniz, hiç bitmeyen, tükenmeyen bir mülke sahip olmayasınız,
olamayasınız diye bu yasağı koydu. Rabbiniz size gerekli olan böyle bir nimete
böyle bir saadete kavuşmanızı istemediği için bu ağacı size yasakladı. Yâni
eğer bu söylediklerimi elde etmek, onlara kavuşmak istiyorsanız bu ağaçtan yemek
zorundasınız.
Burada
şeytanın Âdem’le Havva’ya yaklaşma taktiğini anlıyoruz. Bu bizim için çok
önemlidir. Şeytanın bu taktiğini Rabbimiz bize anlatıyor ki ona karşı uyanık
olalım.
Daha önceki
âyetinde Rabbimizin bize anlattığı gibi şeytan mü’minlere sağ taraflarından
yaklaşır. Yüzünü, şeytanlığını bir mas-keyle
saklayarak yaklaşır. Bakın atamız ve anamıza da aynı yönden yaklaşıyor. Alçak
kesinlikle bilmektedir ki şeytan olarak yaklaştığı zaman şeytanlığı fark
edilecek ve reddedilecek, sözü dinlenmeyecek.
Ey Âdem ve ey Havva! Bu ağacı
size yasaklayan Allah’ı dinlemeyin! Kimmiş o? Nasıl yasaklarmış bunu size? Onu
dinlemeyin ve ona itaatten, ona kulluktan çıkın! deseydi, böyle yaklaşsaydı
kesinlikle dinlenmeyeceğini biliyordu. Onun için yüzüne bir maske takarak,
hükme şeytanca bir yorum getirerek onları itaatten çıkmaya çağırıyordu. Allah’ın
yasağına, Allah’ın hükmüne şeytanca bir yorum getirerek, yasağı insan nazarında
törpüleyerek basit hale getirmeyi plan-lıyordu.
Deniz
kenarında bir karyede yaşayan ve Allah tarafından kendilerine emredilen
cumartesi günü yasağıyla karşı karşıya bulunan yahudilere de aynı taktikle
yaklaşmıştı şeytan. Onlar için de hükme bir yorum getirerek şöyle diyordu.
Cumartesi günü balık tutma yasağını nereden çıkardınız? Allah size cumartesi
günü balık tutmayın demedi ki! Cumartesi günü balık yemeyin dedi! Cumartesi
tutarsınız daha sonra yersiniz olur biter.
Şeytanın bu şeytanca yorumu ve
vesveselerine kapılan İsrâil oğullarının gözünde yasak basitleşiverdi ve oltasını
ağını kapan herkes balık tutmaya koştu. Bakıyoruz bugün de şeytan ve dostları
getirdikleri şeytanca yorumlarla müslümanların gözünde Allah’ın yasaklarını
hafifleterek onları yasakları delme konusunda, haramları çiğneme konusunda
cesur hale getirmeye çalışıyorlar.
Meselâ bir zamanlar müslümanlar
nazarında fâiz yasaktı. He-men hemen bütün müslümanlar Allah’ın bu yasağı
karşısında çok titiz davranıyorlar, fâizin yakın semtine bile uğramamaya
çalışıyorlardı. Ama şeytan ve çömezleri bu fâiz konusuna bir yorum getirdiler.
Dediler ki, ya hu bu fâiz yasağını nereden çıkardınız? Allah’ın Kur’an’da
yasakladığı şey fâiz değil, ribadır. Allah fâiz değil ribayı yasaklamıştır.
Riba ayrı fâiz ayrı şeydir diyerek şeytanca bir yorum getirince bugün
müslümanların gözünde bu yasak basitleşmiş ve senedini, çekini kapan
müslümanlar bankalara koşuvermişlerdir. Tıpkı İsrâil oğullarının oltasını ağını
alıp balık tutmaya koştukları ve yasağı deldikleri gibi.
Namaz konusunda da aynı şeyi
söylüyorlar bu şeytan ağızlılar. Kardeşim nereden çıkardınız bu namazı? Hani
Kur’an’ın neresinde geçer namaz? Kur’an’da Allah’ın bize emrettiği şey namaz
değil salâttır. Salât da dua demektir. Bakın lügat kitaplarına, salât kelimesinin
namaz değil dua anlamına geldiğini göreceksiniz. Allah’a Allah’ın istediği
biçimde dua edip kalbinizi de temiz tuttunuz mu iş bitmiştir. Namaza da, niyaza
da gerek yoktur diyerek iblisin ağzını kullanarak, hocalarının taktiğini
uygulayarak, emri böyle bir yoruma tâbi tutarak, yâni emri törpüleyerek bugün
müslümanların gözünde namaz emrini hafifletip müslümanları namazdan uzaklaştırmaya
çalışmaktadırlar.
Bu tip ağızları kullanarak
haramlara ve emirlere böyle şeytanca yorumlar getirenlerin, müslümanlara
şeytanca yaklaşanların tamamı bilelim ki şeytandır. Şeytan misyonunu üstlenmiş
mü’minleri Allah yolundan saptırmaya çalışan iki ayaklı şeytanlardır bunlar.
Bakın diyor
ki ey Âdem ve ey Havva! Bu ağacı Rabbiniz size niye yasak kıldı biliyor
musunuz? Aslında bu ağacın öteki ağaçlardan hiç bir farkı yoktur. Üstelik siz
ikiniz bu ağaçtan yediğiniz takdirde ikiniz melek olacaksınız ve ebedîyen
yaşayacaksınız. İki melek olarak size hiç ölüm gelmeyecek, hayatınız ve
zevkleriniz asla son bulmayacak, ebedîlik hakkını elde etmiş olacaksınız.
Bugün iki
ayaklı şeytanların da aynı şekilde insanlara yaklaştıklarını görüyoruz. Aynen
hocalarının ağzını kullandıklarını görüyoruz. Kızım açıverin başınızı! Örtülü
başla açık başın bir farkı yoktur. Eğer sizler başınızı açar ve okullarınıza
devam ederseniz üstelik bu size iki büyük fayda sağlayacaktır. İlim öğreneceksiniz,
diploma ala-caksınız, falan ve filan mevkilere gelme imkânı bulacak, istikballe-rinizi
kazanacak, gelecekte kendinize çok iyi bir hayat hazırlayacaksınız. Size
sağlayacağı bu büyük faydaların yanında yasağı delmenizin ne önemi olabilir?
Evet tüm emirler ve haramlar konusunda bugün şeytanın iki ayaklı talebeleri
aynen hocalarının taktiğini kullanarak insanlara yaklaşmaktadırlar.
Bakın
şeytan da aynı taktikle Âdem ve Havva’ya yaklaşıyordu. Ey Âdem ve Havva, bu
ağacın diğerlerinden bir farkı yoktur. Üstelik sizler bu ağaçtan yiyecek
olursanız size iki büyük menfaat sağlayacak. İkiniz iki melek olacaksınız ve ebedîyen
yaşayacaksınız, size bir daha ölüm gelmeyecektir. Onları zaaf noktalarından
yakalıyor hain. İnsanın zaaf noktalarını çok iyi bilmektedir alçak. İnsanın en
büyük iki zaaf noktası vardır.
Birincisi ebedîleşmek,
ölümsüzleşmek, ebedîyen yaşamak arzusu, ikincisi de yaşadığı hayatta mal makam
sahibi olmak rahat bir hayat yaşamak. Şeytan insanların bu en büyük zaaf
noktalarını çok iyi bildiği için genelde onları kandırabilmek için bu noktalarından
yaklaşıyor.
Gerçekten mal sevgisi, makam
sevgisi, yaşama sevgisi, dünyada ebedî kalma arzusu insanın fıtratında var olan
şeylerdir. Zaten insanın gözünde dünyada mal, mülk ve makam sahibi olmak ebedîleşme
sebebidir. İnsan bunlara sahip olmakla dünyada ebedîleşeceğini zanneder. Malı, mülkü
ve makamı dünyada ebedîlik sebebi zan-eder. Bunlara sahip olduğu zaman sanki
artık kendisinin kimseye ihtiyacının olmadığı zehabına kapılarak müstekbirce
bir tutum sergilemeye başlar. Kur’an’ın pek çok yerinde azgınlaşan, tâğutlaşan,
yer-üzünde tanrılığını iddia ederek Allah’a karşı savaş açma bedbahtlığında
bulunan insanların genellikle mal-mülk sahibi, makam-mevki sahibi,
sulta-saltanat sahibi kimseler olduğunu görüyoruz. Bakın Rabbimiz Hümeze sûresinde
bu hususu şöyle anlatıyor:
Mal toplayarak onu tekrer tekrar sayan, diliyle
çekiştirip alay eden kimsenin vay haline! Malının kendisini ölümsüz kılacağını
sanır.
(Hümeze 1,2,3)
Evet mal
toplar ve yığar. Üst üste yığar, alt alta yığar, apartman diye yığar ve sayar.
Saydıkça paracıklarının karşısında mest olur. Ve en sonunda zanneder ki bu
paraları, bu servetleri, bu zenginlikleri kendisini ebedîleştirecek. Bu serveti
kendisini ölümden kurtaracak. İşte bu duygu kendisini tâğutluğa, tanrılaşmaya,
azgınlaşmaya, hak hukuk tanımamaya, insanlara zulmetmeye, her şeyin kendisine
ait olduğunu savunmaya, kendisinden başkalarına hiç bir şey vermemeye ve
Allah’la savaşmaya götürüyor. Bu konuda örnek Kur’an’da pek çoktur da bunlardan
sadece Kehf sûresinde anlatılan şımarık, iki bahçe sahibi zengin bir kimsenin örneği
var. Allah’ın kendisine bolca mal mülk verdiği, ama kendisine verilenlerin tamamını
kendisinden bilen ve sahip olduklarıyla Allah’a kafa tutmaya kalkışan bir adam.
“Kendisine böylece yazık ederek bahçesine girerken:
"Bu bahçenin batacağını hiç zannetmem. Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum.
Eğer Rabbime döndürülürsem, andolsun ki orada bundan daha iyisini bulurum"
dedi.
(Kehf 35,36)
Evet malına
mülküne, gücüne kuvvetine, bağına bahçesine, imkânına iktidarına güvenen ve
sanki hiç kimseye eyvallah’ının ol-madığını zanneden, dünyada ebedî kalacağı
gururuyla hareket eden bir adam. Böyleleri Elbette buradaki cennetler hatırına,
buradaki makam ve mevkileri hatırına Allah’ı unutacaklar, Allah’a kulluğu unutacaklar,
hayatlarında Allah’ı diskalifiye edecekler ve kendilerini mülkün sahibi
bileceklerdir. Kendilerini hayata ve mülke etkin ve yetkin bilecekler ve şöyle
diyeceklerdir: Bu bahçenin batacağını, bu bahçenin harap olacağını hiç
sanmıyorum. Bu bahçem hiç bir zaman harap olmaz olamaz diyecek ve bu inancı bu
zannı sonunda onu kıyâmetin kopacağını da yalanlamaya kadar götürecektir.
Diyecektir ki kıyâmetin kopacağını da hiç sanmıyorum. Kıyâmetin kopacağına da inan-mıyorum.
İhtimal vermiyorum ki böyle bir şey olsun. Zannetmiyorum ki öldükten sonra
yeniden dirilelim ve bir hesabın kitabın içine girelim.
Evet dikkat
ediyor musunuz dünya sevgisi, mal-mülk tutkusu ve elindekilere güvenerek
onlarla duyduğu bu gurur adamı nereye kadar götürüyor? Adam gurur ve kibir
içinde bahçesinin içine giriyor. Ya da işte şirketinin içine giriyor, fabrikasının
oturma bölümüne giriyor, saltanatının içine giriyor, makamına giriyor.
Kendisinde güç ve kuvvet görerek gurur ve kibir içinde, nefsine ve çevresindekilere
zulmeder, tepeden bakar olduğu halde, Allah’ı da diskalifiye ederek di-yor ki;
ben gerçek güç ve kuvvet sahibiyim! Ben mal mülk sahibiyim! Benim bağım-bahçem,
atım-arabam, makamım-mansıbım, çevrem, kredim, saltanatım var. Bütün bunların
sahibi benim! Bu gücümün, bu saltanatımın, bu çevremin, bu kredimin, bu
hayatımın sahibi benim ve artık ben bu mülkün batacağına da inanmıyorum!
Kesinlikle yok olmaz bu iş yerleri! Yok olmaz bu fabrikalar! Bitmez bu
saltanat! Son bulmaz bu hayat! Gelmez ölüm bana! Ben ebedîyen yaşarım bu saltanatımın
içinde!
Bütün bunlara sahipken artık ben kıyâmetin
kopacağına da ihtimal vermiyorum! Bu saltanatın, bu gücün ve bu imkânın sahibi
olan birinin üzerine kesinlikle kıyâmet kopmaz! Benim üzerime kıyâmet kopmaz!
Kimse benim önüme geçemez! Kimse benimle baş edemez! Allah’ın da beni öldüreceğini
sanmıyorum!
Gerçi eğer bu zavallı fakirlerin,
şu ayak takımının, şu örümcek kafalıların dedikleri doğru da gerçekten kıyâmet
kopacaksa bile, ne önemi var? Eğer bunların dedikleri gibi ölecek ve yeniden
dirileceksek, elbette yine bize orada da ayrıcalık tanınacak ve ayrı muamele
yapılacaktır. Zat-ı âlileri orada da korunacaktır elbette. Çünkü dünyada bu
kadar servetin bu kadar saltanatın sahibi değil miydik bizler? Öyleyse sayın
cenapları, elbette âhirette de düşünülecek, elbette orada da protokol
bozulmayacak, orada da saygınlığını koruyacaktı. Böyle düşünüyordu adam.
Evet
zenginler ölmez, paralılar ölmez, makam sahipleri, sal-tanat sahipleri ölmez.
Dünyanın en zengin adamı Karun, bir gün paracıklarının karşısına geçip
sevinçten mest olmuş bir vaziyette onları sayarken, hizmetçisi de uzaktan
gülerek onu seyrediyormuş. Hizmetçisini böyle garip bir tavır içinde gören
Karun onun paracıklarına göz koyduğunu ve onları çalmayı planladığını
zannederek onu ayaklarının altına alıp ezmeye başlar. Niye gülüyordun söyle bakalım?
diye onu ezmeye çalışırken, bir ara fırsat bulan hizmetçi bağırır: Efendim! vallahi
onları çalmayı filan düşünmedim! Düşündüm ki siz ölünce.. Filan demeye
çalışırken, daha onun sözünü boğazında kesen Karun der ki: Sus! Ben ölmem!
Zenginler ölmez! Paralılar ölmez! Saltanat sahipleri ölmez! diye onu daha beter
yapmaya koyulur.
Evet zenginler ölmez! Paralılar
ölmez! Saltanat sahipleri öl-mez! Bu Ehramlar, bu anıt kabirler de onun için
var ya. Ölmediklerini ortaya koymak için, ölümsüzlüklerini ispat için, ya da
öldükten sonra da hegemonyalarını sürdürebilmek için yaptırıyorlar bunları.
Evet
insanın bu zaaf noktalarını çok iyi bilen İblis, insana bu yönlerden
yaklaşıyor.
21. “Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim" diye ikisine
yemin etti.”
Vallahi de billahi de ben sizin
kötülüğünüzü değil, iyiliğinizi düşünmekteyim. Vallahi ben sizin için hayırhah
bir nasihatçiyim. Benim bu işte en küçük bir menfaatim yoktur. Eğer kendim için
isti-yorsam, kendi menfaatimi düşünüyorsam namerdim. Ben sizin iyiliğiniz için,
sizin menfaatiniz için çırpınıyorum. Bütün derdim sizin şu söylediğim nimetlere
ulaşmanızdır. Benim bundan başka bir derdim yoktur diyerek onlara Allah adına
yeminler etti şeytan. Bu sözleriyle Âdem ve Havva’yı kandırmaya çalıştı.
Bakın
soruyu kendilerine ilk sorduğunda Âdem ve Havva’da bir iman vardı. Hani şeytan
onlara; ey Âdem ve ey Havva! Allah bu ağacı size niye yasakladı biliyor musunuz?
dediğinde Hz. Âdem’de ve Hz. Havva’da bir iman vardı ki bu ağaçtan
yenmemeliydi. Nedenini, niçinini düşünmemişlerdi bile. Çünkü Yasaksa yasaktır,
haramsa haramdır diyorlardı. Allah demişse ki bu yasaktır, tamam artık o yenmemeliydi.
Allah demişse ki bu haramdır, tamam o haramdır, ne-denine niçinine gerek yoktu.
Çünkü Allah kullarından teslimiyet ister. Kulluğun mantığı teslimiyettir. Allah
ne demişse, neleri emretmiş ve neleri yasaklamışsa o konuda kullarından
itirazsız teslimiyet ister. Nedenine niçinine yönelerek yapılan kulluk Allah’ın
istediği kulluk değildir.
Meselâ şu anda içkiyi içmiyoruz
neden? Siroz hastalığına yakalanırız diye mi? Hayır Allah yasak kıldı diye.
Domuz etini yemiyoruz neden? İçinde trişin tenya var diye mi? Hayır Allah yasak
kıldı diye. Namaz kılıyoruz neden? Diz kireçlemelerini önlemek için mi? Hayır
Allah emrettiği için. Oruç tutuyoruz neden? On bir ay yorulan midelerimizi
dinlendirmek için mi? Sıhhat için, perhiz için mi? Hayır Allah emrettiği için.
Değilse emir ve nehiyleri tıbbi
mahzurlar veya bedensel faydalar mülahazasıyla icra etmek, esasen
nefisperestlik ve menfaatperestliktir. Allah için mütedeyyin olanlarla
menfaatleri için mütedeyyin olanların ayrıldıkları kesin çizgi de işte buradadır.
Evet Hz. Âdem
ve Havva hiç düşünmemişlerdi bile. Yasaksa yasaktır ve bu ağaçtan yenmemeli
diyorlardı o ana kadar. Ama şimdi bir şeytan yorumuyla, bir şeytan mülahazasıyla
karşı karşıya bulunuyorlardı.
Meselâ namaz konusunda insanda
bir kanaat vardır ki namaz mutlaka kılınmalıdır. Nerden geldi bu kanaat? Allah’ın
kitabından ve Resûlünün sünnetinden biliyoruz ki namaz farzdır ve mutlaka
kılınmalıdır. Ama bu emir konusunda insanın bilinç altında ikinci bir kanaati,
ikinci bir imanı daha vardır. Yâni bu namaz kılınmasa da olabilir, geçenlerde
sabah namazını kılmadım da gök kubbe başıma mı yıkıldı sanki? Bak piyasada
namaz kılmayan yığınlarla insan var, ne olmuş yâni? Onlar da gül gibi yaşayıp
gidiyorlar diye insanda ikinci bir kanaat daha vardır.
İşte insandaki bu birinci kanaat,
ikinci kanaate galip geldiği zaman kişi mutlaka namazı kılacaktır. Ama insanın
bilinç altındaki bu ikinci kanaat, birinci kanaate galip geldiği zaman kişi
namazı kılmayacaktır. Tüm emir ve yasaklar için bu böyledir. İşte insan fıtratını
çok iyi bilen şeytan insandaki bu birinci kanaati törpüleyip zayıflatmak ve
ikinci kanaati kuvvetlendirip açığa çıkarmak üzere insana yaklaşır. Çeşitli
yorumlarla, yan ürünlerle bu ikinci kanaati güçlendirip birinci kanaati
zayıflatıp insanı emirler ve yasaklar konusunda gevşekliğe sürüklemek ister.
İşte Hz. Âdem’le Havva’da var
olan bu ağaçtan yenmemeli şeklindeki birinci imanı, birinci kanaati zayıflatıp,
onların bilinç altındaki yendiği zaman da bir şey çıkmaz, üstelik yendiği zaman
şu şu menfaatleri vardır şeklindeki ikinci zayıf kanaatlerini güçlendirip açığa
çıkarmaya çalışıyordu şeytan.
Bakıyoruz
bugün de şeytan ağızlılar aynı ağzı kullanıyorlar. Emirler ve yasaklar konusunda
insanların birinci imanlarını zayıflatıp ikinci kanaatlerini açığa çıkararak güçlendirmeye
çalışıyorlar. İnsanların yasağa karşı ayakta duran imanlarının karşısına bir
takım şeytanî yorumlar getirerek çözülmelerini sağlıyorlar. Bir takış şeytanî
gerekçeler getirerek günahları hoş göstermeye ve insanları haramları işleme konusunda
cesur hale getirmeye çalışıyorlar. Haramları güzel göstererek, ya da her bir
haram karşısında bir mantık geliştirerek onu insanlar nazarında basitleştirmeye
çalışıyorlar.
Meselâ kumarın adını milli
piyango, yahut oyun, çıplaklığın adını sanat, fuhşun adını bilmem ne koyarak
cazip göstermeye bu işi insanlara yaptıracak bir kısım gerekçeler bulmaya
çalışıyorlar.
Veya meselâ ev yaptırmak için
alınacak fâiz konusunda bu ev kredisidir efendim zaruret miktarı almanın ne
mahzuru olabilir? Veya işte çocuklarımın hakkından gelemedim efendim ne yapalım
barı pavyonu evin içine taşımak zorunda kaldım dedirterek her birine kılıflar
bulduruyor şeytan.
Evet şeytan
atamıza ve anamıza böyle yorumlar yaparak, kılıflar bularak ve üstelik de Allah
adına yeminler ederek yaklaşıyordu. Saf ve temiz bir biçimde Rablerine kulluk
yapmaya çalışan, Rablerinin emir ve yasaklarına riâyet etmeye çalışan babamız
ve anamız henüz şeytanı da tanımıyorlardı. Kendileri temiz oldukları için
herkesi temiz zannediyorlar ve şeytan da dahil hiç bir varlığın kendilerini yaratan
Rableri adına yemin edemeyeceğini, yeminle teyit ederek yalan söyleyemeyeceğini
zannediyorlardı. Bundan dolayı da şeytanın yeminlerine ve tatlı sözlerine
kanıverdiler. Çünkü onlar Allah’a inanıyorlardı, şeytan da onları Allah’la
kandırıyordu. Zira mü’mini Allah’la kandırma yöntemi en kolay bir yöntemdir.
Şu anda da şeytan taraftarları, şeytanî
güçler, şeytan ağızlıların kullandıkları en etkili yöntem budur. Onun içindir
ki hem şeytana ve hem de şeytanî güçlere karşı dikkat çeken Rabbimiz Kur’an’ın
pek çok yerinde bizi bu konuda ısrarla uyarır.
“Dünya
hayatı sakın sizi aldatmasın. Allah'ın affına güvendirerek şeytan sizi ayartmasın.”
(Lokman 33)
Evet sakın ha ey kullarım!
aldatıcılar sizi Allah’la aldatmasınlar buyuruyor Rabbimiz. Peki aldatıcılar
Allah’la nasıl aldatırlar insanı? Allah bir şey indirmedi diye aldatırlar.
Allah hayata karışmaz diye aldatırlar. Bu kadar yüce bir Allah’ın işi yok da
bizim pis işlerimizle mi ilgilenecek? diye aldatırlar. Allah dünyayı yaratmış
ama onunla ilgilenmek istememiştir, öyleyse hayatımızı biz belirleriz diye
aldatırlar. Allah’ı yanlış tanıtarak aldatırlar. Allah’ın sıfatlarını Allah
dışında birilerine vererek aldatırlar.
Meselâ Allah kılık kıyafete
karışmaz! Allah düğününüze-der-neğinize karışmaz! Allah kazanmanıza-harcamanıza
karışmaz! Allah mesleklerinize karışmaz! Düğünde bu kadar olur canım! Allah bu
kadarına da karışacak değil ya! Evinizi nasıl döşeyeceğinize, çocuklarınızı
nasıl giydirip ne şekilde eğiteceğinize, hangi mekteplerde okuyacağınıza, sabah
kaçta kalkacağınıza, sofranızda nelerin bulunup nelerin bulunmayacağına da
Allah karışacak değil ya canım diyerek Allah’la aldatırlar.
Veya Allah Kerîm be! derler.
Yığınlarla günah işlesen de, ken-disine kulluk yapmasan da Allah kerim! Allah Gafururrahim!
Affedecektir diyerek aldatırlar.
Veya işte Allah’ın kitabı böyle
okunur diyerek aldatırlar. Anlamadan da okusan fark etmez diyerek aldatırlar.
Sırf affeden, ama hiç azap etmeyen, sırf cenneti olan, ama asla cehennemi
olmayan bir Allah tanıtarak aldatırlar. Öyle bir Allah tanıtırlar ki Kur’an’ın
hiç bir yerinde tanıtılmayan bir Allah’tır bu. Kendi kafalarından şekillendirip
biçimlendirdikleri bir Allah imajıyla insanları aldatırlar.
Başta
şeytan olmak üzere Allah’la aldatan piyasada pek çok iki ayaklı şeytanlar
vardır. Onun içindir ki Rabbimiz Kur’an’ın pek çok yerinde bizi bu konuda
ısrarla uyarmaktadır. Aldatıcılar sizi Allah’la aldatmasınlar, zira
aldatılmanın en kötüsü ve en tehlikelisi budur. Onun içindir ki bugün piyasada
Allah'tan, Allah’ın dininden haberdar olup da Allah’ın dinini kazanç metaı
yapan, menfaatlerinden ötürü Allah’ın dinini yamultmaya çalışan, Allah’ın dinini
yanlış aktaranlar, kitaba dayalı din anlatmayanlar, efsaneleri ve bir kısım
kişileri kitabın önüne geçirerek din anlatmaya çalışanlar insanları
kandırmaktadırlar.
Sanki bu toplum peygamberi
tanımış da sıra başkalarını tanıtmaya gelmiş gibi, sanki bu ümmet kitaplarını
tanımışlar da başka kitaplara sıra gelmiş gibi anlatımlarında kitaba ve sünnete
yer veremeyecek kadar başka şeyler anlatmaya çalışanlar bu ümmeti aldatmaktadırlar.
Yâni kimseyi itham etmek
istemiyorum, ama ne yazık ki içinde biz de olmakla beraber bu toplumu hocalar
kandırmaktadır. Ya da dinden habersiz oldukları halde, kitap ve sünnet
bilgisinden mahrum oldukları halde din bilirmiş gibi bu toplumun önüne geçen
insanlar kandırmaktadırlar.
Ya böyle zır cahil yobazlar, ya
da dini bildikleri halde, din tahsili, medrese tahsili yaptıkları halde makam-mevki
endişesiyle, para- pul endişesiyle bildikleri dini anlatmayarak, ya da yanlış
anlatarak insanları aldatanlar ki bunlara kitabımız “Bel’am” diyor. Göz diktikleri
makamlara ulaşmak için, hedefledikleri ikballere kavuşmak için, ya da içine gömüldükleri
makamlarını, yapıştıkları koltuklarını muhafaza edebilmek için dini eğerler,
bükerler. Allah’ın dediklerine demedi, de-mediklerine dedi derler. Allah’ın
âyetlerine amirlerinin, müdürlerinin, ağalarının, patronlarının, tâğutlarının
istediği gibi anlamlar vermeye çalışırlar. Allah’a baş kaldıran resmî ideolojilerin
istedikleri doğrultusunda, onların hevâ ve hevesleri doğrultusunda, onların sistemlerinin
devamı doğrultusunda âyetleri yorumlayarak onlar hatırına mü’min-leri
kandırırlar.
Tabii ki
ilim ehli olduklarından, diploma sahibi olduklarından, halkın gözünde kariyer
sahibi bulunduklarından bunların insanları kandırmaları da çok kolay olmaktadır.
Öyleyse yapılacak şey, bizler birinci elden dinimizi öğrenmek zorundayız.
Dinimizi ondan bundan değil direk Allah’ın kitabından ve Resûlünün sünnetinden
öğrenmek zorundayız. Bize Allah’ın kitabını anlatan, Resûlünün sünnetini
bilen temiz selefimizin ağzından
dinimizi öğrenmek zorundayız.
Değilse bakın atamız Âdem ve
anamız Havva bile böyle Allah adına kendilerine yaklaşan, Allah adına yeminler
eden Allah düşmanına aldanmaktan kurtulamıyorlardı. Biz de bu tür aldanmalardan
kurtulamayacağız demektir. Eğer dinimizi iyi bilirsek, kitabımızı ve onun
pratiği olan peygamberimizin sünnetini iyi bilirsek, o zaman bi-ze din
duyurmaya çalışan ve Allah adına yeminler söyleyerek bize yaklaşmaya
çalışanların sözlerini vururuz kitaba, vururuz sünnete saf altınsa, sahte para
değilse, doğruysa, uygunsa alırız; değilse reddeder ve dinimizi kurtarmış
oluruz. Kim söylerse söylesin, isterse insanların en âlim bildikleri de söylese
o zaman hiç fark etmeyecek kitaba ve sünnete aykırıysa reddederiz olur biter.
Bizim
kendilerini örnek alacağımız seleflerimizden birisi bakın bu konuda gerçekten
bize örnek olacak çok hoş bir söz söyler. Seleflerimizden İmam Mâlik Rasulullah
efendimizin mübârek kabrinin başında der ki: İşte şurada yatan zat var
ya; bu zatın dışındaki insanlardan her ne sadır olmuşsa bunlar alınır da,
atılır da. Kabul da edilir, redde edilir. Ama sözleri reddelimeyecek bir tek
zat var o da işte burada yatandır der. Ne hoş bir söz değil mi? İşte
kitap ve sünnet bilgisine sahip gerçekten örnek alınacak bir insanın sözü.
Öyleyse hiç bir zaman birileri
Allah adına, din adına bir şeyler söyledi diye, hem de bu sözünün doğruluğunu ispat sadedinde Allah adına yemin
de etti diye her söyleyenin sözünü din kabul etmeyeceğiz. Bunu bu zat
söylediğine göre öyleyse vardır bir hikmeti diyerek alıp kabul etmeyeceğiz.
Olur olmaz kitaplardan meselâ takvim yapraklarından din öğrenmeye
kalkışmayacağız. Dinimizi menkıbelerden, menkıbe kitaplarından almaya
kalkışmayacağız. İnsanlara hiç bir sorumluluk yüklemeyen sadece hoş hikâyelerle,
filanların falanların sergüzeşti hayatlarıyla imanımızı itikadımızı oluşturmaya
kalkışmayacağız. Çünkü bu tür şeylerle uğraşan insanların imanları itikatları
bunlarla oluşmaya başlayıveriyor. Dinimizi itikadımızı dininin temel kaynaklarıyla
oluşturmaya çalışacağız.
Evet işte
böyle şeytan onlara yaklaştı ve:
22.“Böylece onların yanılmalarını sağladı. Ağaçtan meyve
tattıklarında kendilerine ayıp yerleri göründü, cennet yapraklarından oralarına
örtmeğe koyuldular. Rableri onlara, "Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim?
Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim? diye seslendi.”
O ikisini
hileyle, dalaverelerle, yeminlerle aldattı ve yanılmalarını, hataya düşmelerini
sağladı. Şeytanın iğvaları sonucu Rablerinin yasakladığı ağaçtan yiyiverdiler.
Onlar o ağaçtan tattıkları zaman da onların ayıp yerleri açığa çıkıverdi. Ya da
günahları açığa çıkıverdi. Ya demin ifade ettiğim gibi bilinç altlarındaki
zayıf olan bu ikinci kanaatleri, mâsiyetleri, günahları açığa çıktı, ya da
avret mahalleri açığa çıkıverdi. Önceleri ikisinin de avret yerleri Allah’tan bir
nûrla örtülüydü de işledikleri bu günahla açığa çıkıverdi. ya da özlerinde,
fıtratlarında, mayalarında bulunan günah özelliği, günah işleme özelliği, irade
özelliği açığa çıkıverdi. Yâni insan oluşları açığa çıkıverdi.
İşte bakın
fıtrat hemen ortaya çıkıverdi. Çünkü insan oğlu iki şeyden meydana gelmiştir.
Birinci yönü onun çamur yönüdür. Allah onu topraktan, balçıktan yaratmıştır.
İkinci yönü de ruh yönüdür. Ça-murdan yarattığı bu varlığa Allah bir de ruh
vermiştir. İnsan ele alınıp tanınırken, değerlendirilirken bu iki yön ihmal
edilmemelidir.
Zira insan ne yalnızca ruh ne de
sadece çamurdur. Bu bizim babamız, anamız, karımız, kocamız, oğlumuz kızımız
olabilir. Onlarla ilişkilerimizde, onlara ulaştıracağımız eğitimlerde onun iki
yönünü ihmal etmeyecek ve dengeyi kurmaya çalışacağız. Bunu en iyi bilen elbette
onun kurucusu, onun yaratıcısı olan Allah’tır. İşte onu en iyi bilen Allah ona
kanun vazediyor. Allah’ın insan adına koyduğu kanunların yasaların uygulanması
bu iki yönün unutulmamasını gerektirir.
Bu konuda
insanı tanımayanlar çok hata etmişlerdir. Meselâ Hristiyanlar onu yanlış
anlayarak, insanın maddesini reddederek dağ başlarında onu keşişleştirmeyi
düşünürken, yahudilerse onun mânâsını reddederek, ruhunu yok farz ederek, onu
bu özelliğinden soyutlayarak sapmışlardır.
Evet onlar
o ağaçtan yiyince fıtratları açığa çıkıverdi, avret mahalleri açılıverdi de:
Hemen
cennet yapraklarıyla açılan yerlerini örtmeye koyuldular, örtünmeye çalıştılar.
Evet Âdem atamız ve Havva anamız cennette açılan avret yerlerini hayalarından,
edeplerinden ötürü hemen yapraklarla örtmeye çalışıyorlar. Halbuki ilk insandı
bunlar. Önceden açıklık ya da örtünme nedir bilmiyorlardı, birden bire avret
yerleri açılıverince hemen yapraklarla oralarını yamamaya, örtmeye çalışıyorlar.
Burada
hatırımıza iki soru geliyor:
A: Peki
acaba kim vardı çevrelerinde onları görecek? Ve kimden utanıyorlardı bunlar?
B: İkincisi
utanmaları gerektiğini, avret yerlerini, edep yerlerini örtmeleri gerektiğini
kim öğretmişti onlara? Hocaları kimdi? Eğitimcileri kimdi onların? Burada bence
üzerinde durulması gereken iki önemli konudur bunlar. Bizim sosyal hayatımıza
ışık tutacak iki önemli husus.
Evet
cennette sadece iki insan var. Âdem ve Havva. Ne ar-kadaşları var, ne dostları
var, ne çoluk çocukları, ne hısım akrabaları, ne de başka birileri. Sadece
ikisi var ve edep yerleri açılınca hemen hayalarından, utançlarından örtünmeye
çalışıyorlar. Peki kimden uta-nıyorlardı bunlar? Kim görebilecekti onları? Kimi
hesap ediyorlardı bunlar?
Demin de
ifade ettiğim gibi insan olması hasebiyle insanın iki çevresi vardır. Maddî
çevresi ve manevî çevresi. Materyalistlerin iddia ettikleri gibi insan sadece
maddeden ibaret olmadığından, ruhu da olduğundan maddî çevresinin yanında onun
bir de manevî çevreleri de vardır. İnsanın maddî çevresini onun yaratılış
yönlerinden biri olan dünya ile, toprak ile ilgili olan vücudunun yine dünya
ile ilgili çevresidir. İnsanlar, taşlar, ağaçlar, dağlar, hayvanlar, kuşlar vs.
gibi maddî çevresidir. Öbürü de yaratılışının ikinci unsuru olan ruhuyla ilgili
çevresidir. Allah, melekler, cinler vs. gibi çevresi.
Evet insan evvela manevî
çevresinden Allah’tan, meleklerden utanacak, sonra da maddî çevresinden
utanacaktır. Asıl utanılması gereken Allah’tır. Zira utanmayı bizim fıtratlarımıza
koyan, utanmayı yaratan ve utanmanın sınırlarını belirleyen Rabbimizdir. Yâni
ben Allah’ın utan dediklerinden utanacağım, utanma dediklerinden de utanmayacağım.
Evet
utanacakları çevrelerini bildikleri için utanıp örtünmek zarureti duymuşlardı.
Peki acaba bu çevrelerine karşı utanmaları ge-rektiğini kim söylemişti onlara?
Hocaları kimdi onların? Kimden eğitim almışlardı ve nereden bilmişlerdi
örtünmeleri gerektiğini bunlar? Hani günümüzde kimi kâfirler derler ki efendim
insanlara çevreleri tarafından böyle bir eğitim verildiği için insanlar örtünmektedirler.
Eğer bir kadına babası, kocası ve çevresi tarafından böyle bir eğitim verilmese
hiç bir kadın örtünmeyecektir. Babaları, kocaları ve çevreleri zorladığı için
kadınlar örtünmektedirler. Onlara böyle bir telkin, böyle bir eğitim verilmese
hiç bir kadın örtünmez filan diyorlar.
Peki sormak lâzım bu kâfirlere. Âdem’le
Havva’nın babaları kimdi ki onları zorlamıştı? Hocaları kimdi ki onlara böyle
bir eğitim ulaştırmıştı? Çevrelerinde kim vardı ki onlara böyle bir eğitim
ulaştırmıştı? Kim bunlara örtünmeleri gerektiğini söylemişti? Bakın görüyoruz
ki Âdem ve Havva kimse kendilerini zorlamadığı halde, kimse kendilerine böyle
bir eğitim ulaştırmadığı halde fıtratlarındaki bu duygudan dolayı örtünmek
zorunda kalıyorlardı.
Demek ki her insan doğuştan
örtünme hissine sahiptir. İnsanın mayasında vardır bu. Fıtratı bozulmamış
herkes örtünmek zorundadır. Dünyanın en fahişe bir kadını bile getirip
insanların gözleri önünde soymaya kalkışsanız o bile mutlaka utanacak, huzursuz
olacaktır.
Rableri
onlara, "Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir
düşman olduğunu söylememiş miydim? diye seslendi.” Bir an uyuverdiler şeytana.
Çünkü yeminler üstüne yeminler etmişti alçak! Ben size nasihatçiyim diye.
Aldandılar bu yeminlere. Çünkü zannediyorlardı ki Allah adına yemin eden herkes
doğru söylemektedir. Evet aldandılar işte. Neden? Nedenini bilmiyoruz. Neden
Hz. Ali efendimizle Ayşe annemiz karşı karşıya geldiler? Neden Hz. Ali
efendimizle Hz. Muaviye karşı karşıya geldiler? Neden bir adam çıkıyor şapka
giyip sarıkları çıkaracağım diyor adam daha Kastamonu’ya gelmeden herkes başına
bir şapka geçiriveriyor? Neden? neden? Şeytan, şeytan, şeytan. Bunun başka bir
izah tarzı yoktur.
Demek ki Atamız
ve anamız Rabbimizin tembihine rağmen, uyarısına rağmen aldanmışlar ve bir
anlık bir gaflet sonucu şeytana uyabilmişlerse unutmayalım ki biz de onun ağına
düşebiliriz. Bu alçak düşman her an bizi de düşülebilir. Onun içindir ki her an
bu konuda dikkatli olmak zorundayız. Rablerinin yasakladığı meyveden yiyince,
Rableri de onlara ben size şeytana uymayın demedim mi? buyurunca dediler ki:
23. “Her ikisi, "Rabbimiz! Kendimize yazık ettik;
bizi bağışlamaz ve bize "merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz"
dediler.”
Ya Rabbi biz kendi kendimize
zulmettik. Bulunmamamız ge-reken konumda bulunarak, yapmamamız gereken şeyi
yaparak, dinlemememiz gereken varlığı dinleyerek, gösterdiği yolda yürümememiz
gereken düşmanın yoluna tâbi olarak, dinlememiz gereken Rab-bimizin
emirlerinden bir an gaflet ederek biz kendi kendimize zulmettik. Eğer bu
yaptığımızdan dolayı bizi bağışlamaz biz affetmezsen biz hüsrana mahkum
olanlardan oluruz. Biz rahmeti kaybeden, cehenneme yuvarlanan ve ebedîyen
amelleri boşa gidenlerden oluruz. Öyleyse ne olur ya Rabbi bizi affet, bizi
bağışla ve bize merhametinle muamelede bulun diyorlar. Daha önceki âyette de
ifade ettiğimiz gibi suçlarını suçlu olduklarını itiraf ederek hemen tevbe
ettiler Rablerine.
Evet şeytan
suçunu kabullenmedi, suçunu üzerine almadı, suç karşısında şeytanca bir tavır
sergileyerek tevbe etmedi, suçundan vazgeçmedi, suçunu savunmaya devam etti ve
rahmetten de cennetten de kovulmuş oldu. Ama Âdem (a.s) suçunu kabul etti, hemen
arkasından tevbe edip o suçtan vazgeçti ve bu dönüşleri sebebiyle de Rableri
onları affetti ve suçları sebebiyle çıkarıldıkları cennete tev-beleri sebebiyle
yeniden dönme imkânı lütfetti Allah onlara.
Demek ki
bundan şunu da anlıyoruz ki şu anda dünyada işlediğimiz her bir günah bizi yavaş
yavaş cennetten uzaklaştırmaktadır. Ama bir anlık bir gaflet sonucu işlediğimiz
suçları kabullenir, suçumuzu itiraf eder, yaptığımıza pişman olur, gerek o suça
devam ederek, gerekse savunmaya kalkarak devam ettirmez ve girdiğimiz şeytan
yolundan hemen Rabbimizin yoluna dönüverir, hayatımızı düzeltir, halimizi ıslah
eder ve Allah’ın istediği gibi bir kul olma kavgası verirsek o zaman bilelim ki
biz de o zaman günahlarımız sebebiyle uzaklaşmakta olduğumuz cennete
tevbelerimiz sebebiyle yeniden yaklaşma süreci içine girmiş oluruz.
İşte Âdem’in
yolu ve işte şeytanın yolu. Kim bir günah işler ve hemen arkasından tevbe
ederek o günahı terk etme yoluna girerse o Âdem’in yolundadır, kim de işlediği
günahına devam ederse o da şeytan yolunun yolcusudur.
Âdem hatasını
anladı ve hemen pişman oldu Allah da onu affetti. Demek ki tevbe kişinin
Allah’la ilişkisini düzeltmenin adıdır. Bir insan için Allah’la yakın ilgiden
mahrum oluş kadar daha büyük bir hüsran olamaz. Günah psikozu içinde yaşayıp,
Allah’la diyalogunun kesilmesi kadar insanı kahreden başka bir şey düşünmek mümkün
değildir.
Bir de hata
ferdidir, tevbe de ferdidir. Hıristiyanların iddia ettikleri gibi insan
doğmadan önce günahkâr değildir. Hıristiyan yazarlar burada diyorlar ki efendim
atamız Âdem’le anamız Havva bir suç işlediler. Cennette yenmemesi gereken
meyveden yiyip Allah’a isyan ettiler. Böylece onların sulbünde dünyaya gelen
her çocuk doğuştan günahkârdır. Her doğan kişi babamız Âdem’le anamız Havva’nın
gü-nah lekeleriyle dünyaya gelmektedir. E ne olacak? İşte Kilisedeki mukaddes
suyla yıkanacak ve böylece temizlenecektir. tâbi kiliseye gelir sağlama
cambazlığından başka bir şey değildir bu. Çünkü Rabbimiz buyurur ki:
"Herkesin
kazandığı ancak kendi boynunadır. Hiç kimse kendi vebalinden başkasını
yüklenemez."
(En’âm:
164)
Allah
herkesi kendi günahından sorumlu tutmaktadır. Kimse kimsenin günahını
yüklenemez. Hiç kimse kimsenin günahından dolayı sorumlu tutulamaz. Kimse
kimsenin günah lekesini taşıyamaz.
Hz. Îsâ hadisesi de böyledir. Diyorlar
ki efendim bizim peygamberimiz İsa burada çarmıha gerilerek, kendini fedâ
ederek tüm hıristiyanların günahlarına kefaret olmuştur. Bundan böyle istediğiniz
kadar günah işleseniz de korkmayın! Çünkü tüm günahlarınızı Peygamberiniz sırtında
alıp götürmüştür. İnsanları ferdiyetçi anlayıştan uzaklaştırıp günaha teşvik
etme tuzaklarından biri. Hoş biz de kimileri kimilerinin günahlarını
yüklenmekten sırtları kamburlaşmıştır. Yok sizin vazifelerinizi yaparken
uykusuz kalıyorlarmış, yok kabir suallerinize bile onlar cevap vereceklermiş???
24,25.
“Birbirinize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip
geçineceksiniz. Orada yaşar, orada ölür ve oradan dirilip çıkarılırsınız"
dedi.
İnin
birbirinize düşman olarak. Sizin için orada, yeryüzünde belli bir süre geçimlik
vardır. Orada belli bir vakte
kadar yaşayacak ve geçimlik temin edeceksiniz. İşte yaşıyoruz bu hayatı, herkes
için ayrı mesken var, herkes için ayrı mülkler var, herkesin ayrı ayrı yerleri,
yurtları vardır. Bir de herkesin ayrı ayrı ömürleri zamanları vardır. Bir de bu
ifade tüm insanlar içindir. Bu söz sadece Hz. Âdem’e değil bize de deniyor aynı
zamanda. Yâni buradaki birbirinize düşman olarak inin sözünü kimileri işte Âdem’le
Havva’nın ve şeytanın birbirlerine düşman olacakları şeklinde anlamaya çalışmışlar.
İşte kadınla erkek sürekli birbirinin düşmanıdır filan demeye çalışarak kadınla
erkeği birbirlerine düşman etmeye çalışmışlarsa da bunun aslı yoktur. Kadın
erkeğin, erkek de kadının düşmanı değildir. Bu iki varlık birbirlerini tamamlamak
için yaratılmış varlıklardır.
Ve hiç bir zaman da Âdem
Havva’ya, Havva da Âdem’e düş-man olmamışlardır. Bu konuda onların birbirlerine
düşman olduklarına dair hiç bir tarihî belge yoktur. Buradaki ifade yeryüzünde Âdem,
İblis arasında, Havva, iblis arasında, mü’min, kâfir arasında, mü’min, müşrik
arasında sürekli düşmanlıklar olacaktır anlamınadır. Mal düşmanlığı, makam-mevki
düşmanlığı, saltanat düşmanlığı, gelin-kay-nana düşmanlığı, kurt-kuzu
düşmanlığı, tilki-tavuk düşmanlığı, mü’-min-kâfir düşmanlığı vs. vs.
Öyleyse bu düşmanlıkları anlatma
adına ve esasen bize gerçek düşmanımızı tanıtma anlamınadır. Değilse yâni bunu
bana ne için anlattı Allah? Benim imtihanım için anlattı elbette. Bak şu anda
sen, senin atan şeytanın fısıltılarına kulak verdiği için buradasın! Âdem
böyle, böyle yaptığı için sen şu anda dünyadasın! Bunu unutma! Eğer sen de
şeytanın fısıltılarına kulak verir, onun iğvalarına kapılırsan sen de cennete
giremezsin! Aranızdaki düşmanlığı unutma deniliyor.
İşte bu
andan itibaren yeryüzünde Allah’a isyanın temsilcisi olan İblis’le, Allah’ın
yeryüzündeki halîfesi olan insan arasında kıyâmete kadar sürecek düşmanlık
başlıyordu. Bu savaş imanla küfür, hak ile bâtıl, hidâyetle-dalâlet arasında
devam edecek bir savaştır. Ve anlıyoruz ki artık hiçbir zaman İblis bizimle
barış masasına oturmayacaktır. Hiçbir zaman bizimle sulha yanaşmayacak ve
sürekli bizi yoklayacak zayıf anımızı bulmaya çalışacaktır.
Öyleyse
yeryüzünde mutlaka iki cephe, iki kutup olacaktır. İman cephesi- küfür cephesi,
secdeliler cephesi- secdesizler cephesi, Âdem’in cephesi- şeytanın cephesi. Bu
iki cephe arasında kıyâmete kadar düşmanlık devam edecektir. Şeytan ve
taraftarlarıyla, şeytanî güçlerle savaşımız kıyâmete kadar sürecektir. Bakıyoruz
ki şu anda dünya siyasetine hâkim olan şeytanî güçler sürekli savaşı körüklüyorlar.
Her toplantıda barıştan söz edilir ama bir türlü barış gerçek-leşmez. Barıştan bahsedenler hep müslüman kanı akıtmamadan ya-nadırlar. Barış sözleri bile
müslümanları yok etme planlarıdır.
Hayır hayır müslümanlar bu
sözlere aldanmamalıdır. Rabbi-miz buyuruyor ki siz silahlarınızı terk etseniz
bile onlar asla sizin varlığınıza tahammül etmeyecekler ve kıyâmete kadar bu
savaşı sürdüreceklerdir. Bunların sizin karşınızda barış havarisi kesilmelerine
sakın aldanmayın ey müslümanlar. O halda sizler de hakkın savaşını vermeye, hak
adına ve hak safında onlarla karşılaşmaya hazır olun diyor Rabbimiz.
Öyleyse bu âyetlerle bizden
istenen iman cephesinde, Âdem cephesinde yerimizi almak, safımızı iyi belirlemek,
Allah’ın düşmanlarını düşman bilmek dostlarını dost bilip hayatımızın sonuna
kadar böyle bir şuurla yaşamaktır. Hayatımızın sonuna kadar şeytanla ve şeytan
taraftarları ve Allah düşmanlarıyla savaşta olduğumuzu unutmamaktır. Bu dünyada
geçici bir geçimlik için ve imtihan için bulunduğumuzu unutmamak ve sonunda
hesap vermek üzere gideceğimiz âhireti bir an bile hatırımızdan çıkarmamaktır.
Evet Âdem ve Havva yeryüzüne
indiriliyor. Bir de Hristiyanla-rın iddia ettikleri gibi Hz. Âdem (a.s) işlediği
bu suçun cezasını çek-mek üzere yeryüzüne indirilmemiştir. Bakara sûresindeki
âyet-i kerîmesinde Rabbimiz onun yeryüzüne halîfe olarak indirildiğini anlatır.
Hz. Âdem yeryüzüne halîfe olarak indirilmiştir. Yeryüzünü idare etmek üzere.
Yeryüzünde Allah’ın yasasıyla bütün varlıklara hükmetmek, yeryüzünde Allah’ın
egemenliğini gerçekleştirmek ve yeryüzünde efendilik yapmak yeryüzünde Allah’ın
hâkimiyetini gerçekleştirmek üzere indirilmiştir. İmtihan için indirildiğimiz
bu yeryüzünde bizim için karar kılınacak bir yer ve belli bir yaşam süresi
vardır. Yâni elimizde olmadan getirildiğimiz bu hayatta bizim her birerimiz
için takdir edilmiş bir zaman ve mekân dilimi vardır. İşte bu zaman ve mekân
diliminin kesiştiği noktayı biz bizi buraya getirene kullukla doldurmak zorundayız.
Bu hayatı onu bize lütfeden varlık adına yaşamak zorundayız.
Çünkü
Rabbimiz diyor ki orada yaşayacak, hayatınızı orada sürdürecek, orada ölecek ve
oradan çıkarılacaksınız. Orada size ta-nınan zaman ve mekân içinde
yaptıklarınızın tümünün hesabını vermek üzere Rabbinizin huzuruna getirileceksiniz.
İşte hayatınızı yaşarken bir an bile bunu hatırınızdan çıkarmamanız
gerekmektedir.
Ve bundan
sonra da şeytanın insana yaklaşabileceği noktaları anlatarak Rabbimiz şöyle
buyurur. Sanki atamızın başından ge-çenleri anlattıktan sonra bundan bizim
alabileceğimiz dersleri anla-tıyor. Şu anda da bizim karşımızda duran ve tıpkı
atamıza yaptıklarını bize de yapmak için fırsat kollayan şeytanın hilelerine
dikkatimizi çekiyor. Şeytanın stratejileri konusunda bize bilgi vererek onun
olası hücumlarına karşı açıklarımızı kapatmamızı istiyor. Bakın ne diyor:
26. “Ey insanoğulları! Ayıp yerlerinizi
örtecek giyimlikle sizi süsleyecek elbiseler gönderdik. Takva örtüsü ise bunlardan
daha hayırlıdır. Allah'ın bu âyetleri öğüt almanız içindir.”
Rabbimiz
şeytanın en çok yaklaşma noktasına parmak basıyor ve diyor ki ey atalarının
başına gelenleri öğrenen ve düşmanlarını tanıyan Âdem oğulları! Size ayıp yerlerinizi
örtecek ve sizi süsleyecek, sizin için ziynet olacak bir elbise, rîşâ
gönderdik. Amma bilesiniz ki takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. İşte
bunlar Rabbinizin âyetleridir umulur ki öğüt alırsınız.
Âyet-i
kerîmede dikkat ederseniz üç elbiseden bahsediliyor. Bunlardan birincisi üzerinizi
örtecek, sizin ayıp yerlerinizi örtecek bir elbise. İkincisi rîşâ, üçüncüsü de
takva elbisesidir.
Önce bir
elbiseden söz etti Rabbimiz. Vücutlarımızı örtecek, bizi soğuktan sıcaktan ve
dış etkenlerden koruyacak biyolojik bir ihtiyaç veya fiziksel bir gereksinim
olarak üzerimize giydiğimiz bir elbise. Sonra bir de “Rîşâ” dedi Rabbimiz. Bu
rîşâ ya kişilerin konumları, makamları ve sosyal statüleri gereği giydikleri
elbisedir. İşte kompradorların, kralların, binbaşının, yüzbaşının vs. giydikleri
özel elbiselerdir denmiş.
Ya da birinci elbise içe giyilen
elbisedir, bu ikincisi de dışa giyilen elbisedir denmiş. Sonra bir üçüncü
elbise olarak takva elbisesinden söz etti Rabbimiz. Buyurdu ki takva elbisesi
en hayırlısıdır, takva elbisesi daha hayırlıdır.
Takva
elbisesi giyinişteki niyeti anlatır. Yâni elbiseyi niçin giyineceğiz? Sadece
biyolojik bir ihtiyaç ya da fiziksel bir gereksinim olarak mı? O tip bir elbise
bize yakıştı diye mi? Onun içinde daha güzel görünüyoruz diye mi? Ya da âdetler
böyle istiyor, toplum bundan razıdır diye mi? Hayır bunların hiç birisi takvaya
götürücü değildir. Bu niyetlerle giyinişlerin hiç birisi takva giyinişi, bu elbiselerin
hiç birisi takva elbisesi değildir.
Elbise takvaya götürücü olacak.
Elbise Allah’tan ittika adına, Allah öylece giyinmemizi istedi diye, Allah
böylece giyinmemizden razı diye giyinilen elbise takva elbisesidir ve bu
niyetle giyiniş de takva giyinişidir. İçinde bulunduğu aile, içinde yaşadığı
toplum böyle istiyor diye giyinen, sonra o aileyi o toplumu değiştirdiği zaman
da farklı giyinen kişi muttaki değildir ve onun örtünmesi de takvaya dayanan
bir örtünme değildir. Bundan dolayıdır ki içinde bulunduğu toplumun baskısıyla
örtünen bir kişi bu amelinin mükafatını da göremeyecektir.
Çünkü bir amelin yaptırıcısı
Allah değilse o amel boştur. Zaten toplumun baskısıyla örtünme, sürekli de olamaz.
Söz konusu bu dış baskı biter bitmez örtünme de bitecektir. Bilhassa Suudi
Arabistan vatandaşlarının ülkelerini terk etmek üzere uçağa bindikleri andan
itibaren hemen başlarının açıldığını çoğunuz görmüşsünüzdür. İşte kanun baskısı,
çevre baskısı buraya kadar dayanacaktır. Bu baskının yok olmasıyla örtünme de
bitecektir. Bu tür giyinişler takva giyinişi değildir
“Allah kapalı oldukları halde
çıplak gezen kadınlara lânet etmiştir.”
Buyuruyordu peygamberimiz. Peki
ne anlayacağız bundan? Yâni hem kapalı hem çıplak. Bir adam ya kapalıdır ya da
çıplaktır. Nasıl anlayacağız bu kapalı oldukları halde açık gezenler hadisini?
Anlayabildiğimiz
kadarıyla bunun birinci mânâsı eğer bir insan üzerine çok şeffaf, çok dar,
dışardan bakıldığı zaman sanki tüm vücut hatlarını belli edecek bir elbise giyinmişse
bu kapalı olduğu halde çıplak gezen
birisidir ve Allah o kişiye lânet etmektedir.
Öyleyse elbiseyi örtünmeyi
emreden ve onun sınırlarını da belirleyen Allah’ın istediği biçimde giyinmek
zorundayız. Sadece kadınlar değil erkekler olarak biz de Allah’ın istediği
biçimde giyinip gi-yinmediğimize dikkat etmek zorundayız. Bu konuda nedense hep
ka-dınlara yüklenilir. Peki erkekler için tesettür yok mudur? Elbette vardır. O
halde düşünelim acaba şu bizim üzerimizdekiler Allah’ın istediği elbiseler mi?
Şu kemana kılıf çeker gibi giyindiğimiz pantolonlar, şu yakalı yenli Frenk
gömlekleri acaba Allah’ın razı olduğu elbiseler mi değil mi bunu düşünmek zorundayız.
Evet kapalı oldukları halde çıplak gezenler ifadesini böyle anlamaya
çalışıyoruz.
Bunun bir
ikinci mânâsı da bir insan ne için örtündüğünün şuurunda değilse, örtünmesinde
temel hedefi Allah’ın rızasına götürücü, takvaya götürücü değilse, yâni o
kişinin kafasının içi boşsa onun dışarıdan o kafayı örtmesinin hiç bir mânâsı
yoktur. Adamın kalbinin içi boşsa dışardan o başı, o bedeni örtmesinin hiç bir
mânâsı olmayacaktır. Allah’ın örtünme emrinden habersiz, kalbi ve kafasının içi
bomboş ama çevresinin zorlamasıyla ya da işte âdet kabilinden başını ve
vücudunu örten birisi kapalı olduğu halde çıplak gezen birisidir.
Bir de
Allah toplum içinde kadına da erkeğe de ayrı roller yüklemiştir. Kadın ya da
erkek eğer Allah’ın kendisine yüklemediği bir rolü üstlenmiş veya Allah’ın
kendisini görmek istemediği bir konumda, bir makamda boy göstermeye başlamışsa
işte bu kişi kapalı olduğu halde açık gezen kişidir ve Allah’ın lânetine hak
kazanmıştır.
Evet
kadınımız da erkeğimiz de takvaya götürücü olarak giyinmek zorundayız. Allah
emretti diye ve Allah’ın emrettiği biçimde örtünmek zorundayız. Çünkü Rabbimiz
bu kitabında ve Rasulullah efendimiz de hadislerinde ve bizzat hayatında
örtünmenin pratiğini bize göstermiştir. Âyetlerde belki genel anlamıyla anlatılan
örtünme konusu ayrıntılarıyla Rasulullah efendimizin hadislerinde ortaya konulmuştur.
O halde bu konuda temel kriter
Allah’ın kitabı ve onun pratiği mahiyetindeki Rasûlullah’ın sünnetidir. Birde
Allah’ın istediği kulluğun en güzel biçimde örneklendiği sahabe uygulamaları
bizim için en güzel ve vazgeçilmez örnektir. O halde bu konuda, her konuda Kur
anda gördüğümüz genel ifadeleri Rasulullah efendimizin beyanları ve sahabenin
tatbikatıyla birlikte anlamaya çalışacağız ki her hangi bir yanlış anlamaya ve
hataya düşmeyelim. Bunun dışında indi kanaatlere, yüzeysel görüşlere, kâfir
dünya karşısında düşülen aşağılık duygusu sonucu verilen fetvalara da asla
itibar etmemeliyiz.
Evet Rabbimiz bizi tekrar tekrar
uyarıyor. Ey Âdem oğulları! Sakın ha eytan sizi de
bir fitneye düşürmesin! Babanız Âdem’e ve anneniz Havva’ya bir dümen çevirip de
onları bir vartaya düşürdüğü gibi, onları kandırıp cennetten çıkardığı gibi sakın
size de bir oyun oynamasın. Onların avret mahallerini açtırıp, günahlarını
açığa çıkarıp açık yerlerini onlara göstermek sûretiyle, zaaf noktalarını açmak
ve önlerine koymak sûretiyle onları cennetten çıkarttığı gibi sizi de aynı
noktaya getirerek size de cennetinizi kaybettirmesin. Sakın bu alçak sizi de
soyup soğana çevirerek, çırılçıplak sokaklara dökerek cennetinize engel
olmasın. Rahmetten kovulmanıza sebep olmasın.
Evet demek
ki şeytanın insana yaklaşabileceği en hassas nokta, en tesirli nokta işte
buymuş. Ama maalesef Rabbimiz bizi uzun uzun atamızın başından geçenlerle uyardığı
halde yine de şeytanın getirdiği şeytanca yorumlara kapılan insanlar soyunuverdiler.
Moda dediler, sanat dediler, medeniyet dediler, toplum dediler, âdetler dediler,
devrimler dediler ve en sonunda Rablerinin emrini çiğneyerek şeytanlara
uyuverdiler. Rablerinin uyarılarına, peygamberlerinin soluklarına,
fıtratlarının sesine kulak vermediler de şeytanların vesveselerine kulak
verdiler. Allah vahyini dinlemediler de şeytan vahiylerine kulak verdiler. Önce
şeytanın istediği gibi soyundular. Şeytanın adımlarına uydular. Çıplak bir
toplum, çıplak bir cemiyet oldular.
Sonra da şeytanın öteki
vartalarına, zinaya, fuhşa ve ahlâksızlığa yuvarlandılar. Sonra yaşadıkları
gibi inanmaya, yaşadıkları gibi düşünmeye başlayınca, imanlarını itikadlarını
da kaybederek cehen-neme yuvarlanmaya lâyık bir toplum haline geldiler. Böyle
bir milletin gideceği yer elbette uydukları, tâbi oldukları, adım adım
kendisini takip ettikleri şeytanın gideceği yerdir. Alçak maalesef ebedî yurduna
pek çok müşteri buldu. Orada kendisine arkadaşlık edecek yalnızlığını giderecek
pek çok avene buldu kendisine.
Evet bu
alçak düşmana karşı dikkatli davranın çünkü:
Evet o
şeytan ve aveneleri, yaranları sizin onları görmediğiniz yerlerden sizi
görmektedirler. Şeytan ve taraftarları sizi görürler. Biz şeytanları,
inanmayanlara dost kılarız velî kılarız.
Demek ki
şeytan ve kabilesi bizi, bizim onları görmediğimiz yönlerden görmekte ve bize
yaklaşmaktadırlar. Buradan şunu anlıyo-ruz ki şeytanın avenesi ve kabilesi de
vardır. Hz. Âdem’in şahsında Allah’ın secde emrine karşı gelen şeytan bir
taneydi ama kıyâmete kadar Rabbimizin kendisine verdiği izin gereği onun insanlardan
ve cinlerden çömezleri aveneleri vardır. İnsanların saptırıcıları cinlerin
kâfirleri hep onun emrindedirler.
Öyleyse
şeytanın ve dostlarının bize bizim göremeyeceğimiz, fark edemeyeceğimiz
yerlerden yaklaşmalarına çok dikkat edeceğiz. Ama tedbirimizi alırsak hırsızın
girebileceği tüm menfezleri kapatırsak, her yeri kilitlersek İslâm’ı en güzel
bir biçimde yaşarsak, hayatımızın her bir biriminde Rabbimize kul olduğumuzu unutmazsak
o zaman alçak nereden gelirse gelsin yapabileceği bir şey yoktur.
Ama onu
kâfirlerin velisi kıldık diyor Rabbimiz. Şeytan kâfirlerin velisidir.
Kâfirlerin program yapıcısı, yaşam belirleyicisi şeytandır. Kâfirler onun
kendileri adına aldığı kararları uygularlar. Şeytanın fısıltılarına,
vesveselerine, vahiylerine teslim olurlar. Allah’ın yasalarını bırakıp şeytanın
adımlarına tâbi olurlar, onun gösterdiği yoldan giderler. Allah’a kulluğu
bırakıp şeytana kulluk yaparlar. Allah’ın belirlediği helâl haram sınırlarını
tanımazlar da şeytanın gösterdiği fahşaları işlerler.
Öyleyse hayrola ey müslümanlar?
Size ne oluyor? Ben onu kâfirlere velî yapmıştım. Size ne oluyor da onu velî
biliyorsunuz? Ben onu size velî kılmadığım halde siz niye şeytanın ve şeytan
taraftarlarının kararlarını uygulamaya çalışıyorsunuz? Yakışıyor mu bu size?
28. “Onlar bir fenalık yaptıkları zaman, "Babalarımızı
bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti" derler. De ki: " Allah
fenalığı emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?”
Bir fuhuş, bir fahşa işledikleri
zaman, Allah’ın hududunu, Al-lah’ın belirlediği sınırları aşan bir fuhuş
işledikleri zaman, meselâ şeytanın vesveselerine kulak vererek çırılçıplak
gezmeye başladıkları zaman veya meselâ Allah’ın yasak kıldığı kumarı, içkiyi
irtikap ettikleri zaman şeytanın kulları derler ki babalarımızı bu yolda bulduk.
Her tür fahşa her tür aşırılık karşısında şeytan mantığını kullanarak derler ki
babalarımızı da aynen böyle yaparken bulduk. Zaten Allah da bunu emretmektedir.
Biz bu yaptıklarımızın tümünü ecdadımızdan devraldık ve kesinlikle biliyoruz ki
Allah da bizim bu yaptıklarımızdan yanadır. Allah da bunu istemektedir diyerek
tümüyle suçu Allah’a ve ecdatlarının üzerine atmaya ve şeytanca mantıklar ve
kılıflar geliştirmeye çalışıyorlar.
Tıpkı önce âyetlerde gördüğümüz
gibi hocalarının yolunu takıp ederek suçu başkalarına atmaya çalışıyorlar. Suçu
Allah’a ve ecdatlarının üzerine atmaya çalışıyorlar. Kabahati kendilerinde görmüyorlar
ve de işlediklerinin suç olduğunu kamufle edebilmek için kendilerine ve
yaptıklarına kılıflar bulmaya çalışıyor alçaklar tıpkı alçak hocaları gibi.
Evet bu
kâfirler bir kötülük bir fahşa işledikleri zaman biz aba ve ecdadımızdan böyle
gördük. Aba ve ecdadımızı bunun üzerine bulduk. Aba ve ecdadımızı da bunları
yapar bulduk. Eğer bu yaptığımız şeyler kötü bir şey olsaydı atalarımız
yapmazlardı bunu derler. Atalarımız da bunları yaptığına göre bunlar günah
değildir derler. Biz atalarımızı bir din bir yol üzerine bulduk biz de onların
izleri üzerinde güdülüp gideceğiz. Onlar bizi nereye çekerlerse nereye sürüklerlerse
oraya doğru gideceğiz diyorlar. Karşılarında kendilerine bu yaptıklarının fahşa
olduğunu, Allah’ın istemediği, haram kıldığı amellerdir, vazgeçin bunlardan ve
Rabbinize kulluğa yönelin diyen Allah elçilerine ve onların misyonlarını
üstlenmiş mü’minlere diyorlar ki fark etmez ey peygamber! Sen ne dersen de, ne
getirirsen getir bizim ona ihtiyacımız yoktur. Yâni adamlar müstekbirdirler
eyvallahsız dırlar. Peygamberin mesajını anlamaya dinlemeye yanaşmıyorlar.
Bir de
derler ki Allah da bunu emretmektedir. Allah da böyle yapmamızı istemektedir.
Bu düpedüz Allah’a iftiradır. Eğer Allah böyle bir şey isteseydi kitabında onu
bizzat emrederdi. Buna Allah’ın ki-tabından delil gerekir. Çünkü vahiy kitapla
bilinir. Allah arzularını emirlerini yasaklarını kitapla bildirmiştir. Allah’ın
nelerden hoşlandığı nelerden razı olmadığı kitapla bilinir. Allah arzularını
kitapla bildirmiştir. Allah’ın emir ve yasakları konusunda kitap temel
kriterdir. Allah’ın kitabında bu tür fahşalar emredilmediğine göre bunların
tamamı Allah’tan değil şeytandandır.
Çünkü Allah asla fahşayı
emretmez. Allah fuhşa götüren başta çıplaklık olmak üzere hiç bir şeyi
emretmez. Kitabında Allah’ın emretmediği bir şeyi Allah da böyle ister diyerek
Allah’a yol göstermeye çalışmak, Allah’ın emretmediklerini Allah emrediyormuş
pozisyonunda yapmak veya insanlara tavsiye etmek iftiraların en büyüğüdür. Zira
Allah asla fahşayı emretmez.
Bakıyoruz bugün şeytanın uşakları
şeytan vahiylerine kulak vererek kendi mantıklarına göre, kendi hevâ ve heveslerine
göre bir din oluşturmaya çalışıyorlar. Ve bu dinin de Allah tarafından onaylandığını
iddia etmeye çalışıyorlar. Hayatlarına karışmayan, kendilerinden hiç bir
sorumluluk istemeyen, keyifleri nasıl isterse öylece yaşamalarına izin veren,
onlar neyi beğenmişlerse ona ses çıkarmayan bir Allah, bir din ihdas etmeye
çalışıyorlar. Dinsizliklerine dini alet etmeye, iftiralarına Allah’ı alet
etmeye çalışıyorlar.
Bakın
Zuhruf sûresinde şöyle dedikleri anlatılır:
"Eğer Rahmân
dilemiş olsaydı, biz bunlara kulluk etmez-dik " derler. Buna dair bir
bilgileri yoktur; onlar sadece vehimde bulunuyorlar.
(Zuhruf 20)
Görüyor
musunuz? Alçaklar yaptıkları işledikleri naneleri kadere bağlayıp işin içinden
sıyrılmak istiyorlar. Hatalarının vebalini, günahlarının ve işledikleri
nanelerin sorumluluğunu Allah’a yüklemeye çalışıyorlar. Yaptıkları pislikler
konusunda Allah’ı suçluyorlar. Gaybı taşlıyorlar ve diyorlar ki eğer Allah
müsaade etmeseydi bizler bu tür çıplak giyinme işini, bu kumarı, bu içkiyi, bu
fâizi, bu zinayı yapa-mazdık. Eğer Allah izin veremeseydi bizler bu demokrasiyi
bu putlara tapınma işini beceremezdik. Allah izin vermeseydi biz bunları nasıl
yapabilirdik?
Alçaklar hayatlarına program
çiziyorlar, hayatlarına haramlar koyuyorlar, helâller belirliyorlar, yasalar
koyuyorlar sonra da diyorlar ki Allah böyle istediği için biz böyle yapıyoruz.
Allah izin verdiği için biz bu yaptıklarımızı yapıyoruz. Allah müsaade ettiği
için biz bu taptıklarımıza tapabiliyoruz. Değilse bu yaptıklarımıza rızası
olmasaydı o zaman Allah bize imkân vermez ve bizi helâk ederdi. Uzun zamandır
hem atalarımız hem bizler bu işleri yürüttüğümüze göre, Allah bizi helâk etmediğine
göre demek ki Allah böyle istiyor diyorlar. Allah’ın dünyada kendilerine dokunmamasını
delil getirerek nanelerine kılıf bulmaya çalışıyorlar.
Halbuki
imtihan gereği Allah dünyada kullarına dokunmuyor. İyilik yapana da kötülük
yapana da dokunmuyor. Yâni Allah’ın imtihan gereği dünyada insana dalâleti
seçebilme iradesini vermiş olması dalâletten razı olması anlamına
gelmemektedir. Allah’ın yeryüzünde imtihan gereği küfrü ve şirki yaratması
onlardan razı olduğu anlamına gelmemektedir. Kâfirler böylece kendi küfürlerine
kılıf aramaya bulmaya çalışıyorlar. Allah’a akıl vermeye, Allah’a yol
göstermeye çalışıyorlar. Ey Allah! Biz bunu münâsip gördük! Herhalde bizim uygun
gördüğümüzü sen de uygun görürsün! Veya uygun görmek zorundasın! demeye
çalışıyorlar alçaklar. Bunu bizden Allah istedi diyorlar.
Evet Allah tüm emir ve
yasaklarını kitapla bildirdiği halde bu adamlar nereden çıkarıyorlar bunları?
Yoksa onların başka kitapları var da oradan mı okuyorlar bunları? Nereden
bilgileniyorlar bu adamlar? Kur’an’ın başka yerlerinde görüyoruz Allah buyurur
ki:
Yoksa sizin
Allah kitabından başka kitaplarınız var da ona mı tutunuyorsunuz? Onunla mı
amel etmeye çalışıyorsunuz? Bu yediğiniz naneler konusunda yoksa Allah size
başka bir kitap gönderdi de ondan mı hükmediyorsunuz? Yoksa bu konularda size
söz veren başka ilahlarınız mı var? Yoksa sizin yanınızda kitabımız budur diye
bağrınıza basıp kendileriyle amel etmeye çalıştığınız başka ilahların kitapları
mı var? Yoksa Allah’ın kitabıyla öteki ilahlarınızın kitaplarını mı karıştırıyorsunuz?
Yâni sizler böyle iddia ediyorsunuz. Bu yaptıklarımız Allah’ın istedikleridir
diyorsunuz. Allah da bizden böyle bir hayat ister diyorsunuz. Allah da bu tür
giyinmeden yanadır, Allah da bu tür bir hayat programından yanadır, Allah da
demokrasiden yanadır diyorsunuz. Allah da laikliği öneriyor diyorsunuz. Allah
da böyle bir kıyafetten razıdır diyorsunuz. Gerçekten Allah mı dedi bunları
size? Yoksa bunları diyenleri Allah mı kabul ettiniz?
Yâni Allah kitabında size bunları
demediği halde, size bu konularda izin vermediği halde sizler bütün bu konularda
size ruhsat tanıyan başka ilahlar mı buldunuz? Kendinize başka ilahlar buldunuz
da yoksa Allah’ı mı şartlandırmaya çalışıyorsunuz? Allah’a yol göstermeye akıl
vermeye mi çalışıyorsunuz? Yâni kesinlikle bir kere ben size böyle bir kitap
göndermedim. Ben size bu yaptıklarınız konusun-da izin vermedim. Sizden bu tür
naneler yapmanızı istemedim. Hâşâ Allah niye sorsun da değilse? Yâni Allah
böyle bir kitap göndermediğini onlardan böyle şeyler istemediğini bildiği halde
niye sorsun bu soruyu?
Peki ne çıkar öyleyse bundan?
Bundan çıkan şudur: Ben size böyle bir kitap göndermediğime göre sizden bu
yaptıklarınızı asla istemediğime göre yoksa kendiniz İlah zannıyla, Rab
zannıyla birilerine gidip bu konularda kendisinden izin aldınız da onu mu ilah
zannediyorsunuz? Ona mı kulluk edip, onu mu razı etmeye çalışıyorsunuz?
Hayır hayır
onların tüm bu yedikleri naneler konusunda hiç bir bilgileri hiç bir delilleri
yoktur. Onlar sadece atarlar. Onlar sadece zannederler, zanna uyarlar. Onların ne amel edecek kitapları var, ne
kitaptan haberleri var, ne dayandıkları bir delilleri vardır. Onlar sadece
cahil babalarının yoluna tâbi oluyorlar. Diyorlar ki biz atalarımızı bir sebil
üzere bir yol üzere, bir mezhep üzere, bir tarz üzere bir hayat programı üzere
bulduk biz de onların izleri üzerinde gitmekteyiz. Atalar dini. Atalar yolu.
Bunların işi gücü kör taklittir.
Dinin temel kaynakları olan kitap ve sünneti tanıma ve amellerini onlara
dayandırma zahmetinden kaçan bu zavallı taklitçiler atalarının sünnetine tâbi olarak
kısa yoldan doğru yolu bulabileceklerini zanneden zavallılardır bunlar. Ataları
da aynı şekilde davrandıkları, aynı
naneleri yedikleri için bunlar da aynı naneyi yiyerek doğru yolda olduklarını iddia
etmeye çalışıyorlar.
Peki fahşayı emretmeyen Allah
neyi emredermiş?
29. “De ki: "Rabbim adâleti emretti; her secde
yerinde yüzünüzü O'na doğrultun; dinde samimi olarak O'na yalvarın. Sizi
yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz.”
Evet Rabbim adâleti emreder.
Fıtrata uygun olan şeyleri em-reder. Fahşayla uzak ve yakından hiç bir ilgisi bulunmayan
Rabbimi-zin emrettiği bu adâlet neymiş? Her mescit konumunda, her secde yerinde
yüzünüzü ona doğru döndürmeniz ve dinde muhlisler olarak sadece ona yalvarmanız,
sadece ona dua etmeniz, dini sadece Allah’a mahsus kılarak, dinde ihlâs
sahipleri olarak, katışıksız din sahipleri olarak duanızı, ibadetinizi,
dâvetiyenizi sadece Allah’a yapmanızdır. Unutmayın ki sizi nasıl yaratmışsa
yine ona döneceksiniz. Nasıl yaratılmışsanız öylece Rabbinize döneceksiniz.
İşte Allah’ın sizden istediği adâlet budur.
Dikkat
ederseniz Rabbimiz her secde yerinde, her secde makamında yüzümüzü sadece
kendisine çevirmemizi emrediyor.:
“Yeryüzünün tamamı benim için mescit
ve temiz kılındı.”
Efendimiz buyuruyordu. Diğer din
mensupları ibadetlerini belli yerlerde icra ederlerken biz müslümanlar neresi
olursa olsun namaz vakti geldi mi hemen oracıkta Rabbimize kulluğumuzu icra
ediyoruz. Çünkü tüm arz bizim için secde makamı ve temizdir. tâbi buradaki
secdeyi sadece namaz secdesi olarak düşünmüyoruz. Yeryüzünün neresinde olursak
olalım, nerede ve hangi konumda olursak olalım, hayatımızın her bir konumunda,
hayatımızın her bir biriminde Allah’ın emirlerini icra ederek her bir emre
secde edeceğiz. Her yerde her konumda Allah’ı dinleyeceğiz. Hayatımızın her bir
birimini Allah’ın istediği şekilde düzenleyeceğiz. Hayatımızın her anında
yüzümüzü, aklımızı, fikrimizi, düşüncemizi, benliğimizi Allah’a döndüreceğiz.
Giyinirken Allah’ın emirlerini
uygulayarak secdemizi Allah’a, kazanırken harcarken Allah’ın istediklerine
riâyet ederek secdemizi Allah’a, severken, küserken onu dinleyecek ve secdemizi
Allah’a ya-pacağız. Tüm
hayatımızda yönümüzü, yüzümüzü Allah’a doğru çevirecek, onun istediklerini ön
plana alacak, onun rızasını tercih edecek, onu hesaba katacak ve onun istediği
gibi inanıp, onun istediği gibi hareket edeceğiz. Her an onun huzurunda
olduğumuzu ve her an ona hesap vermek durumunda olduğumuzu unutmayacağız.
Bir de
dinde muhlisler olarak sadece duamızı dâvetiyemizi, kulluğumuzu ona yapacağız.
Halis bir din sahibi, katışıksız bir din sa-hibi olacağız.
Din, kişinin hayat programıdır.
Din, kişinin yaşam biçimidir. Öyle bir din yaşayacağız ki, öyle bir hayat programımız
olacak ki; o hayatın tümünde sadece Allah’ı dinleyecek ve başka şeyleri katıp
karıştırmayacağız. Yâni hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı bazı bölümlerinde
de başkalarını dinleyerek, hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ın yasalarını
bazı bölümlerinde de başkalarının yasalarını uygulayarak katışıklı bir din,
şirket içinde bir hayat yaşamayacağız. Şirke düşmeyeceğiz. Yirmi dört
saatimizin tümünü Allah’a ait kılacak, sadece onu dinleyecek ve sadece ona
kulluk yapacağız.
Zaten nasıl
yaratılmışsak öylece bir gün Allah’a döneceğiz ve hayatımızın hesabını
vereceğiz. Yaratılışımız nasıl bizim elimizde değilse dönüşümüz de bizim
elimizde değildir. Bizi yaratan Allah bize tanıdığı bu imtihan süresinin
sonunda hesap sormak üzere bizi huzuruna çağıracaktır. Bunu hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmamamız germektedir.
30. “Allah insanlardan bir takımını doğru yola eriştirdi,
fakat bir takımı da sapıklığı hak etti, çünkü bunlar Allah'ı bırakıp şeytanları
dost edinmiş ve kendilerini doğru yolda sanmışlardı.”
Evet Allah kullarından hidâyete
talip olanları hidâyete eriştirmiş, dalâleti, sapıklığı isteyenler de sapıklığı
hak ettiler. Hidâyeti de dalâleti de yaratan Allah’tır ama Rabbimizin dalâlete
rızası yoktur. Rabbimiz kimsenin üzerine sapıklığı, dalâleti yazmaz ama insanlar
illâ da sapıklığı tercih ederler dalâleti benimserlerse onlar hakkında da sapıklığı
yazıveriyor. Çünkü onlar kendi iradeleriyle Allah’ı bırakıp şeytanı kendilerine
velî edinmişlerdir. Allah’ın vahyini, Allah’ın yasalarını bırakıp şeytanın
yasalarını ya da kendi hevâ ve heveslerini ilah edinip o istikâmette bir hayat
yaşamayı yeğlemişlerdir. Şeytanların velâyeti altına girip onların kendileri
adına aldıkları kararları uygulamışlardır. Peygamberin kendilerine gösterdiği
hayat programını reddedip başkalarının hayat programını benimsemişler, onların
pren-siplerini, onların ilkelerini benimseyip bir hayat yaşamışlardır.
Ve üstelik yaşadıkları bu hayatın
doğru olduğunu, kendilerinin hak yolda olduklarını zannetmişlerdir. Şeytan
amellerini onlara süslü göstermiş ve pislik içinde bir hayat yaşarken
kendilerini hep hidâyette sanmışlardır.
31. “Ey Âdemoğulları! Her mescid yanında ziynetlerinizi
takının; yiyin için fakat İsraf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.”
Her mescid yanında süslenmemizi,
ziynetlenmemizi istiyor Rabbimiz. Her mescid yanında bizden bir hareket
isteniyor. Ama bu öyle bir hareket olacak ki devamlı olacak, hiç kesintiye
uğramayacak ve bir de mutedil olacak ifradı tefriti olmayacak. Bu hareketin
sınırları Allah ve Resûlü tarafından çizilmiştir. Nerede durulacak nerede yürünecek
bunu Allah ve Resûlü belirlemiştir.
Halbuki
bakıyoruz ki bugün müslümanların hayatında belli bir hedef, belli bir durak
yoktur. Durulacak bir hudut bir sınır yoktur. Hep ileri, hep ileri bir
felsefenin esiridir müslümanlar. Halbuki müslümanın hareketlerinde bir sınır
bir hudut olmalıdır. Allah ve Resûlü böyle istemektedir.
Meselâ yemede içmede bir sınır
vardır. Karın doyuncaya kadar yenir, ihtiyaç kadar içilir. İhtiyaç kadar
kazanılır ve karşıdakine ihtiyacı kadar verilir. Zengin olunca o da vermeye
başlar. Giyininceye kadar giyinilir ve karşıdaki giyininceye kadar giydirilir.
Abdest alınıncaya kadar su kullanılır. İslâm’da davranışlarımızın tümünde bir
sınır bir hudut vardır.
Burada da
diyor ki bakın Rabbimiz her mescid yanında ziy-netlerinizi
takınınız. Her mescid yanında süsleniniz. Mescidler de öy-le bir süslenin ki bu
sizin süsünüz olsun. Mescitlerin içini süsleyin. Neyle? Halılar zililer,
koltuklar kanepeler, yazılar levhalar, akvaryumlar avizelerle mi? Hayır saf
temiz cemaatlerle. Tertemiz müslüman saflarla. Bir binanın tuğlaları gibi
birbirlerine kenetlenmiş, kafa kalp birliği, iman itikad birliği içinde omuz
omuza cemaatlerle.
Ya da şirkten, bid’atlerden ve
hurafelerden uzak Allah’ın istediği gibi ibadetlerle süsleyin mescidleri. Allah
ve Resûlünün istediği Allah’a lâyık kulluklarla, namazlarla, zikirlerle, tesbih
ve tehlillerle, Allah’a lâyık kıyam ve secdelerle süsleyin. Yâni mescidin içini
süsleyin, ya da mescitlerin içinde süslenin.
Ya da
mescidlerin çevresini, mescid mahallerini süsleyin. Mescitlerin çevresini temizleyin.
Yâni yıkın mescidlerin çevresindeki meyhaneleri. Yerle bir edin mescidlere
bitişik kumarhaneleri. Silip sü-pürüp
mescidlerin yanı başındaki fâiz haneleri. Temizleyin mescidleri bu pisliklerden
ve süsleyin mescidlerinizin çevresini.
Âyet-i
kerîmeden şu namaz kıldığımız mescidleri anladığımız gibi bir de hani Allah’ın
Resûlü tüm arz benim için mescid kılındı buyuruyordu ya öyleyse ey müslümanlar
öyle bir hayat yaşayalım ki tüm arz bizim için mescid olsun. Tüm arz bizim için
orada Allah’ın emirlerini uygulayacağımız mekânlar olsun, tüm arz mescidinde
Allah’ın biz-den istediği tavırlarla süslenelim. Tüm arz mescidinde Allah’ın
emirlerini görüntüleyelim. Her nerede olursak olalım orada Allah’ın emirlerine
secde ederek Allah’ın arzularıyla süslenelim. Her yerde Allah’ın kitabını
görüntüleyelim. Allah’ın boyasıyla boyanalım, çevremize bu boya ile görünelim
ve çevremizi de bu boya ile süsleyelim. Arzın her bir bölgesinde Rabbimize
yakınlık gereği onun her istediğine onun istediği biçimde boyun bükelim.
Ziynet
budur işte. Ziynet Allah’ın boyası, Allah’ın bizde gör-mek istediği görüntüdür.
Allah ve Resûlünün ziynet dediği, süslü dediği şey ziynettir, süstür ve
süslüdür. Dışındakilerin hiç birisi süs değildir, ziynet değildir.
Meselâ bir gelin düşünün ki
üzerine giydiği gelinlik Zambiya’dan getirtilmiş, açık yeri kapalı yerinden
fazla. Allah ve Resûlünün kıstaslarına göre bu elbisenin içindeki gelin süslü
değildir. Süs ve ziynet değildir bu elbise. Bir gelin ki tepeden tırnağa örtülü
işte süslü olan budur.
Bir ev düşünün ki şu kadar metre
kare bir alana yapılmış, bahçesindeki çiçekler Sirilankadan, içindeki vazolar
Bohemya’dan, kol-tukları kanepeleri İtalya’dan
getirtilmiş süslü değildir bu ev. Ama yarın ölecekmiş gibi eşyaları Allah ve
Resûlünün istediği gibi bina edilmiş bir çadır ondan süslüdür.
Bir el düşünün ki milyarlara mal
olmuş bir altın yüksük takıl-mış bu el süslü değildir. Ama Allah ve Resûlünün
istediği biçimde çok ucuz da olsa gümüş bir yüksük takılmış el süslüdür. Bir
baş düşünün ki açık, o baş süslü değildir.
Veya bir baş düşünün ki takke
giyilmiş o da süslü değildir. Başın ziyneti o takkenin üzerine sarılmış bir
sarıktır. Veya sakalsız bir yüz asla süslü değildir.
Yüzün ziyneti de Allah ve
Resûlünün istediği biçimde bırakıl-mış sakaldır. Tesettürsüz bir vücut süslü
değildir. Allah ve Resûlünün tarifine uygun olarak giyinmiş bir beden
ziynetlidir. Bir kadının kocasının yanında ona kendisini arz etmesi, onun süsü
ve ziyneti, dahası başkalarının yanında sesini ve saçının bir telini bile
saklaması onun süsü ve ziynetidir.
Yâni Allah neyi nasıl istemişse
öylece yapmak ziynettir. Su geminin altındaysa ziynettir, ama su geminin
içindeyse ziynet değil-dir. Dünya ve dünyalık her şey ayaklarınızın altındaysa,
siz onlara hükmedebiliyorsanız ziynetlidir, ama dünyalıklar sizin içinize girmiş
ve size hükmetmeye başlamışsa bu ziynet değildir.
O halde
Allah’ın bizden istediği, beğendiği, bizde görmekten razı olduğu her türlü
davranışlarımız bizim ziynetimiz ve süsümüzdür. Namaz vücudumuzun süsü ve ziynetidir.
Zekât mallarımızın ziynetidir. Terbiye adına çocuklarımıza attığımız her tokat
onların süsüdür. Müslümanın onu cennete ulaştırma adına hanımının yüzüne kondurduğu
buse de onun süsüdür.
Bir sofra ki Rasûlullah’ın
sofrasına benzediği ölçüde süslüdür. Bir yiyiş içiş modeli Rasûlullah’ınkine
benzediği ölçüde ziynetlidir. İşte bu bir başka ifadesiyle ruhsattır. Ruhsat
miktarı olanlar süslüdür ziynetlidir ruhsat ötesine aşıldığı zaman da bu
israftır.
Evet öyle
bir süslenelim ki bu arz mescidinde bu Allah ve Resûlünün bizden istediği bir
süslenme olsun. Tıpkı kocası için süslenen bir kadının yahut da karısı için
süslenen bir kocanın süslenmesi gibi biz de Rabbimiz için ve Rabbimizin
istediği biçimde süslenelim.
Bakın
âyetin devamında Rabbimiz süslenmenin hemen akabinde İsrafı da yasaklamaktadır.
Yemenizde
içmenizde, giyinmenizde kuşanmanızda da haddi aşıp İsraf etmeyin. Allah’ın
sınırlarını aşmayın. Allah ve Resûlünün tanıdığı ruhsatın dışına çıkmayın. Haramı
helâl yapmayın. Öyle yiyin için, öyle giyinin kuşanın ki bu Allah’ın size
tanıdığı ruhsat kadar olsun. Yeme içme ve giyinme konusunda Allah’ın Resûlü ne
kadarına müsaade etmişse işte o kadarı israf değildir. Bu sınırı aşanların tamamı
bilelim ki israftır. Tek çeşit yenecek, acıkmadan oturulmayacak, doymadan
kalkılacak, ayakta yenmeyecek, besmele çekilecek önünden yenecek, aç komşular
varsa onlar da çağrılacak.
Evet yiyin
için ama israf etmeyin çünkü Allah israf edenleri sevmez. Peki İsraf nedir?
İsraf ihtiyaç dışı tüketim demektir. İhtiyaç dışı istihlak demektir. İsraf
ihtiyaçsızlık adına harcamaktır. Peki ihtiyaç nedir? İhtiyaç işte curcuna
burada başlıyor. Efendim işte şu kadar da olsa yetmiyor, yetiremiyoruz. Bizim
ihtiyaç felsefemiz yanlıştır. İhtiyaç anlayışlarımız bozuktur.
Peki nedir ihtiyaç? İhtiyaç
Allah’ın bizden istediği kulluğun icrasında bize mutlaka lâzım olan şeylerdir.
Cenâb-ı Hakkın bizim hayatımıza çizdiği kulluk programının icrası adına
harcanacaklara, harcanması gerekenlere ihtiyaç diyoruz. İşte bunun dışına çıkmak
bu sınırı aşmak israftır. İhtiyaç elzemi
lâzıma tercih etmektir. İsraf da lâzımı elzeme tercih etmek demektir.
Öyleyse hayatımızda bir lâzım bir
de elzem olan şeyler vardır. Yâni onsuz olmaz mutlaka elzem olanlar vardır bir
de olsa da olur olmasa da olur dediğimiz lâzım olanlar vardır. O halde ihtiyaç
elzemi lâzıma tercihtir. Mutlaka elzem dediğimiz onsuz olmaz dediğimiz şeyleri
lâzıma tercih edeceğiz.
Meselâ her evin mutlaka bir
sergiye ihtiyacı vardır. Elzemdir bu. Ama bu serginin bir kilim yahut bir hasır
olması elzemken bilmem kaç milyona mal olacak bir Bünyan halısı olması da belki
lâzımdır. Öyleyse biz elzemi lâzıma tercih edecek ve o konuda İsraf etmeyeceğiz.
Evimizde aydınlanmak için mutlaka bir aydınlatıcıya ihtiyaç vardır. Elzemdir bu. Ama yüz mumluk
bir ampul dururken bilmem kaç milyona mal olacak bir avize almamız lâzımı
elzeme tercihtir ki bu İsraftır.
Yaşamak ve Allah’a kulluk takdim
edebilmek için yemek zorundayız bu elzemdir. Ama şu kadar liraya mal olan bir
yemekle doyacakken bu kadar liraya mal olacak yemeklerin peşine takılmak,
hayatta onları hedef haline getirmek veya üç lokmayla doyacakken dördüncü
beşinci lokmaya uzanmak İsraftır. Hattâ ol sebepten bar-sakları boşaltma adına
tuvalette kaybedilen zaman bile İsraftır.
Kişinin
Allah’ın kendisinden sarfını istemediği her türlü sarf, her türlü harcama
İsraftır. Efendim bu havluya el siliniyor bir de ayak havlusu lâzım. Peki var
mıydı sahabenin böyle ayak havluları? İhtiyaç konusunda kitap ve sünnet
ölçüdür. Ne yapalım bunlar, bunlar da ihtiyaçtır diyerek eğer Pavlos’un köpeği
şartlanmaya kalkışırsak ihtiyaçlarımız hiç bir zaman bitmeyecek ve biz
ihtiyaçsızlığı ihtiyaç bilip bir ömür boyu bunların giderilmesi adına çırpınıp
duracağız demektir.
Allah’ın
Resûlü bir hadislerinde denizin kenarında da bulun-sanız abdest alırken fazla
su harcayıp İsraf etmeyin buyurmaktadır. Denizin kenarında bile olsanız. Yâni
benim yaptığım meşru bir iştir, ben şu anda abdest alıyorum binaen aleyh iki üç
avuç fazla su harcasam ne çıkar? Denizin suyu tükenecek değil ya demeyeceğiz.
Bu bir emirdir ve müslümanın tüm hayatı buna uygun olmalıdır. Bakın deniz
kenarında meşru bir yere harcarken bile israf etmeyeceğiz.
Tabi burada anlatılan sadece
deniz değildir. Ne kadarda malın olursa olsun yine de harcaman ölçülü
olacaktır. Yâni düşünün ki çok malınız var. Deniz kadar da malınız olsa meşru
dairede harcarken bile israf etmeyeceksiniz. Gayri meşruya zaten harcanmayacak
da meşruya harcanırken bile İsraf edilmeyecek. Bir iki örnek verelim.
Meselâ
bugün Allah ve Resûlünün istediği tarzda bir düğün eğer üz yüz milyona mal
olabiliyorsa iki yüz elli milyonu olan bir elli milyon borç bulsun üç yüz
milyon harcasın, yüz milyarı olanda yine üç yüz milyon harcasın ve İsraf etmesin
demektir bunun mânâsı. Peki deniz kadar malı var adamın o da bu kadar
harcayacak peki bu adam malının geri kalanı ne yapacak? Onu harcamayıp, İsraf
etmeyip Allah kullarına ulaştıracak.
Veya meselâ beş kişilik bir
ailenin bir akşam yemeği elli bin liraya hazırlanabiliyorsa yüz milyonumuz da
olsa yine elli bin lira harcayacak ve İsraf etmeyeceğiz. Efendim benim deniz
kadar malım var. Şu kadar da harcasam tükenmez, ne fark eder ben başkaları gibi
değilim ki, benim sofram başkalarının sofrası gibi olamaz, benim düğünde harcamam
başkaları gibi olamaz demek Allah korusun İslâm dışı bir hayatı çağıracak ve
bizi İsrafların içine batıracak ve toplumda fertler arası uçurumlar meydana
getirecektir.
Meselâ çocukların ekmeği bile zor
bulabildikleri bir mahallede bizim çocuklarımızın ellerinde pastayla sokağa
çıkması ne büyük bir dengesizlik ve ne acı bir yıkım doğuracaktır bunu düşünmek
zo-rundayız.
Öyleyse unutmayalım ki deniz
kadar malı olan da ırmak kadar malı olan da aynı ölçüde harcayacak, her
ikisinin de sofraları aynı olacak, her ikisinin de harcamaları aynı olacak ve
fazlalıklar Allah kullarına ulaştırılacak ve İsraf edilmeyecektir. işte hadisin
bize anlatmak istediği budur.
Günümüz
insanı maalesef deliğe göre yama yerine, yamaya göre delik açma kavgasındadır.
İhtiyaca göre harcama yerine paraya göre, gelire göre harcama alanları açmaya
çalışıyorlar. Nice insan bilirim ki kaşınan yerlerini bile kaşıyamıyor, ama
niceleri de vardır ki gicişmedik yerlerini kaşıma kavgası veriyor. Ben öyle
insanlar tanırım ki sadece bir akşam yemekleri mübâlağa etmiyorum fakir bir
ailenin bir aylık yiyeceği. Fakir bir ailenin bir ayda yiyeceğini bir akşam yiyebiliyorlar.
Sanki adamların ağzı mutfakta
ensesi tuvalette. Yemekten başka bir şey düşünmüyor adamlar. Halbuki vücutlarımız
bize Allah’ın emânetidir. Vücutlarımızın yapısını değiştirmeye, bozmaya ve
işleyişini zorlaştırmaya yönelik her şey yasaktır. Emânete hıyanettir. Bir
mideye her gün inen mayeyi şöyle bir düşünün. Sabahleyin beş bardak renkli su
çay, gündüz akşama kadar renkli su, ayran, göze faydalıdır diye bir iki bardak
havuç suyu, vitamin vardır diye bir iki bardak portakal, limon suyu, bir iki
şişe meşrubat, her uğradığı yerde hatır için çay üstüne çay, kahve üstüne kahve.
Şimdi bu mideyi düşünün siz.
Lâkin şurası bir hakikat ki bütün
bu içmeler ihtiyaç adına, beslenme adına değil hatır adına, İsraf ve lüks adınadır.
Vücudun yapı taşlarını bozma adınadır. Dostluk adına veya müşterinin her
isteğini yerine getirme adına bunlara karşı çıkamayan kişi İsrafın içine gömülüyor
demektir. Meselâ gittiğiniz her yerde size su ikram edilse siz de bunu
reddetmeseniz ölürsünüz . Ama renkli su olunca akşama kadar içmeye devam ediyor
adamlar.
Halbuki bu dünyada elbette
mü’minler kâfirlerden farklı olmalıdırlar. Kitabımızın başka âyetlerinin
beyanıyla; kâfirler dünyada sa-dece yerler içerler. Hem de hayvanlar gibi
yerler içerler. Bu hayvan özelliğidir. Sadece yemek içmek. Önüne ne gelirse
yemek içmek. Ye-mek için yemek, içmek için içmek. Kulluk için değil, ihtiyaç
için değil önüne gelen hiçbir şeyi reddetmeden yemek içmek bu hayvan karakteridir.
Halbuki mümin asla böyle değildir. O önüne gelen her şeyi ye-meden yana olmaz.
Onun yemesinde ve içmesinde bir sınır bir durak noktası vardır.
Hattâ Allah’ın Resûlü bir
hadislerinde:
“Kişinin canının çektiği her şeyden yemeye çalışması İsraf
olarak ona yeter”
Buyurmaktadır. Ee efendim tüm bu nîmetler yenmek ve içmek
için yaratılmamış mıdır? Yemeyelim mi yâni? Bütün kadınlar da evlenmek için
yaratılmışlardır ama bir sınır var değil mi? Hepsinden istifade hakkımız yoktur
değil mi? Hayvanlar yerler içerler ama yiyip içtikleri nîmetler üzerinde hiç
düşünmezler. Acaba bu yediğim, içtiğim rızklar nereden gelmiştir? Nasıl meydana
gelmiştir? Kim yaratmış bunları? Acaba tüm bu nîmetleri yaratıp benim hizmetime
sunan varlık bu nîmetler karşılığında benden ne ister? O’na nasıl teşekkür etmeliyim?
Hayvan bunu düşünmez düşünemez. İşte kâfirler de aynen bu hayvanlar gibidirler.
Yiyip içmelerinde hiçbir kontrol mekânizması, hiçbir sınır ve durak noktası
olmadığı gibi tüm bu nîmetleri kendilerine sunan Rablerine karşı da en küçük
bir minnet duyguları da yoktur.
Evet Allah İsrafı da yasaklamıştır.
Yiyin için ama İsraf etmeyin çünkü Allah İsraf edenleri sevmez dedikten sonra:
32.: “Ey Muhammed, de ki: "Allah'ın kulları için
yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?" "Bunlar,
dünya hayatında inananlarındır, kıyâmet gününde de yalnız onlar içindir"
de. Bilen kimseler için âyetlerimizi böy-lece uzun uzun açıklıyoruz.”
Evet Allah’ın yeryüzünde helâl
kıldığı tertemiz rızıkları ve ziynetleri kim haram kılıyormuş? Kimin yetkisi
varmış buna? Halbuki ha-ram helâl sınırları belirleme yetkisi sadece Allah’a
aittir. Gerek yenilip içilecek cinsten olsun gerekse giyilecek ve kullanılacak
şeylerden ol-sun Allah’ın tertemiz rızıklarını ve ziynetlerini Allah’tan başka
hiç bir kimse, hiç bir kurum haram kılamaz. Hiç kimse onları Allah’ın kullarına
yasak edemez.
Rabbimizin
yasalarına göre eşyada aslolan ibahadır. Rabbi-mizin yarattığı her şey temizdir
ancak hakkında nas bulunanlar müstesnadır. Beş şeyde aslolan hürmettir. Din,
nesil, akıl, nefs ve mal. Mevcudatın tamamı insan için yaratılmış ve insanın
hizmetine verilmiş olduğu için tüm mevcudatta aslolan ibahadır, helâllik ve temizliktir.
Ama hakkında bunun zıddını ortaya koyan, yâni onun haramlığını an-latan nassın
bulunduğu şeyler bunun dışındadır. Haram olanlar haramdır da helâl olanlardan
istifade şeklini belirleme hakkı da Allah’ın Resûlüne aittir.
Tüm helâllerden nasıl istifade
edileceğini, ne miktar ve hangi ölçüde istifade edileceğini de Allah’ın Resûlü
belirlemiştir. İnsanlar Allah ve Resûlünün helâl dediği bölgelerde yer içerler
giyinirler ama onların ruhsatını aşan bölgelerde de durmak zorundadırlar.
Aslında bu sınırı Allah ve Resûlü belirler de ama insanlar da bunu
seçebi-lirler. Yâni insanlar Allah’ın kendilerine vermiş olduğu fıtrat gereği
ta-bi eğer bu fıtrat bozulmamışsa, hakkın tecellisi olarak insanlar da iyiyi
kötüyü seçebilme ayırt edebilme özelliğine sahiptirler.
Ya da kendi iradelerince iyiyi
kötüyü seçebilirler, kendilerince haram helâl sınırları belirleyebilirler ama sonucuna
kendileri katlan-mak kayd-u şartıyla. Rabbimiz diyor ki imanı da küfrü de
seçebilir-siniz, haram helâl konusunda, hayat programı konusunda beni de
dinleyebilirsiniz başkalarını da. Sonucuna kendiniz katlamak kayd-u şartıyla
dilediğinizi yapabilirsiniz. Ama benim rızamı ve cennetimi kazanmak
istiyorsanız her konuda beni dinlemek, benim hayat programımı uygulamak
zorundasınız.
Çünkü bizi yaratan, bizi programlayan,
bizim fıtratımızı en iyi bilen Odur. İnsan için yapılacak yapılmayacak işleri,
haram helâl sınırlarını en güzel belirleyen Allah’tır.
Öyleyse
kimmiş Allah’ın tertemiz rızıklarını haram kılmaya kal-kışan? Kimin haddineymiş
Allah’a rağmen haram helâl belirleme? Rı-zık çok genel bir kavramdır. Rızık
kişiye Allah’ın ana karnında ve dün-yaya geldikten sonraki dönemde tahsis
buyurduğu şeylerin tümüdür. Ana karnında başlayan Rabbimizin bu tahsisatı
ölümle kesilip son bulur. Bizim için, bir insan için ne kadar rızık takdir
edildi? Ölümden önce bunun bilinmesi mümkün değildir. Ancak kişi ölünce ona
tahsis edilen rızkın o kadar olduğu bilinir.
İşte ana karnı da dahil olmak
kayd-u şartıyla Rabbimizin kula tahsis buyurduğu şeylerin tümüne rızık denir.
İlimden, akıldan, fikir-den, kelimeden, nefesten, zamandan, evlâttan, havadan,
sudan, gü-neşten, paradan puldan, yiyecekten, içecekten giyeceğe kadar her şey
ona takdir edilmiş rızıktır. Başka bir deyişle rızık mevcudatın bir bölümünün
diğer bölümüne tahsisidir de diyebiliriz. Güneşi bizim em-rimize tahsis
buyurduğu gibi, arıyı, elma ağacını, koyunu, ineği bizim rızkımıza sebep
kıldığı gibi.
Evet tüm
bunlar birer rızıktır ama bu rızıkların helâlleri var güzelleri var çirkinleri
var. Ziynet ve rızıkların helâllerinden güzellerin-den istifade edeceğiz ama
bir de şunu da hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmayacağız ki helâlleri bile olsa
ziynet gündeme gelince şeytan da gündeme gelecektir. Nerede bir ziynet varsa
orada şeytan da var demektir.
“Fe Zeyyene
lehümüşşeytan”
gibi âyetleri Kur’an-ın her bir
yerinde görmek mümkündür. Ziy-netin gündeme geldiği
her yerde şeytan da gündeme geliyor o bakım-dan ziynetler konusunda çok dikkatli
olmak zorundayız. Çünkü bakın Rabbimiz âyetin devamında şöyle buyuruyor:
Deki bunlar,
dünya hayatında inananlarındır, kıyâmet gününde de yalnız onlar içindir. Bilen
kimseler için âyetlerimizi böylece uzun uzun açıklıyoruz. Evet biz de diyeceğiz
ki dünyadaki tüm nimetler, dünyadaki tüm süsler ve ziynetler mü’minler içindir.
Ama kıyâmet gününde ise sadece mü’minler içindir.
Âyet-i Kerîmeden anlıyoruz ki
dünyada mü’minler için yaratılmış olan, varlık sebepleri müslümanlar olan bu
nimetlerden kâfirler de istifade etmektedirler. Ama kıyâmet gününde artık
bunlar sadece mü’minlere ait olacak kâfirler ise artık tüm bu nimetlerden
mahrum bırakılacaklardır.
İlerde gelecek aynı sûrede
cehenneme dolmuş kâfirler mü’-minlerin ellerindeki nimetleri görünce diyecekler
ki ey mü’minler şu nimetlerinizden biraz da bizim tarafa gönderseniz de biz de
biraz onlardan tatsak diyecekler de mü’minler de onlara diyecekler ki Allah
bunları size haram kılmıştır.
Biliyoruz
ki dünyadaki yiyeceklerin iki özelliği var. Bunlardan birisi tokluk vermesi,
ikincisi de vücudumuzu korumasıdır ve öbür tarafta da bize hayat kazandıracak
cennete ulaştırıcı özelliğe sahip olmasıdır. Demek ki bu üç özelliğe sahip
olanlar dünyada mü’minler içindir, ama rızık olarak bu dünyada kâfirler de
onlardan istifade etmektedir ve kıyâmet gününde sadece mü’minlerin olacaktır bunlar.
Evet haram ve helâlleri sadece
Allah belirler. Allah’tan başka hiç kimse bu konuda yetkili değildir buyurduktan
sonra Rabbimiz haram kıldıklarından bir kısmını burada anlatacak bakın. Bu
konuda söz yalnız onundur, hüküm yalnız ona aittir. Peki neymiş Rabbimizin haramları?
33. “De ki: " Rabbim sadece, açık ve gizli
fenalıkları, günahı, haksız yere tecavüzü, hakkında hiçbir delil indirmediği
şeyi Allah'a ortak koşmanızı, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi
haram kılmıştır.”
Evet fahşayı, fuhşiyatı yasaklamış
Rabbimiz. Fahşanın gizlisini de açığını da haram kılmıştır Rabbimiz. Fahşanın,
fuhşiyatın gizlisine de açığına da yasaklamıştır. Fahşa, fuhuş; aşırılık demektir,
haddi aşmak demektir. Hangi konuda? Maddî manevî her konuda. Meselâ eşya talebinde
aşırılık, mal talebinde aşırılık, rızık talebinde aşırılık, bilgi toplama
konusunda aşırılık, mesken konusunda aşırılık, sevgi saygı konusunda insanları
putlaştıracak biçimde aşırılık, on ki-şiyle devlet
kurma hayallerine kapılarak hedefte aşırılık. Babaya, anaya karşı ya onların
meşru isteklerini dinlememe hususunda aşırılıklar, ya da onların Allah’la
çatışan her arzularını yerine getirerek on-ların putlaşmalarına imkân
hazırlamak türünde çizgiyi aşma aşırılıkları.
Veya rızık konusunda Allah’a
güvenmeyerek çocukları öldür-me aşırılıkları. Allah’ın yasak kıldığı kılık kıyafetler
konusunda aşırı-lıklar, şeytanın süslü gösterdiği tesettürsüzlük aşırılıkları,
ya da kadın erkek ilişkilerinde zina dediğimiz aşırılıklar. Bu aşırılıkların
tümünden sakının diyor Rabbimiz hepsini yasak kıldım diyor. Bilhassa kadın er-kek
ilişkileri konusunda aşırılık hususunda çok yanlışlarımız var.
Meselâ bizim toplumda şu anda bu
aşırılıkları kadınlar yaptığı zaman onlara fahişe denirken aynı şeyleri erkekler
yaptıkları zaman onlara hiç bir şey denmiyor. Halbuki bunları yapan kadına da
erkeğe de fuhuş sahibi yâni fahişe denir
Bugüne
kadar sadece fahşa, fuhuş denildiği zaman sadece kadın erkek ilişkilerinde
aşırılık, haddi aşma anlaşılmaktadır. Halbuki sadece bu konuda değil her konuda
aşırılıktan men ediyor Rabbimiz. Hem de aşırılığın, fahşanın gizlisinden de
açığından da sakınmamızı istiyor.
Peki acaba fahşanın, aşırılığın
gizlisi ve açığından ne anla-yacağız? İnsanlar arasında açıktan açığa işlenen
fahşalara da yak-laşmayın kimsenin göremeyeceği bir tenhada işlenenlerinden de
sakının. Veya metres hayatı gibi, dost tutma gibi toplumun yasallaştırdığı,
insanların kurumlaştırıp haram ve yasak görmediği fuhuşlardan da sakının
insanların toplumun hoş görmediği aşırılıklardan da sakının. Toplumun onayıyla,
insanların izniyle yapılanlarından da sakının toplumun kınadıklarından da
sakının. Meselâ nasıl?
İşte toplumun yasallaştırdığı ve
ruhsat çıkardığı genel evlerde yapılanlardan da sakının. Veya işte diyorlar ki
bir kadınla yaşayacak-sın. Nikâhın bir kadınla olacak ama bin kadınla ilişki
kurabilirsin bu normaldir. Ama toplumun koyduğu bu kuralın dışına çıkar da
ikinci bir kadınla nikâhlı bir beraberlik kurmaya kalkışırsan o zaman bu fuhuştur,
bu ilişki zinadır. Yâni yaşadığın ülkede veya dünya üzerinde egemen güçlerin
yasak dedikleri şeyler yasak ama yasak demediği şeyler serbesttir ya. Halbuki
Allah’ın haram dedikleri haram helâl dedikleri de helâldi.
Öyleyse insanlar ister
meşrulaştırsınlar, ister haram deyip yasaklasınlar bizim için bunun hiç bir
önemi yoktur. Bizim için Allah’ın yasak dedikleri yasaktır yasak değil dedikleri
de yasak değildir.
Kur’an’da
pek çok yerde:
"Bunlar
Allah’ın hudutlarıdır ve bunları asla aşmayın!"
şeklinde biz kullarını
uyardığını biliyoruz.
Günahı ve
haksız yere tecavüzü de Allah yasaklamıştır. Peki haklı yere tecavüz caiz mi?
Elbette hayır. Ama buradaki ifade aslında haksızlık yapanlar kendileri de bilmektedirler
haksız yere zulmettiklerini, kendileri de farkındadırlar haksız ve zâlim olduklarını
da bile bile haksızlık ve tecavüz etektedirler anlamınadır bu.
Sonra:
Hakkında Allah’ın hiç bir delil
indirmediği şeyi Allah’a şirk koş-manızı ortak koşmanızı da Allah yasaklamıştır.
Allah’ın hakkında hiç bir belge indirmediği şirk de haramdır. Peki acaba Allah’ın
hakkında delil indirdiği de olur mu bu konuda? Elbette meselâ Allah mü’minlere
halîfeyi dinleyin demiş, babayı dinleyin demiş kocayı dinleyin demiş. Bunları
da dinleyeceğiz ama bunları dinlememiz Allah’a şirk konusu olmayacak demek ki.
tâbi bunların bizden istedikleri Allah ve Resûlünün arzularıyla çatışmayacak.
Çatışırsa elbette onları da dinlemeyeceğiz.
Müslümanın
müslüman olabilmesi için önce şirkten kurtulması gerekmektedir. İslâm’a girişin
ifadesi olan kelime-i tevhidde bunu gö-rüyoruz. Allah’tan başkalarını reddedecek
kişi sonra da İslâm’a girecektir. Ancak sadece şirkten kurulmak da yetmez yâni
sadece la demek de yetmez hemen arkasından illallah denmelidir. İkisini
birlikte düşünmek zorundayız.
Şirk
ulûhiyet ve rubûbiyette Allah’a ortaklar bulmak, Allah gibi başka varlıklar
kabul ederek onlara ibadet etmek veya onların ka-nunlarına, arzularına ve
yasalarına itaat etmek demektir.
Şirk
Allah’ı tanımakla beraber, Allah kulluk yapmakla beraber onu eksik tanımak, onu
onun kendisini bize tarif buyurduğu sıfatlarından bazılarını reddetmektir.
Şirk
Allah’a ait olan sıfatlardan bazılarını Allah’tan başkalarına vermek, Allah’tan
başkaları üzerinde düşünmektir. Meselâ Rab sadece Allah iken Allah’ın bu
sıfatını Allah’tan başkalarına da vererek ondan başka da kanun koyucuların
varlığına inanmak veya şafi sadece Allah iken, Allah’tan başka şifa verici yok
iken sadece Allah’a ait olan bu sıfatı Allah’tan başkalarına da verip onların
da şifa verebileceklerine inanmak şirktir. Rabbimizin tüm sıfatları için aynı
şey geçerlidir.
Şirk yirmi
dört saatin tümünde Sadece Allah’ı Rab kabul edip onun arzularını gerçekleştirmek
gerekirken bu zamanın her hangi bir biriminde arzuları Allah’ın arzularıyla
çatışan bir varlığın arzularına itaat etmek de şirktir. Şöyle giyineceksin,
şurada okuyacaksın, şunu anlatacaksın, şu kadar anlatacaksın, şunu yapacaksın,
bunu yapmayacaksın gibi arzuları emirleri Allah’ın arzularıyla çatışan bir varlığı
dinlemek de şirktir.
Allah’ın
haramlarını helâl, helâllerini haram kabul etmek de şirktir. Adam namaz kılar,
oruç tutar ama tesettürü modası geçmiş bir emir olarak görürse veya İslâm’ın
orucunu, haccını kabul eder ama ekonomisini reddederse bu da şirktir.
Veya
Allah’ın gökler de hâkimiyetini kabul eder ama yerde hâkimiyetini reddederse bu
da şirktir.
Eğer ölümde
söz sahibi Allah ama düğünde söz sahibi top-lumsa, bu tümüyle Allah’ı inkâr
değildir. Eğer namaz konusunda söz sahibi Allah ama hukukta söz sahibi
başkalarıysa, oruç konusunda söz sahibi Allah ama eğitimde, siyasal yapılanmada,
ekonomik düzenlemelerde söz sahibi başkalarıysa bu tümüyle Allah’ı inkâr değildir
ama şirktir.
Yâni düğünde toplumun hâkim
oluşu, ya da hukukta Allah’tan başka birilerinin hâkim oluşu veya hayatın bazı
birimlerinde Allah’tan başkalarının söz sahibi oluşu o başkalarının Allah oluşu
mânâsına gelmemektedir. Ancak Allah’ın bir sıfatı bölünüp parçalanıp bir başkalarına
verilmesidir ki işte bu şirktir. İnsanlar zannediyorlarsa ki şu şu konularda
Allah hayatımızda söz sahibi değildir. Bu konularda toplum, şu konularda moda,
şu konularda devlet şu konularda çevre söz sahibidir diye düşünmeye ve kabul
etmeye başladı mı artık onun hayatında şirk başlamış demektir.
Dünün
müşrikleri Allah’a inanıyorlardı ama onun hayata karışacağını reddediyorlardı.
Müşrikler de göklerin ve yerlerin sahibi Allah’tır, severiz sayarız o Allah’ı,
gökleri ve yerleri ona verelim ama o Allah bizim hayatımıza karışamaz diyerek
Allah’a şirk koştular. Kendi hayatlarına Allah’tan başka karışacak Rabler
bularak Allah’a şirk koştular. Dediler ki o Allah bizim hayatımıza karışmaz,
karışamaz. Çünkü bizim pis işlerimiz var, dalavereli işlerimiz var, basit
işlerimiz, karanlık işlerimiz mafya işlerimiz var. Ekonomik işlerimizde bizim
ne yapacağımız belli olmaz, meslek hayatımızda ne yapacağımız belli olmaz,
siyasî işlerimizde nasıl dalavereler yapacağımız belli olmaz. Hukuk işlerimizde
içimizde kimi güçlüler var, biz onlara garibanlardan farklı hak tanımak
zorundayız. İçimizde dokunulmazlar var, siyasîler var, azizler var,
imtiyazlılar var, para babaları var onlara ayrıca hak tanımak zorundayız. İçimizde
güçlüler var, egemenlik sahipleri var, onlara mallarımızdan belli bir hisse
ayırmak zorundayız. İçimizde etkili yetkili kimseler var bizler zaman zaman
onlara da dua yapmak zorundayız, dualarımıza onları da karıştırmak zorundayız,
onlara da sığınmak, onlardan da yardım istemek zorundayız.
Yâni bizim böyle pis işlerimiz
var, kirli işlerimiz var. Ya Rabbi sen yücesin, seni böyle pis işlere
karıştırmak istemiyoruz. Sen göklerinle ilgilen, diğer varlıklarınla ilgilen,
yerinde dur, bizim işimize karışma, bırak bizi kendi halimize de ne halimiz
varsa görelim, diyerek Allah’a şirk koştular.
Kâfirler,
müşrikler ne derlerse desinler nasıl inanırlarsa inansınlar biz sadece ona
kulluk ederiz. Bizim Rabbimiz tekdir. Bizim hayat programımızı tespit eden
Rabbimiz bir tanedir. Biz onunla beraber program yapmada ortaklar kabul
etmiyoruz. Onunla birlikte kanun koyma hakkına sahip ortaklar bilmiyoruz.
Onunla birlikte arzularına uyacağımız, rızasını kazanmaya çalışacağımız,
yasalarını uygulayıp talimatlarını yerine getireceğimiz başka Rabbimiz, başka
ilahlarımız yoktur. Hüküm onundur, hâkimiyet onundur, yaratan odur, hayat veren
odur, öldüren odur, rızık veren doyuran odur, kanun koyan odur, hüküm vaz eden
odur. Bizler onunla beraber başkalarını da dinleyerek şirk koşmayız. Biz sizin
anlayışlarınızdan beriyiz.
Evet
Allah’ı küstürmek adına başkalarını razı etmek şirktir. Al-lah’ı küstürmek
adına babamızı, anamızı, karımızı, liderimizi, efendimizi, zevklerimizi razı
etmek şirktir. Allah’ı küstürmek adına başkalarının arzularını yerine getirmek
şirktir. Allah’ı küstürmek adına başkalarının kılık kıyafet anlayışını kabul
etmek şirktir. Allah’ı küstürmek adına başkalarının alfabesini kabul etmek,
Allah’ı küstürmek adına başkalarının hayat tarzını kabul etmek şirktir Allah
korusun.
Ve
yeryüzünde en büyük zulüm Allah’a ortaklar bularak onlara da kulluk yapmaktır.
En büyük zulüm kişinin kendisini yaratan Allah’a kulluk makamında tutması,
sadece onu dinleyip sadece onu razı etmesi gerekirken o makamdan indirip
Allah’la birlikte başkalarına da kulluk etmesidir. İşte Allah bunu da yasak
kılmıştır.
Allah
hakkında veya Allah adına bilmediği şeyleri söylemeyi de Allah yasak kılmıştır.
Adam Allah'tan söz eder ama Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini bilmediği
için yalan yanlış şeyler söyler. Adam dinden diyanetten bahseder ama İslâm’ın
i’sinden bile haberi yoktur. Anadan babadan veya gazeteden, dergiden, takvim
yaprağından duyduğunu İslâm diye ortaya koymaya çalışır. Allah hakkında konuşur
ama Allah’ı tanımadıklarından söylediklerinin tamamı iftiradır.
Allah’a
yalan iftirada bulunmak demek Allah’ın zatıyla alâkalı, sıfatlarıyla alâkalı
yalan söylemek, sıfatları konusunda onu eksik ta-nımak, onun bu eksikliğini
yerdekilerle tamamlama cihetine gitmek, onda olan sıfatları başkalarına vermek,
başkalarının da onun sıfatlarına sahip olduğunu iddia etmek demektir. Yâni
yeryüzünde ondan başka program yapıcı, kanun koyucu bir kısım Rablerin de olabile-ceğine
inanmak ve bu kişilerin kanunlarına da uyulması gerektiğini iddia etmek,
bunların da yeryüzünde etkili yetkili varlıklar olduklarını söylemek, yalnız
Allah’a ait olan hâkimiyet hakkını bu varlıklara da vermek, ya da yeryüzünde
Allah’tan başka şifa dağıtıcıların da var-lığına inanmak, yeryüzünde Allah’tan
başka rızık dağıtıcıların da varlığına inanmak, kendilerine sığınılacak,
kendilerine dua edilecek, yardıma çağrılacak Allah’tan başka varlıkların da
bulunduğunu iddia etmek işte bütün bunlar Allah’a yalan iftirada bulunmak demektir.
Veya
Allah’ın zatıyla alâkalı Allah evlât edindi, işte Îsâ Allah’ın oğludur, Üzeyr
Allah’ın oğludur, melekler Allah’ın kızlarıdır biçiminde Allah’a yalan iftirada
bulunmak.
Veya Aristo’nun dediği gibi Allah
hayata karışmaz, Allah dünyayı yarattı ve işi bitti. Allah bir şey indirmemiştir,
Allah bize âyet göndermemiştir, Allah bizim hayatımızla ilgilenmez şeklinde
Allah’a yalan iftirada bulunmak.
Ya da hayatı ilgilendiren
konularda Allah ve Resûlüne rağ-men, Allah ve Resûlünün buyruklarına rağmen veya
onlara binaen söylenen yalanlar da Allah yalan iftiradır. Yâni Allah ve
Resûlünün sözlerini başka bir şekle getirerek söylenen yalanlar.
Allah’ın
dediklerini demedi, demediklerini de dedi şeklinde yalan iftirada bulunmak.
Efendim zaten Allah da bundan yanadır, Allah da bunu istemektedir diyerek Allah’ın
istemediklerini Allah isti-yormuş pozisyonunda insanlara sunmak Allah’a yalan
iftirada bulun-mak demektir. Efendim Allah da demokrasiden yanadır, İslâm da lâ-ikliği önermektedir. Efendim Kur’an’da kesinlikle cihad
yoktur. Allah böyle bir şeyi emretmemiştir. Bu çağda, bu devirde kesinlikle
böyle çağdışı bir şeyi Kur’an emretmez! El kesme, göz çıkarma kesinlikle
Kur’an’a yakışan şeyler değildir bunlar. Baş örtme de yoktur efendim! Nerden
çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da kesinlikle böyle bir emir yoktur. Kur’an mahza bir
ahlâk kitabıdır! Kur’an da demokratik bir sistem öneriyor efendim! Kur’an
bundan başka bir şey demiyor ki! diyerek, kimileri de bugün Allah’ın
dediklerini demedi, demediklerini de dedi demeye çalışıyorlar veya dedirtmeye
çalışıyorlar Allah’a, Kur’an’a.
İşte bu da Allah’a yalan
iftiradır. Efendim ben Kur’an’ı başından sonuna kadar taradım orada baş örtmeye
dair bir tek emir bile bulamadım diyen kişinin iftirası. Veya ben bu insanların
kurtuluşu için bir tek yol biliyorum o da demokrasidir, bunun dışında başka
sıhhatli bir çıkış yolu bilmiyorum diyen adamın iftirası. Bütün bunlar Allah adına
beyan ve Allah adına Allah’a yalan iftiralardır.
Ya da yahudi
ve hıristiyanlar, müşrikler bir hayat yaşıyorlardı ki baştan sona İslâm’dan
uzak, ama diyorlardı ki işte bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır.
İşte Allah’ın razı olduğu hayat budur, Allah kullarından böyle bir hayat ister.
Bizler şu anda Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz. Bizler Allah’ın elçisi Mûsâ’nın yolundayız, Îsâ’nın
yolundayız, veya bizler hanifleriz, yâni İbrâhim’in yolundayız diyorlar ve
Allah’a yalan iftirada bulunuyorlardı.
Halbuki
yaşadıkları bu hayat ne Allah’ın istediği bir hayattı, ne de bu sözünü
ettikleri Peygamberlerle ilgisi olan bir hayattı. İşte bu da Allah’a yalan
iftirada bulunmaktır. Tıpkı bugün yaşadıkları hayat İslâm olmayan müslümanların
biz İslâm’ı yaşıyoruz, bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır demeleri
gibi. Halbuki namazımızdan tesettürümüze kadar, siyasal yapılanmamızdan ekonomik
sistemlerimize, hukuk tarzımızdan kılık-kıyafet biçimimize, mücâdele metodumuzun
meşruluğundan düğün-dernek anlayışlarımıza, beşerî ilişkilerimizden soframıza
kadar, çocuklarımızın eğitimine kadar yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayat
değildir.
Bakın
Bakara sûresinde de Rabbimiz, Allah hakkında insanları kandırmaya ve saptırmaya
çalışan şeytanı dinlemememiz gerektiğini anlatırken şöyle buyurur:
"Muhakkak
ki o şeytan size kötülük ve fahşa emreder. Size ahlâksızlığı emreder. Ve de
Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder."
(Bakara 169)
Bana göre
Allah böyle olmalı, bana göre Allah böyle demeli, bana göre şöyle dememeli,
bana göre cihadı emretmemeli, bana göre tesettürü istememeli, bana göre bu devirde
kısası emretmemeli, bana göre namaz olmamalı diyerek sizin Allah hakkında düşüncelerinizi
bozmaya çalışıyor şeytan. Allah karşısında bilgi iddiasına, Allah karşısında,
güç iddiasına götürür sizi. Ne yâni Allah bilirse ben de bilirim, Allah’ın gücü
kuvveti varsa benimde gücüm kuvvetim vardır demeye götürür. Allah kanunlarına
muhalif kanunlar yapmaya yönlendirir sizi. Allah yasalarını dinlememeye,
beğenmemeye götürür.
Öyleyse kesinlikle şeytan
vahiylerini dinlemeyeceğiz, hep Allah’ın vahyini dinleyeceğiz. Ne şeytan
vahiylerini ne de yeryüzündeki iki ayaklı şeytan vahiylerini dinlemeyecek
sadece Rabbimizin vahyine kulak verecek ve Rabbimiz kitabında ve Resûlünün sünnetinde
kendisini bize nasıl tanıtmışsa, hangi sıfatlarla muttasıf, hangi sıfatlardan
münezzeh tanıtmışsa o şekilde ona iman edecek ve başkalarına ku-lak
vermeyeceğiz. Allah doğru söyler, Allah güzel sözler diyeceğiz ve şeytana
uymayacağız.
34. “Her ümmet için belirli bir süre vardır; vakitleri dolunca
ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirler.”
Evet Allah
kâinatta her şey için belli hak yasalar tespit etmiştir. Kâinatta her ümmet
için, her fert ve toplum için, her varlık için her şey için belli bir ecel
tayin buyurmuştur. Her şeyin takdir edilmiş bir eceli vardır. Eceli geldiği
zaman yapraklar düşer, eceli geldiği zaman taşlar yuvarlanır, eceli geldiği
zaman dipdiri bedenler düşer, eceli geldiği zaman ruhlar bedenlerden ayrılır,
eceli geldiği zaman güneşin defteri dürülür, yıldızlar yerlerinden sökülüp sağa
sola atılır, dağlar yürütülür. Eceli geldiği zaman dünya durur, hayat biter ve
her şey yok olup gider. Evet her şey için bir zaman, bir ecel belirlemiştir
Rabbimiz. Kendisinden başka her şey fânidir. Her şey eceli geldiği zaman yok olmaya
mahkumdur. Bâki olan sadece bu kâinatın yaratıcısı ve yarattığı varlıkların
yasalarının ve ecellerinin tayin edicisi olan Rabbimizdir.
Fertlerin
eceli olduğu gibi toplumların da ecelleri vardır. Ra-sûlullah’ın bir
hadislerinden öğreniyoruz ki bireysel ecel, bireysel kıyâmet, toplumsal ecel ve
kevnî ecel vardır. Bireysel ecel fertlerin ecelidir. Toplumsal ecel de
toplumların hayat sahnesinden silinip gitmesidir. Her hangi bir şehrin, her
hangi bir ülkenin, her hangi bir toplumun tarih sahnesinden silinip gitmesidir.
Kevnî kıyâmet de kâinattaki varlıkların tümünün yok edilmesidir.
İşte gerek
fertler için gerek toplumlar için gerekse kâinat için Allah tarafından takdir
edilmiş ecel geldi mi artık ne bir saat geciktirilebilir, ne de bir saat ileri
alınabilir.
35. “Ey insanoğulları! Size ardınızdan âyetlerimizi okuyan
Peygamberler geldiğinde, kimler onların bildiklerine karşı gelmekten sakınır ve
gidişini düzeltirse, işte onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”
Kur’an-ı Kerîmde Âdem kıssasının
geçtiği her yerde bu âyetin konusu geçmektedir. O olaydan sonra Rabbimiz
sürekli Peygamberler göndermiş ve yeryüzünü vahiysiz bırakmamıştır. Her dönem
yeryüzüne elçiler göndermiş, kitaplar göndermiş Rabbimiz ve demiştir ki
sizlerden kim benim gönderdiğim âyetlerimi okuyan elçilerim kendisine geldiğinde
ona uyar, onun getirdiği kitaplarıma tâbi olur, o kitap istikâmetinde bir hayat
yaşarsa o emindir, emniyettedir, cennettedir, ona korku da yoktur mahzun olma
da. Ama kim de o elçilerimi ve el-çilerim vasıtasıyla kendisine gönderdiğim
kitabımı inkâr eder, yalanlar, yok farz eder, ondan habersiz bir hayat yaşamaya
kalkarsa o da cehennemdedir.
Evet her
dönem Allah’ın elçileri, Allah’ın istekleri, yâni vahiy kendilerine ulaşınca
insanlar iki grup oluyorlarmış. Kitap karşısında veya Peygamber karşısında iki
grup insan varmış:
1- Ya
kimileri bu hidâyete tâbi oluyorlar, muttaki davranıyorlar, Rablerinin koruması
altına giriyorlar, o yol göstericinin yol gösterisine uyuyorlar yollarını, yol
bilene soruyorlar, yol göstericinin elinden tutuyorlar o nasıl yol gösteriyorsa
onun peşinde olmaya çalışıyorlar, o zaman:
"Onlar için korku da yoktur mahzun da olmayacaklardır."
Hükmü
geçerlidir. Yâni onlar kesinlikle cennete gideceklerdir. Onlara korku yoktur ve
onlar mahzunda olmayacaklardır. Yâni ne cehenneme gitme korkusu nede cenneti
kaybetme hüznü olmayacaktır onlar için. Korku da yok mahzun olma da yoktur
onlar için. Sû-renin ilerisinde gelecek ve diyecek ki Rabbimiz:
"Girin
cennete sizin üzerinize korkuda yoktur mahzun olma da."
(A’râf: 49)
Buna göre kesinlikle
cennete gireceklerdir bunlar diyoruz. Yâni insanlar şöyle anlamamalılar:
Dünyada mü'min olunca Kur’an’la, sünnetle tanışınca yine de korkuyoruz, korkudan
emin olamıyoruz, yine de mahzun oluyoruz, neden böyle oluyor öyleyse? Neden tüm
korkulardan ve hüzünlerden kurtulmuyoruz filan demesinler. Çünkü dünyada
olabilecektir bunlar. Üzüntüsüz, gamsız, tasasız bir hayat ancak cennette
olabilecektir bunu unutmayalım hiç bir zaman.
Adam öyle diyor değil mi şimdi.
Efendim madem ki bizler müs-lümanlarız,
madem ki Rabbimize kulluk etmeye çalışıyoruz, öyleyse bizim için korku
olmamalı. Biz ateşte yanmamalıyız, suda boğulma-malıyız. Bir besmeleyle suda
yürüyebilmeliyiz. Tamam bunlar olabilir ama bunlar o adamın iyi bir müslüman
olduğunu asla göstermez. Rasulullah bizden çok muttaki bir müslümandı ama
başına şu anda bizim istemediğimiz pek çok şeyler gelebilmiştir. Öteki Peygamberler
için de aynı şeyler söz konusu olmuştur.
Rabbimizin
bu âyet-i kerîmesinde anlattığı muttakilerin kork-mamalarının yeri anlayabildiğimiz
kadarıyla şurasıdır: Onlar için yap-tıklarının boşa gitme korkusu yoktur. Zira
Rableri onların kendisi için yaptıkları tüm amellerini, tüm döktükleri
terlerini, akıttıkları her damla- kanlarını, harcadıkları tek kuruşlarını,
attıkları her bir adımlarını, tükettikleri her bir nefeslerini garanti ediyor.
Kulum onlar benim yanımda emânette kalın onlara muhtaç olduğun bir dönemde
onları benden alırın diyor. Cennete girmek için mi lâzım oldu? Cehennemden kurtuluş
için mi lâzım oldu o zaman onları benden alırsın diyor.
Evet işte bu korku olmayacaktır
onlar için. Değilse şu dünyada yaşadığımız fıtrî korkular olabilecektir.
Evet
Allah’ın âyetlerini kıssa eden, Allah ayetlerini okuyan, Bakarayı, En’âm’ı,
A'râf'ı, Kevser’i okuyan, kabri, haşr’i, neşri, azabı, ikabı, cenneti,
cehennemi anlatan, Allah’ın kâinatta yarattığı Kur’an dışındaki meşhûd
âyetlerini anlatan, Allah’ın âyetlerini öğreten, Allah’ın kullarından istediği
kulluğu yaşayan ve bizim için Allah’ın istediği kulluğu örnekleyen Allah
elçilerine tâbi olan, takvayı seçen, gayba inanan, namaz kılıp, infak eden,
hayatını Allah için yaşamaya karar veren ve durumunu ıslah edip iyi bir
müslüman olmaya çalışan mü’minler için korku da yoktur mahzun olma da yoktur. İşte
bunlar vahiy karşısında, her bir dönem gelen Allah’ın elçileri karşısında birinci
grupta olanlardır. Bir ikinci grup daha varmış:
36. “Âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlar,
işte onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.”
Ama ikinci
bir grup da olacak insanlardan. Benden bir hidâyet rehberi, benden bir yol
gösteri, benden bir vahiy ve Peygamberle karşı karşıya geldiklerini de ikinci
bir grup insan da şöyle davranacaktır:
Böylece
âyetlerimizi yalanlayanlar veya amelen onları küf-redenler yalan sayanlar var
ya. Meselâ biliyor adam, anlıyor âyetlerin ne dediğini ama bilgisini amele,
imanını eyleme dönüştürmüyorsa, inandığı bildiği âyetlere imanını amele
dönüştürmüyorsa işte bu da ayrı bir küfür çeşididir. Dikkat ederseniz inkâr
edenler, küfredenler denmiyor da yalan sayanlar deniyor. Çünkü yalan saymak inkardan
farklıdır. Adam duyuyor, anlıyor, hattâ inanıyor ama gereğini yerine
getirmiyor. Yâni diliyle inandığını iddia ediyor ama hayatıyla, hayat
programıyla yalanlıyor. Meselâ adama soruyorsunuz: Arkadaş ölecek misin? Evet.
Dirilecek misin? Evet. Hesap kitap var mı? Tamam. Peki Allah Kâdir mi? Yapar mı bunu? Tamam. Hepsine
inanıyor adam. Ama bakıyoruz bu tamam saydığı, bu inandığı konulara aldırış etmeden
yaşıyor. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin kokusunu bile görmek mümkün
değil. Yâni öyle bir hayat programı var ki adamın bu inancının hiç mi hiç
etkisi yok.
Yâni
imanının inandım dediği şeyin gereğini yapmıyor. Veya imanını amele
dönüştürmüyor adam. Çok korkunç bir suç değil mi bu? Namaz kılması gerektiğine
inanıyor ama kılmıyor. Örtünmesi gerektiğine inanıyor ama örtünmüyor. Kur’an’ı,
Sünneti tanımadan Müslümanlık olmayacağına inanıyor ama farklı yaşıyor. Çoluk
çocuğunu eğitmesi gerektiğine inanıyor ama yanaşmıyor. Duyar İslâm’ı, okur
Kur’an’ı; doğru yahu, yapmak lâzım, etmek lâzım, vah, tüh der ama döner gider
eski haline. Hiç değişme olmaz hayatında. Unutur gider bu duyduklarını. İşte
yalan sayma budur ve gerçekten çok büyük bir suçtur. Biliyor, inandığını iddia
ediyor, ama bunu kendi hayatına indirmiyor. İşte bu şekilde Allah’ın âyetlerini
yalan sayanlar, küfredenler, kamufle etmeye çalışanlar, toplumun gündeminden
düşür-meye çalışanlar ve de âyetleri kaale almayarak, âyetlerin imanını gündeme
getirmeyerek onlara karşı müstekbirce, kibirlice, ihtiyaçsızca, eyvallahsızca
bir tavır takınan cehennemdedirler.
Allah’ın
âyetlerine karşı büyüklenenler, Allah’ın âyetlerine karşı müstekbir
davrananlar, Allah’ın âyetlerine karşı, Allah’ın sistemine karşı kendilerini
müstağnî görenler, ihtiyaçsız kabul ederek, eyval-lahsız bir tavır sergileyerek onu kabule tenezzül etmeyenler.
Allah’ın âyetlerinden daha güzelini biz de söyleriz, Allah’ın sisteminden daha
güzelini biz de vaz edebiliriz, Allah’ın yasalarından daha güzelini biz de
koyabiliriz diyenler. Allah’ın âyetlerini beğenmeyenler. Allah’ın miras hukukunu
beğenmeyip kendi hukuklarını onun yerine ikâme etmeye çalışanlar, kısas âyetleri
bu devirde geçersizdir, te-settür âyetleri demode olmuştur diyenler. Allah’ın
kullarının hayat yolları üzerine yerleştirdiği işaret levhalarını örttükleri
için, âyetleri gizleyip kamufle ettikleri için ısrarla kendi hayatlarını, kendi
anlayışlarını savunuyorlar. Âyetlere karşı, o âyetleri kendilerine sunan Allah
elçilerine karşı kendi hayat felsefelerini gündeme getiriyor ve onu savunuyorlar.
Âyetleri görmezden geliyorlar, duymazdan geliyorlar, yok etmek istiyorlar,
örtmek istiyorlar. İşaret levhalarını örttükleri için de ne yaptıklarını ne-reye
gittiklerini kestiremeyecek bir duruma düşmüşlerdir.
"İşte
bunlar cehennem ashabıdır. Ve onlar orada ebedîyen kalacaklardır."
Bunlar
cehennemle ateşle sohbet edeceklerdir. Ateşle sohbetçilerdir bunlar, ateşin
arkadaşlarıdır, orada sohbet edecekler, orada oturup kalkacaklar.
"Ebedîyen
orada kalacaklar."
Üstelik hiç
çıkmamacasına. Efendim kimi âyetler cennetle ilgilidir. Cennetle ilgili olanlar
öyledir ama acaba cehennemden çıkış var mıdır? Diye kimileri cehennemlikleri
zorla oradan çıkarmaya ça-lışmışsa da, Kur’an’ın genel mânâsına göre ebedîyen
cehennemde kalanlar olacaktır. Bu konuda benim anladığım budur. Bunu önceki
derslerimde detaylıca demeye çalıştım.
37.“Allah'a karşı yalan uyduran veya âyetlerini yalan sayandan
daha zâlim kimdir? Kitaptaki payları kendilerine erişecek olanlar onlardır.
Elçilerimiz canlarını almak üzere geldiklerinde onlara, "Allah'tan başka
taptıklarınız nerede?" deyince, "Bizi koyup kaçtılar" derler,
böylece inkârcı olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ederler.”
Evet Allah’a karşı yalan uyduran,
Allah’a yalan iftira eden ve Allah’ın âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim
vardır? Peki acaba Allah’a yalan iftirada bulunmak ne demektir?
Allah’a
yalan iftirada bulunmak demek Allah’ın zatıyla alâkalı, sıfatlarıyla alâkalı
yalan söylemek, sıfatları konusunda onu eksik tanımak, onun bu eksikliğini
yerdekilerle tamamlama cihetine gitmek, onda olan sıfatları başkalarına vermek,
başkalarının da onun sıfatlarına sahip olduğunu iddia etmek demektir.
Yâni yeryüzünde ondan başka
program yapıcı, kanun koyucu bir kısım Rablerin de olabileceğine inanmak ve bu
kişilerin kanunlarına da uyulması gerektiğini iddia etmek, bunların da yeryüzünde
etkili yetkili varlıklar olduklarını söylemek, yalnız Allah’a ait olan hâkimiyet
hakkını bu varlıklara da vermek, ya da yeryüzünde Allah’tan başka şifa dağıtıcıların
da varlığına inanmak, yeryüzünde Allah’tan başka rızık dağıtıcıların da
varlığına inanmak, kendilerine sığınılacak, kendilerine dua edilecek, yardıma
çağrılacak Allah’tan başka varlıkların da bulunduğunu iddia etmek işte bütün
bunlar Allah’a yalan iftirada bulunmak demektir.
Veya
Allah’ın zatıyla alâkalı Allah evlât edindi, işte Îsâ Allah’ın oğludur, Üzeyr
Allah’ın oğludur, melekler Allah’ın kızlarıdır biçiminde Allah’a yalan iftirada
bulunmak. Veya Aristo’nun dediği gibi Allah ha-yata karışmaz, Allah dünyayı
yarattı ve işi bitti. Allah bir şey indirmemiştir, Allah bize âyet
göndermemiştir, Allah bizim hayatımızla ilgilen-mez şeklinde Allah’a yalan
iftirada bulunmak. Ya da hayatı ilgilendi-ren konularda Allah ve Resûlüne
rağmen, Allah ve Resûlünün buyruklarına rağmen veya onlara binaen söylenen
yalanlar da Allah’a yalan iftiradır. Yâni Allah ve Resûlünün sözlerini başka
bir şekle getirerek söylenen yalanlar.
Onların
dediklerini demedi, demediklerini de dedi şeklinde yalan iftirada bulunmak.
Efendim zaten Allah da bundan yanadır, Al-lah da bunu istemektedir diyerek Allah’ın
istemediklerini Allah istiyor-muş pozisyonunda insanlara sunmak Allah’a yalan
iftirada bulunmak demektir. Efendim Allah da demokrasiden yanadır, İslâm da
laikliği önermektedir. Efendim Kur’an’da kesinlikle cihad yoktur. Allah böyle
bir şeyi emretmemiştir. Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi
Kur’an emretmez! El kesme, göz çıkarma kesinlikle Kur’an’a yakışan şeyler
değildir bunlar. Baş örtme de yoktur efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu?
Kur’an’da kesinlikle böyle bir emir yoktur. Kur’an mahza bir ahlâk kitabıdır!
Kur’an da demokratik bir sistem öneriyor efendim! Kur’an bundan başka bir şey
demiyor ki! Diyerek, kimileri de bugün Allah’ın dediklerini demedi,
demediklerini de dedi demeye çalışıyorlar veya dedirtmeye çalışıyorlar Allah’a,
Kur’an’a.
İşte bu da Allah’a yalan
iftiradır. Efendim ben Kur’an’ı başından sonuna kadar taradım orada baş örtmeye
dair bir tek emir bile bulamadım diyen kişinin iftirası. Veya ben bu insanların
kurtuluşu için bir tek yol biliyorum o da demokrasidir, bunun dışında başka
sıhhatli bir çıkış yolu bilmiyorum diyen adamın iftirası. Bütün bunlar Allah adına
beyan ve Allah adına Allah’a yalan iftiralardır.
Ya da yahudi
ve hıristiyanlar, müşrikler bir hayat yaşıyorlardı ki baştan sona İslâm’dan
uzak, ama diyorlardı ki işte bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır.
İşte Allah’ın razı olduğu hayat budur, Allah kullarından böyle bir hayat ister.
Bizler şu anda Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz. Bizler Allah’ın elçisi Mûsâ’nın yolundayız, Îsâ’nın
yolundayız, veya bizler hanifleriz, yâni İbrâhim’in yolundayız diyorlar ve
Allah’a yalan iftirada bulunuyorlardı.
Halbuki
yaşadıkları bu hayat ne Allah’ın istediği bir hayattı, ne de bu sözünü
ettikleri Peygamberlerle ilgisi olan bir hayattı. İşte bu da Allah’a yalan
iftirada bulunmaktır. Tıpkı bugün yaşadıkları hayat İslâm olmayan müslümanların
biz İslâm’ı yaşıyoruz, bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayattır demeleri
gibi. Halbuki namazımızdan tesettürümüze kadar, siyasal yapılanmamızdan ekonomik
sistemlerimize, hukuk tarzımızdan kılık kıyafet biçimimize, mücâdele metodumuzun
meşruluğundan düğün dernek anlayışlarımıza, beşerî ilişkilerimizden soframıza
kadar, çocuklarımızın eğitimine kadar hiç bir şeyimiz Allah’ın istediği gibi
değildir.
Evet böyle
Allah’a karşı yalan iftiralarda bulunan ve bir de Allah’ın âyetlerini
yalanlayandan daha zâlim kim vardır. Allah’ın âyetlerini yalanlamak âyetlere
rağmen onları yok farz ederek bir hayat yaşamak demektir. Âyetleri yalan
sayarak, varlığını görmezden gelerek, âyetleri örterek, gündeme almayarak bir
hayat yaşayan kişiden daha zâlim kim vardır diyor Rabbimiz. Böyle yapan zâlimleri
Allah kesinlikle hidâyete ulaştırmayacaktır. Bu tür insanlar kesinlikle saadeti
bulamayacaklardır, huzuru göremeyeceklerdir.
Evet işte
bu Allah’ı yanlış tanıyanlar, Allah’ı insanlara yanlış tanıtanlar, Allah’ın
dinini yanlış tanıyanlar ve bu dini toplumlarına yanlış tanıtarak Allah’a yalan
iftirada bulunanlar, kendi anlayışlarını, kendi hevâ ve heveslerini işte din
budur diye eğri büğrü bir dini insanlara takdim ederek Allah’a yalan iftirada
bulunanlar ve de Allah’ın âyetlerini yalan sayanlar, Allah’ın âyetlerini yok
farz edenler, sanki Allah kendilerine hiç âyet göndermemiş, sanki kendilerinden
hiç bir sorumluluk istememiş gibi Allah’ın âyetlerini görmezden gelerek
yaşayanlar, sanki Allah’ın âyetlerinin toplumu düzenleme hakkı ve yetkisi yok
muş gibi toplum hayatını kendi yasalarıyla düzenlemeye çalışanlar, sanki Allah
âyetleri kendilerinden hiç bir mükellefiyet istemiyormuş gibi hayatlarını
keyiflerinin istediği gibi yaşamaya çalışanlardan daha zâlim kim vardır?
buyurduktan sonra diyor ki Rabbimiz.
İşte
bunlar, bu zâlimler kitaptan nasiplerine ulaşacaklardır. Kitaptan onlara takdir
edilenler onlara gelecektir. Rabbimiz ezelde kader olarak bunlara neyi takdir
etmişse, ömür olarak, rızık olarak, hayat olarak neyi kararlaştırmışsa
kaderleri ve nasipleri onlara ulaşacaktır. Allah onlar için yeryüzünde ne kadar
hayat takdir etmişse o kadar yaşayacaklardır. Rızık olarak kendilerine ne
takdir edilmişse onu elde edeceklerdir. Allah’ın kendilerine takdir buyurduğu
her şeyden istifade edeceklerdir. Kendilerine dokunulmayacaktır. İşledikleri
nanelerden ötürü bu nimetlerden mahrum edilmeyeceklerdir. Peki ne zamana kadar?
Hattâ
meleklerimiz onların canlarını almaya geldiklerinde işte o zaman onları
gebertirler. Onların defterlerini dürerler. Onların dünyadaki kendilerine
takdir edilmiş hayatlarına, hayatın sahibinin emriyle son verirler. Ve Allah’ın
melekleri o zâlimlere derler ki:
Ey zâlimler!
Ey müstekbirler! Ey cehennem kütükleri! Hani o Allah berisinde kendilerine dua
ettikleriniz? Hani o kendilerini büyük zannedip, kendilerini etkin ve yetkin
zannedip de daraldığınız zamanlar kendilerine dua edip yardıma çağırdığınız
güçler nerede? Nerede o Allah sever gibi sevdikleriniz? Allah’tan korkar gibi
kendilerinden korktuklarınız varlıklar nerede? Nerede o sanki Allah gibi
kendilerinden sistem dilendikleriniz? Efendilerimiz siz bilirsiniz, bize hukuk
yapın! Siz bilirsiniz bize yasa belirleyin diyerek kendilerine kulluk ihrazında
bulunduklarınız nerede? Kendilerinde rızık bekledikleriniz, medet umduklarınız,
kendilerine yöneldikleriniz nerede? Haydi çağırın onları da size yardım
etsinler. Haydi çağırın onları da sizi bu ölümden kurtarsınlar.
Hani benim
yerime hayatınıza ikâme etmeye çalıştığınız hu-kuk tanrılarınız? Bunlar da
bilirler hukuku, bizim Allah’ınkine ihtiyacımız yoktur dedikleriniz. Bunlar
bize anında şifa ulaştırırlar bizim Allah’ın vereceği şifaya ihtiyacımız yoktur
diye bana şirk koşmaya, benim yerime kendilerine gitmeye çalıştığınız şifa
tanrılarınız hani nerede?
Hani nerede
ortaklarınız? Nerede şerikleriniz, şürekânız? Nerede o dünyada hatırını kazanmaya
çalıştıklarınız? Nerede kendile-rinde hâkimiyet gördükleriniz? Nerede bana
ortak koştuklarınız? aslında ortaklarınız değilken veya bana ortak olmaya lâyık
değillerken inadına bana ortakmış gibi gördükleriniz? Hani nerede Rableriniz Rezzaklarınız,
hâdîleriniz, vedûdlarınız, şâfîleriniz, korktuklarınız, sı-ğındıklarınız, dua
edip imdadınıza çağırdıklarınız, dualarınıza ortak ettikleriniz, benimle
birlikte yeryüzünde etkili yetkili zannettikleriniz? Nerede mâbudlarınız,
timsalleriniz, liderleriniz, önderleriniz? Hani ne-rede onlar çağırın da sizi
kurtarsınlar onlar. Çağırın da sizi benim elimden kurtarsın bu ortaklarınız.
Hani ülke idaresini bunlar daha iyi bilirler diyerek bana şirk koşmaya çalıştığınız
siyasal tanrılarınız? Di-ye seslenildiği zaman onlar diyecekler ki:
Diyecekler
ki onlar bizden kayboldular. Onlar bizi terk ettiler, diyecekler ve orada kendi
nefislerine şahitlik edecekler. Kendi kâfirliklerine şahitlik edip itiraf
edecekler. Ya Rabbi! Onlardan hiç birisinin senin ortakların olduğuna dair
bizden hiç birimiz şahitlik yapmıyoruz! diyecekler. Alçaklar anlayacaklar
gerçeği de böyle diyecekler. Bugün deseler ya bunu. O gün bunu demelerinin kendilerine
en küçük bir faydası olmayacak. Çünkü yarın zorunlu olarak diyecekler bunu. İnkâr
etme imkânlarının olmadığı bir zamanda diyecekler bunu. Çünkü zaten onlarla
araları ayrılmıştır. Ölürken bir ayırıyor
Allah onların aralarını, yâni ölürken bu tanrıların kendilerine hiç bir
şey yapamadıklarını göstererek Allah aralarındaki bağları koparıyor, sonra öbür
tarafta dirildikleri zaman bir daha koparacak Allah onların aralarını.
Yâni artık onların Allah’a ortak
koştukları kendilerinden uzaklaşıp kaybolacak ve onlar artık kendilerinin kaçacak
bir yerlerinin olmadığını da anlayacaklar ve o zaman diyecekler ki hayır ya
Rabbi bunların sana ortak olduklarını bizden söyleyecek, buna şahitlik edecek
hiç kimse yoktur diyecekler. Allah da buyuracak ki:
38. “Allah, " Sizden önce geçmiş cin ve insan
ümmetleriyle beraber ateşe girin" der. Her ümmet girdikçe kendi yoldaşına
lânet eder. Hepsi birbiri ardından Cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler
için "Rabbimiz! Bizi sapıtanlar işte bunlardır, onlara ateş azabını kat
kat ver" derler, Allah, "Hepsinin kat kattır, ama bilmezsiniz"
der.”
Evet Rabbimiz buyuracak ki onlara:
Haydi bakalım girin cehenneme. Sizden önce insanlardan ve cinlerden sizin gibi
düşünen, sizin gibi inanan, sizin gibi yaşayan, sizinle beraber aynı günahları
işleyen, aynı zulümleri irtikap edenlerle beraber girin cehenneme de-nilecek onlara. İnsanlığın yeryüzünde boy gösterdiği Hz. Âdem
(a.s) döneminden sizin geberdiğiniz güne kadar cinlerden ve insanlardan ateşi
boylayanlarla beraber siz de ateşe yuvarlanın denecek ve Hz. Âdem’den bu yana
cinlerden ve insanlardan tüm müşrikler, tüm zâlimler, kendilerini Allah’a
kulluk makamından koparıp Allah’tan başkalarına kulluk ortamında tutmaya
çalışan tüm müşrik ve zâlimler, Allah’ın yasalarını beğenmeyerek, Allah’ın
âyetlerini reddederek keyiflerince bir hayat yaşayan tüm zâlimler, Allah’a
iftira eden, Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini yok farz ederek hevâ ve hevesleri istikâmetinde
bir hayat yaşamaya çalışan tüm zâlimler cehennemde bir arada toplanacaklar.
Onlardan
her bir ümmet, her bir grup oraya girdikçe, cehennemi boylayıp ateşle
kucaklaştıkça kendi kardeşini lânetleyecek, kendi arkadaşına lânet yağdıracak.
Yâni dünyada aynı kategoride olanlar, dünyada aynı safta bulunan, aynı
günahları işleyen, aynı günah ve zulüm çukurlarına birlikte batan, aynı
naneleri birlikte yiyen, aynı zulümleri birlikte gerçekleştiren günah
arkadaşına lânetler yağdıracak.
Evet lânetleşecekler. Sen yaptın!
Allah belânı versin, sen teşvik ettin! Allah kahretsin sen yönlendirdin! Allah
kahretsin keşke seni dinlemeseydim! Keşke seni hiç tanımamış olsaydım bütün bu
yaptıklarımı bana sen yaptırdın! Senin hatırına bunları yaptım! Yok sen yaptın!
gibi orada birbirlerini lânetleyecekler, birbirlerini suçlayacaklar.
Alçaklar
bugün söyleseler ya bunu. Bugün kınasalar ya bir-birlerini. Bugün terk etseler
ya birbirlerini. Bugün vazgeçseler ya bu yaptıklarından. Artık orada
birbirlerini lânetlemelerinin, yok sen yaptın, yok ben yaptım demelerinin ve
pişmanlık ortaya koymalarının kendilerine hiç bir faydası olmayacaktır.
Ta ki hepsi
orada toplanacaklar. Birbiri ardınca hepsi orada toplanınca. Hepsi bir araya
gelince.
Âyetlerden
anlıyoruz ki tüm nesiller toplanacak ve tüm nesillerin hesabı bir anda
görülecektir. Çünkü bir şahsın veya bir neslin yaptıkları sadece kendi
şahısları veya kendi dönemleriyle sınırlı değildir. Kişinin veya kişilerin yaptıkları
onların ölümünden sonra da devam eder ve nesiller boyu iz bırakıp tesirleri
devam eder. Bu yüzden onlar hakkında karar vermek için birbirlerine olan bu
tesirleri ortaya dökülsün diye, birbirlerine şahitlik yapsınlar diye tüm
nesiller bir araya toplanacaklardır.
Evet ayrı ayrı her nesil için her
kuşak için işledikleri günahlardan dolayı iki kat ceza vardır. Çünkü birinci
ceza kendilerinin işlediklerinden ötürü, ikinci ceza da kendilerinden sonraki
nesillerin kendilerini örnek alarak günah işlemiş olmalarından dolayıdır. Bundan
dolayı selef olanlar yâni öncekiler kendi yaptıkları günahlardan dolayı sorumlu
olacakları gibi sonrakilere kötü örnek olmalarından dolayı da sorumlu
olacaklardır.
Hani
Allah’ın Resûlü hadislerinde bu hususu şöyle anlatıyordu:
"Müslümanlıkta
iyi bir çığır açan kimseye, açtığı bu çığırın sevabı verileceği gibi, o yolda
gidenlerin sevabı da verilir. Bununla beraber onların sevabı eksilmez. Müslümanlıkta
kötü bir çığır açan kimseye de açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, o
yoldan gidenlerin günahı da onlarınki eksilmeksizin ona yüklenecektir."
(Müslim)
Meselâ
birisi zinanın, zina evinin ilk baniliğini yapar, zina adı-na ilk çığırı
açmışsa, veya futbol sahalarının yollarını, sinemanın, fâizin, içkinin, kumarın
yollarını gösterirse, bu konuda ilk çığırı açarsa kıyâmete kadar o yoldan
gidecek tüm zinacıların, tüm fâizcilerin, içkicilerin günahları onlarınkiler
eksilmeksizin bu ilk çığır açan kişiye yüklenecektir. Fâizin, içkinin
tanıtımını yapanlar da aynen bunun gibidir. Ya da barı, pavyonu evin içine
taşıma adına video ve televizyon teminine yardımcı olanlar da onu seyredenlerin
günahlarının bir mislini yükleneceklerdir. Hattâ yeryüzünde ilk adam öldürme
çığırını açtığı için Hz. Âdem’in oğlu kabil kıyâmete kadar adam öldürenlerin
günahlarının bir mislini sırtına yüklenecektir.
Ama kim de
iyi bir çığır açmışsa kıyâmete kadar o yoldan giden insanların sevaplarının bir
misli onun defterine yazılacaktır. İnsanların müslümanlaşması, insanların İslâm’a,
Kur’an ve sünnete yönelmeleri adına kim bir çığır açarsa, kim bir adım atarsa
bilelim ki onlarda meydana gelen değişimlerin sevaplarının bir misli o kişinin
defterine yazılacaktır.
Evet
insanlar hangi yolda çığır açmışlarsa o çığırdan gidenlerin sevap ya da günahları
onları ilgilendirmektedir.
Demek ki
insanın yaptıkları sadece kendisiyle sınırlı kalmamaktadır. Kafasında ve
vücudunda taşıdığı virüsü kendisinden başka çocuklarına ve daha sonraki
nesillere de aktarmaktadır. Dolayısıyla bu eyleme adâlet gereği ceza ya da mükafatın
takdiri de ancak gelecek nesillere intikali ve yaptığı tesirlerle ancak hükme
bağlanabi-lecektir. Meselâ bir savaş başlatıp döneminde milyonlarca insanın ölümüne
sebep olmuş bir adam düşünün. Hattâ bununla da sınırlı kılmayıp arkasından
asırlarca milyonların hayatını kötü yönde etkileyen miras bırakmış bir kişi
düşünün. Bu dünyada böyle birisini kim cezalandırabilir? Bu adamın cezalandırılabilmesi
için, bu adama ve-rilebilecek cezanın takdir edilebilmesi için elbette onun bu
mirasın-dan kıyâmete kadar etkilenmiş tüm insanların toplanmaları gerek-mektedir.
İşte bu cehennemlikler cehennemde toplanınca:
Sonrakiler
öncekilere diyecekler ki, yâni cehenneme önce girip yerleşenlere sonradan
gelenler diyecekler ki, ya da mus’tazaflar müstekbirlere, tâbi olanlar tâbi olunanlara,
ya da arkadan gidenler önderlerine diyecekler ki: Ya Rabbi! İşte bizi
saptıranlar bunlardır! Bizi dosdoğru yoldan bunlar saptırdı. Bizi senin
yolundan, senin kitabının yolundan, senin elçilerinin yolundan ve cennet
yolundan saptırarak buraya kadar getirenler işte bunlardır! Bizim yazımızı
değiştirenler bunlardır. Biz bunlar yüzünden kitabımızı tanıyamadık! Bizim
kılık kıyafetimizi bunlar değiştirdiler. Biz senin istediğin gibi giyinemedik!
Bizim hukukumuzla bunlar oynadılar! Senin hukukunla amel edemedik! Bizim
eğitimimizi bunlar bozdular, biz senin dinini öğrenemedik! Senin dinini, senin
hayat programını bunlar ilga edip kendi yasalarını onun yerine ikâme ettiler,
biz senin hayat tarzını yaşayamadık! Bizi saptıranlar bunlardır! Eğer bu
adamlar olmasaydı biz senin istediğin gibi yaşayacak ve şimdi bu cehenneme
gelmeyecektik! Binaen aleyh ya Rabbi bunlara azabın iki katını ver! diyecekler.
Kur’an’ın
pek çok yerinde bu adamların cehennemdeki atışmaları lânetleşmeleri anlatılır.
Kur’an literatüründe cehennemlikler tasnif edilirken bazen öncekiler sonrakiler
ifadesi kullanılır, bazen da müstekbirler müs’taz’aflar ifadesi kullanılır.
Meselâ bakın bunların karşılıklı atışmalarından birini de Mü’min sûresinde Rabbimiz
şöyle anlatır:
"Ateşin
içinde birbirleriyle tartışırlarken, mus’taz-aflar (Güçsüzler) müstekbirlere
(Büyüklük taslayanlara): "Doğrusu biz size uymuştuk, şimdi ateşin bir
parçasını olsun bizden savabilir misiniz? Derler." Müstekbirler de:
"Doğrusu hepimiz onun içindeyiz. Şüphesiz ki Allah kullar arasında hükmünü
vermiştir." derler."
(Mü’min
47,48)
Evet
cehennemde, ateşin içinde aynı azabı paylaşan insanların tartışmalarını,
birbirlerini suçlamalarını anlatıyor burada Rabbimiz. Demek ki bu iki grup da
cehennemdedir. Demek ki mustaz'afların, zayıfların zayıflığı onları kurtaramayacaktır.
Davar sürüsü gibi idarecilerinin kanunlarına itaat etmek zorunda kalmış bu
insanların ne yapalım biz güçsüzdük, zayıftık, gücümüz kuvvetimiz yoktu,
elimizden bir şey gelmiyordu demeleri onları kurtaramayacaktır. Çünkü Allah onlara
akıl vermişti, Allah onlara irade vermişti. Seçme hürriyeti vermişti Allah
onlara. Bunlar hiç bir zaman böyle sürüler değildi. Berikiler onların
iradelerini satın almak istedikleri zaman, boyunlarına ip takıp kendilerine kul
köle yapmaya zorladıkları zaman hiç bir tepki göstermediler. Sanki bu işe
dünden razıymış gibi boyunlarını teslim ettiler.
Bakın
mus’taz’aflar, yâni yönetilenler, idare edilenler müstek-birlere, yâni
yöneticilere, idarecilere, yönlendirenlere diyorlar ki: Ey müstekbirler!
Doğrusu biz dünyada iken size uymuştuk! Dünyada emirlerinize boyun eğiyor, kanunlarınıza
itaat ediyor, arzularınızı yerine getiriyor, bizi neye çağırdıysanız koyun gibi
arkanızdan geliyor-duk. Sürüler gibi size tâbi oluyorduk. Sizler güçlüydünüz,
sizler kendinizi dünyada Rabler görüyordunuz, ilah olduğunuzu iddia ediyordu-nuz.
Haydi bakalım gücünüzü gösterin, ilahlığınızı, Rab lığınızı gösterin de şu
azabın bir kısmını olsun bizden defedin. Ya da azabın bir kısmını olsun bizim
yerimize yüklenebilir misiniz?
Yine
Kur’an’ın başka bir yerinde mustaz’afların şöyle diye-cekleri anlatılır:
"İnkar
edenler: "Ey bizin Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi doğru yoldan
saptıranları bize göster de onları ayaklarımızın altına alalım, böylece cehennemin
en altında kalanlardan olsunlar." diyeceklerdir."
(Fussilet 29)
Evet o gün
insanlar azabı boylayınca, cehenneme yuvarlanınca bakın şöyle diyeceklermiş. Ya
Rabbi! Ne olur, şu bizim hayatımızı bozanları, bizim senin kitabınla diyaloglarımızı
kesenleri, senin âyetlerinle aramıza girerek âyetlerini yasaklayanları, bize
bozuk düzen programlar yaparak ve işte din budur diyerek bizi senin kitabından
alıkoyanları, senin kitabınla tanışmamıza engel olanları, kendi kanunlarını,
kendi talimatlarını senin ayetlerinin önüne geçirerek bizi senin kitabına
gitmekten alıkoyanları, bizim gündemlerimizi değiştirerek senin kitabına ulaşma
imkânlarımızı öldürenleri, başka kitaplar, başka önderler ihdas ederek senin
kitabını ve peygamberinin sünnetini kamufle etmeye çalışanları bize bir göster.
Göster ki onları ayaklarımızın altına bir alalım. Göster ki onları bir ezelim.
Onları aşağıların aşağısı yapalım. Ya da onları cehennemin en esfeline yuvarlayalım
diyecekler.
Evet kendilerine Allah’ın
âyetlerini anlatmayan, kendilerini Allah’ın kitabıyla tanıştırmayan babalarını,
kocalarını, hocalarını, üstad larını, komşularını, liderlerini arayacak
insanlar onları ayaklarının altına almak için. Kendilerine kötü çığırlar açan,
kendilerine kötü miraslar bırakan ve böylece kendilerinin şirke düşüp cehenneme
yuvarlanmalarına sebep olan öncülerini önderlerini arayacak insanlar. Cehenneme
yuvarlanmak üzere gittikleri kötü çığırı açıp onlara miras bırakanları
arayacaklar.
Öyleyse aman ha din budur diye
çocuklarımıza çok kötü bit miras bırakıp da, bizden sonra çocuklarımızda din
buymuş diye o hayatı yaşayıp da yarın bizi ayaklarının altına almak için
arananlardan olmayalım. Çoluk çocuğumuza güzel bir din, güzel bir yol bırakmaya
çalışalım.
Evet
öncekilerden kendilerini saptıranları arayacaklar. Halbuki dünyadayken alçaklar
bunlara ağam paşam diyorlardı. Anam! Babam! Kurtar bizi! diyorlardı. Her şeyimizi
sana borçluyuz! Sen olmasaydın biz olmazdık! Liderim! Şeyhim! Efendim!
Şevketlim biz senin dediğinden çıkmayız! Atam izindeyiz! diyorlardı. Yâni onlar
ne kadar alçaksa berikiler de o kadar alçaklık yapıyorlardı dünyada.
Onların bu
serzenişleri karşısında Rabbimiz de buyurur ki:
Hayır hayır sizin her birinize azabın iki katı vardır ama siz
bilmiyorsunuz. Çünkü size göre onlar önderlerse siz de sizden sonrakilere
nazaran öndesiniz. Sizi onlar saptırdıysa, sizi sizden öncekilerin ihmali
saptırdıysa, sizi sizden öncekilerin size verdiği bozuk eğitim, bozuk miras
saptırdıysa siz de sizden sonrakileri saptırdınız. Sizin onlardan farkınız ne?
Bir sonrakilere göre siz de önde değil misiniz? Şöyle kafalarımızı ellerimizin
içine alıp bir düşünelim. Bu âyetler şu anda bize hitap ediyor. Eğer bizi
bizden öncekiler saptırdıysa biz de bizden sonrakileri saptırmıyor muyuz şimdi?
Allah için bir düşünelim.
Yâni eğer bizim sapıklığımız
bizden öncekilerin bize bıraktıkları bozuk miras yüzündense, hep bundan şikâyet
ediyorsak, peki o zaman söyleyin biz, bizden sonrakilere ne bırakıyoruz? Nasıl
bir miras bırakıyoruz çocuklarımıza. Bizler şu anda bizden sonra yaşayacak
çocuklarımıza nasıl bir yol bırakıyoruz? Arkamıza bıraktığımız yol, çoluk çocuğumuza
bıraktığımız usul, onlara gösterdiğimiz din, onlara örneklediğimiz kulluk,
çevremize ulaştırdığımız teklifler acaba yarın karşımıza nasıl bir sonuç
çıkaracak? Acaba bizim arkamızdan gelenler de ya Rabbi bizi bunlar saptırdı.
Bize öyle bir yol, öyle bir din bıraktılar ki biz de onu gerçek yol zannettik.
Onu gerçek din zannettik. Bize öyle bir hayat anlayışı, öyle bir mal anlayışı,
öyle bir kazanma harcama anlayışı, öyle bir gece hayatı, öyle bir gündüz hayatı
örneklediler ki biz de onu gerçek bir hayat zannettik. Bizi başkası değil bunlar
saptırdı ya Rabbi demeyecekler mi acaba? Çocuklarımızdan torunlarımızdan bu
şikâyetlerle bu lânetlerle karşılaşmayacak mıyız acaba? Bu âyetler ışığında
Allah için kendimizi sorgulamak zorunda-yız.
39. “Öncekiler sonrakilere, "Sizin bizden bir
üstünlüğünüz yoktu, kazandığınıza karşılık azabı tadın" derler.”
Evet onlar
böyle deyince öncekiler, öndekiler, tâbi olunanlar veya müstekbirler,
idareciler de ne diyorlar bakın: Ey zâlimler! Ey adam olmadıklar! Ey sürüler!
Ey iradesizler! Ey beyinsizler! Ey akılları bizim cebimizde olanlar! Boşuna
bağırıp durmayın! Boşuna lânetler yağdırıp durmayın! Zira sizin bizden bir
farkınız yoktur.
Yâni şimdi size hidâyet geldi de,
sizler hidâyet üzere yaşamak istediniz de sizi hidâyetten biz mi kopardık? Siz
Rabbinizin istediği bir hayatı yaşamak istediniz de sizi bundan biz mi
engelledik? Hayır hayır! Bilâkis siz kendiniz sapıklardınız! Siz kendiniz mücrimlerdiniz!
Siz dünyada sizi teşvik ettiğimiz şeylere karşı ihtirasınızdan, hırsınızdan dolayı
hemen kolayca bizim peşimize takıldınız. Kolayca bizim ağımıza tutuldunuz. Biz
sizin vicdanlarınızı satın almaya geldiğimizde sizler buna dünden razıydınız.
Bizim karşımızda en küçük bir tepkide bulunmadınız. Sizi Rabbinizin hayat
tarzından koparıp demokrasiye, laikliğe, milliyetçiliğe, ırkçılığa, dünyaya,
dünyalıklara çağırdığımız zaman mal bulmuş mağribî gibi hemen bizim dâvetimize
uyuverdiniz. Karşımızda en küçük bir mücâdele bile vermediniz.
Çünkü sizler Zaten Allah’a
kulluktan bıkmış usanmıştınız. Hayatınızın her bir sahasında sadece Allah’ı dinlemekten,
Allah’ın dediklerini yapmaktan usanmıştınız da hayatınızın bazı bölümlerini
başka Rablere başka İlahlara bırakarak biraz rahat nefes almayı ümit ederek
bizlere tapınmaya yönelmiş kimselerdiniz. Hayatınızın her bir bölümünde Allah’ı
atlatamayacağınızı, Allah’ı yönlendiremeyeceğinizi bildiğiniz için biraz da
bizim gibi atlatılabilecek, yönlendirilebilecek tanrılarımız olsun
istemiştiniz. Hayatınızın bazı bölümlerine bizlerin karışmamızı siz kendiniz
istemiştiniz. Allah’tan bıkıp usanan sizler kendinize öyle tanrılar
istiyordunuz ki sizden hiç bir ahlâkî sorumluluk istemesinler.
Sizden namaz, oruç, hac,
tesettür, zekât, istemesinler. Bıkıp usandığınız Allah’ın size haram kıldığı
içkiyi, kumarı, fâizi, tesettürü helâl kılıverecek, yasallaştırıverecek tanrılar
istediniz kendinize. Sizi rahatlatacak size rahat bir nefes alma imkânı verecek
tanrılar istediniz. Üstelik bu tanrıların ipleri de sizin kendi ellerinizde
olduğu için, yâni onları kendiniz seçtiğiniz için siz ne isterseniz o konuda
kanun yapacak, sizin arzularınıza tâbi olup yönlendirebileceğiniz tanrılar is-tediniz
kendinize. Siz istediniz, siz seçtiniz biz de size hükmettik. Siz sattınız
vicdanlarınızı biz de satın aldık. Alan memnun satan memnun. Siz istediniz, biz
bulduk. Eğer sizler vicdanlarınızı satmak istemeseydiniz biz onu zorla sizden
alamazdık. Öyleyse bizi niye kını-yorsunuz da?
Üstelik belki de bizi saptıran
sizlersiniz. Çünkü sizler gönül rızasıyla bize itaat ettiğiniz için, bizi büyük
kabul edip bizim karşımızda boyun büktüğünüz için, biz de kendimizi bir nane
zannettik. aslında bizi şımartanlar da sizlersiniz. Eğer sizler bize itaat edip
adam yerine koymasaydınız belki bizler de zulmedemeyecek, şımarmayacaktık.
Boşuna
bağırıp çağırıp da kendinizi yormayın ey sürüler! Bağırsanız da çağırsanız da
çare yok; siz de biz de bu ateşin içindeyiz! Çare yok siz de biz de bu ateşe
razı olmak zorundayız. Şüphesiz ki Allah kulları hakkında hükmünü vermiştir.
Yâni her birimizin müstahak olduğu kadar azabı aramızda paylaştırmıştır. Allah
azabı paylaştırmıştır ve iş bitmiştir bu konuda. Eğer Rabbimizin takdir buyurduğu
bu azabı sizden giderecek bir gücümüz olsaydı sizden önce kendimizinkini
kaldırırdık, kendi azabımızı giderirdik. Şimdi siz de biz de isyanlarımızın
kazandıklarımızın karşılığı olarak azabı tadalım diyecekler.
Evet
Kur’an’ın pek çok yerinde işte bu konu uzun,uzun anlatılır. Önderleri yüzünden
tâbi oldukları yüzünden cehennemi boylayan insanların pişman oldukları, keşke
onlara tâbi olmasaydık, keşke onları dinlemeseydik de Allah ve Resûlünü
dinleseydik, keşke onları büyük bilmeseydik, keşke onları efendi bilip onlara
itaat etmeseydik de Rabbimizin istediği biçimde yaşasaydık diye hasret ve
pişmanlıkla yanıp yakıldıkları anlatılır. Özellikle “Küberaena” ve “Sadetena”
ifadeleri geçtiği için böyle dedim. Bunlardan “sadetena” siyasal
büyükler, siyasî sahada büyük kabul edilenler, meselâ hukuk konusunda büyük
kabul edilenler, ekonomi konusunda uzman kabul edilenler ve kendilerinin yasalarına
tâbi olunanlar kastedilirken “Kübe-raena” diye anlatılanlar da
din büyükleridir.
Yâni insanlara yanlış din
tanıtanlar, Allah dinini eğip bükenler ve insanlara din diye kendi
anlayışlarını takdim edenler veya Allah dinini, Allah yasalarını kaldırıp din budur
diye, hayat tarzı budur diye kendi anlayışlarını, kendi hayat tarzlarını
insanlara kabul ettirmeye çalışanlar kastedilmektedir.
Evet ister
siyasal önderler olsun isterse dini önderler olsunlar eğer insanlar
araştırmadan, tahkik etmeden bunlara tâbi olurlar ve efendim ne yapalım işte
büyüklerimiz hayat diye, din diye bunları sundular biz de kabul ettik. Bu konuda
bizim her hangi bir suçumuz yoktur. Eğer bir suç varsa bir suçlu varsa gerçek
suçlu onlardır de-meye kimsenin hakkı yoktur. Din, böyle basite indirgenemez
ki. Başka şeye benzemez bu dindir, hayattır. Efendim filan hoca dedi ben de yaptım. Falan zat öyle
buyurdu ben de uyguladım demek yarın bizi kurtarmayacaktır. Dinimizi kendimiz
öğrenmek zorundayız. Allah bize de akıl vermiştir. Allah’ın bize verdiği bu akıllarımızı
birilerinin cebine sokmaya ve körü körüne onların peşine takılmaya hakkımız
yoktur.
Her birerimiz kendi dinimizi öğrenmeye
çalışırken eğer bir kısım yerleri anlayamamışsak o zaman elbette bizden bir
adım ileride o konuda bilgi sahibi insanların bilgilerine müracaat edebiliriz.
Ama körü körüne birilerine bağlanıyor, ya da din bilmeyenlere din soruyorsa
kişi o da yanlış bir din tarif ediyorsa bu hiç bir zaman tâbi olanlar için mâzeret
sebebi olmayacaktır.
40.“Doğrusu âyetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük
taslayanlara, göğün kapıları açılmaz; deve iğnenin deliğinden geçmedikçe
cennete de giremezler. Suçluları böyle cezalandırırız.”
Evet az evvelki âyette Rabbimizin
anlattığı müstekbirlerin iki tavrı anlatılıyor burada. Birincisi Allah’ın
âyetlerini yalanlamak, ikincisi de âyetlere karşı kibirlenmek, âyetlere karşı
müstekbir davranmak, ihtiyaçsız davranmak, kendilerini Allah’ın âyetlerinden
müstağnî görmek.
Bu
müstekbirler Allah’ın âyetlerini yalan sayıyorlar, Allah’ın âyetlerini yok farz
ediyorlar, Allah’ın âyetlerine karşı aldırış etmiyor-lar, Allah’ın âyetlerini
uygulamaya yanaşmıyorlar da başkalarının âyetlerini uygulamaya çalışıyorlar.
Hayatı düzenlemek üzere Allah’ın gönderdiği âyetlerini görmezden geliyorlar da
hayatlarını başka şeylerle düzenlemeye çalışıyorlar. İşte Allah’ın âyetlerini yalanlamanın
mânâsı budur. Yâni bir insanın Allah’ın âyetlerine rağmen kendisine düzen
kurmaya çalışması, Allah’ın âyetlerinin varlığına rağmen farklı bir hayat
yaşamaya çalışması Allah’ın âyetlerini yalanlaması anlamına gelmektedir.
Veya
Allah’ın âyetlerini bildiği halde, onları okuduğu halde, onlara inandığını
iddia ettiği halde eğer bir adam inandığı bu âyetleri hayatında uygulamıyor ve
hayatını başka âyetlerle, başkalarının yasalarıyla, başkalarının ilkeleri ve
kanunlarıyla düzenlemeye çalışıyorsa bu adam Allah’ın âyetlerini yalan sayıyor,
Allah’ın âyetlerini yalan-lıyor demektir. Sanki Allah’ın âyetleri hayatı düzenlemeye
yetmiyor-muş gibi Allah’ın âyetlerine karşı kibirlenenler, âyetlerle ilgilenmeyerek
kendi hevâ ve heveslerine göre hayat sürenler için bakın Rab-bimiz buyurur ki:
Böyleleri için Rahmet kapıları açılmayacak. Rahmânın kullarıyla
irtibat kapıları açılmayacaktır. Ve bu adamlar deve iğnenin deliğinden
geçinceye kadar, yahut da halat iğne deliğinden geçinceye kadar cennete
giremeyeceklerdir. Hani Türkçe’de balık kavağa çıkıncaya kadar bu iş olmayacak
diye bir söz vardır. İşte balık kavağa çı-kamayacağına göre, deve iğne deliğinden geçemeyeceğine göre
bu adamlar da asla cennete giremeyecekler, cennetin kokusunu bile alamayacaklar
demektir.
Evet bu
adamlar için semanın kapıları açılmayacak. Ya melekler bu adamların ruhlarını
semaya doğru götürürlerken semanın kapıları açılıp bunlara hüsnü kabul gösterilmeyecektir.
Mü’minlerin ruhları için açılan semanın kapıları bunlar için kapalı kalacak ve
melekler bunları geri döndüreceklerdir. Ya da bu adamlara Rabbimizin rahmet kapıları
açılmayacaktır. Neden? Çünkü bunlar dünyada iken kendilerine açılan rahmet
kapılarıyla ilgilenmemişlerdi.
Kitap
imamdır. Kitap rehberdir. Kitap kendisine uyanları, kendisini takip edenleri
hedefe götürecek bir imam ve rehberdir. Kitap en büyük rahmettir. Allah
kullarına gönderdiği kitapları vasıtasıyla onlara yeryüzünde en büyük rahmet
kapılarını açmıştır. Kitapları sayesinde hem dünyada hem de âhirette kullarına
en büyük rahmet kapılarını açmıştır. Dün Allah’ın kullarına gönderdiği bir
kitap ve o kitap sayesinde açtığı bir rahmet kapısı ile çölde ona iman eden
Allah’ın kulları onun rehberliğinde saadete ulaşmışlardır. Kölelikten
yeryüzünün efendiliğine ulaşmışlardır. Ama kimileri de Allah’ın kendileri için
açtığı rahmet kapılarıyla ilgilenmemişler, bu rahmetten istifade etmeyi istememişlerdir.
Acaba şu
anda bizler Allah’ın âyetlerine karşı müstekbir mi davranıyoruz? Ya da Allah’ın
sevdiği şeylere müstekbir mi davranıyoruz? Meselâ sarığa karşı müstekbir mi
davranıyoruz? Sakala karşı müstekbir mi davranıyoruz? Bir hamal karşısında, bir
işçi karşısında tavrımız nasıldır? Statülerinden ötürü insanlara karşı
müstekbir mi davranıyoruz? Filan toplantıda, filan yerde, falanların arasında
bu kı-yafet giyilmez diyerek Allah’ın istediklerinden bir utanmamız var mı yok
mu? Allah’ın emirlerine karşı bazı yerlerde müstekbir mi davranıyoruz?
Falanların yanında âyetten bahsedilmez, orada bu konular gitmez diyerek
Allah’ın âyetlerine karşı bazı ortamlarda müstekbir mi davranıyoruz? Burada
namaz kılınmaz diyerek bazı konumlarda namaza karşı müstekbir mi davranıyoruz?
Eğer öyleyse bakın müstek-birlere Rabbimiz nasıl bir ceza hazırlamış:
41. “Onlar için cehennemden bir yatak ve üstlerine de örtüler
vardır. Zâlimleri böyle cezalandırırız.”
Evet onlar için orada cehennemde
bir yatak yorgan vardır. Ama ateşle bitişik bir yatak ve yorgan. Evet bu yataklar
şu bildiğimiz yataklardan değildir. Onların kendilerine mahsus yâni bizzat
kendilerine ait olan başkalarına verilmeyen ateşten yatakları vardır. Altla-rında
ateşten bir yatak üstlerinde de ateşten yorganlar vardır. Yatak ve yorgan
dünyada insanın dinlenmek için yorgunluğunu atmak ve uyumak için kullandığı
eşyadır. Ama oradaki yatakları hiç bir zaman onlara dinlenme imkânı
sağlamayacaktır. Bilâkis onlara azap üstüne azap olacaktır. Allah diyor ki işte
zâlimleri, kendilerini Allah’a kulluk makamından çıkarıp başkalarına veya kendi
nefsine kulluk makamında tutmaya çalışan zâlimleri böylece cezalandıracağız.
42. “İnanan ve yararlı iş işleyenler ki; kişiye ancak gücünün
yeteceği kadar yükleriz işte cennetlikler onlardır, orada temelli kalacaklardır.”
İnananlar. Peki neye inananlar?
Buraya kadar anlatılanlara iman edenler. Sadece namaza değil, sadece abdeste
değil, sadece oruca değil. Kur’an’ın başından itibaren buraya kadar Allah’ın
anlat-tıklarına iman edenler. Allah’ın inanılmasını istediği her konuya iman
edenler. Bakaraya, Âl-i İmrân’a, Nisâ’ya, En’âm’a, A’râf’a inananlar, bu
bölümlerde Allah’ın anlattıklarına inananlar ve inancını yaşayanlar, imanlarını
kuru bir iddiadan ibaret bırakmayıp inandım dedikleri konunun amelini de
gündeme getirenler.
İşte biz hiç bir insana, hiç bir
nefse gücünün yetmeyeceği bir yükü yüklemeyiz. Yâni bizim inanılmasını ve amele
dönüştürülmesini istediğimiz şeylerin tamamı insanın güç yetirebileceği takat
getirebileceği şeylerdir diyor Rabbimiz. Allah hiç bir kimseye gücünün yetmeyeceği
yükü yüklemez. Onun içindir ki Kur’an-ı Kerîmde Rabbimizin bizi sorumlu tuttuğu
şeylerin tamamı bize göredir. Buna göre Rab-bimizin bizden istediği kulluk
konularında hiç kimsenin ben bunları yapamadım, benim bunları yapmaya gücüm yetmedi
diye mâzeret ileri sürmeye hakkı yoktur. Allah bu ve benzeri âyetlerde diyor
ki:
Üzülmeyin
kullarım! Rabbiniz hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Sizin
Rabbiniz doyumsuz değildir. Sizin Rabbiniz zâlim değildir. Evet Allah’ın kullarına
yükleyeceği yük ancak kulların güç yetireceği kadardır. Hattâ onun çok çok altındadır. Sizi yaratan Allah, sizin ne kadar yük
çekebileceğinizi, sizin nelere katlanabileceğinizi çok iyi bilmektedir. Allah
merhametlidir. Allah kullarını asla zor-lamaz.
Sonra şunu
da unutmayalım ki herkesin kendi kazancı ken-disinedir. Kim bir iyilik yaparsa
o kendine, kendi lehine, kim de bir kötülük yaparsa o da kendi aleyhinedir. İyiliğin
sevabı da kötülüğün vebali de kendisine ait olacaktır. Yaptıklarınızın
yararları da zararları da menfaatleri de mazarratları da Allah’a değil kendinizedir.
Öyleyse kendisini seven kişi, kendisi için iyilik bekleyen kişi yaptıklarıyla
kendi kendisine zulmetmesin. Kendini can yakan, dayanılmaz ateşten korumasını
bilsin. Bunun için de hayırların en güzelini kendisi için işlesin. Kendisini
ateşe götürecek, ateşten yatak ve yorgana götürecek amellerde bulunmasın. Kendi
kendini kendi elleriyle cehenneme atmasın diyor Rabbimiz.
Evet işte
bunlar da cennet ashabıdır, onlar orada ebedîyen kalacaklar ve cennet
nimetlerinden kesintisiz bir şekilde istifade edecekler.
43. “Cennette altlarından ırmaklar akarken gönüllerinden
kini çıkarıp atarız. "Bizi buraya eriştiren Allah'a hamd olsun. Eğer Allah
bizi doğru yola iletmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık. Andolsun ki Rabbimizin
peygamberleri bize gerçeği getirmiştir" derler. Onlara, "İşlediğinize
karşılık işte mirasçısı olduğunuz cennet" diye seslenilir.”
Altlarından nehirlerin,
ırmakların akıp gittiği o cennetlere girdirilmeden önce Rabbimiz onların
kalplerindeki kıskançlık ve kin duygularını söküp çıkaracağını anlatıyor. Yâni
mü’minlerin birbirlerine karşı kinlerini, çekemezlik duygularını, bencillik
özelliklerini Allah göğüslerinden söküp alıyor ki orada bu tür rahatsızlıklar
yaşanmasın. Cennette hayatlarının tadını kaçırabilecek her şeyi alıveriyor
Rabbimiz. Evet cennette ne karşılıklı dünyadan taşıyıp getirdikleri, ne de
orada gerçekleşecek hiç bir kırgınlık, hiç bir dargınlık olmayacak, hiç bir husumet
ve düşmanlık olmayacak. Her şeyden arınmış arındırılmış olarak girecekler onlar
cennete.
Tabi bütün
bu nimetlere ulaştığını, ulaştırıldığını gören mü’mi-nin diyeceği söz şudur:
Bütün bu nimetleri bize veren, bizi bu nimetlere ulaştıran, bizi cennete
ulaştıran, bize cennet yolunu gösteren, bize cennete ulaştırıcı ameller
işlemeyi nasip eden Rabbimize hamd olsun. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi,
bize yol göstermeseydi, dünyada bize kitap ve Peygamberler göndermek sûretiyle
bize cennet yolunu tanıtmasaydı, bize cennete yollarını açmasaydı hiç bir zaman
biz bu cenneti bulamazdık, hiç bir zaman biz bu nimetleri elde edemezdik. İşte
mü’min karakteri. Mü’min bir nimete ulaştığı zaman bunu kendisinden değil Allah’tan bilir. Bunu bana
Rabbim verdi der ve sürekli Rabbine şükreder.
Evet
gerçekten de Rabbimiz insana akıl veriyor, idrak veriyor, hakkı bâtılı, iyiyi
kötüyü ayırt etme gücü veriyor sonra hakkı bâtılı anlatan kitaplar gönderiyor,
sonra ne olur ne olmaz belki de bu kitapların içindekileri anlayamazlar yanlış
anlamaya kalkarlar diye o kitapların nasıl anlaşılması gerektiğini, nasıl
pratize edilip yaşanması gerektiğini anlatmak ve göstermek üzere Peygamberler
gönderiyor.
Evet hakikaten Rabbimiz bizim cennete
gidebilmemiz için, sürekli bizi cennet yolunda tutmak için, bizi hidâyet
yolunda tutmak için bize bu kadar imkânlar hazırlamaktadır. Eğer Rabbimiz bütün
bu imkânları hazırlamasaydı, bize kitap göndermeseydi, bize elçilerini göndermeseydi,
bize cennet yollarını net ve açık bir şekilde beyan etmeseydi mümkün değil biz
bu cenneti bulamazdık bu cennete ulaşa-mazdık. İşte bu cennet mahza Rabbimizin
bize ikramıdır lütfudur. Burada bugün bunu anlayıp Rablerine hamd etmeye
çalışan, Rablerinin kendileri adına seçtiklerinden razı olup öylece bir hayat
yaşamaya çalışan mü’minler orada da bu hamdlerini devam ettiriyorlar. Bütün bu
nimetlerin kendilerinden değil Rablerinden olduğunu burada itiraf eden
mü’minler bu imanlarını orada da itiraf ediyorlar.
Bundan sonra
Rabbimiz yarın mutlaka başımıza gelecek bir dönemi ve o dönemde olacakları
anlatıyor. Mahşer günü insanlar mahşer yerinde toplanmışlar. Cennetlikler
cehennemlikler ve tüm in-sanlık toplanmışlar bir araya gelmişler. İnsanlığın
ilki Hz. Âdem’den bu yana gelmiş geçmiş yerdeki kum taneleri kadar kalabalık
insanlık mahşer yerinde toplanmıştır. İçinde biz de varız, siz de varsınız elbette.
İşte böyle bir anda olacakları anlatıyor Rabbimiz.
Rabbimiz rahmetinin eseri olarak,
bize merhametinin eseri olarak yarın olacakları bugünden gözlerimizin önüne
getiriyor ki bununla bizi uyarmak istiyor. Akıllarımızı başlarımıza getirmek
istiyor. Bizi o kadar ikaz ediyor ki Rabbimiz yâni aklı başında olan bir adamın
bu kadar ikazdan sonra artık bu gerçeği anlaması lâzımdır. Hoş zaten kâfirin
aklı yok. Aklı olsaydı bu kadar uyarıdan sonra anlarlardı gerçekleri.
Evet orada
kendilerine nida edilecek ve denilecek ki: İşte bu cennet sizin dünyada yapmış
olduğunuz amellerinize karşılık sizlerin vâris olduğunuz cennettir. Görüyor musunuz
Rabbimizin rahmetini. Müslümanların az evvelki sözlerine karşılık ne kadar hoş
bir münâsebet, ne kadar hoş bir mukabele. Mü’minler diyorlar ki, ya Rabbi bu
cennete bizi sen ulaştırdın, senin rahmetin olmasaydı, senin yol göstermen
olmasaydı biz bu cennete ulaşamazdık diyorlar Allah da buyurur ki siz amel
işlediniz, siz çalışıp çırpındınız. Siz kendiniz dünyada işlediğiniz amellere
karşılık kazandınız bu cenneti buyuruyor. Yâni kullarının başına kakmıyor
Rabbimiz. Hadi hadi hiç bir şey yapmadınız yatıp yatıp geldiniz de bu cenneti size ben veriyorum demiyor da
siz çalışıp çabaladınız da karşılığında bu cenneti elde ettiniz diyor.
Kur’an’ın pek çok yerinde Rabbimizin bu ifadesini görüyoruz. İşte iş-lediğiniz
amellere karşılık elde ettiğiniz cennet, işte amellerinizle kazandığınız cennet
gibi ifadeleri çokça görüyoruz. Böylece Rabbimiz biz değer veriyor, bizi onore
ediyor ve bize rahmetiyle muamele ediyor.
O halde
bütün bu âyetler karşısında şunu hiç bir zaman unutmayacağız ki cennete
amellerle girilecektir. Cennet amellerle kazanılacaktır. Amele dönüştürülmemiş
mücerret bir iman cenneti kazanmaya yetmeyecektir. Ama şunu da ifade edelim ki
sadece amelle de cennete girilmiyor, amelle beraber Rabbimizin rahmeti de olmalıdır.
Rabbimizin rahmeti de onun bizden istediği sâlih amellere koşmamız ve o
amelleri işlerken de onun rızasına uygun niyet taşımamızla, yâni Allah için
muttaki olmakla tüm hayatı Allah için yaşamakla mümkün olacaktır. Çünkü
Rabbimiz kitabının her bir bölümünde bizden bunu istemektedir. Kitabının her
bir bölümünde sürekli Rabbimiz bana kul olun diyor. Benim istediğim şekilde
yaşayın diyor. Benim size gönderdiğim hayat programını yaşayın diyor. Allah’a
Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmadan Allah’ın bizim adımıza gönderdiği
hayat programını uygulamadan, hayatı Allah adına yaşayan muttaki kullar olmadan
Allah’ın rahmetine ermek mümkün değildir. Allah’ın rahmetine lâyık olmadan da
cennete ulaşmak mümkün değildir.
Bundan
sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz cennetliklerle cehennemlikler arasında
geçen bir tartışmayı anlatacak.
44. “Cennetlikler, cehennemliklere: "Biz Rabbimizin
bize vaadettiğini gerçek bulduk, Rabbinizin size de vaadettiğini gerçek
buldunuz mu?" diye seslenirler, "Evet" derler. Aralarında bir
münadi, "Allah'ın lâneti zâlimler üzerine olsun.”
Bir yanda Allah’ın rahmetine
ermiş cennetlikler var öbür ta-rafta da dünyadayken Allah’ın istediği şekilde yaşamayarak
Allah’ın rahmetini kaybetmiş ve bunun sonucu olarak da cehenneme yuvar-lanmış
insanlar var. Aralarında bir sur var ve bu insanlar birbirleriyle konuşuyorlar.
Ama bunu dünya mantığına göre düşünmeyeceğiz tabii. Zira biz Rasulullah
efendimizin hadisinden biliyoruz ki Cennete en son girecek adamın makamı şu
anda üstünde gezip dolaştığımız dünyanın beş on misli olacak. O zaman bu konuşma
nasıl olacak diye düşünüyoruz. Yâni bu kadar büyük mesafelerden insanlar nasıl
konuşacaklar ve birbirlerine seslerini nasıl duyuracaklar? Belki eskiden bunu
anlamak da anlatmak da zordu. Ama şimdi televizyon, radyo gibi iletişim
araçları bunun biraz daha kolay anlaşılmasını sağlıyorlar.
Meselâ şu anda ben benim
anladığım ve düşündüğüm şeyleri ciğerimde oluşturduğum ve dışa çıkardığım ses
titreşimlerini sizin kulaklarınıza doğru gönderiyorum ve sizler şu anda benim
ne demek istediklerimi hemen anlıyorsunuz. Ama ne gariptir ki aynı sesleri bir
Fransız'ın, bir Almanın kulaklarına da gönderiyorum lâkin bu adamların kulaklarında
ne varsa bilmiyorum onlar sizin anladığınız şeyleri anlayamıyorlar. Bir tıkaç
mı var kulaklarında? Yoksa sizin anladıklarınızı anlamalarına engel bir perde
mi var onlar sizin anladığınız gibi anlayamıyorlar. Şunu demek istiyorum, böyle
duymak için, anlamak için çok uzakta ya da çok yakında olmak pek fazla bir şey
değiştir-miyor yâni. Belki bilemiyorum yarın insanın alnına bir lazer konacak
ve içinden geçenleri insanlar anlayıverecekler.
Evet burada
bir konu anlatılıyor. Cennetliklerle cehennemliklerin bir diyalogları bir
konuşmaları anlatılıyor. A'râf'ta bir konuşma. Aynı zamanda bu sûreye isim olan
bir olaydır bu. A’râf sûresi burada geçen A’râf kelimesinden alınmıştır.
Cennetlikler var bir tarafta, cehennemlikler var öbür tarafta bir de bunların
arasında yari A'râf'ta bir kısım insanlar var ve aralarında bir kısım konuşmalar
geçmektedir. Kur’an-ı Kerîmin pek çok yerinde ve Rasulullah efendimizin Hadis-i
Şerîflerinde beyan buyurulduğuna göre zaman zaman
cennet ashabı cehennem ashabına, cehennem ashabı da cennet ashabına arz ediliyor
gösteriliyor. Ve zaman zaman bunların arasında bir
kısım konuşmalar cereyan ediyor.
Veya yine kimi hadislerden
öğreniyoruz ki cennetliklere, cehennemliklerin hayatları makamları
gösteriliyor, cehennemliklere de cennetliklerin nimetleri makamları gösteriliyor.
Sebep ne? Anlayabildiğimiz kadarıyla cennetlikler iki kere sevinsinler cehennemlikler
de iki kere kahrolsunlar diye yapılıyor bu. Mü’minler için iki sevinç, kâfirler
için de iki kahroluş vardır. Mü’minler amellerinin karşılığı olarak Rablerinin
kendileri için hazırladığı gözlerin görmediği kulakların duy-madığı cennet ve
nimetlerini görünce bir sevinecekler, bir de kâfirlerin içinde bulundukları
cehennem ve azabını görünce ikinci bir kere daha sevinecekler. Çok şükür ki
dünyada bu kâfirler gibi yaşayıp bu cehenneme gitmedik diye. Cehennemlikler de
dünyada yaşadıkları pis bir hayatın sonucu olarak boyladıkları cehennemi ve
oradaki daya-nılmaz azabı görünce bir kahrolacaklar bir de cennette mü’minlerin
içinde bulundukları nimetleri görünce ikinci bir defa daha kahrolacaklar. Vah
bize, yuh bize, yazıklar olsun bize demek şimdi biz bu cenneti kaybettik ha!
diye ikinci bir defa daha kahrolacaklar mahvolacaklar.
Bakın
cennetlikler cehennemliklere diyecekler ki:
Cennet
ashabı cehennem ashabına seslenecekler ve diyecekler ki. Ey cehennem
sohbetçileri! Ey ateşin dostları, ateş taraftarları! Biz Rabbimizin bize vadini
hak bulduk, gerçek bulduk, siz de Rab-binizin size vaiydini hak buldunuz mu?
Rabbimiz dünyadayken yaşadığımız bir hayatın sonunda bize neleri vaadetmişse
biz onların tümünü hak bulduk gerçek bulduk. Hepsi de doğruymuş, hepsi de hakmış.
Rabbimiz dünya hayatındayken bize ey kullarım eğer benim istediğim gibi bir
hayat yaşarsanız karşılığında şunlar şunlar var; yok benim hayat programımı terk eder de
kendi bildiğiniz gibi bir hayat yaşarsanız sonunda şunlar şunlar
sizi beklemektedir buyurmuştu. Hayatınızı benim adıma yaşarsanız sizi en güzel
bir hayatta yaşatırım, değilse sizi ateşin ashabı yaparım demişti.
İşte bizler Rabbimizin istediği
gibi bir hayat yaşadık, boyunlarımızdaki ipin ucunu Rabbimize teslim ettik,
Rabbimiz ne tarafa çekmişse biz o tarafa gittik. Rabbimizin bizden istediği
sâlih ameller işledik ve Rabbimiz
vaadettiği o güzel hayatı bize verdi. Biz Rabbimizin bize
vaadettiklerinin hepsini hak bulduk. Hûrileri, ğılmanları, şarap ır-maklarını, bal ırmaklarını, süt ırmaklarını ve daha nice
nimetleri aynen hak bulduk. Rabbimiz vadinde hulf etmedi. Zaten biz bunu daha önceden
de biliyor ve öylece inanıyorduk. Haydi söyleyin bakalım siz de Rabbinizin size
vaadetmiş olduklarını hak buldunuz mu? Siz de Allah’ın cehennemini, Allah’ın
ateşini ve azabını hak buldunuz mu? diyorlar.
Dünyada da
Rasulullah efendimizin “Kalib-i Bedir” denen çu-kura
gömülen kâfirlere aynı şeyi sorduğunu biliyoruz. Bedirde müslü-manlar tarafında
gebertilen kâfirler bu çukura doldurulmuş ve Allah’ın Resûlü onların başında
şöyle bir hutbe irad buyurmuştu. “Ey kâfirler! Ben Rabbimin bana vadini hak
buldum, sizler de Rabbinizin size vaadettiklerini hak buldunuz mu? Nasıl doğru
muymuş Allah’ın dedikleri? Şimdi anladınız mı gerçeği?” buyurmuştu da sahâbe-i kirâm
efendilerimiz Allah’ın Resûlüne şöyle sormuşlardı: Ey Allah’ın Resûlü! Onlar
ölüler değil mi? Ölü olan bu insanlar sizin bu sözlerinizi nasıl duyacaklar? Allah’ın
Resûlü buyurdu ki: “Evet onlar da aynen sizin gibi konuşulanları duyarlar ama
cevap veremezler.”
Peki acaba
neydi Rasulullah efendimize vaadedilenler ve neydi o kâfirlere vaadedilenler?
Yâni Rasulullah efendimizin hak bulduğu Allah’ın vadi neydi ve kâfirlere de siz
de hak buldunuz mu vadi dediği Allah’ın vadi neydi? Rasulullah adına Rabbimizin
vadi zaferdi, kâfirlere karşı kendisine Allah’ın destek vadiydi, cennetti,
Allah’ın rızasıydı. Kâfirler adına da Allah’ın vadi hezimetti, mağlubiyetti, gebermeydi
ve sonunda cehennemi boylamaydı.
Demek ki bu
dünyadaki durumdur. Yâni bundan anlıyoruz ki bu kâfirler dünyada da
duyacaklardır bunu. Yâni bugün kâfirlerinin mezarlarının başına gidip söylesek
bunları burada da duyacaklardır. Ama burada anlatılan konu onların âhiretteki
duymaları ve duyurulmalarıdır tabii.
Evet
mü’minler, cennetlikler cehennemliklere diyecekler ki biz Rabbimizin bize
vaadettiği cenneti ve nimetlerini hak bulduk siz de Rabbinizin size vaadettiği
cehennemi ve azabını hak buldunuz mu? Nasıl doğru muymuş Allah’ın vaadleri?
Yalan mıymış? Ne haber? Ya-par mıymış Allah dediklerini? Dünyada dediğiniz gibi
hikâyemiymiş bunlar yoksa gerçek miymiş? diyorlar.
Evet
bilelim ki Allah da dediğini aynen yapacaktır. Ne demişti Rabbimiz? Kur’an’la
beraber olun! Sünnetle beraber olun! Benim size gönderdiğim hayat programımı
tanıyıp o istikâmette yaşayın. Eğer benim dediğim gibi yaşarsanız sonunda
sizleri cennetime koyarım. Aksini yaparsanız sizi cehennemime doldururum
demişti. Peki acaba yapar mı Allah dediklerini? Sözünün eri midir Allah? Elbette
işte gördü mü’minler cenneti. Rablerinin vaadettiği cenneti ve devletleri gördüler.
Elbette cehennemi de vereceğini biliyorlar ve karşılarındaki kâfirlere böyle
diyorlar.
O halde
burada bize düşen iki şey vardır.
A: Madem ki
bizler yarın Allah’ın cennet ya da cehennem adına bize vadini hak bulacağız, yerimizin
neresi olacağı konusunda Rabbimizin hükmüne razı olacağız ve buna asla itiraz
edemeyeceğiz. O halde aklımızı başımıza alıp bugünden Rabbimizin bize vadini
hak bulalım da cenneti hak etmeye çalışalım. Rabbimizin bizim adımıza gönderdiği
hayat programına hak diyelim, onun istediği biçimde bir hayat yaşayalım da
yarın zorunlu olarak hak diyeceğimiz, inkâr edemeyeceğimiz cenneti kazanmaya
çalışalım. Zira bugün bu imkân bizim elimizdedir. Yarın bu imkânımız kalmayacak
ve mecburen Rab-bimizin hükmüne evet diyecek Rabbimizin takdirini hak bulacağız.
B: Bir
ikincisi de yarın bizler diyeceğiz ya kâfirlere, ey kâfirler! Biz Rabbimizin
bize vadini hak bulduk! Sizler de Rabbinizin size vadini hak buldunuz mu? Nasıl
doğru muymuş Kur’an’ın dedikleri? diyeceğiz. Öyleyse yarın diyeceğimiz bu sözü
onlara bugünden diyelim. Bugünden söyleyelim onlara bunu ki yarın bunu
diyebilecek bir konumda olmayı garantileyelim. Bugünden diyelim ki onlara bunu
ki yarın cennetlikler safında yer almayı garantileyelim.
Ya da bunu kâfirlerin anlayıp
değerlendirebilecekleri bu dünya ortamında söyleyelim ki bu sözümüz onlar için
bir mânâ ifade etsin. Zira yarın söylenecek bu sözün onlar için bir kıymeti
kalmayacak. Yarın onlar zaten bilecekler ve anlayacaklar bunu. İstemeseler de
bilecekler yarın bunu. Öyleyse bu sözü zorunlu olarak kabul edecekleri yarına
saklamayalım da bugünden söyleyelim onara. Bugünden haberdar edelim onları ki
akıllarını başlarına alsınlar. Gelin ey kâfirler! Bu yaşadığınız hayattan
vazgeçin! Bu hayatın sonu sizi cehenneme götürüyor! Kendi ellerinizle kendinizi
cehenneme sürüklüyorsunuz! Yarın pişman olacaksınız! Yarın eyvah diyeceksiniz
ama bu pişmanlığınızın size hiç bir faydası olamayacak diyelim ve bugünden
uyaralım onları.
Meselâ bir
delikanlı filan kızla evlenecek. Adam onun ona lâ-yık olmadığını, böyle bir
evliliğin onun kulluğunu ters yönde etkileyeceğini, hayatını çekilmez bir
noktaya götüreceğini bildiği halde ona önceden söylemiyor, onu bu konuda
önceden uyarmıyor, herşey olup bittikten sonra söylemeye
çalışıyor. Veya birisi hanımıyla boşanmaya karar vermiş, aileyi yıkmayı
düşünüyor. Onun durumuna muttali olan berikisi boşanmadan evvel bu işin çok
çirkin bir şey olduğunu, Allah’ın sevmediği bir şey olduğunu, kendisini çok
büyük sıkıntıların beklediğini, durumunu bir daha gözden geçirmesi gerektiğini
önceden söy-lemiyor ona da
her şey bittikten sonra demeye kalkışıyor geçmiş olsun.
Veya bildiği tanıdığı bir
müslüman kardeşinin falan kişiyle ortaklık etmemesi gerektiğini, onun paraya
bakışının bozuk olduğunu, İslâmî yaşayışının bozuk olduğunu, onunla yapacağı
bir ortaklığın kendisine çok büyük sıkıntılara mal olacağını önceden açık ve
net bir biçimde söylemiyor, adamın başına bu belâ geldikten sonra söylemeye
çalışıyor, geçmiş olsun.
Veya meselâ bir delikanlı okuldan
kaydını sildirmeye karar vermiş veya işte falan okula kayıt yaptırmaya karar
vermiş onu bilen arkadaşı bu konuda onu uyarıp ona bildiklerini anlatmıyor.
Sakın bu okula kaydolma. Zira oradan alacağın bilgiler senin kulluğunu ters
yönde etkileyecek, orada kafana dolduracağın yığınlarla boş bilgiler yüzünden
kafanda vahye yer kalmayacak, o bilgilerle uğraşırken vahyi tanımana zamanın
kalmayacak diyerek zamanında onu uyarmıyor her şey bittikten sonra ona bunu
demeye çalışıyor geçmiş olsun.
O halde
karşımızdakinin anlayacağı bir dille; özel olarak, genel değil bizzat onu
ilgilendiren yönüyle açık ve net bir biçimde anlatmak zorundayız. Zira
anlatılacak konu özel değil de genel anlatıldığı zaman çoğu defa karşımızdaki
anlatılanlardan kendisine müncer olan bölümü ayırt edemeyebiliyor,
anlamayabiliyor. Anlatılanların
kendisini ilgilendiren yönünü kavrayamayabiliyor. Çok genel anlatımlardan ken-disine
bir ders çıkaramayabiliyor.
Meselâ
birine defalarca anlatsak. Evlenilecek kızda işte şu şu
özellikler bulunmalıdır. Şu şu özelliklere sahip
birisiyle evlenmek müs-lüman bir delikanlının hayatını çıkmaza sürükleyecektir,
kulluğunu ters yönde etkileyecektir gibi çok genel hatlarıyla birine defalarca
anlatsak sonra da bu delikanlı böyle birisiyle evlenip başına belâyı bulunca da
ona gördün mü? Benim dediğim doğru değil miymiş? Ben haklı değil miymişim? Dememiz
doğru olmayacaktır. Neden? Çünkü biz ona bu meseleyi anlatırken çok genel
hatlarıyla anlattık. Ona bu konuyu anlatırken konuyu özelleştirip sen bu kızla
evlenme demedik hiç bir zaman. O da bizim kendisine anlattığımız bu genel
ifadeler arasından kendisine müncer bölümü çıkaramadı. Böyle değil de karşımızdakinin
anlayabileceği bir dille özel olarak ona anlatacağımızı anlatmak ve onu çok
açık bir şekilde uyarmak zorundayız.
Evet yarın
biz Rabbimizin bize vadini hak bulduk siz de Rab-binizin size olan vadini hak
buldunuz mu? diyeceğimiz kâfirlere de bunu dünyada demek zorundayız. Dünyada
açık ve net bir biçimde bu kâfirleri yarın olup bitecekler konusunda uyarmak
zorundayız bu-nu unutmayalım. Evet mü’minler cennetlikler onlara böyle bir soru
so-runca bakın cehennemlikler de onlara şöyle cevap verecekler:
Diyecekler
ki evet. Kâfirler itiraf edecekler durumlarını. Nasıl itiraf etmesinler ki bu
azabın içinde bulunmaktadırlar. Nasıl kabullenmesinler ki iliklerine kadar bu
azabı hissetmektedirler. Zaten Rabbi-miz onların içinde bulundukları hayatı,
yaşadıkları korkunç azabı mü’-minlere de göstermektedir.
Sonra
aralarında bir grup ya insanlardan ya da meleklerden bir grup bir ezanla
seslenir. Nida edici bir nidacı bir müezzin aralarında seslenir. Bir müezzin
ezan okur ve der ki: Allah’ın lâneti zâlimler üzerine olsun. Allah’ın rahmetinden
uzak oluş, Allah’ın nimetlerinden uzak oluş rahmetten kovuluş zâlimlerin
üzerine olsun. Allah’ın lâneti kendilerini Allah’a kulluk makamından çıkarıp
başka konumlarda tutan müşriklerin ve kâfirlerin üzerine olsun. Çünkü en büyük
zulüm şirktir.
Zulüm; adâletin zıddıdır. Adâlet de bir
şeyi yerli yerine koymak yerli yerinde kullanmak demektir. İşte bu adamlar
kendilerini Allah’a kulluk makamında tutmaları gerekirken oradan koparıp ya
kendi kendilerine ya da Allah’tan başkalarına kulluk makamında tuttukları için
zulümlerin en büyüğünü işlemiş kimselerdir.
Peki acaba
bu adamların bu müşriklerin bu zâlimlerin ve kâfirlerin suçları neydi? Ne
yapmışlardı bu adamlar ki Allah’ın lâneti bunların üzerine olacaktı? Neden
rahmetten mahrum olacaklardı bu adamlar? Bakın bundan sonraki âyet-i
kerîmesinde Rabbimiz onların suçlarını, cürümlerini şöylece anlatmaya başlıyor:
45. “Ki onlar Allah yolundan alıkoyan, o yolun eğriliğini
isteyen ve âhireti inkâr eden zâlimleredir.”
Onlar kendileri yoldan
ayrıldılar. Allah yolundan çıktılar. İman yolundan, İslâm yolundan, Kur’an
yolundan, Allah yolundan ayrılıp çıktılar. Bu yoldan çıkmak demek o yolun
dışında hareket etmek de-mektir. Yemesiyle, içmesiyle, giyinmesi, kuşanmasıyla,
ticareti, eğiti-miyle, çoluğu çocuğu, sofrası, gecesi ve gündüzüyle, evlenmesi,
boşanmasıyla her şeyiyle bu yolun dışında hareket etmesidir.
Evet
kendileri Allah yolundan uzaklaştıkları gibi başkalarını da Allah yolundan
uzaklaştırdılar. Onlar Allah kullarını Allah’ın kitabından Resûlünün sünnetinden
uzaklaştırıyorlar. Allah kullarını Allah sisteminden Allah yasalarından uzaklaştırıyorlar.
Televizyonlarıyla, dergileriyle, gazeteleriyle, eğitim sistemleriyle, ekonomik
sistemleriyle, hu-kuk sistemleriyle, eğlenceleriyle, lüksleriyle her türlü
vasıtalarla Allah kullarının gündemlerini değiştirerek onları Allah yolundan
uzaklaştırıyorlar. İnsanların sırat-ı müstakîmlerinin üzerine oturuyorlar
onların cennete ulaşmalarını engellemeye çalışıyorlar. Aman duymayın, dinlemeyin
diyerek insanları Allah’ın dininden Allah’ın kitabından uzaklaştırmaya çalışıyorlar.
Dün Mekke
müşrikleri de aynı şeyi yapıyorlardı. Allah’ın kita-bından insanları
uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Kendileri dinlemiyorlar, dinletmiyorlardı.
Gürültü çıkararak engellemeye çalışıyorlardı, el çırparak engellemeye çalışıyorlar,
müzikle engellemeye çalışıyorlardı. Bakıyoruz bugün de zâlimler insanları
Allah’ın kitabından, Allah’ın di-ninden alıkoymak istiyorlar. Din eğitimini
yasaklamaya çalışıyorlar. Allah’ın kullarının Allah kitabını duymalarına engel
olmaya çalışıyorlar. Aman bu insanlar dinle tanışmasınlar, Aman bu insanlar
Kur’-an’la, kitaplarıyla tanışmasınlar diye insanlarla kitapları arasına engeller
koyuyorlar. O gün de bugün de din düşmanlarının yaptıkları şey budur. Bakın
Rabbimiz Âl-i İmrân sûresinde bir âyet-i kerîmesinde bu hususu şöyle anlatır:
"De
ki: "Ey kitap ehli! Allah sizin yaptıklarını görüp dururken Allah’ın
âyetlerini niçin örtbas etmeye çalışıyorsunuz? De ki: "Ey kitap ehli!
sizler doğru olduğuna şahitken niçin dini eğri büğrü göstermeye çalışarak mü'-minleri
dinlerinden çevirmeye çalışıyorsunuz? Allah asla yaptıklarınızdan gafil
değildir."
(Âl-i İmrân
98,99)
Evet diyor
ki Rabbimiz ey ehl-i kitap! Ey yahudi ve hıristiyan-lar! Ne oluyor size!
Nereden alıyorsunuz bu gücü? Kafa çalıştırıyor, şeytanlık yapıyor ve Allah’ın
âyetlerini örtmeye, örtbas etmeye ça-lışıyorsunuz. Allah kullarına Allah’ın
âyetlerini duyurmamaya çalışı-yorsunuz. Neden Allah’ın kullarını Allah yolundan
saptırmaya çalışı-yorsunuz? Neden Allah’ın dosdoğru dinini eğri büğrü göstermek
sû-retiyle insanları dinden uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz?
Evet dünün
kitap ehli de aynı şeyi yapıyordu. Bugünün ehl-i kitapları da kendilerinin bu
dinin mensubu olduklarını söyleyen, ama dinle diyanetle en küçük bir alâkaları
bulunmayan zâlimler de İnsanlar dinleriyle tanışmasınlar, kitaplarıyla buluşmasınlar
diye ellerinden ge-len her şeyi yapıyorlar, bütün propaganda imkânlarını
kullanıyorlar. Bakın dün de bugün de bu insanların yaptıkları şey şudur:
1- Önce
insanların dine girmemeleri için, insanların kitaplarıyla tanışmamaları için
ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. Dinle insanların arasına engeller
koyuyorlar. İnsanların dinlerine ulaşma imkânlarını kaldırıyorlar. Her taraftan
kapatıyor o yolu. Din eğitimini yasaklıyor-lar. İnsanların dinleriyle tanışma,
kitap sünnet duyma yollarını kapatıyorlar. Böylece insanlara dini duyurmayarak
onları Allah yolundan alıkoymaya çalışırlar. İnsanları dinlerinden kitaplarından
uzaklaştırmaya çalışırlar. İlk planda yaptıkları budur. Dine giden tüm yolları
ve imkânları kapatmak.
2- Ama buna
rağmen, bütün bu engellemelere ve aleyhte pro-pagandalara rağmen yine de
insanlar bu barikatları aşarak dine girmeye, kitaplarıyla tanışmaya muvaffak
olmuşlarsa bu sefer de bu adamlar dinde eğrilik büğrülük meydana getirirler.
Yâni o insanların önüne öyle bozuk bir din sunarlar ki bu dinin İslâm’la uzak
ve yakından hiç bir ilgisi yoktur. Yâni böyle hayata karışmayan, hayatta hiç
bir etkinliği olmayan, camiye veya vicdanlara hapsedilmiş, sadece sözden ibaret
bir din ya da hayatın bazı bölümlerine karışan, ama öteki bölümlerine
karışmayan, işte sadece törenlerde hatırlanan, salonlarda konuşulan ama onun
dışında hayatta hiç bir geçerliliği olmayan bir din sunarlar. Hukuka
karışmayan, eğitime karışmayan, kılık-kıyafete karışmayan, kazanmaya-harcamaya
karışmayan, hayatta hiç bir etkinliği olmayan resmi bir din.
Özellikle kendilerince
şekillendirip biçimlendirdikleri bu dini ders kitaplarına koyarlar ve işte din
budur diye insanlara bunu sunarlar. İnsanların kafalarını allak bullak ederler.
İnsanlar bu karmaşa içinde neyin Allah dini, neyin başkalarının dini olduğunu
anlayamaz hale gelirler. Ve böylece insanların dinlerini eğri büğrü yaparak
onları Allah dinine ulaşmaktan alıkorlar. Bunun neticesi olarak da insanlar
öyle bir din yaşarlar ki bu din Allah dini değil resmi ideolojinin şekillendirip
biçimlendirdikleri bir dindir. Evet şu anda acı acı
bunu seyrediyoruz. İnsanlar bir din yaşıyorlar ama bu din Allah’ın dini değil
resmi ideolojinin kendilerine dayattıkları bir dindir.
Bir din
yaşıyorlar ama yaşadıkları din eğri büğrü bir dindir. Meselâ Kur’an okumayı
bilmedikleri halde ona hürmet ettiklerini söylerler. Kur’an’ı evlerinin en
mutena köşelerine asmaya çalışırlar. Ken-dileri namaz kılmadıkları halde namaz
kılanları sevdiklerini söylerler. Meselâ yıl da bir mevlüd okutmayı, bir kaç
yılda bir hatim indirmeyi din sayarlar, dini yaşamış sayarlar. Oruç
tutmadıkları halde oruç tutanlara ikram etmeye çalışırlar. İslâm’ın çok üstün
bir din olduğunu, ancak geçmiş dönem insan hayatlarını tanzim ettiğini
söylerler. İyidir, güzeldir ama devri geçmiştir derler. Dinin her hangi bir
emri gündeme geldiği zaman tamam biz de yapmalıyız, biz de kılmalıyız, biz de örtünmeliyiz
ama şimdi zamanı değil. Zaman bulamıyoruz. Tamam ben de kitap ve sünneti
tanımak zorunda olduğuma inanıyorum. Kitap ve Sünneti tanımadan Allah’ın
istediği kulluğu yaşamanın mümkün olmadığını ben de biliyorum ama ne yapayım
vakit bulamıyorum derler.
Öyleyse
insanlara sunduğumuz dine çok dikkat etmek zorundayız. İnsanlara sunduğumuz din
Allah’ın dini mi yoksa kendi anlayışlarımızı din diye insanlara sunmaya mı
çalışıyoruz? Gerçekten insanlara sunduğumuz din Allah’ın kitabında ve
Rasûlullah’ın sünnetinde anlatılan din mi yoksa insanlar tarafından mecrasından
uzaklaştırılmış bir din mi? Kitap ve sünnete dayalı bir din mi anlatıyoruz
insanlara yoksa Anadolu kültürüyle şekillendirilmiş, insanlar tarafından bulanıklaştırılmış,
bir yığın safsata mı anlatıyoruz? Yâni din diye insanlara sunduğumuz âyet ve
hadisler mi yoksa bir yığın insan hayatı mı? Âyet ve hadislere dayalı net açık ve
kolay bir din anlatmak yerine bir yığın insan hayatlarıyla dini karmakarışık
bir hale mi getiriyoruz? bu konuda ciddi bir şekilde kendimizi sorgulamak
zorundayız.
Ve bir de
onlar âhireti küfrediyorlardı. Âhireti örtüyorlar, âhi-reti hesabı, kitabı gündemlerinden
düşürüyorlar, yaptıkları işlerin bir gün karşılığını göreceklerini
düşünmüyorlar, cürümlerinin şirklerinin küfürlerinin sümen altı edileceğine
inanıyorlardı. Bundan dolayıdır ki alabildiğine cesurca günahların üstüne,
üstüne gidiyorlar kendilerini isyanlardan engelleyecek hiç bir kayıt
tanımıyorlardı. Zaten âhirete hesaba kitaba inanmayan, âhireti gündemlerinden
düşürmüş insan-ların yapamayacakları yoktur yeryüzünde.
46. “İki taraf arasında bir perde ve burçlar üzerinde her
iki tarafı da simalarından tanıyan adamlar vardır; cennetliklere, " Size
selâm olsun" derler. Bunlar henüz girmeyen fakat cenneti uman
kimselerdir.”
Evet iki taraf arasında yâni
cennetliklerle cehennemliklerin arasında bir perde var. Evet toplandılar,
karşılıklı konuştular ve Rab-bimiz bu iki gurubun arasına bir set, bir perde,
bir hicap çekti. Bu ko-nu Hadîd sûresinin 13. âyetinde de anlatılır.
Araf’ta da her iki tarafı da simalarından tanıyan bilen adamlar
vardır. Evet Araf’ta bir kısım rical vardır ki bunlar her iki tarafı da cehennemlikleri
de cennetlikleri de yüzlerinden tanımakta. Tabii ki bu ikisinin yüzleri
simaları bir olmayacaktı. Cennetlik mü’minlerin yüzleriyle cehennemlik
kâfirlerin simaları elbette bir olmayacaktı. Bir taraf cennette Rablerinin
kendileri için hazırladığı gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, insanın
kalbinden bile geçiremeyeceği envai çeşit nimetlere ermiş, hûrilere kavuşmuş,
zevklerle kucaklaşmış olmanın sevinci içinde yüzleri parıl, parıl parlamaktadır,
öbür taraftakiler ise cehennemin dayanılmaz azapları ve işkencelerinin altında
iştahları kaçmış, yüzleri kederden kapkara kesilmiştir. Her iki tarafın da
içinde bulundukları ortam yüzlerine aksetmiştir. Bu yüzdendir ki A’râf’taki-lerin onları yüzlerinden tanımaları zor olmayacaktır.
Evet o Araf’taki adamlar her iki tarafı da yüzlerinden tanımaktadırlar.
Araf; ya
yüksek bir tepe anlamınadır. Ya da mârifet anlamına, irfan anlamına,
mârifetullah anlamına gelmektedir. Arapça’da genel de yerden yukarıya doğru
çıkan her yere, yâni yer yüksekliğine sahip olan her yere A’râf denilir.
Öyleyse bu bölge ya cennetle cehennem arasında böyle her iki tarafı da
görebilecek yüksekçe bir bölgenin bir tepenin adıdır. Bu yüksekçe bölgede bulunan
bir kısım insanlar var ve onlar hem cennetlikleri hem de cehennemlikleri rahat
bir şekilde görmektedirler. Bu Araf’takilerin kimlikleri konusunda iki görüş
vardır.
a: Ya
bunlar günahları sevaplarına denk olup amelleriyle ne cenneti ne de cehennemi
hak edememiş kimselerdir. Yâni ne iyi amelleriyle cenneti ne de kötü amelleriyle
cehennemi hak etmemiş insanlardır bunlar.
b: Ama
aşağıdaki âyetlerin gelişinden bunların kesin cennete gidecekleri anlaşıldığı
için bunların mârifete ermiş, irfan sahibi Peygamberler, şehitler ve sâlih
kimseler olduğunu da söyleyebiliyoruz. Yâni bu zatların kesinlikle Allah’ın
kendilerinden razı olduğunu bunun için de yüksek bir yerde, zirvede
bulunduklarını söyleyebiliyoruz. Çünkü Arapça’da horozun ibiğinin en yüksek
yerine “Urf” denilmektedir.
Evet Araf’takiler cennet ashabına
sesleniyorlar ve diyorlar ki: Esselâmu aleyküm! Ey Allah’ın cennetlik kulları!
Allah’ın selâmı üzerinize olsun! Allah’ın selâmeti, esenliği, rahmeti ve
bereketi sizlerin üzerinize olsun! Sizler selâmet ve esenlikte olunuz! Zaten burada
selâmet güvenlik ve esenlik sizin hakkınızdır. Dünyada zaten sizler Allah’ın
selâmeti üzere yaşadınız. Dünya Hayatınızda Allah’ın selâmı, Allah’ın selâmeti,
esenliği ve huzuru zaten sizinle beraberdi. Siz zaten dünyada Allah’ın silmine
girip Allah’ın İslâm’ıyla yaşadınız. Silme girdiniz, teslim oldunuz, Allah’ın
teslimiyet dini olan İslâm’a girdiniz, iradelerinizi, boyunlarınızdaki ipin
ucunu Rabbinize teslim ettiniz. Selâmete talip oldunuz, barıştan yana
esenlikten yana oldunuz. Allah’ın rahmetini, Allah’ın inâyetini, Allah’ın
esenliğini ve selâmetini hak edecek bir hayat yaşadınız. Bundan dolayıdır ki
şimdi burada da Allah’ın selâmı ve selâmeti sizin üzerinize olsun diyorlar.
Yâni sizler selâmet içinde, güvenlik içinde cennette yaşayın diyorlar. Ama:
Henüz kendileri o cennete girmemişler de ona tamah etmektedirler, arzu
etmektedirler. Çünkü bulundukları o yüksek makamdan cenneti ve cennetin
içindeki nimetleri görüyorlar, mü’minlerin nasıl bir nimet ve emniyet icre olduklarını
görüyorlar ve biliyorlar. Onları nimet icre gördükçe onların girdikleri ve
henüz kendilerinin girmedikleri cennete bir an evvel kendileri de girmek için
can atıyorlar tamah ediyorlar. Mü’minlerin girip de kendilerinin böyle bir
görev ifa etme adına henüz girdirilmedikleri ama girmeyi ümit ettikleri cennete
can atıyorlar. Sonra:
47. “Gözleri cehennemlikler yönüne çevrilince: Rabbi-miz!
Bizi zâlimlerle beraber bulundurma" derler.”
Bu A’râf ashabının gözleri,
cehennemlikler tarafına çevrilince. İfadeye dikkat ediyor musunuz? Bunların
yüzleri cehennemlikler tarafına çevrilince. Yâni bu adamlar cehennem tarafına,
cehennemlikler tarafına bakmak bile istemiyorlar. O taraftaki azabı, o taraftaki
ıstırabı ve sıkıntıları, insanların insanlıktan çıkmış vaziyetlerini ve
çektikleri azapları görmek midelerini bulandırmak bile istemiyorlar. Ama bir gerçeği
tespit için ya da melekler onların gözlerini o tarafa çevirince deniyor. Evet
gözleri o tarafa düşürülünce diyorlar ki bakın: Ey bizim Rabbimiz! Ey bizim
hayat programımızı belirleyen Rabbimiz! Ey bizim adına kulluklar yaptığımız,
yoluna gittiğimiz Rabbimiz! Aman ya Rabbi! Ne olur ya Rabbi bizi bu zâlimlerle
beraber kılma! Bizi bu mücrimlerle komşu yapma ya Rabbi! Bizi bu müşriklerle
aynı ortamda kılma ya Rabbi! Aman ya Rabbi bizi bu zâlimlerin cehennemine sokma!
Bizi cehennemliklerden eyleme diyerek Rablerine dua,dua yalvarıyorlar.
Peki demin
bu kimselerin Peygamberler ve sâlihler olabileceğini söylemiştik. Acaba
Peygamberler de derler mi bunu? Elbette onlar da derler. Zira biz biliyoruz ki
onlar da birer kuldur ve kul olarak onların da bir garantileri yoktur. Allah’ın
Resûlü bir gün buyurur ki: “Herkes hesaba çekilecektir.”
Sahâbe-i Kirâm efendilerimiz so-rarlar: Peki sen de mi ya Rasulallah?
Rasulullah efendimiz de: “Evet ben de” buyurur. Cennetin ve
cehennemin mutlak sahibi, mutlak güç ve kudret sahibi Allah karşısında elbette
Peygamberler de söylerler bunu, şehidler de, sâlihler de...
48. “Burçlarda olanlar, simalarından tanıdıkları adamlara
"Topluluğunuz, topladığınız mal ve büyüklük taslamalarınız size fayda vermedi.”
Evet yüzlerinden perişanlıklarını
okudukları insanlara diyecekler ki A’râf ashabı: Hani ne haber? Ne oldu size?
topladıklarınız, kibirlendikleriniz, müstekbirleştikleriniz size bir fayda
sağlamadı. Gururlarınız kibirleriniz bir işe yaramadı. Topladıklarınız siz kurtaramadı.
Sahip olduklarınız sizi müstağnî kılmadı.
Ne
toplamışlardı bunlar dünyada? Makam toplamışlardı, koltuk toplamışlardı, rütbe
toplamışlardı, dost avene toplamışlardı. Ev, araba, arsa toplamışlardı. Mark,
Dolar, Riyal toplamışlardı. Altın gümüş toplamışlardı. Sevgiler, saygılar
toplamışlardı. A.B.D seviyordu onları, A.T seviyordu onları, İ.M.F seviyordu.
Nefretler, buğzlar, kinler toplamışlardı. Sanatkâr resimleri toplamışlardı, maç
skorları toplamışlardı, film starları toplamışlardı. Sanat eserlerinin
fotoğraflarını toplamışlardı.
Bu Edirne Selimiye’nin el misali
göğe açılan minareleri, bu Aksaray’daki filan caminin eşsiz kubbesi, bu Denizli’deki
Akhan’ın abanoz mihrabı. Topladınız, biriktirdiniz koleksiyonlar yaptınız.
Kafaya yığınlarla bilgiler
topladınız. İşte a kare, be kare, ce kare, kurbağanın barsağı, Fujiyama
yanardağı, Everest tepesinin yüksekliği, filan ülkenin nehirleri, filan nehrin
debisi rejimi, filan ülke-nin iklimi veya işte filan şehrin plaka numarası,
falan sanatçının öz geçmişi daha,daha neler topladınız. Ama hani bu
topladıklarınız bir işe yaramadı ve sizi kurtarmadı diyecekler.
Hani
dünyada mallarınız vardı, makamlarınız vardı ve bu mallarınız makamlarınız
sayesinde dünyada beceremeyeceğiniz elde edemeyeceğiniz hiç bir şey yoktu.
İmkânlarınız güçleriniz sayesinde dünyada olmazı oldurabileceğizini
zannediyordunuz. Herkes sizin önünüzde diz çöküyor, boyun büküyordu. En açılmaz
kapılar sizin önünüzde açılıyor, en zor işler bile sizin önünüzde kolaylaşıyordu.
Mallarınız makamlarınız sayesinde ulaşamayacağınız hiç bir şey yoktu.
İşte sizler dünyadaki bu
konumlarınıza aldandınız da bu güçlerinizin öbür tarafta da sizi kurtaracağını
zannettiniz. Bu dünyada her şeyi halleden bizler öbür tarafta da elbette bir
çaresine bakarız dediniz. Hani o mallarınız, makamlarınız, güçleriniz,
saltanatlarınız ne işe yaradı? Cehennem azabından en küçük bir şey defedebildi
mi?
Kur’an’ın
başka yerlerinden biliyoruz ki bu adamlar itiraf ede-cekler. Hayır,hayır ne
paralarımız ve mülklerimiz bize hiç bir şey sağlamadı diyecekler. Gücümüz
kuvvetimiz de yok oldu. Eşimiz dostumuz da bizi terk etti hiç birisinden en
ufak bir yardım göremedik diyecekler.
Sonra yine
Araf’takiler onlara şöyle diyecekler:
49. “Allah'ın rahmetine erdiremeyeceğine yemin ettikleriniz
bunlar mıydı? diye seslenirler. Oysa Allah onlara şöyle der: "cennete
girin, size korku yoktur, sizler mahzun da olmayacaksınız.”
Cennete girmiş, Rablerinin
rahmetine ermiş garip müslüman-ları, Mustaz’afları göstererek diyecekler ki onlara
bunlar asla Allah’ın rahmetine erişemeyecekler. Dünyada küçük olanlar, dünyada
fakir olanlar asla Allah’ın rahmetine ulaşamayacak diyordunuz. Şu Bilaller, şu
Ammarlar mıydı o dedikleriniz? Allah Peygamber olarak bizim gibi makam
sahipleri mal mülk sahipleri dururken gönderecek insan bulamadı da bu yetime mi
gönderdi diye küçük gördüğünüz şu Peygamber mi rahmete ulaşamayacaktı? Hani
eğer bu dinde bir hayır olsaydı şu ayak takımından önce bu işe biz sahip
çıkardık. Bunlar bu konuda asla bizi geçmemeliydi diyerek bu garibanları küçük
görüyordunuz. Rahmet bize gelmeli, rahmete bizler onlardan ve herkesten daha
layığız diyordunuz.
Hani bakın bakalım kim ulaşmış
Allah’ın rahmetine? Kimler yerleşmiş cennete? Kimler o rahmetten uzak kalmış?
Kimler cehenneme yuvarlanmış? Bakın bakalım o küçük gördüğümüz insanların
cennetteki konumlarına. Bakın cennette gözlerin görmediği kulakların duymadığı
nimetler içinde zevki sefalarına. Ellerinde kadehler, etraflarında kendilerine
hizmet eden hûriler ve ğılmanlarla koltuklarına kurulmuş vaziyetlerine bir
bakın. Bakın onların cennetteki makamlarına da kim rahmete lâyıkmış kim lâyık
değilmiş anlayın diyorlar.
Evet
cennette ellerinde kadehleri yanlarında hûrileriyle koltuklarına kurulmuş bir
vaziyette müslümanlar da bu kâfirlerin cehennemde yanışlarını görecekler ve
onlara gülecekler, onlarla alay edecekler. Evet o alçaklar, o müstekbirler o
kâfirler dünyada o garibanlarla alay ediyorlardı. Dünyada tükürüklerini bile
lâyık görmüyorlardı o müslü-anlara. Dünyada tepeden bakıyorlardı alçaklar müslümanlara.
Sonra denecek ki onlara:
Girin
cennete, sizin için korku yoktur mahzun da olmayacak-sınız. Ne cehenneme gitme
korkusu ne de cenneti kaybetme üzüntüsü olmayacak artık sizler için. Yada dünyada
çektiğiniz sıkıntılar artık bitmiştir, şimdi artık sizin için korkusuz ve
üzüntüsüz bir hayat başlamıştır.
50. “Cehennemlikler cennetliklere, "Bize biraz su veya
Allah'ın size verdiği rızıktan gönderin" diye seslenirler, onlar da,
"Doğrusu Allah dinlerini alay ve eğlenceye alan, dünya hayatına aldanan inkârcılara
ikisini de haram etmiştir" derler.”
Bu bölümde
de cennetliklerle cehennemliklerin karşılıklı diya-logları anlatılıyor. Cennetlikler cehennemlikleri,
cehennemlikler de cennetlikleri görmektedir. Cenâb-ı Hak her iki tarafı da
birbirine göstermektedir. Daha önce cennetlikler cehennemliklere seslenmişlerdi.
Araya Araf’takiler girmiş, onların her iki tarafa da hitapları söz konusu olmuştu.
Şimdi de Araf’takilerin sözü bitince cehennemliklerin cennetliklere sözü
başlamış oluyor.
Evet
cehennemlikler cennetteki mü’minleri pınarlar başlarında hûriler eşliğinde,
ellerinde şaraplarla, birbirlerine girmiş, girift olmuş muz bahçeleri arasında,
çağlayanların ortasında, baldan ırmakların, sütten nehirlerin kenarlarında
zevki sefa içinde birbirleriyle kadeh alış verişlerini görünce bakın diyecekler
ki:
Ey
mü’minler! Ey Allah’ın rahmetine ermişler! Ey yaşamaya hak kazanmışlar! Ne
olursunuz, Allah aşkına şu içtiğiniz sularınızdan, şaraplarınızdan, şu içine
gömüldüğünüz rızıklarınızdan, ballarınızdan, sütlerinizden, şaraplarınızdan,
şerbetlerinizden, meyvelerinizden, üzümlerinizden, incirlerinizden,
muzlarınızdan, elmalarınızdan, portakallarınızdan, bıldırcınlarınızdan,
helvalarınızdan biraz da bizim tarafa gönderseniz, biraz da bizim tarafa
dökseniz olmaz mı? Yandık, öldük, bittik, mahvolduk diye yalvaracaklar.
Kolay
değil; gerçekten dayanılmaz bir azabın içindeler adam-lar. Bazen yakan bazen
donduran korkunç bir azabın içindeler. Gölge olarak yalnız dumanın
bulunabileceği, yiyecek olarak dari dikeni, irin, cehennemliklerin göz yaşları,
içecek olarak da hamim, maden eriyiği bulunabilen bir azap düşünün. Bir damla
suya muhtaç, bir gram oksijene hasret dayanılmaz bir azabın içindelerken
cenneti görüyorlar, cennetlik müslümanların nimetler içinde yüzdüklerini görüyorlar
ve yalvarıp yakarmaya başlıyorlar. Ne olur bu nimetlerinizden bizden ya-na da
gönderseniz diyorlar.
Mü’minler
diyecekler ki onlara:
Size onlar
haram kılındı. Allah bu yiyecekleri, bu içecekleri, bu rızıkları kâfirlere
haram kıldı. Dünyadayken sizler bu nimetlerden mü’minleri mahrum etmiştiniz.
Ele geçirdiğiniz şeylerin hepsinin kendinize ait olduğunu zannediyordunuz. Bir
türlü doymak bilmeyen bir tavırla mü’minlerin ellerindekileri de midenize
yuvarlama çabası içindeydiniz. Kan emmeye bir türlü doymuyordunuz. Dünyanın
nimetlerini sömürmek için savaşlar yapmıştınız. Emperyalist ve sömürgeci emeller
peşinde koşmuştunuz. İnsanların haklarına, insanların doğal servetlerine
ipotekler koymuştunuz. İnsanlara zulmetmiş, işkenceler yapmıştınız. Dünyada
insanların ölmesi, insanların aç kalması sizin için hiç önemli değildi. Yeter
ki bizim karınlarımız şişsin, yeter ki biz yiyelim, yeter ki biz doyalım
diyordunuz. Dünyada insanları bu nimetlerden mahrum bırakan sizlere Allah bu
nimetleri haram kılmıştır. Bizim bu nimetleri size verme hakkımız yoktur. Çünkü
Rabbimiz bunu bize yasaklamıştır diyecekler.
Evet
dünyada bu nimetler herkese serbesttir. Konumu gereği, imtihan gereği Rabbimiz
bu nimetlerini dünyada herkese sunmuştur.
Peki acaba
bu adamların bu mahrumiyetlerinin sebebi ne? Neden bu adamlara bu nimetler
haram kılınıyor? Bakın bundan sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz bunun sebebini
şöyle anlatıyor:
51. “Doğrusu Allah, dinlerini alay ve eğlenceye alan,
dünya hayatına aldanan inkârcılara ikisini de haram etmiştir" derler.
Bugünle karşılaşacaklarını unuttukları, âyetlerimizi bile bile
inkâr ettikleri gibi biz de onları unutuyoruz.”
Onlar dinlerini oyun ve eğlence
yaptılar. Dinlerini oyun ve eğlence kabul ettiler. Bir dinleri vardı, bir din
sahibiydiler ki bunlar o dini oyun ve eğlence konusu yaptılar.
Evet
dinlerini oyun ve eğlence edinen, dinlerini oyun ve oyuncak tutan dünya
hayatına verdikleri değeri dinlerine vermeyen, dünya hayatını dinlerine tercih
eden, dünyayı hedef bilip, dünyayı kıble edinip bütün plan ve programlarını
dünyayı kazanma adına yapan bu yüzden de dinleriyle ilgilenme imkânı bulamayan,
kitaplarıyla tanışma imkânı bulamayan, Peygamberleriyle tanışma imkânı
bulamayan kimselerdir bunlar. Dünyayı kıble edinen, dünyayı alıp da âhireti unutanlar,
dinlerini dünyalarına alet edenler, dinlerini dünyalarına yamayanlar, dünyayı
kazanmak için dinlerini malzeme olarak kullanan kimselerdir bunlar.
Çünkü dünya
hayatı aldatmıştır onları. Dünya ile aldanmıştır onlar. Nasıl bir aldanma? Onu
kendilerinin zannediyorlar. Dünyayı ebedî zannediyorlar. Bugün, bu güneş hiç
bitmeyecek, ölüm hiç gelmeyecek zannediyorlar. Dünyanın içindekilere meylederek
aldanıyorlar. Dünyanın konumu ve kuralları aldatıyor onları. Konumu gereği
dünyada hiç kimseye dokunmuyor Allah ya; işte böyle işledikleri naneler yüzünden
kendilerine dokunulmayınca dünyada Allah’ı atlattık zannediyorlar ve
aldanıyorlar. Ya da belki en belirgini dünyanın düzenine, dünyanın yönetimine
Allah’ı karıştırmayarak aldanıyorlar. Dünyanın yönetimini biz biliriz diye
aldanıyorlar. Ya da dünya onları oya-lıyor, dünya onların gözünde çok büyük değer
ifade ediyor da onlar dinlerini önemsemiyorlar.
Bunlar
dinlerini oyun ve eğlence yerine koyuyorlar. Öyle bir dinleri var ki bu adamların
kendilerine uyguladıkları dinleri farklı başkalarına anlattıkları din
farklıdır. Ya da böyle salonlarda konferanslarda konuşulan ama bir türlü
hayatlarında görülmeyen bir dinleri vardır onların. Tartışılan fakat amel
edilmeyen bir din. Konuşulan ama hayata aktarılmayan bir din. Vicdanlarda
hapsedilen ama sosyal hayata egemen olmayan bir din.
Veya sadece kendilerinin
müslümanlığını ispat söz konusu olduğu zaman ağızlarına aldıkları ama
hukukları, mirasları, eğitimleri siyasal ve ekonomik yapılanmaları, meslekleri,
kazanmaları harcamaları söz konusu olduğu zaman ağza alınmayan bir din. Camiye
karışan ama sosyal hayata karışmayan bir din. Evet dinlerini bu hale getiren,
onu oyun ve eğlence haline getiren kimselerdir bunlar.
Yahut da
dünya hayatı kendilerini aldatıp meşgul ettiği için dinlerinin gerçek
kaynaklarıyla tanışamadıkları için, Kur’an ve sünnetten habersiz kaldıkları
için kendilerine lehv ve laibi din kabul etmiş, oyun ve eğlenceyi
din zannetmiş insanlardır bunlar. Yâni eğer insanlar kendi indî mütalaalarını,
hocadan hacıdan, anadan babadan duyduklarını, radyodan televizyondan
duyduklarını, takvim yaprağından okuduklarını, toplumdan ve piyasadan
devşirdiklerini kendilerine din kabul ediyorlar ve bununla amel etmeye çalışıyorlarsa
lehviyyatı ve lağviyyatı kendilerine din kabul etmişler demektir Allah korusun.
Yâni oyun ve eğlenceyi kendilerine din kabul etmişler demektir.
Çünkü din; kişinin hayat
programının tümüdür. Din; kişinin kendisiyle, Rabbiyle ve insanlarla
münâsebetlerinin tümünü düzenleyen kanunlar ve kurallar mecmuasıdır. Tüm bunları
düzenlemek için neye ve kime müracaat ediyorsa kişi onun dininde demektir.
İşte böyle
dünyanın kendilerini aldatıp köleleştirdiği için dünya peşinde koşarken,
dünyalıklar peşinde koşarken dinlerinin temel kaynakları olan kitap ve sünnetle
tanışma imkânı bulamayan dinleriyle yakından tanışma zahmetinde bulunmayan ve
böylece oradan buradan devşirdiklerini kendilerine din kabul eden ve böylece
oyunu ve oyuncağı din zanneden kimselerdir bunlar.
Ya da
sadece boş zamanlarında dinle ilgilenenlerdir bunlar. Bugün ne? Cuma, bu ay ne?
Ramazan. Bu gece ne? Miraç kandili. Bu üç aylar, bu kırkıncı gecesi gibi
hatırlarına geldikçe dinle ilgilenirler. Boş zamanlarında dinle ilgilenirler.
Ama onların bazı programları vardır ki onları kimse bozamaz. O programlarına
kimse müdahale edemez. Meselâ saat üçte haydi falan yere din anlatmaya gidelim,
falan kimseye hadis anlatmaya, veya falan yerde tefsir dinlemeye gidelim dediğiniz
zaman, ya iyi de şu anda işim var, dükkanda hiç kimse yok, müşterilerin cıvıl cıvıl oynaştığı şu anda nasıl bırakıp giderim? Veya şu anda
okulda dersim başlayacak, bürom yalnız kalacak. Adamın bu programlarını kesinlikle
bozmak mümkün değildir. Bütün bu programlarından arta kalan zamanda dinle
ilgilenecek adam. Hayatını başka Rabler o kadar doldurmuş ki o Rablerin gaflet
edip dolduramadığı bölümde ancak dinle ilgilenecek adam. Haftada bir kere işte
gelip âyet dinleyecek, hadis dinleyecek hepsi o kadar.
Dünyaya ve
dünyalık işlere o kadar önem verirler ki dinleriyle ilgilenecek vakitleri
kalmamıştır. Tanıdığım bir kardeşin dükkanına gittim geçenlerde. Dedim ki gel
seninle biraz Bakara okuyalım. Kendin için çoluk çocuğun için çok iyi olur
dedim. Dedi ki vallahi hocam şu anda olmaz. Şu anda işim o kadar yoğun ki
vallahi başımı kaşıyacak vaktim yok dedi. Birkaç hafta sonra çarşıda rastladım
ona. Dedim ki hayrola nereye gidiyorsun? Dedi ki bilgisayar kursuna gidiyorum,
ne olur ne olmaz belki yarın lâzım olur diye öğrenmek istedim. Dedim ki ya eğer
bu kadar vaktin olduğunu bilseydim mutlaka seninle Bakara okumaya başlardım.
Çünkü bilgisayar belki lâzım olacak, ama vallahi Bakara sana mutlaka lâzımdır.
Hem dünyan için lâzımdır hem de âhiretin için lâzımdır. Hem kendin için
lâzımdır hem de çoluk çocuğun için lâzımdır.
Evet Bakara öğrenmeye zaman
bulamayan adamlar bilgisayar öğrenmeye vakit bulabiliyorlar. Ona verdikleri
ciddiyeti dinlerine vermiyor bu insanlar, ne garip değil mi? Hani Tirmizî de
Allah’ın Resûlü iki aç kurttan söz ediyordu:
"Bir
koyun sürüsünün üzerine salıverilen iki aç kurdun o koyun sürüsüne verdiği
zarar kişideki mal ve şeref hırsının onun dinine verdiği zarardan daha fazla değildir."
(Tirmizî
terc. 4/196)
İki aç kurt
düşünün. Önüne gelen her şeyi parçalayacak kadar, hattâ kendi hemcinslerine
bile saldıracak kadar açlıktan gözü dönmüş iki aç kurt düşünün. Bu iki kurt bir
koyun sürüsüne saldıracaklar bu sürünün ne hale geleceğini bir düşünün. İşte
bir kişide bulunan iki sıfatı Allah’ın Resûlü bu iki aç kurda benzetiyor.
Bunlardan birisi dünya hırsı, ikincisi de makam ve şeref hırsı. Adam tüm hayatını
bu iki şeye hasretmiş. Aman malım olsun, aman insanlar nezdinde şerefim olsun
diye çırpınmaktadır. İşte bir tarafta iki aç kurt diğer tarafta kendisinde bu
iki özellik bulunan bir insan. Mal hırsı, dünya hırsı ve insanların kendisini
takdir etmesini isteme arzusu, şerefinin artmasını isteme arzusu içinde
kıvranan bir insan. İnsanda bulunan bu iki arzu iki aç kurda bedeldir diyor
Allah’ın Resûlü.
İşte görüyoruz. Adamda öyle bir
mal kazanma hırsı var ki bugününü, yarınını, dününü, gecesini, gündüzünü, tüm
zaman ve mesaisini buna hasretmiş, buna vakfetmiş. Kendisini öyle bir vakfetmiş
ki dünyaya öyle bir satılmış ki, yada dünya onun boynuna öyle ğıl geçirmiş ki
adamın durup düşünecek, ilim öğrenecek, kitabını, dinini tanıyacak,
çocuklarının dini hayatıyla ilgilenecek, komşularının İslâmî dertleriyle
ilgilenecek bir tek saniyesi bile kalmamış. Yine bu adamda öyle bir makam,
koltuk, şeref, şöhret hırsı var ki insanlar beni konuşsunlar, insanlar beni takdir
etsinler diye yapamayacağı şey yoktur. Yapıştığı koltuğu terk etmemek için fedâ
edemeyeceği hiç bir şey yoktur.
Şimdi böyle bir adamın dininin ne
hale geleceğini varın siz düşünün. İki aç kurdun koyun sürüsüne vereceği zarar
bu adamın dinine vereceği zarardan daha büyük değildir diyor Allah’ın Resûlü.
Deplasman maçına gitme heyecanıyla kıvranan bir adamın, aynı heyecanla camiye
gitme derdiyle kıvranmıyorsa bu adamın dininin ne hale geldiğini siz düşünün.
Ev ev,
kapı kapı dolaşıp tencere reklâmı yapan ama aynı heyecanla
Allah’ın dininin reklâmını yapmaya koşmayan insanların varsa şâyet dinlerinin
ne hale geldiğini siz düşünün. Elbiselerine gösterdikleri titizliği,
arabalarına gösterdikleri hassasiyeti, akvaryumlarına ayırdıkları zamanı,
misafirlerine ikram konusunda, ya da kendileri mi-safirken ev sahibinden
bekledikleri titizliği dinlerine göstermeyen insanların dinlerinin ne hale
geldiğini siz düşünün. Cebindeki parayı ka-sasına aktarabilmek için sabahtan
akşama kadar müşterilerinin önünde iki büklüm olan insanların Rablerinin
huzurunda ona aynı şeyi yapmaktan kaçınıyorlar veya işte bir iki dakikaya
sığdırmaya çalışıyorlarsa bunların dinlerinin ne hale geldiğini varın siz düşünün.
Çocuğunun böbreği rahatsızlanınca
soluğu Ankara’da hattâ Avrupa’da alan adam eğer aynı heyecanla çocuklarının
inanç dünyasında meydana gelen rahatsızlıklar karşısında çocuklarını Allah’la
tanıştırma, Peygamberle tanıştırma çabası içine girmiyorsa bu adamın dininin ne
hale geldiğini siz düşünün.
Geçenlerde bir arkadaş çocuğunu
ameliyat ettirdi. Çocuğun durumu nasıl diye sordum. Hocam dedi çok şükür çocuk
kurtuldu. Hattâ bir de bunun için kurban kesmeyi düşünüyorum. Ben dedim ki
hayır kardeşim senin çocuk kurtulmadı. Onun bedenini kurtardın ama ruhunu
kurtaramadın dedim. Vücudunu kurtardın ama ruhu ve dini ölü o çocuğun dedim.
Evet iki aç
kurdun koyunları parça parça ettiği gibi insandaki bu
iki arzunun onun dinini parça parça perişan ettiğini
görüyoruz. Adam diyor ki arkadaş kesinlikle ben ütüsüz pantolonla dışarıya çıkamam.
Falan arabaya binemem! Bu benin şerefime yakışmaz! Ben böyle bir evde oturamamam!
Bu benim klasımı sarsar! Ben bunu misafirlerime ikram edemem! Zira bu benim
şerefimi lekeler. Çevrenin boynuna taktığı yafta düşüverecek de el âlemin
gözünde itibarım sarsılacak diye aklı başından gitmektedir adamın.
Evet işte
böyle dinlerinin temel kaynağı olan kitaplarına gereken değeri vermeyen, peygamberlerine
gereken saygıyı göstermeyen, dinlerinin ana kaidesi olan iman, ibadet, itikad
ve ahlâkî hükümleri tüm hareketlerinde ölçü olarak almayan, zekâttan
bahsederken önemsemeyen, zinadan, hacdan, namustan, iffetten söz ederken
bunları hiç de önemsemeyen, bunlar bir dönem yaşanmış, ama şimdi modası geçmiş
şeylerdir.
Veya işte bu hususlar toprağa
bağlı tarım ekonomisinde yaşayan cemiyet tiplerinde görülen şeylerdir. İffetten
tesettürden bahsederken tüm bunlar kadın hukukunu ihlâldir diyen, günlük hayatı
Allah’ın prensiplerine bırakmayan kimseleri bırakıverin ey müslüman-lar.
Bunlar
dinlerini asla ciddiye almazlar. Namazla televizyon tar-tılır da bunlar
nazarında televizyon ağır gelir. Yahu namaz geçiyor! Şu televizyonu kapasana!
Dendiği zaman hiç aldırış etmezler. Şu müziği dinleme! Beynine ve belleğine
zulmediyorsun dendiği zaman hiç aldırış etmezler. Yahu böyle konuşma karın boş
oluyor! Dendiği zaman hiç önemsemezler. Yahu bu namaz olmadı, hızlı kıldın,
yanlış okudun, yanlış yaptın dendiği zaman hiç önemsemezler. Yahu bu malı
müşteriye övme Allah Resûlü bunu men ediyor dediğiniz zaman hiç aldırış
etmezler. Fazla yalan söylüyorsun bu senin için azap sebebidir dendiği zaman
hiç aldırış etmezler. Hâsılı dinlerinin hükümlerine hiç önem vermezler.
Onların
bugünü unuttukları gibi biz de onları unuttuk. Onlar dünyada âhireti hesaba
katmadan bir hayat yaşamışlardı biz de bugün onları unutuyoruz diyor Rabbimiz.
Ne müthiş bir şey değil mi? Unutulmak, yüzüne bakılmamak, sözü dinlenmemek ve
ebedîyen azaba mahkum edilmek. Ne korkunç bir âkıbet. İşte bundan dolayı
unutuluyorlar, bundan dolayı nimetlerden mahrum ediliyorlar ve azaba lâyık
görülüyorlar.
Allah için
bu âyetler ışığında kendimizi bir daha kontrol edelim. Acaba din diye nelere
sarılıyoruz? Dinimizi nereden alıyoruz? Acaba ölülerin arkasından okunan hatimleri,
mevlüdleri din mi zannediyoruz? Particilik yapmayı din mi zannediyoruz?
Tarikatı din mi zannediyoruz? Eğer din diye insanlara bunları götürüyorsak
vallahi aldanıyoruz. Halbuki din Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetidir. Kendimiz
din diye bunlara sarılmak zorunda olduğumuz gibi insanlara da din diye bunları
götürmek zorundayız. Bir insan benim dinim var diyorsa, ben insanlara din
götürüyorum diyorsa Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini anlatmak
zorundadır.
Öyle değil de eğer insanlara din
diye siyaseti götürüyorsak, din diye particiliği anlatıyorsak, yahut da parti
düşmanlığını anlatıyorsak, insanlara din diye tarikatı anlatıyorsak bilelim ki
bunlar ne kitaptır ne de sünnettir. İnsanlara Allah’ın kitabını ve Resûlünün
sünnetini götürmek zorundayız başka çaremiz yoktur.
Bir de
bunlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı. Cuhd yâni böyle bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlardı.
Hani Tâhâ
sûresinde Rabbimiz öyle diyordu:
“Benim kitabından
yüz çeviren bilsin ki onun dar bir geçimi olur ve kıyâmet günü de onu kör
olarak haşr ederiz.”
(Tâ-hâ 124)
Evet
vahiyden yüz çeviren, vahiyle ilgilenmeyen, hayatını vahye göre düzenlemeye
yanaşmayan, Kur’an ve sünnete karşı nötr davranan kimseleri Rabbimiz bir geçim
darlığına düşürecek, sıkıntılı bir hayat yaratacak. Belki adamın parası pulu da
olabilir, başkalarına nazaran zengin de olabilirler ama hayatları kölelik ve
sıkıntı içinde olacaktır bunların. Mutlu olamayacaklar, huzur bulamayacaklar, hayatın
tadını alamayacaklar.
Bir de Rabbimiz diyor ki bunları kıyâmet
gününde ama olarak, kör olarak haşr edeceğiz. Bunlar diyecekler ki ya Rabbi!
Bizler dünyada kör değildik! O zaman Rabbimiz buyuracak ki evet öyledir, bizim
âyetlerimiz dünyadayken size geldi de onları unutmuştunuz, onları yok farz
etmiştiniz onları görmezden gelmiştiniz, hayatınızı bu âyetlere göre düzenlememiştiniz
sizler de işte aynen bunun gibi bugün burada cehennemin bir köşesinde
dayanılmaz azapların kucağında unutulacaksınız. Sizin orada azabın içinde kıvrandığınızı
hiç kimse görmeyecek, hiç kimse ilgilenmeyecek buyuracak.
Evet
alçakların dünyada gözleri vardı ama kullanmıyorlardı. Kulakları vardı,
kalpleri vardı ama kullanmıyorlardı.
52. “Andolsun ki Biz onlara bir
Kitap getirdik, inanan bir millet için yol gösterici ve rahmet olarak onu bilgiyle
uzun uzun açıkladık.”
Evet halbuki biz ona bir kitap
getirmiştik. Peygamberlerimiz vasıtasıyla biz onlara bir mesaj ulaştırmıştık.
Her dönemde yollarını bulsunlar diye, hayatlarına onunla çeki düzen versinler
diye onlara birer hayat programı göndermiştik. Hem öyle bir kitap ki soru sormalarına,
şaşırıp kalmalarına mahal bırakmayacak biçimde, başka hiç bir şeye muhtaç
olmayacakları biçimde her şeyi açık açık onda anlatmıştık.
Her şeyi bir bilgiye göre tafsil etmiştik. Her şeyin en ince te-ferruatına kadar ayrıntısını
vermiştik o kitapta. İnsanlara her konuda yol gösterecek, insanları dünyada
huzur ve saadete, hidâyete, kulluğa ve sonunda cennete ulaştıracak net bilgiler
vardı o kitaplarda.
Bir de o kitap:
İman
edenler için rahmettir, rahmet kaynağıdır. Bu kitap Rahmân ve Rahîm olan bir
kaynaktan gelmektedir. Bu kitap Rabbinizin Rahmân ve Rahîm sıfatlarının tecellisidir.
Yâni bu kitabını Rabbiniz size mahza rahmetinin gereği olarak indirmiştir. Size
merhamet ettiği, size acıdığı için, sizin yeryüzünde ne yapacağınızı bilmez bir
vaziyet-te bocalamanıza razı olmadığı için rahmetinin gereği olarak Rabbiniz
size bu kitabı vasıtasıyla kendi bilgisini indirmiştir. Eğer Allah size
merhamet buyurup da bu kitabı vasıtasıyla kendi bilgisini indirme-seydi sizler
karanlıklar içinde ne yapacağınızı bilmez bir vaziyette ka-lırdınız.
Allah
kitabını indirmiştir elinizin altında olsun diye, size yakın olsun diye, siz
sürekli onunla beraber olasınız diye, siz ondan istifade edesiniz diye, ona
tutunarak yol bulasınız, onunla çölde yol bulasınız, ona tutunup çukurdan kurtulasınız
diye. Allah sizi muhatap kabul edip merhametinden dolayı kendi kelâmını sizin
elinizin altına indirirken sakın sizler onu hep kaldırmadan yana olmayın. Yâni
o kitap sürekli elinizde olsun, sürekli elinizin altında bulunsun. Siz de
indirin onu hayatınıza. Siz de indirgeyin onu hukukunuza, siz de indirgeyin onu
eğitiminize, kazanmanıza harcamanıza, siyasal yapılanmanıza, tüm hayatınıza,
tüm beşerî ilişkilerinize.
Unutmayın
ki Allah’ın kitabına karşı saygı, ihtiram onu gerek kendinizin, gerekse inanların
ulaşamayacakları yükseklerde tutmak, onu hayattan uzaklaştırmak değildir. Öyle
olsaydı elbette Allah onu mele-i a’lâ’dan, yüceler yücesi bir makamdan bu alçak
dünyaya indir-mezdi. Ne oluyor, yoksa Allah’ın indirdiğini kaldırmaya mı
çalışıyorsunuz?
Peki acaba
ellerinin altında Allah’tan gelme böyle bir kitapları olduğu halde bu insanlar
niye bu kitabı görmezden geliyorlar? Neden Allah’ın kitabından istifade etmek
istemiyorlar? Neden Allah’ın kendilerine açtığı bu rahmet kapısından
faydalanmak istemiyorlar? Yoksa:
53. “Kitabın haber verdiği sonuçtan başka bir şey mi bek-liyorlar?
Sonuç gelip çattığı gün, önceleri onu unutmuş olanlar, "Rabbimizin
Peygamberleri şüphesiz bize gerçeği getirmişti, şimdi bize şefaat edecek var mı
ki şefaat etsin, yahut geriye çevrilsek de işlediklerimizin başka türlüsünü
işlesek" derler. Doğrusu kendilerini mahvetmişlerdir, uydurdukları şeyler
onları koyup kaçmışlardır.”
Yoksa onlar bu kitabın
kendilerine haber verdiği ve ısrarla kendilerini uyardığı sonun, sonucun gelmesini
mi bekliyorlar? Yoksa bu adamlar kıyâmetin gelip başlarında patlamasını mı
bekliyorlar? Azabın bütün şiddetiyle kendilerine gelmesini, geberme zamanlarının
gelmesini mi bekliyorlar? Ne zaman anlayacaklar bu insanlar gerçekleri? Ne
zaman akıllarını başlarına devşirecekler bu adamlar?
Ama onun
sonucu geldiği zaman, kıyâmet geldiği zaman ondan önce bu kitapla diyalogu
kesenler, bu kitabı unutup hayatlarında gündeme almayanlar, bu kitabın istediği
bir hayatı yaşamayanlar diyecekler ki ey Rabbimiz elçilerin şüphesiz ki bize
hakkı getirmişti. Elçilerin bizi hakla tanıştırmıştı. Heyhat ki bizler
elçilerin getirdiği mesajla ilgilenmedik. Gururumuz galebe çaldı da senin kitabınla
diyalog kurmadık. Senin hayat programınla ilgilenmedik. Kendi hayatımızı
kendimiz belirlemeye kalkıştık. Kitabından habersiz bir hayat yaşadık. Şimdi
acaba bize bir şefaat edecek var mı ki bizi bu sonuçtan kurtarsın. Bir şâfi var
mı ki bize şefaat etsin diyecekler, dövünecekler, pişman olacaklar, af
dileyecekler, günahlarını itiraf edecekler, ama onların bu pişmanlıkları
kendilerine asla bir fayda sağlamayacak. Geçmiş olsun. Bunu bu dünyada
diyecektiniz. Bunu bu imtihan alanında anlayacak, kabullenecek ve hayatınıza bu
kabule göre yaşayacaktınız. İmtihan bittikten sonra, iradeleriniz bittikten
sonra zorunlu olarak anlama, bilme ve kabul etme ortamında böyle bir iman
iddianızın size hiçbir faydası olmayacaktır.
Dünyada iken eteklerine
yapıştıkları, kurtarıcı bildikleri tanrıları ve tanrıçaları de kendilerine her
hangi bir fayda sağlamayacak. Bunu da anlayınca diyecekler ki ya Rabbi keşke
dünyaya bir daha geri döndürülsek de önceki işlediklerimize bir daha dönmesek.
Dünyaya tekrar döndürülsek, bize bir fırsat daha tanınsa da önceki günahlarımızdan
uzaklaşıp senin istediğin hayatı yaşasak. Ya Rabbi ne olur bizi dünyaya bir
daha geri çevir de sana asla şirk koşmayalım. Yapay tanrılar tanrıçalar
edinmeyelim. Kendi hayat programımızı kendimiz belirlemeye çalışmayalım. Senin
gönderdiğin kitabını ve elçilerini örnek alalım diyecekler ama artık onlar için
dünyaya bir daha geri döndürülme hakkı kalmamıştır.
Gerçekten bunlar kendi
kendilerini mahvetmişler, fırsatlarını imkânlarını kötüye kullanmışlar,
sermayelerini kaybetmişler, kendi kendilerine yazık etmiş kimselerdir. Kendi
kendilerini cehenneme, azaba sürüklemiş kimselerdir. Allah berisinde
uydurdukları yapay tanrıları ve tanrıçaları da onları koyup kaybolmuşlardır,
kendilerine en küçük bir fayda sağlayamamışlardır. Hepsi de onları terk edip kaçıp
gitmişlerdir. Zaten kendilerine bile bir fayda sağlama gücüne sahip
olmayanların onlara bir fayda sağlamaları da mümkün değildir. Orada herkes
kendi başının derdine düşmüştür.
54. “Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan ve arşa
hükmeden, gündüzü durmadan kovalayan
gece ile bürüyen; güneşi, ayı, yıldızları, hepsini buyruğuna baş eğdirerek var
eden Allah'tır. Bilin ki yaratma da emir de O'nun hakkıdır. Âlemlerin Rabbi
olan Allah Yücedir.”
Allah iman ve istikâmet sahibi
ecdadımızdan, selefimizden razı olsun. Rabbim onların taksiratlarını affetsin.
Onlar bize dini anlatmışlar. İmam Ebu Hanife, İmam Şafiî, İmam Mâlik, İmam
Ahmed İbni Hanbel ve diğerleri Kurana müteallik meseleler üzerinde içine nüfuz
edebilmek için öylesine yürümüşler, öylesine titizlik göstermişler ki aylarını
yıllarını vermişler.
Kimileri de
bu konularda yâni müteşabih konularında çok gereksiz ve lüzumsuzluklarla
uğraşmıştır. Meselâ Rabbimiz burada bir altı gün dedi. Allah gökleri ve yeri
altı günde yarattı buyurdu ya tamam demişler ve almış yürümüşler. Acaba nedir
ki bu altı gün? Allah arş dedi, acaba nedir ki bu arş? Nasıl olur arşı istivâ?
Nasıl olur göklerin ve yerin altı günde yaratılması? Diye uzun uzun tartışmışlar. Bu gereksiz ve lüks tartışmalar
sonucunda işte Mürcie çıkmış, Müşeb-bihe çıkmış, Mücessime çıkmış. Birisi şöyle
demiş, ötekisi böyle demiş ve yıllar yılı bu kavgalar sürüp gitmiş. Bu lüzumsuz
kavgalar sonucunda kimileri dinden çıkıp gitmiş, kimileri boş şeylerle iştigal
etmiş.
Halbuki bu
konuları, müteşabihat ediğimiz konuları fazla de-rinleştirmeden bütünlüğü
içinde anlamak ve kabul etmek zorundayız. Bu konularda, bu âyetlerde önüyle sonuyla
bütünlük lâzımdır. Önce ne dedi Allah? Cennet dedi, cennetlikler dedi,
cennetliklerle cehennemliklerin durumlarını anlattıktan sonra bu âyete geldi.
Dedi ki Rab-bimiz Allah gökleri ve yeri altı günde yaratan ve arşa hükmedendir.
Bunu derken Rabbimiz bu altı günü araştırın demiyor veya arşı araştırın, ne
olduğunu ne olmadığını bulun, bilin, anlayın demiyor Rab-bimiz.
Meselâ yine
A’râf sûresinde ilerde gelecek:
“En güzel
isimler Allah'ındır. O'na o isimlerle dua edin. O'nun isimleri konusunda
eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.
(A’râf 180)
Evet burada
esmâsından söz ederken Rabbimiz bunları araştırın, bunların ne mânâya geldiğini
bilin bulun demiyor. Ya ne diyor? Bunlar Allah’ın isimleridir binaen aleyh
bunlarla dua edin diyor. Eğer duanızın konusu bir günah konusuysa “Ya Ğaffar” diyerek,
eğer bir rızık konusuysa “Ya Rezzak” diyerek Rabbinizin bu isimleriyle Ona dua
edin diyor.
Burada da
öyledir. Bakın Rabbimiz buyurur ki sizin Rabbiniz olan, sizin hayatınızı
düzenleme gücüne, bilgisine ve hikmetine sahip olan, sizin üzerinizde
hâkimiyet, otorite ve yetki sahibi olan Allah, sizin üzerinizde Kahhâr olan Allah
gökyüzü ve yeryüzünü altı günde yaratmıştır sonra da arşı istivâ etmiştir.
Bu altı gün
nasıl bir gündür bunu bilmiyoruz. Yâni şu bizim bildiğimiz 24 saatlik bir gün
değildir bu. Çünkü Rabbimizin gökler ve yeri yarattığı o dönem ne gün vardı ne
de güneş. Çünkü bizim şu an-da bir gün dediğimiz zaman dilimi dünyanın kendi
çevresinde dönüşüyle alâkalı bir zaman dilimidir.
Burada bir
de sadece göklerin ve yerin yaratılışından söz edilmektedir. Halbuki kâinatın
tümünün yaratılmasıyla onun bir parçasının yaratılması arasında Allah için
herhangi bir fark yoktur. Çünkü Allah için bir zerrenin yaratılışıyla kâinatın
gerçeği aynıdır.
Evet
dünyanın kendi çevresinde dönüşüne bir gün denirken, güneşin kendi çevresinde
dönüşü olan bir yıla da bir gün “yevm” denilmektedir. Diğer gezegenler için bir
günün yevmin miktarını bilmi-yoruz. Bir de dünyanın yaratıldığı andan itibaren kıyâmetin
kopacağı güne kadar ki zamana bir gün denilmiş. Kıyâmetin kopuşundan sonraki
âhiret gününe de bir gün denilmiştir. Yevm’üd dünya ve yevm’ül âhireti. Bir de
Meâric sûresinde anlatılan melek günü vardır ki bu da elli bin yıldır. Ve işte
bir de burada anlatılan yaratılış günü vardır ki bunun mahiyetini bilmiyoruz.
Öyleyse şu
kadarını söyleyelim yevm izâfîdir. Acaba insan oğlu içinde bulunduğu bu izâfî
yevmi aşıp da yaratılış yevminin içine girebilir mi? Allah isterse olmaz diye
bir şey yoktur. İşte Rasulullah efendimizin hayatında gerçekleşen Mi’râc olayı
veya Hz. Süleyman (as)’ın hayatında gerçekleşen göz açıp yumacak kadar kısa bir
zamanda Belkıs’ın sarayının getirilmesi veya meselâ rüya olayı da belki
öyledir. Çünkü Allah’tan gelen ruh asla madde ile sınırlı değildir.
Evet bu
altı gün konusunda da Rabbimizin arşı konusunda da arşı istivâ etmesi konusunda
da fazla bir bilgimiz yoktur. Arş; sakf mânâsına bir yerin en yükseği, en üstü,
en zirvesidir. Veya arş kralların oturduğu tahtın lâzımı olan mülk ve
saltanattan kinayedir. Hani şu tabir kullanılır: “Zelle arşuhu” Onun arşı
(mülkü) yıkıldı. Mülkü yerinde olduğu ve hâkimiyeti devam ettiği zaman da: “İsteva
ala arşihi” denir. Arş bir kralın tahtına oturması demektir ama böyle cismani
bir oturuş değil hükümdarlık sıfatıyla muttasıf olması demektir. Yâni hükümdarlık
taht sayesinde değil tahtın hükümdar sayesinde ikâmesi anlatılır.
Bir de dikkat ederseniz “İsteva
maal arş” değil “İsteva alel arş” dır. Yâni Allah arşla beraber oldu
değil, arştan üstün oldu, arşa hük-metti
anlamınadır. Çünkü “İsteva” karar kılmak, tek düze olmak, yüksek olmak, yüce
olmak, istila etmek, hâkimiyeti altına almak ve kaplamak anlamınadır.
Rabbimiz
zaman ve mekândan münezzeh iken acaba bu âyetiyle neyi kastediyor. Burada
imanımız gereği diyebileceğimiz en doğru ve en güzel söz şudur: Rabbimiz bu âyetiyle
neyi kastettiyse odur. Bu konuda te’vile gerek de yoktur, imkânımız da yoktur.
Çünkü bu tür âyetler müteşabih âyetlerdir ve bizim bu konularda bilgimiz
olmadığı için aynen inanıyoruz. İnanıyoruz ki Rabbimiz arşı istivâ etmiştir.
Ama bu istivânın ne demek olduğunu, keyfiyetinin ne olduğunu bilmiyoruz.
Birisi İmam
Mâlik efendimize istivâdan sormuş, “keyfe” demiş. İmam Mâlik efendimiz bir
müddet sustuktan sonra vücudundan müthiş bir ter boşanır ve der ki: “İstivâ
malum, keyf ise gayri makuldür. Buna iman vacip, sual ise bid’attir”
Bize
yönelik olarak şu kadarını söyleyelim. Allah haydir. Allah tüm kâinata
hükmedendir. Allah tüm kâinatta sözü geçendir. Hris-tiyanların dedikleri gibi
Allah gökleri yeryüzünü altı günde yarattı da sonra yedinci günü yorulup
dinlenmeye çekilmiş değildir. Aristo’nun ve Aristo yolunun yolcularının,
demokratik kafaların dedikleri gibi dün-yayı yaratmış sonra da ne haliniz varsa
görün, nasıl isterseniz öylece yaşayın, ben dünyayla ilgilenmiyorum diyerek köşesine
çekilmiş, dünya işini bize bırakmış değildir Allah. Hayata karışandır hayata
hükmedendir Allah. Tüm kâinatta hükmü geçendir Allah. Çünkü yaratılış
bitmemiştir. “Kün” emriyle her an yaratılış devam etmektedir. Şu anda yaratılanlar
Allah tarafından yaratılmakta, şu anda da tüm eylemlerimizi yaratan Allah’tır.
Yine bundan
anlıyoruz ki materyalistlerin iddia ettikleri gibi âlem kadîm değildir
hadistir. Bir defada yaratılmış değil, muhtelif lahzalarla yaratılmaktadır.
Eğer def’aten yâni bir defada yaratılmış olsaydı dünkü âlem olmazdı. Hayden
meyyit, meyyitten hay, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat, babadan
evlât, anadan oğul olmazdı. Veya şu andaki halkın şu andaki yaratılışın imkânına
delil ol-mazdı o zaman. Yâni birimiz diğerinin yaratılışına şahit olamazdık ve
âlem kadîm zannedilirdi.
Gündüzü durmadan kovalayan, gece ile
bürüyen; güneşi, ayı, yıldızları hepsini buyruğuna baş eğdirerek var eden
Allah’tır. Bilin ki yaratma da emir de O'nun hakkıdır. Âlemlerin Rabbi olan
Allah Yücedir. Evet geceyi de gündüzü de yaratan, geceye de gündüze de hükmeden
O dur. Gece de gündüz de Allah’a, Allah’ın yasalarına boyun bükmüş iki âyettir.
Güneşi, ayı ve yıldızları da O Allah kendi buyruğuna baş eğdirmiştir.
Peki
gece ve gündüz Rablerinin emirlerine boyun bükmüşlerken, güneş, ay ve yıldızlar
Allah’ın yasalarına teslim olmuşlarken siz kime teslim oluyorsunuz? Sizden
milyarlarca kere daha büyük olan bu varlıklar Allah’a boyun bükmüşlerken,
Allah’ı dinliyorlarken siz kimi dinliyorsunuz? Bütün bu varlıklar hayat
programlarını Rablerinden alırlarken, bir an bile Rablerine isyan edemezlerken
siz hayat programlarınızı kimden alıyorsunuz? Bütün bu varlıklar Allah’ınken
siz kiminsiniz?
Yoksa
sizler yaratıcı olarak Allah’ı kabul ediyor da hayata ka-rışıcı olarak Onu
reddetmeye mi çalışıyorsunuz? Tamam göklerin de yerlerinde, göktekilerin de
yerdekilerin de yaratıcısı Allah’tır ama bu Allah bizim hayatımıza karışmaz mı
demeye çalışıyorsunuz? Biz hayatımızı bildiğimiz gibi yaşarız, ya da bizim
hayatımıza karışacak başka Rablerimiz başka tanrılarımız var demeye mi
çalışıyorsunuz? Allah bizim hayatımızı bilmez mi demeye çalışıyorsunuz? Gökleri
yaratan, göktekilere hükmeden, yerleri yaratmaya güç yetiren Allah sizin hukukunuzu
hiç bilmez mi? Sizin eğitiminizi bilmez mi? Sizin sosyal, ekonomik ve siyasal
yapılanmalarınızı hiç bilmez mi? Halbuki yaratan da O dur, yarattığını idare
etmesini bilen de O’dur. Yaratan da O’dur yarattığının hayat programını
belirleyen de O’dur. Yaratan da O’dur Rab da O’dur.
Hani var mı Ondan başka böyle
yaratıcı birileri? Geceyi gündüzü yaratan, geceye gündüze söz geçiren, güneşe,
aya ve yıldızlara hükmedebilen birileri var mı? Varsa tamam onlara da kulluk
edin. Onlara da minnet duyun, onların arzularını da yerine getirin. Halbuki Allah’tan
başka hiç kimsenin bu konularda gücü ve kuvveti yoktur. Göklerin ve
göktekilerin işlerini düzenlediği gibi yerdekilerin işlerini de düzenleyen Allah’tır.
Öyleyse sadece Allah’ı dinlemek zorundayız. Sa-dece Rabbimize kulluk etmek
zorundayız. Hayat programımızı sadece Rabbimizden almak zorundayız.
Çünkü
Rabbimizin şanı çok yücedir. O tüm eksik sıfatlardan münezzehtir. Kâfirlerin ve
müşriklerin dedikleri gibi O Allah hiç bir za-man gökleri ve yeri yaratıp
onların idarelerinden âciz kaldığı için ondakilerin idarelerini başkalarına
havale etmiş değildir. Böyle bir iddia Allah’a hâşâ noksanlık ve zayıflık izâfesidir
ki Rabbimiz böyle şeylerden fersah, fersah uzaktır. Öyleyse:
55. “Rabbinize gönülden ve gizlice yalvarın. Doğrusu O
aşırı gidenleri sevmez”
İşte böyle bir Rabbe gönülden ve
gizlice dua edin. Böyle bir Rable iletişim içine girin. Daraldığınız zaman,
çıkmaza girdiğiniz zaman, bunaldığınız zaman, sıkıntıya düştüğünüz zaman
isteyeceklerinizi Ondan isteyin. Problemlerinizi O na havale edin. Çözümü Ondan
isteyin ve bekleyin. İrtibatınız sürekli Onunla olsun.
Kur’an-ı
Kerîm biliyoruz ki Rabbimizin kelâm sıfatının tecelli-sidir. Allah’ın Resûlü
Efendimiz de bu kelâmın bize ulaştırılmasında vasıtadır. Rabbimiz merhameti
gereği, rahmeti gereği kitabı vasıtasıyla dünyada ne yapacağımızı, nasıl
davranacağımızı, nasıl bir hayat yaşayacağımızı kurallar halinde bize bildirmiştir.
İnsanı insan etmenin, insanı mutlu etmenin kuralları diyoruz bunlara.
Âdem ve
nesli dünyaya gelmiş. Peki bu varlık geldiği bu hayatta ne yapacak? Nasıl
yaşayacak? Nasıl bir hayat programı takip edecek? Onların bocalamalarına imkân
vermeden Rabbimiz hemen vahyini gönderir. Ve Rabbimiz yeryüzünü bir an bile
vahiysiz bırak-maz. İnsanlar buna lâyık mıdır değiller midir buna hiç bakmaksızın
sürekli Rabbimiz vahyini gönderir.
İşte
insanın dünyada hayatını tanzim adına, amel etmesi adına gelmiş bir âyet, bir
kural.
Rabbinize
dua edin gönülden ve gizlice. Rabbimiz rahmetinin eseri olarak bizim kendisine
dua etmemizi istemektedir. Başka bir âyetinde Rabbinizin esmâsıyla Rabbinize
dua edin buyurur. Yâni dualarımızın kabul yöntemini de gösterir bize. Başka bir
yerde “Deki felakın Rabbine sığınırım...” Bazen de peygamberler ve
sâlih mü’minler şöylece dua ederler, şöylece dua ettiler diyerek bize dua
modelleri öğretir.
Dua,dua
edileni büyük tanımak, büyüklük mevkiine oturtmak, büyüklüğünü, gücünü kuvvetini
kabul etmektir. Dua acziyetin ifadesidir. Dua âcizin, güçsüzün güçlüye teslimiyetinin
ifadesidir. Öyleyse dua eden kişiyi bu duası Allah’ın her an Rabbi ve koruyucusu
olduğu ve bu Rabbi karşısında her an ona muhtaç olduğu şuuruna götürecektir.
Öyleyse
Rabbimize dua edeceğiz. Ama bakın burada Rab-bimiz duanın usulünü de öğretiyor
bize. Gizlice ve yalvarıp yakararak dua edeceğiz. Kendi küçüklüğümüzü, kendi
fakirliğimizi, âcizliğimizi, çaresizliğimizi, mahcubiyetimizi Rabbimizin de
büyüklüğünü, zenginliğini, güçlülüğünü itiraf ederek dua edeceğiz. Bir de
gizlice dua edeceğiz. Bağırıp çağırarak dua etmeyeceğiz. Sanki Allah bizim
istediklerimizi vermek zorundaymış gibi bir pozisyonda bağırıp çağırarak dua
edilmez. Çünkü biliyoruz ki:
1- Allah
bize bizden, bize her şeyden daha yakındır. Bize şah damarımızdan daha yakındır
Allah.
"Biz
insana şah damarından daha yakınız."
(Gâf 16)
Âyeti bunu
anlatır.
Buna göre madem
ki Allah bize bu kadar yakındır o halde:
a: Allah’a
dua ederken onu uzakta bilip, işitmez zannedip ba-ğırıp çağırmanın, hoplayıp zıplamanın anlamı yoktur.
Nitekim birilerinin böyle yüksek sesle, bağırıp çağırarak dua ettiklerini gören
Allah’ın Resulü:
"Sizler
sağıra ve gaibe dua etmiyorsunuz. Her halde işiten ve yakın olan birine dua ediyorsunuz."
Buyurmuştur.
b: Madem ki
Allah bize bizden ve herkesten yakındır, o halde duada birilerinin aracılığına
ne gerek var? Aracı kullanmaya da gerek yoktur. Bir kere Rabbime ben kendim
bizzat dua edebilmeliyim. Birilerinin gölgesinde, vasıtasında dua ederek
şahsiyetimin ezilmesine, silinmesine gerek yoktur. Bundan sonra kime boyun
eğecek de mümin? Kimden korkacak da? Kime sığınacak da? Allah kendisine o kadar
yakın ki; ya Rab! Dediği anda telsizsiz, telefonsuz, aracısız anında duyan bir
Allah’la karşı karşıyaysa mü'min aracılara ne gerek var da. Hiç kimse kişiye
Allah kadar yakın olmadığına göre aracılar kullanarak şirke düşmesinin de
anlamı kalmamıştır.
İşte illâ
da efendim aracılara ihtiyaç vardır, baksanıza bir mü-dürün yanına bile
aracılar kullanarak yaklaşılmaktadır diyenler galiba Allah’ı insan gibi
düşündüklerinden şirkin daniskasını gerçekleştirmektedirler. Tamam belki müdüre
birileri vasıtasıyla yaklaşılabilir, ama Allah, o müdür gibi gafil biri değil
ki. Evet dua edeceğiz, davetiye göndereceğiz Rabbimize ama dâvetiyenin üzerine
başkalarının ismini yazmayacağız.
2- Günahsız
bir ağızla dua etmeye çalışmalıyız. Allah’ın Re-sulü Tirmizi’de:
"Kişi
günah işleyip sılayı rahmi kat etmedikçe, ve de acele etmedikçe Allahu Teâlâ
onun duasını Reddetmez."
Buyurur.
Helâl gıda çok önemlidir dua için.
Allah’ın
Resulü bir adamdan söz eder. Adam Allah için yollara düşmüş. Cihada, sefere
çıkmış, ilay-ı kelimetullah adına çıkmış, Allah’a dost kazandırmak, tebliğ
yapmak, emri bil maruf yapmak için veya savaşarak Allah düşmanlarının işini
bitirmek üzere yola çıkmış. Bu yolda büyük sıkıntılar çekmiş, büyük zorluklara
katlanmış, yüzü gözü toza toprağa batmış ve bu haldeyken el kaldırıp: "Ya
Rab! Ya Rab! Diyerek Allah’a dua ediyor, bir şeyler istiyor Allah’tan.
Çocukları için istiyor, ülkesi için istiyor, memleketinde ittifaktan dem
vurarak is-tiyor, devlet istiyor, düzen-dirlik istiyor Bosna’dakiler,
Çeçenistanda-kiler için istiyor, istiyor. Ama Allah’ın Resulü buyuruyor ki bu
adamın yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haram, özü haram, sözü
haram nerede kaldı Allah bunun duasını kabul edecek.
3- Duada
bir de acele etmeyeceğiz. Allah’ın Resulü:
"Sizden
biriniz acele etmedikçe Allahu Teâlâ duanızı kabul buyurur."
Duada acele
etmek, dua ettim de Allah kabul etme-di demektir.
(Buhârî,
Müslim)
Dua ile
istenen ihtiyacın karşılanması hemen de olabilir, bir müddet sonra da olabilir,
bazen de istenen şey âhirete kalabilir. Bazen de bizim hakkımızda hayırlı olan
şey bizim istediğimizin dışında bir şey de olabilir. Öyleyse olmadı! Dua ettim
de kabul edilmedi! Diye acele etmeyelim Allah istediği zaman istediği biçimde
bizim duamızı kabul edecektir. Ve bazen bizim daha çok dua etmemizi istediği
için Rabbimiz istediğimiz şeyleri geç verebilir. Bu durumda kesinlikle ümitsizliğe
düşmemeliyiz. Değilse yâni Allah’ın mülkü yanında bizim istediklerimiz ne kadar
olabilir de? Bütün dünya insanlığı birleşse, herkes isteyebileceğinin en son
sınırını istese Allahu Teâlâ’nın mülkünden bir şey eksilir mi? Öyleyse bizim
istediklerimizi geciktirmesinin sebebi bizim biraz daha dua ederek kulluğumuzu
artırmamızı istemesinden başka bir şey değildir.
4- Şurası
da unutulmamalıdır ki:
"Dua
bir ibadettir."
(Ebu Dâvûd,
Tirmizi, İbni Mâce)
5- Dua
ederken Allah’tan istenmesi gereken, istenmesi caiz olan şeyleri istemeliyiz.
Harika, mûcize, nübüvvet ve haramları istemek gibi caiz olmayan şeyleri
istemeyeceğiz.
6- Oruçlu
dua etmeye çalışacağız. Hele hele iftar vakti yapılan
duanın reddedilmeyeceğini söyler Allah’ın Resulü:
"Oruçlunun
iftar vakti yapmış olduğu duası mutlaka kabul olur."
"İftar
zamanı oruçlunun duası reddedilmez ."
Yine Ebu
Hureyre’nin rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resulü şöyle buyurur:
Üç kimsenin duası asla reddedilmez.
1- Âdil
devlet reisinin duası.
2- İftar edinceye kadar oruçlunun
duası.
3- Zulme uğrayan mazlumun duası.
Bu üç kişinin duasının asla reddedilmeyeceğini anlatıyor Allah’ın Resulü.
Evet Allah
bizden dua etmemizi istiyor. Duaya o kadar önem verelim ki öyle bir dua hayatı
uygulayalım ki artık bizim hayatımız hep dua olsun. Yâni Allah’la ilişkimizi
hiç kesmeyelim. Çünkü dua sürekli Allah’la ilişki içinde olmaktır. Her zaman
ona dua edelim. Hem de is-teklerimiz meşru olduğu sürece utanmadan isteyelim
ondan. Bu da istenir mi? Demeyelim. İstenilen kim? Allah. Yâni anamız değil, babamız
değil, ağamız, patronumuz değil. Üstelik biz yalvardıkça bizi seviyor.
Biz ona
yöneldikçe o bizim kendisine yönelmemizden mem-nun oluyor. Öyleyse hemen
yalvaralım, hemen yakaralım. Karnımız acıktı yalvaralım, susadık yalvaralım,
ayakkabımız kayboldu yalvaralım, ayakkabımız bulundu yalvaralım, sıkıntımız var
yalvaralım, cennet istiyoruz yalvaralım, cehennemden korkuyoruz yalvaralım, yal-varalım,yalvaralım...
Ve
Kur’an’daki dua modellerini de iyi belleyelim. Kur’an’daki dua modelleri
yanında bir de Resulü Ekrem Efendimizin dua usullerini, ezkarını iyi
belleyelim. Bizim toplumun en büyük hastalıklarından biri de duayı bilmemeleridir.
Gerçi mekânik bir hayatımız var. İşte imam bize namazı kıldırırken duayı bile
biz ona yaptırırız ve biz arkasında amin deriz. Yâni şimdi duayı bir başkasına
ettirip ben de arkasından amin dedikten sonra benim dua yeteneğim kayboluyor demektir.
Hacca gidiyor müslümanlar, başlarında birileri var duayı ona yaptırıyorlar.
Kişi kendisi yapmalı aslında duayı. Hani İsrâil oğullarının hastalığıdır bu.
Ağzı kurumuş sanki insanların da kendileri dua ede-miyor hep başkalarına dua
ettirmeye çalışıyorlar. Aslında müslüman kendi duasını kendisi yapmalıdır. Ya
Rabbi! Bana özgürlük ver! Ya Rabbi bana hürriyet ver! Ya Rabbi benim ülkeme
dirlik düzenlik ver! Ya Rabbi bana cennet ver! Diyemez mi bunu müslümanlar? Elbette
herkes söyleyebilir bunu, ama yine de alışmış insanlar ille de birileri dua
edecek onlar da amin diyecekler garip bir şey.
Allah
korusun da Hristiyanlıkta olduğu gibi namazını birileri kı-lıverecek, orucunu birileri tutuverecek, hatmini,
Kur’an’ını birileri oku-yuverecek, duasını birileri yapıverecek, haccını
birileri yapıverecek tamam. Hristiyan dünyada olduğu gibi birileri papaz olacak
ötekiler ümmî olacaklar, günahı oldu mu onun yerine para verecek, namazını kılamadı
mı onun yerine para verecek birileri hallediverecek Allah korusun da böylece
din kaybolup gidecektir. Halbuki dua bizim Allah’la ilişkimizi sağlayan ve hiç
bitmeyen, tükenmeyen bir ibadettir. Dua etmeyi bilmeyen kişi kullukta yapamaz.
İşte namaz bir duadır, hac bir duadır. Evet duanız da olmasa Rabbiniz sizi ne
yapsın?
56. “Düzeltilmişken, yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.
Allah'a korkarak ve umutla yalvarın. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyi davrananlara
yakındır.”
Evet
ıslahından sonra, yeryüzünü Rabbiniz ıslah ettikten sonra da orada düzeni
bozmayın. Yeryüzünde fesat çıkarmayın. Kitaptan vahiyden uzaklaşmak sûretiyle,
kitabın dediklerinin dışında bir hayat yaşamak sûretiyle yeryüzünün düzenini
dengesini bozmayın diyor Rabbimiz.
Peki düzen
bozmak ne demektir? Düzen ne demektir? Bu ko-nuda tek cümleyle özetlersek:
Allah’ın düzen dediği şey düzendir, düzensizlik dediği de düzensizliktir. Düzen
ya da düzensizlik, fesat ya da sulh, ifsat ya da ıslah.. Bunlardan biri
mü'minin tavrı, diğeri de münafığın tavrıdır. Veya değişik söyleyelim:
Bunlardan biri imanın sonucu, diğeri de küfrün sonucudur. İnancın gereği olan
amel, ameli sâ-lihtir. İmansızlığın gereği olan amele de ameli gayri sâlih
denir.
Fesat;
Islahtan sonra yapılan şeydir. Yâni fesat; bozmadır, düzeni bozmak demektir.
Allah: Ben arzı ve ondakileri düzenledikten sonra sakın onu bozmayın diyor.
Allah düzenlediği arzda bir vakte kadar bizim oturmamızı istemiş ve onun ıslahı
ve fesadından bizi sorumlu tutmuştur.
Öyleyse
işimiz küfür ve şirk değil iman, isyan değil itaat, bozmak değil yapmak,
ihtilal değil intizam, zulüm değil adâlet, fesat değil ıslahtır. Allah arzı
yarattı düzene koydu, Âdem’i ve soyunu gönderdi. Âdem (a.s) dünyaya geldiği
zamanlar düzen devam ediyordu dünyada.
Meselâ bir
eve yeni bir gelin gelir. Evin sahibi ona bir düzenden söz eder: Bu minder
burada olmalı! Bu sürahi buraya konmalı! Buraya ekmek konmamalı sofra şuraya serilmeli!
gibi. İşte gelin bu denenler konusunda öyle yapmalı ve düzeni bozmamalıdır. Ama
bu gelin denmeyenler konusunda da serbesttir ya. İşte Cenâb-ı Hak da Hz. Âdem
(a.s)'a yeni getirdiği bu evde bir kısım düzenlerden söz etti: Kan dökmeyin!
Adam öldürmeyin! Zina etmeyin! Küfretmeyin! Münâfıklık etmeyin! Namaz kılın!
Oruç tutun! buyurmuş ve böylece yeni geldikleri bu evin düzenini bildirmişti.
Bir süre yeryüzünde Allah’ın koyduğu bu düzene riâyet edildi. Ama Hz. Âdem’in
oğlu Kabil bu düzeni bozuverdi. Adam öldürdü. Sonra her düzen bozulduğu dönem
Allah Peygamber gönderdi bu bozulanlara çeki düzen vermek için. Bir Nûh
gönderdi düzeldi ama arkasından yine bozuldu. Sonra bir Peygamber daha gönderdi
düzeldi arkasından yine bozuldu yine Peygamber gönderdi. Sonra Hz. Îsâ’yı ve en
sonra da Hz. Muhammed (a.s)'ı gönderdi. İslâm’dan sonra özellikle bu iş
geçerlidir. Çünkü artık başka Peygamber gelmeyecektir.
Yeryüzünde
Allah’ın koyduğu düzenini bozmak demektir. Allah’ın isteklerinin dışına çıkmak,
Allah’ın istediklerinden farklı yaşamak demektir ve bu münâfıkların işidir.
Dönüyoruz
şimdi kendimize: Elektrik kabloları, lavabo muslukları da dahil olmak üzere
evimizdeki tüm eşyaları sokağa dökelim. Evi yeniden düzenlemek için yeniden yerleştirelim.
Eğer İslâm o yerleştirmeye düzen demiyorsa bozgunculuk demektir bu. Yâni İslâm
onlara ihtiyaç demiyorsa, tamam bu da olmalı! Bu da ihtiyaçtır! Evde bu da
bulunmalı! demiyorsa, biz Allah’a ve Peygambere sorarak düzen yapmadığımız için
bizimki de bozuk demektir ve biz de düzen bozucuyuz demektir.
Çocuğumuza
aktardıklarımız, kendi kafamıza yerleştirdiklerimiz eğer Allah ve Resulüne
sorulmadan yapılmışsa biz de düzen bozuyoruz demektir. Biz de ifsad
edenlerdeniz demektir. Kafamızı şöyle bir keselim içindekileri bir masanın üzerine
boşaltalım ve çağıralım kitap ve sünneti. Diyelim ki ya Rabbi, ya Rasulallah
işte ben bilir bilmez bütün bunları doldurmuşum kafamın içine ama anladım ki
bunu size sormadan yapmışım şimdi pişman oldum. Bunlardan lâzım dediklerinizi,
kalsın dediklerinizi tekrar koyacağım ve gereksiz bulduklarınızı atacağım!
desek acaba neler kalır oraya koyabileceğimiz bir düşünün. Bu Allah’ın verdiği
kafanın düzenini bozmak değil de nedir ya? Ama kendi arzumuzla kafamıza
yerleştirdiklerimizi kastediyorum tabii. Yoksa biz istemeden gardiyanların
okuduklarından öğrendiklerimiz değil tabi. Hani gardiyanlar sürekli bir şeyler okurlar
da mahkumlar da mecburen öğrenirler ya o
ayrı. Ben onları kastetmedim.
Soralım
Rasûlullah’a: Ya Rasulallah bilir bilmez bir sürü şey yerleştirmişim ben bu
kafaya gel şunları yeniden bir yerleştirelim! diyelim. Nerede kullanacağımıza
göre yerleştirmeliyiz ama. Meselâ adam Bakara öğreniyor para kazanmak için,
Âl-i İmrân öğreniyor do-çent olmak için, Nisa öğreniyor kitap yazmak içinse bu
da bozuk düzen olacaktır elbette.
Bunun
dışında meselâ şehri yeniden düzenlemek için başa geçirelim birini veya adam
işte okulda düzen için kurallar koyuyor, fabrikada kurallar koyuyor, evde
kurallar koyuyor düzen için. Eğer Allah onun koyduğu kurallara düzen demiyorsa
bizim koyduğumuz kurallara düzen demiyorsa o zaman biz de düzen bozuculardanız
de-mektir Allah korusun. Meselâ hanımın şöyle davranması için bir kural
koymuşuz. Eğer buna İslâm düzen demiyorsa düzen bozmadır bu. İstediğimiz kadar
düzen diyelim. Perdenin şeklini şöyle yaptın, döşemenin biçimini böyle yaptın,
eğer İslâm buna izin veriyorsa tamam. Değilse efendim burada kastedilen itikadî
düzensizlik değil mi yâni? Bu anlattıklarınızla ne ilgisi var? Filan diyorsanız
iyi de her amel bir imandan kaynaklanmıyor mu? Yâni yeryüzünde görüntülenen bir
bozukluktan bahsediliyor burada. Amele dönüşmüş bir bozuk inançtan bir bozuk
imandan söz ediliyor âyet-i kerîmede.
Yâni fesat
kişinin hayatında görüntülenen bozukluğudur. Meselâ ikinci kat mesabesinde bir
ev yapıyordu sahabe de Allah’ın Resulü razı olmuyordu buna. Çünkü imanın dışta
görüntüsüydü bu ve düzeni bozmaktı.
Veya Hz. Ömer Efendimiz şehir
planının kurallarını koyuyordu ve kim onu bozarsa bozguncu oluyordu tabii.
Demek ki biz bulunduğumuz bölgenin düzenini Allah’a sorup yapacağız. En küçük
biriminden en büyük birimine kadar. Meselâ kazanma ve harcama düzenimizi,
cüzdan düzenimizi Allah’a sorup yapacağız. Aksi takdirde biz de bozguncuyuz
Allah korusun. Meselâ insanın eğitiminde düzen ke-sinlikle Allah’a sorulmadan
yapılmamalıdır. Birileri bir düzen koymuş ortaya ve demişler ki işte efendim
önce şunlar şunlar öğretilmelidir, önce şunlar şunlar okunmalıdır. Eğitimde şunlar şunlar
önceliklidir. Eğer bütün bunlar Allah’a ve Resulüne sorulmadan yapılıyorsa, Allah’ın
öncelik tanıdıklarını sonraya almak şöyle dursun, adına bile izin verilmiyorsa
bozmadır bu. Evet böyle yeryüzünde düzen bozucular olmayın.
Sonra korku
ve ümit arasında Rabbinize dua edin. Rabbinizin dayanılmaz elim cehenneminden
korkarak azabına düşmekten ürpererek ve de cennetini, rahmetini ümit ederek
Rabbinize dua edin. Rabbimize korku ve ümit içinde dua edeceğiz. Çünkü
biliyoruz ve iman ediyoruz ki Rabbimiz Ğafururrahimdir ama aynı zamanda Şe-did’ül ikabdır da. Rabbimiz
cennet sahibidir ama bir de öyle bir ce-hennemi var ki onu kimse dolduramayacaktır.
Yâni sanki bir tek kişi gidecek oraya ve o giden de sanki biziz. Rabbimizin cennetine
de sanki bir tek kişi gidecek ama sanki o biziz. Yâni öyle bir Allah’a inanacağız
ki o Allah Rahmândır, Rahîmdir, Gafurdur, affedicidir, yer dolusu, gökler
dolusu günahlarınız da olsa affedecek, cennette siz razı oluncaya kadar size
verecek bir Allah ama cehennemi de olan, Cebbâr olan, Kahhâr olan, Mütekebbir
olan bir Allah.
Evet
işte duamız tavrımız bu ikisinin arasında olacak. Ne o ağır basacak ne bu ağır
basacak. İşte bizden böyle bir tavır isteniyor. Rabbimizin cehenneminden
korkacak tir tir titreyecek ve cennetine karşı da
içimizde bir tamah bir arzu olacak. Yâni cennet, cehennem hep gözümüzün önünde
duracak. Sonra bilelim ki bilin ki Allah’ın rahmet ve merhameti muhsinlere çok
yakındır. Allah’ın rahmeti muh-sinlerle beraberdir.
Zaten
bu hale gelen kişi sürekli kendisini kul, Allah’ı Rab makamında bilen,
kendisini âciz Rabbini büyük bilerek ona dua eden, Rabbinin cennetini umarak ve
cehenneminden ona sığınarak yaptığı amellerini onun huzurunda ve ona lâyık
yapmaya çalışan bir kişi ihsan makamında olan bir kişidir ki o Allah’ın
rahmetine hak kazanmıştır. Allah’ın rahmeti o kişiye yakındır.
Evet ihsan Allah’ı
görüyormuşçasına Ona kulluk yapmaktır. İhsan her an Allah huzurunda olduğunun
şuurunda olmaktır. İhsan hayatı Allah için yaşamaktır. Allah kitabında
kendisinden nasıl bir kul-luk istiyorsa öylece yaşayan kişi muhsindir. Yâni
sürekli Allah kontrolü altında olduğunu unutmadan bir hayat yaşayan ve
yaptıklarını Allah’a lâyık yapmaya çalışan kişi muhsindir. Tüm hayatında
Allah’ı hesaba katan, O’nun kulu ve kölesi olduğunun bilincinde olan kişi
muhsindir.
Bunu elde etmenin yolu da sürekli
Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti rehberliğinde bir hayat yaşamaya bağlıdır.
Öyleyse bizler de Allah adına ve Allah’ın istediği biçimde yaşayalım ki
Rabbimizin rahmeti bizimle beraber olsun. Değilse Rabbimizin rahmeti olmadan da
hiç bir zaman cennetin yolunu bulamayız.
57. “Rahmetin önünde müjdeci olarak rüzgarları gönderen
Allah'tır. Rüzgarlar, yağmur yüklü bulutları taşıdığında, onu ölü bir memlekete
gönderir, su indirir ve onunla her türlü ürünü yetiştiririz; ölüleri de bunun
gibi diriltip, çıkarırız; belki bundan ibret alırsınız.”
O Allah ki
rahmetinin önünde rüzgarları müjdeci olarak gönderir. Rüzgar rahmet yüklü,
yağmur yüklü ağır bulutları yüklenir sonra biz onu ölü bir araziye sevk ederiz
de oraya su indiririz. Ve o su sayesinde de yeryüzünde her türlü meyve ve
sebzeleri çıkarırız. İşte ölümünden sonra gönderdiğimiz rahmet kaynağı suyla
ölü arazileri dirilttiğimiz gibi sizden ölmüşleri de böylece diriltiriz. Ölü
kalplileri de böylece vahyimizle diriltiriz. Belki düşünür de ibret alırsınız
diye bunları size anlatıyoruz diyor Rabbimiz.
Evet yağmur
yağmadan önce bakıyoruz ki yağmurun önünde müjdeci olarak tatlı ve serin bir
rüzgar eser. Biz bu rüzgardan anlarız ki Rabbimizin rahmeti geliyor.
Evet işte
Rabbimizin bize sunduğu âyetleri. Yeryüzü tanrılarının tanrıçalarının hiç
birisinin elinin değmeyeceği, değemeyeceği, hiç kimsenin müdahale imkânı
olmayan âyetler. Bulut âyeti, yağmur âyeti ve rüzgar âyeti. Sonra Rabbimizin
emriyle bunlar vasıtasıyla yeryüzünde oluşan bitkiler meyveler ve sebzeler âyetleri.
Var mı Allah’tan başka bunlara
söz geçirebilen? Haydi bu insanlar gökten bir damla su indirsinler. Haydi bu
tanrılık iddiasında bulunanlar yeryüzünde bir tek ot bitirsinler. Gökten fazla
değil sadece bir tek damla indirsinler, bir tek varlık yaratsınlar. Mümkün mü?
İsterse bütün dünya birleşsin bir damla su bile indiremeyeceklerdir. Bu âyetin
alternatifi olarak tüm yeryüzü birleşseler bir tek âyet çıkaramazlar.
Burada
yağmur için rahmet kelimesini kullanmış Rabbimiz. Çünkü tüm yeryüzü
varlıklarının ihtiyacı vardır ona. Onsuz yeryüzünde hayat mümkün değildir.
İnsanlar
ümitlerini kesip ümit inkisarına uğradıktan sonra üzüntüden çatlamış dudaklarına,
çoraklaşmış gönüllerine ve yine o nispette çoraklaşmış arazilerine önce insanların
yüzlerini güldürecek rahmet ve bereket müjdecisi rüzgarları gönderdiğini sonra
da hemen arkasından da yağmur indirdiğini anlatıyor Rabbimiz. İnsanların ümitlerinin
kesildiği ve çaresizlikten kıvrandıkları bir anda Rabbimiz Rahmetini
indiriveriyor. Ve Rabbimizin bereketli yağmurları yeryüzüne in-meye başlayınca,
Rabbimizin mübârek dudağı yeryüzünü öpmeye, bereketli eli yeryüzünü sıvazlamaya
başlayınca da hemen birdenbire
yeryüzünün çehresi tablosu değişiveriyor. Ümitsizlik içinde kırışmış yüzler
birden bire gülmeye başlamış, yağmursuzluk yüzünden çatlamış toprağın yüzü gülmüş,
kupkuru kurular yeşermiş, hayat gelmiş, her türlü meyveler, her çeşit bitkiler
oluşmuş, hem kullarının yüz çizgileri hem de toprağın yüzünün çizgileri değişmiş
ve insanlar sevince gark olmuşlardır.
Kur’an’ın başka
bir yerinde Rabbimiz şöyle buyurur. Görürsün ki toprak kupkurudur. Hiçbir hayat
emaresi yoktur. Meselâ bir çöl düşünün veya bir buzul düşünün veya işte bir kaç
metre don bir yer düşünün. Ama biz rahmetimizle o kupkuru toprağa gökten suyu
indirdiğimiz zaman o toprağın titrediğini, kabardığını, toprağın canlanıp hayat
için harekete geçtiğini görürsün. Şüphe yok ki ona hayat veren, onu böylece ölü
iken dirilten Allah elbette ölüleri de işte böylece diriltir. İndirdiği
yağmurla ölü toprağı dirilten Allah aynen bunun gibi indirdiği vahiyle de ölü
kalpleri diriltir. İndirdiği vahiyle Rabbimiz ölülerden diriler çıkarır,
kâfirlerden mü'minler oluşturur. Ya da öldükten sonra kıyâmet günü insanları,
sizleri öylece diriltip yeniden hayat verecek-tir. Şüphesiz ki o her şeye Kâdirdir.
Yâni iradesini her neye tevcih buyurmuşsa o anında vücuda geliverir.
Âyetin
devamında buyurur ki Rabbimiz işte aynen bunun gibi, indirdiğimiz suyla, su
âyetimizle ölü arazileri nasıl diriltiyorsak ölümünüzden sonra sizleri de
böylece dirilteceğiz. Belki ibret alırsınız diye bunları size anlatıyoruz.
Tabi burada
Rabbimizin anlattığı diriltme hem ölmüş insanları kıyâmet günü diriltmesi hem
de dünyada iken vahiy sayesinde ölmüş kalpleri diriltmesi anlamına gelecektir.
Öyleyse hem kendimizi hem de çevremizdeki insanları Allah’ın âyetleriyle
diriltmek zorundayız. Allah’ın âyetlerini hem kendimize hem de çevremize
duyurmak zorundayız. Karşınızdaki adam ne kadar da katı kalpli, ne kadar da mu-annit birisi olursa olsun yağmur âyetiyle ölü ve kupkuru
bir araziyi dirilten Allah’ın Kur’an ayetleriyle de ölü kalpleri dirilteceğine
inanmak zorundayız.
Evet
Rabbimizin bu âyetlerini, hem de çevremizden, çok ya-kınımızdan bize sunduğu bu
âyetleri hiç bir zaman unutmadan ya-şayacağız. Bu âyetler sürekli bizim gündemimizde
olacak ve sürekli Rabbimize haşyet duyacağız. Bu âyetlerle birlikte bu
âyetlerin sahi-bine itaat içinde bir hayat yaşayacağız.
Ama
bakıyoruz ki bugün insanlar tüm bu âyetleri kapatıyorlar gündeme getirmiyorlar,
örtüyorlar, örtbas ediyorlar, kamufle ediyorlar ve kendi âyetlerini gündeme
getirmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorlar. Korkunç bir
gelişme, müthiş bir gelişme, müthiş bir buluş. İşte gökyüzüne çıkıyoruz,
yeryüzüne iniyoruz sihirbazlık numaralarıyla insanlığın gözlerini büyülemeye
çalışıyorlar. Böylece gerçek âyetler gündemden düşürülmüş, şeytan âyetleri her
tarafı kaplamış ve sonunda da insanlar kendi kendilerine ibadet eder olmuşlar.
Kutsiyet insana ait olmuş, üstünlük insana izâfe edilir olmuş. Halbuki hiçbir
konuda tek yetkileri bile yoktur bu insanların.
Bakıyorsunuz
rüzgarlar bir o tarafa gidiyorlar, bir bu tarafa gi-diyorlar. Bir anda
yerdeler, bir de bakmışınız ki gökyüzüne çıkmışlar. Bütün bunlar kimin emriyle
oluyor? Gök ve yer tanrıları onlara söz geçirebiliyorlar mı? Yoksa ekonomik,
siyasal tanrılar, egemenlik bi-zim diyenler mi? Veya ruhaniler mi bu işi
yapıyorlar? Rüzgarları onlar mı hareket ettiriyorlar, bulutları onlar mı
hareket ettiriyorlar? Bitkileri onlar mı çıkarıyorlar? Varlıkları onlar mı
yaratıyorlar? İnsanları onlar mı
yaratıyorlar? Dağları onlar mı yaratmış, gökleri onlar mı bina etmiş? Gemileri
onlar mı hareket ettiriyorlar? Hayır hayır, bunların
hepsi Allah’ın âyetleridir. Ondan başka kimsenin de bu konuda en küçük bir
yetkisi de yoktur.
58. “İyi toprak Rabbinin izniyle bitki verir, çorak toprak
kavruk bitki çıkarır. Şükredecek millet için böylece âyetleri yerli yerince
açıklarız”.
Evet iyi toprak, güzel toprak, mümbit
toprak Allah’ın izniyle güzel nebatat bitirir. Faydalı ve güzel mahsul bitirir.
Ama habis, kötü ve çorak olan topraksa kavruk bitkilerden başka hiç bir işe
yaramayan dikenlerden başka bir şey bitirmez. Şükreden kullarımız için işte âyetlerimizi
böylece açık açık anlatıyoruz, açıklıyoruz. Her
yönüyle âyetlerimizi evirip çevirip size açıklıyoruz ki ibret alasınız,
âyetlerimiz üzerinde düşünesiniz, ve size bu âyetleri göndererek Rabbinizin istediği
kulluğu gerçekleştiresiniz diye. Şükür buydu zaten. Şükür hayatı onu veren
adına yaşamaktır. Şükür Allah’a Allah’ın istediği biçimde kul olmak, Allah’ın
verdiklerini onun yolunda ve onun istediği biçimde kullanmaktır.
Âyet-i
kerîmeden anlıyoruz ki Rabbimizin yağmur âyeti karşısında, Rabbimizin bu meşhûd
âyeti karşısında iki toprak tavrı görüyoruz. İki cins toprak vardır. Bunlardan
birincisi verimli mümbit bir topraktır. Bu özelliğinden dolayı yağmur âyetiyle
karşı karşıya geldiği andan itibaren, Allah’ın yağmur âyetini sinesine alır
almaz hemen en güzel biçimde nebatını bitiriyor. Hattâ Bakarada anlatıldığına göre
bu toprak öyle özellik sahibidir ki oraya bolca yağmur yağmasa bile, yâni ufak
bir çisenti olsa bile yine bitki bitirir.
Ama bunun
yanında öyle topraklar da vardır ki cinsi kötüdür. Çoraktır. Bu tür topraklar
da sadece diken bitirir. İnsanların ve hay-vanların işine yaramayacak şeyler
bitirir. Veya sert bir kayalık arazi düşünün ki yağan yağmurlar üzerinden
kolayca akıp gitmektedir. Bu sert arazinin üzerinde incecik bir toprak tabakası
var ve siz bunun üzerine bir şeyler ekiyorsunuz. O ektiğinizi korumaya ve yetiştirmeye
çalışıyorsunuz. Tohum çıkıyor, filizleniyor, dışardan tohum filizlenip dal
budak saldı diye bakıp, bakıp seviniyorsunuz. Sonra bardaktan boşanırcasına bir
yağmur yağmaya başlıyor. Ve yağan yağmur selleri o kayalığın üzerindeki o
incecik toprak katmanını üzerindeki filizlerle beraber söküp silip süpürür.
Sonunda çekilen tüm zahmetler tüm emekler, harcanan tüm mesailer bir anda yok
olup gidiyor. Çünkü bu filizler köksüzdür, tutunurlulukları yoktur.
İşte aynen bunun gibi amellerini
köklü bir imana dayandırmayan, basit ve köksüz menfaatler ve gösterişler için
yapan kişilerin amelleri de böyle yok olup gidecektir. Yarına intikal
etmeyecek, âhi-rete intikal etmeyecek ve Allah katında en ufak bir faydası bile
görülmeyecektir.
İşte aynen
bu topraklar gibi Rabbimizin vahiy rahmeti karşısında, Kur’an rahmeti
karşısında, sünnet rahmeti karşısında, hidâyet rahmeti karşısında insanlar da
iki türlüdür. Bunlardan birisi vahiyle tanışır tanışmaz, peygamberin mesajıyla
buluşur buluşmaz, Allah’ın âyetleri sinesine girer girmez, kalplerine vahiyden
bir çisenti düşer düşmez tüm hayatı bu vahiyle değişiveren, tüm bakışlarını,
tüm amellerini ve düşünüşlerini vahiy kaynaklı yapıveren yâni vahiyden istifade
ederek amel meyveleri döküveren mü’minler. İçine nüfuz eden vahiyle hayatını
düzenleyip sâlih ameller işlemeye koyulan mü’min.
Öteki insan
tipiyse Allah’ın bunca âyetlerinden istifade edemeyen alabildiğine çorak ve
nasipsiz kâfirlerdir. Meselâ aynı dönemde Rabbinin yağan rahmetinden istifade
edip hayatını onunla düzenleyen bir Nûh (a.s) var, ama yanı başında aynı
âyetlerden istifade edemeyip kâfirce bir hayat yaşayan insanlar. Ve Rahmânın
rahmetiyle yunup yıkanan ve o rahmet gereği Rabbine teslim olmuş bir İbrâhim
(as) yanında alabildiğine çoraklaşmış Nemrut ve onun safında yer alanlar. Veya
Allah’ın rahmeti karşısında mümbit bir toprak rolü oynayan Hz. Mûsâ (a.s) ama
yanı başında alabildiğine çorak bir Firavun ve taraftarları. Hz. Muhammed (a.s)
ve ashabı bu mümbit araziyi temsil ederken Ebu Cehiller Ebu Lehepler de çorak
arazinin temsilcileriydi.
Tarih bu
iki toprağın mücâdelesiyle doludur. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz bu
iki sınıf arasındaki mücâdelelerden söz edecek. İlk çağdan itibaren vahiy karşısında
iyi toprağı temsil eden Allah elçileriyle kötü toprağı temsil eden peygamber düşmanları
arasında gerçekleşmiş mücâdeleyi anlatacak Rabbimiz. Her iki gurubu da çok iyi
tanımak zorundayız. Sınıfımızı, safımızı belirlememiz açısından Rabbimizin
anlatacağı bu grupları çok iyi tanımak zorundayız. Değilse Allah korusun
yanılır, şaşırır da Allah elçilerinin yanında yer almamız gerekirken Allah
düşmanlarının safında yer almaya kalkışabiliriz. Allah dostlarının rolünü
oynamamız gerekirken Allah düşmanlarının rolünü oynamaya kalkışabiliriz.
İşte Allah
anlatmaya başlıyor:
59. “ Andolsun ki Nûh'u milletine gönderdik. " Ey
milletim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur; doğrusu sizin için
büyük günün azabından korkuyorum" dedi.”
Biz Nûh’u
kavmine gönderdik. Âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki Hz. Nûh (a.s) toplumuna risâletle
gönderilen, kendisine din, kitap ve şeriat verilen ilk resuldür. Halbuki Nûh
(a.s) dan önce gönderilen Âdem, Şid ve İdris aleyhimesselâm lar da Nebî ve
elçidirler ama bunlara suhuf verilmiştir. Âdem (a.s) insanlara peygamber olarak
gönderilmemiştir çünkü o zaten yaratılırken peygamber olarak yaratılmıştır. Hz.
Nûh hakkındaki bu Resul ifadesini şöyle anlamaya çalışıyoruz:
Rasulullah
efendimizin bu konudaki hadisini hatırlıyoruz. Kıyâmette hesap kitap dönemi
başlayınca bütün insanlar o bekleme dehşetinden bıkmış, usanmış, bitkin bir
vaziyette soluğu babaları Âdem (a.s) ın huzurunda alacaklar. Hz. Âdem diyecek ki şefaat için
siz Nûh’a gidin çünkü benim suçum var. Siz ilk resul olan Nûh’a gidin diyecek.
Hz. Nûh’un ilk resul olması konusu işte bu hadiste geçiyor. Değilse Kur’an’da
anlatılan Peygamberlerin hepsi Resuldür, hepsi Nebîdir.
Evet bir ayırım söz konusudur ama
bu fonksiyonel bir mânâ taşıyacaktır. Allah Elçileri hakkında bazen Resul bazen
de Nebî demiştir, ama bu Peygamberlerin Allah’la insanlar arasında bulunduğu
yere yâni konumlarına bağlıdır. Yâni bir Peygamber toplumla münâsebeti söz
konusu olunca başka bir isim alacak, Allah’la münâsebeti söz konusu olunca da
başka bir isim alacaktır. Yâni Allah’tan haber vermesi adına ona Nebî yâni
haberci diyeceğiz, topluma elçi olması adına da resul yâni elçi diyeceğiz. Yâni
peygamberin konumundan dolayı kendisine verilen isimlerdir bunlar.
Meselâ şu anda benim size göre
adım Alidir, hanımıma göre benim adım kocadır, çocuklarıma göre babadır veya
kimileri toplumuna göre emirdir, halîfedir gibi. Bunun başka bir özelliği
yoktur. Yâni her peygamber Allah’tan haber vermesi, Allah’tan haber getirmesi
bakımından Nebîdir, bize örnek olması, elçi olması açısından da Resuldür. Bunun
dışında yok efendim işte kendilerine kitap ve şeriat gönderilenler Resuldür
ötekiler Nebîdir ayırımını göremiyoruz Kuranda.
Meselâ bakıyoruz Kur’an’da Hz. İsmail
(a.s) için “Erselna” yâ-ni Resul ifadesi kullanılıyor. Halbuki biz biliyoruz ki
İsmail (a.s)’a ki-tap gönderilmemiştir. Yâni o zaman İsmail (a.s) için böyle
buyurulu-yorsa ve Hz. İsmail’e kitap mı, şeriat mı gönderildi bilinmiyorsa ve
de ikisi de aynı anda kullanılıyorsa. O zaman böyle anlamak daha münâsip
olacaktır. Veya Nûh (a.s) için Lût, Sâlih, Hûd (a.s) için de Allah, Resul
kelimesini kullanıyorsa ve bunlara kitap ve şeriat verildiğinden de söz
edilmiyorsa bunun içinden çıkamayız. Öyleyse Peygamberlerin kavimle
münâsebetini anlatma adına ona Resul, Allah’la olan münâsebetini anlatma adına
da Nebî denmiştir diyoruz.
Burada
“Erselna” sözünün ilk defa Hz. Nûh hakkında kullanılmasının belki şöyle bir
anlamı da olabilir. Hz. Âdem tüm insan nesli için gönderilmiş bir peygamberdir
ve döneminde çocukları hep iman ehliydi. Halbuki peygamberlerin gönderiliş sebebi
bozulan insanların uyarmaktı ya, işte uyarı için gönderilen ilk peygamber Hz.
Nûh’tu diyoruz ve onun içindir ki ona ilk defa “Erselna kelimesi bundan dolayı
kullanılmıştır.
Nuh’u kavmine gönderdik. Nûh Nerdeydi de
gönderdik deniyor? Buradaki “ersele” gönderdik ifadesi böyle Türkçe’deki İstanbul’dan
Ankara’ya göndermek anlamına değildir. Hz. Nûh toplumunun içindeyken biz onu
sözcü olarak seçtik, insanların hayatlarına karışma konusunda, insanlara vahiy
gönderme konusunda onu odak nokta ya da sözcü seçip görevlendirdik demektir
bunun mânâsı. İşte biz Onu kavmine gönderdik ifadesinden bize çok büyük bir mesaj
var. Nedir o? Demek ki Allah insan hayatına karışıyor ve anlıyoruz ki bu karışmayı içimizden birisi
ile yapıyor. Ben sizin hayatınıza
karışacağım diyor ve içimizden birini bu konuda sözcü seçiyor Rabbimiz. Bir de
biz onu kavmine gönderdik ifadesiyle yine şunu da anlıyoruz ki Rabbimiz nasıl
ki o toplumun içindeyken ona o topluma görevlendirmişse biz de şu anda kendi
toplumumuza görevlenmişizdir.
Yâni biz de hanımlarımıza,
çocuklarımıza ve çevremizdekilere görevlendirildik. Öyleyse Allah’ın Hz. Nûh’u
kavmine gönderdiği gibi biz de kendimizi kendi kavmimize, kendi ehlimize
gönderelim. Aynı bölgede yaşayanlara ulaşma imkânımız olanlara ulaşalım ve bunu
Allah’tan bir görev bilelim. Önce karımızı, kızımızı, sonra da en yakın
çevremizden başlamak ı şartıyla onları uyarmanın yükümlüğüyle kendimizi sorumlu
tutalım.
Bakın
toplumuna görevlendirilen Hz. Nûh onlara ne diyor? tâbi tıpkı onun gibi
görevlendirilmiş olan bizler kavmimize ne diyecekmişiz:
Ey kavmim Allah’a kulluk edin, Allah’a
kulluk yapın sizin O’n-dan başka İlahınız yoktur. Allah’ı dinleyin, Allah’ın
dediklerini yapın, Allah’ın istediği hayatı yaşayın çünkü sizin O’ndan başka
sözünü dinleyeceğiniz, rızasını kazanacağınız varlık yoktur. Değilse ben sizin
adınıza, sizin namınıza, sizin aleyhinize büyük bir günün, azim bir günün,
herkesin önünde saygıyla eğilmek zorunda kalacağı ve hiç kimsenin itiraz
edemeyeceği bir günün azabından korkuyorum.
Biliyoruz
ki insanlık Nûh (a.s) dönemine kadar Hz. Âdem ve onun oğulları Hz. Şid ve Hz.
İdris dönemlerinde tevhid üzere bir hayat yaşamışlar, yeryüzünde Allah’ın koyduğu
düzeni bozmamışlar Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluğu sürdürmüşlerdir.
Hz. Nûh dönemine kadar hayatlarına şirk ve bâtıllar karıştırmadan gelmişlerdi.
Ama Hz. Nûh dönemine gelindiğinde insanlar tevhid inancından uzaklaşmışlar ve
şirki ve bâtılları hayatlarına hâkim kılmışlardı. Toplum içlerindeki sâlih
kişileri putlaştırmış, Allah’a yapmaları gereken kulluğu bunlara yapmaya
başlamışlar, Allah’a sığınmaları gerekirken, Allah’a dua etmeleri gerekirken bu
sâlih kişilere sığınıp bunlara dua etmeye başlamışlardır.
İşte Hz. Nûh (a.s) işte böyle
bozulmuş bir topluma gönderiliyordu. Bundan dolayıdır ki Nûh (a.s) o ana kadar
gönderilen peygamberler içinde ilk uyarı ile görevlendirilen bir peygamber
olarak karşımıza çıkmaktadır. Kendi dönemine kadar insan tevhid üzere tek
millet, tek ümmet iken Nûh döneminde insanlık bu tek ümmet olma özelliğini kaybetmiş,
sadece Allah’a kulluktan kopmuş ve Allah’tan başkalarına da kulluk etmeye
başlamış ve işte bundan dolayıdır ki Hz. Nûh’un onlara sadece Allah’a kulluk
edin, sizin ondan başka kulluk yapacağınız İlanız yoktur buyurduğunu görüyoruz.
Evet bu
çağdan sonra gelen peygamberlerin hemen hemen
hepsinin toplumlarına aynı şeyleri söylediklerine şahit oluyoruz. Demek ki
insanlık bu çağdan itibaren yâni kurûn-ı ûla dediğimiz birinci
asırdan itibaren bozulmuştur. Meselâ Nûh (a.s)’ın, Sâlih (a.s)ın, Şu-ayb (a.s)’ın
da toplumlarına ilk defa bunu söylediklerini, toplumlarını ilk defa yalnız
Allah’a kulluğa çağırdıklarını görüyoruz.
Dikkat
edilirse bütün bu peygamberler ey kavmimiz Allah’a iman edin demiyorlar,
toplumlarından Allah’a iman istemiyorlar çünkü zaten toplumları Allah’a inanan
insanlardı. Onlar Allah’ı bilmeyen insanlar değildi Allah’ı biliyorlardı da
inandığınız Allah’a kulluk edin sadece kulluğunuzu O’na yapın deniyor. Demek ki
Allah’a iman ko-nusunda her hangi bir problem yoktu. Allah’a inanıyordu bu
toplumlar ama Allah’la birlikte başka Rablere de, başka İlahlara da kulluk yapıyorlardı
ki peygamberler onları sadece Allah’a kulluğa çağırıyordu.
Bugün de olduğu gibi tarih boyunca
zaten İlahlardan bir İlah olarak tanrılardan bir tanrı olarak Allah’a da kulluk
konusunda hiç bir problem çıkmamıştır.
Tüm
peygamberler insanlığı “La ilahe illallah” temel esasına çağırmışlardır.
Allah’tan başka sözü dinlenecek, hatırı kazanılacak hayata hâkim olan İlah
yoktur. Allah’tan başka kendisine kulluk yapılacak, hayat programı program
kabul edecek varlık yoktur esasına çağırmışlardır. Zaten tarih boyunca en büyük
problem işte burada çıkmıştır. Tarih boyunca en büyük problem sadece Allah’a
kulluk et-mek sadece Allah’ı dinlemek ve hayata hâkim olarak sadece Allah’ı
kabul etmek konusunda çıkmıştır.
Değilse Allah’a da ibadet
konusunda hiç problem çıkmamıştır. Yâni İlahlardan bir İlah olarak Allah’a da
kulluğu herkes kabul etmiştir. Öteki İlahlar yanında Allah’a da kulluğa kimse
ses çıkarmamıştır. Yâni göklerin ve yerin göklerdekiler ve yerdekilerin yaratıcısı
olarak, dağların ve denizlerin yaratıcısı olarak, rızık verici, öldüren,
yaratan, yaşatan bir İlah olarak herkes onu kabul etmiştir. Ama inandığınız bu
Allah kendisinden başka ilah olmayandır, ama bu Allah hayata karışan ve
kendisinden başka hayata karışıcı olmayandır, ama bu Allah insanların kulluk
programlarını belirleyendir ve kendisinden başka kanun koyucu olmayandır, ama
bu Allah boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisinin
çektiği yere gidilmesi gerekendir.
Yâni bu Allah kendisinden başka
Rab, Melik, İlah olmayandır dendiği zaman işte kavga burada başlamıştır.
Göklerin ve yerin yaratıcısı, rızık vericisi olarak kabul ettikleri bu Allah’ı
insanlar hayatlarına karışıcı olarak reddetmeye çalışmışlardır. İlah olarak
Allah’ı kabul edelim ama tek ilah olarak asla kabul etmeyiz diyorlar.
İlahlardan birisi olarak onu da dinleyelim, ilahlardan birisi olarak ona da
kulluk yapalım ama tek ilah olarak sadece ona kulluğa hayır diyorlar. Çünkü
bizim hayatımıza karışacak başka ilahlarımız da var. Hayatımızda sö-zünü
dinleyeceğimiz başka Rablerimiz de var. Bizim Allah’tan başka hukuk tanrılarımız,
eğitim tanrılarımız, şifa tanrılarımız, siyasal tanrılarımız da var.
Tamam bu tanrılardan birisi
olarak Allah’ı da dinleyelim ama öteki tanrılarımızı da dinlemek zorundayız
diyorlar. Aslında bu iddiaların altında Allah’tan Allah’a kulluktan kurtulup
kendi keyiflerince bildikleri gibi bir hayat yaşama arzuları yatmaktadır.
Ya da şöyle
ifade edelim: Bunlar Allah’a kulluktan kurtulup kendi kendilerine, kendi hevâ
ve heveslerine tapınmak istiyorlar. Keyiflerinin istediği gibi sorumsuz ve
sınırsızca bir hayat yaşamak is-tiyorlar. Çünkü bakıyoruz bu adamlar Allah’tan
başka kendilerinin ilahları olduklarını iddia ettikleri kimseleri de kendileri
seçiyorlar. Seçtiklerini istedikleri gibi yönlendirebileceklerini bildikleri
için seçiyorlar. Seçtikleri ilahlarına bizi şöyle şöyle
idare ederseniz sizi seçeriz değilse sizi seçmeyiz diyebildikleri için seçiyorlar.
Bizden şunları, şunları istemeyeceksiniz! Bizi şu şu
sorumluluklar altına almayacaksınız!
Yâni bizden namaz gibi, zekât
gibi, tesettür gibi ağır sorumluluklar istemeyeceksiniz! İçki gibi, kumar gibi,
fâiz gibi, zina gibi bizim alışık olduğumuz şeyleri bizim için
yasaklamayacaksınız! Bize lüks ve müreffeh bir hayat sağlayacaksınız! Biz ne
istersek nasıl bir hayata razıysak onu sağlayacaksınız! Eğer bize bizim
istediğimiz kanunları çıkarır, bizim istediğimiz hayatı hazırlarsanız Rab
olarak, İlah olarak biz de sizleri seçeriz diyebildikleri için onları seçebiliyorlar.
Yâni onları
yönlendirebileceklerini, şartlandırabilecekleri için onları seçiyorlar. Allah’a
bunu diyemeyecekleri için Allah’ı istedikleri gibi şartlandıramayacakları için
Allah’ı Rab kabul edemiyorlar. Her şeyi kendi arzularına ve kafalarına göre
ayarlamak ve düzenlemek istedikleri için yâni kendi kendilerine tapınmak
istedikleri için, şeh-vetlerine tapınmak istedikleri için hayatlarından Allah’ı
diskalifiye et-mek istiyorlar.
Tamam İlahlardan bir İlah olarak
Allah’ı da dinleyelim, meselâ hayatımızın ibadet bölümünde tamam Allah’ı
dinleyelim ama öteki bölümlerinde biraz nefes alabilmek için Allah’tan
başkalarını da dinleyelim diyorlar. Halbuki bu şirktir. Hayatı parçalamak ve
hayatın bazı bölümlerinde Allah’ı ama öteki bölümlerinde başkalarını dinlemek
şirktir. Halbuki tevhid kişinin hayatının tümünde Allah’a teslim olmasıdır.
İşte
bakıyoruz bugün de olduğu gibi o dönemlerde de insanlar sadece Allah’a
kulluktan çıkıp Allah’tan başka İlahları da tanrıları da dinlemeden yana
oldukları için Allah’ın elçilerinin toplumlarından ilk istedikleri şey sadece
Allah’a kulluk, yalnız Allah’ı dinlemek
olmuştur. Göklerin ve yerlerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul edelim ama hayatımıza
karışıcı olarak Onu dinlemeyiz, diyerek şirke düşen bu insanları tüm
peygamberler yalnız Allah’a kulluğa ve tevhide çağırmışlardır.
Evet demek
ki günümüzde hayata Allah’ın karşımasını reddeden laiklerin, ateistlerin ve tüm
demokrat kafalı kâfirlerin söyledikleri yeni bir şey değildir. Ta birinci asırdan
beri Hz. Nûh (a.s) döneminden beri insanların sapma noktasıdır bu. Zaten o
günden bugüne insanların hayatlarında teknik bir kısım değişiklikler olsa da
özde, düşüncede ve inançta fazla bir değişiklik olmamıştır. Her dönemde inanan
ve inanmayanlar mevcut olagelmiştir. Her devirde peygamber düşüncesine sahip
çıkanların yanında Firavunların, Nemrutların, Ebu Cehillerin düşüncesini
savunanlar da olmuştur.
Evet Hz.
Nûh diyor ki ey kavmim! Sadece Allah’ı dinleyin! Yal-nızca Allah’a kulluk
yapın! Sadece Allah’ın hayat programını uygulayın! Eğitiminizi Allah’ın
istediği biçimde düzenleyin, hukukunuzu Allah’ın istediği biçimde ayarlayın,
ticaretinizi Allah yasalarına göre belirleyin, evinizi, eşyanızı, kazanmanızı,
harcamanızı, hayata bakışınızı, insanlarla olan ilişkilerinizi, gecenizi
gündüzünüzü Allah’ın istediği biçimde ayarlayın çünkü sizin için Allah’tan
başka sözünü dinleyeceğiniz İlahınız yoktur. Allah’tan başka hayat programı
kabul edilmeye lâyık Rab ve İlah yoktur. Değilse ben sizin için azîm bir günün
azabından endişe ediyorum. Ya sizin için tufan gününden korkuyorum, ya da kıyâmet
günü şirklerinize karşılık sizi bekleyen azaptan korkuyorum deyince bakın
onlardan Mele denen bir grup ne dediler:
_Å9Ë! ³¬y¬8²Y«5 ²w¬8 Ο¸«W²7!
«”@«5
¯w[¬A8 ¯”Ÿ¸«/ z¬4 «“!«I«X«7
60. “Milletin ileri gelenleri: "Biz senin apaçık
sapıklıkta olduğunu görüyoruz" dediler.”
Evet o toplumun içinden bir grup,
bir cemaat, ama kalburüstü bir cemaat, toplumda söz sahibi bir cemaat, toplumda
kendilerine müracaat edilen, sözü dinlenen, protokol erbabı, ya da siyasal ve
ekonomik güce sahip olan bir grup. Bunların adına Kur’an’da Mele denir.
Bunların her devirde belirgin sıfatları İslâm’ın yok edilişi adına bir araya
gelmek ve var güçleriyle topumda İslâm’la mücâdele etmektir. İslâm adına ülkede
gelişen her türlü harekete Firavunların, siyasal iktidarın dikkatini çekmektir
bu Melenin görevi. Ülkenin neresinde İslâmî bir hareket, nerede İslâmî bir kıpırdanış
meydana gelmişse bu Mele grubu hemen oraya damlar ve aman dikkat! Burada İslâmî
bir uyanış var, onun başını ezin diyerek siyasal iktidarın dikkatini çekerler.
İşte şimdiki basın o günkü meleyi
temsil ediyor. Yâni şirk sistemlerinde o sistemin kaymağıyla beslenen, o sistemin
tüm nimetlerinden istifade eden ve o sistemin devamını sağlamak amacıyla o
sisteme yönelik tüm hareketleri yerinde tespit edip gammazlamak üzere kurulan
bir müessesenin elemanlarıdır bunlar. Bunların hortumları sistemin yaşamasıyla
doğru orantılı olduğu için herkesten çok o sistemin devamına say ederler.
Bakın bu
Mele gurubu diyorlar ki:
Ey Nûh,
muhakkak ki biz seni sapıklardan görüyoruz. Biz seni apaçık bir sapıklık,
apaçık bir yanılgı içinde görüyoruz. Dertleri neydi bunların? Eğer Hz. Nûh’un
getirdiği İslâm gelirse, toplumda adâlet hâkim olursa, tevhid inancı toplumda
hâkim olursa bunların gelir kaynakları kuruyacak ve adamlar artık kan emmeye
devam edemeyeceklerdi. Hortumları kesilecekti adamların.
Ve
bakıyoruz, tarih boyunca peygamberlere ilk karşı gelenler de bunlardır. Allah
tarafından elçileri vasıtasıyla toplumlara sunulan İlahi mesaja ilk karşı
çıkanlar bunlar olmuştur. Bunlar aslında kendileri zâlim oldukları halde,
ümmetin paralarını haksız yere yiyerek, toplumun kanını emerek sapıklık içinde
oldukları halde Allah’ın elçilerini sapıklıkla hitam ediyorlar. Cehennemi
cennet, ateşi gülistan görüyorlar alçaklar. Cehenneme doğru gidiyorlar ama farkında
değiller, gülistana koştuklarını zannediyorlar hainler.
Tabii eğer bir toplum içinde
böylesine sapıklık hâkim olursa elbette o toplumda sapıklar, sapık olmayanları
sapık görmeye baş-layacaktır. Toplumun içinde fuhuş
ve ahlâksızlık böylesine yaygın hale gelirse elbette namussuzlar, namusluları
namussuzlukla itham edeceklerdir. Hırsızlar hırsız olmayanları enayilikle
suçlamaya başlayacaklardır. Yâni bir memlekette herkes kafayı yemişse o toplumda
üç beş tane akıllı insan varsa, bu sefer berikiler onlara, deli demeye
başlayacaklardır. İşte bu Mele grubu da Allah’ın elçisine seni sapıklardan
görüyoruz diyorlardı. Onların bu tavrı karşısında bakın Allah’ın elçisi şöyle diyordu:
61,63. “Ey milletim! Bende bir sapıklık yoktur, ancak ben
âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt
veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve
böylece merhamete uğramanızı sağlamak üzere sizi uyarmak için aranızdan biri
vasıtasıyla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz? " dedi.”
Evet bunun
üzerine Nûh (a.s) kavmine diyor ki: Bakın bu sözü söyleyenler Mele grubu idi
ama Hz. Nûh sadece Meleye demiyor da onlar da içinde olmak üzere kavmine diyor.
Konuyu kavmine anlatıyor. Çünkü Onun muhatapları sadece Mele değil, tüm
toplumdu. Onun mesajı tüm toplumu ilgilendiriyordu zira.
Diyor ki ey
kavmim, bende herhangi bir sapıklık yoktur. Zira bu görev benden değildir. Ben
Âlemlerin Rabbinin elçisiyim. İşte pey-gamberin değişmez özelliği. Ben Allah’ın
elçisiyim ve bu iş Allah-tandır. Öyleyse biz de öyle diyeceğiz. Bu
söylediklerimiz bizden değil Allah’tandır diyeceğiz. Tabii o zaman kendi fikirlerimizi
değil de Allah’ın âyetlerini götüreceğiz insanlara ve sonunda da bunu rahatlıkla
söyleyebileceğiz. Ben size Rabbimizin âyetlerini, Rabbimizin emirlerini
bildiriyor ve size nasihat ediyorum. Nasihat sadece tedipçilik değildir.
Yâni peygamber sadece posta
memuru değildir. Söylediklerini bizzat kendisi yaşayandır Peygamber. Bakın
diyor ki Allah’ın elçisi ben size hem tebliğ ediyor hem de nasihatte
bulunuyorum. Yâni sözlerimi davranışlarımla, hareketlerimle gösteriyor, sözümle
özümle sizin hayrınızı istediğimi ortaya koyuyorum. Sadece bana gelenlere
değil, bizzat ben kendim giderek hakkı anlatıyorum. Candan ciğerden davranarak
sizlerin hayrınızı ve cennetinizi istiyorum. Sizinle aramdaki şahsî meseleleri
asla ön plana almıyorum. Yâni sizlerin bana karşı tavırlarınıza, işkencelerinize,
yalanlamalarınıza bakarak sizin cehenneminize göz yummaya, bana yaptıklarınızdan
ötürü darılarak sizi kendi halinize bırakıvermeye kalkışmıyorum.
Aynı
zamanda sizin bilmediklerinizi ben biliyorum Rabbimden. Doğrudan ben Rabbimle
bağlantılı olduğum için sizin bilmediğiniz, bilemeyeceğiniz bilgileri de
Rabbimden biliyorum. Peygamber arada ikinci bir şahıs olmaksızın direk
Allah’tan bilgi alandır. Ama peygamberden başkalarının bu bilgilere
ulaşabilmeleri için mutlaka bir başka şahsa veya vasıtaya ihtiyaçları vardır.
Peygambere ve kitaplara ihti-yaçları
vardır.
Meselâ şu anda bizlerin
peygambere ve Allah’ın kitabına müracaat etmeden bu bilgilere ulaşma imkânımız
yoktur. Biz neydik? Nereden geldik? Kim bizi dünyaya getirdi? Dünyaya ne için
geldik? Nereye gidiyoruz? Bundan sonra başımıza neler gelecek? Bizi istikbalde
neler beklemektedir? Bütün bunları ancak Allah’ın kitabı ve Resûlünün
sünnetinden öğrenebiliriz.
İşte bakın
Allah’ın elçisi Hz. Nûh öyle diyordu. Ben Allah’tan sizin bilmediklerinizi bilmekteyim.
Benim önümü, benim yolumu vahiy aydınlatıyor. Ben Rabbimin vahyiyle düşünüyor,
Rabbimin vahyiyle görüyor ve hareket ediyorum. Halbuki sizler bu ışıktan mahrumsunuz.
Sizler benim bildiklerimi bilmekten uzaksınız. Şimdi sizler kendisiyle yol
bulmanız için içinizden bir kimsenin aracılığıyla Rabbinizin âyetlerinin size
gelmesini acayip bir şey mi görüyorsunuz?
Yâni sizin gibi, sizin içinizde
yaşayan, sizin halinizi bilen bir insanın Allah tarafından vahiy konusunda odak
nokta seçilmesi sözcü seçilmesi acayibinize mi gitti? Ya da insan cinsinden bir
peygam-berin seçilerek size gönderilmesi çok mu acayip bir şey? Yâni belki yeryüzünde
en şaşılmayacak şey, en kabul edilecek tek şey varsa o da yaratıcı olan, rızık
veren, kulları konusunda tek söz sahibi olan bir Allah’ın içinizden bir elçi
seçerek arzularını, yasalarını bildirmesidir.
Yâni böyle bir zikrayı, böyle bir
hayat programını Rabbiniz göndermeyecek de kim gönderecekti? Sizin hayat
programınızı sizi yaratan ve sizin sahibiniz olan Allah belirlemeyecekti de kim
belirleyecekti? Yâni bunda şaşılacak ne var? Bundan daha normal ne var ki?
Ya da
Allah’ın elçisi şöyle diyordu. Melek mi gelmeli diyorsunuz? Sizler Rabbiniz
tarafından size elçi olarak bir meleğin gelmesini mi bekliyordunuz? Yeryüzünde
dolaşan sizler birer melek olsaydınız tamam elçi olarak Allah’ın bir melek
göndermesi uygun olurdu. Ama sizler insansınız ve peygamber de sizi gittiğiniz
yolun yanlışlığı ko-nusunda uyarmak için gelmektedir. Sizi Allah’ın rahmetine
ulaştırmak için gelmektedir. Böyle bir neticeyi sağlamak ve sizi Allah’ın cenne-tine
ulaştırmak için gönderilen Allah’ın elçisini neden garip karşılıyor-sunuz? Yâni
sizden bir ücret mi istiyor peygamber? Para mı istiyor sizden? Teşekkür mü
istiyor sizden? diyordu.
64. “ Onu yalanladılar; biz de onu ve gemide beraberinde
olanları kurtardık, âyetlerimizi yalan sayanları suda boğduk, çünkü onlar kör
bir milletti.”
Hz Nûh’u
yalanladılar. Biz de Onu ve beraberindeki inananları, Onun mücâdelesini destekleyenleri
gemide kurtardık. Evet tercihini peygamber yolunda olmaya kullanan, oylarını
peygamberin gemisinde, peygamberin terekesinde, peygamberin safında olmaya
kullananları kurtardık diyor Rabbimiz. Bunlar inanan insanlardı. Belki bunların
içinde günahkârlar da vardı ama, değil mi ki tercihlerini peygam-berden yana
kullanmışlardı, günahkâr da olsalar Allah onları tercih ettikleri safta
kurtarıyordu.
Meselâ tercihini Hz. Mûsâ’nın yanında
olmaya kullanan bir Samiri de denizi geçip kurtulanların arasındaydı. Bunlar
günahkâr da olsalar imanlarından ötürü, tercihlerinden ötürü dünyada kurtulanlardan
oluyorlardı ama bu kurtuluştan sonra peygamber yanında uzun bir süre eğitim yasasına
tâbi tutuluyorlar ve yasalara teslim olup eğitilenler, ıslah olanlar aynı zamanda
âhirette de kurtulanlardan olurken, eğitilmeyenler, ıslah olmayanlar da
âhirette kurtuluştan mahrum oluyorlardı.
Evet iman
edenleri peygamberle beraber kurtardık ve bizim âyetlerimizi yalanlayanları da
denizde boğduk, çünkü onlar kör bir milletti diyor Rabbimiz. Onlar kör bir
toplumdu. Gerçeği görecek gözleri yoktu. Hakkın ne olduğunu hiçbir zaman
bilemediler. Kör bir toplum olmalarından ötürü de denizde boğulmayı hak ettiler
ve sonunda da cehennemi boyladılar.
Tabi A’râf
sûresinde sadece bu kadar anlatılır. Kur’an’ın başka yerlerinde uzun uzun bu konu anlatılır.
Evet bir
toplum helâk edildi. Allah’a karşı gelen, Allah’ın elçisine karşı gelen ve
hayatlarına Allah’ı da Allah’ın elçisini de karıştırmak istemeyen, kendi
bildiklerince bir hayat yaşamaktan yana tavır sergileyen bir toplum helâk
edilirken Allah’a ve Allah’ın elçisine teslim olanlar da kurtulanlardan oldu.
Bundan sonra bir peygamber daha tanı-yoruz:
65. “ Âd milletine
de, kardeşleri Hûd'u gönderdik: "Ey milletim! Allah'a kulluk edin, O'ndan
başka ilâhınız yoktur, karşı gelmekten sakınmaz mısınız? " dedi.”
Ad milletine, Âd toplumuna da Hz.
Hûd (a.s)’ı gönderdi Rab-bimiz. Âd kavmi de Yemen, Yemame, Cidde, Hadramut
arasında ya-şamış bir kavimdir. Kur’an’ın bize anlattığına göre Arapların yakından
tanıdıkları bildikleri, şiirlerine konu ettikleri bir toplum. Biz bile şu an-da bir şeyin eskisine adi
diyoruz. Herhalde 1970 lerde İngilizler bu bölgede; Adın helâk edildikleri
bölgede, bazı araştırmalar yapmışlar, bazı bulgular elde etmeye çalışmışlar ama
azabın indiği azabın merkezi olan o bölgeye girmeleri mümkün olmamış.
Evet
Rabbimiz diyor ki Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik. Yâni kendi
kardeşlerinden kendi içlerinden olan, kendilerini tanıyan, kendi örf ve âdetlerine
yabancı olmayan, kendi hukuk sistemlerine aşina olan, kendilerine yabancı
olmayan bir peygamber gönderdi. Ya da melek olmayan, cinlerden olmayan
kendilerinden, kendi cinslerinden bir peygamber gönderdi Allah onlara.
O da aynen selefi Nûh (a.s) gibi dedi
ki Ey milletim! Ey kavmim Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka İlahınız
yoktur, öyleyse Rabbinize karşı
gelmekten sakınmaz mısınız? diyordu. Hz. Nûh (a.s) da aynı şeyleri söylüyordu
toplumuna. Tarih boyunca hiç değişmeyen kelime-i tevhidi, la İlâhe İllallah mesajı
tekrar ediliyordu. Göklerde ve yerlerde Allah’tan başka İlah yoktur genel yasası
tekrar ediliyordu. Göklerde ve yerlerde ne varsa zaten hepsi bu yasaya boyun
bükmekteydi. Ama kendisine tanınan iradeden ötürü insanlar zaman zaman bu yasayı çiğnedikleri için her bir bozulma döneminde
gelen Allah elçileri insanlara bunu hatırlatıyordu.
Tabi bugün
bizler de onların yolundaysak aynı şeyleri söyleyeceğiz insanlara. Ey anamız,
ey babamız, ey kardeşimiz, ey ekmek aldığımız, ey su verdiğimiz insanlar sadece
Allah’a kulluk edin, sadece Allah’ı dinleyin çünkü sizin ondan başka Rabbiniz ondan
başka İlahınız yoktur. Ondan başka sözünü dinleyeceğiniz, hatırını kazanacağınız
Rabbiniz ve İlahınız yoktur diyeceğiz.
Evet yine
anladığımız kadarıyla tıpkı Nûh toplumu gibi Âd toplumu da Allah’ı bilen bir
toplumdu. Onun içindir ki Hûd (a.s) da kendi toplumunu Allah’a imana çağırmıyor
da sadece O’nu dinlemeye, sadece O’na kulluğa çağırıyor. Ondan sonra da diyor
ki Allah’ın peygamberi: hâlâ Rabbinize yönelmeyecek misiniz? hâlâ Rabbinizle
yol bulmayacak mısınız? hâlâ Rabbinizin koruması altına girmeyecek misiniz?
hâlâ Rabbinizin istediği hayatı yaşamaya yanaşmayacak mısınız? Allah’ın razı
olduğu hayatı yaşayıp Allah’ın cennetine gitmeye razı olmayacak mısınız?
66. “Milletinin inkârcı ileri gelenleri,
"Biz senin beyinsiz olduğunu görüyor ve seni yalancılardan sanıyoruz"
dediler.”
Evet Hûd (a.s)’ın kavminin Mele
grubu da bakın şöyle diyor-du: Ey Hûd biz seni sapık, dengesiz, akılsız ve şuursuz
görüyoruz. Seni beyinsizlerden biri görüyoruz. Ve de seni yalancılardan görüyoruz.
Buradaki zan kesinlik anlamınadır. Öyleyse diyorlar ki ye Hûd biz seni kesinlikle
yalancılardan görüyoruz.
Nuh
(a.s)’ın toplumu ne demişti? Ey Nûh biz seni kesin bir yanılgı içinde
görüyoruz. Onlar Allah’ın elçisine böyle derlerken, bunlar da Allah elçisine
beyinsiz demeye çalışıyorlardı. Tabii toplumda beyinsizler çoğalınca kim
beyinsiz kim beyinli? Kim akılsız kim akıllı? birbirine karışıyordu. Ve yine
görüyoruz ki her iki peygambere de ilk karşı gelenler toplumun Mele gurubu
oluyordu. Devletin kaymağını yiyen makam sahipleri, devletin ekonomisini elinde
tutan kimseler ilk karşı gelenler oluyordu.
Ey Hûd biz
seni kesin beyinsizlerden görüyoruz diyorlardı. Bu adamlar kesin biliyorlardı
ki Hûd (a.s) ın mesajı toplumda maya tuttuğu zaman kendilerine hayat hakkı
kalmayacaktı. Toplumun kanını ememeyecekler, gayri meşru kazançlarına imkân
kalmayacaktı. İnsanların sırtlarına binerek, mazlumların mallarını
yiyemeyeceklerdi. Bunun için peygambere ve onun getirdiği mesaja geçit vermemeye
çalışıyorlardı.
Onların bu
ithamlarına karşılık bakın Allah’ın elçisi onlara ve kavme şöyle diyordu:
67. “ Ey milletim! Ben beyinsiz değil, âlemlerin Rabbinin
peygamberiyim.”
Ey kavmim! Ey milletim! Ey
akrabalarım! Ey anam, babam! Bende her hangi bir sefihlik yoktur. Ben beyinsiz
değilim. Bende delilik yoktur. Lâkin ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim. Ben bu
işi kendi kafamdan da çıkarmış değilim. Benim vazifem sadece elçiliktir. Ben
Rabbimden aldığım görevle size geldim. Bu söylediklerim benden değil
Allah’tandır.
68,69. “Size Rabbimin sözlerini bildiriyorum. Ben sizin
için güvenilir bir öğütçüyüm; sizi uyarmak üzere, aranızdan bir adam vasıtası
ile Rabbinizden bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz? Allah'ın sizi Nûh'un
milleti yerine getirdiğini ve vücutça da onlardan üstün kıldığını hatırlayın,
başarıya erişebilmeniz için Allah'ın nimetlerini anın" dedi.”
Ben size Rabbimin Risâletini,
Rabbimin âyetlerini ulaştırıyorum. Ve ben size sadece bir nasihatçiyim, sizin
iyiliğiniz için, sizin selâmetiniz için, sizin kurtuluşunuz için gelmiş bir
elçiyim. Üstelik bu yaptıklarım karşılığında sizden bir ücret de istemiyorum.
Bir menfaatim de söz konusu değildir. Allah’ın tüm elçilerinin toplumlarına
söyledikleri budur.
Sizden
olan, sizin cinsinizden olan bir elçi vasıtasıyla size Rabbinizden bir uyarı
gelmesini acayip bir şey mi kabul ediyorsunuz? Sizden olan birinin, içinizden
birinin size sizi onunla uyarmak için bir öğüt getirmesini garip mi
karşılıyorsunuz? Tuttuğunuz yolun yanlışlığını, hayat programlarınızın
bozukluğunu, yaşadığınız bu hayatın sonunda süratlice cehenneme, ateşe doğru
gittiğinizi size haber vermek için içinizden bir elçinin gönderilmesi pek mi
acayibinize gitti?
Düşünsenize,
hatırlasanıza sizi Nûh kavminden sonra Rab-biniz halîfe yapmıştı. Nûh kavminin
tüm müşriklerinin, putçularının kökünü kazımış tufanla ve sadece Hz. Nûh ve Ona
iman etmiş az sayıda insan bırakmıştı geriye. Hûd (a.s)’ın toplumu olan Âd
kavmi de işte gemide kurtulan bu azların torunlarıydı. Nûh kavminin helâkinden
sonra Rabbimiz Âd kavmini yeryüzünde halîfe yaptı. Yeryüzü kendilerine
devredildi. Artık onların nasıl amel işlediklerini görecekti Allah. İşte burada
Rabbimiz diyor ki onlara: Ey insanlar! Ey inanan insanların torunları! Tufanı
ne çabuk unuttunuz? Babalarınızın yolunu, babalarınızın dinini ne çabuk unuttunuz?
Daha dün kâfirler helâk edilirken, inanmayanlar suda boğulurken sizin
babalarınız imanlarından ötürü gemide kurtulanlardan olmuşlardı. Yâni sizin
atalarınız inanan mü’minlerdi. Onları, onların dinlerini, onların yollarını ne
çabuk unuttunuz? Onlardan inanmayanları Rabbinizin helâk ettiğini ne çabuk
unutuverdiniz? denilerek onlara helâk yasası hatırlatılmaktadır.
Rabbimizin
değişmez yasası gereği yeryüzünde gerçekleştirdiği helâklerin her biri bir
sonraki toplum için birer ibret, birer âyet özelliği taşımaktadır. Tüm bu
âyetler gösteriyordu ki Allah tek Raptır, Allah tek İlahtır, Allah’tan başka
kendisine kulluk edilecek, Allah’tan başka yasaları uygulanacak Rab ve İlah
yoktur ve kesinlikle Allah’a karşı gelinmez. Allah’la savaşa tutuşanların tümü
helâkten kurtulamamıştır.
Ve Allah sizi güç, kuvvet konusunda da
ziyâdeleştirmişti. Size güç, kuvvet, boy-pos vermişti.
İbni İshâk’ın
rivâyetine göre Âd kavmi Ummandan Yemene kadar uzanan geniş bir bölgede, Ahkâf
denen bölgede yaşıyordu. Bu bölgede mesken olan Âd toplumu tüm civar ülkelere
de hâkim bir durumdaydı. hâlâ şu anda bile Hadramut taraflarında bunların evlerinin,
barklarının kalıntılarına rastlanmaktadır. Gerçekten çok muhteşem bir Medeniyet
kurmuşlardı. Rabbimiz Fecr sûresinde yeryüzünde onlar gibisinin yaratılmadığını
anlatır:
“Ey
Muhammed! Rabbinin, hiçbir memlekette benzeri ortaya konmayan sütunlara sahip
İrem şehrinde oturan Âd milletine ne ettiğini görmedin mi?”
(Fecr 68)
Evet Âd
kavmi gibisi bir daha yaratılmamıştır. Cenneti dünyada arama, cenneti dünyada
kurmaya da dünyayı cennetleştirme cinnetine kapılmış bir kavimdi. Yahut dünyayı
cennetleştirme sevdalısı bir topluluktu. Dünyayı kıble edinmiş tüm plan ve
programlarını dünya adına yapan bir toplum, bir karakter. Bu karakterin bu
kıblenin tezahürü olarak da İrem’i görüyoruz. Bağlar, bahçeler, eğlenceler,
kasırlar, köşkler, kafesler, kanaryalar, kaşaneler. İstiyorlardı ki dünya cennet
olsun. İstiyorlardı ki cenneti dünyada yaşasınlar. Cennetliklerini dünya da
istiyorlardı.
Şuarâ
sûresinde de Hz. Hûd (a.s)’ın onlarla diyalogu şöyle anlatılır:
“Siz her
yüksek yere koca bir bina kurup, boş şeyle mi uğraşırsınız? Temelli
kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz? Yakaladığınızı zorbaca mı
yakalarsınız? Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri
size verenden sakının; davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsuları size O
vermiştir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum" dedi.
İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir.”
(Şuarâ 128, 136)
Evet
dünyayı cennetleştirme cinnetine kapılmış olan bu toplum ne kadar oturacakları,
ne kadar kalacakları belli olduğu halde sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi her bir
dağın başına villalar, köşkler yapıyorlardı. Oturamayacakları evler yapıyorlar,
yiyemeyecekleri, tüketeme-yecekleri servetler topluyorlardı. Kendilerini
ebedîleştirsin diye, hiç ölmeyelim ve ebedîyen yaşayalım diye evler, dükkanlar,
fabrikalar, iş yerleri yapıyorlardı. Adamların öyle bir hayat programları vardı
ki sanki hiç ölmeyecekler. Dünyaya bu bağımlılıklarından ötürü, âhireti unuttuklarından
ötürü de tuttukları zaman Cebbarların tuttuğu gibi tutuyorlardı. Zorbaların
tuttuğu gibi tutuyorlardı. Tuttuklarının canını çıkarıyor, yakaladıklarının
kanını emiyorlardı, doyumsuzlukları yüzünden insanlara zulmediyorlardı.
Allah’ın elçisi kendilerine böyle yapmayın, Allah’tan korkun, Allah’la yol
bulun, Allah’ın koruması altına girip Onun istediği bir hayatı yaşayın,
Rabbinize itaat edin, bunun için de Rabbinizin sizden istediği kulluğu benden
öğrenin dediği zaman da ona karşı müstekbirce bir tutum sergiliyorlardı.
Allah’ın
elçisine diyorlardı ki:
Ey peygamber! Boşuna uğraşma! Boşuna
yorma kendini! Vaaz etsen de etmesen de, uyarsan da uyarmasan da fark etmez, çünkü
kesinlikle biz değişmeyeceğiz dediler. Allah’ın âyetleriyle mücâdeleye
tutuştular. Allah’ın elçisini yok etmeye soyundular. Bakın bundan sonraki
âyetinde Rabbimiz onların elçisine şöyle dediklerini anlatır:
70. “Bize; yalnız Allah'a kulluk etmemizi, babalarımızın
taptıklarını bırakmamızı söylemek için mi geldin? Doğru sözlülerden isen haydi
bizi tehdit ettiğin azaba uğrat" dediler.”
Diyorlar ki ey Hûd! Bizi yalnız
Allah’a kulluğa çağırmaya mı geldin? Bizi babalarımızın dinledikleri tanrılarımızı
terk edip yalnız Allah’ı dinlemeye çağırmaya mı geldin? Bizi öteki
tanrılarımızdan vazgeçirip sadece Allah’a kulluğa çağırmaya mı geldin? Bizler
sadece Allah’ı mı dinleyeceğiz? Sadece Ona mı kulluk edeceğiz? Peki o zaman
bizim öteki ilahlarımız ne olacak? Öteki tanrılarımız ne olacak? diyorlardı.
Bakın bu
âyetten de anlıyoruz ki Âd kavmi Allah’ı bilmeyen, tanımayan bir toplum
değildi. Bakın şöyle demiyorlar Allah’ın elçisine. Ne yâni ey Hûd! Durup dururken
bir Allah mı çıkardın? Bu da nereden çıktı? Bugüne kadar hiç duymadığımız, hiç
bilmediğimiz bir Allah mı çıkardın? demiyorlar da şöyle diyorlar: Ey peygamber!
Bizi sadece O’na kulluğa mı çağırıyorsun? Öteki ilahlarımızı terk edip sadece
Onu dinlemeye, egemenlik hakkını sadece O’na vermeye, hayatımızda söz sahibi
olarak sadece O’nu kabule mi çağırmaya geldin? Diyor-lardı.
Yâni alçaklar Allah’ı
biliyorlardı, tanıyorlardı, hattâ zaman zaman O’na kulluk da ediyorlardı ama
hayatlarında yetkili gördükleri başka Rableri, başka İlahları da vardı. Onları da dinlemek zorunda olduklarını
söyleyerek sadece Allah’a kulluğa yanaşmıyorlardı. Tamam İlahlardan bir İlah
olarak, tanrılardan bir tanrı olarak Allah’ı da dinleyelim, hayatımızın ibadet
bölümünde Onu da dinleyelim ama hayatımızın öteki bölümlerinde söz sahibi olan
öteki İlahlarımızı da dinlemek zorundayız diyorlardı.
Bakıyoruz
şimdikiler de aynı şeyleri söylüyorlar. Tamam Allah yücedir, Allah büyüktür ama
yerinde dursun, O bizim hayatımıza ka-rışmaz diyorlar. Ya da tamam hayatımızın
belli bölümlerinde Allah’ın yasaları geçerlidir. Namaz, oruç, abdest gibi
konularda Allah’ı dinleriz, ama hayatımızın öteki bölümlerinde bizim kendi yasalarını
uygulamak zorunda olduğumuz başka Rablerimiz, başka İlahlarımız vardır. Meselâ
hukuk konusunda başka Rablerimiz var, eğitim alanında başka tanrılarımız, kılık
kıyafet konusunda başka Rablerimiz var diyorlar. Tamam İlahlardan bir İlah
olarak, tanrılardan bir tanrı olarak Allah’ı da dinleyelim, Allah’a da kulluk
edelim ama bizim hayatımıza karışan başkaları olduğu için sadece Onu dinlemeye,
sadece Ona kulluk etmeye, sadece Onun yasalarını uygulamaya hayır diyorlar.
Tamam
göklerin, yerin yaratıcısı olarak, yağmurun yağdırıcısı olarak, rüzgarların sahibi
olarak Allah’ı kabul ediyoruz ama bu Allah bizim hayatımıza karışmaz. Çünkü O
Allah göklerin, yerlerin, yıldızların, güneşin ve tüm kâinatın sahibidir. Allah
işte böyle büyük işlerin yanında ufak tefek işlere vakti olmayan olduğu için;
bu işleri bize bırakılmıştır diyorlar.
Ve diyorlar ki ya Rabbi, bizim
ilim adamlarımız var, ilmi işle-rimizi biz onlarla halledeceğiz, senin de
bilgin vardır ama neyse işte devir değişti şimdi bizim bilim adamlarımız bu
işleri daha iyi halledi-yorlar diyerek bugün de insanlar sadece Allah’a kulluğu
reddedi-yorlar ve şirk içinde bir kulluktan yana olmaya çalışıyorlar.
Peygamberlerin
hiç birisi Allah’tan başkalarına kulluğa çağırmamıştır. Tüm peygamberler tevhid
inancında icma etmişlerdir. Tüm peygamberlerin tarihlerini, hayatlarını
incelediğimiz zaman onların hayatlarında tek İlah, Allah’tır. Tüm peygamberler
insanlığı La ilahe illallah temel esasına çağırmışlardır.
Allah’tan başka sözü dinlenecek, hatırı kazanılacak hayata hâkim olan İlah
yoktur. Allah’tan başka kendisine kulluk yapılacak, hayat programı program kabul
edecek varlık yoktur esasına çağırmışlardır.
Zaten tarih boyunca en büyük
problem işte burada çıkmıştır. Tarih boyunca en büyük problem sadece Allah’a
kulluk etmek sadece Allah’ı dinlemek ve hayata hâkim olarak sadece Allah’ı
kabul etmek konusunda çıkmıştır. Değilse Allah’a da ibadet konusunda hiç problem
çıkmamıştır. Yâni İlahlardan bir İlah olarak Allah’a da kulluğu herkes kabul
etmiştir. Öteki İlahlar yanında Allah’a da kulluğa kimse ses çıkarmamıştır.
Yâni göklerin ve yerin, göklerdekiler ve yerdekilerin yaratıcısı olarak,
dağların ve denizlerin yaratıcısı olarak, rızık verici, öldüren, yaratan
yaşatan bir İlah olarak herkes Onu kabul etmiştir. Ama inandığınız bu Allah
kendisinden başka ilah olmayandır, ama bu Allah hayata karışan ve kendisinden
başka hayata karışıcı olmayandır, ama bu Allah insanların kulluk programlarını
belirleyendir ve kendisinden başka kanun koyucu olmayandır, ama bu Allah
boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisinin çektiği
yere gidilmesi gerekendir.
Yâni bu Allah kendisinden başka
Rab, Melik, İlah olmayandır dendiği zaman işte kavga burada başlamıştır.
Göklerin ve yerin ya-ratıcısı, rızık vericisi olarak kabul ettikleri bu Allah’ı
insanlar hayatlarına karışıcı olarak reddetmeye çalışmışlardır. İlah olarak Allah’ı
kabul edelim ama tek ilah olarak asla kabul etmeyiz diyorlar. İlahlardan birisi
olarak Onu da dinleyelim, ilahlardan birisi olarak Ona da kulluk ya-palım, ama
tek ilah olarak sadece Ona kulluğa hayır diyorlar. Çünkü bizim hayatımıza
karışacak başka ilahlarımız da var. Hayatımızda sö-zünü dinleyeceğimiz başka
Rablerimiz de var. Bizim Allah’tan başka hukuk tanrılarımız, eğitim
tanrılarımız, şifa tanrılarımız, siyasal tanrılarımız da var. Tamam bu
tanrılardan birisi olarak Allah’ı da dinleyelim ama öteki tanrılarımızı da dinlemek
zorundayız diyorlar.
Meselâ imam
nikâhı da olsun ama öteki nikâh da olmalıdır di-yorlar. Allah’ı da dinleyelim
ama öteki tanrılarımızı da dinleyelim onları da küstürmeyelim diyorlar. Veya
düğünde tamam Kur’an da okunsun ama mevlit de okunsun diyorlar. Allah’ı da
küstürmeyelim ama âdetler tanrımızı da küstürmeyelim diyorlar. Veya tamam
zekatı verelim ama vergi de verelim. Veya müslümanlık da olsun ama baş açarak
tahsil de olsun diyorlar.
Evet
diyorlar ki; ey peygamber, bizi babalarımızın yolundan koparıp sadece Allah’a
kulluğa çağırmaya mı geldin? Halbuki biz ba-balarımızı da dinlemek zorundayız.
Burada ki baba; sadece anaların kocaları olan babalar değildir. Baba sözü
dinlenecek otorite demek-tir. Baba sözünden çıkılmayacak, sözü kanun olan güç
demektir. Noel baba, Goryo baba, Sam baba, kurtar baba, mafya baba, imdat baba,
yetiş babalar var ya, izindeyiz ata filan diyorlar ya. İşte tüm bu babalarımızı
da dinlemek zorundayız diyorlardı. Onlardan bize intikal eden yasaları da uygulamak
zorundayız diyorlardı. Evet biz sadece Allah’ı değil babalarımızı da
dinleyeceğiz, öyleyse:
Ey Hûd!
Haydi biz ne getireceksen getir de görelim. Bu tavrımıza karşılık, bu şirkimize
karşılık haydi buyur ne getireceksen getir. Azap mı yağdıracaksın, taş mı
yağdıracaksın, ateş mi gönderecek-sin, azap mı edeceksin haydi ne yapacaksan
yap diyorlar. Cahiller Allah’tan istenmesi gereken, Allah’tan beklenmesi
gereken şeyleri de peygamberden bekliyorlar. Allah’ı da peygamberi de
bilmiyorlar. Bilselerdi zaten iman ederlerdi. Tıpkı Hudeybiye de yapılan anlaşmanın
başına “Rasulullah Muhammed” ibaresinin yazılmasına bozulmuşlar ve eğer biz
bunu kabul etmiş olsaydık zaten burada bu anlaşmayı yapmazdık dedikleri gibi.
71. “Hiç şüphesiz
artık Rabbinizin azap ve öfkesini hak ettiniz. Allah'ın hiçbir delil
indirmediği isimlerini de siz ve babalarınızın koyduğu putlar hakkında mı
benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin, doğrusu ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim"
dedi.”
Evet Hz. Hûd dedi ki sizler bu
tavırlarınızla Rabbinizden size bir öfke fırtınası, biz azap fırtınasını hak
ettiniz. Muhakkak sizin üzerinize Rabbinizin azabı gelecektir buyurduktan sonra
bakın şöyle diyor:
Sizin ve
atalarınızın isimlendirdiği isimler konusunda benimle mücâdeleye mi
tutuşuyorsunuz? Sizin ve atalarınızın uydurduğu şeylere dayanarak benimle
savaşmak mı istiyorsunuz? Sizin aklınızın, sizin atalarınızın akıllarının
ortaya koyduğu, kendinizin uydurduğu, kendi eseriniz olan, sizin ve
atalarınızın hevâ ve heveslerinden kaynaklanan bir takım düşüncelerin, bir
takım sistemlerin, bir takım yasaların, bir takım putların arkasına saklanarak,
onlara dayanarak benimle mücâdele mi etmek istiyorsunuz? Benin Rabbimden getirdiğim
bu dinin karşısına çıkardığınız ve savunmaya çalıştığınız bu isimler ne böyle?
Yâni sizin eseriniz olan, insan aklının eseri olan bu putlar ne böyle? Siz
kendiniz dikmediniz mi bu putları? Siz koymadınız mı bu yasaları? Siz kendiniz
koymadınız mı bu kanunları? Allah’ın sisteminin, Allah’ın mesajının karşısında
şu savunduğunuz, şu tutunduğunuz demokrasiyi kendiniz icad etmediniz mi? Ona
tutunarak Allah sistemini dışlamaya mı çalışıyorsunuz? Herkes bu demokrasiye
inanmalıdır diyerek insanları bu kendi diktiğiniz puta imana mı çağırıyorsunuz?
Onun kesin hak olduğunu kabullenip tartışmasını bile yasaklamaya mı çalışıyorsunuz?
En güzel sistem budur, en ideal hayat tarzı budur, bunun dışında insanları
mutlu edecek sistem yoktur diye, ona dayanarak benim getirdiğimi reddetmek mi
istiyorsunuz? Üstelik:
Bu konuda
Allah size bir delil de indirmemiştir. Bu konuda bu kendi akıllarınızdan kendi
hevâ ve heveslerinizden kaynaklanan bu demokrasinin hak olduğuna dair Allah’tan
bir delil de yok bir âyet de yoktur. Ve yıllardır bu sistemi uygulayan
ülkelerin durumları da belli. Ahlâklarıyla, sosyal yapılarıyla, gençlikleriyle,
sömürülüleriyle, intiharlarıyla kanları ve göz yaşlarıyla herkesin gözü önündedir.
İçkileriyle, kumarlarıyla, eroinleriyle, homoseksüelleriyle, buhranları ve
bunalımlarıyla insanların gözleri önündedir. İnsanların varmak istedikleri nokta
bumudur sizce? Siz de onların ortaya koyduğu bu sistemi Allah sistemi karşısında
savunurken onların vardıkları neticeye mi varmak istiyorsunuz? diyordu Allah’ın
elçisi.
Evet
insanlar kendi kafalarından, kendi hevâ ve heveslerinden bir şeyler üretiyorlar
ve onlara tutunarak Allah sistemiyle savaşa kalkışıyorlar. Diktikleri bu
putlara dokunulmazlıklar izâfe ederek, onların kesin doğru olduklarını kabul
ederek onların tartışılmasına bile izin vermiyorlar.
Bakın Ebu
Zer efendimiz genç yaşında İslâm’ı kabul eder. hâlâ müşrik olan ailesi onu bir
gün putlarının bulunduğu alana götürürler. Onlar vecd içinde putlarına tapınmayla
meşgullerken onların kutsadıkları bu putları reddedip Allah’a inanmış olan Ebu
Zer efendimiz yerden bir taş alıp putlardan birine atmak ister. Bunu yapmaya
teşebbüs ettiğinde gerçekten çok korktum diyor Ebu Zer efendimiz. İçimden bir
ürperti yükseldi, vücudumdan müthiş bir ter boşandı diyor. Çünkü o güne kadar
öylesine kutsamışlardı ki o putu, öylesine dokunulmazlık izâfe etmişlerdi ki
kendisine, öylesine telkinlerde bulunmuşlardı ki bakın Allah’a iman ettiği
halde, o putun, o cansız varlığın kendisine hiç bir zarar veremeyeceğini
bildiği halde yine de tit-riyordu Ebu Zer efendimiz. Ya çarpılırsam? Ya bu
putun gazabına uğrarsam? diye yine de korkuyordu.
Şimdi de böyle. Adamlar öyle bir
kutsiyet izâfe ediyorlar ki meselâ laikliğe, öyle bir reklamını yapıyorlar ki
demokrasinin, öyle bir dokunulmazlık veriyorlar ki putlara onların kesin bâtıl
olduklarını bilen insanlar bile onlara dokunmaktan korkuyorlar.
Meselâ
kimileri, kimi insanlara öyle bir büyüklük izâfe ederler ki, onları öylesine
putlaştırırlar ki neredeyse adamların yatak odalarına kadar girer bu adamlar,
en mahrem yerlerine kadar müdahale et-meye kalkışırlar da berikiler buna ses
çıkaramazlar. Halbuki Allah meleklerini bile kullarının yatak odalarına
sokmazken bu adamlar oralara bile girebilmektedirler. Gerçekten anlamak çok
zor.
Öyle değil mi? Bu adamlar kalpten
geçenleri bilirler, Allah yanında işlenen naneler bunlar yanında asla işlenmez.
Ne olur ne olmaz çarpılırız diyor insanlar. Halbuki bu sıfatlar sadece Allah’a
aittir. Kulları üzerine kahir olan, mahlukâtı üzerinde Kahhâr olan, onların
kalplerinden geçenlere muttali olan, onları her an kontrol etme gücüne sahip
olan, semi ve basıyr olan, onları kahredecek, helâk edecek olan sadece
Allah’tır. Şimdi sadece Allah’a ait olan bu sıfatları Allah’tan başka
birilerine verdiğimiz de, meselâ polise verdiğimizde, amire, müdüre
verdiğimizde, insanlara verdiğimizde ne olur bizim halimiz?
Evet
adamlar kendi yaptıklarına sarılarak Allah yasalarıyla savaşmaya çalışıyorlar.
Bunlar Allah’ınkinden daha üstün, bunlar Allah yasalarından daha doğrudur
demeye çalışıyorlar. Meselâ kanun çıkarıyorlar, kendileri yasa yapıyorlar ve
Allah’ın arzuları bu yasalarla çatıştığı zaman da “eh ne yapalım yasalar böyle”
diyorlar. Ne yapalım yasalar izin vermiyor diyorlar. Peki kim yaptı bu yasaları?
Kim dikti bu putları? Allah yasalarına göre örtünmek isteyen kızların karşısına
kendi yasalarını çıkarıyorlar ne yapalım yasalar engel diyorlar.
Eskiden müşrik Araplar helvadan
put yapıyorlar, bir süre tapınıyorlar sonra acıkınca da onu yiyiveriyorlardı.
Şimdi de aynen öyledir. Yasa yapıyorlar, bir süre o yasalara saygı duyup
uyguluyorlar onları ama daha sonra işlerine gelmeyince de o yasaları yiyiveriyorlar.
Hani şimdi şu anda on sene önceki yasalar var mı? Nerede onlar? Halbuki o
günlerde o yasalar yüzünden ne canlar yakmışlardı değil mi? Ama aradan bir kaç
sene geçince kendi yasalarını, kendi putlarını kendileri yiyorlar. Meselâ
istedikleri bir adam doçent olacaksa ve mevcut yasalar da onun bu makamı
kapmasına elvermiyorsa adamlar onun için özel yasa çıkarıyorlar.
Veya birisi bir makama gelecek
ama, mevcut yasalar buna imkân vermiyorsa ona engel olan yasayı yiyip onun
yerine bir yenisi dikiverirler. Meselâ farz edin ki bir yere bir müdür lâzım ve
orası için düşündükleri birisi varsa çıkaracakları yasaya o adamın tüm özelliklerini
yazarlar, adamın sadece yazılmadık bir tek adı kalır ve bu adamı bu yasa gereği
müdür yaparlar oraya.
Bütün bu
yaptıklarınız sadece isimden ibarettir diyor Rabbi-miz. Sadece isim ve altında
da hiç bir şey yoktur. Meselâ adâlet di-yorlar ama adâletin a’sına bile
rastlamak mümkün değil. Hürriyet di-yorlar, eşitlik diyorlar yasalar diyorlar,
demokrasi diyorlar, laiklik di-yorlar, din ve vicdan özgürlüğü diyorlar ama
başörtülülere kan ağla-tıyorlar. İnsan hakları diyorlar, adâlet konseyi
diyorlar, güvenlik kon-seyi diyorlar ama sadece isimden ibaret altında bu isme
lâyık hiç bir şey yok. Tüm dünyaya korkudan başka, zulümden başka hiç bir şey
yaymıyorlar. Sadece isimden ibarettir bunların yaptıkları şeyler altını
kazıdığınız zaman hiç bir çıkmaz diyor Allah.
Evet
Allah’ın elçisi diyor ki kendi çıkardığınız yasalarınıza dayanarak benim getirdiğim
Allah yasalarını reddediyorsunuz öyle mi?
Öyleyse
bekleyin ben de sizinle birlikte bekliyorum. Bu sa-vunduğunuz yasalarınızın ne
hale geleceğini, sizi nereye götüreceğini yakında siz de göreceksiniz ben de
göreceğim. Yakında kim galip kim mağlup onu siz de göreceksiniz ben de. Allah
yasalarını savunanlar mı galip gelecek, Allah düşmanları mı galip gelecek pek
yakında göreceğiz onu.
Ya da kim haklıymış kim haksızmış
onu yakında birlikte göreceğiz. Allah yasaları mı hakmış haklıymış, sizin kendi
kafalarınızdan ürettiğiniz sistemleriniz mi haklıymış çok yakında göreceğiz
onu. Hangisi kokuşmuş, hangisi insanlığa gerçek mutluluğu sunuyormuş göreceğiz.
Bakın Allah’ın elçisi ne kadar kendisinden emin ve ne kadar huzur içinde bir
tavır sergiliyor kâfirler karşısında.
Eğer
müslüman gerçekten müslümansa o huzurludur. Müslüman gerçekten müslümansa o
yolunda emindir. Yolunun doğrulu-ğundan kesin emindir
ve huzur içindedir. Ama bakıyoruz ki bugün müslümanlar müslümanlaştıkça
huzursuzlukları da artmaktadır. Bu durum karşısında ben ancak şunu
diyebiliyorum: Müslümanların bu durumda ya müslümanlıklarında bir bozukluk var
ya da huzursuzluklarında bir terslik var. Bakın bir Allah elçisi Allah’ın emirlerini
insanlara, kavmine tebliğ etti. Kavmi onu öldürmek istedi. Onu öldürmek için
peşine takıldı. O onların zulmünden kaçıp ormanda bir ağacın kovuğuna girdi.
Elbisesinin bir parçası dışarıda kaldığı için onun orada olduğunu anlayıp
testereyle ağaçla birlikte belinden biçiverdiler ama Allah’ın elçisi yine bu
anda bile ne kadar huzur içindeydi.
Evet bir müslüman vazifesini
yapmışsa mutlaka huzur içindedir. Rabbinin emirlerini insanlara duyurabilmişse
huzurludur. Ama ga-liba
günümüz müslümanları dünyayı cennet yapmak istiyorlar. Dünyada herkes bu
gerçeği anlayıversin, herkes müslüman oluversin, bir anlatışta herkes yol
buluversin istiyorlar ve bu olmayacak şeyler konusunda huzursuzluk üretiyorlar.
Üç kişiyle devlet kurmayı hedef-liyorlar ve olmayınca da huzursuzluk
üretiyorlar. Halbuki olacak bunlar. Adam
olmayanlar da çıkacak, bizi anlamayanlar da çıkacak, cehenneme hevesli
olanlar da çıkacak, küfürde direnenler de olacak bu dünyada. Bunları huzursuzluk
kaynağı yapmanın anlamı yoktur.
Evet
günümüz müslümanlarının ya böyle huzursuzluk kaynakları İslâmî değil; ya da
öğrendikleri ve yaşadıkları İslâm, İslâm değil de onun için müslümanlaştıkça
huzursuzlukları artıyor. Bu ikisini bir daha gözden geçirmek zorundayız. Acaba
müslümanlığımız Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine dayalı bir müslümanlık
mı yoksa piyasa müslümanlığı mı? Yâni şuradan buradan devşirdiğimiz bir
müslümanlık mı? Bunu bir gözden geçirelim bir. Bir de acaba hedeflerimiz,
beklentilerimiz peygamberlerinkine benziyor mu? Yoksa kendi kendimize hedefler
belirleyip de olmayınca huzursuzluk kaynağı mı oluyor? bunu da gözden geçirelim.
Bakın Allah’ın elçileri görevlerini yapmış olmanın huzuru içinde ne kadar
rahatlar.
72. “Biz, rahmetimizle, Hûd'u ve beraberinde
bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalan sayarak inanmayanların kökünü kestik”.
Evet Allah diyor ki biz onu,
Hûd’u ve beraberindeki inananları, onu ve getirdiği mesajını destekleyenleri,
peygamber safında yer alanları rahmetimizle kurtardık, âyetlerimizi
yalanlayanları, âyetlerimizi işlemez hale getirenleri, âyetlerimizi boşa
çıkarıp onlarla ilgilenmeyenleri kendi sistemlerine, kendi putlarına, kendi
hayat tarzlarına tutunarak Allah sistemiyle savaşa tutuşanların da kökünü
kestik.
Kim iman edecek kim iman
etmeyecek aslında bunu biliyordu Allah. Aslında bunları yaratmadan da biliyordu
Rabbimiz. Ama işte böylece hem bu adamları kendi vicdanlarıyla yüzleştirmek
üzere hem insanlara bunları göstermek üzere dünyaya getirip denedi onları ve
sonra da köklerini kesiverdi.
Kendimizden
bir rahmetle, katımızdan bir rahmetle inananları kurtardık diyor Rabbimiz. Evet
demek ki Rabbimizin rahmeti olmadıkça kurtuluş kesinlikle mümkün değildir. Bunu
hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Rabbimizin rahmeti ve rızası olmadıkça,
arkamızda Rabbimizin desteği olmadıkça ne bu dünyada ne de ukbada kurtuluşumuz
kesinlikle mümkün değildir. Yâni bir dâvâ ki arkasında Allah yoksa o dâvânın
galip gelmesi kesinlikle mümkün değildir. Öy-leyse tüm mücâdelelerimizde Allah
yasalarına uygun hareket edelim ki Allah bizimle beraber olsun. Tavizler
vererek, Allah’ın hoşlanmayacağı yollara saparak Allah desteğini kaybetmemeye
çalışalım inşallah. Evet böylece bir toplumun sonucuna şahit oluyoruz. Allah’ın
elçisi Hûd (a.s) Âd kavmine geldi, onlara Allah’ın âyetlerini getirdi ama onlar
kendi diktikleri putların, kendi icat ettikleri sistemlerin arkasına saklanarak
Allah sistemiyle savaşa tutuştular. İnananları kurtarırken Rabbimiz kâfirlerin
kökünü kesiverdi. Çünkü onlar:
Onlar mü’min değillerdi.
Mü’minlerden de olmadılar. Bunlar mü’minlerden olmak şöyle dursun Allah’ın
diniyle Allah’ın sistemiyle savaşa tutuştular. Vahyi topluma duyurmamak için
ellerinden geleni yapmaya çalıştılar. Aman bu insanlar Allah âyetlerini
duymasınlar. Eğer duyarlarsa bizimkilere itibar etmezler diye Allah âyetlerinin
eğitimine yasaklar koydular. Kur’an eğitimini yasakladılar. Kendi yasalarına
tutunarak Allah sistemiyle savaşa tutuştular da Allah da onların kökünü
kesiverdi.
Her devirde bu böyle
olmuştur. Her devirde Allah düşmanları ve Allah dostları olagelmiştir ve her
dönemde Allah dostlarını kurtarırken düşmanlarını helâk etmiştir. Bu yeryüzünde
Allah’ın değişmeyen yasasıdır. Düşmanlarını helâk yasası ve dostlarına yardım
yasası de-ğişmeyen yasadır. Kendilerinden öncekilerin başlarına gelenleri bildikleri
halde yine de Allah’a kafa tutmaya çalışabiliyorlar bu insanlar.
73. “Semûd milletine de
kardeşleri Sâlih'i gönderdik. "Ey milletim Allah'a kulluk edin, O'ndan
başka ilâhınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi: Allah'ın bu dişi devesi
size bir delildir, onu bırakın, Allah'ın toprağında otlasın; ona kötülük
etmeyin, yoksa can yakıcı azaba uğrarsınız”.
Önceki âyetlerde Rabbimiz Âd
kavmini anlatmıştı; burada da Semûd’u anlatacak. Evet diyor ki Rabbimiz Semûd’a
da kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Demek ki her kavme, her topluma kendi kardeşlerinden
birisi gönderiliyor. O toplumu iyi bilen, onların dertlerini, âdetlerini, dillerini,
problemlerini iyi bilen onları tanıyan bir elçi gönderiliyor. Onları hakka
dâvette inandırıcı olsun ve de onların
problemlerini çözmede başarılı olsun diye.
Semûd kavmi
Âd kavminden sonra gelmiş, onların halefi olarak Medine ile Kudüs arasında
“Hicr” denilen bölgede yaşamış bir kavimdir. Hattâ Allah’ın Resûlü Tebuk
taraflarına giderken: Buradan hızlı geçin, zira burası kardeşim Sâlih’in
devesini katlettikleri yerdir buyurur. Semûd’un en büyük şehirlerinden birisi
olan belki de merkezi olan “Medayin-i Sâlih” tir. Daha sonra bu şehrin harabeleri
üzerinde yapılan incelemelerden anlaşılıyor ki bu şehrin nüfusu beş yüz bin
civarındaymış. Bu toplum herhalde helâk edilen üçüncü toplumdur. Kendilerinden
önce sırasıyla Nûh kavmi, Âd kavmi helâk edilmiş ve onların arkasından bu toplum
geliyordu.
Sâlih
(a.s)’ın toplumuna söyledikleri de diğerlerinden pek
farklı değil. O da aynı şeyleri söylüyor ve diyor ki ey kavmim Allah’a kulluk
yapın sizin Allah’tan başka İlahınız yoktur. Allah’tan başka sözünü
dinleyeceğiniz, hatırını kazanacağınız, çektiği yere gideceğiniz İlahınız
yoktur.
Rabbinizden
size bir Beyyine gelmiştir. Rabbinizden size bir mûcize gelmiştir. Yâni sizin
elçi olarak beni kabullenmeniz ve benim dediklerim istikâmetinde bir hayat yaşamanız
konusunda size bir tehdidi var Rabbinizin. İşte Rabbinizden size böyle bir
Beyyine bir mûcize gelmiştir. Kur’an’ın başka âyetlerinden teferruatını öğrendiğimiz
bu mûcize, bu beyyine:
İşte şu
Allah’ın devesidir ki onda sizin için âyet vardır. O sizin için Rabbinizden bir
âyettir. Onu bırakın, ona ilişmeyin ki o Allah’ın arzında otlasın. Ona kötülük
etmeyin ki Allah’ın azabı size dokunmasın.
Rivâyetlere
göre Sâlih (a.s)’ın toplumu kendisinden bir mûcize istemişler. Ey Sâlih bize
reddedemeyeceğimiz bir mûcize getirirsen Rabbinden o zaman sana ve Rabbine iman
edeceğiz demişler. Rab-bimiz de onlara bu dişi deveyi göndermiş. Cenâb-ı Hak
sert bir kayadan böyle dişi bir deve çıkarmış. Tabii ki bu deve böyle normal
bildiğimiz bir deve değil. Allah’ın âyeti dendiğine göre mûcize bir deveydi bu,
harikulade bir deve. Ona inanmak Allah’a iman demek olan, ona ilişmek de
Allah’a ilişmek olan bir deve.
Evet o deve
Allah’ın bir âyetiydi ve ona karşı Allah nasıl davranılmasını emretmişse öylece
davranmaları gerekiyordu. Allah’ın elçisi Hz. Sâlih diyor ki onlara: Bırakın,
dokunmayın bu deveye de Allah’ın arzında dilediği gibi yesin içsin. Ona
kötülükle dokunacak olursanız Allah’ın azabına uğrarsınız.
Evet bu deveye kötü bir şekilde
yaklaşmak, kötülük yapmak üzere dokunmayacaklardı. Kötülüğün dışında meselâ süt
almak için başka şeyler için dokunabileceklerdi. Zira arz da Allah’ındı deve de
Allah’ındı. Ve Allah’ın âyeti olan bu deveye karşı Allah’ın istediği gibi
davranmak zorundaydılar. Allah’ın âyetine hayat hakkı tanımak zorundaydılar.
Allah’ın arzında Allah’ın yasalarına, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın dinine,
Allah’ın hayat programına hayat hakkı tanıyacaklardı. Kendilerinin, kâinatın,
devenin ve tüm varlıkların yaratıcısı ve sahibi olan Allah’ın hayata karışmasına
karşı gelmeyeceklerdi. Bu hayat Allah’tansa, bu varlıkların sahibi Oysa,
elbette onlar konusunda söz sahibi de O’dur diyeceklerdi. İlişmeyeceklerdi
Allah âyetine. Dışlamayacaklardı Allah’ı. Yok etmeden yana olmayacaklardı Allah
âyetlerini.
Başka? Başka ne istiyordu Allah
onlardan? Bakın kullarına karşı rahmeti bol olan Rabbimiz, bu rahmeti gereği
gafil kullarının akıllarını erdirmek için bundan sonraki âyetinde onlara şöyle
sesleniyor:
74. “Allah'ın sizi Âd milleti yerine getirdiğini,
ovalarında köşkler kurup dağlarında kayadan evler yonttuğunuz yeryüzünde
yerleştirdiğini hatırlayın; Allah'ın nimetlerini anın, yeryüzünde bozgunculuk
yaparak karışıklık çıkarmayın" dedi.”
Hatırlasanıza Âd kavminden sonra
sizi halîfeler kılmıştık. Allah onlardan sonra sizi yeryüzünde yerleştirip imtihana
tâbi tuttu. Allah âyetlerine inanmayan, Allah elçileriyle savaşa tutuşan Âd toplumunu
yok etti ve Allah onların mülkü üzerine sizleri getirdi. Onlardan aldığı
nimetlerini şimdi size verdi. Onların arkalarından sizleri yeryüzüne yerleştirdi.
Size imkân verdi, coğrafya verdi, yeryüzünde hükmetme yetkisi verdi. Sizleri
yeryüzünde egemen kıldı. Dilediğiniz gibi yeryüzüne hükmedecek konuma getirdi
sizi. Bu yetkiyi kimden aldınız? Kim verdi bütün bu nimetleri size? Bütün
bunları Allah lütfetmedi mi size? Yeryüzünü size boyun büktüren Allah değil mi?
Siz kendiniz mi yapıyorsunuz bunları? Yeryüzünün ovalarında köşkler kurup,
dağlarında kayaları yontup evler, köşkler yapıyorsunuz.
Hem ovalardan istifade
ediyorsunuz hem dağlardan. Dağlarda evler yontuyorsunuz, ovalarda da köşkler
yapıyorsunuz. Rivâyetlere göre kendilerinden öncekilerin rüzgar ve sarsıntıyla
yok edildiklerini bildikleri için güya dağların üzerlerinde kayalardan mağaralar
yontarak kendilerini Allah’tan gelebilecek muhtemel bir azaba karşı sağlama almaya
çalışıyorlardı.
Allah’ın
elçisi diyor ki bütün bunları size Allah’ın verdiğini hiç düşünmüyor musunuz?
Sizden öncekilerin helâk edildiklerini ne çabuk unuttunuz? Yaşadığınız bu bölgede,
bu köşklerin içinde kendinizi emniyette mi hissediyorsunuz?
Evet Semûd
kavmi dağ başlarında kayaları yontarak, kayaları, dağları yararak çok muhkem
evler yapıyorlar, hiç ölmeyeceklermiş gibi köşkler içinde yaşıyorlardı ve zannediyorlardı
ki bu sağlam yapılar kendilerini her türlü tehlikelere karşı koruyacaktı. Bu
sağlam yapılarına, muhkem evlerine, mülklerine, servetlerine makamlarına ve medeniyetlerine
güvenerek Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın elçileriyle sa-vaşa tutuşuyorlardı.
Kendilerinden önce Allah mücâdeleye tutuşanların gözlerinin önünde Allah
karşısında nasıl mağlup olduklarını görmüşlerdi ama yine de ibret almıyorlar ve
onların yolundan gitmeyi tercih ediyorlardı.
Bu yüzden
nerede yüksek, yüksek binalar görsem Semûd’u hatırlarım. Gözümün önünde hiç
ölmeyecekmiş gibi plan program yapan Semûd canlanır. Allah korusun da bugünün
insanları da tıpkı Semûd’un tavrını sergiliyorlar. Sanki ebedî kalma iddiasını
sergileyen, Allah’a da, Allah’ın âyetlerine de, Allah’ın peygamberinin sünnetine
de ihtiyaçlarının olmadığını söylüyorlar. Adamlar öyle bir hayat yaşıyorlar ki
hayatlarında ne kitap var ne sünnet. Sanki hiç ölmeyecekler, sanki kıyâmet hiç
gelmeyecek ve saltanatları düzeleri sanki hiç yıkılmayacak. Tüm günlerini, tüm
zamanlarını ve mesailerini bunlara ayırarak, gündemlerinden âhireti, hesabı
kitabı çıkararak işleri güçleri kasır ve büyût olan bu insanları görünce
Semûd’u hatırlamamak mümkün değildir.
Evet
Allah’ın elçisi diyor ki Allah’ın size verdiği bu nimetleri hatırlayın da
yeryüzünde fesat çıkarmayın, yeryüzünde Allah’ın koyduğu düzeni bozmayın.
Allah’ın sizlere kulluk adına verdiği bu nimetleri sırf zevkleriniz istikâmetinde
kullanacağınıza ihtiyaçlarınız kadar hayatı kullanıp o arazileri o imkânları
Allah’a kulluk üzere kullansaydınız ya. Her yerde Allah’a secdeyi
gerçekleştirseydiniz ya. Her yeri evlerle, köşklerle, saraylarla
dolduracağınıza her yeri Allah’a secde mahalli kılsaydınız ya. Her yerde
Allah’ın istediği gibi davranarak Al-lah’a kulluğu gerçekleştirerek halîfelik
hakkınızın devamını sağlasaydınız ya.
Bakın
Allah’ın elçisinin bu uyarısına karşılık o toplumun Melesi de şöyle diyorlardı:
75.
“Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenleri, aralarından iman eden ve bu
sebeple hor gördükleri kimselere, "Sâlih'in Rabbi tarafından gönderildiğini
sahiden biliyor musunuz? "dediler, onlar da, "Doğrusu biz onunla
gönderilene inanıyoruz" dediler.”
Müstekbirler, kibirlenenler,
Allah’a ve elçisine kafa tutanlar, mallarına makamlarına, servetlerine, konumlarına,
evlerine, köşklerine güvenerek Allah’a da Allah’ın âyetlerine de Allah’ın
elçilerine de değer vermeyenler, devletin nimetlerinden en fazla istifade eden,
kan emen, toplumda peygamber mesajının hâkim olmasıyla tüm menfaat hortumlarının
kesileceğinden ve mevcut düzenin yaşamasından
yana olanlar, müstekbirler mus’taz’aflara, ezilenlere, horlananlara, ikinci,
üçüncü sınıf vatandaş görülenlere şöyle diyorlardı:
Yâni şimdi
sizler gerçekten Sâlih’in Rabbinden bir mürsel olduğunu, Allah tarafından gönderilmiş
bir elçi olduğunu biliyor musunuz? Onun gerçekten bir peygamber olduğunu mu
düşünüyorsunuz? Onların bu sorularına karşı Sâlih (a.s)’ma iman etmiş mü’minler
de diyorlar ki:
Biz Sâlih
(a.s)’ın bir peygamber olduğuna da onun Rabbinden getirdiklerinin tümüne de
iman ettik. Biz onun getirdiklerinin tümüne inandık. Dikkat ederseniz kâfirler
siz onun bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Belki de o sizi kandırmıştır
şeklindeki sorularına kar-şılık mü’minlerin verdikleri cevap gerçekten çok
manidardır. Kâfirlerin sorularını düzelterek diyorlar ki sadece bilmek yetmez.
Biz sadece işi bilmekle bırakmadık bu bildiklerimizi imana dönüştürdük. Mücerret
bilgi bir işe yaramaz ki. İman için elbette iman edilecek şeyler bilinmeliydi,
bilinmeyen şeye iman söz konusu olamazdı ama bu bilgi hemen imana dönüşmeliydi.
Ve işte bakın diyorlar ki bilmek
de ne demek? Bilmenin de ötesinde biz onun getirdiklerinin tümüne iman ettik.
Allah’ın elçisinin Rabbinden getirdiklerinin hepsini kabul ettik. Onun
Rabbinden getirdiklerinin tümü bizim başımızın üzerindedir dediler ve imanlarını
kâ-firlerin yüzlerine haykırdılar.
Bakın
anlaşılan o ki Sâlih (a.s) toplumunu Allah dâvet eder. Her toplumda olduğu gibi Sâlih (a.s)’ın toplumun içinden de sadece
zayıf olanlar, fakirler ve garibanlar bu dâvete icâbet ederler. Varlıklılar,
yöneticiler, topluma egemen olanlar iman etmezler. Ve bunlar, bu kâfirler o
toplumda kendilerine ters olan bu insanları ikinci, üçüncü sınıf vatandaş
görerek, müs’taz’af görerek imanlarından dolayı onları sorgulamaya
çalışıyorlar. Şu andaki müstekbirlerin imanlarından dolayı aşağı gördükleri
müslümanları sorgulamaya çalıştıkları gibi. İmanlarından dolayı mü’minleri mahkum
etmeye çalıştıkları gibi. Gelin bakalım bizim iznimiz olmadan sizler nasıl
inandınız? Bizler bu işe okey demeden nasıl örtündünüz? Bizlerin müsaadesi
olmadan şunları, şunları nasıl yaparsınız? dedikleri gibi onları da sorgulamaya
ça-lışıyorlardı kâfirler.
Ve işin en
enteresan tarafı da düne kadar tükürüklerini bile lâyık görmedikleri bu ayak
takımını, bu kölelerini imanlarından ötürü artık kale almaya ve onları
kendilerine muhatap kabul etmeye başlıyorlardı bu kâfirler.
Öyleyse şunu hiç bir zaman
unutmayalım ki bizler de bugün bu kâfirlerin karşılarına net ve açık
müslümanlar olarak çıkarsak, kendilerinden farklı bir kimlikle onların karşılarına
çıkabilirsek o zaman bizi bu imanlarımızla değerlendirecekler. Yoksa bu adamlar
bizi neyle değerlendirecekler? Atla mı? Arabayla mı? Servetle mi? Parayla mı?
Biz bunlarla bu adamların karşısına çıkmaya çalışırsak unutmayalım ki ebedîyen
dünyaya tapınan bu adamların elindekilere ulaşamayacağımıza göre, bizim
elimizdekiler hep onlarınkinden az ola-cağına göre yine bir değerimiz olmayacak
demektir. Başka neyle çı-kabileceğiz bu adamların karşısına? Demokrasiyle mi,
laiklikle mi, İs-lâmi olmayan sosyal yapılanmalarımızla,
eğitim anlayışlarımızla mı?
Bu adamlar bizim artıklarımızla
geçinen, bizi taklit eden, bizi efendi görüp bizimkileri kapmaya çalışan
köleler diyecekler. Peki o zaman neyle çıkacağız bu adamların karşısına? İmanla
çıkacağız, Kur’an’la çıkacağız, bunlardan farklı bir hayat anlayışıyla, bunlardan
farklı bir kimlikle müslüman kimliğiyle çıkacağız işte o zaman bu adamlar bizi
muhatap kabul edecekler başka çaresi yoktur bunun.
Evet
mü’minler kâfirlerin karşılarına müslüman kimliğiyle dikilince bakın onlar ne
dediler:
76. “Büyüklük taslayanla, "Sizin inandığınızı biz inkâr
ediyoruz" dediler.”
Evet müstekbirler de dediler ki
biz de sizin inandıklarınızı inkâr ettik. Biz de sizin mü’mini olduğunuz
şeylerin kâfiri olduk. Biz sizin inandıklarınızın doğruluğunu bilmiyoruz,
bilemiyoruz demiyorlar da; biz onların kâfiriyiz diyorlar alçaklar.
Aslında onlar da biliyorlar peygamberin
hak olduğunu. Onlar da biliyorlar Sâlih (a.s)’ın hak pey-gamber olduğunu ve bu
devenin mûcize bir deve olduğunu. Biliyorlar ama hayatlarının değişmesinden
korktukları için, menfaatlerinin kesileceğini bildikleri için iman
etmiyorlardı. Peygamberin mesajına iman ettikleri zaman hayatları değişecekti,
kan emmeye devam edemeyeceklerdi, zulümlerini sürdüremeyeceklerdi de onun için
iman etmiyor-lardı.
Sizin iman
ettiğiniz şeylerin hiç birisini kabul etmiyoruz diyerek; şehirde inananlarla
kâfirler arasında çekişme oldu. Şehirde dokuz kişilik bir eşkıya gurubu vardı.
Bu eşkıya gurubunun içinden en şakîleri ileri atılıp deveyi biçiverdi.
77. “Ve dişi
deveyi kesip devirdiler; Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar, "Ey Sâlih,
eğer sen peygambersen bizi tehdit ettiğin azaba uğrat bakalım" dediler.”
Evet Allah’ın âyetini, deveyi biçtiler.
tâbi büyük bir deve olduğu için ayaklarından biçip öldürdüler.
Bu devenin
bir özelliği vardı, bir gün toplum kuyulardan su içmeyecek ve sadece bu deve su
içecek ve ikinci gün de içtiği bu suyu süt olarak kavme ikram edecek ve tüm
kavmi doyuracaktı. İkinci gün de bu deve su içmeyecek ve kavim kuyulardan su
içecekti. Yâni Medayin-i Sâlih’in beş yüz bin civarında nüfusu olan bir şehir
olduğunu düşünürsek bir tek deve beş yüz bin insanı sütle doyuracaktı.
Gerçekten büyük bir mûcizeydi bu
deve. Gerçekten de toplum için mahza hayırdı, hayırlıydı, bereketliydi bu deve.
Ama kâfirler Allah’ın bu âyetine tahammül edemediler. Allah’ın âyetini ortadan
kaldırmaya yöneldiler. Allah’ın yasasını ortadan kaldırmaya yöneldiler.
Allah’ın arzında Allah’a hayat hakkı tanımadılar, Allah’ın âyetine hayat hakkı
tanımadılar ve kendileri için mahza hayır olan, tek suçu kendilerine süt verip
onları beslemek olan bu deveyi ayaklarından biçerek öldürüverdiler. tâbi büyük
bir deve olduğu için ayaklarından biçip onu öldürüverdiler.
Evet
kâfirlerin fıtratında, küfür tabiatında faydalıyı ret vardır. Kâfir kesinlikle
hayra, hakka dayanamaz. Kâfirin hayra hayırlıya bereketliye tahammülü yoktur.
Bakın bu deve mahza kendileri için hayırlıydı, mahza bereket kaynağıydı. Bu
devenin bir tek suçu vardı o da süt vermek. Süt verip bu insanları doyurmak.
Bunun dışında başka bir suçu yoktu bu devenin. Ama kâfirin mantığı ters
çalıştığından bu hayra tahammül edemedi. Tıpkı şu anda yeryüzünde tek suçu süt
vermek olan ürettikleriyle tüm dünyayı doyurmaktan başka bir suçu olmayan
müslümanları öldürmek için günümüz kâfirlerinin soyundukları gibi.
Ben
müslümanları Sâlih (a.s)’ın devesine benzetirim. Şu andaki müslümanların
yeryüzünde varlıkları da insanlık için mahza hayırdır. Bugün müslümanların bir
tek suçu var. O da tıpkı Sâlih (a.s)’ın devesi gibi süt vermek. Yâni ürettikleriyle
tüm dünyayı beslemek. Ama bugünkü kâfirler de tıpkı dünün kâfirleri gibi bu
hayra tahammül edemiyorlar. Bu hayrın varlığına tahammül edemiyorlar da yeryüzündeki
tüm müslümanları yok etmek için çırpınıyorlar. Yeryüzünde Allah’ın âyetine,
Allah’ın arzularının görüntülenmesine, Allah’ın yasalarının temsil edilmesine
tahammül edemiyorlar. Çünkü kesin biliyorlar ki bu kâfirler yeryüzünde
müslümanlar var oldukları sürece, yeryüzünde müslümanlar Allah’a kulluğu sergiledikleri
sürece bâtılların bâtıllıkları anlaşılacak sapıkların sapıklık noktaları açığa
çıkacak ve kendilerine hayat hakkı kalmayacaktı.
Evet
kâfirin mantığı ters işlemektedir. Şaşı gözlüdür kâfir. Her şeyi ters değerlendirir.
Hakkı bâtıl, bâtılı hak görür, hayrı şer, şerri hayır görür, temizi pis, pisi
temiz görür. Sanki namusluluğu namussuzluk, namussuzluğu namusluluk bilir.
Meselâ bir okulda iki bin öğrenciden sadece iki tanesi kapalı olsa küfrün buna
tahammülü yoktur. Neden? Çünkü o iki tane örtülünün varlığı örtüsüzlerin varlığını
açığa çıkarıyor da ondan. Koskoca bir dairede rüşvet yemeyen iki tane memurun
varlığına tahammülleri yoktur. Neden? Çünkü o iki tane mü’minin varlığı
ötekilerin pisliğini açığa çıkarıyor da ondan.
Evet Sâlih
(a.s)’ toplumu peygamberlerinin buna dokunmayın dediği deveyi Allah’ın âyetini
ortadan kaldırıverdiler. Şu anda da son elçi Hz. Muhammed (a.s)’ın bunlara
dokunmayın dediği yeryüzünde Allah âyetlerini, Allah sistemini kaldırmaya çalışıyorlar.
Evet deveyi
öldürdüler. Peki acaba niye öldürmüşlerdi bu de-veyi? Çünkü bu deve Allah’ın
âyetiydi ve karşılıksız süt veriyordu top-luma. Bu devenin varlığı, misyonu
toplumda menfaatperestlerin huzurunu kaçırıyordu. Karşılıksız bir şey yapmayı
bilmeyenlerin pisliğini açığa çıkarıyordu bu deve. Peygamber de böyleydi.
Rabbimiz Müd-dessir sûresinde peygamberine şöyle diyordu:
“ Yaptığın iyiliği
çok görerek başa kakma.”
(Müddessir 6)
Daha
iyisini beklediğinden dolayı sen insanlara iyilikte bulunayım deme. Kaz gelecek
yerden tavuk esirgenmez deme. Ben bunu bir kere arabama bindirirsem bu bana
araba hediye edecek deme. Hareketlerini buna bina etme peygamberim.
Yaptığın
işi çok görerek başa kakma. Veya sen çok iyiliğe lâyıksın zannederek hareketini
öylece düzenleme. Veya karşındakini minnet duygusu altında tutma. Yâni Az verip çok şey bekleme. Hem toplumsal
planda, hem de Allah’a karşı görevlerinde öyle davranma. Meselâ namazımızı
kılıyoruz, abdestimizi alıyoruz, elbette Allah bizi cennete koyacaktır değil
mi? diyerek az yaptığın kulluğun karşılığında tam kulluğun gereği olan cenneti
bekleme. Bir böyle. Bir de sosyal ilişkiler içinde karşındakine iki âyet
anlattın diye iki çay içirmesini bekleme. Ya da aferin demesini bekleme. Veya
tebliğ ettim, duyurdum diye hemen hayatını değiştirmesini bekleme.
İşte Allah
peygamberinden bunu bekliyordu. Şimdi böyle bir peygamberin varlığına kâfirler,
toplumda menfaatlerini birinci planda tutan zâlimler tahammül edebilirler mi?
Devletse tebaasını, talebeyse hocasını, hocaysa talebesini, müdürse okulunu ve
talebelerini, sa-tıcıysa
müşterilerini, müşteriyse satıcıyı düşünen birisini gördüklerinde elbette zâlimlerin
iştahı kaçacaktı. Bu tipte bir tek adamın varlığına bile tahammül edemezler.
Onu yok etmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Kendilerinin
yanlışlığını ortay koyan kıstası yok etmek için yapamayacakları yoktur bu adamların.
İşte Semûd da
böyleydi. Kendilerinin iyiliğini isteyen, yaptıkları karşılığında kendilerinden
bir ücret istemeyen fedâkarlık sembolü kardeşleri Sâlih’in varlığına dayanamadılar. Mahza kendileri için
hayır olan, bereket olan devenin varlığına tahammül edemediler. Allah’ın âyetine
tahammül edemediler de deveyi öldürüverdiler.
Aslında
deveyi boğazlayanlar bir kaç kişiydi, ya da onların da içinden bir tanesi bu
işi gerçekleştirmişti ama dikkat ederseniz Rab-bimiz bu işi toplumun tümüne
teşmil ediyor. Tüm toplumu suçlu kabul ediyor. Neden? Çünkü devenin öldürülme
konusunda ötekiler de ona yardımcı oldular veya ötekiler de onun bu eylemine
ses çıkarmadılar, engel olmadılar, karşı koymaya çalışmadılar. İçlerinden bir
şakinin Allah’ın âyetini kaldırmasına göz yumdular. İşte onların bu tavrı o şakîye
en büyük destekti ve Rabbimiz bu konuda onların tümünü bu suça ortak kabul
ediyor. O deveyi hep beraber boğazladılar, Allah’ın âyetini hep beraber ortadan
kaldırdılar diyor.
Yâni bir toplum içinden bir şaki
çıkıp Allah’ın sistemini kaldırırsa toplumun diğer üyeleri on bu işten engellemeye
çalışmazsa tüm toplum suçludur diyor Rabbimiz. Evet toplum içinde şirke, toplum
içinde ahlâksızlığa, toplum içinde İslâm dışı uygulamalara ses çıkarmayan herkes
ondan sorumludur.
Evet deveyi
öldürdüler Sonra da küstahlıkları içinde dediler ki bakın:
Allah’ın
elçisine meydan okuyarak dediler ki ey Sâlih! Biz ya-pacağımızı yaptık, haydi
sen de o bize vaadettiğin azabı getir de gö-relim. Ey Sâlih gerçekten peygambersen
haydi ne getireceksen getir de görelim dediler. Hakikaten Allah’a ve onun
elçisine kafa tutmada çok ileri gittiler. Çünkü Sâlih (a.s)’a meydan okumaları
demek Allah’a meydan okumaları demekti. Yâni âyetin ifadesinden de anlıyoruz ki
aslında bu adamlar Allah’ın azabını hak ettiklerini, Allah’ın azabının mutlaka
kendilerine geleceğini bildiler de yine de kuyruğu dik tutmaya çalıştılar. Yâni
onu öldürünce rahatları kaçtı. Çünkü önceki toplumlara Allah’ın yaptıklarını
bildikleri için artık kesinlikle kendilerine Allah’ın azabının geleceğini
anladılar.
Rivâyetlere göre bu deveyi
öldürmelerinden sonra Rabbimiz onlara üç gün müddet tanıdı. Üç gün kendi memleketinizde
faydalanın dedi. Haydi üç gün daha yaşayın dedi. Yine rivâyetlere göre bu üç
günün birinci gününde, yüzleri sarardı, ikinci gün yüzleri kızardı, üçüncü gün
de yüzleri kap kara kesildi. Daha sonra:
78. “Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve oldukları yerde
diz üstü çöküverdiler.”
Onları bir racfe
yakalayıverdi. Dizlerinin üzerinde çöküverdiler. Oldukları yerde diz
çöküverdiler. Güvendikleri evleri, villaları, saltanatları, medeniyetleri bir
anda çöküverdi. Güçleri kuvvetleri teknolojileri bir sayha ile bir anda
çöküverdi. Bir Sa’ika, bir yıldırım, bir titreşim, ya da geberin diye bir ses
geliverdi de ne evleri, ne köşkleri, ne medeniyetleri, ne güçleri kuvvetleri
kendilerini helâkten kurtaramadı.
Diz çöktüler, keşke alçaklar daha
önce diz çökselerdi. Keşke daha önceden secdeye kapansalardı. Keşke daha önceden
Rablerinin emirlerine boyun büküp Onun istediği hayatı yaşamaya yönelselerdi.
Onlar böyle tav’an diz çökmeye yanaşmayınca Rabbimiz zorla diz
çöktürüverdi onlara.
79. “Sâlih de onlardan yüz çevirdi ve" Ey milletim!
An-dolsun ki ben size Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt vermiştim; fakat siz
öğüt verenleri sevmiyorsunuz? dedi.”
Sâlih (a.s)
onlardan yüz çevirdi, onlardan uzaklaşıp şöyle bir tepeye çekildi ve az evvel
beş bin insanın yaşadığı Medayin’e şöyle bir baktı. O insanlardan, o insanların
evlerinden, Medeniyetlerinden geriye kalanı şöyle bir seyretti. Ve dedi ki, ey
kavmim! andolsun ki ben size Rabbimiz risâletini tebliğ ettim. Rabbimin bana
gönderdiklerini ben size tastamam ulaştırdım. Bu konuda en küçük bir mâzeret
gösteremeyeceğiniz biçimde size hakkı duyurdum. Ben bana düşenlerin tamamını
yaptım.
Ve ben size nasihat ettim. Sizin
cennetiniz için ve cehennemden korunmanız için ben size nasihatçi davrandım.
Yâni size son derece samimi davrandım. Sizden hiç bir ücret istemedim. Ve sizin
bana yaptığınız işkenceler ve yalanlamalarınız karşısında bıkıp usanıp, size
kızıp darılıp da sizin cehenneminize göz yummaya kalkmadım. Şahsî meseleleri ön
plana çıkarmadım. Sadece sizin için iyilik düşündüm ama:
Lâkin siz
nasihatçileri sevmiyorsunuz. Siz sadece sizin iyiliğinizi düşünen, sizi ezmeyi,
sizi kullanmayı, size zulmetmeyi istemeyen ve sadece sizin cennetiniz ve mutluluğunuz
için çırpınanları sevmiyorsunuz. Siz nasihati ve nasihatçiyi sevmiyorsunuz. Siz
böyle sırf sizin iyiliğinizi isteyen insanları sevmiyorsunuz. Siz her an sırtınıza
binecek, her dakika sizi ezecek, sizi kullanacak birilerinden hoşlanıyorsunuz.
Bu tip zorbalar karşısında ancak hizaya geliyorsunuz. Bir peygamberden değil, zâlim
bir idareciden hoşlanıyorsunuz. Sizi seven, size değer veren ve sizin için,
sizin kurtuluşunuz için her türlü fedâkarlığa katlanan, bir elçiyi kaale
almıyorsunuz da sizi ezenlerin karşısında ceket ilikliyorsunuz. Siz sizden çok
sizi düşünen birisini değil, sizi her an ezen birilerinden hoşlanıyordunuz ve işte böyle bir tutumun
sonucunda da Allah’ın azabını hak ettiniz.
Gerçekten
sevinmedi Hz. Sâlih (a.s). Kavminin başına gelenlere üzüldü. Zavallılar ben
size dememiş miydim? Ben size anlatmamış mıydım? diyerek üzüntüsünü dile getiriyordu.
Evet bir
toplum daha tarih sahnesinden siliniyordu. Bir toplum daha Rablerine
isyanlarının cezasını çekerken, o toplum içinde üslendikleri rollerinden dolayı
Allah elçisi ve beraberinde inananlar kurtuluyor ve Rablerinin va’dine kadar
yaşıyorlar. Sonra Rabbimiz bir başka toplumu anlatmaya başlıyor. Lût (a.s)’ı ve
onun toplumunu anlatmaya başlıyor.
80. “Lût’u da gönderdik,
milletine" Dünyalarda hiç kimsenin sizden önce yapmadığı bir hayasızlığı
mı yapıyorsunuz?”
Lût (a.s) İbrâhim (a.s)’ın
yeğenidir. İbrâhim (a.s)’ın kavmiyle, toplumuyla, devletiyle verdiği onurlu
mücâdelesinden ve sonunda ateşe atılmasından sonra yeğeni Lût (a.s)’la beraber
ülkesinden hicret etmiş. İbrâhim (a.s) Filistin bölgesine yâni Beyti Makdis
civarına, Lût (a.s) da Ürdün’e Sodam ve Gomore kentlerinin bulunduğu bölgeye
yerleşmiştir. Kudüs’le Amman arasında bir bölgedir burası.
Lût
(a.s)’ın toplumunun bir büyük hastalığı vardı. Yeryüzünde hiç bir kavmin
yapmadığı korkunç bir hastalık. Lûtîlik. Erkeğin erkelere gitmesi. Bakın diyor
ki Hz. Lût: Sizler fahişeye mi gidiyorsunuz? Aşırılığa, fahşaya mı gidiyorsunuz?
Dünyalarda sizden önce hiç bir kavimde görülmemiş, hiç kimsenin yapmadığı bir
hayasızlığı mı yapmak istiyorsunuz? Veya âleminden maksat insanların dışında hayvanlar
âleminde bile benzeri görülmemiş çok çirkin bir şeyi mi yapmaya gidiyorsunuz?
81. “Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz,
doğrusu çok aşırı giden bir milletsiniz" dedi.”
Hayvanların
bile yapmadığı, yapamadığı bu fıtrat bozukluğuyla kadınlar dururken erkeklere
mi gidiyorsunuz? Hem de bir yanlışlık sonucu, bir hata sonucu da değil üstelik
şehvetle gidiyorsunuz öyle mi? Hayır hayır sizler
haddi aşan bir toplumsunuz. Sizler müsrif bir toplumsunuz. Yâni böyle sere
serpe, keyfine göre, zevkine göre yaşamak isteyen, hiçbir sınır tanımayan,
Allah tanımayan bir toplumsunuz. Çünkü hayatın sınırını koyan Allah’tır. Sınır
tanımayanlar da Allah tanımayanlardır.
Allah’ın
müsrifler olarak vasfettiği bu kavim ahlâksızlıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki
toplumun içinde herkesin gözleri önünde bu ahlâksızlığı işliyorlardı.
Ahlâksızlığı doruk noktada sergileyen, peygambere kafa tutmayı doruk noktada
yasallaştırmış bir toplum. Ahlâksızlığı en zirvede temsil eden kavim Hz. Lût
(a.s)’ın kavmidir. Hattâ insan sûretinde kavmi yok etmek için Allah’ın melekleri
Hz. Lût (a.s)’a geldikleri zaman karısı bu ahlâksızlara haber vermişti. Lût’un
evine çok yakışıklı delikanlılar geldi, eğer onlardan istifade etmek isterseniz
haydi buyurun diye; eve bu ahlâksızları dâvet etmişti. Ahlâksız toplum da Lût
(a.s)’ın evini muhasara ettiler. Ey Lût biliyoruz ki senin evinde yakışıklı
gençler var onları bize teslim etmezsen sana şöyle şöyle
yapacağız diyerek Allah elçisini tehdit ettiler.
Yâni düşünebiliyor musunuz
birisinin evine misafir olarak bir kısım
gençler geliyor ve ev sahibinden şehvetlerini tatmin için bu misafirlerinin
kendilerine teslim edilmesini istiyorlar. Gerçekten ahlâksızlığın doruk
noktası.
Bakıyoruz
bugün de Amerika’da ve müşrik batıda ve onların uydusu konumunda bulunan
Türkiye’nin pek çok şehirlerinde aynı ahlâksızlıkların sergilendiğini
görüyoruz. Aynı fıtrat bozukluklarını bugün de görüyoruz. Belki de Lût (as) ın
ahlâksız ve sapık kavmini aratmayacak boyutta. İşte bu fıtratın bozulmasının
ifadesidir. Bütün bunlar inanç bozukluğundan tevellüd eden şeylerdir.
Allah diyor
ki sizler müsrif bir toplumsunuz. Sizler haddi aşan, Allah’ın sınırlarını tanımayıp
çiğneyen Rabbinizin size vermiş olduğu nimetleri kötü yerde kullanan, fıtratı
kötüye kullanan insanlarsınız. Allah onlara bir güç vermişti, cinsel bir
potansiyel vermişti halbuki onlar Allah’ın kendilerine verdiği bu güç sayesinde
nesillerini devam ettireceklerdi. Beşeriyetin devamını sağlayacaklardı. Erkekse
kadına, kadınsa erkeğe gidecekler ve Allah’ın kendilerine gösterdiği yollardan
bu arzularını tatmin edeceklerdi. Oysaki bu ahlâksız toplum Allah’ın
kendilerine Lütfettiği bu gücü bu enerjiyi gerekli yerde kullanmayarak İsraf
ediyorlardı.
Demek ki
İsraf nimeti o nimetin vericisinin yolunda kullanmamaktır. İsraf: Nimeti, nimet
sahibinin gösterdiği istikâmette kullanmamaktır. Evet malımızı, evlâtlarımızı,
canımızı, elimizi, ayağımızı, paramızı, cinsel gücümüzü, aklımızı, fikrimizi,
kâlemimizi, zamanımızı nerede ve nasıl kullanacağımızı Allah’a sormak zorundayız.
Çünkü bütün bu sahip olduğumuz şeyleri bize veren Odur. O bütün bu verdiklerini
nerede ve nasıl kullanmamızı istiyorsa oralarda kullanmak zorundayız. O zaman
nimete şükretmiş olacağız, değilse küfran-ı nimet etmiş ve İsraf etmiş
olacağız. İşte Allah’ın kullarına vermiş olduğu cinsel nimeti de üreme nimetini
de evlenerek meşru dairede çoluk-çocuk sahibi olarak onu verenin rızasına uygun
olarak değerlendirmek zorundayız.
Evet demek ki bu da bir nimettir.
Ve eğer bu bir nimet olmasaydı ne kadın kocasına tahammül eder ne de koca
karısının ve çocuklarının kahrını çekmeye yanaşırdı. İşte Allah’ın verdiği bu nimetin
burada kullanılması gerekmektedir. Rabbimiz bize bu nimeti bunun için
lütfetmiştir. Bu nimetin Allah’ın yasakladığı bir istikâmette kullanılması,
erkeklerin erkeklere giderek, kadınların da kadınlarla tatmin olarak
kullanılması nimetin İsrafıdır.
Evet
Allah’ın elçisi onlara, sizler kadınları bırakarak erkeklere giden sapıklar
mısınız? Sapıklığı mı tercih ediyorsunuz? Sizler ne sapık ne İsrafçı
insanlarsınız buyurunca bakın onlar da şöyle diyorlardı:
82. “Milletinin cevabı sadece, "Onları kasabamızdan
çıkarın, güya onlar temiz kalmaya uğraşan insanlarmış" demek oldu.”
Çıkarın bu
adamları şehrimizden. Çıkarın onları beldemizden. Atın bu adamları
okullarımızdan. Sürün bu adamları kentimizden. Yok edin bunları. Temizleyin bu adamları
sokaklarımızdan. Çünkü bunlar temizlenmek isteyen kimselerdirler. Temizlik
istiyorlar bunlar. Aşırı temizlikten yanalar bunlar. Madem ki temizlik
istiyorlarmış, madem ki temizlikten yanalarmış öyleyse çıkarın bunları şehrimizden
de diledikleri yerde diledikleri kadar temizlensinler. Bunlar memleketin
düzenini bozuyorlar. Bunlar ülkenin yeknesaklığını zedeliyorlar. Bunlar bizim
ülkemizde fitne çıkarıyorlar. Bizler ne güzel erkek erkeğe, kadın kadına bir
ayırım yapmadan cinsel arzularımızı tatmin edip keyiflerimize bakarken bu
adamlar homoseksüelliğe, zinaya karşı çıkarak bizim huzurumuzu kaçırıyorlar.
Yok haramdı, yok helâldi diyerek bizim iştahımızı kaçırıyorlar. Huzurumuzu
kaçıran, bize Allah’ı, bize âhireti, bize haramı helâli, hesabı kitabı, namusu
iffeti hatırlatan ve böylece zevklerimizi kaçıran bu insanları çıkarın
ülkemizden de biz de rahat bir şekilde yiyeceğimiz nanelerimizi yiyelim
diyorlar.
Bugün de
aynı şeyleri demiyorlar mı? Çıkarın bu adamları şe-hirlerinizden. Atın bunları
okullarınızdan. Temizleyin bunları askeriyenizden. Kovun bunları mahallenizden.
Çıkarın bu adamları akrabalığınızdan. Çünkü temizliği istiyor bu adamlar. Bu
sofuları sürün başka yerlere. Bu tesettürlüleri uzaklaştırın
üniversitelerinizden. Bu sakallıları, bu rüşvet yemek istemeyenleri, bu
temizlikten yana olanları atın dairelerinizden. Evet semi ve basîr olma
özellikleri alınmış, pislikten yana olanların bugün de aynı şeyleri söylediklerine
şahit oluyoruz. Çünkü hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden, pisi
temizden, namusu namussuzluktan ayırabilme özellikleri alınmış insanlardan
bundan başkası da beklenmeyecekti elbette.
Evet kirlilerin
içinde temizlerin yaşaması zordur. Pislerin içinde az da olsa temizlerin
varlığı, pislerin pisliklerini açığa çıkardığı için pisler kesinlikle onların
varlığına tahammül edemezler. Sistemleri pis olan, hukukları pis olan,
kazanmaları harcamaları pis olan, eğitimleri pis olan, erkek kadın ilişkileri
pis olan her şeyleri pis olan, her tarafları kokuşmuş fıtratları pisliğe
alışmış insanların temizlikten ve temizlerden hoşlanmaları asla mümkün olmayacaktır.
Evet onlar
böyle deyince de:
83. “Bunun üzerine Lût'u ve taraftarlarını kurtardık; yalnız
karısı geride kalıp helâke uğrayanlardan oldu.”
Evet bunun
üzerine peygamberi ve onun safında yer alanları, tercihini peygamberden yana
kullananları kurtardık ancak hanımı müstesna çünkü geride kalanlardan oldu. Veya
onun karısı helâke uğrayanlardan oldu. Veya o Lût (a.s)’ın karısı rahmetten ve
kurtuluştan mahrum olanlardandı. Temizlikten, temizlenmeden yana olan, Allah’ın
istediğinden yana olan peygamberi ve onunla birlik olanları kurtardık ve:
84. “Geriye kalanların üzerine öyle bir yağmur yağdırdık
ki! Suçluların sonunun nasıl olduğuna bir bak!”
Evet cinsel
ahlâksızlığı doruklaştıran bir toplumun âkıbeti de işte böyle oldu. Allah’ın ve
O’nun elçisinin kendilerinden istediği tertemiz bir hayata razı olmayarak pislikten
hoşlanan bir toplumun âkı-beti işte budur.
Lût (a.s)’ın toplumu böyle pislik
içinde peygamberlerinin kendilerine sunduğu mesajdan habersiz, Allah’a ve O’nun
elçisine kafa tutar bir hayatı yaşayıp dururlarken onları helâk görevini alan
Allah’ın melekleri bu toplumu helâk etmek üzere gelirlerken önce Beyti Mak-dis
civarındaki Halil kentinde ikâmet eden Hz. İbrâhim’in (a.s)’ın yanına uğrarlar.
Allah’ın melekleri insan sûretinde kendisine geldikleri için atamız İbrâhim
(a.s) onlara kızartılmış bir buzağı ikram eder. Fakat onların sofraya el
sunmadıklarını gören atamızı bir korku bir telaş alır. Çünkü genelde o toplumda
bir eve misafir gelenler eğer ikram edilen yemeği yemezlerse düşmanlık adına
geldikleri anlaşılırdı veya bu varlıkların melek oldukları anlaşılırdı. İşte
atamız İbrâhim’i bir korku almıştı. Onun ve hanımının telaşlandıklarını gören
Allah’ın melekleri onları rahatlatmak için dediler ki ey İbrâhim korkmayın biz
Allah’ın melekleriyiz. Bunu öğrenince İbrâhim (a.s)’ı bu defa da başka bir kor-ku
almıştı. Melek ya vahiy getirir ya da hele hele bir
insan sûretinde gelmişlerse mutlaka bir toplumu helâk etmek için gelirler
diyerek bir başka korku kaplamıştı atamızı. Allah’ın melekleri dediler ki korkma
ey İbrâhim biz sana bir çocuk müjdelemeye geldik dediler.
Onların bu sözlerini duyan Sara
annemiz de çok heyecanlandı veya hayretini şaşkınlığını gizleyemeyerek ellerini
yüzüne vurdu ve dedi ki ben ha! Benim çocuğum olacak ha! Ben kısır bir kadınım!
Ve de üstelik seksen doksan yaşındayım! Böyle bir ayağı çukura kaymış,
yaşlılığının son haddine ulaşmış bir kadından nasıl bir çocuk olabilir? diyerek
hayretini izhâr ederken melekler de dediler ki” Kezalik” işte böyle. Güç ve
kudret sahibi olan rabbine bu iş kolaydır, hiç bir şey ona zor gelmez dediler.
Sonra
İbrâhim (a.s) meleklere sordu: Sizin esas geliş gayeniz nedir? Allah’ın
melekleri de dediler ki biz Rabbimizin emriyle Lût’un kavmini helâk etmeye
geldik. Allah’ın merhametli elçisi heyecanla de-di ki; ama orada Lût var.
Melekler dediler ki orada kimin olduğunu biz bilmekteyiz. Sonra oradan ayrılıp
Ürdün’e, Lût (a.s)’ın bölgesine geldiler, insan sûretinde az evvel de ifade
ettiğimiz gibi hanımı hainlerden olduğu için onları kavmin ahlâksızlarına haber
verdi. Bizim evde yakışıklı gençler var onlardan istifade etmek istiyorsanız
haydi gelin dedi. Sonra ahlâksızlar tarafından Lût (a.s)’ın evi çevrildi. Ver o
gençleri bize ey Lût yoksa biz sana ne yapacağımızı görürsün diye tehditler
savurmaya başladılar.
Onların bu tavırları Lût (a.s)’a
gerçekten çok ağır geldi. Misafirlerini kendi elleriyle bu ahlâksızlara teslim
etmek durumunda kalmak onu çok üzdü de onlara ey kavmim işte kızlarım!
Gerçekten evlenmek istiyorsanız onları alın ve bu misafirlerime dokunmayın
dedi. tâbi bu işte kızlarım ifadesi işte ümmetimin kadınları, eğer evlenmek
istiyorsanız bu kadınlarla evlenin ve erkeklere gitmekten sakının anlamına da
gelmektedir. Onlar dediler ki ey Lût bizim ne istediğimizi sen pek ala
biliyorsun. Biz kızları değil erkekleri istiyoruz ve onları almadan da buradan
bir adım bile atmayacağız dediler.
Sonra
Allah’ın melekleri dediler ki ey Lût korkmana gerek yok biz Allah’ın
elçileriyiz ve bu ahlâksızların defterlerini dürmeye geldik derler ve işte
Rabbimizin:
“Geriye
kalanların üzerine öyle bir yağmur yağdır-dık ki! Suçluların sonunun nasıl
olduğuna bir bak!”
Âyetinde ifade edildiği gibi
Allah onların işlerini bitiriverdi. Mü’-minleri kurtarırken Rabbimiz kâfirlerin
kökünü kazıyıverdi. Ama burada dikkat ederseniz karısı müstesna diyor Rabbimiz.
Evet görüyoruz
ki iman etmedikleri sürece peygamber karıları, peygamber kızları, peygamber
oğulları peygamber babaları, peygamber amcaları bile kurtulamıyor. Öyleyse
ancak inananlar kurtulacaktır, bunun dışında ne nesep bağı ne de başka bağlar
hiç bir değer ifade etmeyecektir.
Bakın Rabbimiz Tahrîm sûresinde iki
peygamber karısından bir de Firavunun karısı olan Asiye annemizden örnek
vererek bu hususu şöyle anlatır:
Allah, inkâr
edenlere, Nûh'un karısıyla Lût'un karısını misal gösterir: Onlar, kullarımızdan
iki iyi kulun, nikâhı altında iken onlara karşı hainlik edip inkârlarını
gizlemişlerdi de iki peygamber Allah'tan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O
iki kadına: " Cehenneme girenlerle beraber siz de girin" dendi
(Tahrîm 10)
“Allah,
inananlara Firavunun karısını misal gösterir: O: Rabbim! Katından bana cennette
bir ev yap; beni Firavundan ve onun işlediklerinden kurtar; beni zâlim
milletten kurtar" demişti.”
(Tahrîm 11)
Evet
görüyor musunuz? İki peygamber karısı, Lût (a.s) ve Nûh (a.s)’ın karıları kocaları
peygamber oldukları halde, Allah kendilerine çok büyük nimetler sağlamış olduğu
halde, evlerine vahiy indiği ve çevrelerindeki insanlar o evden aydınlandıkları
halde bu büyük nimetten istifade edemeyen iki peygamber karısı, cehenneme gidiyor
ama zâlim ve despot bir adamın Firavunun karısı olan Asiye annemiz akşam-sabah
yemek yerine kendisine sopa atan dünyanın en zâlim adamının emrinde o zor
imkânları, o dar imkânları değerlendirip cennete gidiyor. Rabbimiz bu ikisini
mü’minlere misal olarak arz ediyor.
Yarın ya Rabbi işte imkânım yoktu, zamanım
yoktu, zâlim bir müdürüm vardı nefes aldırmadı, zâlim birinin tebaasıydım fırsat
vermedi. Veya ya Rabbi param yoktu, pulum yoktu, imkânım yoktu ne yapayım
kulluk yapamadım diyerek yığınlarla mâzeretlerin arkasına saklanmak isteyenlere
işte bu iki örneği verecek. Bakın ki imkânı olanlar ne yapmış? İmkânsızlıklar
içinde kıvranan ne yapmış buyuracak.
Evet Lût
(a.s)’ın karısı da helâk edilenler arasındaydı, dünyada ve helâk edilenlerin
arasında olacak âhirette. Bildiğimiz kadarıyla Lût (a.s)’a toplumu içinden
sadece iki kızı iman etmiştir. Bundan başka hiç kimse iman etmemiştir. Allah’ın
elçisi yıllarca anlatmış, yıllarca uyarmış, yapmayın etmeyin demiş, bu
gidişiniz dünyada azaba, âhirette de cehenneme doğru bir gidiştir.
Gelin ey insanlar Rabbinize iman
edin. Gelin Rabbinizin sizden istediği bir hayatı yaşayın. Gelin kendi
hayatınızı kendiniz belirlemeye ve keyfinizin istediği şeyleri yapmaya
kalkışmayın. Sizin bir sahibiniz ve yaratıcınız vardır. Sizler hayatınızı
Rabbinize borçlusunuz. Rabbiniz denemek için sizi bu dünyaya getirdi. Sizden
öncekiler gibi şu anda sizler de imtihandasınız. Gelin inadı bırakın da
müs-lüman olun, Rabbinize teslim olun diye yıllarca uyardı onları ama din-lemediler. Yan çizdiler, keyifleri ağır bastı, şehvetleri
ağır bastı, menfaatleri ağır bastı da Rablerine ve Rablerinin elçisine isyan
edince Allah da onların defterlerini dürüverdi.
”Geriye
kalanların üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! Suçluların sonunun nasıl
olduğuna bir bak!”
Evet üzerlerine bir yağmur
gönderdi de Rabbimiz işlerini bitiriverdi. Bir toplum daha siliniyordu tarih
sahnesinden. Allah diyor ki onların âkıbetleri ne oldu bir bakın. Lût kavminin
Kur’an’da bir başka ismi de “Mu’tefikat” tır. Yâni altı üstüne
getirilmiş bir toplum mânâsına. Allah üzerlerine bir yağmur göndermiş, o
yağmurun arasında taş yağdırmış ve melekler de her bireri beş bin kişiden
ibaret olan iki şehrin altını üstüne getirivermişlerdir. Bu toplumun bulunduğu
yer bugünkü Bahr’ul Muhît yâni ölü deniz diye anılan Lût gölü ve çevresidir.
Burası deniz seviyesinden çok daha aşağılarda bir çukurdur ki bu toplumun yere
battığının göstergesidir.
Böylece insanlık Allah’a kafa tutan bir
toplumun ne hale geldiğini bir daha görüyordu. İnsanlık Allah’ın gücüne
kuvvetine bir daha şahit oluyordu. Ama ne gariptir ki insanlar ibret
almıyorlar. Zâlimlerin sonu hep böyle olduğu halde yine de insanlar onların hemen
arkasından hiç bir şey olmamış gibi zâlimliklerine devam edebiliyorlar. Gerçekten
çok garip bir şeydir bu. Bize karşı rahmeti sonsuz olan Rab-bimiz bu kitabının
her bir sûresinde sürekli bizi uyarıyor. Ey kullarım, dikkat edin, ben sizlere
ısrarla bunu anlatıyorum. Ben size bu helâk konusunda peşin bir kanaat, peşin
bir bilgi veriyorum. Bu konuda kesin bir kanaate vararak, hata etmeyesiniz diye
önceden sizi uyarıyorum. Önceden size bilgi ulaştırıyorum. Sizden öncekilerin,
atalarınızın düştükleri yanlışı, onların yanılgı noktalarını, sapak noktalarını
anlatıyorum ki sizler de onların
yanlışlarına düşmeyesiniz. Bu size bir uyarı değil mi yani? Ne oluyor size? Ne
yapmaya çalışıyorsunuz? Ge-lin akıllarınızı başlarınıza alın da sizler de onlar
gibi kezzebe yapmayın. Gelin onlar gibi sizler de bu gerçekleri, bu helâk
yasasını yalanlamayın. Yalan saymayın beni.
Yalan saymayın ölüm ötesi hayatın hesabını. Onların durumlarını görün de
kendinize gelin buyurmaktadır.
Burada şunu
da söyleyelim ki bu bizim için de en güzel örnek olacaktır. Bakın Allah’ın
elçileri anlatıyor, anlatıyor yine de insanlar kabul etmiyorlar. Öyleyse biz de
birilerine anlatınca hemen adam ol-malarını beklemeyeceğiz. Bizim karşımızda da
birileri bizi ve bizim kendilerine sunduğumuz İslâm’ı kabullenmeyebilirler.
Anlıyoruz ki böyle bir durumda kendimizi asla sıkıntıya sokmayacağız. Unutmayacağız
ki bizden çok daha şerefli bir Allah elçisine sadece iki tane kızı iman ediyor.
Bunun dışında hiç kimse inanmıyor. Ayrıca Rasulullah efendimizin hadislerinde öğreniyoruz
ki yarın hiç ümmeti olmayan peygamberler gelecektir Allah huzuruna. Ama onların
da bizim de görevimiz insanların kalplerine imanı sokmak değildir. Bizim görevimiz
anlatmamız gerekenlere ısrarla anlatmaktır gerisi Allah’a kalmış bir şeydir.
Önemli olan batan toplumların içinde batmayıp kurtulanların rolünü
üslenebilmektir. Bundan sonra Rabbimiz bir zâlim dosyası daha açacak. Her halde
bu bölümün son zâlim dosyası olacak bu dosya. Bu da Şuayb (a.s) ve toplumunun
dosyası.
85. “ Medyen halkına da
kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Onlara şöyle dedi:" Ey milletim! Allah'a
kulluk edin, O'ndan başka İlahınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi.
Ölçü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyasını eksik vermeyin, düzelttikten
sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin; inanıyorsanız bilin ki, bunlar sizin için
hayırlıdır.”
Evet bu
sûrede özetler halinde Rabbimiz elçilerinin kavimleriyle mücâdelesini anlatır.
Bu bölümde de Rabbimiz Şuayb (a.s)’ın toplumuyla mücâdelesini anlatacak. Ancak
bu peygamberin toplumuyla mücâdelesinde itikadî konulardan ziyâde muamelat
konularına dikkat çekilmektedir. Yine önceki peygamberlerin toplumları gibi bu
toplumun da Allah’a inanan ama inandıkları Allah’a ortak koşan bir toplum
olduğunu görüyoruz. Allah’a iman eden ama inandıkları Allah’ı hayatlarına
karıştırmamadan yana olan bir toplum.
Belki hayatlarının ibadet
bölümünde Allah’ı söz sahibi kabul edip, muamelat konusundaki prensiplerini Allah’tan
başkalarından almaya çalışan, hayatlarının muamelat bölümünde Allah’tan
başka-larını yetkili kabul eden bir toplum. İşte Şuayb (a.s) hayatı parçalayıp
bir bölümünde Allah’ı öteki bölümünde de başka Rableri dinleyen toplumunu sadece
Allah’a kulluğa ve tevhide dâvet ediyordu.
Evet toplum
Medyen toplumu ve peygamber Hz. Şuayb. Med-yen toplumu Akabe körfezinin Suudi
Arabistan taraflarına doğru bakan bir bölgede yaşamış bir toplumdur. Bugünkü
Tebuk taraflarında yaşamış bir toplum. Afrika’yı Asya’ya bağlayan uluslararası
ticaret yollarının geçtiği çok önemli bir ticaret ülkesinde yaşamış bir toplum.
İşte böyle bir topluma Allah elçi olarak Hz. Şuayb’ı gönderir. Şuayb (a.s)’ın
Hz. İbrâhim’in torunlarından olduğu rivâyet edilir.
Toplumunun
en büyük hastalığı muamelat konusuna Allah’ı karıştırmamak ve ölçü tartıya
riâyet etmemek. Ölçü ve tartıda kapitalist bir hayatın ortaya konması. Maddeci
ve materyalist bir anlayışın doruklaştırılması. Âhiret inancının, hesap kitap
duygusunun diskalifiye edilip dünyanın birinci plana alınması ve bunun sonucu
olarak da putlaştırılan dünya ve dünyalıklara ulaşabilmek için her şeyin meşru
sayıldığı bir toplum.
Hz Şuayb’ın
önce tıpkı önceki elçilerin yaptığı gibi bu toplumu Allah’a kulluğa çağırdığını
görüyoruz.
Ey kavmim
Allah’a kulluk edin, çünkü sizin O’ndan başka kulluk yapacağınız İlahınız
yoktur. Allah’tan başka sözünü dinleyeceğiniz, kendisine ibadet edeceğiniz
sizin üzerinizde yetki ve otorite sahibi yoktur. Yaratıcınız O, rızık vericiniz
O, hayat programınızı belirleyen O’dur. Ondan başka hayatınızda minnet
duyacağınız, hesap ödeyeceğiniz ne göklerde ne yerde başka bir varlık yoktur.
İşte böyle bir Allah’ı dinleyin çünkü:
Rabbinizden
size apaçık Beyyine’ler gelmiştir. Öyleyse Rab-binizin emrettiği biçimde ölçü
ve tartıya riâyet edin ve insanların mallarını eksiltmeyin.
Evet
Allah’ın peygamberi evvela toplumunu tevhide dâvet ettikten sonra, ölçü ve
tartı konusunu, ticarette dürüst davranmaları konusunu gündeme getiriyor.
Elbette tevhidi kavrayamamış, Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanamamış bir
insanın, içine iman ve akide yerleşmemiş bir toplumun ameli hayatının düzelmesi
de mümkün olmayacaktır. Allah’ı, Allah’ın kendisini tarif ettiği biçimde
tanımayan ve inanmayan bir adama bir kısım amellerden söz etmenin anlamı
yoktur. Çünkü ne adına yapacak da adam bunları? İnsanlara önce Allah anlatılacak,
cennet anlatılacak, cehennem anlatılacak, hesap kitap anlatılacak, yâni cenneti
ve cehennemi olan, sonunda hesaba çekecek olan bir Allah anlatılacak ve ondan
sonra da işte bu Allah hatırına şunları şunları
yapman lâzım denilecektir. Sadece Allah’ı din-lemen
ve Allah’tan başka hiç kimseyi dinlememen gerekir diyeceğiz. Yâni insanları
şirkten, küfürden arındırıp onların kalplerine imanı yerleştirmeliyiz.
İşte
Allah’ın elçisi de işe buradan başladıktan sonra onların hayatlarındaki bir
bozukluğa dikkat çekiyor. Ölçü ve tartıya riâyet edin ve insanların eşyalarını
eksiltmeyin, eksik vermeyin. Evet ölçü ve tartıya riâyet edilmeli ve insanların
eşyaları eksiltilmemeli. Bu emir ticaretin her çeşidini içine alan bir emirdir.
İhtiyaç olmayan şeylerin reklâmlar vasıtasıyla ihtiyaçmış gibi göstermekten
tutun da, insanların şartlandırılmasına, satılmaması gereken malın satılmasına
kadar, enflasyon yoluyla çaktırmadan sade yağdan kıl çeker gibi insanların
ceplerine uzanmaya kadar her türlü mal eksiltmeyi içine almaktadır ve bunların
her türlüsü yasaktır.
Mutaffifîn
sûresinde de Rabbimiz bu hususu anlatır:
“İnsanlardan,
kendileri bir şeyi ölçerek aldıkları za-man tam alan; ama onlara bir şeyi ölçüp
tartarak verdiklerinde eksik tutan, kimselerin, vay haline!. Bunlar, tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı?”
(Mutaffifîn 1,5)
Yâni kendi lehlerine ölçüp
biçtiklerinde farklı başkalarına ölçüp biçtiklerinde farklı ölçüp biçenlere
veyl olsun diyor Rabbimiz. Bir konuda fikir beyan ederken kendilerine yönelikse
farklı başkalarına yönelikse farklı beyanda bulunanlara, birinden mal alacaksa
onu kötüleyip, kendisi satacaksa onu övenlere... Yâni kendisi için başka
insanlar için başa düşünüp uygulayanlara veyl olsun. İşte bu mutaffif’liktir, hainliktir. Yâni başkasına geldi mi şöyle,
kendine geldi mi böyle davrananlara veyl olsun.
Hani
Bakarada münafığın hali anlatılırken adam ateş yaktı, sonra Allah onun gözünün
görme özelliğini alıverdi de adam önünü göremiyor deniyordu ya. İşte aynen
bunun gibi olanlara veyl olsun. Yâni adam yaktı, bu yaktığı ateş etrafını aydınlatıyor, başkaları
onun ışığından istifade ediyor ama kendi yaktığı ateşten kendisi fayda-lanmıyor.
Yâni adam hep başkalarına din anlatıyor ama kendi anlattığı dinden kendisinin
faydalanması yok. Kendi anlattıklarıyla kendisi amel etmiyor. Meselâ adam
başkalarını eğitmeye çalışır ama kendi evini ihmal eder. Başkalarının
çocuklarını eğitmeye gider ama kendi evindekilerle hiç ilgilenmez. Yâni iş
kendisine döndürüldüğünde evine sünnet girmeyen, mutfağına Kur’an girmeyen,
yemesine içmesine, kazanmasına harcamasına Kur’an girmeyen kimse de aynıdır. Bu
adam da mutaffif’tir anlayabildiğimiz kadarıyla.
Evet
Rabbimiz diyor ki ölçü ve tartıya iyi riâyet edin, insanların mallarını
eksiltmeyin. İnsanların haklarını yemek sûretiyle onlara zul-metmeyin. Eğer bir
toplumun hayatı Allah’a iman esasına dayanmı-yorsa, ekonomik hayatı Allah’a
teslimiyet esasına dayanmıyor kapitalist yahut materyalist bir anlayışa
dayanıyorsa küfre ve şirke dayanıyorsa o toplumda mutlaka zulüm olacak, insanlar
her şeyi kendi menfaatlerine göre yontacak ve mutlaka o toplumda ezenler ve ezilenler
olacaktır. Çünkü hayatları Allah’a iman esasına dayanmayan, hayat programlarını
Allah’tan almayan toplum fertleri bencildirler, hodbindirler, sadece
kendilerini düşünen, kendilerinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, tüm dünya
kendilerine verilse bile bir türlü doymayan insanlardır. Bundan dolayıdır ki
daha çok kazanabilmek için insanlara ölçüp tartarken hep eksik ölçüp
tartacaklar ve insanlara zulmedeceklerdir.
İşte Medyen
ahalisi de böyleydi. Rivâyetlere göre ticarette kullandıkları altın ve gümüş
paralardan insanlara verirken bir kısmını keserek eksilterek veriyorlardı. İşte
şu anda bizim toplumda enflasyon da aynı şeyi gerçekleştirmektedir. Tabii bu
şekilde insanların bir-birlerine zulmetmelerini sağlayan şu anda yaşadığımız
sistemdir. Al-lah’a iman ve teslimiyet esasına dayanmayan bu sistem her gün insanların
cebindekini biraz daha eksiltmektedir. Ama bizler de buna yardımcı oluyoruz.
Adamın
borcu var ödemiyor. Kesinlikle borçlanmadan uzak duralım. Özellikle ve ısrarla
bunu diyeyim. Bu iş bu toplumun en büyük belâsıdır. Ekonomik insan olma belâsı
bu toplumun en büyük belâsıdır. Yâni bizim hep borçlanmadan yana olmamız, borçlanmaya
karşı cesur olmamız hepimizin sonunda ekonomik insan olmamız de-mektir. Ekonomik
insan birilerinin hoşuna gidiyor, bu düzenin hoşuna gidiyor. Niye sadece para
düşünen biri olayım ben? Benim böyle sa-dece para düşünen ekonomik insan olmaya
hakkım yoktur. Niye ekonominin egemenliği altında bir hayat süreyim? Benim sahibim,
beni yaratan benden böyle bir hayat istemiyor. Benim hayatımda böyle paradan
puldan başka düşünecek hiç bir şeyim yok mu yâni? Yok şunu alacağım, yok bunu
alacağım, yok şu taksitti, yok bu ödemeydi! Hedef böyle para olunca da elbette
birileri birilerine haksızlık edecek, birileri birilerine zulmedecektir. Evet
böyle yapmayın bir, bir de:
86. “Allah'a inananları yolundan alıkoyup ve o yolun eğriliğini
dileyerek tehdit edip her yolda pusu kurup oturmayın. Azken, Allah'ın sizi
çoğalttığını hatırlayın; bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.”
Her bir yolun üzerine oturup
insanları Allah yolundan uzaklaştırıp kendi yollarınıza çağırmayın. Yolda
eğrilik arayarak, yolun eğrisini isteyerek, insanların yollarını eğip bükerek
insanların dinlerini, yollarını bozmayın. Anlayabildiğimiz kadar bunun bir kaç
mânâsı var.
1- Birincisi
bu toplum Asya, Afrika ve Avrupa’nın ticaret ker-vanlarının
geçtiği, kesiştiği merkezî bir noktada oturan bir toplumdu. Bu bölgeden geçen
ticaret kervanlarının yollarını değiştirerek kervanları soymaya çalışıyorlardı
da Rabbimiz bunu yapmamalarını, böyle bir ahlâksızlıktan vazgeçmelerini
öğütlemektedir. Tıpkı bugün reklâmlar vasıtasıyla, insanları şartlandırmak
sûretiyle insanların yollarını değiştirerek yazar kasalarının önlerine
uğramalarını sağlayarak onları soymaya çalışan insanların yaptıkları gibi.
2-
Devletin, toplumun önemli köşelerini ellerine geçirerek, önemli noktalarına
oturarak, iktisadî, ekonomik, hukuk, eğitim sahalarını ellerine geçirerek
toplumun dinlerini, hayatlarını, hayat programlarını bozuyorlardı.
Veya meselâ, medyayı, basın ve
yayın araçlarını ellerine geçirerek bütün bu sahip oldukları imkân ve araçlarla
insanların düşüncelerini, inanışlarını ve dinlerini bozuyorlardı. Ellerine
geçirdikleri bu vasıtalarla insanları şartlandırarak hakkı bâtıl, bâtılı hak,
beyazı siyah, siyahı beyaz göstererek toplumun tüm ahlâkî değerlerini bozuyorlardı.
Tıpkı bugün aynı vasıtaları
elleri geçirerek, aynı köşe bucakları kaparak insanların dinlerini,
inanışlarını ve düşüncelerini bozmaya çalışan zâlimler gibi. Devletin toplumun
bütün imkânlarını, halkı soyarak elde ettikleri tüm ekonomik güçlerini bu yolda
harcayan, bu toplumun dinini bozma ve toplumu dinsizleştirme yolunda kullanan zâlimler
gibi.
Ekonomiyi
bozuyorlar, hukuku bozuyorlar, eğitimi bozuyorlar, kılık-kıyafeti bozuyorlar,
halkın paralarıyla yazdıkları güya din dersi kitaplarıyla halkın dini
bozuyorlar. Allah’ın dinini bozuyorlar, Allah’ın dinini eğip büküyorlar ve işte
din budur diye insanların karşısına bozuk bir din çıkarıyorlar. Allah’ın dinini
kaldırarak yerine resmi bir din çıkarıyorlar. Kendi hevâ ve heveslerine göre
hayata karışmayan, ha-yatta hiç bir etkinliği olmayan, devletle hiç bir
problemi olmayan, ken-di tanrılıklarına, kendi egemenliklerine evet diyen bir
din çıkarıyorlar ve işte din budur diyorlar.
Böylece Allah dininden kopardıkları
insanları kendi dinlerine kul köle edinerek Allah kullarını cehenneme
sürüklüyorlar. Halkın im-kânlarıyla oturdukları makamlarda zorla müminlerin
çocuklarının örtülerini çıkartıyorlar. Bizim dinimize göre, resmî dine göre bu
yasaktır diyorlar. Resmî dine göre sakal yasaktır, sarık yasaktır, namaz yasaktır
diyorlar. Bugün de aynen Medyen’liler gibi Allah kullarının dinlerini eğip
bükenleri görüyoruz.
3- Ya da
her bir yolun başına oturarak, yolu değiştirerek, yolun kurallarını kendileri koyarak,
yolun özelliğini bozarak insanları Allah yolundan uzaklaştırıyorlardı. Kaynağın
başına oturarak insanları bu dinin temel kaynaklarından uzaklaştırarak kendi
yazıp çizdikleriyle insanların dinlerini karma karışık hale getiriyorlardı. Üç
kuruşluk dünya menfaati adına, beş kuruşluk statü adına insanları kendi yollarına,
kendi anlayışlarına çağırarak kitap ve sünnetten uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.
Evet şu
anda da insanları Allah’ın kitabına ve Resûlünün sün-netine çağırmayarak
kendilerine, kendi cemaatlerine, kendi anlayışlarına, kendi yollarına veya
kendileri gibilerin yollarına çağıranların tamamı bilelim ki Allah kullarının
dinlerini karmakarışık etmeye çalışan insanlardır. O kadar çok insan sözü, o
kadar çok insan hayatı duyuyor ki bu insanlar; ne yapacaklarını, nasıl amel edeceklerini
şaşırıyorlar. Filan şöyle dedi falan böyle dedi, filan şöyle uçmuştu, falan
böyle kaçmıştı acaba bizler bunların hangisiyle sorumluyuz? insanların kafaları
karma karışık hale geliyor. Bırakalım bunları da Allah’ın kitabını ve Resûlünün
sünnetini anlatalım. Net ve açık İslâm’ı gündeme getirelim de insanlar da ne
yapacaklarını bilsinler.
Evet ey
Medyen toplumu! Ve ey şu anda Medyen’i aratmayacak biçimde Allah kullarının
yollarını, dinlerini bozmaya çalışanlar yapmayın bunu. Allah kullarının dinlerini
bozmayın.
Sizler
azken, güçsüzken Allah’ın sizi hem mal yönünden hem güç ve kuvvet yönünden hem
makam-mansıp yönünden güçlendirdiğini hatırlayın. Şu anda sahip olduğunuz her
şeyi size Allah vermedi mi? Bunu düşünün ve sizden önce şu anda sizin
yaptığınız fesadı yapanların âkıbetlerinin nasıl olduğuna da bir bakıverin.
Eğer sizler şu anda bu fesatlarınıza devam edecek olursanız onların başlarına gelenlerin
sizin de başınıza geleceğinden hiç şüpheniz olmasın.
87. “İçinizde madem ki benimle gönderilene inanan bir
topluluk ve inanmayan bir topluluk var, o halde Allah'ın aramızda hükmünü
bildirmesine kadar sabredin. Allah hükmedenlerin en iyisidir.”
Eğer benim getirdiğim dine,
benimle gönderilen mesaja sizden bir kısmınız inanmış ve bir kısmınız da inanmamışsa,
yâni ben Rabbimden gelen bu mesajı açık ve net bir biçimde size sunduğum halde
içinizden bir grup inanmış, bir grup da reddederek saflar ayrılmışsa, saflar
belirginleşmişse o zaman benim diyebileceğim veya be-nim üzerime düşen şudur:
Öyleyse
Rabbim aramızda hüküm verinceye kadar bekleyin. Sabredin Allah aramızda hükmünü
verene kadar. Çünkü Allah bu işi böyle muallakta bırakmayacaktır. Kimimiz iman
ederken kiminiz reddediyorsa elbette Allah bu konuda haklıyı ve haksızı açığa
çıkaracaktır. Bu hükmün nasıl olacağını bilmiyoruz. Geçmiştekilere Allah ne
yaptı? Onların inananlarına nasıl bir hüküm verdi? İşte aynen onun gibi bizim
hakkımızda da bir hüküm verecektir. Çünkü O Allah hüküm verenlerin ve verdiği
hükmünü uygulayanların en hayırlısıdır.
Evet işte
inanmayanlara karşı bugün de müslümanın demesi gereken budur. Şuayb (a.s) aynen
böyle diyordu. Şuayb (a.s)’a “Hatıb’ul Enbiyâ” denir. Allah’ın elçisi en
güzeli konuşur. Demek ki biz de anlatacağız bu insanlara ölçüyü-tartıyı sağlam
yapmalarını, insanların mallarını, haklarını yememeleri gerektiğini, insanların
dinlerini, inanışlarını bozmamaları gerektiğini söyleyeceğiz. Eğer inan-mazlarsa
tıpkı Şuayb (a.s) gibi biz de diyeceğiz ki inanan var inanmayan var Allah
aramızda hükmünü verinceye kadar biz bekleyeceğiz. Allah aramızda hükmünü
verinceye kadar siz de bekleyin bizler de bekleyeceğiz diyeceğiz.
Ama
şurasını hiç bir zaman unutmayalım ki yeryüzünde bâtıllar asla hakkın varlığına
tahammül edemezler. Yeryüzünde kâfir, mü’minin varlığına asla tahammül edemez.
Hak taraftarları yâni mü’-minler bâtıl taraftarları kâfirlerle her hangi bir
savaşa girişmese de, az evvel ifade edildiği gibi madem ki ey kâfirler sizler
inanmadınız öyleyse bizler de Allah aramızda hükmünü verene kadar bekleyeceğiz
dese de bâtıl taraftarları yine de rahat durmazlar. Yine de hakka karşı
barıştan yana olmazlar. İlahî yasa budur ve bu yasa tarihin hiç bir döneminde
değişmemiştir. Bakın ne diyorlar:
88. “Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenleri,
"Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz ya da, andolsun ki seni ve inananları
seninle beraber kasabamızdan çıkarırız" dediler. Şuayb, onlara: "İstemesek
de mi?”
Evet işte her zaman olduğu gibi
Melenin tehdidi. Her dönemde ileri atılan, devlet yönetimine sahip olan,
devletin kaymağını yiyen, devletin imkânlarından nasiplenen ve bunun için de
devletin zeva-linden en çok korkan daha doğrusu kendi
menfaatlerinin zevalinden ödü kopan ve bunun için de her dönemde herkesten önce
öne atılan Mele gurubu dediler ki Allah’ın elçisine:
Ey Şuayb!
Ya bizim dinimize dönersiniz ya da seni ve sana inananları ülkemizden
çıkaracağız. Ya adam gibi olursunuz, ya bizim dediğimiz gibi inanır, bizim
istediğimiz gibi düşünür, bizim istediğimiz gibi giyinir, bizim istediğimizi
gibi yaşarsınız ya da andolsun ki sizi memleketimizden söküp atacağız. Ya bizim
gibi iktisadî bozukluklara ses çıkarmaz, bizim ahlâksızlıklarımıza siz de sahip
çıkarsınız, bizim hayatımıza, bizim yasalarımıza, bizim ticaretimize, bizim
çalıp-çırp-mamıza, yetimlerin haklarını, devletin imkânlarını kullanmamıza hiç
laf etmezsiniz, bizim hukukumuza, bizim eğitim anlayışımıza, bizim
kılık-kıyafet anlayışımıza ses çıkarmazsınız ya da sürülmeyi göze alırsınız. Ya
bizim fâizlerimize, bizim gasplarımıza, bizim genel evlerimize, bizim
fuhuşlarımıza, bizim rüşvetlerimize dil uzatmayarak fitne çıkarmazsınız yahut
da sizi süreceğiz diyorlar. Yâni ya bizim huzurumuzu kaçırmaz, düzenlerimizi bozmazsınız
ya da sürülmeyi göze alırsınız diyorlar. Ya bizim hayatımızı benimsersiniz ya
da çeker gidersiniz.
Görüyor
musunuz Allah elçisine ve beraberindeki müminlere kâfirlerin tehditlerini. Yâni
dilim varmıyor demeye amma başka da çarem yok; ya bugün biz müslüman değiliz ya
da bugünün kâfirleri değişmiş, onlara denenler bu gün bize denmiyor. Evet dünkü
kâfirlerin mü’minlere söyledikleri bugün bize söylenmiyor. Ya kâfirler değişmiş
ya da müslümanlar değişmiş. Kâfir hiç bir zaman değişmeyeceğine göre herhalde
bugün onlar karşısındaki biz müslümanlar değiştik. Ya bizim hayatımızı
kabullenirsiniz, ya bizim anlayışlarımıza dönersiniz, ya bizim metotlarımızla
hareket edersiniz, ya bizim gibi demokratik usullerle çalışırsınız bizim
prensiplerimize uyarsınız ya da sizi ülkemizden çıkarırız.
Aslında
bunu onlara biz demeliydik. Onlara bunu biz söyle-meliydik. Ama biz demeyince
onlar diyorlar tabii bunu. Biz demiyoruz onlara bunu. Biz diyoruz ki vazgeç
yahu bu işten! Etliye sütlüye karışma! Sakın ileri gitme! Kayın pederimiz
diyor, bacanağımız diyor, babamız, anamız diyor. Biz böyle davranınca da elbette
onlar bize bunu deme hakkını elde ediyorlar.
Evet
Allah’ın elçisi Şuayb (a.s) karşısında bu tehditleri savu-ruyorlardı. Çünkü
şunu kesin olarak biliyorlardı onlar. Eğer Şuayb (a.s)’ın Allah’tan getirdiği
mesaj toplumda maya tutarsa o zaman top-lum hayatını bu mesaja göre
düzenleyecek ve toplumda zulümden eser kalmayacaktı. Toplumda materyalizm,
maddecilik tutunamayacak, toplum ferlerinden hiç birisi diğerini sömüremeyecek
kimse kimsenin kanını ememeyecek, kimse kimseyi ezemeyecek, kimse kimsenin
sırtına binerek para kazanamayacaktı. Dolayısıyla bu Melenin hortumları, gelir
kaynakları kesilecekti. İşte bundan dolayı herkesten önce bunlar peygamberin
karşısına dikiliyorlar ve onun dâvetinin in-sanlar tarafından kabul görmesini
engellemeye çalışıyorlardı. Hûd sûresinde de toplunun Hz. Şuayb (a.s)’a şöyle
dedikleri anlatılıyordu:
"Ey
Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz
gibi kullanmanızı meneden senin namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında,
yumuşak huylu birisin" dediler.”
(Hûd 87)
Evet diyorlar ki ey Şuayb! Senin
namazın mı emrediyor bunları sana? Atalarımızın babalarımızın senelerdir tapındıkları
tanrılara, babalarımızın atalarımızın senelerdir uyup geldikleri bu yasalara
itaat etmememiz gerektiğini ve sadece Allah’a kulluk etmemiz gerektiğini
sana söyleyen sana emreden senin namazın
mıdır? Veya hayatımızı düzenleyen yasalar konusunda, ticaret hayatımızı
belirleyen, hukukumuzu, eğitim hayatımızı düzenleyen yasalar konusunda sadece
Allah’ı dinlememiz gerektiğini sana emreden senin namazın mı?
Veya mallarımız konusunda dilediğimiz gibi
tasarrufta bulun-maktan senin namazın mı men ediyor? Ne oluyor? Bu mallar, bu
mülkler bizim değil mi? Bu mallarımız üzerinde dilediğimiz gibi tasarrufta
bulunmayacak mıyız? Dilediğimiz yerden kazanıp, dilediğimiz gibi harcama yetkimiz
olmayacak mı? Namazın mı söylüyor bunları sana?
Demek ki
Allah’tan mesaj alma makamı olan namazın böyle bir misyonu vardır. Namaz bütün
hayatı düzenleme fonksiyonuna sahiptir. Kıldığı namazı kişiye sadece Allah’a
kulluğu, sadece Allah’ı dinlemeyi ve Allah’tan başkalarını dinlememeyi
Allah’tan başkalarına kulluk etmemeyi öğretmesi lâzımdır. Namaz kişiyi tüm
hayatında Allah’a teslimiyete götürmelidir. Malı konusunda, evlâdı konusunda,
hanımı konusunda, zamanı konusunda dilediği gibi hareket etmemesini tüm bu
konularda sadece Allah’ı dinlemesini emreden bir fonksiyona sahip olması
gerekmektedir. Namaz insanı tüm kötülüklerden nehy eder âyeti de bunu anlatır.
Yâni namaz kişinin tüm hayatını
düzenleyen bir özelliğe sahiptir ve böyle bir namaza namaz denir. Namaz kıldığı
halde hayatını Allah’a teslim etmeyen kişinin kıldığı namaza namaz denmez. Namaz
kıldığı halde malı konusunda Allah’ı söz sahibi bilmeyen, namaz kıldığı halde
hukukunda Allah’ı söz sahibi bilmeyen, namaz kıldığı halde ekonomik anlayışında
Allah’ı söz sahibi bilmeyen, namaz kıldığı halde eğitimi konusunda Allah’tan
başkalarının yasalarını uygulayan bir adam namaz kılmıyor demektir.
Allah
elçisinin karşısında bâtılın tehditlerinin estiğini görüyoruz. Ama kâfirler ne
derlerse desinler, ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl tehditler savururlarsa
savursunlar Allah’ın elçisi asla taviz makamında değildi. Allah’ın elçisi Hz.
Şuayb taviz vermeye yetkili bir makamda değildi. İşte bakın onların bu tür tehditleri
karşısında Allah’ın elçisinin cevabı kesindi.
Yâni biz
istemesek de mi? Yâni bu sizin bize sunduğunuz hayattan razı olmasak da mı bunu
bize yapacaksınız? Veya bu kendi vatanımızdan çıkmak istemesek de mi bizi çıkaracaksınız?
Zorla ve zorbayla bizi kendi ülkelerimizden çıkaracaksınız öyle mi? O zaman:
89. “Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra ona dönecek
olursak, doğrusu Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir
yana, dininize dönmek bize yakış-maz. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz
yalnız Allah'a güvendik. Rabbimiz! Bizimle milletimiz arasında hak ile Sen
hüküm ver, Sen hükmedenlerin en hayırlısısın” dedi.”
Allah bize
hidâyetini gönderip bizi dalâletten, sapıklıktan kurtardıktan sonra tekrar o
eski dalâlet ve sapıklığa dönecek olursak o zaman bizler Allah’a açık bir
iftirada bulunmuş oluruz. Eğer Rabbi-mizin gönderdiği hakkı, hidâyeti doğru
yolu tanıdıktan sonra, Rabbi-mizden gelen hakka inandıktan sonra eğer sizin
sapıklıklarınıza, si-zin milletinize, sizin dininize, sizin anlayışlarınıza,
sizin yasalarınıza, sizin dolandırıcılıklarınıza, sizin rüşvetlerinize, sizin
kılık-kıyafet anlayışınıza, sizin hukuk anlayışınıza, sizin hayat anlayışınıza
dönersek, sizin gibi inanır sizin gibi yaşamaya kalkışırsak o zaman Allah’a karşı
en büyük iftiraya kalkışmış oluruz. Eğer sizin bu sapık dininize, bu sapık
hayat tarzınıza dönersek Allah’a en büyük iftirayı yapmış oluruz.
Eğer sizler de bizler de Allah’ın
bu hükümlerini duyduktan sonra, Allah’ın yolunu ve hidâyetini tanıdıktan sonra
sanki bütün bunları duymamış gibi, tanımamış gibi hâlâ eski hayatımıza devam edecek
olursak Allah’a en büyük iftirayı yapmış oluruz. Bir peygamber için asla geri
dönüş yoktur. Peygamber yolunun yolcuları için de bu böyledir. Peygamber de
peygamber yolunun yolcuları da hidâyeti tanıdıktan ve ona iman ettikten sonra
tekrar eski küfürlerine eski şirklerine dönmektense bin defa ateşe atılmayı
tercih ederler.
Çünkü gerçekten hakkı tanıdıktan
sonra insanın onu bırakıp bâtıla uyması çok daha zor, çok daha çetrefilli ve
yorucudur. Tevhidi tanıyan Allah’ı tanıyan, Allah’a kulluğu tanıyan bir adamın
Allah’ı bırakıp da Allah’tan başkalarına kulluğu, insanda insanlık haysiyeti
bırakmaz, öldürür. Böyle bir insanın, insanlar tarafından boynuna gem vurulup
zorla Allah’tan başkalarına kulluğa çağrılması kadar kor-kunç ve hakir bir şey
düşünülemez. Yeryüzünde bundan daha hakir bir kulluk türü de düşünülemez.
Öyle değil mi? Allah bile
kâinatın sahibi ve yaratıcısı olduğu halde, insanların sahibi olduğu halde
insanlardan böyle zoraki bir kulluk istememektedir. Ama bâtıl bu şekilde
hâkimiyetini kurunca, gücü eline geçirince insanlar hem akıllarını, hem
dinlerini, hem nesillerini hem de servetlerini kurtaramazlar. İnsanlar
bâtıllara karşı mükellefiyetlerinin gereği olarak her şeylerini kaybederler.
Çünkü doyumsuzlardır ve
insanların her şeylerine el koyarlar. En sonunda bu bâtıllar insanların
namuslarına bile el atarlar. Bir baba, kızını bâtılların istediği okumaktan,
bir koca, karısını bâtılların is-tediği gibi giyinmekten bile kurtaramaz.
Halbuki Allah’a kullukta bu risklerin hiç birisi yoktur.
Evet Şuayb
(a.s) diyor ki:
Eğer biz
Allah’ı ve Allah’ın hidâyetini, Allah’ın yasalarını tanıdıktan sonra
sizinkilere uyarsak Allah’a en büyük iftirayı yapmış oluruz. Çünkü bizi Allah
yarattı ve bu hayatı bize Allah verdi. Bu hayatı bize veren Rabbimiz bunun için
vermedi. Kendisinden başkalarına kulluk etmemiz için vermedi bu hayatı. Bu
hayatı bize bizi kendilerine kulluğa çağıranlar vermedi. Bu hayatı bizi kendi
yasalarına boyun bükmeye çağıranlar vermedi. Bizi de, yaşadığımız bu hayatı da
onlar yaratmadı.
Üstelik de
Rabbimiz bizi bu hayattan kurtardıktan sonra, küfürden, şirkten, ahlâksızlıktan
ve tüm pisliklerden kurtardıktan sonra. Bizi küfrün şirkin karanlıklarından tevhidin
aydınlığına çıkardıktan sonra nasıl olur da sizin bizi çağırdığınız karanlık
hayatınıza dönebiliriz? Nasıl olur da sizin pislik içindeki hayatınıza
dönebiliriz? Sizin bu ahlâksızlıklarınızı nasıl kabul edebiliriz? Bir
müslümanın küfürden, şirkten ve tüm pisliklerden kurtulduktan sonra tekrar eski
pisliklere dönmesi nasıl mümkün olacaktır? Bir müslüman için böyle bir durumla
karşı karşıya gelmesi bin defa ateşe atılmaktan daha beter bir şeydir. Çünkü bu
dünyanın ateşi belki onun canını alabilir ama imanını asla. Dünyada yanma
insanın canını alacaktır belki ama onun cennetini asla alamayacaktır.
Bizim
oraya, sizin çağırdığınız hayata dönmemiz asla müm-kün değildir. Böyle bir
düşünceyi böyle bir fikri akıllarımızın ucundan bile geçirmiyoruz. Ama Rabbimizin
istemesi hariç. Yâni biz sizin bizi kendisine çağırdığınız hayata asla razı
olmayacağız ama Allah’ın di-lemesi müstesna diyorlar.
Çünkü güç
ve kuvvet Allah’tadır. Kalpleri evirip çeviren, kalplere hâkim olan Allah’tır.
Biz sadece O’na tevekkül edecek, O’na güvenip sığınacak, sadece O’na dua edecek,
sadece ona kulluk etmeye devam edeceğiz; ötesinde nelerin olacağını bilmiyoruz.
Allah hakkımızda ne hükmetmişse onu göreceğiz diyorlar.
Çünkü Rabbimizin ilmi her şeyi
kuşatmıştır. Her şey O’nun bilgisi dahilindedir, diyorlar ve sonra da Rablerine
dua ediyorlar. Ya Rabbi! Sen bizimle kavmimizin arasını aç! Onlarla bizim
aramızda hükmünü ver ya Rabbi! Onlarla bizim aramızda hükmünü hak ile ver ya
Rabbi! Çünkü kitabını hak ile indiren sensin! Peygamberini hak ile gönderen
sensin! Gökleri, yerleri, varlıkları hak ile yaratan sensin ya Rabbi! Elbette
Rabbimiz onlarla bizim aramızda hükmünü hak olarak verecektir diyorlar. Ve sen
hüküm verenlerin, arayı açanların en hayırlısısın.
Evet Hz.
Şuayb işi Allah’a bırakıyor. O Allah’a teslim bir peygamber olarak insanların
tekliflerini reddeder ama meşiet-i İlahiye de karışmaz. Zira o sadece bir
elçidir ve Allah’ın bu mevzudaki muradını da bilmemektedir. İşte böylece
Ulûhiyet kavramının Peygamber şahsında billurlaşmasını görüyoruz. Allah’ın
elçisinin kuvvet kaynağını görüp O’na sığındığını görüyoruz. Rabbine Rabbin
istediği biçimde sığındığını gören toplumun da O’nu bırakıp her dönemde olduğu
gibi ona inanan mü’minlere yöneldiklerini görüyoruz. Alçaklar Peygambere dokunamıyorlar.
Ona iliştikleri zaman biliyorlar başlarına nelerin geleceğini de ona inanan
garibanların üzerine gidiyorlar. Peygamberi dize getiremeyince çevresindeki
mü’minlere yükleniyorlar.
90. “Milletinin inkâr eden ileri gelenleri, "Şuayb'a
uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz" dediler.”
Eğer Şuayb’a iman ederseniz
andolsun ki kaybedenlerden olursunuz. Bunu iki anlama söylediklerini anlıyoruz.
Ya bu bir tehditti, mü’minleri tehdit ediyorlardı. Eğer Ona iman ederseniz çok
büyük ziyana uğrayacaksınız. Yâni bizim reddettiğimiz bu adama iman ederseniz
artık başınıza gelecekleri siz düşünün. Neyiniz varsa hepsini elinizden
alacağız, mallarınızı hattâ canlarınızı ve tüm haklarınızı elinizden alıp sizi
kendimize köleler edineceğiz. Her şeyinizi kaybedip bizim kölelerimiz durumuna
düşeceksiniz diye tehdit ediyorlardı mü’minleri.
Ya da bunu onlara bir nasihat
olarak söylüyorlar da olabilir. Yâni eğer bu adama iman ederseniz, bu peygamberin
istediği gibi yaşamaya kalkışırsanız o zaman bu toplumda sizler yok olmak erimek
zorunda kalacaksınız.
Öyle değil mi? Fâiz almadan,
ölçüde tartıda bizim gibi hile yapmadan, insanların cebindekine uzanmadan, içki
içmeden, kumara yönelmeden, yalana-dolana bulaşmadan bu toplumda nasıl ticaret
yapacaksınız? Kazanmak şöyle dursun, büyümek şöyle dursun sermayelerinizi bile
koruyamayacaksınız. Bunları yapmadan bu toplumda ayakta kalmanız mümkün
değildir. Bu kafayla sizler bu toplumda bu toplumun ekonomik anlayışı içinde
eriyecek, silinip gideceksiniz.
Evet eğer Şuayb’ın getirdiği dine
tâbi olursanız, onun haram dediklerini haram, helâl dediklerini de helâl kabul
ederek hayatınızı bu inanca bina edecek olursanız mümkün değil sizler zarar
edeceksiniz diyorlar. Fâizsiz, kumarsız, rüşvetsiz bir ekonomi düşünülemez. İnsanlara
zulmetmeden, insanların haklarını yemeden, insanların sırtlarına basmadan para
kazanmak da yükselmek de mümkün değildir. E baksanıza Şuayb’ın getirdiği mesaj
bunların tümünü reddetmektedir. Eğer ona iman ederseniz bütün bunları nasıl
yapabileceksiniz? Mümkün değil bu kafayla giderseniz zinhar sizler adam olamazsınız.
Zarar etmek bir tarafa sizler dünyanızı da zindan edeceksiniz. Çünkü içkisiz,
kumarsız, kadınsız, fâizsiz, düzensiz dalaveresiz bir hayat çekilebilecek bir
hayat değildir. Gelin hayatınızı yaşayın bu adamın dediklerine inanmayın
diyorlardı.
Evet
kâfirler mü’minlere böyle diyorlar ve nasihat ediyorlardı. Bu peygamberin
dediği gibi bir hayat yaşarsanız kaybedeceksiniz. Alçaklar kendileri dünyayı
hedef bildiklerinden dolayı dünyalık elde edemeyen mü’minlere, sizler sonunda
kaybedecek ve enayi durumuna düşeceksiniz diyorlardı. Müslümanca bir hayat
onlar için kayıptır. Dünyada zevklerini yaşayamamış olmak onlar için kayıptır.
Kâfirler müslümanlar için dün de bugün de böyle düşünüyorlar. Halbuki gerçek
kaybedenler kendileridir, gerçek kayıp onların hayatlarıdır. Allah’a kulluğa
dönüştürülemeyen bir dünya hayatı baştan sona kayıptır. Yendikten sonra Allah’a
kulluğa dönüştürülmeyen tüm nimetler boştur ve kayıptır. İstifade edilip de
kulluğa dönüştürülemeyen tüm nimetler değersiz ve boştur. İşte kendileri boş
şeylerle oyalanan kâfirler, mü’minlerin hayatlarını boş olarak görüyorlar ve aldanıyorlar.
91. “Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve oldukları
yerde diz üstü çöküverdiler.”
Evet bu yedikleri naneler yüzünden
onları bir racfe, bir sarsıntı, bir deprem ya da geberin! Geberesiceler diye
bir ses yakaladı da hepsi oldukları yere diz çöküverdiler. Oldukları yere
yığılıp kaldılar. Evlerinin ortasında diz çökülü kalıverdiler. Zaten ölüydü bu
kâfirler. Çünkü vahiyle ilgi kuramamış insanların tamamı ölüdürler. Kur’an ve
sünnetle tanışamamış insanların tamamı ölüdürler.
İşte bu ölüleri bir sarsıntı
kendilerine getiriverdi. Yâni Allah’tan gelen bir racfe, bir sarsıntı onları
olmaları gereken konuma getiri-verdi. Onlar hayatlarında diz çöküp Allah’a
kulluk yapmaları gere-kirken bundan kaçınıyorlardı da bir sarsıntı onları diz
çöktürüverdi.
O ana kadar Allah huzurunda diz
çökmeye yanaşmayan alçaklar, çaresiz diz çöküverdiler. Kazandıkları o malları
mülkleri, çalıp-çırptıkları servetleri, o makamları mansıpları, güçleri
kuvvetleri, medeniyetleri onları Allah’ın azabından kurtaramadı. Ekonomik yönden
çok büyük bir güce sahip oldukları halde bu güç ve kuvvetlerine güvenerek Allah’a
ve Allah’ın elçisine kafa tuttukları halde evlerinde ıhıverdiler. Allah diyor
ki bakın:
92. “Şuayb'ı
yalanlayanlar, yurtlarında sanki hiç yaşamamışlar gibi oldular, izleri bile
kalmadı. Mahvolanlar, Şuayb'ı yalanlayanlar oldu.”
Allah’ın elçisi Hz. Şuayb’ı
yalanlayanlar, onun getirdiği mesajı yalanlayanlar, Allah’ın elçileri
vasıtasıyla onların hayatlarına karışmasına karşı çıkanlar, Allah’ın kendilerine
gönderdiği hayat programını beğenmeyerek kendi bildikleri bir hayatı yaşamaya çalışanlar
geberip gittiler de sanki orada hiç yaşamamış gibi oldular. Sanki orada böyle
bir toplum hiç yaşamamıştı. Sanki Medyen diye bir ülke hiç olmamış sanki o
insanlar orada hiç yaşamamıştı. Sanki orada böyle bir toplum hiç zevk yapmamış,
sanki orada hiç bayram yapmamışlar, yaşamamışlar, hiç şenlikte bulunmamışlar,
şen şakrak bir toplum yaşamamıştı artık orada. Onlardan arkaya kalan hiç bir iz
hiç bir eser yoktu.
Allah’ın
elçisi Hz. Şuayb’ı ve onun getirdiği hayat programını yalanlayanlar ziyana
uğradılar. Ziyana uğrayanlar kendileri oldu. Güya bunlara göre Allah’a ve
Allah’ın elçisine iman eden, hayatlarını Allah’ın istediği gibi yaşayanlar
ziyana uğrayacaktı. Kaybedenler bunlar olacaktı ama kendileri oldular. Sıfırı
tüketenler onlar oldu. Her şeylerini bitirenler, her şeylerini tüketenler onlar
oldu. Tüm değerlerini tüm sermayelerini sıfırlayanlar onlar oldu. İşte peygamberleri
yalanlayanların âkıbeti budur. Hiç bir zaman Allah’ın elçilerine iman eden,
Allah’ın elçilerinin gösterdiği hayatı yaşayan mü’minlerin ne dünyada ne de ukba’da
kaybetmeleri düşünülemez. Aksine hem dünya hem de ukba’da kaybedenler, elleri
boşa çıkanlar Allah’ın elçilerini reddederek kendi hayat programlarını
kendileri yaparak, küfürlerine, şirklerine ve isyanlarına devam edenlerdir.
Evet
böylece bir toplumun daha defteri dürülüyor, bir toplum daha tarih sahnesinden
siliniyordu.
93. “Şuayb onlardan döndü de,
"Ey milletim! Andolsun ki, Rabbimin sözlerini size bildirdim, öğüt verdim;
inkârcı millet için niçin üzüleyim? " dedi.”
Uyarılarına kulak vermeyen,
dediklerini dinlemeyen toplumunun helâkini acı acı
seyreden Allah’ın elçisi onlardan yüz çevirerek ey kavmim ben size Allah’ın
masajını duyurdum. Rabbimin sizin adınıza bana gönderdiklerinin tümünü ben size
ulaştırdım. Ve üstelik size karşı da nasuh davrandım. Sizin iyiliğinizi
istedim. Şahsî meseleleri hiç nazar-ı itibara almadım. Yâni benim şahsıma karşı
yaptıklarınız iş-kenceleri, yalanlamaları,
hakaretleri hiç nazar-ı itibara almadan, şahsıma yaptıklarınıza darılarak sizin
cehenneme gidişinize asla göz yummadan, sizden intikam almayı da düşünmeden
hakkı olduğu gibi size aktardım. Hep sizin lehinize hareket ettim. Ama sizler
nasihatten anlamaz, iyilik bilmez bir toplum oldunuz. Artık sizin gibi muannit
bir kâfir toplum arkasından bunlar helâk oldu, bunlar cehenneme gitti diye,
bunlara yazık oldu diye niçin üzüleyim? Üzülmeye değmez insanlarsınız sizler diyordu.
Eğer bizler
de çevremizdekilere karşı görevlerimizi tam yaparsak, onlara Allah’ın istediği
biçimde Allah mesajını duyurursak o zaman biz de hiç üzülmeyeceğiz. Son derece
rahat olacağız. Ama bizler bu insanlara karşı tebliğ görevimizi hakkıyla
yapamadıysak hem kendimize hem de onlara ağlayalım.
Evet
üzülmüyordu Allah’ın elçisi çünkü görevini tam yapmıştı. Üzülmüyordu,
vazifesini eksiksiz yapmıştı. Gönül rahatlığı içindeydi Şuayb (a.s) çünkü
hakkıyla uyarmıştı onları. Tüm bu uyarılarına rağmen yine de iman etmeyen, yine
de adam olmayarak burnunun doğrusuna giden bu insanlara üzülmeye değmezdi.
Demek ki kâfirlerin, müşriklerin arkasından üzülmek caiz değildir. İşte
Allah’ın en merhametli, en şefkatli kulunun, onların dirilişi için kendini bile
ihmal edecek kadar çırpınan bir Allah elçisinin onların arkalarından
üzülmediğini gö-rüyoruz. Firavunun arkasından da kimse üzülmedi. Rabbimiz Kur’-an’ın
başka bir yerinde Ona ne gök ağladı ne yerdekilerden kimse ağ-ladı buyurmaktadır.
Mü’min olan
bir kimse asla bir kâfirin arkasından ağlayamaz. Ama maalesef günümüzde kimi
mü’minlerin kâfirlerin arkasından ağ-ladıklarını,
ağıtlar yaktıklarını görüyoruz. Onların cennete kazandırılması yolunda dualar
yaptıklarını görüyoruz. Galiba bu insanlar Allah’ın elçilerinden daha
merhametli ki elçilerin ağlamadıklarına ağlamaya kalkışıyorlar. Hayır bu
yanlıştır. Biz dünyada iken görevimizi tam yapacağız. Bu adamlar hayattayken
hattâ kendimizi fedâ edercesine bu adamlara hakkı duyurmaya çalışacağız ama bu adamların
kâfir olarak geberdiklerini görünce de artık hiç üzülmeyeceğiz ve onların
kurtuluşları için de asla Allah’a dua etmeyeceğiz.
94. “Biz hangi kasabaya bir peygamber gönderdikse, ora
halkını, yalvarıp yakarsınlar diye, darlık ve sıkıntıya uğratmışızdır.”
Daha önceki âyetlerinde Rabbimiz
Peygamberlerine ve onlarla gönderdiği hayat programına kafa tutan toplumların
helâkinden söz etmişti. Burada da Rabbimiz bir başka helâk yasasını anlatıyor.
Evet diyor
ki Rabbimiz biz hiç bir memlekete, hiç bir karyeye, hiç bir şehre bir peygamber
göndermedik ki o bölge halkını sığınacak, kucak olarak bizim kucağımızı bilsinler,
âcizliklerini anlasınlar da bize kul olsunlar, bize yalvarıp yakarsınlar diye
bir kısım sıkıntı ve darlıklara uğratmamış olalım. Onların bize dönmelerini,
bizim gücümüzü kudretimizi anlamalarını, küfürlerinden, şirklerinden şımarıklıklarından,
ahlâksızlıklarından vazgeçerek dürüst bir hayatın adamı olmaları için kul
olmaları için onlara bir kısım belâlar ve musîbetler göndeririz diyor Rabbimiz.
Rabbimiz bir topluma elçilerini gönderir göndermez hemen arkasından o toplumun
gönderilen elçiye iman etmeleri için, akıllarını başlarına alarak peygamberin
getirdiği hayat programını kabul etmeleri için bir kısım muhtıralar gönderiyor.
Demek ki
darlık ve sıkıntı peygamberlerin geldiği bölgelerin vazgeçilmez özelliğidir.
Eğer bugün bizim de evimize, ailemize, kö-yümüze, kentimize, çevremize, muhitimize
peygamber gelmişse unutmayalım ki biz de darlık ve sıkıntı içinde olacağız
demektir. Değilse eğer bizim eve bizim aileye peygamber uğramamışsa o zaman
bolluk, refah ve lüks içinde olacağız demektir. Herkes kendi evine, kendi
ailesine, kendi çevresine peygamber gelmiş mi gelmemiş mi bunu kendisi
düşünsün.
Yâni şöyle bir bakalım evimizin
içine. Bir bakalım mutfağımıza. Bir bakalım şehrimize, bir bakalım köyümüze.
Bakalım da oralara peygamberin gelip gelmediğini anlayalım. Oralara peygamber
anlayışının hâkim olup olmadığına kendimiz karar verelim. Eğer hayatımızda,
yememizde içmemizde biraz biraz sıkıntı ve darlık
varsa, biraz biraz her istediğimizi bulamama durumu
varsa o zaman peygamberi anlayışın evimizin içine girdiğini, aksi varsa, yâni
her şeyimiz bolsa, hiç bir şeyin sıkıntısını çekmeyecek bir durumdaysak,
yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızdaysa o zaman Peygamberin evimize
basmadığını anlayalım.
Yâni şöyle bir bakalım
hayatımıza, kazanmamıza, harcamamıza ve kendi kararımızı kendimiz verelim. Evet
unutmayalım ki Peygamberin geldiği yer, peygamberi anlayışın hâkim olduğu yer
mutlaka sıkıntıya girecektir. Orada mutlaka bir şeylerin eksikliği söz konusu
olacaktır.
Evet önce
darlık gönderiyor Allah. Ne için? O topum akıllarını başlarına alsın diye.
Peygamberin mesajını reddetmesinler diye. Allah’ın kendilerinden istediği
hayatı yaşamaya yanaşsınlar, Allah’a Al-lah’ın istediği biçimde kul olsunlar
diye. Kendi acziyetlerini anlayıp sı-ğınılacak kucak
olarak Rablerinin kucağını bilsinler, ibret alsınlar da gittikleri yolun
yanlışlığını anlasınlar, peygamberin getirdiği vahiy sistemini kabullensinler
ve böylece hayatlarını Allah’ın istediği biçimde düzenlesinler diye Allah
onlara bir takım sıkıntılar gönderiyor. Değilse, eğer tüm bu uyarılar karşısında
onlar akıllarını başlarına almazlar, Peygamberin getirdiği hayat programıyla
ilgilenmezler burunlarının doğrusuna giderler ve Rablerine kulluğa yanaşmazlarsa
o zaman da bakın imtihanın ikinci boyutunu şöyle anlatıyor Rabbimiz:
95. “Sonra kötülüğün yerine iyilik koyduk, öyle ki, çoğalıp,
"Babalarımız da darlığa uğramış, bolluğa kavuşmuşlardır" dediler. Bu
yüzden onları, haberleri olmadan, ansızın yakalayıverdik.”
Evet daha sonra da biz o
kötülükleri, o sıkıntıları iyilikle değiştiriveririz. Yâni onların tüm
sıkıntılarını alıveririz. Tüm kıtlıklarını, yokluklarını, dertlerini,
sıkıntılarını, hastalıklarını, mahrumiyetlerini
alıveririz de onların yerine bolluklar, rahatlıklar veriveririz. Öyle ki
çoğalırlar, çoğaldıkça çoğalırlar. Evlâtların çokluğu, malların çokluğu, mülklerin
çokluğu, dünyalık ve rahat adına ne varsa hepsini çok çok
veriveririz. Ve sonra da derler ki bu normal bir hayatın gerekleridir. Bir
zamanlar babalarımızın başından da böyle şeyler gelip geçmişti. Atalarımız da
böyle kıtlık ve bolluk zamanları yaşamışlardı, bunlar hayatın birer cilvesinden
başka bir şey değildir diyerek bunların birer imtihan sebebi olduğunu,
akıllarını başlarına devşirtecek birer uyarı olduğunu unuturlar, kendilerine
verilen bu nimetlerle bu bolluklarla sevinip coşmaya başlarlar, şımarıp,
gururlanmaya başlarlarla da biz de onları ansızın yakalayıveririz ve işlerini
bitiririz diyor Rabbimiz.
Evet Allah
önce birbiri ardından uyarıcılar gönderir, belâlar ve musîbetler gönderir,
fırsatlar yaratır, tembihlerde bulunur. Eğer onlar kendilerine gelen bu
uyarılara aldırış etmezler ve tüm bu şiddetler onların kalplerini yumuşatmazsa,
o sıkıntılardan ibret alıp Rablerine dönmezlerse o zaman da Allah onların bu
tür sıkıntılarını kaldırıveriyor. Onlara her konuda bolluklar gönderiveriyor.
En’âm’daki âyetin ifadesiyle
söylersek onlara her şeyin kapılarını açıverir. Allah diyor ki onlara her şeyin
kapılarını açıveririz. Öyle bir bolluk, öyle bir refah, öyle bir hürriyet
veririz ki tüm engelleri tüm sıkıntıları kaldırıveririz. Paralar, mallar,
mülkler, servetler, altınlar, gü-müşler, atlar, arabalar, marklar, dolarlar her
taraftan üzerlerine rızık-lar nimetler yağmaya başlayıverir. Ne arzu ederlerse
önlerinde, ne ararlarsa bulabilecek, ne isterlerse yapabilecek hale gelirler.
Hastalık, dert, sıkıntı, açlık, fakirlik hiç bir dertleri, hiç bir sıkıntıları
kalmayıverir. İşleri açılır, ev alırlar, dükkan alırlar, şansları yaver gider,
milletvekili olurlar, bakan olurlar, dekan olurlar, YÖK başkanı olurlar, dünya
nimetleri adına Cenâb-ı Hak bütün kapıları açıverir. Ferahlanır, ne oldum delisi
olurlar, bütün bunları kendilerinin yaptığını iddia ederek takdiri
unutuverirler.
Bu da ayrı
bir imtihan. Bolluk da ayrı bir imtihandır. Adam sey-yar satıcı olarak başlar,
üç tekerlekliyle işe başlar sonunda Vehbi Koç oluverir, Sakıp Sabancı oluverir.
Cenâb-ı Haktan hayırlısını istemek zorundayız. Çünkü Allah verir ama bazen bu
verdikleriyle kendisini unutturuverir. Çünkü buda ayrı bir imtihandır, bunu hiç
bir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Açılan her kapı, verilen her imkân eğer
bize Allah’ı unutturuyorsa o zaman çok korkmak zorundayız. Hani Kur’-an’da
anlatılan bağ sahiplerini bahçe sahiplerini çok iyi biliyoruz.
Şunu hiç
bir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız: Şiddet ve sı-kıntılarla
yapılan imtihan ayrı, bollukla yapılan imtihan ayrıdır. Bu bollukla yapılan
imtihan ötekisinden çok daha tehlikeli çok daha zor bir imtihandır. Rabbimizin
darlıkla sıkıntıyla yaptığı imtihan insanın kalbini yumuşatıp insanı Allah’a
çevirmesi açısından onu başarmak belki kolaydır ama bu bollukla yaptığı imtihan
insanların şımarıklılığını, müstekbirliğini artırdığı için, insanı eyvallahsız
hale getirdiği için bunu başarmak gerçekten çok zordur. Birinde sabır
diğerinde, şükür gerekir. Sıkıntıya sabır, bolluk karşısında da verilen
nimetler cinsinden şü-kür ister Allah.
Evet dikkat
ediyor musunuz Rabbimiz diyor ki bu adamların akılları başlarına gelsin de bize
dönmeyi anlasınlar diye biz onları fakirlik, kıtlık, açlık, geçim darlığı, hastalıklar,
çeşitli afetler ve zaruretlerle yakalayıverdik. Onları türlü türlü sıkıntılara sokuverdik ki kabukları yırtılsın da
tevhid açığa çıksın diye. Küfürden, şirkten vazgeçsinler de iman etsinler diye.
Sığınacak kapıları kalmasın da bize sığınsınlar diye. Yalvaracak, başvuracak,
dövecek kapıları kalmasın da bize yalvarıp-yakarsınlar diye. Ama şeytan onlara
amellerini süslü gösterdi de hayrı şer, şerri hayır gösterdi de, iyiliği
kötülük, kötülüğü iyilik gösterdi de onlar adam olma, uyanma istidatlarını
kaybettiler.
Evet
aslında o imtihanlar, o belâlar ve musîbetler onlarda sı-ğınma, kulluk ve
kurtuluş hissini, Allah’a yalvarıp yakarma hissini uyandıracak ilahi uyarılardı.
Bakın
Rabbimiz aynı sûrenin az ilerisinde bu hususu şöyle anlatır:
"Andolsun ki, biz de Firavun ailesini, ders alsınlar diye
yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık."
(A’râf 130)
Ama bilelim
ki bunların ilahi uyarıcılığı devamlı değildir. Onun içindir ki böyle bir
durumla karşı karşıya gelen kişi hemen onu bir nimet bilmeli ve süratli bir
şekilde uyanıp tevbe ve yalvarışlarla Allah’a yönelmeli ve durumunu
düzeltmesini bilmelidir. Zira bu durum kısa bir süre sonra kaldırılıverir. Ya da esasen kısa bir süre
sonra bu uyarının tesiri gittikçe azalır ve nihâyet o sınırlı müddet bitiverir.
Yâni o sıkıntının uyarıcı özelliği kayboluverir. Bir alışkanlık ve tabii bir
hal oluverir. Yâni kısa bir dönem sonra bu belâların bu sıkıntıların terbiye
edici hiç bir tesiri kalmaz.
Evet Allah
dönsünler diye, tevbe etsinler diye, kendilerine gelsinler de Allah’a
yalvarsınlar diye onlara belâlar, sıkıntılar gönderdi. Hiç değilse böyle bir
durumdalarken bari yalvarıp yakarmalı değiller miydi? Ama gelin görün ki
bunların taşlaşmış kalplerini bu belâlar ve musîbetler bile Allah döndüremedi.
Kalpleri taş gibi kaskatı kesildi de amellerini şeytan kendilerine süslü
gösterdi. Yada şeytan onlara bu gelenleri farklı biçimde yorumlattı.
Meselâ Âd kavmi, Hûd kavmi, Lût
kavmi, Eykeliler Allah’ın kendilerine ibret alsınlar diye gönderdiği bu belâları
tabiat kanunları olarak yorumladılar.
Veya işte bunlar olağan
şeylerdir. Daha önceki toplumlara da böyle şeyler gönderilmiştir dediler. Tıpkı
şu anda bizim toplumun bu depremleri, bu felâketleri farklı yönde yorumlayıp
onlardan ibret almaya yanaşmadıkları gibi. Şeytan ibret almalarını engelledi,
amellerini, yaptıklarını onlara süslü gösterdi. Hayatlarından, durumlarından,
amellerinden razı oldular. Ne var bizim hayatımızda? İşte kulluk budur!
dediler. İşte İslâm budur! dediler. İşte şu anda bizler Allah’ın biz-den
istediği hayatın içindeyiz dediler. Bizler Allah’ın razı olduğu hayatı yaşıyoruz!
dediler. Allah da onları ansızın yakalayıverir de işlerini bitiriverir.
96. “Eğer kasabaların halkı inanmış ve Bize karşı gelmekten
sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarını verirdik. Ama
yalanladılar; bu yüzden onları, yaptıklarına karşılık yakalayıverdik.”
Evet eğer insanlar, şu ileriki
âyetlerde anlatılan Âd kavmi, Se-mûd kavmi, Nûh kavmi, Hûd kavmi, Medyen’liler
ve tün insanlar eğer iman etselerdi, Rablerine ve Rablerinin elçilerine
Rablerinin is-tediği biçimde iman etselerdi, Rablerine karşı gelmekten
sakınsalar ve Rableriyle yol bulabilselerdi, yollarını Rablerine sorsalar,
hayat programlarını Rablerinin vahyinden alarak yaşasalardı, Allah’ın
elçilerinin kendilerine örneklediği kulluğu yaşasalardı elbette biz de onlara
göklerin ve yerin bereketlerini açıverirdik. Göklerden bolca yağmurlar yağdırır
yerden de bolca rızıklar bitirirdik. Böylece insanların hayatında bir bereket
olurdu diyor Rabbimiz. Biz onları bereketlere gark ederdik di-yor.
Demek ki
âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki bereketin iki sebebi vardır. Ya da berekete
ulaşmak için iki şart var. Bunlardan birincisi iman. Allah’a ve Allah’tan
gelenlere Allah’ın istediği biçimde bir iman. İkincisi de takvadır. Allah’la
yol bulmak, hayat programını Allah’tan al-mak ve bu imanın gereği olarak tüm
hayatı Allah için yaşamaktır. İşte böyle yapan, böyle yaşayan insanların
hayatına Allah bereket veriyor. Hayatlarını bereketlendiriyor Rabbimiz.
Bereket;
Meselâ misafir geliyor bir eve ve o
evden bir şeyler eksiltiyor. Veya zekât diye malından bir şeyler veriyor adam
ve onun malından bir şeyler eksiliyor. Zâhiren malından kırkta bir oranında bir
eksilme oluyor. Veya meselâ bir memur her ay maaşının on da birini infak
ediyor, bu miktarı almamış kabul ediyor. Geriye kalana Allah öy-le bir bereket
verecek ki veya geriye kalan kısım ona öyle bir yetecek ki bunu herkesin
anlaması mümkün değildir. Cenâb-ı Hak ona iktifa özelliği verecek, yetinme
duygusu, istiğna duygusu verecek ve adam kendisini sürekli zengin hissedecektir.
Veya insanların pek çoğunun anlayamadığı biçimde Cenâb-ı Hak onun eşyalarına dayanma
gücü verecektir.
Meselâ
bakıyoruz bugün aylık geliri beş yüz milyon lira olan iki çocuklu bir aile
geçinemiyor, darlık ve sıkıntı içinde kıvranırken aylık geliri yüz milyon lira
olan beş çocuklu bir aile çok rahat geçinebilmektedir. Neden? Bereket işte.
Allah birine o kadarcık maaşının bir bölümünü Allah için infak edeceğim diye
çırpındığı için bereket vermiştir ötekisine infak etmediği için bereket vermemiştir.
Birisinin ayakkabısı altı ayda eskidiği halde ötekisinin ayakkabısına Allah dayanma
gücü vermiştir üç beş sene dayanmaktadır.
Veya meselâ birisinin karısı hasta
haneden çıkmazken ötekisinin karısına Allah sıhhat vermiştir. Birisinin arabası
sürekli arıza yapıp para harcattırırken ötekisinin eşyalarına Allah dayanma
gücü vermiştir işte berekettir bütün bunlar.
Veya meselâ birisi çocuklarının
çevreye karşı ezilmemesi adına evine renkli televizyon alması, okulda çocuğunun
azığının farklı olmasına özen göstermesi, çocuklarını Anadolu Liselerine
gönderme çabası yanında, yâni çevreye kulluğu yanında; öbürünün böyle bir derdi
yoktur.
Veya birisinin çevreye kulluk
adına şöyle şöyle giyinmesi, ya-malıklı elbise giyinememesi, modaya uygun olmayan bir
elbise giyinememesi, evini şöyle şöyle döşemesi,
şöyle bir arabaya binememesi, şöyle bir evde, şöyle bir muhitte oturamaması,
misafirlerine şöyle bir şeyi ikram edememesi, şöyle bir hayatın adamı olma
derdi varken ötekisinin böyle dertleri yoktur. Birisi yaşadığı bu hayatın
gereği olarak taksit ve ödemelerle ömrünü tüketirken öbürü çok rahattır. Çünkü
o sadece Allah’ı razı etmeden yanadır ve çok sade bir hayat yaşamaktadır.
Evet böyle
yaşayanlar Allah’ın bereketine gark edilirlerken, Allah’a, Allah’ın istediği
biçimde inanmayan, Allah’la yol bulmaya, yollarını Allah’a sormaya yanaşmayan,
hayatlarını Allah için yaşamayan kimseler de Allah’ın bereketinden mahrum
bırakılacaklardır. Allah’tan yüz çeviren, Allah’ın kitabından ve Resûlünün
sünnetinden yüz çeviren insanlar da bereketten mahrum edileceklerdir. Nitekim bakın
Tâhâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatıyordu:
“Benim
kitabımdan yüz çeviren bilsin ki onun dar bir geçimi olur ve kıyâmet günü de
onu kör olarak haşr ederiz. O zaman:
"Rabbim! Beni niçin kör olarak haşr ettin, oysa ben gören bir
kimseydim" der. Allah: Böyledir, âyetlerimiz sana gelmişti de sen onları
unutmuştun, bugün de öylece unutulursun" der..”
(Tâhâ 124,125,126)
Evet kim
Allah’ın zikrinden, yâni Allah’ın kitabından, Allah’ın istediği kulluktan,
hayatın her bir biriminde Allah’ın istediği gibi davranıştan yüz çevirirse, kim
Allah’ın istediği gibi değil de kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat
yaşamaya yönelirse onlar için bereket kaldırılacak ve geçim darlığı, geçim
sıkıntısı olacaktır. Hayatlarının da, kazandıklarının da, mesleklerinin de,
çalışıp çabalamalarının da hiç bir beti-bereketi olmayacaktır. Belki milyarlar
kazanacaklar ama yine de doymayacaklardır. Kulu kölesi oldukları hayat standardının
peşinde bir ömür tüketecekler ve bir türlü istedikleri noktaya ulaşamayacaklardır.
Velileri olan Şeytan kendilerine yeni yeni hedefler
gösterecek ve bu hedeflerin arkasında bir ömür boyu çırpınıp duracaklar.
Bereket
gerçekten insanların çoğunun anlayamadıkları ve far-kında olmadıkları bir
şeydir. Meselâ sabahleyin saat 6,7 arasında ya-pabildiğimiz işleri akşam aynı saatlerde yapabilmemiz
mümkün değildir. Zaman aynı zamandır, süre aynı süredir ama bereketler farklıdır.
Evet keşke
bu adamlar iman etseler ve muttaki davransalardı ama onlar yalanladılar da
işlediklerinden dolayı biz de onları yakalayıverdik.
97. “Kasabaların halkı, geceleyin uyurken azabımızın
kendilerine gelmesinden güvende miydiler?”
Acaba bu şehir ahalileri bu
memleketlerin insanları geceleyin mışıl, mışıl uykudalarken azabımızın
kendilerine gelivermesinden emin mi oldular? Ya da şu anda Mekke müşrikleri
Allah’ın azabının kendilerine gelmesinden emin mi oldular? Yahut da şu anda şu
bizim ülkede yaşayan müşrikler emin mi oldular? Halkı müslüman ülkelerin
müşrikleri Allah’ın azabının tepelerine inmesinden emin mi oldular. Veya
Amerika’daki müşrikler, Avrupa’daki müşrikler Allah’ın azabının ansızın kendilerine
gelmesinden emin mi oldular? Allah’ın âyetlerini, Allah’ın sistemini, Allah’ın
kendileri için vaz ettiği hayat programını reddederek kendi keyiflerince bir
dünya kurup en güzel, en doğru ha-yatın kendi yaşadıkları hayat olduğunu iddia
eden tüm yeryüzü müşrikleri Allah’ın azabının gelmesinden emin mi oldular?
Ya da şu anda bizler Allah’ın
azabının gelivermesinden emin mi olduk? Nereden biliyoruz meselâ bu gece bir
depremle Konya’nın yerin dibine batmayacağını? Nasıl olur da kendimizi güvende
hissedebiliriz? Bunu her an düşünmek, her an Rabbimizin azabının gazabının
gelivereceğinden korkup Rabbimize Rabbimizin istediği biçimde kulluk işlemeye
yönelmek zorundayız.
98. “Yahut kasabaların halkı, kuşluk vakti eğlenirlerken
azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?”
Veya bir kuşluk vakti insanlar
oyunda eğlencedeyken ansızın azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular? Bir
kuşluk vakti işlerine, aşlarına devam ederlerken, Allah’tan da Allah’ın azabından
da gaflet içinde oyun eğlencelere gömüldükleri bir anda kendilerine azabın
gelmesinden emin mi oldular? Zaten eğer insanlar hayatı Allah için
yaşamıyorlarsa o hayat oyun ve eğlenceden ibarettir. Allah için yaşanmayan
hayat oyun ve eğlencedir. Allah için niyet taşınmayan her şey oyun ve
eğlenceden ibarettir. Allah hesaba katılmadan, âhi-ret hesaba katılmadan
yaşanan bir hayat oyun ve eğlenceden başka bir hayat değildir. Evet ister güpegündüz
gözlerinin önünde isterse gece mışıl, mışıl uykudalarken, haberleri yokken
Allah’ın azabı gelivermesinden bu insanlar emin mi oldular?
99. “Onlar Allah'ın düzeninden güvende miydiler? Allah'ın
düzeninden ancak mahvolacak millet güvende olur.”
Allah’ın mekrinden Allah’ın
cezalandırmasından emin mi ol-dular? Allah’ın mekrinden emin yaşayanlar ancak
hüsrana mahkum olanlardır. Dünyada da ukba’da da kaybedecek olanlardan
başkaları Allah’ın mekrinden emin olamazlar. Allah her an bizi bir tehlikeyle
bir sıkıntıyla bir korkuyla imtihan edebilir. Her an Rabbimizin bu tür imtihanlarına
hazırlıklı olmak zorundayız. Çünkü Allah kulları üzerinde mutlak tasarruf
sahibidir. Kullarına ne tür sorular göndereceğine on-ları neyle imtihan
edeceğine ancak kendisi karar verir. Bu tür belâlar gelmeden önce hazırlıklı olmak
zorundayız. Kendimizi cennete hazırlamak zorundayız. Kazanma ihtimalinin
kalmayacağı, başarma ve kulluk işleme imkânlarımızın elimizden alınacağı durumlar
gelmeden önce kendimizi hazırlamak zorundayız.
100. “Sahiplerinden sonra yeryüzünde mirasçı olan kimselere
hâlâ şu açıkça anlaşılmadı mı ki; Biz dileseydik onları da suçluların cezasına
uğratırdık. Kalplerini kapatıp mühürleriz de bir şey duymazlar.”
Evet daha önce
yerleştirdiklerimizden sonra onların mirasları üzerine yerleştirdiğimiz
insanlara hâlâ hidâyet, yol gösteri gelmedi mi? Gerçekleşmedi mi? Yâni biz
zamanlar arzda, yerleştirdiğimiz ata-larınızdan sonra şu anda onların yerlerine
yurtlarına sizleri yerleştirmişiz. Biz dileseydik günahlarından ötürü onları
helâk ederdik. Ama günahları sebebiyle isyanları sebebiyle onları ve şu anda
sizleri hemen helâk etmeyip Allah’ın sizlere böyle bir rahmet kapısı açması
sizlere tevbe imkânı dönüş fırsatı vermiş olması size hidâyet olarak yetmiyor
mu? Hakkı anlamanızı sağlamıyor mu Rabbinizin bu yaptığı? Rabbinizin sizin
adınıza işleyen bu rahmeti sizin O’nu anlamanıza yetmeliydi. Ama bu gerçeği
anlamaya yanaşmayanların kalplerini mühürleriz de artık bir şey duymaz,
duygulanmaz olurlar.
Yâni eğer bir insan ben şu ana kadar,
meselâ otuz yaşına ka-dar İslâm dışı bir hayat yaşadım ama şu ana kadar ciddi
bir azapla, ikabla karşılaşmadım. Öyleyse kırk yaşına geleyim de Rabbime kulluk
yoluna gireyim der, kırk yaşına geldiğinde de, canım elli olsun da ondan sonra
derse, yâni Allah’ın kendisine tanıdığı fırsatları değerlendirme yoluna
girmezse o zaman Allah da onların kalplerinin üzerine tabederiz diyor.
Yâni her gün biraz daha kitap ve
sünneti tanıyarak imanlarımızı artırmadan yana olmazsak, teslimiyetlerimizi
artırmadan yana olmazsak, aynı hayatı, aynı statüyü korumadan ve yerimizde saymadan
yana olursak Allah korusun biz de kalbi
tabedilenlerden oluruz. Kalbin tabedilmesini şöyle anlamaya çalışıyoruz. Sanki
Allah; görülmüştür o kalp işe yaramaz. Denenmiştir bir işe yaramaz. Hurdaya çıkarılmıştır
bir işe yaramaz diyerek kalbin üzerine damgasını, mührünü vuruveriyor.
Öyleyse
Allah’ın bize ne kadar bir mühlet tanıdığını bilmediğimiz için çok korkmak
zorundayız. Çünkü hayatımızın gerçek derecesini bilmiyoruz. Gafletimizin gerçek
derecesini bilmiyoruz. İhmalimizin derecesini ve bu ihmallerimizin sonunda
artık bu adam olmaz diyerek, artık bunun kalbi işe yaramaz diyerek mührünü ne
zaman basıvereceğini bilmediğimiz için elimizi çabuk tutmak ve Allah’ın
istediği hayata yönelmek zorundayız.
Kesinlikle
bilelim ki Allah’ın kanunları, Allah’ın yasaları değiş-mez. Kesinlikle bilelim
ki İlahi iradede değişiklik olmaz. Bizi öncekilerin uğradıkları âkıbetten men
edecek, onların âkıbetlerine düşmekten kurtaracak hiç gücümüz ve kuvvetimiz yoktur.
Öyleyse Kur’an’da bizden öncekiler konusunda anlatılanlardan ibret almak
zorundayız ve onların yanlışlarına düşmemek için hayatımıza çok dikkat etmek zorundayız.
Çünkü anlıyoruz ki insanların
durumları, yaşantıları gerçekten azabı gerektiriyorsa da Rabbimiz hemen onlara
azabını göndermiyor. Onlara dokunmuyor, onlara imkân tanıyor, fırsat veriyor.
Ama bu ser-bestlik onları aldatıyor. Şunları, şunları yaptım ama şu ana kadar
ba-na her hangi bir azap gelmedi. Demek ki bu dünyada sorumlu olduğumuz bir
makam yoktur. Demek ki bu dünyada hesap ödeyeceğimiz bir varlık yoktur diyerek
aldanıyorlar. Demek ki bizim şu anda yaşadığımız hayat en güzel bir hayattır
demeye başlıyorlar. Böylece hayatlarını sürdürmeye çalışan ve değişmeden yana
olmayanların da kalplerini mühürleyiveriyor Rabbimiz. Yâni ilk defa inanmayanların
kalplerini mühürleyiveriyor. Yoksa hiç kimsenin küfürde kemikleşip kalmasını
istemez Allah.
Onların
kalplerini mühürledik de artık onlar görmez ve duy-maz oluverdiler. Hakkı
duymaz, güzeli görmez, doğruya ulaşamaz oluverdiler.
101. “ Ey Muhammed! İşte kasabaların haberlerini sana
anlatıyoruz. Andolsun ki onlara peygamberleri belgeler getirdi; öncekileri
yalanladıklarından ötürü inanmadılar. Allah kâfirlerin kalplerini böylece
kapatıp mühürler.”
Evet işte sana senden önceki
kasabaların şehirlerin haberlerini anlatıyoruz. Şu başlarından, senin ülkenin
insanlarının başına gelen şeylerin geçtiği şehirlerin haberlerini anlatıyoruz.
Ama bunu sana ve senin toplumuna anlatırken hikâye olsun diye, hoşça vakitler
geçiresiniz diye değil, bunlar, bu haberler senin ve toplumunun ibret alıp
kendilerine çeki düzen versinler için anlattığımız çok önemli vakalardır,
haberlerdir. Onların başlarına gelenlere iyi bakıp ibret alasınız da onların
düştüklerine sizler de düşmeyesiniz diye bunları size anlatıyoruz. Onlara
peygamberlerimizi belgeler getirdi. Onlar hakkı görsünler de doğruya gitsinler
diye elçilerimiz her türlü mûcizeleri getirdi onlara da öncekileri
yalanladıklarından ötürü onlara da iman etmediler. Daha öncekiler gibi onlar
iman etmemeyi âdet haline getirdiler. İşte Allah iman etmeyenlerin kalplerini
böylece mühürleyiverir.
Öyleyse
Rabbimizin âyetlerini duyar duymaz hemen hiç beklemeden iman etmek zorundayız.
Hemen teslimiyet göstermek zorundayız. Eğer Rabbimizin emirlerini duyar duymaz
hemen hiç beklemeden iman etmezsek yada iman eder etmez hemen teslimiyet göstererek
uygulamaya koymazsak öncekilerin yaptıkları gibi böyle bozuk tutumlar
sergilemeye kalkışırsak bilelim ki bizim kalplerimiz de mühürlenecek ve artık
biz de tıpkı onlar gibi bir şey duymaz, duygulanmaz hale geleceğiz demektir.
102. “Onların çoğunda ahde bağlılık görmedik, çoğunu
fâsık kimseler olarak bulduk.”
Burada ekserisini bir ahd üzerine
bulamadık derken Rabbimiz onların ilk mîsâk ahdini unutup yalanladıklarını
anlatmaktadır. Yâni sûrenin sonunda anlatılan “Galu belâ” diye bilinen o
ilk mîsâk ahdine pek çoğunun sadık kalmadıklarını, ekserisini bu konuda fâsık
bulduk diyor Rabbimiz. Söze sadâkatleri yok adamların. O Rablerine ilk verdikleri
sözlerine sadâkatleri yok. Gerek Rablerinin kendileri için kâinatta yarattığı meşhûd
âyetleri, gerek peygamberleri vasıtasıyla kendilerine gönderdiği âyetler
gerekse kendi içlerinde kendi enfüslerinde Cenâb-ı
Hakkın kendilerine gösterdiği âyetler onlara hakka dâvet ediyordu.
Evet
tüm bu âyetler onların hayatlarının yanlışlığını ortaya koyuyordu. Halbuki
zaman zaman daraldıkları, sıkıştıkları anlarda Allah’a
yalvarıyorlardı. Ya Rabbi! Eğer bizi bu sıkıntıdan kurtarır sahil-i selâmete
çıkarırsan söz veriyoruz sana kulluk yapacağız, senin istediğin gibi bir hayat
yaşayacağız diyerek Allah’a yalvarıyorlar, söz ve-riyorlardı. Yâni
fıtratlarında mayalarında Allah inancı vardı bu adamların. İçlerindeki Allah
âyetleri de onlara bunu söylüyordu ama belâlar kaldırılınca da yine eski
şirklerine, eski küfürlerine dönüveriyorlardı. Allah’a verdikleri bu sözlerini
unutuveriyorlardı. Allah’la sözleşme ya-pıyorlar ama bu sözleşmelerini hemen unutuyorlardı. İşte
Rabbimiz diyor ki onları ahitlerine sadık bulmadık.
Gerçekten
de ilk toplumlarda kâfir, fâsık ve zâlimlerin yanında mü’minler çok azınlıktaydı.
Ve işte bu azlıklarından dolayı da Rab-bimiz onlara pek fazla yük yüklememiştir.
Düşmanlarıyla savaşıp on-ları yok etme işini ilk dönemler Rabbimiz bizzat kendi
üzerine almıştır. Ta ki Mûsâ (a.s) dönemine gelininceye kadar. Bu dönemde yeryüzünde
müslümanlar çoğaldı. Bundan sonra Rabbimiz onlara haydi şu şehre girin! Artık
sizler çoğaldınız falan yeri fethedin! Bundan böyle ben sizin elinizle ve
kılıçlarınızla kâfirlere zarar vereceğim buyurdu. Siz yürüyün, ben yine sizinle
beraberim buyurdu.
Rasûlullah’ın
hayatında da ilk dönemlerde “Sen onları bana bırak” peygamberim
ifadelerinin üç yerde geçtiğini biliyoruz. Müzzemmil, Müddessir ve Kâlem. İlk dönemlerde
Rasulullah efendimize böyle diyordu Rabbimiz. Çünkü Allah Resûlünün etrafında
iman etmiş bir kaç kişi vardı henüz. Bunlarla kâfirlere karşı bir savaş vermesi
de mümkün değildi. Rasulullah efendimizin ve beraberindeki bir avuç müslümanın
daraldıkları, bunaldıkları bir zaman da bu âyetler geliyor ve müslümanlar da
rahat bir nefes alma imkânı elde ediyorlardı. Sen çekil kenara ey peygamberim!
Onlar benimle karşı karşıya gelsinler ve benimle baş etsinler diyordu. Bir zamanlar
Hz. Nûh’a da diğerlerine de böyle demişti ve onlara nasıl yardım ettiğini,
onların düşmanlarını nasıl kahrettiğini göstermişti Rabbimiz ona. O dönemlerde
de kâfirler mü’minlerin eliyle değil bizzat Rabbimiz tarafından yok edilmişti.
Evet Allah
diyor ki onların pek çoğunu bir ahd üzerine bulmadık. “Gurûn’ul Ûla” dediğimiz birinci çağdaki toplumların genel karakterleri
işte böyleydi. Onların içinde çok az insan, iman etmişti. Pek çoğu şirk içinde
yüzüyordu. “Gurûn’ul Vüsta” dediğimiz
Hz. Mûsâ (a.s)’a Tur dağında Tevrat’ın verilmesiyle başlayan orta çağ ve bu
çağda gönderilen peygamberler döneminde durum biraz daha farklılaşmıştır. İşte
bundan sonra Rabbimiz bize bu dönemin peygamberlerini anlatmaya başlayacak.
Buraya kadar ilk dönemin elçilerinden örnekler sunmuştu Rabbimiz, bundan
sonrada ikinci dönemin elçilerini gözlerimizin önüne serecek. İlk dönemlerin
helâk yasalarını anlattıktan sonra Rabbimiz daha sonraki dönemlerin durumunu
anlatacak.
103. “Sonra peygamberlerin ardından Mûsâ'yı âyetlerimizle
Firavun ve erkanına gönderdik. Âyetlerimize karşı haksızlık ettiler.
Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak.”
Evet ilk dönem peygamberlerini ve
ilk dönem toplumlarını ve onların helâk yasalarını anlattıktan sonra Rabbimiz
şimdi de ikinci dönem elçilerinden ve elçilerin toplumlarından haber verecek.
Önceki çağın insanları Allah’ı Allah’ın elçileri vasıtasıyla kendilerine gönderdiği
hayat programını yalanlamışlar helâk olup gitmişlerdir.
Bundan
sonra dört büyük kitabın gönderildiği dönemi ve o dö-nemin peygamberlerini ve
toplumlarını anlatmaya başlayarak Rabbi-miz buyurur ki bakın:
Biz onlardan sonra Firavuna ve onun
büyük toplumuna, Firavun sistemini benimseyenlere, Firavun gibi düşünen,
Firavun gibi yaşayanlara, avenesine âyetlerimizle Mûsâ’yı gönderdik. Rabbimiz
elçisi Hz. Mûsâ (a.s)’ı ve onun gerek Firavunla gerekse kendi toplumuyla mücâdelesini
Kur’an’ın pek çok yerinde bize anlatır. Demek ki bu konu bizim için çok büyük
önem taşıyor ki Rabbimiz sürekli hemen hemen kitabının
her bir bölümünde bize bundan söz ediyor. Elbette tüm peygamberleri bileceğiz,
tanıyacağız ama özellikle Hz. Mûsâ (a.s)’ı ve onun mücâdelesini daha bir güzel bilmek zorundayız. Hele hele şu anda Firavun sistemini aratmayan dünya sistemleri
arasında, Firavunları aratmayan dünya müstekbirleri karşısında bunu daha bir canlı
tutacağız hafızalarımızda. Tüm zâlimler karşısında tüm sahte tanrılar ve
tanrıçalar karşısında vereceğimiz mücâdele açısından O’nu daha bir iyi tanıyacağız.
Araf
sûresinin bu bölümünde Rabbimiz Hz. Mûsâ (a.s)’ın Firavunla ilk karşılaştıkları
dönem anlatılmaktadır. Allah tüm elçilerini gönderdiği gibi Hz. Mûsâ’yı da
âyetleriyle gönderiyor. Çünkü Allah’ın âyetleri dirilticidir ve bağlayıcıdır.
Onlar bizim
âyetlerimize zulmettiler diyor Rabbimiz. Allah’ın âyetlerine zulmettiler. Yâni
Allah’ın âyetlerinin hakkını vermediler. Al-lah’ın âyetlerine gereken değeri
vermediler, âyetleri hayatlarında gereken yerlerde kullanmadılar, âyetlerden
istifade edemediler, âyetlerin fonksiyonunu, geliş gayesini anlayamadılar.
Allah bu âyetlerini niye göndermişti? Allah kullarının bu âyetlerle beraber olmalarını
ve asla onlardan ayrılmamalarını niye istiyordu? Bu âyetleri muska haline
getirip boyunlarımıza takalım diye mi? Veya bu âyetleri hastalara içirelim diye
mi? Veya ölülere okuyalım diye mi? Veya kulaklarımızın müzik zevkini tatmin
edelim diye mi? Veya medreselerde Arapça’nın alıştırma kitabı olarak kullanalım
diye, doktoralarımıza konu edinip onlarla para kazanalım diye mi? Makalelerimizi,
hitabelerimizi onunla süsleyelim diye mi?
Yoksa bu âyetleri okuyup öğrenip
hayatımızı bununla düzenleyelim, bu âyetlerle yol bulalım diye mi? Bu âyetlerle
yol bularak cennete ulaşalım diye mi? Eğer bu âyetlerin ne için geldiğini unutursak,
onları Allah’ın gönderdiği gayenin dışında kullanmaya çalışırsak biz de
Allah’ın âyetlerine zulmediyoruz demektir. Onlar âyetlerimize zulmettiler de
bak ki müfsitlerin âkıbeti nice oldu?
Müfsit
bozguncu demektir. Müfsitler yeryüzünde Allah’a kulluk düzenini bozan
kimselerdir. Yeryüzünü yaratan ve yarattığı hayat için belli bir düzen koyan
Allah’ın koyduğu düzeni beğenmeyip, Allah yasalarını beğenmeyip onun yerine
kendi sistemlerini kendi fikirlerini hâkim kılmaya çalışan ve böylece
yeryüzünde Allah’a kulluğu bozan kimselere müfsitler denir. Kitabı bir tarafa
bırakarak hayatlarını düzenlemeye çalışanlara müfsit denir. Bakın müfsitlerin
durumu ne ol-muş?
104. “ Mûsâ, "Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim.”
Mûsâ (a.s) geliyor Firavuna. Tâbi
burada Rabbimiz Mûsâ (a.s)’ın nereden geldiğini, nasıl geldiğini anlatmıyor.
Kur’an’ın değişik yerlerinde anlatılan konuyu kısaca bir özetleyelim.
Firavun
aslında Mûsâ (a.s)’ın geleceğini biliyor. Ya önceki peygamberlerden
nakledilenlerden biliyor, ya müneccimleri kendisine bu konuda bilgi verdiği
için biliyor, yahut da her zâlimin olduğu gibi Firavunda ezdiği kanlarını
emdiği mazlumların bir dirilip kendisinden hesap soracağının farkındadır da
onun için biliyor. Bir yasadır bu. Ezilenler bir gün dirilip ezenlerden mutlaka
hesap soracaklardır. Aslında her zâlim bunun farkındadır. Bunun kaçınılmaz olduğu
bilen şu andaki yeryüzü zâlimleri de korkulu rüyalar görmektedirler. Hafakanlar
geçirmektedirler. Ezdikleri insanlar ha uyandılar ha uyanacaklar diye. Ha hesap
sordular ha soracaklar diye.
İşte
Firavun da bunun farkındaydı ve tedbir alıyordu. Mûsâ gelmesin diye, Mûsâlar
dirilmesinler diye İsrâil oğullarının erkek çocuklarını öldürtüyordu. Binlerce
çocuk öldürtmüştü. Hz. Mûsâ’nın annesi çocuğunu doğurur ve Firavunun
korkusundan bir sepete koyup onu Nil nehrine bırakır.
Ve Mûsâ Firavunun sarayındadır.
Firavun bunca tedbiri almasına rağmen kendisini yıkacak çocuk kendi sarayında
kendi imkânları içinde büyümeye başlar. İşte Firavunlar ne kadar tedbir
alırlarsa alsınlar bilelim ki Allah’ın takdirinin önüne geçemeyeceklerdir.
Kendi kucaklarında büyüyen, kendi okullarında okuyup yetişenler bir gün mutlaka
kendilerini yıkacaklardır bundan hiç şüpheniz olmasın.
Hz Mûsâ,
Firavunun sarayında büyümeye başlar. Gençlik yıllarında Mısırda Firavun
oğullarından bir kıptiyle İsrâil oğullarından birinin kavgasına şahit olur ve
İsrâil oğulluya yardım ederek kıptiye bir yumruk vurur ve orada öldürür onu.
Sonra Firavunun korkusundan Medyen’e kaçar ve orada Şuayb (a.s)’ın koyunları
güderek saklanır. Şuayb (a.s)’ın kızlarından Safura annemizle evlenir. Daha
sonra tekrar Mısıra dönme emri alır, yolda Rabbimiz kendisine vahiyde bulunur
ve Mısıra gidip Firavun ve toplumunu uyarma emrini verir ve işte bu dönüşünde
Firavunun karşısındadır.
Bakın
Firavunla karşı karşıya gelen Allah’ın elçisi şöyle diyordu:
Ey Firavun
ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim. Ben Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş
bir elçiyim. Görüyoruz ki Hz. Mûsâ her şeyden önce Risâlet özelliğini
ortaya koyuyor. Diyor ki ey Firavun ben Allah’ın elçisiyim. Ben senin karşına
bir kültürle, bana ait bir fikirle, bana ait bir plan ve programla, bana ait
bir tüzük veya projeyle çıkmıyorum. Binaenaleyh eğer beni reddedersen Allah’ı
reddetmiş olacaksın. Bana karşı gelmekle bilesin ki Allah’a karşı gelmiş olacaksın
diyordu. Firavuna açık ve net bir şekilde peygamberliğini ilân edip
haykırıyordu. tâbi kendisi Rablik iddiasında bulunduğu için Firavun karşısında
Âlemlerin Rabbinin elçisi olduğu söyleyerek Hz. Mûsâ onun Rabliğini da
reddediyordu.
Halbuki Mûsâ (a.s) demin de ifade
ettiğim gibi Mısırda Firavunun kucağında büyümüş, onun sarayında büyümüş, bir
adam öldürmüş, idama mahkum olmuş yakalandığı takdirde mutlaka idam edilecekti.
Firavun sistemine göre idama mahkum bir insan olmasına rağmen ve de yeryüzünün
en zâlim, en despot ve de en güçlü insanının karşısında hiç korkmadan hakkı
haykırıyordu Allah’ın elçisi. Evet ben Âlemlerin Rabbinin elçisiyim ve:
105. “Bana Allah'a karşı ancak doğru söylemek yaraşır.
Size Rabbinizden bir mûcize getirdim, İsrâil oğullarını benimle beraber
koyuver" dedi.”
Ben Allah’a karşı haktan başka
hak sözden başka bir söz de söylemiyorum. Ben Allah adına konuşuyorum ve benin
hayatımda söyleyeceklerimin tamamı haktır. Hakkın dışında söz söylemek bana yaraşmaz,
bana yakışmaz. Benim üzerime gereken, tüm mü’minlerin üzerine gereken, tüm
inananlara düşen sadece hak söylemektir. Hakkın dışında, Allah’ın dediklerinin
dışında söz söylemek bana ya-kışmaz.
Ve Rabbimin emriyle hakkı söylerken de hiç bir şeyden kork-muyorum diyordu.
Evet işte
kulluk örneklerimizden biri Hz. Mûsâ ve karşısındaki dünyanın en zâlim adamına
karşı tavrı. Acaba Allah bunu bize niye anlatıyor? Ya da acaba biz peygamberleri
niye tanıyoruz? Peygamberleri niye öğreniyoruz? Allah’ın elçileri bizim için
bizim kulluğumuz için en güzel seçilmiş örnekler de onun için Allah onları bize
tanıtıyor ve biz de onları öğreniyoruz. Evet peygamberlerde bizim için en güzel
örnekler vardır, peygamberler bizim için kulluk örnekleridirler. Allah bizden
istediği kulluk konusunda, bizden istediği tavırlar konusunda model insanlar
olarak peygamberlerini takdim etmiştir.
Yâni toplumumuz hangi peygamberin
toplumuna benziyorsa, içinde bulunduğumuz konum hangi peygamberin konumuna benzi-yorsa
o konumda o peygamberi örnek alalım diye Allah onları bize tanıtmaktadır. İşte
böyle bir zâlim karşısında, böyle bir konumda bizim örneğimiz olan Hz. Mûsâ’nın
davranışı bizim için en güzel bir ör-nektir. Yâni bizler de konumumuz ne olursa
olsun, durumumuz ne olursa olsun devamlı hakkı söylemek, hakkı haykırmak ve
haktan başkasını söylememek zorundayız. En zâlim birinin karşısında bile haktan
ayrılmamak eğilip bükülmemek zorundayız. Sürekli hakkın müdafii ve tercümanı
olmak zorundayız.
Eğer bulunduğumuz bir konumda
hakkı söylemekten çekiniyor veya korkuyorsak o zaman hiç olmazsa susmak
zorundayız. O konumda hiç olmazsa bâtıl veya yalan söyleyerek hakkı yanıltmaktansa,
hakkı yamultmaktansa susmayı tercik etmeliyiz. İnsanların bizim şahsımızda
Allah dinini yanlış öğrenmeleri söz konusuysa hiç olmazsa susmayı tercih
etmeliyiz. Sözlerimizle tavırlarımızla Allah dinini saptırmaktan eğip
bükmektense, susmak daha hayırlıdır orada. Evet Allah’ın elçisi diyor ki bana
hak sözden başkası yakışmaz, ben Allah için hak söz söylüyorum.
Ben size Rabbinizden bir Beyyine ile geldim. Rabbinizden
si-ze bir Beyyine getirdim. Ben Rabbinizden size apaçık bir delille geldim. Sizler
Rabbinizi kabul etseniz de etmeseniz de, kibirlenip büyüklük taslasanız da
kabullenseniz de O Allah sizin de Rabbinizdir ve beni size sizin reddedemeyeceğiniz
bir Beyyine ile gönderdi. tâbi bir tek Beyyine, bir tek mûcize değil elimde
Allah’ın âyetleriyle geldim diyor Allah’ın elçisi. Ve devam ediyor Rabbiniz
sizden istiyor ve emrediyor ki İsrâil oğullarını bana bırak ve benimle gönder.
Evet Mûsâ
(a.s) önce konum belirlemesi yapıyor. Kendi konumunu belirliyor, ben Allah’ın
elçisiyim ve onun tarafından geliyorum diyor sonra da görevini yâni geliş gayesini
ortaya koyuyor. Bırak bu İsrâil oğullarını götüreyim diyor. tâbi Allah’ın
elçisinin görevi sadece İsrâil oğullarını Firavunun elinden kurtarmakla sınırlı
değildi. Firavunu müslümanlığa dâvet etti. Onun müslüman olmasını âlemlerin
Rabbi olan Allah’a teslim olmasını istedi. Böyle olduğu zaman yâni Firavun
Allah’a iman edip Allah’ın yasalarına teslim olduğu zaman elbette problem
baştan çözülecekti. O zaman Firavunun Firavunluğu bitecek, Rabliği sona erecek,
tâğutluğu kalmayacak ve toplumda Allah elçisini yegâne itaat makamı olacak
herkes ona itaat edecekti.
İşte elbette Mûsâ (a.s)
Firavundan evvel emirde bunu istedi ve eğer bunu yapmazsan, bunu kabul etmezsen
o zaman ver İsrâil oğullarını götüreyim diyordu. Ey Firavun yeter bu adamları
köleleştirdiğin. Yeter bu adamların kanlarını emip ırzlarını kullandığın. Yeter
artık bu adamları sömürdüğün. Allah’ın hür yarattığı analarından hür doğmuş bu
insanları kullandığın yeter artık ver onları götüreceğim der.
İşte
peygamberin geliş gayelerinden biri belki de en büyüklerinden birisi budur.
Köleleştirilmiş insanları hürleştirmek. Tâğutların, sahte tanrıların kulları
haline gelmiş, getirilmiş insanları onlara kulluktan kurtarıp hür bir şekilde
Rablerine kulluğa dâvet etmek. İnsanların insanlara kulluğunu bitirip Allah’a
kul olmalarını sağlamak. Yeryüzündeki tüm zâlimlerin, tüm despotların zulümlerini,
haksızlıklarını kırıp yeryüzünde adâleti gerçekleştirmek. Allah’ın Resûlü de Mekke’deki
zuafayı, köleleştirilmiş insanları efendi yapmıştı. İnsanların insanları
ezmesine, insanların insanlara hükmetmesine engel olmuş, egemenliği zâlimlerin
elinden alıp sadece Allah vermişti.
İşte Hz.
Mûsâ (a.s) da aynı şeyi yapmak için geliyordu. Yıllardır Firavunların elinde
oyuncak olmuş, köleleştirilmiş İsrâil oğullarını Firavunun elinden kurtarmak
için geliyordu. Burada İsrâil oğullarının kimliğiyle alâkalı kısa bir özet
sunalım.
İsrâil
Yâ’kub (a.s)'ın Kur’an’da da kullanılmış adıdır. Bizzat kendisinin adı.
Abdurrahmân Abdullah gibi Allah’ın kulu anlamına geliyormuş. Evet İsrâil,
Yâ’kub (a.s)'ın adıdır. Yâ’kub (a.s) da İbrâhim (a.s)'ın oğlu İshâk (a.s)'ın
oğludur. İsrâil oğulları ise işte bu Yakup oğlu, İshâk oğlu, İbrâhim oğlu
sülalenin adıdır. Yakup (a.s)'ın on iki oğlundan meydana gelen sülalenin adına
Yakup çocukları veya pey-gamber çocukları anlamına İsrâil oğulları denir.
Bu Yâ’kub’un çocuklarının ilk
vatanları Kudüs civarıdır. Hani Hz. İbrâhim kavmiyle babası ve idarecilerle verdiği
çetin bir müca-deleden
sonra ülkesini terk etmek zorunda kalır. Ur bölgesinden Harran’a, sonra oradan
Şam’a, oradan da Kudüs bölgesine gelip yerleşir. Hz. İbrâhim’in Mısır’a da bir
seferinin olduğunu biliyoruz. Oğlu İsmail ile birlikte hanımı Hacer’i Mekke bölgesine
bırakıp gelir Allah’ın emriyle. Hz. İbrâhim’in kendisinin yaşadığı bölge Kudüs
civarındaki Halil’urrahmân denilen bölgedir. İbrâhim (a.s)'ın vefatından sonra
bu bölgede İbrâhim (a.s)'ın öteki hanımından dünyaya gelen oğlu Hz. İshâk
peygamber olarak görevlendirildi. Demek ki iki oğlundan Hz. İsmail Mekke
bölgesinde Hz. İshâk da Kudüs bölgesinde görevlendirildi.
Kudüs bölgesinde İshâk (a.s)'ın
vefatından sonra onun oğlu Yâ’kub (a.s) peygamber olarak görevlendirildi.
Yâ’kub (a.s)'ın on iki oğlu vardı. Bu oğullarından birinin adı Yusuf’tu. Yusuf
sûresinde uzun uzun Rabbimiz anlatır: Baba Yâ’kub
(a.s)'ın diğer oğullarından fazla Yusuf'a meyli vardır. Babalarının bu meylini
kıskanan öteki çocukları kardeşleri Yusuf’u kuyuya atarlar. Kervan, Mısır, pazar,
aziz, zindan filan derken Hz. Yusuf Mısırda yönetime getirilir. Bundan sonra
baba Yâ’kub (a.s) ve onun diğer oğulları Mısıra gelip yerleşirler.
Görülen ve bilinen o ki Yâ’kub
(a.s)’ın çocukları uzun bir süre Mısırın yönetimini ellerinde tutarlar. Peygamber
çocuklarının yönetiminde bulunan Mısır halkı uzun bir süre mutlu bir hayat
yaşar. Ve nihâyet her toplum gibi sünnetullah gereği Mısırda da peygamber çocukları
denen bu İsrâil oğullarının egemenlikleri son bulur. Mısır yönetimine, Firavun
oğulları denen azgın bir sülale hâkim olur. Tabii İsrâil oğulları Allah’ın kendilerine
hayat programı olarak gönderdiği kitaplarına ve peygamberlerinin yoluna ters düştükleri
için Mısırda egemenlikleri de uzun sürmedi. Peygamber çocuklarının egemenliği
sona erince de Firavun oğulları yönetimi ellerine geçirir geçirmez Mısırda
yıllardır yönetimi ellerinde bulundurmuş olan bu İsrâil oğullarını köle
durumuna düşürür.
Köleleşmiş toplumların elbette
hür bir hayatları hür fikirleri olamazdı. Elbette Meliklerinin tâğutlarının
dini neyse bunların dini de o olacaktı. Elbette bu müslümanlar böyle bir
ortamda müslümanlıklarını kaybedecekler ve kendilerine egemen olan gurubun milletine
ve dinlerine tâbi olacaklardı. Elbette böyle köle bir toplumun Allah’a Allah’ın
istediği biçimde kullukları da olamazdı. Zâlim Firavun oğullarının elinde
gerçekten İsrâil oğulları acımasız bir azap yaşamaya başlarlar.
Ve nihayet son döneme
yaklaşıldığında köle durumuna dü-şürülmüş
bulunan ve uzun bir süre en kötü bir hayatı yaşamaya mahkum edilmiş olan bu
İsrâil oğullarının arasından bir kurtarıcının çıkması ve İsrâil oğullarını bu
Firavun sisteminin acımasız zulmünden kurtarması fikri yaygın hale gelir.
Allah’ın sünneti gereği ezilen toplumlara, mus’taz’aflara böyle kendi
içlerinden bir kurtarıcı gönderilmesi söz konusudur. Ve işte bu kurtarıcı Hz. Mûsâ’dır
ve gelmiş İsrâil oğullarını Firavunun elinden kurtarmak üzere Firavunun
karşısındadır.
Hz Mûsâ
Firavuna der ki ver bu İsrâil oğullarını alıp götüreceğim. Peki neden Allah’ın
elçisi bu köleleri Mısırdan alıp götürecekti? Çünkü müslümanların; zâlimlerin,
Firavunların gölgesinde bir hayat yaşamaları kesinlikle mümkün değildi.
Firavunların sistemi altında müslümanların müslümanlıklarını gündeme
getirmeleri, imanlarının gereğini ortaya koymaları asla mümkün değildi. Böyle
bir ortamda müslümanların müslümanca bir hayat sergilemeleri imkânsızdı. Zira
İslâm’ın karakteri böyle bir şeye müsait değildi. Bir adam hem müs-lümanım
diyecek hem de İslâm’ının, imanının gereğini yaşayamayacak bu kesinlikle mümkün
değildi. Allah onların böyle bir müslümanlık sergilemelerine asla razı değildi.
İslâm’ın karakteri toplumun en alt biriminden en üst birimine kadar, aileden
devlet yapısına kadar her yerde Allah’ın otoritesinin hâkimiyetini istemektedir.
Onun içindir ki imanlarının
serbestçe görüntülenmesine izin vermeyen ve âdeta kendilerini münâfıkça bir hayata
zorlayan böyle bir atmosferde müslümanların yaşaması mümkün değildi. Onun içindir
ki Allah’ın elçisi onları bu ortamdan alıp müslümanca yaşayabilecekleri, müslümanca
bir hayatı ortaya koyup müslümanca eğitilebilecekleri başka bir coğrafyaya,
başka bir iklime götürmek istiyordu.
Ama
Firavunlar asla buna izin vermeyeceklerdir. Efendiler kölelerini asla bırakmak
istemezler. Efendiler hizmetçilerini asla kaybetmek istemezler. Bu adamlar
giderlerse bizim işlerimizi kim görecek? Biz kimin sırtına bineceğiz? Biz kimin
kanını emeceğiz? On-larsız biz ne yaparız? Nasıl
yaşarız? diyerek efendiler kölelerini kaybetmek istemezler. Hele hele bu köleler peşin peşin
köleliği sineye çekmişlerse onları hiç kaybetmek istemezler.
Meselâ şu anda Amerika bizi
kaybetmek ister mi? Kendisine köleliği şeref bilmiş bizim gibi köle bir toplumu
Amerikan efendilerimiz kaybetmek ister mi? Avrupa da yeşilleniyor zaman zaman biz kölelere ama, Amerika bizi kaybetmemek için
elinden gelen her şeyi yapıyor. Elbette adam hizmetçisini kaybetmek istemez.
Elbette adam çobanına iyi bakar. Neden? Çünkü kendisine hizmet ediyor da ondan.
Adam köpeğine yal çalıp onu iyi doyurur. Neden? Çünkü kendisini koruyacak da
ondan. Adam koyunlarını iyi doyurmak ister. Neden? Çünkü kendisine süt verecek
de ondan. İşte zaman zaman bizim efendimiz olan
Amerikanın da bize ufak tefek yardımlarının mânâsı budur. Elbette kendisine süt
verecek olan kullarını doyurmalıdır. Evet hiç bir efendi kölelerini bırakmak
istemez.
Bir de
Firavunlar, efendiler şöyle hesap ederler. Eğer onlar bizim kontrolümüzden
çıkarlarsa, kölelerimiz bizim inisiyatifimizden uzaklaşırlar da kendi başlarına
kalırlarsa ne olur ne olmaz belki hürleşiverirler, belki özgürlüğü anlayıverirler
diye onları asla kendi başlarına bırakmak istemezler. Sürekli, nereye
giderlerse gitsinler onları yakın takibe alırlar, kontrollerinde tutarlar.
Bir de Firavunun korkusu şuydu:
Bu adamları kendi başlarına eğer Mûsâ (a.s)’ın kontrolüne bırakır da bu adamlar
onunla birlikte giderlerken ne olur ne olmaz tekrar geriye dönerler de
Firavunun zaten çökmekte olan sistemine hücum ederlerse Mûsâ ile beraber işimizi
bitiriler diye korkuyordu. Çünkü Firavun hayatı seven birisiydi, ölümü göze
alamayacak kadar da korkaktı. İsrâil oğulları kendi kontrolü altında oldukları
sürece ona hizmet edecekler ve ona karşı gelme cesaretini kesinlikle
kendilerinde bulamayacaklardı. Zira Firavunun sitemi onları bu şekilde eğitiyordu.
Ne olur ne olmaz bu köleler Mûsâ ile bir süre baş başa kalırlar, vahyi tanırlar
ve bilinçleşirlerse geriye dönüp kendisinin işini bitirebilirlerdi.
İşte bu
yüzden onları Mûsâ’ya vermemesi ve kölelerini yakın takibe alması gerekiyordu.
Bir hesabı vardı Firavunun ama Allah’ın da bir hesabı vardı ve o bunun farkında
değildi. Tıpkı bugün dünya üzerindeki tüm Firavunî güçlerin müslümanları yakın
takibe aldıkları gibi. Müslümanlar bugün tüm dünyada kendilerine en yakın
Firavunların yakın takibi altında bir hayat sürmektedirler. Müslümanlara egemen
olan güçler onları sürekli kontrolleri altında tutup, onların birlikte hareket
ederek kendilerine karşı bir çıkış eyleminde bulunmamaları için, birleşmemeleri
için tüm imkânlarını kullanmaktadırlar. Aynen o gün İsrâil oğullarının Firavun
oğulları tarafından serbest bırakılmayıp yakın takibe alındıkları gibi.
Evet
efendiler kölelerini asla başı boş bırakmazlar. Meselâ şu anda dünyanın hiç bir
yerinde müslümanların kendi sistemlerini kurup müslümanca bir hukuk, müslümanca
bir ekonomi, müslümanca bir eğitim, müslümanca bir sosyal yapı kurmalarına asla
izin vermezler. Dünyanın en küçük bir kasabasında bir köyünde bile buna izin vermezler.
Neden? Çünkü meselâ dünyanın en küçük bir köyünde bile müslümanlar bunu
becerseler ve Allah’ın istediği kulluğu, Allah’ın istediği siyasal yapıyı
kursalar o zaman dünyanın tüm hukukçuları, dünyanın tüm ekonomisyenleri,
dünyanın tüm eğitimcileri, dünyanın tüm sosyal bilimcileri oraya akın edip
İslâm’ı araştıracaklar, İslâm’ı soruşturacaklar, İslâm’ı tanıyacaklar ve
sonunda İslâm’ın farkını görecekler ve artık bu alçakların sistemlerine kimse
değer vermeyecek de ondan. Kendi sistemlerinin çöpe atılmasından korktukları
için buna izin vermiyorlar.
106. “Firavun: "Bir mûcize getirdiysen ortaya koy
ba-kalım, doğru sözlülerden isen bunu yaparsın" dedi.”
Ey Mûsâ! Eğer bir âyet, bir
mûcize getirdiysen haydi onu or-taya koy bakalım. Eğer doğru söylüyorsan, eğer
iddianı ispata ha-zırsan haydi onu göster bakalım. Firavunun bu ifadesinden de
anlı-yoruz ki Firavun peygamberlik konusunu bilmeyen, peygamberlik müessesesine
yabancı birisi değildi. Peygamberi biliyor, peygam-berlik müessesesini tanıyor, peygamberin mûcizelerle geldiğini,
ge-leceğini biliyor ve onun
için Hz. Mûsâ’dan bir mûcize istiyordu. Bakın Hz. Mûsâ’nın bu iddiası
karşısında Firavun şöyle demiyordu: Ne? Ne? Ne dedin? Peygamber mi dedin? Elçi
mi dedin? Âlemlerin Rabbi mi dedin? Onun elçisiyim mi dedin? Ne demektir bu? Ne
demektir elçilik? Ne demektir peygamberlik? filan demiyor da, eğer bir peygambersen
öyleyse haydi bize bir mûcize göster diyor.
Tabi bu
sözüyle peşin peşin Hz. Mûsâ’yı yalanlamak, onun
yalancı ve sahtekâr olduğunu ortaya koyarak çevresindekilerin ona imanını
engellemek istiyordu. Çevresindekilerin kendisine itaatini kaybetmemek istiyordu.
Haydi eğer sadıksan bir mûcize ortaya koy bakalım dedi. Bunun üzerine:
107,108. “Mûsâ, (a.s)asını yere atar atmaz apaçık bir yılan
oluverdi; elini çıkardı, bakanlar, bembeyaz olduğunu gördüler.”
Hz Mûsâ
(a.s)asını yere attı. Bir de ne görsünler o apaçık bir ejderha oluvermişti.
Kur’an’ın başka yerlerinde de bu konuyu anlatırken Rabbimiz şöyle buyurur:
“Bırakınca, değnek hemen, koşan bir yılan oluverdi.”
(Tâ-Hâ 20)
Evet o asa
koşan bir ejderha oluvermişti. Belki de Firavunun üzerine hücum eden saldıran
büyük bir ejderha bir yılan oluvermişti. Yâni böyle gözle görülen bir biçimde
bir yılan oluverdi. Yâni öyle bir yalan değil, hayal değil, yanılgı ve aldanış
da değil, gözlerde bir değişme de değil bizzat ayan beyan bir ejderhaydı bu. İnsanların
dağı dağ olarak, dereyi dere olarak gördükleri gibi bizzat ejderhanın yılanın
kendisi oluvermişti asa.
Bu asa
farklı bir asaydı. Bu asa o dönemin en büyük kültürünü yok edecek bir asaydı.
Bu asa o dönemin en büyük iktidarını bitirecek bir asaydı. Rabbimizin Mûsâ
(a.s)’ın Medyen döneminde elinde bulundurduğu, koyunlarına yaprak dökmede,
kendisine dayanıp yaslanmada ve daha pek çok ihtiyaçlarını gidermede kullandığı
ve Rab-bimizin daha önce sözünü ettiği asaydı bu asa. Evet şimdi de bu asa Firavun
karşısında onun ödünü patlatacak bir ejderhaydı.
Ve bir de
Hz. Mûsâ elini koynundan çıkardı bir de ne görsünler bakanlar için, görmek
isteyenler için bembeyaz oluverdi. Bu da Hz. Mûsâ’nın Allah’ın elçisi olarak
ortaya koyduğu ikinci bir mûcizeydi. Eli bakanlar için bembeyazdı. Her ne kadar
Malkom X Hz. Mûsâ siyahtı, zenciydi de bir anda eli bembeyaz oluvermişti filan
demişse ve işi kendi ırkına çekmeye çalışmışsa da bu apaçık bir mûcizeydi diyoruz.
Evet bizler
de bugün ellerimizi koynumuza atıp oradan çıkaracağımız kitabımızı insanlara
göstereceğiz. Allah kullarını Allah kitabıyla karşı karşıya getireceğiz. Biz de
koynumuzdaki Allah kitabını insanlara ulaştıracağız. Çünkü Mûsâ (a.s)’ın
elindeki bu iki mûcize bugün bizim elimizdeki Allah kitabıdır. Bakın bu hususu
açık ve net olarak bize anlatırken Allah’ın Resûlü şöyle buyurmaktadır:
Teraktüküm
alâ beyzae nagıyyetin” “Ben sizi bembeyaz tertemiz bir şey üzere bıraktım”
Evet sizi tertemiz, bembeyaz,
içinde hiç bir kirlilik hiç bir bulanıklık bulunmayan bembeyaz, tertemiz bir
kitap üzere, Kur’an üzere bıraktım diyor Allah’ın Resûlü. Nûr olan, aydın olan,
aydınlık olan, aydın ve aydınlık insanların kendisiyle beraber oldukları ya da
kendisiyle birlikte hareket edenlerin aydın oldukları bir kitap bıraktım size
diyor. İşte Mûsâ’nın elindeki mûcize asa bizim elimizdeki mûcize Kur’an’dır. Öyleyse
biz de Allah’ın bize gönderdiği bu mûcizeyi, bu kitabı insanlara gösterecek ve
ulaştıracağız. Kendimiz de bizzat bu mûcizeyle hareket edeceğiz ki zâlimlerin
zulümleri kırılsın. Görmek isteyenler, bakmak isteyenler Allah’ın kitabıyla
dirilsin.
Evet
Allah’ın elçisi iki tane mûcize ortaya koyunca:
109,110. “Firavun milletinin ileri gelenleri,
"Doğrusu bu bilgin bir sihirbazdır, sizi memleketinizden çıkarmak
is-tiyor, dediler. Firavun: ne buyuruyorsunuz? " dedi.”
Firavunun etrafındaki
danışmanları, yandaşları, Firavun sisteminin devamını sağlayan ileri gelenler,
holdingler, para babaları, eşraf takımı Firavundan önce ileri atıldılar.
Baktılar ki Firavun sistemi tehlikede. Baktılar ki kendi egemenlikleri, kendi
menfaatleri bitecek. Baktılar ki hortumları kesilecek. Baktılar ki devletin
kaymağı ellerinden alınıyor. Firavundan önce ileri atıldılar. Hattâ rivâyetlere
göre Mûsâ (a.s)’ın gösterdiği bu iki mûcizeden sonra Firavun ona ve getirdiği
mesaja iman etmeye yönelmiş ama bu çevresindekiler engel olmuşlar. Demişler ki
düne kadar kucağında büyüyen birine mi iman ediyorsun. Evet bakın mele gurubu dediler ki:
Evet bu
bilgiç bir sihirbazdır dediler. Bilgiç bir sihirbaz diyerek hemen Allah’ın
elçisini karalamak istediler. Her dönemde bu böyledir. Her dönemde hak
karşısında zâlimlerin sığındıkları usul işte budur. Bugün de meselâ birisi bir
hakikati ortaya koydu da insanlar ona yöneldiler, ona meyletmeye başladılar,
onu dinlemeye başladılar mı yönetimi elinde bulunduran ve egemenliklerinin sarsılmasından
korkan zâlimlerin iftiraları hazırdır. Bu adam bir sahtekârdır. Bu bir sihirbazdır.
Yaptıkları ve söyledikleriyle insanları kandırmaya ve çıkar sağlamaya
çalışıyor. İnsanlar üzerinde kendi hegemonyasını kurarak insanları sömürmeye
çalışıyor diyerek Firavunların melesi durumunda bulunan basın yayın başlıyorlar
adamı karalamaya. Bugün bunların nicelerini karalayarak toplumdan dışladıklarına
şahit olduk.
Bu bir
sihirbazdır. Hem de tam anlamıyla bilgiye dayanan akademisyen bir sihirbazdır.
Hainler sözlerine dayanak da bulmaya çalışıyorlar bu ifadeleriyle. Aslında o
güne kadar pek çok sihirbaz görmüşlerdi, ama bu sihirbazlardan hiç birisinin o
güne kadar Mûsâ’nın yaptığını yapamadıklarını biliyorlardı da onun için sözleri
sırıtıp kalmasın diye bu akademisyen bir sihirbazdır, ilme dayanan bilgin bir
sihirbazdır diyorlardı. Aslında Mûsâ (a.s)’ın ortaya koyduğu bu iki mûcizeyi
görenlerin tamamı onun bir sihirbaz olmadığını anlamışlardı. Aslında Firavun da
etrafındaki Mele gurubu da Mûsâ (a.s)’ın bir sihirbaz değil Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamber olduğunu anlamış ve bilmişlerdi. Ama ona iman
sorumluluğundan kendilerini kurtarabilmek için ona sihirbaz deyiverdiler.
Evet
dediler ki bu bir sihirbazdır. Hz. Mûsâ Firavunun karşısına ilk çıktığında ona
gösterdiği asa ve yed-i beyzâ mûcizelerinden sonra Firavun ve çevresindeki danışmanları
bu bir sihirbazdır dediler. Peki şimdiye kadar hangi sihirbaz bunları
gösterebilmişti? Hangi sihirbaz bu cesareti gösterebilmişti? Bir adam öldürmüş
Mısırdan kaçmış uzun bir süre Medyen’de sığındıktan sonra şimdi güpegündüz
elinde asasıyla Mısıra, hem de dünyanın büyük, en zâlim, en güçlü devletinin
sarayına elini kolunu sallaya sallaya girip karşısına
dikilip onlara hakkı tebliğ ediyordu.
Hangi sihirbaz becerebilirdi
bunu? Hangi sihirbaz kendisine mutlak ceza verecek olan yeryüzünün en zâlim ve
en güçlü ordusu-na sahip olan bir kralın sarayına böyle bir cesaretle
girebilmişti bugüne kadar? Ve şimdi böyle zâlim bir idarecinin karşısında hangi
sihirbaz bir asayı yılan haline getirebilirdi? Hangi sihirbaz bir el çabukluğuyla,
biz göz işaretiyle koskoca bir ülkeyi böyle açlık ve felâkete sürükleyebilirdi?
Hangi sihirbaz bir ülkenin tamamının evlerine kurbağalar, çekirgeler, bitler
doldurabilirdi? Hangi sihirbaz tüm suları kan haline getirebilirdi?
Evet bugüne kadar hangi sihirbaz
becerebilmişti bütün bun-ları? İlerdeki âyetlerde gelecek Firavun Hz. Mûsâ’nın
gösterdiği bu müthiş mûcizeler karşısında öylesine şaşırmıştı ki şöyle diyordu:
Sen bizi sihrinle yurdumuzdan çıkarmaya, bizim dinimizi değiştirmeye ve Mısırın
yönetimini eline geçirmeye mi geldin? Oysa kesinlikle bili-yorlardı ki o güne
kadar hiç bir sihirbazın sihir gücüyle bir memleketi fethettiği görülmemişti.
Sihirbazlar sadece kendisinden mükafatlar alabilmek için o güne kadar onun ayaklarını öpmekten
başka bir şey yapmamışlardı bunu çok iyi biliyordu. Onun içindir ki Firavunun
hem sen bir sihirbazsın demesi, hem de arkasında sen benim krallığımı ele
geçirmek istiyorsun demesi onun kafasının ne denli karıştığını göstermektedir.
Bu Firavunun ve onun yanında yer
almış peygambere sihir-baz diyen, bu devlet erkanının onun bir sihirbaz değil
tüm bunları Allah desteğiyle gösteren bir peygamber olduğunu anladıklarını ama
saltanatlarının, statülerinin yok olmasından endişe ettikleri için onu
reddetmeye çalıştıklarını göstermektedir. Çünkü peygamber olarak Allah’ın
elçisini kabullendikleri andan itibaren tüm saltanatları bitecekti. Firavunun
tahakkümü kalmayacak istedikleri gibi halka zulmedemeyeceklerdi. İstedikleri
gibi insanların kanlarımı ememeyeceklerdi. Yanındaki avenesi de istedikleri
gibi devlet imkânlarından yararlanamayacaklardı.
Hz. Mûsâ
aleyhisselâmın İsrâil oğullarını alıp dünyanın başka bir coğrafyasına gitme
talebine, özgürlük isteğine karşı Firavun’un tavrını ve bundan sonra Firavunun
başına gelecekleri, yâni sûrenin geriye kalan bölümünü tanımak için 7. ciltte
buluşmak üzere velham-dü lillahi Rabil âlemîn..