Hz
Mûsâ’nın mantıklı konuşması ve de gösterdiği mûcizeler karşısında sadece
saraydaki adamları değil aynı zamanda bütün halkı da etkileyeceğini anlamıştı
Firavun ve adamları da bu yüzden el-lerindeki mevkileri, iktidarları ve
nüfuzları ile hakka karşı koymak is-tiyorlardı. Dediler ki bu bir sihirbazdır
ve:
Bu adam
sizi arzınızdan memleketinizden sürüp çıkarmak istiyor. Bu adamın bütün derdi
sizin ülkenizi eline geçirmektir. Bu adam vatan hainidir ve hedefi de sizi
memleketinizden etmektir. Sizin ülkenizi başkalarına peşkeş çekecek,
memleketinizi başkalarına satacak bu adam. tâbi alçaklar bunu söylerlerken de
etraflarındaki hal-kın milliyetçilik ve vatanseverlik duygularını tahrik etmeye
ve vatanın milletin bölünmezliği ilkesini halkın önlerine getirerek onları buna
sahip çıkmaya dâvet etmeye çalışıyorlardı. Halbuki bunların derdi ne vatanın
bölünmesi, ne milletin bölünmesi meselesi değildi. Bunların bütün dertleri
kendi egemenliklerinin suya düşmesi meselesiydi. Ken-dilerini besleyen,
karınlarını şişiren musluklarının kesilmesiydi asıl mesele. Çünkü o zaman
istedikleri gibi hareket edemeyecekler, istedikleri gibi milletin sırtına
binerek para kazanamayacaklar, devletin milletin malını istedikleri gibi
harcayamayacaklardı. Har vurup har-man savuramayacaklardı.
Evet
alçaklar o anda Hz. Mûsâ’nın gösterdiği bu iki mûcizenin halkın üzerinde
meydana getirdiği tesiri nasıl yok edebiliriz? Buna karşı nasıl bir tedbir
alabiliriz diye düşündüler ve sonunda halkın milliyetçilik duygularını,
vatanperverlik hislerini tahrik etmeye karar verdiler. Yeryüzünde dün de
bugünde tüm despotların usulüdür bu. Tüm zâlimlerin baş vurdukları en etkili
silahlarıdır bu. Bir yerlerde birileri hakkı ortaya koydu mu hemen despotların
ilk sözleri budur. Bu adam vatan hainidir. Bu adam ülke yönetimini eline
geçirip kendi hegemonyasını kurmak istiyor. Bu adamın derdi iktidarı ele geçirmektir.
Bu adam bizi vatanımızdan ve devletimizden edecek.
Müslümanlar bir yerlerde Allah’ın
egemenliğini kurmak adına hareket etmeye başlamışlarsa ilk defa işe devletten
başlayıp kendi egemenliklerinden başka bir şey düşünmeyen, Allah egemenliğinin
ne demek olduğunu bile henüz bilmeyen bu adamlara bu sözü söyleme fırsatı
vermek yerine ilk defa iyi bir müslüman olmaktan başlanırsa daha iyi olacağını
düşünüyorum. Yâni hemen devlete talip olmak yerine iyi bir müslüman olun demeye
talip olalım. Zaten bu toplum iyi bir müslüman olursa elbette devlet de
arkasından gelecektir.
Evet bu
despotlar aslında kendilerinin gasıp olduklarının farkındadırlar da müslümanlar
da günün birinde bu işin farkına varacaklar ve uyanacaklar diye ödleri
kopmaktadır. Onun içindir ki en küçük bir harekete bile tahammülleri yoktur.
Elbette eğer haksa bu vergiyi verenlerin hakkıdır. Eğer bir haksa bu, yolda
belde çalışanların hakkıdır. Vergiyi verip bu yükü omuzlayanlar onlar, her
yerde çalışanlar onlar, yükü çekenler onlar, askere gidenler onlar, ülkeyi
korumaya çalışanlar onlar ama devlete sahiplenmeye gelince illâ da üç buçuk ne
idiğü belirsiz sosyete takımı sahip olmalıdır devlete.
Evet
Mûsâ bir vatan hainidir, sizin ülkenizi elinizden almak istiyor dediler.
Danışmanları yardakçıları böyle deyince Firavun da dedi ki:
O halde
ne buyurursunuz? Şimdi Mûsâ’nın bu insanlar üzerinde meydana getirdiği bu
tesiri yok etmek için nasıl bir yol izleyelim? Nasıl bir tedbir alalım? Nasıl
karalayalım onu? Ne öneririsiniz bu konuda? Kim diyordu bunu Firavun diyordu.
Şu tanrılık iddiasında bulunan adam. Şu çevresindeki insanlara:
" Sizin en yüce
Rabbiniz benim"
(Nâziât
24)
Diyen
adam. Hem tanrı olduğunu, Rab olduğunu İlah olduğunu iddia ediyor hem de ne
yapacağını bile bilemiyor da etrafındakilere danışıyordu hain. İşte
yeryüzündeki tüm tanrı taslaklarının gücü de budur, bilgisi de budur. Mısır
benimdir, bu ülkenin her şeyi benden sorulur, benim iznim olmadan Mısırda bir
kuş bile uçamaz diyen adam öyle diyordu. Ne emredersiniz? Ne önerirsiniz? Ne
buyurusunuz? Hani Rab olanın alîm olması gerekecekti. Hani İlah olanın hâkim
olması gerekecekti. Hikmet sahibi ve hâkimiyet sahibi olması gerekecekti. Her
şeyi belli bir hikmetle ve kimseye danışmadan, kimsenin etkisi altında kalmadan
yapması gerekecekti. Hani Rab olanın her şeye Kâdir olması gerekecekti. Her
şeye güç yetirmesi gerekecekti. Hani Rab olanın Azîz olması gerekecekti. Güçlü
kuvvetli olması gerekecekti... Ama işte Firavunların Rablikleri ve İlahlıkları
buraya kadardı. O böyle danışınca çevresindekiler de dediler ki:
111,112. “Onu ve kardeşini
eğle; şehirlere toplayıcılar gönder, bütün bilgin sihirbazları sana
getirsinler" dedi-ler.”
Evet dediler ki onu ve beraberindeki kardeşi Harun’u hapset. İkisini de
alıkoy ve şehirlere de toplayıcılar gönder ne kadar bilgili, uzman sihirbaz
varsa onların hepsini getirsinler. Mısırın tüm şehirlerinde ne kadar bilgiç,
mahir sihirbaz varsa hepsini toplayıp getirsinler. Hem de öyle basit, statüsüz
sihirbazları değil bu işin profesörü olanlarını, profesyonel olanlarını,
akademisyenlerini toplayıp getirsinler.
Evet
Firavunî sistemlerin teşkilatlandığı şehir merkezlerine haberler gönderip her
türlü numaracıları, her cins sahtekârları, sistemin yetiştirdiği her tür
profları, ekonomistleri, hukuk uzmanlarını, sanatkârları ve her sahada
uzmanları çağıracaklar ve hep birlikte birbirlerine destek vererek sistemi
tehdit eden Allah elçisiyle mücâdele verecekler. tâbi ya ne için yetiştirmişti
sistem bu adamları? Ne güne besliyordu sistem bunları? Böyle bir zamanda da
gelmeyeceklerdi de ne zaman geleceklerdi? Evet hepsi toplanıp Firavun
sisteminin devamı için mücâdele vereceklerdi Allah’la ve Allah elçisiyle. Tüm
bu insanlara karşı Hz. Mûsâ da tek başına Allah âyetleriyle ve Allah adına mücâdele
verecekti.
113. “Sihirbazlar Firavuna
geldi, "Yenecek olursak bize şüphesiz bir mükafat var değil mi?
"dediler.”
Evet tüm sihirbazlar toplandılar. Sihiri ve sihirbazı Mûsâ (a.s)’ın
Firavunla, Firavun sistemiyle mücâdelesi çerçevesinde anlamaya çalışırsak şöyle
diyeceğiz: Mûsâ karşısında, Allah’ın hak elçisi karşısında, bu elçinin ortaya
koyduğu İslâm dâvâsı karşısında insanların Firavunları ve Firavunî sistemleri
ayakta tutmak üzere sahip oldukları ilim dallarındaki bilgilerini ustaca
kullanmalarının adına sihir denir. Allah âyetleri karşısında, Allah sistemi
karşısında ve bu sistemi savunan Allah erleri karşısında Firavunî sistemleri
ayakta tutmak için çırpınan kimselere de sihirbaz denir. Bu sihirbazlar ellerindeki
tüm bilgileri, tüm imkânları sistemi haklı çıkarmak ve yaşatmak üzere kullanırlar.
Meselâ adam şairdir, edebiyatçıdır.
Eğer bu adam sahip olduğu edebiyat bilgisini İslâm dâvâsı karşısında Firavunu
ve Firavunî sistemi ayakta tutma adına kullanıyorsa işte bu adam sihirbazdır.
Meselâ adam sanatkârdır ve bu sanatını Firavunun hizmetinde kullanıyorsa bu
adam da sihirbazdır. Veya adam bir dalda doçenttir, prof. tur, hukuk bilgisine
sahiptir, teknik bilgilere sahiptir ve bu bilim dalıyla Firavun sistemini
destekliyorsa, Mûsâ’yı ve Mûsâ gibileri, müslüman-ları yalancı çıkarma kavgası
veriyorsa, halkın gözünü boyama kavgası veriyorsa bunlar da sihirbazdır.
Şarkıcılar böyledir, tiyatrocular böyledir, para babaları böyledir. Zaten sihir
beyazı siyah, siyahı beyaz, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme el çabukluğudur ve
bunu yapan herkes sihirbazdır.
Yâni Mûsâ’yı Firavun, Firavunu Mûsâ
gösteren herkes sihir-bazdır. Kendi hevâ ve heveslerinden kaynaklanan bir
sistemi hak, Allah’ın yasalarına bağlı İslâm sistemini de bâtıl göstermeye
çalışan bu uğurda sa’y eden herkes sihirbazdır. Karıyla kocanın arasını
ayı-ran, kardeşi kardeşe düşman yapan, farklı farklı hiziplere ayırarak
müslümanları birbirleriyle vuruşturan demokrasiyi hak, İslâm’ı da bâtıl
göstermeye çalışan herkes sihirbazdır.
Bir başka deyişle insanın insana
kulluğu anlamına gelen de-mokrasiyi savunan, bu sistemin en güzel bir sistem
olduğunu, in-sanların saadetini temin eden bir sistem olduğunu savunan herkes
sihirbazdır. Bunlar da çağdaş sihirbazlardır.
Evet
işte bu cinsten Firavunun destekçisi tüm sihirbazlar bir meydanda toplandılar.
Hepsi de Allah elçisine karşı fikir birliği, güç birliği oluşturdular. Tüm
sihirbazlar, tüm halk Allah’ın elçisine karşıydı. Mûsâ’yla yarışacak bu
sihirbazlar dediler ki:
Bize
elbette bir ücret vardır; eğer galip taraf biz olursak dediler. Bu sözle hem
bir soru hem de bunu Firavuna kabul ettirme çabası vardı. Yâni elbette
Firavunlar kendilerini besleyecekti. Çünkü onlar, onun için vardılar ve de
Firavunlar onlara muhtaçtı. Çünkü Firavun-ları ve Firavun sistemlerini ayakta
tutan bunlardı. Onun için onları pa-rasıyla beslemek zorundaydı Firavunlar. Tüm
kapıları açmalıydı onlar için. Her iki taraf için de şahsiyetsizliktir bu ama
ne fark eder de? Ne Firavunlarda böyle bir şahsiyet ne de onlara köpeklik
yapanlarda böyle bir onur beklenmez zaten.
Evet
diyorlar ki ey Firavun şimdi Mûsâ’ya karşı biz galip gelirsek, elimizdeki
bilgiler ve imkânlarla Mûsâ’yı ve onun dâvâsını halkın gözünde düşürüp seni ve
sistemini kurtarırsak bize bir ücret vardır herhalde. Alçaklar ücreti fâni
birisinden istiyorlar. Mükafatı ölümlü birisinden bekliyorlar, fâniye
sırtlarını yaslamak istiyorlar. Halbuki me-selâ tam Firavun onlara mükafat
vereceği esnada ölüverse elleri boşa çıkacaktı. Ama bu adamlar Allah için
hareket etselerdi, mükafatlarını Allah’tan bekleselerdi çok daha hayırlı
olacaktı ama işte ondan istiyorlar.
Elbette bu kapitalist sistemin
yetiştirdiği insanların gözünde paradan başka da değerli bir şey yoktur. Vahiy
sisteminin dışındaki tüm sistemlerde temel hedef paradır. Allah’a inanmayan,
cennete inanmayan, vahyi tanımayan toplumlarda para için insanların
yapa-mayacakları bir şey yoktur. Ve bu tür toplumlarda yapılan her iş, atılan
her adım mutlaka para karşılığında, madde karşılığında yapıla-caktır.
Halbuki müslümanların gözünde paradan
çok daha kıymetli şeyler vardır. Müslüman her adımını atarken Allah’ın rızasını
kazan-mak, Allah’ın cennetini kazanmak için çırpınır. Müslüman’ın temel hedefi
cennettir ve cennete giden yoldur. Zaten biraz sonra bu si-hirbazların müslüman
olduktan sonra hedeflerinin birden bire değiş-tiğini parayı ve dünyalıkları
ellerinin tersiyle itiverdiklerini göreceğiz. Tüm dünyayı ayaklarının altına
alıp Allah’ın rızasını başlarına taç yaptıklarını göreceğiz. Onların bu
soruları ya da talepleri karşısında Firavun diyor ki:
114. “Firavun, "Evet,
yenerseniz gözdelerden olacaksınız" dedi.”
Firavun sizler mukarrabûndansınız. Sizler benim yakınlarım olacaksınız.
Mukarrabûn ifadesini Rabbimiz de kullanır kulları için. Mukarrabûn yakınlar,
yakınlaştırılanlar, mahiyete alınanlar demektir ki mukarrabûn’un nimetleri
sorulmaz. Artık onlar için her şey vardır. Firavun da öyle diyor bakın. Ben
sizi mahiyetime aldım diyor. Sizi ba-kan yapacağım, sizi dekan yapacağım, sizi
müdür, genel müdür yapacağım. Sizi müşavir, müsteşar yapacağım. Sizin için her
kapı açılacaktır. Giremeyeceğiniz bir kapı, elde edemeyeceğiniz bir nimet kal-mayacak.
Sizler merkezdesiniz, sizler sarayın içindesiniz, size ka-palı hiç bir kapı
kalmayacaktır. Krediler, teşvik primleri size akacak. Tüm bankalar sizin
emrinizde olacak. Yeter ki siz beni koruyun, yeter ki Mûsâ karşısında, Mûsâ’nın
gündeme getirdiği Allah yasaları karşısında benim yasalarımı benim egemenliğimi
koruyun ne isterseniz size vereceğim. Sizin hedeflerinizi benden daha iyi kimse
bilmez korkmayın tüm hedeflerinize sizi ulaştıracağım.
Firavundan
bu müjdeyi aldıktan sonra bakın sihirbazlar Hz. Mûsâ’ya dönüyorlar ve şöyle
diyorlar:
115.116 “Sihirbazlar: "Ey
Mûsâ! Mârifetini ya sen ortaya koy veya biz koyalım" dediler.” Mûsâ:
"Siz koyun" dedi. Sihirbazlar mârifetlerini ortaya koyunca insanların
gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar.”
Ey Mûsâ! Önce sen mi atacaksın yoksa biz mi atalım? Önce sen mi
başlayacaksın yoksa biz mi ortaya atalım numaralarımızı? Tabii bu ifadeden
anlaşılıyor ki adamlar güveniyorlar kendilerine. Kendilerinden emin bir eda ile
Hz. Mûsâ’ya meydan okumaya çalışıyorlar. Hz. Mûsâ (a.s) dedi ki: Haydi
numaralarınızı ortaya atın bakalım. Haydi ne atacaksanız atın bakalım. Buyurun
bir numaranız varsa ortaya atın da görelim. Sonra da ne yapacaksak biz de yaparız
dedi.
Çünkü Allah’ın elçisinin onlardan
korkacak bir şeyi yoktu. Çünkü onlar ne atarlarsa atsınlar hakkın karşısında
dayanma güçleri yoktu. Hakkın karşısında bâtılların asla dayanma gücünün olmadığını
Allah’ın elçisi çok iyi biliyordu. Ne atarlarsa atsınlar, hangi numarayı
çekerlerse çeksinler, ister teknolojiyi kullansınlar, ister sanatlarını
kul-lansınlar, ister edebiyatlarını gündeme getirsinler, ister falanca bilim
dalını, filanca silahlarını kullansınlar fark etmez hakkın karşısında hiç
birisinin dayanma gücü yoktur. Hakkın karşısında bâtıl yok olmak zorundadır.
Hakkın karşısında her şey yerle bir olmak zorundadır. İman karşısında hiç bir
bâtılın dayanma gücü yoktur.
Evet Hz.
Mûsâ dedi ki neyiniz varsa atın. Neyiniz varsa, hangi fikriniz, hangi usulünüz,
hangi tekniğiniz, hangi nazariyeniz varsa atın ortaya. Hz. Mûsâ’nın hiç bir
endişesi yoktu. Çünkü Allah âyetleriyle beraber olan, Allah âyetlerine sahip
olan bir müslüman karşısında kim olursa
olsun asla korkmayacaktır. Ama Allah âyetlerine sahip olursa tabii. Çünkü
onların ortaya attıklarının tümünü kaldıracak olan Allah âyetleridir. Bizim
planımız, bizin fikrimiz, bizim metodumuz, bizim zekamız değil.
O halde eğer bizler de Allah âyetlerinin
bilgisine sahipsek o zaman hiç kimseden korkmayacağız. Ama Allah âyetlerinde
mah-rumsak, Allah âyetlerinden habersizsek o zaman her şeyden korka-rız ve
korkacağız demektir.
Attıkları
zaman insanların gözlerini sihirlediler. Attıkları şeylerle insanların
gözlerini boyadılar. Zaten yaptıkları hiç bir zaman gerçek değildi.
Yaptıklarının hakikat olması, gerçek olması da mümkün değildi. Ellerindeki
ipleri, çöpleri sihir malzemelerini attılar ortaya ve bu sihir aletleri etrafa
korku salan, kıvrılan yılanlar şeklinde görünmeye başladılar. Etraftaki
insanların gözlerini boyayarak korkuttular. Meydandakilerin tümünü korkutup
dehşete düşürecek bir sihir ortaya koydular. Tüm meydandakileri korkuttular.
Zaten bu adamların yapabilecekleri tek
şey insanları korkut-mak, insanların kalplerine korku salmaktır. İşleri güçleri
korkutmaktır. Gönülleri fethetmek, kalpleri rahatlatmak, kalplere huzur ve
saadet sunmak değildir bunların işi. O peygamberlerin işidir, o mü’minlerin işidir.
İnsanlara gerçekleri göstererek gönül rahatlığı içinde insanların o gerçekleri
kabule götürmek Firavunların ve Firavun sistemlerinin işi değildir. Onlar
sadece korkuturlar, zulmederek, terör havaları estirerek ve zorla korkuyla
fikirlerini kabul ettirirler. Bir de onlar Allah desteğinden mahrum oldukları
için mecburen bu yolu tercih etmektedirler.
Evet
insanları korkuttular. Kalplere korku saldılar. İnsanları dehşete düşürdüler.
Bu curcunada elbette Mûsâ (a.s) da korkacaktı, çünkü o da bir insandı. Böyle
bir durumda Allah elçisinin yapabileceği bir tek şey vardı. O da Rabbine iltica
etmek, Rabbine sığınmak ve ne yapacağını nasıl davranacağını O’na sormak. Mûsâ
(a.s) da öyle yaptı. Allah buyurdu ki bu bağlamda:
117. “Biz de Mûsâ'ya,
"Asanı koyuver" dedik, o da koyuverdi; hemen onların uydurduklarını
yutmaya başladı.”
Evet buyurur ki Rabbimiz: Ey Mûsâ asanı yere at. Asa elinde bir bastondur
ama Allah’ın emriyle o en büyük bir güçtür. Veya Allah’ın izniyle en büyük güce
dönüşecek bir asadır. Mûsâ (a.s) Allah’ın emrine uyarak asasını yere attı bir
de ne görsünler; bu asa onların tüm uydurduklarını yalayıp yutuyor. Meydandaki
tüm yılanları yalayıp, yutuyordu. Yere atılan asa bir ejderha olup onların tüm
sihirlerini yutup yok ediyordu.
İşte
mesele buydu zaten. Mesele hakkı ortaya koymaktı. Me-sele bütün berraklığıyla,
bütün canlılığıyla hakkı ortaya koymaktı. Me-sele sahtekârlık değildi. Mesele
falanın filanın aleyhinde konuşmak değildi. Mesele birilerinin aleyhinde
konuşarak, onları küçülterek büyümek değildi. Mesele sadece açık ve net bir
biçimde hakkın ortaya konulmasıydı, Allah elçisinden bunu istemişti ve Allah’ın
elçisi de işte bunu yapmıştı.
118. “ Hak tahakkuk etti,
onların yaptıkları boşa gitti.”
Evet hak ortaya çıktı, hak gözlerle görülecek gözlerin asla reddedemeyeceği
bir biçimde vâki oldu ve sihirbazların ortaya koyduklarının tamamı bâtıl
oluverdi. Onların hak karşısında ortaya attıklarının tamamı yerle bir oluverdi.
Hak geldi, bâtıl zail oldu. Hak geldi ve tüm bâtıllar yok oldular. Zira hakkın
karşısında hiç bir bâtıl yaşama imkânına sahip değildir. Hakkın karşısında hiç
bir bâtılın tutunma şansı yoktur.
Eğer bizler de şu anda tıpkı Allah
elçisi Hz. Mûsâ (a.s) gibi hakkı ortaya koyabilirsek bizim hakkımız karşısında
da tüm bâtıllar yok olup gideceklerdir. Dünkü Hz. Mûsâ’nın elindeki hak, onun
elin-deki asa bugün bizim elimizdeki Kur’an’dır, vahiydir. Eğer bizler de bugün
Allah vahyini net ve açık bir şekilde ortaya koyabilirsek hiç şüpheniz olmasın
ki şu andaki tüm bâtıllar yok olmak zorunda kalacaktır. Allah’ın yasalarında
değişme olmaz. Dünkü yasa neyse bugünkü yasa da odur.
Ve eğer şu anda bâtıllar yaşama imkânı
bulabilmişlerse bi-lelim ki hakkın olmayışındandır. Mûsâ (a.s) gibi hakkı
ortaya koyacak Allah erlerinin olmayışındandır. Yoksa hak karşısında hiç bir
bâtılın dayanma şansı yoktur. Eğer bizler bugün peygamberleri örnek alabilirsek,
Allah elçilerinin bâtıllar karşısında sergiledikleri mücâdeleyi korkmadan,
Allah’a dayanarak, Allah’a güvenerek verebilirsek, tıpkı Hz. Mûsâ (a.s)’ın
mûcizesi gibi Muhammed (a.s)’ın da kıyâmete kadar devam edecek olan en büyük
mûcizesi Kur’an mûcizesine sahip çıkabilirsek, insanların karşısına bu kitapla
çıkabilirsek kesinlikle bilelim ki Allah bizleri de muvaffak kılacaktır.
Evet
Allah’ın elçisinin ortaya koyduğu hak karşısında tüm bâtıllar tıpkı su
üzerindeki köpük gibi yok olup gittiler. Evet bâtıllar kesinlikle bizi
korkutmamalı. Tıpkı akan sel sularının üzerindeki köpüğe benzeyen bâtılın bazen
bazen su yüzüne çıkması, bazen bazen geçici bir süre için üstünmüş gibi
görünmesi bizi asla ürkütmemelidir. Önemli olan suyun üzerindeki köpük değil
suyun kendisidir. Çünkü suyun üzerindeki köpük ârızîdir bunu asla unutmayalım.
119. “ İşte onlar yenildiler,
küçük düştüler.”
Evet sihirbazlar işte burada mağlup oldular, yenildiler, küçüldüler,
küçüldükçe küçüldüler. Elbette mağlup olacaklardı çünkü karşılarında hak vardı.
Elbette zillete mahkum olacaklardı çünkü hak karşısında mücâdeleye
tutuşmuşlardı. Bunun için rezil rüsva oldular. Allah’la savaşa tutuşanlar
elbette horluk damgasını yiyecekti. Allah’ın âyetlerine geçit vermemek için
mücâdele edenler, Allah’ın yasalarıyla çatışma içine girenler elbette rezil
olacaklardı. Allah desteğinde olan bir peygamberle veya peygamber yolunun
yolcusu mü’minlerle kavgaya soyunanlar ebette mahvolacaklardı kahrolacaklardı.
Tıpkı sûrenin önceki âyetlerinde
Rabbimizin anlattığı gibi kendilerinden önce yaşamış kendilerinden çok daha
güçlü Nûh toplumunun, Lût toplumunun, Âdın, Semûd’un, Eykeliler’in yok olup gittikleri
gibi. Bunlar da Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın elçileriyle, Allah’ın
yasalarıyla savaşa tutuşmuşlar ve sonunda hepsi de alçalmış olarak azabı
tatmışlardı. Evet tıpkı onlar gibi Allah elçisi karşısında mücâdeleye tutuşan
sihirbazlar da mağlup oldular, küçüldükçe küçüldüler. Sonra:
120,122. “Sihirbazlar secdeye
kapanıp, "Âlemlerin Rab-bine, Mûsâ ve Harun'un Rabbine inandık" dediler.”
Sihirbazlar secdeye kapandılar ve dediler ki biz âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve
Hârun’un Rabbine iman ettik dediler ve hemen oracıkta müslüman oldular. Âlemlerin
Rabbine iman ettik dedikten sonra bir de te’kid için bir yanlış anlamaya meydan
vermemek için Mûsâ’nın ve Hârun’un Rabbine da iman ettik diyorlar. Çünkü
Firavun da Rablik iddiasındaydı. Yeryüzünde sizin en büyük Rabbiniz benim,
benim dediğim biçimde inanmak zorundasınız, benim istediğim biçimde giyinmek
zorundasınız, benim hukukumla amel etmek zorundasınız, benim alfabemi kullanmak
zorundasınız, benim yasalarıma itaat etmek zorundasınız, benim sözümün dışına
çıkamazsınız di-yordu, işte Âlemlerin Rabbini ondan ayırmak için böyle diyorlardı.
Evet sihirbazlar hemen iman ettiler
çünkü bu sihirbazlar an-ladılar ki Mûsâ (a.s)’ın ortaya koyduğu şey farklıydı.
Onun ortaya koyduğu şeyin sihirle ilgisi yoktu. Mûsâ (a.s)’ın ortaya koyduğu
şeyin kendilerininkiyle uzaktan ve yakından hiç bir ilgisi alâkası yoktu. Zira
bu adamlar öyle basit sihirbazlar değildi. Mısırın en mahir sihirbazlarıydı ve
sihirin âlâsını bilen insanlardı. Bu yüzden de Mûsâ (a.s)’ın ortaya attığı
şeyin hak olduğunu, Allah’tan geldiğini hemen anlayıverdiler. Bir de bir başka
anlayışa göre sihirbazların bu işi istemeyerek Firavunun baskısıyla yapmak
zorunda kaldıklarını da anlıyoruz. Zoraki Allah elçisinin karşısına çıkarılan
bu insanların hak karşısında hemen iman ettiklerini görüyoruz. Buna Kur’an’ın
başka bir yerinde bir işaret var:
“İman eden sihirbazlar: "Seni, gelen
apaçık mûcizelere ve bizi yaratana üstün tutmayacağız. Ne hüküm vereceksen ver.
Sen, ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin. Doğrusu biz, yanılmalarımızı ve
bize zorla yaptırdığın sihri bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah'ın
vereceği mükafat daha iyi ve daha devamlıdır" dediler.”(Tâhâ)
Evet
bakın diyorlar ki bize zorla yaptırdığın sihri bağışlaması için Rabbimize iman
ettik. Firavunlar kendi sistemlerini koruyabilmek için böyle nice insanları
kullanırlar. Nice insanlara onur kırıcı istemedikleri şeyleri zorla, zorbayla
yaptırırlar.
Dikkat
ederseniz Hz. Mûsâ onların karşısına onların metotlarıyla çıkmadı. Hz. Mûsâ
onları onların metotlarıyla yenmedi. Mûsâ (a.s) onların karşısına vahiyle çıktı
ve onları vahiyle yendi. Onun için kendilerinden farklı bir hayatla,
kendilerinden farklı bir inançla, kendilerinden farklı bir hayatla ve metotla
karşılarına çıkan Mûsâ (a.s)’a onlar hemen iman ettiler.
Eğer Mûsâ (a.s) onların karşısına
onların metotlarıyla çık-saydı, sihir metoduyla onları yenseydi o zaman çok
rahat bizim me-totlarımızla bizi yendi diyecekler, bizim metotlarımızı bizden
daha iyi biliyor ki bizi yendi diyecekler, müthiş bir adam, zeki bir adam diye-cekler,
belki onu takdir edecekler ama asla Hz. Mûsâ’ya iman et-meyeceklerdi. Çünkü
sihir, imanın konusu olan bir şey değildi. Hz. Mûsâ onların karşısına sihir
metoduyla, onların geliştirdikleri metot-larla çıkmadı vahiyle onların
karşısına çıktı da onlar bunun farkına varır varmaz hemen iman ettiler. Çünkü
vahiy imanın konusuydu.
Öyleyse bizler de bugün inanmayanların
karşısına onların metotlarıyla çıkmayacağız. Onların hayatlarıyla onların
karşısına çık-mayacağız vahiyle Kur’an ve sünnetle onların karşısına çıkacağız
ki kendilerinden farklı bir anlayış, kendilerininkinden farklı bir inanış ve yaşayış
gördükleri andan itibaren hemen iman edecekler ve kendi hayatlarını değiştirecekler.
O günkü
sihirbazların imkânları kıttı. Dar imkânlarıyla ortaya koydukları sihirleriyle
sadece bir meydanda kendilerini seyreden insanları sihirleme imkânına
sahiptiler. Çok uzaktaki kendilerini göremeyen insanları sihirleme imkânlarına
sahip değillerdi. Ellerinde T.V leri de, gazeteleri de, dergileri de, videoları
da yoktu. Çok uzaklara uzanma, uzaktakileri etkileme güçleri yoktu. Ama
günümüzde teknik gelişmeler oldu. Günümüz sihirbazları teknik yönden öylesine
güçlendiler öylesine büyük imkânlara sahip oldular ki sadece meydanlarda,
sadece salonlarda kendilerini görenleri değil ellerindeki imkânlarla çok
uzaktaki insanları bile sihirleme, etkileri altına alma gücüne sahiptirler.
Meselâ Vaşington’dan, Pekin’den,
Paris’ten, İstanbul’dan basıyorlar düğmeye ve oturdukları yerden dünyanın en
uzak bölgesindeki insanları bile sihirleme imkânına sahip oluyorlar. Yâni
bugünkü sihirbazlar dünkü sihirbazlardan çok daha güçlü çok daha etkilidir.
Öyleyse dünkü dar imkânlarla çalışan ama buna rağmen yine de meydanda
kendilerini seyreden insanları korkudan dehşete düşüren o sihirbazlar karşısında
insanlar nasıl korkmuşlardı? Hz. Mûsâ bu sihirler tarafında yutulmamak için
nasıl Allah’ın vahyine sarılmıştı?
Öyleyse biz de bugün o dönemim yüz
katıyla korkmak ve yine yüz katıyla Kur’an’a sarılmak, vahye sığınmak
zorundayız. Değilse eğer günümüz sihirleri ve sihirbazları karşısında Allah’ın
kitabına sığınmaz, Allah’ın kitabına tutunmazsak kesinlikle bilelim ki bizler
si-hirler tarafından, sihirbazlar tarafından etkilenmekten ve yutulmaktan asla
kurtulamayacağız demektir. Vahyi tanımayan, vahye sarılıp onunla hareket
etmeyen bir adamın, bu sihirbaz medya karşısında bu sihirbaz TV ler karşısında,
bu sihirbaz toplum karşısında dayanması, yutulmaması bugün neredeyse imkânsız
hale gelmiştir.
Ama eğer bizler vahyi tanırsak,
hadiselere vahyin perspekti-finden bakabilirsek, vahyin kontrolüne girebilirsek
tıpkı Hz. Mûsâ (a.s) gibi tüm dünyanın bize yapabileceği bir şey yoktur.
Evet bir
saat öncesine kadar Firavunun hizmetinde çalışan, Allah dâvâsı karşısında
Firavunları destekleyen, Firavunlar sistemini koruma adına Allah elçisiyle
savaşa tutuşan bu insanlar, yıllar yılı hakkı bilmedikleri için bâtılların kulu
kölesi olmuş bu insanlar, hakkı tanır tanımaz bir anda iman ediverdiler.
Öyleyse unutmayalım ki şu anda hakkı
tanıyamadıkları için, Allah yasalarını, Allah âyetlerini bilmedikleri için
bâtıllar adına, Fira-vunlar adına, küfür ve şirk sistemlerinin galibiyeti adına
farkında ol-madan Rabbiyle, Rabbinin âyetleriyle, Rabbinin elçisinin yoluyla mücâdele
veren yığınlarla insan vardır. Unutmayalım ki bu garibanların pek çoğu hakkı
bilmedikleri için, hakkı tanımadıkları için, kitapların-dan habersiz oldukları
için bunu yapabilmektedirler. Eğer bunların karşısına açık ve net bir biçimde
kitabı koyabilirsek, İslâm’ı onlara götürebilirsek tıpkı bu sihirbazlar gibi
bir saat önce kendisine kulluk ettikleri Firavunu reddedip kendilerini yaratan,
kendilerini rızıklandı-ran gerçek Rablerine kulluğa dönüverecek pek çok insan
vardır onların içinde. Önemli olan bu insanlar karşısında Mûsâ rolünü oynaya-bilmektir.
Evet
hakla tanışan, imanla, hidâyetle tanışan bu insanlar he-men iman ediverdiler,
hemen secdeye kapanıverdiler. Bundan sonra artık zâlim despotların işkenceleri
gündeme gelecekti. Rablerine kulluk adına; kendilerine kulluktan vazgeçenlere,
Rablerinin emirlerini dinlemek adına; kendilerinin sözünü dinlememeye karar
veren mü’-minlere karşı zâlimlerin işleyen zulüm mekânizmaları gündeme gelecekti.
Tarihin her devrinde bu böyle olmuştu. Bakın bu mü’minlere karşı Firavun şöyle
diyordu:
123 “Firavun: "Ben size izin
vermeden mi O'na inandınız? Doğrusu bu halkı şehirden çıkarmak için düzdüğünüz
bir hiledir, fakat siz göreceksiniz.”
Evet diyor ki bakın Firavun: Ben size izin vermeden ha! Benden izin almadan iman ettiniz ha! Bana danışmadan, benim onayımı almadan Mûsâ’ya ve onun Rabbine secde ettiniz ha! Benden izin almadan Allah safına geçtiniz ha! Benden izin almadan peygamberle birlik oldunuz ha! Benden izin almadan beni ve benin yasalarımı terk edip, bana kulluğu terk edip Allah’ın kulu oldunuz ha! Allah’ın yasalarını benimkilere tercih ettiniz ha! Bana karşı baş kaldırıp Allah karşısında secdeye vardınız ha! Bana hayır dediniz de Allah’a evet dediniz ha! Benden izin almadan Allah’ı bana tercih ettiniz ha! Benden izin almadan peygamber Mûsâ’yı benim önüme geçirdiniz ha! Halbuki sizi ben çağırmıştım. Sizler benim memurlarımdınız. Sizler benim kullarımdınız. Ben tayin etmiştim sizleri. Mükafatınızı, maaşınızı ben verecektim. Sizler benim ülkemde yaşıyor benim nimetlerimden istifade ediyordunuz...
Dikkat
ediyor musunuz? Allah’a inanmak için bile Firavunlardan izin almak gerekiyor.
İnanan birisi olsanız bile imanınızı sergileme konusunda, imanlarınızı yaşama
konusunda, inandığınız Allah’ın emirlerini yerine getirme konusunda Firavunlara
danışmak zorundasınız. Müslümanca bir hayat yaşayabilir miyiz yaşayamaz mıyız?
Allah’ın istediği biçimde örtünebilir miyiz örtünemez miyiz? Allah’ın istediği
biçimde nikâhlanabilir miyiz nikâhlanamaz mıyız? Allah’ın istediği biçimde
mirasımızı paylaşabilir miyiz paylaşamaz mıyız? Allah ve Re-sûlünün istediği
biçimde çocuklarımızı eğitebilir miyiz eğitemez mi-yiz? Allah’ın istediği
biçimde yaşayabilir miyiz yaşayamaz mıyız? Tüm bu konuları Firavunlara sormak
zorundasınız. Adım atarken bile onların iznine muhtaçsınız. Onların izin
vermediklerini kesinlikle yapamazsınız.
Şimdi de
çağdaş Firavunlar aynı şeyi demiyorlar mı? Sizler bi-zim kullarımız, bizim
vatandaşlarımızsınız. Nasıl giyineceğinize, na-sıl yaşayacağınıza, nerede ve
nasıl okuyacağınıza, ne kadar örtüneceğinize, dininizi hangi sınıra kadar
yaşayacağınıza, ne kadarını anlatabileceğinize, nasıl bir kisveye
bürüneceğinize, nasıl bir hukuk uy-gulayacağınıza, ekonominizin nasıl
olacağına, bayramlarınızın tatil-lerinizin neler olacağına biz karar veririz.
Tüm hayatınız konusunda bize danışmak bizim yasalarımıza karşı gelmemek
zorundasınız di-yorlar.
Meselâ müslüman bir kızcağız Rabbinin
istediği biçimde örtünüverdi mi hemen Firavunlar harekete geçerler. Bizden izin
almadan örtündün ha! Bizden izin almadan bizim yasalarımızı çiğnedin ha!
Rabbini bize tercih ettin ha! Rabbinin yasalarını bizimkilere tercih ettin ha!
diyerek onu bundan vazgeçirebilmek için ellerinden ne geliyorsa yaparlar.
Veya meselâ bir öğretmen okulda
talebelerine biraz fazlaca İslâm duyursa, bir vaiz kürsüden cemaatine biraz
açık anlatsa he-men sorguya çekerler. Bizden izin almadan bunları, bunları
konuştun ha! Halbuki neleri anlatacağını, ne kadarını anlatacağını biz belir-leyecektik.
Halbuki seni biz tayin etmiştik. Sen bizim memurumuz-dun. Senin maaşını biz
veriyorduk. Seni özellikle bize kulluk etsin diye Mûsâ’nın karşısında,
Mûsâların karşısında bizi savunasın diye
okullarımızda eğitmiştik diyerek onun hemen Firavunlar tarafından sorgulandıklarını
görürüz.
Evet
sihirbazlara karşı ama artık bunlara sihirbazlar demeyelim çünkü müslüman
oldular bunlar. Bu müslümanlara diyor ki Firavun: Benden izin almadan iman
ettiniz ha!
Ya da bunu bir de şöyle anlıyoruz: Yâni
eğer sizler bana da-nışıp, benden izin alsaydınız elbette ben size bu konuda
izin verirdim diyor. Yâni hain Firavun bu durumda yavaş yavaş egemenliğinin sarsıldığının,
inisiyatifin yavaş yavaş elinden çıktığının, insanların Allah’ın elçisi Hz.
Mûsâ’ya meylettiklerinin farkına varıyordu da güya bunu nasıl olsa insanlar
yapacak, insanlar nasıl olsa müslümanlaşmaya karar vermişler hiç olmazsa ben
izin vereyim de rezil olmayayım diye politika değiştiriyor hain.
Toplum imana yönelince yapabileceği bir
şey kalmadığı için kendisini izin verme makamında görüyor, yine bir taraftan
kendisini büyük görerek, kuyruğu dik tutmaya çalışırken diğer taraftan da tavizini
gündeme getiriyor. tâbi toplum imana yönelince aslında Firavun-ların
yapabilecekleri bir şey kalmamıştır. Dine izin verdikleri gibi din dersi
programları bile hazırlarlar. Ama dine yönelmiş insanların karşılarına din
budur diye yanlış bir din sunarak, hayata karışmayan bir din sunarak yine
onların imanlarını bozmaya çalışırlar.
Evet
bundan sonra iman eden mü’minlere Firavunun tehditleri geliyor. Tarih boyunca
bu, hep böyle olmuştur. Öz benliğine dönen, fıtratıyla tanışıp, sahte rableri
terk edip Rabbine kulluğa yönelen mü’minlere karşı Firavunların tehdit ve
işkenceleri hemen gündeme gelecektir. Ama sonunda hep galip gelenler mü’minler,
kaybedenler, helâk olanlar da Allah’la savaşan Firavunlar olmuştur.
124. “Andolsun ki, ellerinizi
ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım" dedi.”
Madem ki sizler benden izin almadan iman ettiniz, madem ki beni çiğneyerek
Allah’a inandınız, o halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
keseceğim. Sonra da sizi sallandıracağım. Topunuzu asacağım sizin. tâbi buradaki
asma iple asma değil. Sa-lebe, ehl-i salip de oradan gelir çiviyle asma
anlamınadır. Sizin topu-nuzu çivilerle ağaçlara çivileyeceğim diyor Firavun.
Alçak baktı ki iş kötüye gidiyor. Hz. Mûsâ’nın mûcizesi karşısında kendi adamları da toptan iman edince rezil rüsva oldu. Durumunu kurtarabilmek için, kaybettiği itibarını yeniden kazanabilmek için tüm zâlimlerin yaptığı gibi son çare olarak mü’minlere işkence etmeye, baskı yaparak insanları caydırmaya, döndürmeye çalışacaktı. Ve de esasen bununla onları kaybettim, ama en azından onların arkasından halkın toptan iman etmelerini önleyeyim diye bu tedbiri alıyordu Firavun. Çünkü ülkenin en bilgiçleri Mûsâ’ya iman etmişti. Tüm şehirlerden toplayıp getirdiği en bilgili insanlar, en güvendiği adamlar, bakanlar, dekanlar, ekonomistler, sanatkârlar, bilimciler Mûsâ’ya ve onun Rabbine iman edince; elbette halkta onların peşinden imana yönelecekti. İşte bundan korkan Firavun bu iman edenleri cezalandırmalıydı ki peşlerinden birileri de imana heveslenmemeliydi.
İnanan
insanları kendisi gibi zanneden hain, bu tehditler karşısında onları
dinlerinden döndürebileceğini zannediyordu. Zannediyordu ki bu tehditler
karşısında o mü’minler dinlerinden dönüverecekler. Ama bakın onun bu tehditleri
karşısında mü’minlerin tavırları nasıl oldu:
125,126. “Onlar da: "Doğrusu biz ancak Rabbimize döneriz. Rabbimizin âyetleri gelince, onlara inanmamızdan ötürü bizden öç alıyorsun. Rabbimiz! Bize sabır ver ve canımızı müslim olarak al" dediler.”
Evet bu hakkı tanıyıp iman edenler dediler ki zaten bunlar sihiri zorla
yapıyorlardı. Zaten bunlar Firavunlara zoraki kulluk ediyorlardı. O ana kadar
istemeyerek Firavuna kulluk yapan ama Mûsâ’nın getirdiği vahiyle tanışır
tanışmaz hemen iman eden bu insanlar di-yorlardı ki bakın: Biz Rabbimize
inkılap ediyoruz. Az evvel Firavunun eline bakan dilencilerin ağzından dökülen
hakikate bir bakın Allah aşkına. İslâm’la tanışır tanışmaz insanlardaki şu
değişikliğe bir bakın Allah aşkına. Biz Allah’a dönüyoruz. Ama inkılap değişerek
inkılap ederek bir dönüşü içermektedir.
Biz önceki pis halimizle necis halimizde
değil değişerek Rab-bimize dönüyoruz. Önceki küfürlerimizden, şirklerimizden
arınarak Rabbimize dönüyoruz. Meğer bizler sana kulluk ederken ne kötü bir
hayatın adamıymışız da farkında değilmişiz. Meğer bizler seni razı edeceğiz
derken Rabbimizi gazaplandıran insanlarmışız. Meğer senin yasalarına sahip
çıkarken Rabbimizin yasalarını çiğniyormuşuz. Meğer bizler kendimiz gibi bir
beşeri, kendimiz gibi bir âcizi razı edeceğiz diye cehenneme doğru
koşuyormuşuz. Biz önceki pisliklerimizden arınmış olarak Rabbimize dönüyoruz.
Yâni ey Firavun senin tehditlerin vız
gelir artık bize. Değil mi cennet yolunu bulmuşuz üç gün önce ölmüşüz beş gün
sonra ölmüşüz ne fark eder de? Ölmeden önce cehennemden kurtulduk ya. Öl-meden
önce Rabbim bize hidâyet edip sana kulluktan kurtardı ya; ar-tık bizim için
ölüm oğul balıdır senin tehditlerinden zerre kadar kork-muyoruz! buyur
yapacağını arkana koyma diyorlardı. Bir saat öncesine kadar Firavundan
devşirecekleri paraların, mükafatların hesabını yapan adamlar bir anda o kadar
değişmişlerdi ki artık tüm dünya da, dünyanın malı mülkü de gözlerinde küçülüvermişti. Bir saat öncesine
kadar Firavun sisteminin destekçisiydiler ama şimdi Rablerinin dininin,
Rablerinin yasalarının savunucusu olarak Firavunun karşısındaydılar.
Öyleyse bizler de insanlara Allah’ın
dinini götürürken bu bakandır, bu dekandır, bu müdürdür, bu genel müdürdür,
bunların hakka yönelmeleri mümkün değildir, bunlar bizi dinlemezler demeyelim;
onlarında hakkı tanıdıktan sonra hemen döneceklerini, tâğutlara hiz-met yerine
Rablerine hizmete yöneleceklerini hiç bir zaman hatırımız-dan çıkarmayalım.
Evet diyorlar ki biz zaten Allah’a dönüyoruz.
Ve:
Ey
Firavun sen başka değil ancak Rabbimizin âyetlerine inan-dığımız için bizden
intikam alıyorsun. Bir saat önce bize muhtaç oldu-ğunu söylerken şimdi bize
düşman kesilmenin sebebi sadece bizim sana ve senin kanunlarına kulluktan çıkıp
Rabbimize kul olmamız ve Rabbimizin âyetlerine iman etmemizdir. Değilse bizim
başka bir suçumuz yoktur. Çünkü az evvel bizi mukarrabûn’dan sayan sendin. Sizi
mahiyetime aldım diyen sendin. Ne isterseniz vereceğim diyen sendin. Bizim tek
suçumuz Allah’a iman etmemizdir. Bizden bunun için intikam alıyorsun. Bürûc
sûresinde kendilerini ateşe atarak işkence edenlere karşı müslümanlar bunu
söylüyorlardı.
Evet bugün de zâlimler, kâfirler
müslümanlardan intikam alıyorlar. Sebep ne? Suçları ne bu müslümanların? Zina
mı etmişler? Hırsızlık mı yapmışlar? Çalıp çırpmışlar mı ülkenin hazinesini?
Rüşvete suiistimalleri mi bulaşmış? Vergilerini mi vermemişler? Veya bombalar
imal edip insanlar için katliamlar mı gerçekleştirmişler? İn-sanların can ve
mallarına mı kastetmişler? Hayır, hayır bu insanların bir tek suçları var o da
müslüman olmak. İnsanların egemenliklerini reddedip Rablerinin egemenliğini
savunmak işte hepsi bu. İmanları sebebiyle zulmediyorlar zâlimler müslümanlara.
Eğer şu anda devlet dairelerinde üçüncü
sınıf vatandaş oluyorsanız imanınız sebebiyle değil mi? Askerde dışlanıp dayak
yemeye götürülüyorsanız müslümanlığınız sebebiyle değil mi? Birileri kendilerinden
olmadığınız için, kendileri gibi sizler de içemediğiniz için, kendileri gibi
namazsız bir hayatı kabul edemediğiniz için, kendileri gibi rüşveti kabul
edemediğiniz için, kendileri gibi çıplak gezmeyi sineye çekemediğiniz için,
kendileri gibi balolara gidemediğiniz için horlanıyor ve hakaretlere maruz
kalıyorsunuz.
Evet
işte böyle bir devri, devrimleriyle silmeye çalıştılar ama bir Mûsâ geliverdi
de kül altında kalmış közler yeniden canlanıp açığa çıkıverdi. İnsanlar imânâ
yöneliverdiler. Beyyine’yle tanışıp küfürlerini, şirklerini anlayıverdiler.
Demek ki insanların ve toplumların dirilişi için Beyyine’nin gelmesi şarttır.
Beyyine gelmeli ki insanlar değişsinler. Beyyine ortaya konmalı ki insanlar
sapıklık noktalarını onda anlasınlar.
Evet Mûsâ (a.s)’ın ortaya koyduğu bu
Beyyine’yle bakın in-sanlar ne kadar değiştiler. Firavunların ölüm tehditleri
bile artık vız geliyordu onlar için. Haydi ey Firavun ne yapacaksan yap da
görelim diyorlardı. Onların bu tavırları karşısında Firavun da diyordu ki sizin
çaprazlama el ve ayaklarınızı keseceğim ve sizi onluk çivilerle ağaçlara
asacağım diyor. Müslümanlar da diyorlar ki:
Ya Rabbi
üzerimize sabrını döküver. Sabrını üzerimize yağdırıver ya Rabbi. Ve de bizi
müslümanlar olarak öldür ya Rabbi. Zira biraz sonra bu alçak bizim elimizi mi
kesecek, gözümüzü mü oyacak, bize nasıl bir işkence edeceği belli değil. Ne olur
ne olmaz ya Rabbi belki işkencelere dayanamayız da ağzımızdan senin hoşuna gitmeyecek
ve bize cennetimizi kaybettirecek bir ifade çıkabilir. Sabrını üzerimize yağdır
ki döneklik yapmayalım. Sabrını üzerimize dök ki sabırsızlık göstermeyelim ve
müslümanlar olarak ölelim. İşte işkenceler
karşısında müslümanın yapacağı en güzel dua budur. Ya Rab-bi üzerimize öyle bir
sabır yağdır ki iliklerimize kadar bu sabırla doyalım ve geri adım atmayalım.
Ve
rivâyetlere göre Firavun bu müslümanları şehid eder ama Mûsâ’ya da kardeşi
Hârun’a da dokunmaz. Çünkü alçağın Mûsâ (a.s)’a dokunacak bir cesareti yoktur.
Ona ilişmeye kalkıştığı zaman başına nelerin geleceğinin farkındadır aslında.
Peygamberin etrafındakileri öldürüyorlar ama kendisine dokunamıyorlar.
Çevresindekilerin işini bitirirsek onu kontrol altına alabiliriz diye hesap ediyorlar.
Tabi
Firavun Mûsâ’yı serbest bırakınca Mele bundan rahatsız oluyor. Mele Firavunun
dikkatini çekiyor bakın bu konuya. Zaten Melenin görevi budur. Bir yerlerde
sisteme karşı herhangi bir tehlike söz konusu olduğu zaman, sistemi yıkmaya
yönelik bir hareket başladığı zaman Melenin görevi devletin dikkatini oraya
çekmek, gözleri oraya çevirmektir. Projektörlerini oraya dikerek tehlikeyi
bertaraf etmektir. İşte bakın Melenin, Firavunun dikkatlerini bir noktaya
çekmeye çalıştığını Rabbimiz bundan sonraki âyetinde şöyle anlatıyor:
127. “Firavun milletinin ileri
gelenleri: "Mûsâ'yı ve milletini yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve
tanrılarını bıraksınlar diye mi koyuveriyorsun? “dediler. Firavun: “Onların
oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek
üstünlükteyiz" dedi.”
Evet Mele, Firavun kavminin ileri gelenleri Mûsâ (a.s)’ın ve kavminin
serbest bırakılmasına tepkilerini dile getiriyorlar. Gözler di-kiliyor,
dikkatler çekiliyor.
Evet toplumun ele başları Firavunu
tahrik ediyorlar. Küfrün başı, sistemin başı böyle pes ettiği sıfırı tükettiği
zaman etrafındakiler onun pes etmesine izin vermiyorlar. Çünkü sistemin
yıkılması onların tüm menfaat kanallarının kesilmesi demekti ki buna asla razı
olamazlardı. Bakın diyorlar ki ey Firavun! Bu adamlar seni ve tanrılarını terk
etsinler, senin yasalarına karşı gelsinler diye mi serbest bıraktın onları?
Olmaz bu. Firavun hem kendisi tanrıydı hem de
kendisinin ibadet ettiği tanrıları vardı. Yâni böyle müşrik bir toplumda
her şey ilah, herkes birbirine tapınmaktadır.
Evet
Firavundan çok Firavun kesilenler sistemin başını uyarıyorlar. Daha önce Mûsâ
sihirbazdır diyerek Hz. Mûsâ’yı mahkum edenler şimdi de devletin başını Mûsâ
(a.s)’a karşı tahrik ediyorlardı. Mûsâ (a.s)’ın serbest bırakılmasını düzen
açısından son derece tehlikeli görüyorlar ve diyorlar ki ey Firavun milli
birlik ve bütünlüğümüzü bozan bu adamları serbest bırakırsan senin düzenin
tehlikeye girer. Bunlar fitne çıkarırlar bunları yok etmen lâzım, bunları susturman
lâ-zım gibi akıllar veriyorlar.
Aslında kendileri fitneydiler,
kendileri fesat çıkarıyorlar, kendileri Allah’ın düzenini bozuyorlar ve Allah
kullarına zulmediyorlardı. Ama alçaklar, peygamberi ve peygamber yolunun
yolcularını fitne olarak görüyorlar. tâbi onlara göre iman fitnedir takva
fitnedir, teslimiyet fitnedir, Allah’a kulluk fesattır, hâsılı onların topluma
sundukları ilkelere karşı gelmek fitnedir fesattır. Onlar kendilerince fitne
gördükleri konuya dikkat çekince Firavun da:
Dedi ki
siz merak etmeyin elbette ki biz onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını
kadınlarını da sağ bırakacağız. Muhakkak ki biz onların üzerinde kahhârız
kahiriz, onların topunu ezecek güçteyiz diyor. Evet siz merak etmeyin diyor
Firavun, biz onların toparlanıp güçlenmelerine fırsat vermeyeceğiz. Onların
erkeklerini öldürüp kadınlarını hayasızlaştıracağız..
Evet diyor ki Allah düşmanı onların kadınlarını hayat kadını haline getireceğim. İşte Firavunlara göre, Firavun sistemlerine göre gerçek hayat budur. Firavun sistemlerine göre toplumda kadının varlık sebebi işte budur. Kadın erkekleri doyurmak için vardır toplumda. Kâfirler diyorlar ki istediğimiz gibi istifade edebilmeliyiz onlardan. İstediğimiz gibi kullanabilmeliyiz onları. Eğer kadınlar bizim bu şehvetlerimize cevap verebilecek bir konumdaysalar, yâni hiç bir ahlâkî kayıt tanımadan, zerre kadar haya, iffet duygusu duymadan her bakımdan serbest ve cömertçe vücutlarını bize arz edebiliyorlarsa işte o zaman bu kadınlar hayatlarını yaşayan kadınlardır. Hayatın tadını çıkaranlar bu kadınlardır. Zira gerçek hayat budur. Ötekiler hayattan habersiz, yaşamaktan uzak ölülerdir, örümcek kafalılardır. İşte Firavunların ka-fasındaki kadın budur.
Evet
erkek çocuklarını öldürüyor kadınlarını da bu hale getiriyor.
Bildiğimiz
kadarıyla bu iş tarihte iki kere olmuş. Biri Hz. Mûsâ henüz doğmadan önce
olmuş, ikincisi de Hz. Mûsâ’nın doğumundan sonra işte Mûsâ (a.s)’ın Firavunun
karşısına geçip onu hakka dâvetinden sonra olmuş. Birinde, yâni öncekinde “zebeha”
ifadesi kullanılırken bu sonrakinde ise “gatele” fiili kullanılıyor. Biri gatele, diğeri ise
zebeha yapmak.
Öldürmek; ikisi de öldürmek ama biri
kılıçla kurşunla öldürmek, ötekisi de eğitimle öldürmek. Biri bizzat öldürmek
ki bu konuda şu kadar çocuk öldürmüştür gibi çeşitli rivâyetler vardır. Birisi
bizzat öldürmek, ama ötekisi de eğitim vasıtasıyla öldürmektir. Yâni Mûsâ
(a.s)’ın doğuşundan önce öldürebildiklerini öldürmüş, ikna edebildiklerini
doğum kontrolü yutturmacaları ile daha doğmadan rahimlerdeyken öldürtmüş ama
önünü alamayıp her şeye rağmen doğanları da eğitimle öldürmüş. Uyguladığı vahiy
kaçkını materyalist eğitimle öldürmüştür. Ya da öncekinde parça parça doğan
çocukları öldürüyordu ama bu ikincisindeyse Mûsâ’nın (a.s)’ın kavmi İsrâil
oğulları için toplu imhalar söz konusu olmuştur.
Niye
yapıyordu Firavun bu soykırımı? İsrâiloğulları, bu köleler çoğalıp da; bir gün
kendisine kafa tutacak noktaya gelmesinler diye. Sayısal çoğunluğa ulaşıp da
efendilerinin karşısına geçip onlardan hesap soracak, dökülen kanların, yapılan
işkencelerin intikamını alacak bir noktaya gelmelerinden korktukları için
yapıyorlardı bunu. Ve diyor ki bakın Firavun:
Muhakkak
ki biz onlar üzerine kahiriz, kahhârız. Biz onlara hâkim bir konumdayız. Onlar
bizim ayağımızın altında karıncalardan farksızdırlar. Müslümanlara böyle
bakıyorlar alçaklar. Firavunların gözünde müslümanlar işte budur. Biz onlara
kahhârız. Biz istedik mi kestiririz, biz istedik mi açtırırız, biz istedik mi nefes
alışınızı bile kontrol ederiz, biz izin vermesek adımınızı bile atamazsınız
diyenlerin tü-mü de bugün Firavunluk taslamaya çalışıyorlar. Halbuki bunların
hiç birisi kahhâr değildir.
Allah
kulları üzerine yegâne Kahhâr’dır, yegâne güç yetirendir, yegâne hâkim olandır.
Ancak şu kadarını söyleyelim ki Allah’ı Kahhâr bilmeyenlerin hayatında pek çok
Kahhâr’lar olacaktır. Allah’a ait olan bu sıfatı Allah’tan başkaları üzerinde
görmeye çalışan insanlar için kendileri Kahhâr görülen bir kısım insanlar da Kahhâr
pozları oynama başlayacaktır. Halbuki insanlar bu sıfatı sadece Rablerine verip
onları Kahhâr görmeseler, onlara değer vermeseler onlar cücelikleri içinde
kahrolup gideceklerdi.
Ama heyhat ki insanlar onları Kahhâr
görmeye başlayınca onlar da kendilerini bir nane zannederek insanlar üzerinde
Rableşivermektedirler. Biz insanlar üzerinde Kahhârız! Biz asarız! Biz keseriz!
Biz istedik mi açtırırız başörtülerinizi! Biz istedik mi kestiririz sakallarınızı!
Biz istedik mi atarız namaz kılanları! Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Biz
sizin üzerinize kahir Kahhâr değil miyiz? Ben izin vermeden nasıl iman ettiniz?
Ben müsaade etmeden nasıl secde edersiniz? Ben izin vermeden nasıl
örtünürsünüz? Ben izin vermeden bunları nasıl konuşabilirsiniz? Halbuki sizler
benim kullarımsınız! Sizleri ben okuttum! Sizler benim mekteplerimde okudunuz!
Sizin maaşlarınızı ben ödüyorum! Sizin hayatınız bizim elimizdedir! Nefes
alışverişinizi bile kontrol ediyoruz! Eğer biz müsaade etmesek adım bile
atamazsınız! diyenleri kendileri üzerinde Kahhâr bilenlerin üzerinde bunlar da
Kahhâr konuma geleceklerdir. Sadece Allah’a ait olan bu sıfatı insanlar
üzerinde de görmeye başladılar mı onların üzerlerinde Kahhârlar çoğalacaktır ve
zavallı insanlar onları da razı etmek için çırpınacaklardır.
Bugün
maalesef insanlardan pek çoğu bu sıfatı Allah’tan başkaları üzerinde de
görüyorlar. İnsanlar böyle gördükleri için pek çokları da onlar üzerinde Kahhâr
olduklarını iddia ediyorlar. Ama bakın Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ’yı kendisini
insanlar üzerinde Kahhâr makamında görmeye çalışan Firavun karşısında
görüyoruz. Firavun Hz. Mûsâ’ya işte seni asarım, keserim, zindana atarım,
maaşını keserim, güneşini engellerim diye tehditler savurmaya başlayınca Allah’ın
elçisi bakın şöyle diyor. Hz. Mûsâ öyle bir Peygamber ki sarayda, hem de bu
Firavunun sarayında büyümüş, maddî imkânlar içinde müreffeh bir hayat içinde
yetişmiş ama bunu terk edip gitmiş. Medyen’de yedi yıl çobanlık yapmış, aç kalmaya
da susuz kalmaya da, ışıksız, yolsuz, asfaltsız, vasıtasız, elektriksiz,
telefonsuz, teyp siz, dolmuşsuz, vasıtasız kalmaya da alışmış bir Peygamber.
Firavunun asarım, keserim aç bırakırım, susuz bırakırım şeklindeki tehditleri
karşısında bakın aynen şöyle diyordu:
Vallahi ey Firavun senin tehditlerin
bana vız gelir. Ben çölden, Medyen’den geliyorum. Arkamda upuzun bir çöl
bırakıp geliyorum. Ben bu saydıklarının hiç birisinin olmadığı bir ortamdan
geliyorum. Açlığa, susuzluğa dünden alışmışım, sıkıntıların meşakkatlerin alasını
yaşamışım ben. Senin bana yapabilecek hiç bir şeyin yoktur. Bunu di-yebilen
birisine ne yapabilecekti de Firavun? Hz. Mûsâ sarayda maddî şartlar altında,
müreffeh bir hayat içinde yetişmiştir ama bunu terk etmiş Medyen’e gitmiş,
orada çobanlık yapmış, aç kalmaya susuz kalmaya alışmış bir Peygamber.
Keşke bizler de bu hayata bir
alışabilsek, inanın hiç kimsenin yapabileceği bir şey kalmayacaktır. Ama şimdi
şu anda öyle miyiz? Meselâ yarın bir tehditte bulunsalar ki bizim dediklerimizi
yapmazsanız, bizi hayatınızda Kahhâr bilip bizim kanunlarımıza itaat etmezseniz
televizyon vergilerinizi ayda on milyona çıkarıyoruz! Deseler pilimiz biter
değil mi? Niye? Ee televizyonsuz bir hayata nasıl dayanabileceğiz değil mi?
İyisi mi biz bunları Kahhâr bilelim ve dediklerini aynen uygulayalım diyoruz.
Ya da eğer dediklerimize uymazsanız
benzin fiyatlarını şu kadara çıkardık deseler ne yaparız? Veya otobüs
seferlerini kaldırıyoruz deseler işimiz biter değil mi? Çünkü bizler arabasız
bir hayata alışmadık. Telefonlarınızı iptal ediyoruz deseler mahvoluruz değil
mi? Lokantalarınızı, fırınlarınızı kapatıyoruz deseler işimiz biter. Çünkü
böyle bir hayata alışmadık bizler. Yarın tüm elektriklerinizi kesiyoruz
deseler, sizi aç bırakıyoruz deseler, sizi hapse atacağız deseler işimiz biter
değil mi? Çünkü bu köleliğin dışında da bir hayatın varlığından haberimiz
yoktur bizim. Böyle bir hayatın varlığına bir inanabilsek o zaman tıpkı Hz.
Mûsâ gibi bizi bunlarla tehdit eden ve kendilerini Kahhâr bilmeye zorlayan tüm
Firavunların tehditlerinin gözümüzde beş paralık bir değeri kalmayacak.
İşte biz kendi kendimizi bazı şeylerin
kölesi yapıyoruz sonra da insanların bizim üzerimizde Rableşmelerine, Kahhâr
konuma gelmelerine zemin hazırlıyoruz.
Firavunun
bu alçakça planını açıklamasından sonra Hz. Mûsâ kavmine diyor ki:
128. “Mûsâ milletine: "Allah'tan yardım dileyin ve sabredin; yeryüzü şüphesiz Allah'ındır, kullardan dilediğini ona mirasçı kılar; sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır" dedi.”
Evet Firavunun bu tehditleri karşısında korkuya kapılan kavmine Allah’ın elçisi
korkmayın diyerek yeryüzünde Allah’ın koyduğu değişmez yasayı anlatıyordu.
Toplumuna Allah’ın yasasıyla müjde veriyordu. Bu öyle bir yasa ki Hz. Adem’den
bu yana hiç değişmemişti. Korkmayın Allah dilemedikçe yeryüzünde kimse kimseye
bir şey yapamaz Allah’ın yeryüzünde değişmez yasası işte budur diyordu. Bu
tanrı taslaklarından korkmayın ve sabırla Allah’tan yardım dileyin.
Eğer sabreder bütün güç ve kuvvetin
Allah’ta olduğunu bilir ve onun yardımı konusunda ümitsizliğe düşmezseniz,
Allah’ın istediği kulluktan vazgeçmez, yılgınlık göstermez, direnir dayanır ve
Allah’tan yardım isterseniz bilesiniz ki yeryüzünün sahibi O’dur kullarından dilediğini
ona vâris kılar. Allah’tan yardım dilemek O’nu Rab bilmeye, O’nu Melik, Kahhâr
ve Hâkim bilmeye ve tanımaya bağlıdır.
Öyle bir Allah’a iman edeceğiz ki O
yalnız kendisinden yardım istenecek, kendisine güvenilecek, yalnız kendisine
sığınılacak her şeye güç yetiren bir Allah olacak. Bir de sabredeceğiz. Her
şeye rağ-men Allah’a kulluğa sabır. Her şeye rağmen Allah’ın istediklerini yap-maya
devama sabır. Düşmanlarımız güçlü olsalar da, Allah’ın bize karşı yardımı
gecikse de, dostlarımız az olsa da, en kötü şartlar altında bulunsak da
yılmadan, yıkılmadan yine kulluğumuza devam edeceğiz. Böylece biz, bize düşeni
yerine getirirsek yeryüzünde değişmeyen yasası gereği Rabbimiz yeryüzün
mirasını bize devredecek, yeryüzünün egemenliğini bize verecektir.
Evet
Allah’ın elçisi böyle bir zâlim, böyle bir despot karşısında çocukları
öldürülmüş, kadınları hayasızlaştırılmış ve işkencenin en kötüsüne lâyık
görülmüş, güçsüz, silahsız müslümanların yapabilecekleri tek şey sabredip,
yılgınlık göstermeyip Rablerinin rahmet kapısına baş vurmalarıydı. Allah
kapısını dövmeleriydi. İşte Allah’ın el-çisi onlardan bunu istiyordu. Allah’la
bağınızı koparmadan Allah’tan yardım isteyin. Allah’ın istediği gibi bir hayat
yaşayarak Allah’la irtibatınızı koparmayarak Allah’tan yardım isteyin.
Hayatınızla Allah’ın yardımına lâyık olarak dilinizle de bunu gündeme getirerek
Allah’tan yardım isteyin. Sabredin, direncinizi, metanetinizi kaybetmeyin. Eğer
her şeye rağmen sabreder ve direncinizi kaybetmezseniz kendinizi Allah’ın
emirleri üzerinde tutabilirseniz bilesiniz ki Allah düşmanlarının size
yapabilecekleri hiç bir şey yoktur.
İşte o
zaman yasaları gereği Allah size yardım edecek düşmanlarınızdan intikamınızı
alıverecek ve sizi yeryüzüne varisler kılacaktır. Sizleri yeryüzüne egemen
kılacaktır. Çünkü arz Allah’ındır. Sadece Mısır değil tüm arzın sahibi
Allah’tır. Ve o arza kim lâyıksa onları vâris kılar Allah.
Öyle değil mi şu arz mülkünden, şu
coğrafyalardan kimler gelip geçmedi de? Ne uluslar, ne milletler, ne devletler
gelip geçmemiştir de? Bu topraklar bizimdir diyen, bu topraklarda bizim borumuz
öter diyen nice toplumları o topraklarda diz üstü çöktürmedi mi Allah? Hayır!
Hayır o topraklar Allah’ındır. Bu coğrafyalar sadece Allah’ındır ve
dilediklerini, lâyık olanları oralara yerleştirir.
Ve âkıbet eninde sonunda
müttakılerindir. Güzel son, hayırlı sonuç müslümanlarındır. Çünkü yeryüzünde
müslümanların olmadığı hiç bir dönem olmamıştır. Yeryüzünde kâfirlerin olmadığı
dönemler çok olmuştur, Hz. Adem (a.s) dönemi veya Nûh tûfanında yeryüzünde bir
tek kâfirin kalmadığı dönemler olmuştur ama müslümanın olmadığı bir tek dönem
gösterilemez. Öyleyse hem bu dünyada, hem de âhirette güzel sonuç, hayırlı
âkıbet sadece mü’minlere aittir. Hz. Mûsâ böyle diyerek toplumunu sabra ve
kulluğa devama teşvik edince onlar dediler ki bakın:
129. “Milleti:
"Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyet çektik"
dediler. Mûsâ'da: "Rabbinizin düşmanlarınızı yok etmesi ve yeryüzünde sizi
onların yerine geçirmesi umulur. O zaman nasıl davranacağınıza bakar" dedi.”
Evet diyor ki İsrâiloğulları ey Mûsâ sen bize gelmeden önce de sen
geldikten sonra da bizler hep eziyet çektik. Eziyet bizim kaderimiz oldu
diyorlar. Ey Mûsâ şu görmüş olduğun alçaltılma ve zelil kılınmanın bir
benzerini biz senden önce de yaşamıştık. Bu sözü bir kaç mânâda anlamaya
çalışıyoruz:
1: Ya
Mûsâ hani sen geldikten sonra da bize Allah’ın yardımı gelmedi? Bize bir şeyler
söyle, Allah’ın yardımı ne zaman? diyerek Hz. Mûsâ’dan kendilerinin kurtuluşu
konusunda dua talep ediyorlardı. Hani Mekke’de işkenceler altında inleyen
müslümanların Allah’ın Resûlüne: “Meta
nasrullah?” Ey Allah’ın Resûlü Allah’ın yardımı
ne zaman? Şu bizim çilelerimizin bitiş zamanı ne zaman? deyişleri gibi onlar da
elçilerinden dua talep ediyorlardı diyoruz.
2: Mûsâ
(a.s)’ın kavmi önceki âyetlerden teselli bulmamışlardı da yaşadıkları korkunç
hayatın tesiriyle biz senden şimdiye kadar hep zarardan başka bir şey görmedik
ey Mûsâ diye peygamberlerine şikâyette bulunuyorlardı.
3: Veya
bu çektikleri çilelerinin, bu maruz kaldıkları eziyetlerin Hz. Mûsâ ile, onun
gelişiyle bir ilgisinin bulunmadığını ifade ederek ey Mûsâ bunun seninle bir
ilgisi yoktur. Bu bizim kendi çilemiz ve ka-derimiz demeye çalışıyorlardı.
Onların
bu bedbinliklerini ve yıkılışlarını gören Allah’ın elçisi de şöyle diyordu:
Hayır!
Hayır öyle değil, umulur ki Rabbiniz sizin düşmanlarınızı helâk eder de
yeryüzünde kulluğun icrası konusunda sizi halefler yapar. Tüm düşmanlarınızı
yok eder de yeryüzünün halîfeleri yapar sizi de orada ne yapacağınızı, nasıl
ameller işleyeceğinizi dener. İşte umulan budur Allah’tan. Çünkü Allah yasaları
böyledir. Bugüne kadar yeryüzünde Allah’ın yasaları hep böyle gerçekleşmiştir.
Mutlaka inananlara Allah’ın yardımı ve zafer gelecektir ama ne zamandır bilin-mez.
Öyleyse hiç bir zaman ümitlerinizi yitirmemeniz lâzım diyerek Hz. Mûsâ onlara
Allah’ın değişmeyen yasalarını hatırlatır.
Ama
şurası da unutulmamalıdır ki Allah müslüman bir topluma zafer nasip edip
düşmanlarını helâk edip de onların yerine müminleri egemen kıldı mı işte ondan
sonra esas imtihan ve sorumluluk başlamaktadır. Artık mü’minlerin ne
yapacaklarına, nasıl ameller işleyeceklerine ve halîfeliklerini nasıl icra
edeceklerine bakacaktır Allah. Bu yeryüzünde hep böyle olagelmiştir.
İşte
bakın bundan sonra Mısırda artık işler mü’minlerin lehine işlemeye
başlamaktadır. Müslümanlara zulmeden Firavun oğullarına onlar akıllarını
başlarına alsınlar diye arka arkaya iptilalar yığmaya başlamaktadır.
130. “Andolsun ki, Biz de
Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına
uğrattık.”
Evet
Rabbimiz Firavun oğullarını, Firavun toplumunu, Firavun ve Melesini bir kısım
senelerle yakalayıverdik. Arapça’da senelerle yakaladık ifadesi kıtlık yokluk
ve açlığa delâlet etmektedir. Onlara şiddetli kıtlık ve kuraklık yılları
Mûsâllat ettik. Nitekim Allah’ın Resûlü müşriklere beddua ederken bir defasında:
“Allah’ım
bunların üzerine Yusuf’un kıtlık seneleri gibi kıtlık seneleri veriver!”
Buyurmuştur. (Buhârî, ezan 128)
Hadlerini
bilsinler diye, kul olduklarını, âciz olduklarını, Allah’a muhtaç olduklarını
anlasınlar da Rablerine karşı küfür ve isyandan, Allah kullarına karşı zulüm ve
eziyetlerinden vazgeçerek Allah’ın istediği kulluğa yönelsinler diye Allah
onlara kıtlıklar ve sıkıntılı yıllar gönderdi. Yıllar süren meyve ve sebze
noksanlığı gönderiverdi Rabbimiz onlara. Yıl yıldan kötü geldi. Seneler böyle
geçti. Peki niye böyle yapmıştı Allah? Çünkü tüm nimetler Allah’tandı. Nimeti
veren benim buyurmuştu Allah. Nimeti veren, verdiği nimeti geri alınca bu
nimeti vereni bilmeleri anlamaları gerekecekti. Rablerinin gücünü kudretini
anlayıp gittikleri yanlışlıklardan dönmeleri gerekecekti. Yaptıklarından ötürü
tevbe etmeleri gerekecekti. Bütün bu olayların tesadüfi değil, tabiat güçleri
tarafından değil Rablerinin takdiriyle olduğunu anlayarak O’na O’nun istediği
biçimde kul olmaları gerekecekti. Rablerine ve Rablerinin elçisine, Rablerinin
yasalarına karşı savaştan vazgeçmeleri gerekecekti.
Geçmiş
toplumlara uygulanan yasaların aynısını uyguluyordu Rabbimiz Firavun toplumuna.
Allah’ın yeryüzünde değişmeyen bir imtihan yasası vardı. Toplumlar için uyguladığı
bir sünneti vardı. Firavun ve toplumuna uygulanan bu yasa sadece onlara ait bir
yasa değildi. Önceki tüm toplumlara da uygulanmış ve tecrübe edilmiş bir
yasaydı bu. Bakın En’âm sûresinde de bu konu şöyle anlatılıyordu:
"Şüphesiz ki senden önce ümmetlere peygamberler
göndermiştik; Onları yalvarsınlar diye darlık ve sıkıntılara sokmuştuk. Hiç
değilse onlara şiddetimiz geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler?
Lâkin kalpleri katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara güzel gösterdi."
(En’âm 42,43)
Evet
önceki toplumlara da peygamberler gönderdik. Onlar kendilerine gönderilen bu
peygamberlere değer vermediler, bu peygamberler ve onların kendilerine
getirdiği mesajlarla ilgilenmediler. Hayat programlarını Allah’tan ve Allah’ın
elçilerinden almaya yanaşmadılar. Allah’ı da Allah’ın elçilerini de hayatlarına
karıştırmamaya ça-lıştılar. Allah, hayata karışmaz dediler, Allah, âyet
göndermez dediler, Allah, elçi göndermez dediler. Onlar Allah’ı ve elçilerini
küfrettiler de onlara merhametimizden dolayı akılları başlarına gelsin de bize
dönmeyi anlasınlar diye biz onları fakirlik, kıtlık, açlık, geçim darlığı, hastalıklar,
çeşitli afetler ve zaruretlerle yakalayıverdik. Onları türlü türlü sıkıntılara
sokuverdik ki kabukları yırtılsın da tevhid açığa çıksın diye. Küfürden şirkten
vazgeçsinler de iman etsinler diye. Sığınacak kapıları kalmasın da bize
sığınsınlar diye. Yalvaracak, başvuracak, dövecek kapıları kalmasın da bize
yalvarıp yakarsınlar diye. Ama şeytan onlara amellerini süslü gösterdi de hayrı
şer, şerri hayır gösterdi de, iyiliği kötülük, kötülüğü iyilik gösterdi de
onlar adam olma, uyanma istidatlarını kaybettiler.
Evet
aslında biraz önce zikrettiğim o imtihanlar, o belâlar ve musîbetler onlarda
sığınma, kulluk ve kurtuluş hissini, Allah’a yalvarıp yakarma hissini
uyandıracak ilahi uyarılardı.
Ama
bilelim ki bunların ilahi uyarıcılığı devamlı değildir. Onun içindir ki böyle
bir durumla karşı karşıya gelen kişi hemen onu bir nimet bilmeli ve süratli bir
şekilde uyanıp tevbe ve yalvarışlarla Allah’a yönelmeli ve durumunu
düzeltmesini bilmelidir. Zira bu durum kısa bir süre sonra kaldırılıverir. Ya
da esasen kısa bir süre sonra bu uyarının tesiri gittikçe azalır ve nihâyet o
sınırlı müddet bitiverir. Yâni o sıkıntının uyarıcı özelliği kayboluverir. Bir
alışkanlık ve tabii bir hal oluverir. Yâni kısa bir dönem sonra bu belâların bu
sıkıntıların terbiye edici hiç bir tesiri kalmaz.
Evet
Allah her şeyi kendilerinden bilen mağrur bir topluma ekonomik darbeler
indiriyordu. Belki azgınları yola getirecek en etkili yol buydu. Onların
açlıkla burunlarını yere sürtüyordu. Ama bunu da yaparken Rabbimiz merhametinin
gereği olarak yapıyordu. Rabbimiz kulları için o kadar merhametli ki bakın
yaptıklarından ötürü hemen onları helâk edivermiyor. Çeşitli sözlü ve fiili
uyarılar göndermek sûretiyle onları uyarıyor. Çünkü kullarına karşı sonsuz
merhamet sahibi olan Rabbimiz Firavunların da Firavunun arkasından gidenlerin
de cennetini istiyor. Onların da hidâyete ermelerini, onların da cennete
gitmelerini istiyor. Onlar için de cennet kapılarının açılmasını istiyor
Rabbimiz. Onun içindir ki onları hemen cezalandırmıyor da harikulade şeyler
göndererek onların akıllarını başlarına almalarını istiyor. Ama alçaklar bunu
anlayamadılar. Allah’ın bu yarılarını değerlendiremediler de:
131. “Onlara bir iyilik geldiği
zaman; "Bu bizden ötürüdür" derler, bir fenalığa uğrarlarsa da, Mûsâ
ve onunla beraber olanların uğursuzluğuna verirlerdi. Bilin ki, kendilerinin
uğradığı uğursuzluk Allah katındandır, fakat çoğu bunu bilmezler.”
Başlarına
bir iyilik geldiği zaman bu bizdendir diyorlardı. Bu bizim hakkımızdır, bu
bizim hak ettiğimiz şeydir, biz buna lâyığız diyerek kendilerinin onu hak
ettiklerini söylüyorlardı. Yâni işleri iyi gittiği zaman, karınları doyduğu,
ekonomik yönden rahatladıkları zaman bunu kendilerinden, kendi tedbirlerinden,
kendi bilgilerinden, kendi plan ve projelerinden biliyorlar.
İşte biz böyle yaparız. İşte toplumun
ikt
Halbuki bu adamların ne gökten yağmur
indirmeye, ne de yerden bir tek nebat bitirmeye güçleri yeter. Ne az yağdığı zaman
bu-na çare bulmaya ne de çok yağdığı zaman buna engel olmaya güçleri
yetmemektedir. Ama buna rağmen bu âcizliklerine rağmen yine de tüm iyiliklerin
kendilerinden olduğunu kendilerinin becerdiklerini söylüyorlar.
Ama bir
uğursuzluk, bir darlık, bir açlık ve sıkıntı gördükleri zaman, memleket
gelişmediği zaman, ekonomi bozulduğu zaman da bunu Hz. Mûsâ’dan ve onun yolunun
yolcusu müslümanlardan biliyorlardı. Müslümanlardan uçuklanıyorlardı. Allah’ın
peygamberi Hz. Mûsâ ve beraberindeki müslümanlara uğursuzluk yorumluyorlardı.
Hep bunlar yüzünden uğursuzluklara uğruyoruz. Bunların uğursuzlukları bize de
bulaştı diyorlardı. Bunlar yüzünden bizler de mahvolduk di-yorlardı. Hep Mûsâ
ve beraberindekiler yüzünden kötülükler başımıza geliyor derler. Eğer bu
müslümanlar olmasaydı, eğer bu Allah elçileri ve onların yollarının yolcuları
olmasaydı, eğer onlar bizi engellemeseydi, eğer onlar bizim eteklerimizden
tutup engellemeselerdi, eğer onlar bizim yolumuza barikatlar koymasalardı
bizler bugün dünyanın en Medenî ve en zengin ülkesi olacaktık derler.
İyilikleri kendilerine, kötülükleri de müslümanlara yormaktadırlar.
Evet
bugün de durum aynen böyledir. Bir bozuk dönem geldi mi suç hep
müslümanlarındır. Suçlu hep müslümanlardır. Hep onar bozdular, hep onlar geri
bıraktılar bizi diyorlar. Kur’an için, sünnet için, namaz için, abdest için,
ilim için, zikir için, tesbih için zaman ayırdılar da geri bıraktılar bizi.
Hattâ şu anda müslümanlar bile bunu söy-lüyorlar. Bu adamlar Kur’an, sünnet
diye diye bizim kafalarımızı bozdular, bizim düşünce yapılarımızı bozdular da
onun için zengin olamadık diyorlar.
Evet
demiyorlar mı bugün bunları müslümanlara? Yıllardır demediler mi bunları
müslümanlara? Geri kalmışlıklarının sebebini İslâm’da ve müslümanlarda
görmediler mi? Bu yüzden de her fırsatta kendilerini geri bıraktıklarına
inandıkları İslâm’ın kutsal değerlerini ayak altına almadılar mı? İslâm’ın tüm
değerlerini yok etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmadılar mı? Kâfirlerle
kucaklaşamadıklarının suçunu faturasını hep müslümanlara kesmediler mi? Halkı
müs-lüman olan ülkelerin az gelişmişliğini o halkların bir kitaba imanlarına
bağlamadılar mı? Geri kalmışlığın sebebi olarak mahkum ettikleri Kuranın
defterini dürebilmek için harf değişikliğinden tutun da ellerinden gelen her
şeyi yapmadılar mı?
Halbuki
hemen hemen müslümanlar da Tanzimat Fermanından beri kitaplarıyla ilgilerini
kesmişlerdir. Yıllardır müslümanlar kitaplarından habersiz kendi hevâ ve
heveslerine bağlı bir hayat yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Yâni takriben yüz
yıldır hayatta ne Kur’an ve ne dinin kuralları geçerli olmadığı halde, dini
hayatlarından kovdukları halde hani niye kalkınamadılar? Kur’an’ı hayattan
kovup, dinin defterini dürüp, dinin etkinliğini bitirip, Allah yasalarını ilga
edip yüz yıldır kendi yasalarını onun yerine hâkim kıldıkları halde hani nerede
bu kalkınma? Şu anda bu toplumda kendi yasaları hâkim değil mi? Hani niye
sürüngenler gibi sürünüyorlar? Hani engel gördükleri Kur’an’ın yasalarını
ortadan kaldırdıkları halde niye birilerinin kapısında dilenciler? Niye
özledikleri, tapındıkları, hayranı oldukları Avrupa’nın seviyesine
çıkamıyorlar? Kim engelliyor şu anda bu adamları?
Öyle değil mi? İslâm’ı, müslümanları
sorgulayıp hep suçu onlarda göreceklerine biraz da kendilerini, kendi
küfürlerini kendi şirklerini, kendi köleliklerini sorgulasalar olmaz mı? Bu
izzetsizliklerinin, bu şerefsizliklerinin, bu dilenciliklerinin, bu
köleliklerinin sebebini Allah’la irtibatlarını kesmelerinde, Allah’ın
yasalarını reddetmelerinde, Allah’a ve Allah’ın sistemine karşı savaş
açmalarında görseler ya. Kitaplarıyla ilgiyi kesmelerinde arasalar ya biraz da.
Yâsîn
sûresinde de Rabbimiz bu alçakların aynı şeyleri Allah’ın mürsellerine
söylediklerini şöyle anlatıyordu:
“Kasabalılar: "Doğrusu sizin yüzünüzden
uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz andolsun ki sizi taşlayacağız ve bizden
size can yakıcı bir azab dokunacaktır" demişlerdi.”
(Yâsîn 18)
Evet
Allah’ın elçilerine diyorlardı ki hep sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğruyoruz.
Ey Allah’ın elçileri eğer sizler bu işlerinizden, bu yaşantılarınızdan, bu
yollarınızdan, bu imanlarınızdan, bu dininizden vazgeçmezseniz o zaman sizi
recm ederek katledeceğiz ve iyi bilin ki bizden, size çok büyük kötülükler
azaplar dokunacaktır. Yâni dünkü kâfirlerin Allah elçilerine söylediklerini
bugünkü kâfirler de günümüz müslümanlarına söylüyorlar. Eğer bu imanlarınızdan,
bu kılık kıyafetlerinizden, bu Kur’an’dan, bu dinlerinizden vazgeçmezseniz sizi
şöyle şöyle yapacağız diyorlar. Demek ki kâfirler hiç değişmemiş ve kıyâmete
kadar imanla küfür arasındaki bu savaş sürüp gidecektir.
Allah
buyurur ki bakın:
Hayır
hayır, sizin tâiriniz Allah yanındadır. Sizin uğursuzluklarınız Allah
katındadır. Sizin başınıza gelen bu belâlar, bu kıtlıklar, bu sıkıntılar
Allah’tandır. Tüm bunlar Allah yasalarıdır. Allah yasalarının gereğidir. Yâni
onları bu belâlara, bu iptilâlara maruz bırakan Allah’-tır. Ama insanların pek
çoğu bunu bilmezler bunu anlayamazlar diyor Rabbimiz. Halbuki insanlar tüm
hayatlarını, hayatlarında gerçekleşmiş tüm olayları, tüm başlarına gelenleri
Allah’ın kitabına göre, Allah’ın yasalarına göre değerlendirmek zorundadırlar.
Ama insanların çoğu bunu bilmezler. Allah’ın kitabından habersiz olan, Allah
yasalarını bilmeyen bir toplum bu olayları nasıl değerlendirecektir? Allah yasalarını
bilmeyen insanların bu olayları sıhhatli bir şekilde değerlendirip ibret alma
imkânları da elbette olmayacaktır. Çünkü ellerinde bir kıstas yoktur.
Başlarına
bir şeyler gelir, bir kıtlık gelir, bir deprem gelir, bir sel felâketi gelir.
Ama bunun Allah yasası olduğunu bilemeyen insanlar bütün bunları tabiata
yükleyiverir. Efendim işte alçak basınçla yüksek basınç bilmem ne olmuş da işte
bu olaylar oluvermiş deyiverirler. Hep yanlış değerlendirirler, yanlış
yorumlarlar.
Halbuki
Allah diyor ki tâirinizin, uğursuzluklarınızın, başınıza gelenlerin sebebi
sizlersiniz. Yâni bütün bu başınıza gelenleri sizler hak ettiniz. Yâni
uğursuzluk içine düşmeyi, zillete mahkum olmayı, elin âlemin kapısında dilenci
konumuna düşmeyi siz kendiniz istediniz. Allah yasalarını bırakıp, kulların
yasalarını tercih ettiğiniz için, Al-lah’ın kitabını terk edip, kendi hevâ ve
hevesleriniz istikâmetinde bur-nunuz doğrusuna gitmeniz sebebiyledir. Allah
yasalarına kulak vermeden, devletin ve milletin mallarını haklı, haksız har
vurup harman savurmanızdan dolayıdır. Haram yollarla kendi heveslerinizi tatmin
etmek için bu milletin ekonomisini bozmanızdan dolayıdır.
Evet eğer şu anda ekonominiz bozuksa
bunun sebebi ne İslâm’dır ne de müslümanlardır, sizin kendi İsraflarınızdandır.
Sizin kendi bozukluklarınızdan ötürü Allah’ın size gönderdiği şeylerdir bunlar.
Çünkü güç ve kudret sahibi sadece Allah’tır.
Evet
Allah dönsünler diye, tevbe etsinler diye, kendilerine gel-sinler de Allah’a
yalvarsınlar diye onlara belâlar, sıkıntılar gönderdi. Hiç değilse böyle bir
durumdalarken bari yalvarıp yakarmalı değiller miydi? Ama gelin görün ki
bunların taşlaşmış kalplerini bu belâlar ve musîbetler bile Allah döndüremedi.
Kalpleri taş gibi kaskatı kesildi de amellerini şeytan kendilerine süslü
gösterdi. Yada şeytan onlara bu gelenleri farklı biçimde yorumlattı.
Meselâ Âd kavmi, Hûd kavmi, Lûd kavmi,
Eykeliler Allah’ın kendilerine ibret alsınlar diye gönderdiği bu belâları
tabiat kanunları olarak yorumladılar. Veya işte bunlar olağan şeylerdir. Daha
önceki toplumlara da böyle şeyler gönderilmiştir dediler.
Tıpkı şu anda bizim toplumun bu
depremleri, bu felâketleri farklı yönde yorumlayıp onlardan ibret almaya yanaşmadıkları
gibi. Şeytan ibret almalarını engelledi, amellerini, yaptıklarını onlara süslü
gösterdi. Hayatlarından, durumlarından, amellerinden razı oldular. Ne var bizim
hayatımızda? İşte kulluk budur! dediler. İşte İslâm budur! dediler. İşte şu
anda bizler Allah’ın bizden istediği hayatın içindeyiz dediler. Bizler Allah’ın
razı olduğu hayatı yaşıyoruz! dediler.
Evet
olayları saptıranlar, âyetlere ters düşenler diyorlar ki ne yaparsan yap, ne
dersen de, ne getirirsen getir biz asla inanmayacağız.
132. “Firavun ailesi:
"Bizi sihirlemek için ne mûcize gösterirsen göster, sana inanmayacağız"
dediler.”
Evet
Allah’ın peygamberi anlatmış, çırpınmış, didinmiş ama bakın sonunda adamların
dedikleri şu: Ey Mûsâ! Bize bir âyet mi getireceksin? Bir mûcize mi
getireceksin? Ne getirirsen getir, ne yaparsan yap bil ki biz sana
inanmayacağız. Sen boşuna uğraşıp kendini yorma. Rasulullah efendimize de aynı
şeyleri de söylemişlerdi. Ey Muhammed! Yakamızı bırak bizim, biz kesinlikle
sana ve senin getirdiklerine inanmayacağız. Kendilerini cennete götürmek için
çırpınan Allah elçisi Hz. Nûh’a karşı da toplumu aynı şeyleri söylüyorlardı.
Ey Nûh vazgeç bizi uyarmaktan. Eğer
senin bütün derdin yarın Allah huzurunda tebliğ sorumluluğundan kurtulmaksa,
hesaba çekilme endişesinden ötürü bizi uyarıyorsan vallahi biz yarın Allah
huzurunda seni temize çıkarırız. Vallahi de billahi de yarın Allah huzurunda bu
peygamber bize vazifesini yaptı, bize hakkı anlattı diyecek ve seni temize
çıkaracağız. Derdin buysa bırak bizi sana inanmayacağız, senin anlattıklarına
bizim ihtiyacımız yoktur, bizi rahatsız etme diyorlardı.
Evet
Firavun toplumu da diyorlardı ki ey Mûsâ bizi sihirlemek için ne tür bir âyet
getirirsen getir, ne tür mûcize gösterirsen göster biz asla sana inanmayacağız.
Demek ki kâfirlerin iman etmeleri için illâ da olağan üstü şeyler getirmek
yetmemektedir. Zira iman bir kalp işidir. Bir hidâyet işidir. Onun içindir ki
Allah elçilerinin bizim yapmamız gereken şey sadece insanlara Allah’ın
âyetlerini götürmek, insanları Allah’ın yasalarıyla uyarmaktır. Değilse
istediğiniz kadar ikna edici olağan üstü şeyler gösterseniz de onlar yine inanmayacaklardır.
İşte bakın inanmıyor adamlar. Peygamberin ortaya koyduğu mûcizeler karşısında
bile iman etmiyorlar da bunların tümünü sihir olarak değerlendiriyorlar.
Yâni bu insanlar akıllara durgunluk
verecek Allah elçilerinin mûcizeleri karşısında bile iman etmiyorlarsa bizim
ortaya koyduklarımız karşısında asla iman etmeyeceklerdir. Karpuz çekirdeğine
Allah yazdırsanız da, bal peteklerine Allah nakşettirseniz de, ağaçlarda en
büyük âyetler gösterseniz de bu kâfirlerin imanlarına yetmeyecektir.
Öyleyse bizim vazifemiz insanlara
harikalar bulmak, göstermek değil Allah’ın âyetlerini onlara götürmektir. Eğer
Rabbimizin bu yüce âyetleri bu adamları uyandırmıyor, akıllarını başlarına
getirmiyorsa bizim getireceklerimizin ne kıymeti olabilir de? Rabbimiz sûre-nin
ileride gelecek başka bir âyetinde buyurur ki:
“Bundan sonra hangi söze inanacaklar?”
(A’râf 185)
Evet
eğer bu adamlar kendilerine sunulan Allah’ın âyetlerine inanmıyorlarsa, Kur’an
onlara bir şey söylemiyorsa, Kur’an onları bir noktaya götürmüyorsa, Kur’an
onların akıllarını başlarına getirip hayatlarını değiştirmiyorsa hangi fikir,
hangi metot, hangi felsefe, hangi plan-program, hangi delil onları imânâ
getirebilecek? Bakın bundan sonra bu toplumu yola getirmek için Rabbimizin peş
peşe onlara gönderdiği uyarıları şöyle anlatmaya başlıyor.
133. “Bunun üzerine su
baskınını, çekirgeyi, haşaratı, kurbağaları ve kanı birbirinden ayrı mûcizeler
olarak onlara mûsâllat kıldık; yine de büyüklük taslayıp suçlu bir millet
oldular.”
Onların üzerlerine tûfan gönderdik. Onları su tûfanına, su baskınlarına
uğrattık. Anlayabildiğimiz kadarıyla bu tûfan Rabbimizin emriyle Nil nehri
taşmış, patlayıp çevreye yayılıvermiş veya Allah’ın emriyle sekiz gün ve gece
şiddetli bir yağmur yağmış Mısır ve havalisini sular kaplayıvermiş. Firavun
oğullarının evleri tümüyle sularla dolmuş, boğulma tehlikesiyle karşı karşıya
kalmışlar. Allah’tan gelme Allah’la bağlantılı büyük bir muhtırayla karşı
karşıya gelmişlerdi. Sonra arka arkaya çekirge geldi, bit haşarat geldi,
kurbağalar yağdı, kan geldi. Arka arkaya birbirinden etkili, birbirinden ayrı
mûcizeleri onlara mûsâllat kıldı Rabbimiz.
İnkar
edemeyecekleri, reddedemeyecekleri Allah’ın birbirinden etkili, birbirinden
büyük mufassal âyetleri olarak, ayrı ayrı mûcizeleri olarak veya birbirlerinden
aralıklı olarak Allah’ın âyetleri gelince. Bunların tabiat olayları değil, rast
gele âyetler değil doğrudan doğruya Allah’la bağlantılı âyetler olduğunu
anlasınlar diye Rabbimiz onlara bu âyetlerini gönderdiği zaman bunlar ne
yaptılar? İstikbar ettiler, gururlanıp kibirlendiler, çünkü bunlar mücrimlerdi
diyor Rabbimiz. Bunlar suçlulardı, suç işliyorlardı. Allah’ın âyetlerini
çarpıtarak, Allah’ın kendilerine gönderdiği âyetlerini yanlış yorumlayarak,
Allah’ın âyetlerine hakkını vermeyerek suç işliyorlardı. Anladıkları halde, bildikleri
halde Allah’ın âyetlerini reddederek veya onlara tabiat olayları damgasını
vurarak suç işleyen bir toplumdu onlar.
Bakın
Rabbimizin onların akıllarını erdirmek, haksız zulüm ve işkencelerini bitirip
kulluğa yönlendirmek için onlara gönderdiği bu açık ve net âyetler, mûcizeler
karşısında onların tavrının şöyle olduğunu anlatılacak:
134. “Azap başlarına çökünce,
"Ey Mûsâ! Rabbine, sana verdiği ahde göre, bizim için yalvar. Bizden azabı
kaldırırsan sana, andolsun ki, inanacağız ve İsrâil oğullarını seninle beraber
göndereceğiz" dediler.”
Allah’ın âyetlerine kulak vermemeleri, Allah’ın âyetlerini normal, önceki
atalarına gelmiş, normal musîbetler olarak veya normal tabiat olayları olarak
değerlendirip geçerek yedikleri bu naneler yüzünden onların üzerlerine azap,
murdarlık, pislik vâki olunca da, yâni Allah’ın gönderdiği bu olaylar onları
ezip de perişan bir duruma düşürünce de çaresizlik içinde gelip Allah’ın elçisi
Mûsâ’ya bakın ne di-yorlar?
Ey Mûsâ!
Rabbinin senin yanındaki ahdi hatırına, Rabbinin seninle sözleşmesi hakkı için,
senin Allah katındaki değerin hatırına veya seninle Allah arasındaki risâlet
bağı adına bizim için Rabbine dua et. Bizim için Rabbine bir ilticada
bulunuver.
Eğer şu azabı, şu pisliği, şu murdarlığı bizden
kaldırırsan sana iman edeceğiz, diğer müslümanlarla birlikte sana teslim olanlardan
olacağız ve de bu İsrâil oğullarını seninle birlikte serbest bırakacağız,
onları dilediğin coğrafyaya götürebilirsin diyorlar. Utanmazlıklarına,
ukalalıklarına ve köpekliklerine bakın adamların. Hani şairin birisi öyle
diyordu:
“Utanmazlıkta tekleriz,
Kimi görsek etekleriz.
Allah’tan da yardım bekleriz,
Biz ne bulunmaz köpekleriz.”
Öyle değil mi ama? Köpek karşısındakine diş geçirebileceğine inanıyorsa hırlar, ama karşısındaki kendisine diş geçirecek birisiyse de hemen kuyruk sallar. Bakın bu adamlar da aynısını yapıyorlar. Şu ifadelere bir bakın.
Bir kere
diyorlar ki ey Mûsâ Rabbinin senin yanındaki ahdi hatırına, ya da seninle
Rabbinin arasındaki sözleşme ve risâlet bağı hatırına bizim için O’na bir dua
ediver de bu belâyı üzerimizden kaldırsın. Demek ki bu ifadelerden anlıyoruz ki
bu adamlar Hz. Mûsâ’nın Allah’la bağlantılı olduğunu, onun Allah’ın elçisi
olduğunu biliyorlar. Onlar aslında bu ifadeleriyle Hz. Mûsâ (a.s)’ın elçiliğini
itiraf ediyorlardı. Ama tabii bu itirafı iman adına değil menfaatleri adına,
üzerlerindeki bu ricsin, bu murdarlığın kaldırılması adına yapıyorlardı. Başları
daraldığı için söylüyorlardı bunu ve işleri bittiği zaman da yine eski
cürümlerine döneceklerdi.
Bir de
yine diyorlar ki bakın ey Mûsâ şu belâyı bizim üzerimizden kaldırırsan sana
iman edeceğiz ve de ısrarla isteyip durduğun bu İsrâil oğullarını sana
vereceğiz. Yâni dilediğin yere götürebilirsin onları. İfadedeki çarpıklığı
anlıyor musunuz? Hem sana inanacağız diyorlar hem de al bu İsrâil oğullarını
dilediğin yere git diyorlar. E inandığınız bir peygamberi nereye
gönderiyorsunuz da? Hani inandınız ya artık, peygamberin başka yerlere
gitmesine ne gerek var? Yo aslında adamlar Hz. Mûsâ’yı aralarında görmek
istemiyorlar. Alsın bu İsrâil oğullarını da dilediği yere gitsin ve bizden uzak
olsun istiyorlar. Nere giderse gitsin yeter ki biz ondan kurtulalım diyorlardı.
Evet Allah’ın elçisine söz verdiler, kesin vaadlerde bulundular, ama Allah
bunların ne yapacaklarını biliyordu. Rabbimiz onların içlerini dışlarını,
niyetlerini bildiği halde yine de kendilerine mühlet tanıma adına onların
başlarındakini kaldırıyordu.
135. “Azabı nasıl olsa sonuna
gelecekleri bir müddet için üzerlerinden kaldırınca, hemen sözlerinden
cayıyorlardı.”
Evet belli bir süre Allah azabı kaldırıverdi onların üzerlerinden de hemen
sözlerini değiştirip ahitlerini bozuverdiler. bu bölümü Kur’an’ın değişik
yerlerinde anlatıldığı şekliyle bir özetleyelim.
Rabbimiz
onlara belâ olarak tûfan gönderir. Her tarafları sular altında kalır. Tüm Mısır
toprakları tüm arazileri sular altında kalır. Su baskınına uğrarlar. Bunun
sonunda geliyorlar Allah’ın elçisinin yanına ve diyorlar ki Ey Allah’ın Resûlü
biz ettik sen etme! Bizim gibi asilerin isyanlarına aldırış etme! Bizim için
Rabbine bir dua ediver de şu belâyı bizim başımızdan kaldırsın biz de sana ve senin
Rabbine iman edelim ve hidâyette olalım diyorlardı. Eğer bu belâyı bizim
üzerimizden defedersen sana ve Rabbine iman edeceğiz diyorlardı.
Rabbimizin
Zuhruf’ta ve Kur’an’ın değişik yerlerinde anlattığına göre Hz. Mûsâ Cenâb-ı
Hakka dua eder, Allah onların üzerinden bu belâyı kaldırır. Yani Nil nehri artık
yatağına döner ve su baskınını Allah bitiriverir ve artık suların çekildiği
arazilerinde çok güzel mahsuller bitiriverir Rabbimiz. Ama onlar Allah’ın
elçisine verdikleri bu sözlerini unutup yan çiziverirler. Böyle bir belânın
arkasından, içinde insanların bile kaybolacağı ekinler bitiverince, bunu
gözleriyle görüverince yine hemen şımarıveriyorlar. Hz. Mûsâ’ya verdikleri
sözlerini unuturlar, ne iman ederler ne de İsrâil oğullarını Hz. Mûsâ’ya teslim
ederler.
İnsanların genel karakteridir bu.
Başlarına bir belâ gelince, bir sıkıntı içine düşünce, aman derler ama bu
belâyı Allah savuşturunca da hemen yan çiziverirler. Bakıyoruz insanlar bugün
de böyle yapıyorlar. Başları dara gelince bugünkülerde hemen Allah’la arası iyi
olan hocalara, hacılara koşuyorlar. Yetişin! kurtarın! diyorlar. Ne olursunuz
gelin bizim için aranız iyi olan Rabbinize bir dua ediverin. Bizim için bir
hatim okuyuverin. Peki siz nerdesiniz? Siz kendiniz nerdesiniz? O Rab sizin
Rabbiniz değil mi? Bu din sizin de dininiz değil mi? Sizin dua edecek
ağızlarınız yok mu? Bu dinin öteki bölümleri sizi ilgilen-dirmiyor mu? Firavun
durumuna düşünce mi Allah’ı hatırlıyorsunuz? Mekkeli müşriklerin durumuna
düşünce mi Allah’ı hatırınıza getiriyorsunuz? Başınız daralınca mı Allah’ı
hatırlıyorsunuz?
Evet Hz. Mûsâ Allah’a dua etti ve Allah
onların başından bu belâyı kaldırdı ama bu adamlar Allah’a ve Mûsâ (a.s)'a
verdikleri sözü unutuverdiler. Yine eski küfürlerine eski şirklerine devam ettiler.
Mûsâ (a.s)’a verdikleri sözü unutup yine bildikleri hayatı yaşamaya devam
ettiler. Çünkü artık Allah’la bir işleri kalmamıştı. Allah’a da onun elçisine
de ihtiyaçları kalmamıştı. Su belâsı kalkmış ve üstelik arazileri de bol mahsul
vermişti. Tarlaları akıllara durgunluk verecek biçimde buğ-daylarla dolmuştu.
Ekonomileri düze çıkmıştı ve artık her şeyi kafalarına göre garantiye almışlardı.
Ama
sonra bakın ki Rabbimiz onların üzerlerine müthiş bir çekirgeler sürüsünü
gönderir. Öyle bir çekirge sürüsü gelir ki o biten ekinlerin tamamını silip
süpürürler. Güya tarlalarındaki buğdayları görünce işi garantiye aldıklarını
zannediyorlardı.
Ey Mûsâ eğer üzerimizden bu musîbet
kaldırılırsa söz veriyoruz sana iman edeceğiz derler. Hz. Mûsâ yine dua eder ve
Allah onu da kaldırır. Bu musîbetin kaldırılmasından sonra arta kalan buğdaylarını
devşirip ambarlarına koyduktan sonra, yâni buğdaylarını güya garantiye aldıktan
sonra yine artık Allah’a ihtiyaçlarının kalmadığı zannıyla yan çiziverirler.
Derler ki tamam buğdaylarımızı ambarlarımıza koyduk, bunlar bize yeter başka
şeye ihtiyacımız yoktur diyerek yine eski şirklerine, eski küfürlerine dönüverirler.
Eh zaten eskiden de bu tür şeyler olmuştur, olağan şeylerdir bunlar diyerek
yine yan çizerler.
Ama
tamam artık ürünlerimizi garantiye aldık diye sevinip dururlarken Rabbimiz
onlara bit gönderir. Ambarlarına bir hububat biti Mûsâllat eder ki oradakileri
yiyip bitirirler. Ambarları, evleri, barkları, elbiseleri, vücutları,
yemekleri, yatakları ve yorganları bitlerle do-luverir. Mahvolurlar, perişan
olurlar ve yine Allah’ın elçisine gelirler ve derler ki ey Mûsâ ne olur bu
kaldırılsın sana iman edeceğiz. Mûsâ (a.s) yine dua eder ve Allah onu da
kaldırır. Ama onlar yine iman etmezler.
Sonra
Allah onların üzerine kurbağa yağdırır. Evlerinin içi, yiyecekleri ve tüm
hayatları kurbağa ile dolup da perişan bir hale gelince yine gelip Hz. Mûsâ’dan
Rabbine dua etmesini isterler. Ey Mûsâ ne olur Rabbine bir dua ediver de şu
belâ başımızdan bir kaldırılsın o zaman söz veriyoruz kesinlikle sana iman
edeceğiz diyorlar. Hz. Mûsâ yine dua eder. Allah bu belâyı da kaldırır ama
onlar yine iman etmezler yine yola gelmezler.
Arkasından onlara kan gönderir
Rabbimiz. Her şeyleri kan olur. Ekmeğe el atarlar kan, suya el atarlar kan, tüm
yiyecek ve içecekleri tüm suları kan haline geliverir. Fakat işin garibi bütün
bu gelenler Mısırda yaşayan Firavun oğullarına geliyordu. Aynı şehirde yaşayan
İsrâil oğullarına hiç bir şey olmuyordu. İsrâil oğulları bunların hiç birisinden
etkilenmiyorlardı. Hattâ rivâyetlere göre Firavun oğullarından olan birileri suyu
ağzına götürüyor bakıyor kan. Sonra yanındaki İsrâil oğullu kölesine veriyor su
oluyordu. Kölesinin ağzından emmeye çalışıyordu ama onun ağzından dökülürken
yine kan haline geliyordu.
İşte Rabbimiz adam olsunlar diye peş
peşe biri öncekinden daha etkili mûcizeler gönderdi ama bu adamlar yine adam
olmayınca; bütün bu imtihanlar yine de onların akıllarını başlarına getirmeyince;
sonunda helâki hak etmiş oldular.
Genelde
insanlar böyledir. Darda kaldıkları zaman, zorda kal-dıkları zaman Allah’ı
hatırlıyorlar ama işleri düze çıktığı zaman da Al-lah’ı unutup bildikleri
hayatı yaşamaya yöneliveriyorlar. Ama unutmayalım ki Allah bize de bazen böyle
bir şeyler gönderir, gönderir ama yine de Allah’ın istediğine gelmemeye
diretirsek bilelim ki bizim defterimizi de dürüverir. Evet bütün bunlar
geldikçe yine Zuhruf’la söyleyelim:
"Ama. azabı ülkelerinden kaldırdığımızda hemen sözlerinden
döndüler."
(Zuhruf 50)
Her defasında söz verdiler ama sözlerinden döndüler. Onların bu sözlerinden
döneceklerini bile bile Rabbimiz rahmeti gereği yine de onların üzerlerinden
belâlarını kaldırıyordu.
Evet
Mekkeli müşrikler de böyle bir kıtlıkla karşı karşıya geldiklerinde geldiler
Rasûlullah’tan bu kıtlığın kaldırılması için dua istedikler. Bakın ve dediler ki:
“ İnsanlar: "Rabbimiz! Bu azabı bizden kaldır; doğrusu
artık biz inananlarız" derler.”
Tıpkı Firavunlar gibi, tıpkı selefleri gibi onlar da dediler ki ya Rabbi
eğer bunu bizden giderirsen o zaman biz mü'min olacağız. O zaman biz de sana
iman edeceğiz. Ya da biz mü'minleriz dediler. Evet darda kaldıkları zaman
derler bunu.
Allah’ın
bu kadar uyarısı karşısında hâlâ akıllarını başlarına almayınca, hâlâ imânâ
yanaşmayınca da Allah bir azapla yakalayıverdi onları ve işlerini bitiriverdi.
Unutmayalım ki bu yasa sadece Firavun ve toplumuna uygulanmış bir yasa
değildir. Kıyâmete aynı özelliği taşıyan insanlara da uygulanacak bir yasadır
bu. Firavun yolunu takip eden tüm tâğutlara uygulanacak bir yasadır bu. Bakın
Allah diyor ki:
136. “Bu sebeple onlardan öç
aldık, âyetlerimizi yalan sayıp umursamadıkları için onları denizde boğduk.”
Onlardan intikam aldık diyor Rabbimiz. Onları denizde boğup defterlerini
dürüverdik. Çünkü onlar âyetlerimizi işlemez hale getirmişlerdi. Âyetlerimizi
yalanlamışlar ve de bizim âyetlerimizden gafil olmuşlardı. Bu adamlar Allah’ın
âyetlerini yalanlıyorlardı.
Yâni bu adamlar dilleriyle, ağızlarıyla
Allah’ın âyetlerine inandıklarını söylüyorlardı ama hayatlarıyla, hayat
programlarıyla yalan-lıyorlardı. Âyetlere inandıklarını iddia eden bu insanlar
öyle bir hayat yaşıyorlardı ki yaşadıkları hayatlarında bu inandıkları
âyetlerin kokusunu bile görmek mümkün değildi. Adamlar tüm bu musîbetlerin bizzat
Allah tarafından geldiğini biliyorlar, bundan kurtuluşun da yine Allah’ın
elçisinin duasıyla olacağını biliyorlar, gelip ondan dua talep ediyorlar ama
sonra da dönüp öyle bir hayatın adamı oluyorlar ki bu hayatlarında imanın eseri
bile yok.
İşte Allah’ın âyetlerini yalanlamak bu
anlama gelmektedir. Elbette Allah’ın kendilerine gönderdiği bu kadar âyetine
karşı duyarsız olmuş, Allah’ın bunca uyarılarına karşı vurdumduymaz bir tavır
sergilemiş insanların âkıbeti bu olacaktı.
Bunlar
Allah’la alay ediyorlardı. Allah’ın âyetleriyle Allah’ın sis-temiyle, Allah’ın
yasalarıyla alay ediyorlardı. Allah’a karşı, onun âyetlerine karşı, onun
elçilerine karşı ve onun sistemine karşı savaş açmışlardı bu adamlar. Toplumun
idaresi konusunda, toplumun sosyal hayatını düzenleme konusunda, Allah’ın
âyetlerini yetersiz görerek kendi yasalarını Allah yasalarına tercih ediyorlardı.
Kendi yasalarını uygulayabilmek için Allah yasalarına geçit vermiyorlardı.
Allah âyetlerini örtüyorlar, Allah âyetlerini topluma duyurmamaya çalışıyorlardı.
Allah yasalarına yasaklar koyuyorlardı da Allah da onlardan intikamını
alıverdi. Bir denizde boğuverdi onları.
Peki Rabbimiz onları nerede ve nasıl
boğdu? Onu Rabbimiz kitabının başka yerlerinde anlatır. Kur’an’ın anlatım
metodudur bu. Vahiy bütünlüğü içinde, Kur’an bütünlüğü içinde anlamaya çalışacağız
onu. Arabanın belli bir parçasını alıp bu arabadır demeyeceğiz yâni. Evet Allah
onların tümünü suda boğdu da:
137. “Hor görülen Yahudileri,
bereketlendirdiğimiz yerin doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrâil
oğullarına verdiği güzel söz, sabırlarına karşılık yerine geldi. Firavun ve milletinin
yaptığını ve yükselttiğini yıktık.”
Kasas sûresinde de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Biz, memlekette güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak,
onları önderler kılmak, onları vâris yapmak, memlekete yerleştirmek; Firavun,
Hâmân ve her ikisinin askerlerine, çekinmekte oldukları şeyleri göstermek
istiyorduk.”
(Kasas 5,6)
Evet
mustaz’afları, zayıflatılanları, zayıf düşürülenleri, Fira-vunî sistemler
tarafından hakları hürriyetleri ellerinden alınan kavmi yâni İsrâil oğullarını etrafını
bereketlendirdiğimiz yeryüzünün doğusuna ve batısına yerleştirdik, vâris kıldık
diyor Rabbimiz. Müstekbirleri, zâlimleri, Allah’ın yasalarına karşı gelenleri,
Allah’ın yasalarına savaş ilân edenleri suda boğarak kökünü kestiğimiz gibi
mustaz’afları da yeryüzüne hâkim kıldık diyor.
Yani zâlimlere hayat hakkı
tanımadığımız gibi bizim yolumuzda giden, bize kulluk eden garibanları da
yeryüzünde en büyük nimetlerle nimetlendirdik diyor. Anlayabildiğimiz kadarıyla
ya o helâk edilen zâlimlerin topraklarına, onların yerlerine yurtlarına vâris kılıyordu
Rab-bimiz mü’minleri ya da yeryüzünün başka coğrafyalarında mü’min-lere
hâkimiyet veriyor onları egemen kılıyordu. Kudüs civarındaki Şam bölgesi ya da
daha geniş tutacak olursak Nil nehriyle Fırat arasındaki bugünkü Yahudilerin “Arz-ı
Mev’ud” dedikleri topraklara yerleştirdi Rabbimiz onları.
Bu Yahudiler bugün bu toprakların
kendilerine vaadedildiğini iddia ediyorlar. Aslında bu topraklar işte âyet-i
kerîmede görüyoruz ki Yahudilere değil müslümanlara vaadedilmiş topraklardır.
Rabbimizin etrafını mübârek kıldığı bu arzı orada Allah’a, Allah’ın istediği
biçimde kulluk eden mü’min kullarına vaadetmiştir. Rabbimiz arzını her zaman
sâlih kullarına vaadetmektedir. Hiç
şüphemiz olmasın ki bu topraklar yakında gerçek sahiplerini bulacak ve
müslümanların olacaktır.
İşte bu
da yeryüzünde Rabbimizin değişmeyen yasasıdır. Yeryüzünde zayıf da olsalar,
sayısal yönden az da olsalar, müstekbirler tarafından köle konumuna da
düşürülseler eğer mus’taz’aflar sabrederler, dirençlerini kaybetmezler ve
Allah’ın kendilerinden istediği gibi olmaya çalışırlarsa sonunda mutlaka
Allah’ın yardımı gelecek ve düş-manları helâke mahkum olurken kendileri de
yeryüzüne egemen olacaklardır. Bu Allah’ın değişmeyen bir yasasıdır ve bu
konuda zerre kadar şüpheniz olmasın. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
“Mûsâ da: "Rabbinizin düşmanlarınızı yok
etmesi ve yeryüzünde sizi onların yerine geçirmesi umulur. O zaman nasıl
davranacağınıza bakar" dedi.”
Evet
işte Rabbimizin vaadi böylece gerçekleşiyordu. Zira Rab-bimiz kullarına bir şey
vaadetmişse o mutlaka gerçekleşecektir. Allah’ın kelimelerinde, Allah’ın
yasalarında asla değişiklik olmaz. İşte böylece mus’taz’aflara, zâlimler
tarafından, müstekbirler tarafından ezilmiş, horlanmış, hayat hakları
ellerinden alınmış müslümanlara Rabbimizin bu vadi böylece gerçekleşiyordu.
Rabbimiz vaadetmişti kendilerine. Arz benimdir demişti, oraya dilediklerimi,
lâyık olanları vâris kılarım demişti ve işte böylece bunun gerçekleştiğini
görüyoruz.
Böylece Rabbimizin en güzel sözleri, en
güzel yasaları gerçekleşmiş oldu, tamamlanmış oldu. Azgınlaşmaları sebebiyle
Firavun oğulları helâk oldu. Artık yeryüzünde ne Firavun vardı, ne Firavun
oğulları vardı, ne Firavun sistemi vardı, ne de onların devleti, gücü, kuvveti,
iktidarı, medeniyeti. Hepsi bitmişti Allah’ın izniyle. Ve de sabretmeleri
sebebiyle de İsrâil oğulları zafere ulaşmış oldular.
Ama
unutmayalım ki bunu belli şartlara bağlıyor Rabbimiz. Bu yasanın belli şartları
vardır. Kur’an-ı Kerîmde pek çok yerde müs-tekbirler ve müs’taz’aflar
anlatılır. Müstekbirler kibirlenenler, büyüklenenler, istikbara kalkışarak,
Allah yasalarını beğenmeyerek kendi ya-salarını onların yerine ikâme etmeye
çalışan kimselerdir. Kimi insanlar kendi güçlerine, kendi imkânlarına, Allah’ın
kendilerine lütfettiği zekalarına ve kabiliyetlerine güvenerek kendilerini
Allah’tan müstağnî görürler, Allah’ı, Allah’a kulluğu, Allah’ın hesabını,
âhireti ikinci plana atabilirler.
Hattâ âhiretin de kendilerinin olacağı,
âhirette de kendilerinin egemen olacakları vehmine kapılabilirler. Dünyada
kendilerine verilmiş mal mülk ve saltanatı tamamen kendilerinden bilip onları
diledikleri gibi kullanabilecekleri sevdasına kapılmış olabilirler. Kendilerini
hayata hâkim bir konumda görerek, kendilerini üstün görerek diğer insanları
değersiz görerek onlar üzerinde Rableşirler, onları kendi ar-zuları
istikâmetinde yönlendirmeye kullanmaya kalkışabilir. İşte bunlar
müstekbirlerdir ve yaptıkları şeyin adı da istikbardır.
Müs’taz’aflar
da zayıflar, müstekbirler tarafından güçsüzleştirilmişler âciz bırakılmışlar
anlamına gelmektedir ki Kur’an-ı Kerîmde bunların üç grupta anlatıldıklarına
şahit olmaktayız.
1:
Birinci gruptakiler elçilerinin tebliğlerinin üzerinden uzun bir süre geçtiği
için vahiyden uzaklaşmışlar, müstekbirlerin zulüm ağlarına düşürülerek Allah’ın
kitabından ve Resullerinin sünnetinden uzaklaştırılmışlar veya müstekbirlerin
kendilerine enjekte ettikleri morfin sonucu uzun yıllar dinlerinin temel
kaynaklarından koparılmışlar, toplumlarına ve hayatlarına hâkim olan zâlimlerin
kendilerine verdikleri eğitim sunucu köleleştirilmiş, dinlerini, imanlarını,
kitaplarını, peygam-berlerini, namuslarını iffetlerini her şeylerini kaybetmişler.
Uzun yıllar böyle geçtikten sonra
nihâyet azıcık morfinin tesiri geçip kendilerine gelmeye başlayınca, gözleri
açılınca anlamışlar ki her şeylerini kaybetmişler. Kendilerini morfinleyen
müstekbirler, kendilerini bayıltan zâlimler tüm hayatlarını değiştirmişler.
Dinlerini, imanlarını, tarihlerini, takvimlerini, yazılarını alfabelerini, kılıklarını
kıyafetlerini, hukuklarını, eğitimlerini, düşüncelerini, kabullerini, retlerini
her şeylerini değiştirmişler. Hayatlarında ne Allah’ın kitabı kalmış, ne Re-sûlünün
sünneti kalmış, ne din kalmış, ne iman kalmış, ne namus kal-mış, ne iffet
kalmış. Her şeylerini kaybetmişler. Müstekbirler onların hayatından Allah’ın
kitabını ve Resûlünün sünnetini kaldırmışlar ve onların yerine kendi yasalarını
koymuşlar. Zâlimler kendilerini Allah’a kulluktan koparıp kendi yasalarına kul
köle edinmişler.
Evet bunlar birazcık gözleri açılıp
kendilerine geldikleri andan itibaren anlıyorlar ki her şeylerini kaybedip müstekbirlerin zulüm ağlarına yakalanmışlar.
Anlıyorlar ki Allah’ın sisteminden uzaklaştırılıp müstekbirlerin yasalarına kul
köle edilmişler. Anlıyorlar ki Allah’a kulluktan çıkarılıp, zâlimlerin kulu
kölesi durumuna düşürülmüşler. İşte bu gerçeği anlar anlamaz gecelerini
gündüzlerine katarak bu zulüm ağından kurtulmak için, bu esaret zincirlerini
kırabilmek ve yeniden Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine dönmek ve
Allah’ın yasalarının hâkimiyetinde bir hayat yaşamak için müstekbirlerle, zâlimlerle
mücâdeleye tutuşmuş müs’taz’aflar.
Böyle bir hayattan kurtulup Allah’ın
istediği hayata ulaşmayı ve bu uğurda malıyla canıyla mücâdeleyi hayatında
birinci işi bilmiş ve bu olmadan ötekiler olmaz inancıyla gece gündüz çırpınan
müs-lümanlar. İşte bunlar birinci grupta anlatılan müs’taz’aflardır ki Rabbimiz
Kur’an’ın pek çok yerinde bu müs’taz’afları yeryüzünün doğusuna batısına vâris kılacağını
haber veriyor.
Çünkü bunlar gerçeği anlar anlamaz bu
durumdan kurtulmak için Allah’a güvenerek, sabrederek, Allah düşmanı
müstekbirlerle kıyasıya mücâdele vererek Allah’ın yeryüzünde vaz ettiği
yasalara riâyet eden müs’taz’aflar ki Allah onlara mutlaka yardım edecek ve onları
yeryüzüne egemen kılacaktır.
2:
Kur’an-ı Kerîmde yine uzun uzun durumları anlatılan ikinci grup müs’taz’aflara
gelince bunlar da şunlardır. Bunlar da tıpkı birinci gruptakiler gibi
kendilerine verilen müşrik bir eğitim sonucu, ya da müstekbirler tarafından
kendilerine vurulan uyuşturucular sonucu zâlimlerin zulüm ağlarına
yakalanmışlar. Her şeylerini kaybetmişler. Her şeyleri ellerinden alınmış.
Nihâyet aradan geçen bir zaman sonra gözlerini açınca gerçeği anlamışlar ama öncekilerden farklı
olarak bunlar müstekbirlerden korkuları, müstekbirlerden gelebilecek sorgulama,
kınama, hapis, meslekten atılma, maaşın kesilmesi gibi korkuları Allah’a
güvenmemeleri, Allah’a ve Allah’ın yardımına itimat etme-meleri sebebiyle, bir
takım zaafları ve menfaatlerinin elden gitmemesi sebebiyle zâlimlere karşı ses
çıkarmamayı, müstekbirlere karşı susmayı tercih etmiş ve böylece âdeta
yeryüzündeki, ülkelerindeki istik-bara, zulme fesada karşı göz yummayı
yeğleyenler.
İşte bunlar da ikinci grup
müs’taz’aflardır ki Kur’an’ın beyanıyla
yarın bunlar cehennemi boylamaktadırlar, bunların durağı cehennemdir ve bunlar
müstekbirlerle aynı âkıbeti, zâlimlerle aynı ateşi paylaşmaktadırlar. İbrâhim
sûresi 21, Sebe’ sûresi 31,33 N
3:
Mustaz’afların üçüncü gurubunu da N
“Ancak çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı erkek, kadın ve
çocuklar müstesnadırlar. İşte Allah'ın bunları affetmesi umulur. Allah
Affedendir, Bağışlayandır.”
(Nisâ 98)
Evet toplumda çocuklar vardır, henüz mükellef değillerdir. Za-vallı, hasta,
yatalak erkekler vardır ve de kadınlar vardır. Bunlar konumları itibariyle ne
cihada ne de hicrete yol bulamayan, imkân bulamayan insanlardır ve işte
Allah’ın affetmesi bağışlaması umulan müs’taz’aflar da bunlardır. Çocuklar,
kadınlar ve de bedeni, zihinsel, aklî veya cismanî zaafları sebebiyle vahye
muhatap olmayan veya vahye muhatap oldukları halde vahyi tanımaya imkân
bulamamış doğru yola erememiş hidâyeti bulamamış olanlar. Ya da azalarından
kimileri olmadığı için, yatalak durumda hasta oldukları için istikbara ve zulme
karşı koyacak bedeni güçleri ve malî imkânları olmayanlar. İşte gerçek
müs’taz’aflar, gerçek güçsüzler ve zayıflar bunlardır ve Allah’ın bunları
affetmesi umulmaktadır.
Öyleyse
çocuk değilsek, yatalak değilsek, kadın da değilsek o zaman ya birinci grup
müstekbirlerle kıyasıya savaş sürdüren müs-taz’afların içinde yerimizi alacağız
ya da Allah korusun ikinci gurubun içindeysek müstekbirlerle aynı azabı
paylaşmaya razı olacağız demektir.
Evet
Allah sabreden, direnen, ümitlerini yitirmeyen ve Allah’ın kendilerinden
istediğini yapmaya çalışan İsrâil oğullarını zâlimlerin elinden kurtardı. Kıyâmete
kadar da bu yasa böyle devam edecektir.
Buraya kadar olan bölümde Rabbimiz bize Hz. Mûsâ (a.s)’ın Firavun
oğullarıyla mücâdelesini anlattı. Bundan sonraki bölümlerde de Rabbimiz Hz.
Mûsâ’nın kendi toplumuyla, İsrâil oğullarıyla arasında geçen mücâdeleleri
anlatacak. Çünkü İsrâil oğulları da cinslikte Firavun oğullarından geri
kalmayan bir toplumdu. Yıllar yılı Firavunun köleliği altında yaşamış
şahsiyetlerini kaybetmiş bir toplumdu. Kölelik ruhlarına işlemiş bir toplumdu.
En az Firavun oğulları kadar Allah’ın elçisini uğraştırmış bir toplumdu. Çünkü
Rabbimiz Zuhruf sûresinde anlatır:
“Firavun, milletini küçümsedi ama, onlar kendisine yine de
itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir milletti.”
(Zuhruf 54)
Allah’ın elçisine karşı takındığı bu tavırlarıyla Firavun kavmini,
toplumunu, çevresindekileri küçümsedi ve onların düşüncelerine inanışlarına ve
değer yargılarına ipotek koydu. Siz de böyle inanacaksınız! Siz de böyle benim
gibi düşüneceksiniz diyerek onları kendisi gibi düşünmeye kendisi gibi inanmaya
zorlayarak, kendi anlayışını zorla onlara empoze ederek onları küçümsedi.
Sizler beni dinlemek zorundasınız. Benim dediklerimin dışına çıkmamak zorundasınız.
Sizin nasıl düşüneceğinizi? Nasıl inanacağınızı ben bilirim! Nasıl giyineceğinizi
ben belirlerim! Nasıl yaşayacağınızı ben bilirim! Siz bilmezsiniz! Siz
anlamazsınız! diyerek kavmini küçümsedi. Onları aptal yerine koydu.
Şimdi de öyle değil mi? Sizler
anlamazsınız! Sizler bilmezsiniz! Sizler bizi dinlemek zorundasınız! Eğer okulu
bitirmek istiyorsanız, eğer diploma almak istiyorsanız, eğer dükkan açmak
istiyorsa-nız, eğer bakan olmak, dekan olmak istiyorsanız, müdür olmak, doçent
olmak istiyorsanız, sanayici olmak istiyorsanız benim dediğimi yapacak ve benim
sözümden çıkmayacaksınız. Şöyle şöyle davran-madan, şunları şunları yapmadan
bunları yapamazsınız diyerek şu anda bu müslümanlarla alay eden, tüm
vatandaşlarla alay eden, on-ların her tür özgürlüklerine ipotekler koyanlar da
aynı şeyi yapmıyorlar mı? Bunlar da insanların nasıl düşüneceklerine, nasıl
inanacaklarına, nasıl giyineceklerine biz karar veririz diyerek onların
özgürlüklerini sınırlayıp tıpkı Firavun gibi onlar üzerinde tanrılıklarını
iddia etmeye çalışıyorlar. Onların inançlarına ipotekler koyarak, onları
Rablerine kulluktan koparıp kendilerine kul köle edinmeye çalışıyorlar. Ama Al-lah
diyor ki bakın:
Onlar, o
Firavunun kavmi, onun çevresindekiler buna rağmen o Firavuna itaat ettiler, ses
çıkarmadılar, ona boyun köstüler de fâ-sıklardan oldular. Ya da onlar aslında
fâsıktılar da Firavuna itaat ederek fâsıklıklarını ortaya koydular. Gönüllü
teslim oldular ona. Zaten zâlimin yanı başında ona koltuk değnekliği yapan
mazlum olmasa, zâlim asla ayakta duramaz. Zâlimin varlığı, mazlumun varlığına
bağlıdır. Zâlimin hayatını sürdüren, mazlumun varlığıdır. Mazlum, mazlum olarak
var olmasa, mazlum, mazlum olarak yaşamaya son verse tüm Firavunlar ve zâlimlerin
işi bitecektir.
Evet ey
müslümanlar! Bilesiniz ki bugün sizleri de tahkir edecekler. Sizleri de küçük
görecekler. Makamınız yok diye, mevkiiniz yok diye, paranız pulunuz yok diye,
dünyanın kulu kölesi olmadınız diye sizi de aşağılayacaklar. Kendi değer
yargılarıyla makamlarıyla mevkileriyle, paraları ve pullarıyla sizin üzerinizde
de saltanat kurmak isteyenler olacak. Sakın ola ki bu adamların bu tavırlarına
boyun bük-meyin. Mü'minseniz en üstün sizsiniz bunu asla unutmayın. İzzet ve
şeref bu dünyalık şeylerde değil imandadır. İzzet ve şeref iman edip sâlih
ameller işleyenlerdedir.
Evet
İsrâil oğulları, Firavuna itaat eden fâsık bir toplumdu ve Hz. Mûsâ’yı
gerçekten çok uğraştırdılar. İşte bundan sonraki âyetlerinde Rabbimiz Mûsâ
(a.s)’ın bunlarla mücâdelesini anlatacak. Onların bozuk düzen anlayışlarını
düzeltmek üzere Hz. Mûsâ’nın çabaları çırpınışları gündeme getirilecek.
Aslında şu anda yeryüzünün halkı
müslüman olan ülkelerine bir baktığımız zaman aynı manzaraları görmek
mümkündür. Bu insanlar müslüman olduklarını iddia ediyorlar ama hayatlarında
pek çok yamukluklar vardır. Düşüncelerinde, inanışlarında, amellerinde yığınlarla
İslâm dışı şeyler mevcuttur. Dinlerinin temel kaynakları olan Kitap ve
sünnetten habersiz bir müslümanlık yaşamaktadırlar. Aslında onların İslâm’ları
da ciddi bir tamire muhtaçtır. Tıpkı Hz. Mûsâ (a.s)’ın onların hayatlarını
düzelttiği gibi şimdiki müslümanların hayatları da düzeltilmeye muhtaçtır.
İşte bu yönden Mûsâ (a.s)’ın bu bölümde
anlatılacak mücâdele yöntemi bizim için en güzel bir örnektir. Şu anda
kendilerini müs-lüman gören ama maalesef müslümanlıkla, müslümanlığın temel
kaynaklarıyla doğrudan ilgi kuramamış bu insanları düzeltmeye çalışırken bizler
Mûsâ (a.s)’ı örnek almak zorunda kalacağız. Bunun için de elbette Mûsâ (a.s)’ı
ve onun mücâdele yöntemlerini çok iyi tanımak zorunda olduğumuzu unutmamalıyız.
Bakın Rabbimiz anlatma-ya başlıyor:
138,139. “İsrâil oğullarının denizden geçmelerini sağladık. Puta gönülden tapan bir millete rastladılar. "Ey Mûsâ! Onların tanrıları gibi bize de bir tanrı yap" dediler. Mûsâ: "Doğrusu siz bilgisiz bir milletsiniz, bunlar yok olacaklar ve işledikleri boşa gidecektir" dedi.”
İsrâil oğullarını denizden geçirdik. tâbi peygambere tâbi olmaları
sebebiyle, peygamber safında yer almaları, tercihlerini peygamber yanında
olmaya kullanmaları sebebiyle Rabbimiz Beni İsrâil’in tümünü denizden geçirip
kurtardı. Halbuki içlerinde tam iman etmemiş olanlar vardı, imanları mükemmel
olmayanlar vardı. Meselâ Firavun sabahleyin arkalarından yetiştiği zaman eyvah
basıldık hata ettik keşke yola çıkmasaydık diyenler vardı. Veya Hz. Mûsâ Tûra
vahiy almaya gidince yanlarındaki mücevherleri eritip buzağı şeklinde put yapıp
insanları ona tapınmaya çağıran Samiriler vardı, vardı, vardı.
Ama bunlar tercihlerini peygamber
safında olmaya yaptıkları için Rabbimiz hepsini denizden geçirip kurtardı ama
bundan sonra imtihan başlayacaktı. Bundan sonra bu adamlar için uzun süren bir
eğitim süreci başlayacaktı. Eğitilenler, Allah’ın elçisinin dediği gibi olma
yoluna girenler cennete gidecek, karşı gelmeye devam edenler de cehenneme
yuvarlanacaktı.
İşte
bakın karşıya geçtikten sonra bir kavme uğradılar ki o kavim puta tapınıyordu.
Onları gören İsrâil oğulları dediler ki ey Mûsâ bak bu adamların putları var
bize de bunlarınki gibi bir put yapsan olmaz mı? Onların bayrak gibi bir
putları var, onların parlamentoları gibi bir putları var, onların tarih putları
var, onların demokrasi putları var, onların ırkçılık putları var onların var da
bizim niye olmasın? Bi-zim de bu tür putlarımız olsun diyorlar.
Elbette
yıllar yılı insanı insanlıktan çıkaran, fıtratı bozan işkenceler altında
yaşamış, âdeta hafızalarını bile kaybedecek noktaya gelmiş insanlardan
beklenebilecek bir tavırdı bu. Efendileri tarafından ne emredilmişse hiç
düşünmeden onu yapacak bir duruma getirilmiş, iradesiz kölelerden beklenen bir
davranıştı bu. Genelde köle toplumların akılları çalışmaz. Çalışacak durumda
olsa bile onu asla kullan-maz köleler. Çünkü efendilerinden onun aksi
istikâmette bir emir geldiği zaman bir çatışma yaşamaktansa akıllarını hiç
kullanmamayı yeğlerler köleler. Çünkü onlar efendilerine mutlak itaat etmek
zorundaydılar.
İslâm
buna karşıdır. İslâm insanların köleleştirilmesine, akıllarını iradelerini
kullanmamalarına şiddetle karşıdır. Rabbimiz her konuda bizim akıllarımızı
kullanmamızı istemektedir. Rabbimiz vahiy karşısında akıllarını kullanmayan bir
toplum istemiyor. Vahyin ışığında akıllarını kullanan tefekkür ehli bir toplum
istiyor. Düşünme özelliklerini yitirmiş bir topum olan İsrâil oğulları dediler
ki ey Mûsâ bizim de bunlarınki gibi putlarımız olmayacak mı? Hz. Mûsâ dedi ki:
Doğrusu sizler cahil bir milletsiniz. Çünkü bu putperestler yok olacaklar ve yaptıklarının
tamamı boşa gidecektir. Sizler böyle ellerinizle dokunup gözlerinizle
görebileceğinin İlahlar istiyorsunuz.
Bu halinizle sizler cahillersiniz.
Allah’ın sıfatlarını bilmeyen, Allah’ı tanımayan kimselersiniz sizler. Çünkü
kitabında kendisini bize tanıttığı biçimde Allah’ı ve Onun sıfatlarını tanıyan
bir toplum kesinlikle cahil değildir. Ama Allah’ı kendisini tanıttığı biçimde
tanımayan kimseler profesör de olsalar, ordinaryüs profesör de olsalar cahildirler.
Kur’an nazarında, Allah nazarında cahildir bunlar. İşte Allah’ı Allah’ın
kendisini tanıttığı biçimde tanımayan ya da yanlış tanıyan bu cahillere
Allah’ın elçisi diyordu ki sizler cahil kimselersiniz. Zira bu sözü ancak
cahiller ve müşrikler söyleyebilir.
Bu puta
tapınanlar, Allah’ı bırakıp da bu varlıklara İlahlık izâfe edenler, onların
ortaya çıkardıkları sahte ilahlar ve sahte tanrılar, tanrılık vasıfları
verdikleri insanlar, kurumlar bâtıldır yok olmaya mahkumdur. Zira bâtılın
dayandığı hiç bir temeli yoktur.
140. “Sizi âlemlere üstün
kılmış olan Allah'tan başka bir ilâh mı arayacağım? " dedi.”
Size Allah’tan başka İlah mı edineceğim? Allah dururken size başka İlah mı
bulayım ben? Allah’tan başka İlah olmaya lâyık varlık mı var ki ben size onu
bulayım? Allah’tan başka sözü dinlenecek, yasaları uygulanacak boyunlarımızdaki
kulluk ipinin ucu eline verilecek ve çektiği yere gidilecek başka bir otorite
ve yetki sahibi mi var ki ben size onu bulayım? İşimizi kendisine havale
edeceğimiz, emir-lerine uyacağımız, yasalarını uygulayacağımız Allah’tan başka
kim var ki ben size onu bulayım? Var mı Allah’tan başka böyle birisi? Size şu ana
kadar bunca nimeti kim nasip etti? Firavunun zulmünden sizi kim kurtardı?
İliklerinize kadar işlemiş o kölelikten, o kötü hayattan sizi kim kurtardı?
Denizi yarıp sizi sağ salim karşıya geçirirken gözlerinizin önünde dünyanın en zâlim
en despot adamını sularda boğan kimdi? Tüm bunları size yapan Rabbinizi ne
çabuk unuttunuz da benden kendinize Allah’tan başka İlah bulmamı istiyorsunuz? Bunu
benden nasıl isteyebilirsiniz?
Yâni bu
nasıl olabilir? Şimdi ben gerek kendim, gerekse sizler için Allah’tan başka bir
ilah bulup boynumdaki kulluk ipinin ucunu onun eline verecek, onun çektiği yere
gidecek, ona kul köle olacağım öyle mi? Olacak şey midir bu? Rabbim olarak,
ilahım olarak Allah dururken O’nun berisinde bir ilah bulup, irademi ona mı
teslim edeyim? Hayatıma kulluk maddesi alacak, bana hayat programı belirleyecek
Allah’tan başka kendime bir velî mi bulayım? Allah’tan başka bir ilah bulup ona
kulluk edeyim öyle mi? Hayatım nasıl
olsun diye sormaya ona mı gideyim? Hukuk düzenim nasıl olsun, ekonomik an-ayışım
nasıl olsun, siyasal yapılanmam nasıl olsun, ticaretim, işim, aşım, mesleğim
nasıl olsun, kılık kıyafetim, yemem içmem nasıl olsun, çocuklarıma karşı
eğitimim nasıl olsun, hanımımla münâsebe-tim nasıl olsun diye sormaya ona
gideyim öyle mi? Allah’tan başka kendime bir ilah mı bulayım? Yani hayatımda
Allah’la beraber başkalarına da karışma alanı bırakıp, hayatıma Allah’tan
başkalarına da karar verme hakkını vererek müşrik mi olayım?
O Allah
ki sizi en kötü bir hayattan kurtarıp âlemlere üstün kılmıştır. Yeryüzünde
liderliği, önderliği, imamlığı size vermek sûretiyle, sizin içinizden imamlar,
peygamberler, önderler, liderler çıkarmak sûretiyle sizi tüm âlemlere üstün
kılmıştır Rabbiniz. Rabbinizin size lütfettiği bunca nimetlerine karşılık nasıl
olur da Rabbinizi bırakır da onun berisinde bir takım putlara bir takım sahte
İlahlara, bir takım yapay tanrılara ve tanrıçalara kulluk yapmaya kalkışırsınız?
Nasıl olurda Rabbinizin gücünü kuvvetini, size sayısız lütuflarını gözlerinizle
gördüğünüz halde nasıl oluyor da O’na canlı cansız bir kısım varlıkları ortak
etmeye çalışıyorsunuz? diyor Allah’ın elçisi ve bundan sonra Rabbimiz İsrâil
oğullarına ulaştırdığı nimetlerini saymaya devam ediyor.
141. “Sizi kötü azaba sokan,
kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı öldüren Firavun ailesinden kurtarmıştık.
Bu, Rabbinizin size Mûsâllat kıldığı büyük bir belâ idi.”
Evet hatırlayın ki sizi Firavunun elinden, Firavunun zulmünden
kurtarmıştık. Firavun size azapların en kötüsünü reva görüyordu. Sizin
erkeklerinizi öldürüp kadınlarınızı sağ bırakıyor, ya da onlara utanılacak haya
edilecek şeyler yapıyordu. Ya erkeklerinizi öldürüyordu çoğalıp da kendilerine
kafa tutacak bir konuma gelmeyesiniz diye kadınlarınızın da rahimlerini
yoklayarak doğum kontrolü yapıyorlardı. Mısırda çoğalmasınlar, Mısırda
hâkimiyeti ellerine geçirmesinler, Mısırda Firavun sistemine karşı gelmesinler
diye yapıyorlardı bunu size.
Evet Rabbimizin İsrâil oğullarına lütfettiği nimetlerinin en büyüğü işte bu kölelikten kurtuluş nimetidir. Allah’ın onlara lütfettiği hürriyet nimetidir. İşte bunda sizin için büyük bir iptilâ vardır, imtihan vardır, ibret vardır. İnsanların başlarına gelen her şeyde bir imtihan vardır. İyiliklerde de, nimetlerde de felâketlerde de birer imtihan vardır.
142. “Mûsâ'ya otuz gece vade
verip sonra buna on gece daha kattık; böylece Rabbinin tayin ettiği müddet kırk
geceye tamamlandı. Mûsâ, kardeşi Harun'a, "Milletim içinde benim yerime
geç, onları ıslah et, bozguncuların yoluna gitme" dedi.”
Sonra biz Mûsâ’ya otuz gün vaadettik ve onu on ile tamamladık böylece
Rabbinin mîkatı kırk geceye tamamlandı.
İsrâil
oğulları denizi geçtikten sonra Sina çölünde dolaşmaya başladılar. Cenâb-ı Hak
Mûsâ (a.s)'ı Tûr’a dâvet etti. Rabbimiz Mûsâ (a.s) la görüşmek ve ona vahiy
göndermek istedi. Oradaki hayatlarını düzenleyecek kitap indirmek istedi. Daha
önce de bildiğimiz gibi Mûsâ (a.s)'ın Medyen dönemi bitip ailesiyle birlikte
Mısır’a dönerken Rabbimiz ona suhuf vermişti, şimdi de Tevrat verilecekti.
Düşünebiliyor musunuz çölün ortasında bir dağın kenarında Allah seçtiği kullarından
birini huzuruna çağırıyor ve ona kendi bilgisini Tevrat’ı indiriyor. Rabbimiz
kullarından birini muhatap kabul ediyor ve onunla konuşmayı diliyor. Bundan
daha büyük bir şeref olur mu? Peki siz de ister misiniz Rabbinizle konuşmayı?
Siz de ister misiniz aynı şerefe yükselmeyi?
Eğer bugün bizler de Kur’an’ı okurken
aynı duyguyla, aynı ruhla okursak inşallah bugün biz de Hz. Mûsâ’nın yükseldiği
o mertebede olabiliriz. Çünkü Allah’ın kitabıyla Allah’ın vahyiyle beraber olmak
demek Allah’la bizzat konuşmak demektir. Yâni bugün Allah’ın bizimle konuşması
da elimizdeki bu kitapla gerçekleşecektir. Bu da bizim için en büyük bir şeref
olacaktır. Tüm dünya sizin olsa bile bu şerefin yanında çok az kalacaktır.
Bakın Allah buyurur ki:
Hani bir
nimetim daha vardı size ey Yahudiler onu da hatırlayın! Mûsâ (a.s) Allah’la
kırk güne anlaşmıştı da Tur'a gitmişti. Allah onu oraya çağırmıştı ve Mûsâ
kardeşi Hârun’a şöyle demişti:
Mûsâ
kardeşi Hârun’a dedi ki ey Harun! Kavmim konusunda bana halef ol. Toplumum
konusunda bana halîfelik yapıp bana vekil ol. Ben onların yanında olmadığım
dönem seni halef edindim. Onlara göz kulak ol. Evet Mûsâ (a.s) Rabbiyle
sözleşmiş ve Tûr’a gidecekti ve bu konuda onun olmadığı dönemde kavminin
başında birisinin bırakılması gerekiyordu Hz. Mûsâ (a.s)’da kardeşi Hârun’u
kendi yerine vekil tayin ediyordu. Çünkü Hz. Mûsâ çok iyi biliyordu ki yıllar
yılı Firavun sisteminin eğitiminde köleleştirilmiş bir toplumdu İsrâil oğulları,
kendilerine sürekli müzâhir olacak, güdecek birilerine ihtiyaçları vardı.
Çobansız kalmaları tehlikeliydi zira şımararak hemen eski fısklarına
dönebilirlerdi. Onun için Mûsâ (a.s) kardeşini kendi yerine vekil bırakarak
onların sapmalarını engellemek ve ıslahlarını gerçekleştirmek üzere kardeşine
görev verdi.
Ve kardeşine dedi ki: Sakın ha
müfsitlerin, fesat çıkarıp yer-yüzünde Allah’ın düzenini bozanlara uyma. Çünkü Mûsâ
(a.s)’ın toplumu müslümandı ama henüz müslümanlık içlerine tam oturmamıştı.
Önceki hayatlarını, Mısır’ın kültürünü, Firavunun eğitimini İslâmlarına katarak
bozuk düzen bir müslümanlık yaşayan bir toplumdu. Mısır’da Firavunun
kendilerine sunduğu eğitim her an hayatlarında açığa çıkıyor ve cins cins
tavırlar sergiliyorlardı. Onların kafalarındaki kalplerindeki Mısır kültürünün
her an İslâm’larını yok ederek fıska düşmelerini sağlayacağını bilen Mûsâ (a.s)
kardeşine sıkı, sıkı tembih ediyordu. Bir peygamber olan Mûsâ (a.s) kendisi
gibi bir peygamber olan Harun (a.s)’a tavsiyelerde bulunuyordu.
Bundan
da anlıyoruz ki karşısındaki peygamber bile olsa, gö-revini bilen birisi bile
olsa nasihat güzel şeydir. Ona görevini bir daha hatırlatmak güzel şeydir. Yâni
bu adam bunun yapılması ya da yapılmaması gerektiğini zaten kendisi biliyor bir
de benim hatırlatmama ne gerek var dememiz yanlıştır. Bilecek adam ama biz yine
de bildiği şeyi ona bir daha hatırlatacağız. Çünkü bakıyoruz sahâbe-i kirâm
efendilerimizin hepsi de Asr sûresini biliyorlardı ama her karşılaştıklarında
birbirlerine yine de tavsiye diyorlardı.
Öyleyse aynı zamanda birilerinin bize
bildiğimiz bir hususu hatırlatmalarından asla gocunmamalıyız. Birilerinin bizi
tenkid etmelerinden rahatsız olmamalıyız. Biz her şeyi bilen âlim, bir hoca
efendiyiz, binaenaleyh kimse bizi tenkid edemez tavrında olmamalıyız. Çünkü
bilelim ki yanlışları kendisine söylenmeyen insanlar, yanlışlarını doğru
zannedip ölünceye kadar o yanlışlarını sürdürüp kendi kendilerini helâk
edebilirler. Onun içindir ki Hz. Ömer efendimiz halîfe se-çildiğinde ağlıyordu.
Kendisine niçin ağladığı sorulduğunda diyordu ki: Vallahi ben çok sert mizaçlı
bir kimseyim. Korkarım ki bu sertliğimden ötürü insanlar benden çekinirler de
benim hatalarını söylemeyip beni uyarmazlar da cehenneme gidişime göz yumarlar
deyince en yakın arkadaşlarında birisi derki: Vallahi ey Ömer İslâm’dan, haktan
eğer bükülür, eğilir, inhiraf edersen şu kılıcımla senin bükülen belini doğrulturum
deyince Hz. Ömer efendimiz çok sevinir. Yanıldığım hata et-tiğim zaman bana
beni doğrultacak arkadaşlar veren Rabbime hamd olsun diye dua ediyor. Öyleyse ister hacı olalım, ister hoca olalım,
is-ter profesör, ister şeyh olalım ne olursak olalım sürekli birbirimizi uyaralım,
birbirimizin yanlışlarını hemen söyleyelim, birbirimizin aynası olalım ve birbirimizi
cennete götürme kavgası içine girelim. Ama müs-lümanlığımızın gereği olarak da
Rabbimizin emri olarak da birbirimizi kırmadan, üzmeden, rencide etmeden
nasihatimizi en güzel biçimde gerçekleştirelim. Evet Mûsâ (a.s) kardeşini kendi
yerine vekil bırakıyor ona vazifelerini hatırlatıyor. Sonra:
143. “Mûsâ, tayin ettiğimiz
vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca, Mûsâ:
Rabbim! Bana Kendini göster, Sana bakayım" dedi. Allah: "Sen
Beni göremeyeceksin ama dağa bak, eğer o yerinden kalkarsa sen de Beni
göreceksin" bu-yurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Mûsâ
da baygın düştü; ayılınca: "Ya Rabbi, münezzehsin, Sana tevbe ettim, ben
inananların ilkiyim" dedi.”
Evet Mûsâ (a.s) Mîkâd yerine geldiği zaman Rabbimiz onunla konuştu. Onu
kendisiyle mükâleme şerefiyle şereflendirdi. Yeryüzünde Rabbimizin bu şerefine
nail olan peygamber Hz. Mûsâ (a.s) dı. Rabbimizin her elçisine ikramları
farklıdır. Her elçinin ayrı ayrı vasıfları vardır ama Mûsâ (a.s)’ın en mümeyyiz
vasfı işte budur. Rabbimiz Onu bu şerefe yükseltip kendisiyle konuşunca Mûsâ
(a.s) dedi ki: Ya Rabbi! Bana Cemalini göster, sana bakayım dedi. Onun bu
duasına karşılık Rabbimiz buyurdu ki: Beni ebedîyen göremezsin ey Mûsâ! Lâkin
şu dağa bak! Eğer o dağ yerinde kalırsa o zaman sen de beni görebilirsin!
buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince de onu yerle bir etti de Mûsâ (a.s) baygın
bir şekilde yere düştü.
Tabi Rabbimizin dağa nasıl tecelli
buyurduğunu bilmiyoruz, bilemiyoruz. Ama inanıyoruz ki Rabbimiz o dağa tecelli
etti, dağ, tuz buz oldu ve Mûsâ (a.s) da dayanamayarak baygın bir vaziyette
yere düştü. Allah’ın peygamberi Hz. Mûsâ ayılıp kendisine geldiği zaman da: Ya
Rabbi seni tesbih ederim, sana tevbe edip yöneldim ve ben inananların ilkiyim
diyordu. Ya Rabbi seni tesbih ederim. Yâni seni senin tanıttığın gibi tanırım.
Sana senin bildirdiğin gibi inanırım. Seni senin sıfatlarınla tanırım. Seni
sende olmayan sıfatlardan tenzih ederim, ben senin sıfatlarına, senin gücüne
kudretine iman edenlerin il-kiyim.
Evet
Rabbimizin bu beyanlarından anlıyoruz ki Hz. Mûsâ Rab-bimizi görmemiştir.
Yeryüzünde hiç bir peygamber, hiçbir beşer Allah’ı görmemiştir. Peki hani
Rabbimiz Kıyâmet sûresinde:
“ O gün birtakım yüzler Rablerine bakıp
parlayacaktır.
(Kıyâmet 22,23)
O zaman
bununla onu nasıl telif edeceğiz? Anladığımıza göre de Kıyâmet sûresindeki bu
âyetinde Rabbimiz kıyâmet ortamını, cennet ortamını anlatmaktadır. Buradaki
âyette ise dünya ortamı anlatıl-maktadır. Öyleyse anlıyoruz ki dünyada dünya
ortamında hiç kim-senin Allah’ı görmesi mümkün değilken cennette kimi yüzler
Rablerini seyredecekler yâni orada Allah görülecektir.
Peki
acaba Allah’ın Resûlü Mi’râca çıktığı gece Allah’ı gördü mü? Eğer Allah’ın
Resûlü Mi’râca çıktığı anda o ortamda Mûsâ gibi bir ortamdaysa yâni dünya
ortamındaysa kesinlikle Allah’ı görmedi, eğer cennet ortamında bir bulunuşla
bulunmuşsa o anda o zaman da Allah’ı gördü diyeceğiz. Eğer Allah’ın Resûlü o
anda bunun ikisinin de dışında bir ortamda bulunmuşsa o zaman da bilmiyoruz diyeceğiz.
Ama Ayşe
annemizin ifadesine bakılırsa Allah’ın Resûlü Mi’râ-ca çıktığı gece dünyada
yâni Mûsâ ortamında bir bulunuşla bulundu ki Allah’ı görmedi diyoruz. Çünkü
Ayşe annemiz diyor ki: “Kim ki Hz. Peygamber Rabbini görmüştür derse o muhakkak
yalan söylemiştir.”
Evet
Rabbinin cemalini dünyada görmek isteyen Mûsâ (a.s) da; Rabbinin Cemalini
görmeye değil, Rabbinin bir dağa tecellisine bile dayanamayarak baygın bir
şekilde yere yuvarlanmış ve bu cüretinden ötürü Rabbine tevbe etmiştir.
144. “Ey Mûsâ! Verdiklerimle ve
seninle konuşmamla seni insanlar arasından seçtim; sana verdiğimi al ve şükret"
dedi.”
Ey Mûsâ risâletimle biz seni âlemler üzerine seçtik. Risâlet gönderilen
şeyler demektir. Peygamberlere, Rablerinden gelen âyetler risâlettir, vahiyler risâlettir.
Allah’ın kelâmı, Allah’ın sözleri, kitaplar ve peygamberlik de bir risâlettir.
İşte Allah diyor ki ey Mûsâ seni Ra-sül kılmakla, sana vahiy göndermekle, sana
nasip ettiğim kelâmımla, sana vasıtasız konuşmamla seni insanlara seçtim. Çünkü
Allah’ın yeryüzündeki kullarından, peygamberlerinden birisiyle doğrudan konuşması
çağları değiştiren bir hadiseydi. Allah’ın kullarından birine vasıtasız
konuşması insanlık için yeni bir çağın açılmasının ifadesiydi. Bu olayla artık
ilk çağlar sona ermiş ve insanlık için yeni bir çağ başlamıştır.
Öyleyse ey peygamberim sana verdiğime tutun ve de şükredenlerden
ol diyor Rabbimiz. Evet sana verdiğime tutun, sana verdiğimi al. Onu eline al,
onu tut, onu koru, hayatında tut onu, hayatında uygulayarak koru onu. Kitaba
öyle bir tutun ki onu kendinden, kendini de ondan asla ayırma, hayatının
tümünde onunla beraber ol. Tüm hayatında yol göstericin hayat programın kitap
olsun. Hareket noktan kitap olsun. Tüm tavırlarında istinatgâhın kitap olsun.
Rabbinin sana, senin hayat programın olsun diye gönderdiği kitabıyla amel edip
sana nasıl bir hayat belirmemişse onun dediği gibi hareket et. Sana böyle ne
yapacağını, nasıl hareket edeceğini, hayatını nasıl düzenleyeceğini bildiren
bir kitap bir hayat programı gönderdiği için de Rabbine şükret. Sürekli
teşekkür et Rabbine.
Evet
Mûsâ (a.s) Rabbine şükretmeliydi çünkü Tevrat’ın kendisine gönderilmesiyle Hz.
Mûsâ (a.s) insanlık için seçkinlerden olmuştu. Kendisine İncilin
gönderilmesiyle Hz. Îsâ (a.s) ve kendisine Kur’-an’ın gönderilmesiyle de
Allah’ın Resûlü seçilmişlerden olmuştu. Şu anda da Allah’ın kitabına sarılan,
Allah’ın kitabını hareket noktası ka-bul eden ve yaptıklarını Allah’ın
kitabıyla yapmaya çalışan, Allah’ın kitabını hayat programı yapan herkes aynen
o elçiler gibi halk arasında seçilmiş kimselerdir, şerefli kimselerdir.
145. “Ona levhalarda her şeyden bir öğüt
yazdık ve her şeyi uzun uzadıya açıkladık; onlara sıkıca sarıl, milletine de
emret, en güzel şekilde tutsunlar. Size Allah'a karşı gelenlerin yurdunu göstereceğim.”
Biz
Levhada onun için her şeyi yazdık. Her şeyin ayrıntısı vardır o kitapta. İmanın
da, küfrün de, şirkin de, hakkın da, bâtılın da, hayrın da, şerrin de her şeyin
detayları anlatılmıştır. Her şey açık ve net olarak Allah’ın kitabında
anlatılmıştır. Tüm kitapların özelliği mev-iza oluşudur. Kur’an-ı Kerîm de
mev’izadır. Tüm insanlığı cennete götürecek ve cehennemden uzaklaştıracak
öğütleri muhtevidir. İnsanların hayatlarının her bir bölümünde ne
yapacaklarına, nasıl hareket edeceklerine dair hükümler vardır, prensipler vardır.
O halde ey peygamberim! Sen de
kuvvetlice ona tutun. O kitaba kuvvetlice sarılıp onunla amel et. Kitaba tüm
kuvvetinle, tüm himmet ve gayretinle tutunup onu asla elinden bırakma. Kitap
sürekli elinde ve önünde olsun ki tüm hayatını onunla düzenleyesin.
Ve
kavmine, çevrendekilere de o kitabı emret, o kitaba tutunup onunla amel
etmelerini emret ki onlar da o kitabın en güzeline uysunlar. Ya da en güzel
biçimde onlar da Allah’ın kitabına sarılıp onunla hayatlarını düzenlesinler.
Eğer bunu yaparsanız, kendiniz benim kitabıma kuvvetlice tutunur, onun
emirlerini uygular nehiylerin-den de kaçınırsanız ve de onu toplumunuza
duyurursanız, toplumu-nuz da Allah’ın kitabıyla en güzel bir şekilde diyalog kurar
ve hayatlarını onunla düzenlerlerse kesinlikle bilesiniz ki ben sizi zafere
ulaştıracağım. Sizi zafere ulaştırırken düşmanlarınızı, fâsıkları da hezimete
maruz bırakacağım. Yâni ben fâsıkların yurdunu size göstereceğim. Fâsıkların
başlarına nelerin geleceğini, onların nasıl bir helâkle helâk olacaklarını size
göstereceğim diyor Rabbimiz.
Âyet-i
kerîmeden anlıyoruz ki Allah elçisinden sonra gelen bizler Allah elçisinin bize
bıraktığı bu kitabı en güzel bir şekilde anlamak, tanımak, algılamak ve hayatımızı
onunla düzenlemek zorundayız. Biz bunu yaptığımız zaman Rabbimiz fâsıkların
yurdunu bize gösterecektir. Zira fâsıkların yurdu imansızdır orada iman yoktur
orada inanç yoktur ve bunun için de orada hayat yoktur. Çünkü vahiyden uzak
olan bir yerde hayat da yoktur. Kur’an ve sünnetin olmadığı bir yerde, vahyin
bulunmadığı bir yerde bir evde bir ülkede kesinlikle hayat da yoktur. Vahiyle
irtibatları olmadığı için ölüdür onlar.
146. “Yeryüzünde haksız yere
büyüklük taslayanları, âyetlerimden yüz çevirteceğim. Onlar bütün âyetleri
görseler yine de inanmazlar; doğru yolu görseler, yol olarak benimsemezler;
azgınlık yolunu görseler, hemen onu yol edinirler. Bu onların mûcizelerimizi
yalan saymaları ve onlardan habersiz görünmelerinden ileri gelir.”
Evet yeryüzünde haksız yere tekebbür eden, Allah’a kulluktan kaçan,
Allah’ın yasalarına boyun eğmekten uzaklaşan, sanki kendisini yaratan Allah
değilmiş gibi O’na karşı müstekbir davranan,
haksız yere kibirlenen kimseleri âyetlerimizden çevireceğiz diyor
Rabbimiz. Evet sanki Allah’a ihtiyaçları yokmuş gibi, sanki Allah’ın kendisine
gönderdiği hayat programına kitabına ihtiyacı yokmuş gibi davranan, kendi
görüşlerini, kendi fikirlerini, kendi yasalarını Allah yasalarından üstün
görenleri, âyetlerimizi anlamaktan âyetlerimizi kavramaktan uzaklaştıracağız
diyor Rabbimiz.
Çünkü bu adamlar kendi iradeleriyle,
kendi arzularıyla böyle bir yolu seçmiş kimselerdir. Kendi akıllarına göre,
kendi keyiflerine göre takılmayı tercih etmiş kimselerdir bunlar. Allah’ın
âyetlerini, Allah’ın hayat programını bırakıp kendi hevâ ve heveslerini temel
kabul etmiş ve buna göre bir hayat yaşamayı tercih etmiş kimseler. Cenâb-ı Hak
da onların kendi tercihlerine göre kendileri için, kendilerinin seçmiş
oldukları bu yolu kolaylaştırmıştır. Yâni artık âyetlerden çevrilmişler,
âyetler bunlar için bir şey söylemez, bir şey ifade etmez oluver-miş. İster
Rabbimizin görsel âyetleri olsun, ister işitsel âyetleri olsun artık onlar için
bir şey ifade etmez olmuştur. Çünkü artık bu adamların ne görecek gözleri ne de
işitecek kulakları kalmamıştır. Rabbimiz gözlerini ve kulaklarını iptal
etmiştir. Kendileri bu azalarını kullanmak istemediklerinden böyle olmuştur.
Allah’ın
âyetlerinin varlığına rağmen onlar yokmuş gibi bir hayat yaşadıkları için böyle
olmuştur. Yâni bir insan Allah’ın onun hayatına karışması adına kendisi için
gönderdiği âyetlerine karşı ilgisiz kalır, onlardan habersiz bir hayat yaşarsa
işte bu Allah’ın âyetleriyle mücâdele anlamına gelecektir. Ve işte böyle
yaşayan insanların kalplerini Allah mühürleyecektir. Allah’a karşı müstekbir
davranan, Allah’a ve Allah’ın âyetlerine iman etmeyen, bu âyetler doğrultusunda
bir hayat yaşamaya yanaşmayan ve de Allah’ın âyetlerine dil uzatan kimselerin
kalplerini Allah mühürleyecektir. Ama şurası bir gerçek ki Allah haksız yere
hiç kimsenin kalbini mühürlemez.
Bu insanlar Allah’ın kendileri için
hayat programı olarak gönderdiği âyetlerden yüz çevirmişler, kendi kendilerine
bir hayat programı yapmışlar, amelleriyle öylesine fısk-u fücura dalmışlardır
ki artık o amellerden hoşlanmaya başlamışlar. Durumlarından, yaşantılarından
memnun olmuşlar, hayatlarından mutmain olmuşlar. Şu anda bizim yaşadığımız
hayat, hayatların en güzelidir. Bizim başka şeye ihtiyacımız yoktur. Allah’a da
Allah’ın âyetlerine de peygambere de ihtiyacımız yoktur demeye başlamışlar.
Allah’ın âyetleriyle kendilerini sağlamaya alma, doğru yolu bulma ve ıslah
olmayı hiç düşünmedikleri için peygamberin getirdiği mesaja da hep şüphe ile
bakmaya başlamışlardır.
Evet, bir taraftan tekebbür içinde
Allah’a teslim olmadıkları için, hayat programını kabul etmeyerek, âyetleriyle
ilgilenmeyerek Allah’a kafa tuttukları ve de Cebbarlık yapıp Allah’ın kullarına
zulmettikleri için Allah da onların kalplerini mühürleyivermiştir.
Allah
onların kalplerini mühürler. Kulaklarına, dinleme özelliklerine de mühür basar.
Yâni kalpleri mühürlenir dinleme, anlama is-tidatları alınıverir. Gözleri
vardır, görürler ama sanki görmezler. Ku-lakları vardır duyarlar, ama sanki
işitmezler. Kalpleri vardır ama san-ki bir şey duyup anlamazlar. Tıpkı
hayvanlar gibidir onlar.
"Onların
kalpleri vardır onunla anlamazlar. Gözleri vardır onunla görmezler. Kulakları
vardır onunla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir. Hattâ hayvanlardan
daha da şaşkındırlar."
(A'râf: 179)
Onların Kur’an’ın haber verdiği
konulara karşı tüm kapıları, tüm pencereleri kapanmıştır. Mü'minlerin ruhlarına
açık olan tüm pencereler bunlar için kapalıdır. Çünkü onlar hidâyetle, hidâyet
kaynağı olan Kur’an’la ilgilenmemişlerdir. Hidâyet kaynağı olan Kur’an’a karşı
ilgisiz ve nötr davranmışlardır. Karanlıkta kalmayı tercih etmişler düğmeye
basma gereği duymamışlardır.
Bu
adamlar sözü duyarlar, Allah’ın âyetlerini dinlerler, duyarlar ama âyetlerin
kendilerinden istediğini anlamazlar, üzerinde düşünmezler, anlamaya
çalışmazlar. Söyleyenin sözünü anlamak
için akıllarını, kalplerini, gözlerini kulaklarını kullanmak istemezler. Kör
bir taklitten yanadır adamlar. Denilenin sebebini, hikmetini anlamaya yanaşmazlar.
Nitekim bir gün Rasûl-i Ekremin okuduğu
Kur’an’ı dinlemek üzere gelen Ebu Cehil kendisiyle birlikte onu dinleyen Nadir
bin Harise: Ey Nadir, Muhammed ne diyor? Onun okuduklarından bir şey anladın
mı? diye sorar. Rasûl-i Ekremin okuduğu Kuranı uzun bir sü-re dinleyen Nadir
derki: Kâbe’yi inşa edene yemin ederim ki ne diyor bilmem, görüyorum ki o
sadece dilini oynatıyor, ama ne dediğini an-lamıyorum der.
Evet anlamıyorlar, anlayamıyorlardı,
çünkü Allah onların kalplerine mührünü basmıştı Bakara’da anlatıldığı gibi.
Ekinne, kinan kelimesinin çoğuludur ki kalplerinde kat kat örtüler vardır
onların. Ölümle tüm bu organlar nasıl misyonunu kaybediyorsa, ölen kişi nasıl
duy-maz duygulanmaz ve anlamaz hale geliyorsa işte aynen onun gibi ka-biliyetlerini
söndürmüş, duymamayı, anlamamayı tercih etmiş bu insanların bu organlarını
Allah iptal edivermiş manevî bir ölümle öldürüvermiş onları.
Evet
Allah onları âyetlerinden uzaklaştırmış, âyetleri anlamaktan onları menetmiş ve
bunun içindir ki:
Onlar her ne zaman rüşt yolunu, sırat-ı müstakîmi,
insanları hakka ve cennete ulaştıran bir yolu görseler ona yol gözüyle bakmayacaklardır.
Hak yolu yol edinmeyecekler, İslâm yoluyla ilgilenmeyecekler, onu yol
edinmeyeceklerdir. Allah yoluna ters davranmaya çalışacaklardır. Kendi
fikirlerine güvenen, kendi yasalarına güvenen bu insanlar Allah yoluna değer
vermeyeceklerdir.
İşte
görüyoruz, Allah yasalarına karşı gurur ve kibir içinde olup kendi yasalarını
Allah yoluna tercih edenlerin, şu anda meselâ daha önce uyguluyor oldukları
yasaların İslâm’a ait, imânâ ait bir konu olduğunu anladıkları andan itibaren
onu hayatlarından çıkarmaya ve ona karşı zıt davranışlar içine girmeye
çalıştıklarını. Biz bunu Allah emrettiği için değil kendi keyiflerimiz böyle
istediği için yapıyoruz demeye çalışıyorlar. Bile bile yanlışa kaymaya, bile
bile Allah yasalarını reddetmeye çalışıyorlar. Zulüm yanlıştır, bunu biliyorlar
ama bile bile yapıyorlar. Zina, fâiz, kumar, içki, fuhuş, azgınlık, küfür,
şirk, inkar yanlıştır ama bunları bile bile yapıyorlar. Allah’a kibir içinde
bulunan bu insanlardan başkasını beklemek de mümkün değildir zaten. Hakka
düşman oluyorlar ve:
Sapıklık
yolunu, küfür yolunu, isyan yolunu, şirk yolunu, zulüm yolunu, cehenneme
götüren yolları gördükleri zaman da, Kur’an ve sünnetin dışında şeytanın
gösterdiği ne kadar yol varsa onları gördükleri zaman da onu kendilerine yol
edinirler, hemen benimseyip sahip çıkarlar o yollara. Bu yolları Allah yoluna
tercih ederler. Yâni Demokrasi gibi, laiklik gibi ne kadar sapık, ne kadar
bâtıl yollar varsa onları kendilerine yol edinirler. Kendileri için yol haline
getirirler. Çünkü onlar Allah’ın âyetlerini, Allah’ın yasalarını bildikleri
halde kibirlerinden ötürü onları boşa çıkarmışlardır. Allah’ın yasalarını terk
edip kendi keyiflerine kendi hayatlarına dönmüşlerdir.
Halbuki Allah yolunun dışındaki tüm bu
bâtıl yolları onlara şeytan süsleyip göstermiştir. Şeytan onları sırat-ı
müstakîmden uzaklaştırıp kendi yollarına çekmiştir. Kendilerinin dosdoğru yol
üzerinde oldukları zehabına sürüklemiştir şeytan onları. Peki niye böyle cehenneme
doğru, ateşe doğru yuvarlanıp giderken hâlâ kendilerinin doğru yolda
olduklarını, cennet yolunda olduklarını zannediyor bu adamlar? Çünkü:
Çünkü
bunlar bizim âyetlerimizi yalan saydılar, âyetlerimizi yok farz ettiler,
âyetlerimizi okudular, gördüler, tanıdılar, bildiler ama hayatlarını bu
âyetlerle düzenlemeye yanaşmadılar. Belki dilleriyle bu âyetlerin varlığını ve
bu âyetlere iman ettiklerini itiraf ettiler ama hayatlarını onlarla
düzenlemediler, âyetlerimizle amel etmediler. Hayat programlarını
âyetlerimizden almadılar. Bu âyetlerimiz konusundaki imanlarını pratikte
göstermediler. İmanlarının tasdikçisi olmadılar, imanlarının eylemcisi
olmadılar. Ya bunca âyetimizi yok farz ettiler, ya da âyetlerimizi kendi
hayatlarına delil getirdiler, kendi fikirlerini desteklemede kullandılar, kendi
hayatlarının meşruiyetine malzeme yaptılar.
147. “Âyetlerimizi
ve âhirete kavuşmayı yalan sayan kimselerin işleri boşa gitmiştir. Onlar
işlediklerinin karşılığından başka bir şeyle mi cezalanırlar?
İşte
böyle âyetlerimizi ve âhiretteki randevuyu, âhiretteki buluşmayı yalan
sayanların tüm amelleri boşa gitmiştir. Çünkü Allah’ın âyetlerini ve bu
âyetlerin haber verdiği âhiretteki hesabı kitabı yok farz eden, yalan sayan
insanların elbette ki hayat programlarını âhi-ret inancına bina etmeleri mümkün
değildir. Onlar tüm hesaplarını dünya adına, dünyada bitecek bir anlayışa bina
ettikleri için zaten yaptıklarının hepsi boş ve dünyada kalıcı olacaktır.
Onların amellerinin hiç birisi âhirete intikal edecek değildir. Elbette bu
insanlar da dünyada bir şeyler yapıyorlar, ter döküyorlar, binalar kuruyorlar,
yatırımlar gerçekleştiriyorlar, harcamalarda bulunuyorlar. Ama unutmayalım ki
Allah için olmayan, Allah adına sonunda mükafat beklenmeden yapılanların tümü
boştur. Allah adına yapılmayan hiç bir amel değerlendirilmeye tâbi tutulmayacaktır.
Allah böylelerinin amellerine değer vermeyecek ve onlar için terazi mîzan vaz
edilmeyecektir.
Ama
şurası da bir gerçektir ki onlara asla zulüm de edilmeyecektir. Onlara hiç bir
zaman haksızlık da yapılmayacaktır. Onlar kendi amelleriyle kendi yaptıklarıyla
cezalandırılacaklardır. Bu adamlar dünyada kendi kendilerine, kendi
hayatlarına, kendi zamanlarına, kendi azalarına zulmettikleri için, kendilerini
Allah’a kulluk ortamından çıkarıp ya kendi hevâ ve heveslerine ya da Allah’tan
başkalarına kulluk ortamında tuttukları için
yâni kendi kendilerine yazık ettikleri kendilerini boşa harcadıkları
için yaptıklarının karşılığı kendilerine gösterilecektir. İşte böyle kimseler
için Rabbimizin adâleti böylece gerçekleşiyor anlıyoruz.
Çünkü
adamlar dünyada Allah için, Allah’la bağlantılı olarak hiç bir şey yapmadılar.
Eğer başkaları için bir şeyler yapmışlarsa e zaten bunun karşılığını dünyada
almışlardı. Alkış, makam, koltuk, şöhret, teveccüh, para, pul için yapmışlardı
yaptıklarını. Zaten dünyada aldılar bunun karşılığını. Ya da yaptıklarını
putları için tâğutları için, efendileri, ağaları, patronları, çevreleri,
yönetmelikleri, adetleri, töreleri, modaları için yapmışlardı. Eh
verebileceklerse gitsinler mükafatlarını onlardan istesinler. Bizler dünyada
sizlerin hatırınıza çırpınmıştık, haydi bize cennet verin desinler onlara.
Evet bu
insanlar gösteriş için çırpındılar. Hayranlarını çoğaltmak için çırpındılar.
İnsanlar bizden söz etsinler, insanlar bize değer versinler, insanlar bizi
konuşsunlar ve bizi alkışlasınlar dediler. Ve mil-yarlarca hayran buldular
kendilerine, salonlarca alkış buldular, insanlar kendileri önünde saygıyla
eğildiler. İnsanlar kendileri önünde kendilerinden geçtiler, kendilerini takdir
edip alkışladılar. Dünyada istemedikleri kadar şanlara şöhretlere ulaştılar.
Para içindi yaptıkları istemedikleri kadar paralar aldılar, en zengin biz
olalım, insanlar sofralarında bizi konuşsunlar diye çırpınıyorlardı Allah
onlara bu istediklerinin kapılarını açtı dünyada. İstedikleri her şeyi elde
ettiler. Dünyada tüm ecirlerini yiyip bitirdiler de âhirete bir şey
bırakmadılar.
Kimileri
de dünyada Allah’a ve Allah’tan gelenlere düşmanlık yapmak istiyordu. Dilini
müslümanlara çatmada kullanmak istiyordu. Allah yasalarına kin kusmak istiyordu
Allah onlara da tattırdı bunu. Halbuki mü’min tüm hayatını Allah için yaşayan,
tüm yaptıklarını yarın Allah huzurunda vereceği hesaba kitaba bina eden
kişidir. Yaptığı her şeyin bir hesabını vereceği inancı içinde yaşayan kişidir
mü’min.
Bundan
sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz yine İsrâil oğullarının sapmalarından söz
etmeye devam edecek.
148. “Mûsâ'nın ardından
milleti, ziynet takımlarından, canlıymış gibi böğüren bir buzağı heykeli
yaparak onu ilâh edindiler. O buzağının kendileriyle konuşmadığını ve yol da
göstermediğini görmediler mi? Onu ilâh olarak benimseyip kendilerine yazık
ettiler.”
Hz Mûsâ’nın vahiy almak üzere Tur dağına gitmesinden sonra kavminin
yaptıkları cinslikleri anlatıyor Rabbimiz. Bundan önce Rabbimizin bize haber
verdiğine göre bu adamlar kızıl denizi geçer geçmez puta tapan bir kavim
görmüşlerdi de gözlerinin önünde Firavunun kırbacı canlanmış veya ayının
gözleri önünde canlanan sıcak saç gibi onların gözlerinin önünde de şartlandırıldıkları
Firavunun eğitimi canlanmış ve Mûsâ (a.s)’dan kendilerine bir put yapmasını istemişlerdi.
Burada da yine Mûsâ (a.s)ın kırk gün kadar kendilerini Sina çölünde terk etmesi
sonucunda buzağıya tapınmaları anlatılıyor.
Bakın bu
adamlar Allah’ı biliyorlardı, Allah’ın gücünü görmüşlerdi, Firavunun zulmünü
görmüşler, Allah’ın kendilerini onun zulmünden nasıl kurtardığını görmüşler,
denizin yarılıp kendilerinin sağ salim karşıya geçerlerken düşmanlarının nasıl
boğulduklarını gözleriyle görmüşler.
Peygamberi
tanımışlar, peygamberin ne için ve nereye gittiğini bilmişlerdi ama yine de zâlimliklerini
ortaya koyuyorlardı. Dediler ki nereye gitti bu Mûsâ? Eğer bir Allah aramaya
gitmişse birlikte arasaydık! Bizler onun yokluğuna dayanamayız! Onsuz biz kime
sığınacağız? Onsuz hayatımızı neyle dolduracağız? Olmaz biz onsuz yapamayız
edemeyiz! diyerek yanlarındaki mücevherlerini eriterek buzağı şeklinde bir put
yapıp Peygamberden boşalan hayatlarını onunla doldurmaya kalktılar. Allah
onları ineğe tapınmaktan kısa bir süre önce kurtardığı halde, onlar tekrar
buzağıya dönerek zâlimlerden oldular.
Bir de
üstelik bunlar ineğe de tapamıyorlardı. Çünkü Mısırdaki efendileri ineğe
tapıyorlardı. Bunlar hâlâ köleliği içlerinde taşıdıklarından efendilerinin
taptıklarına tapamıyorlar da ineğin küçüğüne yâni buzağıya tapınmaya
çalışıyorlardı. Çünkü inek egemen güçlerin efendilerinin tanrısıydı. Köleler
ise daha küçüğüne tapabileceklerdi. Efendileri onları öyle eğitmişlerdi.
Firavunun eğitim sistemi bunu gerektiriyordu. Sizler kölesiniz denmişti
kendilerine. Sizler az gelişmişsiniz sizler güçsüzsünüz denmişti kendilerine
yıllar yılı. Firavunun eğitiminde yetişen bu insanlar hiçbir zaman efendilerine
kafa tutma cesaretini kendilerinde bulamazlardı. Onların yaptıklarını yapma
cesaretini de kendilerinde bulamazlardı. Onlar için hayat daima efendilerini
taklit ve efendilerinin yolunda olmaktı. Efendilerinin yaşadıkları bir hayata
yüz yıl sonra ulaşmak bile onlar için bir şerefti.
İşte
bundan dolayıdır ki efendilerinin kendilerini göremeyecekleri kadar onlardan
uzaklaşmış olmalarına rağmen yine de aldıkları bu eğitimin etkisiyle eh ne
yapalım büyükler büyüğe tapar, biz küçükler de ancak ineğin küçüğüne
tapabiliriz diyorlardı.
Bir de
dikkat ederseniz buzağı ziynet eşyasından yapılıyor. Bugün de bakıyoruz ziynet
eşyalarının, altının, gümüşün, paranın putlaştırıldığını görüyoruz. İnsanlar
bugün de bunlara tapınıyorlar âdeta. Ziynet esasen süs demektir. Dünyanın süsü
ve ziyneti. Bugün de insanlar âdeta bunlara tapınıyorlar. Öyleyse biz de buna
çok dikkat etmeliyiz. Dünya ve dünyanın süsü ve ziyneti olan şeyler hayatımızda
putlaşmasın.
Peygamber
kısa bir dönem aralarından ayrılınca hemen putlarına putçuluklarına
dönüverdiler. Elbette peygamberi yok farz eden bir toplumun bundan başka
yapabileceği bir şey de yoktu. Meselâ bakın Hıristiyanlarda Allah’ın peygamberi
Hz. Îsâ’yı hayatlarından kovup o hale getirince rahat bir nefes alabildiler.
Îsâ için Allah dediler, Allah’ın oğlu dediler, yarı Allah yarı insan karışımı
bir varlık dediler ve sonunda rahat bir nefes alma imkânını elde ettiler.
Allah, insan, yarı Allah yarı insan karışımı bir varlık, bu bize örnek olamaz!
Biz onun gibi olamayız! Dediler ve ondan kurtuluverdiler.
Görmüyorlar
mı ki bu put (buzağı) onlarla asla konuşmuyor ve de onları doğru yola hidâyet
de etmiyor. Yâni ne kendileriyle konuşan ne de kendilerine yol gösteremeyen bir
putu kendilerine tanrı edindiler de böylece zâlimlerden oldular. Çünkü
Rabbimizin Bakara’da anlattığına göre put sevgisi bu adamların kalplerine âdeta
içirilmişti. Firavunun eğitimi veya kırbacı bu adamların kalplerini put
sevgisiyle doldurmuştu. Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ (a.s)’ın kendilerine dönüşü on
gün kadar gecikince biz onsuz hayatımızı bir şeylerle doldurmak zorundayız
dediler ve yanlarındaki mücevherlerini eritip buzağı şeklinde bir put yaptılar
ve ona tapınmaya başladılar. Samiri onu çok ustaca bir yükseğe koymuştu ki
rüzgar ağız tarafından girip ensesinden çıkarken bir böğürme sesi meydana
gelmesini sağlıyordu.
Evet
Allah diyor ki görmüyorlar mı bu adamlar o put kendilerine ne konuşuyor ne de
onlara yol gösteriyor. Yâni ne kendilerine bir hayat tarzı önerme gücüne sahip
ne de onların hayatlarının her bi kademesinde ne yapacakları konusunda bir
şeyler söyleyebilir. Evet kendilerine ne cennet yolunu ne de cehennem yolunu
gösteremeyecek kadar akılsız, cansız, bilgisiz varlıklardır o putlar.
149. “Elleri böğründe, çaresiz
kalıp, kendilerinin sapıtmış olduklarını görünce: "Eğer Rabbimiz bize
acımaz ve bizi bağışlamazsa, andolsun ki mahvoluruz" dediler.”
Yâni bunlar yapmış oldukları bu işin yanlışlığını anlayıp bu işten pişman
olduklarını ortaya koyunca dediler ki ey Rabbimiz eğer bize acımaz, merhamet
buyurmaz ve bizi bu yaptıklarımızdan ötürü bağışlamazsan o zaman hem dünyada
hem de Ukba’da bizler zarara uğrayanlardan ve kaybedenlerden oluruz dediler.
Bu sözü
Hz. Mûsâ (a.s)’ın Tur dağından dönüşünde onları bu vaziyette görünce kendi
yerine vekil bıraktığı kardeşi Hz. Hârun’u ve kavmini azarlamasından sonra
söylemişlerdir. Ha Mûsâ’nın hem Hârun’u hem de kendilerini şiddetle
azarlamasından sonra hata ettiklerini anlıyorlar, yaptıklarından ötürü pişman
oluyorlar ve Rablerine yalvarmaya başlıyorlar. Tıpkı atamız Adem’le Anamız
Havva’nın hatalarını anlar anlamaz Rabbimize ettikleri duanın aynısını yapıyorlar.
Eğer bizi yarlığayıp affetmezsen biz ebedîyen kaybedenlerden oluruz ya Rabbi
diyorlar.
Biz de
zaman zaman hata edebiliriz. İnsan olmamız hasebiyle, beşer olmamız hasebiyle
zaman zaman nefsin ve şeytanın iğvalarıy-la ayaklarımız kayabilir, hata
edebilir, yanlışa düşebiliriz. İnsan hata etmeyen, gaflet etmeyen, günaha
düşmeyen değildir. Bunlar olabilir ama önemli olan hatada, günahta ısrar
etmemektir. Hatayı öğrendiğimiz andan itibaren hemen tevbe edip Rabbimize yönelmek,
düşer düşmez doğrulup kıblemizi değiştirmek Rabbimize yönelmek zorundayız.
150. “Mûsâ, milletine kızgın ve
üzgün olarak dönünce "Benim arkamdan ne kötü olmuşsunuz! Rabbinizin emrinin
çabuk gelmesini mi istiyorsunuz?" dedi, levhaları attı ve kardeşinin
başından tutup kendisine doğru çekti. Harun: "Ey annem oğlu! Bu millet
beni küçümsedi; az kalsın öldürüyorlardı. Bana düşmanları sevindirecek şekilde
davranma beni bu zâlim milletle bir sayma" dedi.”
Mûsâ (a.s) çok üzgün ve kızgın, öfkeli bir durumda kavmine döndüğü zaman
kavmine dedi ki benim arkamdan ne kötü bir halef oldunuz? Benden sonra niye
böyle kötü bir halef oldunuz? Ben sizi kısa bir zaman için terk ettim diye,
kısa bir süre sizin yanınızdan ayrıldım diye, benim arkamdan niye hemen
buzağıya tapındınız? Rab-binizin azap emrinin bir an evvel gelip sizi
kuşatmasını mı bekliyor-sunuz? Allah’ın belâsını mı bekliyorsunuz? Rabbinizin
emri konusunda acele mi ediyorsunuz? diyerek gazabını ve üzüntüsünü izhâr etti
ve:
Levhaları attı ve kardeşi Hârun’un başından tutup
kendisine doğru çekerek bana böyle mi halef olunur? Benim arkamdan böyle mi
halef oldun? Ben seni yerime niye bırakmıştım? Tura giderken sen onlara göz
kulak olasın diye, onlara nasihat ederek küfre ve isyana düşmelerini
engelleyesin diye seni arkamda halef bırakmıştım. Sense benim yerime ne kötü
halef oldun. Bana ne kötü halîfelik yaptın. Bu kavmimin buzağıya tapınmalarına,
şirke düşmelerine göz yumup müsaade ettin diyerek kardeşi Hârun’a çıkışmaya başladı.
Harun
(a.s) diyor ki ey annem oğlu! Bu millet beni küçümsedi. Kavmim beni zayıflattı.
Az kalsın neredeyse beni öldürüyorlardı. Düş-manlarımın gözleri önünde beni
rezil etme. Bana düşmanları sevindirecek şekilde davranma. Ve sakın beni bu zâlim
milletle bir sayma dedi. Beni bu zâlimlerle beraber kabul etme. Beni bu zâlimlerle
aynı kefeye koyma benin bunlarla da yaptıkları bu şirkleriyle de uzaktan ve
yakından bir ilgim alâkam yoktur diyordu.
Evet
Harun (a.s) ey annemin oğlu diye söze başlayarak Mûsâ (a.s)’ın kardeşlik
duygularını tahrik edip devreye sokuyordu. Ey annemin oğlu; beni kınama benim
bu konuda gücüm yetmedi. Bu kavim benim üzerime galip geldiler. Kendilerini
uyardığım zaman, bu yaptıklarının şirk olduğunu, küfür olduğunu kendilerine
anlatıp onları bu işten menettiğim zaman benim üzerime o kadar saldırdılar, o kadar
yüklendiler ki az kalsın beni öldürüyorlardı. Bunları bu işten engellemeye
çalıştım ama gücüm yetmedi, beni dinlemediler. Onun içindir ki bu zâlim toplum
karşısında beni azarlama ey annemin oğlu. Bu zâlimler karşısında beni küçük
düşürme. Ve sakın beni bu zâlimlerle bir tutma diyordu Harun (a.s). Çünkü bu
adamlar gerçekten zâlimlerden olmuştu. Kısa bir süre Allah’ın elçisi
yanlarından ayrılıp Tur’a vahiy almaya gidince hemen sanki Allah’ı hiç
tanımamışlar gibi, sanki Allah elçisi Hz. Mûsâ’yla hiç tanışmamışlar gibi,
sanki kendilerini Firavunun zulmünden kurtaran Allah olmamış gibi, sanki Kızıl
deniz kendileri için yarılmamış, kendileri sağ salim karşıya geçip de gözlerinin
önünde dünyanın en zâlim en despot adamı Firavun ve avanesi askerleri ge-bermemiş gibi kısa
bir süre Allah’ın elçisi aralarından ayrıldı diye hemen eski küfürlerine, eski
şirklerine dönüp buzağıya tapınmaya başlayıverdiler ve zâlimlerden oldular.
Ama
Allah’ın elçisi Harun (a.s) hiç bir zaman onların bu kü-fürlerine, bu şirklerine
rıza göstermemiş, elinden geldiği kadar, gücü yettiği kadar onlarla bu konuda
mücâdele vermiş ama, yalnız olmasından dolayı güç yetirememiş ve onları bu
işten engelleyememiştir. Eğer Harun (a.s) onların bu yaptıkları şirke ses çıkarmamış
olsaydı, onlarla mücâdeleye tutuşmamış olsaydı, eğer bu adamların yapmış ve
tapınmış oldukları bu heykele rıza göstermiş olsaydı o zaman Harun da aynen
onlar gibi olacaktı. Onlarla aynı
kefede, aynı konumda olacaktı. Zâlimlerin zulmüne, müşriklerin şirkine ses çıkarmayarak
onların eylemlerine ortak olmuş olacaktı.
Lâkin Allah’ın elçisi Hz. Harun böyle
bir toplum içinde çalışıp çırpındığından dolayı, onları bu işten vaz geçirmek
için elinden geleni yaptığından dolayı onların ne küfürlerine, ne şirk ve zulümlerine
ortak olmayacaktır. Çünkü o onların şirklerine ve zulümlerine ne bizzat onu
kabul ettiğini söyleyerek ne de ses çıkarmayarak destek olma durumuna asla
düşmedi. İşte onun içindir ki Harun (a.s) kardeşi Mûsâ (a.s)’a diyor ki: Ey
annemin oğlu! beni bu zâlimlerle bir tutma.
Evet
bundan şunu anlıyoruz: Eğer bir toplumda bir zulüm varsa, eğer bir toplumda
şirk varsa, küfür varsa, ahlâksızlık ve haksızlık varsa ve eğer o toplumun
üyeleri olan bizler toplumdan bu küfrün, şirkin ve zulümlerin kalkması
kaldırılması adına ciddi bir çalışmanın bir mücâdelenin içine girmiyorsak, eğer
karşı çıkmıyor, tavır almı-yorsak, susmayı tercih ediyor, sineye çekiyorsak
bilelim ki onların küfürlerinin şirklerinin ve zulümlerinin tümüne bizler de
ortağız demektir.
Ama biz, bize
düşen mücâdeleyi yaptığımız halde bu insanların şirklerini ve zulümlerini
engelleyemiyorsak o zaman onların yaptıklarından bizim bir sorumluluğumuz
olmayacak demektir.
151. “Mûsâ" Rabbim! Beni
ve kardeşimi bağışla, bize acı Sen merhametlilerin merhametlisisin" dedi.”
Hz Mûsâ’nın bu duasından da anlaşılıyor ki artık o kavim içinde onları
şirke düşmekten engelleme konusunda elinden geleni yapan Hz. Hârun’un
suçsuzluğu Mûsâ (a.s) tarafından da anlaşılmıştır. Onun içindir ki Hz. Mûsâ
(a.s) sadece kendisi için değil aynı zamanda kardeşi Harun için de dua
ediyordu. Kendisi için de af diliyordu Allah’tan çünkü onu kendi yerine vekil
tayin eden bizzat kendisiydi. Bundan da anlıyoruz ki bir yere idareci tayin
eden bir devlet başkanı, tayin ettiği kişinin yaptıklarının tümünden
sorumludur. Çünkü onu oraya tayin eden kendisidir.
Öyleyse kişiler seçtiklerinin
yaptıklarından sorumlu olduklarını unutmamalıdırlar. İşte bunun içindir ki Hz.
Mûsâ olup bitenlerden ötürü önce kendisini sorumlu kabul edip kendisi için af
diledikten sonra yerine tayin ettiği kardeşi hakkında dua ediyor.
152. “Buzağıyı tanrı olarak benimseyenler, Rablerinin öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklardır; iftira edenleri böylece cezalandırırız.”
Evet o Allah’ı bırakıp da buzağıya tapınanlar, buzağıyı kendilerine Rab
edinenler, heykelleri Rab ve İlah kabul edenler, bu putların arkasında kendi
egemenliklerini, kendi hevâ ve heveslerini, kendi düzenlerini putlaştıranlar
kendi yasalarını Allah yasalarının önüne geçirenler, kendi sistemlerini vahyin
yerine ikâme edenler, bunlarla toplumlara yön vermeye, toplumların hayatlarını
düzenlemeye çalışan kimselere Allah’tan bir gazap gelecektir. Allah’ın rahmetinden,
Allah’ın yardımından uzak oluş gelecektir. Allah’ın rahmetinden mahrum oluş
yanında bir de dünyada bir horluk, hakirlik ve zillet vardır onlar için.
Dünyada aşağılık mahluklar olacaklardır onlar.
Evet
heykellerin peşinden giden, heykelleri putlaştıran, heykelleri tanrılaştıran,
buzağıları diken ve onların arkasında kendi fikirlerini, kendi görüşlerini
putlaştıran, vahyi bırakıp da kendi hevâ ve heveslerini, kendi yasalarını
putlaştıran hangi insan, hangi toplum olursa olsun onun âkıbeti Rablerinin
rahmetinden mahrum olmak, Allah’ın gazabına maruz kalmak ve yeryüzünde aşağılık
horluk ve zillet damgasını yemektir. Putların ya da putlaştırılmış insanların yasalarının
hâkim olduğu tüm toplumların alın yazısıdır bu. Allah yasalarını bırakıp insan
yasalarını tercih eden toplumlar zillete ve meskenete mahkum olacaklardır.
Kesinlikle izzetlerini ve şereflerini kaybedecekler, şahsiyetleri silinecek,
kimlikleri kalmayacak, tarihleri kaybolacak, kültürleri, inançları yok olacak
kendi varlıklarını bile koruyamayacaklar ve yeryüzünde güçlü toplumların kulu
kölesi olmak zorunda kalacaklardır. Kendilerine egemen güçler ne derlerse ne
emrederlerse onu yapmak zorunda kalacaklardır. Hukuklarını onlar belirleyecek,
eğitimlerini onlar ayarlayacak, yazılarını, tarihlerini, takvimlerini, kılık
kıyafetlerini her şeylerini onlar ayarlayacaktır. Berikiler de onların kulu
kölesi olacaklardır.
Puta ya
da putlaştırılmış varlıklara tapan, putlaştırılmış varlıkların yasalarını
uygulayan insanların belki ilk zilletleri kendi elleriyle yontup yaptıkları
putlar huzurunda secdeye varmaları ve kendileri gibi âciz varlıklara kulluk
zilletine katlanmalarıdır. İnsanın bir eşyaya ya da kendisi gibi âciz bir
insana tapınması, onun önünde eğilmesi kadar alçaltıcı bir şey düşünmek mümkün
değildir. Düşünebiliyor musunuz insanlar kendi elleriyle put yapacaklar, kendi
elleriyle yasa koyacaklar ve bunları koruma görevini de kendi üzerlerine
alacaklar bunları korumak için de
paralar harcayacaklar bundan daha aşağılık bir şey olamaz yeryüzünde.
Ve bir
de üstelik bu putların koydukları yasaların tutarsızlıkları,
uygulanırsızlıkları yüzünden çağın gerisinde kalmaya, yeryüzünün dilencileri
konumuna düşmeye sabretmeleri, onları değiştirmeye cesaret edememeleri de zilletin ve meskenetin zirvesidir belki. Allah
di-yor ki bakın:
İşte
müfterileri böylece cezalandırırız. İşte Allah’ın hayat programından kaçıp
hayat programı budur diyerek Allah’tan başkalarının yasalarını hâkim kılarak
iftira edenleri böylece cezalandırırız. Allah’ın dinini bırakıp kendi hevâ ve
heveslerini onun yerine geçiren kendi kafalarına göre bir hayat tarzı
geliştiren müfterileri işte böylece cezalandırırız diyor Rabbimiz. Evet Allah’a
karşı din uyduran, Allah’a karşı yasa belirleyen kimselerin âkıbetleri işte
budur. Ama şunu da asla unutmayın ki:
153. “Kötülük işleyip ardından
tevbe edenler ve inananlar bilsinler ki Rabbin, bu hareketlerinin ardından şüphesiz
bağışlar ve merhamet eder.”
Kötülük işleyenler, hattâ bu kötülükleri Allah’tan başkalarına tapınmaya
kadar, küfre kadar, şirke kadar varanlar, heykelciliklere ve heykellere
tapınmaya kadar varanlar, işledikleri kötülükler ne olursa olsun, ne kadar
olursa olsun eğer tevbe ederler bu yaptıklarından vaz geçerler akıllarını
başlarına alarak Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman ederlerse, Allah’la
barışırlarsa, Allah yasalarını uygulamaya başlarlarsa muhakkak ki Allah onları
bağışlayacak ve kendilerine merhametle muamele edecektir. Öyleyse ey insanlar
dönün Allah’a o Allah Ğafûr ve Rahîmdir. Allah yaptıklarınızı silecek ve size
rahmetiyle muamele edecektir bundan hiç şüpheniz olmasın.
Demek ki
putlara tapınacak kadar, heykellerin önünde eğilecek kadar, Allah’la çatışma
noktasına gelecek kadar yoldan çıkmış bir toplumun bile temizlenme ve arınma
yolları daima açıktır. Toplumlar bu noktaya düşebilirler. Allah’ı unutup başka
şeylere tapınacak kadar alçalabilirler. Allah yasalarını bırakıp insan
yasalarını uygulayarak Allah’la harbe tutuşurcasına bir kısım tâğutları ona eş
ve ortak koşacak bir duruma gelebilirler. Veya Allah kanunlarını bir tarafa atarak
kendilerine egemen olan toplumların kanunlarını uygulama noktasına düşebilirler.
Kendilerine egemen olan toplumların tanrılarından daha düşük tanrılara
tapınacak hale gelebilirler. Ama bilelim ki ne yaparlarsa yapsınlar tevbe
kapısı her zaman için açıktır onlar için. Yeniden Allah’a dönebilme, yeniden
Allah’ın kitabına dönebilme imkânları her zaman mevcuttur. Böylece yeniden
Allah’ın affına Allah’ın merhametine ve nimetlerine ulaşma imkânları olabilecektir.
Evet
Allah bu kadar Ğafur ve Rahîmdir. Yalnız unutmamak lâzımdır ki Rabbimizin
affına lâyık olabilmenin şartları vardır. Âyet-i kerîmenin ifadesine göre tevbe
edilecek. Yaptıklarımıza son verecek, kıblemizi değiştirecek, hayat
programlarımızı değiştirecek sonra da durumumuzu düzelteceğiz. O zaman
Rabbimizin affedemeyeceği hiç bir günah yoktur. Değilse hayatımızı
değiştirmiyorsak, zulüm şirklerimize devam ediyorsak asla Rabbimizin affına ve
mağfiretine mazhar olamayacağız demektir.
154. “Mûsâ, öfkesi yatışınca,
bir nüshasında Rablerinden korkanlar için doğru yol ve rahmet yazılı olan levhaları
aldı.”
Mûsâ (a.s)’ın gazap ve öfkesi dinince, yâni sakinleşip o hal kendisinden
geçince. Yâni az evvel Mûsâ’ya hükmeden gazap hali gidip yerine sükûnet hali
gelince. Çünkü az evvel Mûsâ (a.s)’ma hükmeden, ona kavmine kız, kardeşinin
başından tutup onu salla, levhaları elinden at diyen gazaptı. Yâni gazap
insanın aklını başından alan düşünme yeteneğini gideren bir durumdur. Onun
içindir ki gazaplı haldeyken kişi ne yaptığını, ne söylediğini bilemez. Onun
içindir ki bizi bizden çok iyi bilen Rabbimiz gazaplı haldeyken insanların hüküm
vermelerini yasaklamıştır.
Gazap;
insanın öfke ile insanlıktan çıkığı andır. İnsanlık önün-deki iki hadiseden
birini seçme özelliğidir. Halbuki gazaplanınca seç-me özelliği gider insandan.
Dolayısıyla bu durumda insan insanlıktan çıkmıştır. Bundan sonra pek çok
muharremat birbirini takip eder. Harpler, darplar, kavgalar, katl olayları,
zulümler düşmanlıklar, kazf, yalan isnadı, iftira, talak ve tüm fuhşiyyatlar
gazaplanmanın sonunda meydana gelir. İşte böyle gazaplandığı bir anda, gazap
makamında bulunduğu bir anda gazabına sahip çıkarak, kendisine sahip çıkarak
gazabının gereğini yapmayan, Allah’ın kendisinden istediklerinin dışına
çıkmayan kimseyi de Allah cehenneminden ve şeytandan emin kılacaktır.
Taberânî’nin
Hz. Enes’ten rivâyet ettiği bir hadislerinde de Allah’ın Resûlünün şöyle
buyurduğunu biliyoruz:
“Şu üç
şey iman ahlâkındandır.
1:
Öfkelendiği zaman öfkesine bâtıl sokmamak,
2:
Hoşlandığı zaman sevgisinden hakkı çıkarmamak,
3:
Kendisine ait olan şeyi almaya gücü yettiği halde almayıp vazgeçmek”
Ama
şurası da bir gerçektir ki gazap bazı yerlerde gereklidir. Hattâ bazı konularda
gazaplanmayan kimse mümin bile değildir.
Rasûlullah’a
bakıyoruz. Bize gazaplanmayın diyen Rasulullah efendimizin hayatını izliyoruz.
Zira biz dini ondan öğreniriz. O ne yaptı? Nasıl yaptıysa? Ne dediyse? Ne
dememizi ve nasıl dememizi istemişse, na yapmamızı ve nasıl yapmamızı istemişse
işte bizim ölçümüz odur. Bakıyoruz ki demin de ifade ettiğim gibi Allah’ın
Resûlü nefsi adına şahsı adına hiç gazaplanmamış.
Hz. Enes (R.A.) on yıl kendisine hizmet
etmiş yaptığı bir şeyden ötürü bunu niçin yaptın? Yapmayıp ihmal ettiği bir
şeyden dolayı da niçin yapmadın? diye
bir defa da olsun onu azarlayıp ona ga-zaplanmamıştır. Ama Kur’an’ın tümü
kendisinin ahlâkı olan Allah’ın Resûlü, Allah’ın kerih gördüğü bir meseleyi
duyar ya da görürse, Allah’ın emirlerinin ve yasalarının çiğnendiğini görür ya
da duyarsa öyle bir şiddetle gazaplanır ve öfkelenirdi ki hiç kimse onu
durduramaz hiç kimse onu susturamazdı.
İşte
Rabbimizin insan fıtratına koyduğu gazap yasası burada geçerlidir. Böyle
yerlerde müslüman gazaplanmalıdır. Diniyle alay edildiğini, Allah’ın
âyetleriyle, Allah’ın şeriatıyla alay edildiğini gördüğü yerde bir müslümanın
yerinde duramaz hale gelip alaycıların beyinlerinde patlayacak bir bomba gibi
gazaplanması gerekmektedir. Allah düşmanlarının suratlarında patlayacak bir şamar
gibi gazaplanması gerekmektedir. Zaten böyle durumlarda gazaplanmayan bir
kimsenin müslümanlığından da şüphe edilir. Gözlerinin önünde Allah’ın emirlerinin
çiğnenmesi karşısında gazaplanmamak zilletin ta kendisidir.
Hattâ
İmam Şafiî efendimiz kızılması gereken bir durum görüp de kızmayan kimsenin
eşek olduğunu söyler.
Evet
Allah’ın gazabının olduğu yerde müslüman da gazap-lanmak zorundadır. Mü’minler
Rablerinin gazabıyla gazaplanan, rı-zası sebebiylede razı olan insanlardır.
Bakın A’râf sûresinin 154. âyetinde
Allah’ın gazabını celp edecek bir konumda toplumunun kendisinin yokluğunda
Allah’ı unutup onun yerine Buzağıya tapındıklarını ve şirke düştüklerini
görünce Hz. Mûsâ (a.s)’ın da son derece
gazaplandığı, hattâ Tevrat levhalarını elinden attığı ve gazabı dinince onları
yeniden eline aldığını görüyoruz.
Elbette çevresindekilerin Allah’a
kulluğu bırakıp da tâğutların peşine takıldıklarını, Allah yasalarını terk edip
insan yasalarına kul köle olduklarını, cennet yolunu terk edip süratlice
cehenneme doğru gittiklerini gören bir müslümanın bu duruma gazaplanmaması mümkün
değildir. Bir müslümanın böyle bir durumda rahat bir hayat yaşaması mümkün değildir.
Bu durumu değiştirmek ve Allah’ın gazabından korunmak için bir müslümanın
elinden ne geliyorsa yapması gerekmektedir.
Meselâ
bir defasında Hz. Ömer elinde Tevrat nüshaları olduğu halde Rasûlullah’ın
huzuruna gelir. Rasûlullah’ı teyid eden deliller bulurum kanaatiyle elindeki
Tevrat nüshalarını okumaya başlar. Onun bu durumuna şahit olan Allah’ın Resûlü
son derece gazaplanır. Rasulullah efendimizin gazaptan yüzünün kıpkırmızı
kesildiğini gören sahâbe-i kirâm efendilerimiz Hz. Ömer’i uyarırlar. Ey Ömer
bırak onu okumayı! Vallahi yaptığın bu işle Rasûlullah’ı gazaplandırdın derler.
Farkında olmadan Rasûlullah’ı gazaplandırdığını gören Hz. Ömer derhal onları
elinden atar ve vallahi ya Rasulullah gönlüm bunlara meyletmiş filan değildir.
Vallahi ya Rasulallah kalbim bu paçavralara kaymış filan değildir. Galiba beni
yanlış anladınız. Vallahi ben din olarak İslâm’dan, kitap olarak Kur’an’dan
Rasul olarak da senden ra-zı oldum. Bu paçavralara meylettiğimden, bunlara
değer verdiğimden ötürü değil belki sizin risâletinize delil bulurum niyetiyle
okumuştum diyerek onun gazabını dindirir ve gönlünü almayı becerir.
Yâni şimdi şu anda müslümanların
Allah’ın kitabının önüne yığınlarla beşer kitaplarını geçirdiklerini, Allah’ın
kitabıyla bilgilenmek yerine insan kitaplarıyla bilgilenmeye çalıştıklarını
görseydi ne kadar gazaplanacaktı varın onu siz düşünün.
Yine
Rasulullah bir defasında Hz. Aişe’nin evinde sûretli bir kumaş görür, bu münker
karşısında öylesine gazaplanır ki Allah’ın Resûlü ta ki Ayşe anamız onu kaldırıncaya
kadar gazabı dinmez. Evet İslâm’ın yasak dediği, Allah’ın haram dediği bir
münker karşısında biz de aynen Rasulullah efendimiz gibi gazaplanacak ve o
münker kaldırılıncaya kadar Allah için gazabımız da dinmeyecektir. Evimizde
hanımlarımızın veya çocuklarımızın Allah’ı kızdıracak bir davranışlarını gördüğümüz
zaman veya çevremizdeki insanlarda Allah’ın gazabını celp edecek bir davranış
gördüğümüz zaman onları bu işte vazge-çirinceye ve Allah’ın gazabından emin
oluncaya kadar gazaplanacak ve o durumu kabul etmeyeceğiz.
Bakın
Allah’ın Resûlü Medine’de bir müslüman kadının örtüsüne saldıran Yahudilere
karşı son derece gazaplanmış ve onlarla sonuna kadar savaşmıştır. İşte bu konu
mü’minin gazaplanma sebebidir. Gözlerimizin önünde mü’minelerin namuslarıyla
oynayacaklar, iffetlerini rencide edecekler ve biz gazaplanmayacağız bu kesinlikle
mümkün değildir.
Yine
Hendek günü ikindi namazını kıldırmaya fırsat bırakmayan müşriklere gazaplanıp
beddua ettiğini biliyoruz Rasulullah efendimizin. Bir Arâbî’nin saygısızca
yakasından tutarak asılmasına ve mübârek boyunlarında kıpkırmızı iz bırakmasına
nefsi için gazap-lanmayan Allah’ın Resûlünün Hendekte müslümanların ikindi namazlarını
kılmalarına fırsat vermeyen müşriklere karşı:
“Allah’ım
onların karınlarını ve evlerini ateşle doldur”
Diye beddua ediyordu. Öyleyse bizler de
müslümanları namazdan engelleyen her şeye gazaplanıp lânet okuyacağız. Meselâ
namazı engelleyen şu andaki materyalist eğitim sistemimidir? Namazı engelleyen
hayat programımıdır? İnsanlar mıdır? Kimse buna gazap-lanıp değiştirmek için,
namazla insanların arasına konmuş tüm engelleri, tüm barikatları kaldırmak için
elimizden gelen her şeyi yapmak zorundayız.
Evet Hz.
Mûsâ’nın gazabı dinince:
Turdan
getirmiş olduğu Levhaları aldı. Ki onun bir nüshasında Rablerinden korkanlar
için doğru yol ve rahmet yazılı idi. Aslında tüm kitapların özelliğidir bu.
Rabbimizin insan hayatını düzenlemek üzere gönderdiği tüm kitaplarında olduğu
gibi Hz. Mûsâ’ya gönderdiği Tevrat’ta da hidâyet ve rahmet vardı. Yâni o kitap,
tüm kitaplar insanlığın hayat programı olarak onları hem dünyada mutlu etmek
hem de onları cennete ulaştırmak özelliğine sahiptir. Ama tâbi Rablerinden korkanlar
Rablerine, Rablerinin istediği biçimde iman edip Onunla, O’nun kitabıyla yol
bulmaya koşanlar için.
Bakara
sûresinde:
Müttakılerin kılavuzu, mihmandarı yol
göstericisi olarak tarif buyurulan kitap
En’âm sûresinde de:
İnsanların tamamı için hidâyettir diye
kendisini tanıtır. Aslında kitap herkese genel mânâda hidâyeti göstermek için
inmiştir. Ama herkes bu kitabın hidâyetini kabul etmede, isteyerek bunun
hidâyetini seçmede eşit olmayacaktır. Kimileri bununla hiç ilgilenmeyecek, bunu
anlamaya yanaşmayacaktır. Bakıyoruz Hâdî kelimesi, hüden kelimesi Kur’an’da on
beş ayrı mânâda kullanılmıştır. Allah hüdendir, Tevrat hüdendir, Kur’an
hüdendir, Kâbe hüdendir, Peygamberimiz hüdendir, başka hüdenler de vardır
Kur’an’da. Buna göre hüden olarak ne peygamberimizin, ne Kâbe’nin ne de
kitabın bizzat kendisi birinin elinden
tutup dini kabul ettirici olma derecesine vardıramaz meseleyi.
Yâni gerek kitabın ve gerekse
Peygamberimiz bizzat insanların kalplerine imanı sokmakla değil, bu imanı
insanlara tanıtmakla mükelleftirler. Öyleyse bir kimse kitaba yanaşmadı mı
kitap kimseye hidâyet edemez. Kitaba yaklaşan kişi eğer onunla yol bulmak
isterse ancak o, o zaman hidâyet edebilir. çünkü "Hüden lin nas" dır kitap. Ama "Hüden
lil müttakin" dir de aynı zamanda. Ne demek o? Yâni herkese yol gösterecek kapasitede
değil. Yâni herkes bununla yol bulmak istemez, herkes buna yol sormaya gelmezse
o zaman, o sadece takvalılara yol gösterecek, sadece onlara hidâyet edecektir.
Ötekiler için hattâ yine Kur’an’ın ifadesiyle bu kitap kimilerinin zararını,
ziyanını artıracaktır.
"Kur’an zâlimlerin ancak
zararını artırır."
(İsrâ 82)
Evet
kitap hidâyettir ama aynı zaman da rahmettir de. Kullarına rahmetinin gereği
olarak göndermiştir Rabbimiz kitaplarını. Bakıyoruz kitabın indirilişiyle
birlikte, kitabın indirilişinin zikriyle birlikte he-en Rabbimizin Rahmân ve
Rahîm oluşunun zikredildiğini görüyoruz. Kitabın inzalinin hemen yanı başında
Rabbimizin Rahmân ve Rahîm oluşunun gündeme getirilmesinden anlıyoruz ki bu
kitap Rahmân ve Rahîm olan bir kaynaktan gelmektedir. Bu kitap Rabbinizin
Rahmân ve Rahîm sıfatlarının tecellisidir.
Yâni bu kitabını Rabbiniz size mahza rahmetinin
gereği olarak indirmiştir. Size merhamet ettiği, size acıdığı için, sizin
yeryüzünde ne yapacağınızı bilmez bir vaziyette bocalamanıza razı olmadığı için
rahmetinin gereği olarak Rabbiniz size bu kitabı vasıtasıyla kendi bilgisini
indirmiştir. Eğer Allah size merhamet buyurup da bu kitabı vasıtasıyla kendi
bilgisini indirmeseydi sizler karanlıklar içinde ne yapacağınızı bilmez bir
vaziyette kalırdınız.
Evet o
Rabbiniz ki rahmeti gereği sizi yaratan, sizi yoktan var eden, yaratılış öncesi
sizin için dünyada her şeyi hazırlayan, sizin için tüm şartları hazırlayan,
yaratılış sonrası için de size rızık verip sizi doyuran, sizi yaşatan ve bir de
hayatınızı düzenlemeniz için size kitap gönderen Rabbinizdir. Şimdi mahza
kendilerine karşı rahmet olarak gönderilen bu kitaba karşı kayıtsız kalan,
ilgisiz kalan, hattâ onu inkar eden, bu hayat programından habersiz bir şekilde
kendilerine hayat programı yapmaya kalkışan kimselerden daha zâlim kim vardır?
Kendilerini bu kitaptan, bu kitabı kendilerinden uzak tutan insanlardan daha zâlim
kim olabilir? Rableri kendilerine acıdığı için karanlıklarda kalmasınlar diye
bir hayat programı gönderiyor, kendilerini muhatap kabul edip kendi bilgisini
gönderiyor onlara, onlarsa bu rahmet kaynağına karşı ilgisiz kalarak
kendilerini Rablerine kulluk ortamından uzaklaştırarak başkalarına kulluğa koşuyorlar.
Bundan daha büyük bir zulüm olur mu? Bundan daha büyük bir nankörlük olur mu?
Evet bu
kitap Rahmet kaynağı olan, kullarına karşı sonsuz Rahmet ve merhamet sahibi bir
Allah’tan gelmiştir. Kullarına rah-metinin gereği olarak bu kitabını
göndermiştir Rabbimiz. Bu kitabın gelişi sadece bu kitaba iman edenler için
değil tüm âlemler için bir rahmettir. Sadece bu kitaba iman edip onunla amel
eden, bu kitabı kendilerine hayat programı yapan mü'minlere değil aynı zamanda
bu kitabı reddedip onunla diyalog kurmaya yanaşmayan insanlar için de rahmettir
bu kitap. Sadece insanlar için değil aynı zamanda tüm canlılar içinde bir
rahmettir bu kitabın gelişi. Bundan sonra Rabbimiz yine Hz. Mûsâ (a.s)’ın
toplumuyla ilgili bir başka konuyu gündeme getirerek şöyle buyuruyor:
155. “Mûsâ, tayin
ettiğimiz müddette milletinden yetmiş kişi seçti; onları sarsıntı tutunca dedi
ki: "Rabbim! Dileseydin daha önce beni ve onları yok ederdin, aramızdaki
beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi yok eder misin? Bu, senin imtihanından
başka bir şey değildir, bununla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola
iletirsin; bizim dostumuz sensin; bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların
en iyisisin.”
Mûsâ
(a.s) toplumundan yetmiş kişiyi seçti. Rabbimiz kendisine kulluğu terk ederek
buzağıya tapan bu insanların tümünün affedilmeleri için onların içinden yetmiş
kişinin seçilip kendisinden af dilemeleri için bir vakit tayin etmişti. Veya
Kur’an’ın değişik yerlerinde anlatıldığına göre Mûsâ (a.s)’ın toplumu ey Mûsâ
bizler Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanmayacağız dediler de, Mûsâ (a.s)’ da
onları seçip Tur’a götürdü.
Bunlar
bu defa da biz Allah’ı açık açık görmedikçe kesinlikle inanmayacağız ey Mûsâ!
diye tutturunca rivâyetler gösteriyor ki, Hz. Mûsâ bunlardan kendi içlerinden
yetmiş kişiyi seçip kendisiyle birlikte Tura göndermelerini istedi. Âyet-i
kerîme bunların sayısının yetmiş kişi oldukları anlatılır. Hz. Mûsâ kavmin
seçtiği bu yetmiş kişiyle beraber Tura gitti. Bunlar buzağıya tapan arkadaşları
namına özür dileyeceklerdi. Yada Hz. Mûsâ (a.s)’ın Allah’la konuşmasına şahit
olacaklardı.
Burada
Cenâb-ı Hakkın Hz. Mûsâ ile konuşmasına şahit oldukları halde, hayır bu yetmez
ey Mûsâ senin Rabbini açık açık gözlerimizle görmedikçe inanmayacağız dediler.
Sonra:
Onları
bir yıldırım, bir sarsıntı, bir ateş veya geberin diye bir ses yakalayınca,
sanki alın öyleyse Allah’ı ancak böyle görebilirsiniz! dercesine Allah onların
tamamının işini bitiriverince Hz. Mûsâ dedi ki:
Ya Rabbi! Eğer sen dileseydin onları daha önce de helâk ederdin. Ta o seni bırakıp, sana kulluğu terk edip de buzağıya tapınmaya başladıkları anda, buzağıya tapınanlara ötekilerin engel olmadıkları anda onları da beni de öldürürdün ya Rabbi diyerek Hz. Mûsâ ağlamaya başlamıştı. Sana kulluğu bırakıp puta tapınmaya çalışan veya seni görme cinnetine kapılmış olan bu zâlimleri de daha önce seni görmek için sana dua eden beni de daha önceden öldürüp helâk edebilirdin ya Rabbi. Ya Rabbi sen kavmimin seçkinlerini öldürdün! Şimdi ben onların yanına varınca ne diyeceğim? diye yalvarıp yakarınca Allah onları tekrar diriltti. Ya da Bakara sûresindeki:
"Siz o zaman bakıp duruyordunuz!"
İfadesinden
anlaşıldığına göre bunlar ölmemişlerdi de kımıl-dayamıyorlardı, ölüm haline
gelmişlerdi diyenler de olmuş. Nitekim burada da:
"Onları bir titreme
alınca..."
Hz Mûsâ Rabbine yalvarıyor
ve diyor ki:
İçimizdeki
bir kısım sefihlerin, hayrını, şerrini, menfaatini, zararını bilmeyen
içimizdeki bir takım beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk eder misin ya
Rabbi? İçimizde ki bu senin kendini tarif buyurduğun gibi tanımayan, senin
azametinden, senin sıfatlarından, senin kitabından, senin yasalarından, senin
hayat programından habersiz yaşayan bu beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi
de helâk eder misin ya Rabbi? Seni tanımadıkları için, sana karşı kafa tutarcasına
kendi hevâ ve heveslerini putlaştırıp keyiflerine geldiği gibi bir hayat yaşamaya
kalkışan bu cahillerin yaptıkları yüzünden bizi de helâk eder misin ya Rabbi?
Ne olur bu beyinsizler yüzünden bizi helâk etme ya Rabbi!
Ya
Rabbi! Bütün bunlar senin birer imtihanındır. Bütün bunlar senin birer fitnen
ve denemendir. Şu benim toplumumun içine düştükleri fitne muhakkak ki senden
gelen bir imtihandır. Ve Sen bu tür imtihanlarınla, bu tür fitneler sebebiyle
dilediklerine hidâyet eder, dilediğin kimseleri de saptırırsın. Bütün bu
imtihanlarınla sen dilediklerinin kalbine sarsılmaz bir iman kuvveti verir,
dilediklerinin kalbini de kaydırırsın ya Rabbi. Çünkü sen bizim velimizsin. Sen
velâyetin altında bulunan biz kullarına ne göndereceğini, ne tür kararlar
alacağını ne bize ne de başkalarına danışmayansın ya Rabbi. Boyunlarımızdaki
kulluk iplerinin ucu elinde olansın ve bize dilediğin gibi hükmedensin ya
Rabbi. Kendisine sığınacağımız, kendisine kulluk yapacağımız, bunaldığımız
zaman kendisine dua edeceğimiz, çektiği yere gideceğimiz, yasalarını
uygulayacağımız tek velimizsin sensin ya Rabbi.
Sen bizim mevlâmızsın. Bizim hayatımızı
düzenleyen, bizim hayatımıza çekidüzen veren, bizim hayat programımızı belirleyen
sensin. Bize merhamet buyur. Sana lâyık olmayan amellerimizden ötürü bizi
affet. Hatalarımızı yok farz ediver, kusurlarımızı kaale almayıver,
ayıplarımızı görmeyiver, eksikliklerimizi tam kabul ediver, yanlışlarımızı
siliver, çünkü sen bağışlayanların en hayırlısısın ya Rabbi!
Evet
Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ Rabbine dua, dua, yalvarıp yakarıyordu. Gerçekten
Rabbimizin seçilmiş kullarından, Rabbimizin bize sunduğu yasal örneklerinden
birisi olan Hz. Mûsâ (a.s)’ın duası bizim için en güzel örnek duadır.
Ya Rabbi
içimizdeki bir kısım beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin?
Bugün bu duaya ne kadar muhtacız değil mi? İçimizdeki içkicilerin,
kumarcıların, fâizcilerin, iffetsizlerin, namussuzların, hırsızların, zânilerin,
laiklerin, demokratların, kâfirlerin, müşriklerin, münâfıkların yaptıkları
yüzünden bizi de helâk eder misin ya Rabbi? Evet eğer bizler içimizdeki bu
beyinsizlerin yaptıklarına seyirci kalır, bunların bu ahlâksızlıklarına ses
çıkarmaz, göz yumar, bu ahlâksızların ve ahlâksızlıklarının toplumda
temizlenmesi adına bir kavganın içine girmezsek kesinlikle bilelim ki onlara
gelecek azabın aynısı bize de gelecek ve onların yaptıkları yüzünden Rabbimiz
bizi de helâk edecektir.
Bu Allah’ın yeryüzünde değişmez
yasasıdır ve tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Âyetin ifadesiyle söyleyelim:
Bu bir fitnedir. Bu bir imtihandır. Gerçek müslümanlarla sahtelerinin açığa çıkarılması
için, gerçek müslümanlarla, münâfıkların ve müşriklerin birbirlerinden
ayrıştırılması için ve açığa çıkarılması için Rabbimizin gönderdiği bir imtihandır
bu.
156 “Bu dünyada ve âhirette
bizim için güzel olanı yaz; biz Sana yöneldik" dedi. Allah: "Azabıma
dilediğim kimseyi uğratırım, rahmetim her şeyi kaplamıştır; bunu Allah'a karşı
gelmekten sakınanlara, zekât verenlere, âyetlerimize inananlara yazacağım buyurdu.”
Ey Rabbimiz bizim için hem dünyada hem de âhirette ha-seneler yaz. Hem bu
dünyanın hem de âhiretin güzelliklerini bizimle beraber kıl ya Rabbi. Bizim
kendimiz adına güzel gördüklerimiz değil senin güzel gördüklerini bizim için
yaz ya Rabbi. Çünkü hasene, güzellik bizim güzel gördüklerimiz değil, Allah’ın
güzel gördükleridir. Dünyada en güzel hayat Allah’ın belirlediği hayattır. Allah’ın
istediği biçimde yaşanan hayat en güzel hayattır. Âhirette bize Allah’ın rızasını
ve cenneti sağlayacak hayat en güzel hayattır. Bizi Allah’tan ve âhiretteki
hasenelerden uzaklaştıracak, bize kulluğumuzu unutturacak bir hayat ne kadar da
cazip bir hayat olursa olsun güzel bir hayat değildir.
İşte
mü’minin duası budur. Mü’min sadece dünya için yaşayan bir insan değildir.
Mü’min sadece dünyada kalacak, dünyada bitecek ve âhirete intikal etmeyecek
şeyler istemez. Ama bakın Kur’an-ı Kerîmde kâfirlerin, müşriklerin duaları
şöyle anlatılır:
"İnsanlardan kimileri de vardır ki Rabbimiz bize
dünyada ver! Derler. Onların âhirette nasipleri yoktur."
Evet
onlar, ya da başkaları insanlardan kimileri de derler ki Ya Rabbi bize dünyada
mal mülk ver! Biz dünyada senden makam mevki istiyoruz, ev-bark istiyoruz,
mark-dolar istiyoruz, eş, dost, çevre, kredi istiyoruz! Bize bunlardan haber
ver sen! Biz gerisini bilmeyiz derler. Bize dünyada ver de; öbür tarafta ne
olursa olsun bizim için fark etmez derler. Dualarının konusu budur bunların.
Aslında herkes dua eder. Yeryüzünde dua etmeyen insan yoktur. Bütün insanlar
dua ederler ama duadan duaya fark vardır. Kişinin bir şeye yönelmesi onu elde
etme adına çırpınması ona ulaşma dına çalışıp çabalaması dua demektir.
Evet bu adamlar her şeyin dünyada bitip
tükenmesi adına dua etmektedirler. Dünyada bitip tükenecek şeyler isteyerek dua
etmektedirler. Böyle diyenlere, böyle dua edenlere, böyle hedefler uğruna
çırpınıp duranlara dünyada her şeyi verir Allah, ama âhirette onların hiçbir
nasipleri yoktur.
"İnsanlardan kimileri de Rabbimiz bize dünyada hasene
(iyilik) ver! Âhirette de hasene ver! Ve bizi ateşin azabından koru!
Derler."
Hasene,
güzel-güzellik demektir. Gerçek güzellik, gerçek ha-sene başlangıcı ve sonucu
güzellik olandır. Kazanılması, elde edilmesi, kendisine ulaşılması başlangıçta
güzel olan nice şeyler vardır ki neticeleri felâket olabilir, sonuçları acıyla
bitebilir. Onun içindir ki asıl hasene, asıl güzellik sonu güzel olan
hasenelerdir.
Birinci
gruptaki insanlar için, sadece dünyayı isteyen dünyalık isteyen tüm planlarını
programlarını dünyada bitecek öbür tarafa intikal etmeyecek biçimde ayarlayan
insanlar için hasenenin sadece başlangıçlarının güzel olması yeterlidir. Elde
ettikleri şeylerin, kazandıklarının sadece dünyada onları sevindirmesi mutlu
etmesi yeterlidir. Bize sadece dünyada ver derler. Dünyada elde edelim de,
dünyada tadalım da gerisi önemli değildir derler.
Ya Rabbi bize verdiklerin sadece dünyada bizim
mutluluğumuzu sağlamakla kalmasın; aynı zamanda öbür tarafta bizi cehennem
ateşinden de koruyacak cinsten olsun derler. Müfessirler bu hem dünyada hem de
âhirette insanı mutlu edecek hasene konusunda şunları söylemişler:
Bu
hasene dünyada sağlıktır, sıhhattir, geçinecek başkalarına muhtaç olmayacak
kadar rızıktır, hayırda çokluktur, âhirette sevaplara ulaştıracak ameller de
çokluktur, dünyada sâliha kadındır, dünyada sâlih arkadaştır iyi komşudur,
dünyada güzel bir dünya hayatıdır, huzurlu bir toplumdur, bereketli ömürdür,
kulluk bilgisidir, Kur’an ve sünnet anlayışıdır, hikmettir, hâsılı kişinin
onunla Allah’ın rızasını kazanabileceği ve sonunda cenneti elde ettirecek
şeylerdir. Âhirette de Hurilerdir, ırmaklardır, şaraplardır, giyeceklerin, yiyeceklerin
güzelliğidir, hâsılı kişinin onunla Allah’ın rızasını kazanabileceği ve sonunda
cenneti elde ettirecek şeylerdir demişler.
Evet
bize dünya ve Ukba’da haseneler nasip et ya Rabbi:
Biz sadece sana yöneldik ya Rabbi! Senin rızana, senin hayat
programına yöneldik ya Rabbi! dedi Hz. Mûsâ. Cenâb-ı Hak da buyurdu ki:
Benin
azabım elbette dilediklerime ulaşacaktır. Kendilerine rahmet kapıları olarak
gönderdiğim kitaplarımla diyalog kurmayan, kendilerine örnek olarak gönderdiğim
elçilerimle tanışmayan ve ken-dilerinden istediğim hayatı yaşamaya yanaşmayan
kimselere mut-laka benim azabım ulaşacaktır. Ama bilesiniz ki benim rahmetim
her şeyi kuşatmıştır. Benim rahmetim çok geniştir. Benim rahmetim gazabımı
geçmiştir. Kullarımla ilişkim rahmetime dayanmaktadır. Rahmetimden istifade
etmek isteyenlerin tamamı rahmetimin kapsamındadır. Çünkü ben o rahmetimi
muttaki kullarım için yazacağım. Yollarını benimle bulan, hayat programlarını
benim kitabıma ve benim elçilerime sorarak tesbit eden, benim istediğim biçimde
yaşayan kullarıma ben o rahmetimi yazacağım. Yâni onlara rahmetimi vacip kılacağım.
O
muttakiler de şunlardır: Onlar zekâtlarını verenlerdir. Mallarında benim hakkım
olan zekâtlarını vererek tüm mallarında beni söz sahibi kabul edenlerdir.
Mallarına benim karıştığımı ortaya koyan, benim âyetlerime iman edenlerdir.
Âyetlerimizi okuyan anlayan ve o âyetlerin kendilerinden istediği gibi
hayatlarını düzenleyenlerdir.
157. “Yanlarındaki Tevrat ve
İncil'de yazılı buldukları, okuyup yazması olmayan peygamber Muhammed'e uyanlara
yazacağız. O peygamber, onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan men eder, temiz
şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılar, onların ağır yüklerini indirir, zor
tekliflerini hafifletir. Bu peygambere inanan, hürmet eden, yardım eden, onunla
gönderilen nûra uyanlar yok mu? İşte onlar saadete erenlerdir. " dedi.”
Evet onlar Ümmî olan Resule tâbi olup ona uyanlardır. Anasından doğduğu
üzere olan veya Ümm’ül Kura olan Mekke’ye mensup olan veya son ümmet, ümmeti
Muhammede mensup olan, okuma yazması olmayan bir peygambere tâbi olurlar. Ya da
o zamânâ kadar kendilerine kitap verilmemiş olan ümmî bir topluma gönderilen
elçiye tâbi olurlar. Onun içindir ki Yahudi ve Hıristiyanlar Mekke müşriklerine
ümmî diyorlardı. Kendilerine kitap ve peygamber gönderilmeyen toplum deme adına
onlara ümmî diyorlardı. İşte Rabbimizin affına mazhar olanlar bu ümmî
peygambere tâbi olanlardır. Öyle bir ümmî ki:
O
peygamberi Yahudi ve Hristiyanlar yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı olarak
bulurlar. Çünkü Rasulullah efendimizin, bu ümmî peygamberin sıfatları Tevrat ve
İncil’de yazılı idi. Binaenaleyh Rab-bimiz Hz. Mûsâ (a.s)’a diyordu ki ey Mûsâ!
Senin kavminden onun döneminde gelecek olanlar yanlarındaki Tevrat ve İncil’de
hiç bir şüpheye düşmeyecekleri bir biçimde o ümmî peygamberin tüm sıfatlarını
yazılı bulacaklar. Anlayabildiğimiz kadarıyla Rabbimiz Tevrat ve İncilin haber
verdiği, iyiliğin kendisine ona ve onun ümmetine yazılacağı ümmî peygamberi
haber veriyor. Ve bu âyetiyle Rabbimiz Yahudi ve Hıristiyanları kitaplarında
vasıflarını buldukları ahir zaman Nebîsine imânâ dâvet ediyor. Bakara sûresinde
de Rabbimiz bu hususu şöyle anlatıyordu:
"Kendilerine kitap verilenler o peygamberi tanıyor-lardı,
oğullarını tanıdıkları gibi. Ama onlardan bir grup bilir oldukları halde hakkı
gizlerler."
(Bakara 146)
Evet
Yahudi ve Hıristiyanların avuçlarının içini bildikleri kadar, ya da kendi öz
çocuklarını tanıdıkları kadar tanıyıp bildikleri bu ümmî peygamberin
sıfatlarını da Rabbimiz bakın şöyle anlatıyor:
O peygamber
onlara iyiliği, marufu emrediyor, güzel olanları emrediyor, Allah’ın
emrettiklerini emrediyor ve aynı zamanda onları münkerden, kötülüklerden,
küfürden ve şirkten men ediyor. Allah’ın rahmetinin gereği olan, aklın da,
fıtratında güzel dediği şeyleri emrediyor ve Allah’ın gazabını celp edecek kötü
ve pis şeylerden onları nehy ediyor.
Ve
onlara güzel olan şeyleri, Allah’ın güzel dediği şeyleri helâl kılıyor ve pis
olan, pislik olan, kötü olan çirkin olan tiksindirici şeyleri de onlara haram
kılıyor. Zaten Rabbimizin helâl dediği şeylerin tamamı güzeldir temizdir, ama
Rabbimizin haram kıldıklarının tamamı da pistir necistir.
Sûrenin
önceki âyetlerinde bu hususu anlatmıştı Rabbimiz:
“Ey Muhammed, de ki:
"Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan
kimdir? "Bunlar, dünya hayatında inananlarındır, kıyâmet gününde de yalnız
onlar içindir" de. Bilen kimseler için âyetlerimizi böylece uzun uzun açıklıyoruz.”
(A’râf 32)
Evet Allah’ın yeryüzünde helâl kıldığı tertemiz rızıkları ve ziynetleri kim
haram kılıyormuş? Kimin yetkisi varmış buna? Halbuki haram-helâl sınırları
belirleme yetkisi sadece Allah’a aittir. Gerek yenilip-içilecek cinsten olsun,
gerekse giyilecek ve kullanılacak şey lerden olsun Allah’ın tertemiz rızıklarını
ve ziynetlerini Allah’tan başka hiç bir kimse, hiç bir kurum haram kılamaz. Hiç
kimse onları Allah’ın kullarına yasak edemezdi. Ama bir zamanlar İsrâil
oğullarının kendilerine haram kıldıkları şeyleri Allah’ın son elçisi ümmetine
helâl kılacaktı.
Ve o peygamber onların yüklerini onlardan alıp indiriyor.
Onların üzerlerinden yüklerini, ağırlıklarını kaldırıyor o peygamber. Onların
altında ezildikleri ağır mükellefiyetlerini nesih ederek, külfetsiz kolaylık ve
müsamaha üzere kurulu bir din getirecektir. Ve işte ey Mûsâ senin şu anda
kavmin için istediğin rahmet ve bereket ancak o zaman yazılacak ve tamam
olacaktır diyordu Rabbimiz. İsrâil oğullarının zaman içinde sofuluk iddiasıyla
kendi kendilerine yükledikleri lüzumsuz yüklerin ve hurafelerin tümünü kaldırarak
kolaylık üzere bina edilmiş bir din getirecek benim o ümmî elçim.
İşte kim
bu ümmî elçime iman eder, onu destekleyenler, ona müzâhir olanlar, ona yardım
edenler ve onunla beraber indirilen nûra tâbi olanlar var ya; işte kurtuluşa
felaha erenler, kurtuluşa erenler bunlardır.
Evet ey
Mûsâ sadece senin kavminden değil hangi kavimden, hangi milletten olursa olsun
kim o ümmî peygamberime iman eder, onu düşmanlarına karşı müdafaa ederek ona
yardımcı olursa ve de onunla birlikte indirilen nûra inanır, onunla beraber
indirilen Kur’an’a tâbi olur, hayatını onunla düzenlemeye çalışırsa işte onlar
hidâyete erenlerdir.
Evet
nûra yâni kitaba tâbi olmak demek, sadece ona inandım demek değildir. Sadece bu
kitap benim kitabımdır ben bu kitaba inanıyorum demek de o kitabın âyetlerini
okuyup ezberlemek de yetmeyecektir. O kitabın âyetlerini anlamak hayatı o
kitabın âyetleriyle düzenlemek gerekecektir. Bu kitap benim kitabımdır, ben bu
kitaba ina-nıyorum, benim kitabım var demek benin hayatımı kendisiyle düzenlediğim
hayat programım var, ben hayatımı bununla düzenliyorum demektir. Evet kitaba
uymak kitabı pratik hayatta yaşamak demektir.
Burada
âyet-i kerîmenin ifadesi istikâmetinde şu andaki ehl-i kitabı Allah’a ve
peygamberlerine iman ettikleri iddiasıyla cennete postalama çabası içine
girenlere ve de bize sadece Kur’an yeter, Kur’an’ın dışında bizim başka kaynağa
ihtiyacımız yoktur diyerek dinin temel kaynaklarından biri olan peygamberi ve
onun sünnetini diskalifiye etmek isteyen bizim ehl-i kitaba da diyorum ki:
Bakın bu âyette de anlatıldığı gibi sadece kitaba iman yetmiyor. Sadece peygambere
inanmak da yeterli olmuyor.
Yâni bugün bir Yahudi, ya da bir
Hıristiyan Allah’a iman ettiğini söylese bile Allah’ın gönderdiği son elçisine
iman edip onunla birlikte gönderilen nûra yâni Kur’an’a tâbi olmadıkça ona asla
müslüman denemez. Son kitaba ve son elçiye iman etmedikçe hiç bir kimsenin
Allah’a iman ettiği ve teslim olduğu söylenemez.
Hattâ bakın bu tür âyetlerden de
anlıyoruz ki o dönemde bile yâni Hz. Mûsâ (a.s) ve Hz. Îsâ (a.s) dönemlerinde
bile bu geleceği müjdelenen ümmî peygambere inanmayan bir Yahudi, bir
Hıristiyan bile müslüman sayılmıyor. Çünkü Rabbimiz o peygamberler döneminde
bile bu gelecek ahir zaman peygamberine iman etmeleri ona sahip çıkmaları ve
ona yardımcı olmaları konusunda onlardan ahid alıyordu. O dönemde bile bu
konuda ahid vermeyenler müslüman sayılmıyorken bugün bu son elçiye inanmayanları
nasıl müslüman kabul edeceğiz? bunu anlamak gerçekten mümkün değildir.
Öyleyse ne onlar, ne de bu ümmî
peygambere tâbi olmayanlar bu ümmî peygamberi ve onunla birlikte gönderilen
kitabı tanıdıkları halde, onlara iman ettiklerini dilleriyle söyledikleri halde
ona tâbi olmayanlar, yâni hayatlarını bu kitapla ve bu peygamberin sünnetiyle
düzenleyecek kadar kitapla ve sünnetle diyalog kurmayan insanların cennete
gitmeleri mümkün olmayacaktır.
Bakın
âyet-i kerîmede Allah’ın rızasına hak kazanacak ve felaha kurtuluşa erecek
insanların özellikleri anlatılırken şu şartlar ortaya konuyor:
1:
Peygambere iman etmek. Peygamberin örnekliliğine ve her konuda onun gibi
olmamız gerektiğine iman etmek. Allah’ın istediği kulluğu yaşayabilmek için
adım adım kendisini takip etmek zorunda olduğumuza iman etmek.
2:
Peygamberi desteklemek ve ona yardım etmek. Peygam-bere yardım onun misyonuna
yardımdır. Peygambere yardım onun geliş gayesine yardımdır. Eğer onun
vazifesini biz de vazife bilir, o-nun derdini biz de kendimize dert bilir, iş
bilir, görev bilir ve o uğurda çırpınırsak işte o zaman biz peygambere yardım
ediyoruz demektir.
3:
Üçüncüsü de peygamberle gönderilen nûra yâni Kitaba uymak, kitaba tâbi olmak,
hayatı onunla düzenlemeye çalışmaktır. İşte kim bunları yaparsa onlar felaha
ermiş dünya ve âhirette kurtuluş yolunu bulmuş demektir.
158. “Ya Muhammed! De ki:
" Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, Ondan başka ilâh
bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği
peygamberiyim. Allah'a ve okuyup yazması olmayan, haber getiren peygamberine ki
o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır inanın; ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”
Peygamberim de ki: Ey insanlar! Sadece Beni İsrâil’le değil, sadece
Araplara değil, sadece Kureyş’e değil bütün insanlığa de ki. Allah’ın Resûlü
tüm insanlık için kâffeten elçi olarak gönderilmiştir. Onun mesajı tüm insanlık
için bağlayıcıdır. Onun yolu, onun mesajı tüm insanlık için tek yoldur. Onun
içindir ki Rabbimiz onun şöyle demesini istiyor. Ey insanlar! Ben hepinize
gönderilmiş Allah’ın elçisiyim. Tüm insanlığın bana ve getirdiğim mesaja iman
etmesi şarttır. Yahudi’sinin de, Hıristiyanının da, Mecûsî’sinin de, müşrikinin
de bana iman etmesi şarttır. Eğer kurtulmak istiyorsanız, eğer dünya ve âhiret
mutluluğunu elde etmek istiyorsanız, eğer cennete gitmek ve Allah’ın azabından
emin olmak istiyorsanız hepinizin bana ve getirdiğim mesaja inanması şarttır.
Bana tâbi olmak, benim gibi yaşamak, beni örnek almak, beni izlemek zorundasınız.
Evet ben
Allah’ın kıyâmete kadar gelecek tüm insanlık için gönderdiği bir elçiyim. Beni
size elçi olarak gönderen Allah öyle bir Allah ki göklerin ve yerin mülkünün
sahibidir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibidir O Allah. Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi konusunda egemen olan, tüm varlıklar üzerinde söz sahibi
olan, yönetme hakkı sadece kendisine ait olan bir Allah. Tüm varlıkların boyunlarındaki
kulluk iplerinin ucu elinde olan, mutlak güç ve kudret sahibi, mutlak tasarruf
sahibi bir Allah. Göklerde ve yerde yegâne söz sahibi yegâne mâlik odur. O
mâliktir ve her şey onun mülküdür. Mülkünde tasarruf hakkı sadece O’na aittir.
Aynı zamanda O Allah kendisinden başka
İlah da olmayandır. Varlıkları üzerinde kendisinden başka söz sahibi, kendisinden
başka etkili yetkili olmayandır. Kendisinden başka kendisine kulluk edilecek,
çektiği yere gidilecek, yasaları uygulanacak varlık yoktur. Kendisinden başka
hatırı kazanılacak, rızası peşinde koşturulacak varlık yoktur. Çünkü öldüren ve
dirilten odur. Hayatın sahibi O’dur. Hayatı veren de alan da O’dur. Hayat
sahibi, tüm varlığın hayatının sebebi O’dur ve sonunda ölümü tattıracak olan da
O’dur. Göklerde ve yerlerde canlı cansız ne varsa hepsini yaratan, hepsini
hayata getiren ve hepsinin hayatını düzenleyen O’dur.
Evet hem
şu bildiğimiz hayatı ve ölümü yaratan O olduğu gibi, aynı zamanda gönderdiği
vahyiyle insanlığı dirilten, vahyini insanlığın dirilişi için ruh yapan,
vahyini insanlar için diriliş ve hayat kaynağı yapan, onunla ölüden diriyi
çıkaran da Allah’tır. Başka bir yerden başka bir kaynaktan insanlığın bu iki
mânâda ne diriliş ne de ölüm beklemeleri mümkün değildir. Çünkü imanın da
küfrün de yaratıcısı Allah’tır. Küfür ölümdür iman da diriliştir. Kâfir ölüdür
mü’min de diridir. Vahiyle tanışmayan, ruhla irtibatı olmayan kimse ölüdür. Ama
Allah’ı tanıyan, hayatın kaynağı olan vahiyle tanışan kişi diridir. Bu konudaki
diriliş ve ölüm Allah’a ait olduğu gibi şu bildiğimiz mânâda ki ölüm ve diriliş
de yine sadece Allah’a aittir. Tüm kâinat birleşse yeryüzünde bir tek hayat
bile ortaya koyamayacakları gibi Allah’ın takdir buyurduğu eceli gelmediği
müddetçe yine bir tek canlının hayatına son veremeyeceklerdir. Ne eceli gelmiş
birini geriye bırakmaya nede eceli gelmemiş birisini yok etmeye Allah’tan başka
hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.
Öyleyse
ey Allah’ın kulları! Ey Allah’ın mülkleri! Haddinizi bilin de Allah’a, Allah’ın
istediği biçimde iman edin. Tüm hayatınızda söz sahibi olarak, hayatınızda
egemen olarak Allah’a iman edin. Gönderdikleriyle hayatınızı düzenlemek üzere
Allah’a iman edin. Boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucunu kendisine teslim etmek
ve hayat programını uygulamak üzere Allah’a iman edin. Sizin adınıza seçimini
seçim kabul edip iradelerinizi kendisine teslim etmek üzere Allah’a iman edin.
Sizi yaratan, size hayat veren ve şu anda sahip olduğunuz her şeyi size
bahşeden ama yaşadığınız bu hayatın sonunda size verdiği bu hayatı geri alıp
verdiklerinin tümünden sizi hesaba çekecek olarak Allah’a iman edin.
Ve de O’nun Ümmî elçisine de iman edin.
İmanlarınızın tam olabilmesi için o ümmî elçiye de iman edin. Çünkü o peygamber
ken-disi de Allah’a iman ediyor. Allah’a ve Allah’ın kelimelerine, Allah’ın
âyetlerine iman ediyor. Yâni onun getirdiklerinin tamamı Allah’tandır.
Kendisinden hiçbir şey söylemez o. O peygamber Allah sözcüsüdür. Allah’ın
yeryüzündekilerin hayatlarına karışma noktasında odak nokta seçtiği varlıktır.
Onun getirdiklerinin tamamı, onun tüm hayatı sizi ilgilendirmektedir. Şâyet
onun getirdikleri arasında sizi ilgilendirmeyip de sadece kendisini
ilgilendiren bir şey varsa zaten onlar belirtilmiştir.
İman
noktasında, İslâm noktasında, teslimiyet noktasında mü’minler, peygamberlerle
aynı saftadır. Bakın Bakara sûresinde Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle
buyurur:
"Peygamber Rabbinden kendisine ne indirildiyse ona iman
etti. Mü'minlerin de hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine
iman ettiler."
(Bakara 285)
Peygamber
Rabbinden kendisine indirilenlerin tümüne iman etti. Çünkü peygamber kitabın
ilk muhatabı, vahyin ilk münzili ve ilk muhbir-i sadığıdır. Onun için peygamber
Rabbinden kendisine indirilenlerin tamamına iman etti. Ve onun inandıklarına
mü’minler de iman ettiler.
Anlıyoruz
ki peygamberin dâveti kendisine herhangi bir yükümlülük getirmeyen, kendisine
herhangi bir sorumluluk yüklemeyen sırf başkalarına sorumluluk yükleyen bir
çağrıdan tamamen uzak bir dâvettir. Nitekim pek çok dâvetçi çağırdığı dâvâsını
bir ustalık ve görev bilirler. Kendileri çağırdıkları dâvâya inanmamışlardır.
İnsanları düşünceler ve sloganlarla harekete geçirdikleri halde, kendi çağırdıklarına
inanmayan ve kendi dâvâlarını yaşamayan insanlardır onlar. Başkalarına yol
budur diye yol gösterirlerken kendileri karanlıkta bocalayan insanlardır onlar.
Böylece insanları sömürmeyi hedeflemişlerdir. Ve insanlar bu tür dâvetçilere
hiçbir zaman inanmayacak, onların arkasından gitmeyecektir.
Ama
peygamberler böyle değildir. Rabbimizin seçtiği, Rab-bimizin eğittiği ve
insanlığa örnek olarak görevlendirdiği peygamberlerin tamamı insanları
çağırdıkları kulluğa, insanları çağırdıkları peygamberlik misyonuna, insanları
çağırdıkları iman ve teslimiyet dâvâsına herkesten önce inanan kişidir.
İnsanları çağırdıkları mesaja herkesten önce inanan ve yaşayan insanlardır
onlar. Allah bunun böyle olduğunu haber veriyor.
Böylece
bize de diyor ki Rabbimiz bu âyetiyle: Dâvetçi başkalarını kendi mesajına
çağırmadan önce, kendisi kendi mesajına köklü bir biçimde iman etmesi lâzımdır.
Değilse o mesaj muallakta kalacak, o dâvete kimse inanıp güvenmeyecek ve o dâvâ
asla icâbet görmeyecektir.
Evet
Allah’a ve Allah’ın âyetlerine herkesten önce iman etmiş Allah’ın ümmî elçisine
siz de inanın. O öyle bir elçi ki Allah’tan gelenlere iman etmiş, Allah’la
diyalogu bir an kesilmemiş, Allah’ın kelimelerine tam bağlanıp teslim olmuş
onun dışında hiç bir söz, hiç bir öğreti, hiç bir fikir kendisini
ilgilendirmemiş sürekli Allah’tan gelenlere kulak vermiş gönül bağlamış bir
elçidir. O öyle bir elçi ki hem habercidir-Allah’tan en doğru en gerçek haberleri
getirendir- hem de ümmîdir. Yâni anadan doğma bir peygamber. Peygamber olacağı
güne kadar anadan doğma özelliğini korumuş, Allah kontrolünde bir beşer olarak
çevresi tarafından fıtratı bozulmamış, çevresi, kendisine hiç bir şey
verememiş, ondan sonraki hayatı da zaten gün gibi açık ve tertemiz olan bir
peygamber. İşte böyle bir peygamberi onu hayatınızda tek yasal örnek bilerek,
onu kendinize imam bilerek ve tüm hayatınızda onun gibi olmak zorunda
olduğunuzu bilerek inanın ve:
O
peygambere tâbi olup, tüm hayatınızda onu izleyin. Onun peşini bırakmayın. Onun
hayat tarzını, onun yaşam biçimini, onun mücâdele yöntemini, onun sünnetini çok
iyi belleyip adım adım onu izleyin ki doğru yolu bulasınız, hidâyete eresiniz.
Yolunuzu ona sorun, onun gösterdiği yoldan gidin ki sırat-ı müstakîmi ve cennet
yolunu bulasınız, cehennem yollarından da sakınasınız. Çünkü bu yol üzerinde
sapak noktaları vardır. Sırat-ı müstakîmden sağa sola sapan yollar vardır.
Küfür yolları, şirk yolları nifak yolları gibi şeytanların yolları vardır ki
bunların tamamı Rasulullah tarafından açıklanmıştır. Bu sapaklara düşmemek için
sürekli Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetiyle birlikte olmak zorundayız.
159. “Mûsâ'nın milletinden bir
topluluk hakkı gösterirler ve onunla hükmederlerdi.”
Evet ümmeti içinde hak olan gerçek olan bir söz vardır. Bu söz, hak olan
Allah’ın hak sözüdür ki ümmeti Muhammed içinde hakka hidâyet eden, hakka irşad
eden ve kendisi de hak üzere olan bir ümmet olacaktır, olmalıdır. Allah’ın nûr
olan yol gösterici kitabı ve Onun pratiği mahiyetindeki Resûlünün sünnetiyle
yol bulan ve yeryüzü insanlığına yol gösteren ve sadece onunla adâlet yapan,
onunla yeryüzünde adâleti gerçekleştiren bir topluluk bulunacaktır. Ailede
dengeyi, toplumda dengeyi, hukukta dengeyi, ikt
Aslında ümmet-i Muhammedin hepsi böyle
olmalıdır, ama hiç olmazsa onların içinde böyle bir grup olacaktır. Âyet-i
kerîmeyi bir böyle anlıyoruz, bir de: Mûsâ (a.s)’ın kavminden hidâyete
erdirilmiş, hakka iletilmiş üstün bir cemaat vardı ki onlar hakla
hükmediyorlar, kitabı biliyorlar ve kitapla amel ediyorlar ve gerek bireysel
hayatlarında gerekse toplum hayatında bu kitabı uyguluyorlardı. Çünkü hak
Allah’tan gelendir. Hukuk Allah’ın hukukudur. Hakla, hukukla adâlet yapmak demek
de Allah’tan gelen kitabı uygulamak demektir.
Mûsâ
ümmetinden hakla, kitapla amel eden bu insanların kimler olduğu konusunda
muhtelif görüşler vardır. Anladığımız o ki Mûsâ (a.s)’ın toplumunun tamamı bu
âyetlerde anlatıldığı gibi kötü karakterli insanlar değildir. Bunların içinde
gerçekten Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman eden, Allah’ın elçisi Hz.
Mûsâ’ya Allah’ın istediği biçimde teslimiyet gösteren âdil kimselerde vardır.
Bunlar gerek Hz. Mûsâ (a.s) döneminde onun getirdiği hak yasalara teslim olup
adâletle hükmedenler gerekse Hz. Muhammed (a.s) döneminde onun getirdiği hakka,
kitaba tâbi olup müslüman olan kimselerdir. Bunlar önceki saf ve temiz
ecdatlarının yolunu izleyerek son elçiye de iman etmiş Mûsâ (a.s) toplumunun
müslümanlarıdır. Abdullah İbni Selâm ve diğerleri gibi.
160. “ Biz İsrâil oğullarını
oymaklar halinde on iki topluluğa ayırdık. Milleti, Mûsâ'dan su isteyince ona:
"Asanla taşa vur" diye bidirdik; ondan on iki pınar fışkırdı. Herkes
içeceği yeri öğrendi. Bulutla üzerlerine gölge yaptık, onlara kudret helvası ve
bıldırcın indirdik, "Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından
yiyin" dedik. Onlar karşı gelmekle, Bize değil kendilerine zulmediyorlardı.”
Hz Mûsâ (a.s) İsrâil Oğullarını Firavunun zulmünden kurtardıktan sonra
onları Sina çölüne götürmüş ve orada bir sayım yapmıştı. Hz. Mûsâ onları on iki
oymaya, on iki boya ayırmıştı. Bunlar Yakub (a.s) on iki çocuğunun boylarıydı.
Kavmi
çölde Hz. Mûsâ’dan istiska etmişler, su istemişlerdi de biz de Mûsâ’ya vahy
ettik. Ey Mûsâ asanla taşa vur dedik. O taştan on iki pınar fışkırdı da her bir
boy su içeceği yeri bildi. Sonra onları çölün kavurucu sıcağından bir bulutla
gölgelendirip koruduk. Aynı zamanda onların yiyecek problemlerini de
hallediverdik. Onların üzerlerine bıldırcın eti ve kudret helvası gönderdik.
Tüm bu nimetleri onlara ihsan ettikten sonra onlara dedik ki size rızık olarak
verdiğimiz şeylerin güzellerinden tayyip olanlarından yeyin. Ama onlar zulmedip
bizim emirlerimizden dışarıya çıkarken asla bize zulmetmediler kendilerine
zulmettiler. Onlar sadece kendi kendilerine yazık ettiler. Evet kavmi çölde Hz.
Mûsâ’dan su istiyor ve Hz. Mûsâ da asasını taşa vuruyor ve on iki kaynak fışkırıyor.
Allah’ın
şu nimetine bakın. Evet çöl ve su. Çöl ve içecek. Çölde en büyük problemdir bu.
Evet Mûsâ kavmi için su istemişti, istiska yapmıştı da biz dedik ki ona: Ey
Mûsâ asanla taşa vur. Şu bir zamanlar vurunca denizi yaran ve İsrâil
oğullarının sağ salim karşı tarafa geçmelerini sağlayan asa. Şu evvelki gün
Firavun ve sihirbazlar karşısında yılan haline gelip tüm sihirbazların iplerini
ve değneklerini yutuveren asa. İşte bu asayı vurdu Mûsâ (a.s) ve ondan on iki
pınar fış-kırıverdi. Ve onlardan her grup, her kabile, her fasile içeceklerini
tanıdılar, bildiler. Şu nimete bakın çöl, asa, taş ve su.
Evet
çölde su problemlerini halletti Rabbimiz. Sonra yine çölde en büyük
problemlerden birisi de barınma problemiydi. Güneşin kavurucu sıcağından
korunma problemiydi Allah onu da hallediverdi. Bakın diyor ki Rabbimiz:
Üzerlerini
biz bulutla gölgeleyiverdik. Onlar için hazırlanan ve onların barınmalarını
sağlayan bir bulut. Zaten orada korunmaydı, öyle odun lâzım, kömür lâzım,
kalorifer mi? Orada öyle bir dert yok. Sadece sıkıntı hava şartlarından kişinin
barınmasıydı, onu da Allah
bulutla sağlamıştı tamam. Mücahidin ifadesine göre bu
bulut şu bizim bildiğimiz bulut değil. Allah’ın kıyâmet günü müminler için
getireceği çok özel, çok güzel böyle serinlik veren bir bulut olduğunu söyler.
İbni Abbas da bu bulutun Bedir günü müslümanların üzerlerine getirilen bulutun
aynısı olduğunu söyler. Evet barınma ihtiyaçlarını da sağlayıverdi Rabbimiz.
Sonra çöl ortamında bir de yiyecek dertleri kalmıştı:
Rabbimiz
yiyecek problemlerini de halletmek üzere onların üzerlerine bıldırcın ve kudret
helvası indiriverdi. Men ve Selva Cenâb-ı Hakkın çöl ortamında onları doyurmak
için verdiği, indirdiği, ya da yarattığı iki ayrı nimetti. Satın almak için
paraya gerek yoktu, elde etmek için zahmete ihtiyaç yoktu. Bedava Allah bu
nimetleri kendilerine lütfediyordu. Eğer mü’min rızık endişesiyle kulluğu terk
etmez, birinci planda Allah’a kulluğa koşarsa, bilelim ki Allah kesinlikle onu
doyuracak, aç ve açıkta bırakmayacaktır.
Nitekim,
köle olarak Nemrut’un mahiyetinde yaşamaktansa çölde aç kalsa da Allah’ın kulu
olarak hür yaşamayı tercih eden İbrâhim (a.s)'a çölün ortasında Zemzemi
lütfeden de Allah’tı. Şu anda yiyip içtiğimiz şeylerin tamamını da bize
lütfeden Allah’tır.
Veya
Firavun’un sarayında yağlı-ballı köle hayatı yaşamaktansa, çölde hür bir
şekilde Allah’a kul olmayı tercih eden Hz. Mûsâ’yı da elbette aç ve açıkta
bırakmayacaktı Rabbimiz.Onlara kudret helvası ve bıldırcın gönderdi. Men, yâni
kudret helvası sütten daha beyaz, baldan daha tatlı imiş ve fecir vaktinden
güneşin doğuşuna kadar ki zamanda böyle onların üzerlerine kar gibi yağıyormuş.
Rivâyetlere göre saklama endişesi taşımamaları gerekiyordu. Eğer saklayıp yarın
yiyelim derlerse kokuyormuş. İşe yaramıyormuş, bozuluyormuş.
İşte
bütün bu nimetleri başkalarından değil direk kendisinden geldiğini ortaya koyar
bir pozisyonda akıllarını erdirecek bir biçimde lütfettikten sonra Rabbimiz
onlara buyurdu ki:
Size
verdiklerimizin güzellerinden, tayyibatından yeyin için. Yâni onlar bütün bu
nimetlerimiz karşısında serkeşlik edince, bize mi eziyet edebilecektiler?
Hayır! Bize hiç bir şey yapamazlar! Kendilerine yazık ediyor onlar. Kim ki
Allah’ın kendisine helâl kıldıklarından yer içerse o kişi Allah’a kulluk ediyor
demektir. Çünkü unutmamalıyız ki yemek de bir kulluktur. Yediklerimizin tümünü
Allah’tan bilerek ve Allah’ın helâl kıldıklarından yemek zorunda olduğumuzu
bilerek yemek, böylece Rabbimize şükretmek zorundayız. Eğer insanlar Allah’ın
kendilerine helâl kıldıklarını bırakıyorlar da haramlara yöneliyorlarsa kendi
kendilerine yazık ediyorlar demektir. Yeme-içme konusunda her konuda Allah’ın
yasalarını bozanlar, Allah’ın helâl haram sınırlarını çiğneyenler, kendi
keyiflerine ve kafalarına göre hayat programı çizenler bilelim ki kendi
kendilerine yazık ediyorlar demektir. Allah’ın bundan kesinlikle etkilenmesi
söz konusu değildir.
Yâni insanların yaptıkları bu
ahlâksızlıklardan dolayı Allah’ın mazlum konuma düşürülmesi kesinlikle mümkün
değildir. İnsanlar ne yaparlarsa kendilerine yapmaktadırlar. Yâni Allah
yasalarını çiğneyen insanlar hem zâlim hem de mazlum durumuna düşmektedirler.
Kendilerine zulmedenler de, zulmedilenler de kendileridirler. Müslüman, ha-yat
programını Allah’tan alan ve asla kendisinin zâlimi ve mazlumu konumuna
düşmeyen insandır. Bu haliyle de müslüman hem dünyada hem de âhirette kendisini
kurtaracaktır.
O halde
nimetin güzelini çirkinini, haramını helâlini Allah’a bırakmak zorundayız.
Allah’ın güzel dediklerini, helâl dediklerini öğrenip dünyada yine Allah’ın
istediği biçimde onlardan istifade ederek Allah’a kullukta kullanmak zorundayız.
O zaman işte tertemiz nimetlerle birlikte tertemiz bir hayatımız olacaktır.
Aklımız temiz, neslimiz temiz, sıhhatimiz temiz, ailemiz temiz, toplumumuz
temiz, kalbimiz temiz, bedenimiz temiz, gücümüz kuvvetimiz temiz her şeyimiz
temiz olacaktır. Değilse Allah korusun, Allah yasalarını görmezden gelerek bir
hayat yaşamaya kalkışırsak şu anda olduğu gibi hasta bir toplum oluşacak, pis
bir toplum oluşacak, adım başına eczanelerin, adım başına hasta hanelerin
yükseldiği perişan bir toplum oluşacak ve dünyamızı da âhiretimizi de berbat
edeceğiz demektir. Allah’ın istediği hayattan kaçan bir toplumun sonucu budur
işte.
Aynı
şeyi bizim için de düşünüyoruz şimdi. Biz size bu kadar nimet verdiğimiz halde,
siz bütün bu nimetler karşılığında bana kulluk etmezseniz, etmeyecekseniz, bu
asla bize eziyet olmaz, siz ancak kendi kendinize eziyet ediyorsunuz! olacaktır
mânâ. Yâni ısrarla Kur’-an’da ki mantığı böyle yakalamaya çalışıyoruz tabii.
Yâni her bir âyeti, ya ben! ya ben! ya ben! diye anlamamız gerekiyor. O ortamda
ben! O ortamda ben! Bu âyet bana ne anlatıyor? Burada benden ne isteniyor diye
âyetleri dinlemek ve anlamak zorundayız bunu unutmamalıyız.
Dikkat
ediyor musunuz bu adamlar yıllar yılı Firavun sisteminin zulmü altında bir
hayat yaşamışlar. Önceki âyetlerde anlattı Rab-bimiz. Şahsiyetleri silinmiş,
ırzları, namusları kirletilmiş, en ağır işlerde çalıştırılmış, kanları emilmiş,
hakları gasp edilmiş, Firavun oğullarını kölesi durumuna düşürülmüşlerdi. İşte
böyle bir vaziyette iken Allah onları peygamberi aracılığıyla kurtarmış.
Çünkü Rabbimizin Kasas sûresinde ifade
buyurduğu veçhile onları yeryüzünde imamlar kılmak murad ediyordu. Onları
yeryüzünde egemen kılmak istiyordu. Zillete mahkum edilmiş bu mus’taz’afları
Rabbimiz önderler yapmak istiyordu. Kendilerine zulmeden müstek-birleri yok
edip onları, onların yerlerine varisler yapmak istiyordu. Pe-ki acaba bu iş
nasıl mümkün olacaktı? Yâni kölelik iliklerine kadar iş-lemiş bu insanlar nasıl
hürleştirilecekti? Bu adamlara hürriyetin ne demek olduğu nasıl anlatılacak ve
sinelerine sinmiş olan kölelik psikozu nasıl temizlenecekti? Böyle perişan,
karakteri silinmiş, kendilerine güvenleri kalmamış bir toplumdan önderler olur
muydu?
İşte anlattı Rabbimiz önceki âyetlerde.
Gözlerinin önünde Allah’ın izni ve yardımıyla Kızıl deniz yarılmış, kendileri
sağ salim karşıya geçerken yeryüzünün en zâlim ve en güçlü ordusu yok edilmiş.
Ama bu adamlar bunu gözleriyle göre göre karşıya geçince ne demişlerdi? Ey Mûsâ
bak şu gördüğümüz toplumun putları var bize de bir put yapsana. Onların
parlamentoları var bizim de olmalı değil mi? On-ların bayrakları var, onların
heykelleri var, onların laiklikleri var, onların demokrasileri var bizim de
aynısından olmalı değil mi? diyen insanlardı bunlar. Sonra Hz. Mûsâ kısa bir
süre onların hayatlarını düzenleyecek Rabbinden vahiy almaya gidince
yanlarındaki mücevherleri eriyip put yapan ve hemen tapınmaya başlayıveren
insanlardı bunlar. Peki yâni böyle bir toplumdan nasıl imamlar çıkarılacaktı?
Nasıl önderler, örnekler çıkarılacaktı? Bu nasıl mümkün olacaktı?
Evet bu Allah için gâyet kolaydı. Allah
için olmaz diye bir şey yoktu. Ölüden diriyi diriden ölüyü çıkarandı Rabbimiz.
Onlar için de böyle oldu.
İşte
anlıyoruz ki Rabbimiz onları çöle çekmiştir. Çünkü çöl or-tamı kölelerin en güzel
eğitilebilecekleri bir ortamdır. Çünkü çölde ih-tiyaç maddeleri bellidir ve
bunların tümünü de bedava Rabbimiz onlara yağdırıverdi. Orada kimsenin kimseye
hükmetmesi, kimsenin kimseye egemen olması kesinlikle söz konusu değildi. Çünkü
işte bu âyetlerde anlatıldığına göre tüm nimetler Allah’tandı ve herkese eşit
miktarda gönderiliyordu, kimsenin kimseye eyvAllah’ı da söz konusu değildi.
161. “Onlara: "Şu şehirde
oturun, dilediğiniz gibi yiyin için, 'Affet ' deyin ve secde ederek kapısından
girin; Biz de yanılmalarınızı bağışlarız, iyi davrananlara daha da artıracağız"
denmişti.”
Evet onlara denmişti ki şu şehirde oturun. Oranın sakinleri olun ve orada
dilediğiniz gibi, dilediğiniz kadar yeyin için. Rabbimiz onlara bir şehir, bir
coğrafya, bir fetih nasip edecekti. Ama onlardan bunun karşılığında bir şey
istiyordu.
O
şehirden girerken “Hıttah” deyin ve de şehrin
kapısından girerken secde ederek, Allah huzurunda eğilerek girin. Eğer böyle
yaparsanız biz de sizin hatalarınızı, günahlarınızı affedeceğiz. İşte biz
muhsinleri, Allah huzurunda olduğunu unutmayanları, yaptıklarının tümünü
Allah’ın gördüğü şuuru içinde ve Allah’a lâyık biçimde yapan ihsan sahiplerini
böylece mükafatlandırırız. Eğer bu işi yaparken, bütün yaptıklarınızı yaparken
muhsinler olursanız, tüm hareketlerinizi Allah’ı görüyormuşçasına ayarlarsanız
elbette size zaferlerimizi, size nimetlerimizi artıracağız diyor Rabbimiz.
Anlayabildiğimiz
kadarıyla İsrâil oğulları Sina çölünde. Kendilerine Allah tarafından bir emir
veriliyor. Bu emir çöl ortamından farklı bir ortama girmeyle ilgili bir emirdi.
Kur’an’ın başka yerlerinde anlatıldığına göre Ya ısrarla kendileri bunu
istedikleri için ya da Rabbimiz bunları böyle bir imtihana tâbi tutmak için istiyordu
bunu onlardan. Tih sahrasından çıktıktan sonra bir şehre girmelerini bir şehri
fethetmelerini istemişti Allah onlardan. Hangi karye bu? Burada adı verilmemiş.
Allahu âlem Filistin’e doğru giderlerken o istikâmette bir şehirdi bu. Filistin
yolu üzerinde bir karye. Arz-ı Mev’ûd’a gitmelerini sağlayacak bir şehrin
girişi.
İşte bir şehir ki o şehre girmeleri
istenmiş. O şehrin kapısından girerken de, şehre giriş eylemini
gerçekleştirirken de secde ederek girin. Yâni bu nimetleri ve zaferi size nasip
ettiğimden dolayı bana sücceden girin. Secdeyi biliyoruz. Meleklerin Hz. Adem’e
secdeleri ni-teliğinde bir secde. Boyun eğmek anlamında, tamam ya Rabbi! Senin
istediğin gibi ya Rabbi! Bu şehirde biz ancak senin istediklerini ister, senin
istemediklerinden de biz nefret ederiz! şeklindeki bir gerçeği kabul ediyoruz!
biçiminde bir secdeydi bu...
"Ve de hıtta
deyin!"
Türkçe’si:
Allah’ım bağışla! Allah’ım affet! Rabbim mağfiret et! Demektir. Yâni
Arapça’daki estağfirullah anlamına bir kelime.
"Biz de sizin
hatalarınızı siliverelim, mağfiret edelim."
"Bilin ki biz ihsan edenlere
artırırız."
İhsan
edip muhsince davrananlara artıracağız. Yâni daha çok nimet vereceğiz! Veya
affedeceğiz. Af ile mağfiret kelimelerinin
anlamları farklıdır.
Cenâb-ı
Hakkın bunlara böyle bir yol gösterisi var. Yâni gelin hıtta deyin ki sizi
affedelim, mağfiret edelim! diyordu Rabbimiz. Yâni biz sizi affedeceğiz, yeter
ki siz Allah’a yönelin! Allah karşısında takınmanız gereken tavrı takının.
Birisi
öyle diyordu: Meselâ daha yeni doğmuş bir bebek düşünün. Bu bebek acziyetinin
küçüklüğünün doruk noktasındayken, yâni kimseye kafa tutamayacak bir dönemi
yaşarken, gücünün iktidarının olmadığının farkında olan bu bebek daima el
üstünde tutulur. Annesi babası, kim alıyorsa kucağına, aman, aman diye üzerine
titrer. Ama çocuk biraz büyüyüp de ben de varım! Ben de yürüyebilirim! Ben de
alabilir, ben de satabilirim! demeye başladı mı artık burnu bilmem ne-den
kurtulmamaya başlar ya.
İşte
aynen bunun gibi insan da Allah karşısında böyle bebek gibi bir sekînet, bir
teslimiyet gösterirse. Ya Rabbi senin karşında ben bir hiçim! Ancak senin
izninle yaparım! Senin yap dediğini yaparım! Senin bildirdiğini bilirim!
diyerek Allah yolunda olursa, Allah da onu öylece koruma altına alıverir. Ama
ben de bilirim! Ben de beceririm! demeye başlarsa ki tâğutluktur bu. Firavunun
yaptığı da buydu zaten. O ortama kendini düşürüverdi mi Allah korusun, hepten
helâk olup gitmiştir. Bunlardan da bu isteniyor: Gelin inat etmeyin! İsyan etmeyin!
Deniyor. Ya Rabbi ben beceremedim! Ben bu kadarını yapabildim! Ötesinde beni
affet dememizi istiyor. Affet! Sen büyüksün! dememizi istiyor. Ama bunda da
samimi olmamızı istiyor.
Ama
bakın bu adamlar Allah’ın dediklerini dinlemediler. Allah’tan af dileme ve ona
secde etmeye yanaşmadılar.
162. “Onların zulmedenleri, kendilerine
söylenen sözü başkasıyla değiştirdiler. Biz de o zâlimlere, zulümlerinden ötürü
gökten azap indirdik.”
Âyetin ifadesiyle söyleyecek olursak bu hainler bedel getirdiler. Allah’ın
dediklerine bedel getirip alternatif ortaya koydular. Allah’ın sözlerini,
Allah’ın emirlerini değiştirdiler. Allah’ın yasalarını değiştirip başkalarının
yasalarını koydular. Allah tarafından kendilerine denenleri yamulttular,
kendilerine göre Allah yasalarına bir şekil verdiler. Allah’ın âyetlerini
Allah’ın istediği ve Allah elçisinin anladığı gibi değil de kendi anlamak
istedikleri gibi anlamaya kalkıştılar. Allah’ın âyetlerini kendi keyiflerine,
kendi zevklerine, kendi hevâ ve heveslerine göre yorumladılar. Kendileri dine
uyacakları yerde, dini kendi hayatlarına uydurmaya kalkıştılar. Böylece kendi
nanelerine, kendi pisliklerine bir çıkış yolu aradılar ve buldular da tabii.
"Ama o zâlimler
kendilerine denilen sözü denilmeyene çevirdiler de."
Kendilerine
denileni, denilmeyenle değiştirdiler. Yıllarca Firavun siteminin zulmü altında
kalmış, Firavun eğitiminin etkisi altında her şeylerini kaybetmiş ezilmiş
şahsiyetleri silinmiş, tarihleri kaybolmuş, kültürleri yok olmuş, hafıza
kaybına uğramış bir toplum olarak bu insanlar Allah’ın emrini
değiştiriverdiler. Yâni Allah’ın kendileri için çizdiği programın dışına
çıkıverdiler.
Bunun
bize şu mânâyı hatırlattığını unutmamalıyız: Allah bizden hangi lafızlarla,
hangi stilde, hangi usulde bir kulluk istemişse aynen o şekilde uygulamak
zorundayız. Bunu asla değiştirme hakkına sahip değiliz. Diyelim ki Allah bizden
iki rek'at sabah namazı istiyor. Yahu iki rekat ne olur ki kılmışken dört
kılalım, beş kılalım diyerek bunu fazlalaştırmaya kimsenin hakkı yoktur.
İbadetlerdeki namazlardaki lafızları bir başka şekilde değiştirmeye kimsenin
hakkı yoktur. Tesettür öyle, miras öyle, zekât öyle, kadın erkek ilişkileri öyledir.
Allah, bizden ne tür bir kulluk istemiş
ve onu ne tür uygulama-mızı istemişse; onu aynen Allah’ın istediği biçimde
uygulamak zorundayız. Bunları değiştirmeye ya da yeni yeni tapını biçimleri
ihdas etmeye, yeni yeni hukuk modelleri geliştirmeye, yeni yeni yasalar belirlemeye
hakkımız yoktur.
Ama
bunlar değiştirdiler bakın. Bakara’da anlatıldığı şekliyle "Hıtta" yerine "Hınta" demek gibi. Yâni af ya Rabbi! Sübhanal-lah
ya Rabbi! seni tüm noksan sıfatlardan tenzih ederim ya Rabbi! Demek gibi “Hıttah”
yerine buğday demek mânâsına gelen “Hıntah” deyiverdiler. Ya da secde yerine arka kapıdan
girmek gibi Allah’ın emirlerini değiştirdiler. Allah’ın istemediği bir eylemi
gerçekleştirdiler. İnsanlar ne yaparlarsa yapsınlar. İsterlerse gökte yürüsünler
Allah’ın kendilerinden istemediği bir kulluk türüyse bu yaptıkları boştur.
Bakın Allah diyor ki onlar böyle yapıp Allah’ın âyetlerini değiştirince de:
Bunların üzerlerine gökten bir murdarlık bir pislik, bir
azap ve gazap gönderdik. Bizim yasalarımıza bedel getiren, bizim âyetlerimize,
bizim kanunlarımıza alternatif getirip onlarla hayatlarını düzen-leme cinnetine
kapılan bu insanların üzerlerine gökten bir pislik indiriverdik diyor Rabbimiz.
Önce ne demişti Rabbimiz? Onların üzerlerine gökten bıldırcın eti ve kudret
helvası gönderdik demişti değil mi? Şimdi ne oldu? Allah yasalarını, Allah’ın
gökten indirdiklerini değiştirenlere karşı Allah’ta indirdiklerini
değiştiriverdi.
Elbette nimet isteyenlere nimetlerini
artıran Rabbimiz pislikten hoşlananlara da pislik ve murdarlık gönderecektir.
Çünkü onlar zâlim oldular. Allah’a karşı zulmettiler. Allah’ın âyetlerine karşı
zulmettiler. Allah’ın âyetlerinin, Allah’ın yasalarının hakkını vermediler.
Allah’ın âyetlerini gereken yerde kullanmadılar. Kendilerine de zulmettiler.
Kendilerini olması gereken yerde tutmadılar. Kendilerini Allah’a kulluk
makamından çıkarıp ona uydurdukları bedellerine, ona karşı uydurdukları
yasalarına kulluk makamına indirgeyerek kendi kendilerine de zulmettiler.
Allah’a kulluğu bıraktılar da Allah’tan başkalarının yasalarına itaat ederek
onlara kulluk yaptılar.
Çünkü küfür ve şirk yeryüzünde
zulümlerin en büyüğüdür. Estağfirullah diyecekleri yerde sen bize dünyalık ver
de gerisine karışma dediler. Ver de bizden isteme dediler. Sen bize dünyada ver
de bizden kulluk isteme dediler. Sen bize bolca ver de bizler dünyada keyfimize
göre bir hayat yaşayalım dediler.
Yâni sana senin istediğin biçimde
kulluk etmesek de, senin yasalarını çiğnesek de bize versen ne olur? dediler.
Bizler içki içsek de, bizler zina etsek de, bizler senin hukukunu uygulamasak
da versen ne olur? dediler. Bizler senin istediğin şekilde giyinmesek de versen
ne olur dediler. Biz bu şirklerimize, bu zulümlerimize devam etsek de bize
vermeye devam etsen ne olur dediler. Ne olur yâni versen? Neyin eksilir?
dercesine hâşâ Allah’a kafa tutmaya kalktılar.
Evet Rabbimizin vermesi elbette
kendisine kulluğa bağlıdır ama bezen de böyle gazabından veriverir ki zâlimler
cehennemi boylasınlar diye.
Bundan
sonra Rabbimiz yine İsrâil oğullarıyla alâkalı bir başka konuyu, İsrâil
oğullarının Mûsâ toplumunun Yahudileşme sürecini, haktan sapma sürecini gündeme
getirerek bize bu konuda çok önemli mesajlar sunmaktadır. İsrâil oğullarının bu
Yahudileşme süreci bizim için gerçekten çok büyük önem arz etmektedir. İslâm
ümmetinde de Yahudileşme eğilimlerine karşı üzerinde çok dikkatle durmamız gereken
bir konudur bu. Rabbimiz bizim, İslâm toplumunun onların durumlarına düşmemizi
istemediği için ısrarla bu konuda bizi uyarmaktadır. Bakın buyurur ki Rabbimiz:
163. “Ey Muhammed! Onlara deniz
kıyısındaki kasabanın durumunu sor. Cumartesi yasaklarını tecavüz ediyorlardı.
Cumartesileri balıklar sürüyle geliyor, başka günler gelmiyorlardı. Biz onları,
yoldan çıkarmaları sebebiyle böylece deniyorduk.”
Ey peygamberim! Onlara deniz kenarında, denize nazır, deniz nimetlerinden
istifade eden bir liman kentinde oturanlardan da sor. Allah’ın yasalarını
değiştiren, Allah’ın âyetlerini kendi naneleri istikâmetinde yorumlayan bu
insanların başlarına neler gelmiş, yedikleri bu nanelerden sonra nasıl helâk
olmuşlar sor onlara. Bu liman kentinin neresi olduğu konusunda çok çeşitli
rivâyetler var. Ama anlayabildiğimiz kadarıyla Akabe körfeziyle Sina arasında
bir bölgede yaşayan bir toplumdu bunlar. Bunlar cumartesi ile ilgili Allah’ın
bir yasasını çiğniyorlardı. Cumartesi günü yasağına tecavüz ediyorlardı. Akın akın,
ardı arkası kesilmeyecek biçimde balık geliyordu onlara cumartesi günü.
Cumartesi günü geçtikten sonra da kendilerine hiç balık gelmiyordu. Allah diyor
ki biz onları yoldan çıkarmak için böylece deniyorduk.
Bu
adamlar Rablerine dua edip haftanın bir gününün kendilerine tahsis edilmesini
istiyorlar. Diyorlar ki Rabbimiz bize bir gün tahsis buyursun, biz o gün asla
başka şeyle meşgul olmayıp sadece Rabbimize kulluk edelim. O gün başka hiç
kimseye kulluk etmeyecekler, başka şeylerle meşgul olmayacaklar, kendilerini
kitabi yönde, Allah’a kulluk yönünde yetiştirecekler, geliştireceklerdi. Bunların
bu istekleri üzerine Rabbimiz kendilerine cuma gününü tahsis buyurur. Ama işi
gücü tahrif olan bu toplum cumayı, cumartesiye değiştirirler. Yahudiler bunu
cumartesiye, Hıristiyanlar da pazara değiştirdiler.
Evet cumartesi günü hiç bir işle meşgul
olmayacaklar ve sadece Rablerine kulluk edeceklerdi. Bu onların Rablerine
verdikleri biz sözdü ve bir iman konusuydu. Ve kim hangi konuda bir iman gündeme
getirmiş, bir iman iddiasında bulunmuşsa elbette ki o konuda kendisine bir
denenme gelecektir. O konuda sağlam mı inanmış, cı-vık mı inanmış, samimi mi,
gayri samimi mi bunu denemek üzere Rabbimiz ona mutlaka bir deneme
gönderecektir. Hakkında iman iddiasında bulunduğumuz her konuda Rabbimiz
mutlaka imkân yara
tacak, fırsat verecek ve o konuda bizi
deneyecektir. Meselâ bir adam eğer Allah bana bolca para verirse ben onu Allah
yolunda infak edeceğim mi diyor? Bu konuda bir iman iddiasında mı bulunuyor?
Rabbimiz mutlaka ona bir zaman bolca bir para gönderecek ve onun bu konudaki
imanında sadık mı değil mi olduğunu deneyecektir.
Veya meselâ bir kadın eğer Rabbim bana
iyi bir çevre nasip etseydi ben mutlaka örtünürdüm mü diyor? Bu konuda bir iman
iddiasında mı bulunuyor? Allah günün birinde mutlaka ona bu konuda fırsat
gönderecek ve onun imanında sadâkatini deneyecektir.
Veya meselâ bir adam eğer Rabbim bana
bolca boş zaman verseydi ben mutlaka kitap ve sünneti tanımak üzere ciddi bir
çalışmaya girerdim mi diyor? Allah ona mutlaka bolca boş zaman vere-cek ve onu
deneyecektir. Çünkü ona bu konuda imkân verilmese sa-mimi mi değil mi olduğu
açığa çıkarılmaz. Ama meselâ şu anda pek çok konuda iman iddiasında bulunuyoruz
da Allah bize o konularda imkân ve fırsat vermiyorsa o zaman şu iki durumdan
birisi söz konusudur. Ya önceden Rabbimiz o konularda bize imkân verdi, bizi denedi,
denedi de biz hiç bir nane yemedik ve artık yeni fırsatları yarat-mıyor
demektir. Ya da samimi olmadığımız için Allah bize fırsat gön-dermiyor
demektir. Bu konuda kendimizi sorgulamak zorundayız.
İşte
İsrâil oğulları da Allah’tan böyle bir istekte bulunmuşlar, bir iman iddiasında
bulunmuşlar Rabbimiz de onların bu imanlarında samimi mi değil mi oldukları
denemek ve açığa çıkarmak üzere onlara söz verdikleri günde bolca balık
gönderiyor. Yâni meselâ düşünün ki tam ezan okunduğu ve Rabbimizin bizi namaza
çağırdığı bir dönemde dükkana müşteriler yağmaya başlıyor. Ondan önce hiç müşteri
gelmezken tam o esnada müşteriler cıvıl, cıvıl oynaşmaya baş-lıyorlar. Veya
meselâ Hudeybiye’de olduğu gibi ihramlıyken, avlanmaları yasakken müslümanların
sahabenin ayaklarının altına yığınlarla av hayvanları gönderiliveriyor. Bakın
Rabbimiz Mâide de onu şöyle anlatır:
"Ey mü'minler! Allah gıyabında kendisinden korkanları
açığa çıkarmak için sizi av gibi bir şeyle imtihan edecektir. (Bir av bolluğu
ki isteyince) elleriniz de mızraklarınız da yetişebilecek. Ondan sonra kim de
haddini aşarsa ona acıklı bir azap vardır."
(Mâide:
94)
Hudeybiye
günü Allah sahâbe-i kirâmı da böyle bir imtihana tâbi tutmuştu. Sahabe
ihramlıydı, bu durumda avlanma yasaktı kendilerine ve Allah bu esnada bolca av
hayvanı göndermişti. Elleriyle yakalayabilecekleri, mızraklarıyla
vurabilecekleri kadar av hayvanları onları yaklaştırılmış hattâ aralarında,
ayaklarının altında dolaşmaya başlamışlardı. Niye yapmıştı Allah bunu?
Gıyabında
kim Allah’tan korkuyor, kim korkmuyor bunu denemek istemişti Rabbimiz. Bolca
bir av hayvanı gelmişti ama müminler ihramlıydı. O durumda av avlamak şöyle
dursun kişinin üzerindeki pireyi bile öldürmesi yasaktı. Yasağa karşı ne kadar
dayanacaklardı? Bunu denemek istemişti Rabbimiz. İçki necistir bellidir.
Kişinin ona karşı sabretmesi kolaydır ama tab'an necis olmayan, pis olmayan av
hayvanı gibi şeran yenmesi helâl olan bir şeyi Allah geçici bir süre yasak
kılıyordu. İşte böyle aslı helâl olan bir şey karşısında dayanabilmek gerçekten
zordur. Müslümanlar hırslarını gıdıklayan, arzularını kamçılayan bir helâl
karşısında, bir dünya nimeti karşısında ne derece saygı göstereceklerdi? İşte
Allah’ın temizle pisi, korkanla korkmayanı ayırt edeceği bir imtihandı bu.
Allah için mütedeyyin olanla dünya ve nefisleri için dindar olanların açığa çıkarılması
için bir imtihandı bu.
Allah
bir dönem müslümanları da böyle bir imtihana tâbi tuttu, av hayvanlarını
yakınlaştırdı onlara; ama müslümanlar başardılar bu imtihanı. Bugün de aynı
imtihanlarla Rabbimiz bizi de imtihan eder. Meselâ bir para kasasının başına
getiriverir bazen Rabbimiz bizi, elimizi uzatıverince alıverecek kadar
paraların başına getirir ve dener Allah bizi. Bazen bizi öyle bir konuma öyle
bir makama getirir ki Rab-bimiz orada binlerce insanın namusu bizim elimizin
altındadır. İfta makamındasınız farz edin, öğretici konumundasınız farz edin
sizden din öğrenmeye gelen pek çoğunu size yaklaştırıverir Allah da sizin o
konudaki ağırlığınızı takvanızı ölçüverir. Gıyabında kendisinden korkup
korkmadığınızı ortaya çıkarıverir.
Veya bazen size, küçük küçük imkânlar
verir. Meselâ belediyeler verir, muhtarlıklar verir ve sizi dener Allah.
Buradaki ciddiyetinize samimiyetinize bakar da daha sonra size devlet idaresini
teslim eder. Oralarda başaramamışsanız daha büyüklerini nasip etmez size.
Evet
Allah İsrâil oğullarına cumartesi günü bolca balık göndererek onları imtihana
tâbi tutar. İsrâil oğulları kendilerine yasaklanan bir durumla karşı
karşıyaydılar. Bakın böyle bir durumda bu adamlar içinde bulundukları duruma
Yahudi’ce bir yorum getiriyorlar. tâbi böyle bir imtihan karşısında onların
kulluğunu bitirmek üzere fırsat kollayan şeytan da onlara gelir ve vesvese vermeye başlar. Yasağa bir yorum getirerek
onlar nazarında yasağı yumuşatmaya çalışır şeytan. Der ki: Cumartesi günü balık
tutmanın yasaklığını da nereden çıkardınız? Cumartesi balık tutmayın demedi ki
Allah size. Cumartesi balık yemeyin dedi. Cumartesi tutarsınız bu balıkları
pazar günü yersiniz, pazartesi yersiniz olur biter dedi.
şte bu şeytanın insanlara yaklaşma
yöntemidir. Şeytan mü’-minlere böyle yaklaşır. Şeytan mü’minlere
mü’minliklerini terk ettirmek üzere, açıktan açığa Allah’ın emirlerini çiğnemek
üzere yaklaş-maz. Çünkü o zaman şeytanlığı anlaşılacak ve dinlenmeyecektir. Bunu
çok iyi bilen şeytan onları küfre çağırmak yerine, kulluğu terk ettirmek
yasaları çiğnetmek üzere yaklaşır.
Fıtratı çok iyi biliyor alçak. Kâfir
olun, dinden çıkın, Allah’ı red-dedin diyerek yaklaştığı zaman müminlerin
kendisini dinlemeyeceklerini çok iyi bildiği için onlara böyle yaklaşmaz.
Haramlara yorum getirerek, haramları mü’minler nazarında basitleştirerek
yaklaşır. Hz. Adem’e ve Havva’ya da böyle yaklaşmıştı hain. Ey Adem ve ey Havva!
Bu ağacın diğerlerinden bir farkı yoktur. Üstelik bu ağaçtan yerseniz bu size
iki büyük fayda da sağlayacak, size hiç ölüm gelmeyecek ve sizler ikiniz iki
melek olacaksınız diyerek yaklaşmış ve onları kulluktan çıkarmaya muvaffak olmuştu.
Bakıyoruz şu anda da mü’minlere aynı
yöntemle yaklaşıyor. Yahu bu fâizin yasaklığını da nereden çıkardınız? Halbuki
Allah ribayı yasaklamıştır. Riba ayrıdır, fâiz ayrıdır diyerek, yasağa bir
yorum getirerek bugün pek çok müslümanın nazarında haramın ciddiyetini gevşetmeye
muvaffak olmuştur. Veya meselâ açıverin kızım başınızı. Açık gezenle kapalının
bir farkı yoktur. Üstelik başınızı açarsanız bu size iki büyük fayda da
sağlayacaktır. Okul bitireceksiniz, sosyal statüler kazanıp filan falan
mevkilere gelip İslâm’a hizmet imkânı bulacaksınız vs, vs. diyerek yasağı
müslümanların nazarında basitleştiriverdi.
Bu konu
İsrâil oğullarının Yahudileşme konusudur. Bu konu bizim için gerçekten çok
önemlidir. Zaman zaman bizim karşımıza da bu tür imtihanlar çıkacaktır ve
unutmayalım ki aynı şeytan bizi de vartaya düşürmeye ve imtihanı kaybettirmeye
çalışacaktır. Meselâ karşımızda çok para kazanabileceğimiz bir iş var. Ama
sonunda bizim haramlara düşmemiz ve Rabbimizin rızasını kaybetmemiz de söz
konusudur. Bizi fâize veya harama düşürecek kârlı bir alışveriş veya İslâm’a
göre bizim hakkımız olmayan ama düzenin hak tanıdığı bir miras paylaşımı veya
dinimizin haram kıldığı çok karlı bir kredi imkânı vs.
Veya işte görüyoruz İslâm’a hizmet edip
dikkat çekenlerin üzerlerine kadın kız salıyorlar. Tıpkı Mekke’de imânâ yönelen
kimseleri bu kararından vaz geçirmek için Nadır bin Harisin cilveli güzel fahişelerinden
birini gönderip tüm cilvelerini kullanarak bu adamı İslâm’dan vaz geçir diyerek
fahişelerinden birini onun üzerine saldığı gibi. Bunlar bizim ilgimizi
çekmeyecek, imanlarımızı namuslarımızı tartmayacak kadar az olursa bunlardan
sarfı nazar edebiliriz. Ama imanlarımızı namuslarımızı sarsacak miktarda oldu
mu bütün bunlar yâni o İsrâil oğullarına geldiği gibi ardı arkası kesilmeyecek
miktarda meselâ milyarlar noktasına ulaştığı zaman acaba nasıl davranıyoruz?
Müslü-manca bir hayat yaşadığımız için bir kısım nimetlerden mahrum bırakılmamız
karşısında ne diyoruz acaba? Keşke müslümanca bir hayat yaşamasaydık, bunun
sonunda başımıza şunlar şunlar gelmiştir, şu şu haklarımız elimizden alınmıştır
diyerek müslümanlığımızdan pişmanlık mı duyuyoruz?
Veya meselâ Düzenin ve şeytanın
karşımıza çıkardığı çok güzel bir fahişesi karşısında ne kadar dayanabiliyoruz?
İşte görüyoruz, üstelik müslümanların liderliğine soyunmuş insanların bu kadınlar
karşısında patır, patır döküldüklerini görüyoruz. Evet bu durumlarda nasıl
davranıyoruz? Acaba dini, imanı, namusu, iffeti bir tarafa bırakarak tıpkı
İsrâil oğulları gibi yamukluk yaparak, çeşitli kılıflar ve yorumlar bularak
yasağı çiğnemeye mi çalışıyoruz yoksa imanımızla dimdik ayakta durmaya mı
çalışıyoruz? Buna çok dikkat etmeliyiz. Şeytanın karşımıza diktiği menfaatler
karşısında Yahudileşmemeye, imanlarımızdan tavizler vermeye çalışmalıyız. Bu konuyu Rabbimiz sûrenin
evvelki bölümlerinde anlatmıştı. Haramlar-helâller konusunda bizi şeytanın
adımlarına uymayın diye uyarmıştı. Haram ve helâl belirleme hakkının sadece
Allah’a ait olduğu konusunda bizi sıkı, sıkı uyarmıştı.
Evet
İsrâil oğullarına da böyle yaklaştı Allah düşmanı. Zaten onlarda bu işe
Yahudi’ce bir çözüm arıyorlardı Şeytan da onlara bu konuda yardımcı oldu. Bu
manzara karşısında kasaba halkı iki gruba ayrılırlar. Bunlardan bir grup
Allah’a daha önce verdikleri sözlerini unutup yasağı çiğneyerek balık tutmaya
koşar. Şeytanın yorumları istikâmetinde balıkları cumartesi günü tutup
kazdıkları kanallara, çukurlara düşürürler ve ertesi günü de onları tutmaya
başlarlar. Böylece güya Allah’ın yasağını da çiğnememiş sayarlar kendilerini.
Düpedüz Allah’ı kandırmaya çalışırlar. Müslümanlarda görüyoruz bu Yahudileşme
ve Allah’ı kandırma eylemlerini.
Meselâ bir adam ölüyor, onun namaz
borcunu, yemin borcunu filan hesap ediyorlar, üç beş fakiri çağırıyorlar ve o
ölen kişi adına onların ellerine milyonları veriyorlar ve geri alıyorlar, öleni
affettirmeye çalışıyorlar. Bu düpedüz Allah’ı kandırmaya ve Onunla alay etmeye
çalışmadan başka bir şey değildir.
Veya fakirlere güya zekât veriyorlar ve
sonra da onların ellerinden alıp filan ya da falan müesseselere intikal ettiriyorlar.
Bunlar Allah’a, Allah’ın diniyle alaydan başka bir şey değildir. Yahudi’ce Allah’ın
yasalarını değiştirmeden başka bir şey değildir Allah korusun.
Evet
İsrâil oğullarından bir grup böyle yaptılar. Aynı toplumun içinde ikinci grup
da: Yahu ne yapıyorsunuz siz? Hani cumartesi günü iş yapmayacağınıza dair
Allah’a söz vermiştiniz! Yapmayın! Etmeyin! Bu yaptığınız yanlıştır! Allah’ın
yasalarını çiğniyorsunuz! Allah’a verdiğiniz sözlerinizi bozuyorsunuz!
Üzerinize azap yağacak, gazap gelecek! diyerek günaha giden insanları uyarmaya
çalışanlar. Yâni müs-lümanlık özelliklerini koruyarak günahkârlarla mücâdeleye
tutuşan, Allah’ın hukukunu korumaya çalışan, Allah’ın istediği biçimde emr-i
bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker görevlerini yerine getirenler. Evet
başlangıçta kasaba halkı böyle iki guruba ayrılıverdi. Bir süre bu iki grup
arasında çatışma devam etti. Hattâ rivâyetlere göre bu ikinci müslüman grup
onların işledikleri bu nanelerden ötürü Allah’ın gazabından korktukları için
kendi evleriyle bu günahkârların evleri arasına bir set bile çekerek korunmaya
çalıştılar.
Ama zaman uzayınca ve günaha gidenler
uyaranları dinle-mez hale gelince bu uyaranlar da kendi aralarında ikiye ayrılıverdiler.
Bir grup diyordu ki: Bizim vazifemiz bitmiştir artık! Elli kere uyardık, yüz
kere uyardık bunların adam olmaları geçmiştir artık! Allah bunların kalplerine
mührünü basmış, bunlar kesinlikle adam olmayacaklar diyerek evlerine
çekiliverenler.
Öteki
grup da baştaki heyecanlarından hiç bir şey kaybetmeden günaha gidenleri
uyarmaya devam edenler. Böylece kaç grup oldu? Üç grup oldular.
1: Günah
işleyenler. Allah’a verdikleri sözü bozup yasağı çiğneyenler.
2:
Kendileri günah işlemeyen, ama başkalarını da uyarmaktan vazgeçip bizim
vazifemiz bitmiştir artık diyerek evlerine çekiliverenler. Biz peygamber miyiz
ki ümmet kayıracağız? diyerek günahkârlar karşısında sessiz kalıp evlerine
çekiliverenler. Günaha gidenlerin yanlışta olduklarını bilen, kendileri onlar
gibi günah işlemeyen ama ya bu günahkârlardan çekindiklerinden ya da nasıl olsa
onlar bizi dinlemi-yorlar diyerek bu konuda onları yarmaktan vazgeçiverenler.
3: Ne
pahasına olursa olsun günahkârlara engel olmaya onları uyarmaya devam edenler.
Yapmayın! Etmeyin! Haramdır! Günahtır! diye çırpınmaya devam edenler. Hattâ
bakın bu bizim vazifemiz bitmiştir, peygamber miyiz ki ümmet kayıracağız?
Diyerek evlerine çekiliveren grup, o günahkârları uyarmaya devam edenlere şöyle
diyor-lar:
164. “Aralarından bir topluluk:
"Allah'ın yok edeceği veya şiddetli azaba uğratacağı bir millete niçin
öğüt veri-yorsunuz?" dediler. Öğüt verenler: "Rabbimize hiç değilse
bir özür beyan edebilmemiz içindir, belki Allah'a karşı gelmekten
sakınırlar" dediler.”
Evet bu iki grup arasındaki diyalog budur:
Allah’ın
kendilerini helâk edeceği ve şiddetle azaba uğratacağı bu insanlara niçin
nasihat ediyorsunuz? demişlerdi. Yâni bu Allah’ın kalplerini mühürlediği,
Allah’ın kendilerine azap edeceği bu insanları neden uyarıyorsunuz? Niye
yoruyorsunuz kendinizi? Niye vaaz ediyorsunuz bu adamlara? Bunlar adam olmaz!
Bunlar yola gelmez! Boşuna niye uğraşıyorsunuz? Demişlerdi de bakın öteki
müslümanlar şöyle diyorlardı:
Rabbinize karşı bir mâzeretimiz olsun diye, bir de belki sakınırlar diye
biz onlara nasihat ediyoruz dediler.
Rabbimize
karşı bir mâzeretimiz olsun diye bunu yapmaya devam ediyoruz! Yarın soracak
Rabbimiz: Ey kullarım! Yanı başınızda günah işleyen insanları görüyordunuz da
ne yaptınız? Onları uyardınız mı? Onlara hakkı duyurdunuz mu? diye sorduğu
zaman: Evet ya Rabbi sen şahitsin ki biz vazifelerimizi yaptık! diyebilelim
diye bunu yapıyoruz bir, bir de bilmiyoruz ki belki bugün olmazsa yarın adam
olurlar! Bugün dinlemezse yarın dinlerler diye bunu yapıyoruz! Diyor-lar. Evet
elimizde bir liste yok ki! Kimler adam olacak, kimler olmayacak? Kimlerin kalbi
mühürlenmiş asla yola gelmeyecek? Kimler de yarın dönecek? Bunu bilmiyoruz ki!
Onun için belki adam olurlar diye bu görevi yapmaya devam ediyoruz dediler.
Çünkü Rasûlullah’ı öldürmeye giden Ömer’in dirileceğini kim bilebilirdi? Nerden
bilebilirsiniz ki Ebu Süfyan yirmi yıllık bir uğraşının sonunda müslüman olacaktı?
Öyleyse hele bir uğraşalım, hele bir
çabalayalım belki adam olurlar diyorlardı. Biz uğraşalım belki de en zâlim, en
kâfir insanların içinden samimi müslümanlar çıkacaktır diyorlardı. Bir de
diyorlardı ki uğraştık, uğraştık farz edelim ki sonunda bunlar adam olmazlarsa
bile biz kendimiz adam oluruz. Bugün yahu bırakıver bu vaz u nasihati! Senden
başka adam yok mu? diyenlere bunu söylemek zorundayız işte. Bunlar adam
olmasalar bile biz adam olmak için bu
görevimize devam ediyoruz.
Çünkü
eğer bir toplum içinde kötülükler işleniyorsa, zulümler, günahlar,
ahlâksızlıklar işleniyorsa unutmayalım ki sadece o toplum içindeki günahkârları
değil toplumun öteki üyelerini de hesaba çekecektir Rabbimiz. Birilerine niye
bu günahları irtikap ettiniz diye, ötekilere de niye bu insanları uyarmadınız?
Neden onlara Allah’ın âyetlerini duyurmadınız? Neden onları İslâm’la
tanıştırmadınız? Neden onlara cenneti ve cehennemi anlatmadınız? diye hesap soracaktır.
Rabbimizin bu suali ve sorgulaması karşısında ya Rabbi sen şahitsin ki ben bana
düşeni yapmıştım, ben elimden geldiği kadar bu insanları uyarmıştım,
becerebildiğim kadarıyla bu insanlara senin kitabını duyurmuştum diyebilecek
duruma gelmek zorundayız. Rabbimiz huzurunda mazur hale gelmek zorundayız bunu
hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Sonra
şunu da unutmamalıyız ki bizim görevimiz zorla bu insanları müslümanlaştırmak,
bu insanların kalplerine zorla İslâm’ı sokmak değildir. Bizim böyle bir
sorumluluğumuz yoktur. Bizim gö-revimiz bildiğimiz Allah âyetlerini bu
insanlara ulaştırmak ve bu in-sanları Allah’ın âyetleriyle uyarmaktır. Bu işi
yaparken de evvel emir-de kendi sorumluluğumuzu yerine getirmektir. Bunun
içindir ki dikkat ediyorsanız Rabbimiz âyet-i kerîmesinde bu mâzeret konusunu
öne almıştır. Bu adamların yola gelmesi konusunu daha sonra zikretmiştir.
Evet biz, bize düşeni yaptığımız zaman
Allah’ın yasalarına göre mazur olacağız. Çünkü biliyoruz Allah’ın nice kutlu
elçileri vardır ama; yanında kendisine iman etmiş tek insan bile yoktur.
Peygamber vardır 950 sene insanları hakka dâvet edip büyük eziyetlere göğüs
gerdiği halde yine de çevresindekileri müslüman edememiştir. Ama ne gam, onlar
yapmaları gerekeni yapmışlar ve Rableri katında mazur sayılmışlardır.
165. “Kendilerine yapılan
öğütleri unutunca, Biz fenalıktan menedenleri kurtardık ve zâlimleri, Allah'a
karşı gelmelerinden ötürü şiddetli azaba uğrattık.”
Evet onlar, o günahkârlar kendilerini uyaranların uyarılarına aldırış etmez
olunca, kendilerine vaaz etmek için emek tüketenlerin sözlerini kulak ardı
edince, biz uyaranları kurtardık ve zâlimleri de çok şedit bir azapla
yakalayıverdik diyor Rabbimiz. Azgınlıkları sebebiyle, haddi aşmaları, Allah’ın
yasalarını çiğnemeleri, kendilerini Allah’a kulluk ortamından çıkarıp isyan
etmeleri sebebiyle onları çok şedit bir azapla yakalayıverdik. Peki neyle
yakalamış Allah onları? Nasıl bir azap gelmiş onlara?
166. “Kendilerine edilen
yasakları aşınca, onlara: "Aşağılık birer maymun olun" dedik.”
Onlara hor, hakir, aşağılık maymunlar olun dedik. Evet Allah bu zâlimlere
maymunlar olun buyurmuş ve onlar da maymunlar olmuşlar. Bu adamların nasıl
maymunlaştıkları, sîreta birer maymun mu? Yoksa sûreta maymunlar mı olmuşlar bu
konuda gerek Kur’an-ı Kerîmde gerekse Rasûlullah’ın sünnetinde detaylı bir
bilgi bize intikal etmemiş. Ama Rabbimizin ifadesinden anlaşılıyor ki bu
adamlar maymunlar olmuştur.
Tabii maymunun aslında hayvan olarak bir aşağılığı ve sorumluluğu yoktur. Ama insan oldukları halde maymun olan bu insanlar aşağının aşağısı haline getirilmişlerdir. Zaten aslında yaşantıları itibariyle, hayatları, hayat tarzları itibariyle bu adamların fıtratları bozulmuş, zaten hayvanlaşmış, maymunlaşmış kimselerdi. Allah’ın yasalarını çiğneyerek, Allah’ın sistemine bedel getirerek, Allah’ın şeriatine alternatif getirerek, başkalarının yasalarını uygulayarak zaten karakterleri bozulmuş kimselerdi bunlar. Dünya milletleri gözünde böylece küçülen Yahudi asıllı Darvin de galiba bu aşağılık duygusundan kurtulabilmek için sadece biz mi maymun olacağız? Bu iş tarihte sadece bizimle mi ilgili olacak? Hep biz mi horlanacağız? demiş ve tüm insanlığı aynı duruma düşürüp kendilerini kurtarabilmek için tüm insanlığın maymundan geldiği tezini ortaya atıvermiş.
Tıpkı cehenneme yalnız gitmeyi göze
alamayan İblisin yanına arkadaşlar bulmak için insanları saptırma çabası içine
girdiği gibi Darvin de bu maymun olma işini tüm insanlığa mal edivermiş. Bizim
beyinsizler de mal bulmuş mağribî gibi onun bu saçmalığına sahip çıkıvermişler.
Evet
dikkat ederseniz âyet-i kerîmede Rabbimiz iki gruptan söz etmiş. Günahkârların
Allah’ın yasalarını çiğneyenlerin maymunlaştırıldığını ve onları uyarma
görevini yapan mü’minlerin de kurtulduklarını anlatmış ama o üçüncü gruptakilerin
âkıbetleri konusunda hiç bir şey dememiştir. Yâni günahkârlara karşı uyarı
görevi yapmayıp evlerine çekiliveren bizi sokmayan yılan bin yıl yaşasın
mantığında olanların ne oldukları anlatılmamıştır. Bu adamlar ya ötekiler gibi
dünyada cezalandırmış, ya da cezaları kıyâmet gününe ertelenmiştir. Ya da
Rabbimiz bu insanların zikriyle kitabını kirletmek istememiştir diyoruz.
O halde
unutmayalım ki böyle bir toplum içinde kurtulanlar emr-i bil’maruf ve nehy-i
anil’münker görevlerini yapan müslüman-lardır. Öyleyse böyle bir toplum içinde
kurtulanlardan olmak istiyor-sak, bizler de müslümanlar olarak bu görevimizi yapmak
zorundayız.
Kur’an’ın değişik yerlerinde ve
Rasulullah efendimizin hadislerinde görüyoruz ki bizim ümmetler içinde hayırlı
bir ümmet oluşumuzun sebebi de işte budur. Eğer bugün bizler bizi diğer insanlardan
üstün kılan bu özelliğimizi kaybeder ve İsrâil oğullarının durumuna düşersek
unutmayalım ki bizi de aynı âkıbet bekliyor demektir. Ya müslümanlığımızı
ortaya koyacak, küfre ve şirke rıza göstermeyeceğiz sonunda kurtulanlardan
olacağız ya da kâfirlere, müşriklere rıza göstererek, onlarla kol kola
pikniklere giderek, onlarla sarmaş dolaş bir hayat yaşayarak onların arasında
kaybolup gideceğiz. Şahsiyeti silinmiş, kimliği kaybolmuş hayvanlar durumuna
düşeceğiz demektir.
Bakıyorum
şu bizim topluma ve inanın ne diyeceğimi unutuyorum. Allah’ın yasalarını
bırakıp da başkalarının yasalarını uygulama noktasında yarış eden bu insanların
maymundan ne farkları kalmış da? Maymundan daha aşağılık mukallitler
oluvermişler. Kâh onun sözünü alıyorlar kâh berikinin sözünü alıyorlar. Kâh
filanın kulu oluyorlar, kâh falanın arkasına düşüyorlar. Sürekli yasa
değiştiriyorlar. Güvenip bel bağladıklarının yasaları üç ay bile dayanmıyor. Tamam
şimdi iyisini bulduk diyorlar bir kaç ay sonra değiştirmek zorunda kalıyorlar.
Her an bir değişiklik yaşıyorlar. Bunu ancak maymunlar yapar.
Bir yerde duran bir maymunun
karşısından o anda yüz insan geçse o maymun o anda yüz insanın yaptığını taklid
etmeye çalışır. Bizim de başımızdan yüzlerce insan geçiyor, sırtımıza
yüzlercesi biniyor bizler de tıpkı o maymunlar gibi onların sözlerini taklid
etmeye çalışıyoruz. Günde yüz kere değişmek zorunda kalıyoruz. Lâkin de-ğişmez
bir yasa olarak Allah yasalarını tanımaya ve onlarla mutlu ol-maya bir türlü
yanaşmıyoruz. Bu maymunluk hevesi bu topluma nereden gelip çattı bir türlü
anlayamıyorum. Yâni bu toplum Yahudileşme sürecine nasıl girdi bunu anlamak
gerçekten mümkün değil. Bizler de aşağılık maymunlar olmuşuz çoktan da, farkında
değiliz. İşte Allah yasalarını terk eden toplumun âkıbeti budur.
167. “Rabbin, kıyâmet gününe
kadar, onları, kötü azaba uğratacak kimseleri üzerlerine göndereceğini
bildirmişti. Doğrusu Rabbin, cezayı çabuk verir. Doğrusu O bağışlar ve merhamet
eder.”
Evet Allah yasalarını tanımaya onlarla hayatlarını düzenlemeye yanaşmayan
insanlara kıyâmete kadar Rabbimiz kendilerine azapların en kötüsünü tattıracak
kimseleri Mûsâllat edeceğini, kıyâmete kadar onların üzerlerine bu tip
insanları göndereceğini haber veriyor. Allah’la çatışmaya giren insanlar kim
olurlarsa olsunlar, ne olurlarsa olsunlar, ister Yahudi olsunlar, ister
Hıristiyan, isterse müslüman olsunlar fark etmez aynı duruma düşmüş insanlara
Rabbimiz azabın en kötüsünü reva görecek kimseleri musallat edecektir. Onlara
zulmedecek, onları ezecek, onlara haddini bildirecek, onların burunlarını
sürtecek kimseler gönderecektir Rabbimiz.
Evet
diyor ki Rabbimiz hani Rabbin ilân etmişti. Her an da ilân edilmektedir. Zaten
bu âyetler bu yasalar Kur’an içinde gelmekle kıyâmete kadar bunu tüm insanlığa
Rabbimizin ilân buyurduğu anlaşılmaktadır. Ama elbette ki ancak bu kitabı
okuyanlar, bu kitapla ilgi kuranlar bu ilândan haberdar olabileceklerdir. Değilse
Allah’ın bu son kitabından habersiz yaşayanlar bu ilândan mahrum olacaklardır. Kıyâmete
kadar o kötülere, o kitaplarının emirlerini yerine getirmeyen, kitaplarındaki
Allah yasalarını değiştiren, Allah yasalarını çiğneyen insanlara kötüleri
Mûsâllat kılacağım diyor Rabbimiz. Hem de tekid üstüne tekidle haber veriyor
bunu. Âyet-i kerîmedeki lam da, nun da birer tekid ifadesidir.
İnsanların bu konuya dikkatleri çekilsin diye Rabbimiz yemin ve tekidlerle bu
konuyu ortaya koyuyor.
Rabbimiz bu ifadelerle buyuruyor ki; ey
insanlar kesinlikle bilesiniz ki bu yasalardan kurtuluş yoktur. Hiç bir güç,
hiç bir kuvvet Allah’ın bu yasalarına engel olamaz. Kıyâmete kadar Allah’ın bu
yasaları geçerlidir. Allah’a karşı gelenlere, Allah’ın göndereceği bu kullar,
onlara azapların en kötüsünü peyleyecek ve onlardan intikam alacaktır.
İşte bu
Yahudilerin tarihleri gözümüzün önündedir. Hz. Süleyman ve Dâvûd (a.s) dan
sonra hemen hemen tüm tarihleri yıkımla geçmiştir. Tarihin her bir döneminde
bunların üzerlerine bu acı azabın insanlar eliyle geldiği görüyoruz. Bu adamlar
önce İsrâil oğulları, Yakup çocukları olma özelliklerini kaybetmişler, Allah’ın
şerefli kulları olma şerefini yitirmişler. Her bir dönemde Allah da onların
başlarına birilerini Mûsâllat etmiş ve sürekli aşağılanmaya ve rezil bir hayat
ya-şamaya mahkum etmiştir onları. Bazen müslümanlar eliyle Rabbimiz onlar
üzerinde bu yasayı gerçekleştirmiş, bazen da başkaları eliyle bu yasanın onlar
üzerinde gerçekleşmesini sağlamıştır.
Her asırda bunlara ayrı bir devleti
Mûsâllat etmiş, kimi zaman kılıçtan geçirilmişler, kimi zaman sürgüne maruz
kalmışlar, kimi zaman zillet ve meskeneti yudumlamışlar. Bir dönem
Buhtunnasırı, bir dönem Babil kralını, başka bir dönem Romalıları, başka bir
dönem İranı onlara Mûsâllat etmiş tarih boyunca hiç bir zaman rahat bir nefes
alma imkânı bulamamışlardır.
Şu anda da başka bir belâyı bekliyorlar
ve asla oturdukları yerlerde rahat değiller. Güya Filistin’de galip gibi
görünseler de iğneli döşeklerde yatıp kalmaktadırlar. Evlerinin altı köstebek
yuvası gibi dehlizlerle doludur. Günün birinde kanlarını emdikleri kemiklerini
kırdıkları insanlar üzerlerine yürüyecek de kaçacağız diye uyku durak bilmeden
bir hayat yaşamak zorunda kalacaklar. Elbette Allah’la çatışma içine giren bir
toplumun âkıbeti böyle olacaktı. Bakın Rabbimiz En’âm sûresinde de şöyle
buyuruyordu:
“Bunun gibi, her kasabanın bir takım ileri
gelenlerini orada hile yapan suçlular kıldık. Oysa yalnız kendilerine hile
yaparlar da farkına varmazlar.”
(En’âm 123)
İşte böylece biz her bir karye, her bir kasaba her bir şehir ve her bir kent için o şehrin
mücrimlerini yarattık. Her bir şehre mücrimlerin büyüklerini egemen kıldık. Her
memleketin ekabirlerini mücrimlerden kıldık. Her bir beldenin ileri gelenlerini
zulmedenler kılarız. Orada hile yapıp dümenlerle kirli işler çevirsinler diye.
Her bir belde de kendilerinde renk gören, kendilerini bir nane zanneden, ben de
biz de biliriz! Biz de yaparız! Bizimde fikrimiz var! Bizim de egemenliğimiz
var! Egemenlik bizdedir! Hâkimiyet bizdedir! Biz istediğimizi yaparız! diyen
azgınları kelek kesenler kılarız. Orada tuzak kursunlar diye, orada insanlara
zulmetsinler diye, onlara zarar versinler diye, onları taciz etsinler diye
müsaade ettik onlara diyor Rabbimiz.
Garip
değil mi? Bugün tüm köylerde, tüm kasabalarda, tüm şehirlerde, tüm yerleşim birimlerinde
bu tür mücrimleri görürsünüz. Demek ki bunları egemen konuma getiren, onlara bu
imkânı veren de yine Allah’tır. Onların suçluluklarını, onların tüm zulüm ve
yolsuzluklarını onaylayan da Allah’tır. Allah bunlara dokunmuyor ki böylece bu
mücrimler diğer insanlar içim bir imtihan konusu, bir denenme vesilesi
olsunlar. Böylece anlıyoruz ki hem bu mücrimler hem de onların zulümlerine
maruz kalan diğer insanlar imtihan edilmektedirler.
Ama
âyetin ifadesiyle söyleyelim. Hem bu Allah’ın kendilerine imkân verip güçlü
konuma getirdiği mücrimler, hem de onların zulümlerini sineye çekmiş, onların
zulümlerini bertaraf etmeyi hatırlarından bile geçiremeyecek kadar onlara boyun
bükmüş zavallı insanlar her iki taraf da kendi kuyularını kazıyorlar. Her iki
taraf da kendilerine tuzak hazırlıyorlar. Her iki taraf da kendilerine yazık ediyorlar.
Her iki taraf da kendilerine zarar veriyorlar, zulmediyorlar. Her iki tarafta sonunda
kendilerine ediyorlar ama bunu bilmiyorlar. Zulmeden zâlimler de zâlimlerin
zulümlerine boyun büküp bunu sineye çeken mazlumlar da kendi kendilerine
zulmediyorlar. Ama şuurları da olmadığı için bunu anlayamıyorlar.
Öyle
değil mi? Bir memleket insanı Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın
elçisinden ve Allah’ın kendileri için gönderdiği hayat programından uzaklaşarak
zâlim durumuna gelirlerse elbette Cenâb-ı Hak zulme hak kazanan bu insanlara bu
zâlimleri görevlendirir. Düşünün ki filan adam Konya’da insanlara zulmediyor,
insanların haklarını gasp ediyor, nefes aldırmıyor, yoldan geçirtmiyor. Peki
nedenmiş bu? Neden var o adamlar? Neden zulmedebiliyor bu adamlar bu insanlara?
Zira bu insanlar onları büyük görüyorlar da ondan. Onları takmayıverseler,
onları saymayıverseler onların üzerlerinde en küçük tasallutları olmayacak. Ama
berikiler onları adam yerine koydukları için hattâ adam yerine koymaktan da öte
onları yasa koyucu tanrılar bilip Allah’ı ikinci plana attıkları için Allah da
onları bunlara mûsâllat etmektedir.
Hani Rasûlullah’a ait olduğunu
söyledikleri bir hadis vardı. Zâlim Allah’ın kılıcıdır, Allah onun vasıtasıyla
kullarından intikam alır. Ama sonunda iş kılıcın yâni zâlimin kendisine gelir
ve bizzat Allah da ondan intikam alır.
Bilhassa
şirk sistemlerinde, ülkelerinde Allah’ın hâkimiyetini reddedip, Allah’ın
kanunlarını reddedip Allah’tan başkalarının kanunlarını yasallaştıran ve bu
tanrılara kulluk etmeye çalışan tüm demokratik ülkelerde onların büyüklerini,
mücrimlerden kılıyor Rabbimiz. Allah’ı hayatlarından kovmaya çalışan bu ülke
insanlarının başına bu tür zâlimleri mûsâllat ediyor. Şirk toplumlarının vaz
geçilmez özelliğidir bu. Allah’ın hâkim olmadığı devletlerinin en üst
kademelerinde bu tür mücrimler vardır. Hep zâlim insanlardır onların reisleri.
Çalan, çır-pan, soyan, sömüren, zulmeden insan tipleridir onların tepelerindekiler.
Ama hem bu adamlar hem de bu tür insanlara egemenlik hakkı tanıyarak onları
tanrılaştıranlar zavallı insanlar kendi kendilerine tuzak kurmaktadırlar diyor
Rabbimiz.
Evet
Allah böyle insanlardan intikamını alacak zâlimleri onlara mûsâllat eder. İşte
tıpkı İsrâil oğulları gibi, hayatlarından Allah’ın sistemini kovup başkalarının
yasalarını uygulayan şu bizim toplumun derbederliğinin sebebi de budur.
Yahudilerin
durumu budur. Tarihte kendilerine pek çok peygamberler gönderilmiş, pek çok
kitaplar gönderilmişti. Allah’ın hak ki-tapları Tevrat, Zebur ve İncil hep bu
topluma gönderilmişti. Allah ısrarla her bir dönemde kendilerini sürekli
uyarmıştı. Ama bu toplum peygamber bilgisine, vahiy bilgisine, kitap bilgisine
sahip oldukları halde kendilerine gönderilmiş kitapları hep arkalarına atmış,
Allah’ı unutmuş, Allah’ın gönderdiği peygamberleri yalanlamış veya şehid etmiş
hep böyle bir karakter sergilemişlerdi.
Ellerinde kitapları olmasına rağmen
kitapla ilgisiz bir hayat yaşamayı yeğlediklerinden dolayı, karakterlerinin
bozukluğundan ötürü, bilhassa kölelik psikozuna düşmeleri sebebiyle hayatları boyunca
böyle rezil, zelil ve köle bir hayat yaşamak bunların vazgeçilmez kaderleri olmuştu.
Burada
hemen bu sünnetullahtan hareketle şunu söylemek isterim: Hemen hemen bugün
tıpkı İsrâil oğullarının karakterini sergileyen İslâm ümmeti de ellerinde
Allah’ın kendilerine gönderdiği Kur’an olduğu halde, önlerinde şanlı bir
Nebînin hayat düsturları durduğu halde kitabı ve peygamberlerini bir tarafa
bırakıp şeytanların uydurduğu sihirlere, demokrasi gibi beşerî sitemlere bel
bağlayıp onunla uyuşturabilmek içinde kitaplarını kendilerine göre yorumlama bedbahtlığına
düşen, peygamberin yolunu sünnetini öldürerek, onun günlük hayattaki
örnekliliğini bitirerek, onunla ilgilenmeyerek ilgisizlikleri sebebiyle
peygamberlerini öldüren bugünkü İslâm ümmetinin de aynen onların durumuna
düşeceğini, düştüğünü anlatıyor Rabbimiz bu âyetlerinde.
İşte İsrâil oğulları ve işte İsmail
oğulları. Ne farkımız kalmış bunlardan? Onlar kitaplarını arkalarına atmışlar,
onlar peygamberle ilgilenmemişler, hayat programlarını kitaba peygambere
sormamışlar, kitaba ve peygambere rağmen farklı bir hayat yaşamışlar ve sonunda
rezil bir hayatın adamı olmuşlar. Kitabım Kur’an, peygamberim Hz. Muhammed
(a.s) diyen İslâm ümmeti de eğer bugün kitabı ve peygamberi tanımadan bir hayat
yaşamaya devam ederse onların da aynı âkıbete düşmeleri kaçınılmazdır.
Bakın
bundan sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz Yahudilerin hayatlarındaki bu
çözülmenin ulaştığı zirve noktasını da şöyle anlatıyor.
168. “Biz onları yeryüzünde
iyiler ve aşağılıklar olarak bölük bölük ayırdık; iyiliğe dönerler diye onları
güzellikler ve kötülüklerle sınadık.”
Ve bir de biz onları yeryüzünde ümmetlere böldük, grup grup, hizip, hizip,
bölük bölük yaptık onları. Dâvûd ve Süleyman (a.s) lar döneminde yeryüzünde
izzetin zirvesini yaşayan bu insanlar, yeryüzünde İslâm sancağını taşımaya
lâyık oldukları için Allah’ın en büyük ikramlarına ulaşan bu insanlar, daha
sonra kitaplarına karşı takındıkları bu bozuk tavırlarından ötürü Allah’ın
yasaları gereği yeryüzünde dağılıyorlar, parçalanıyorlar, parça parça hale
geliyorlar. Her bireri değişik birer siyasî otoritelerin altında yaşamak zorunda
kalıyorlar. Değişik değişik gruplar halinde yeryüzünün her tarafına
dağılıyorlar ve kendilerinden olmayan insanların egemenliği altında bir hayatın
mahkumu olmak zorunda kalıyorlar.
Elbette İslâm’dan, Allah yasalarından
uzaklaşan bir toplumun âkıbeti budur. İslâm’dan uzaklaşan toplum parça, parça olmak,
bölük bölük olmak zorundadır. Çünkü İslâm düzeninde, İslâm toplumunda olduğu
gibi hepsinin ortaklaşa kabul ettikleri, hepsinin birlikte baş vurdukları tek
bir ölçü yoktur hayatlarında. Tüm kullarını aynı ölçüde ve aynı değerde kabul
eden yaratıcı bir Rab tarafından konulmuş ve toplumda herkesin iman edip uymak
zorunda olduğu değişmez kurallar yoktur onların hayatlarında. Yâni toplumda
herkesin emrine boyun eğeceği, herkesin arzularına teslim olacağı bir İlahları
yoktur onların. Aksine çok çeşitli İlahları çok fazla Rableri vardır onların.
Hâkimiyetin, ulûhiyetin ve teşri hakkının kendilerinde olduğunu iddia eden bu
sahte ilahlar, bu yapay tanrılar ve tanrıçalar insanları bölük, bölük bölmüşler
ve her bir bölüğü kendi peşlerine takmışlar birbirleriyle savaştırmaktadırlar.
İşte böyle bölük bölük olan müslümanlar
birbirlerini yemekle meşguller. Onlar birbirlerini yemekle meşgul olunca da
düzen yaşama imkânı buluyor ve böylece bir oyun devam edip gidiyor.
Evet bu
tür demokratik toplumlarda insanlar bölük bölüktür. Kimileri Rab kimileri kul,
kimileri kanun koyucu, kimileri bunlara itaat edici, kimileri idare edici,
kimileri idare edilen böyle Rabler ve kullar haline gelmişlerdir. İşte böyle
hepsi insan oldukları halde, hepsi de kul oldukları halde, hepsi de
birbirlerinden farksız âciz varlıklar oldukları halde kimilerinin Rab,
kimilerinin kul konumunda olmaları toplumda fertlerin birbirlerine karşı kin,
nefret, düşmanlık ve haset duyguları devam edip gitmektedir. Bir grup diğerine
hükmetmekte bir grup diğerini ezmekte bir grup sürekli diğer bir gurubun acısını
tatmakta, biri diğeri yüzünden azap çekmektedir. Elbette Allah’ın kitabını terk
edip kendi hevâ ve heveslerine tâbi olan bir toplumun sonu işte böyle olacaktır.
Ama
Allah diyor ki; biz elbette ki onları iyiliklerle de kötülüklerle de denedik.
Onlara zaman zaman iyilikler ve kötülükler göndererek onları biledik. Sık sık
imtihanlardan geçirdik onları belki kitaplarına
dönerler diye. Belki akıllarını başlarına alırlar da
Rablerine kulluğa dönerler diye.
Bakın şu
anda bizler de parça parçayız. Bizler de şu anda bölük pörçük olmuşuz. Ümmet
olarak parçalanmamız bir yana aynı ülkede, hattâ aynı şehirde yaşayanlar olarak
bile parça parça olmuşuz. Bu parçalardan kimilerine iyilikler kimilerine de şu
anda kötü-lükler gelmektedir. Bir bölgede oturan müslümanlar kendi durum-larının
iyiliğine bakarak biz daha iyiyiz diyerek öteki kardeşlerini unu-tacak duruma
gelmişlerdir. Halbuki bu durumda bizim yapmamız gereken şudur. Bizden daha kötü
durumda olan coğrafyalardaki kardeşlerimizin yardımına koşmak zorundayız. Kendi
coğrafyamızdaki kardeşlerimizin daha iyi müslüman olmaları, öteki
coğrafyalardaki kardeşlerimizin de en azından bizim seviyemize gelmeleri için
elimizden geleni yapmaya koşmamız gerekmektedir.
Bunların
içinden sâlihler de çıkmış. Allah’ın kitabına, Allah’ın dinine sahip çıkan ve
hayat programı olarak onların uygulanması gerektiğine inanmış ve bu uğurda
mücâdelelerini sürdürenler de çıkmış. Bir kısmı da az sâlihlerden olmuş.
İnanmış ama bu imanlarını gündeme getirecek kadar salah ehli olamamışlar.
Dilleriyle Allah’ın yasalarına iman ettiklerini söylemişler ama hayatlarıyla
içinde bulundukları toplumun anlayışına karşı çıkamamış insanlar da çıkmış
onların içinden. Ve işte böylece biz onları çeşitli dönemlerde tüm insanlığa yaptığımız
gibi bazen iyilikler göndererek bazen da kötülükler göndererek imtihanlara tâbi tuttuk. Bu gönderilenler sayesinde
belki dönerler Rablerine kulluk yaparlar diye.
169. “Artlarından yerlerine
gelen bir takım kötüler, kitaba mirasçı oldular. "Biz nasıl olsa
affedileceğiz" diyerek kitabın hükümlerini değiştirme karşılığı bu
değersiz dünyanın mallarını alırlar: Yine ona benzer geçici bir şey kendilerine
gelince onu da kabul ederlerdi. Onlardan, Allah'a karşı ancak gerçeği söyleyeceklerine
dair Kitab üzerine söz alınmamış mıydı? Kitapta onları okumamışlar mıydı?
Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için, âhiret yurdu daha hayırlıdır.”
Bunlardan sonra onların yerlerine, onlardan daha kötülerini vâris kıldık.
Bunlar kendilerinden öncekilerin yerine kitaba vâris oldular. Ama buradaki “arkada
kalanlar” ifadesi sadece onlardan sonra gelenler anlamına değil aynı
zamanda geride kalan, gerileyen, gittikçe gerileyen bir topluluk haline
geldiler ve bu durumda onlar kitaba vâris oldular anlamınadır. Onlar tıpkı
kendilerinden öncekiler gibi kitap ehliydiler, hayatlarını düzenleyebilecekleri
müracaat edebilecekleri el-lerinde kitapları vardı. Kitabı biliyorlardı, kitabı
tanıyorlardı, kitabı okuyorlardı. Ellerindeki kitabın varlık gayesini, fonksiyonunu
bildikleri halde kitaplarını arkalarına attılar. Ellerindeki kitabı bir kenara
bıraktılar. Biz nasıl olsa affedileceğiz diyerek kitabın hükümlerini değiştirdiler
ve kitaplarıyla ilgiyi alâkayı kestiler. Çok kötü bir konumda olmalarına rağmen
Allah’ın rahmetine bel bağladılar.
Halbuki ancak müslümanca bir hayat
yaşayan insanların Allah’ın rahmetine ümit bağlamaları mümkündür. Böyle
insanların rahmete bel bağlamaları caizdir. Kitaplarını okuyorlar, kitabın
emirlerini yaşamaya çalışıyorlar, peygamberlerinin sünnetiyle ilgi kurup onu an-lamaya
ve yaşamaya çalışıyorlarken ufak tefek kusurları konusunda Allah’ın rahmetine
bel bağlamaları şer’idir.
Ama bir topluluk düşünün ki
kitaplarından habersiz yaşıyor, kitaplarıyla ilgiyi kesmişler, kitaplarının içindekilerle
amel etmeye çalış-mıyor, Allah’ın sınırlarını çiğneyerek elde edeceklerini elde
etmeye çalışıyor ve de diyor ki nasıl olsa bizler müslümanız ve bize mağfiret
edilecektir, nasıl olsa bizler müslüman bir babadan ve anadan doğduk Allah bize
elbette mağfiret edecektir diyor. İşte bu gerçekten çok kötü bir durumdur. Hem
kitaplarını arkalarına atıyorlar hem de Allah’ın mağfiretini umuyorlar.
Kitabın
arkaya atılması demek kitabın önüne başka şeylerin geçirilmesi demektir.
Kitabın önüne başkalarının kitaplarını veya kendi düşüncelerini, şahsî
kanaatlerini onun önüne almak anlamına gelmektedir. Ya da kitaptan yüz
çevirmek, kitapla ilgiyi alâkayı kesmek, hayat programını kitaba danışmadan
hazırlamak, böyle bir kitap var mı yok mu bundan habersiz yaşamak anlamına
gelmektedir. Kitabın emirlerine ve yasaklarına karşı kayıtsız, vurdum duymaz
bir hava içine girmek, kitabı ona ihtiyaç duyulmadığı için arkaya almak ve onu
kendisine az bakılacak bir konuma getirmek demektir. Veya kitaba, onu sonra
okuruz! Hele önce şunları, şunları bir okuyalım da ondan sonra sıra ona gelsin diyerek, onu ikinci, üçüncü
plana atmak demektir.
Evet
kitaplarını arkalaya attılar, kitaplarıyla ilgiyi alâkayı kestiler,
kitaplarının emirlerini değiştirdiler. Peki niye yapmışlar bunu?
Şu edna,
şu deni, şu alçak dünyanın geçici menfaatlerine meyledip yapıştılar da ondan.
Şu Allah katında sineğin kanadı kadar değeri olmayan, sadece imtihan için
yaratılmış olan dünyayı kıble edindiler. Dünyayı ve dünyalık şeyleri kazanmayı
hedef bildiler. Onsuz olmaz dediler. Tüm zamanlarını tüm mesailerini onu kazanmaya
teksif ettiler. Tüm plan ve programlarını onun adına yaptılar, dünyayı
cennetleştirme ya da cennetlerini dünyada arama cinnetine kapıldılar da
kitaplarına ayıracak zamanları kalmadı. Dünya onların gözünde o kadar
değerliydi ki onun yanında değersiz olan kitapla ilgilenmeye zamanları kalmadı.
Kitaplarından habersiz yaşadıkları için, ya da kitaplarından haberdar oldukları
halde, kitaplarının farkına vardıkları halde yine de haram helâl demeden ne
geliyorsa onu almaya çalışıyorlardı.
Peki
acaba bu adamlar kitaplarını arkalarına atarlarken, kitaplarının hükümlerini
değiştirip kendi hevâ ve heveslerine göre hareket ederlerken bu cesareti
nereden almışlar?
Nasıl
olsa bizler affedileceğiz diye düşünüyorlarmış. Durumlarından, gidişlerinden
mutmain oluyorlarmış. Bizim şu anda yaşadığımız hayat Allah’ın istediği
hayattır. Bizler cennetin ta ortasına lâyık insanlarız diyorlarmış. Allah kerim
be! Allah ğafururrahimdir! diyerek kendi kendilerini affetmeye, kendi
kendilerine bir kuruntuya kapılmaya çalışıyorlarmış. Kendilerine cennetin
sahibi tarafından böyle bir garanti verilmediği halde Allah bizi koymayacak da
cennetine sığırları mı koyacak? diyerek garanti veriyorlarmış. Allah nasıl olsa
bizi affedecektir diyerek Allah’ı şartlandırmaya ve Allah’a akıl vermeye
çalışıyorlarmış.
Böyle
iken onlara bunun gibi bir dünya metaı, bir dünya menfaati, bir haksız para,
bir rüşvet sunulsa onu da alırlar. Rablerinin kitabıyla ilgileri olmadığı için,
hayatlarını, hayata bakışlarını, mala bakışlarını kitap kaynaklı sünnet
kaynaklı yapmadıkları için bu adamlar hayata karşı, mala karşı o kadar
hırslılar ki ona ulaşmak için haram helâl tanımadan her yolu meşru
görmektedirler. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde insan oğlunun bir vadi dolusu
malı olsa bununla yetinmeyip ikincisini ister, onun gözünü ancak torak doyurur
hadisi bunu anlatmaktadır her halde.
Ama Allah’ın kitabını tanıyan, Allah’ın
kitabı vasıtasıyla bu dünyanın mânâsını anlayan bir müslüman asla böyle değildir.
O tüm plan ve programını âhiret hesabına bina eden bunun için çırpınan
insandır. Dünyada Allah’ın kendisinden istediği kulluğu icra edebil-mesi için
kendisine lâzım olan kadarıyla dünyalıkla yetinip gerisiyle ilgilenmeyen
kimsedir mü’min. Dünyayla ilgileneceğim diye kitabıyla diyalogunu koparan,
dünyası için âhiretini satan kişi değildir mü’min.
Ama
bunlar öyle yapmıyorlardı. Kitaplarını gözden geçirmişler, kitaplarının farkına
varmışlar ama yine de haram helâl dinlemeden gelen her şeyi almaya çalışıyorlardı.
Evet kitabımızda fâiz haramdır ama günümüzde başka çaresi kalmamıştır diyerek,
helâlin peşine düşmeden içinde bulunduğu şartları değiştirmeye yönelmeden ne
yapalım bu devirde başkası mümkün değildir diyerek harama yönelmekteydiler.
Eğer
bugün müslümanlar da tıpkı bu Yahudiler gibi kitaba vâris oldukları halde,
bizim de kitabımız var, bizler de kitaplıyız dedikleri halde kitaplarını bir
kenara bırakırlar, kitaplarının kendilerine belirlediği kıblelerini
değiştirirler, Allah’ın rızasını ve âhiret hesabını unutarak alçak dünyanın
geçici menfaatlerine, yarına intikal etmeyecek mallarına mülklerine yapışıp
kalırlar ve koskoca bir ömrü bunun için harcamaya kalkışırlarsa ve de nasıl
olsa Allah kerimdir bizi affedecektir mantığına kapılırlarsa Allah korusun o
zaman onların da Yahudilerden hiç bir farkları kalmayacak demektir. Üstelik:
Bu
adamlardan kitapları konusunda mîsâk da alınmamış mıydı? Daha önce
kendilerinden kitabın mîsâkını almamış mıydık? Allah’a karşı haktan başka hiç
bir şey söylememeleri konusunda kitapla onlardan mîsâk alınmamış mıydı? Hani
onlar sadece hak söyleyeceklerdi. Hani Allah’tan gelen hakla, Allah’ın
gönderdiği hukukla amel edeceklerdi. Hani Allah’tan gelenin dışında hak ve
hukuk kabul etmeyeceklerdi. Hani onlar sadece kitaba göre hareket edeceklerine
kitabın dışına çıkmayacaklarına dair Allah’a söz vermişlerdi. Ben mü’-minim
derlerken, ben de iman ettim derlerken, kelime-i şehadeti ve tevhidi
söylerlerken hani bu konuda ahitte bulunmuşlardı. Biz müs-lüman olduk, biz
iradelerimizi Allah’a teslim ettik, biz Allah’ın seçimini, kendimiz için seçim
kabul ettik, boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu Allah’a teslim ettik, artık O
bizi ne tarafa çekerse biz o tarafa gideceğiz, O bizim adımıza nasıl bir hayat
programı belirlerse biz onu yapacak ve yaşayacağız diyerek kitapla Allah’a söz
vermemişler miydi? Üstelik de:
Bu
adamlar kitabın dersini de biliyorlardı. Kitabın dirasetin-den, kitabın
içindeki Allah’ın emir ve yasaklarından da haberdardılar. Allah’ın kitabı
kendilerine duyuruluyordu. Kitaba yabancı değillerdi. Ama buna rağmen kitapla
tanışık olmalarına rağmen, kitaplarının kendilerinden nasıl bir hayat programı
istediğini bildikleri halde, kitaplarını her gün okudukları halde yine de bu
adamlar değişmiyorlar. Kitap kendilerini ha uyarmış ha uyarmamış fark etmez;
yaşıyorlar. Kitap ne derse desin onlar yine bildiklerini okumaya devam
ediyorlar. Bildikleri, tanıdıkları, duydukları, okudukları kitabın âyetleri
onların hayatlarını değiştirmiyor. Kitaba rağmen kendilerine hayat programı
yapıyorlar, kitabın uyarılarına rağmen yine dünyanın peşine takılıp dünyalık
menfaatler kazanacağız diye bir ömür çırpınıp duruyorlar. Ama unutmayın ki:
Muttakiler için, Allah’la yol bulanlar için, yollarını
Allah’a, Allah’ın kitabına ve Onun elçisine sorarak bulan ve Allah’ın istediği
gibi bir hayat yaşayanlar için elbette âhiret yurdu çok daha hayırlı çok daha
güzeldir. Bunu akıl etmiyor musunuz? Hâlâ bunu anlamayacak ve akıllanmayacak
mısınız? hâlâ akıllarınızı kullanmayacak mısınız?
170. “Kitaba sımsıkı sarılanlar
ve namaz kılanlar için ecir vardır, düşünmüyor musunuz? Biz, iyiliğe
çalışanların ecrini elbette zâyi etmeyiz.”
Evet
Allah’ın kitabına sım sıkı sarılanlar ve insanların da ona sarılmasını sağlayıp
öğütleyenler ve namazı ayağa kaldırıp hayatlarını namazla özdeşleştirenler,
çevrelerine namaz eğitimi verenler, na-maz konusunda emri bil’maruf yapanlar
var ya işte biz o ıslahçıların, o kendileri sâlih olup aynı zamanda çevrelerini
de ıslah etmeye çalışan muslihînin amellerini, ecirlerini zâyi etmeyeceğiz.
Evet
kitaba sımsıkı sarılanlar. Kitaba sarılmak kitabın şu cismine sarılıp, onu
bağrına basıp onunla yatıp kalkmak değildir. Kitabın âyetlerini ve o âyetlerin
ortaya koyduğu mânâyı hiç kaybetmeden hayatta uygulamaya çalışarak onu muhafaza
etmek demektir. Ben bunsuz hayatıma çeki düzen veremem, ben bunsuz yol bulamam,
ben bu kitapsız hayat programı yapamam, ben bunsuz hayat programı yapıp cennete
ulaşamam diyerek kitabın âyetlerine sarılıp, sürekli onlar kılavuzluğunda yol
bulmak, yolunu onlara sormak ve onlarla bir hayat yaşamak demektir.
Evet
kitaba sarılanlar, Hz. Mûsâ (a.s) gibi Yed-i Beyzaya sa-rılanlar veya Yedi
Beyzayı ortaya koyanlar, Hz. Yahya gibi kitabı elin-den hiç bırakmayan, kitaba
sım sıkı sarılıp hayatına kitapla yön veren, kitabın istediği hayatı yaşayan,
kitapsız bir adım bile atmayan veya Allah’ın Resûlü gibi tüm hareketlerinde
kitabı istinat noktası kabul edip sağ elime güneşi, sol elime de ayı verseler,
dünyanın tüm nimetlerini üzerime yağdırsalar da yine bu kitaptan ve bu kitabın
yol gösterisinden vazgeçmeyeceğim diyerek yemin edenler, gibi kitaba sım sıkı
tutunanlar.
Bir de namazı ikâme edenler. Yâni kitapla
beraberliklerinin, kitaba sarılmalarının ispatı olarak, kitaptan mesaj
almalarının pratikteki ilk eylemi olarak namazı ikâme edenler. Salat aslında
yöneliş demektir. İnsanın bütün varlığıyla, içiyle dışıyla Rabbine yönelişinin
adıdır namaz. İşte hayatımızda bunu gerçekleştirmemizi istiyor Rab-bimiz. Tüm
hayatımızla kendisine yönelmemizi istiyor. Bunun için na-mazı ikâme etmemizi
istiyor. İkame doğrultmak, ayağa kaldırmak de-mektir. Namazın ikâmesi de
hayatın namazla doğrultulması demektir. Kişinin imanıyla doğrulması imanını
ayağa kaldırması hayatını, iman kaynaklı yaşamaya karar vermesi demektir.
Kâbe’nin avlusunda namazla doğrulan Allah’ın Resûlü etrafındakilere bir şeyler
söylemeye çalışıyordu. Namazıyla hayatı şekillendirmeye ve o hayatta putları
devirip onların yerine Allah’ın egemenliğini kurmaya çalışıyordu. Öy-leyse
namaz hayata hâkim olmalıdır.
İşte böylece kitaba sımsıkı sarılıp bunun gereği olarak
da namazı ikâme edenlerin yâni muslihînin ecirlerini zâyi etmeyeceğiz diyor
Rabbimiz. Demek ki bundan da anlıyoruz ki namaz ıslahmış ve namazı ikâme
edenler ıslahçılarmış. İnsan kendisini ıslah etmekle beraber aynı zamanda muslıh
da olması gerekmektedir. Yâni kendisi sâlih olmakla birlikte başkalarını ıslah
etmesi de gerekmektedir. Yâni namazla Rabbinden aldığı mesajı çevresindeki
Allah kullarına ulaştırması gerekmektedir.
Namaz
Allah’la buluşmak demektir. Namaz Allah’la konuşmak, Allah’la sözleşmek
demektir. Onun kelâmıyla, bizzat onunla sözleşmek demektir. O sözlere göre bir
hayat yaşayacağına söz ver-mek demektir. Namazla özdeş bir hayat yaşamaya,
namaza endeksli bir hayat yaşamaya, hayatı düzenleyecek bir namaz kılmaya sözleş-mek
demektir. Hukuka etkili, eğitime etkili, ekonomiye etkili, kazanmaya-harcamaya
ve tüm hayat birimlerine etkili bir namaz kılmaya ve bunun gereği olarak da
namazda alınan mesajla hayatı düzenlemeye sözleşmek demektir.
Elbette böyle bir namaz kılabilmek için
de kitaba sımsıkı sarılmak gerekmektedir. Kitabı bir an bile elimizden
düşürmememiz, onunla oturup onunla kalkmamız, onu hayata tatbik etmemiz gerekmektedir.
Biz kendimiz böyle sürekli onunla beraberliğimizi sürdürdüğümüz gibi,
etrafımızdaki insanlara da onu ulaştırma çabası içinde olmamız gerekmektedir.
Şereflilerin en şereflisi olan Allah elçilerinin mesleğidir bu. Tüm Allah
elçileri hayatları boyunca bunu yapmışlar. Kendileri Allah’ın kitabına sımsıkı
sarılmışlar, onu kendilerinden kendilerini ondan ayırmamışlar, hayatlarını
onunla düzenlemişler ve çevrelerindeki insanlara da sürekli onu duyurmuşlardır.
171.“Tur dağını, gölgelik gibi onların üzerlerine yükseltmiştik, onlar tepelerine düşeceğini sanmışlardı. Onlara: "Size verdiğimiz Kitaba sıkıca sarılın, içinde olanları düşünün ki sakınanlardan olasınız" demiştik.”
Rabbimiz bu bölümde İsrâil oğullarından aldığı ahdi ve bu ahdi onlardan
alış şeklini anlatıyor. Biz onların üzerlerine dağı kaldırmıştık. Allah’ın
sonsuz güç ve kudreti karşısında dağ da kim oluyormuş? Dağı kaldırmış onların
başları üzerinde tıpkı yağmurdan korunmak isteyen kimsenin şemsiyeyi başının
üzerinde kaldırdığı gibi. Anlıyoruz ki bu adamlar öyle kolay, kolay Allah’a söz
vermeye yanaşmayan bir toplum. Allah böyle bir dağı üzerlerine kaldırarak zor
altında kendilerinden mîsâk alıyordu. Kendilerine vereceği ahdin ve
kendilerinden alacağı sözün ciddiyetini kendilerine göstermek için Rabbimiz
böyle bir yol takip ediyor.
Dağı kaldırıyor onların üzerlerine ve
onlar yattıkları yerden bakıyorlar acaba Allah bizimle dalga mı geçiyor diye.
Ama onlar bu işin bir dalga geçme olmadığını, bilâkis neredeyse o dağın
üzerlerine düşeceğini başlarına kapaklanacağını zannediyorlar, anlıyorlar. Yâni
işin ciddiyetini kavrıyorlar.
Peki
acaba böyle ciddi bir ortamda Allah’ın onlardan aldığı ahid neydi? Hangi konuda
söz almıştı Rabbimiz onlardan?
Size
verdiğimiz kitabı alın ve ona kuvvetlice tutunun. Kitaba sımsıkı sarılın.
Kitaba bütün ciddiyetinizle, bütün gayretiniz ve himmetinizle sarılın. Kitaba
böyle yarım elle değil, işin bir ucundan değil tümüyle sarılın, tüm hayatınızla
sarılın. Gecenizle gündüzünüzle, işi-nizle aşınızla, kadınınızla erkeğinizle,
çoluğunuzla çocuğunuzla her şeyinizle kitaba sarılın. Onda olanları zikredin.
Kitabın içindekileri gündem edinin. Kitabı gündem maddesi olarak alın ve
algılayın. Gündeminizi onunla belirleyin. Onu program yapın. Hayat programınızı
ondan alın. Yaşadığınız hayatın temel ölçüsü yapın kitabı. Kitabı sadece
mücerret sevap maksadıyla okunan bir kitap durumuna düşürmeyin. Onu anlamak ve
onunla hayatınızı düzenlemek üzere onunla ilişki kurun. Kitapla böylece bir
ilişki gerçekleştirin ki muttakilerden olasınız, takvaya ulaşasınız.
Evet
sadece İsrâil oğullarına değildir bu hitap. Bize de verilmiştir kitap. Öyleyse
biz de kitaba böylece sarılacağız. Demek ki biz de Allah’ın bize gönderdiği
kitaba sımsıkı, kuvvetlice tutunmak zorundayız. Bunun birinci boyutunu budur.
İkinci boyutu da kuvvetli mü’minler olarak kitaba tutunun demektir bunun
mânâsı. Kavî mü’-minler olarak, kuvvetli mü’minler olarak kitaba sarılın. Yâni
iman kuvvetini, amel kuvvetini, ahlâk kuvvetini gündeme getirerek bu kitaba
sarılın.
Çünkü imanla, amelle, ahlâkla
desteklenmeyen bir tutuş kuvvetli bir tutuş değildir. Hayatta tatbik gerçeğiyle
desteklenmeyen bir tutuş ciddi bir tutuş değildir. Hayatta tatbik edilmeyen,
hayatta yaşanmayan bir kitap, kitap olarak korunma özelliğini kaybedecektir.
Bireysel hayatla, aile hayatıyla, toplum hayatıyla, ekonomik hayatla, siyasal
hayatla hukukla ve tüm hayat programlarıyla desteklenmeyen bir tutuş gerçek bir
tutuş değildir.
Meselâ düşünün ki şu anda toplum
olarak, müslümanlar olarak kitapla diyalog kursak, gece gündüz kitabın
âyetlerini okuyup anlasak ama anladığımız bildiğimiz bu âyetleri bireysel hayatımızda,
aile hayatımızda, hukuk hayatımızda, ekonomik hayatımızda, toplum hayatımızda
uygulamıyorsak, bu âyetlerin istediği bir hayatı yaşamıyor ve hayatımızı
onlarla düzenlemiyorsak o zaman biz ne o kitaba inanmış sayılırız ne de o
kitaba kuvvetlice tutunmuş sayılırız.
Yâni inandığımız, okuduğumuz,
anladığımız kitabın âyetleri hayatımızda görüntülenmiyorsa, hukukumuzda bu
kitabın etkisi gö-rülmüyorsa, kılık-kıyafet konusunda bu kitap kendini
hissettirmiyorsa, ekonomide etkili değilse, kılık-kıyafet bu kitabın âyetlerine
göre şekillenmiyorsa, kazanmamız harcamamız bu kitabın istediği biçimde şe-killenmiyorsa,
evimiz, eğitimimiz, amellerimiz bu kitaba göre şekillen-miyorsa, yâni ortada
kitaba dayalı görünür bir hayat yoksa, bir görün-tü, bir eylem, bir amel bir
aksiyon yoksa bu iman Allah’ın istediği bir kitap imanı olmadığı gibi bu tutuş
da Allah’ın istediği bir tutuş değildir.
Çünkü Allah’ın istediği tutuş kuvvetle,
iman kuvvetiyle, amel kuvvetiyle, uygulama kuvvetiyle bir tutuştur. İşte
Rabbimiz bu âyetinde bizlerden kitabına böyle bir tutuş istemektedir.
Allah’ın
kitabına işte böyle bir tutuşla tutunup onu zikir haline getirmek zorundayız. O
zaman müttakılerden olma imkânını elde etmiş olacağız. Yâni o zaman kitapla yol
bulma imkânını veya kitabın kendilerine fayda verdiği insanlardan olma imkânını
elde etmiş, yâni buna hak kazanmış olacağız. Bu kitabı zikir demek onu sürekli
hatırımızda tutmamız ve onunla hayatı düzenlememiz anlamına gelmektedir.
Kitabın âyetlerinin hayatta gündeme gelmesi demektir. Evet zikir kişinin hem
kendi kendine hatırlaması, kendi kendine gündem oluşturması, kitap üzerinde
kafa yorması hem de onu başkalarına duyurmaya çalışarak başkalarının hayatında
kitapla gündem oluşturma, başkalarının da onun üzerinde düşünmeleri sağlamasıdır.
İsrâil
oğullarından aldığı bu mîsâkı anlattıktan sonra Rabbimiz bundan sonraki
âyetinde insan oğullarından aldığı ilk mîsâkı günde-me getiriyor. Bakın şöyle
buyuruyor:
172. “ Rabbin, insanoğlunun
sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: "Ben sizin Rabbiniz değil
miyim" demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: "Evet şahidiz"
demişlerdi. Bu, kıyâmet günü, "Bizim bundan haberimiz yoktu" dersiniz,
diyedir”
Hani Adem oğullarından ve onların sırtlarından bütün zürriyetleri çıkarılıp
kendi nefislerine şahit tutarak şöyle demiştik:
Ben
sizin Rabbiniz değil miyim? diye sorulması ve onların da:
Belâ ya
Rabbi! Biz şahit olduk dedikleri bir mîsâktı.
Hadislerde
anlatıldığına göre, ruhlar âleminde Rabbimiz herkesi konuşturuyor. Efendimiz
hadislerinde böyle bir mîsâktan söz ediyor. Bunun sembolik bir şey olduğunu,
aslında böyle bir sözleşmenin olmadığını, ama Rabbimizin konuyu böyle bir
diyalog halinde bize anlattığını söyleyenler olmuşsa da bu doğru değildir.
Bunun nasıl gerçekleştirildiğini bilmesek de, künhünü anlayamamış olsak da iman
ediyoruz ki bu hadise olmuştur. İşte Kur’an’ın da anlattığına göre Rabbimiz
onları kendi nefislerine şahit tutarak, onlardan böyle bir ahid almıştır. Daha
önce sizleri yaratmadan ya da cisimlerinizi yaratmadan önce sizden mîsâk
almıştık. O mîsâkı hatırlayın diyor Rabbimiz. Rabbinize verdiğiniz sözlerinizi
hatırlayın da hayatınızı bu mîsâka göre ayarlayın diyor.
Hatırlayın hele bir. Gündeme getirin.
Hayatınızı bununla düzenlemek üzere bu mîsâkı gündeminize alın. Hayatımızda çok
lüzumsuz şeyleri gündeme alıp onlar üzerinde kafa yoracağımıza Rabbimizin bu
âyetlerini gündeme almak ve onlar üzerinde düşünmek zorundayız. Bizim hayatımız
için, bizim geleceğimiz için ne kadar büyük bir olay, ne kadar azîm bir konu değil
mi?
Bir
dönem Rabbimiz bizi bize şahit tutarak, bizi nefislerimize şahit tutarak “Ben
sizin Rabbiniz değil miyim” demişti. Sizi yaratan, sizi yoktan var eden, sizi
doyurup besleyen, size sizin sahip olduğunuz her şeyi veren, sizi koruyup
gözeten, sizin üzerinize yegâne hâkimiyet egemenlik sahibi olan, sizin hayat
programınızı belirleyen, sizin nerede, nasıl hareket edeceğinizi, nasıl bir
hayat yaşayacağınızı, hayatınızda nasıl bir hukuk, nasıl bir ekonomi
uygulayacağınızı, nasıl giyineceğinizi, neyi nasıl düzenleyeceğinizi belirleyen
ben değil miyim? Sizin boyunlarınızdaki kulluk iplerinin ucu elinde olan, sizin
adınıza kulluk maddesi alan ben değil miyim? Yalnız kendisine itaat edeceğiniz
yalnız kendisini dinleyeceğiniz yalnız kendi yasalarını uygulayacağınız
Rabbiniz ben değil miyim? buyurmuştu da
bizler de kendi kendimizin şahitleri olarak:
“Belâ
ya Rabbi! Sen bizim Rabbimizsin, biz buna şahit olduk”
Bizim hayat programımızı, bizim yaşam
biçimimizi belirleyen, bizim hayatımıza kulluk maddesi alan, boyunlarımızdaki
kulluk iplerinin ucu elinde olan, seçimini seçim kabul edeceğimiz, çektiği yere
gideceğimiz, yasalarını uygulayacağımız Rabbimiz sensin ya Rabbi. Bizler senden
başkalarını Rab tanımayacağız, senden başkalarının hayat programlarını uygulayıp
onlara kulluk etmeyeceğiz, senden başkalarının hatırına hareket etmeyeceğiz
diyerek ona bu konuda söz vermiştik.
Öyleyse
hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız ki bizler tüm hayatımızda Rabbimize
verdiğimiz bu ahid üzere yaşarsak o zaman bizler bu ahidlerimize sadık kalmışız
demektir. Hayatımızın tümünde yalnız Onu Rab kabul edip, yalnız onun yasalarını
uygulayıp, sadece Ona kulluk edip sadece Onun istediği biçimde yaşarsak sözümüze
sadık kalmış olacağız demektir. Aksi takdirde bunun dışında bir hayat yaşarsak,
Allah’tan başkalarını Rab bilir, Allah’tan başkalarının yasalarını uygular,
Allah’tan başkalarının çektiği yere gider ya da kendi hevâ ve heveslerimizin
istediği bir hayatı yaşamaya kalkışırsak o zaman da bu ahidlerimizi bozmuş ve
yoldan çıkmış oluruz Allah korusun.
Eğer bir kimse Allah’a verdiği bu söze
riâyet etmiyorsa bu adamın insanlara verdiği sözlerine riâyeti de düşünülemez.
Rabbiyle ahdine sadık davranmayan bir kimseden insanlara karşı sadâkat beklenebilir
mi? Şair Sadi Şirazi öyle der. Namaz kılmayan birisine sakın borç para
vermeyin. Çünkü namazı terk ederek Rabbine karşı borcunu düşünmeyen bir adamın
sizin borcunuza sadâkatini düşünmeniz aptallıktır.
Peki
hani bunu hatırlayan var mı içimizde? Bunu hatırlamamak, böyle bir olayın olmadığı
anlamına gelmez. Çünkü meselâ şu anda bizler çocukluğumuzda yaptığımız pek çok
şeyleri de hatırlaya-mıyoruz ama onları hatırlamayışımız, onları yapmadığımız
anlamına gelmediği gibi âkıl bâliğ olduğumuz dönemden itibaren yaptıklarımız-dan
sorumlu olmadığımız anlamına da gelmemektedir. Bizler o dönemlerde
yaptıklarımızı hatırlamasak da anamız babamız tarafından işte sen şöyle
yapardın böyle yapardın gibi bizim hakkımızdaki sözlerinden beyan ve
şehadetlerinden bunu anlıyoruz. İşte aynen bunun gibi biz Rabbimizle
gerçekleştirdiğimiz bu ahdi hatırlamıyor olsak da Rabbimizin haber vermesinden
bunu anlıyoruz.
Veya fıtrattan, fıtratımızdan anlıyoruz
bunu. İnsan olarak bizim fıtratımız ortaya koyuyor ki Rabbimizle aramızda böyle
bir sözleşme gerçekleşmiştir. Nasıl? Meselâ bakın darda kaldığımız zaman, zorda
kaldığımız zaman çok ciddi bir tehlike anında ister mü'min olsun ister kâfir
herkes Allah’a yalvarmaktadır. Bundan anlıyoruz ki tüm insanlarda fıtrat
tevhiddir, öz cevher tevhiddir, şirk ise sonradan ona arız olmuş bir kabuktur.
İşte böyle çok ciddi bir tehlike anında insan fıtratı açığa çıkmaktadır.
Fıtratın üzerini örtmüş olan kabuk o anda dökülüveriyor ve insanın fıtratı
açığa çıkıveriyor. Evet fıtratımız da ispat ediyor ki biz Rabbimizle böyle bir
sözleşme gerçekleştirmişiz. Zaten Allah bize kitap göndermekle, kitabından
bundan söz etmekle bizden ahid almaktadır.
Peki
neden böyle yapıyordu Rabbimiz?
Kıyâmet günü ya Rabbi biz bundan gafildik, böyle bir
şeyden haberimiz yoktu, senden de, senin Rabliğinden da, hayat programı
belirlediğinden de, din gönderdiğinden de, yarın bizi tüm yaptıklarımızdan
sorumlu tutacağından da haberimiz yoktu diyerek bir mâzeret ileri sürmemeniz
için, böyle bir itiraz hakkınız kalmasın diye bunu yaptık diyor Rabbimiz. Senin
bizim Rabbimiz olduğunu bilmiyorduk, onun içindir ki biz kendimize yasa
belirleyen başka Rabler bulmuştuk. Senin hayat programı belirleyici olduğunu
bilmediğimiz için, içimizden birilerinin yasalarını uygulamaya çalıştık.
Hayatımızı onlara göre düzenledik, onların istediği gibi giyinip kuşandık,
onların istediği gibi hukuk yaptık, onların istediği gibi bir hayat yaşadık, kulluğu
sadece sana yapacağımız yerde onlara yaptık diye yarın bir mazeretle benim
huzuruma gelmeyesiniz diye biz bunu yaptık diyor Allah. Ya da sizler yarın
şöyle demeyesiniz diye:
173. “Veya" Daha önce
babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi,
boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder misin? " dersiniz,
diyedir.”
Yahut da bizim atalarımız şirk koşmuştur. Bizler de onlardan sonra gelen
nesiller idik. Onlardan sonra geldiğimiz için onların dinlerini din
zannetmişiz, onların yollarını yol zannetmişiz, onların hayat anlayışlarını biz
de benimsemiş ve böylece hata etmişiz, yanlışa düş-müşüz. Onları doğru yolda
zannedip onların peşinden giderek sapmış ve sapıtmışız diyerek yarın Rabbiniz
huzurunda bir mâzeret ileri sürmeyesiniz diye bunu yaptık diyor Allah.
Evet ya
Rabbi! Bizler atalarımızdan sonra gelen nesillerdik. Onların hayatlarını
kabullendik. Onların hayatlarını, onların yollarını ve dinlerini hiçbir zaman
sorgulama gereği duymadık. Çünkü onlar bizim büyüklerimizdi. Onlar elbette her
şeyin en güzelini, her şeyin en doğrusunu biliyorlardı ve hiçbir zaman onlara
ve onların düşüncelerine karşı gelecek gücümüz de yoktu. Çünkü onlar bizim için
kutsadığımız kutsal varlıklardı. Ne yapalım onların yoluna tâbi olmuştuk demeyesiniz
diye bunu yaptık diyor Rabbimiz.
Evet
demek ki bu mantık yanlıştır. Atalara teslimiyet kesinlikle onların doğruluğuna
ve yanılmazlığına itimat mantığı yanlıştır. Aksine geçmişin kitap ve sünnet
doğrultusunda sorgulanması gerekmektedir. Ve unutmayalım ki geçmişteki
yanlışların tekrarlanması onların üzerine bir yanlışın daha konulması demektir
ki bu yanlışın daha da pekiştirilmesi ve ondan dönüşün artık zorlaşması demektir.
Ancak geçmişi sorgulayalım derken kimilerinin iddia ettiği gibi geçmiştekilerin
anlayışı kesinlikle bizi bağlamaz, onların yaptıklarının tamamı yanlıştır, onların
tümünü silmemiz gerekir, demek istediğimiz anlaşılmasın. İnanıyorum ki
geçmiştekilerin yaptıklarının pek çoğu doğrudur. Ama insan olmaları hasebiyle
bu doğrularının yanın da yanlışları da vardır ve ola-caktır.
Öyleyse elimizdeki kitap ve sünnetle
bunlar yargılanmalı ve doğruları alınıp baş tacı yapılırken yanlışları da
doğruymuş gibi tekrar edilmemelidir. Ama en çok bozulduğum konu da insan
olmaları hasebiyle yaptıkları yanlışlardan ötürü de selefimize sövmeye
kalkışılmamalıdır. Bugün bizim hata yaptığımız gibi insan olmaları sebebiyle on-lar
da hata yapabilmişlerdir, bunu göz ardı etmemeliyiz. En güzeli ha-tada ısrar
etmemek ve hata olduğunu anladığı andan itibaren ondan dönüp vaz geçebilmektir.
Evet
yarın böyle bir mâzerette bulunmamanız için ve yine Rabbiniz huzurunda
mâzeretler ileri sürerek şöyle demeyesiniz diye:
Ya Rabbi bâtılların, bâtıl ehlinin, bâtılcıların
yaptıklarından ötürü bizi de helâk eder misin? Bizi saptıran bizden önceki
babalarımız yüzünden, onların bize bıraktıkları bozuk mirası yaşamamızdan ötürü
bizi de helâk eder misin? diyerek kendinizi temize çıkarma gayreti içine
girmemeniz için bunu yaptık diyor. Elbette helâk eder Rabbimiz. Eğer ataları
sapıklık içinde diye kendileri de onların yollarını sorgulamadan onlara tâbi olup
aynı sapıklıkları yaşamaya kalkışırlarsa, elbette bu yüzden onları da helâk
edecektir Allah. Onları da onların sapıklıklarını bilgisizce taklid edenleri de
helâk edecektir.
Bakıyoruz
bugün de bu fıtratın açığa çıktığını görüyoruz. Yâni kör bir taklidin peşine
takılıp, dinlerinin aslını araştırma gereği duymadan atalarından intikal edenin
doğruluğuna güvenerek onların iz-lerini takip eden insanların çoğunlukta
olduğunu görüyoruz. Ya da uy-dum cemaate diyerek çoğunluğun yaptıklarının
doğruluğuna itikad eden ve hiç düşünmeden onların peşine takılan insanlar görüyoruz.
Onların
ne amel edecek kitapları var, ne kitaptan haberleri var, ne dayandıkları bir
delilleri vardır. Onlar sadece cahil babalarının yoluna tâbi oluyorlar.
Diyorlar ki biz atalarımızı bir sebil üzere bir yol üzere, bir mezhep üzere,
bir tarz üzere bir hayat programı üzere bulduk biz de onların izleri üzerinde
gitmekteyiz. Atalar dini. Atalar yolu. Bunların işi gücü kör taklittir. Dinin
temel kaynakları olan kitap ve sün-neti tanıma ve amellerini onlara dayandırma
zahmetinden kaçan bu taklitçiler, atalarının sünnetine tâbi olarak kolay yoldan
doğru yolu bu-labileceklerini zanneden zavallılardır. Ataları da aynı şekilde
davrandıkları, yâni melekleri mâbud edinip onlara tapındıkları için bunlar da
aynı naneyi yiyerek doğru yolda olduklarını iddia etmeye çalışıyorlar.
Halbuki Rabbimiz bizden bunu istemiyor.
Rabbimiz bizden dinimizin temel kaynakları olan kitap ve sünnetle tanışmamızı
ve dinimizi yolumuzu onlara dayandırmamızı istemektedir. Bizden önceki-lerden
bize intikal edenleri bu iki kaynakla yargılamamızı ve doğru-larını alıp
yanlışlarını atmamızı istemektedir.
Bizim
kendilerini örnek alacağımız seleflerimizden birisi bakın bu konuda gerçekten
bize örnek olacak çok hoş bir söz söyler. Seleflerimizden İmam Mâlik Rasulullah
efendimizin mübârek kabrinin başında der ki: İşte şurada yatan zat var ya bu
zatın dışındaki insanlardan her ne sadır olmuşsa bunlar alınır da atılır da. Kabul
da edilir, red de edilir. Ama sözleri reddelimeyecek bir tek zat var oda işte burada
yatandır der. Ne hoş bir söz değil mi? İşte kitap ve sünnet bilgisine sahip
gerçekten örnek alınacak bir insanın sözü.
Öyleyse hiç bir zaman birileri Allah
adına, din adına bir şeyler söyledi diye, hem de bu sözünün doğruluğunu ispat sadedinde Allah adına yemin
de etti diye her söyleyenin sözünü din kabul etmeyeceğiz. Bunu bu zat
söylediğine göre öyleyse vardır bir hikmeti diyerek alıp kabul etmeyeceğiz.
Olur olmaz kitaplardan meselâ takvim yapraklarından din öğrenmeye
kalkışmayacağız. Dinimizi menkıbelerden, menkıbe kitaplarından almaya
kalkışmayacağız. İnsanlara hiç bir sorumluluk yüklemeyen sadece hoş hikâyelerle,
filanların falanların sergüzeşti hayatlarıyla imanımızı itikadımızı oluşturmaya
kalkışmayacağız. Çünkü bu tür şeylerle uğraşan insanların imanları, itikatları
bunlarla oluşmaya başlayıveriyor. Dinimizi, itikadımızı dininin temel kaynaklarıyla
oluşturmaya çalışacağız.
Ve yarın; ya Rabbi bu bâtıl ehlinin
yaptıklarından ötürü bizi de helâk eder misin diyenlerden olmayalım. Zaten
böyle diyerek mâzeretler sürmeyesiniz diye Rabbimiz bunları anlatmaktadır. Ben
babamın yolunu izledim, ben hocamın yolunu izledim ne yapayım hakkı bulamadım
suç onlarındır, demeye hakkımız olmayacaktır.
174. “Belki doğru yola dönerler
diye âyetleri böyle uzun uzadıya açıklıyoruz”.
Evet
işte böylece âyetlerimizi tafsil ettik. Fâsılalı, fâsılalı, ya da tafsilatlı
bir biçimde âyetlerimizi ortaya koyduk ki belki dönerler. Tüm âyetlerimizi
ortaya koyduk. İşitsel dediğimiz kitabın âyetleri, görsel dediğimiz kâinat
âyetleri, fıtrat âyetleri, içimizde ki dışımızdaki âyetleri Rabbimiz böylece
ortaya koyuyor ki belki insanlar gerçeği anlarlar da kendisine kulluğa dönerler
diye. Belki kitabın kendilerinden istediği hayatı yaşamaya yönelirler diye.
Belki yegâne Rab ve İlahları olarak Allah’ı tanırlar da onun dediğine dönerler
diye.
Evet
görüyoruz ki Rabbimiz kullarından böyle bir ahid alıyor. İnsanlar henüz
yaratılmadan önce Rabbimiz kendilerinden böyle bir söz alıyor. Ama şurasını da
hiç bir zaman göz ardı edemeyiz ki Rab-bimiz insanları sadece bu mîsâkla yargılamıyor,
sadece bu sözle so-rumlu tutmuyor. İnsanlardan ezelde böyle bir söz almakla
birlikte da-ha sonra her bir dönemde onlara bu mîsâklarını bu ahidlerini hatırlatacak
kitaplar ve peygamberler gönderiyor. İşte bakın bu mîsâktan çok sonra
Rabbimizin bize gönderdiği bu kitapta bundan söz etmesi bir hatırlatmadır. Onun
içindir ki bu kitabın bir adı da zikirdir, zikradır. Kitabın gelişi de,
peygamberlerin gelişi de, kâinattaki âyetlerin sunuluşu da bizim için bu mîsâkı
anlatan hatırlatan birer uyarıdan, birer hatırlatmadan başka bir şey değildir.
Nitekim yine Kur’an’da Rab-bimiz:
“Biz hiç
bir topluma peygamber göndermeden o topluma azap etmeyiz, (o toplumu
muaheze etmeyiz)”
(İsrâ 15)
Buyurmaktadır. Demek ki her topluma
Rabbimiz elçilerini gönderip onları uyarmıştır.
175. “Ey Muhammed! Onlara,
şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak
azgınlardan olan kişinin olayını anlat.”
Rabbimiz Allah’ın âyetleri kendisine verilmiş, Allah’ın âyetlerine ulaşmış,
âyet bilgisine, kitap bilgisine ulaşmış bir insan tipini anlatıyor. Kendisine
âyetlerimiz ulaşmış bir kimsenin haberini de anlat peygamberim. Onun haberini
de oku, onun durumunu da anlat insanlara. Bu oku emri Rasûlullah’a vahyen gelen
Kur’an’ın peygamber ta-rafından tebliğini emreden bir ifadedir. Rasûlullah’a
emredilen bu husun aynı zamanda onun şahsında bizim için de bir emirdir.
Öyleyse peygamber tarafından bize nakledilen bu kitabın âyetlerini biz de hem
kendimize hem de çevremize okumakla, duyurmakla mükellefiz. Hele hele şu anda
haber peşinde koşan, haber meraklılarına daha çok du-yurmak zorundayız.
Evet bir
adam ki Allah’ın âyetleri kendisine ulaşmış, âyetlerle ilgi kurmuş, anlamış ama
ne yazık ki bu insan bildiği, tanıdığı o Allah âyetlerinden sıyrılmış. Bu adam
âyetlere sahipti. Allah’ın afaki ve enfüsi âyetlerini çok iyi biliyordu. Ama ne
yazık ki bu adam bildiği âyetleri terk etti, âyetlerden sıyrılıp çıktı da
şeytana tâbi oldu. Şeytan da onu peşine taktı ve o kimse sonunda azgınlardan
oluverdi. Demek ki burada çok önemli bir haber var.
Çünkü “Nebe” çok büyük bir haber demektir.
Rabbimizin bu konuyu anlatmak için seçtiği bu kelimenin yapısından da anlıyoruz
ki demek ki bu konu sürekli hafızalarımızda canlı tutmamız gereken, ciddi ciddi
kulak vermemiz ve sürekli kendisiyle meşgul olmamız gereken bir haberdir.
Kendimiz bu haberi okuyacağız, bu haberden haberdar olacağız ve sürekli
çevremizi bu haberden haberdar edeceğiz. Karımıza, kızımıza, eşimize dostumuza
bu haberi götürecek ve onların gündemlerini de bu haberle oluşturmaya çalışacağız.
Çünkü bizim her anımızı ilgilendiren bu büyük haber yanında gazete
haberlerinin, kanalizasyon haberlerinin hiç bir önemi yoktur.
Eğer biz, bize düşmanlığa soyunmuş bu
şeytan vahiylerinin haberlerine zaman ayıracak olursak bilelim ki Rabbimizin bu
haberlerini tanımaya zamanımız da kalmayacaktır gücümüzde. Halbuki direk bizim
imanlarımızla, bizim cennetimizle, bizim dünya ve ukba saadetimizle ilgili olan
bu haberleri öğrenmeden başka haberlerin peşinde koşmak caiz de değildir.
Bir adam
ki Allah’ın âyetleri kendisine ulaşmış, âyet bilgisini elde etmiş, kitabı
tanımış, sünneti tanımış ama o âyetlerin içinden sıyrılıp çıkmış. Bu kimse için
Bel’am denilmiş. Bel’am bin Baura Hz. Mûsâ (a.s) ümmetinden, İsrâil oğullarından
âlim bir kimseydi. Kitap bilgisine, Tevrat bilgisine sahip bir kimse olmasına
rağmen kendisini düzene angaje ettiği için, sırtını düzene dayadığı için
düzenin keyfine göre ya da kendi hevâ ve heveslerine göre, dünyevî
menfaatlerine göre Allah âyetlerini istediği gibi, ya da düzenin istediği gibi
yorumlama ve âyetlerin içinden sıyrılıp çıkma cinnetine kapılmış bir adam.
Kimileri
de burada anlatılan kişinin Ümeyyetübnü Ebi Salt olduğunu söylemişler. Bu adam
da Rasulullah döneminde yaşamış bir adamdı. Bu adam da Rasûlullah’ı tanıyordu,
bekliyordu, hattâ peygamberimizin özellikleri konusunda şiirler yazarak nerede
kaldı? Beklenen Nebî geç kaldı diyerek onun özlemini terennüm ediyordu. Nihâyet
Allah’ın Resûlü Mekke’de Kureyş içinden zuhur edince de Ra-sulullah hakkındaki
tüm bu bilgilerinden sıyrılarak gurura, kibre kapılarak ona imandan vaz geçiverdi.
Hattâ bu kimse hakkında Rasulul-lah efendimizin: “Şiiri iman eden ama kendisi
iman etmeyen adam” diye söz ettiğini biliyoruz.
Bakın
dikkat ediyorsanız âyet-i kerîmede “Seleha, inse-leha” kelimesi kullanılmış. Seleha kelimesi
aslında derinin vücuttan yüzülmesi sıyrılıp çıkarılması anlamına gelmektedir.
Bu mânâ içinde düşündüğümüz zaman adam böyle bildiği Allah âyetlerinden top ye-kün
sıyrılıp çıkıyor. Tıpkı derisi yüzülen beden gibi. Derisi yüzülmüş, kendisini
dış etkenlerden koruyacak deri desteğini kaybetmiş bir vücut gibi Allah
âyetlerinden sıyrılıp çıkmış.
Öyle değil mi? Derisi yüzülmüş bir
vücut dış etkenlere karşı kendisini koruyabilme özelliğini kaybetmiş demektir.
İşte tıpkı böyle bir vücut gibi kendisini tehdit eden tüm tehlikelere karşı,
tüm şerlere karşı kendisini koruyacak âyetlerin desteğini kaybetmiştir.
Kendisini azaptan, ateşten ve cehennemden koruyacak olan âyetlerin içinden
sıyrılıp çıkmış, âyetlerin korumasını kaybetmiştir.
Tabii
adam böyle yapınca da, bildiği tanıdığı Allah âyetlerinden soyutlanınca da,
hayatını Allah âyetleriyle düzenlemekten vazgeçip âyetlerden habersiz bir hayat
yaşamaya yönelince, Allah yasalarını bir kenara bırakıp kendi hevâ ve hevesleri
istikâmetinde bir program izlemeye başlayınca da şeytan onu ayartıp peşine
takıverdi ve azgınlardan oluverdi. Elbette böyle bir adamın başka yapabileceği
bir şey yoktu. Hani bir söz vardır; şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır diye.
Birileri bunu hadis diye kendi sistematiklerinde kullanmaya çalışsalar da hadis
değil sadece bir söz, ama şöyle anlarsak yerinde bir sözdür her halde: Yâni
şeyh olarak, mürşid olarak, kılavuz olarak Allah’ın ki-tabıyla tanışamamış
birisinin şeytana tâbi olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur.
Bakın
Rabbimiz kitabının başka bir yerinde bunu şöyle anlatır:
“Rahmân olan Allah'ı anmayı görmezlikten
gelene, ya-nından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz.”
(Zuhruf 36)
Kim Rahmânın zikrinden yüz çevirir, Rahmânın zikrine karşı kör davranırsa.
Kim Rahmânın zikrine karşı körlük ederse. Rahmânın zikri Kur’an demektir,
Rahmânın zikri Rahmânın hayatın her bir kademesinde bizden istediği kulluk
demektir. Evet kim Rahmânın hayatın her bir kademesinde kendisinden istediği
kulluğa karşı kör ve ilgisiz davranırsa vahye karşı Kur’an’a karşı körlük
ederse. "Âşa" Esasen gözde meydana gelen bir çeşit zayıflık ve hastalık
demektir. Bir çeşit görme bozukluğu demektir. Kim ki Rahmânın zikri olan
kitabını görmezlikten gelir, gözünü ona karşı kör yapar ve kitaptan habersiz
bir hayat yaşamaya kalkışırsa, Kur’an’a göz yumar Kur’an’ı göz ardı ederse.
Ya da kitaba karşı gözünü bozar,
bakışını bozarsa. Biz kim bu kitabı anlamak kim! Biz nerede bu kitabı anlamak
nerede? Bu kitabı ancak büyük zatlar anlar! Onu anlamak şöyle dursun onu
elimize almaya bile lâyık değiliz! diyerek kim ki kitaba karşı bakışını bozarsa
biz de ona bitişik, ona yapışık, onun yanından hiç bir zaman ayrılmayan bir
şeytanı arkadaş yaparız diyor Rabbimiz.
Ona bir şeytanı mûsâllat kılarız ki o
ondan asla ayrılmaz. Bu şeytan onun ayrılmaz arkadaşı oluverir. Hem de böyle "Nukay-yız" yaparız. Yâni ona bitişik, ona yapışık
olarak o şeytanı onun üzerine kabuk bağlatırız. Âdeta şeytan bir kabuk gibi onu
çepeçevre sarıverir. Hani tohumlar, yavrular kendilerini çepeçevre saran kabuğu
yırtarak, bu esaretten kurtularak dünyaya gelirler ya işte bu adamlar da böyle
kendilerini şeytana esir ediyorlar, onun esiri olarak sıkıntılı bir hayata razı
oluyorlar sonunda. Yâni şeytan onların etraflarını sararak onları esir ediyor,
onlar üzerinde sulta kuruyor, onları hâkimiyetleri altına alıyor.
Allah’la
beraber olmayan, Rahmânın zikrinden i’raz eden, vah-ye karşı kör davranan,
vahiyle hareket etmeyen kişinin sonucu budur işte. Yâni Kur’an’ın, vahyin alternatifi
budur. Rahmânın vahyiyle beraber olmayan kişi elbette şeytanın esiri olacaktır.
Çünkü o kişi Allah’la beraber olmamayı istemiştir. Allah’ın âyetleriyle beraber
olmak istememiştir. Rahmânın zikrinden yüz çevirmiştir. Rahmânın rahmetinin
gereği kendisi için açtığı rahmet kapısını örtmüş, vahyi örtmüş, güneşe karşı
körlük etmiş kişidir. Basîreti kapanmış artık böylece Kur’an’-dan uzaklaşan bir
kişinin şeytana yaklaşması da kaçınılmaz olacaktır.
Kur’an’ı
tanımayan Kur’an’la beraber olmayan bir adam ne yapar da başka? Hayatında amel
edecek kitabı olmayan bir adam ne yapar? Ya bizzat şeytanın ya da yeryüzündeki
iki ayakları şeytanların kulu kölesi olur. N
“Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden
ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve
onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!”
(Nisâ 115)
Yine
bakın Sâf sûresinde:
"Onlar yoldan sapınca, Allah da onların kalplerini saptırmıştı.
Allah, yoldan çıkan milleti doğru yola eriştir-mez."
(Sâf 5)
Fussilet
sûresinde de bu saptıranların sadece şeytanlar olmadığını, iki ayaklı
şeytanların da insanlara mûsâllat kılınıp onları hak yoldan saptırdıkları
anlatılır.
(Fussilet 25)
Evet
Allah âyetlerini bildiği halde onlarla ilgilenmeyip onlardan sıyrılıp, onlardan
habersiz bir hayat yaşamaya çalışan bu adam üzerinde şeytan hâkimiyet kurdu.
Boşlukta yakaladığı bu adamın boğazına bir ip takıp onu gemledi. Boynundaki
kulluk ipinin ucunu Allah’a vermeyen kişi elbette onu birilerine vermek zorunda
kalacaktı. Allah’a kulluktan kaçan kişi elbette birilerinin kucağına düşecekti.
Allah vahyine teslim olup hayatını onlarla düzenlemeye yanaşmayan kişi elbette
birilerinin âyetlerine teslim olmak zorunda kalacaktı. Evet Allah’tan kaçan
kişi mutlaka ya cin şeytanlarının ya da insan şeytanlarının ağına düşmek
zorunda kalacaktır. İşte Allah âyetlerinden sıyrılan, Allah âyetlerinin
desteğini kaybeden bu adam sonunda ipinin ucunu şeytanlara kaptırarak,
azgınlaşarak onların gideceği yere doğru, ateşe doğru, cehenneme doğru hızla
ilerlemeye başladı. Allah diyor ki:
176. “Dileseydik, onu
âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu.
Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan
köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali böyledir.
Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.”
Biz dilemiş olsaydık, o kişi kendisi
adına bunu dilemiş ve tercih etmiş olsaydı, adam gibi ilgi kurduğu, tanıdığı
âyetlerle yükselmeyi düşünseydi biz hem bu dünyada hem öbür tarafta onun
derecelerini ve şanını şerefini yüceltirdik. Eğer o Allah âyetlerine yapışıp,
hayatını onlarla düzenleseydi biz de onu onlarla yüceltirdik.
Demek
âyetin ifadesinden anlıyoruz ki; bu kitabın âyetleri yükselme sebebidir, rif’at
sebebidir. Yeryüzünde insanlara yükseklik kazandıran, insanları yücelten,
insanlara incelik ve yücelik kazandıran Allah’ın kitabıdır. Allah’ın kitabını
tanıyan en yücedir, Allah’ın kitabından haberdar olan en şereflidir. Allah’ın
Resûlü de bu hususta şöyle buyurur:
“ Oku
ve yüksel! Oku ve yücel!”
Evet kitabı okuyan, kitabı tanıyan,
kitapla hareket eden, kitap-la hayatını düzenlemeye çalışan kişi yeryüzünün en
üstünü, en şereflisi ve en izzetlisidir. Evet işte bu adam da dileseydi,
isteseydi, bildiği, tanıdığı kitabın âyetleriyle yücelecekti, şeref kazanacaktı
ama ne yazık ki bu adam:
Lâkin o arza çakılıp kalmayı, yere çakılıp kalmayı, arzla
bütünleşmeyi, toprakla öpüşüp yerlerde sürünmeyi, izzetini, şerefini, değerini
ayaklar altına düşürmeyi tercih etti. Kendini yere atmayı tercih etti. Hem
dünyada hem de ukba’da şeref ve haysiyetini ayaklar altına düşürmeyi yeğledi.
Çünkü onun tüm derdi, tüm arzusu, tüm hemmi ve kıblesi dünya idi. Tüm plan ve
programı dünya ve dünyalık üzerine kurulmuştu. Dünya malına mülküne tamah
ederek dinini, dünyasına fedâ ediverdi. Dünyası adına dinini satıverdi. Allah
âyetleriyle yücelmeyi terk etti de dünyaya çakılı kalıverdi. Dünyaya kazık
çakma sevdasına kapıldı da Allah âyetlerinin kendisinden istediği kulluktan vazgeçiverdi.
Elbette gözünde dünya kıble olmuş bir adamın Allah dinine de, Allah âyetlerine
de ayıracak zamanı kalmayacaktı. Evet dünyayı kıble edindi de ona ulaşabilmek
için dinini de, izzetini de şerefini de satıverdi.
Hevâsına
tâbi oldu. Hevâ ve heveslerini putlaştırdı. Allah’ın âyetlerinin içinden
sıyrılıp çıktığı için, Allah’ın âyetlerinin korumasından mahrum kaldığı için,
sap gibi ortada ve boşlukta kaldığı için, hayatını düzenleyecek Allah âyetleri
güdümlü vahiy kaynaklı bir programı kalmadığı için elbette artık onun
yapabileceği başka bir şey yoktur. Artık böyle bir adam Şeytanların maskarası
olmaktan, hevâsına takılmaktan kurtulamayacaktır. Alçak dünyanın, alçak
makamlarını elde edeceğim diye, filanlar bana biraz makam verecekler diye, zengin
olacağım diye, şöhrete ulaşacağım diye, toprakla bütünleşeceğim di-ye, evim,
apartmanım, arsam, dükkanım tezgahım olacak diye bir ö-mür boyu çırpınıp
duracaktır artık. Arzusu, hevesi, hevâsı, keyfi kendisine neyi fısıldamışsa,
nefsi neyi istemişse onların peşinde kendi kendisini helâk edecek bir hayatın
içinde yuvarlanıp gidecektir artık cehenneme kadar. Allah diyor ki:
İşte
böylelerinin meseli, m
Evet
bunlar köpek tabiatlı insanlardır. Burada Rabbimizin bu tip insanları köpeğe
benzetmesini bir kaç vecihte anlamaya çalışıyoruz:
1:
Bildiğimiz gibi köpek hiç bir zaman doyuma ulaşamayan, bir türlü doyma
bilmeyen, sürekli ciğeri açlıkla yanan bir hayvandır. Doyumsuzluğu simgeleyen
bir hayvan tipidir köpek. Şehvetine ve boğazına düşkünlüğü yüzünden başına
gelmedik kalmaz köpeğin. Bu doyumsuzluğundan ötürü onun üzerine bir taş atsanız
bile acaba yiyecek bir şey mi atıldı diye onun peşinde koşturur.
“Yel
hes” diyor Rabbimiz. Yâni böyle nasıl desem, zirve noktasında zilletin ve
sıfırı tüketmenin ifadesi. Üzerine varsan da so-lur, serbest bıraksan da.
Üzerine gidilip zor durumda bırakıldıklarında da solurlar, kendilerine her
hangi bir baskı yapılmayıp serbest bırakıldıkları zaman da solurlar. Yâni o
kadar hoş anlatıyor ki Rabbimiz, zamanımızda Allah’ın âyetlerini bilen, kitabın
âyetlerini tanıyan, dinden diyanetten haberdar olan kimi prof, kimi doktor,
kimi doçent, kimi müdür ve amirler görüyoruz ki bugün tıpkı burada anlatılan köpek
gibi din adına türlü türlü naneler yemektedirler. Allah’ın lütfu keremiyle
kitap ve sünnet bilgisine ulaştıkları halde kitabın âyetlerinden sıyrılarak
köpekliğe özenmektedirler. Üzerlerine varsan da solurlar, varmasan da solurlar.
Üzerlerine gidilip baskı yapılsa da pes ifadesi gösterirler, kendi kendilerine
iken de.
Yâni zorlanmadıkları zaman da aynı
tavrı sergilerler. Yâni mecbur değillerken bile teslimiyet izhâr edip el
kaldırırlar. Hani bir soruşturma, bir sıkıştırma söz konusu olduğu zaman neyse
de hiç bir baskıya maruz değillerken bile yine düzen adına, yine güçlüler adına
dini yamultmadan yana, dini zâlimler lehine bozmadan yana bir tavır
sergiliyorlar. Dinlerini, dünyaları adına satmış, üç kuruşluk dünya menfaati
için dinlerini dünyaları haline getirmiş, dinlerini dünyalarına yama yapmış,
dünyalık bir kısım makamlar adına Allah âyetlerinden uzaklaşmış, konumlarımız
sarsılacak endişesiyle Allah âyetlerini her yerde gündeme getirmekten korkan,
bu korkularından ötürü gündeme getirmedikleri âyetlerden kopmuş, uzaklaşmış,
Allah âyetlerini kendileri için işlemez hale getirmiş bu insan tiplerinin
böylece köpekleştiklerine şahit oluyoruz bugün.
Ne
atarsan kendilerine onu yiyecek bir şey zannederler. Daima kendi çıkarlarını
düşünürler. Herhangi bir kapıdan kendilerine bir şeyler geldi mi belki ileride
bunun devamı gelecektir diye o kapıya sadık kalmaya özen gösterirler. Başka bir
kapıdan biraz fazlası geldiği zaman önceki kapıyı unutup bu defa da oraya sadık
kalırlar. İşte Allah kapısını unutmuş, Allah âyetlerinden uzaklaşmış başka
kapılarda kemik arayan materyalist insan tipleri. Hangi kapıdan ne atılacak
diye o kapılar hatırına dini gündeme getirmeyerek ya da o kapıların istediği
biçimde Allah’ın âyetlerini yorumlayarak bekleşip dururlar. Devletten bir makam
koparabilme hatırına Allah’ın dinini eğip bükerler. Zâlim iktidarların bozuk
düzen düşüncelerine, İslâm dışı hayat-larına Kur’an’dan ve sünnetten destekler
bulmaya çalışırlar. Allah âyetleriyle zâlimleri desteklemeye çalışıyorlar.
Bu
köpeklerin bir özelliği de Allah’ın dini gündeme geldiği za-man, Allah’ın yüce
âyetleri okunduğu zaman, Allah’ın sistemi ortaya konulduğu zaman, sistem için
bir tehlike söz konusu olduğu zaman her birinin bir inden ulumaya, ürmeye
başladığını görürsünüz. Birisi çıkıp Allah âyetlerini gündeme getirdiği zaman
buna tepki olarak bu köpeklerden bir tanesinin ürmesiyle ötekilerin de hep bir
ağızdan onu takip ettiklerini ve o müslümanın sesini soluğunu boğmaya ve meydana
getirdiği tesiri silmeye çalıştıklarını görüyoruz.
İşte bizim âyetlerimizi yalanlayan bir toplumun m
Allah için bu âyetlerle kendimizi bir
sorgulayalım. Eğer şu anda müslümanız diyen bizler Allah’ın kitabıyla ve
Resûlünün sünnetiyle ilgisiz bir hayatın içindeysek, hayatımızı kitap ve
sünnete sormadan yaşıyorsak veya kitabı bildiğimiz tanıdığımız halde, Allah’ın
âyetlerinin bilgisine sahip olduğumuz halde yine de kitap kaynaklı bir hayata
yanaşmıyorsak o zaman bilelim ki bizler de bildiğimiz o âyetlerle yücelmek
yerine, dünya ve âhirette şerefli bir hayata talip olmak yerine dünya ve
âhirette rezil bir hayatın mahkumu olanlardan olacağız demektir. Allah
âyetlerini bırakır da hevâ ve heveslerimiz istikâmetinde bir hayat yaşamaya
kalkışırsak o zaman bilelim ki biz de köpekliğe razıyız demektir.
177. “Âyetlerimizi yalan sayan,
kendine zulmeden millet ne kötü bir m
Bizim âyetlerimizi yalanlayan, yalana çıkaran, boşa çıkaran, âyetleri yok
farz eden, âyetlerimizi geçersiz hale getiren, işlemez hale getiren
âyetlerimizden habersiz bir hayat yaşayan böylece nefislerine zulmeden, kendi
kendilerine yazık eden, kendi kendilerini boşa harcayan kimselerin ne kötü bir
m
178. “Allah'ın doğru yola sevk ettiği kimse doğru yolda olur. Saptırdığı kimseler ise, işte onlar mahvolanlardır.”
Evet kim hidâyette olmayı dilemiş, tercihini hidâyete kullanmış, Allah da
ona hidâyet etmişse onu hidâyete erdirmiş, kim de dalâleti, sapıklığı tercih
etmiş Allah da onu saptırmışsa işte onlar kaybedenler mahvolanlardır, hüsrana
mahkum olanlardır.
Rabbimiz
önce henüz onları yaratmadan onlardan söz alıyor sonra onları semî ve basîr
kılıyor, hidâyeti anlamaya ve kabule hazır hale getiriyor, mayalarını hidâyetle
yoğuruyor, sonra onlara yaratılış öncesi verdikleri mîsâklarını hatırlatıcı
kitaplar ve peygamberler gönderiyor. Kâinatta kendilerine Allah’a verdikleri bu
mîsâklarını ilân edi
ci, onları kulluğa teşvik edici binlerce görsel âyet
yaratıyor. Bu âyetlere intikal edebilecek göz, kulak, kalp, akıl veriyor. Âdeta
onları bu mî-sâklarına zorluyor, kul olmaları için lehlerinde bu kadar imkânları
ha-zırlıyor. Bütün bu hazırlanmış imkânlara rağmen yine de onlar hidâyeti değil
de sapıklığı tercih etmişlerse o zaman da hem dünyada hem de âhirette hüsrana
uğrayanlardan olduklarını, kaybedenlerden olduklarını, kendilerini boşa
harcadıklarını haber veriyor Rabbimiz.
Evet
Allah kime hidâyet edip yol göstermişse onu hidâyete erdirmiştir. Allah
Hadîdir. Allah yol göstericidir. Kitaplar ve peygamberler de yol
göstericidirler bu mânâda. Cenâb-ı Hak kitaplar ve peygamberler göndererek
kullarına hidâyetini ulaştırır. Rabbimizin kulların gönderdiği kitap ve
peygamberler Onun kullarına açtığı rahmet kapılarıdır. Bu anlamda hidâyet
herkese açıktır. Yâni Allah’ın kullarına gönderdiği kitapları “ Hüden lin nas” Bütün insanlık için hidâyet kaynağıdır.
Aslında Kur’an herkese genel mânâda hidâyeti göstermek için inmiştir. Ama
herkes bu kitabın hidâyetini kabul etmede, is-teyerek bunun hidâyetini seçmede
eşit olmayacaktır. Kimileri bununla hiç ilgilenmeyecek, bunu anlamaya
yanaşmayacaktır.
Bakıyoruz Hâdî kelimesi, hüden kelimesi
Kur’an’da on beş ayrı mânâda kullanılmıştır. Allah hüdendir, Tevrat hüdendir,
Kur’an hü-dendir, Kâbe hüdendir, Peygamberimiz hüdendir, başka hüdenler de
vardır Kur’an’da. Buna göre hüden olarak ne peygamberimizin, ne Kâbenin ne de
Kur’an’ın bizzat kendisi birinin elinden tutup dini kabul ettirici olma
derecesine vardıramaz meseleyi.
Yâni gerek Kur’an ve gerekse
Peygamberimiz bizzat insanların kalplerine imanı sokmakla değil bu imanı
insanlara tanıtmakla mükelleftirler. Öyleyse kimse Kur’an’a yanaşmadı mı Kur’an
kimseye hidâyet edemez. Kur’an’a yaklaşan kişi eğer onunla yol bulmak isterse
ancak o, o zaman hidâyet edebilir. Çünkü "Hüden lin nas" dır, Kur’an. Ama "Hüden
lil müttakin" dir de aynı zamanda. Ne demek o? Yâni herkese yol gösterecek kapasitede değil.
Yâni herkes bununla yol bulmak istemez, herkes buna yol sormaya gelmezse o
zaman, o sadece takvalılara yol gösterecek, sadece onlara hidâyet edecektir.
Ötekiler için hattâ yine Kur’an’ın ifadesiyle bu kitap kimilerinin zararını,
ziyanını artıracaktır.
"Kur’an zâlimlerin ancak
zararını artırır."
(İsrâ 82)
Evet
demek ki Allah hidâyeti isteyenlere kitapları, peygamberleri ve diğer hidâyet
vesileleriyle hidâyet eder. Allah kullarının kalplerine hidâyete yönelik
İnşirâh verir, hidâyetine karşı onların kalplerini, zihinlerini açar, onların
ellerinden tutar, küfre ve kâfirlere
karşı gönüllerine tiksinti yerleştirir, şeytan ve ordularına karşı onların
kalplerindeki korkuyu kaldırıp onun yerine cesaret koyar, cenneti sevdirir, cehennemden
nefret ettirir, rızasıyla hoşnut eder, razı olduklarını sevdirir, namazı,
orucu, zekâtı, helâlleri sevdiklerini sevdirir sevmediklerine karşı kalplerine
tiksinti verir. Bütün bu tasarruflar da Rabbimizin hidâyet cümlelerindendir.
İşte kendileri kendi özgür iradeleriyle
hidâyeti istemiş olan kullarına böylece hidâyetini ulaştırır Rabbimiz. Ama
ötekilere, yâni sıfırı tüketenlere, iflas edenlere gelince bunlar iradelerini
sapıklıktan yana kullanan kimselerdir. Allah’ın kendilerine açtığı kitap ve peygamberler
gibi hidâyet kapılarından girmek istemeyen, rahmet kapılarından istifade etmek
istemeyenler, kitapla beraber olmayanlar, peygamberle tanışmak istemeyenler,
Allah’ın hidâyet vesileleriyle ilgi kurmayanlar kendi fiilleriyle, kendi
iradeleriyle sapıklığı tercih ettikleri için Allah da onlar için tüm dalâlet
yollarını açıvermiş ve artık böyleleri şeytanların, hevâ ve heveslerinin peşine
takılıp dünyada da ukba’da da kaybedenlerden olmuştur.
179. “Andolsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi, hattâ daha da sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.”
Evet biz
insanlardan ve cinlerden pek çoğunu cehennemlik ettik, cehennemlik kıldık diyor
Rabbimiz. Gerek cinlerden gerek in-sanlardan nicelerini cehennem için yarattık
diyor. Bu ifade Rabbimi-zin insanlar ve cinlerden pek çoğunu zorla cehenneme
sokacağı anlamına gelmemektedir. Aksine önceki âyetlerde insanlar ve cinleri
cennete zorladığını görmüştük. Daha yaratılış öncesi kendilerinden mîsâk
alarak, sonra fıtratlarını bu mîsâka zorlayacak biçimde yoğurarak, sonra bu
mîsâkı hatırlatıcı yığınlarla görsel ve işitsel âyetler göndererek kullarının
cennetinden yana olduğunu anlatmıştı Rabbimiz.
Ama
bakın burada biz onların pek çoğunu cehennem için ektik diyor. Bunun mânâsı
bütün lehlerinde hazırlanmış şartlara rağmen bu insanlardan ve cinlerden pek
çoğunun cehennemi tercih edecekleri anlatılıyor. Pek çoğunun iradelerini ve
seçimlerini cehennemden yana kullanacakları anlatılıyor. Bu ifade tıpkı sûrenin
önceki bölümlerinde geçti.
“Onların çoğunda ahde bağlılık
görmedik, çoğunu fâsık kimseler olarak bulduk.”
(A’râf 102)
Evet daha önce helâk edilen toplumları anlatırken Rabbimiz biz onların
ekserisini bir ahd üzerine bulamadık buyurmaktadır. Yâni onları o ilk
mîsâklarına riâyet eder bulamadık diyordu. Onların ilk mîsâk ahdini unutup
yalanladıklarını anlatıyordu. Yâni az önce ifade edilen Galu belâdaki o
ilk mîsâk ahdine pek çoğunun sadık kalmadıklarını ekserisini bu konuda fâsık
bulduk diyor Rabbimiz. Söze sadâkatleri yok adamların. O Rablerine ilk
verdikleri sözlerine sadâkatleri yok. Gerek Rablerinin kendileri için kâinatta
yarattığı meşhûd âyetleri, gerek peygamberleri vasıtasıyla kendilerine
gönderdiği âyetler, gerekse kendi içlerinde kendi enfüslerinde Cenâb-ı Hakkın
kendilerine gösterdiği âyetler onları hakka dâvet ediyordu. Tüm bu âyetler
onların hayatlarının yanlışlığını ortaya koyuyordu. Ama onların çoğunu fâsık-lardan
bulduk diyor Rabbimiz.
Peki
acaba bunun sebebi neymiş? Niye bu insanların pek çoğu fâsıkmış? Veya niye
bunların pek çoğu cehenneme gidecekmiş?
Bakın bunun sebebini şöyle anlatıyor Rabbimiz.
Onların
kalpleri vardır onunla fıkıh etmezler, anlamak, kavramak istemezler. Kalplerini
kullanmak istemiyorlar. Kalplerinin fonksiyonuna izin vermiyorlar, kalplerini
çalıştırmak ve kullanmak istemiyorlar. Allah’ın kendilerine anlamak kavramak ve
değişmek için verdiği kalpleri üzerinde baskı kurmaya çalışıyorlar. Kalplerinin
Allah âyetleriyle karşı karşıya gelmesine izin vermiyorlar. Kalplerinin dışa
açılan iki penceresi olan gözlerini ve kulaklarını Allah âyetlerinden uzak
tutmaya çalışıyorlar. Kalplerini Allah âyetlerinden saklamaya uzak tutmaya
çalışıyorlar. Allah âyetlerinin üzerlerini örterek kalplerinden saklamaya
çalışıyorlar. Allah âyetlerini gündemlerinden düşürerek kalpleriyle temasını
engellemeye çalışıyorlar.
Hasbel kader eğer istemedikleri halde
günün birinde kalpleri Allah’ın görsel ve işitsel âyetleriyle karşı karşıya
gelmişse o zaman da kalplerinin o âyetlerle değişmesine, o âyetlerden etkilenip
tavır almasına izin vermiyorlar. Halbuki o kalplerini onlara bunun için
vermişti Allah. Onları da herkes gibi insan yaratmıştı. Herkes gibi onlara da
kalp vermişti Allah. Kalpleri vardı onların.
Kalp
değişme özelliği demektir. İnkılap da oradan gelir. Değişerek altüst olan
demektir. Kalp değişen, değişme özelliğine sahip olan demektir. Evet Allah
onlara böyle bir potansiyele sahip kalpler vermişti. Ama bunlar bu kalplerini
kullanmak istememişlerdir. Âdeta kalplerine baskı uygulamışlar, kalplerinin
anlamasına, kavramasına ve değişmesine izin vermemişlerdir.
Meselâ
İslâm tarihinde anlatılır Allah’ın kendilerine kalp verdiği kâfirler, müşrikler
Mekke’de zaman zaman gelip Rasûlullah’ı dinli-yorlar, dinledikleri Allah
âyetleriyle kalpleri etkileniyor ama onu ber-taraf etmeye kalplerinin
etkilenmesi üzerine âdeta baskı uygulamaya çalışıyorlardı. Kalplerinin sesini
duymamaya, bastırmaya çalışıyor-lardı. Hem kendilerini tutamayarak inkar
ettikleri peygamberi din-lemeye gidiyorlardı hem de dinledikleri Allah âyetleri
karşısında etki-lenen kalplerini bastırmaya bu etkinin devamına izin vermemeye
ça-lışıyorlardı. Allah âyetlerinin kalplerinde meydana getirdiği etkiyi
sile-bilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorlardı. Kalple-rinin
sesine rağmen avazlarının çıktığı kadar ağızlarıyla küfrediyorlar, ağızlarıyla,
tavırlarıyla, hayatlarıyla kalplerinin sesini bastırmaya çalışıyorlardı.
Meselâ
onların en büyüğü olan Velid bin Muğîre bir gün gelip Allah’ın Resûlünü dinler.
Karşı karşıya geldiği Kur’an âyetlerinden kalbi o kadar etkilenir ki bu âyetler
karşısında ne diyeceğini şaşırır. Vallahi bu ne sihirdir, ne şiirdir, ne
kehanettir ne de başka biri der. İş-te bu sözler onun kalbinin sesleriydi ve
imanın ilk kıvılcımlarıydı. Kalbi bu etkinin ilk ışıklarını dışa yansıtmaya
başlarken Ebu cehil devreye girer ve ey Velid kavmini düşün, bizleri düşün,
sana vereceğimiz hediyeleri düşün, paracıkları düşün diyerek Kur’an âyetlerinin
onun kalbinde meydana getirdiği etkiyi silmeye ve kalbinin sesini bastırmaya
çalışınca o da kalbinin sesine muhalefet ederek veya kalbinin üzerine baskı
uygulayarak diliyle Kur’an’ın bir beşer sözü olduğunu söyleyiveriyor.
İşte bu adam âyetlerle etkilenen,
âyetlerle değişmeye başlayan kalbinin sesini duymayarak, kalbinin bu
fonksiyonuna izin vermeyerek onun üzerinde baskı uygulamaya en güzel bir
örnektir. Bırakıverseydi kalbini mutlaka iman edecekti. Çünkü o kalbin böyle
bir potansiyel özelliği vardı. Çünkü kalp fıtratıyla ilgi kurduğu andan itibaren
bundan başka bir şey yapmayacaktır yapamayacaktır. Hattâ yeryüzünün en büyük
tâğutlarından birisi olan Firavun bile huzurunda Mûsâ (a.s)’ın gösterdiği iki
âyet karşısında kalbinin etkilenip imânâ hazırlanırken çevresindekilerin buna
engel olduğunu biliyoruz.
Evet
demek ki bunların cehenneme gidişlerinin sebebi buymuş. Değilse Allah’ın
kimseye bir kastı bir düşmanlığı yoktur. Adamlar Allah’ın kendilerine verdiği
kalplerini kullanmak istemiyorlarmış. Halbuki Kur’an’ı anlamanın merkeziydi bu
kalpler. Bu kalplerini kullanacaklar, onunla fıkhedecekler, anlayacaklar ve
beyinsizler gibi olmayacaklardı. Akılsız ve beyinsizler gibi sadece atalarını
taklid etmeyeceklerdi. Kitap sünnet bilgisinden mahrum bir vaziyette hep atalarının,
şeytanların ve hevâlarının peşine takılmayacaklardı. Hep onların şirkleri
üzerine, onların yanlışları üzerine hayatlarını bina etmeye kalkışmayacaklardı.
Atalarımızı bir demokratik sistem üzerinde bulduk. Nasıl olsa onlar kesin
doğrudur diyerek bunun tartışılmasını bile caiz görmeyerek onların izi üzerinde
gitmeyeceklerdi. Halbuki onları insan yaratmıştı Allah. Akıl ve kalp vermişti
onlara ama onlar bunu kullanmak istememişler. Başka?
Onların
gözleri vardır, ama görmezler. Gözleri vardır ama onunla hakkı görmezler,
hakikati görmezler, Allah’ın âyetlerini görmezler. Allah’ın enfüs ve afakta
yarattığı âyetlerini görmezler. Meşhud ve metluv âyetleri görmezler. Lâkin
Allah’ın mü’minlere verdiği gözler bunlarda da vardır. İnsan olarak gözlerden
bunlar da mahrum değildirler. Ama onlar mü’minler gibi onlarla o gözlerle basîr
değiller. Onlarla basîret yapmıyorlar, etraflarında cereyan eden hadiseleri,
eşyanın hakikatini ve kâinattaki Rahmânın âyetlerini görmek istemiyorlar.
Gözlerini Allah’ın âyetleri üzerine teksif etmiyorlar, Allah’ın âyetlerinin
üzerini örtüp gözlerinden saklamaya çalışıyorlar. İşaret levhalarını örtüp öyle
yaşamaya gayret ediyorlar.
Meselâ Mekke’de yanı başlarında zuhur
eden İslâm gerçeğini, aralarında, gözlerinin önünde dolaşan peygamber gerçeğini
görmek istemiyorlar. Gözlerinin önünde sırtlanları sırtlanlıkta bin misli
geride bırakmış, bilgisiz ve barbar insanların tanıştıkları İslâm sayesinde bir
anda nasıl melekleştiklerini görmek istemiyorlar.
Veya meselâ yeryüzü zâlimlerinin
müstekbirlerinin başkalarının malını yiyebilmek için kan emmeye koştukları,
doyumsuz mideleri için binlerce insanın kanına girdikleri şu günlerde
mü’minlerin kendi mallarına kendi yiyeceklerine bile el uzatmayarak oruç tutmalarını
görmek istemiyorlar. Görüyorlar belki ama gözlerine baskı uygulu-yorlar.
Gözlerinin fonksiyonuna izin vermiyorlar. Gözleriyle gördüklerini dilleriyle
inkar etmeye çalışıyorlar. Neden yapıyorlar bunu? Çünkü hayatlarının
değişmesini istemiyorlar, rahatlarının kaçmasını istemi-yorlar.
İstiyorlar ki bir kısım gerçeklerle yüz
yüze gelip rahatları bozulmasın. İstiyorlar ki hevâ ve heveslerine göre bir
hayat yaşasınlar. İstiyorlar ki hayatlarında bir sınır, bir kayıt olmasın.
Kendileri Allah’ı hatırlatacak, kulluğu hatırlatacak, Allah’a verdikleri mîsâkı
hatırlatacak, huzurlarını kaçıracak hiç
bir âyeti görmek istemiyorlar.
Kulakları
vardır ama onlarla duymuyorlar. Allah kendilerine kulaklar vermiştir ama onlar
bu kulaklarını hakkı duymada, Allah’ın âyetlerini duyup dinlemede, etraflarında
kendilerini uyaran yığınlarca âyetlerin uyarılarına kulak vermede
kullanmıyorlar. Kendilerini cenne
te götürecek kendi lehlerinde sonuçlar doğuracak
uyarıcıları duymuyorlar. Kulaklarını kendi lehlerinde kullanmıyorlar.
Kulaklarını kul-lanmayarak cehennemlerini hazırlıyorlar. Aslında diğer insanlar
gibi mü’minler gibi bunlar da duyuyorlar ama duymazdan geliyorlar. İnkar
ettikleri için, reddettikleri için sanki hiç duymamış gibi bir tavır takı-nıyorlar.
Hani “aklı namazda olmayanın kulağı ezanda olmaz” diye bir söz vardır. Bunların
da akılları imanda olmadığı için akılları gereğini yapma niyetinde olmadığı
için duyuyorlar ama sanki duymuyorlar. Allah’ın kendilerine verdiği bu işitme
nimetine de baskı uyguluyorlar.
İşte
bunlar hayvanlar gibidirler. Belki hayvanlardan daha aşağı bir konumdadırlar.
Hidâyet açısından, yola ulaşma açısından, yol bulma açısından, cennete ulaşma
açısından bunlar belki hayvanlardan daha aşağı ve daha sapıklık içindedirler.
Çünkü hayvanlar insanlar gibi yaratılmamışlardır. Allah hayvanlara akıl fikir
vermemiştir. Hayvanlar kendilerine verilen iç güdüleri vasıtasıyla yollarını
bulabiliyorlar, iç güdüleri sayesinde ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini
bilebiliyorlar ve hareketlerini ona göre ayarlıyorlar. İradeleri de olmadığı
için Rabbimiz kendilerine nasıl bir fonksiyon, nasıl bir görev yüklemişse
mutlaka onun dışına çıkamıyor ve onu yerine getiriyorlar.
Halbuki
bu insanlar hayvanlar gibi yaratılmamışlardır. Allah hayvanlardan farklı olarak
kendilerine akıl vermiş, irade vermiştir. Ama bunlar Allah’ın kendilerine
verdiği bu nimetleri kullanmadıkları için bunlar hayvanların da aşağısına
yuvarlanmışlardır. Çünkü Rab-bimizin kendilerine verdiği bu özellikler onları
hayvanlardan ayıran özelliklerdi. Kendilerini hayvanlardan ayıran bu
özelliklerini kullan-madıkları için insanlıklarını kaybedip hayvanlardan daha
aşağı bir noktaya düşmüşlerdir.
Evet
onlar hayvanlar gibidirler hattâ bilâkis yolca onlardan daha aşağıdırlar diyor
Rabbimiz. İlk bakışta bunların hayvanlardan hiç
bir farklarının olmadığını görürsünüz. Çünkü hayvanlar
yerler, onlar da yerler. Hayvanlar içerler, onlarda içerler. Hayvanların cinsel
ilişkileri vardır, onların da vardır. Onlar da gelirler giderler, bunlar da
gelip giderler. Onlar da yatar uyurlar, bunlar da yatıp uyurlar, hayvanlar
nasıl doyduklarını bilmeden yerler içerlerse bunlar da tıpkı hayvanlar gibi
doyumsuzdurlar. Hayvanlar belli bir miktar yerler bitirirler ama bu kâfirler
kendilerini sonu gelmez bir doyumsuzluğa kaptırmış insan-lardırlar. Milyonlar
yetmez, milyarlar yetmez, trilyonlar yetmez bunlara. Tüm dünyayı verseniz yine
de doyumsuzdur adamlar.
Bu
insanlar üzerinde Kur’an’ın beyanları ışığında biraz daha derin düşündüğümüz
zaman hayvanlardan daha şaşkın, hayvanlardan daha ne yapacaklarını bilmez bir
durumda olduklarını görürüz. Çünkü az evvel de ifade ettiğimiz gibi hayvanlar
Allah’ın kendilerine yerleştirdiği fıtrî yasalar yardımıyla bazı şeyleri
bilebilmektedirler. Meselâ her hayvan kendi cinsiyle çiftleşmesi gerektiğini
bilmektedir. Hiç bir hayvanın kendi cinsinin dışında başka bir hayvanla
çiftleştiği görülmemiştir.
Meselâ Rabbimiz Nahl sûresinde
anlatıyor arıya vahy etmiştir de arı nasıl bal yapacağını bilmektedir. Hangi
yollardan çiçeklere gideceğini, balı nereye getirip yerleştireceğini
bilmektedir. Hayvanlar pek çok konuda ne yapacaklarını bildikleri halde bu kâfirler
onlar ka-dar ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini, Allah’ın kendilerini
ne için yarattığını, kendilerine nasıl bir görev verdiğini, hayatlarını na-sıl
düzenleyeceklerini bilmemektedirler.
Onun içindir ki her gün kâfirlerin
hayatları değişmektedir. Hayatlarında değişmez Allah yasaları olmadığı için
bugün iyi gördüklerini yarın kötü görmekte ve her an değiştirmektedirler. Ne
yapacaklarını bilmemekte ve büyük bir sapıklık ve şaşkınlık içinde bocalayıp
dur-maktadırlar.
180. “En güzel isimler
Allah'ındır. O'na o isimlerle dua edin. O'nun isimleri konusunda eğriliğe
sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.”
En güzel isimler sadece Allah’ındır. En güzel isimler sadece Allah’a
aittir. O halde onlarla Onu çağırın. O isimlerle Rabbinize dua edin. Rabbinizin
en güzel isimleriyle Onunla iletişim içine girip Ona seslenin. Rabbinizin en
güzel isimlerini çağrıştırarak, Rabbinizin en güzel isimlerinin muhtevalarını
hayatınızda canlı tutarak o isimlerin gereklerini yerine getirin.
Bu
hususu ortaya koyan bir Hadis-i Şerîflerinde Allah’ın Resûlü buyurur ki:
“Allah’ın
99 esmâsı vardır, kim onları ıhsa ederse muhakkak cennete girecektir”
Evet Rabbimizin bu en güzel isimlerini ıhsa
edenin cennete gideceğini anlatıyor Rasulullah. Peki madem ki sonunda cennet
var, o halde bu isimleri ihsanın ne demek olduğunu tanımak zorundayız. Ne
demektir ıhsa? Ihsa bir şeyi bir şeyin içinden çıkarmak, ayırmak ve saymak
demektir. O halde Allah’ın en güzel isimlerini ıhsa onları başkalarından
ayırmak, onları Allah’tan başkalarına vermemek onları saymak hayatta onları
hatırda canlı tutmak, onların muhtevalarına göre bir hayat yaşamak hâsılı
onların hakkını vermek demektir.
Evet elbette ki Rabbimizin bu en güzel isimlerini Rabbimizin kendisini bize anlattığı kitabından ve elçisinin sünnetinden öğrenmek zorundayız. Allah kitabında ve elçisinin beyanlarında kendisini bize nasıl tanıtmışsa, hangi isimlerin, hangi sıfatların sahibi olarak bildirmişse Rabbimizi öylece tanıyacak, öylece o simlerin sahibi olarak Ona iman edecek ve bu en güzel isimlerin çağrıştırdığı biçimde kendisine yönelecek, bu isimlerin muhtevalarına uygun bir biçimde kendisine karşı nasıl bir tavır takınmamızı istemişse öylece yapmaya çalışacağız. Bu isimleri bizden nasıl bir kulluk istiyorsa öylece Ona kulluk yapacağız. İşte âyet-i kerîme bizden bunu istiyor.
Yâni Rabbimize dua ederken, bir derdimizi, bir sıkıntımızı Rabbimize arz eder ve Ondan yardım talep ederken bu isimlerle çağıracağız, bu en güzel isimlerle Onunla ilgi ve iletişim kurarak Ona iltica edeceğiz. Yâni Rabbimizin bu en güzel isimleriyle tevessül ederek Ona dua edeceğiz. Çünkü bunu bize anlatan, bunu bize tarif ve teşvik eden Rabbimizin bizzat kendisidir. İşte bu âyet-i kerîmesinde Rabbi-miz en güzel isimlerin sadece kendisine ait olduğunu ve bu isimlerle kendisine dua etmemiz gerektiğini anlatıyor.
Dikkat
ederseniz burada âyet-i kerîmede “El Esmâ’ul Hüsnâ lillahi” denmiyor da “Ve
lillah’il esmâ ül Hüsnâ” deniliyor. Bu ifade bu isimlerin, bu en güzel isimlerin sadece
Allah’a mahsus olduğunu vurgulamak içindir, Arapça’da kelimenin bu şekilde
kullanılmasından anlıyoruz bunu. Anlıyoruz ki bu en güzel isimler sadece
Rabbimize aittir. Anlıyoruz ki bu en güzel isimleri açısından kendisine ortak
olacak hiç bir varlık yoktur. Bazen Kur’an-ı Kerîm içinde Rabbimizin bu en
güzel isimleriyle başka varlıklara da tesmiye olunduğunu, yâni onlara da bu
isimlerin verildiğini görüyoruz.
Meselâ Rabbimizin Kur’an’daki
isimlerinden birisi olan Raûf Rahîm gibi isimlerinin Rasulullah efendimiz için
de kullanıldığına şahit oluyoruz. Veya meselâ Allah’ın Hâdî isminin Rasulullah
efendimize ve Kur’an’a da verildiğine şahit oluyoruz.
Veya meselâ Rasulullah efendimiz için
de Kur’an-ı Kerîm için de Azîz isminin kullanıldığın biliyoruz. Ancak bu
isimlerin onlar hakkında da kullanılmış olması kesinlikle o varlıkların Allah’a
denk oldukları, Allah’a benzer oldukları anlamına gelmez. Yâni ne kitabın ne de
Rasulullah efendimizin Allah’ın izzetine benzer bir izzetle aziz olduklarını
düşünmemiz caiz değildir. Sadece şu kadarını söyleyebiliyoruz ki Azîz olan ve
tümüyle izzet kendisinden olan, izzetin sahibi olan Allah, izzeti peygamberinde
yaratmıştır, kitabını izzetinden şereflendirmiştir. Onların izzeti
Allah’tandır, ama Rabbimizin izzeti başkalarından değil kendisindendir diyoruz.
Evet en
güzel isimler sadece Allah’a aittir ve bizler o isimlerle Rabbimize dua
edeceğiz. Yâni onunla iletişimimizi bu isimleriyle kuracağız. Yâni dua
edeceğimiz konu neyse, hangi konuda ona dua edeceksek o konuyla alâkalı ismini
gündeme getirerek, o ismin çağrıştırdığı mânâyı, o ismin istediği tavrı
takınarak dua edeceğiz. Eğer isteyeceğimiz konu affımızsa o zaman ya Rahmân, ya
Rahîm bizi affe-dip mağfiret buyur diyeceğiz. Eğer ayıplarımızın kusurlarımızın
ör-tülmesi konusuysa ya Ğaffar, ya Settar diyerek, eğer konu rızık ko-nusuysa
ya Rezzak diyerek, eğer şifa konusuysa ya Şafi diyerek, eğer bir tehlikeden
korunma konusuysa ya Hafız gibi isimlerle Rab-bimize dua edip Onu imdadımıza
çağıracağız ve de bu konuya etkin ve yetkin sadece Onun olduğuna iman edeceğiz.
Yâni bu isimleri konusunda, gökler ve yeryüzünde asla kendisine ortakların
olmadığına, benzerlerin olmadığına iman edeceğiz.
Bir anlamda Rabbimizi bu isimleriyle
tanıyacak ve Ona bu şekilde iman edeceğiz. Sadece Allah’a ait olduğu haber
verilen bu isimleri bu sıfatları Allah’tan başkalarına vermeyeceğiz. Allah’tan
başkalarını bu isimlerle muttasıf bilerek onlara da dua ederek, onları da çağırarak,
çağrıştırarak şirke düşmeyeceğiz. Meselâ âlim sadece Allah’tır. İlim tümüyle
Allah’tandır ama ilminden bir kısmını bize açmıştır O Rabbimiz. Kitapları
peygamberleri aracılığıyla ilminden bir kısım bize indirmiştir. İşte gerçek
âlim olarak Allah’ı bilmeli gerçek ilim olarak Allah bilgisini bilmemiz ve
dışındakileri ise zandan ibaret, bâtıldan ibaret bilmeliyiz. İşte Rabbimizin
Alîm ismi bizde bunu çağrıştırmalı, Onunla ilişkimizi bu şekilde ayarlamalı,
bizim bu konuda böyle bir tavır sergilememizi gerçekleştirmelidir.
Yâni ilme ulaşmak, izzet ve şerefe
ulaşmak isterken de sadece Ona ve Onun kitabına müracaat biçiminde dua
etmeliyiz. Çünkü gerçek ilim sadece Allah’ın ilmidir, gerçek âlim sadece
Allah’tır ve ilim sahibi olan kimse de Allah’ın kitabının bilgisine sahip olan
kimsedir. Allah’tan başkalarını âlim görmek, ilmi Allah’ın vahyinin dışında aramak,
ilim konusunda Allah’tan başkalarını çağırmak ve çağrıştırmak ise şirktir.
Evet bu konuda sadece Allah’ı çağıracak,
Allah’ı çağrıştıracak ve Allah’a dua edeceğiz. Allah’tan başka âlim, Allah’tan
başka Azîz, Allah’tan başkalarında ilim ve izzet aramaya çıkmayacağız. Tüm isimleri
böyledir. Allah’tan başka Rab, Allah’tan başka Şafi, Allah’tan başka Hadi,
Allah’tan başka Razzak, Allah’tan başka Mâlik, Melik yoktur.
Allah’ın
kendisine ait en güzel isimlerini öğrenmenin, bu isimlerin istediği biçimde bir
tavır sergilemenin, yâni Allah’ı Allah olarak tanıyarak Onunla Onun istediği
biçimde bir iletişim kurmanın yolu, Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini
tanımadan geçer. Öyleyse bu konularda şirke düşmek, yanlışlara düşmek istemiyorsak
sürekli kitap ve sünnetle birlikte olmak zorundayız, bunu hiç bir zaman
hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Allah’ın isimleri konusunda ilhada düşen, sapan, sapıtan kimseleri de bırakıverin. Onlar yakında yaptıklarının cezasını çekeceklerdir. Evet Allah’ın isimleri konusunda, Allah’ın esmâsı konusunda, Allah’ın sıfatları konusunda ilhada düşen, yâni onları ezen bozan, Allah’ın isim ve sıfatlarını tahrif eden, sadece Allah’a ait olan bu isim ve sıfatları Allah’tan başkalarına da vermeye çalışan ve yeryüzünde Allah isimlerine Allah sıfatlarına haiz bir kısım varlıklar kabul ederek şirke düşen insanları bırakıverin. Onlar bu konuda nasıl bir anlayış içine girerlerse girsinler, nasıl bir tavır sergilerlerse sergilesinler, kendi şirk anlayışlarının ürünü olarak size nasıl bir anlayış sunarlarsa sunsunlar onları terk ederek onların anlayış ve inanışlarını reddedin. Onların şirk anlayışlarının ürünü olan eğitimlerini reddedin kılık-kı-yafet anlayışlarını reddedin, parlamento anlayışlarını reddedin, hukuk anlayışlarını reddedin, ekonomi anlayışlarını reddedin. Çünkü bunların her bireri Allah’ın belli bir ismini nefiy eden şirk anlayışlarından kaynaklanmaktadır ve Rabbimiz onları terk etmemizi bizden istemektedir.
Allah’ın
esmâsı konusunda ilhada düşenleri terk edin.
Onları dinlemeyin, onları kendinize velî ve dost edinmeyin, hayatınızı onların
yasalarına bina etmeyin, hayatınızı onlara sormayın, onlarla istişare etmeyin.
Tabii bu ifade onlarla görüşmeyin, onlara karışmayın, onları kendi hallerine
bırakıverin, onlara din duyurmayın, onlara doğruyu anlatmayın, onların
hayatlarını ve inanışlarını sorgulamayın, onları oldukları gibi kabullenin
demek değildir. Bütün bunları yapmakla beraber onlarla dostça bir ilişki içine
girip hayatınızı onlar kaynaklı düzenlemeyin demektir.
Peki
acaba Allah’ın isimleri konusunda ilhadı nasıl anlayacağız? Bu gerçekten çok
önemli bir konudur üzerinde biraz biraz duralım. Yâni bu insanlar Allah’ın
isimleri konusunda acaba nasıl ilhada düşüyorlar? Meselâ az evvel de ifade
ettiğimiz gibi Allah kitabında diyor ki her konuda en bilen benim, tek bilen
benim, ilim bendendir diyor. Ama kimileri Allah’ın bu ismini nefyederek, bilme
konusunda Allah’ı diskalifiye ederek içinde bulunduğumuz Nemrutların, Firavunların,
Ebu Cehillerin tekrar hortlatılmaya çalışıldığı bu çağı ilim çağı olarak empoze
etmeye, ilim çağı olarak sunmaya çalışıyorlar.
Bu çağda artık Allah bilgisine, vahiy bilgisine
ihtiyacımız kal-mamıştır, artık o bilgiler eski çağlarda kalmıştır, eskilerde
kalmıştır, mazide ve çölde kalmıştır. Artık bugün orta çağa ait bir kısım Allah
bilgileriyle, Allah yasalarıyla hayatımızı düzenlememiz mümkün de-ğildir. Çünkü
bu devirde onların uygulanmaları da bizim problemle-rimize çözüm getirmeleri de
mümkün değildir. Zira çağımız değiş-miştir, çağ ilim çağıdır diyorlar. İşte bu
iddia Allah’ın Alîm ism-i şerifi açısından bir ilhaddır bir sapmadır ve
şirktir, küfürdür. Çünkü Âlim sadece Allahken, bu isim sadece Allah’a aitken
onu Allah’tan nef-yedip başkalarına vermek ilhaddır ve küfürdür.
Veya
meselâ Allah kitabında diyor ki Rab sadece benim. Kullarımı yaratan, onları
doyurup besleyen, görüp gözeten ve onların hayat programlarını belirleme
hakkına onların hayatlarına yasa koyma hakkına sahip olan sadece benim. Benden
başka Rab, benden başka İlah, Melik ve Mâlik yoktur diyor. Benden başka
kullarımın hayatında söz sahibi yoktur.
Ama gelin görün ki kimi mülhitler hayır
artık devir değişti, bizim hayatımıza karışacak, bizim hayatımıza program
yapacak, yasa belirleyecek başka Rablerimiz de vardır. Tamam Allah büyüktür, Allah
yücedir, gökleri yaratan odur, bizleri yaratan odur ama hayatımıza karışmaz O
Allah. Bize isteklerini arzularını bildirmez O Allah. Bizim hayatımızı kendi
yasalarıyla düzenleyeceğimiz başka tanrılarımız var. Bizim hukuk tanrılarımız,
eğitim tanrılarımız, kılık-kıyafet tanrılarımız, siyasal tanrılarımız, şifa
tanrılarımız var. Onlar bizim işlerimizi düzen-liyorlar. Allah bizim işlerimize
karışmamalıdır. Çünkü bizim pis işlerimiz var, mafya işlerimiz var, Allah bu
işlere karışmamalı. Şimdi bu Al-lah bizim bu işlerimize karışır ve arzularını
bize duyurursa o zaman biz onunkileri mi dinleyeceğiz? Yoksa öteki
tanrılarımızın kilerini mi dinleyeceğiz? En iyisi mi hayatımızda böyle bir kaos
yaşamaktansa Allah’ınkileri duymamak daha iyidir diyorlar.
Onun için Allah’ı ve onun elçilerini
dinlememeye çalışıyorlar. Tamam Allah’a da kulluk yapalım ama başka ilahları da
dinleyelim diyorlar. Yeri gelince, işleri düşünce, başları daralınca Allah’a
kulluk yapıyorlar ama işleri bitince de başka ilahlara kulluk ediyorlar. Toplumun
benimsediği, kimsenin ayıplamadığı bir takım kulluk türleri yerine getirilsin
ama hayatın tümünü bu kulluk kapsamasın diyorlar.
Meselâ Kureyş müşriklerinin yaptığı
gibi kendilerine servet sağlayan hac gibi ibadetlere şu anda bizimkilerin de
yaptıkları gibi tamam diyorlardı ama hayatlarının geri kalan bölümüne Allah’ı
karış-tırmıyorlar. Yâni hayatı parçalıyorlar. Hayatımızın ibadet bölümüne Allah
karışsın ama öteki bölümlerine başka Rablerimiz karışsın di-yorlar. İşte bu
Cenâb-ı Hakkın Rab ismi, rubûbiyet sıfatı konusunda ilhaddır, küfürdür,
şirktir.
Allah
Azîzdir. İzzet ve şeref sadece Ona aittir ama bugün iz-zeti başkalarında ve
başka şeylerde arayan insanlar vardır. Malda, parada, makamda, mansıpta,
diplomada, doktorada statüde izzet ve şeref arayanlar vardır. Veya sadece
Allah’a ait olan bu izzeti ken-dilerinde görenler vardır. İzzet bizdedir, şeref
bizdedir, hâkimiyet bizdedir, bizim istediğimiz biçimde yaşamak zorundasınız,
bizim istediğimiz şekilde giyinmek zorundasınız, bizim yasalarımıza itaat etmek
zorundasınız, biz olmadan yaşayamazsınız. Bizim dediğimiz gibi olun ki size
izzet ve şeref verelim, bizin sözümüzden çıkmayın ki size dereceler verelim
diyen insanların bu tavırları da Allah’ın Azîz ismi konusunda bir ilhaddır ve
şirktir. Şafi sadece Allah olduğu halde şifa veren biziz diyenler, Razzak sadece
Allah olduğu halde rızık dağıtan biziz diyenler, bizim dediklerimizden
çıkarsanız maaşlarınızı keseriz, sizi aç bırakırız diyenler, kendilerini hacet
kapısı görenler, şu devlet kapısına girmişseniz artık sizin için rızık
garantidir diyenler, halbuki herkes için rızkı garanti eden Allah’tır.
Yeryüzünde debelenen hareket eden hiç
bir canlı varlık yoktur ki onların rızıkları Allah’ın üzerine olmasın. Halbuki
rızık başkaları değil sadece Allah kaynaklıdır. Yaratan, yaşatan, hayat veren Allah-tır.
Hâlık sadece Allah’tır. Hayat Allah kaynaklıdır, Allah sigortalıdır. Ama
birileri gelin hayatınızı sigorta edelim diyorlar ve Allah esmâsı konusunda
ilhada gidiyorlar. Allah’tan başka birilerinin insanların ha-yatlarını, hattâ
kendi hayatlarını bile sigorta etmeleri mümkün değildir. Allah bu dünyada ne
kadar kalmamızı istemişse, ne kadar ömür takdir etmişse ancak o kadar
yaşayabiliriz. Kimsenin bunu değiştirmesi mümkün değildir. Hâdî sadece Allah
olduğu halde hidâyeti ken-dilerinde görenler hepsi de Allah’ın esmâsı konusunda
ilhad içindedirler.
Veya Allah Ragıyb’dir. Murakabe ve
kontrol edendir. Yâni insanların nerede ve nasıl olduklarını, hangi durumda
bulunduklarını bilebilen ve murakabe edebilen sadece Allah’tır. Çünkü O kişiye
şah damarından daha yakındır. Siz neredeyseniz O sizinle beraberdir. Allah’ın
bu sıfatı, bu ismi konusunda da insanların ilhada düştüklerini görüyoruz. Allah’tan
başka; insanların, insanları kontrol ettiklerine, insanların ne yapıp
ettiklerine muttali olduklarına inananları görüyoruz. Veya kendilerini murakıp
olarak insanlara takdim edenlere şahit oluyoruz.
Veya Allah’a ait bu sıfatı K.G.B. ye,
Mossad’a veya başkalarına verenler görüyoruz. İnsanların yatak odalarına kadar
girip, onların durumlarına muttali olanları duyuyoruz. Halbuki bu sıfatlar
sadece Allah’a ait olan sıfatlardır bunu böyle bilmeyenler Allah’ın bu sıfat ve
esmâları konusunda ilhada düşmüş insanlardır. Onun içindir ki bizler de ilhada
düşmemek için Rabbimizin isimlerini ve sıfatlarını çok iyi bilmek zorundayız.
Bunun için de Kur’an’ı ve sünneti çok iyi tanımak zorunda olduğumuzu unutmayacağız.
Ve Allah
diyor ki ey mü’minler! siz onları terk edin. Onları hayatınızdan,
zihinlerinizden çıkarın. Sizin dünyanızda onların sözleri, onların programları
olmasın. Sakın ha onlar sizi sizin gözlerinizin içi-ne baka baka kendi
sapıklıklarına çağırmalarına izin vermeyin. Evlerinizde onların vahiy
organlarına izin vererek onların günahlarına or-tak olmayın. Dinlemeyin onların
vahiy organlarını. Okumayın onların gazetelerini dergilerini. Şunu hiç bir
zaman hatırınızdan çıkarmayın ki onlar mutlaka sizi kendi cehennemlerine
çekmeye çalışacaklar, kendi fikirlerini, kendi inanışlarını, kendi ilhadlarını
size de empoze etmeye çalışacaklardır. Eğer sizler bu mülhitleri terk etmez,
onların programlarını izlemeye devam ederseniz unutmayın ki sizler de onların
ilhad-larına ortak olmuş olacak ve sizler de günün birinde onlar gibi düşünmeye
başlayacaksınız, bunu hiç bir zaman hatırınızdan çıkarmayın diyor.
181. “Yarattıklarımızdan bir
topluluk hakkı gösterirler ve onunla hükmederler.”
Bizim yarattıklarımızdan bir grup da vardır ki onlar hakkı görürler,hakkı
gösterirler ve hakla hükmedip amel ederler. Hakkı adâletle yerine getirirler.
Evet bizim yaratıklarımızdan kimileri de böyledir diyor Rabbimiz. Çünkü biz
biliyoruz ki kâfiri de yaratan mü’mini de yaratan Odur. Kâfiri ve onun küfrünü
yaratan, buna izin veren de Odur. Mü’mini yaratan onun imanına imkân hazırlayan
da Odur. Ama önceki âyetle birlik söyleyecek olursak yeryüzünde bu âyette
özellikleri anlatılan mü’minler azdır. Hak üzere olanların sayısı azdır. Ama az
da olsa böyle bir ümmet yeryüzünde vardır ve kıyâmete kadar da var olacaktır.
Bakın bu
azların özellikleri neymiş? Öncekilerin kör, sağır ve kalpsiz kesilmelerine
karşılık bunlar hakkı gören, hakkı duyan ve Allah’tan gelen hakka gönül veren insanlardır.
Hakka iman eden bu insanlar aynı zamanda hak konusunda Hadîdirler. Yâni
çevrelerindeki insanlara hak yolu gösterendirler. Bir önceki âyette ifade ettiğimiz
gibi Hâdî sadece Allah’tır ama burada zikredilen bu hayırlı ümmetin hâdîlikleri
insanları hidâyete erdirme biçiminde değil de yol gösterme, yola delâlet etme
mânâsında Hadîdirler, rehberdirler. Peki neyle hidâyet ediyorlar bunlar? Hak
ile, Allah’ın gönderdiği hak kitap ile, Al
lah’ın gönderdiği hak hukukla, hak yasalarla bunlar
insanlara yol gösteriyorlar.
Çünkü Allah’tan gelenlerin tamamı
haktır. Allah kitabını hak olarak indirmiştir, Allah elçisini hak olarak
görevlendirmiştir Allah yasaları haktır, Allah gökleri ve yeri hak olarak, hak
yasalara müstenit olarak yaratmıştır. İşte bu hayırlı ümmet Allah’tan gelen bu
hak yasalarla, bu hak kitapla, hak peygamber bilgisiyle insanlığa yol gösteriyorlar.
Peki acaba bu kutlu insanların görevleri sadece insanlara yol göstermek midir?
Bunun dışında bu müslümanların başka vazifeleri var mıdır? Hayır, onların başka
görevleri de vardır. Allah diyor ki:
Onlar
insanlara doğru yolu gösterdikleri gibi kendileri de sadece onunla adâlet
yaparlar. Allah’ın gönderdiği hak yasalarla hayatlarını düzenleyerek sadece
onunla hayatlarını dengeye getirirler. Bi-reysel hayatlarını, aile hayatlarını,
toplumsal hayatlarını, ekonomilerini, hukuklarını, eğitimlerini, kazanmalarını,
harcamalarını Allah’ın gön-derdiği hakla dengede tutarlar. Allah’tan gelen hak
yasalarla istikrarlı bir hayata kavuşurlar. Öteki insanlar gibi ne
yapacaklarını, nasıl yaşayacaklarını bilemeyen hayvan gibi değillerdir onlar.
Hayatları sü-rekli değişken ve istikrarsız değildir mü’minlerin. Yaptıklarını
üç ayda bozan, bir daha yapan bir daha bozan ve sürekli bir arayış ve kaos
içinde olan kimseler gibi değildir mü’minler. Çünkü onlar Kur’an ve sünnet
dışında insanların istikrara kavuşamayacaklarını çok iyi bilen insanlardır.
Evet
Allah diyor ki bunlar azdır. Yeryüzünde cehennem için yaratılanlar için çok,
bunlar için de az diyor. Peki bu çok olan, cinler, şeytanlar, müşrikler ve
kâfirlerin çokluğu karşısında bu azlar ezilecekler miydi? Allah bu azları bu
çoklar karşısında ezdirecek miydi? Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz bu
azları teselli için şöyle buyuruyor:
182,183. “Âyetlerimizi yalan sayanları,
bilmedikleri yönden, ağır ağır sonuçlarına yaklaştıracağız. Onlara mah-suzdan
mühlet veririm, çünkü Benim düzenim çetindir.”
Ey benim yeryüzünde az, ama şerefli kullarım! Sizler hiç üzülmeyin, sakın
bu çoklar karşısında ümitsizliğe düşmeyin! Sizler üzerinize düşen neyse sadece
onu yapın. Ben bu çoklara, bu hayvanlardan daha aşağı olanlara, bu kendilerine
verdiğim insani melekelerini kullanmadıkları için âyetlerimizi yalan sayan,
âyetlerimizi yok farz eden, âyetlerimizi boşa çıkaran ve işlemez hale
getirenlere mühlet vermekteyim. Onların yollarını açmaktayım ve onları yavaş
yavaş hiç bilmedikleri açılardan, hiç hesap edemedikleri noktalardan derecelendireceğiz.
Onları ağır ağır derecelendireceğiz diyor Rabbimiz.
Tabii anlayabildiğimiz kadarıyla bu
derecelendirme işi onların küfürde, şirkte, nifakta ne olduklarının ne kadar
ileri gittiklerinin bir derecelendirilmelerinin ifadesi anlamınadır. Çünkü
onların her biri dünyada gerçekleştirilen bu derecelendirmenin karşılığı olarak
hak ettikleri cezaya çaptırılacaklardır. Herkesin hesabı amellerine göre
tutulacak ve belirlenecektir. Kur’an’ın başka yerlerinden de biliyoruz ki hem
cennette hem de cehennemde dereceler vardır. Bakın onlardan birinde Rabbimiz
şöyle buyurur:
“İşlediklerinden ötürü herkesin bir derecesi
vardır. Herkese işlediklerinin karşılığı ödenir. Kendilerine haksızlık
yapılmaz.”
(Ahkâf 46)
Ne iyilerin iyilikleri ne de kötülerin kötülükleri karşılıksız kalmayacaktır.
Dünya hayatında yaptıklarından, işlediklerinden ötürü herkesin amellerine
karşılık dereceleri vardır. Cennette cennetlikler için de cehennemde
cehennemlikler için de dereceler vardır. Cennetin de cehennemin de dereceleri
vardır. Cennetin ve cennetliklerin dereceleri kademe, kademe yukarı doğru
yükselirken cehennemin ve cehennemliklerin dereceleri de aşağıya doğru derecelenmektedir. Dereceler
ameller karşılığıdır. Cennetliklerinki mükafat ve nimetlerin artırılması
türünde bir derecelendirilme iken kâfirlerinki de azabın artması türünde bir
derecelendirilmedir.
Evet
kullarına dereceler verir Allah. Bakıyoruz bugün de birileri dereceler veriyor.
Kendi kullarına, kendi kölelerine kimi insanların da dereceler verdiğini
görüyoruz. Birinci derece, ikinci derece, üçüncü, beşinci derece gibi dereceler
veriyorlar. İlk üç dereceye girenlere, yâni limon gibi suyunu sıkıp posasını
çıkardıklarına, pillerini bitirdiklerine yeşil pasaport verenler. Sen dekansın,
sen bakansın, sen prof sun, sen doçentsin gibi dereceler dağıtanlar. Veya seni
mahiyetime aldım, sen mukarrabûn’dansın gibi lütuflarda bulunanlar filan görüyoruz.
Her Rab kullarına elbette dereceler verir. Ama Allah dereceleri o kadar yüce
olan ki, katında o kadar yüce dereceler olan ki onun verdiği dereceleri hiç
kimse veremez.
Ya da
bunun bir başka mânâsı da onları hiç bilemedikleri hesap edemedikleri
noktalardan derece, derece kademe, kademe bekledikleri kötü sona
yaklaştıracağız, yaklaştırmaktayız demektir. Yâni onlar fakında değiller ama
aslında kuruldukları andan itibaren yıkılışı yaşayan, yaratıldıkları andan
itibaren helâklerini soluklayan insanlardır. Var edildikleri andan itibaren
ebedî azaba doğru yürümektedirler. Ama bu zavallılar bunun farkında değiller.
Hep yükseldiklerini hep iyi yaptıklarını zannediyorlar ve aldanıyorlar.
Evet
Allah diyor ki ey müslümanlar! Sakın sizler bu kâfirlerin hayatlarına bakarak
üzülmeyin. Tabiri caizse ben onların iplerini elimde tutuyorum. Ve iplerini
gevşek tuttuğum için de, yedikleri nanelerden ötürü hemen onları yakalamadığım
içinde onlar aldanıyorlar. Zannediyorlar ki hürdürler, zannediyorlar ki
yaptıklarından ötürü hesap ödeyecekleri bir makam yoktur. Zannediyorlar ki
kendileri üzerinde kendilerini gözetleyen, onlara basir olan, onları kontrol
eden bir güç bir otorite yoktur. Biz onlara mühlet verip imkân tanırız ama bilsinler
ki bizim tuzağımız ve yakalamamız pek güçlüdür. Allah yaka-ladı mı asla göz
açtırmaz. Allah’ın muahezesinden kimsenin kur-tulması mümkün değildir dedikten
sonra Rabbimiz bu tür insanları düşünmeye sevk ederek şöyle buyuruyor:
184. “Düşünmüyorlar mı ki,
arkadaşları olan peygamberde deliliğin eseri yoktur. O ancak açıkça uyaran bir
kimsedir.”
Bunlar hiç düşünmüyorlar mı? Onların arkadaşlarında her hangi bir cinnet
yoktur. Cin, cinnet aslında örtünmek, örtülü olmak demektir. Cinler, şeytanlar
da insanlar tarafından görünmeyen varlıklar olduğu için onlara cin denmiştir.
Âyet-i kerîmede geçen cinnet sözü böyle gözle görülmeyen varlıkların etkisi
altında kalmak anlamınadır. Çünkü cinlerin içindeki şeytanlar, insanları azdırma,
yoldan çıkarma görevini üstlenmiş varlıklardır. Ataları İblisten devralmışlardır
bu görevi. Onun içindir ki cinlerin etkisinde kalanlar kâfir cinlerin etkisi
altında kalmışlardır mü’min cinlerin değil. Her hangi bir insana cinlerin
tasallut etmesi, insanın cinlerin etkisi altında kalması onun delirmesi, aklını
kaybedip deli gibi hareket etmesi demektir. İşte böyle cinlerin kontrolüne
girmiş kişiye de cinnî, cinlenmiş, cinnetlenmiş denir.
Mekke
müşrikleri Allah’ın Resûlüne bunu yakıştırmaya çalışıyorlardı. Cinlenmiş,
cinnet getirmiştir, cinlerin kontrolüne girmiştir diyorlardı. Söyledikleri,
yaptıkları cin kaynaklıdır diyorlardı. Bunu cin çarpmış diyorlardı. Rabbimiz
onların, bu iftirada bulunanların arkadaşları üzerinde düşünmelerini isteyerek
buyurur ki onlar arkadaşları üzerinde hiç düşünmüyorlar mı? Onlar içlerinde
doğup büyümüş, ha-yatı gözleri önünde geçmiş peygamber üzerinde hiç düşünmüyorlar
mı? Gerçekten Rasulullah efendimizin kırk yıllık risâlet öncesi hayatı onların
arasında geçmişti. Onun bu risâlet öncesi dönemini düşündükleri zaman arkadaşlarının
kesinlikle böyle bir cinnet hali, cinlerin etkisi altında olma halinin
olmadığını anlayacaklardır.
Evet
onlar bunu hiç tefekkür etmiyorlar mı? Tefekkür belli esaslara dayanarak bir
konuda değerlendirme yapmak ve bir neticeye ulaşmak demektir. Evet bu adamlar
arkadaşlarının kendi aralarında geçmiş kırk yıllık risâlet öncesi hayatını esas
alarak düşünmüyorlar mı? Onun emin bir elçi olduğunu anlamıyorlar mı? Öyle de
diyorlardı nitekim. Peygamberlik öncesi ona Muhammed’ül Emin diyorlardı. Yanlarındaki
emânetlerini kendisine teslim ediyorlardı. Ama peygamber olarak görevlendirilip
insanların hayatlarını değiştirecek Rabbani vahiyle gelince ona deli
deyiverdiler. Kırk yıl kendisine emin dedikleri insana deli deyiverdiler. Hem
de kendisine yeryüzünü şereflendiren çok şerefli bir kitap geldikten sonra.
Bakıyoruz
bugünün kâfirleri de aynı mantığın sahibidirler. Günümüzün kâfirleri de
müslümanları sevmiyorlar. Müslümanların hareketlerini, hayat tarzlarını, kılık
kıyafet anlayışlarını her şeylerini beğen-miyorlar. Ellerinden gelse yeryüzünde
bir tek müslümanı sağ bırakmak istemezler. Ama bir yerde birine bir emânetin
teslimi söz konusu olsa, para yemeyecek, rüşvet almayacak, ahdine sadık kalacak
birisinin tayini söz konusu olduğu zaman yine oraya namazında abdes-tinde bir
müslüman arıyorlar. Mutlaka İmam Hatip mezunu, İlahiyat mezunu birisini
ararlar. Çünkü bilirler ki müslümanlar emin kimselerdir. Biliyorlar ki
müslümanlar temiz ve iffetlidirler. Biliyorlar ki kendileri bu konularda
güvensizdirler.
Evet o
peygambere mecnun diyorlardı. Halbuki o peygamber ki kendisinde yeryüzünde hiç
kimseye verilmemiş bir kitap verilmiş bir elçiydi. Yeryüzünde Allah’ın
bilgisine vahyine mazhar olmuş şerefli bir elçiydi. Böyle bir deliye vahiy
gönderir mi Allah? Yeryüzünde kıyâmete kadar kullarının hayatını organize
edecek vahye odak nokta seçilir mi bir deli? Böyle birisi mi seçilir bu iş
için? Hayır,hayır o apaçık bir uyarıcıdır. O kadar net ve açıktır ki Allah’ın
elçisi, insanların akıllarını karıştıracak hiç bir yönü yoktur. Öyle apaçık ki
insanlara göre tavır almaz. Sakallara göre tarak vurmaz. Allah’tan aldığı vahiyle
hareket eder ve kıyâmete kadar tüm insanlık için bir uyarıcıdır o. Kıyâmete
kadar insanlara ne anlatılması gerekiyorsa hiç bir şeyi eksik bırakmadan, hiç
bir şeyi gizlemeden her şeyi insanlığa anlatmış ve anlattıklarını hayatında
göstermiş bir peygamber. Önderleri nasıl böyle apaçıksa müslümanların da aynen
onun gibi olmaları gerekmektedir. Peygamberlerinden kendilerine intikal eden
hakkı apaçık yaşayıp insanlara aktarmak zorundadırlar.
185. “Göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olma ihtimalini düşün-müyorlar mı? Bundan sonra hangi söze inanacaklar?”
Göklerin ve yerin melekûtuna bakmıyorlar mı? Göklerin ve yerin melekûtunu
hiç düşünüp araştırmıyorlar mı? Göklerin ve yerin yaratılışını, göklerde ve
yerde hüküm süren saltanatı, egemenliği gör-müyorlar mı? Gökler ve yerlerde
kimin sözünün geçerli olduğunu, göklerde ve yerlerdeki varlıkların kime boyun
büküp teslim olduklarını? Allah’ın yaratıklarına bakmıyorlar mı? Baştan sona
bir güzellik, baştan sona bir hikmetin geçerliliğini görmüyorlar mı? Bu güzelliği
bu hikmeti Allah’tan başka birisinin gerçekleştirebilmesi mümkün müdür? Bütün
bu âyetlerine bakıp yeniden düşünmemizi istiyor Rabbimiz. Bunların hepsinin
birer Allah âyeti olduğunu anlamamızı istiyor. Tüm bu varlıkları yaratanın,
hayatlarını düzenleyip doyuranın, koruyup gözetenin Allah olduğunu anlamamızı
istiyor.
Kim
bilebilir belki de onların ecelleri, sonları yaklaşmıştır. Yâni bu adamlar
kendi hayatlarının, kendi ecellerinin bile kendi ellerinde olmadığını o konuda
Allah’ın söz sahibi olduğunu anlamıyorlar mı? Tüm varlıkların hayatları kendi
ellerinde olmadığı gibi ölümleri ecelleri de kendi ellerinde değildir.
Gelişimiz de elimizde değil gidişimiz de. Eğer bu bizim elimizde olsaydı
istemediğimiz bir zamanda bu dünyaya veda edip gitmeye hiç birimiz razı
olmazdık. Halbuki bu dünyada ne kadar yaşayacağımıza biz kendimiz karar vermiyoruz.
Ne kadar yaşayacağımıza, ecellerimizin ne zaman geleceğine karar verip takdir
eden Allah’tır. İşte Allah diyor ki kim bilir belki ecelleriniz yaklaşmıştır.
Anlıyoruz ki bizim dışımızda bize hükmeden bir varlık vardır. Bir mâlik vardır.
İnsanlar bunları düşünüp anlamaya yanaşmayacaklar mı? Allah’ın varlığını
anlayıp onun istediği bir hayatı yaşamaya yönelmeyecekler mi?
Bütün bu anlatılanlara, bütün bu âyetlere inanmayacaklar
da bu adamlar hangi söze inanacaklar? Akıllarını kullanmayan, gözlerini
kulaklarını kullanmayan, duyularını dumura uğratmış, insanlıklarından çıkmış
olan bu insanlar bu Kur’an’dan başka neye inanacaklar? Halbuki insan olan,
insanlık özelliklerini kaybetmemiş olan herkes mutlaka düşünecek, göklere
bakacak, yere bakacak onlar üzerinde hâkim olan yegâne gücün, onlar üzerinde
sözü geçen varlığın Allah olduğunu mutlaka anlayacaktır.
Anlıyolardı
da nitekim müşrikler. Kendilerine gökleri ve yerleri kim yarattı? diye
sorulduğu zaman Allah diyorlardı. Kendilerini yaratanın Allah olduğunu biliyor
ve itiraf ediyorlardı. Ama göklerin ve yerlerin yaratıcısı olarak, göklerde ve
yerlerde egemenlik sahibi olduğuna inandıkları Allah’ın kendi hayatlarına
karışmasını reddediyorlardı. E madem ki göklerde ve yerlerde ne varsa hepsini
yaratan O, göklerde ve yerler ne varsa hepsini doyuran O, madem ki her şeyin hayatı
da mematı da Onun elindedir o halde niye Ona kulluktan kaçıyorsunuz? Tüm
kâinatta sözü geçen Allah’ın sizin üzerinizde de söz sahibi olduğunu niye
kabule yanaşmıyorsunuz?
Evet bu
kadar Allah âyetleri insanları diriltip harekete geçirmi-yorsa onları hangi
söz, hangi fikir hangi mantık, hangi program, hangi delil harekete
geçirebilecektir? Hangi olay bu insanların akıllarını başına getirebilir? Hangi
metot bu insanları Allah’a kulluğa sevk edebilir? Ve tâbi bundan şunu
anlıyoruz. Eğer bu insanlar bunca Allah âyetleri karşısında bile hidâyete
gelmiyorlarsa o zaman bizim görevimiz bu insanları zorla hidâyete ulaştırmak
değildir. Bizim görevimiz onları yola getirmek için kendimize göre türlü
deliller getirmek değildir. Bizim görevimiz bu Allah âyetlerini insanlara
duyurmaktır. Çünkü şunu hiç bir zaman unutmayın ki:
186. “Allah'ın saptırdığını
yola getirecek yoktur. O, sapanları taşkınlıkları içinde bocalayıp dururlarken
bırakır.”
Allah kimi saptırmışsa artık onu hidâyete ulaştıracak hiç kimse yoktur.
Yâni kim ki kendi iradesiyle dalâlette kalmayı karanlıkta kalmayı tercih
etmişse Rabbimiz yeryüzünde koyduğu yasası gereği ona hidâyeti nasip
etmeyecektir. Zorla böyle birini hidâyete ulaştırmaz, zorla cennete göndermez
onu. Onun sapıklığına, dalâletine izin verir, imkân yaratır onun için sapıklık
yollarını açıp azap yolunu kolaylaştırır. Allah birini dalâlette bırakmışsa
artık ona doğru yolu gösterecek yoktur. Çünkü kim ki kendi eliyle kendi yolunu
kapatmışsa, Allah’ın kendisine verdiği melekelerini kullanmayarak imânâ giden
hidâyete giden tüm yolları tıkamışsa artık ona yardım edebilecek yoktur. Artık
Allah böylelerini taşkınlıkları, azgınlıkları ve şaşkınlıkları içinde bocalar
bir vaziyette bırakıverir.
İşte görüyoruz tüm müşrik sistemlerin,
tüm müşrik va kâfir dünyanın nasıl bir şaşkınlık ve sapıklık içinde
çırpındıklarını.Allah’ın âyetlerini bırakıp, hidâyeti terk edip kendi
tuğyanları içinde, kendi hevâ ve hevesleri içinde bir ömür mutsuz, huzursuz
hayatlarını zehir, zindan edip gidiyorlar.
187. “Ey Muhammed! Sana, kıyâmet saatinin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar, de ki: "O'nu ancak Rabbim bilir, onun vaktini O'ndan başka belirtecek yoktur. Göklerin ve yerin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir. "Sen sanki öğrenmişsin gibi sana soruyorlar, de ki: "O'nu bilmek ancak Allah'a mahsustur, ama insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.”
Sana saati soruyorlar. “Eyyane mürsaha”
Ne zaman demir atacak? diyorlar. Bu ifade hem bir soru hem de bir istihza
bir inkar mânâsı taşımaktadır. Dalga geçercesine, alay edercesine soruyorlardı
Allah’ın Resûlüne. Ey peygamber bizi kıyâmetle korkutuyorsun, sürekli bir silah
olarak bize kıyâmeti çeviriyorsun. E hani niye gemli-yor bu kıyâmet? diyerek
alaylı bir ifadeyle onu inkar ediyorlardı aslında.
Ey
peygamberim de ki onun bilgisi Allah’a aittir. Kıyâmetin bilgisi Allah
katındadır. Ben bunun bilgisine sahip değilim. Kıyâmetin ne zaman kopacağını
ben de bilmiyorum.
Evet kıyâmetin
bilgisi sadece Allah’a aittir. Onun zamanını Allah’tan başka bilebilecek
yoktur. Hattâ Allah mukarrabun melekler diye bilinen Allah’ın yüce melekleri
bile bilmemektedir. Rabbimiz on-lara bile bildirmemiştir. Meselâ hadis
kitaplarının başlarında rivâyet edilen Cibril hadisi diye maruf bir hadiste
anlatıldığına göre yeryü-züne Allah vahyinin inzalinde aracılık şerefine ermiş
Cebrâil (a.s) bile Rasulullah efendimize kıyâmetin ne zaman kopacağını sormuştur.
Cebrâillin de Rasûlullah’ın da bunun bilgisine sahip olmadığı açıkça ortaya
konulmuştur. Ne melek, ne peygamber kıyâmetin ne zaman kopacağını bilemez.
Bunun bilgisi sadece Rabbimize aittir. Ama Kur’an’ın değişik yerlerinde
Rabbimizin bize haber verdiğine göre bu gaybı bilgilerinden bir kısmını
peygamberlerine bildirmiştir.
Onun
vaktini zamanını Allah kimseye açmamıştır. Allah’tan başka hiç kimse onun
zamanını bilemez. Bu konuda kim ne söyle- mişse yalan söylemiş ve gaybı
taşlamıştır. Çünkü:
Çünkü
göklerde ve yerlerde o çok büyük ve çok ağırdır. Onların inkar ettikleri, alaya
aldıkları bu kıyâmet konusu öyle bir basit ha
dise değildir. Bu öyle azametli bir hadise ki tüm göklere
ve yerlere ağır gelmiştir.
Unutmayın
ki bu kıyâmet sizin üzerinize ansızın gelecektir. Ansızın sizin beyinlerinizde
patlayacaktır kıyâmet.
Bu
beyinsizler sanki sen bu kıyâmetten haberdarmışsın gibi onu sana soruyorlar.
Cahiller Allah’la seni karıştırıyorlar, Allah’a sormaları gereken şeyi sana
soruyorlar, Allah’tan istemeleri gerekeni senden istiyorlar. Sen bu
beyinsizlere de ki peygamberim:
De ki onun bilgisi Allah katındadır. Ama insanlardan pek
çoğu bunu bilmiyorlar, bunu bilemiyorlar. Bunun sebebi de ya bunu bi-lebilecek
Kitap bilgisinden, Allah bilgisinden, vahiy bilgisinden mah-rumdurlar ya da bu
insanların Allah’ın kendilerine verdiği akıl gibi, göz, kulak gibi kalp gibi
nimetlerini kullanmıyorlar düşünmüyorlar.
Bundan
sonraki âyetinde Rabbimiz peygamberinin konumunu belirleyecek. Allah’tan
istenmesi gereken şeyleri peygamberden istemeye ve Allah’ın bilmesi gereken
şeylerin, peygamber tarafından da bilinmesini isteyerek Allah’la peygamberi
karıştıran cahillere bir masaj sunacak. Bakın şöyle buyuruyor:
188. “De ki: "Allah'ın
dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim.
Görülmeyeni bileydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gel-mezdi.
Ben sadece, inanan bir milleti uyaran ve müjdeleyen bir peygamberim.”
Peygamberim! Sana senin bilemeyeceğin kıyâmetin saatini soran o cahillere
de ki: Ben kendim için, kendi nefsim için ne bir menfaat celp edebilirim ne de
bir zararı def edebilirim. Ancak Allah’ın dilemesi müstesnadır. Bu işin mâliki
ben değilim. Bu işin sahibi, güç ve kuvvetin sahibi Allah’tır. Allah’ın izninin
dışında benim kendim için de yapabileceğim bir şey yoktur. Ancak Rabbimin
yasaları sayesinde bazı şeylerden istifade edebilirim. Yeme, içme gibi bana
bırakılmış şeylerden istifade edebilirim. Ama bu hiç bir zaman insanın kendisi
hakkında mâlikiyetini ifade etmez. Çünkü melekût bir şeyin var oluşundan, var
edilişinden, yaratılışından itibaren her türlü menfaatlerin sergilenişine
varıncaya kadar her türlü yetkiyi, gücü, kuvveti ve tasarrufu ifade eden bir
kelimedir. Bu açıdan melekût sadece Allah’a aittir. Mâlikiyet sadece ona
aittir. Ne melek, ne peygamber ne de başka bir varlığın fayda ve zarar
konusunda mâlikiyet ve tasarrufu yoktur.
Çünkü
her hangi bir varlığın veya insanın kendi nefsine fayda sağlayabilmesi demek;
meselâ içeceği suyu yaratması, içebileceği şekilde yaratması, kendisi o suya
içme ihtiyacı hissetmeden önce su-yu yaratması veya kendisini suya muhtaç
olmayacak biçimde, suyu içmeden de yaşayabilecek bir özellik sahibi yapması
mümkün değildir. Çünkü insanı yaratan kendisi değildir. Muhtaç olduğu suyu yaratan
da kendisi değildir. İnsanı yaratan, onu suya muhtaç yaratan ve onun emrine
muhtaç olduğu suyu yaratıp veren de Allah’tır. O halde o faydaya mâlik olan
insanın bizzat kendisi değil Allah’tır. Suya muhtaç olarak yarattığı insanın
karşısına suyu çıkaran, bu menfaati ona sağlayan Allah olduğu gibi, dilediği
zaman o suyu ortadan kaldırıvererek insanı o menfaatten mahrum etme gücüne
sahip olan da Allah’tır.
Eğer bu konuda fayda sağlayan insanın
kendisi olsaydı muhtaç olduğu şeylerin hiç bir zaman mahrumiyetini çekmemesi
gerekecekti. O halde insan için bu faydaya mâlik olan Allah’tır. Muhtaç olduğumuz
suyun biyolojik yasalarını bizim vücutlarımıza yerleştiren ve o suyla
ihtiyaçlarımızı gideren Allah’tır. Susuzluk hissini yaratan da, o suyun
böbreklerimizden geçerek tüm vücuda yayılma yasasını yaratan da her şeye mâlik
olan da Allah’tır.
Evet
peygamber bile olsa Allah’ın dilemesi olmadan ne kendi nefsine bir hayır
dokundurabilir ne de bir zararı def edebilir. Onu da koruyan, ona da yardım
eden Allah’tır. Kendisine gelebilecek tüm zararlardan onu koruyan Allah’tır.
Rabbimiz Kur’an-ı Kerîmde peygamberini insanlardan gelebilecek her türlü
zarardan koruyacağını vaadetmiştir. Ancak zaman zaman Rabbimizin fayda sağlama
ve za-rarı defetme konusunda tek yetkili kendisinin olduğunu anlaması için
peygamberini korumadığı da olmuştur. Zaman zaman peygamber efendimizin sıkıntı
çektiği olmuştur. Sığınılacak tek kucak olarak Allah kucağını bilsin diye,
zararı def ve menfaati sağlama konusunda tek mâlikin Allah olduğunu anlaması ve
sadece Rabbine güveninin perçinlenmesi için meselâ Mekke’de peygamber
düşmanlarının peygamber yoluna dikenler dökmelerine, peygamber yemeğinin içine
pislikler atılmasına, Kâbenin avlusunda namaz kılarken omuzlarına deve işkembesi
konulmasına, kâfirlerin ölüm tehditlerine, Taif’te taşlanmasına, Uhut’ta
mübârek dişlerinin kırılmasına, açlık gibi kimi sıkıntıları çekmesine izin
vermiştir.
Evet de
ki peygamberim Allah’ın dilemesi hariç ben kendime ne bir fayda sağlamaya ne de
bir zararı defetmeye muktedir değilim. Ancak Allah’ın meşieti dairesinde,
Allah’ın istemesi ve dilemesi sayesinde, Allah yasaları içinde ancak elimde
bulundurabilirim. Yâni şu suyu yeryüzünde bir yasa olarak Allah yaratmıştır ve
şu anda sizler gibi ben de içebiliyorum. Allah yaratmıştır elmayı ben de
yiyebiliyorum. Ama asıl mâlik, asıl yasa koyucu Allah’tır. Ben ancak Rabbimin
koyduğu bu yasalardan Rabbimin izin verdiği ölçüde istifade ediyorum. Sakın bu
konuda beni Allah’la karıştırıp Allah’ın sıfatlarını ve yetkilerini bende
görmeye ve Allah’tan beklenmesi gerekenleri benden isteme kalkışmayın. Ben
değil sizlere bir şeyler sağlamak kendi nefsim için bile Rabbim dilemedikçe
hiçbir şeyi sağlamaya mâlik değilim. Ben gaybı da bilmiyorum.
Eğer ben gaybı bilseydim, eğer ben gayba muttali
olsaydım, benim böyle bir özelliğim, böyle bir sıfatım olsaydı o zaman kendi
lehime, kendi namıma hayırları çoğaltırdım. Hayırlarımı çoğaltır, çoğaltmak
isterdim. Nerede altın var, nerede gümüş var onlara sahip olurdum. Yeraltı
hazinelerini deşer, yerüstü menfaatlerini devşirirdim. Kendim için tüm
hayırları celp ettiğim, topladığım gibi bir de bana hiç bir kötülük de
dokunamazdı. Eğer ben gaybı bilseydim, nereden nasıl bir kötülük geleceğini
bilmiş olsaydım tedbir alırdım ve bana asla bir kötülük dokunamazdı. Tüm
kötülükleri, tüm sıkıntıları kendimden kovar ve savardım.
Ama
bakıyoruz ki Allah’ın Resûlüne bir kısım kötülükler dokunabilmiştir. Öyle değil
mi? Allah’ın Resûlü başına gelecekleri bir saat öncesinden bilseydi tedbir
almaz mıydı. Meselâ onu akrep sokmuş-tur. Bir kaç dakika önceden bunun başına
geleceğini bilseydi Allah’ın Resûlü tedbir almaz mıydı? Savaşta kılıç darbesi
almış ve mübârek yanakları yaralanmıştır. Attan düşmüş ve kendisine sihir
yapılmıştır. Gaybı bilseydi bunlara tedbir almaz mıydı Allah’ın Resulü? Hanımının
gerdanlığı kaybolmuş çölde saatlerce aramıştır Allah’ın Resûlü ve sahâbe-i
kirâm. Hattâ hanımı Hz. Aişe hakkında dedikodu çıkarılmış, durumu bilmeyen
Allah’ın Resûlü çok huzursuz olmuş hattâ:
"Ya
Aişe doğru söyle böyle bir şey oldu mu?"
Buyuracak kadar bunalmış ve Aişe
anamızın temiz olduğuna dair âyetler gelinceye kadar da huzursuz bir vaziyette
beklemiştir Allah’ın Resûlü. Gaybı
bilseydi Allah’ın Resûlü bunlar olur muydu?
Evet Allah’ın Resûlü de gaybı bilmediği
için onun başına da bir takım kötülükler gelebilmiştir. Meselâ Bi’ri Maûne
vakasında, Râcî vakasında ashabının en değerli hafızlarının başına gelecek
olanları önceden bilseydi Allah’ın Resûlü o canlarının orada doğranmasına göz
yumar mıydı? Ama demin de ifade ettiğim gibi Allah, Cebrâil vasıtasıyla peygamberine
bir kısım gaybî bilgilerini bildirmiştir.
Meselâ Resûl-i
Ekrem önceden Yakub oğullarının Mısıra gidiş hadisesini, Hz. Yusuf’un
kardeşleri tarafından kuyuya atılışını, Yusuf’un Mısırda satılışını, sonra
zindana atılışını, sonra Allah’ın izniyle devletin başına geçip babası ve
kardeşlerinin yâni İsrâil oğullarının Mısıra yerleşmesini bilmiyordu da Allah
kitabında uzunca bunu anlattıktan sonra buyurdu ki:
"Ey Peygamberim! Bunlar sana vahy
ettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar elbirliği edip düzen kurdukları vakit
sen yanlarında değildin"
( Yusuf: 102 )
İşte
Peygamberimizin bildiği gaybî haberler de bu vahy edilen haberlerdir. Yâni
Allah’ın şu kitabında haber verdiği gaybî bilgilerdir.Çünkü Allah’ın Resûlü
kendisine bu kitap gelmeden önce bunların hiçbirisini bilmiyordu da Allah bu
kitabı sayesinde ona bildiriverdi. Evet Allah’ın Resûlü daha önce namaz nedir,
abdest nedir, cennet nedir, cehennem nedir, kıyâmet nedir, hesap kitap, haşır
neşir nedir, tüm bunları bilmiyordu da Allah tüm bunları kitabında bildiriverdi
de Rasûl-i Ekrem daha önce kendisi için gayb olan bu bilgileri biliverdi. İşte
Allah’ın Resûlüne bildirdiği ve Rasûlullah’ın da bildiği gayb birimleri
bunlardır. Nitekim Cin sûresinde Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
“Görülmeyeni bilen Allah
görülmeyene kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği
bunun dışındadır. Rablerinin bildirilerini tebliğ etmelerini ortaya koymak için
her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar; onların yaptıklarını
ilmiyle kuşatır ve her şeyi bir bir sayar.
(Cin:
26,27,28)
Yâni mümkün değil yolda cinler, şeytanlar,
hainler, zâlimler o meleğin önünü kessinler de o elindeki Rabbinizin gönderdiği
vahyi alsınlar, kafasından, hafızasından onu söküp çıkarsınlar da başka bir
bilgiyi ona tutuşturup desinler ki zorla al şunu götür peygambere vahiy diye.
Bu mümkün değildir. Bunu asla hiç kimse yapamaz. Biz, peygamberlere vahiyle
gönderdiğimiz meleğin önünü ve arkasını böyle gözetleyicilerle kuşatırız diyor
Rabbimiz. Peki bunu niye anlatıyor Rabbimiz? Niye bunu bize kitabında haber
verme gereği duymuş? Bakın bundan sonraki âyetinde de onu şöyle açıklıyor:
Peygamberlerin Rablerinden aldıkları risâletleri tamamıyla tebliğ ettiklerini bilinsin diye bunu anlatıyoruz. Yâni ne anladık bundan? Bundan şunu anladık:
Birincisi;
Peygamber bu konuda herhangi bir şüpheye düşmesin diye, yâni acaba bu âyetler
gerçekten Allah’tan mı geliyor? Yoksa başkalarından mı geliyor? Bu konuda en
ufak bir şüpheleri bir tereddütleri kalmasın ve insanlara duyurduklarının
kesinlikle Allah tan geldiğini bilsinler diye bunu böyle yaptık.
İkincisi;
Bir de peygambere ve onun kendilerine duyurduğu âyetlere iman eden mü'minler
acaba bunlar gerçekten Allah’tan mı? Yoksa başkalarından mı? Bu konuda en küçük
bir şüpheleri kalmasın diye biz bunu böyle yaptık diyor Rabbimiz. Âyetin son
kısmı bunu daha net anlatıyor. Gerek peygambere gelenleri, gerekse ona vahiy
getiren meleğin yanındaki bilgilerin tümünü biz ihata etmişiz, tamamını
saymışız diyor Rabbimiz. Yâni mümkün değil ki peygamber, ya da ona vahiy
getiren melek onların bir kısmını gizlesin. Mümkün değil ki, o vahyin bir
bölümünü size haber versin de işine gelmeyenleri sizden saklasın. Biz onun
tamamını âyet âyet, kelime kelime, harf harf saymışız bilmişiz diyor.
Öyleyse
bu âyetten anlıyoruz ki Peygamberlere bildirilen gayb Cebrâil vasıtasıyla
bildirilen gaybî bilgilerdir. Demek ki peygamberimize bildirilen gaybî bilgiler
Kur’an’da Rabbimizin ona bildirdiği bilgilerdir. Peki o zaman Peygamber
Efendimiz gaybı bilir mi? Hayır peygamberler de gaybı bilemezler. Peki
Allah bildirirmiş ama bak burada
bildirir diyor. Evet peygamberler Allah’ın kendilerine bu kitapta bildirdiklerini
bilir diyeceğiz.
Evet ben
ne gaybı bilirim, ne kendime bir faydaya mâlikim, ne kendime gelecek bir zararı
savuşturmaya mâlikim, ben sadece iman edecek bir toplum için uyarıcı ve
müjdeleyiciyim. Allah’tan, Allah’ın âyetlerinden, Allah’ın yasalarından,
Allah’a kulluktan, müslümanca bir hayattan ve cennetten yüz çevirenler için
cehennemle, ateşle, azapla bir uyarıcıyım. Allah’a iman etmek ve cennete gitmek
isteyenler için de onları cennet ve rahmetle müjdeleyiciyim. Biliyoruz ki
Allah’ın Resûlü tüm insanlık için müjdeci ve uyarıcıdır. Ama bu rahmetten istifade
etmek istemeyenler onun muhatabı olmamışlardır. Madem ki bizim örneğimiz olan
Allah’ın Resûlü beşir ve nezirdi, öyleyse biz de öyle olmalıyız. Biz de tıpkı
pişdarımız gibi insanları cennet ve cehennemle karşı karşıya getirmek ve onları
bununla uyarmak zorundayız.
189. “Sizi bir nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah'tır. Eşine yaklaşınca, eşi hafif bir yük yüklendi ve bu halde bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, karı koca Rableri olan Allah'a: "Bize kusursuz bir çocuk verirsen, andolsun ki şükredenlerden oluruz" diye yalvardılar.”
Rabbimiz sûrenin başlarında insanlığın yaratılışını ve tarihini anlatmıştı.
Burada da yaratılışın ve yaratılış yasalarının kendisi tarafından konduğunu
anlatıyor. İnsanı yaratan ne melektir ne peygamberdir ne de başka birileridir. Hepimizi
yaratan, hepimizi yoktan var eden, hepimizi insan olma özelliğimizle bir
tarağın dişleri gibi müsavi olarak var eden Allah’tır.
Bakın
burada bu konuyu gündeme getirerek buyurur ki Rab-bimiz: Allah ki sizi bir tek
nefisten yaratmıştır ve ondanda zevcesini çıkarmıştır. Ona, eşine sükûnet
bulsun diye. Evet Adem (a.s) ın ve eşi Havva anamızın yaratılışı. Kur’an’ın
değişik yerlerinden ve Rasu-lullah efendimizin hadislerinden öğreniyoruz ki
Rabbimiz Hz. Adem’i topraktan yaratmıştır. Çeşitli safhalardan geçirildikten
sonra kendi-sine Allah tarafından ruh üfürülmüş, Bakara’da anlatıldığı gibi
kendisine ilim verilmiş ve Adem’in varlığı tamamlanmıştır.
Yine hadislerden anlıyoruz ki eşi Havva
anamız da onun eğeyi kemiklerinden yaratılmıştır. Havva’nın Adem’in eşi
olduğunu ve ikisinin birbirini tamamladığını biliyoruz. Yâni kadın erkeği,
erkek de kadını tamamlayan bir bütünün parçalarıdır. Ne Havvasız Adem ne de
Ademsiz Havva düşünülemez. Yâni eşlik karşılıklıdır. İnsan olarak, kul olarak
her ikisine de benzer görevler yüklendiği gibi farklı misyonlar da
yüklenmiştir. Bakın her ikisinin de yaratılışları gündeme getirildikten sonra
Rabbimiz buyurur ki:
Onda
sükûnet bulsun diye. Onda yuva bulsun diye. Ona gönlü aksın, kalbi meyletsin,
yanına vardığında doyuma ulaşsın diye. Eşlerde birbirleri için böyle bir nimet
söz konusudur. Bunu Allah söylüyor. Demek ki evlenmek gerek kadın açısından
gerekse erkek açısından sükûnete, huzura ve doyuma ulaşma sebebidir. Bu
gereksinim onların yaratıcıları tarafından fıtratlarına yerleştirilmiş bir
özelliktir. Evlilikten kaçanlar ister erkek, ister kadın ne kadar da bu hayatın
güzel bir hayat olduğunu iddia ederlerse etsinler insan olarak bu insanların
huzura kavuşmuş olmaları mümkün değildir.
Burada karı-koca arasındaki cinsel
ilişkiyi kastetmiyorum sadece. İnsanlar arası ilişkilere bakılınca karı kocanın
birbirlerine yakınlığı kadar hiç bir yakınlık yoktur yeryüzünde. Eşler birbirlerine
her tür-lü yakınlığı, hayatı paylaşmayı, emsali görülmedik dayanışmayı, birbirlerine
sarılmayı, birbirlerine merhamet etmeyi, şefkat etmeyi, bir-biriyle cennete
gitmeyi, birbirini cehennemden korumayı en güzel bir şekilde gerçekleştiren
varlıklardır.
Kur’an’ın
başka bir yerinde Rabbimiz karı-kocanın bu özelliğini anlatırken şöyle buyurur:
"Hanımlarınız sizin için örtüdür, siz de onlar için
elbisesiniz."
1:
Elbise kişiyi örter ve onu dış etkenlerden korur. Kadınlarınız da sizi örtüp
haramdan korumaktadırlar. Sizler de kadınlarınızı örtüp onları haramlara
düşmekten korursunuz.
2:
Kadınların kocaları, kocaların da kadınları için elbise olmaları temiz olmaları
ve sahibine has olmaları anlamını da ihtiva etmektedir. Elbise temiz olmalıdır.
Kadın temiz olmalıdır, kadın afife, erkek de iffet sahibi olmalıdır. Kadın
sadece kocasına ait olmalıdır. Kocası da sadece karısına ait olmalıdır. Kadının
başkalarına gitmesi de erkeğin başkalarına uzanması da mümkün değildir.
3:
Elbisenin insan vücuduna yakınlığı neyse, karı kocanın da birbirlerine
yakınlığı odur. Kadın kocasına koca da karısına tıpkı elbisenin vücuda
yakınlığı gibidir. Aslında bu âyet-i kerîme oruç geceleri cinsel ilişkinin
helâl kılınışının hikmetini anlatıyor. Yâni karı koca birbirlerine bu kadar
yakınken, o onun için elbise o da onun için elbise haline gelmişken oruç
geceleri birleşme yasağında, birbirlerine uzak kalmalarında muhakkak ki bir
zorluk olacaktır. İşte Allah bu zorluğu kaldırmayı dilemiştir.
Libas
esasen onların bizi haramdan korumaları, bizim de onları haramdan korumamız
demektir. Onların bizi Allah’a kulluğa yönlendirmeleri, bizim de onları kulluğa
yönlendirmemiz demektir. Müslümanlar dinlerini hanımlarıyla tamamlarlar.
Hanımlar da kocalarıyla tamamlarlar. Onlar onlara örtü, onlar da onlara örtü.
Hayatı birlikte yaşarlar ve birlikte Allah’a kulluğa harcarlar.
Eğer
kadınlarımız bizim için örtü olacaklarsa o zaman onları çok iyi eğitmek
zorundayız. Bizi örtecek, bizi koruyacak biçimde onları eğitmek zorundayız. Hem
kendimizi eğitmeli hem de kadınlarımızı eğitmeliyiz. Yâni verdiğimiz
kararlarda, uygulamalarımızda, cennet yolunda ne onlar bize ayak bağı
olmalılar, ne de biz onlara ayak bağı olmalıyız.
Eğer
yaşadığımız hayatta onlar bize, biz onlara ayak bağı olmaya başlamışsak bu
bizim onlara gerekli eğitimi vermememizden kaynaklanmaktadır. Ya da onlara
gereken önemi vermediğimizden kaynaklanır. Kadınlarına gereken ilgiyi
göstermeyen insanlar, Allah’ın istediği biçimde İslâm’ı yaşayamazlar.
Kadınlarını Allah’ın istediği şekilde eğitmeyen erkekler de, onların kadınları
da kesinlikle cenneti bulamazlar. Birlikte eğitilmeyen nice aileler görüyorum
ki bugün kadınlar kocalarının derdini anlayamadığı için kocalarını evlerine hapsetmekte
ve onların İslâmi çalışmalarına engel olma kavgası vermektedirler. Halbuki
birlikte eğitilselerdi, her ikisi de aynı endişeleri taşısalardı bu kadınlar
kocalarını bir saat bile evde boş durdurmayacaklardı.
Evet birlikte eğitilerek onlar bizi
cehennemden koruyacak, biz onları ateşe gitmekten koruyacağız. Bir insanın
harama düşmesi dünyanın yıkılması demektir. Bir kadının kendi helâlinden
başkalarına uzanması, bir erkeğin helâlinden başkalarına gitmesi tüm dünyanın
batmasıyla eş anlamlıdır ve de toplumun helâki işte budur.
Evet
işte karı-koca birbirileri için sükûnet kaynağıdır, huzur kaynağıdır. Bakın
yine hadislerde gördüğümüze göre Adem (a.s) yaratıldı ama karısı yoktu. Bir ara
Adem (a.s) uyudu veya daldı. Sonra gözlerini açıp bir baktı ki yanında bir
insan vardı, bir kadın duruyordu. Hz. Adem’in gönlü ona doğru akıyor birden
bire, onda kendisini buluyor ve hemen diyor ki eşim! Yâni onun kendisinden bir
parça olduğunu, kendisini tamamlamak üzere yaratıldığını, kendisiyle birlikte
cennet hayatı yaşayacağını anlayarak eşim! diye terennüm ediverdi. İşte
Allah’ın bu yasası her ikisinin fıtratına da dercedilmiştir, yerleştirilmiştir
diyoruz.
Adem (a.s) onu kuşatınca, ona sarılınca, onunla beraber olunca, artık o onun eşi olunca o da hafif bir yük yüklendi ve o yükle dolaştı. O yükle gezmeye başladı. Hamileliğin ilk günleri hafiftir ama gittikçe ağırlaşmaktadır. Hamile kadın, hamlini taşıyor. Onunla birlikte gezip dolaşıyor. Anamız Hz. Havva’da ve onun evlâtlarının tümünde aynı yasanın geçerli kılındığını görüyoruz. Kadının hamliyle birlikte bir gidişinin söz konusu olduğunu anlatıyor Rabbimiz. tâbi bu ifadeden bir çok Allah yasası anlıyoruz. Meselâ hamile bir kadının normal hayatındaki uğraşlarını terk ederek bir kenara çekilip yatması bu yasaya göre uygun değildir. Yine o kadın normal hayatını sürdürecek, gidip geleceği yere gidip gelecek ve böylece kendisini de çocuğunu da hantal bir duruma getirmeyecektir. Böylece çocuk gelişiminde Allah yasası gerçekleşecektir.
Ve nihâyet kadın ağırlaşınca, doğumu yaklaşınca kadın ve
kocası ikisi birden candan ciğerden Rablerine dua ediyorlardı. Rablerine
yalvarmaya başladılar. Durumlarıyla alâkalı olarak Rableriyle iletişim içine
giriyorlar ve şöyle diyorlardı:
Ya
Rabbi! Eğer bize sâlih bir evlât verirsen, sâlih, yarayışlı bir çocuk veya bildiğimiz anlamda eli ayağı düzgün,
arızasız, kusursuz, sağlıklı bir çocuk verirsen biz sana şükredeceğiz, sana
şükredenlerden olacağız dediler. Çünkü bunları yaratan sadece Allah’tı. Çocuğu
yaratan, çocuğa şekil veren ve onu takdir buyuran Allah’tı. Sadece çocuk değil
insana lütfedilen tüm rızıklar Allah’tandır. Çocuk da bu rızıklardan birisidir.
Karı koca bize verdiğin bu rızıklardan ötürü sana kulluk yapacak, sana
şükredeceğiz diyorlardı.
190. “Allah onlara kusursuz bir
çocuk verince, kendilerine verdiği şey hakkında Allah'a ortak koştular. Allah,
onların ortak koştukları şeylerden yücedir.”
Allah o ikisine eli ayağı düzgün nûr topu gibi bir çocuk verince, bu sefer
de o çocuk konusunda Rablerine şirk koşmaya başlayıverdiler. Âyet insan
hayatındaki bozulmaları, yanılgı noktalarını anlatıyor. Az evvel kendilerine
henüz o çocuk verilmeden önce o çocuğun da tüm rızıkların da kendilerine Allah
tarafından verildiğini ve tüm bu rızıkları verene karşı teşekkür tavrı
takınılması gerektiğini söylemişlerdi. Yâni hayatın sahibi olarak Allah’ı
tanımışlar ve Ona iman etmişlerdi. Lâkin çocukları olduktan sonra, Allah’la
işleri bittikten sonra, bu işi garantiye aldıktan sonra Rablerinin kendilerine
lütfettiği bu çocukları konusunda Ona şirk koşmaya başlıyorlar. İşte biz filan
hocaya falan türbeye gitmiştik de bizim çocuğumuz onun için eli ayağı düzgün
dünyaya geldi. Falan yerde dua ettiğimiz, filan yerde kurban kestiğimiz için bu
çocuk bize verildi. Veya işte sürekli filan doktorun kontrolü altındaydım da
onun için böyle sağlam bir çocuğa kavuştuk diyerek onu o şekilde takdir buyurup
kendilerine lütfeden Rablerine şirk koştular. Yâni böyle çocuğun sıhhatli
doğuşunu, düzgün oluşunu Allah’tan başkalarına izâfe ederek Allah’a şirk içine
girdiler.
Tabi
burada anlatılan Hz. Adem (a.s) ve Havva anamız değildir. Burada genel insanlar
anlatılmaktadır. Bir de bu konuda anlatılan bir rivâyet vardır. Biz insanların
böyle bir rızık karşısında hayatımızdaki bozukluğu anlatan bir rivâyet. Bir
karıkoca Allah’a dua dua yalvararak eli
ayağı düzgün bir çocuk isterler. Allah da onların bu arzularını yerine getirip
onlara istedikleri gibi bir çocuk ihsan eder. Rablerine şükür adına o çocuğun
adını Abdullah korlar. Ama göz bebekleri olan bu çocuk yaşamayıp kısa bir zaman
sonra vefat eder. Böyle bir kaç kez tekrar eder ve sonra şeytan o karı kocaya
vesvese vererek eğer doğan çocuğunuzun adını Abdullah değil de Abdul Haris koyarsanız
bu çocuk kesinlikle ölmeyip yaşayacaktır der. Şeytanın bu vesvesesini yerine
getirirler ve gerçekten o çocukları ölmeyip yaşar.
Haris kelimesi hars yapan, ekip-diken
anlamına bir kelimedir. İnsan hayatına, insanların hayatına, bilgiler, kültürler,
gelenekler, ka-nunlar, yasalar koyanlara, ekip-dikenlere haris denir. Kültürler
ortaya koyanlara haris denir. İşte Abdulharis de kültür ortaya koyan, yasa
ortaya koyanların kulu demektir. Çocuklarını işte böylelerinin kulu bildiler,
onlara adadılar. Yâni kendilerine böyle eli ayağı düzgün bir evlât veren
Rablerini unuttular da, o çocuğu kendilerine Allah’ın verdiğini ve bu lütfundan
ötürü o çocuğu verene kulluğa yönelterek sahibine kulluk yolunda eğitecekleri
yerde tuttular da Allah berisinde bir takım harislerin, bir takım kanun
koyucuların, bir takım kültür belir-leyicilerin, insanların hayatına bir şeyler
ekip-dikmeye çalışan bir takım harislerin kulu kölesi yapıverdiler.
Evet
işte şu anda görüyoruz ki nice müslüman ana ve babalar çocuklarını onları
kendilerine lütfeden Rablerine kulluğa yönlendirecekleri yerde Allah berisinde,
Allah eğitimini reddeden, Allah’a kulluk eğitimini reddeden, nice harislere
teslim etmektedirler. O çocuklarını kendilerine veren Allah’ı unutan, O
Allah’ın istediği kulluk eğitimini, İslâmi eğitimi reddeden nice aileler
görüyoruz bugün. Çocukları olmadan dua dua Allah’a yalvardıkları halde
çocukları olur olmaz, Ondan böyle eli ayağı düzgün bir çocuk koparır koparmaz
artık Allah’ın işini bitiren ve bizim çocuğumuz tek yönlü bir eğitim
almamalıdır. Sadece din eğitimi almamalıdır. Bizim çocuğumuz böyle mistik,
gerici ve tutucu değil, çağın tüm kültürel eğitimlerinden haberdar olmalıdır.
Çağdaş toplumuzda her türlü kültür ekicilerin emrine teslim edilmelidir. Çağdaş
eğitim veren kurumlara teslim edilmelidir. Bizim çocuklarımızı çağa ayak uydurabilecek
biçimde onlar yetiştirmelidir.
Çocuklarımızı çağa ayak uyduramayan
Kur’an kursları, Medreseler, İmam Hatipler, İlahiyat Fakülteleri değil çağdaş
eğitim ve kültür kurumları yönlendirmelidir diyerek çocuklarını Allah’ın
istediği biçimde değil de başkalarının istediği eğitime teslim eden nice ana
babalar vardır bugün. Yâni bu adamlar çocuklarını onları kendilerine lütfeden
Allah’ın eğitimine teslim etmiyorlar. Çocuklarının eğitimini Allah’a
bırakmıyorlar. Allah’a sormuyorlar. Aksine Allah’ı reddeden kimselere teslim
ediyorlar. Çocuklarını Allah’a ve Allah’ın dinine yatırım yapmıyorlar. Paraya,
pula, makama, mevkie, istikbale, diplomaya yatırım yapıyorlar. Bilelim ki bunu
bilerek gönüllü yapanların tamamı bundan sorulacaklardır yarın. Razı olarak
çocuklarını Abdul haris yapanların tamamı sorumludur.
Ama razı olmadığı halde, istemeyerek
köleliği yüzünden çocuklarını müşrik sistemin eğitim kurumlarına gönderenlerin
günahkâr oldukları kesin ama bu günahlarının boyutunu bilmiyorum.
Yâni
çocukları dünyaya gelmeden önce dua dua Allah’a yalvarıp ya Rabbi ne olur bize
eli ayağı düzgün bir çocuk dedikleri halde çocukları dünyaya geldikten sonra da
ya Rabbi tamam, senin işin buraya kadardı, istediğimizi yerine getirdin ve işin
bitti. Artık onun bundan sonraki hayatını, eğitimini sen bilemezsin. Biz onu
nasıl eğiteceğimizi, nasıl yetiştireceğimizi senden daha iyi biliriz diyerek çocukları
konusunda bana şirk koştular diyor Allah. Bunu dille söylemeseler bile fiilen
pek çok müslümanın yaptıkları bundan başka bir şey değildir.
Tavır olarak, fiil olarak bugün
müslümanlar bunu sergiliyorlar. Ya Rabbi sen onun kalbini yarattın işin bitti.
Artık onun kalbini neyle dolduracağımızı biz biliriz. Biz onu senden daha iyi
bilenlere teslim ediyoruz onlar nasıl isterlerse, nasıl münâsipse o kalbi doldururlar
diyorlar. Söz olarak demeseler de tavır olarak diyorlar bunu. Halbuki:
Allah
onların ortak koştuklarından yücedir, uzaktır, müstağnîdir.
191. “Kendileri yaratılmışken,
bir şey yaratamayan putları mı ortak koşuyorlar?”
Yaratıcı olmayan, hiç bir şey yaratmamış olan şeyleri mi Allah’a ortak
koşmaya çalışıyorlar? Yâni kendileri hiç bir şey yaratmamış olan, hattâ bırakın
başkalarını yaratmayı kendi kendilerini bile yaratmaya güç yetiremeyen,
kendileri bile Allah tarafından yaratılmış olan bu güçsüzleri, bu âciz
varlıkları mı Allah’a şirk koşmaya çalışıyorlar bu adamlar? Halbuki bir sineği
bile hattâ bir sineğin kanadını bile yaratmaktan âcizdir bunlar. Böyle
güçsüzleri nasıl Allah’a ortak koşarsınız? Böyle cahil varlıklar konusunda
bunlar çocuk eğitimini Allah’tan daha iyi bilir diyerek nasıl onlara teslim
ediyorsunuz çocuklarınızı? Bunların koymuş oldukları eğitim prensiplerini,
eğitim ilkelerini nasıl Allah yasalarına, Allah ilkelerine tercih ediyorsunuz?
Nasıl oluyor da onlarınkini Allah’ınkinden üstün tutabiliyorsunuz? Nasıl oluyor
da bunların sistemlerini Allah sisteminden üstün tutabiliyorsunuz?
Madem ki
yaratıcı Allah’tır. Madem ki sizleri de çocuklarınızı da yaratan Odur, öyleyse
yaratıcının ilmine, yaratıcının eğitim yasalarına teslim olmak ve çocuklarınızı
teslim etmek zorundasınız. Halbuki Rab olanın, eğitici olanın, eğitimin
yasalarını belirleyici olanın yaratıcı olması gerekecektir. Bunlar neyi yaratmışlar
ki onları Rab belleyip ço-cuklarınızı Allah’a teslim edeceğiniz yerde,
yaratarak, sizi yoktan var ederek rahmetini gündeme getiren Allah’ın rahmetine
teslim edeceğiniz yerde başkalarının rahmetine mi teslim etmeye kalkışıyorsunuz?
Ne yapmış bunlar bugüne kadar size? Hangi rahmetinden istifade ettiniz bu
varlıkların? Yoksa sizler rahmeti sizi yaratan Rabbinizde değil de kapitalist
dünyanın kapitalist insanlarında mı arıyorsunuz? Onlar gibi çocuklarınızı da
kapitalist ve materyalist mi yapmak istiyor-sunuz? Onları Allah’ın istediği
biçimde bir Allah kulu olarak eğitmeyerek yoksa paranın, pulun, makamın,
mevkinin, toplumun, çevrenin, âdetlerin, törelerin, modanın kulları mı yapmaya
çalışıyorsunuz?
Yoksa sizler izzet ve şerefi Allah’ta,
Allah’a kullukta değil de başka şeylerde mi arıyorsunuz? Onları cennete değil
de cehenneme mi yatırım yapmaya çalışıyorsunuz? Eğer böyle yaparsanız unutmayın
ki izzetsiz ve şerefsizliğiniz arttıkça artacak ve silik şahsiyetli varlıklar
olmaya devam edeceksiniz demektir.
Evet
Rabbimiz diyor ki bu âyetiyle ey kullarım! Ey müslü-manlar! Bana karşı bu
küstahlığınız ne böyle? Bu cesareti nereden alıyorsunuz? Ya Rabbi insan için,
çocuk için dengeli muvazeneli bir hayatı sen bilemezsin! Senin böyle şeylere
aklın ermez! Çağdaş dünyanın ön gördüğü prensiplerle biz hayatımızın dengesini
sağlayacağız! Bizim şu anda bu işleri çok iyi bilen ve ayarlayan eğitim
tanrılarımız var! Sen sağlık konularını bilmezsin, anlamazsın bu konuları,
bizim şu anda bu işi senden daha iyi bilen şifa tanrılarımız var, onların
önerdikleri tıbbi yöntemlerimiz var. Sen hukuku da bilmezsin. Her ne kadar bir
zamanlar senin dediklerin işe yaramışsa da artık devir değişti, bu işi senden
daha iyi bilen hukuk tanrıları türedi, bizim işlerimizi halledecek hukuk
tanrılarımız var, bizim toplum yasalarımızı belirleyecek siyasal tanrılarımız
var, hikmetin senin kitabında değil olduğunu keşfedip yeni yeni hikmetli
kitaplar bulduk, artık biz senin kitabından değil de o tanrılarımızın
kitaplarından bilgileniyoruz, biz o tanrılarımızın eğitimlerini benimsedik
diyerek bana şirk koşmaya bu cesareti nereden alıyorsunuz? diyor Rabbimiz.
192. “Oysa putlar ne onlara
yardım edebilir ve ne de kendilerine bir yardımları olur.”
Üstelik bu tanrı bildikleriniz kendilerine bile yardımda bulunamazlar. Bana
şirk koşmaya, ortak bilmeye çalıştığınız bu tanrı taslakları bırakın size bir
kısım yardımda bulunmayı onlar kendilerine bile yardım edemezler. Allah’tan,
Rablerinden kendilerine gelebilecek bir belâyı, bir azabı def etmeye bile gücü
yetmeyen bu insanlar nerde kaldı size yardım edecekler? Kendilerine gelen açlık
gibi, yorgunluk gibi, hastalık gibi, ölüm gibi bir sıkıntıyı bile defedemeyen
bu varlıklar nerde kaldı sizin sıkıntılarınızı giderebilecekler? Bu adamlar
nasıl sizin arzularınıza isteklerinize cevap verebilecekler ve sizi hem dünyada,
hem de ukba’da nasıl mutlu edebilecekler? Ne yapabilecekler bunlar sizin için?
Ölümü engelleyebilecekler mi? Ölüm döşeğine yattığınız zaman iki saatliğine
olsun onu geciktirebilecekler mi? Zamânâ iki dakikalığına söz geçirebilecekler
mi? Gökten iki damla yağmur indirebilecekler, yerden bir tek bitki
bitirebilecekler mi? kendilerine bile sahip olmayan bu tâğutlar nerde kaldı
arkalarından giden enayilere bir şey sağlayabilsinler?
Evet o
sizin Allah’a ortak koşup yasalarını Allah yasalarına tercih ettiğiniz, sizin
hayatınızı düzenleme konusunda Allah’tan daha bilgili kabul ettiğiniz varlıklar
onlar kesinlikle size hiç bir yardımda bulunamazlar, buna onların güçleri
yermediği gibi güçleri yetse bile size yardımda bulunmayı asla istemezler
onlar. “İstetaa” kelimesinde bu mânâ da vardır. Yâni onlar size herhangi bir yardım sağlamaya
güç yetiremezler, güç yetirseler bile bunu asla istemezler demektir. Çünkü
onlar başkalarına vermeye değil almaya alışmış varlıklardır.
193. “Onları doğru yola
çağırırsanız, size uymazlar; çağırmanız da, susmanız da onlar için birdir.”
Eğer onları hakka, doğruya, doğru yola, Allah yoluna, sırat-ı müstakîme
çağıracak olursanız onlar asla size tâbi olmazlar. Peki size tâbi olmayanlara
siz niye tâbi oluyorsunuz? Bize tâbi olmayanlara, bizim yolumuzdan nefret
edenlere biz niye tâbi oluyoruz? Üstelik bizim yolumuz hak onlarınki bâtıl
olduğu halde. Peki biz neye çağırıyoruz onları? Biz onları hidâyete
çağırıyoruz, cennete çağırıyoruz, Allah’a çağırıyoruz. Onlar bizim kendilerini
çağırdığımız hidâyete tâbi olmadıkları halde onların bizi çağırdıkları cehennem
yoluna, dalâlet yoluna, şeytan yoluna, sapıklık, ahlâksızlık, hayasızlık,
rezillik yollarına biz niye tâbi oluyoruz? Onlar bize itaat etmedikleri halde
biz niye onlara itaat ediyoruz? Niçin onların peşinden gitmeye, onlar gibi olmaya,
onların eğitim anlayışlarını, hukuk anlayışlarını, kılık-kıyafet anlayışlarını
kabullenmeye çalışıyoruz?
Siz
onları hakka dâvet etseniz de sükut etseniz de onlar için müsavidir. Yâni siz
ha onları hidâyete çağırmışsınız ha sükut edip hiç bir şey yapmamışsınız onlar
için fark etmeyecektir. Sizin görüşünüz, sizin fikriniz, sizin inanışınız,
sizin dininiz onlar için ha var ha yoktur. Sizin varlığınız ya da yokluğunuz
farksızdır onlar için. Yâni onlar sizi insan yerine değil hayvan yerine bile
koymuyorlar. Konuşup inancınızı, yolunuzu ortaya koysanız da konuşmayıp
sussanız da fark etmez onlar için. Öyleyse bize değer vermeyenlere biz niye
değer veriyoruz? Bizi adam yerine koymayanları biz niye rehber, önder, Rab,
İlah bilmeye ve onların yasalarına tâbi olmaya çalışıyoruz? Öyleyse böylelerini
kesinlikle dinlemeyecek, programlarını izlemeyecek, çocuklarımızı onların
eğitimlerine teslim etmeyeceğiz.
194. “Allah'tan başka taptıklarınız putlar da, sizin gibi yaratıklardır. Eğer doğru sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap versinler bakalım.”
Sizin Allah dununda, Allah berisinde dua ettikleriniz, çağırdıklarınız,
Allah yasaları dururken yasalarını çağrıştırdıklarınız, Allah berisinde
kendilerinde bir nane var zannederek imdadınıza çağırdıklarınız, kendileriyle
iletişim kurmaya çalıştıklarınız, kendilerine bel bağladıklarınız var ya.
Kapılarında hukuk dilendikleriniz, eğitim konusunda kendilerine baş vurup
istekte bulunduklarınız var ya onların hepsi de kuldurlar. Sizler gibi kuldur
onlar. Allah’ın kulları ve mülkleridir onlar. Yaratılışları Allah’tan,
rızıkları Allah’tan, hayatları ve ölümleri Allah’tan olan kullardır. Hepsi de
çaresiz Allah yasalarına mahkumdur onların.
Demek ki
insanların putlaştırdıkları, hayatlarında söz sahibi kabul edip kendilerine bel
bağladıkları varlıkların tamamı Allah’ın kuludur. tâbi tanrılaştırılan bu
varlıklar her zaman taştan tunçtan olmayabilir. Bazen da insanlar putlaştırılır,
kurumlar, müesseseler putlaştırılır. Allah diyor ki bunların hepsi güçsüzdür
hepsi kuldur. Bunlara dua edilemeyeceği gibi bunların kendileri duaya
muhtaçtır. Durum böyle olunca bu varlıklar nasıl putlaştırılabilir? Nasıl bu
âcizlerin İlah diye arkalarından gidilip yasaları uygulanabilir?
Evet
onların hepsi de kuldur diyor Rabbimiz. Ama tâbi burada şunu söyleyelim:
Allah’a iki tür kulluk vardır. Birincisi izdırari kulluk, ikincisi de ihtiyarî
kulluktur. Veya bir başka deyişle Rabbimizin iki tür emri vardır, iki tür
yasası vardır. Kevnî emirleri, kevnî yasaları, rubû-biyet yasaları ve şer’i
yasaları. Kevnî yasaları konusunda hiç kimsenin Allah’a karşı koyması mümkün
değildir. Yâni izdırarî kulluk konusunda hiç kimsenin Allah’a isyan edip o
yasaların dışına çıkması mümkün değildir. Çünkü o konuda kimsenin elinde irade
yoktur. Kâfiri de mü’mini de burada Allah yasasının dışına çıkamamaktadır.
Meselâ Allah yeryüzünde kevnî bir yasa
koymuştur ki insanlar havasız yaşayamazlar, susuz yaşayamazlar. Hayır biz susuz
da hayatımızı sürdürebiliriz ya Rabbi! diyerek kimsenin bu Allah yasasına isyan
etmesi mümkün değildir. Herkes bu konuda Allah’a kul olmak zorundadır.
Yine meselâ Rabbimiz yeryüzünde ölüm
yasasını koymuştur ki ister kâfir ister mü’min kimsenin buna itiraz hakkı
yoktur. Hiç kimsede biz ölmeyeceğiz ya Rabbi! deme hakkı da gücü de yoktur. Bu
konuda herkes Allah’ın ölüm yasasına teslimdir, mahkumdur ve kuldur. İşte bu
anlamda herkes Allah’a kuldur ve teslimdir.
Ama bir
de ihtiyarî kulluk vardır. Yâni bir de Allah’ın şer’i yasaları vardır. Allah’ın
şeriat emirleri dediğimiz kişilerin kendi iradeleriyle hayatlarını
düzenleyecekleri emirleri yasaları vardır. Rabbimiz bu konuda insanlara seçme
özgürlüğü vermiştir, irade vermiştir. Dileyen iman edip mü’min olur, dileyende
inkar eder. Dileyen iman edip boynundaki kulluk ipinin ucunu Allah’a teslim
eder ve hayatını onun yasalarıyla düzenler, dileyen de bildiği gibi bir hayat
yaşayarak kâfir olur. İşte zaten birinci anlamda Allah’ın kulu olan bizlerden bu
ikinci anlamda da kulluk istenmektedir. Bu iki kulluğu da gerçekleştiren kimselere
müslüman denir.
Evet o
sizin çağırdıklarınızın hepsi de kuldur. eğer bunun aksini iddia ediyor ve hâlâ
onlarda bir kısım güçlerin olduğunu iddia ediyorsanız haydi:
Haydi
çağırın onları da size icâbet etsinler bakalım. Başınız derde düştüğü zaman,
sıkıştığınız zaman, büyük felâketlere maruz kaldığınız zaman, meselâ bir
depremle, bir ölümle, bir kıtlıkla karşı karşıya kaldığınız zaman kime
yalvarırsınız? Kimi çağırırsınız? Bunları mı yoksa Allah’ı mı? Haydi böyle
içinden çıkamadığınız konularda çağırın o putlarınızı, çağırın o tâğutlarınızı
da sizi kurtarsınlar bakalım. Çağırın bakalım da eğer onlar sizin gibi kullar
değiller de tanrısal bir güçleri varsa size icâbet etsinler bakalım.
Bunlarda
İlahlık gören, tanrısal güç gören herkes yalan söylü-yor demektir. Çünkü
bunların hiç birisi çağıranın çağrısına icâbet edemezler. Evet bu insanların
Allah’ı bırakıp da kıyâmet gününe kadar kendilerine cevap veremeyecek,
dualarına ve çağrılarına ebedîyen icâbet edemeyecek âciz varlıklara kulluk
yapmaktadırlar. Böyle insanlardan daha zâlim kim vardır?
Evet
yeryüzünde hiçbir şey yaratmaya ve yapmaya güç yetiremeyen, kendi varlıkları
konusunda bile Allah’a muhtaç olan, yoku var etmeye, varı yok etmeye, fayda
sağlamaya ve zararı def etmeye kadir olmayan bir kısım âciz varlıklara dua eden
kimselerden daha akılsız ve daha zâlim kim vardır. Allah’ı bırakıp da böyle
dualarını bile duyamayacak, kendilerine icâbet edemeyecek kendilerinin imdadına
yetişemeyecek varlıklara dua eden kimselerden daha şaşkın, daha sapık kim
vardır diyor Rabbimiz. Çünkü onlar onların dualarından çığırtkanlıklarından
gafildirler. Onlar ne hakkıyla işitebilirler ne de icâ-bet edebilirler. Çünkü
her şeyi hakkıyla işiten ve bilen sadece Allah-tır.
Peki ne demektir hakkıyla işitmek.
Hakkıyla işitmek işittiğine icâbet edebilmek demektir. Hakkıyla işitmek,
işittiğinin derdine derman olabilmek onun imdadına yetişmek demektir. Allah
işittiklerine icâbet etmek üzere işitir. Çağıranın elinden tutup onun derdine
der-man olmak üzere işitir. Başka şeyler de işitir, başkaları da işitir belki
ama hiç birisi icâbet edemezler. Allah’tan başka hiç kimse İşittiklerinin
imdadına yetişemezler. Hani çağırın bakalım imdadınıza yetişen birilerini
bulabilecek misiniz.
Evet bu
akılsız, bu zâlim insanların Allah’ı bırakıp da kendilerine dua edip yardım
bekledikleri varlıkların hiç birisi kıyâmete kadar onları ne işitebilecek ne de
onların imdadına yetişebileceklerdir. Kıyâmete kadar kapılarını dövdükleri bu
âciz varlıkların onlara hidâyet sunmaları, onlara yol göstermeleri, onlara
reçeteler sunmaları mümkün değildir. Kıyâmete kadar onları hakka ulaştırmaları
mümkün değildir. İstedikleri kadar bu zâlimler onların önünde eğilip onlardan
yar-dım beklesinler. İstedikleri kadar onları Rab bilip onlardan hayat programı
istesinler. Aman bizi kurtarın! Aman bize güzel yasalar yapıp bizi sahil-i
selâmete çıkarın! diyerek istedikleri kadar onlara yalvarıp yakarsınlar. Kıyâmete
kadar onların bunlara bir fayda sağlamaları mümkün olmayacaktır. Çünkü
isteyenler de zayıf istenenler de âcizdir. Onların hakka ulaşmaları asla mümkün
olmayacaktır.
Öyle değil mi? Hani şu ana kadar bu
âciz insanlardan hangisinin insanlığa sunduğu sistem, hangisinin insanlığa sunduğu
reçete insanları huzur ve sükuna kavuşturabilmiştir? Dünya açısından bu böyle olduğu
gibi âhiret açısından da böyledir. Dünyada bir fayda sağlayamadıkları gibi
âhirette de insanları Allah’ın azabından kurtaramayacaklardır bu varlıklar.
İşte görüyoruz bu âcizlerin elinde dünyamız kan gölüne döndürülmüştür.
Tek İlah
Odur, tek Rab Odur, tek Mâbud Odur. Allah’ı bırakıp da onun berisinde Rab, İlah
edindikleri kuldan başka bir şey değildir; buyurduktan sonra Rabbimiz onların
hiç birisinin İlah olmadıklarının gerekçelerini anlatmaya devam ediyor.
195. “Onların yürüyecek
ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var, ya da görecek gözleri mi var veya
işitecek kulakları mı var? De ki: "Ortaklarınızı çağırın elinizden gelirse
bana tuzak kurun, göz açtırmayın.”
Söyleyin
bakalım onların kendisiyle yürüyebilecekleri ayakları mı var? Yahut kendisiyle
tuttukları elleri mi vardır? Şu putlaştırdığınız, abideleştirdiğiniz,
Rableştirdiğiniz heykellerin, putların ayakları yok ki çağırdığınız zaman sizin
imdadınıza koşabilsinler, elleri yok ki sizin işlerinizi halledebilsinler. Yâni
sizler bu heykellerin, bu timsallerin si-zin yardımınıza koşabileceklerini,
sizin işlerinize, problemlerinize el atabileceklerini mi zannediyorsunuz? Yâni
bunların sarılıp tutacak işe el koyacak elleri mi var zannediyorsunuz?
Ya da el her hangi bir işi becermek,
herhangi bir menfaati sağlamak veya herhangi bir zararı defedip uzaklaştırmak
için kulla-nılan azadır. Bu putların bu heykellerin ne elleriyle bir iş
becermeleri ne bir fayda sağlamaları ne de bir zararı defetmeleri mümkün değildir.
Bu tanrıların insanların problemlerini halletmeleri şöyle dursun işte görüyoruz
onların elleriyle ortaya koydukları yığınlarla problemler var. Hani ne
duruyorlar? El atıp toplumun, kullarının problemlerini çözseler ya? Hiç bir
problemi çözemiyorlar. Hiç bir sıkıntıyı halledemiyorlar.
İşte şu anda kendilerine bel bağlamış
bir sürü insanın hayatında yığınlarla çözüm bekleyen problemleri var ama o
maskotları yapılmış, heykelleri dikilmiş tanrılar bunların hiç birisini
çözemiyorlar.
Yoksa
onların gördükleri, görecekleri gözleri mi var? Onların ileriyi görebildikleri
basiretleri, basarları mı var? Yâni onların ileriyi se-zinleyebilecekleri,
yarına ait, yarınlara ait felâketleri sezinledikleri ve-ya ilerideki bir kısım
menfaatleri görüp, sezinleyip celp edebilecekleri basiretleri mi var? Hayır,
hayır bu da yoktur onlarda. Bu özellikten de mahrumdur onlar. Bunlar kendi önlerini bile görmeyen varlıklar
olarak sizin için neyi görebilecekler de?
Yoksa
kulakları var da duyuyorlar mı onlar? Duyabiliyorlar mı onunla hakkı, hakikati.
Duyabiliyorlar mı onunla Allah’tan gelen ilmi? Duyabiliyorlar mı Allah
âyetlerini? Hayatlarını kendisiyle düzenlemeleri gereken Allah yasalarını
duyabiliyorlar mı? Var mı bunlarda hakkı işitecek kulaklar? Bu da yok değil mi
bunlarda? Hani işte görüyoruz duyamıyorlar hakkı. Duyamıyorlar Allah mesajını.
İşte dinlemiyorlar Kur’an’ı, dinlemiyorlar Sünneti. Kulak vermiyorlar vahye.
Vahyi isteyerek dinlemeleri şöyle dursun; onun kırıntısına bile tahammül ede-miyorlar.
Haktan, hakikatten tiksiniyorlar, nefret ediyorlar adamlar.
Hakkı,
hakikati, vahyi dinleyenler, vahye kulak verenler bu kâ-firlerden her zaman kat
kat üstündürler. Vahyi tanıyan, vahye iman eden bir müslüman gökle yer arası
kadar kâfirden üstün ve şereflidir. Öyleyse nasıl oluyor da bu kadar şerefli
bir müslüman bu kâfirleri kendisine rehber kabul edebilir? Nasıl olur da bu
kâfirleri Rab, İlah kabul ederek onların yasalarını uygulamaya kalkışabilir?
Nasıl olur da onların vahiylerini dinleyebilir? Allah vahyi dururken, peygamber
sözü dururken nasıl olur da bir müslüman onların programlarına kulak verebilir?
De ki ey
müşrikler! Ey Allah berisinde bir kısım varlıklarda da güç kuvvet görenler!
Allah berisinde hayata karışacak, hayatta söz sahibi olacak bir kısım
varlıkların da varlığını kabul edenler! eğer samimiyseniz, eğer bu varlıklarda
da güç kuvvet olduğuna inanıyorsanız, eğer bu varlıklarda bir nane görüp
onların yasalarını da uygulamadan yana bir tavır sergiliyorsanız o zaman haydi
çağırın o tanrılarınızı, dua edin onlara, yahut onların dâvâlarını güdün de
onlar hatırına haydi bana kuracağınız ne tür tuzaklarınız varsa kurun bakalım.
Haydi bana göz açtırmayın. Haydi bakalım ne yapabilecekseniz, nereye
varabilecekseniz, gücünüz neye yetebilecek?
Sûrenin önceki bölümlerinde Rabbimizin
bize haber verdiği gibi önceki toplumlar bunu denemişlerdi. Firavunlar,
Nemrutlar, Âd, Semûd, Lûd kavmi bunu denemişlerdi. Hepsi de Allah’a karşı savaş
açmışlar, Allah’ın elçilerine karşı savaş açmışlar ama kiminle savaştıklarını
anlayıvermişler. Hepsi de helâk olup gitmişler. İşte Rabbimiz bu dönemin
kâfirlerine, peygamberinin böyle demesini istiyor. Haydi buyurun ne
yapacaksanız yapın, nasıl bir tuzak kuracaksanız kurun demesini istiyordu.
Bu âyetler
müslümanların Allah tarafından desteklendiğini an-latan âyetlerdir.
Yeryüzündeki tüm kâfirler, tüm zâlimler, tüm tağut-lar, tüm putlar ve putçular
birleşip müslümanlara tuzaklar kurmaya, komplolar hazırlamaya ve müslümanlara
göz açtırmamaya çalışsalar da yine de müslümanlar güçlüdür. Çünkü onların
safında Allah vardır. Çünkü onlar Allah desteğindedirler. Çünkü müslümanların
ellerinde, kâfirlerin ellerinde olmayan silahlar vardır. Allah’a karşı hangi
güç, hangi silah baş edebilir ki? Müslümanların desteğinde Allah’ın melekleri
vardır, meleklere karşı hangi güç durabilecektir? Müslümanın desteğinde dağlar,
taşlar, semalar, rüzgarlar vardır. Rüzgarlara karşı, depremlere karşı kim karşı
durabilecek? Suları kim durdurabilecek? Veya sûrenin önceki bölümlerinde
anlatılan toplumları helâk etmek üzere Rabbimizin gönderdiği o müthiş helâk
âyetlerinin önüne kim geçebilir? Öyleyse:
196. “Çünkü benim dostum,
kitabı indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir.”
Benim velim Allah’tır. Velâyetini bana ulaştırma adına, benim adıma aldığı
kararlarını, kulluk maddelerini bana duyurmak üzere bana kitabını göndermiştir
Rabbim. Elbette velî ile velâyetini üzerine aldığı kulları arasında karşılıklı
bir ilişki vardır. Nasıl ki çocuklarımızın velisi olarak bizler onlardan
istediklerimizi ve istemediklerimizi onlara bildiriyorsak, bizim velimiz olan
Rabbimiz da kitap göndererek bizden istediklerini ve istemediklerini bize
bildirmekte, bizden istediği kulluk programını bize ulaştırmaktadır. Bizim için
lâzım olan her türlü yasa bu kitabın içindedir. İyileri, sâlihleri dost edinen
onların korunmasını üzerine alan Rabbimiz gönderdiği kitabında onlar adına
aldığı kararlarıyla, onların elinden tutar, onları doğruya, hakka hidâyet eder
ve onları tüm düşmanlarından korur. Gördükleri, bildikleri düşmanlarından
onları koruduğu gibi hiç görmedikleri tanımadıkları, hiç bilmedikleri
düşmanlarından da onları korur. İnsanların bilemedikleri, tanıyamadıkları
ordularını o düşmanlarının üzerlerine göndererek mü’minleri teyid ederken
düşmanlarını da kahr-u perişan eder.
Evet
mü’minler, velâyetlerini Allah’a teslim etmiş Allah seçimini kendileri için
seçim kabul etmiş, iradelerini Allah’a teslim etmiş mü’minler yeryüzünde
Allah’ın dostlarıdırlar. Allah onların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucunu
eline almıştır. Yâni Allah yeryüzünde yapacaklarını onlarla birlikte yapar.
Mü’minler yeryüzünde kendilerine düşeni yaparlar, Allah’ın kendilerinden
istediklerini yaparlar, Allah da kendisine düşeni yapar.
Nedir mü’minlere düşen? Allah’a
gönderdiği kitabında istediği biçimde kulluk yapmak, kitabındaki kulluk
maddelerine sadık davranmak, kitapla hayatlarını düzenlemek, velilerinin
istediği bir hayatı yaşamak. Peki acaba Allah’a düşen nedir? Kulları adına
aldığı kararlarla onları dünya ve ukba’da mutlu etmek, ordularıyla kullarını desteklemek,
onları yeryüzüne vâris kılmak, düşmanlarına karşı galip getirmek, küfrün
karşısında onları muzaffer getirmek, müslümanları yeryüzünde iktidar mevkiine
getirerek onları İslâm sancağını taşıma şerefine nail kılmak ve yaşadıkları bu
geçici hayatın sonunda da onları ebedî mutluluğa cennet ve rahmetine
ulaştırmaktır.
Eğer şu
anda bizler de Rabbimizin bu yasalarından istifade etmeyi istiyorsak o zaman
Onun velimiz olduğunu unutmamak ve ve-limiz olan Allah’ın bizim adımıza aldığı
velâyet maddelerini, yâni kitabını elimize almak zorundayız. Yâni kitabı
hayatımıza indirmek zorundayız. Tüm hayatımızda kitapla birlikte olmak, tüm
hayatımızı onunla düzenlemek zorundayız.
197. “ O'nu bırakıp da
taptıklarınız, kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler.”
Allah’ı bırakıp da Onun berisinde dua ettikleriniz, dâvâsını güttükleriniz,
hayatınızı düzenleme konusunda, problemlerinizin çözümü konusunda, fikirlerini,
yasaları, çözüm önerilerini çağırıp çağrıştırdığınız cansız varlıklar, putlar
ve de canlı varlıklar ne kendilerine bir menfaat sağlayabilirler ne de sizlere
bir fayda sağlama gücüne sahiptirler. İster şu anda yaşayanlar, isterse ölüp
gitmiş olanlar ne size zafer vermeye, ne yardım etmeye, ne de size gelebilecek
bir zararı defetmeye muktedir değillerdir. Onların işi gücü kullarını sömürmektir,
işi gücü kullarına yardım etmek değil kullarının sırtına binmek, onların
kanlarını emmektir. Kullarını sömürmek, şahsiyetlerini kemirmek, onurlarını
sömürmek, mallarını servetlerini sömürmektir.
Bunlar
size yardım edemedikleri gibi kendilerine de yardım edemezler. Kendi
kendilerine yardım edip menfaatler sağlamayı isteseler bile buna güçleri
yoktur. Ne dünyada başlarına geleceklerden ne de âhirette Allah’ın kendilerine
takdir ettiklerinden kendilerini asla kurtaramayacaklardır. Dünyada meselâ
Allah’ın izni ve yardımıyla deniz yarılacak, Mûsâ (a.s) ve beraberindeki
mü’minler kurtulurken bu zâlimler kendilerini kurtaramayarak boğulmak zorunda
kalacaklardır. Veya Allah’ın azabı gelip yeryüzü sularla kaplanacak, Hz. Nûh ve
beraberindekiler Allah’ın yardımıyla kurtulurken Allah düşmanları geberip
gideceklerdir. Dünyada bu böyle olduğu gibi âhirette de böyle olacaktır. Allah
dostları Rablerinin yardımı ve rahmetiyle cennete uçarlarken, Allah düşmanları
cehenneme yuvarlanmaktan kendilerini kurtaramayacaktır.
198. “Onları doğru yola
çağırırsanız duymazlar. Sana baktıklarını görürsün, oysa görmezler.”
Sizler böylelerini hüdaya, hidâyete, doğru yola, sırat-ı müstakîme
çağırdığınız zaman, cennete, cennet yoluna çağırdığınız zaman asla duymazlar.
Kulakları yok adamların. Uyuyan kimsenin bile kulakları devamlı dışa açıktır
ama bunlar uyku değil belki ölümle izah edilebilecek bir durumu yaşadıkları
için kendilerine yapılan dâveti duymuyorlar, duyamıyorlar.
Evet onlar önce hakkı duyarlar, dinlerler, anlarlar ama itaate
yanaşma görülmez hayatlarında. Dinlerler ama uygulamaya yanaşmazlar ve böylece
artık vahiyden sulanma hakkını da kaybederler, bir daha duyma duygulanmaz hale
gelirler. Çünkü bu tavırlarından ötürü onların kalplerine hakkı duymalarına,
hakkı anlamalarına engeller, kılıflar koyduk diyor Rabbimiz Kur’an’ın başka
yerlerinde. Kulaklarına da sanki ısıdan izole etme veya elektrikten yalıtma
anlamına bir izole, bir tecrit bölgesi yerleştirdik. Kulaklarına kurşun;
dinlerler ama anlamazlar, anlayamazlar.
Evet
onların kulakları vardır duyarlar, dinlerle ama bu dinleme onlara hiç bir fayda
sağlamaz. Çünkü Allah onların Kur’an’ı anlamalarına engel olarak kalplerine
örtüler, kulaklarına da ağırlıklar koymuştur. İşte mü’minle kâfirin ayrıştığı
nokta. Birinde anlamaya dinlemeye ve iman etmeye amel etmeye karar var, say
var, ötekiler de ise hidâyete karşı nötr davranma var. Allah birisinin kalbini,
anlayışını, kavrayışını geri alırken ötekisinin anlayışını, hidâyetini ve
takvasını artırıyor. Yâni buradan da anlıyoruz ki mesele vahyin, vahiydeki
maksadın kapalı oluşunda değil, kitap ve sünnetin örtülü ve anlaşılmaz oluşunda
değil mesele ona muhatap olanların kalplerinin buna açık ya da kapalı
olmasındadır. Eğer öyle olsaydı müslümanlar da anlayamayacaklardı bu vahyi.
Evet bu
insanlar ne Allah’ın dâvetini, ne de sizin dâvetinizi duymuyorlar, icâbet
etmiyorlar.
199. “Sen af yolunu tut,
bağışla, uygun olanı emret, bilgisizlere aldırış etme.”
Ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları! Bu tür insanlara karşı af
yolunu tut, affet onları ya da onlara örf yolunu tut, örfle muamele et onlara,
emr-i bil’ maruf yap.
Allah
peygamberinden ve onun şahsında bizlerden bu tür duymazlara karşı af yolunu
istemektedir. Af insanların bir kısım kusurlarını, eksikliklerini görmemek,
kaale almamak, görmezden gelmek demektir. E zaten az evvel özellikleri
anlatılan insanların her ta-rafı kusurdur, her tarafı hatadır. Ne Allah’ın
dâvetini, ne insanların hi-dâyete çağrısını duymayarak, duymazdan gelerek
insanlık özelliklerini kaybedip hayvanlardan daha aşağı bir duruma düşmüş
insanlardır bunlar. Ancak bu adamlar ne kadar da insanlıktan çıkmış olurlarsa
olsunlar, ne kadar da tefessüh etmiş olurlarsa olsunlar yine de unutmamalıyız
ki bunlar içinde adam olabilecekler her zaman mevcuttur. Onları insanlıktan
çıkaran tâğutların ellerinden, nefislerinin ve şeytanlarının etkilerinden
kurtarıp Allah’a kulluğa sevk edebilmek, insanlığa ve cennete kazandırabilmek
için mü’minlerin onlara karşı son derece sabırlı, tahammüllü ve fedâkar bir tavır takınmaları gerekmektedir.
Allah bizden bunu istiyor.
Ama tabii bu onlara sabır göstermek,
onların kusurlarını gör-memek onlara hüsnü kabul göstermek, onları olduğu gibi
kabul et-mek ve tüm pisliklerini onaylamak anlamına gelmemektedir. Onlar-dan
mü’minlerin şahıslarına yönelik gelebilecek olumsuz bir kısım tavırları onların
ilerde adam olabilecekleri ümidiyle görmezden gelmek, affetmek anlamınadır.
Bizler onlara yapabileceğimiz din duyurmamız hatırına onların bizim şahsımıza yönelik kusurlarını görmeyiverecek,
affedivereceğiz. Çünkü onlar acınacak varlıklardır.
Önceki âyetlerde anlattı Rabbimiz
bunlar hayvandan daha aşağı, ne yapacaklarını bilmeyen şaşkın varlıklardır.
Lehlerini ve aleyhlerini bilemediklerinden akıllarına esen her şeyi yapan
varlıklardır. Allah tanımaz, peygamber tanımaz, din, cennet, cehennem tanımaz
insanlardır onlar. Onun için onlara yapacağımız tebliğ hatırına, onları dine
kazandırma hatırına şahsımıza karşı yaptıklarını görmezden gelivereceğiz.
Ama
şahıslarımıza yaptıklarını affedeceğiz de bu arada onlara hakkı tavsiye
etmekten, onlara emr-i bil’maruf yapmaktan, onların hayatlarını sorgulamaktan
da vaz geçmeyeceğiz. Onlara örfle muamele etmekten örfü tavsiye etmekten de
vazgeçmeyeceğiz. Örf bilinen tanınan şey demektir. Yâni örf kitap ve sünnet
demektir. Kitap ve sünnet bilgisi demektir. Çünkü bakıyoruz Kur’an-ı Kerîmde
Rabbimiz peygamberine ve onun şahsında bizlere cahillerden, Allah’ı, Allah’ın
kitabını ve Resûlünün sünnetini bilmeyenlerden yüz çevirin buyurmaktadır. Ama
hemen âyetin devamında onlara hakkı duyurmamızı, onların cehaletlerini gidermek
için onlara İslâm’ı, Allah’ı ve kitabı ulaştırmamızı emretmektedir.
Evet
cahillerin cehaletleriyle mücâdele edeceğiz. Çevremizdeki insanlara Allah’ın
kitabını, Resûlünün sünnetini ulaştırmaya çalışacağız. İnsanların dirilişi
adına her şeyimizi, malımızı, zamanımızı hattâ gerekirse canımızı bile fedâdan
çekinmeyeceğiz. Ama şurası da çok önemlidir: İnsanlara din ulaştırmak için
elimizden geleni yapacağız da ama tüm derdimiz de bu olmamalıdır. İnsanların imdadına
koşarken kendimizi de ihmal etmemeliyiz. Başkalarını kurtaracağız diye kendimizi
ihmal etmemiz asla caiz değildir. Kendimiz de okuyacağız kitabı, okuyacağız
sünneti, okuduklarımızı anlayacağız, okuduklarımızı içimize sindirecek, onlarla
dolup taşıp insanlara gideceğiz. Yâni kendimizi unutmayacağız. Onun içindir ki:
200. “Şeytan seni dürtecek
olursa Allah'a sığın, doğrusu O işitir ve bilir.”
Ya başkalarıyla uğraşırken kendimizi unutma, kendimizi ihmal etme
konusunda, ya da karşımızdaki kâfirlerin, cahillerin bizim şahsımıza yönelik
hatalarını affederek, görmezden gelerek onları İslâm’a kazandırma konusunda
eğer şeytandan bir dürtü ile karşı karşıya gelecek olursanız. Yâni hep af
taraftarı sen mi olacaksın? O sana şöyle yaptı sen ona niye böyle yapmıyorsun?
gibi şeytandan bir dürtü gelirse hemen Allah’a sığın. Çünkü Allah işiten ve
bilendir buyurur.
Bu gerçekten zordur. Kötülüğe karşı iyilik yapmak her
kişinin karı değildir. Bu ancak sabreden erlerin karıdır. Bu ancak sabır erlerine
bir vergidir. Yâni kendi nefsinden çok dâvâsını düşünen, insanların Allah
dâvâsına gönül vermelerini şahsından ön planda tutan, dâvâsının gönüllerde
ma’kes bulması ve muzaffer olması uğruna her şeyini fedâ edecek kadar sabreden
kişiler ancak bu duruma ulaşabilir. tâbi bu arada kişinin nefsi devreye
girerken, iyiliğin, İslâm’ın zaferine asla tahammülü olmayan şeytan da devreye
girecektir.
Eğer bu
konuda şeytandan sana bir dürtü, bir kamçı, bir teşvik gelecek olursa hemen
ondan Allah’a sığın diyor Rabbimiz. Hak ve bâtıl karşı karşıya gelince hak
karşısında bâtılın yok olmasını istemeyen şeytan hemen devreye girecektir.
Çünkü bâtıl taraftarlarının, kâfirlerin alabildiğine müslümanları yok edebilmek
için işkenceye, hakarete, alaylamalara başvurarak müslümanlara her türlü kötülüğü
reva görürlerken müslümanlar da Rablerinin kendilerinden istediği şekilde
onların kötülüklerine karşılık güçleri yettiği halde onlara kötülükle mukabele
etmedikleri gibi hattâ onlara iyilikte bulunmaya çalışmaları işte bu durum
şeytanı kahreden bir durumdur. Bu durum karşısında şeytan kahrolur. Çünkü
Rabbimizin âyetinde ifade buyurduğu veçhile
şeytanın savunduğu bâtılın yıkılmasını ve İslâm’ın da dev
adımlarla gönüllere nüfuz edip hakkın galip gelmesini sağlayacak bir durumdur.
Tüm
insanlar nezdinde kötülük taraftarları da iyilik taraftarları da
anlaşılacaktır. Kötülük sadece küfür taraftarlarına, bâtıl taraftarlarına
iyilik de hakkı savunanlara mahsus olunca bâtılın savunulabilecek bir yönü
kalmayacaktır. Bâtıl bütün çirkinliğiyle sırıtacaktır. İşte bu noktada şeytan
ister ki hak taraftarlarından da, müslümanlardan da kötülük yapan birileri
bulunsun ve şunu diyebilsin şeytan: Bakın efendim, görüyorsunuz ki hata bir
taraftan değil; iki tarafta da hata vardır diyebilecek ve bâtılı savunabilecek
bir imkânı elde edebilsin.
İşte görüyoruz bugün yeryüzünün
herhangi bir yerinde mü'-minler kendilerine yapılan çok büyük haksızlığa
karşılık çok küçük bir karşılık verseler bile şeytan hak karşısında çok önemli
bir propa-ganda malzemesi bulmuş oluyor ve bunu çok iyi kullanıyor. Meselâ
Çeçenistan’da müslümanların ülkeleri gasp edilir, binlerce müslüman öldürülür,
üç yüz bin insan öldürülür kimsenin sesi çıkmaz, ama bu müslümanlardan bir
yiğit çıkıp bir operasyonla üç beş kâfiri öldürünce kıyâmeti koparırlar.
Binlerce mâsum insanı öldürenler terörist olmazken bir gemi operasyonunu
gerçekleştiren ve de sonunda bir tek insanın burnunu bile kanatmamaya dikkat
eden bir müslüman çok rahat terörist ilân edilir.
Evet
şeytanlardan, şeytan fısıltılarından, şeytan dürtülerinden ve şeytan
vahiylerinden Allah’a sığınacağız. Peki burada müsaadenizle bir soru sorayım.
Acaba şu anda Şeytan ve dostlarının vahiyleri, görüntüleri evlerimizin içindeyken,
gözlerimizin önündeyken, şeytan ve dostlarının yollarından gider, yasalarını
uygulayıp dururken, onların propagandalarıyla kulaklarımız doluyken söyler
misiniz nasıl sığınacağız onlardan Allah’a? Şeytan ve dostlarından Allah’a
sığınabilmek için önce şeytan ve dostlarını tanımamız, onlarla arayı açıp
Allah’la aramızı düzeltmemiz gerekecektir. Onlarla ilişkimizi kesip iman, amel
ve kitapla beraber olarak Rabbimizle aramızı düzeltecek ve onlardan sığınmaya
yüzümüz olacaktır.
Zira Allah’ı tanımayan, Allah’ın
kitabını tanımayan şeytanları da onların iki ayaklı dostlarını da tanıyamaz.
Tanımayan da sığına-maz.
Elhamdülillah ki bizler kitabı
tanıyoruz şeytan ve dostlarını da,
onların oyunlarını da tanıyoruz ve Rabbimizin tarif
buyurduğu biçimde onlardan Rabbimize sığınmasını da biliyoruz. Kulluğun tümünü
yaşasak da yine onlardan Rabbimize sığınmak zorunda olduğumu biliyoruz.
Elhamdülillah ki onların hakkından gelebilecek, bizim dualarımızı işiten bizim
imdadımıza yetişen bir Rabbimiz vardır. Ve O Rab bize bu konuda şunu tarif
ediyor:
201. “Allah'a karşı gelmekten
sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen
gerçeği görürler.”
Muttaki olanlar, Allah’ın koruması altına girenler, Allah’la yol bulanlar,
yollarını, hayat programlarını Rablerine soranlar, Rablerinin kitabıyla
birlikte olanlar, hayatlarını Allah’ın belirlediği biçimde ve Allah için
yaşayanlar var ya işte onlar şeytandan kendilerine bir tavafçı dokunduğu zaman
ne yapacaklarını çok iyi bilirler. Onlar diğer insanlar gibi düşmandan ve onun
vesveselerinden gafil değildirler. Onlar asla düşmanın vartalarına düşmezler.
Sürekli etraflarında kendilerini yoldan saptırmak için fırsat kollayan düşman
konusunda uyanıktır onlar. Şeytanın ordularından kendilerine bir vesvese geldiği
zaman, şeytan onlara bir dolap çevirdiği zaman onlar hemen Allah’ı zikrederler.
Allah’ı ve onun öğütlerini onun kitabını hatırlarlar. Hemen zikirlenirler.
Yâni kitapta o konuyla alâkalı âyetler
hemen gözlerinin önünde canlanır, o konuyla ilgili peygamberlerinin uygulaması
hemen hatırlarına gelir, o konuyla alâkalı yapmaları gereken neyse hemen onu
hatırlarlar ve derhal şeytanların istediğinin sapıklık olduğunu anlarlar,
basiret sahibi olurlar. Şeytanların hak göstermeye çalıştıkları şeyin bâtıl
olduğunu, bâtıl göstermeye çalıştıklarının da hak olduğunu hemen anlarlar ve
gereğini yaparlar. Mü’minlerin ellerinde işte böyle bir imkânları, böyle bir
kitapları, zikirleri vardır.
202. “Şeytanın kardeşleri
onları azgınlığa sürüklerler ve bundan hiç geri durmazlar.”
Şeytanın kardeşleri, onun avaneleri, iki ayaklı yardakçıları onların
azgınlığını genişletirler. İnsanların azmaları, sapmaları konusunda onlara
imkân ve fırsatlar sağlarlar. Onların günah yollarını açarak onları günahlara
sevk ederler. Onlara alabildiğine özgürlüklere uzandırırlar. Sizler özgür
insanlarsınız, sizler dilediğiniz her şeyi yapabilme haklarına sahipsiniz
diyerek onların azgınlıklarını çoğaltmayı hedeflerler. Her şeye onları
ulaştırmak ve bulaştırmak isterler. Onları tuğyan ve azgınlıklar içinde
yüzdürmeye çalışırlar. Yiyeceklerinin, içeceklerinin, mallarının, mülklerinin
ve hayatlarının pisleşmesi için ellerinden gelen her şeyi yapmaktan geri
durmazlar; eksik de bırakmazlar. Yâni insanları azdırma eylemlerinde, insanları
saptırma planlarında eksiklik kusur işlemezler.
Veya saptırdığı insanların başına o
sapmadan ötürü bir belâ geldiği zaman ona ilk gülecek olanlar da o şeytanlar
olmaktadır. Şeytanlar, iki ayaklı şeytanlar, şeytan misyonu üstlenmiş tâğutlar
yoldan çıkardıkları insanların düşüşüne ilk sevinenlerdir. Onları daha da saptırmak,
daha da soyma, daha da ezme konusunda hiç kusur etmezler. Bakın İbrâhim
sûresinde azdırıp saptırdığı insanları cehennemin kapısına kadar götüren
şeytanın orada tüm çömezlerinin önünde bir hutbe okuyarak şöyle diyeceği
anlatılır:
“İş olup bitince, şeytan: "Doğrusu Allah size gerçeği
söz vermişti. Ben de size söz verdim ama, sonra caydım; esasen sizi zorlayacak
bir nüfuzum yoktu; sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde, beni değil kendinizi
kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a
ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim; doğrusu zâlimlere can yakan bir
azab vardır" der.”
"
İbrâhim 22"
Bugün
beni kınamayın, siz kendi kendinizi kınayın! Zira dünyada iken benim sizin
üzerinizde bir sultam bir saltanatım, bir gücüm, kuvvetim yoktu. Bir göz
kırptım hemen peşime takılıverdiniz. Kalplerinizin ibresi o kadar zayıfmış ki
hemen peşime takılıverdiniz! Rab-binizi dinlemeyip beni dinleyerek, Rabbinizin
kitabını bırakıp benim vesveselerime kulak vererek beninle birlikte ebedî azap
mahallime geldiniz diyerek, kandırdığı, saptırdığı insanlara gülüp onlarla alay
edince, akılsızca onun peşine takılan zavallılar ona ve kendilerine
gazaplanacaklar, mahvolacaklar, kahrolacaklar.
203. “Onlara bir âyet gelmediği
zaman, "Sen bir tane yapsaydın ya" derler. De ki: "Ben ancak
Rabbim tarafından bana vahy olunana uyarım. Bu Kitab, inanan millete
Rabbinizden açık belgeler, yol gösterme ve rahmettir.”
Onlara Allah’tan bir âyet, bir mûcize gelmeyince sana derler ki sen bulup
buşurup getirseydin ya derler. Bu tür beklediğimiz bir âyeti, bir mûcizeyi sen
getirseydin ya derler. Alçaklar Allah’la peygamberi karıştırıyorlar. Allah’tan
istenmesi gerekeni peygamberden isteyerek cahilliklerini ortaya koyuyorlar.
Peygamberim sen de ki; ben sadece Rabbimin bana vahy ettiklerini izlerim. Ben
sadece Rabbimden gelenlere tâbi olurum. Onlarla duyar, onlarla bilir ve onlarla
hareket ederim.
İşte peygamberin misyonu budur.
Peygamberin görevi budur. Peygamber yolunun yolcusu olan bizlerin de görevimiz
budur. Bizim görevimiz insanlara yeni, farklı, değişik şeyler, harikulade
şeyler getirerek insanları hidâyete ulaştıracak değiliz. Bizim görevimiz de
tıpkı pişdarımız gibi Allah’tan gelenlere tâbi olmak, tüm hayatımızda Allah
âyetlerini izlemek ve insanlara da bunu duyurmak ve ulaştırmaktır.
İşte
bunlar basiretlerdir iman edecek ve imanlarının gereğini yerine getirecek
olanlar için. İman edip hayatlarını bu imanla düzenleyecek, imanlarını hayatlarında
görüntüleyecek yâni sâlih amel işleyecek olanlar için bu kitabın âyetleri,
basîretlerdir.
Evet Rabbinizden size besâir,
basîretler gelmiştir. İşte bütün bu anlatılanları anlayabilmeniz için
Rabbinizden size kalp gözleri gel-miştir. Basar, basiret önümüzü gösteren,
yolumuzu aydınlatan, nerede nasıl davranacağımızı, hayatımızın her bir birimini
nasıl düzenleyeceğimizi gösteren, anlatan, yolumuzu açan aydınlatan Rabbiniz-den
basiretler geldi size. Yâni Rabbinizden âyetler geldi size. Size kalplerinizi,
gözlerinizi, kulaklarınızı açan âyetler geldi.
Kur’an
besairdir, Kur’an nûrdur, Kur’an hidâyettir, Kur’an Fur-kân’dır. Hani
arabanızla bir yere giderken karanlıkta arabanın farlarını yakıverince önünüz
nasıl aydınlanıyor değil mi? Köprüyü, virajı, tehlikeyi nasıl anlarsınız onunla
değil mi? İşte Kur’an da böyle bir nûrdur Furkân’dır. Olaylara Kur’an’ın
gözlüğüyle bakıverdiniz mi o her şeyi size fark ettiriverecektir.
Ama Kur’an’dan habersizsek, olaylara
Kur’an’la bakamazsak aile hayatımızı, toplum hayatımızı, hukukumuzu,
eğitimimizi kazan-mamızı, harcamamızı, sosyal ve siyasal yapılanmalarımızı, ekono-mik
düzenlemelerimizi Kur’an kaynaklı, Kur’an gözlüklü düzenle-mezsek, tüm bunları
Kur’an’ın gözetiminde yapmazsak hiç bir zaman aydınlığa çıkmamız mümkün
olmayacaktır.
Hangi
insan ki, hangi toplum ki, hangi aile ki Kur’an’la birlikte problemleri çözmeye
çalışır, Kur’an kaynaklı, problemlere yaklaşmayı prensip edinirse, bir konuda
Allah ne diyor? Kur’an ne diyor? Diyerek Allah’ın kitabına müracaat eder ve
çözümü Allah’ın kitabında ararsa, Kur’an’la görmeye, Kur’an’la bakmaya
çalışırsa o mutlaka aydınlığa ve hayra ulaşacaktır. Ve bu aydınlığa ulaşması
sonunda kendi lehine olacaktır. Yâni dünyada aydın, mutlu bir hayat elde etmiş
olacaktır.
Öyleyse ey müslümanlar! Ekonomiyle
ilgili bir derdiniz mi var? Ekonomik hayatınızı aydınlığa, düzlüğe çıkarmak mı
istiyorsunuz? Hukukunuzu aydınlığa çıkarmak mı istiyorsunuz? eğitiminizi
düzlüğe çıkarmak mı istiyorsunuz? Aile hayatınızı, toplum hayatınızı, gecenizi,
gündüzünüzü, bugününüzü, yarınınızı, namazınızı, orucunuzu, zikrinizi,
fikrinizi, dünyanızı, âhiretinizi aydınlığa çıkarmak mı istiyorsunuz? O halde
problemlere basîretlerle bakmak zorundasınız. Tüm bu problemleri basîretlerle
yâni Kur’an âyetleriyle çözümlemek zorundasınız. Ama Allah böyle basîretler
gönderdiği halde kim de körlüğü tercih ederse, kör olmayı, kör kalmayı tercih
ederse o da kör olmaya ve kör kalmaya mahkumdur. Allah’ın kitabına gözlerini
kapayan, kitapla ilgilenmeyen, problemlere kitapla çözüm aramayan toplum kör
kalmaya mahkumdur. Karanlıklar içinde, bunalımlar içinde, çözümsüzlükler ve
çaresizlikler içinde bocalamaya mahkumdur.
İşte şu anda Kur’an’dan kaçan ve
basîretlerin dışında başka yerlerde çözüm arayan şu bizim toplumun ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette
çırpındığını bocaladığını görüyoruz.
204. “Kur’an okunduğu zaman ona
kulak verin, dinleyin ki merhamet olunasınız.”
Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin. Kur’an okunduğu zaman susup onu
dinleyin ki Allah’ın rahmetine erişesiniz, merhamet olunasınız. Size Rabbiniz
tarafından merhamet edile, rahmetle muamele edile. Allah bize yol gösteriyor.
Bize merhameti gereği usul öğretiyor. Yeryüzünde koyduğu bir yasayı hatırlatıyor
bize Rabbimiz. Hani daha önceki âyetinde Rabbimiz bir kısım cahillerin,
Allah’la peygamberi karıştıran bir kısın insanların peygamberden mûcize beklediklerini,
bu tür âyetler gelmiyorsa sen getir dediklerini anlatmıştı. Burada da bu tür
insanlara Resûlünün böylece cevap vermesini istiyor. De ki onlara ey
peygamberim, ben Rabbimin bana vahy ettiklerini izler, onlara tâbi olurum,
onların peşi sıra giderim, çünkü işte bu Rabbimiz bana indirdiği Kur’an
basîretlerdir. Ben bunlarla bakar, bunlarla görür, bunlarla hareket ederim,
deyiver onlara ey peygamberim.
Evet
Kur’an insanların yaşadıkları bu dünya hayatında basîretlerle dolu olduğu gibi
bu hayatın sonunda başımıza nelerin geleceği, bizi nelerin beklediği konusunda
da basîrettir. Hayatın önünü de sonunu da gösteren bir görüntü, bir basîret,
bir hidâyet ve rahmettir bu kitap. Ama tâbi iman edecek olanlar için, bununla
yol bulacaklar için. Yollarını bu kitaba soracak, hayat programları konusunda
bu kitaba müracaat edecekler için.
İşte bu
kitapla beraberlikte nasıl bir tavır takınacağımızı anlatıyor Rabbimiz. Bu
kitap okurken susacağız, ukalalık etmeyecek, kendi düşüncelerimizi,
başkalarının düşüncelerini onun önüne geçirmeyecek, gündemi bu kitaba
belirlettirecek ve bu kitabın istediği bir hayatı sergileyeceğiz. Yâni Allah’ın
Resûlü bu kitabı nasıl okuduysa, hangi gayeyle, hangi niyetle okuduysa o
şekilde okuyacak, okumanın şeklini, biçimini, zamanını, miktarını, sayısını,
oranını, hedefini onun tayin buyurduğu biçimde tayin edeceğiz. Biz biliyoruz ki
Allah’ın Resûlü bu kitabı anlamadan sadece mücerret okumak için okumadı. Sadece
bilgi olsun diye okumadı. Âyetler kalbine indi Rasulullah efendimizin, hayatında indi.
İşte biz de onun gibi okuyacağız.
Anlamak ve hayatımızı onunla düzenlemek üzere okuyacağız. Kalbimizde ve
hayatımızda tesirler ve değişiklikler icra edecek biçimde okuyacağız. Dil,
akıl, kalp uyumu içinde okuyacağız. İşte gerçek okuma budur. Gerçek bir okumada
dil âyetleri telaffuz eder, akıl onları tercüme eder, kalp de onun istediği
biçimde müteessir olup şekil alır, tavır alır. İşte gerçek bir okuma budur. Eğer
okuma konusunda bir sayı vermemiz gerekirse sahabenin yaptığı gibi ya on âyet,
on âyet okuyacağız, ilk on âyeti anlayıp uygulamadıkça öteki on âyete
geçmeyeceğiz. Eğer bir okuma zamanı belirlememiz gerekirse tıpkı Rasulullah
efendimizin yaptığı gibi gece yalnızken okuyacağız Müddessir ve Müzzemmil’de
anlatıldığı gibi gündüz de okuduğumuz bu âyetlerin gündemini yaşayacak ve onu
çevremize ilân edeceğiz.
Eğer
böyle yaparsanız, Kur’an okunurken susar, sadece onu dinler, onu Allah ve
Resûlünün istediği biçimde anlar ve hayatınıza aktarma çabası içine girerseniz
bilesiniz ki size Rabbinizin rahmet kapıları açılacak ve tüm nimetleri sizinle
beraber olacaktır.
205. “Rabbini gönülden ve
korkarak içinden hafif bir sesle sabah akşam an, gafillerden olma.”
Ey peygamberim sabah akşam kendi içinde hafiyyen Rabbini zikret. Candan,
ciğerden Rabbinin hangi isimlerini zikredeceksen, hangi isimleriyle ilgi
iletişim kuracaksan, neye ihtiyacın varsa, hangi derdini gündeme getireceksen,
ne isteyeceksen o konudaki isimleriyle Rabbini zikret. Rabbini tazarruan
zikret. Onun büyüklüğünü bilerek kendi küçüklüğünü, âcizliğini idrak ederek,
azametinden korku içinde zikret.
Zikir
zikredileni edileni büyük tanımak, büyüklük mevkiine o-turtmak, büyüklüğünü,
gücünü kuvvetini kabul etmektir. Zikir ve dua acziyetin ifadesidir. Zikir ve
dua âcizin, güçsüzün güçlüye teslimiye-tinin ifadesidir. Öyleyse zikreden eden
kişiyi bu zikri Allah’ın her an Rabbi ve koruyucusu olduğu ve bu Rabbi
karşısında her an ona muhtaç olduğu şuuruna götürecektir.
Öyleyse
Rabbimizi zikredeceğiz. Ama bakın burada Rabbimiz kendisini zikretmenin usulünü
de öğretiyor bize. Gizlice yalvarıp yakararak zikredeceğiz. Kendi
küçüklüğümüzü, kendi fakirliğimizi, âcizliğimizi, çaresizliğimizi,
mahcubiyetimizi Rabbimizin de büyüklüğünü, zenginliğini, güçlülüğünü itiraf
ederek zikredeceğiz. Bir de gizlice zik-redeceğiz. Bağırıp çağırarak
zikretmeyeceğiz. Sanki Allah bizim istediklerimizi vermek zorundaymış gibi ya
da bizi duyamayacak bir uzaklıktaymış gibi bir pozisyonda bağırıp çağırarak
zikredilmez. Çünkü biliyoruz ki:
1: Allah
bize bizden, bize her şeyden daha yakındır. Bize şah damarımızdan daha
yakındır.
"Biz insana şah damarından daha yakınız."
(Kaaf 16)
Âyeti
bunu anlatır.
Buna
göre madem ki Allah bize bu kadar yakındır o halde Allah’ı zikrederken onu
uzakta bilip, işitmez zannedip bağırıp çağırmanın, hoplayıp zıplamanın anlamı
yoktur. Nitekim birilerinin böyle yüksek sesle bağırıp çağırarak dua
ettiklerini gören Allah’ın Resulü:
"Sizler sağıra ve gaibe
dua etmiyorsunuz. Herhalde işiten ve yakın olan birine dua ediyorsunuz."
206. “Doğrusu Rabbinin katında
olanlar, O'na kulluk etmekten büyüklenmezler. O'nu tenzih ederler ve yalnız O'na
secde ederler.”
Doğrusu Rabbinin katında olan melekler Ona kulluk etmekten asla
büyüklenmezler. Onun emirlerini yerine getirmekten asla kibirlenmezler, Onu
tesbih ederler ve Ona secde ederler.
Demek ki
melekler de Allah’ın kuludurlar ve Allah’ın bu yüce kulları ne kadar da yüce
olurlarsa olsunlar, ne kadar da günahsız olurlarsa olsunlar onların Allah
karşısındaki konumları kulluktan başka bir şey değildir. Allah’ın yarattığı
mahluklar ne kadar da cesim olurlarla olsunlar, ne kadar da yüce varlıklar
olurlarsa olsunlar yine de kuldurlar. Kul ne kadar da yüce olursa olsun yine de
yaratıcısına muhtaçtır. Abd her yerde her zaman ve mekânda yine abddır, Mâbud
da Mâbud’dur. Yaratılmış olan herkesin ve her şeyin yaratıcı karşısında konumu
kulluktur.
Bakın işte Allah’ın en yüce varlıkları
olan melekler zerre kadar bir gurur ve kibre kapılmadan Rablerine kulluk
yapıyorlar ve Rablerini tesbih ediyorlar, Rablerini azametine uygun
sıfatlarıyla tanıyorlar, noksan sıfatlardan tenzih ediyorlar, yerdeki
ukalaların saygısızlıklarından ötürü de utançlarından yüzlerini yerlere koyup
Rablerine, sıfatlarıyla tanıdıkları Rablerine özürler beyan ediyorlar. Ve
Allah’a secde ediyorlar, boyun büküyorlar, her bir makamda O’nun emirlerini
uygu-luyorlar. Her bir fermanı karşısında teslimiyetlerini izhâr ediyorlar. Bu
sûre ile alâkalı da bu kadar söz yeter. Rabbim istediği gibi iman edip
gereğiyle amel eden kullarından eylesin. Ve âhiru dâ’vana enilhamdü lillahi
Rabbil’ âlemîn.